merhaba - Otonom Yayıncılık
Transkript
merhaba - Otonom Yayıncılık
merhaba Emperyalist devletler arası açık savaş döneminde proleter devrimler çağının başlangıcının ve yüzyıl içindeki devrimlerin öngörülebilmesini sağlayan emperyalizm kuramı, kapitalizmin ulus devlete dayalı egemenlik işleyişinin çözümlemesini ve bu işleyişin krizlerini toplumsal bir antagonizmaya dönüştürebilmenin politik teorisini içerir. Emperyalizm teorisi, devrimin somut ve güncel bir talep olarak kurulabilmesinin önünü açan egemenlik ve politik kriz teorisidir. Bugün, küresel sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile egemenliğin ulusal karakteri arasında yaşanan krizler, ulus devlet temelli bir egemenlik işleyişi olarak emperyalizm paradigmasını temelden sorgulatırken, yeni bir egemenlik biçimine geçişin yarattığı zorlukları ve çatışkıları da gözler önüne seriyor. Kapitalizmin modern döneminin egemenlik işleyişi içinde emeğin özgürleşmesinin ufkunu da belirlemiş olan ulus devlet paradigmasının fiili olarak altının oyulmasıyla birlikte, egemenlik ve kriz teorisi ile emeğin özgürleşmesi arasındaki bağın yeniden tanımlanması sorunu ile yüz yüzeyiz. Bu tanımlama içinde emeğin politik kuruculuğu, egemenliğin “ulusal” karakterinin parçalanması karşısında ulus devleti savunmak ile oluşum halindeki küresel egemenlik biçiminin hiyerarşisine tabi olmak arasında bir seçime hapsedilemez. 19. yüzyıl sınıflar mücadelesi içinde emeğin özgürlük mücadelesi, kendini gerçekleştirebileceği maddi koşullarla doğrudan buluşabilmenin mücadelesiydi. Devrim için mücadele aynı zamanda emeğin kendi bedeni üzerindeki aşkın egemenliğe karşı mücadelesiydi. Bu mücadelenin uğrağı olarak Komün yenildi ve emeğin kurucu gücü ulus devlet egemenliği ile mülkiyet altına alındı. Emek ulusal sınırlar içine hapsedildi, kendini gerçekleştirebileceği koşullar üzerindeki egemenlikten dışlanarak politik olarak mülksüzleştirildi. Emeğin politikliği toplumsallığından kopartılarak siyasal temsil ilişkileri içinde aşkınlaştırıldı. 19. yüzyıl, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü, temsile dayalı ulusal egemenlik işleyişiyle güvence altına almasıyla kapandı. conatus 6 Ulus devlet temelli egemenlik işleyişinin kendi krizlerinin yoğunlaştığı ve bu krizlerin emperyalistler arası açık savaşlara dönüştüğü 20. yüzyılın devrimci söylemi, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık üzerinden kuruldu. Anti-emperyalizm, sermayenin içine düştüğü krizleri, ulusal sınırlar içinde politik bir krize dönüştürebilmenin söylemiydi. Emeğin politikliği ulusal sınırlar içinde burjuvazinin siyasi egemenliğini alaşağı edecek bir güç olarak kuruldu, ancak emeğin kendi bedeni üzerinde doğrudan egemen olabilmesinin politikliği özgürleştirilemedi. Emeğin politikliğini toplumsallığına yabancılaştıran ulus devlet egemenliği ortadan kaldırılamadı. Devlet biçimine karşı mücadele devlete karşı mücadelenin yerini aldı. Ulusal egemenliklerin tasfiye edilerek küresel bir egemenlik biçimine geçişin yarattığı krizlerin, savaşların, küresel siyasi ve askeri operasyonların içinden geçtiğimiz bu tarihsel uğrakta, yeni bir egemenlik ve kriz teorisinin kuruluşu emeğin özgürleşme söyleminin yeniden kuruluşundan bağımsızlaştırılamaz. Egemenliğin çözümlenmesi, emeğin politik kuruculuğunun olumlamasını temel alan bir egemenlik eleştirisinden kopartılamaz. Egemenlik, devlet ve iktidar kavramlarının eleştirisi, emeğin toplumsallığına içkin politikliğinde aranmalıdır. 21. yüzyıl sınıflar mücadelesi için komün hâlâ günceldir. 2 CONATUS Çeviri Dergisi Kasım-Şubat 2006 Yýl 3 Sayý 6 Yayın Türü: 4 aylık yerel süreli yayın. OTONOM YAYINCILIK Adýna Ýmtiyaz Sahibi Selen Göbelez Yazý Ýþleri Müdürü Sinem Özer Dizgi ve Baský Öncesi Hazýrlýk: Ulaş Kantemir Baský: Mart Matbaacılık Sanatları Tel: 0212 321 23 00 Yönetim Adresi: Yeniçarşı Cad. Kalkan Han No: 56/6 Galatasaray, Beyoğlu, İSTANBUL Tel: 0212 244 87 09 Faks: 0212 292 23 66 e-posta: [email protected] www.otonomyayincilik.com Conatus’un Önceki Sayıları 1. anti-kapitalizm 2. emperyalizm - yeni emperyalizm - imparatorluk 3. avrupa birliği 4. değer teorisi ve sınıf mücadelesi 5. kriz teorisi ve öznellik Fiyatý: 12 YTL Abone Koşulları: Senelik (3 Sayı): 32 YTL Yurt dışı için (3 Sayı): 30 Avro Abonelik ve eski sayılar için iletişim: [email protected] conatus 7 13 19 39 57 73 93 107 123 132 145 157 165 169 175 197 209 6 3 Anarşi ve Bilimsel Komünizm Nikolay Buharin Toplumsal Devrim ve Devlet Mihail Bakunin İşçi Sınıfının Ruhu: Sovyetler Volkan Yaraşır Rusya Ekonomisinin Doğası Raya Dunayevskaya Küresel Sermaye ve Ulusal Devlet John Holloway Neo-Liberalizm ve Sınıf İktidarının Restorasyonu David Harvey Norm-aliteyle İlgili Sorun ya da Kalıcı Olağanüstü Hale İtiraz Etmek Marc Neocleous Kapitalist Emperyal Devlet Teorisine Doğru Leo Panitch-Sam Gindin Küreselleşme ve Demokrasi Michael Hardt-Antonio Negri Dünya: 2003 Mayıs’ında Yedi Düşünce Yardımcı Kumandan Marcos İktidar Oluşumlarının Ayrılmaz Bir Parçası Olarak Sermaye Fêlix Guattari Arzu ve Zevk Gilles Deleuze İktidar ve Devlet John Holloway Hareket Olarak Vatandaşlık, Göçmenler, Toplumsal Denetim ve Devlet Egemenliğinin Yıkılışı Franco Barchiesi Küresel Neo-liberal Sermaye, Yeni Enternasyonalizm ve Zapatistaların Sesi Massimo De Angelis “Prusya Kralı ve Toplumsal Reform.Bir Prusyalı” Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar Karl Marx Marx, Anarşizmin Teorisyeni Maximilien Rubel 6 7 ANARŞİ VE BİLİMSEL KOMÜNİZM N i k o l a y B u h a r i n İngilizceden çeviren: Sinem Özer Ekonomik iflas, üretimin çöküşü hiç şüphesiz sağlam proletarya psikolojisinin de çöküşüyle el ele gidiyor ki, bunların hepsi –proletaryayı dağınık bir kalabalık düzeyine düşürerek ve önde gelen işçi unsurlarını, üretken faaliyetin kaydıyla birlikte, sınıfsızlaştırılmış bireylere dönüştürerek– az ya da çok anarşist eğilimler lehine bir durumun oluşmasına neden oluyor. Daha da kötüsü, sosyal demokratlar Marx’ı çarpıtarak anarşi hakkında kafa karışıklığına neden olmuş ve onu anlaşılmaz hale getirmişlerdir. Sonuç olarak, Marksist ya da bilimsel komünizmi anarşist öğretilerden ayıranın ne olduğunu açıklamak gerektiğine inanıyoruz. I Bizim ve anarşistlerin “nihai amacı”ndan başlayalım. Günümüzde bu sorunun ortaya konuluşuna göre, komünizm ve sosyalizm devletin muhafazasını varsayarken, “anarşi” devleti ortadan kaldırır. Devletin savunucularına karşı devletin “düşmanları”. Marksistler ve anarşistler arasındaki “karşıtlığın” ortaya konulma biçimi budur. Bu “karşıtlık” izleniminin yalnızca anarşistlerin işi olmadığını görmek gerekiyor. Sosyal demokratların da bunda büyük payı vardır. “Geleceğin devleti” ve “halkın devleti” gibi lafların, demokrasinin fikir dünyasında ve anlatım biçiminde yaygın bir geçerliliği vardır. Üstelik bazı sosyal demokrat partiler, “devletçi” doğalarını özellikle vurgulamaya çalışır. Avusturya sosyal demokrasisinin meşhur sözlerinden biri, “bizler devletin gerçek temsilcileriyiz” sözüdür. Bu düşünme tarzı, Avusturya partisi dışında başkaları tarafından da yaygınlaştırıldı. Bir yönüyle bu, uluslararası düzeyde beylik bir laftı ve eski partiler tamamen tasfiye olmadığı ölçüde bugün de hâlâ geçerlidir. Ve elbette bu “devlet öğretisi”nin Marx’ın devrimci komünist öğretileriyle hiçbir ilgisi yoktur. Bilimsel komünizm, devleti yönetici sınıfın “örgütlenme”si, baskı ve şiddet aracı olarak görür ve “geleceğin devleti” fikrini desteklememesinin nedeni budur. Gelecekte sınıflar hiç olmayacak, sınıf baskısı ve dolayısıyla böyle bir baskı aracı ve şiddet olmayacaktır. “Sınıfsız devlet” –sosyal demokratların başını döndüren bir kavram– terimleri açısından çelişkili bir saçmalık ve dilin kötüye kullanılmasıdır. Eğer bu kavram sosyal demokrasinin ruhunu besliyorsa, bu gerçekten büyük devrimciler Marx ve Engels’in suçu değildir. Komünist toplum DEVLETSİZ bir toplumdur. Böyle olduğuna göre –ki bu konuda hiç conatus 8 şüphe yoktur– o halde anarşistler ve komünistler arasındaki fark gerçekte nedir? Bu ayrım, en azından gelecekteki toplum ve “nihai amaç” sorununu ele almaya geldiğinde ortadan kalkan bir ayrım mıdır? Hayır, bu ayrım vardır, ancak başka bir yerdedir ve büyük tröstler altında merkezileştirilmiş üretim ile küçük ölçekli dağınık üretim arasındaki ayrım olarak tanımlanabilir. Biz komünistler, geleceğin toplumunun sadece insan sömürüsünden arınması gerektiğine değil, aynı zamanda bu toplumun toplumsal üretici güçleri ve de toplumsal emeğin üretkenliğini en üst düzeye kadar geliştirmek yoluyla, insana etrafını saran doğadan olabildiğince bağımsız olmasının olanaklarını sağlaması, “toplumsal olarak gerekli emek için harcanan zamanı” en aza indirmesi gerektiğine inanıyoruz. Bunun için önerdiğimiz ideal çözüm, yöntem olarak büyük birimler olarak örgütlenmiş merkezi üretim ve son tahlilde de dünya ekonomisinin bir bütün olarak örgütlenmesidir. Öte yandan, anarşistler tamamen farklı bir üretim ilişkileri biçimini tercih ederler; onlar için ideal olan, yapıları gereği büyük işletmeleri yönetmekte yetersiz olan ancak aralarında “anlaşmaya” vararak serbest sözleşmeler yoluyla birbirlerine bağlanan küçük komünlerdir. Ekonomik bakış açısından bu tür bir üretim sistemi, kapitalist sistemi gölgede bırakacak bir üretim tarzından ziyade orta çağ komünlerine daha yakındır. Ancak bu sistem sadece geriye doğru bir adım değildir, aynı zamanda tamamen ütopiktir. Gelecekteki toplum, yoktan sihirbazlıkla ya da cennetten gelen bir melek tarafından yaratılmayacaktır. Eski toplumun, finans kapitalin devasa mekanizması tarafından yaratılan ilişkilerin içinden doğacaktır. Herhangi bir yeni düzen, ortadan kalkacak olan düzenin üretici güçlerinin daha da gelişmesi yoluyla mümkün ve yararlı olabilir. Doğal olarak, üretici güçlerin gelişmesi, ancak üretim sürecinin merkezileşmesi eğilimi devam ettiği, “kişilerin hükümeti”nin yerine geçen “şeylerin idaresi”nin örgütlenmesi yoğunlaştığı oranda düşünülebilir bir şeydir. Şimdi –anarşistler diyecektir ki– merkezileşme tam olarak devletin özüdür ve üretimin merkezileşmesini devam ettirdiğiniz için devlet aygıtını, şiddetin iktidarını, kısacası “otoriter ilişkileri” de devam ettirmek zorundasınız. conatus Komünist toplum DEVLETSİZ bir toplumdur. Böyle olduğuna göre, anarşistler ve komünistler arasındaki fark gerçekte nedir? Bu ayrım, en azından gelecekteki toplum ve “nihai amaç” sorununu ele almaya geldiğinde ortadan kalkan bir ayrım mıdır? Bu yanıt doğru değildir; çünkü bilimsel olmayan ve daha ziyade çocukça bir devlet anlayışını varsaymaktadır. Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal sınıflar arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle yönetilen arasındaki sınıf ilişkisidir. Devletin özü bu ilişkidir. Bu ilişki sona erdiğinde devlet de sona erer. Merkezileşmede devletin asıl unsurlarından birini görmek, üretim araçlarını sermaye olarak görenlerle aynı hataya düşmek demektir. Üretim araçları, ancak bir sınıfın tekeline girdiği ve ücretli emek temelinde başka bir sınıfın sömürüsüne hizmet ettiğinde, yani sınıf baskısının ve sınıfsal ekonomik sömürünün toplumsal ilişkilerinin ifadesi haline geldiğinde sermayeye dönüşür. Üretim araçları kendi içlerinde istenilen şeylerdir, insanın doğaya karşı mücadelesindeki araçlarıdır. O halde, gelecekteki toplumda bunların yok olmayacağı, tersine belki de ilk kez hak ettikleri yere kavuşacakları anlaşılır. Elbette emek hareketinde, işçilerin üretim aracı olarak makine ile sermaye, yani baskı aracı olarak makine arasındaki fark konusunda net olmadığı bir dönem oldu. Yine de o dönemde işçiler, makinelerin özel mülkiyeti yerine ilkel el aletlerine geri dönebilmek için makineleri parçalamakla ilgileniyordu. Burada, üretimin merkezileşmesi konusunda “sınıf bilincine sahip” anarşistlerin pozisyonuyla bir benzerlik vardır. Kapitalist merkezileşmenin bir baskı 9 yöntemi olduğunu görerek genel anlamda üretimin merkezileşmesine karşı çıkarlar; çocuksu saflıkları, şeyin özü ile toplumsal, tarihsel, dış biçimini birbirine karıştırır. Dolayısıyla burjuva toplumuna dair anarşistler ve biz komünistler arasındaki fark, bizlerin devleti savunması, onların da devlete karşı olmalarında değil, bizim üretici güçlerin en yüksek düzeyde gelişimine uygun olarak, üretimi büyük birimlerde merkezileştirme yanlısı olmamız ile onların üretici güçlerin düzeyini değil artırmak azaltacak olan küçük, merkezi olmayan üretimi desteklemelerinde yatar. II Komünistleri ve anarşistleri bölen ikinci temel mesele, anarşistlerin proletarya diktatörlüğüne karşı tutumlarıdır. Kapitalizm ve “geleceğin toplumu” arasında bir sınıf mücadelesi dönemi, burjuva toplumun son artıklarının da temizleneceği ve –düşmüş olsa da halen direnen– burjuvazinin sınıf saldırılarının püskürtüldüğü bir dönem yer alır. Ekim Devrimi deneyimi göstermiştir ki, “burjuvazi devrildikten sonra bile” elinde kalan kaynakları kullanmaya, işçilere karşı mücadele etmeye devam eder ve sonunda uluslararası tepkilere bel bağlar; öyle ki, işçilerin nihai zaferi ancak proletarya bütün dünyayı kapitalist güruhtan kurtardığında ve burjuvaziyi tam anlamıyla boğduğunda mümkün olacaktır. Dolayısıyla, proletaryanın kendi mücadelesinde bir örgütten faydalanması çok doğaldır. Bu örgüt ne kadar büyük, güçlü ve sağlam olursa nihai zaferin kazanılması o kadar çabuk olacaktır. Böylesi bir ulusüstü örgüt, ancak proleter devlet, işçilerin iktidarı ve yönetimi, diktatörlüğü olabilir. Tüm iktidarlar gibi, proletaryanın gücü de örgütlü şiddettir. Bütün devletler gibi, proleter devlet de bir baskı aracıdır. Elbette şiddet meselesi konusunda bu kadar ihtiyatlı olmaya gerek yoktur. Böyle bir ihtiyatlılığı iyi Hıristiyanlara ya da Tolstoyculara bırakmak gerekir, devrimcilere değil. Şiddeti savunmadan ya da reddetmeden önce bu şiddetin kime uygulandığını görmek gerekir. Devrim ve karşıdevrim aynı ölçüde şiddet eylemleridir; ancak bu nedenle devrimi reddetmek anlamsızdır. Aynı şey, iktidar ve proletaryanın otoriter şiddeti sorunu için de geçerlidir. Elbette bu şiddet bir baskı aracıdır, ancak burjuvaziye karşı bir baskı. Bu, bir misilleme sistemi getirir; ancak bu misillemeler de burjuvaziye yöneltilmiştir. Sınıf mücadelesi en yüksek gerilim noktasına ulaştığında ve iç savaşa dönüştüğünde bireysel özgürlüklerden bahsedilemez; artık sömürücü sınıfın sistematik olarak bastırılmasından bahsedilmelidir. Proletaryanın iki şey arasında tercih yapması gerekir: Ya yerinden edilen burjuvaziyi ilk ve son kez ezer ve kendini burjuvazinin uluslararası müttefiklerinden korur ya da bunları yapmaz. İlk başta, işin sistematik bir tarzda ve kaynaklar elverdiği ölçüde örgütlenmesi gerekir. Bunun için, proletaryanın bedeli ne olursa olsun örgütlü bir güce ihtiyacı vardır. Bu güç, proletaryanın devlet iktidarıdır. Sınıf farklılıkları bir kalemde silinip atılamaz. Bir sınıf olarak burjuvazi, politik iktidarını yitirdikten sonra hemen yok olmaz. Benzer biçimde, zaferinden sonra bile proletarya yine proletaryadır. Elbette yönetici sınıf konumuna geçmiştir. Bu konumu sürdürmek ya da kendine düşman olan toplumun geri kalanı ile birleşmek zorundadır. Tarihsel olarak ortaya çıkan sorun budur ve bunu çözmenin iki ayrı yolu yoktur. Tek çözüm şudur: Devrimin arkasındaki itici güç olarak proletaryanın görevi, diğer sınıfları kendisi gibi yeniden şekillendirmeyi başarasıya kadar hakim konumunu sürdürmektir. O zaman –ancak o zaman– proletarya devlet örgütlenmesini dağıtır ve devlet “sönümlenir”. Anarşistlerin bu geçiş dönemi meselesinde farklı bir duruşu vardır ve bizler ile onlar arasındaki fark, aslında Proleter Ortak-Devlet’e karşı olmak ya da olmamak, Proletarya Diktatörlüğü’ne karşı olmak ya da olmamak olarak özetlenebilir. Anarşistler için, genel iktidar bir yana bütün iktidarlar koşullar ne olursa olsun kabul edilemez; çünkü burjuvaziye karşı yönelmiş olsa da bu baskıyla aynı kapıya çıkar. Dolayısıyla ve devrimin gelişiminin bu aşamasında, anarşistler burjuvazi ve işbirlikçi partileriyle proletarya iktidarına karşı velvele yaratılmasında bir oluyor. Anarşistler, proletarya iktidarına karşı muhalefet ettiklerinde “solcu” ya da genellikle adlandırıldıkları şekilde “radikal” olmaktan çıkıyorlar; aksine burjuvaziye karşı sistematik ve örgütlü bir sınıf mücadelesi yürütmekte isteksiz davranarak kötü devrimcilere dönüşüyorlar. Proletarya diktatörlüğünden vazgeçmekle kendilerini mücadele için en geçerli silahtan mahrum conatus 10 bırakıyorlar; diktatörlüğe karşı mücadele ederek ve proletaryanın elinden silahlarını alarak proleter güçleri dağıtıyor, burjuvaziye ve hain burjuva ajanlarına destek oluyorlar. Anarşistlerin gelecekteki toplum ve proletarya diktatörlüğü konusundaki duruşlarını açıklayan temel anlayışın ne olduğunu keşfetmek oldukça kolay; bu –tabiri caizse ilkesel olarak– sistematik, örgütlü kitle eylemi tekniğine duydukları nefretle özetlenebilir. Anarşist teoriye göre, tutarlı bir anarşistin sovyet iktidarından nefret etmesi ve buna karşı mücadele etmesi gerekir.1 Ancak böyle bir duruşun işçiler ve köylüler için ne kadar absürd olduğu göz önünde bulundurulduğunda, ilkeleri kendilerini böyle bir pozisyona sürükleyen anarşistlerin sayısı o kadar da çok değildir; aksine proletaryanın devlet iktidarının yüksek meclisinde ve yürütmesinde, yani Sovyet Merkezi Yürütme Komitesi’nde yer almaktan oldukça hoşnut anarşistler de vardır. Bunun bir çelişki, doğru anarşist bakış açısından bir sapma olduğu açıktır. Ancak anarşistlerin Sovyetler için özel bir ilgi besleyemeyeceği anlaşılıyor. En iyi ihtimalle, sadece bunlardan “faydalanırlar” ve bunları parçalamaya daima hazırdırlar. Bu durum, daha geniş etkisi olan pratik bir farklılığa götürür: Bizce temel görev, proleter kitle örgütleri –İşçi Konseyleri– iktidarına bunları güçlendirmek ve örgütlemek yoluyla mümkün olan en geniş tabanı sağlamakken, anarşistler bilinçli olarak buna engel olmaktadır. Ekonomik praksisin proletarya diktatörlüğü döneminde nasıl şekil alması gerektiği konusunda izlediğimiz yollarda da oldukça farklıyız. Kapitalizme karşı ekonomik zaferin temel koşulu, “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nin, eşit paylar şeklinde bile olsa, küçük küçük bölünmelere dönüşmemesini sağlamaktır. Her yeni paylaştırma küçük mülk sahiplerini çoğaltır; ancak büyük kapitalist mülkiyet küçük mülkiyetten doğar ve bu yolla zenginlerin mülklerinin paylaştırılması zorunlu olarak aynı zengin sınıfın yeniden doğmasına yol açar. El konulan üretim araçlarının toplumsal ve kolektif olarak sistematik ve örgütlü bir tarzda kullanılıp kullanılmadığını görmek, küçük burjuvazinin ve dağınık yığının işine yarayacak bir paylaştırma yapmamak işçi sınıfına kalmıştır. conatus Ve bu da sadece mülksüzleştirmenin örgütlü bir biçimde, proleter kurumların denetimi altında yapılmasıyla mümkündür; aksi takdirde mülksüzleştirme bozguncu bir görünüm alır ve bir bütün olarak toplumun mülkiyetinde olması gereken şeylerin kolayca özel bireyler tarafından temellük edilmesine dönüşür. Rus toplumu –ve özellikle de sanayi ve tarım sanayisi– kriz ve tam bir yıkım döneminden geçiyor. Bu muazzam zorluklar, sadece üretici güçlerin net bir şekilde yıkıma uğramasını değil, aynı zamanda bütün bir ekonomik yapının ağır şekilde altüst oluşunu beraberinde getiriyor. Sonuç olarak, işçilerin bütün üretim araçlarının, konutların, talep edilen tüketici ürünlerinin tam bir envanterini çıkarmaya ve bunları denetlemeye bugün her zamankinden daha çok dikkat etmesi gerekiyor. Böyle bir denetim, mülksüzleştirme sadece özel kişilerin ya da grupların değil proleter iktidarın organlarının işi olursa mümkün olabilir. III Anarşistlere sanki kabahatli, suçlu, haydutmuşlar vs. gibi karşı çıkmaktan özellikle kaçındık. İşçiler için önemli olan, öğretilerinde ve zararlı praksislerinin kökeninde tehlikeli olanın ne olduğunu anlamalarıdır. Argümanımızın odak noktasını gelişigüzel bir ağız dalaşına çeviremeyiz. Şimdiye kadar söylenmiş olanlar kendi içlerinde, kendi cepleri için el koyan “mülksüzleştirici” grupları çoğaltanların neden tam da anarşist gruplar olduğunu ve anarşistlerin neden suçluları çektiğini açıklıyor. Devrimi kendi özel çıkarları için sömüren yıkıcı unsurlar her yerde her zaman bulunur. Ancak mülksüzleştirmenin kitle organlarının denetimi altında geçekleştiği yerde, özel kâr durumunun ortaya çıkması çok daha zordur. Öte yandan, örgütlü kitle eylemlerine katılmaktan ilkesel olarak uzak durulduğunda ve bunların yerine “kendi kararlarını özerk ve bağımsız olarak kendi veren” özgür grupların eylemi geçirilmek istendiğinde, bildiğimiz sokak hırsızlarının eyleminden teorik ve pratik olarak hiçbir farkı olmayan “mülksüzleştirmeler” için olabilecek en iyi ortam yaratılmış olur. Bireysel mülksüzleştirme ve el koymalar vs. sadece bir üretim, dağıtım ve denetim aygıtının yaratılmasını engelledikleri için değil, aynı zamanda bu eylemlere girişenleri tamamen ahlaksızlaştırarak sınıf bilincinden 11 mahrum bıraktığı, bunları yoldaşlarla işbirliği için kullanmamalarına ve tüm bunları tek bir grup ve hatta tek bir “özgür birey” lehine terk etmelerine neden olduğu için tehlikelidir. İşçi devriminin iki yönü vardır: yıkıcı yönü ile yaratıcı ve yeniden kurucu yönü. Yıkıcı yönü, her şeyin ötesinde burjuva devletinin yıkılmasında kendini gösterir. Sosyal demokrat oportünistler, proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin hiçbir biçimde kapitalist devletin yıkılması anlamına gelmeyeceğini, böyle bir “ele geçirme” fikrinin yalnızca birkaç insanın aklının ürünü olduğunu iddia ediyor. Gerçeklikte iktidarın işçiler tarafından ele geçirilmesi, ancak burjuvazinin iktidarının yıkılması yoluyla bir gerçeklik haline gelebilir. Anarşistlerin burjuva devletini yıkma çabasının içinde olumlu bir rolü vardır; ama organik açıdan, “yeni bir dünya” yaratma konusunda yetenekli değildirler ve öte yandan proletarya iktidarı aldığında, en acil görev sosyalizmi inşa etmek olduğunda, anarşistlerin, bu kurucu etkinliğe düzensiz ve bozguncu eylemleriyle aralıksız saldırmaları yüzünden, neredeyse sadece olumsuz bir rolü vardır. Komünizm ve komünist devrim; proletaryanın, üretken anlamda aktif sınıfın büyük ölçekli üretim aygıtı yoluyla ulaşmak istediği gayesi budur. Yoksul sınıfların öteki bütün kesimleri ise, proletaryayı arkadan korudukları ölçüde komünist devrimin aktörü haline gelebilirler. Anarşi, proletaryanın değil, sınıfsız grupların, üretken emekle hiç bağı olmayan atıl grupların ideolojisidir; dilenci güruhlarının (lümpen proletarya), unsurları işçilerin, harap burjuvazinin, düşkün aydınların, aileleri tarafından sürülmüş ve yoksullaştırılmış köylülerin arasından gelen bir insan grubunun, yeni bir şey, bir değer yaratmaktan aciz, “el koymalarla” ele geçirdiklerini zorla ellerinde tutan insanların ideolojisidir. Toplumsal bir fenomen olarak anarşi budur. Anarşi, kapitalist toplumun çözülüşünün bir ürünüdür. Bu sefaletin gidişatı, toplumsal bağların parçalanması, önceleri bir sınıfın üyesi olan insanların, artık hiçbir sınıfa bağlı olmayan, “kendileri” için yaşayan, çalışmayan ve bireyciliklerini koruyabilmek için hiçbir örgütü tanımayan atomize “bireyler”e dönüşmesiyle belirlenir. Barbar kapitalist rejimin ürettiği sefalet işte budur. Proletarya kadar sağlıklı bir sınıf, kendini anarşinin kötü etkilerinden korumalıdır. Anarşi, ancak bu işçi sınıfı parçalanırsa, aşırı uçlarının birinden ve bir hastalık belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ve işçi sınıfı, ekonomik olarak çözülmeye karşı mücadele ettiği gibi, sonu anarşiye varacak olan ideolojik çözülmeye karşı da mücadele etmelidir. Nikolai Bukharin, Anarchy and Scientific Communism, www.marxists.org/archive/bukharin/ works/1918/ps.htm 1 Burada yazar, Sovyet Rusya’da olanlara gönderme yapmaktadır. conatus 12 13 TOPLUMSAL DEVRİM VE DEVLET M i h a i l B a k u n i n İngilizceden çeviren: Ali Sümer Bismarck’ın politik ve burjuva dünya için yapmış olduğu şeyi, Marx, bugün Avrupa proletaryası içerisinde, sosyalist dünya için yapmak istiyor: Fransız inisiyatifini Alman inisiyatifi ve hakimiyetiyle değiştirmek; ona ve takipçilerine göre, kendi düşüncesinden daha yetkin bir Alman düşüncesi olmadığı için, Enternasyonal içinde bu düşüncenin teorik ve pratik açıdan üstünlüğü ele almasının vaktinin geldiğine inanıyor. Bu mesele, çağrısını kendisinin yaptığı, Eylül 1871’de Londra’da toplanan konferansın tek konusuydu. Bu Marksist düşünce kesin olarak, 1848’de Marx ve Engels tarafından hazırlanan ve basılan mülteci Alman komünistlerine ait meşhur manifestoda geliştirilmiştir. Bu, proletaryanın devlet yoluyla kurtuluşu ve emeğin devlet tarafından örgütlenmesinin teorisidir. Siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi, bu teorinin esas noktasıdır. Marx ve Engels kadar vazgeçilmez insanların, siyasi iktidarı kutsayıp onaylayarak bütün ihtiraslara kapı aralayan bir programın taraftarı olmaları gerektiği anlaşılabilir. Siyasi iktidar var olacağından dolayı ister istemez, tebaa da olacaktır; bunların cumhuriyetçi bir tarzda gelişen yurttaşlar olacağı doğrudur. Ama bunlar, yine de zorunlu olarak tebaa olacak ve itaat etmeye zorlanacaklardır. Çünkü itaat olmadan iktidar olanaklı değildir. Buna cevaben, onların insanlara değil, kendi yaptıkları yasalara itaat edecekleri söylenebilir. En özgür ve en demokratik, ama politik olarak yönetilen ülkelerde yasaların ne kadarının insanlar tarafından yapıldığını ve bu yasalara itaatin neyi ifade ettiğini herkesin bildiğini söyleyerek bunu yanıtlayayım. Gerçeklerin yerine bile bile kurguları geçirmeye hevesli olmayan herkesin çok açık bir biçimde fark edeceği gibi, böyle ülkelerde bile insanlar kendi yaptıkları yasalara değil, kendi adlarına yapılan yasalara itaat eder ve bu yasalara uymak onlar için, koruyucu ve yönetici azınlığın keyfi iradesini kabul etmekten ya da diğer bir deyişle özgür köleler olmaktan başka hiçbir şey ifade etmez. Bu programdaki başka bir ifade, insanların tamamıyla özgürleşmesini samimiyetle isteyen biz devrimci anarşistlere son derece zıttır: Bahsettiğim bu ifade proletaryanın, bütün bir işçi toplumunun,“yığın” olarak değil bir “sınıf ” olarak sunulmasıdır. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Bunun anlamı, ne eksik ne de fazla, fabrika ve kasabalardaki işçilerden oluşan ve kırsal kesimdeki proletaryayı oluşturan milyonları dışlayan ve Alman Sosyal Demokratlarının beklentilerine göre, sözde büyük Halk Devletinin tebaası haline gelecek conatus 14 olan yeni bir aristokrasidir. “Sınıf ”, “İktidar” ve “Devlet”, her biri diğer ikisini ön varsayan ve hepsi birden şu sözlerle özetlenebilecek üç ayrılmaz kavramdır: kitlelerin siyasi olarak tabi kılınması ve ekonomik sömürüsü. Burjuvazinin 18. yüzyılda soyluları tahttan indirmesi, yavaşça kendi bedeni içerisinde massetmesi, kırsaldaki ve kasabalardaki işçiler üzerindeki egemenliği ve sömürüyü soylularla paylaşması gibi, bugün Marksistler, şehirdeki proletaryayı burjuvaziyi devirmeye, onları massetmeye ve kırsal kesimdeki proleterler üzerindeki egemenliği ve sömürüyü burjuvaziyle paylaşmaya çağırıyor. Eğer tarihin bu son dışlanmışları, daha sonra ayaklanmaz ve bütün sınıfları, ünvanları, iktidarları tek kelimeyle bütün devletleri yıkmaz ise. Halbuki benim için proletaryanın çiçeği, Marksistlerden farklı olarak, üst tabakayı, işçiler arasında en uygar ve rahat olanları, Marksistlerin dördüncü bir hakim sınıf oluşturmak için kullanmak istediği ve her şey büyük proleter kitleler yararına düzenlenmediği oranda gerçekten böyle bir sınıfı oluşturabilecek yarı-burjuva işçileri ifade etmiyor. Çünkü görece rahatları ve yarı-burjuva pozisyonları yüzünden, tüm toplumsal ve politik önyargılar ve burjuvazinin sınırlı arzu ve istekleri, bu üst tabaka işçilere ne yazık ki derin bir şekilde nüfuz etmiştir. Proletarya içerisinde, en bireyci ve en az sosyalist olanların bu üst tabaka olduğu açıkça söylenebilir. Proletaryanın çiçeği ile, her şeyin ötesinde, büyük yığınları, uygarlaşmamış, yoksulluğa, sefalete, cehalete “Sınıf ”, “İktidar” ve “Devlet”, her biri diğer ikisini ön varsayan ve hepsi birden şu sözlerle özetlenebilecek üç ayrılmaz kavramdır: kitlelerin siyasi olarak tabi kılınması ve ekonomik sömürüsü conatus sürüklenmişleri kastediyorum. Bay Engels ve Bay Marx’ın, Engels’in arkadaşımız Cafiero’ya yazdığı mektuptaki ifadeyle, çok güçlü bir devletin ataerkil rejimine tabi kılmak istedikleri milyonları. Kuşkusuz sadece yığınların yararı için kurulmuş diğer bütün devletler gibi, bu yalnızca kendi kurtuluşları için olacaktır. Ben, proletaryanın çiçeği ile, kesinlikle devletlerin ebedi “besin kaynağından”, Bay Marx ve Engels tarafından genellikle pitoresk ve aşağılayıcı “lümpen proletarya” ya da “ayak takımı” ifadeleriyle tanımlanan büyük halk yığınından, burjuva uygarlığı tarafından neredeyse hiç kirletilmemiş olmaları sayesinde, yüreklerinde ve arzularında, ortak durumlarının getirdiği bütün ihtiyaçları ve yoksulluklarında geleceğin sosyalizminin bütün tohumlarını taşıyan ve bugün tek başına toplumsal devrimi başlatma ve onu zafere ulaştırma gücüne sahip yığınlardan bahsediyorum. Bu açıdan bizle ayrışsalar da, Marksistler bizim programımızı tamamen reddetmezler. Yalnızca, tarihin yavaş ilerleyişini hızlandırmaya ve onun önüne geçmeye çalıştığımız ve birbirini izleyen evrimlerin bilimsel yasasını önemsemediğimiz için bizi kınarlar. Tinin felsefi incelemesine adanmış kendi dünyalarından bakarak, Almanlara özgü bir cüretle, asi köylülerin kanlı yenilgisinin ve despot devletlerin 16. yüzyıldaki zaferinin büyük bir devrimci gelişme olduğunu iddia eden Marksistler bugün, sözde kasabalı işçilerin lehine ve kırsaldaki işçilerin aleyhine yeni bir despotizm kurarak kendilerini tatmin etme cüreti göstermektedir. Siyasi iktidarı ele geçirme programını desteklemek için, Marx’ın bütün sisteminin mantıksal sonucu olan çok özel bir teorisi vardır. Her ülkenin siyasi durumu, daima ekonomik durumunun ürünü ve doğru bir ifadesidir der; ilkini değiştirmek için, yalnızca ikinciyi dönüştürmek gereklidir. Marx’a göre, tarihsel evrimin bütün sırrı buradadır. Siyasi, hukuki ve dini kurumların ekonomik durum üzerindeki açık tepkisi gibi tarih içindeki diğer unsurları göz önüne almaz. “Siyasi köleliği, devleti yoksulluk üretir” der; ama “Siyasi kölelik, devlet, yoksulluğu yeniden üretir ve kendi varoluşunun bir koşulu olarak yoksulluğu devam ettirir; bu yüzden, yoksulluğu yok etmek için devleti yok etmek gerekir!” denerek bu ifadenin tersine çevrilmesine izin vermez. Karşıtlarının yoksulluğun fiili nedeni 15 olarak siyasi köleliği, devleti suçlamasını yasaklayan Marx’ın, Almanya’daki Sosyal Demokrat partide yer alan arkadaşları ve takipçilerine, iktidarın ve siyasi özgürlüklerin ele geçirilmesini, ekonomik kurtuluşun mutlak ön koşulu olarak düşünmelerini buyurması gariptir. Marx ekolünün sosyologları, Engels ve Lassalle gibiler, yoksulluğun, yığınların alçaltılmasının ve köleleştirilmesinin nedeninin devlet olmadığını, aksine yığınların sefil koşulları kadar, devletin despot iktidarının da daha genel bir nedenin etkileri olduğunu, ekonomik gelişmenin kaçınılmaz aşamalarından birinin ürünü olduğunu söyleyerek bize itiraz ederler. Tarihsel bakış açısından bu aşama, onların toplumsal devrim dediği şeye doğru atılan büyük bir adımı, gerçek bir gelişimi oluşturur. Öyle ki, Lassalle Almanya’daki köylülerin 16. yüzyıldaki isyanının korkunç yenilgisinin –Almanların yüzlerce yıllık kölelik tarihini başlatan görülmüş en acı yenilgi– ve bunun zorunlu sonucu olarak despot ve merkezi devletin zaferinin, devrim için büyük bir zafer olduğunu söylemekte tereddüt etmez. Çünkü Marksistlere göre, köylüler gericiliğin doğal temsilcileriyken, modern ordu ve bürokratik devlet –16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yavaşça başlayan ama sürekli ilerleyerek, eski feodal toprak ekonomisini, zenginliğin üretimine ya da diğer bir deyişle, insan emeğinin sermaye tarafından sömürülmesine dönüştüren toplumsal devrimin bir ürünü ve kaçınılmaz refakatçisi olan– bu Devlet, bu devrimin esas koşuludur. Aynı mantıkla hareket eden Engels’in, arkadaşlarımızdan Carlo Cafiero’ya yazdığı mektupta, en ufak bir alay olmadan, aksine gayet ciddi bir tarzda, hem Kral Victor Emmanuel II’in hem de Bismarck’ın, kendi ülkelerinde politik merkezileşmeyi sağlayarak devrime büyük hizmetlerde bulunduğunu söylemesi bu şekilde anlaşılabilir. Aynı şekilde, Marx, insanlığın tarihsel gelişimindeki en önemli unsurlardan birini, her ırkın ve her halkın kendi doğası ve özgün karakteri olduğu gerçeğini görmezden gelir. Bu doğa ve özgün karakterin kendisi doğal olarak etnografik, iklimbilimsel, ekonomik ve aynı zamanda tarihsel bir nedenler çokluğunun ürünüdür. Ancak bu özgün karakterin, bir kere üretildikten sonra, her ülkenin ekonomik durumundan ayrı ve ondan bağımsız bir şekilde, ülkenin yazgısı ve hatta ekonomik güçlerinin gelişimi üzerinde dikkate değer bir etkisi olur. Doğal nitelikler diyebileceğimiz bu unsurlardan bir tanesi, etkileriyle her halkın kendi tarihinde belirleyici bir rol oynar. Bu unsur, isyan dürtüsünün, diğer bir deyişle sahip olunan ya da korunan özgürlük dürtüsünün yoğunluğudur. Bu dürtü, tamamen ilkel ve hayvani bir gerçektir, her canlıda farklı oranlarda bulunabilir ve bu canlıların enerjisi, yaşamsal gücü bu dürtünün yoğunluğuyla ölçülür. İnsanda, onu harekete geçiren ekonomik ihtiyaçların yanında, bu dürtü bütün insani kurtuluşun en güçlü aracı haline gelir. Entelektüel ya da ahlaki kültürden çok –her ne kadar birini ya da diğerini harekete geçirse de– bir karakter meselesi olduğu için, bu dürtü uygar halklarda bazen çok az miktarda bulunur, ya önceki gelişimleri süresince bu dürtü tükenmiş olduğu ya uygarlıklarının kendi doğası onları baştan çıkarmış olduğu ya da son olarak, en başta bu dürtüden başkalarına göre daha az nasiplenmiş oldukları için. Alman soyluları ve burjuvazisi, geçmişinde olduğu gibi bugün de hâlâ böyledir. Yüzlerce yıldır soyluların ya da burjuvazinin kurbanı olan Alman proletaryası, bugün bu ulusun üst sınıflarında kendini gösteren fetih ruhunun sorumlusu olarak gösterilebilir mi? Gerçekte, şüphesiz hayır. Fetihçi bir halk zorunlu olarak köle bir halktır ve köleler her zaman proletaryadır. Fetih bu yüzden, onların yararının ve özgürlüğünün tamamen karşısındadır. Kendisine yakın bir gelecekte vaat edilen bu pan-Alman devletinin, bu cumhuriyetçi, sözde Halk Devletinin, ağır bir köleliğin yeni bir biçiminden başka bir şey olmadığını anlamadığı sürece, proletarya, ruhen bunun sorumlularından biri olacak ve öyle kalacaktır. En azından şu zamana kadar, proletarya bunu anlamış görünmüyor ve şefleri, hatipleri ya da yazarlarından hiçbiri, bunu onlara açıklama zahmetinde bulunmuyor. Aksine hepsi, proletaryayı sonunda sadece kendi köleliği ve bütün dünyanın eleştirisiyle karşılaşacağı bir yola sokmaya çalışıyor. Ve proletaryanın, liderlerinin emirlerine itaat ettiği, Halk Devleti denilen korkunç hayalin peşinden gittikleri sürece, toplumsal devrim yönünde hiçbir inisiyatifi olmayacaktır. Bu devrim dışarıdan, büyük bir olasılıkla Akdeniz ülkelerinden gelecek ve Alman proletaryası, bu evrensel etkiye conatus 16 teslim olarak, tutkularını serbest bırakacak ve kendi tiranlarının ve onların sözde kurtuluşunun egemenliğini bir darbeyle devirecektir. Marx’ın düşüncesi tam tersi sonuçlara ulaşır. Yalnızca ekonomik sorunu dikkate alan Marx kendi kendine şöyle der: En gelişmiş ve buna bağlı olarak toplumsal devrim ihtimalinin en yüksek olduğu ülkeler, modern kapitalist üretimin en üst seviyeye ulaştığı ülkelerdir. Diğerlerini dışlamak suretiyle, toplumsal devrimi başlatacak ve yönlendirecek olan yalnızca bu uygar ülkelerdir. Bu devrim, ister barışçıl yolla isterse şiddet yoluyla, hem siyasi hem de büyük ekonomik görevlerini yerine getirebilmesi için oldukça güçlü ve merkezileşmiş olması gereken devlet tarafından mevcut mülklerin kamulaştırılmasına ve bütün sermaye ve toprağa el konulmasına dayanacaktır. Devlet, disiplin altına alınmış ve örgütlenmiş tarımsal işçi ordularını yöneten ücretli memurları aracılığıyla toprağın işlenmesini düzenleyecek ve idare edecektir. Aynı zamanda, mevcut bankaları ortadan kaldırarak ulusal ticareti ve emeği finanse eden tek bir banka kurulacaktır. En azından görünüşte, böylesi basit bir örgütlenme planının, özgürlükten çok adalet ve eşitlik isteyen –bu ikisi özgürlükten ayrı düşünülebilirmiş gibi ahmakça hayallere kapılan– işçilerin hayal gücünü ilk bakışta ayartabileceği düşünülebilir. Sanki adalet ve eşitliği elde etmek ve pekiştirmek için diğer insanlara ve her şeyin ötesinde, insanlar tarafından seçilmeyi ve kontrol edilmeyi istedikleri oranda yönetici gruplara bel bağlanabilirmiş gibi. Gerçekte bu proletarya için, tek tipleştirilmiş kadın ve erkek işçilerin bir davulun ritmine göre yatıp kalktığı, çalıştığı ve yaşadığı bir kışla düzeni; zekiler ve eğitimliler için bir yönetme ayrıcalığı; ulusal bankaların uluslararası spekülasyonlarının enginliğine kapılan tüccar kafalılar için de kârlı bir vurgun alanı olacaktır. Evde kölelik, uluslararası ilişkilerde ise aralıksız savaş olacaktır; ta ki “aşağı” ırklar, biri burjuva uygarlığından bıkmış olan, diğeri ise ondan neredeyse habersiz ve içgüdüsel olarak onu küçümseyen bütün Latin ya da Slav halkları, esasında burjuva bir ulusun ve kendisine Halk Devleti dediği için daha da despot olan bir devletin boyunduruğu altına girmeyi reddedesiye kadar. Latin ve Slav işçilerinin tasavvur ettiği, arzuladığı ve umut ettiği haliyle toplumsal devrim, Almanların ya da conatus Marksistlerin programından çok daha geniştir. Latin ve Slav işçiler için toplumsal devrim, cimrice ölçülen ve ancak çok uzak bir gelecekte gerçekleşebilir olan, işçi sınıfının kurtuluşu sorunu değil, bütün proletaryanın; yalnızca birkaç ülkenin değil, uygar olsun ya da olmasın bütün ulusların tamamıyla ve gerçekten kurtuluşudur; bu evrensel kurtuluş eyleminden başlayarak yola çıkan, gerçekten halkın olan yeni bir uygarlıktır. Ve kurtuluşun ilk ifadesi “özgürlükten” başka bir şey değildir; bu, Marx ve yandaşları tarafından, ilk olarak ele geçirilmesi onaylanan ve öğütlenen burjuva, siyasi özgürlük değil, bugün herkesin taşıdığı, dogmatik, metafizik, siyasi ve hukuki bütün prangaları yok eden, tüm gardiyanlar, denetçiler ve idarecilerden kurtularak, herkese, kolektiflere ve aynı zamanda bireylere eylemlerinde ve gelişimlerinde tam otonomi sağlayan insanlığın büyük özgürlüğüdür. Kurtuluşun ikinci ifadesi dayanışmadır. Bu, hileyle ya da güç kullanarak, herhangi bir hükümet vasıtasıyla halk kitlelerine yukarıdan aşağı dayatılan Marksist dayanışma değildir. Bu dayanışma, her bir bireyin özgürlüğünü olumsuzlayan ve bu tam da bu yüzden arkasında kölelik gerçeğinin saklandığı bir yalana, bir kurguya dönüşen Marx, “Siyasi köleliği, devleti yoksulluk üretir” der; ama “Siyasi kölelik, devlet, yoksulluğu yeniden üretir ve kendi varoluşunun bir koşulu olarak yoksulluğu devam ettirir; bu yüzden, yoksulluğu yok etmek için devleti yok etmek gerekir!” denerek bu ifadenin tersine çevrilmesine izin vermez 17 bir dayanışma değildir. Aksine bu, her özgürlüğün gerçekleşmesi ve onaylanması anlamına gelen, kökeni herhangi bir siyasi yasadan değil, insanların içkin kolektif doğasından gelen bir dayanışmadır. Dolayısıyla bu dayanışma etrafında, hayatına doğrudan ya da dolaylı etkisi olan bütün insanlar aynı derecede özgür olmadığı sürece, hiç kimse özgür değildir. Bu gerçek, Robespierre tarafından hazırlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nde “bir kişinin köleliği herkesin köleliğidir” ifadesinde mükemmel bir biçimde ortaya konmuştur. Herhangi bir yapay ve otoriter kurumun sonucu olmanın çok ötesinde, bizim istediğimiz dayanışma, yalnızca toplumsal –ekonomik ve aynı zamanda ahlaki– yaşamın kendiliğinden bir ürünü, ortak yararların, isteklerin ve eğilimlerin özgür birliğinin bir sonucudur. Bu dayanışmanın temelleri; eşitlik, –yasaların değil, olguların zorlamasıyla zorunlu hale gelen– kolektif emek, kolektif mülkiyet, yol gösteren bir ışık, deneyim olarak bilgi ve öğrenme yani kolektif yaşam pratiği ve nihai amaç olarak da İnsanlığın kuruluşu ve sonuç olarak da tüm Devletlerin yıkılmasıdır. Latin ve Slav halklarının çağdaş isteklerine karşılık gelen, ilahi ya da metafizik değil, insani ve pratik tek ideal budur. Onlar, tam özgürlük, tam dayanışma ve tam eşitlik istiyor, tek kelime ile İnsanlık istiyor ve geçici olsa bile bundan daha az hiçbir şeyle yetinmeyecekler. Marksistler bu istekleri ahmakça bulacaklardır; bu uzun süreden beri yapılıyor; ama bu onları amaçlarından döndürmedi ve bu amacın görkemini Marksist Sosyalizmin burjuva yavanlığına asla değişmeyeceklerdir. Hedeflerinin yetersizliği bir yana, tamamen uygulanamaz olmasının zorluklarını belli eden Marksist fikre göre gerçekleşmesi çok daha kolay olduğundan, bu ideal pratiktir. Olası ve pratik şeyleri savunan zeki ve mantıklı insanlara Ütopyacı dendiği daha önce görülmüştür ve bugün Ütopyacı olduğu söylenenlerin yarın pratik adamlar olarak tanınması da ilk defa olmayacaktır. Marksist sistemin saçmalığı, Sosyalist programın ölçüsüzce basitleştirilerek Burjuva radikaller için kabul edilebilir hale getirilebileceğini ve böylece onların, olan bitenden habersiz ve istenç dışı bir şekilde toplumsal devrime hizmet etmelerinin sağlanabileceğini umut etmesinde yatar. Burada büyük bir hata vardır; tarihteki bütün deneyimler göstermiştir ki, iki tarafın ittifakı her zaman daha gerici olanının lehine döner. Bu ittifak, daha ilerici tarafı, programını zayıflatarak ve çarpıtarak, manevi gücüne ve kendine güvenine zarar vererek kaçınılmaz olarak güçten düşürürken, gerici olan taraf her yalan söylediğinde kendine daha da sadık kalmış olur. Bana göre, Marksistlerin, ister devrimci ister reformist olsun burjuva radikalizmi ile bütün flörtleşmeleri, proletaryanın artan gücünün dağıtılması ve demoralize edilmesi ve sonuçta da burjuvazinin kurulu gücünün pekiştirilmesinden başka bir sonuca götüremez. Mihail Bakunin, Social Revolution and the State, Marxism, Freedom and the State içinde, http:// libcom.org/library/marxism-freedom-state-mikhailbakunin-5. conatus 18 19 İŞÇİ SINIFININ RUHU: SOVYETLER V o l k a n Y a r a ş ı r Halk komiteleri ya da “komün” tipi örgütlenmeler ilk olarak 1789 Fransız Burjuva Devrimi günlerinde ortaya çıktı. “Komünler” ve şubeleri başlangıçta merkezi hükümet tarafından yerel yönetim organları olarak tasarlanmıştı. 1790-1793 devrim süreci bu örgütlenmeleri embriyon niteliğinde de olsa, halk egemenliğinin cisimleştiği iktidar odakları haline getirdi. Egemenlerin Convetion’un ve Kamu Selamet Komitesi’nin iktidarı karşısında Komünler ikinci bir iktidarı temsil ediyordu. Sanculotte’ların yani Paris halkının iktidarını… Komün kavramı evrensel anlamına 1871 Paris Komünü’yle kavuştu. Paris Komünü uluslararası işçi hareketinin dönüm noktasıydı. XIX. yüzyıl işçi hareketinin en büyük örneğiydi. İnsanlık tarihinde ilk kez proleter bir devrim gerçekleşiyordu. Ve Paris işçisi “göğün fethine çıkıyordu”. Marx ve Engels, Komün’de proletarya diktatörlüğünün somut biçimlenişini gördü. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasında komünü emeğin ekonomik özgürleşmesinin politik biçimi olarak değerlendirdi. Başta Komün deneyimi ve farklı tarihsel koşullarda ortaya çıkan Sovyet ve Konsey tipi örgütlenmeler önceden tasarlanmadan doğan yapılardı. Tarih sahnesine çıktıkları her yerde kitlelerin yaratıcı gücü ve özgürlük tutkularının doğrudan ifadesi olarak doğdular. Komün ya da Sovyet tipi örgütlenmeler kapitalizmin içinde bulunduğu krizi, kitlelerin çıkarlarına uygun biçimde çözen ve işçi demokrasisinin olanaklarını yaratan yapılanmalar oldu. Ortaya çıkmalarının ön koşulu devrimci durumun varlığıydı. Praksis sürecinin, sınıf mücadelesinin ürünü olan bu yapılar, devrimci teoriyle bütünleşecekti. Bu tarz örgütlenmelerin birinci özelliği kitlelerin kolektif iradelerini doğrudan temsil etmeleriydi. İkinci özelliği ise merkezi (burjuva) iktidarına karşı alternatif iktidar organı gibi çalışmalarıydı. Yani karşı hegemonyanın kurucu gücüne dönüşerek her türlü egemenlik ve tahakküm ilişkilerini reddedip, kitlelerin öz inisiyatifini harekete geçirmeleriydi. Sovyet tipi örgütlenmeler burjuva demokrasisinin dolaylı temsile dayanan parlamenter conatus 20 işleyişinden farklı olarak, dolaysız temsile dayalı doğrudan demokrasinin kurumları olarak hareket etti. Kitlelerin yaratıcı ve yıkıcı gücünü açığa çıkardı, sıradan insanların, muktedir olmalarını sağladı. Komünist ütopyanın güncel biçim alışı olan Sovyetler, ekonomik alan ve politik alan ayrımını fiilen aşarak, kitleleri kendi geleceklerinin mimarı haline dönüştürdü. 1905 Devrimi ve Sovyetler Paris Komünü’nün ilk örneği 20. yüzyılın başında Rusya’da yaşandı. 1905’te kurulan Sovyetler, Paris işçilerinin yükselttiği özgürlük ve eşitlik bayrağını Rus topraklarına taşıdı. 1896 ve 1897’de başta Petersburg, Moskova ve diğer bazı sanayi merkezlerinde yaşanan grevlerde doğan işçi örgütlenmeleri Sovyetlerin ilk öncülü oldu. Bu grevler kendiliğindenci bir karakterde doğmuştu. Grevlerin yayılmasıyla bir dizi işçi örgütlenmesi ortaya çıktı. Grev kasaları ya da Grev Komiteleri bu yapılardan biriydi. 1890’lı yılların başında Rusya’nın batı bölgelerinde Yahudi işçiler tarafından kuruldu. Bund’un* temelleri de bu komiteler aracılığıyla atılmıştı. Grev komiteleri 1896-1897 kitle grevlerinde Merkezi Rusya’da ortaya çıktı. Önceleri misyonları grevlerdeki işçiler için fon oluşturmakla sınırlıydı. Daha sonra grevleri yöneten odaklara dönüştüler. Faaliyetlerini illegal olarak yürütmekteydiler. Komiteler en diri ve en mücadeleci işçiler tarafından oluşturuldu. Bu yönleri devrimci siyasal gruplarla işçi yığınları arasında volan kayışı işlevi görmelerini de sağladı. Otokrasinin tüm baskısına rağmen Grev Kasaları ve Grev Komiteleri varlıklarını korudu ve 1905’ten sonra kurulacak sendikalara temel oluşturdu. Dayanışma Kasaları ya da karşılıklı dayanışma dernekleri yasal örgütlenmelerdi ve gizli polisin denetimi altındaydılar. Grevlere ya da grevdeki işçilere hiçbir maddi yardımda bulunmadılar ve giderek işlevsizleştiler. Ayrıca 1880-1890’lı yıllardaki ilk grevlerde, kendilerini temsil edecek hiçbir yapıya sahip olmayan işçiler, aralarından temsilciler seçti. Bu seçilen temsilciler conatus işçilerin taleplerini fabrika yöneticilerine ve resmi mercilere ileten örgütlenmelerdi. 1896-97’de kitle grevlerinde de benzer bir gelişme yaşandı. 1901 Mayıs’ında Petersburg’ta işçi temsilcileri oluşumu daha da yaygınlaştı. İşçi Temsilcileri sürekli baskı görmelerine, gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına rağmen varlıklarını koruyabildi. Hatta giderek daha radikal işçiler, temsilci olarak seçilmeye başlandı. 1900’lere girilmesiyle işçi eylemleri ve direnişleri yayıldı. Ekonomik taleplerin yanında siyasi talepler de ileri sürülüyordu. Bu gelişmede işçiler arasında faaliyet yürüten devrimci ajitatörlerin büyük rolü oldu. Devrimci güçlerle işçi hareketinin kaynaşması karşısında çarlık hükümeti hızla önlem alma ihtiyacı duydu.1903’te işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen bir yasa çıkarıldı. Yasaya göre fabrikalarda işçiler arasından seçilecek temsilcilerle, adına Yaşlılar Kurulu denilen bir örgütlenmeye gidildi. Yasa temsilcilere bir iş güvencesi getirmiyordu. İşverenin keyfi uygulamalarına açık bir mevzuattı. Ayrıca vali tarafından temsilciler görevden alınabilmekteydi. İşçi hareketi ve sosyalist gruplar giderek bütünleşmeye başlamıştı. Her grev, direniş ve gösteri işçilerle devrimcileri kaynaştırıyordu. Çarlık hükümeti bu durum karşısında tedirgin oldu. Yeni bir yönteme başvurarak işçi sınıfı ve devrimciler arasında oluşmaya başlayan bağı koparmak istedi. Daha önce yaptığı provokasyon ve pogromlarla (Yahudi kıyımı) hedef şaşırtabiliyor, korkuyu yayabiliyor, halk arasında şoven duyguları körükleyebiliyordu. Çarlık, yeni bir stratejiyle toplumsal mücadeleyi felç etmek istedi. Zubatovizm ya da polis sosyalizmi olarak anılan bu girişim Okhrana’nın (gizli polis) Moskova şubesi şefi Zubatov’un fikriydi. Amaç işçilerin mücadelesini, ekonomik mücadele içine hapsetmek ve işçileri siyasal mücadeleden kopartmaktı. Zubatov 1901’de Moskova’da Metal İşçileri Yardımlaşma Derneği’ni kurdu. Yardımlaşma dernekleri kısa sürede önemli sanayi merkezlerine yayıldı. Derneklere üye sayısı iki yıllık bir zamanda 50 bin kişiye ulaştı. Sosyalistler bir taraftan derneklerin niteliğini anlatıp, eleştirirken öte taraftan bu yapılar içinde örgütlenmeyi de ihmal etmiyorlardı. Yardımlaşma derneklerinin giderek politikleşmesi üzerine Zubatovist oluşumlar, çarlık hükümeti tarafından tasfiye edildi. 21 1905’e doğru çarlık Rusya’sında toplumsal gerilim giderek artmaktaydı. İşçi hareketi gelişirken, “halklar hapishanesi” olarak görülen Rusya’da farklı uluslar ayaktaydı. Köylülerin toprak talepleri yükselmişti. Rus-Japon savaşında Rusya’nın durumu kötüleşiyordu. Bu gelişmeler rejime karşı muhalefeti artırıyordu. Rejim her şeye karşın hiçbir yeniliğe sıcak bakmıyor ve giderek içine kapanıyordu. Ülkede siyasal bir kriz olgunlaşıyordu. Bu krizin patlaması için bir kıvılcım yeterli olacaktı. Kanlı Pazar Zubatovcu sendikacılıktan sonra Petersburg’ta “hayırsever” bir papaz olan Gapon’un başında bulunduğu bir işçi derneği kuruldu. 1904’ün sonuna doğru bu derneklerin sayısı 11’e ulaştı. Her derneğin 2-3 bin civarında üyesi vardı. 1904 Aralık ayında Petersburg’taki Putilov fabrikasında 4 işçi Gapon’un derneğine üye oldukları için işten atıldı. 3 Ocak 1905’te atılanların geri alınması için işçiler greve başladı. İşçiler yardım istemek için Gapon’un derneğine başvurdu. Yapılan toplantılar sonucunda işverene verilecek bir talepler listesi oluşturuldu. Talepler kısaca şöyleydi: Atılan işçilerin işe geri dönmesi, 8 saatlik işgünü, asgari ücretlerin yeniden belirlenmesi, sağlık önlemelerinin alınması. Yapılan toplantılarda sosyalistler de etkin olmaya başladı. Özellikle Menşevikler öne çıkmıştı. Talepler listesi Gapon’un muhalefetine rağmen değiştirildi ve siyasal içerik kazandırıldı. İşçilerin toplanma özgürlüğü, köylülere toprak verilmesi, basın özgürlüğü, Rus-Japon savaşına son verilmesi, kurucu meclisin toplanması gibi siyasal talepler listeye eklendi. 135 bin kişi talepler listesini imzaladı. 9 Ocak 1905’te Gapon ve işçiler ellerinde kutsal resimlerle ve çarın portreleriyle kışlık saraya doğru yürümeye başladı. Kitlenin sayısı 200 bine ulaşmıştı. Ordu birlikleri yürüyüşçülere dağılmalarını söyledi. Göstericiler dağılmadı. Açılan ateş sonucunda binlerce kadın, erkek ve çocuk katledildi. Kanlı Pazar, Rus halkı üzerine inanılmaz bir etki yarattı. Toplumsal muhalefet güçlendi. Kanlı Pazar “Küçük Baba” olarak görülen çar efsanesinin sonunu getirdi. Özellikle işçi hareketi giderek yükseldi. Köylü hareketi gelişti. Yoksul, yarı toprak kölesi milyonlar öfkeyle ayağa kalktı. Ağustos ayında kurulan Köylü Birliği, Rus köylüsünün ilk siyasal örgütü oldu. İşçi sınıfının Ocak-Şubat ayında gerçekleştirdiği grevlere katılım sayısı 150 bine ulaştı. Son on yılın en büyük grev dalgası yaşanıyordu. Kafkasya’da, Polonya’da, Batlık Kıyılarında işçi hareketi ve ezilen ulusların talepleri birleşerek siyasallaşıyordu. Ocak- Şubat grevleri bir dizi işçi örgütlenmesi yarattı. Dalgasal bir şekilde gelişen ve yayılan grevlere hiçbir siyasal yapılanma ve oluşum müdahale edemedi ve yönlendirme olanağı bulamadı. İşçi hareketinin dalgasal yükselişi karşısında bütün siyasi oluşumlar atıl kalmıştı. Bu kendiliğindenci yükseliş beraberinde yine aynı özelliklere sahip bir dizi (Temsilciler Meclisi, İşçi Komisyonu, Grev Komitesi gibi) işçi örgütlenmesi yarattı. Bu örgütlenmeler geçici karakterdeydi. Grev anlarında doğuyor, çalışmaya ve yaşam koşullarının düzeltilmesini hedefliyorlardı. 1905’in ilk Sovyet’i Rusya’nın Manchester’i olarak Sovyetler, kitlelerin yaratıcı ve yıkıcı gücünü açığa çıkardı, sıradan insanların, muktedir olmalarını sağladı. Komünist ütopyanın güncel biçim alışı olan Sovyetler, ekonomik alan ve politik alan ayrımını fiilen aşarak, kitleleri kendi geleceklerinin mimarı haline dönüştürdü conatus 22 kabul edilen, tekstil sanayinin merkezlerinden biri olan İvanovo-Voznesensk’te kuruldu. Mayıs’ta başlayan 40 bin işçinin katıldığı grevde, işçiler 110 üyeli Sovyetler’in kurulduğunu ilan etti. Sovyet, Temmuz ayına kadar faaliyetlerini sürdürdü. Ardından Kostroma’da 10 bin işçi greve çıktı ve Grevci Temsilciler Meclisi oluşturuldu. Bu iki örnek şehir çapında kurulan ve bütün iş kollarını kapsayan Sovyetler’i temsil ediyordu. Eylül ayında Moskova’da matbaa işçileri grevinde Matbaa İşçileri Sovyeti kuruldu. Bu Sovyet oluşumu da iş kolu bazında bir örgütlenmeyi ifade ediyordu. Bu arada çarlık hükümeti, seçimlerin yapılması Duma’nın toplanması için bir kararname çıkardı. Japonya’yla Ağustos ayının sonunda barış anlaşması imzalandı. Bu gelişmeler görünürde istikrarlı bir tablo çizse de, Ekim ayında kendiliğinden başlayan genel grev, bir devrim dalgasının habercisi oldu. 12 Ekim’de bütün sanayi kentleri ve işçiler genel grevdeydi. Genel grevin en yüksek noktasında Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti kuruldu. Sovyet, işçi hareketinin mücadele ve örgütlenme zenginliğinin muhteşem örneklerinden biri oldu. Sovyet, Rus devrim hareketinin en kritik bir momentini işaretliyordu. O günleri fiilen Sovyet çalışması içinde yer alan Voline şöyle anlatmaktadır: “Grevin başlamasında hiçbir siyasal partinin, hatta hiçbir grev komitesinin rolü bile olmadı. İşçiler kendi kendilerinin ‘şefi’ olarak, gönüllü bir atılım içersinde fabrikaları ve şantiyeleri terk ettiler. Hareketi bir kenarından bile yakalama fırsatını bulamayan siyasi partiler tümüyle devre dışı kaldılar” (Voline, Rus Devrimleri; Babil Yay., 2000., s. 38.). Sovyet genel grevle ortaya çıkan bir ihtiyaca cevap olarak doğmuştu. Başlangıçta Sovyet sınırlı bir görev ifa ediyordu. Birkaç gün içinde işçilerin genel siyasal temsilciliğini üstlenen bir örgüt mahiyeti kazandı. Hızla “işçi parlamentosuna” dönüştü. “Böyle bir dönüşüm ne önceden düşünülmüş ne de bilinçli önceden hissedilmişti” (Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler; Ayrıntı Yay., 1990., s. 82). Moskova Sovyeti, Petersburg Sovyeti’nden sonra kurulan en önemli Sovyet’ti. 180 bin işçiyi temsil ediyordu ve 1905 ayaklanmasının ana yapılarından biri olarak hareket edecekti. Yıl boyunca Rusya’nın birçok şehrinde sovyetlerin conatus kurulması devam etti. Şehir sovyetlerinin dışında yaygın biçimde semt sovyetleri kuruldu. Örneğin Moskova ve Odessa’da şehir sovyeti, semt Sovyetlerinin üzerinden şekillendi. Şehir ve semt sovyetleri arasından işlev ve işleyiş açısından hiçbir sorun çıkmadı. Doğal olarak kabul edilen işleyişe göre şehir sovyetleri genel ve politik sorunları çözüme bağlayacak kararlar aldı. Semt sovyetlerleri ise bu kararları yürürlüğe koyan bir misyonla hareket etti. Sovyet toplantıları doğrudan demokrasinin somut pratikleri oldu. Son derece heyecanlı ve yoğun geçen bu toplantılar “sıradan” bir işçinin kolektif iradesini yansıtıyordu. Sovyetler faaliyetlerini örgütlü bir şekilde yürütmek için alt komisyonlar oluşturdu. Devrimci Yapılar Sovyetlere Karşı Nasıl Tavır Aldı? Sovyetler, “24 saatin içinde yer altından çıkmışlardı”. “Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken dağınık durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen; proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren, inisiyatif ve kendiliğinden bir özdenetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi, 24 saat içinde yer altından çıkabilen bir örgütlenmeydi” (Troçki, 1905; Tarih Bilinci Yay., 2000., s. 103). Ve Sovyetlerin ikili bir işlevi vardı. Sovyetler bir yandan özyönetim organı gibi işlev görürken öte yandan bir devrim organı gibi hareket ediyordu. Sovyetler aynı zamanda proletaryanın doğrudan örgütlenmesiydi ve proletaryanın kendiliğinden oluşan özsavunma örgütü olarak da hareket edecekti. Sovyetler siyası yapılara karşı temkinli ve uzak durdu. Bu durum Menşevik, Bolşevik ve Sosyalist Devrimci militanların Sovyetlerde öncü rolü oynamasına engel teşkil etmedi. Sovyetlerin, komünist bir dünyanın yaratılmasında olağanüstü etkisi Rusya’da hiçbir siyasi güç ve önder tarafından anlaşılmadı. Sovyetler siyasi bir araç olarak değerlendirildi. Bu araçsallaştırma bazı sosyalist 23 gruplarca ya da bu gruplar içindeki eğilimler tarafından en uç noktaya vardırıldı. “Sovyet o kadar göz açıp kapayacak bir hızla ihtilalin merkezi olmuştu ki gruplar ve hizipler Sovyet’in önemini anlamayacak ya da kendilerini yeni duruma ayarlayacak vakit bulamamışlardı. Kasım ayında artık siyasi liderlerin hepsi Batı Avrupa’dan dönmüşlerdi; bir Rus konvansiyonuna çok benzeyen bu alana hayret ve korkuyla bakıyorlardı.” (Isaac Deutscher, Troçki Silahlı Sosyalist; Ağaoğlu Yay., 1969., s. 169). Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1903’te bölünmüştü. 1905 Devrimi gerçekleştiğinde kuramsal ve pratik olarak hazırlıksızdı. İdeolojik sorunlar ve hizip kavgaları örgütlenme sorununun önünde yer alıyordu. 1905 Devrimi hizipler arasında bir birleşme zemini yaratsa da, böylesine bir adım atılamadı. 1905 Devrimi gerçekleştiğinde ve Sovyet pratikleri ortaya çıktığında (Bolşevik ve Menşevik) iki eğilim can alıcı sorularla karşı karşıyaydı. Menşevikler proletaryayı sınıf temelinde bir araya getirmenin önemi üzerinde durmaktaydı. Sınıfın partisini oluşturmanın ve sağlam bir yapıya bürünmesinin gerekliliğine özel vurgu yapmaktaydılar. Bu doğrultuda bir işçi kongresinin organize edilmesi düşüncesine sahiplerdi. Devrimci özyönetim düşüncesi bu dönemde ileri sürülen bir fikirdi. Petersburg Sovyeti’nin kurulması Menşeviklerin işçi kongresi ve komünler oluşturma düşüncesini ve tasarısını somutlaştırdı. Bu anlamıyla Sovyetlerin kuramsal öncülü olarak Menşevikler kabul edilebilir. Menşeviklere göre Sovyetler, devrimci bir partinin oluşamadığı koşullarda işçi kitlelerinin mücadelesini yönetmekle görevli örgütlerdi. Parti ulaşamadığı kitlelere bu yolla ulaşacak ve bu kitleleri kazanabilecekti. Sovyetler “büyük bir kitle partisinin kadrolarının oluşacağı savaş alanıydı” (Oskar Anweiler, age., s. 110). Bu anlayışın özü Menşeviklerin devrim ve parti anlayışına, çalışma tarzı ve tarih tezlerine dayanmaktaydı. Bolşevikler’in Sovyetlere yaklaşımı ise ihtiyatlı hatta olumsuzdu. Her ne kadar Bolşevik kadrolar Sovyetlerin kuruluşlarına ve çalışmalarına katılsalar da, parti yöneticileri, Sovyetleri siyaset dışı, Gaponist, tehlikeli örgütlenmeler olarak görüyorlardı. Bazı Bolşevik kadrolar Sovyetlerin işlevini sendikal boyutla sınırlandırıyor, ancak bu işlevle Sovyetlerin mana ve önem kazanacağını ileri sürüyorlardı. Petersburg Sovyeti yürütmesinde Bolşevik fraksiyonun temsilcisi Radin ise “Sovyet mi Parti mi?” sorusunu sorarak Sovyetlere farklı bir bakış açısı getiriyordu. Radin Sovyetin bütün proletaryayı birleştirecek eylemler yapabileceğini aktif kitle eylemlerinin başında yer alabileceğini hatta kitle grevi başlatabilecek ve yönlendirebilecek bir güce sahip olabileceğini belirtti. Ama Sovyetlerin parti yerine geçemeyeceğini, sınıf politikasına ancak partinin önderlik edebileceğini açıkladı. Bundan dolayı sovyetin hangi siyasi önderlik altında hareket ettiğini ilan etmesi gerektiğini ileri sürdü. Bolşevikler bu görüşlerin yanında, Sovyetlere son derece sekter yaklaştı. Hatta Saratov’da olduğu gibi bazı yerlerde Sovyet örgütlenmesine karşı çıktılar. 1905 Sovyetleri üzerine Lenin, özel olarak durdu. Lenin, devrime ilişkin Menşeviklerin determinist yorumuna karşın volantrist bir yorum yapmaktaydı. Bu perspektif kendini Sovyet değerlendirmesinde de gösterdi. Lenin, Sovyetleri “bir ayaklanma organı”, “devrimci yeni iktidarın çekirdekleri” olarak görmesi, bu anlayışa paralel bir çözümlemeydi. Lenin, Menşeviklerin Sovyetleri devrimci özyönetim örgütlenmeleri olarak görmelerini sert bir dille reddetti. Lenin, ayaklanmanın başarıya ulaşması ve geçici devrim hükümetinin kurulmasıyla ancak devrimci özyönetim örgütlenmesinin (geçici devrim hükümetinin conatus 24 bu misyonu üstlenmesiyle) gerçekleşebileceğini ileri sürdü. Kısaca, devrimci özyönetimin ayaklanmanın başlangıcında değil, son bölümde kurulabileceğini vurguladı. Lenin partinin yönetici rolüne özel önem veriyor, ve bu rolün altını çiziyordu. Menşevikler için Sovyetler işçi-kitle partisinin gelişiminde vazgeçilmez önem taşıyorlardı. Bolşevikler ise Sovyetleri, iktidara yönelik mücadele içersinde taktik bir araç oldukları ölçüde önemli görüyorlardı. Lenin 1905 Sovyetleri üzerine net açılımlar ve tanımlamalar yaptı. Fakat bütün bu açılımlara rağmen Sovyetlere yönelik kuramsal bir çerçeve ortaya konulmadı. Ağırlıkla Sovyetler üzerine yorumlar, politik ihtiyaçların gereği doğrultusunda yapıldı. 1906’da -Petersburg Sovyeti’nin yıkılışından sonra- Lenin daha ihtiyatlı bir tutum içine girdi. Sovyetleri siyaset dışı örgütlenme olarak değerlendirip, mesafeli yaklaştı. Lenin Sovyetler üzerine kuramsal açılımlarını asıl olarak 1917’de ifade etmeye başladı. 1905 tanımlamaları ve izahları bir anlamda 1917’deki kuramsal açılımların nüvesiydi. Lenin 1907’de RSDİP’in 5. Kongresi’nde; partinin proleter kitleler içinde yeterli çalışma yapması ve yaygınlaşmasıyla Sovyet tipi örgütlenmenin gereksizleşeceğini açıkladı. Hatta bu tür örgütlenmelerin “anarko sendikalizm” tehlikesini içinde barındırabileceğini ileri sürdü. Lenin 19051906 yıllarında önemle üzerinde durduğu ve işçi demokrasisinin organları olarak gördüğü Sovyetler’i 1907’de partinin kitleler üzerinde etkili olmak için kullandığı araçlar olarak değerlendirmeye başladı. (Oskar Anweiler, age., s. 127) Lenin 1907-1916 yılları arasında bu düşüncelerini korudu. Az sayıda yaptığı Sovyetler üzerine açılımlarında, ‘ayaklanma örgütleri’, ‘devrimci iktidarın organları’ gibi tanımlamalarına devam etti. Kitle grevlerinin baş gösterdiği ve ayaklanmaların geliştiği ve başarı kazandığı dönemlerde Sovyet tipi kurumların yararlı olacağını belirtti. Lenin, Nisan Tezleri (1917) adlı çalışmasında, o zamana kadar teorik içeriği doldurulmamış Sovyet örgütlenmelerine ilişkin önemli çözümlemelerde bulundu. Ve Rus Devrimi’nin yönelimi olan Kesintisiz Devrimin teorik çerçevesini açıkladı. conatus 1905 Sovyetleri pratiğinde önemli rol oynayan Marksist kimliklerden biri Troçki’ydi. Troçki Petersburg Sovyeti içinde yönetici olarak yer aldı. Sovyetler üzerine düşüncelerini doğrudan deneyimlerine dayanarak geliştirdi. Troçki’nin Sovyetler üzerine görüşleri sürekli devrim anlayışıyla bütünleşiyordu. Troçki Sovyetleri Menşevik görüşe yakın bir tarzda değerlendirerek “proletarya temsilcisi” ve “işçilerin devrimci özyönetim organı” olarak gördü. Bir mücadele örgütü olarak ele aldı. Lenin’in düşüncesine paralel olarak devrimin gelişmesiyle Sovyetler’in ayaklanma örgütleri haline gelebileceğini ileri sürdü. Sovyetler’in asıl görevinin devrimci mücadelede proletaryanın birliğini sağlamak olduğunu belirtti. Sürekli Devrim kuramına göre proletarya Sovyetler aracılığıyla devrimci iktidarı sağlamlaştıracaktı. Sovyetler “devrimci iktidarın ilk çekirdeği”ni meydana getiriyordu. Narodizmin mirasçısı olan Sosyalist Devrimci Parti 1901’de kurulmuştu. Sosyalist Devrimciler tarım ve devrimci şiddet konusunda eski düşüncelerini korumakla birlikte kapitalizmin gelişimi ve işçi sınıfının devrimdeki yönetici rolüne özel vurgu yapmaktaydılar. Sosyalist Devrimciler 1905 Devrimi’nde en az Menşevikler ve Bolşevikler kadar rolü oldu. Ağırlıkta kırsal kesimde ve çeşitli aydın grupları içinde aktiftiler. Kanlı Pazar’dan sonra Sosyalist Devrimciler sistematiklerini derinleştirdiler. Proletaryanın köylü hareketini yönetmesi gerektiğini ve işçi ve köylülere dayalı bir devrimci iktidarın kurulmasını savunmaya başladılar. Toprağın toplumsallaştırılmasıyla Rusya’da kapitalizmin olumsuzlukları geniş ölçüde yaşanmadan eksiksiz bir sosyalizmin kurulabileceğini ileri sürdüler. Sosyalist Devrimciler’in işçi kitleleriyle Menşevik ve Bolşevikler’den daha az bağları bulunuyordu. Bu durum Sovyetler’de diğer siyasal yapılara oranla etkisiz kalmalarına neden oldu. Bütün Sovyet oluşumlarında ve yürütme komitelerinin birçoğunda yer aldılar. Buna rağmen hiçbir Sovyet’te geniş bir inisiyatif sahibi olamadılar. Birinci Duma’nın feshinden sonra Sosyalist Devrimci Parti Merkez Komitesi Sovyetleri genel grevi yönetecek ve işçileri ayaklanma aşamasına götürecek yapılar olarak değerlendirdi. Aynı zamanda devrimci güçlerin birleşme noktası olarak görüldü. 25 Sosyalist Devrimciler, Sovyetler’i her ne kadar taktik bir araç olarak görseler de İşçi, Köylü, Asker Sovyetleri’nden ilk bahseden oldular. 1906 yılında partiden aşırı sol bir fraksiyon koptu. Bu yapı Maksimalist Sosyalist Devrimciler Birliği adını aldı. Bu yapının ilk oluşumu kabul edilebilecek Devrimci Sosyalist grup, 1905 yılında 1871 Paris Komünü’nden esinlenerek komünalist bir çözüm ileri sürdü. “Devrimci Komün nasıl örgütlenmeli” adı altında Sovyetler’in kuruluşu ve işleyişini detaylı bir şekilde anlatan bir çalışma yayımladılar. 1917 Sovyetleri’nin örgütlenişinin bu çalışmaya uygun bir şekilde biçimlenmesi ilginçtir. Maksimalistler, Devrimci Komünler Federasyonu’nu savunmaktaydılar. Anarşistlerin Sovyetler’e yaklaşımı maksimalistlere benziyordu. Anarşistler de genel olarak Sovyetler içinde etkili olamadılar. Sovyetler’in oluşumunu heyecanla karşıladılar ve kendi anarşist ütopyalarıyla özdeşleştirdiler. Sovyetler’in özyönetim yönünü öne çıkarttılar ve işçilerin özgür birlikler halinde örgütlenmesini savundular. Genel ayaklanma yönünde düzenli propoganda yaptılar. Birçok taşra Sovyeti’nin yürütme komitesinde yer aldılar. Özellikle 1906’dan sonra, işverenlerin ücretleri dondurmasının karşısında işçi yığınlarının içinde etkileri giderek arttı. Moskova ve Odessa’da ciddi şekilde örgütlendiler. Ekim Devrimi : 11 Tez + Sovyetler kızıl ve kara bayrakları Fransız İhtilali’nin açtığı muhteşem dönüşümlerin ürünleri olarak ortaya çıktı. Ekim Devrimi ise her şeyden önce bir ezber bozmaydı. Devrim, komünizme ulaşmayı gerekli maddi koşullara bağlayan paradigmayı kırarak proleter devrimin ertelenemezliğini ortaya koydu. Kapitalizmin yeterince gelişmemesinden dolayı devrimin nesnel koşullarının olmadığı düşünülen Rusya’da proletaryanın yaratıcı ve yıkıcı gücü devreye sokuldu. Böylece devrim sorununda politik öznelliğin öneminin altı çizildi. Gramci’nin, bu bağlamda Ekim Devrimi’ni “Kapital’e karşı devrim” olarak tanımlaması boşuna değildir. Devrim, “tarihsel materyalizmin yasalarının o zamana kadar inanıldığından çok daha esnek olduğunu ortaya koydu (-muştu)”. Ekim Devrimi bütün bu anlamlarıyla 11.Tez’in hayat bulmasıydı. Kısacası Rus Devrimcileri 11.Tez’in “Tek yol devrim” olduğunu kavramış, işçi sınıfının yaratıcı gücüne inanmış ve bu gücün olağanüstü yıkıcılığını açığa çıkarmışlardı. Ekim Devrimi, 11.Tez’in realize oluşu kadar, Sovyet pratiklerinin toplumsal bir maddi güç olmasıyla kendisini ifade etti. İşçi hareketi 1907’den sonra dalgasal bir gerileme dönemine girmişti. Yaşanan gericilik şartlarında devrimci örgütler yeraltına çekilerek varlıklarını korumaya çalıştılar. Sendikal yapılar şiddetle dağıtıldı. Bu dönemde özellikle öne çıkan siyasal yapı Bolşevikler oldu. 1902’den sonra ileri sürdükleri kuramsal ilkelere uygun biçimde örgütlenmeleri, gericilik koşullarında hareketi ayakta tuttu. Parti kadroları inanç ve 19. yüzyılın anlamak için nasıl ki Fransız İhtilali’ne “bakmak” gerekiyorsa, 20. yüzyılı anlamak için de Ekim Devrimi’ne bakmak gerekir. 1789 Fransız İhtilali, İngiliz Sanayi Devrimi’nin bir devamıdır ve burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirişini simgeler. Aynı zamanda 1789 – 1848 yılları arasında uluslararası düzeyde yaşanan büyük dönüşümün ve alt üst oluşumun başlangıcıdır. Fransız İhtilali 19. yüzyıldaki tüm sınıf ilişki ve çatışkıların referansı olduğu gibi yüzyılın siyasetini ve ideolojisini oluşturdu. Ayrıca Devrimin ortaya çıkardığı antagonizma işçi sınıfının ilk iktidar deneyimi olan Paris Komünü’nü yarattı. 1848 Devrimleri’nin genel grevleri, sokak ve barikat savaşları, conatus 26 disiplinleriyle ve her türlü mahrumiyete katlanabilme güçleriyle örgütün ayakta kalmasını sağladılar. Bir anlamda Bolşevikler karakteristik özelliklerini bu dönemde kazandı. 1912 yılında Rus Sosyal Demokrasisi içindeki Bolşevik ve Menşevikler kesin olarak birbirinden ayrıldı. 1907’den 1914’e kadar işçi hareketi yoğun bir durgunluk içindeydi. 1914’e girilmesiyle işçi sınıfının mücadelesi yükselmeye başladı.1914 yılının ilk altı ayında yoğun grevler yaşandı. Rusya hızla bir devrimci bunalım içine giriyordu. 1. Paylaşım Savaşı’nın başlaması işçi hareketindeki yükselişi engelledi. İşçi kitleleri içinde milliyetçi dalga hızla yayıldı. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu askere alındı. Köylerden kopup gelen çoğunluğu kadın ve genç yeni işçi kitlesi sanayi alanını doldurdu. 1915 yılında Rusya’nın cephede aldığı yenilgiler, burjuva muhalefetin devreye girmesini beraberinde getirdi. Yılın ortasından itibaren işçi grevleri yeniden artmaya başladı. Öncelikle ekonomik taleplerle başlayan grevler kısa zamanda siyasal bir içerik kazandı. “1915 Eylül’ünde113 866, 1916 Ocak’ında 128 450 olan grevci sayısı 1916 Ekim’inde 197 134’e… ulaştı.” (Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler Sovyetlerin, komünist bir dünyanın yaratılmasında olağanüstü etkisi Rusya’da hiçbir siyasi güç ve önder tarafından anlaşılmadı. Sovyetler siyasi bir araç olarak değerlendirildi. Bu araçsallaştırma bazı sosyalist gruplarca ya da bu gruplar içindeki eğilimler tarafından en uç noktaya vardırıldı conatus 1905-1921, Ayrıntı Yay., 1990, s.144). Bu durum rejim tarafından tehlikeli bir gelişme olarak algılandı. Her türlü işçi örgütlenmesinin yasaklandığı koşullarda (1915 yazında), Savaş Sanayi Komiteleri’nin kurulması siyasal çevreler arasında tartışmalar yarattı. Bu komiteler üretimi artırmak ve çarlık bürokrasisini işlevsizleştirmek için devreye sokulmuştu. İki liberal burjuva partisi, komitelerin kurulmasına öncülük etti. Komiteler bu özelliğinin yanı sıra işçi hareketine yeniden örgütlenme olanağı kazandırıyordu. İşçilerin Savaş Sanayi Komiteleri’ne katılması devrimci yapıların tercihlerinde zorlanmalarına yol açtı. Bolşevikler, komitelerin emperyalist savaş amacı güttüğünü ileri sürerek boykot edilmesi yönünde tavır alırken Sağ Menşevikler koşulsuz destek verdiler. Enternasyonalist Menşevikler ise savaş koşullarıyla birlikte örgütlenme alanları ortadan kalkan işçi hareketinin yeniden şekillenmesinde bu komitelerden yararlanılabileceğini ileri sürdüler. 1905’te önerdikleri İşçi Kongresi’nin benzerinin yaratılması için komitelerin işlevli olduğunu açıkladılar. 1916’da komiteler hızla radikalleşti. Yıl sonunda Savaş Sanayi Komiteleri hükümet tarafından dağıtıldı. 1917 Şubat Devrimi Rusya’da işçi hareketinin mücadelesinde Putilov fabrikasının özel bir yeri vardır. Bu fabrikada 1905’te yaşanan grev 1905 Devrimi’ni başlattığı gibi 1917’de yaşanan grev de Şubat Devrimi’nin ilk kıvılcımı oldu. 18 Şubat günü dev Putilov fabrikasında çalışan işçiler greve çıktı. İşveren, işçilerin bu tavrına karşılık 4 gün sonra lokavt ilan etti. Lokavt hızla grevin yayılmasına neden oldu. Grev havzadaki diğer fabrikalara sıçradı. 22 Şubat’ta greve çıkan işçi sayısı 200 bine ulaştı. 23 Şubat’ta Petrograd’ta genel grev havası hâkimdi. Birkaç gün içinde hareket grevden ayaklanmaya dönüştü. Bu olağanüstü ve muhteşem kitle hareketi yıkıcı bir dalga gibi yükseldi. Hiçbir devrimci siyasi yapı devrime dönüşen hareketin yönetiminde ve örgütlenmesinde rol almadı. Kitleler ekmek, barış ve özgürlük istiyorlardı. Öfke patlamış, kitleler kolektif olarak ayağa kalkmıştı. Rus otokrasisi yıkılmıştı. 27 “Devrim (sanki) kitlelerin mücadelesinin içinden fırladı.” (Age., s.148) Devrim güç ilişkilerinin biçim alışına göre kendi kurumlarını yaratmaya başladı. Petrograd’taki grevin genel greve dönüşmesinden birkaç gün sonra, neredeyse aynı zamanda kendiliğinden Duma Komitesi ve İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri kuruldu. Duma Komitesi, Sovyetlerin inisiyatif zayıflığının yarattığı zeminde burjuvazinin istek ve taleplerinin organizasyonunu ve otoritesini simgelemekteydi. Sovyetler ise başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenleri simgelemekteydi. Sovyetlerin kurulması yönünde en belirleyici rolü oynayan kesim, devrimle hapisten çıkan ve Savaş Sanayi Komiteleri’ne seçilmiş merkezi işçi grubuydu. Daha sonra var olan konjonktürel etkilerle Duma Komitesi ve Petesburg Sovyeti arasında bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmanın sonucu Geçici Hükümet’in kurulmasına karar verildi. Sovyet, Geçici Hükümet’e bir dizi şart koştu ve kendisini “devrimci” demokrasinin kontrol organı olarak ilan etti. Şubat Devrimi’nin yarattığı atmosferinin geçici olarak birleştirdiği toplumsal ve siyasal güçler arasındaki denge, ekmek ve barış taleplerinin yükselmesiyle birlikte bozulmaya başladı. Çelişkiler giderek açığa çıktı. Şubat Devrimi sırasında kurulan işçi ve asker Sovyetlerinin bazıları birleşirken, bazıları bağımsız kaldılar. Petrograd’da ise Sovyetler birleşik bir örgütlenmeye gittiler. Fabrikalarda işçiler, askeri garnizonlarda askerler, doğrudan inisiyatifleriyle temsilcilerini seçtiler. Bu seçimler bir yanıyla da devrimin kaderini ve yönelimi ortaya koyuyordu. Yığınlar kendi devrimlerinin organlarını hayatın içinde yaratıyor ve kuruyorlardı. 1905’in Sovyet pratiklerinin işçi sınıfının zihninde hala canlılığını koruması, Sovyet örgütlenmelerine yönelimi hızlandırmaktaydı. Özellikle Petrograd Sovyeti, Sovyet hareketinin taşıyıcı gücü oldu. Sovyet kurulduğunda son derece geniş katılımlı işçi ve asker kurulu görünümündeydi. Başlangıçta geçici bir kuruluş olan Sovyet iki ay gibi kısa zamanda oturmuş bir alternatif yönetim aygıtına dönüşmüştü. (Age. , s.156) Petrograd’da semt sovyetleri İşçi ve Asker Genel Konseyi ile aynı zamanda kuruldu. En yetkili organ meclisti ayrıca farklı işlevleri yerine getirmek için değişik alt birimler, komiteler oluşturuldu. 1905’te Petrograd’da kurulan Sovyet’ten farklı olarak 1917’de kurulan Sovyet’te sosyalist akımların etkisi oldukça yoğundu. Bunu hem meclis içinde hem de yürütme komitesinde görmek mümkündü. Sovyet’te asker temsilcilerinin ağırlığından dolayı Sosyalist Devrimci Partinin ciddi bir gücü bulunuyordu. İşçi temsilcileri içinde ise Menşevikler ve Savaş Sanayi Komiteleri işçi grubu etkindi. Bolşevikler Sovyet’in ilk kuruluş günlerinde son derece silik bir görünüm vermekteydi. Bu durum yoğun ajitasyon faaliyetinden sonra mayıs –haziran ayında değişmeye başladı. Eylül ayına gelindiğinde Bolşevikler Sovyet’i denetleyecek bir güce ulaştılar. Sınıfın Yaratıcı Gücünün En Konsantre Hali: Sovyetler Sovyetler, en üst noktaya ulaşan kitle hareketinin somut bir sonucuydu. Sovyet hareketi kuramsal bir hazırlık olmadan, varolan somut gerçeklere göre kendiliğinden gelişti. Basit olanaklarla, hızla, her yerde kurulabilen Sovyetler, işçi sınıfının birleşik gücünün yaratılmasında en uygun ve etkin bir yapıydı İşçi sınıfı Sovyetler gibi bağımsız bir örgütlenmenin gerekliliğini reflekssel olarak hissediyordu. Savaş ortamı, savaşın sonuçları, sınıf ilişki ve çelişkilerinin geldiği aşamanın yarattığı toplumsal, psikolojik durum, Sovyet ve benzeri örgütlenmelerin gerekliliğini yakıcı olarak hissettirmekteydi. Sovyetler 1905’ten farklı olarak, bir kitle grevinden bağımsız ve ancak devrim başarıya ulaştıktan sonra kuruldular. Devrim sonrası Rusya’nın siyasal ve toplumsal düzlemde yeniden örgütleme sorunu belirleyici olduğundan, Sovyetlerin çeşitli siyasal akımların çatışma alanına dönüşmesi uzun sürmedi. Önceleri hiçbir siyasal yapı Sovyetleri devrimci iktidar organı olarak görmüyordu. Sovyetler ilk başlarda somut ihtiyaçlar ve ihtiyaçlara cevap verme şekilleriyle; savaş örgütü, devrimci propaganda örgütü, sürekli toplantı örgütü gibi adlarla tanımlandı. Fakat merkezi iktidarın ve yerel otoritelerin çökmesinden sonra Sovyetlerin işlevleri ve içerikleri conatus 28 kitleler tarafından daha iyi anlaşılır oldu. Bu süreç deneme, yanılma ve biriktirerek öğrenme şeklinde gelişti. Yoksa tanımlanmış ve programlanmış bir içerikte olmadı. Sovyetler güçlerini ve kudretlerini işçi sınıfından ve asker yığınlarından alıyorlardı. Kitleler sınıf mücadelesinin içinde yaparak öğreniyor, öğrenek yapıyordu. Sovyetler kitlelerin bir anlamda yaratıcı ve yıkıcı gücünün en konsantre haliydi. Sıradan insanlar kendi kaderlerinin efendisi oluyor, geleceği bugünden kazanmanın adımlarını atıyor, tarihin yapıcıları olarak sokaklarda, fabrikalarda, kışlalarda alternatif toplumsal ilişkileri kuruyorlardı. Sovyetler doğrudan demokrasinin organları olduğu ölçüde bir taraftan kitle radikalizasyonunun aracı haline geldi, öbür taraftan yığınları geleceği kuran bir güce dönüştürdü. Sovyetlerin demokratik karakteri bir anlamda bu yapının en belirleyici özelliğiydi. Bu özelliğin deformasyonu hareketin içeriğinin boşaltılmasından başka bir mana taşımayacaktı. Ekim Devrimi’ne giden süreçte ve sonrasındaki temel problem bu noktada düğümlenecekti. Sovyet oluşumları mart ayı içinde hızla Rusya çapında yayılmaya başladı. Taşrada ilk olarak işçilerin yoğun olduğu sanayi merkezlerinde ve kalabalık garnizonların bulunduğu bölgelerde kuruldu. Köylü Sovyetleri mart ayında Moskova İşçi ve Asker Sovyetlerinin teşvikiyle kuruldu ve hızla yayıldı. Sosyalist Devrimciler, Köylü Sovyetlerinde ciddi oranda güçlüydü. Ülke çapında Sovyetleri birleştirme çabaları da aynı ay içinde başladı. Ay sonunda Moskova ve Saratov’da iki bölgesel konferans toplandı. 29 Mart’ta 1. Bütün Rusya Sovyetler Konferansı yapıldı. Toplantıya 600 delege katıldı. Asker temsilciler çoğunluktaydı. Siyasal güç olarak da Sosyalist Devrimcilerin ve Menşeviklerin ağırlığı bulunuyordu. 3 Haziran’da Bütün Rusya Sovyetleri 1. Kongresi toplandı. 53 bölge, il ve şehirden birleşik Sovyet ile, 305 yerel Sovyet kongreye iştirak etti. Kongrede Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler en güçlü gruptu. Bolşevikler ise azınlıktaydı. 31 Ağustos’ta Bolşevikler Petersburg Sovyeti seçimlerini kazandı. Troçki, Sovyet başkanı seçildi. 5 Eylül’de yapılan Moskova Sovyetinin seçimi de Bolşevikler lehine gelişti. Ardından Kiev, Kazan, Bakü, Nikolaev gibi kentlerde benzer gelişmeler yaşandı. Eylül başında 126 conatus Sovyetin büyük çoğunluğu Lenin’in Nisan Tezleri’nde ileri sürdüğü “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını destekliyordu. 25 Ekim’de 2. Bütün Rusya Sovyetleri Kongresi toplandı. Aynı gece Petrograd Sovyeti şehri ele geçirdi. Kongrede 402 işçi ve asker Sovyeti temsil edildi. 650 delege içinde çok az bir farkla Bolşevikler çoğunluktaydı. Ardından Sol Sosyalist Devrimciler geliyordu.(Hakkında bilgi edinilen) 366 Sovyet’in 255’i “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını, 81’i “Bütün İktidar Demokrasiye” ya da “Kated’siz Koalisyon” sloganını destekledi, 30’u ise kararsızdı. (Oskar Anweiler, age. ,s.262-263) Bu durum Şubat Devrimi’nin en temel özelliği olan ikili iktidarın sonu anlamına geliyordu. Ekim Devrimi yığınların devrimi olarak gerçekleşiyor, işçi, köylü ve asker Sovyetleriyle işçi sınıfı yıkıcı ve yaratıcı gücünü ortaya koyuyordu. İşçi sınıfı öz örgütlenmesi olan Sovyetler aracılığıyla toplumsal bir maddi güç olarak; hiyerarşisiz, merkeziyetçiliği reddeden, profesyonel bürokrasisi olmayan, seçmenlerin temsilcilerini istedikleri an değiştirebilecekleri bir demokrasi modelini hayata geçiriyorlardı. Sovyetler iktidarı iktidarsızlaştıran devrimci organlardı. Sovyetlerin yanı sıra kurulan en önemli öz yönetim organlarından biri Fabrika Komiteleriydi. Fabrika Komiteleri: “Devrimin Çocukları” Fabrika Komiteleri tarihi 1870 ve 1880’li yıllarda yapılan grevlere dayanıyordu. Bu grevlerde taban örgütlenmeleri grev komiteleri olarak şekillenmişti. 1905 Devrimi’nde grev komiteleri işçi örgütlenmeleri içinde öne çıkan yapı oldu. Devrimin yenilgisiyle işçi hareketi hızla geri çekildi. Çarlık rejimi bütün işçi örgütlenmelerini dağıtacak ve sınıfı atomize edecek politikalar izledi. Uzun bir sessizlikten sonra işçi sınıfının mücadelesi yükselmeye başladı. 1917 Şubat Devrimi Fabrika Komiteleri’nin yeniden canlanmasını sağlayacaktı. Ekim Devrimi’ne doğru hemen hemen bütün işyerlerinde Fabrika Komiteleri kuruldu. Özellikle büyük ölçekli fabrikaların yüzde 80’inde bu örgütlenmeler etkindi. 29 Fabrika Komiteleri somut ihtiyaçlar doğrultusunda hareket etti: “8 saatlik mesai, parça başı ödeme yerine günlük ücret, kadınlara eşit ödeme, işçilerin üstlerinin aranmaması, yemek pişirmek için sıcak su, kantin ve tuvalet kurulması, fabrikalarda havalandırma yapılması…(vb. talepler ileri sürüldü)” (Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi; Belge Yay., 1990., s. 30.) Fabrika Komitesi, bir fabrikada bütün çalışanlarının katıldığı toplantılar sonucu seçilen temsilcilerle kuruluyordu. Temsilcilerin görev süresi altı aydı. Hemen görevden alınabiliyorlardı. Komite üyelerinin hiçbirinin ayrıcalığı yoktu. Fabrikadaki üretim sürecinin etkili bir şekilde denetlenmesi amacıyla alt birimler, komisyonlar oluşturulmaktaydı. Fabrika komiteleri giderek radikalleşen işçi mücadelesinin sonucu devrimci siyasi güçlerle bağlar kurdu, çeşitli düzeyde destek verdi. Fabrika yönetiminin, Fabrika Komitesinin onayı olmadan herhangi bir konuda müdahale hakkı bulunmuyordu. Sabotaj ya da lokavt gibi girişimlere karşı Fabrika Komiteleri devreye giriyor, fabrika sahiplerini tasfiye edebiliyordu. Fabrika Komiteleri Ekim Devrimi öncesi işçi denetimini gerçekleştiren örgütlenmeler olarak hareket etti. Komiteler üretim birimlerinde işçilerin iktidar organıydı. Ayrıca komiteler aracılığıyla oluşturulan işçi milisleri devrimi militanca savunuyordu. Fabrika Komiteleri üretim birimlerinde yeni bir yaşamı örmeye başladı. İşçilerin ailesini ve yaşadığı alanı kapsayan çeşitli çalışmalar yaptı. Sovyetler burjuvazinin politik tasfiyesi yönünde faaliyet yürütürken, ekonomik alandaki tasfiye eylemi Fabrika Komiteleri aracılığıyla yürütüldü. Sovyetler, devrim kavramına yeni bir içerik yükleyerek komünizm ütopyasının güncel biçimi olarak şekillendi. Fabrika Komiteleri de devrimin, yeni yaşamın kurucu gücü olarak proletaryanın bütünüyle devreye girmesini sağlayan örgütlenmelerdi. Üretimin denetlenmesi, işçilerin ürettiklerine egemen olmaları ve üretenyöneten ayrımının ortadan kalkması Fabrika Komitelerinin faaliyetleriyle gerçekleşmekteydi. de politik-pratik düzeyde farklıydı. Bolşevikler kendi içlerinde Sovyetler’e farklı anlamlar yükledi. Petersburg’un işçi semti olan Vrborg’daki komite, Şubat Devrimi’nde çok önemli rol oynadı. Vrborg Komitesi, Sovyet hareketini parti önderliğinin tezlerinin dışında değerlendirerek, Sovyetleri destekledi ve yönlendirmeye çalıştı. Komite, Geçici Devrimci Hükümet’in oluşturulması amacıyla Sovyet çağrısı yaptı. Petersburg Komitesi, gizli polisin operasyonlarından darbeler aldığından dolayı istikrarsız bir görünüm arz ediyordu. Geçici Hükümeti şartı destekleme eğilimindeydi. Rusya Bürosu, Geçici Hükümetin partinin çağrısı ile kurulmasını savunuyordu. Pravda Yazı Kurulu ise Geçici Hükümete koşulsuz destek vermekteydi. Lenin yeni bir program önerdi. Nisan Tezleri adı verilen bu program anarşist yaklaşımlar içermekteydi. Lenin Nisan Tezleri’yle parlamenter cumhuriyetin, ordu, polis ve bürokrasinin lağvedilmesini, toprakların köylülere, fabrikaların işçilere bırakılmasını savunuyordu. Bunun anlamı toplumsal devrimdi, tezlerin ikincisi zaten bu durumu anlatıyordu ve bu tez kilit öneme sahipti. “Bu günkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.” (Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi; Sol Yay., 1992, s. 10.) Buradan çıkan sonuç “İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin Devrimci Güçlerin Sovyetlere Yaklaşımı 1905’te olduğu gibi, 1917 Sovyetleri’ne de devrimci yapıların yaklaşımı hem ideolojik-teorik düzeyde hem conatus 30 mümkün olan tek devrimci hükümet olduğu (-ydu)”. Lenin kitleleri eğitilmesi sayesinde, Bolşeviklerin Sovyetler’de çoğunluğu sağladığı anın devrimin ikinci aşamasına, sosyalist aşamaya geçiş anı olacağını ima ediyordu. Tezler önce parti yönetimi tarafından itirazla karşılandı. Ancak 1917 Nisan ayı sonunda yapılan 7. Parti Konferansı’nda kabul edildi. “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarı Nisan Tezleri’nin özeti ve Bolşevikler’in mücadele rotası olacaktı. Ama bu slogana karşın Bolşevikler’in, Sovyetler’in iktidarı tek başlarına kullanmayı hiç istememeleri bir paradokstu. (O. Anweiler, age., s. 195.) Menşevikler, 1905’ten beri Rus Devrimi’nin burjuva karakterli olduğunu ileri sürüyorlardı. Menşeviklere göre işçi sınıfının görevi bu devrimi desteklemek, mümkün olduğu kadar yaymak ve bu süreçte sınıf olarak güçlenmek, demokratik özgürlükleri kullanmak ve nesnel ekonomik koşullar olgunlaştığında sosyalizme geçmekti. Menşeviklere göre bir “burjuva devrimi” söz konusu olduğundan hükümetinde tamamen burjuva olması gerekiyordu. Menşeviklerin gözünde Sovyetler’in geleceği yoktu. Ancak devrimci savaş örgütü olabilirlerdi. Sosyalist Devrimciler, Sovyetlere daha konjonktürel ve pratik ihtiyaçlar doğrultusunda yaklaşıyordu. Sosyalist Devrimcilere göre Rus Devrimi çalışan halkın tüm kesimlerinin demokratik ayaklanmasıydı. Geçici Hükümet’e tam angajmanlı katılmayı reddediyorlardı. Mesafeli bir tutum içindeydiler. Sosyalist Devrimciler Sovyetlerin tüm emekçileri temsil etmediklerini düşünüyordu. Parti önderlerinin çoğunun sürgünde olması, yönetme tecrübelerinin bulunmaması, Sosyalist Devrimcileri çekinceli bir tutum içine girmelerine yol açtı, benzer bir tavrı diğer devrimci yapılarda gösterdi. Hükümetin burjuvazi tarafından kurulması hem kuramsal düzeyde hem de donanımsızlıktan kaynaklanan nedenlerle onay görüyordu. (age. s. 183) Bu süreçte Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti, iktidar organı haline geliyordu. Sovyetler’deki çoğunluk eğilimlerinin ise Sovyetler’in gücü ve niteliğine ilişkin kuşkuları vardı. Menşeviklerin önderi olan Martov özel bir tavır geliştirdi. Martov, partisinin çoğunluğundan farklı conatus olarak Sovyetler’in rolünü önemsiyor ve bu rolü yüceltiyordu. Martov, Enternasyonel Menşevikler diye anılan grupla hareket etmekteydi. Kurucu meclis ve Sovyetler’den oluşan bir birleşim tasarlıyordu. Bu görüşü Ekim ayında Bolşevikler de savunmaya başladı. Sol Sosyalist Devrimciler, Haziran ve Temmuz 1917’den sonra bağımsız bir grup haline geldi. Sol Sosyalist Devrimciler, burjuva koalisyonunu red tezinden Sovyetler iktidarı tezine geçtiler. Eylül başında yapılan konferansta Sovyet tabanlı bir hükümetin kurulması önergesi benimsendi. Ekim ayında bu grup Lenin’in “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganına bütünüyle katıldılar. “Tüm İktidar Sovyetlere” sloganı giderek kitlelerle bütünleşti ve devrimin maddi gücüne dönüştü. Fabrika Komitelerine Karşı Nasıl Tavır Alındı? Devrimci siyasal yapılar, Fabrika Komiteleri’ne farklı perspektiflerle yaklaştı. Menşevikler, Şubat Devrimi’ni bir burjuva devrimi olarak görüyordu. İşçiler bu devrimde önemli rol oynamışlardı. Ama bunun temel nedeni burjuvazinin zayıflığıydı. Kapitalist gelişmenin Rusya’da yeterli düzeyde bir sanayi temeli sağlamasıyla, proletarya öncü sınıf özelliği kazanabilecekti. Menşeviklere göre işçi sınıfı o zamana ve koşullara kadar burjuva demokrasisinin güçlenmesi için mücadele etmeliydi. Menşevikler, devrim anlayışlarından dolayı işçi denetimine ve bağımsız Fabrika Komiteleri’ne şiddetle karşı çıktılar. Fabrika Komiteleri sadece üretimin sürdürülmesiyle ilgilenmeliydi. Fakat üretime ve fabrikalara el koymayı asla düşünmemeliydi. Menşeviklere göre komiteler, sendikaların yerel yapıları olarak işlev görmeli, toplu iş sözleşmeleri sendikalar tarafından yürütülmeliydi. Menşevikler bu düşüncelerini 1. Petrograd Fabrika Komiteleri Konferansı’nda ve 1917 Haziran’ında yapılan 3. Rusya Sendikalar Konferansı’nda açıkça dile getirdiler. Rusya’da 1905’ten önce sendikalar yasadışıydı. 1905 Devrimi’nde yasal olarak kurulma ve çalışma olanağı kazandılar. Ne var ki sendikal örgütlenmeler hem ekonomik hem de siyasi olarak Sovyetler’in gölgesinde 31 kaldı ve oldukça etkisiz bir işçi örgütlülüğü olarak faaliyet sürdürdü. Ülke çapında, devrim günlerinde toplam 800 sendika kuruldu. Bunu 68’si Moskova’da, 80’e yakını ise Petrograd’da örgütlenmişti. Sendikalar işçi sınıfı için bir çekim merkezi olamadı. Sınıfın çok küçük bir kısmı sendikal örgütlenmenin içinde yer aldı. 1907’de Stolypin darbesiyle başlayan gericilik yıllarında sendikalar dahil, tüm işçi örgütlenmeleri dağıtıldı. Baskı ve şiddet sistematik olarak uygulandı. Sendikaların faaliyetleri yasaklandı. Savaş öncesi dönemde yeniden örgütlenme faaliyetlerine başlayan sendikalar, asıl olarak Şubat Devrimi’nden sonra gelişme gösterdi. Sendikal faaliyetler bütünüyle yasallaşmıştı. Sendikalar hızla sanayi kentlerinde örgütlenme şansı buldu. Mayıs ayında 2000 sendikaya 1.5 milyon işçi üye olmuştu, Ekim ayında bu sayı 2 milyona ulaştı. Sendikalarda Menşeviklerin belirleyici bir ağırlığı vardı. Sınıfı niceliksel olarak bir araya getiren sendikalar son derece atıl, işlevsiz örgütlenmeler olarak devrim şartlarında ortada öylece durmaktaydı. Bir nevi hayatın içindeki “hayalet örgütlerdi”. İşçi sınıfının yaşamına ve mücadelesine önemli katkıları olmadı. Her ne kadar örgütlenmenin içinde geniş işçi yığınları yer alsa da sendikalar bu yığınları şekillendiremedi. Ancak çekirdek düzeyde sendika lideri öne çıktı ve 1917 Ekim Devrimi’nde önemli rol oynadı. Menşevikler, sendikalar üzerinde partinin bütünüyle hakimiyetini yadsıyan bir tutum sergilerken, Bolşevikler sendikaların bütünüyle partinin kontrolünde olmasını savunuyordu. Sendikal bağımsız Fabrika Komiteleri’ni yerel işgücünün örgütleyicisi olarak görüyor, işlevlerini yerel sendika hücreleri olarak sınırlıyordu. 1917 Haziran ayında yapılan Rusya Sendikaları Konferansı’nda Menşevikler güçlerini korudu. Sendikalar Merkez Konseyi’nde çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı. Fabrika Komiteleri (büyük bir kısmı) ilke olarak, sendikalarla yakın işbirliği yapılmasını savunuyorlardı. Çok az sayıda militan, sendikalara karşı reaksiyonel bakıyordu. Sendikaları, işçi sınıfının birleşik gücünün organizasyonu olarak görüyorlardı. Üyelerine sektördeki sendikaya katılmaları yönünde basınç uyguluyorlardı. Komitelerin varlığı, sendikaların etkinliğini artıran bir faktör oldu. Sendikaların Fabrika Komiteleri’ni denetleyen, yönlendiren yaklaşımları, komiteler tarafından her zaman şiddetle reddedildi. Fabrika Komiteleri doğrudan etkinliklerini sistemli bir şekilde sürdürdü. Bağımsız politik tavrını ve eylemlerini hayata geçirdi. Sendikaların hegemonya kurma çabalarını boşa çıkardı. Sendikaları yönlendirebilen bir güce sahip olan Menşevikler, sendikaların Fabrika Komiteleri üzerinde hegemonya kurması doğrultusunda politikalar izliyordu. Fabrika Komiteleri işçi kitlelerinin radikalliğini taşıyan ve örgütleyen bir yapıya dönüştükçe bazı sendikaların yönetimlere müdahale etmeye başladı. Bu süreçte Fabrika Komiteleri’nin sendikaların tahakkümünün altına girmesi zaten mümkün değildi. Fabrika Komiteleri gün geçtikçe radikal işçi örgütlenmelerine dönüştü. Rusya’da Anarşist hareket içinde özellikle AnarkoSendikalistler, işçiler ve Fabrika Komiteleri içinde ciddi oranda bir etkiye sahipti. Fikri düzeyde Fabrika Komiteleri’ne yönelik en istikrarlı ve doğru çözümlemeler Anarko-Sendikalistler’den geldi. Mevcut sendikaları, işçi sınıfını ıslah etmek ve uyumlulaştırmak ve kitle eylemlerini bastırmaya yarayan, bürokratik kurumlar olarak görmekteydiler. Emekçilerinin mücadelesinin ürünü olarak doğan Fabrika Komiteleri’ni Rus işçi hareketi içinde ortaya çıkan en iyi işçi organizasyonu olarak değerlendiriyorlardı. Fabrika Komiteleri: “İşçilerin örgütlenmesinde ve kapitalizme karşı mücadelede muazzam bir rol oynamış bulunuyorlar…Kapitalizmin Ekim Devrimi her şeyden önce bir ezber bozmaydı. Devrim, komünizme ulaşmayı gerekli maddi koşullara bağlayan paradigmayı kırarak proleter devrimin ertelenemezliğini ortaya koydu conatus 32 sultasına öldürücü darbeyi vuracak örgütler (-dir). Gündelik yaşamda, işletmelerin yaşamına ve üretimin akışına rehberlik eden militan…örgütlerdir. Fabrika Komiteleri, bu günün gereksinmelerini unutmadan gelecekteki sosyalist üretimin yolunu döşemelidirler.” (Paul Avrich, Rus Devriminde Anarşistler; Metis Yay., 1992, s. 86.) Anarko-Sendikalistler Fabrika Komiteleri’nin güçlenip geliştirilmesinden yanaydı. Devrim sonrasında tam kontrol, bu örgütlenmeler aracılığıyla gerçekleştirilebilirdi. Anarko-Sendikalistler içinde Maksimov’un liderlik yaptığı bir eğilim işçi sınıfının tam kontrolü gerçekleştirebilecek bilgi ve donanıma sahip olmadığından eğitilmelerinin üzerinde duruyordu, özyönetimin başarılı bir şekilde uygulanması için bu sürecin gerekli olduğunu ileri sürüyordu. Diğer eğilim ise büyük üretim birimlerine ve finans kuruluşlarına derhal el konulması taraftarıydı. Anarko-Sendikalistler, işçi denetimi hakkında oldukça sarih fikirlere sahipti. Devletçi ya da otoriter bir devrime ya da işçi kontrolünün merkezileştirilmesine, kararların “yukarıdan” alınmasına ve uygulanmasına şiddetle karşıydılar. Bu perspektifle Petrograd Fabrika Komiteleri Konferansı’nda merkez konseyin kurulmasını sert bir şekilde reddettiler. Fabrika Komiteleri, hem kapitalist sistemi yıkmanın aracıydı hem de gelecekteki özgürlükçü toplumun nüveleriydi. Bu özelliğinin bozulması bir anlamda devrimin kirlenmesi ve çürümesiydi. Anarko-Sendikalistler sayısallıklarından çok daha fazla Fabrika Komiteleri’nde etkinlik kurdular. Komitelerin radikalleşmesinde önemli rol oynadılar. Anarko-Sendikalistler, fırıncılar, nehir ulaşım, dok, tersane işçileri, Donetz madencileri, gıda sanayi işçileri, posta telgraf işçileri arasında geniş örgütlenme ağı kurdular. Metal, tekstil işçileri, matbaacılar ve demiryolu işçileri üzerinde de azımsanamayacak kadar etkileri vardı. (Paul Avrich, age., s. 80.) Anarko-Sendikalistler ile Anarko-Komünistler arasındaki ideolojik-teorik, politik-pratik farklılıklar, Rusya’da anarşist hareketin gelişmesini ya da işçi hareketi içinde daha üst düzeyde nüfuz etmelerini engelledi. Bu farklılıklar, temel referanslar kadar teknolojiye conatus bakış, Batı’nın değerlendirilmesi ve üretim sürecine ilişkin düşüncelerde kendini gösteriyordu. AnarkoKomünistler Slavcı bir özlemle, komünler federasyonunu ileri sürüyor, terörü bir yöntem olarak benimsiyor ve fabrikalara el koyma eylemleri gerçekleştiriyordu. Anarko-Sendikalistler “Batılıların teknolojik ilerlemesine hayrandı. Ancak…kitlesel üretime (eleştirel yaklaşıyor), insanın merkezileşmiş bir sanayi makinesinin dişleri arasına sıkışma tehlikesini (-de görüyorlardı)…İşçilerin kendi kaderinin gerçekten efendisi olabileceği merkezileşmemiş bir işçi örgütleri toplumuna inanıyorlardı.” (Paul Avrich, age., s. 14.) Bolşeviklerin Fabrika Komitelerine yaklaşımı farklılıklar gösterdi. Lenin’in Nisan Tezleri’nden sonra, kuram ve uygulamadaki çelişkiler ve belirsizlikler ortadan kalktı. Lenin, devrimin ikinci aşaması olan sosyalist safhanın başlaması çağrısında bulunsa da, arada geçiş dönemi olmaksızın Rusya’da sosyalizmin başarılacağına inanmıyordu. Devrim siyasi iktidarı proletaryaya ve köylülere devredecekti. Sovyetler aracılığıyla oluşturulacak bu iktidar, proletarya ve köylü devrimci demokratik diktatörlüğüydü. Lenin 1917 öncesinde üretim düzeyinde işçi kontrolüne ve özyönetimine çok az vurgu yaptı. Lenin Rusya’ya döndüğünde devrimci devletin temelini oluşturacak Sovyetler aracılığıyla üretimi devletin kontrol etmesi gerektiği üzerinde duruldu. Ne var ki o dönemde Fabrika Komiteleri geniş çapta üretimin denetlenmesi yönünde faaliyetler yürütüyordu. Bolşevik işçilerin çoğu bu çalışmaların içinde aktif olarak rol alıyordu. Parti organlarından hiçbir talimat almaksızın devrimin gelişmesinde önemli katkılarda bulundular. Öyle ki bu çalışmalar Bolşevikler’in işçi sınıfı ve halk katmanları içinde hızla güçlenmesini ve destek görmesini sağladı. Fabrika Komiteleri, Bolşevikler’i destekleyen ilk ve en büyük kitle örgütlenmesi oldu. (Carmen Siriani, age., 72-73). 30 Mayıs ile 5 Haziran arasında yapılan 5. Petrograd Fabrika Komitesi Konferansı’nda Lenin, işçi kontrolü ve Fabrika Komiteleri’nin en büyük savunucusuydu. Delegasyonun büyük bir çoğunluğu Bolşevik’ti. Bolşevik Parti, Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi’nin kurulmasını ve bu konseyin yerel komitelere karşı sorumlu olmasını savundu. Konferansa katılan temsilcilerin büyük çoğunluğu, 33 Fabrika Komiteleri’nin her düzeyde ve her şekilde merkezileştirilmesine şiddetle karşı çıktı. İşçiler ve işçi temsilcilerinin çoğunluğu bürokratik ve merkezi kontrole karşıydı. Bolşevikler’in ve Lenin’in, komitelerin işlevine yönelik, farklı konjonktürlerde ayrı ayrı açılımları oldu. Genel kanı Fabrika Komiteleri’nin yerine üretimin denetiminin, işçi ve asker temsilcileri Sovyet’inin ve sendikaların elinde olması doğrultusundaydı. (Carmen Siriani, age., s. 75.) Bu yaklaşım Fabrika Komiteleri militanlarınca hoşnutsuzlukla karşılandı. Bolşevikler, 3. Rusya Sendikalar Konferansı’na sundukları tezlerde, sendikalara ve Sovyetlere ayrı ayrı işlev verdiler. Komiteler sendikalara, net bir şekilde tabi yapılar olarak yeniden dizayn edildi. Komiteler, sendikaların hücreleri olarak değerlendirildi. Komiteler, sendikaların belirleyeceği alanlarda faaliyet göstereceklerdi ve Fabrika Komiteleri Konseyi mali destek almayacaktı. Fabrika Komitelerine sınırlı işlevler verildi. Özellikle işçi kontrolü sorununa mesafeli yaklaşıldı. İşçi kontrolü konusunda Bolşevikler’in kafası karışıktı. Bazen kuşku bazen de korkuyla yaklaşıyorlardı. Bolşevikler, Fabrika Komiteleri’ni iktidarı ele geçirme mücadelesinde önemli bir destek olarak gördüler. Bu olağanüstü yapıları araçsallaştırdılar. Bolşevikler dahil, Rus Marksistleri’nin işçi kontrolü kavramına yönelik ayrıntılı çözümlemelerinin bulunmaması bu anlamda düşündürücüdür. Ekim Devriminin Problematiği: Devlet mi? Sovyet mi? Ekim Devrimi nesnel koşulların sınırlılığını yıkan, bir anlamda diyalektik gelişimin kapalılığını kıran bir devrimdi. Emeğin özgürleşmesi yönünde bu muazzam gelişme kendi örgütlenmelerini de yaratmıştı. Sovyetler, “sıradan” insanların bugünden yarını fethetme organlarıydı. “Sıradan” insanlar kolektif bir güç olarak geleceklerini bu yapılar aracılığıyla gerçekleştirdi. Sovyetler başta işçi sınıfının yıkıcı gücünü açığa çıkardı. Kitleler yıkıp yeniden yaratma gücünü Sovyetler aracılığıyla gerçekleştirdi. Fabrika Komiteleri ise geleceğin bugünden yaratılmasının somut ve yaşayan örnekleri oldu. İşçi sınıfı bu komitelerle gündelik yaşamını devrimcileştirdi. Komiteler işçi sınıfının yaratıcı ve değiştirici gücünün muhteşem örnekleri olarak faaliyet yürüttü. İşçilerin Fabrika Komiteleri’ne “Devrimin Çocukları” adını vermeleri boşuna değildi. Lenin, “Nisan Tezleri” ve “Devlet ve İhtilal” adlı çalışmalarıyla devlet ve parlamentarizm karşıtlığını açık olarak ortaya koyar. Paris Komünü’nden referansla proletarya diktatörlüğü teorisini kurar. Lenin; Marx, Engels, Kautsky, Buharin, Pannekoek gibi sosyalistlerin devlet üzerine kuramsal açılımlarından yararlanarak Devlet ve İhtilali kaleme aldı. Buharin’in devlet ve sosyalizm üzerine çalışmaları ve Pannekoek’un parlamenter sistemin yerine proleteryaya özgü organların geçeceği yönündeki tahminleri (1912’lerde) Lenin‘i besleyen materyaller oldu. Özellikle Lenin, 1871 Paris Komünü Üzerine çalışmalarında devlet karşıtı bir konumda duran Marx’ı “yeniden keşfetmesi” devrimin “geleneksel” kurumları yıkacağı yerlerini yenilerini yaratacağı yolundaki inancını pekiştirdi. Yinede Lenin Sovyetlerle Marx‘ın Paris Komünü yorumları arasında net olmayan, belirsiz bağlar kurdu. Bunu 1917 öncesinde Paris Komünü‘nün hatalarına yönelik yaptığı özel vurgularda görmek mümkündür. Lenin’de 1871 ile 1905 ve 1917 arasında sistematiğin kurulması 1917 Mart’ına dayanır. (Uzaktan Mektuplar‘da bu bağlar kurulmuştur.) Nisan Tezleri’nde ise Marx’ın komün konusundaki çözümlemelerine göndermeler yapar. Sovyetleri komün benzeri örgütlenmeler olarak tanımlar. Yinede Devlet ve İhtilal’de ortaya konan Sovyet Sosyalist conatus 34 Devleti’nin imgesi 1917’deki somut sovyetlerden farklıydı. Bolşevikler, Sovyetleri devrimci stratejilerinin parçası olarak görüyordu. Sovyetler öz yönetimci bir yapı olmaktan öte, bir eylem programı içerisinde ele alınıyordu. Temel anlayış, Sovyetlerin devrimle ve devrim için var olduğu yönündeydi. Halbuki devrim ancak Sovyetler ve Sovyetler hareketi ile var olabilecekti. Tarihsel süreç bu yönün doğruluğunu ortaya çıkaracaktı. Devlet ve İhtilal’de çizilen Sovyet taslağı özünde iktidar mücadelesini içermekte ve iktidara el konulmasının haklılığını ortaya koymaktaydı. Kısaca Lenin’in devlet felsefesi iktidar mücadelesine dayanıyordu. Sovyet oluşumları bu manada Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi için birer araca dönüşüyordu. Lenin için sosyalist devrim, Sovyetlerin iktidarı alması ile ve Bolşevik Partisi’nin iktidarı ile özdeşti ve bir birinden ayrılmaz özellikler taşıyordu. Bundan dolayı Lenin, diğer devrimci yapılara son derece ketum davrandı. Bolşevikler arasında hakim olan üç sosyalist partinin koalisyon yapma düşüncesini şiddetle reddetti. Böylesi yaklaşımları proletaryanın ve köylü Bolşevik yönetim, üretim araçlarını devletin kontrolüne geçirerek ve üretimi artırarak yoksulluğu önlemeye girişmiş olsa da, uyguladığı model üretim sürecindeki işçinin yabancılaşmasına ve depolitize olmasına neden olan otoriter bir yönelimdi conatus sınıfının devrimci demokratik diktatörlüğünün içinin boşaltılması olarak değerlendirdi. Özce Sovyetler bir anlamda Bolşevik yoruma tabi tutularak partinin devrim stratejisinin tamamlayıcısı ve iktidar mücadelesinin anahtarı olarak görülüyordu. 25 Ekim devrimci ayaklanması bu perspektifle gerçekleşti. 25 Ekim’de 2. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi’nin toplandığı gece, Petrograd Sovyeti şehri ele geçirdi. Ayaklanma tarihe “Kızıl Ekim” olarak geçti. Yığınların devrimi hızla Rusya topraklarına yayıldı. Çünkü; “Devrimci İşçilerin kapitalizmin temellerini yıkması Ekim’den önceydi. Geriye kalan sadece üst yapıydı. Eğer kapitalistlerin işçilerce bu mülksüzleştirmeleri olmasaydı, burjuva devletin imhası hiçbir şekilde başarılamazdı. Mülk sahiplerinin direnişi çok daha güçlü olurdu. Diğer yandan, Ekim’deki toplumsal devrimin amaçları sadece kapitalist gücün al aşağı edilmesi ile sınırlı değildi. Toplumsal kendinden yönetimin uzun pratik gelişme dönemi, işçilerin önünde duruyordu”. (Piotr Archinov, İki Farklı Ekim, Asimetri Yeraltı yayın.) 3. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi 28 Ocak 1918’de toplandı. Toplantı devam ederken 2 Mart 1918’de Köylü Sovyetleri Kongresi ile birleşme kararı alındı. Birleşik Kongre’ye 942 delege katıldı. Lenin kongreye katılan 720 delegenin 434’ünün Bolşevik olduğunu yazdı. Birleşik Kongrede devletin adı Rusya Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti adı verildi. Sovyetler kendini en yüksek iktidar organı olarak ilan etti. Bu süreç bir yanıyla da Sovyetlerin devlete ikame edilişiydi. Sovyetlerin devlet organlarına dönüştürülmesi, içeriğinin boşaltılmasından başka bir anlam taşımayacaktı. Kitlelerin yaratıcı gücünün en konsantre hali olan Sovyetler, devletin aparatları haline getirildi. İşlev ve işleyişleri deforme edildi. Bunun ilk adımı Kızıl Ordunun kurulması ile atıldı. Daha sonra ekonomik ve politik alanda benzer bürokratik ve otoriter düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelere yaşanan koşulların muazzam zorluğu “gerekçe” gösteriliyordu. Aslında yapılan, devrimin kendisi olan ve kitlelerin toplumsal ve ekonomik öz yönetim organları özellikleri taşıyan Sovyetlerin işlevsizleştirilmesiydi. Doğrudan demokrasinin temel yapıları böylece çökertiliyordu. Bu durum bir iç çürümesiydi. “Sıradan” insanlar bu yapılar aracılığıyla kendi kaderinin hakimi olurken, 35 bu muhteşem adım kırılıyor sıradan insanlar yine “kaderlerine” razı olmaya zorlanıyorlardı. İşçi sınıfı “ruhunu” kaybediyordu. Benzer gelişmeler Fabrika Komiteleri’nde de yaşandı. Ekim Devrimi sonrası Fabrika Komiteleri örgütlenmesi daha da yaygınlaşmış ve güçlenmişti. Mart 1918’de fabrikaların yüzde 83’de Fabrika Komiteleri faaliyet yürütüyordu. Devrim sonrasında Bolşevikler arasında üretimin örgütlenmesi konusunda başlayan tartışmalar Rusya’da “yeni” bir dönemin kapısını araladı. Bu süreç Sovyetlerin olduğu gibi Fabrika Komiteleri’nin de geleceğini belirleyecekti. Kutsanan Emek ve “Eşitliğe” Kurban Giden Özgürlük: Devletçi Sosyalizm 1918’de, henüz devrimin üzerinden bir yıl bile geçmeden, acil konu olarak gündeme gelen emek süreci tartışmaları büyük oranda bir zorunluluğun ifadesiydi. Ancak Bolşeviklerin soruna yönelik ürettikleri çözüm, emekçilerin politik yaşamdaki rolünü alt üst edecek bir içeriğe bürünmekte gecikmedi. Fabrika Komiteleri’nin etkinliği azaltılmaya çalışıldı. Fabrika Komiteleri’nin etkisizleştirdiği sendikalar, Fabrika Komiteleri’ne karşı savaş açtı. (paradoksi bir biçimde Fabrika Komiteleri’nin sendikalara bağlı bir alt organ gibi çalışmasını birkaç ay önce Menşevikler savunmaktaydı.) Sendikalar sınıfın bağımsız örgütleri olarak değil, devlet ve parti angajmanlı hareket ediyordu. Bolşeviklerin büyük kısmı, emek sürecinin bugün adına Taylorist diyebileceğimiz bir yönteme göre örgütlenmesinden yana tavır koymuş ve bu yolla emek verimliliğinin artırılmasını sağlamak istemişlerdi. “Devrimden sonra, ekonomiyi idare edenlerin elinde iki seçenek vardı: Üretim ya devletin elinde, yada işçilerin elinde örgütlenecekti. Bolşevikler, bu seçeneklerden ilkini gerçekleştirmek için, ikincisine karşı hareket etmek zorundaydılar.” (Aileen O’Carroll, Bolşevik Devrim: Özgürlük ve Devrim, Asimetri Yeraltı yayın.) Fabrika Komiteleri, Bolşeviklerin bu kararına sert bir şekilde karşı koymaktaydı. Taylorizm uygulamalarının önündeki en büyük engel Fabrika Komiteleri olarak görülmeye başlandı. 1918 yılı içinde Fabrika Komiteleri’ne karşı savaş açıldı. Komiteler yıl sonunda sendikalarla bütünleştirildi ve sendikaların alt organları haline getirildi. Özünde kapitalist iş örgütlenmesini muhafaza etme dışında bir anlamı olmayan Taylorist modelin üretimin ana birleşeni haline getirilmesi, beraberinde doğrudan demokrasinin temel organları olarak faaliyet gösteren Fabrika Komiteleri’nin tasfiyesi anlamı taşıyordu. “İlerlemeyi”, “kalkınmayı” hedef olarak belirleyen Bolşevikler, yoksulluktan kurtulmak ve “cahil işçi kitleleri”ni aydınlatmak amacıyla rasyonel kabul edilebilecek, yeni bir yapılanmaya gereksinim duymaktaydı. Ancak kalkınma ve ilerleme projelerini yaşama geçirmek için ödenecek bedel, kitle inisiyatifinden vazgeçmek ve bu yolla bürokratik bir modelin kurulmasını sağlamaktı. Devrim sonrası yönetim, sanayi üretimini disipline etme yönünde adımlar attı, işçilere parça başı ücret ödemeyi gündemine aldı ve Fabrika Komiteleri’ni işlevsizleştirerek yerine burjuva uzmanlarını getirdi. Üretim araçlarının devlet mülkiyeti biçiminde yeniden örgütlenmesi doğrultusunda düzenlemelere girdi. Devlet mülkiyetiyle proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin garantisi olacağına yönelik bu eğilim**, korkunç bir trajediyi ortaya çıkardı. Taylorizm, özünde bir kapitalist iş örgütlenmesi ve toplumsal değişim projesiydi. İşçi sınıfının olası direnişlerini kırmayı amaçlıyordu. İşçiler arasında rekabeti artıran ve işçilerin kolektif hareket etmesini engelleyen bu sistem, kapitalist ülkelerde uygulandığı gibi, çalışma zamanını olağanüstü biçimde uzatıyor, işçinin günlük yaşamını fabrikadaki yaşam ile sınırlıyor, üretimi artırabilmek için işçiyi makinenin bir parçası haline getiriyordu. Bolşevik yönetim, üretim araçlarını devletin kontrolüne geçirerek ve üretimi artırarak yoksulluğu önlemeye girişmiş olsa da, uyguladığı model üretim sürecindeki işçinin yabancılaşmasına ve depolitize olmasına neden olan otoriter bir yönelimdi. Sonuçta Ekim Devrimi’nin asli öğesi ve yeni bir toplumun kurucu öznesi olan işçi sınıfı, yeniden fabrikalara hapsedildi. Kendi kaderlerine hakim olmak için yola çıkan işçiler, kendilerine sunulan kaderin parçası haline geldiler. İşçi sınıfı hızla atomize oldu, giderek yalnızlaştı ve yabancılaştı. Fabrikanın yeniden örgütlenme süreci, aynı zamanda conatus 36 “yeni” toplumun örgütlenme süreciydi. Toplum fabrikalaşırken zihniyet dünyası da ona uygun örgütlendi. Artık toplumu dönüştürme gücünü “yitirmiş” bir sınıf ve onun adına hareket eden ve tüm iktidarı kendinde toplayan merkezi otorite vardı. Bu dönemde parti içerisinde bürokrasi uyarılarının yapılması, tarihsel bir ironiydi. Bürokratikleşmenin artması Bolşevikler arasında buna karşı önlemlerin alınması tartışmasını gündeme getirdi. 1920 yılından itibaren taban örgütlenmelerinin önemi vurgulanmaya başlandı. Bu yönde adımlar atılmaya çalışıldı. Ancak giderek güçlenen bürokrasi, bu sürecin bütünüyle önünde engel oldu. İşçilerin kendilerini ifade etmeye çalıştığı tüm toplumsallaşma biçimleri yok edildi. İşçiler, makinenin bir parçası haline getirilip, bütün toplum üniform modelde yeniden örgütlendi. Bu süreç, bir gökkuşağı olan Ekim Devrimi’nin zenginliğinin bitimi anlamına geliyordu. Devrimin yarattığı muhteşem örgütlenmeler ve doğrudan demokrasinin temel dinamikleri olan Sovyetler ve Fabrika Komiteleri koşullar gerekçe gösterilerek tasfiye ediliyordu. Kazanan Devletçi Sosyalizm olacaktı. *Bund: Polonya, Litvanya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliği, Yahudi, Marksist ve anti-siyonist işçi hareketinin en önemli gücüydü. **Lenin Rusya’da devlet kapitalizmi modelini, kapitalizmden komünizme geçişin zorunlu bir aşaması olarak görüyordu. Lenin, bu konuda Mikhail Larin’in 1. Dünya Savaşı yıllarında devlet tarafından yönetilen Alman ekonomisi üzerine yazdığı yazılardan yararlandı. Geçiş dönemini proletarya diktatörlüğü altında devletin tekelci diktatörlüğü olarak tasarladı. Bu yaklaşım, üretim ilişkilerinin bazı istisnalar dışında kapitalist karakterini korumasını içeriyordu. Siyasi iktidar ise devrimci proletaryanın elindeydi. Böylece toplumun bütün gereksinmelerini karşılamak doğrultusunda üretim ve dağıtımın gerçekleştirileceği, komünizme geçişin temelleri atılacaktı. Komünizm bu yönüyle kapitalist toplumun temelleri üzerinde gelişen bir toplum olarak tasarlanıyordu. Komünizme geçiş ya da dönüşüm aşamalı bir geçiş olarak öngörülüyordu. Devlet kapitalizmi; emeğin, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu, sanayi üretiminin disipline edildiği verimliliğin her şart altında esas alındığı bir iktidar işleyişiydi. Böylece sermayenin üretici güçleri geliştirme kapasitesi ve işlevi devlet tarafından üstleniyordu. Bu işleyişte özel mülkiyet yoktu, üretim araçlarına proletarya adına devlet el koymaktaydı. Devlet planlaması ve denetimi küçük ölçekli üretimin anarşisini engellediği gibi tüm toplumun eşit iş ve eşit ücretle fabrikalaşmasını içermekteydi. conatus Lenin, ancak bunun gerçekleşmesiyle komünizme dönüşümün sağlanabileceğini ileri sürüyordu. Böylece devletin sönümlenmesi, toplumsal üretim araçlarının, üretimin ve tüketimin denetlenmesini gereksiz hale getirecek kadar gelişmesine bağlı kılınıyordu. Bütün bu tanımlamalar özünde emeğin yaratıcı gücünü yok sayıyordu. Emeğin hayatı yaratan ve yeniden üreten niteliği önemsizleştiriliyordu. Emek, devlet mülkiyetine tabi tutuluyor ve tahakküm altına alınıyordu. Emek kendini gerçekleştirebileceği maddi koşulları ve bu koşullar üzerinde egemenliğini kaybediyordu. Devlet hakimiyetini heyula gibi yaymayı başaracaktı. Sovyet ve Fabrika Komiteleri, emeğin kendini bağımsız olarak gerçekleştirebilme, yaratıcı gücünü ortaya çıkarma, geleceği bugünden kurmanın örgütleriydi. Aynı zamanda emeğin komünalliğinin somut örnekleriydi. Mülksüzleştirmenin temel gücü, komünizmin bugünden örülmesi ve bir gerçeklik olarak kurulma dinamikleriydi. KAYNAKÇA: Marx, Engels, Lenin, Paris Komünü Üzerine; Sol Yay., 1977. Albert Soboul, 1789 Fransız İnkılabı Tarihi; Cem Yay., 1969. François Furet, Fransız Devrimini Yorumlamak; Alan Yay., 1989. Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist Demokrasi; Belge Yay., 1990. Voline, Rus Devrimleri; Babil Yay., 2000. Nikolay Buharin, Her Şey Nasıl Başladı; Epos Yay., 2003. Christopher Hill, Lenin ve Rus Devrimi; Evrensel Basın Yay., 1991. Aleksadr Kerenski, Kerenski ve Rus İhtilali; Ağaoğlu Yay., 1967. Lenin, 1905 Devrimi Üzerine Yazılar; Yöntem Yay. E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, 1. Cilt; Metis Yay., 1989. Marcel Liebman, Rus İhtilali; Varlık Yay., 1968. Tony Cliff, Lenin, 1, 2, 3. Cilt; Z Yay., 1994-96. Oscar Anweiler, Rusya’da Sovyetler; Ayrıntı Yay., 1990. Paul Avrich, Rus Devrimi’nde Anarşistler; Metis Yay., 1992. Lenin, Nisan Tezleri Ve Ekim Devrimi; Sol Yay., 1992. Lenin, Devlet ve İhtilal; Sol Yay., 1992. Abraham Ascher, Rus Devrimi’nde Menşevikler; Metis Yay., 1992. 37 Piotr Archinov, İki Farklı Ekim; A-4/ Asimetri Yer altı yayın Rudolf Rocker, Anarşizim ve Sovyetizim; A-4/ Asimetri Yer altı yayın Andrew Flood, Rus Devrimi; A-4/ Asimetri Yer altı yayın Aileen O’Carroll, Bolşevik Deneyimi: Özgürlük ve Devrim; A-4/ Asimetri Yer altı yayın Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken, 2. Cilt; KaosMetis Yay., 1997. Isaac Deutscher, Troçki Silahlı Sosyalist; Ağaoğlu Yay., 1969. K. Marx, F. Engels, Siyasi Yazılar; Hil Yay., 2004. conatus 38 39 RUSYA EKONOMİSİNİN DOĞASI R a y a D u n a y e v s k a y a İngilizceden çeviren: Münevver Çelik Giriş: “Tek Bir Kapitalist Toplum” Marx’ın kapitalist toplumu analiz etme yönteminin anlaşılması, değer yasasının verili egemenliğinin, ki bu dünya pazarının yasasıdır, verili bir toplumun aşağıdaki birkaç koşuldan biri veya hepsi birden hüküm sürmeye devam ettiği sürece kapitalist bir toplum olarak kalacağını ortaya çıkardı: (1) [üretim] kesimlerinin alt bölümleri arasındaki değişim doğrudan1, yani pazar deneyimi olmaksızın sağlandı; (2) üretim araçları üreten kesim ile tüketim malları üreten kesim arasındaki ilişkiler öylesine planlandı ki, olağan herhangi bir ticari kriz ortaya çıkmadı; ve son olarak, (3) buna rağmen sermayenin merkezileşmesi yasası kendi sınırına ulaşmış olacaktı ve bütün sermaye “tek bir kapitalistin veya...tek bir kapitalist toplumun”2 elinde toplandı. Marx kesinlikle tarihsel olarak asla var olmamış katışıksız bir kapitalist toplumu analiz ettiği için, Marx’ın analizi, her kapitalist toplum için ama sadece kapitalist toplum için doğru olanı ileri sürer. Marx’ın öncelikle ilgilendiği şey, yani “tek bir kapitalist toplum”, soyutlama değildi. Marx, aşırı gelişmenin bu toplumun hareket yasasını hiçbir şekilde değiştirmeyeceği olgusu ile ilgilendi. Bu soyutlamayı analizinin bir noktasında yaptı; çünkü bu soyutlamayla tekil bir kapitalist toplumun sınırlılıkları çok daha açıkça görülür hale getirilebilirdi. Geleneksel kapitalist toplumdan tek temel ayrım, üretim yönteminde veya üretim yasalarında değil, temellük etme yönteminde olabilirdi. Rus Devlet Kapitalizmi: Verili Tek Kapitalist Toplum I. Temellük Biçimi Rus devlet kapitalizmi altında üretim araçlarının ve bunların rekabetçi pazarının ortadan kaldırılmasından bu yana, temellük etme nasıl gerçekleştiriliyor? Rusya’da üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması, herhangi bir ekonomik conatus 40 işletme içinde birikime izin veren hukuk kavramından kopmak demektir; çünkü devlet sadece “ulusal sermaye”yi artırmayı hedefler. Yine de “rublenin kontrol” edilmesinin sağlanması ile işletmelerin içsel birikim yapmalarına izin verildi. Aslında, sermaye birikiminde bu ilgiye yönelik teşvikler, Direktör Fonunun (Director’s Fund) oluşturulması ile yaratıldı. 1940 yılında, içerideki birikim, sermaye yatırımının yüzde 32.5’ini oluşturuyordu.3 Devlet sermayesinin bu aracıları, birikmiş olan sermayenin mülkiyet hakkına sahip değilse, o zaman üretim bir başka itici güç tarafından mı yönetiliyor? 1. Planlama karşısında ortalama kâr oranı Rusya’nın kapitalist bir toplum olduğunu reddeden Stalinistler, bunun en iyi kanıtı olarak Rusya’nın “kapitalizmin ortalama kâr oranı yasasına” tabi olmadığı konusunda ısrar ederler.4 “Kapitalizmin yasası”, ortalama kâr oranı değil, kâr oranındaki düşmedir. Ortalama kâr oranı, sadece işçilerden elde edilen artı değerin kapitalistler arasında bölüşülmesi ile ilgili bir meseledir.5 Bu olgudan yola çıkarak, “bu yüzden” Rusya’nın kapitalist bir ülke olmadığı sonucuna varmak mümkün değildir. İşte bu yüzden Stalinizmi savunanların yaptığı şey, büyük tartışmalarla “kapitalizmin yasası”nı kâr oranının düşmesi olmaktan çıkarıp, ortalama bir kârın yaratılması biçiminde tahrip etmektir. Bu kişiler, kendilerine teorik bir temel elde etmek üzere Marksizmi bu şekilde yeniden revize ederek, Rusya’nın kapitalist olmayan bir ülke olduğu “kanıtı”ndan söz etmeye başladılar: Sermaye, en kârlı olduğu yerden ayrılmaz; ama orada sermayeyi devlet yönetir. Bu yüzden, en büyük kârlar hafif endüstriden elde edilmesine rağmen, Rusya’nın ağır endüstri kurabileceği sonucuna vardılar. Diğer bir deyişle, Amerika Birleşik Devletleri’nin, sermayenin en kârlı alanlara kayması ile gerçekleştirdiği şeyi, Rusya planlama yoluyla gerçekleştirmek durumundaydı. Üstelik, Rusya’da kâr, klasik kapitalizmde taşıdığı anlamı taşımaz. Hafif endüstriler, emeğin muazzam üretkenliğinden dolayı değil, devlet tarafından dayatılan ve bu endüstrilere tamamen hayali “kâr” sağlayan işlem vergileri nedeniyle daha büyük kâr getirir. Gerçekte bu, endüstrinin değil devletin ücret yoluyla işçiye verilen “fazladan” her şeyi cebine indirmesinin aracıdır. Bu, ağır conatus endüstri kanalıyla yapılan şeyin aynısı olamaz; çünkü işçiler ağır endüstrinin ürünlerini yiyemez. İşte, bu tür “kâr”ın ne sermayeyi ne de sermayenin tekil aracılarını çekmemesinin nedeni budur. Sorunun düğümü de budur. Sözcüklerin, kârın ve zararın, kesinlikle farklı bir anlamı olduğu varsayıldığı için, sermayenin kendisi yapmadığında, sermayenin tekil aracıları en “kâr”lı girişimleri yapmazlar. Tam da aynı nedenden dolayı, tersi klasik kapitalizmin niteliğiydi: Artı değerden tekil aracılara düşen pay, ağır endüstride daha büyüktür. Bir trilyon dolarlık tröstün yöneticisinin ücreti, tröstün kâr elde edip etmemesine değil, temelde yönettiği sermayenin büyüklüğüne bağlıdır. Kapitalizmin tarihi boyunca sıklıkla olduğu gibi, devlet kapitalizmi de, rekabetçi, tekelci ve tekelci devlet aşamaları yoluyla temellük biçiminde bir değişime yol açar. Sermayenin tekil aracısının, kendi fabrikasında söküp aldığı artı değeri doğrudan gerçekleştirmek için zamanı yoktur. Kendi tekil sermayesi toplam sermaye üzerinde baskı uygulayabildiği ölçüde, ulusal artı değerin dağılımına katılmak zorundadır. Rusya’da bu baskı, rekabet yoluyla değil devlet planlaması yoluyla uygulanır. Ama kapitalistler, isterseniz devlet temsilcileri deyin, arasındaki bu savaş veya uzlaşma, ulusal artı değerde kanı ve teri donmuş olan proletarya ile hiç ilgilenmez.6 İlgilendiği şey, patronun “işlevini” yerine getiren kişi ile olan ilişkisidir. 2. Özel mülkiyet ve sermayenin aracıları Sömürüye dayalı farklı ekonomik düzenleri ayırt eden şey, ne mülkiyet hakkının adı ne de bireylerin güdüleridir; tersine onları ayıran şey, kullandıkları üretim yöntemi veya artı değer elde etme biçimidir. Mülkiyet hakkı temel alınmış olsaydı, o zaman Stalinistler şunu iddia etmekte haklı olurlardı: “Rusya’da özel mülkiyet olmadığı için, insanın insan tarafından sömürülmesi de yoktur.” “Sosyalist ekonomi”nin görünüşte dayatılmasının arkasında ne yazık ki “sınıfsız entelijansiya” vardır.7 Zenginler sınıfının özgül ağırlığı, toplam nüfusun sadece yüzde 2.05’ni kapsar! Devletin ve devlet endüstrisinin temsilcisi olarak hareket eden bireyler, birikim sürecine katılmayı reddetme konusunda teorik olarak özgürdürler, tıpkı 41 Amerika Birleşik Devletleri’nde bir kapitalistin kendi fabrikasındaki üretim araçlarının yasal mülkiyet hakkını bir imza atarak işçilere verme konusunda özgür olduğu gibi. Amerika Birleşik Devletleri’nde bunu yapan kapitalist, Catalina Adası’nda dinlenmeye çekilebilir veya daha da kötüsü bir deliler evine gönderilebilir. Rusya’da ise, “tasfiye edilir.” Ama bunu reddedemez. İşçiye yabancılaşan ölü emeğin ve kendisini baskı altında tutanların aracısı olarak, sermayenin temsilcisi olarak hareket eder. İkisi arasındaki sınıf farkı, Rusların tabiriyle “işlevsel” olarak adlandırdıkları fark, görünüşte ifade edilir; geleneksel kapitalizm altında olduğundan farklı bir anlam yoktur; biri lüks içinde yaşar, diğeri sefalet içinde. Rusya’da sermayenin aracısının “kendi” fabrikası olmadığı doğrudur. Ama kişisel mülkiyet, sınırsız faiz getiren bono, lüks ev, kır evleri ve kişisel ürünler satın alma hakkı tanınır. Devlet bonoları, miktarının ne kadar büyük olduğu önemli değil, veraset vergisine veya teberru vergisine tabi değildir. Bütün kişisel mülkiyet biçimleri, sonraki nesillerin yönetimine bırakılabilir. Proletarya için erişilmesi imkânsız öğrenim harçları isteyen yüksek öğrenim kurumları, ücretle çalışan bu fabrika yöneticilerinin çocuklarına memnuniyetle kucak açar ve bu yönetici sınıfın oğullarını ve kızlarını iyi pozisyonlara yerleştirmeyi güvence altına alır. Ama bu yine de tamamen fabrikadaki ilişkiye bağlıdır. Bu, ne bürokrasinin kaprisi ne de rekabetçi kapitalizmde işçi ücretlerini belirleyen tekil kapitalistin “iradesi”dir. Bu, her ikisini de egemenliği altına alan değer yasasıdır. Değer yasası, örneğin Rusya ekonomisinin hareket yasası, zenginliğin kutuplaşmasına, sermayenin organik bileşiminin artmasına ve bir uçta sefaletin diğer uçta sermayenin birikmesine yol açmıştır. Bu, verili tek kapitalist toplumdur, dünya kapitalizminin emekçinin üretim araçları üzerindeki kontrolünü kaybetmesinden kaynaklanan yasaları tarafından yönetilen bir ekonomidir. Peki ama, sadece özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla yetinmeyip kapitalistler de mülksüzleştirilmiş olmasına rağmen, bu nasıl ortaya çıkabildi? II. Karşı-Devrim (1935-1937’ye Vurgu) Bir yanda dünya pazarının durumu, diğer yanda Avrupa’daki gelişkin proletaryanın devrim yapmada başarısız olması ve dolayısıyla Rus proletaryasına yardıma gelememesi göz önüne alındığında, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki geçiş aşamasının can vermesi ve değer yasasının kendi egemenliğini tekrar kurması kaçınılmazdı. Lenin’in katıldığı son parti kongresini uyardığı gibi, “Rus pazarını ve tabi olduğumuz, ilişkilendiğimiz ve kaçamayacağımız uluslararası pazarı” açıkça incelemek zorunludur. Karşı-devrim, elde silahlar hazır “resmi” bir görünüşte değildi; bu yüzden onu fark etmek zordu. Aygıtların bürokratikleştirilmesi ve proletaryanın devlet üzerindeki politik kontrolünü kaybetmesinin yanı sıra, üretim ilişkileri de bir dönüşüme uğruyordu. Aslında bu dönüşüm, bir sınıf olarak bürokrasinin güçlendirilmesinin temelinde yatan, değişen üretim ilişkileriydi. Üretim ilişkilerindeki ilk değişimler sezilebilir biçimde ortaya çıkmadı. İş denetçileri, işçilerin çıkarlarını Devletin ve devlet endüstrisinin temsilcisi olarak hareket eden bireyler, birikim sürecine katılmayı reddetme konusunda teorik olarak özgürdürler, tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’nde bir kapitalistin kendi fabrikasındaki üretim araçlarının yasal mülkiyet hakkını bir imza atarak işçilere verme konusunda özgür olduğu gibi conatus 42 savunma konusunda başarısız oldu; çünkü Birinci Beş Yıllık Plan’ın kabul edilmesiyle birlikte bütün kuruluşlar devlet kuruluşu haline geldi ve otomatik olarak “sosyalist” adıyla nitelendi. Yerinden edilen sendika liderlerinin hepsi, önce Sol Muhalifler sonra da Tomsky liderleri, kendi çıkarlarını “sosyalist” ekonominin çıkarlarından üstün tutan kişilerin her türlü “sağ kanat birleşme eğilimine” karşı seslerini çıkarmaya hazırlardı. 1931’de devlet, çalıştığı üretim alanındaki yöneticinin izni olmadan işçinin iş değiştiremeyeceğini söylediğinde, sendikalar seslerini çıkarmamak zorunda kaldılar. 1932’de, işçinin yiyecek karnesi ve barınma hakkı fabrika yöneticisinin ellerine verildiğinde, sendikalar “iş disiplini”nin kurulması için bir zorunluluk olarak bu adımı selamladılar. Her işçinin “istisnasız” ekonominin yönetimine katılabileceğini belirten ilk işçiler tarafından kurulan İşçi Üretim Konferansları, nadiren toplanıyordu. 1934’te sendikalar, devletin idari makinesinin bir parçası haline geldi. Ama emeğin üretim araçları üzerindeki kontrolden koparılması, işçilerin “bütün ulusa” ait üretim araçlarının üzerinde kendiliğinden kontrol sağlayabileceği anayasal görüşünden daha öte, sadece yasal kararname ile gerçekleştirilemezdi. Stalin, kendi yönetimini bir uçtan diğer uca şiddetle sarsan ekonominin bu ikili doğasını önceden gördü. Endüstriyi yönetenlere seslendiğinde şu sloganı ortaya attı: “Benlik kaybına son.” Bu, endüstriyel terimlere çevrildiğinde şöyle okundu: “İyi işe iyi ücret.” “İyi işe iyi ücret” ifadesinin bir temele, ancak 1935’te ortaya çıkan Stakhanovizm gibi bir devinimle hız kazanabilecek olan parça başı iş sistemine ihtiyacı vardı.8 1. Stakhanovizm ve Stalinist kuruluş Gelişmiş kapitalist ülkelerde, tek bir ülkede teknik bileşimle bir karşılaştırmayı zorunlu hale getiren sermayenin organik bileşimi, kitle tüketim maddelerine yönelik üretim alanında zararı gerektirir. Tüketime yönelik kıt malların proletaryanın zararına olacak biçimde dağıtılmasının sonucu, değer üretiminin sadece “doğal” sonucudur. Bu, kapitalist ekonominin hareketine itici güç oluşturan belli bir ilişkiyi ortaya çıkarır. Kapitalist toplumda işçilerin “eksik tüketimi” yalnızca ahlaki bir sorun değildir. Bu, Marksizmin temelidir; öyle ki, işçiler bir kere bu durumda olduklarında, conatus sabit sermayenin değişken sermaye ile ilişkisi belli bir doğrultuda hareket eder. Küçük burjuvazi için anlaşılması güç olan şey budur. Parça başı çalışma sistemi, Marx tarafından kapitalist üretim biçimine en uygun sistem olarak ifade edildi. Stakhanovcu parça başı çalışma sistemi, Rusya’da geçerli olan üretim biçimine çok uygundu. Günün rekortmenleri, fabrikaya arka kapıdan değil ön kapıdan memnuniyetle giriyorlardı; çünkü kendilerini fabrikanın ön kısmındaki ofislerde görevlendirmişlerdi. Politik bürokrat, bu “üretim entelijansiyası” içinde “meşru bir mirasçı” buldu. Stakhanovizm, yeni bir emek aristokrasisinin gelişmesini mümkün kıldı. Fakat olan sadece bu değildi. Bir emek aristokrasisi, yönetici klik için en iyi destek anlamına geliyordu. Ama olan biten bundan da ibaret değildi. Hayır, bürokratların “mirasçıları” için bir temel ve besleyici bir ruh olarak Stakhanovizmle birlikte, üretim süreci üzerindeki uzman bürokrasi, bir sınıf istikrarı ve endüstri yöneticiliğinden gelen ödülün kaynağına sahip olmayı hissetmeye başladı; proletarya diktatörlüğünün yasal tasfiyesine doğru düşüncesizce hareket etti. Ekim devrimine karşı yürütülen karşı-devrimi meşrulaştırmak için, yeni sınıfın yeni bir kuruluşa ihtiyacı vardı. 1936 Stalinist Anayasası, entelijansiyayı, işçilerden ve köylülerden ayrı özel bir “grup” olarak kabul etti. Yeni bir yönetici sınıfın varlığının bu şekilde yasal olarak tanınmasıyla birlikte, devlet mülkiyetinin “hırsızlıklardan ve haksız temellükten” korunmasının güvencesi ortadan kalktı. Üstelik Anayasa, emeğin ücretinin Rus usulü ödenmesi ilkesinin içinden yükseldi. “Herkese yeteneklerine göre” ifadesi, “herkese emeğine göre” sloganına dönüştü. Görünüşte anlamsız olan bu slogan, aslında emeğe değerine göre ödeme yapmayı öngören geçerli kapitalist yasayı ifade etmenin sadece bir yöntemiydi. Bu mutlak ekonomik yasanın serbestçe işlemesini garanti altına almak için, Ekim yönetiminden arta kalanları ortadan kaldırmak zorunlu hale geldi, hatta bu sadece bazı insanların hatırasında kalmış olsa bile. 2. Moskova Mahkemeleri 1937 Moskova Mahkemeleri, değişen üretim ilişkilerindeki gelişmeyi gördüğümüz karşı-devrimin doruk noktasıydı. Bir celladın ipi, elindeki silahları 43 yeterliydi; çünkü bu çatışmanın taraflarından sadece biri silahlıydı. Ekim Devrimi ortadan kaldırıldı ve proleter devlet, sadece ona öncülük etmiş olan Eski Bolşeviklerin infaz edilmesiyle değil, aynı zamanda yeni sınıf için üretim sürecinde temiz bir yer açarak devrildi. Bu yer, söz konusu “sınıfsız entelijansiya” için, sadece orada böyle bir sınıf var olduğunda ve üretim biçimi bu yeri gelecek olarak adlandırdığında temizlenmiş olabilirdi. Rus işçiler, fabrika yöneticiliği işinin, Rusların güzel bir tabirle ifade ettikleri gibi, sadece “işlevsel” olmadığını biliyorlardı. Fabrika yöneticisi bir patron gibi davranır; çünkü o bir patrondur. Devlet, işçi devletine, ABD Çelik Şirketi’nin bir çelik işçisine yakınlık gösterdiğinden daha fazla yakınlık göstermez; çünkü her ikisi de aynı üretim alanının “işçileri”dir. Karşı-devrim galip geldi. Ama karşı-devrimin zaferine yol açan yasalar değildi. Bu yasaların bir araya gelmesi, yalnızca Sovyet devletinde ve üretim sürecinde emeğin rolündeki değişimlerin bir araya toplanmasına tanıklık eder. Karşı-devrim bir çocuk, hatta “Bolşevizm”in gayri meşru çocuğu bile değildir. Karşı-devrim, “yeni” üretim biçiminin, Stalin dışında, emperyalist dünya ekonomisi tarafından döllenen, meşru bir ürünüdür. Bu ürün, her şeyin üstünde keşfedilmesi gereken meşru yasalar değil, üretim yöntemidir. Bu keşifte, her kapitalist ekonomide olduğu gibi, mücadele halindeki iki büyük gücü, sermaye ve emeği buluruz. III. Emek “Böyle bir rejimin (devlet kapitalizmi) ekonomik yasaları, hiçbir gizem temsil etmeyecektir...” – Leon Troçki9 Marksist değer, dolayısıyla artı değer teorisinin içsel niteliği, emek gücünün değer karşılığında alınan bir meta olmasıdır. 1943’e kadar, Sovyet teorisyenler, kapitalist üretimin egemen yasası olan değer yasasının, sosyalizmin “değiştirilemez biçimde kurulmuş” olduğu Rusya’da işlediğini inkâr ettiler. Ama 1943’te, bu ülkenin önde gelen teorik dergisi olan Pod Znamenem Marxizma’da10, bu durumu alaşağı eden dehşet verici bir makale yayımlandı. Bu makalenin yazarları, politik ekonomi öğretiminin birkaç yıllık bir aradan sonra yeniden başlatıldığını belirttiler ve öğretmenlere politik ekonomi “öğretirken” izlemeleri için kurallar önerdiler. Makaleye şöyle üstünkörü bir bakış bile, ne yazık ki, bunun ters yüz edilmiş bir öğrenim değil, aksine öğretilen politik ekonomi olduğunu ortaya çıkarır. Stalinist ideologlar, Rusya’da değer yasasının inkâr edilmesinin, “şu tür kategorilerin [para, ücret vb.] varlığını açıklamada baş edilemez zorluklar yaratmış olduğunu” kabul ederler. Artık, değer yasasının işlediğinin kabul edilmesi, peşinden zorunlu olarak artı değer yasasının da işlediğinin kabul edilmesini getirir. Yönetici sınıfların savunucuları gibi, bu kabul, etmeyi reddettikleri bir kabuldü. İşte onların ikilemi budur ve bu ikilem burada bizi ilgilendirmez.11 Bizi ilgilendiren, aslında Rusya’da değer yasasının işlediğinin ve dolayısıyla paranın “değerin fiyat olarak ifadesi” olduğunun kabulüdür. 1. Değer ve fiyat Bütün kapitalist ülkelerde ve Rusya’da para, tüketim mallarının arz ve talebinde eşitlenen fiyatlar ve ücretler yoluyla gerçekleşen zenginliktir; bu, işçinin değerinin, kendi varoluşu ve türünün yeniden üretimi için gerekli olan geçimlik mallarda içerilmiş olan toplumsal olarak gerekli emek zamanına eşit olması demektir. Tüketim mallarının üretimi yalnızca kitleleri ayakta tutmaya yettiği sürece, fiyatlar, bütün tüketim mallarının fiyatlarının toplamı ve ücretlerin toplamı eşitlenene kadar yasal sınırlamalar yoluyla dirençle karşılaşmaksızın kırılacaktır. Rusya’da fiyat sabitleme, ne mal fiyatlarının stabilizasyonu ne de ücretlerin stabilizasyonu ile kuruldu. 1935’te günlük yemek hakkı uygulamasının ortadan kaldırılması, fiyatlarda, kişi başına düşen çok düşük günlük fiyatlar altında işçileri kıt kanaat geçinmeye zorlayan öylesine büyük bir artışı beraberinde getirdi ki, artık hiçbir şekilde “tek tip fiyatlar” var olamazdı. Bu yüzden devlet, ücretlerde genel bir artışı kabul etmek zorunda kaldı; öyle ki, İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonunda ücretler planlananın yüzde 96 üzerindeydi. Fiyatlar devlet tarafından sabitlendiğinden, “değer yasasına göre değil, ‘planlı üretim’e dayalı hükümet kararına göre”12 sabitlendiği yönündeki hatalı kavrayış, fiyatlara egemen olan ekonomik yasanın dikkate alınmasını engeller. Rusya’da her hangi bir fiyat listesi hakkındaki nedensel bir araştırma bile, tüketici malları üzerindeki muazzam vergi yüklerinden kaynaklı conatus 44 sapmaları dikkate aldığında, fiyatların kazara ve kesinlikle kullanım değerlerine uygun olmayan biçimde sabitlenmediğini, “kolayca tanınan” kapitalist ülkelerde hüküm süren aynı farklılaşmaları sergilediğini, yani fiyatların değer yasası tarafından belirlendiğini gösterecektir.13 2. Emek: “özgür” ve zorlanmış Ölçü biriminin toplumsal olarak gerekli emek zaman olduğu, varoluş biçiminin teknolojik devrim içinde yutulduğu ve donmuş artı emek için duyulan iştahın onun doymak bilmez doğasından kaynaklandığı bir toplumda, şeylerin özü zamandır. Bu yüzden makine çağı, bu aklı kendi maliyecisine, yani burjuvaziye geçirmiştir: Üretim çarklarının hızla dönmesini istiyorsan, “özgür emek”i kullan. Sanki “gerçek” kapitalistler olmadıklarını ispatlamak için, Rus yöneticiler bu basit aklı görmezlikten geldiler ve ücretli köleliği, kanun koyucu yasalar aracılığı ile düpedüz köleliğe çevirmeye giriştiler. Bütün rejimin sarsıldığı, emeğin kargaşa çıkarmaya hazır bir huzursuzluk içinde olduğu ve üretimin en düşük düzeye indiği 1932’de, işçinin yiyecek kartını, işçiyi işten atma ve bir gün bile işe gelmese evinden çıkarma hakkına sahip olan fabrika yöneticisinin ellerine teslim eden bir yasa çıkarıldı. Bu yasa, beklenen sonucun elde edilmesini sağlamadı. İşçi fabrikaya gelmedi veya geldiğinde mümkün olduğunca az üreterek hemen ayrıldı. Endüstrinin emeğe ihtiyacı olduğu için, fabrika yöneticileri, işçi işe gelmediği veya üretimi yavaşlattığı gerekçesiyle işçiyi işten atmayı “unuttu”. 1933’e kadar conatus tarımda yaşanan kriz ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan işsizlik ve kıtlık, emeğin kente akmasına neden olduğu kadar, endüstriyi yönetenlere de emeği “doğal” burjuva yöntemlerle disipline etme olanağı sağladı. 1933’te yedek emek ordusu tamamlandı ve 1935’te Stakhanovizmin üretim artışı ve parça başı iş sistemi başarıldı. Bu “doğal” yöntemler, doğal sonuçlar getirdi: sınıf mücadelesi. Moskova Mahkemelerinin sahnelenmesi sırasında İşçiler arasında patlamaya hazır olan ve acımasızca bastırılan isyan, sonuçta sadece üretimde bir kaosa ve işçilerin kitlesel biçimde kentten göç etmesine yol açtı. 1938’de devletin çaresizliği arttı. 1932 yasası yeniden canlandırıldı ve “üzerinde iyileştirmeler yapıldı.” Bu, verimsizliği ispatlıyordu. 1940’ta “State Labour Reserves” (Devlet Emek Rezervleri) yaratıldı ve bununla birlikte “emek ıslah” kurumu geldi: Yasalara uymayan işçiler, altı ay boyunca ücretlerinde yüzde 25 kesinti ile çalışmak zorunda bırakıldı. Devlet yöneticilerin iktidarında olduğundan, yöneticiler değer üretiminin ihtiyaçlarına itaat etmeleri için işçileri ekonomik olmayan araçlarla zorlamanın kendi iktidarları dahilinde olduğunu düşündüler. Üretimin devletleştirilmesi, işçilerin özgür hareketinin sınırlandırılması ile sonuçlanmıştır. Emek üretkenliğinde, sürekli genişleyen üretimin gerektirdiği artışı başaramamıştır. Üretimin, “özgür” emek anlamına gelen son derece üretken emeğe duyduğu ihtiyaç ile rahatsız etmeyecek biçimde bunu geliştirecek kanun koyucu yasaya başvurmak arasında, bu sürekli iltimas ve mücadele hareketi vardır. Bir yanda emekçi olarak zorlanan birkaç milyon işçi hapse girerken, diğer yandan pek çok işçi “yedek” işçi ordusuna katılmak üzere serbest bırakılır. “Emeğin ıslahı” olgusu, emeği hapse atmaya başvurmak ile fabrika içinde sürekli üretimi bir şekilde elde etme ihtiyacı arasındaki uzlaşmanın bir sonucudur. Emek de maharetini göstermiştir. Açıkça isyan edemediği zaman, ya “gözden kaybolur” ya da üretimi öylesine yavaşlatır ki, 1938’de üretim 1935’tekinden daha düşük olur! Üretim artış oranının pratik bir durgunluğa girdiği ve emek firesinin çok yüksek olmaya devam ettiği dönemler başından beri olmuştu.14 Savaş sırasında emek suçları o kadar yaygındı ki, devlet eğer Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı etkili biçimde uygulamaya 45 başlamak için yeterli emeğe sahip olmak istiyorsa, kendi yasalarını göz ardı etmek zorundaydı. Bu yüzden bütün emek suçluları için bir genel af çıkarmak zorunda kaldı. Dolayısıyla devlet, yasal kararname ile ücretli köleliğin düpedüz köleliğe dönüştürülemeyeceğini keşfederken, işçi de kapitalist rekabetçi piyasadakiyle aynı türden15 bir “özgürlük”e sahip olduğunu, yani eğer kendi geçim araçlarını elde etmek istiyorsa kendi emek gücünü satmak zorunda olduğunu keşfetti. 3. İşsizlik ve işçilerin artan sefaleti Nasıl ki emek gücünün tam değerinin ödenmiş olması değer yasasının asıl temeli ise, yedek işçi ordusu da sabit sermayenin değişen sermaye üzerindeki üstünlüğü yasasının asıl temelidir. Üretimin artarak genişlemesi, emek ordusunda mutlak bir artış anlamına gelir; bu doğrudur; ama emeğin sermayeye çekici gelmesi veya onun tarafından itilmesini yöneten yasa anlamında canlı emeğin sabit sermayeye göre azalması olgusu hiçbir suretle değişmez. Bu yüzdendir ki, Marx işsiz ordusunu “kapitalist üretimin mutlak genel yasası” olarak adlandırmıştır. Rusya’da işsizlik 1930’dan itibaren resmi olarak ortadan kaldırıldı. Ama 1933’te işsizlik yeniden ortaya çıktı; tıpkı Rusların incelikle ifade ettikleri gibi, “işyerlerinde planlara göre gerekli olandan çok daha fazla işçi var.” Kıtlık içindeki kırsal bölgelerden göç aslında o kadar büyüktü ki, işçi pasaportunu göstermek zorunluydu ve pasaportu olmayan hiç kimsenin yaşamak için büyük şehirlere girmesine izin verilmiyordu. 1935’te Stakhanovizm ve 1937’deki kanlı Moskova Mahkemeleri, resmi aksi yönde değiştirdi. Şehirlerden kıra doğru kitlesel bir zorunlu göç vardı. 1939 nüfus sayımı, toplam nüfusun yüzde 67.2’sinin kırsal nüfus olduğunu ve bu 114.6 milyonluk kırsal nüfusun da yüzde 78.6’sının köylü olduğunu ortaya çıkardı. Amerika’da kırsal nüfusun bu kadar ezici bir yüzdeye ne zaman sahip olduğunu bulmak isteseydik, Amerikan İç Savaşı’ndan önceki bir döneme geri gitmemiz gerekirdi. Rusya az gelişmiştir, ama bu kadar mı az gelişmiştir? Emeğin üretkenliği çok düşüktür, ama bu kadar mı düşüktür? Yoksa bu, daha çok ülkenin kırsal bölgelerinde gizlenen işsiz ordusu mudur? Gerçek durumun ikincisi olduğu, Devlet Emek Rezervleri’nin yaratılmasının ilanı sırasında, bizzat “Büyük Önder” tarafından, artı emekleri için kolhozlara16 başvurduğunda ifşa edildi. Stalin, “Kolhozun kırdaki işçi kesimlerini özgürleştiren makineleşme bolluğu kadar talebimizi karşılayacak tam imkâna sahip olduğunu” dile getirmiştir. Rusya için, geleneksel kapitalizmde olduğu gibi, belli bir tarihsel dönemde işsizlikten kaçınmak olanaksızdır; çünkü bu tek kapitalist toplum her sinirini, fabrikalarını çok daha gelişmiş üretici sistemler düzeyine çıkarmak için kasıyor ve bunu yapmanın tek yolu, mümkün olan en yüksek değeri üretmek için mümkün olan en az canlı emek gücünü kullanmaktır. Bu yüzden Rus devlet kapitalizmi, bütün hesabını, bir geçiş toplumunda olduğu gibi emek zamanı miktarına değil, temel olarak ücretler, yani işçinin değeri üzerine dayandırmak zorundadır. Bu durum, daha sonra Rus ekonomisinin az gelişmişliği nedeniyle şiddetlenmiştir; tıpkı Marx’ın Kapital’in III. Cilt’inde17 işaret ettiği aşırı durum halini almıştır. Üretimi artırmak üzere yeterli artı değer elde etmek için, tarımsal nüfus kesimi, hane başına göre ücret alır.18 İşçilerin koşulları sürekli kötüleşti. Beş Yıllık Plan’ın başlangıcından itibaren, işçilerin reel ücretleri, Kısım I’de gösterdiğim gibi, yarı yarıya düştü! Bu kesinlikle rastlantısal değildir. Sermayenin organik bileşiminin bu kadar yükselmesine neden olan, bu ekonominin hareket yasasının kaçınılmaz sonucudur. Kendi ürününü sermaye biçiminde üreten sınıf için yoksulluğun katlanarak artması, sermaye birikiminin zorunlu sonucudur. IV. Sermaye Marx, sermayenin bir şey değil, şeyler aracılığı ile kurulan bir üretimin toplumsal ilişkisi olduğunu söyler. Bu sömürü ilişkisini kuran aracılık, çok iyi bilindiği gibi, doğrudan üreticilerden, yani proletaryadan yabancılaşmış üretim araçları ve proletaryayı bastıranlardır. Kapitalistin işçi üzerindeki egemenliği, sadece “ölü emeğin canlı emek üzerindeki egemenliğidir.” Sabit sermayenin değişen sermaye üzerindeki bu büyük üstünlüğünün maddi olarak açığa çıkması, üretim araçları üretiminin tüketim araçlarının üretimi üzerindeki üstünlüğüdür. Kapitalist toplumda, üretilen kullanım değerleri işçiler veya kapitalistlerin tüketimi için değil, sermayenin tüketimi, yani üretken conatus 46 tüketim veya genişletilmiş üretim içindir ve başka türlüsü olamaz. İşçilerden sızdırılan artı değerin büyük bir kısmı, bu genişletilmiş üretime geri döner. Rusya’daki sömürücüler, artı değerin toplamda ürün değeri ile emek gücünün değeri arasındaki fark tarafından benzersiz şekilde belirlendiği olgusunun o kadar farkındaydılar ki, 1941’deki Plan’da, işçilerin emek üretkenliğinde her yüzde 12’lik artış için ücretlerde sadece yüzde 6.5’lik bir artış alması net şekilde kararlaştırıldı. Voznessensky, bunu yüzsüzce şöyle ifade etti: “Emek üretkenliği ile ortalama ücret arasındaki bu oran, düşük üretim maliyeti ve sosyalist birikimin artışı için bir zemin sağlar ve yüksek oranda genişletilmiş üretimin gerçekleştirilmesi için çok önemli bir koşul oluşturur.”19 1. Tüketim araçları üretiminin zararına olacak biçimde üretim araçları üretimi Emek üretkenliği ile emeğin ücreti arasındaki büyük farklılık, genişletilmiş üretimin içinde muazzam bir orana ulaşır. Devlet Planlama Komisyonu Başkanı Voznessensky’e göre,1929’dan 1940’a kadar fabrika ve sermaye donanımı için 152.6 milyar ruble yatırıldı. 1937’deki bütün ulusal gelirin yüzde 26.4’ü sermaye mallarına dönüştürüldü. 1942 yılı için yapılan plan, ulusal gelirin yüzde 28.8’nin üretim araçlarına yatırılması gerektiğini ilan etti. Rusya’da sermaye mallarına giden üretimin oranı hakkında bir fikir edinmek için, Amerika’da 1922-32 yılları arasındaki on yıllık refah döneminde ulusal gelirin yüzde 9’unun üretim araçlarının genişletilmesi için kullanıldığı olgusuna bakılabilir. Planlar başlatıldığı zaman, üretim araçları üretimi toplam üretimin 44.3’ünü ve tüketim araçları üretimi yüzde 55.7’sini oluşturdu. Birinci Plan’ın sonundan itibaren, bu tersine döndü; böylece üretim araçlarının üretimi yüzde 52.8, tüketim araçlarının üretimi yüzde 46.7 oldu. İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonunda oranlar yüzde 57.5 ve yüzde 42.5 olarak gerçekleşti. 1940’ta üretim araçlarının üretimi yüzde 61, tüketim araçlarının üretimi yüzde 39’du. Bu, çağdaş kapitalizm için de doğrudur. “Kapitalist topraklara yetişmek ve yükselmek” sloganı, var olan dünya ekonomisinin zorlayıcı motivasyonunun yansımasıydı: Dünya pazarını kim yönetecek? Tüketim conatus araçları üretiminin lehine üretim araçları üretiminin gelişmesinin sırrı burada yatar. “İşçi sınıfının koşullarının daha da iyileştirilmesi” için “devletin isteği”ne rağmen, kitlelerin giderek kötüleşen yaşam standartlarının nedeni de burada yatar. Tek bir kapitalist toplumun, bireysel kapitalistlerden oluşmuş bir toplumu yöneten yasaların aynısıyla yönetilmediğini varsayanların temel hatası, piyasada olup bitenlerin sadece üretim sürecine içkin çelişkilerin sonuçları olduğunu anlamadaki başarısızlıkta yatar. Tek bir kapitalist toplum, sınırsız bir piyasaya sahip değildir. Gösterdiğimiz gibi, tüketim malları piyasası, yöneticilerin rahatlığı ve tam karşılığı ödendiğinde işçilerin gereksinimleri ile katı biçimde sınırlıdır. Krizin en derindeki nedeni, emeğin, piyasada değil üretim sürecinde, kendisinden daha büyük bir değer üretmesidir. Eğer bütün sermaye devlet elinde yoğunlaşmazsa, işçilerin (bazı Stakhanovcular için değil, bir bütün olarak işçi sınıfı için) yaşam standardını yükseltmek mümkün olmayacak mıdır? Ne büyük bir yanılsama! Bunun gerçekleştiği an, bir metanın üretim maliyeti, dünya piyasasını dolaşma maliyetinin üzerine çıkar. O zaman iki şeyden biri olur: Üretim durur; çünkü meta, değer üreten ekonominin ucuz metası ile rekabet edemez ya da toplum geçici olarak kendini yalıtsa bile, sonuçta topyekûn bir emperyalist savaş olan kapitalist rekabetin var olan biçimi içinde çok daha etkili kapitalist uluslar tarafından yenilgiye uğrayacaktır. Bizim özgün biricik kapitalist toplumumuz, son derece modern fabrikalar ve gösterişli metrolar yapmayı başarmıştır; ama işçi kitlelerinin yaşam standartlarını artırmaktan da geri durmamıştır. Bunu yapamaz. Sermaye buna izin vermez. Çünkü bu ekonomi sürekli krizin içindedir. 2. Kriz, Rus markası Dünyada dolaşan sermayenin değeri, kapitalist toplum içinde sermayenin değerinin sürekli düşmesi anlamında sürekli olarak düşüyor. Bürokratların kitabında bu değer bütünüyle düşmeyebilir. Ama ürünün gerçek değeri, dünya piyasasında yerini tutan ürünün değerinden daha fazla olamayacağı için, Ford traktörü Stalingrad traktörü ile aynı anda piyasaya girdiğinde, devlet kendi 47 markasının fiyatını düşürmek zorunda kalmıştır. Bu durum, 1931’de Rusya dünya traktör üretiminin yüzde 90’nını ithal ederken kendi traktörünü maliyetinin altında sattığında yaşanmıştır. Bu olgu son derece önemli olmasına –ve Marx’ın, bütün ekonomik kategorileri toplumsal kategori olarak ele aldığı analizinin temelinde bu yatmasına– rağmen, üretim sürecinde üretim araçları, kendi gerçek değerlerini işçiyle olan ilişkileri içinde açığa çıkarır. Bu şu demektir; eğer eskimeye yüz tutmuş makine imha edilmez ve kullanılmaya devam edilirse, üretimin amiri işçiden hâlâ dünya piyasası tarafından belirlenen toplumsal olarak gerekli emek zamanda mal üretmesini beklediği için, işçi daha da olumsuz etkilenir. Planlama, emekçiye yaşamak için ihtiyaç duyduğu minimum ödemeyi yapma ve dünya piyasasının değer yasası tarafından yönetilen yasasız yasalarının içinde üretken bir sistem olarak mümkün olduğunca ayakta kalmak için işçiden maksimum artı değeri sızdırma tarafından yönetiliyorsa, kapitalist ilişkilerin ne kadar süredir var olduğunun ve toplumsal düzenin adının ne olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bu yüzden Stalin için, 1936 Stalinist Anayasası, entelijansiyayı, işçilerden ve köylülerden ayrı özel bir “grup” olarak kabul etti. Yeni bir yönetici sınıfın varlığının bu şekilde yasal olarak tanınmasıyla birlikte, devlet mülkiyetinin “hırsızlıklardan ve haksız temellükten” korunmasının güvencesi ortadan kalktı toplam sermayenin tekil bileşenlerini sürekli olarak bir diğerine ve dünya piyasasına uyarlama zorunluluğu nedeniyle, ani bir durgunluk ve kriz olmadan üretici sisteme yol göstermek tamamıyla imkânsızdı. Stalin, sıradan ticari kriz türünden kaçınmıştır. Ama diğer yandan krizler geldiğinde, çok şiddetli ve yıkıcı olmuşlardır. Tıpkı 1932’de, 1937’de olduğu gibi. Ve şimdi de patlamak üzere olduğu gibi. Dördüncü Beş Yıllık Plan, yeni bir tasfiye dalgasının ortasında başlatıldı; ülke bir yandan sermaye donanımının yüzde 25’ini, diğer yandan 25 milyon evi kaybetmişti. Ve tüm bunların üzerine kurulan “barış”, en son ve en büyük buluş olan atom enerjisi ile korunmak zorundaydı. Bu, Rusya ekonomisini sürekli bir kargaşa devleti içinde yaşatıyor. Bu kargaşanın arkasında değer yasası, dolayısıyla dünya kapitalizminin parçalanmayla debelenmesine yol açan artı değer vardır. Eğer bu yasa, özüyle ve temel olarak kendini ortaya koymasıyla Rusya’da da egemense, Rusya kapitalist toplum olmanın dışında ne tür bir toplum olabilir ki? Kısım II Troçki, Rusya’nın temelde bir kapitalist devlet toplumu olabileceği fikrini kabul etmedi, teorik olarak böyle bir devlet akla uygun olsa bile gerçekte: “Tarihte ilk defa, üretim araçlarının devlet elinde toplanması, kapitalistlerin tröstleşme yöntemi ile değil, proletaryanın toplumsal devrimiyle gerçekleşmiştir.”20 Tarihsel olarak devlet mülkiyetinin işçi devleti mülkiyeti olarak ortaya çıktığı elbette doğrudur; ama bu ikisini ayırmak için hiçbir neden ve Troçki’nin bu tarihsel olguyu teorik bir soyutlamanın içinde dönüştürmesini haklı çıkarmanın hiçbir yolu yoktur. I. Tarih ve Teori Sovyet devletinin ilk yıllarında, Lenin “geçişin gerçekliği”ne bakmak yerine geçişi teorik bir soyutlama içinde dönüştürmeyi deneyenlere karşı mücadele etti. Sendikalar üzerine Troçki ile giriştiği tartışmada21 Lenin, sendikaların “soyut tartışmalara sürüklenmemesi” ve işçi devleti olduğumuz için işçilerin öncelikli ilgisinin üretim conatus 48 olduğunu söylemenin yanlış olduğunun kavranması konusunda uyardı. Lenin işçilerin şunu söyleme hakları olduğu konusunda ısrar etti: “...bize üretimle uğraşmak ve üretim süreçlerinde demokrasi gösterisi yapmak hakkında bir masal anlatıyorsunuz. Böyle bürokratik bir yönetim kurulu, komite başkanı ile ilişkiye girerek değil, başka türden kişilerle ilişki içinde üretimle meşgul olmak istiyorum.”22 Lenin’in şöyle devam ettiğini unutmamalıyız: “Her politik üst yapı (sınıflar ortadan kalkana ve sınıfsız bir toplum yaratılana kadar kaçınılmaz olan) gibi, bütün demokrasiler, genelde son tahlilde üretime hizmet eder ve yine son tahlilde verili bir toplumda egemen olan üretim ilişkileri tarafından belirlenir.”23 Bir toplumsal düzenin analizinde üretim ilişkilerinin önceliğine yapılan bu vurgu, Lenin’in Sovyetler Birliği üzerine hem teorik hem de günlük tüm yazılarında tıpkı kızıl bir iplik gibi işlenir. Buharin’le “Economics of the Transition Period” (Geçiş Dönemi Ekonomileri) üzerine girdiği tartışmada, Buharin’in kapitalist üretim ilişkilerinin eski haline getirilemeyeceği varsayımına ve bu yüzden kurulmuş olan işçi devletinin fiili gelişme sürecini izlemedeki başarısızlığına itiraz etti. Buharin, “Kapitalist üretim ilişkilerinin yıkımı gerçekten verili hale gelir gelmez ve bu ilişkilerin eski haline getirilmesinin teorik imkânsızlığı kanıtlanır kanıtlanmaz...” diye yazdığında Lenin şunu hatırlattı: “İmkânsızlıklar ancak pratik olarak gösterilebilir. Yazar, teori ve pratik ilişkisini diyalektik bir şekilde ortaya koymaz.”24 Lenin’e göre proletarya diktatörlüğü, bir geçiş durumu olduğu için, kitlelerin tarihsel öncülüğüne ve uluslararası duruma bağlı olarak, “ya sosyalizme ya da kapitalizme bir geri dönüş” olabilirdi. Bu yüzden, her zaman şunların farkında olmamız gerektiğini belirtti: (1) İçeriden “sadece tek yol vardı... aşağıdan değişimler; işçilerin kendilerinin ekonomik koşulların yeni ilkelerini conatus aşağıdan düzenlemelerini istedik.”25 (2) Dışarıdan, “Rus piyasasının ve uluslararası pazarların bağlantılı olduğunu ve bundan kaçamayacağımızı” unutmamalıyız. “Dışarıdaki yoldaşlarımız kendi devrimlerini yapmak için hazırlanırken”, yapabileceğimiz her şey zaman kazandırır. Lenin’in ölümünden sonra Troçki, kapitalizmin restorasyonu olasılığına karşı uyarı yapan ilk kişiydi. Yalnızca NEP’in durdurulamaz biçimde devam ettirilmesinin, “planın bir bölümünde” kapitalizmin eski haline dönülmesini beraberinde getirebileceği konusunda ısrar etmekle kalmadı, özel temsilcilikler ortadan kaldırıldıktan ve ulusal planlama kurulduktan sonra bile, teslim olmak için bunu bir neden olarak kullanan Sol Muhalefetçileri de acımasızca kınadı. Rakovsky’nin şu tespitine katıldı: “Teslimiyetçiler, sanayileşmenin ve kolektifleştirmenin beklenenin tersi sonuçlar getirmemesi için hangi aşamaların benimsenmesi gerektiği üzerinde düşünmeyi reddederler...Temel soruyu düşünmeyi bir yana bırakırlar: Beş Yıllık Plan, ülkedeki sınıf ilişkilerinde hangi değişimlere yol açacak”26 Rakovsky, eğer ekonomik yasalar, işçilerin katıldığı, yalnızca proletaryanın kendi avantajları yönünde kılavuzluk edebilecek bir başka plan geliştirilmesine olanak tanımazsa, Ekim zaferinin eksik kalacağını gördü. “Gözlerimizin önünde proletaryanın dışında egemen bir sınıfın billurlaştığını ve bu tekil sınıfın devindirici gücünün özel mülkiyetin, devlet iktidarının tekil biçimi olduğunu”27 isabetli bir şekilde uyarmasının nedeni buydu. Bu düşüncenin açıklığı ve analiz yöntemi, devletleştirilmiş mülkiyetin bir fetişizme dönüştürülmesi sürecinde bertaraf edildi. II. Devlet Mülkiyeti Fetişizmi Troçki, kapitalist ilişkilerin eski haline dönme olasılığı üzerine konuşmaya devam etti; fakat bu, “gözlerimizin önünde” evrilen bir süreçten daha ziyade, hep olabilir veya olabilecek bir şeydi. Bunun ikili bir nedeni vardı: İlk olarak, Rusya’da karşı-devrim, proleter devletin kurucularının zihinlerinde canlandırabilecekleri 49 tarzda gelmedi. Yani ne askeri bir müdahale ne de özel mülkiyetin eski haline dönmesi söz konusuydu. İkinci olarak, Almanya’da faşizmin zaferi, Sovyetler Birliği’ni doğrudan tehdit ediyordu. Bu yüzden tarih, üretimin devletleştirilmesinin karşı-devrimin yöntemleri ile var olabileceğini gösterdiği zaman, devletleşmiş mülkiyet=işçi devleti kavramı fetişizme dönüştürüldü! Rusya da dahil olmak üzere her yerde yeni proleter partilerin oluşumu için çağrı yaptık. Ama geçmişten kopuşumuz net değildi. Hareketimiz, Rusya’daki iktidarı, sadece toplumsal değil politik iktidarı isteyen proleter bir parti oluşumunu anlamaya yönelen yeni bir teorinin ayrıntılandırılması çalışması nedeniyle kısa bir kesintiye uğradı. Bütün fetişizmler gibi devlet mülkiyeti fetişizmi, Troçki’nin, üretim ilişkileri içinde karşı-devrimin izlediği yöntemi görmesini engelledi. Ekim Devrimi’nin karşısında karşı-devrimin meşrulaştırılması, yani Stalinist Kuruluş, Troçki tarafından sadece “mülk sahibi yeni bir sınıfın doğumu için politik öncül yaratan” bir şey gibi görüldü. Sanki sınıflar politik öncüllerden doğuyormuş gibi! Kremlin’in yürüttüğü korkunç tasfiyeler, Troçki’ye sadece “Sovyet toplumu organik olarak bürokrasiyi dışlamaya yönelir”28 fikrini kanıtladı. Çünkü Troçki için, Stalinist Rusya hâlâ bir işçi devletiydi; Moskova Mahkemeleri’nin Stalinizmi zayıflattığını düşünüyordu. Gerçekte, bu mahkemeler Stalinist yönetimi sağlamlaştırdı. Rusya’da bir işçi devleti olduğunu düşünmeye devam ederek yaratılan ikilem, bürokrasiyi bir sınıf değil bir kast olarak adlandırma yoluyla çözülmez. Soru şudur: Bu grubun üretim sürecindeki rolü nedir? Bürokrasiyi bir sınıf olarak değil kast olarak adlandırmak, mülkiyetin üst yapıya ait alanında kalmak için yapılan bir meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. Bu yalnızca, sömürücülere basit soyguncu maskesi altında gizlenme olanağı sağlamıştır. Bu, kapitalizmin kötülüklerinin, kapitalist sistemi oluşturan öğelerin değil, “kötü kapitalistler”in ürünü olduğunu ileri süren küçük burjuva algısından ne kadar ayrıdır? Luxemburg, reformizme karşı mücadelesinde, kapitalistler kavramının “üretimin bir kategorisi” olmaktan “mülkiyet hakkı” olma yönünde geçirdiği dönüşümün neye yol açabileceğini parlak bir şekilde ifade eder:29 “Kapitalizm kavramını üretim ilişkilerinden mülkiyet ilişkilerine taşıyarak ve girişimciler hakkında konuşmak yerine basit bireylerden söz ederek, [Bernstein] sosyalizm sorununu, üretim alanından çıkarıp servet ilişkileri alanına –yani Sermaye ve Emek arasındaki ilişkilerden çıkarıp, yoksul ve zengin arasındaki ilişkilere– taşıyor. Troçki, kendi adına, üretim yasaları analizinin yerine bölüşümün sonuçlarına dair bir analiz koyar. Bu yüzden şöyle yazar: “Tüketim mallarındaki kıtlık ve onları elde etmek için yürütülen evrensel mücadele, kendisine bölüşüm işlevini atfeden polisi yaratır.”30 Fakat “tüketim mallarının kıtlığı”nı üreten nedir? Bu, sadece ekonominin geri kalmışlığı değildir; çünkü aynı geri kalmışlık Rusya’nın, üretim araçlarının üretiminde gelişmiş kapitalist ülkelere üç aşağı beş yukarı ayak uydurmasını engellememiştir. Üretim araçlarının tüketim araçları ile ilişkisindeki oran, Rusya da dahil olmak üzere kapitalizmin genel niteliği olarak, 61:39’dur. Belirleyici ilişki, “tüketim mallarının kıtlığı” değil, budur. Bu böyledir; çünkü ölü emeğin canlı emek üzerindeki üstünlüğü yoluyla emekçi üzerinde kurulan kapitalist egemenliğin göstergesi, bu ilişkidir.31 Troçki’ye göre, ulusallaştırılmış mülkiyetin varlığı Rusya’yı yine de bir işçi devleti olarak tanımlamaya devam etti; çünkü onun için “Ekim Devrimi’yle kurulan mülkiyet ve üretim ilişkileri” hâlâ hüküm sürmekteydi. Hangi ilişkiler: Üretim mi, yoksa mülkiyet mi? Bunlar bir ve aynı şey değildir. Birisi temel, diğeri türetilmiştir. Üretim ilişkisinin yasal bir ifadesi olan bir mülkiyet ilişkisi, bu ilişkiyi, yasayla geçerli kılınmış olan fiili üretim ilişkisine bağlı olsun ya da olmasın, bazen doğru bazen yanlış anlamda, ifade eder. Devrim ve karşıdevrim dönemlerinde, yasal ifadeler kanunlarda hâlâ korunmaya devam etmesine rağmen fiili üretim ilişkileri bir dönüşüm geçirdiği zaman, devrim karşı-devrimle eşitlenmeden üretim ilişkileri de mülkiyet ilişkileri ile eşitlenemez! Marksist değer yasası, sadece teorik bir soyutlama değil, gerçek sınıf mücadelesinin bir göstergesidir. 1917’de conatus 50 Rusya’da sınıf güçlerinin karşılıklı ilişkisi, proleter devrim yöntemi yoluyla üretimin devletleştirilmesini getirmiştir. Oysa Engels’in uzun zaman önce dikkat çektiği gibi, kendinde ve kendisi yoluyla devletleştirme, “sermayenin üretici güçlerinin karakterini ortadan kaldırmaz”: “[Modern devlet], ne kadar çok üretici gücün yönetimini eline alırsa, bütün kapitalistlerin gerçek kolektif bedeni haline o kadar çok gelir ve o kadar çok vatandaşı sömürür. İşçiler; ücret elde edenler, proleterler olarak kalır. Kapitalist ilişki ortadan kalkmaz; tersine en uç sınırına itilir. Ama en uç sınırda kendi karşıtına dönüşür. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çelişkinin ortadan kaldırılması değildir; çözümün conatus öğelerini oluşturan teknik koşulları kendi içinde barındırır.”32 Rus Devrimi yalıtılmış olarak kaldığı sürece, ne devletleştirmenin belli bir yöntemini geliştirmek –sosyalist devrim– ne de sermaye ve emek arasındaki çelişkinin “çözümünün öğelerini oluşturan teknik koşulların” yaratılması, değer yasasının gerçekten ortadan kaldırılmasını garanti edebilirdi. Buna rağmen, Rus Devrimi’nin yalıtılmışlığı, tarihi 1913’e geri götürmedi. Burjuva devrimi, sırf onu kendi sosyalist devrimine dönüştürmek için ilerleyen proletarya tarafından tamamlandığı için, aynı zamanda tarihte hiç görülmemiş bir mükemmellikle tamamlandı. Bu, eski feodal kalıntıları ortadan kaldırdı, üretimin anlamını ulusallaştırdı ve sosyalizm için gerekli “teknik koşulların”–dolayısıyla Rusya’daki bugünkü iktidarın– temelini kurdu. Ama sosyalizm, dünya ölçeğinde olmazsa başarılamaz. Sosyalist devrim, sadece başlangıçtır. Sosyalist üretim ilişkilerinin kurulmasında daha büyük ve zor olan görev, iktidarın zaferinden sonra başlar. Ekim devriminin liderlerinin bıkmadan vurguladıkları gibi bu görev, tek bir devletin sınırları içinde başarılamaz. Dünya devrimi olmazsa veya en azından birkaç gelişmiş kapitalist ülkede devrim gerçekleşmezse, değer yasası kendini yeniden ortaya serer. Rus emekçisi, üretim süreci üzerindeki kontrol payını kaybettiği andan itibaren, yeni “teknik koşullar” Rus emekçisi üzerinde egemenlik kurmaya başladı. Bu görünmeyen tarzda, Marx’ın “tek bir kapitalist toplum”a dair yaptığı teorik soyutlama, tarihsel bir gerçeklik haline gelir. Almanya, faşist yöntemler kullanarak üretimin devletleştirilmesini başardıktan hemen sonra, Japonya da totaliter yöntemler kullanarak Beş Yıllık Planlar yaptı. Her iki yöntem de, merkezileşmeyi en uç sınırda gerçekleştiren, bilinen kapitalist yöntemlerdir. Çekoslovakya, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, demokratik yollarla devletleştirmeyi tamamladı. Eminiz hiç kimse, buna “işçi devleti”, yozlaşma veya başka bir şey demeyecektir. İşçi devletçiliği ile mülkiyetin devletleştirilmesinin tanımlanmasından sonra ne olur? Planlar suya düşer. Rus devletinin doğasının analiz edilme biçimi ve bunun sonucunda, bütünleyici bir parça olarak emperyalist savaşa halihazırda katılan 51 devletin, aynı zamanda Ekim Devrimi İnsanlarını Rusya’nın savunulması için çağrıda bulunmaya sevk ettiği koşulsuz savunma politikası, köklere bir ihanettir. III. Bürokratik Emperyalizm ve Bürokratik Kolektivizm II. Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun karşı-devrimci rolü, Rusya’da Dördüncü Enternasyonal’in teorisini sarsmıştır. Koşulsuz savunma ile bir kırılma kaçınılmaz olmuştur. Fakat dejenere olmasına rağmen, “işçi devleti” Ordusunun emperyalist eylemi nasıl açıklanabilir? Daniel Logan, yanıt bulmak için ciddiyetle şunu araştırır: “Stalinist bürokrasi, ne yazık ki, Sovyet ekonomisini yıllık birikim fonu büyük miktarda azalacak biçimde yönetiyor...Bu yüzden bürokrasi, birikim oranının gülünç derecede düşeceği hatta negatif olacağı korkusuyla, her yerde olabileceği gibi, Sovyet ekonomisi üzerindeki dayatmasının maliyetini gizlemek için üretim araçlarını ve emek gücünü yağmalama yönünde kendini zorlanmış hissediyor. Politik koşullar olanak tanır tanımaz, bürokrasinin asalak karakteri, kendisini, emperyalist yağmalama yoluyla açığa vurur.” Troçki’nin açıklaması, Rusya’ya dair bürokratik olarak yönetilen bir işçi devleti biçiminde yaptığı teorinin içindeki kapatmanın tüm işaretlerini taşır. Söz konusu açıklamanın içindeki hata, bu hatanın olgudan kaynaklı bir hata olmaktan çok, yöntemdeki bir hata olduğunu çok açık biçimde ortaya çıkarır. Yıllık birikim fonunun, büyük oranda azaldığı doğru değildir; tersine alışılmış durgunluk dönemlerine rağmen bu fon büyümektedir. Yine de, yozlaşmış işçi devletçiliğinin boğucu atmosferi içinde, birikim oranındaki düşüşü yıllık birikim fonundaki düşüşle tanımlamak doğaldı; çünkü ikisi arasındaki farkı kavramak, açıkçası, birikim oranındaki düşüşün bütün kapitalist dünyanın karakteri olduğu gerçeğinin zorla kabul edilmesi gerektiği anlamına gelirdi. Bu, ekonominin bürokratik yönetiminin değil, tersine değer yasasının ve bu yasaya eşlik eden kâr oranlarının düşme eğiliminin bir sonucudur. Bu, dünya kapitalizminin ilk aşamalarında, birikim oranında kapitalistlerin “perhizinin” yol açtığı büyümeden daha fazla bir düşüşe neden olan, “bürokrasinin asalak karakteri” değildir. Dünyada var olan düşüş, ki bu düşüş artı değerin toplam sermayeye oranındaki düşüşü yansıtır, Marx’ın “kapitalizmin genel çelişkisi” adını verdiği şeyin bir sonucudur. Bu genel çelişki, çok iyi bilindiği gibi, emeğin artı değerin biricik kaynağı olması ve daha büyük emek kitlesi elde etmenin tek yönteminin de, canlı emekle karşılaştırıldığında daha çok makine kullanılması ile gerçekleşmesi olgusundan kaynaklanır. Bu, aynı anda hem sermayenin merkezileşmesine hem de emeğin toplumsallaşmasına; hem kâr oranında bir düşüşe hem de yedek işçi ordusunda bir artışa neden olur. Kâr oranındaki düşüş, üretimi yönetenleri, değer üretimi yöntemini kendi taşıdığı virüsle birlikte uygulamaya ve “karşı yönde hareket eden önlemler” araştırmaya zorlar. Üretimi yönetenler, emperyalizmin içine düşerler, üretimin devletleştirilmesi hastalığına tutulurlar veya başlarına her ikisi birden gelir. Değer üretimi amacının kendisi de bir o kadar emperyalist yağmanın nedenidir. Troçki, Dördüncü Enternasyonal’e ikili bir miras bıraktı: dünya proleter devriminin Leninist kavrayışı ve var olan ikilemin ve parçalanmanın tohumlarını barındıran Rusya’ya özgü bir konum. Rusya’ya özgü konumun içinde tuzağa düşen Dördüncü Enternasyonal, kendi mantıksal politik sonuçlarından kaçmayı arzu ediyor; ama bunu Troçki’nin ileri sürdüğü öncüller ile ilişkiyi kesmeden yapmak istiyor. Bu imkânsız. Troçki, ulusallaştırılmış ekonominin gücünün, planlı ekonomiye olanak tanıması olduğu konusunda her zaman ısrarcı oldu. Troçki yandaşlarının savunmacılığı, sonsuz dejenerasyonun içinde planlamanın birtakım ilerlemeci öğelerini görmeye devam ediyor. Bu savunmacı tutumla (bir yandan bürokratik emperyalizm teorisini diğer yandan bürokratik kolektivizmi yorumlayanları içeren ) ilişkisini kesen diğerleri, Troçki’nin analizinin temel yöntemine mahkûm olarak kalmış durumda. Aslında bu yöntem, Troçki’nin kendisi bürokratik kolektivizmi “anlaşılması güç bir kötümserliğin” teorisi olarak ele almasına rağmen, bürokratik kolektivizme zemin hazırlamakta. İşçi Partisi, kendisini Troçki’nin ulusallaştırılmış mülkiyeti ilerlemeci olarak nitelemesine dayandırarak, Rusya’yı bürokratik kolektivist bir toplum, karma olmasına rağmen, “insanlık tarihinin kolektivist conatus 52 dönemi”nin bir parçası olarak etiketlemiştir.33 Bu kolektivizme şimdi, bürokratik kolektivist üretim biçimine özgü emek niteliğinin biçimi olarak “köle emeği” kavramı eklenmiştir. “Köle emeği”nin bu “yeni” toplumun ekonomik hareketi ile olan ilişkisi nedir? Hangi toplumsal gelişme bu “kölelerin” devrim yapmasına yol açacak? Onları, diyelim faşist bir devlet içindeki kapitalist proleterlerden, ayıran şey ne? (Eğer varsa) birikimin sorunları neler? Tüm bu sorular yanıtsız duruyor; doğrusu insan toplumunun, ama köle emeğine dayalı bir insan toplumun kolektivist döneminin parçası olan bir toplumsal düzen teorisi yapmak güç olurdu. Bürokratik kolektivizmin, teorilerinin önce yalnızca Rusya’da uygulanabileceğinden yola çıkan yandaşları, şimdi bürokratik kolektivizmin ağlarını tüm modern dünyanın üzerine fırlatmakla tehdit ediyorlar. Bu, Troçki’nin vurguladığı gibi, ancak “sermaye-toplumun içsel çelişkilerine dayalı sosyalist programın bir Ütopya olarak bittiğinin” kabul edilmesi ile son bulabilirdi. Bürokratik kolektivizm, savunmacılıkla ilişkisini kesen Dördüncü Enternasyonalcileri, dejenere olmuş işçi devleti kavramını, “yeni ve kalıcı hiçbir şeyin henüz ortaya çıkmadığı” olağanüstü toplum temelinde yine de ellerinde tutmaya zorladı. Stalinist toplumdan “yeni ve kalıcı” hiçbir şeyin çıkmadığı doğrudur; ama bunun nedeni Stalinist toplumun dejenere bir işçi devleti olması değildir. Bunun nedeni, Stalinist Rusya’nın, çökmeye yüz Sanki “gerçek” kapitalistler olmadıklarını ispatlamak için, Rus yöneticiler bu basit aklı görmezlikten geldiler ve ücretli köleliği, kanun koyucu yasalar aracılığı ile düpedüz köleliğe çevirmeye giriştiler conatus tutmuş dünya kapitalizminin bir parçası olması ve kendi can çekişmesinde dünya kapitalizminden daha fazla ömrünün olmamasıdır. Analizimiz, Sovyet planlamasının, kapitalist üretimin temel hareketinin devletçilik yönünde acımasız bir bürokratik tamamlanışından başka bir şey olmadığını göstermiştir. Tıpkı International Resolution’da Johnson’un, Johnson Minority adına partinin son toplantısında sunduğu yazıda olduğu gibi. Yazar şöyle yazmıştı: “1936’dan beri Stalinist Rusya deneyimi, proletarya dışında herhangi başka bir sınıfın yürüttüğü planlamanın, kapitalist üretimin hareket yasasını her zaman ters yüz edebileceği fikrini iflas ettirmiştir. Planlama sadece, bu yasalara kendiliğinden değil devletleştirme yoluyla boyun eğmeye dönüşür...Değer üretiminin içsel çelişkileri, örneğin kapitalist üretim tarafından harekete geçirilen Stalinist Rusya, Almanya’yı sadece aynı emperyalist programa başlamak için yenilgiye uğratmıştır, ki bu program barış zamanında Alman emperyalizminin ekonomik ve politik yöntemlerini, doğrudan toprak işgalini, insanların ve malzemelerin yağmalanmasını, en büyük payı elinde tutan muzaffer emperyalizm içinde şirket zincirleri oluşturmayı yeniden üretmiştir.”34 Dördüncü Enternasyonal’de açıkça Troçki’nin Rus devletini analiz eden yönteminden çıkan tek seksiyon, Mexico’daki İspanya seksiyonu olmuştur. Bu seksiyonun lideri G. Munis, çıkardığı son broşürde35 Rusya’nın kapitalist bir devlet olarak analiz edilmesini desteklemiştir. Munis’in ekonomik analizi yeterli olmayabilir; ama planlama sorununu sabit sermaye, değişen sermaye ve artı değer kategorileri ve bu kategorileri kontrol eden toplumsal gruplar anlamında kavrama çabasına giren Munis, dejenere işçi devletçiliği kavramı ile ilişkisini kesme ve Dördüncü Enternasyonal’in içinde Stalinist totalitarizm ve dünya gelişiminin günümüz aşamasını açıklamaya yönelik uygun bir teori geliştirmek için kararlı bir adım atmıştır. Johnson Minority, Troçki’nin Rusya’nın konumu hakkındaki hatasını, onu günümüzün Leninist-Troçkist 53 analizi anlamında yeniden gözden geçirerek başarılı biçimde düzeltmiştir. Bizim açımızdan Rus deneyimi, Marksizmin temel gerçeğini, yani çağdaş bir toplumda özgürleşmiş proletaryaya dayalı bir ekonomi dışında, hiçbir şekilde ilerlemeci bir ekonominin olamayacağı gerçeğini somutlaştırmıştır. Proleter demokrasi, işçilerin üretim üzerindeki kontrolüne dayalı, ekonomik bir kategoridir. İşçiler ücretli kölelik ile zincirlendiği sürece, kapitalizmin yasaları kaçınılmaz olarak işler. Dördüncü Enternasyonal, bir toplumun köleleştirilmiş emekle ilerici olabileceğini öğretirse, gerçek sosyalizm doktrinine ciddi şekilde zarar verir. Avrupa’daki proleter hareketin liderlerini kazanma görevinde, hem politik hem de örgütsel olarak kendi ellerine kelepçe takar. Devletleştirilmiş mülkiyetin işçi devleti ile eşitlenmesi, Dördüncü Enternasyonal’e yolunu kaybettiren bir fetişleştirmedir. Eğer savaşın ilk zamanlarında, devrimin itici gücü Kızıl Ordu’nun yürüyüşünden gelmiş gibi göründüyse, ki hareketin yönünü şaşırtan ve onun parçalanmasına neden olan bir politika için bir miktar özrün kırıntısı vardı, Stalinizmin Avrupa’daki en büyük karşı-devrimci güç olduğu görüldüğünde, Dördüncü Enternasyonal hangi mantıkla devrimcilerin “Kızıl Ordu’nun varlığını hoş görmek”36 zorunda olmasını mazur gösterebilir? Avrupa’da Kızıl Ordu’nun varlığını hoş görmek, henüz doğmamış Avrupa devrimini mahkûm etmektir! Dördüncü Enternasyonal’in konumundaki son dönemeç, Kızıl Ordu37 da dahil olmak üzere bütün işgalci orduları geri çekilmeye çağırmak, doğru yönde atılması gereken ilk adımdır. Fakat bu adım sadece ilk adımdır, çok tereddütlü ve gecikmiştir; çünkü bu ampirik olarak atılmıştır, Rus devletine özgü sınıfın doğasına dair temel bir kavrayıştan dolayı değil. Rus devletine özgü sınıfın doğası hakkındaki hatalı teoriden kaynaklı politikaya eleştirel olarak bakmanın, sadece bu politika üzerinde yeniden çalışmanın değil, teorinin kendisi üzerinde yeniden çalışmanın tam zamanı. Bu, Dördüncü Enternasyonal’i yeniden silahlandırmak ve onun mümkün olduğunca dünya devrimci güçlerinin öncüsü olarak yerini almasını sağlamak için acil bir ön gerekliliktir. Raya Dunaveyskaya, The Nature of the Russian Economy, The New International, Aralık 1946Ocak 1947, http://www.marxists.org/archive/ dunayevskaya/works/1946/statecap.htm Marx, Karl. Artı Değer Teorileri (Cilt II, Kısım II). Marksist harekette bu sorun üzerine yürütülen tartışmalar, yazarın Luxemburg’s Theory of Accumulation (New International, NisanMayıs, 1946 içinde) adlı yazısında ele alınmaktadır. 2 “Belli bir toplumda bu sınıra [aşırı merkezileşme], ister bireysel kapitalistin isterse tek bir kapitalist toplumun [şirketin] elinde toplansın, ancak tüm toplumsal sermaye tek elde merkezileşirse ulaşılır.”– Karl Marx, Kapital, Cilt I, s. 692, Eden ve Cedar Paul Çevirisi (Türkçe’de Kapital, Cilt I, s. 644, Sol Yayınları). 3 Analysis of Russian Economy, N.I., Ocak 1943. 4 Teaching of Economics in the Soviet Union, American Economic Review, 1944. 5 “Çok iyi bilindiği gibi, tek bir kapitalist kâr biçimini alır; kendi girişiminde çalışan işçiler tarafından yaratılan artı değerin bir kısmını değil, bütün ülkede yaratılan toplam artı değerin oransal olarak kendi sermayesine denk düşen kısmını alır. Birleşik “devlet kapitalizmi” altında, eşit oranda kâr yasası, dolaylı yollarla –yani farklı kapitalistler arasındaki rekabet ile– değil, dolaysız ve doğrudan devlet işlemleri yoluyla gerçekleştirilebilir.” L. Troçki, Revolution Betrayed (Türkçe’de L. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yayınları). 6 “Kapitalistin bütün kârı cebe indirmesinin veya onu yasal olarak talep eden üçüncü bir şahsa devretmesinin işçi açısından hiçbir önemi yoktur. Kârın iki tür kapitalist arasında bölünmesinin nedeni, bölünecek artı değerin, ki böylece daha sonra bir bölünme olmaksızın kapitalistin yeniden üretim sürecinden hileyle elde ettiği artı değerin varlık nedenleri haline gelir.” Karl Marx, Kapital, Cilt III, s. 448 (Türkçe’de Cilt III, s. 335). 7 Kısım I, New International, Şubat 1943. 8 Kısım I (Ending Depersonalization and Creating Stakhanovism üzerine bölüm), N.I., Şubat 1943, s. 53-54. 9 İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yayınları. 10 Under the Banner of Marxism, sayı 7-8, 1943. Rusça. İngilizce çeviri için bkz. Teaching Of Economics in the Soviet Union, American Economic Review’in içinde, 1944. 11 Kendi ikilemlerini çözmek amacıyla nasıl bir girişimde bulunduklarını anlamak için, aynı konuda Raya Dunayevskaya’nın A New Revision of Marxian Economics başlığıyla A.E.R’da yayımlanmış yorumuna bakınız. Bu ülkedeki Stalinist savunucuların bu makaleye yaptıkları saldırılar, aynı derginin sonraki üç sayısında yayımlanmıştır. Dunayevskaya’nın Revision or Reaffirmation of Marxism başlıklı yazısı ile verdiği sert yanıt ise Eylül, 1945 sayısında yayımlanmıştır. 12 New International, Ekim, 1941. 13 Bu, Stalinistler tarafından sonunda kabul edilmiştir. Yukarıda alıntılanan tezde şunu belirtmişlerdir: “Değer yasasının bilinçli şekilde kullanılmasına dayalı maliyet hesabı, sosyalizm altındaki ekonominin insan yönetimi için kaçınılmaz bir yöntemdir. Sosyalist bir toplumda metaların değeri, meta üretiminde genişletilmiş olan emek birimleri ile değil, metanın üretimi ve yeniden üretimi için 1 conatus 54 gerekli olan toplumsal emek miktarı ile belirlenir.” 14 Bkz. Kısım I (The Workers and the Law), New International, Şubat 1943, s. 52-53. 15 Franz Neuman, aynı tür “özgürlük”ün, Nazi Almanyasındaki Alman işçi için de var olduğunu gösterir. 16 SSCB’de Stalin döneminde uygulamaya konan merkezi planlamaya bağlı büyük tarım çiftlikleri (ç.n.). 17 s. 273. 18 Elde edilen istatistikler, “köylü başına” elde edilen istatistiklerdir. Nüfus istatistikleri, “aile başına” hesaplanır ve çocuk emeğini gizler. Kısım I, New International, Şubat 1943. 19 The Growing Prosperity of the Soviet Union, N. Voznessensky. 20 İhanete Uğrayan Devrim. 21 Troçki’nin tavrı ne yazık ki İngilizce’de yoktur. Shylapnikov da dahil olmak üzere tartışmaya katılan tüm katılımcıların yazıları, The Party and the Trade Unions, der. Zinovyev içinde Rusça’da bulunabilir. Lenin’in tavrı İngilizce’ye çevrilmiştir ve Selected Works (Seçme Eserleri), Cilt IX içinde bulunabilir. Biz de bu çalışmaya referans verdik. 22 A.g.y., s. 19. 23 A.g.y., s. 52. 24 Lenin’in Buharin tarafından yazılan The Economics of the Transition Period üzerine Uyarıları (Rusça, Leninski Sbornik, sayı 11 içinde). 25 Seçme Eserler, Cilt VII, s. 277. 26 Opposition Bulletin, sayı 7, 11-12/29. Rusça. 27 A.g.y., sayı 17-18, 11-12/30. 28 In Defense of Marxism, s. 13. 29 Reform and Revolution, s. 31-32. 30 In Defense of Marxism, s. 7. 31 Partimizde Marksist köktenciler hakkında yürütülen bütün tartışma, kesinlikle bu ilişki üzerine odaklanmıştır. Sonraki Workers Party Bulletin: Production for Production’s Sake, J.R. Johnson; The Mystification of Marxism, J. Carter; ve A Restatement of Some Fundamentals of Marxism, F. Forest. 32 Anti-Duhring, s. 312-13. 33 Bürokratik kolektivizm hakkında resmi parti tutumu, CarterGarrett’in tutumu ve Johnson’ın devlet kapitalizmi hakkındaki tutumu ile beraber, Party’s Educational Department tarafından hazırlanan The Russia Question adlı derlemede yer alır. Shachtman tarafından yazılan parti tezi şunu belirtir: “Bürokratik kolektivizm, şimdiye kadar toplumsal ilişkileri göz önüne alındığı için, kapitalizme sosyalist türde bir duruma olduğundan daha yakındır. Tıpkı kapitalizmin özel mülkiyetin uzun tarihsel parçası olması gibi, bürokratik kolektivizm de insanlık tarihinin kolektivist döneminin parçasıdır –görülmeyen, karma, reaksiyoner, ama yine de parça. Bürokratik kolektivizmin toplumsal düzeni, kapitalizmin toplumsal düzeninden, mülkiyetin yeni ve çok daha gelişmiş biçimine yani devlet mülkiyetine dayanması ile ayrılır. Mülkiyetin bu yeni biçimi –Bolşevik devriminin bir zaferi- ilerlemecidir; yani tarihsel olarak özel mülkiyete üstün olduğu, Marksizm tarafından teorik olarak ve onun pratik olarak sınanması ile gösterilmiştir.” (Bu metin The New International, Ekim 1941 içinde basılmıştır.) 34 Bulletin of Workers Party, Cilt I, sayı 11, Aralık 1946. Bu sayı, aynı zamanda uluslararası durum üzerine resmi parti görüşünü de içerir. 35 Los Revolucionarios ante Rusia y el Stalinismo Mundial, Editorial Revolucion tarafından yayımlanmıştır. conatus 36 37 Dördüncü Enternasyonal, Haziran 1946. A.g.y., Ağustos 1946. “Daha iyi bir yaşam olasılığına, yabancı bir yerde taptaze bir başlangıç yapılabileceğine ilk inananlar biz değiliz, sonuncu olmayacağımız da kesin. Hiçbir ideale sahip olmayanlar, bizi fena halde küçümseyecekler. Ama daha iyi bir ortam adına kumar oynamanın utanılacak bir yanı yok. Eğer bir daha kimse bizimle aynı duygulara kapılmazsa, dünya çok daha yoksul bir yer olacak.” Susan Sontag, Amerika’da, çev. Püren Özgören, Everest Yayınları, 2002, s. 247 conatus 56 57 KÜRESEL SERMAYE VE ULUSAL DEVLET1 J o h n H o l l o w a y İngilizceden çeviren: A. Serkan Mercan “Sol” siyasetin şu anki ikilemleri, ister “komünist” ister sosyal-demokrat biçimiyle olsun, tek ülkede sosyalizm mitinin tahripkârlığı ile yakından ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Avrupa rejimlerinin çökmesi; Çin’in artan oranda dünya piyasasıyla bütünleşmesi; dünyanın farklı yerlerindeki birçok “sosyalist” rejimin değişen yönelimleri, Avrupa sosyal demokrat partilerinin sağ kanat politikaları ile daha açık bir hale gelmiştir ki; bugün sosyalizmi ele almanın olanaklı tek yolu onu küresel bir proje olarak düşünmektir. Tabii ki bunun ne anlama geldiği ve nasıl başarılacağı kolayca açıklanamayabilir; fakat şu açıktır ki, devlete dair katı kavramsallaştırmalar, böylesi bir proje tarafından üstesinden gelinmesi gereken temel engeldir. Her zaman olduğu gibi, sosyalizmi kavramsallaştırma yönünde herhangi bir teşebbüs, devletin önemini ve onun sermaye ile olan ilişkisini ciddiyetle ele almak zorundadır; yine de daha önce hiç olmadığı kadar açıktır ki, bu ilişki sadece küresel bir bağlamda anlaşılabilir. Bu bölümü yazmaya beni doğrudan iten şey, “Refah Devletinin Krizi” üstüne Latin Amerika Sosyal Bilimler Fakültesi’nde (FLACSO, Meksika) verdiğim bir dersten kalan deneyimdir. “Refah Devleti”nin krizi hakkında konuşmak veya uluslararası bir ortamda “devletin” reformundan bahsetmek; doğruca “Hangi devlet? Nerede?” sorularını ortaya çıkarmaktadır. Hayatının çoğunu Avrupa’da geçirmiş birine göre buna ek bir soru daha vardır: “Devlet” hakkında Avrupa’da geliştirilen fikirlerin; asıl referans noktası Paraguay, Bolivya veya Arjantin devleti olan insanlarla ne kadar alakalıdır? Cevap, sadece bütünleşik bir dünyanın parçalanmasına dair bazı kavramlar yoluyla bulunabilir. Devlet “Refah devletinin krizi” kavramı (veya “devletin reformu” kavramı, farklı devletlerdeki bugünkü devletleri tartışmak için kullanılan diğer bir ifade biçimi) çoklukla, bizim farklı devletlerin gelişimi içinde ortak olan bir şeyi tanımlıyor olduğumuzu gösterir. Ve bu nedenle, tikel bir devlete yönelen bir analizin eksik olduğuna işaret eder. Devletler, oldukça conatus 58 farklı, birbirinden ayrı varlıklar gibi görünür; ancak biz bu ayrı görünen devletler arasında bir tür birlik olduğunu varsaydığımız için, “devlet”in reformundan veya “devlet”in krizinden ortada sadece bir tek devlet varmış gibi bahsederiz. Ayrı olanların bir birliği olarak, devletin birlikte-ayrılığı/ayrılıkta-birliği olarak farklı devletlerin gelişimi ile farklı devletler çokluğu arasındaki ilişkiyi nasıl anlayabiliriz? Siyaset bilimi geleneğinde devlet, çoklukla sorgulanmayan, temel bir kategori olarak ele alınır. Devlet’in varlığı, herhangi bir tartışma başlamadan önce verili olarak kabul edilir. Siyaset Teorisi geleneğindeki (en azından İngiliz üniversitelerinde öğretildiği gibi) otorite, haklar ve ödevler gibi kategoriler tartışılırken, bir kategori olarak devlet zaten varsayılır. Çağdaş siyaset çalışmalarında devlet faaliyetinin belirleyenleri, devletler arası ilişkiler, yönetim biçimlerinin değişimi ve birçok konu analiz edilir; fakat hepsi varsayılan bir başlangıç noktasını, yani “devlet”i temel alır. Siyaset disiplini içindeki çalışmaların ezici çoğunluğu, belli bir devleti neredeyse kendi müstesna çerçevesinde, siyasal gelişmeleri sanki tamamen ulusal terimlerle anlaşılabilirmiş gibi analiz ederek ele alır. Bu özellikle, teorisyenlerin ulusal yeterlilik miti içinde debelendikleri Birleşik Devletler ve Avrupa’daki çalışmalar için doğrudur: Örneğin, hem solda hem de sağda, Thatcherizmi ve Reaganizmi, devlet ve sermaye arasındaki ilişkide küresel bir değişimin parçası olarak görmekten ziyade, tamamen ulusal bir olgu olarak çözümlemek yaygındır. Böylesi analizler, sadece küresel eğilimin nasıl anlaşılacağı sorusundan kaçınmakla kalmayıp, eğer Thatcher, Major veya başkaları görevde olmazsa daha iyi olacağı anlayışına dayanan bir görüşle, ulusal devlet içindeki muhalefete odaklanmaktadır. Latin Amerika’da insanlar, halihazırdaki değişikliklerin vuku bulduğu dünya bağlamının son derece farkındadırlar; fakat hâlâ sorgulanmayan “devlet” kategorisinin, tartışmayı sınırlandıran ve tanımlayan bir durumu mevcuttur. Eğer devlet analiz için bir başlangıç noktası olarak alınırsa, o zaman dünya bir ulus devletler toplamından ibaretmiş gibi görünür. Tek bir devletin sınırlarının ötesine geçen yönelimler ve gelişmeler, ya devletler arası ilişkiler bağlamında (“uluslararası ilişkiler”in “alt disiplin” geleneği içinde olduğu gibi) veya benzerlikler conatus kurularak tartışılır (“karşılaştırmalı siyaset”in “alt disiplini”nde olduğu gibi). Her iki yaklaşım da, farklı devletlerin birliğini anlatan bir kavramdan değil, ayrılıklarını ifade eden bir kavramdan hareket eder: Genel eğilimler sadece, ya doğrudan devletler arasında ya da IMF gibi kurumlar dolayımıyla uygulanan devletler arası iktidar ilişkileri ağının bir parçası şeklinde veya fikirlerde, siyasal kurumlarda veya toplumsal yapılarda devletler arasındaki benzerlikler üzerinden anlaşılabilir. En son söylenene önemli bir örnek, şimdilerde etkili karşılaştırmalı bir yaklaşım olan düzenleme teorisidir ki, bu yaklaşım ulusal olarak tanımlı Fordizm ve post-Fordizm kavramlarını kullanır ve sonra benzerlikler kurarak bunların farklı durumlarda uygulanabilirliklerini tartışarak ilerler. Devletler arası baskılar, uluslararası kuruluşlardan gelen baskılar, kurumsal ve teorik modalar, devletin gelişiminin şekillendirilmesinde kesinlikle önemli bir rol oynar; fakat bunlar, vuku bulan değişikliklerin küresel boyutlarını ve derinliğini açıklama konusunda yetersizdir. Örneğin, değişimleri IMF’den kaynaklı baskılar ile açıklamak, soruyu açıkça farklı bir düzeye taşır: IMF’nin etkisi ve politik yöneliminin ardında ne bulunmaktadır? Benzer bir şekilde; değişimleri neoliberal fikrin etkisi üzerinden açıklamak, neo-liberal düşüncenin böyle bir zamanda farklı ülkelerde böylesi bir etkiye neden sahip olduğu sorusunu ortaya çıkarır. Düzenlemecilerin Fordizm analizinde olduğu gibi, farklı ülkelerde benzer sosyo-ekonomik değişikliklerin ortaya çıkışına odaklanan karşılaştırmalı analizler, bizi daha derine götürür; ama benzerlikler, manalı bir şekilde de olsa üstünkörü ve yüzeysel olma eğilimindedir (Clarke 1988/1991): Kaçınılmaz olarak benzerlikler üstüne kurulan bütünlük, teorize edilmeksizin ortada kalır. Şu anda vuku bulan değişiklikleri yeterli bir şekilde anlamak için, “devlet” kategorisinin ötesine geçmemiz ya da daha iyisi devletlerin birliğini tartışmanın bir yolunu bulmak için, farklı devletlerin ayrılığı/farklılığı varsayımının ötesine geçmemiz gerekmektedir. Burada, çevre ile merkez arasında çevrenin merkez tarafından sömürüye maruz kaldığı iki kutuplu bir ilişki bağlamında, tekil devletlerin eylemlerinin anlaşılmasının önemi üzerinde ısrarla duran bağımlılık teorisi, dünyanın bölünmez karakterini vurguladığı ölçüde, kendini çekici bir alternatif olarak sunmakta. 59 Burada, tüm devletlerin iki kutuplu bir dünyanın unsurları oldukları sürece, ayrı devletlerin birliği kavramı mevcuttur. Yine de analiz, “merkez” ve “çevre”, “merkez devletler” ve “çevre devletler” olarak anlaşılması bakımından (veya Latin Amerika’da olduğu gibi devlet grupları, krş. Marini, 1973) fazlasıyla devlet merkezlidir. Bu anlamda, bağımlılık teorisi uluslararası ilişkiler geleneği ile yakından ilişkilidir: Tekil devletler üzerindeki dünya sisteminin öncelliğine vurgu yapılmasına rağmen, dünya sistemi, temelde merkez ülkelerin baskın aktörler olduğu ve bağımlılıktan tek çıkış yolunun çevre ülkelerin2 çabalarından ibaret olduğu bir uluslararası devlet sistemi olarak anlaşılır. Ana akım gelenek içinde olduğu gibi, devlet dışsal ve içsel arasında bir ayrışmayı tanımlar; bağımlılık teorisindeki farklılık ise, vurgunun devlet faaliyetlerinin içsel belirleyicileri yerine, dışsal olanlar üzerinde çokça bulunmasıdır. Bu açıdan, çevre devletlerde süregiden devlet reformları gibi gelişmeler, sadece merkez-çevre ilişkisinden kaynaklanan dışsal zorlamalar gibi anlaşılır. Toplumsal İlişkilerin Bir Biçimi Olarak Devlet Her devlet, diğer devletlerden “ayrılığını”, kendi ulusal egemenliğinin varlığını ilan eder. Sanki tek bir devlet varmış gibi “devletin” krizinden veya reformundan bahsetmemizi olanaklı kılan şeyi anlamak için bu ayrılığı yumuşatmaya, kategori olarak devleti çözmeye ihtiyacımız var. Kategori olarak devleti çözmenin anlamı, devleti kendinde bir şeymiş gibi değil, toplumsal bir biçim, toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlamaktır. Aynı fizikte olduğu gibi, enerji maddeye madde enerjiye dönüşebildiğinden, görünüşlerine rağmen mutlak bir ayrılık yoktur. Tıpkı toplumda mutlak ayrımlar, katı kategoriler olmadığı gibi. Bilimsel düşünmek; düşüncenin kategorilerini çözmek, tüm toplumsal olguları toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlamaktır. Toplumsal ilişkiler, insanlar arası ilişkiler akışkandır, tahmin edilemez, istikrarsız ve sık sık ihtiraslıdır; fakat toplumsal ilişkiler kendi otonomilerini, kendi dinamiklerini kazanmış görünen, toplumun Şu anda vuku bulan değişiklikleri yeterli bir şekilde anlamak için, “devlet” kategorisinin ötesine geçmemiz ya da daha iyisi devletlerin birliğini tartışmanın bir yolunu bulmak için, farklı devletlerin ayrılığı/farklılığı varsayımının ötesine geçmemiz gerekmektedir istikrarı için hayati önem taşıyan belli biçimler içerisinde hareketsiz hale gelirler. Farklı akademik disiplinler, bu biçimleri (devlet, para, aile) verili olarak alırlar ve böylelikle onların zahiri katılıklarına, dolayısıyla kapitalist toplumun istikrarına katkıda bulunurlar. Bilimsel olarak düşünmek; disiplinleri eleştirmektir, bu biçimleri çözmektir, onları biçim olarak anlamaktır ve özgürce hareket etmek ise, bu biçimleri yok etmektir. Öyleyse, devlet toplumsal ilişkilerin katılaşmış (veya Marx’ın kavramını kullanırsak “fetişleşmiş”) bir biçimidir. Bu, insanlar arası olarak görünmeyen insanlar arası bir ilişkidir; toplumsal ilişkilere dışsal bir şey biçiminde var olan toplumsal bir ilişkidir. Bu, devletler arasındaki birliği anlamak için başlangıç noktasıdır: Bütün devletler katılaşmıştır ve toplumsal ilişkilerin görünüşte bağımsız biçimleridir. Ama toplumsal ilişkiler neden bu şekilde katılaşır ve bu, devletin gelişimini anlamak için nasıl bize yardımcı olur? Bu, 1970’ler boyunca Batı Almanya’dan diğer ülkelere yayılan, bir parça özgün ama son derece önemli olan, “devlet türetme tartışması” olarak anılan tartışmada ortaya atılan bir sorudur.3 Tartışma, belirgin siyasal ve teorik açılımlar yapmadan son derede soyut bir dille yürütülmesi anlamında kendine özgüydü. Dilin çetrefilliği ve tartışmaya katılanların tartışmanın çıkarımlarını geliştirememeleri (veya conatus 60 farkında olmamaları) gerçeği, tartışmayı yanlış anlaşılmaya açık hale getirmiştir ve bu yaklaşım, devletin “ekonomik” teorisi olarak veya siyasal gelişimi sermaye mantığının işlevsel bir ifadesi biçiminde anlamaya çalışan –böylelikle sınıf mücadelesine hiçbir alan bırakmayan– “sermaye mantığı” yaklaşımı olarak anılarak itibarsızlaştırılmıştır. Bu eleştiriler, epey katkı sunmuş olmasına rağmen, tartışmanın bir bütün olarak önemi açıkça bunun [sermaye mantığı yaklaşımı olarak anılarak ekonomik indirgemecilik yapıldığının iddia edilmesinin, ç.n.] tam tersiydi: Devlet türetme tartışması, devlet ve kapitalist toplum arasındaki ilişkiye dair birçok tartışmayı sakatlamış olan ekonomik belirlenimcilikten ve işlevselcilikten kopmak ve devleti kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkiler bütünlüğünün bir uğrağı olarak tartışmak için temel sağlamıştır. Devleti toplumsal ilişkilerin belli bir biçimi olarak ele alan tartışmanın odağı, örneğin altyapı/üstyapı modelinde (ve onun yapısalcı versiyonlarında) anlamını bulan ekonomik belirlenimcilikten kesin bir kopuştur. Altyapı/Üstyapı modelinde, ekonomik temel (tabii ki, son tahlilde) devletin faaliyetlerini, devletin işlevlerini belirler. Devletin işlevlerine odaklanmak, devletin varlığını önceden varsayar: Altyapı/Üstyapı modelinde, devlet biçimi hakkında, öncelikle toplumsal ilişkilerin niçin bağımsız devlet biçimi içinde katılaşması gerektiği hakkında soru sormanın imkanı yoktur. Devlet biçimi hakkında soru sormak, devletin tarihsel özgüllüğü sorusunu ortaya atmaktır: Toplumdan-ayrıbir şey olarak devletin varlığı kapitalizme özgüdür; tıpkı “ekonomik” olanın aleni bir şekilde baskıcı olan sınıf ilişkilerinden farklıymış gibi görünmesi gibi (Gerstenberger, 1990). Sonrasında sorulacak soru ise şu değildir: Ekonomik olan siyasal üstyapıyı nasıl belirler? Bunun yerine şu sorulmalıdır: Toplumsal ilişkilerin devlet biçiminde katılaşmasını (veya tikelleşmesini) ortaya çıkaran kapitalist toplumsal ilişkilerde özgün olan nedir?4 Buradan varılacak sonuç şu sorudur: Ekonomik olanın ve siyasal olanın, aynı toplumsal ilişkilerin farklı uğrakları olarak kurulmasına yol açan şey nedir? Cevap, tabii ki kapitalizmin (herhangi bir sınıflı toplumda olduğu gibi) üstüne kurulu olduğu toplumsal antagonizmanın ayırt edici bir farklılığının olmasıdır. Kapitalizmde toplumsal antagonizma (sınıflar arası ilişki), aleni bir biçimde değil, emek gücünün piyasada conatus bir mal gibi alınıp satılması dolayımıyla gerçekleşen bir sömürü biçimi üzerine kuruludur. Sınıf ilişkisinin bu biçimi, emeğin “özgürlüğü” üzerine kurulu dolaysız sömürü süreci ile zor kullanımını içeren ve sömürüye dayalı bir toplum içinde düzeni sağlama süreci arasındaki bir ayrılığı önceden varsayar (krş. Hirsch, 1974/1978). Devleti toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak görmek, açıkça devletin gelişiminin yalnızca toplumsal ilişkiler bütünlüğünün gelişiminde bir uğrak olarak anlaşılabileceği anlamına gelir: Devlet, kapitalist toplumun antagonist ve kriz-eğilimli gelişiminin bir parçasıdır. Kapitalist toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak devletin varlığı, bu ilişkilerin yeniden üretimine bağlıdır: Bu nedenle, devlet sadece kapitalist toplum içindeki bir devlet değil, kapitalist bir devlettir; çünkü onun süregiden varlığı, bir bütün olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin tesis edilmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Devletin toplumsal ilişkilerin belli veya katılaşmış bir biçimi olarak var olduğu olgusu, devlet ve sermayenin yeniden üretimi arasındaki ilişkinin karmaşık olduğu anlamına gelir: İşlevselci yaklaşımda, ne devletin zorunlu olarak sermayenin çıkarlarına hizmet edeceği ne de devletin kapitalist toplumun yeniden üretimini güvence altına almak için ne gerekiyorsa yapacağı varsayılabilir. Toplumsal ilişkilerin katılaşmış bir biçimi olarak devletten söz etmek, onun hem toplumdan ayrılığından hem de onun toplumla olan birliğinden söz etmek demektir. Ayrışma ve katılaşma (veya fetişleşme) sürekli tekrar edilen bir süreçtir.5 Devletin varlığı, toplumsal ilişkilerin belli boyutlarını ayıran, onları “siyasal” olarak tanımlayan ve böylelikle “ekonomik” olandan ayrı hale getiren daimi bir süreci kapsar. Bu nedenle, toplumun üzerine kurulu olduğu antagonizma parçalıdır: Mücadeleler, toplumun bir bütün olarak yapısı hakkında sorular sormaya olanak tanımayan, siyasal ve ekonomik mücadele biçimlerine yönlendirilir. Geçen yıl Los Angeles ve diğer şehirlerdeki ayaklanmalar, mevcut toplumun istikrarının sadece acımasız/kaba şiddet kullanımına değil toplumun, sosyal hoşnutsuzlukları siyasal düzenin kurulu prosedürleri içine yönlendirebilmesine, sık sık sorunlu bir şekilde tanımlanan mevcut düzenin reddedilme şekillerine belli tanımlamaları dayatabilmesine bağlı olduğunun 61 yakın zamandaki bariz örnekleridir. Toplumsal mücadeleler için tanımlamalar dayatma süreci, aynı zamanda devletin kendisini de yeniden tanımlaması sürecidir: Toplumsal ilişkilerin katılaşmış bir biçimi olarak devlet, aynı zamanda toplumsal ilişkileri de katılaştırma sürecidir ve yine bu süreç boyuncadır ki, devlet sürekli olarak toplumdan ayrı bir düzey olarak yeniden kurulur. İşte, tam da devletin bu varlığı, sürekli bir mücadele sürecidir. Dolayısıyla devrim, devlet-karşıtı örgütlenmenin, katılaştırmaya kafa tutan toplumsal ilişkilerin gelişimini içerir (Holloway, 1980/1991, 1992). Toplumsal İlişkilerin Küresel Bütünlüğünün Biçimleri Olarak Ulusal Devletler “Devlet” iki türlü çözümlenir: O, bir yapı değil, toplumsal ilişkilerin bir biçimidir; toplumsal ilişkilerin tamamen fetişleşmiş bir biçimi değil, toplumsal ilişkileri biçimlendirme (fetişleştirme) sürecidir (ve dolayısıyla sürekli kendini yeniden kurma sürecidir). Fakat tartışma hâlâ “devlet” düzeyindedir: “Devletin” bir devlet değil, bir devletler çokluğu olduğu olgusundan henüz söz edilmedi. “Devlet türetme” yaklaşımının başka türden hassasiyetleri olan eleştirilerinin (Barker, 1978/1991, von Braunmühl 1974, 1978) işaret ettiği gibi, tartışma “devleti sadece tekil olarak varmış gibi ele alır. Oysa kapitalizm, devletlerin oluşturduğu bir dünya sistemidir ve kapitalist devletin almış olduğu biçim ulus-devlet biçimidir” (Barker, 1978/1991, s. 204). Bu eleştiriler, bir düzeyde yanlış yönlendirilmektedir; çünkü devlet türetme tartışması, tek bir devleti anlayabilmek yerine “devlet olmayı” (statehood) anlayabilmek veya daha iyi bir deyişle “siyasal olan” ile uğraşmıştı. “Siyasal olanı” kapitalist toplumsal ilişkilerin doğasından türetme, “devletin” sadece bir devletler çokluğu biçimi içinde var olduğu olgusundan soyutlanmıştır. Devlet ve toplum arasındaki genel ilişkiyi analiz etme bağlamında, Picciotto’nun da işaret ettiği gibi, “toplum ile onun içindeki sınıflar ve toplumun içindeki devlet arasında bir korelasyonu varsaymak çok uygundu.”6 Fakat uygun ya da değil, bu nokta hiçbir zaman açık hale getirilmedi ve sonuçta “siyasal olan” anlamında “devlet” (bundan sonra kısaca “siyasal olan”) ile Meksika, Arjantin veya Alman devleti anlamında “devlet” (bundan sonra kısaca “ulus[al] devlet” ) arasında çok ciddi bir kafa karışıklığı oluştu.7 Bu, “siyasal olan” kavramının fakirleşmesine sebebiyet vermiştir ve genel teorik argüman bir kere böyle kurulunca; bu durum, tartışmayı daha da ileriye götürmede kimi zorlukların ortaya çıkmasına neden olmuştur.8 Siyasal olan ile ulusal devlet arasındaki bu ayrımı daha açık hale getirmenin sonuçları nelerdir? Görüldüğü üzere siyasal olan, kapitalist toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinde bir uğraktır. “Kapitalist toplumsal ilişkiler bütünlüğü”, ancak küresel (dünya çapında) bir bütünlük olarak anlaşılabilir. Sermaye, doğası gereği, mekânsal bir sınır tanımaz. Kapitalizmi daha önceki sınıfsal sömürü biçimlerinden ayıran şey, işçinin “özgürlüğü”dür ve bu aynı zamanda sömürenin de özgürlüğüdür (hem de daha gerçek anlamda bir özgürlük). Serfler feodal bağlarından kurtulduklarında, hayatta kalabilmenin araçlarını bulabilecekleri her yerde gezme konusunda özgür hale geldiler: Artık belli bir sömürü mekânına bağlı değillerdi; onları kabul edecek bir sömürücü bulabildikleri takdirde seçtikleri her yere gidebilir ve her yerde sömürülebilirlerdi. Buna ilaveten, lord artık miras olarak sahip olduğu kölelere mecbur değildi; bunun yerine servetini paraya çevirebilir ve parayı sermaye olarak kullanarak dünyanın herhangi bir yerindeki işçileri sömürebilirdi. İşçinin belli bir sömürücüye bağımlılıktan, sömürücünün de belli bir işçi grubuna bağımlılıktan kurtulması, coğrafi konumun tamamıyla rastlantısal hale geldiği, sermayenin tüm dünya geneline yayılabildiği toplumsal ilişkilerin kurulması anlamına geldi. Kişisel bağların yok edilmesi, aynı zamanda coğrafi sınırlılıkların da yok edilmesiydi. Kapitaliste dönüşen lord, emeğin sömürülmesi için parasının nerede kullanıldığını bilebilir veya bilemez: Bu her koşulda konuyla ilgisizdir; çünkü tüm sermaye, rekabet yoluyla kâr oranlarının eşitlenmesi aracılığıyla tüm emeğin sömürüsünden pay alır. Sömürü ilişkileri mekânda var olur; fakat mekân tanımlanmamış ve sürekli değişkendir. Mekânın bu mutlak rastlantısallığı, para olarak sermayenin varlığında ifadesini bulur. Para sermaye nereye hareket ederse (yani sürekli), sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin mekânsal dokusu değişir. Bu nedenle, kapitalist toplumsal ilişkilerin küresel doğası, yakın zamandaki “uluslararasılaşmanın” veya conatus 62 sermayenin “küreselleşmesinin”9 sonucu değildir. Her iki kavram da, mantıksal ve tarihsel olarak öncel olan bir ulusal toplumdan kopuşu varsayar. Böylesi bir açıklamanın iddia ettiğinin yerine, bu durum, özgür kapitalist ve özgür işçi arasındaki mekânsal zorunluluktan kurtulmuş, para dolayımıyla gerçekleşen bir ilişki olarak kapitalist toplumsal sömürü ilişkilerinin doğasına içkindir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin mekânsal olmayan küresel doğası, korsanlık ve fetihler ile gerçekleşen kanlı doğuşundan bugüne kapitalist gelişimin temel özelliğidir. Öyleyse, sermaye ve emek arasındaki ilişkinin bir uğrağı olarak siyasal olan, küresel bir ilişkinin uğrağıdır. Ama küresel bir devletin varlığında değil, görünüşte bağımsız, toprakları ayrı ulus devletler çokluğunun varlığında ifadesini bulur.10 Tarihsel olarak, sömürü ilişkilerinin mekânsal kısıtlarından kurtulması, ulusal devletler biçiminde toprağa dayalı yeni bir egemenlik biçiminin gelişimiyle gerçekleşmiştir. Devletin tikelleşmesi, zor kullanımının dolaysız sömürü ilişkilerinden ayrılması, tam tersi bir hareket ile ifade bulmuştu: Sömürü ilişkileri mekânsal bağlarından kurtuldukça, kapitalist sömürü için gerekli desteği sağlayan zor kullanma, toprağa dayalı yeni bir egemenlik tanımına kavuştu. Ortaya çıkan ulusal devletlerin en önemli faaliyetleri, zorun bölgesel olarak tanımlanması, yani yeni “özgür” olmuş işçilerin hareketliliğinin, avareliği tanımlayan ve kontrol eden kanunlar dizisi dolayımıyla bu devletler tarafından sınırlandırılmasıydı. Öyleyse siyasal olan, ülkesel olarak tanımlı birimlere ayrılır: Siyasal olanı anlamak için esas olan bu farklılaşma, eğer devlet ve toplum bitişik olarak varsayılırsa ortadan kalkacak son derece önemli bir unsurdur. Dünya ulus(al)-devletler, ulusal kapitalizmler veya ulusal toplumlar toplamı değildir. Tersine, siyasal olanın ulusal devletler şeklindeki parçalı varoluşu, dünyayı görünüşte bağımsız birçok birime ayrıştırır. Ulusal devlet ve siyasal olan arasındaki ayrım, bu nedenle, toplumsal ilişkileri katılaştıran veya fetişleştiren bir süreç olarak devlet kavramına yeni bir boyut kazandırır. Küresel toplumun ulusal devletler şeklinde ayrışması, ulusal sınırlar bir kez çizildikten sonra bitmiş bir şey değildir. Tam tersine, tüm ulusal devletler, sürekli tekrar eden küresel ilişkileri ayrıştırma sürecine angaje olurlar: Ulusal egemenlik hakları, “ulusa nasihatler conatus verilmesi”, bayrak törenleri, milli marşların çalınması, “yabancılara” karşı idari ayrımcılık ve savaş dolayımıyla. Kısaca, devletin tam da bu varlığı, ırkçıdır. Toplumun bu ulusal ayrışmasının toplumsal temelleri ne kadar zayıfsa –Latin Amerika’da olduğu gibi– bunun ifade biçimleri de o kadar aleni olur. Küresel toplumsal ilişkilerin bu ayrışması, kapitalist tahakküme karşı muhalefetin parçalanmasında, emeğin bir sınıf olarak11 ayrıştırılmasında son derece önemli bir unsurdur. Öyleyse ulusal devlet, parçalanan küresel toplumun son derece önemli bir biçimidir. Buradan bakınca, devlet ile ilişkide olduğu toplum arasında toprağa dayalı egemenlik anlamında temel bir uyuşmazlık vardır. Picciotto’nun belirttiği, devlet ile toplum korelasyonunun “uygun” olduğu varsayımı tamamen ve çok ciddi bir yanlıştır. Eğer kapitalist toplumsal ilişkiler doğası itibariyle küresel ise, demek ki her ulusal devlet küresel toplumun, tüm dünya geneline yayılmış ülkesel olarak parçalı bir toplumun bir uğrağıdır. “Zengin” veya “yoksul” hiçbir ulusal devlet, küresel sermaye ilişkisinin bir uğrağı olarak kendi varlığından kopuk bir şekilde anlaşılamaz. “Bağımlı” ve “bağımlı olmayan” devletler arasında sık sık yapılan ayrım ortadan kalkar. Tüm ulusal devletler, tarihsel olarak ve tekrarlanan bir biçimde kapitalist toplumsal ilişkiler bütünlüğü ile olan ilişkileri yoluyla tanımlanır. Örneğin, devlet türetme tartışmasında Evers tarafından kapitalist “çevre” ile ilgili olan ve kendisinin geliştirdiği, “ekonomik olan ile siyasal olan arasında toplumsal bir kimliğin olduğu” “merkez” devletler ile böylesi bir kimliğin olmadığı “çevre” devletler arasındaki ayrım (Evers, 1979, s.77-79) her bakımdan geçersizdir. “Daha zengin” ülkelerdeki birçok 63 teorisyenin ulusal yönelimine rağmen, küresel sermaye ilişkisinin bir uğrağı olarak ulusal devletin varlığını kabul etmek, sözgelimi herhangi bir “çevre” ülke olarak adlandırılan ülkedeki neo-liberalizmin yükselişinin anlaşılması için ne kadar önemliyse, Britanya’da Thatcherizmin anlaşılması için de o kadar önemlidir (Bonefeld, 1993’te açıkça gösterildiği gibi).12 Bu, küresel sermaye ile tüm ulusal devletler arasındaki ilişkinin aynı olduğunu söylemek anlamına gelmez. Tam tersine, tüm ulusal devletler küresel bir ilişkinin uğrakları olarak kurulmasına rağmen, o ilişkinin farklı ve birbirine benzemez uğraklarıdır. Siyasal olanın ulus devletlere parçalanması, her devletin kendine özgü ülkesel bir tanımı olduğu ve bu nedenle de bazı devletlerin kendi sınırları içerisinde kimilerini (genellikle ama her zaman değil –Güney Afrika, Kuveyt– çoğunluğunu) “vatandaş”, geri kalanları da yabancı olarak tanımladığı insanlar ile kendine özgü bir ilişkisi olduğu anlamına gelir. Bu ülkesel tanımlanış, her bir devletin küresel kapitalizm ile farklı bir ilişkisi olduğu anlamına gelir. Bir yandan sömürü sürecinin (sermayenin para olarak dolaşımı yoluyla) mekânsal olarak özgürleşmesi ile öte yandan zor kullanımın mekânsal olarak tanımlanması (ulus devletlerin varlığı) arasındaki çelişki, sermayenin hareketliliği ve devletin hareketsizliği arasındaki zıtlıktan kaynaklanır. Devletin ülkesel tanımı, her bir devletin sermayenin hareketliliği ile kuvvetle çelişen bir şekilde hareketsiz olması anlamına gelir. Ulusal devlet, ancak bir zorlukla karşılaştığı vakit sınırlarını değiştirebilir; oysa sermaye, dünyanın bir ucundan diğer ucuna saniyeler içinde hareket edebilir. Ulusal devletler katı bir haldeyken, sermaye akışkandır. Dünyada en büyük kârların gerçekleşeceği neresi varsa oraya akar. Tabii ki, bu akışın önünde, bu hareketliliği sınırlandıran engeller vardır. Son derece önemli bir şekilde, sermayenin yeniden üretimi; makinelerde, emek gücünde, toprakta, binalarda, metalarda somutlaşan sermaye de dahil olmak üzere, sermayenin üretken sermaye biçimindeki (geçici) hareketsizliği ile ilişkilidir. Devlet düzenlemeleri veya tekellerin varlığı gibi durumlar da sermayenin serbest dolaşımını engeller; fakat sermayenin en genel ve soyut biçimi olan para dolayımıyla, sermaye küreseldir, akışkandır ve serbestçe dolaşabilmektedir. Para, ne kişisel ne de ulusal bir hissiyat taşır. Ulusal devletin sermayeyle olan ilişkisi, ulusal olarak sabitlenmiş devletin küresel olarak hareketli sermayeyle olan ilişkisidir. Bu terimlerle, hem ulusal devlet ve dünya ilişkisi hem de ulusal devletler arasındaki ilişkiler kavra msallaştırılmalıdır. Bu çok önemli; çünkü özellikle solda yaygın bir şekilde devlet ve sermaye arası ilişki sanki sermaye hareketsizmiş, belli faaliyetlere, mekânlara veya insanlara bağlıymış gibi tartışılıyor. Bu, sanki sermaye belli bir faaliyetle13 kısıtlanmışçasına, siyasal gelişimi sermaye fraksiyonları (diyelim ki, tekstil sermayesi ile kimya sermayesi veya banka sermayesi ile sanayi sermayesi) arasındaki ihtilaflar üzerinden açıklayan analizlerin artmasına, ya da daha güncel bir tartışmadaki önemli bir noktaya isabetle, sanki sermaye dünyanın belli bir bölümünde bir şekilde kısıtlanmışçasına devletin,“ulusal sermaye” ve devlet arasındaki kaynaşmanın, birliğin veya kenetlenmenin bir biçimi olduğu zemininde yürütülen tartışmaların artmasına sebebiyet verir. Devlet ve sermaye arasındaki bağlantı; aile bağları, kişisel bağlantılar, askeri-sınai komplekslerin varlığı üzerinden anlatılır ve bu bağlantılar devletin kapitalist doğasını göstererek (Miliband, 1969’da olduğu gibi) teorileştirilir veya devlet ve tekeller arasında bir “kaynaşma” olduğu üzerinden (tekelci devlet kapitalizmi teorilerinde olduğu gibi) veya “rekabetçi devletsermayelerinin” oluşumu olarak (devlet-sermayedar teorilerinde, örneğin Barker, 1978/1991’de14 olduğu gibi) veya klasik emperyalizm teorilerinde olduğu gibi teorileştirilir. Tüm bu yaklaşımlar, bu tür bağlantıları, sermayenin kesintisiz dolaşımı içindeki geçici uğraklar olarak görmek yerine, sanki sermaye kişisel, kurumsal ve yerel bağlantılar üzerinden anlaşılabilirmiş gibi ele alır. Hiç şüphesiz sermaye grupları ve ulusal devletler arasında kişisel, kurumsal, siyasal bağlantılar mevcuttur; fakat “sermaye grupları” sermaye ile aynı değildir ve sık sık, ulusal devletler kapitalist dostlarıyla olan ilişkilerini kesmeye mecbur kalırlar ve sermayenin bir bütün olarak yeniden üretilmesini güvence altına alacak çıkarların korunması adına, onlara karşı [“ulusal sermayeye” karşı, ç.n.] hareket ederler (krş. Hirsch, 1974/1978). Ulusal devletin göreli hareketsizliği ve sermayenin son derece yüksek hareketliliği, dünya sermayesinin belli bir parçası ile bir ulusal devlet arasında böylesi basit bir ilişki kurulmasını imkansız hale getirmektedir (Murray, 1971; Picciotto, 1985/1991). conatus 64 Dolayısıyla, devletler arası rekabet ve ulusal devletlerin küresel sermaye ile olan ilişkilerinin değişen konumları, ulusal sermayeler arası rekabet üzerinden layıkıyla tartışılamaz. Tartışma, sermayenin hareketsizliğinden değil hareketliliğinden başlamalıdır. Herhangi bir ulusal devletin varlığının sadece dünya kapitalizminin yeniden üretilmesine değil, bizatihi kendi sınırları içerisindeki kapitalizmin yeniden üretilmesine bağlı olması itibariyle; devlet, sermayeyi kendi sınırları içerisine çekmeye çalışmalı ve bir kez çektiğinde kendi sınırları içerisinde15 onu hareketsizleştirmelidir.16 Ulusal devletler arası rekabetçi mücadele, ulusal sermayeler arası bir mücadele değil, küresel sermayeyi kendine çekmek ve ondan pay (küresel artı-değerden bir pay) almak için devletler arasında bir mücadeledir. Bu amaca ulaşmak için, ulusal devlet kendi sınırları içindeki sermayenin yeniden üretilmesi veya uygun koşulların varlığının (emek gücünün eğitimi, altyapı sağlama, hukuk ve düzenin sağlanması dolayımıyla) sağlanması yönünde çalışmalıdır; kendi sınırları içerisinde faaliyet gösteren sermayeye, bu sermayenin hukuki sahiplerinin vatandaş olup olmadıklarına bakmaksızın (ticaret politikaları, para politikaları, askeri müdahaleler dolayımıyla) uluslararası destek vermelidir. Bu rekabetçi mücadelede, hegemonik ve madun konumlar kurulur; fakat hegemonik bir konum, devletleri, sermayeyi cezbetmek ve elde tutmak için gerçekleştirilecek küresel rekabetten kurtarmaz. Hegemonik ve madun konumların göreceliliği nihai olarak, farklı devlet sınırları içerisindeki sermaye birikimi için gerekli olan elverişli koşulların az ya da çok var olmasına dayalıdır: Bu nedenledir ki, hegemonik bir güç olan Britanya’nın uzun dönemli düşüşü ve Birleşik Devletlerin uluslararası konumunun bugünkü istikrarsızlığı söz konusudur. Sermaye birikimi için gerekli koşullar, sırası geldiğinde emeğin sermaye tarafından sömürüsü için gerekli koşullara bağlıdır; fakat burada doğrudan bir ülkesel ilişki yoktur. Sermaye, başka bir devletin sınırları içerisindeki emek sömürüsünün sonucu olarak bir ulusal devletin sınırları içerisinde birikebilir –tıpkı sömürgeci ve yenisömürgeci durumlarda olduğu gibi ve aynı zamanda, devletlerin kendilerini sermaye birikimi sağlamak için, vergi avantajları veya diğer teşvikler dolayımıyla cezbedici mekânlar haline getirdiği durumlarda olduğu conatus gibi (Cayman Adaları ve Liechtenstein, bunun bariz örnekleridir). Ulusal devletler böylelikle, üretilen küresel artı-değerden bir pay kapmak amacıyla sınırları dahilindeki bölgeyi cezbedici hale getirmek (veya sermayeyi sınırları içinde tutmak) için birbirleriyle rekabet ederler. Aralarındaki antagonizma, “çevre” devletlerin “merkez” devletler tarafından sömürüsünün bir ifadesi değil, küresel artıdeğerden bir pay kapmak (veya artı-değer üretimini kendi sınırları içerisinde tutmak) için kendi sınırları içindeki bölgeyi cezbedici hale getirmek adına kendi aralarında giriştikleri (son derece eşitsiz) bir rekabetin ifadesidir. Bu nedenle, tüm devletlerin emeğin küresel sömürüsünden elde edecekleri bir çıkar vardır. Bağımlılık teorisyenlerinin tartıştığı gibi, ulusal devletler ancak sömürü üzerine kurulu, iki kutuplu bir dünyadaki varlıkları hesaba katılarak anlaşılabilir. Fakat sömürü, yoksul ülkelerin zengin ülkelerce değil küresel emeğin küresel sermaye tarafından gerçekleştirilen sömürüsüdür ve iki kutupluluk, bir merkez-çevre kutupluluğu değil bir sınıf kutupluluğudur ki bu, varoluşlarına binaen tüm devletlerin, sermayenin yeniden üretimine bağlı olan devletler olarak, kapitalist kutba17 yerleştiği bir iki kutupluluk durumudur. Bu nedenle, ulusal devletler arası ilişki, dışsal bir ilişki olarak ele alınırsa, kendini öyleymiş gibi sunsa dahi, yeterince anlaşılamaz. Eğer, ulusal devlet, küresel sermaye ilişkisinin bir uğrağı ise, ne küresel sermaye ilişkisi (“uluslararası sermaye”) ne de diğer devletler ona dışsal olarak anlaşılabilir. Bu nedenle, herhangi bir ulusal devletin gelişimini anlamaya çalışırken mesele, devlet gelişiminin “dışsal” belirleyicileri (bağımlılık teorisinin gözdesi olan “çevre” devletler analizindeki) ve “içsel” belirleyicileri (düzenleme teorisince tercih edilen; Hirsch, 1992) arasında seçim yapmak değildir. Devletin gelişimi, Dabat’ın (1992) izlediği çözümdeki gibi, iç etkenli ve dış etkenli motor güçlerin bir kombinasyonunun sonucu olarak anlaşılamaz. İç-dış, içsel-dışsal, iç etkenli-dış etkenli arasındaki ayrım, ulusal devletlerin görünüşte bağımsızlığını yeniden üretir ve böylelikle, ulusal sınırların tanımladığı toplumsal ilişkilerin son derece tehlikeli biçimde katılaştırılmasını [fetişleştirilmesini, ç.n.] pekiştirir. Fakat bu, devletin gelişimini açıklamak için yeterli değildir. Tüm ulusal devletler, gündelik siyasetin önemli bir öğesi olarak 65 Devlet, sadece kapitalist toplum içindeki bir devlet değil, kapitalist bir devlettir; çünkü onun süregiden varlığı, bir bütün olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin tesis edilmesine sıkı sıkıya bağlıdır içsel-dışsal ayrımını manipüle eder. IMF ile ilişkisi olan tüm devletler, örneğin, bu ilişkilerin sonuçlarını dışarıdan dayatılmış gibi sunarlar; oysa gerçekte bu devletler, küresel ve “ulusal” siyasal çatışmanın ya da tercihen ulusal ve küresel siyasal çatışmanın sürekli entegrasyonun bir parçasıdır. Bu, 1976’da Britanya’ya IMF tarafından “dayatılan” hükümler ve yakın zamanda Venezüella devletinin toplumu sermaye birikimi için daha uygun koşullar yaratacak şekilde yeniden yapılandırmayı amaçlayan stratejisinin bir parçası olarak Venezüella’ya “dayatılan” hükümler yönünden eşit derecede geçerlidir. Küresel sermaye, Cochobamba’ya, Zacatlan’a veya Tannochbrae’ye bile New York, Londra veya Tokyo’ya olduğundan daha “dışsal” değildir; varlığının biçimleri ve sonuçları muazzam bir şekilde farklılaşsa bile. Devletin gelişimini anlamak, içsel ve dışsal belirleyicilerin bir analizi olarak değerlendirilemez. Bunun yerine, ulusal devletin, küresel sermaye ilişkisinin bir durağı olduğunu söylemenin ne anlama geldiğini görmeye çalışmaktır. Daha belirgin bir şekilde söylersek bu, belli bir ulusal devletin gelişiminin ancak, kendisinin de içsel bir parçası olduğu kapitalist toplumsal ilişkilerin gelişimi bağlamında anlaşılabileceği demektir. “Kapitalist toplumsal ilişkilerin küresel gelişimi”, ne mantıksal bir süreç ne de “orada olan” bir şeydir; tersine, parçalı olmasına rağmen küresel bir çelişkinin tarihsel sonucudur. Bu çelişkinin yapısı, (nihai olarak, sermayenin emeğe bağımlılığının biçimi, artı-değer üretim ilişkisi) kapitalist toplumsal ilişkilere, kapitalizmin krizi eğiliminde ifadesini bulan karakteristik bir istikrarsızlık kazandırır. Bunu, ulusal devletlerin gelişiminin, birbirleriyle olan ilişkilerinin ve küresel sermayenin bir uğrağı olarak varlıklarının, sadece kapitalist sınıf mücadelesinin krize gebe gelişimi bağlamında anlaşılabileceği takip eder (krş. Holloway, 1992).18 Bununla birlikte, herhangi bir ulusal devlet ile küresel gelişme arasında karışık bir ilişki vardır. Tüm ulusal devletlerin aynı küresel ilişkinin uğrakları olduğu olgusu, yakın zamanda birçok ülkede gerçekleştirilen “devletin reformu” adı altında ortak değişimlerle ifade edilse bile, ulusal devletlerin küresel sermaye ile olan farklı ilişkileri, küresel sermayenin gelişimi etrafında vuku bulan mücadelelerin almış olduğu biçimlerin ve dolayısıyla ulusal devletlerin gelişiminin muazzam bir farklılık gösterebileceği anlamına gelir. Ve ortaya çıkan yaygın bir gelişme (örneğin, devletin neo-liberal reformu), yeniden yapılanma19 sürecinde küresel sermayeyle yeniden tanımlanmış bir ilişki geliştirmek için çok sayıdaki farklı (ve rekabet halinde) stratejiyi gizler. Devletin Reformu ve Küresel Aşırı Birikimin Ulusal Siyaseti Kapitalizm, durmak bilmeyen bir tahakküm biçimidir. Feodalizmin çözülüşü, sömürücüleri belli çalışanlarla olan bağlarından ve artık işlevsiz kalan bir sömürü ilişkisinden kurtarmışsa eğer, bu aynı zamanda onları (veya daha ziyade onların varlıklarını) yeni ve istikrarlı bir sömürü ilişkisi için sonu gelmeyen bir araştırmaya da zorlamıştır. Sermayenin tarihi, ileriye doğru sürekli bir kaçışın, var olan sömürü ilişkilerinden, kendi varlığının bağlı olduğu emek gücüne tahakküm etmenin yetersizliklerinden sürekli kaçışın tarihidir. Bu kaçış her daim vardır; fakat mevcut sömürü ilişkilerinin yetersizliğinin (sermaye için) tezahür ettiği kriz zamanlarında belli bir yoğunluk kazanır. Sermayenin durmak bilmeyen hali, onun para olarak varlığında ifadesini bulur. Para şeklinde var olan sermaye, emeğin sömürüsünden elde edilecek conatus 66 maksimum faydanın ve kârın peşine düşmek için küresel olarak dolaşmakta özgürdür. Sermaye, elbette sadece para olarak var olmaz: O farklı işlevsel biçimleri dolayımıyla sürekli olarak hareket eder; burada para olarak, öbür tarafta üretim araçlarında ve emek gücünde içerilen üretken sermaye olarak veya meta olarak var olur. Sermayenin her biçimi, mekânsal hareketlilik anlamında farklı etkilere sahiptir. Sermayenin para biçimi, Londra’dan Tokyo’ya saniyeler içinde seyahat edebilir. Makinelerde, binalarda, işçilerde vb. içerilmiş olan üretken sermaye biçimindeki sermaye, coğrafi olarak daha az hareketliliğe sahiptir. Meta biçimindeki sermaye, hareketlilik konusunda diğer iki biçimin arasında bir yerde bulunmaktadır. Sermayenin değişen biçimlerinde, üretimin belirleyici bir rolü vardır; çünkü üretim artı-değerin ve dolayısıyla sermayenin yeniden üretiminin ve genişlemesinin tek kaynağıdır. Sermaye yine de, böylesi teorik bakış açılarına kördür: Onun dur durak bilmez hareketi içinde, hangi biçim ona en yüksek kârı ve genişlemek için en iyi olanakları sağlıyorsa o biçime bürünecektir. Dolayısıyla, mevcut üretim ilişkilerinin yetersizliği, kendini üretimde kârlılığın düşüşü ve meta piyasalarındaki doygunluk (“Marksist iktisatçıların” –kavramsal bir çelişki olan– “iktisadi kriz” dediği şey) olarak ifade ederse, o zaman sermaye para biçimine bürünür. Sonuç, sermayenin hareketliliğinde kökten bir değişiklik olacaktır. Sermayenin hareketliliğindeki değişiklikler, ulusal devletin gelişimi için yaşamsal öneme sahiptir. Sermaye küresel olarak dolaşırken, ulusal devlet sabittir. Sermaye küresel olarak dolaşır; ama ister bazı mali kuruluşların hesabında ister bazı fabrikaların harcında ve tuğlasında olsun, belli bir uğrakta mekânsal bir yere sahiptir. Farklı devletler, sermayenin dolaşımını hareketsizleştirmek ve onu cezbetmek için rekabet ederler. Belli ulusal devletlerin küresel sermaye ile olan ilişkisi, bu rekabetçi cezbetme-ve-hareketsizleştirme süreci dolayımıyla gerçekleştirilir. İlişki belki de, kontrol edilemeyen güçlü bir nehirden en yüksek miktarda suyu yakalamak ve elde tutmak için rekabete girişen bir depo dizisiymişçesine hayal edilebilir. Metaforun terimlerini kullanırsak, ulusal devletler, suyun basıncının, hızının, hacminin tümünü kontrol edemezler. Bu ancak, suyun hareketinin ilk conatus olarak nereden sağlandığıyla anlaşılabilir. Ulusal devletler, metafordaki depolar, ancak nehrin gücündeki ve büyüklüğündeki değişikliklere karşılık verebilir. Son on beş yılı geçkin bir süredir dünya genelinde, devlet örgütünde ve kavramsallaştırmalarında ortaya çıkan değişiklikler, sermaye nehrinin akışındaki radikal değişime verilen bir cevaptır. Bu kökten değişim, sermayenin krizinin, kendi temelindeki yetersizliğinden, emek gücünü kendisine tabi kılmasındaki yetersizliğinden şiddetle kaçışının ifadesidir. İkinci Dünya Savaşı’nın ve savaş öncesi depresyonun, bazı ülkelerde yaşanan faşizm deneyimleri ile birleşerek neden olduğu yıkım, kapitalist küresel sömürü için elverişli koşullar yarattı. Savaştan sonraki 25 yıla yakın dönem genel olarak, kapitalist üretimin kârlılığı üzerine kurulu, yüksek ve sürekli bir büyüme dönemiydi. Sonuç olarak, sermayenin göreli istikrarı, dünyanın “ulusal ekonomilerden” oluştuğu inancını vererek, ulusal devlet ile küresel sermaye arasında belli bir ilişki biçiminin gelişmesi için temel yarattı. Göreli istikrar aynı zamanda, savaş sonrasında ulusal devletler arasındaki iktisadi ilişkileri düzenlemek için uluslararası anlaşmaların imzalanmasını mümkün kılan bir ortam yarattı: Bu anlamda, sabit kur sistemini kurarak paranın ulusal devletler arasında dolaşımını bir dereceye kadar düzenleyen ve böylelikle ulusal devletleri sermayenin küresel hareketinden bir derece izole eden bir anlaşma olan Bretton Woods özellikle önemlidir (krş. Bonefeld, 1992). Üretken sermayenin göreli istikrarı üzerine kurulan ve sermayenin hareketini kontrol etmek için uluslararası politikalar ve düzenlemeler ile desteklenen bu izolasyon, devlet-merkezli politikalar, diyelim ki Keynesçi refah devleti politikaları veya ithal ikâmeci politikalar için temel sundu. Aynı zamanda bu göreli istikrar, ulusal devletler ve kapitalist gruplar arasında –yukarıda tartışılan teorilerde kavramsal olarak kurulan bir tür ittifak şekli (askeri-sanayi kompleks, tekelci devlet kapitalizmi vb.)– ve yine devlet ile bürokratikleşmiş emek hareketleri arasında, korporatist siyasal gelişimin20 pek çok türünde bulunduğu gibi, son derece istikrarlı ittifakların kurulmasını mümkün kılmıştır. Devlet hakkında hâlâ yaygın olan birçok teorik kavramsallaştırma, özellikle yukarıda tartışıldığı şekliyle “devleti” dünyadan soyutlamak, bu dönemin deneyimlerinden kaynaklanır ki, bu dönem aynı 67 zamanda “siyaset biliminin” ve genel olarak sosyal bilimlerin hızla genişlediği bir dönemdir. Ulusal devletin göreli izolasyonu, savaş sonrası uzun büyüme döneminin bitmesiyle sona erdi. 1960’ların ortasından beri, büyüyen istikrarsızlığın açık belirtileri mevcuttur. Savaş sonrası dönem boyunca, üretimi kârlı hale getiren koşullar zayıflıyordu: İşçilerin sömürülmesine dair maliyetler (sıkça atfedildiği gibi sermayenin organik bileşimi) artıyor; savaş deneyimi yoluyla kurulan emek disiplini (ve genel toplumsal disiplin) zayıflıyor; savaş sonrası gelişim modeliyle ilişkili devlet bürokrasileri, sermaye için masraflı olmaya başlıyordu. Üretime yatırım yapmak, sermayeyi genişletmek için daha az güvenli bir araç haline gelmişti. Sermayenin genişlemesinin zeminini oluşturan mevcut sömürü ilişkilerinin yetersizliği, kendisini düşen kârlarda ifade etmekteydi. Bu koşullar sonucunda, sermayenin doğasında var olan dur durak bilmezlik kendisini gösterdi. Sermaye, yaşayabilmek için mevcut sömürü ilişkilerinden kendini kurtarmak, halihazırda sömürülen işçilerin bazılarını işten çıkarmak, diğerleriyle olan ilişkisini yeniden yapılandırmak ve sömürülecek yeni insanlar bulma arayışına girmek zorundaydı. Sermaye, kendi kökenindeki yetersizlikten kaçar: Bu kaçış, sermayenin paraya dönüşmesi ve kârlı genişleme araçları bulmak için bu paranın harekete geçmesi biçiminde ortaya çıkar. Bu süreç, sermayenin aşırı birikimiyle tanımlanabilir. Büyüme yıllarında, hızlı bir sermaye birikim süreci yaşanmıştı: Üretken yatırımda güvenli ve kârlı bir pazar bulabilecek çok fazla sermaye birikmişti. Bu gerçekleşince, sonrasında tıpkı arıların kovanda yeterli bal kalmadığı vakit, daha da genişlemiş olan bir nüfusu desteklemek için sürü halinde kovandan ayrılması gibi, sermaye de sürü halinde ayrılmaya başlamıştır –bir kısmı uyanır ve başka evler21 bulmak için uçmaya başlar. Sermaye likit para biçimine bürünür ve kâr arayışı içinde tüm dünyayı dolaşır. Kendini üretken yatırım içinde harç ve tuğlaya, makineye ve işçilere hapsetmek yerine spekülatif, sıkça kısa-dönemli genişleme araçları bulmak için gezinir. Artık kârlı olmayan fabrikaların çoğu kapanır, binalar ve makineler satılır, işçiler işten çıkarılır: Boşta kalan sermaye, başka bir yerde üretken yatırıma dönüştürülebilecek para haline gelir ve herhangi bir yerde üretken yatırım için koşullar göreli olarak daha tercih edilebilir olmadıkça, sermaye para olarak kalmayı yeğler. Üretimdeki zorluklar kendilerini, hem üretken sermaye kendini daha önce paraya çevirdiği ve faiz elde etmek üzere borç olarak verdiği için para arzında bir artış, hem de üretimde kalan sermaye zorlukları borçlanarak aşmaya çalıştığı ve devletler artan toplumsal gerilimi onların borçlarını artırarak uzlaştırmayı denediği için para talebinde bir artışla ifade eder. Üretim ilişkilerindeki kriz, sermayenin likit hale gelmesiyle ortaya çıkar. Para biçiminde22 tutulan sermaye ile üretken sermaye arasındaki ilişki, çok keskin bir değişikliğe uğrar: Para üretime tabi görünmek yerine, şimdi kendi içinde bir amaç olarak görünür. Kaçınılmaz bir şekilde, sermayenin biçimindeki değişim, ülkesel olarak sabitlenmiş ulusal devletler ile sermayenin küresel hareketi arasındaki ilişkide bir değişim anlamına gelir. Bu sıkça söylendiği gibi, ekonominin “uluslararasılaşması” veya “küreselleşmesi” değil, sermayenin küresel varoluş biçiminde bir değişimdir. Daha önce göreli olarak istikrarlı olan sermayenin dolaşımı, hızlı hareket eden23 bir sele dönüşmüş ve bu sel, savaş sonrası dönemin kurumlarını ve varsayımlarını silip süpürmüştü. Ve savaş sonrası dünyayı çöküşe sürükleyen ilk dayanaklardan biri, sabit dolar/altın paritesi üzerine kurulu sabit kur sistemi olan Bretton Woods’tu. 1960’lı yıllar boyunca para olarak Birleşik Devletler dışına sürülen (ve dışarıda herhangi bir ulusal devletin düzenleyici gücü olarak kullanılan) dolar miktarında görülen hızlı artış, doların el altından çökmesine, 1971’de Bretton Woods sisteminin terk edilmesine ve yerine değişken kur conatus 68 sisteminin geçirilmesine yol açtı. 1970’ler ve 1980’ler boyunca yeni teknolojinin uygulanması sonucunda paranın hareket hızının artmasıyla birlikte dünya para piyasalarının hızlı büyümesi ve bütünleşmesi, ulusal devletlerin24 üzerinde çok sert sonuçlar meydana getirdi. Ulusal devletler, sınırları dahilindeki sermayeyi kendilerine çekmek ve elde etmek için çabalarlar: Bunun anlamı, sermayenin yeni akışkanlığıyla yaşanan kökten bir değişikliktir. Sermayeden aldıkları payı artırmak için devletler arasındaki rekabet, tüm ulusal devletleri, sermayeyi cezbetmek için kendilerine yeni yollar bulmaya hızla mecbur bırakarak artar. Gerçek şu ki, sermayenin yüksek bir kısmı kısa dönem kâr elde etme esasına uygun bir şekilde yatırıldığı için devletler, sermayeyi sınırları dahilinde25 tutacakları koşulları sağlamak adına sürekli baskı altında tutulur. Devletler, devlet olarak, sermayenin dur durak bilmezliğine boyun eğmek zorundadır. Eski ideolojiler gider: Paranın yeni kuralı, parasalcılık (monetarism) arz-yönlü teori, neoliberalizm gibi yeni ideolojilerde anlamlandırılır ki, bu yeni ideolojilerin tümü öyle ya da böyle şunu söyler: Para hükmeder. Eski ittifaklar yok olur. Para biçimindeki sermayenin hiçbir insan grubuna ve belli hiçbir faaliyete bağlı olmadığı görüldüğü andan itibaren, kapitalist gruplar ve devlet arasındaki kurulu bağlar, bir engel olarak algılanmaya başlanır. Sendikalar aracılığıyla kurulan korporatist tahakküm modelleri de, bu zorlamanın idaresi altına girmiştir: Küresel parayı cezbetmek için gerekli olan şey, yeni conatus bir iş örgütlenmesi, yeni bir “esneklik” ve eski sendika yapılarıyla bağdaşmayan yeni bir disiplin, “boyun eğmeyi öğrenme”nin yeni bir yoludur (krş. Pelâez ve Holloway, 1990/1991). Canını dişine takmış bir şekilde kendini genişletme arayışı içinde olan para, daha önce özel kapitalist yatırımın kapalı olduğu alanları açılmaya zorlar: Daha önce ulusal devletler tarafından kontrol edilen tüm faaliyet alanları özelleştirilir; kârlı bir barınak26 arayışındaki para seline açılır. Bunların arasındaki en katı kale, Sovyetler Birliği bile açıldı ve para tarafından yerle bir edildi. Ve sonra borç geldi. Sermayenin para biçimine bürünmesi; o paranın çoğunun borç para haline getirilmesi, krediye ve borca dönüştürülmesi anlamına gelir. Savaş sonrası büyümenin son yılları, borcun hızla genişlemesi ile sürdürülmüştür. 1970’lerin sonunda, kârlılık krizinin daha zengin ülkelerce hissedilmesinden ve kemer sıkma politikalarının ilan edilmesinden sonra para akışı, toplumsal gerilimleri kontrol altına almak isteyen hükümetlere, kendisini borç haline çevirip sunarak, özellikle Latin Amerika’ya doğru, güneye doğru yöneldi. 1982’de Meksika hükümetinin yaşadığı zorlukları ilan etmesinden sonra, Latin Amerika’nın borç para vermek için güvenli bir yer olmadığı ortaya çıktı ve para, Birleşik Devletler’deki sıkı parasal kontrolü sona erdirerek ve tüketici borçlarında ve askeri hükümet harcamalarında muazzam bir genişlemenin hızla artmasını sağlayarak, tekrar kuzeye aktı. Hem uluslararası hem de ulusal devletler içinde borçlanmayla birlikte, yeni bir siyaset ortaya çıktı (Cleaver, 1989; Holloway, 1990). Borcun büyümesi, ayrımcılığın büyümesi anlamına gelir; kredi alabileceğine kanaat getirilenler ve getirilemeyenler arası ayrımcılık, kendisini hem ulusal devletler arasında hem de tüm dünya toplumları içinde korkunç bir şekilde barizleştiren yeni bir ayrım. Ulusal devletler ve küresel sermaye arası ilişkideki değişim, küresel kapitalist tahakküm biçimlerinde çok önemli bir değişim anlamına gelir. Marazzi’nin dediği gibi, “devlet gücünde dünya düzeyine –parasal terörizmin faaliyet gösterdiği düzeye– doğru bir değişim” söz konusudur. Ulusal devlet düzeyinde alınan siyasal kararlar, şimdi daha doğrudan bir şekilde sermayenin küresel hareketiyle27 bütünleştirildi. Bu değişimin apaçıklığı kendi sorunlarını getirmektedir. 69 İlk kez İngilizce olarak Capital&Class, 52 (Bahar 1994) dergisinde basılan bu bölüm; Perfiles Latinoamericanos, 1, FLACSO (Facultad Latinoamericana de Ciencias Sociales), Mexico City’de (Aralık 1992) İspanyolca olarak basılan makalenin düzeltilmiş halidir. 2 Benzer bir bağımlılık teorisi eleştirisi için bkz. Dabat (1992). 3 Devlet türetme tartışması ve yayılması üzerine bkz. Holloway ve Picciotto (1978), Clarke (1991) (Büyük Britanya), Vincent (1975) (Fransa), Perez Sainz (1981) (İspanya), Critias de la Economia Politica (1979, 1980), Sânchez Susarrey (1986) (Meksika), Archilla (1980), Rojas ve Moncayo (1980) (Kolombiya), Fausto (1987) (Brezilya). 4 Devlet türetme tartışması, Pashukanis’in 1923’te sorduğu soruya tekrar güncellik kazandırdı: “Neden bir sınıf egemenliği, olduğu gibi görünmeye devam etmemektedir –yani, nüfusun bir bölümünün diğer bir bölümüne boyun eğmesi şeklinde? Neden bu egemenlik, resmi devlet egemenliği şeklini alır? Veya aynı şekilde, neden devletin baskı mekanizması, egemen sınıfın özel mekanizması şeklinde oluşturulmamıştır? Neden egemen sınıftan ayrılmaktadır –toplumdan ayrı, şahsi olmayan bir kamu otoritesi mekanizması biçimini alarak?” (Pashukanis, 1923/1951, s. 185). Bu soru, sonunda Pashukanis’in canına mâl oldu; çünkü bu soru, aynı zamanda devletin özgün olarak toplumsal ilişkilerin kapitalist biçimi olduğu anlamına gelmekteydi ki, bu da Stalin’in devletçi “tek ülkede sosyalizm” kurma girişimi ile uygun düşmüyordu. 5 Jessop’ın yaptığı ve Hirsch’in en azından son çalışmasında yapmış olarak göründüğü, devletin tikelleşmesinin kapitalizmin kökeninde tamamlanmış bir süreç olduğu varsayılamaz. Böylesi bir yaklaşım, kaçınılmaz bir şekilde işlevselciliğe götürür. Jessop’ın eleştirisi için bkz. Holloway (1991). 6 “Marksist kapitalist devlet analizinde devlete, tek bir devlete odaklanma eğilimi var olagelmiştir. Bu belki de, Marksist olmayan yazından daha fazla Marksist yazında olan bir eğilimdir; çünkü toplumun sınıf doğası üzerine yapılan Marksist vurgu, [devletin, ç.n.] toplumun yapısı ile olan ilişkisinin tartışılmasını kaçınılmaz kılar ve toplum ve içindeki sınıflar ve o toplumun içindeki devlet arasında bir korelasyonu varsaymak uygun hale gelir.” (Picciotto, 1985/1991, s. 217). 7 Bu anlamda Barker (1978/1991, s. 208), benim Picciotto ile olan makalemi (Holloway ve Picciotto, 1977/1991) “onların tüm makalesi kapitalist sistem içinde var olan devletler ile olan ilişkisi yeterli bir biçimde geliştirilmeyen (the) ‘devlet’ diye bir varsayım ile ilgilidir” diye eleştirirken tamamıyla haklıdır. 8 Bu konuyla ilgili bir tartışma için bkz. Burnham (1992). 9 Capital&Class, 43 (1991)’in editoryal girişinde, “teori ve analizin temel meselelerinin kapitalizmin küreselleşmesi tarafından ortaya atıldığı” iddia edilir ve sormaya devam edilir: “Şimdi biz daha ‘küreselci’ bir analiz çerçevesi mi benimsemek zorundayız, ya da ulus-devlet halâ kapitalist gelişimi ve değişimi, ve sosyalist hedefler için mücadeleyi anlayabilmemiz için yeterli bir çerçeve sunmakta mıdır?” “Temel mesele” şu ki, kapitalizmin küreselleşmesi diye bir şey yok ve ulus-devlet anlama ve mücadele için hiçbir zaman yeterli bir çerçeve sunmamıştır. Önemli olan ise, kapitalizmin küresel doğasının biçimindeki değişimin, ulus-devlete yönlendirilen geçmiş analizlerin hatalarını daha açık hale getirmesidir. Barker’ın bu bölümün eski bir taslağına getirdiği yorumda belirttiği gibi, “Şimdiki zamanı imleyen, dünya solunun baskın teori ve 1 Ama ulusal devletin sermayenin küresel hareketine tabi kılınması, toplumun ulusal çözülüşünü daha zor hale getirir ve yakın dönemde Venezüella hükümetinin yaşadığı zorluklar, Thatcher’ın Britanya’daki düşüşü veya Meksika’da Başkan Salinas’ın kendi vatansever “sosyal liberalizm”ini hiçbir ulusal hassasiyeti tanımayan neoliberalizmden ayrıştıran konuşması gibi örnekler, değişik şekillerdeki gerilimlerin artışına kanıttır. Tüm bu anlatılanlarda, sermaye her şeye kadir görünür. Para, sermayenin en kibirli ve küstah biçimidir. Tüm dünya genelindeki başarıları (yaptıkları) oldukça çoktur ve apaçık ortadadır. Bununla birlikte paranın egemenliği, sermayenin zayıflığının ortaya çıkışıdır. Sürü halinde kovandan ayrılan arılar da arının en küstah ve kibirli biçimidir; fakat onlar kesinlikle etrafta yeterli bal olmadığından dolayı böyle hareket etmektedirler. Para hükmeder; çünkü üretim, sermaye için cazip olmaktan çıkmıştır; fakat nihai olarak balı üreten, kesinlikle ve kesinlikle üretimdir: Sermayenin kendini genişletmesinin asıl kaynağı üretimdir. Sermayenin azılı olan dur durak bilmezliği, mevcut sömürü ilişkilerinin yetersizliğinin (sermaye için), sermayenin varlığının bağlı olduğu emek gücünün itaat ettirilmesindeki çapsızlığın en bariz göstergesidir. Görünüşe rağmen, sermayenin durmayan hareketi, emeği itaatkâr kılmadaki güçsüzlüğünün en bariz göstergesidir. Bu, eski modellerin para tarafından sona erdirilmesi, kapitalist sıhhatin yeniden düzenlenmesinin anahtarı olan “devletin reformu” değil, sömürünün yeniden örgütlenmesi, emek gücünün sermayeye tabiyetinin yeniden yapılandırılmasıdır ve üretimin örgütlenmesindeki tüm değişikliklere ve son 10-15 sene boyunca uygulanan sermayenin tüm saldırgan politikalarına rağmen, bu amaca ulaştığı henüz kesin değildir. John Holloway, Global Capital and the National State, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde, çev. Ali Rıza Güngen, A.Serkan Mercan, Otonom Yayıncılık, yayına hazırlanıyor. conatus 70 eylemlerinin ister tamamen ulusal reformizm teorileri, ister ‘tek ülkede sosyalizm’, ya da ulusal-kalkınmacı-sosyalizm için argümanlarda olsun, ulusal argümanları olağan karşıladığı bir dönemden çıkmakta olduğumuzdur.” 10 Benzer bir bakış için Burnham (1992, s. 12). 11 Emeğin bir sınıf olarak yeniden terkip edilmesi (recomposition), bunu takiben dolayısıyla, milliyetçiliğin tüm biçimlerinin ve “yabancılara” karşı tüm ayrımcılığın, nasıl tanımlanırsa tanımlansın kökten reddini de içermektedir. 12 Britanya söz konusu olunca, bu konunun dramatik bir örneği 16 Eylül 1992’deki “Kara Çarşamba” ve ondan kaynaklanan tüm siyasi sonuçlar tarafından yaratılmıştır. 13 Fraksiyonculuk (fractionalism) hakkında gelecekteki eleştirilere temel oluşturması için bkz. Clarke (1978). 14 Barker’ın devlet türetme tartışmasının limitleri konusundaki eleştirileri temelde doğru olmasına rağmen, ulusal devletlerin rekabet halindeki devlet-sermaye blokları üzerinden analiz edilmesine gerek olduğu yolunda vardığı sonuç büsbütün yanlıştır. 15 Devrimci durumlarda bir devletin bu kısıtlamalardan kurtulabilmesinin boyutu, burada girişilmeyen ayrı bir tartışma gerektirecektir. 16 Korumacılık (protectionism), sermayeyi cezbetmek için tasarlanan serbest ticaret politikalarının olduğu kadar sermayenin küresel varlığının bir ifadesidir. 17 Ulusal devletler arasındaki çatışma ve işbirliği ilişkileri tartışması için bkz. Burnham (1992). 18 Devletin uluslararasılaşması tartışmasında (1991) Picciotto’nun, devletin uluslararası gelişimini ne sermaye kavramı ne de kriz kavramı ile ilişkilendirmemesi şaşırtıcıdır. Bu, onun ekonomik ve sosyal olan toplumsal ve sınıf ilişkileri ile sınıf ve halka ait mücadeleleri birbirinden ayırmasına neden olur. 19 Tüm bunda, işlevselcilik olmamalı. “Kapitalist devlet” analizi ile ilgili sorunlardan biri, sanki tek bir devlet varmış gibi, devletin kapitalist devlet olduğu için sermayenin çıkarına olan fonksiyonları icra ettiğini iddia eden işlevselci bir varsayıma kolayca düşülmesi idi. Devlet türetme tartışmasından bahsedilirken işaret edildiği gibi, bu, “devlet” düzeyinde meşrulaştırılamayacak bir sonuçtur; fakat işlevselci iddianın güçsüzlüğü, sermayenin küresel olduğu ve “devlet”in bir ulusal devletler çokluğu olduğu akılda tutulduğu zaman daha açık hale gelir: Küresel sermayenin yeniden üretimi için gerekli olanın bazı devlet veya devletlerin ihtiyaç duyulanı yapması yoluyla sağlandığı varsayılamaz (Picciotto, 1985/1991). Sermayenin krizlerini her zaman çözeceği varsayılamaz. 20 Bu birçok içsel bağlantı düzenlemecilerin Fordizm tartışmasında analiz edildi; fakat düzenleme teorisi, ulusal küresel sermayeyi değil ulusal devleti referans noktası (krş. Clarke, 1988/1991; Hirsch, 1992) olarak aldığı için bu konuların sermayenin hareketliliği ile ilişkilendirilmesi başarılamadı. Düzenleme teorisinin ulusal devlete yönelimi, belki de savaş sonrası dönemde emeğin küresel içeriminde (global containment of labour) ulusal devletin hiçbir zaman olmadığından daha fazla rol alması olgusunun yansımasıdır. 21 Bu bölümde, metaforlar utanmaksızın karışır. Fakat arılar ve nehirler yeterlidir. 22 Bu yazının da dikkate değer bir biçimde borçlu olduğu, bu paragraflarda tanımlanan süreçlerin daha detaylı bir incelemesi için bkz. Bonefeld (1993). 23 Ulusötesi sermaye akımındaki değişikliğin ölçeği hakkında conatus bkz. Crook (1972, s. 6-9). Paranın uluslararası hareketinin büyüklüğünün ölçeğini göstermek için verdiği rakamlar arasında: “Son on yıl boyunca uluslararası banka kredi stoku (yani, sınır-ötesi kredi artı yabancı döviz üzerinden çıkarılan yerli kredi) OECD’nin Gayri Sâfi Milli Hasılasının %4’ünden %44’e yükselmiştir”; “her bir günkü, türevler dahil yabancı döviz cirosu şu an kabaca 900 milyar dolar… Bir merkez bankasının araştırması günlük net ciroyu 650 milyar dolar olarak hesaplarken –bu rakam, 1986 yılı için yapılan önceki araştırmanın tahmininin iki katı– döviz ticareti Nisan 1989’dan bu yana 1/3’ten fazla artış gösterdi.” 24 Dünya Bankası veciz bir şekilde, “küresel piyasa ortamında güçsüz politikalara karşı net-bir-şekilde-azalmış hoşgörü mevcuttur” tespitini yapar (Fidler, 1992, s.v). 25 Meksika özelindeki baskının doğası, örneğin Meksika’ya sermaye girişinin 1992’de GSMH’nin %8.4’ünün üzerinde olması ve bunun 1/3’ü ile 1/2’si arasında bir oranının kısa dönem finansman şeklinde oluşmasından, yani “faiz farklılıklarından veya yabancı döviz piyasalarındaki irrasyonelliklerden kâr kapma derdinde olan ve yapılan yatırım ile ilgili algılanan risk artışında dolaşımdan çekilmesi çok muhtemel olan ‘sıcak para’ olmasından çıkar sanabilir.” Fidler (1993, s. ii-iii). 26 Bu “para seli” (torrent of money) kâr oranlarının eşitlenmesi eğiliminin ifadesi olarak görülebilir. Yakın dönem eğilimler üzerine bkz. Marks (1971, s. 195-6). 27 Bu gelişmenin bir etkisi, paradoksal bir şekilde, demokratik siyasal biçimin sermayenin çıkarları ile uzlaştırılmasının kolay hale gelmesidir. Bu, Cavarozzi vd.’nin (1991) önerdikleridir ki, geçen yıllarda Latin Amerika’da demokrasinin gelişiminin neden yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik ile kol kola gittiğinin anlaşılması için merkezi öneme sahiptir. “Savaş çığlıkları bunlar...Savaaaaaş. Ülkenin yüreğini ağzına getirmek istiyorlar. [Çöker iskemlesine] Korkan insan düşünemez. Düşünmeyen insanı amaçlıyorlar bunlar. [Kıpırtısız kalır]” Lillian Hellman, Güneyli Bayan, çev. Bilgesu Erenus, Güncel Yayınlar, 1984, s. 47 conatus 72 73 NEO-LİBERALİZM VE SINIF İKTIDARININ RESTORASYONU D a v i d H a r v e y İngilizceden çeviren: Akın Sarı Başkan Bush, tekrar tekrar ABD’nin Irak halkına eşsiz “özgürlük” hediyesini bahşettiğini öne sürüyor. “Özgürlük, bu dünyadaki her kadın ve erkeğe Yüce Kudretin hediyesidir” ve “dünyadaki en büyük güce sahip olduğumuz müddetçe, özgürlüğün yayılmasına yardımcı olma mecburiyetimiz var” diyor.1 Irak’a önleyici saldırının yüce başarısının ülkeyi “özgürleştirmek” olduğu resmi nakaratı, ABD medyasının çoğunluğuna akseder ve saldırı için verilen resmî nedenler (Saddam ve El-Kaide arasındaki bağlantılar, kitle imha silahlarının varlığı ve ABD güvenliğine yönelik doğrudan tehditler gibi) yetersiz bulunmuş olsa bile, savaşı desteklemeye devam etmek için kamuoyunun çoğunluğu açısından ikna edici bir iddia gibi görünür. Ne var ki, özgürlük aldatıcı bir kelimedir. Matthew Arnold’un seneler önce gözlemlediği gibi: “Özgürlük sürülecek çok iyi bir attır, ama bir yere sürmek gerekir.”2 Kendilerine büyük bir yüce gönüllülükle verilmiş olan özgürlük atını sürmeleri beklenen Iraklı insanlar, onu nereye sürecek? ABD’nin bu soruya yanıtı, 19 Eylül 2003’te, Geçici Hükümet Koalisyonu’nun başı, Paul Bremer, “kamu girişimlerinin tamamen özelleştirilmesini, Iraklı firmaların yabancılarca tam mülkiyet hakkını, yabancı kârlarının tamamen ülkelerine geri gönderilmesini... Irak bankalarının yabancı denetimine açılmasını, yabancı şirketlere ulusal muameleyi ve neredeyse bütün ticaret engellerinin kaldırılmasını”3 içeren dört talimat ilan ettiğinde açıklık kazandı. Talimatlar kamu hizmetleri, medya, üretim, silahlı kuvvetler, nakliyat, finans ve inşaatçılık dahil ekonominin bütün alanlarına uygulanacaktı. Yalnızca petrol istisnaydı (tahminen özel statüsünden ve bilhassa ABD denetiminin bir silahı olarak jeopolitik öneminden ötürü). Ayrıca, söylemeye gerek yok, bu talimatlar emek pazarına da yayılırlar. Grevler yasaklanır ve sendikalaşma hakkı sınırlanır. Son derece gerici bir yüksek “apartman daire vergisi” de (ABD muhafazakarları tarafından uzun zamandır taşıdıkları bir tutku) dayatılır. Bu talimatlar, Naomi Klein’ın işaret ettiği gibi, Cenova ve Lahey sözleşmelerinin ihlaliydi; zira işgalci bir güç, işgal edilen bir ülkenin kıymetli mülklerini korumaya mecburdur ve onları satmaya hiçbir hakkı yoktur.4 Ayrıca, Londra Economist dergisinin Irak’a ilişkin “kapitalist düş” olarak adlandırdığı dayatmaya karşı dikkate değer bir direniş vardır. ABD’nin tayin ettiği Geçici Hükümet Koalisyonu’nun bir üyesi olan Irak geçici ticaret bakanı bile, “serbest pazar fundamentalizminin” zoraki dayatılmasını “tarihe aldırmayan hatalı bir mantık”5 olarak tanımlayarak saldırdı. conatus 74 Neo-liberal Dönemeç ABD’nin açıkça Irak’a esas olarak güçle dayatmaya çalıştığı şey, temel görevi kârlı sermaye birikimi koşullarını kolaylaştırmak olan, dört dörtlük bir neo-liberal devlet aygıtıdır. Bremer’in özetlediği türden önlemler, neo-liberal teoriye göre, zenginliğin yaratılması ve dolayısıyla bütün nüfusun refahının iyileştirilmesi için hem zorunlu hem de yeterlidir. Politik özgürlüğün pazarın ve ticaretin özgürlüğüyle birleştirilmesi, çoktandır neo-liberal politikanın önemli bir özelliği olmuştur ve bu, yıllardır ABD’nin dünyanın geri kalanına karşı tutumunda egemendir. Örneğin 11 Eylül’ün birinci yıldönümünde, Başkan Bush New York Times’ta yayınlanan bir köşede şunu ilan etti: “İlerleme ve özgürlüğün birçok ulus içerisinde serpilebileceği bir uluslararası atmosfer ve açıklık oluşturmak için, eşsiz güç ve etki konumumuzu kullanacağız. Özgürlüğün büyüdüğü barışçıl bir dünya Amerika’nın uzun dönemli çıkarlarına hizmet eder, ebedi Amerikan ideallerini yansıtır ve Amerika’nın müttefiklerini birleştirir... Baskının, kinin ve yoksulluğun demokrasi, kalkınma, serbest pazar ve serbest ticaret umuduyla yer değiştirdiği adil bir barışı düşlüyoruz”; sondan ikisi, “bütün toplumların yoksulluktan kurtulma yetisini kanıtlamıştır.” Bush şöyle tamamlıyordu: “İnsanlık, asırlık düşmanlıkların üzerinde özgürlüğün zaferini sunma fırsatını elinde tutmaktadır. ABD, bu büyük görevde başı çekme sorumluluğunu memnuniyetle kabul eder.” Aynı dil, bundan hemen sonra Ulusal Savunma Stratejisi Belgesi’nin önsözünde görüldü.6 Irak’a ve dünyaya dayatılan, pazarın ve ticaretin özgürlüğü olarak yorumlanan, bu özgürlüktür. Bu noktada, neo-liberal devlet biçiminin ilk büyük deneyiminin, Pinochet’nin 1973 “küçük 11 Eylül” darbesinden sonra (Bremer’in Irak’ta tesis edilecek rejimin duyurusundan neredeyse otuz yıl önce) Şili’de olduğunu hatırlamak yararlı olacaktır. Darbe, Salvador Allende’nin demokratik olarak seçilmiş solcu sosyal demokrat hükümetine karşı, CIA ve ABD Devlet Bakanı Henry Kissinger tarafından sıkı bir şekilde desteklendi. Darbe, bütün toplumsal hareketleri ve solun politik örgütlenmelerini vahşice bastırdı ve halk örgütlenmelerinin bütün biçimlerini (daha yoksul conatus mahallerdeki toplum sağlık merkezleri gibi) parçaladı. Emek pazarı, düzenleyici ve kurumsal kısıtlamalardan (örneğin, sendika gücü) “kurtarıldı”. Ancak 1973’ten itibaren, daha önce ekonomik yenilenmede Latin Amerikalı girişimlere hakim olan (ve bir dereceye kadar Brezilya’da 1964 askeri darbesinden sonra başarılı olan) ithal ikameci politikalar itibardan düşürüldü. Dünya ekonomisinin ciddi gerilemesinin ortasında, açıktan açığa yeni bir şey davet edildi. O zamanlar Chicago Üniversitesi’nde ders veren Milton Friedman’ın teorilerine bağlılıklarından ötürü “Chicago çocukları” olarak bilinen bir grup ABD’li iktisatçı, Şili ekonomisinin yeniden kurulmasına yardım etmek için toplantıya çağrıldı. Bunu, serbest pazar fikri etrafında, kamu mülklerini özelleştirerek, doğal kaynakları özel sömürüye açarak ve doğrudan yabancı yatırım ve serbest ticareti kolaylaştırarak yaptılar. Yabancı şirketlerin Şili’deki işlemlerden elde ettikleri kârları kendi ülkelerine taşıma hakkı garanti edildi. İthal ikamecilik yerine ihracat yönelimli büyüme desteklendi. Devlete ayrılan tek sektör, temel kaynak olan bakırdı (Irak’taki petrol gibi). Şili ekonomisinin büyüme oranları, sermaye birikimi ve yabancı yatırımların yüksek dönüş oranları bakımından sonradan canlanması, hem (Thatcher yönetiminde) Britanya’da hem de (Reagan yönetiminde) ABD’de sonraki daha açık neo-liberal politikalar dönemecine model oluşturabilmeye kanıt sağladı. Çeperde gerçekleştirilen vahşi bir deneyimin merkezde politikaların oluşumu için bir model olması ilk defa olmuyordu (Irak’ta şu anda oylamaya sunulan apartman daire vergisiyle olduğu gibi).7 Bununla birlikte, Şili deneyimi kârların iyi dağıtılmadığını gösterdi. Halk genel olarak berbat bir şekilde yaşarken ülke ve yönetici elitler yabancı yatırımcılarla birlikte yeterince iyi çalıştı. Bunda, bütün projeyi yapısal olarak ilgilendirecek, zaman içerisindeki neo-liberal politikaların yeterince direngen etkisi söz konusuydu. Dumenil ve Levy, neo-liberalizmin en başından beri nüfus içerisinde en zengin katman yönünde sınıf iktidarının restorasyonunu başarmaya dönük bir proje olduğunu tartışmaya girişir. Avrupa’daki sosyal demokrat devlet ve ABD’deki sermaye ve emek arasında toplumsal sözleşmeyi temellendiren Keynesçi uzlaşma, 1950’lerin ve 1960’ların yüksek büyüme yılları boyunca oldukça iyi işledi. Yeniden 75 bölüşümcü politikalar, sermayenin serbest hareketliliği, kamu giderleri üzerindeki denetimler ve refah devletinin inşası, sermaye birikiminin nispeten yüksek oranları ve çoğu gelişmiş kapitalist ülkelerin elverişli kârlılığıyla el ele gitmişti. Ancak 1960’ların sonunda, bu hem uluslararası olarak hem de yurtiçi ekonomilerde bozulmaya başladı. 1973’e kadar, Arap-İsrail Savaşı ve OPEC petrol ambargosundan bile önce, uluslararası ekonomik ilişkileri düzenleyen Bretton Woods sistemi dağıldı. Küresel bir stagflasyon (ekonomik durgunluk ve enflasyonun birlikte var olması) evresine eşlik eden ciddi bir sermaye birikim krizinin işaretleri, çeşitli devletlerin finansal krizi (Britanya, 1975-76’da Uluslararası Para Fonu tarafından kurtarılmak zorunda kalmıştı ve devlet giderlerindeki tasarruf neredeyse her yerde belirirken New York City aynı yıl teknik olarak iflas etti) her yerde gözle görülebilirdi. Sermaye birikimiyle sosyal demokrat politikaları uyumlu kılmayı başarmanın geçerli bir yolu olarak Keynesçi uzlaşma açıkça çöktü.8 Buna solun yanıtı, sermaye birikiminin iktidarlarına meydan okumadan devlet denetimini ve ekonominin düzenlemesini (eğer gerekirse kemer sıkma önlemleri, ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla emeğin ve toplumsal hareketlerin arzularını frenlemek dahil) derinleştirmek oldu. Bu yanıt (daha açık bir pazar-sosyalizmi yönünde dönüşüm ve İtalya ve İspanya’da “Avrokomünizm” düşünceleri ya da “Kızıl Bologna” gibi yerlerde sermaye birikiminin yönetim ve idaresi açısından yenilikçi deneyimlerle perçinlenme ümidiyle) Avrupa’da ittifak halindeki sosyalist ve komünist partiler tarafından geliştirildi. Sol bu programın akabinde, İtalya’da iktidara yaklaşan ve Fransa ve İspanya’da bizzat devlet iktidarını elde eden, dikkate değer bir halk gücü topladı. ABD’de de bile, Demokrat Parti tarafından kontrol edilen bir Kongre 1970’lerin başlarında çevreyi, emeği, tüketiciyi ve sivil haklar meselelerini ayarlayan muazzam bir düzenleyici reform dalgasını kanunlaştırdı.9 Ancak genel olarak sol, geleneksel sosyal demokrat çözümlerin ötesine gitmekte başarısız oldu ve bunlar, 1970’lerin ortalarına kadar sermaye birikiminin gereksinimleriyle bağdaşmazlığı kanıtladı. Sonuç, bir yanda (kendi seçmenlerinin arzularına çoğunlukla gem vurma konusunda pragmatik bir politikaya kalkışan) sosyal demokrat güçler ve diğer yanda da aktif sermaye birikimi için daha açık koşulların yeniden oluşturulmasıyla ilgilenenlerin çıkarları arasındaki tartışmanın kutuplaştırılması oldu. Kapitalist toplumsal düzene yönelik tehditlere potansiyel bir panzehir olarak ve kapitalizmin hastalıklarına bir çözüm olarak neo-liberalizm, epeydir kamu politikasının kanatlarında pusuya yatmıştır. Fakat, Londra ve Chicago Üniversitesi’ndeki Ekonomik İlişkiler Enstitüsü gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında beslenen neo-liberalizmin, asıl sahneye çıkmaya başlaması, özellikle ABD ve Britanya’da, ancak belalı 1970’li yıllar sırasında oldu. Başı çeken iki savunucusunun, 1974’te von Hayek’in ve 1976’da Milton Friedman’ın, iktisatta Nobel Ödülü almasıyla saygınlık kazandı. Ve yavaş yavaş pratik etkisini göstermeye başladı. Örneğin, Carter’ın başkanlığı sırasında, ekonominin deregülasyonu, 1970’ler boyunca ABD’de etkili olan kronik stagflasyon durumuna yanıtlardan biri olarak ortaya çıktı. Ancak neo-liberalizmin gelişmiş kapitalist dünyada kamu politikasını düzenleyen yeni bir ekonomik ortodoksi olarak dramatik güçlenişi, 1979’da ABD ve Britanya’da ortaya çıktı. Pinochet’nin baskıcı devlet şiddeti yoluyla yaptığı şey, Thatcher tarafından demokratik rızanın örgütlenmesi yoluyla yapıldı. Bu noktada, Gramsci’nin, rıza ve conatus 76 hegemonya devrim eyleminden önce –ki aslında Thatcher’ın kendisi açıktan bir devrimciydi– örgütlenmelidir yönündeki gözlemi son derece yerindedir. ABD emperyal geleneği, epeydir ve büyük ölçüde Britanya, Fransa, Hollanda ve diğer Avrupa güçlerinin emperyal geleneklerine karşı kendisini savundu.10 ABD, on dokuzuncu yüzyılın sonunda kolonyal fethi düşlemesine rağmen, yirminci yüzyıl boyunca sömürgeleri olmayan daha açık bir emperyalizm sistemi geliştirdi. Bu paradigmanın örneği, ABD deniz filolarının ABD çıkarlarını korumak için harekete geçirildiği Nikaragua’da, 1920’ler ve 1930’larda ortaya kondu; ancak kendilerini Sandino’nun başını çektiği uzun ve güç bir gerilla isyanı içerisinde buldular. Buna yanıt yerel güçlü bir adam bulmak –bu durumda Somoza– ve kendisinin, ailesinin ve yakın müttefiklerinin baskı yapabilmesi ya da muhalefeti savuşturabilmesi ve kendileri için dikkate değer varlık ve güç biriktirebilmesi için onlara ekonomik ve askeri yardım sağlamaktı. Karşılığında, eğer gerekirse, gerek ülke içerisinde gerekse de bir bütün olarak bölgede (bu örnekte Orta Amerika) ABD çıkarlarını her zaman destekleyecek ve kolaylaştıracaklardı. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD dayatmacılığında Avrupalı güçlere dayatılan küresel sömürgeleşmeden çıkış evresi boyunca harekete geçirildi. New York yatırım bankaları yoluyla yeniden kullanıma sokulan artı kaynakların dünya çapında yayılması bu bağlamdaydı. Şimdiye kadar, savaş sonrası dönem boyunca gelişen dünyaya akan ABD yatırımlarının çoğu, esas olarak hammadde kaynaklarının sömürüsüyle (petrol, madenler, tarım ürünleri) ya da belirli pazarların işletilmesiyle (telekomünikasyonlar vb.) bağlantılı olan doğrudan yatırımlardı. New York yatırım bankaları, uluslararası açıdan her zaman aktif olmuştur; fakat 1973’ten sonra, doğrudan yatırımlara daha az odaklanan yollarla daha da aktif hale geldiler.11 Bu, uluslararası kredi ve finansal piyasaların liberalizasyonunu gerektirdi ve ABD, neredeyse Volcker şokundan hemen sonra bu stratejiyi aktif bir şekilde ilerletmeye ve desteklemeye başladı. Yatırım bankaları, ilk olarak yabancı hükümetlere doğrudan borç vermeye yoğunlaştı. Borçlar ABD dolarıyla belirlendiği için, ABD faiz oranlarındaki ılımlı bir ani yükseliş, savunmasız ülkelerin ödemesini conatus kolayca aksattı. New York yatırım bankaları, o zaman ağır bir şekilde zarara uğradı. Bunun ilk önemli örneği, Meksika’yı 1982-84’te borcunu ödeyememeye sürükleyen Volcker şokunun ardından gerçekleşti. Görevdeki ilk yılında ciddi bir şekilde Uluslararası Para Fonu’ndan desteği çekme düşüncesine sahip olan Reagan yönetimi, yapısal reformlar karşılığında borcu erteleyerek güçlükleri çözmek için, ABD Maliye Bakanlığı ve Uluslararası Para Fonu’nun güçlerini birleştirmenin bir yolunu buldu. Bu elbette, IMF’nin Keynesçilikten monetarist bir teorik referans yapısına geçişini gerektirdi (ve bu, hızlı bir şekilde, IMF’nin ekonomik teoride yeni Monetarist ortodoksi için küresel bir etki merkezi yapılmasıyla başarıldı). Borcu yeniden programlamaya karşılık, Meksika’nın refah giderlerinde kesintiler, esnek emek yasaları ve özelleştirme gibi kurumsal reformları, “yapısal düzenleme” olarak bilinegelen bir prosedürü uygulaması gerekti. Meksika, böylece kısmen neo-liberal devlet aygıtlarının büyüyen kollarına itildi ve bundan böyle IMF, neo-liberal politikaların birçok örnekte zorla dayatılmasında ve desteklenmesinde dünya çapında anahtar bir araç oldu. Meksika örneği, liberalizm ve neo-liberalizm arasındaki kilit bir farklılığı gösterdi: Liberalizmde kötü yatırım kararlarından doğan zararları borç verenler kabul ederken, neo-liberalizmde geçim ve yerel halkın refahı açısından sonuçları ne olursa olsun, borç alanlar devlet ve uluslararası güçler tarafından borcun geri ödenmesi bedelinin sorumluluğunu almaya zorlanır. Küresel düzeyde finansal piyasalardaki bu yeniliklerle birlikte, neo-liberalizmin sistemik biçimi esas itibariyle iyice tamamlandı. Dumenil ve Levy’nin gösterdiği gibi, sonuç, ABD’deki üst sınıflara, çok yüksek oranlarda kazancı dünyanın geri kalanından pompalama olanağı verilmesi oldu.12 ABD’de sınıf iktidarının restorasyonu, sınıf iktidarının nasıl oluşturulacağı konusunda belli bir biçime dayalıdır. Mülkiyet ile yönetim arasındaki (ya da kâr payları ve kâr elde eden para sermayesi ile üretim örgütlenmesi girişiminden kâr elde etmeye çalışan üretim/imalat sermayesi arasındaki) bölünme, zaman zaman kapitalist sınıflar içerisindeki finansçılar ve üreticiler arasında çatışmalar üretmişti. Britanya’da, örneğin, hükümet politikası çoğunlukla üretim kârının zararına karşı uzun zaman öncelikle Londra’daki finansçıların 77 gereksinimlerine hizmet etti ve 1960’larda ABD’de, finansçılar ve üretimciler arasındaki çatışmalar sık sık su yüzüne çıktı. 1970’ler boyunca, bu çatışmaların çoğunluğu ortadan kalktı. Büyük şirketler, otomobil sektöründe olduğu gibi, üretimle uğraşsalar bile, giderek daha fazla finansal yönelimli oldular. Mülkiyet sahipleri ve yöneticilerin çıkarları, yöneticilere hisse senedi satılması (stock option) yöntemi ile birleştirildi. Üretimden daha ziyade hisse senedi değerleri, ekonomik faaliyetin yönlendirici ışığı oldu ve daha sonra Enron gibi şirketlerin çökmesiyle birlikte açıklık kazandığı gibi, spekülatif ayartmalar ezici olabildi. Genel sonuç, finansal çıkarların (mühendislerin değil muhasebecilerin iktidarının) egemen sınıflar ve egemen elitler içerisinde baskın çıkmasıydı.13 Neo-liberalizm, kısacası, her şeyin finanslaştırılması ve sermayenin diğer grupları pahasına, sermaye birikiminin güç merkezinin mülkiyet sahipleri ve onların finans kurumları yönünde yeniden tayin edilmesi demekti. Bu nedenle, finansal kurumların desteklenmesi ve finansal sistemin bütünlüğü, giderek küresel politikalara egemen olan neo-liberal devletler kolektivitesinin (G7 olarak bilinen grup gibi) merkezi ilgi odağı oldu. İdeal Model Olarak Görülen Neo-liberal Devlet Neo-liberal devleti ideal bir model olarak düşünün. Bir savı bu yolla kurmanın bilindik tehlikeleri olmasına rağmen, bu, yeni-muhafazakar devletin neo-liberal devletten radikal bir kopuş mu yoksa sırf onun bir devamı mı olduğunu sorgulamak konusunda ön açıcı bir incelemeyi mümkün kılarken, neo-liberal devleti önceleyen sosyal demokrat devletle farklılıkları netleştirme avantajı da sağlar. Esas olarak, neo-liberal devletin temel misyonu “iyi bir iş atmosferi” yaratmaktır ve bu yüzden, istihdam ya da toplumsal refah açısından sonuçları ne olursa olsun, sermaye birikimi için koşulları en uygun hale getirmektir. Tam istihdam ve bütün yurttaşların refahının iyileştirilmesine adanmış sosyal demokrat devletle olan bu farklılıklar, sermaye birikim oranlarının elverişli ve daimi koşullarının muhafaza edilmesine tabidir. Neo-liberal devlet, bunun büyüme ve yeniliği teşvik edeceğini ve yoksulluğun kökünü kurutmanın tek yolu olduğunu ve uzun vadede kitlelere daha yüksek yaşam standartları ulaştıracağını ileri sürerek, hedefi ilerletmeye ve bütün ticaret kazançlarını (vergi indirimleri ve diğer tavizlerin yanı sıra, eğer gerekirse devletten altyapı sağlamak yoluyla) teşvik etmeye ve kolaylaştırmaya çalışır. Neo-liberal devlet, sermaye birikimi için bakir alanların açılmasının bir aracı olarak değerli mülklerin özelleştirilmesinin yollarını aramak konusunda özellikle gayretlidir. Daha önce devlet tarafından işletilen ya da düzenlenen sektörler (nakliye, telekomünikasyon, petrol ve diğer doğal kaynaklar, kamu hizmetleri, sosyal konut, eğitim) özel sektöre devredilir ya da devlet denetimi kaldırılır. Sermayenin sektörler ve bölgeler arasında serbest dolaşımı, kâr oranlarının yeniden canlandırılması açısından kritik olarak değerlendirilir ve “ulusal çıkar” bakımından kritik olan bölgeler hariç (her ne kadar bu elverişli bir şekilde tanımlanabilse de) bu serbest harekete karşı bütün engeller (planlama denetimleri gibi) kaldırılmalıdır. Neo-liberal devletin parolası, bundan dolayı, (emek pazarlarında ve yatırım sermayesinin işletmesinde) “esnekliktir.” Fiilen piyasayı merkezileşmiş sermayeye ve tekelci iktidara açarken rekabetin erdemlerinin borazanlığını yapar. Doğası itibariyle, neo-liberal devlet sermaye birikimine kısıtlamalar koyan bütün toplumsal dayanışma biçimlerine (sosyal demokrat devlette dikkate değer güç kazanan sendikalar ya da diğer toplumsal hareketler gibi) düşmandır. Refah sağlamaktan geri çekilir ve sosyal demokrat devletin işleyişinde merkezi olan sağlık hizmeti, kamu eğitimi ve sosyal hizmetler alanlarındaki rolünü mümkün olduğunca azaltır. Sosyal güvenlik ağı, olabilecek en az düzeye indirgenir. Bu, bütün düzenleyici faaliyetlerin ya da hükümet müdahalesinin ortadan kalkması demek değildir. Özelleştirilemeyen kamu sektörlerinin “mesuliyet” ve “maliyet etkinliğini” sağlayacak bürokratik kurallar gelişir (örneğin, Margaret Thatcher Britanya’daki üniversiteler üzerinde düzenleyici güçlü bir denetimin yolunu araştırdı ve bunu başardı). Bütün riski kamu sektörleri tarafından taşınan ve bütün kârı da şirket sektörü tarafından alınan kamu-özel ortaklıkları desteklenir. Ticaret kârları yasalaşır ve kendilerine fayda sağlamanın yolu olarak conatus 78 Politik özgürlüğün pazarın ve ticaretin özgürlüğüyle birleştirilmesi, çoktandır neoliberal politikanın önemli bir özelliği olmuştur ve bu, yıllardır ABD’nin dünyanın geri kalanına karşı tutumunda egemendir kamu politikalarını belirler. Devlet, gerekirse kolektif muhalefet biçimlerini bastırmak ya da dağıtmak için baskıcı yasalara ve polisiye taktiklere (örneğin, antigrev gözcülüğü yasaları) başvuracaktır. Gözaltı ve polis denetimi biçimleri artar (ABD’de hapsedilme, ıskartaya çıkarılmış işçiler ve marjinalleştirilmiş nüfuslardan yükselen sorunlarla uğraşmak için temel bir devlet stratejisi oldu). Dışsal bakımdan, neo-liberal devlet sınır ötesi sermaye hareketlerine yönelik engelleri azaltmaya ve (hem metalar hem de para sermayesi bakımından) bazen rekabetçi ancak çoğunlukla tekelci olan sermaye birikiminin küresel güçlerine pazarların açılması yönünde (her zaman için, “ulusal çıkara aykırı” olan herhangi bir şeyi reddetme şartına rağmen) çalışır. Son derece kârlı ve hatta kimi durumlarda yenisömürgeci olan yeni kapitalist faaliyet alanları dışarıya açılırken, aynı zamanda, uluslararası rekabet güçleri ve küreselleşme ideolojisi, içerideki muhalefeti disipline etmek için kullanılır. Bu alanda da, büyük kapitalist şirket çıkarları, tipik olarak politika oluşturmanın yanı sıra yeni uluslararası kurumsal düzenlemelerin (DTÖ ya da IMF ve Uluslararası Banka Sözleşmeleri gibi) yaratılmasında da hükümetle işbirliği yapar. Neo-liberal devlet, özellikle finansal kurumlar konusunda dikkatlidir. Onların yayılma etkisini kolaylaştırmanın yanı sıra, neye mal olursa olsun finansal sistemin ödeme gücünü ve entegrasyonunu conatus garantilemeye çalışır. Devlet gücü finansal başarısızlıkları (ABD’nin 1987-88 birikim ve borçlar krizi ile 1997-98 Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi yatırımlarında üç trilyon doların batması gibi) kurtarmak veya gidermek için kullanılır. Yatırım bankalarını uluslararası bakımdan borçların ödenmemesi tehlikesinden korumak için, IMF gibi kurumlar aracılığıyla iş görür ve aslında riske ve uluslararası piyasaların belirsizliğine karşı, yapabildiğinin en iyisini yaparak finansal çıkarları garanti altına alır. Neo-liberal devletin finansal kârların korunması yönündeki bu bağlılığı, finanslaşma süreçleri etrafındaki burjuva sınıf iktidarının pekişmesini destekler ve yansıtır. Finansal sistemin bütünlüğü ve nüfusun refahı arasındaki çatışmada, neo-liberal devlet birincisi seçecektir. Son olarak, neo-liberal devlet, bu olguyu sık sık gizlemeye çalışsa bile, tamamen anti-demokratiktir. Elitlerin yönetişimi onaylanır ve geçmiş demokratik ve parlamenter karar alımının merkeziliği pahasına, yönetim için yürütme organı ve hukuki karar alımından yana güçlü bir tercih yükselir. Temsili demokrasiden geriye kalan her şey, ABD’de olduğu gibi, yasal olarak para iktidarı tarafından çökertilmesine rağmen, eğer tamamen çökertilmediyse, bastırılır. Tamamen demokratik hükmün, hesap denetiminin, sorumluluk ve denetimin dışında olan, ülke içinde merkez bankaları ve yarı-devlet kurumları, uluslararası sahnede ise IMF ve DTÖ gibi güçlü kurumlar yaratılır. Neo-liberal görüşe göre, kitle demokrasisi “halk egemenliğiyle” eşitlenir ve bu tipik olarak 1970’lerde üst sınıfların iktidarını bir hayli tehdit etmiş olan sermaye birikimine yönelik bütün engelleri üretir. Tercih edilen yönetişim biçimi, devlet ve başlıca iş dünyası çıkarlarının sermaye birikimini artırma amacı etrafında faaliyetlerini koordine etmek için sıkı bir şekilde işbirliği yaptığı “kamu-özel ortaklığı”dır. Sonuç, “kamunun” karar alma süreçleri çok daha belirsizleşirken, düzenlemenin kurallarının yazılmaya başlanmasıdır. Neo-liberal devlet, kişisel ve bireysel bağımsızlık, özgürlük ve sorumluluğun özellikle piyasadaki önemini vurgular. Toplumsal başarı ya da başarısızlık, bu yüzden (kapitalizme özgü olan sınıf dışlamaları gibi) herhangi sistematik bir nitelikten ziyade, kişisel girişimcinin erdemleri ya da başarısızlıkları bakımından 79 yorumlanır. Neo-liberal devletin kanunları içerisinde muhalefet, tipik olarak bireysel insan hakları sorunu ve sonuç olarak 1980’den bu yana gelişen her türlü “haklar söylemi” ya da “radikal” ve muhalif siyasetin asli alanı olarak sınırlanır. Sorunlara çözüm ve çareler, mahkemeler yoluyla bireyler tarafından bulunmalıdır (ve şirketlerin de yasal açıdan bireyler olarak tanımlandığını hatırlayınız). Mahkemelere ulaşma, sözde eşitlikçi fakat pratikte son derece masraflı olduğu için, (yerine getirilmeyen pratikleri dava eden bir birey ya da DTÖ kurallarını ihlalden ötürü ABD’yi dava eden bir ülke olabilir –ki bu birkaç küçük yoksul ülkenin yıllık bütçesine eşit olan bir milyon dolara mal olabilecek bir prosedür) mahkeme sonuçları, paranın iktidarını elinde tutanların lehine karar alma yönünde güçlü bir eğilim gösterir. Yargıçlar içerisinde karar alımındaki sınıf eğilimi, kesin olmasa bile mutlaka yaygındır. Neo-liberalizmde birincil kolektif eylem araçlarının, çeşitli haklar için seçilmemiş (ve birçok örnekte elitlerin başı çektiği) taraftar grupları yoluyla tanımlanması ve ifade edilmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Neo-liberalizm altında büyüyüp çoğalan STK’lar, devlet aygıtının dışında ve “sivil toplum” olarak adlandırılan ayrı bir varlık içerisinde harekete geçen muhalefetin muhalif siyasetin ve toplumsal dönüşümün güç odağı olduğu yanılsamasına ivme kazandırmıştır. Buna göre neo-liberalizmin, devleti ya da devletin belli kurumlarını (mahkemeler gibi), son yıllarda hem sağdan hem de soldan birçok yorumcunun ileri sürdüğü gibi, konu dışı bırakmadığını açıkça görürüz. Bununla birlikte devlet kurumlarının ve pratiğinin radikal bir yeniden biçimlenmesi söz konusudur (özellikle baskı ve rıza arasındaki denge, sermaye güçleri ve halk hareketleri arasındaki denge ve bir yanda yürütme ve yasama gücü ve diğer yanda parlamenter demokratik güç arasındaki denge konusunda). Bu “ideal-sembolik” açıklama aşırı derecede işlevcidir. Bu yüzden, neo-liberalizm içerisindeki temel yapısal çelişkileri göz önüne alarak resmi tamamlamak önemlidir. Yeniden üretimi toplumsal düzen için temel olan, egemen sınıf ilişkilerine oturtulmuş otoriter rejim sistemi, bireysel özgürlükler idealiyle uyuşmazmış gibi durur. Finansal sistemin bütünlüğü önemli olabilse bile, sistemin içerisindeki işlemcilerin sorumsuz ve bencil bireyciliği spekülatif değişkenlik ve kronik dengesizlik üretir. Rekabetin erdemleri öne çıkarılmasına rağmen, gerçek olan, birkaç merkezileşmiş çokuluslu şirket içerisinde tekelci iktidarın artan kuvvetidir. Yine de halk düzeyinde, ferdi kişinin özgürlüğü yönündeki itki çok kolay cinnet getirebilir ve toplumsal anlamsızlık üretebilir. Bu nedenle, egemen iktidar ilişkilerini sürdürme ihtiyacı, kaçınılmaz olarak, bireycileştirilmiş özgürlük yönündeki itkiyi engelleyen baskı ilişkilerini üretir. Uluslararası arenada neo-liberalizmin rekabetçi değişkenliği, hegemonik iktidarın sürekliliğini ve statüsünü tehdit eder. Hegemonik bir iktidar, ABD gibi, kendi hegemonyasını koruyan ekonomik ilişkiler asimetrisini korumak için düzenlenmiş baskıcı önlemlere ve eylemlere yol açabilir. Bütün bu çelişkilere, neo-liberalizmin ilan edilmiş kamu hedefleri –herkesin refahı– ve onun fiili sonuçları –sınıf iktidarının restorasyonu– arasında tomurcuklanan uyumsuzluk potansiyelini eklemeliyiz. Bu çelişkili öğeleri daha sonra ele alacağız. Ancak, açıkçası, neo-liberalizm politik ekonomik iktidarın sabit ve uyumlu işlevsel bir biçiminden ziyade, dengesiz ve gelişen bir birikim rejimi olarak görülmelidir. Bu, onun içsel çelişkilerine potansiyel bir yanıt olarak yeni muhafazakarlığı inceleme yolunu döşer. Başarılar: Mülksüzleştirme Yoluyla Birikimin Yeniden Canlanması Eğer neo-liberalizmin temel başarıları üretkenlikten ziyade yeniden bölüştürücü olduysa, o zaman ya halk kitlelerinden üst sınıflara ya da savunmasız ülkelerden zengin ülkelere refah ve geliri yeniden dağıtmanın ve mülkleri transfer etmenin yolları aranmalıdır. “Mülksüzleştirme yoluyla birikim” genel başlığı altında, bu mekanizmaları başka bir yerde açıklamıştım.14 Bununla, Marx’ın kapitalizmin yükselişi boyunca “ilksel” ya da “başlangıç” olarak değerlendirdiği birikim pratiklerinin devamını ve çoğalmasını kastediyorum. Bunlar, toprağın metalaşması ve özelleşmesini ve (yakın zamanlarda Meksika ve Hindistan’da olduğu gibi) köylü nüfusunun zorla tasfiyesini; çeşitli mülkiyet hakları biçimlerinin ayrıcalıklı özel mülkiyet haklarına dönüşümünü (ortak, kolektif, devlet vb.); emek gücünün metalaşması ve alternatif (yerli) üretim ve tüketim conatus 80 biçimlerinin bastırılmasını; mülklerin sömürge, yenisömürge ve emperyal temellük süreçlerini (doğal kaynaklar dahil); vergilendirme ve mübadelenin, özellikle toprağın piyasaya sürülmesini; (özellikle seks endüstrisinde devam eden) köle ticaretini; ve tefecilik, milli borç ve hepsinden önemlisi ilksel birikimin radikal araçları olarak kredi sisteminin kullanımını içerir. Devlet, tekelci şiddet ve yasallık tanımlarıyla, hem bu süreçlerin desteklenmesinde hem de teşvik edilmesinde önemli bir rol oynar. Bu mekanizmalar listesi uyarınca şimdi, patentler ve entelektüel mülkiyet haklarından kira alma ve bir nesil boyunca ya da daha çok sosyal demokrat sınıf mücadelesi yoluyla kazanılan (emekli aylıkları, ücretli izinler, eğitim ve sağlığa erişim gibi) çeşitli ortak mülkiyet hakları biçimlerinin azalması ya da yitip gitmesi gibi bir yığın ilave teknik ekleyebiliriz. Örneğin, diktatörlük altındaki Şili’de öncülük edilen, devletçe karşılanan bütün emeklilik haklarının özelleştirilmesi önerisi, ABD’deki neo-liberallerin el üstünde tuttuğu hedeflerden biridir. Dört temel öğe ayırıyorum: 1. Özelleştirme Bugüne kadar kamuya ait olan malların Korporatizasyon, metalaştırılması ve özelleştirilmesi, neo-liberal projenin biricik özelliği oldu. Bu projenin temel amacı, bugüne kadar sınırsız bir kârlılık hesabı ile bakılan bölgelerde, yeni alanları sermaye birikimi için açmak olmuştur. Her türlü kamu hizmeti (su, telekomünikasyon, ulaşım sistemi), sosyal yardımlar (toplu konut, eğitim, sağlık hizmeti, emekli maaşları), kamu kurumları (üniversiteler, araştırma laboratuarları, cezaevleri gibi) ve hatta savaş hali (Irak’ta silahlı kuvvetlerle birlikte çalışan “ordunun” özel sözleşmecilerinin gösterdiği gibi), kapitalist dünyada belli bir dereceye kadar özelleştirilmiştir. DTÖ içerisinde TRIPS (Agreement on Trade Related Aspects of Intellectual Property Rights–Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Anlaşması) aracılığıyla oluşturulan fikri mülkiyet hakları; genetik malzemeleri, tohum plazmalarını ve başka bütün ürün çeşitlerini özel mülkiyet olarak tanımlar. Kullanım kiraları, pratikleri bu genetik malzemelerin gelişiminde önemli rol oynamış olan nüfuslardan elde edilebilir. Biyo-hırsızlık yaygındır ve dünya genetik kaynaklar stoku, birkaç büyük ilaç conatus şirketinin menfaati uğruna talan edilmektedir. Sermaye yoğun tarımsal üretim biçimleri dışında hiçbir şeye meydan vermeyecek şekilde, küresel çevre kaynaklarının (toprak, hava, su) giderek tükenmesi ve doğal ortamın giderek bozulması, doğanın bütün biçimleriyle tümden metalaştırılmasının sonucu olmuştur. Kültürel biçimlerin, tarihlerin ve entelektüel yaratıcılığın (turizm yoluyla) metalaşması, tümden bir mülksüzleştirmeye yol açar (müzik endüstrisinin, yerel kültüre ve yaratıcılığa el koyarak onu sömürdüğü malumdur). Geçmişte olduğu gibi, devletin gücü çoğu kez halk iradesine rağmen bu tür süreçleri dayatmak için kullanılır. Emeği ve çevreyi bozulmaktan korumak amacıyla tasarlanan düzenleyici sistemlerin geri çekilmesi, hakların kaybına neden olmuştur. 2. Finanslaşma 1980’den sonra başlayan güçlü finanslaşma dalgası, spekülatif ve tamahkar tarzıyla dikkat çekti. 1983’te 2.3 milyar dolar olan günlük toplam finansal işlemlerin cirosu, 2001’e kadar 130 milyar dolara yükseldi. 2001’deki bu 40 trilyon dolarlık yıllık ciro, uluslararası ticareti ve üretken yatırım akışlarını desteklemek için gereken tahmini olarak hesaplanmış 800 milyar dolardan fazladır. Deregülasyon, finansal sistemin spekülasyon, yırtıcılık, sahtekârlık ve hırsızlık yoluyla yeniden bölüştürücü faaliyetin ana merkezlerinden biri olmasını sağladı. Hisse senedi promosyonu, ponzi planları, enflasyonu kullanarak mülkün değerinin ortadan kaldırılması, şirket evlilikleri ve birleşmeler yoluyla soygun yapma, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile bütün halkı borç köleliğine, şirket dolandırıcılığına, mülklere kredi ve sermaye dalavereleri yoluyla el konulmasına dair hiçbir şey söylememeye mecbur bırakan borç yükümlülüğü düzeylerini artırma –bütün bunlar, kapitalist finansal sistemin merkezi özellikleri oldu. Sermaye yöneticilerinin sermaye hissesi almak için ödedikleri bedel sayesinde sermaye yöneticileri ve sahiplerinin çıkarlarının birleştirilmesinden doğan sermaye hisse değerlerinin önemi, bildiğimiz kadarıyla, piyasada çoğunluğun aleyhine olacak biçimde belli bir azınlığa yoğun servet sağlayan dalaverelere yol açtı. Bunun dışında, yatırım fonları ve finansal sermayenin diğer önemli kurumlarının gerçekleştirdiği spekülatif akınlara da bakmalıyız; zira bunlar, farz edildiği gibi 81 kapitalist sınıfa “risk yayan” olumlu bir avantaj bahşetse bile, küresel düzeyde mülksüzleştirme yoluyla birikimin gerçek keskin ucunu biçimlendirdiler.15 3. Krizlerin yönetimi ve manipülasyonu Neo-liberal finansal manipülasyonun büyük bir kısmını karakterize eden spekülatif ve çoğunlukla hilekâr boş lafın ötesinde, mülksüzleştirme yoluyla temel bir birikim aracı olarak “borç kapanı” kaynağını içeren daha derin bir süreç bulunur.16 Küresel düzeyde kriz yaratımı, idaresi ve manipülasyonu, yoksul ülkelerden zenginlere servetin yeniden bölüştürülmesi sanatına evrildi. 1979’da aniden yükselen kâr oranları sayesinde, Volcker borçlanan ülkelerin borç-kâr ödemelerinde oranlamak zorunda kaldığı yabancı kârların oranını yükseltti. İflasa sürüklenen Meksika gibi ülkeler, yapısal anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Küresel sermaye birikimini dengede ve yolunda tutmak için kendi rolünü “sübvansiyonları” düzenleyen asil bir lider olarak ilan etmesine rağmen, ABD yerel kriz koşullarında kendi üstün finansal gücünü işletmesi yoluyla Meksika ekonomisini talan etmenin yolunu açabildi. Bu, her yerde işleyen ABD Maliye Bakanlığı/ Wall Street/ IMF kompleksinin uzmanlaştığı şeydi. 1990’larda Merkez Bankası’ndaki Greenspan, Volcker’in benzer taktiğini birçok defa hayata geçirdi. Ayrı ayrı her ülkede, 1960’lar boyunca nadir olan borç krizleri, 1980’ler ve 1990’lar boyunca çok sık görülür oldu. Bu borç krizleri, 1980’ler ve 1990’lar boyunca hem sistemi rasyonalize etmek hem de mülkleri yeniden bölüştürmek için çekip çevriliyor, yönetiliyor ve kontrol ediliyordu. Daha fazla birikim gerçekleştirmek üzere, her an kullanılmaya hazır düşük ücretli bir artı emek havuzu oluşturmak için kasti olarak yaratılan işsizlikle kurulan benzeşim gerçektir. Değerli mülkler kullanımdan kaldırılır ve değerlerini kaybeder. Likidite sahibi kapitalistler bunları gasp etmeyi ve yeni bir soluk kazandırmayı seçene kadar, atıl ve hareketsiz bırakılırlar. Devlet müdahalesinin ve uluslararası kurumların temel işlevlerinden biri, genel bir çürümenin ya da halk isyanının ateşlenmesine meydan vermeden, mülksüzleştirme yoluyla birikime fırsat tanıyan yollarla krizi ve devalüasyonları çekip çevirmektir. Saldırı altında olan ülkede (emperyal güçlerin askeri yardımıyla desteklenen) komprador neo-liberal devlet aygıtının görevi halk isyanının çıkmamasını sağlamak iken, Wall Street/ Maliye Bakanlığı/ IMF kompleksi tarafından yönetilen yapısal uyum programı genel bir çürümeye dikkat eder. Ancak halk isyanının işaretleri süratle ortaya çıkmaya başladı; ilk önce 1994’te Meksika’daki Zapatista ayaklanması ve daha sonra Seattle’daki isyanla başlayan küreselleşme karşıtı hareketle ortaya çıkmış genel hoşnutsuzluk. 4. Devletin yeniden bölüştürme politikaları Devlet, bir dizi neo-liberal kuruma dönüştürüldükten sonra, sosyal demokrat hegemonya dönemi boyunca meydana gelen üst sınıflardan alt sınıflara akışı tersine çevirerek, yeniden bölüştürücü politikaların başlıca ajanı haline gelir. Bunu ilk aşamada, toplumsal ücreti destekleyen devlet giderlerinde kısıtlamaların ve özelleştirme planlarının uygulanmasıyla yapar. Özelleştirme, alt sınıflara faydalıymış gibi göründüğünde bile, uzun vadede etkileri olumsuz olabilir. Örneğin, ilk bakışta, Thatcher’ın Britanya’daki toplu konutun özelleştirilmesi programı, alt sınıfların, artık nispeten düşük bir maliyete kiradan mülk sahipliğine geçebildiği, değerli mülk üzerinde kontrol sağlayabildiği ve kendi servetlerini artırabildiği bir hediye gibi göründü. Ancak devir başarıldığında konut spekülasyonu, neticede düşük gelirli nüfusu Londra gibi kentlerde çepere gitmeleri için kandırarak veya zorlayarak ve eski işçi sınıfına ait conatus 82 toplu konut arsalarını yoğun parselleme merkezlerine dönüştürerek, özellikle başlıca merkezi yerlerde ön plana çıktı. Merkezi alanlarda satın alınabilir konutun yok oluşu, birçok insanın evsiz kalmasına ve düşük ücretli hizmet işlerinde çalışanlar açısından olağandışı uzun değişikliklere neden oldu. 1990’lar boyunca neo-liberal programın merkezi bir öğesi haline gelen Meksika’daki ejidoların17 özelleştirilmesinin, Meksikalı köylülerin beklentileri açısından, kır sakinlerini topraklarından sökerek kentlerde iş aramaya iten benzer etkileri oldu. Öte yandan Çin devleti de, mülklerin halk kitlelerinin aleyhine küçük bir azınlığa bahşedildiği bir dizi gaddar adımlar attı. Neo-liberal devlet, ayrıca gelirler ve ücretlerden ziyade yatırımlardan getiri sağlamak için vergi kanununda revizyonlar, vergi kanunundaki (satış vergileri gibi) geriletici öğelerin artırılması, devlet harcamalarının kaldırılması ve tüketici ödentileri yoluyla herkese (örneğin, yüksek öğrenimde) serbest erişim ve şirketlere bir dizi vergi indirimi ve sübvansiyonun sağlanması gibi başka türlü araçlarla yeniden bölüştürmenin yollarını arar. Şu anda ABD’de federal, eyalet ve mahalli düzeylerde var olan şirket refah programları, şirket kazancı için (tarım ticaretine sübvansiyonlar örneğinde olduğu gibi dolaylı şekilde ve askeri-sanayii sektörü örneğinde olduğu gibi doğrudan bir şekilde) çok büyük kamu paralarının yeniden idaresi anlamına gelir, tıpkı mortgage faiz oranı indiriminin ABD’de üst gelirli ev sahiplerine ve inşaat sanayine yönelik yoğun bir sübvansiyonla işletilmesi gibi. Gözaltı ve polisiye tedbirlerin artması, ABD örneğinde olduğu gibi, nüfus içerisindeki itaatsiz öğelerin hapsedilmesi, yoğun toplumsal kontrolün daha kötü bir rolünü gösterir. Neo-liberalizme muhalefetin ve mülksüzleştirme yoluyla birikimin daha güçlü olabildiği gelişmekte olan ülkelerde, neo-liberal devletin rolü (bir çoğunun ABD askeri yardım ve desteğini toplamak için şu anda rahat bir şekilde “terörist” olarak gösterilebildiği) Meksika’da Zapatistalar ya da Brezilya’da topraksız köylü hareketi gibi muhalif hareketlere karşı düşük-düzeyli savaş noktasına uzanan fiili baskıyı hemen öngörür.18 Neo-liberalizmin yeniden bölüştürücü taktikleri, savunmasız nüfusların ve toprakların onurunu ve toplumsal refahını mahveden ideolojik tartışmalarla yaygınlaştırılır, karmaşıklaştırılır ve maskelenir. Küresel conatus adalet hareketi, mülksüzleştirme yoluyla hızlanan birikim süreçlerinin sonuçlarını ve yöntemlerini açığa vurmak için çok şey yaptı. Geriye, bu süreçlere muhalefetin nasıl eklemlendiği ve daha iyi nasıl eklemlenebileceği sorusu kalır. Neo-liberalizm İçerisindeki Çelişkiler ve Muhalefetler Neo-liberalizm, kendi içerisinde geniş bir muhalefet kültürü üretti. Bununla birlikte muhalefet, neoliberalizmin temel varsayımlarının çoğunu kabul etmeye ve içsel çelişkilere odaklanmaya meyillidir. Tipik olarak bireysel hakları ve gerçekten özgürlükleri ele alır ve bunları çoğunlukla politik, ekonomik ve sınıfsal iktidarın otoriterliği ve keyfiliğiyle karşılaştırır. Bu, neo-liberalizmin herkesin refahını ilerletme retoriğini kabul eder ve neo-liberalizmi kendi sözlerinde başarısız olmakla suçlar. Örneğin, neo-liberal programın en esaslı ilk daimi paragrafını, DTÖ anlaşmasını ele alın. Amaç şudur: “Yaşam standartlarını, tam istihdamı artırmak, geniş ve sürekli bir reel gelir ve efektif talep miktarı artışını sağlamak ve çevreyi hem korumayı hem de muhafaza etmeyi ve ekonomik kalkınmanın farklı düzeylerindeki kendi ihtiyaç ve ilgileriyle uyumlu bir davranışla araçları çoğaltmayı düşünen dünya kaynaklarının sürdürülebilir kalkınma hedefi uyarınca en uygun kullanımını mümkün kılarken malların ve hizmetlerin ticaretini ve üretimini de yaygınlaştırmak.”19 Benzer sofu beklentiler, Dünya Bankası beyanlarında da bulunabilir (“yoksulluğun azaltılması bizim en önemli amacımızdır”). Bunların hiçbirisi, sınıf iktidarının restorasyonunu ya da oluşumunu destekleyen fiili pratiklere şüphesiz eşlik etmez. İnsan hakları ihlalleri anlamında şekillenen muhalefetin yükselişi, aşağı yukarı 1980’den beri özellikle hayret vericidir. Bundan önce, Chandler’ın belirttiğine göre, Foreign Affairs gibi seçkin bir dergi insan hakları üzerine tek bir makale yayımlamadı.20 İnsan hakları meselesi, 1980’den sonra göze çarptı ve Tiananmen Meydanı’ndaki olaylar ile 1989’da Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından gerçekten patladı. Bu, neo-liberalizmin yörüngesiyle tam olarak uyumludur ve iki hareket, karşılıklı olarak 83 birbirini kapsamıştır. Şüphesiz, politik-ekonomik yaşamdaki temel ve özcü öğe olarak birey üzerindeki neo-liberal ısrar, geniş bireysel haklar aktivizmine kapı aralar. Ancak muhalefet, bağımsız ve açık demokratik yönetim yapılarının yaratılması veya yeniden oluşturulması yerine bu haklar üzerinde yoğunlaşarak, neo-liberal tuzaktan kaçamayan yöntemler geliştirir. Bireye yönelik neo-liberal ilginin eşitlik, demokrasi ve toplumsal dayanışma için her türlü sosyal demokrat düşünceyi gölgede bırakmasına imkan sağlanır. Sık görülen hukuki eyleme başvurma, örneğin, parlamenter güçlerden hukuki ve yürütme güçlerine neo-liberal değişimi kabul eder. Ancak herhalükarda, gerek çoğu burjuva demokrasisinde, eşitlik ve toplumsal adalet hakları üzerinde özel mülkiyet hakları ve kâr oranını onaylayan hukuki kararların bütünü bakımından gerekse sınıf sadakatinin hukuksallığı bakımından egemen sınıfın çıkarlarına aşırı eğilim gösteren hukuki yollara ve mahkemelere düşmek, pahalıya mal olur ve zaman kaybıdır. Hukuk, “kamu düzeni ihtiyaçlarını ifade etmenin aracı olarak” siyasetin yerini alır. Chandler şu sonuca varır: “Liberal elitin sıradan halka olan hayal kırıklığı ve onları yasal hak tanınmış bireye daha fazla odaklanmaya sevk eden politik süreç, davalarını dinleyecek ve karar verecek yargıca icra ettirir.”21 En muhtaç bireyler kendi haklarının peşine düşmek için finansal kaynaklardan yoksun oldukları için, bu gayenin tek ifade edilebilme yolu savunma gruplarının oluşumudur. Savunma gruplarının ve STK’ların yükselişi, daha genel olarak örneğin haklar söylemi, neo-liberal dönemece eşlik etti ve 1980’den bu yanan harikulade bir şekilde arttı. STK’lar birçok örnekte, bu tür faaliyetlerden devletin çekilmesiyle toplumsal hükümdeki boşluğa el attı. Bu, STK’lar yoluyla bir özelleştirme sürecine tekabül eder. Kimi örneklerde bu, toplumsal hükümden devletin daha fazla çekilmesini hızlandırmaya yardım eder gibi görünür. STK’lar böylece, “küresel neo-liberalizmin truva atı”22 işlevini görür. Ayrıca, bunlar demokratik kurumlar değildir. Elitist, sorumsuz olmaya meylederler ve ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, korumaya ve yardım etmeye çalıştıklarından uzak kalırlar. Çoğunlukla gündemlerini gizlerler; devlet ve sınıf iktidarı üzerinde doğrudan etki ya da müzakereyi tercih ederler. Tipik olarak müvekkillerini temsil etmek yerine, onları kontrol ederler. Kendileri adına konuşamayanlar adına konuşmayı ister ve cüret ederler; hatta (insanlar bunu kendileri yapamazmış gibi) adına konuştuklarının çıkarlarını tanımlarlar; bununla birlikte, statülerinin meşruluğu her zaman şüpheye açıktır.23 Örneğin, örgütler evrensel bir insan hakkı olarak üretimde çocuk emeğinin yasaklanmasını başarılı bir şekilde kışkırttığında, emeğin hayatta kalmanın temeli olduğu ekonomileri zayıflatabilirler. Uygulanabilir bir ekonomik alternatif olmadan, çocuklar (bunun kökünü kurutmanın peşine düşen bir başka savunma grubuna havale edilerek) fuhuşa sürüklenebilir. “Konuşma haklarında” varsayılan evrensellik ve STK’ların ve savunma gruplarının adandığı evrensel ilkeler, politik ekonomik yaşamın günlük pratikleri ve yerel özelliklere yersiz gelir.24 Ancak bu özel muhalefet kültürünün son yıllarda bu kadar çekicilik kazanmasının bir başka nedeni vardır. Mülksüzleştirme yoluyla birikim, sanayii ve tarımda ücretli emeğin yaygınlaşmasıyla olan birikimden çok farklı bir dizi pratiği içerir. 1950’lerde ve 1960’larda sermaye birikim süreçlerine egemen olan ücretli emeğin yaygınlaşması, sosyal demokrat uzlaşmayı ortaya çıkaran bir muhalefet kültürüne (sendikalarda ve işçi sınıfının politik partilerinde cisimleşen) yol açtı. Öte yandan, mülksüzleştirme parçalı ve tekildir –burada bir özelleştirme, şurada çevresel tahribat, başka bir yerde borçluluk yüzünden finansal bir kriz. Evrensel ilkelere başvurmadan, bütün bu özgüllük ve tekilliğe karşı koymak güçtür. Mülksüzleştirme, hakların kaybedilmesine neden olur. Birleşik bir muhalefet politikasının temeli olarak evrensel bir insan hakları, onur, sürdürülebilir ekolojik pratikler, çevresel haklar vb. retoriğine dönüş bu yüzdendir. Bu hakların evrenselliğine başvurma, iki tarafı keskin bir kılıçtır. Bu, kafalardaki ilerici amaçlar için kullanılabilir. Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Doktorlar Örgütü ve diğerlerinin harikulade bir şekilde temsil ettiği gelenek, salt neo-liberal düşüncenin bir ilavesi olarak ele alınamaz. Hümanizmin bütün tarihi (hem Batı’nınki –klasik olarak liberal– hem de çeşitli Batılı olmayan yorumları) bu bakımdan çok karmaşıktır. Fakat birçok hak söyleminin kısıtlı hedefi (Af Örgütü örneğinde, ekonomik haklara karşı sivil ve politik hakların özel odak noktası olması) onların neo-liberal conatus 84 çerçevede massedilmesini çok kolaylaştırır. Evrenselcilik özellikle iklim değişimi, ozon deliği, canlıların doğal ortamının yıkımıyla biyo-çeşitliliğin yok olması ve benzeri küresel meselelerle uğraşır gibi görünmektedir. Ancak bunun insan hakları alanı bakımından sonuçları, dünyadaki politik-ekonomik şartların ve kültürel pratiklerin çeşitliliği düşünüldüğünde, daha fazla sorunsaldır. Üstelik, Bartholomew ve Breakspear’in keskin tanımlamasını25 kullanırsak, insan hakları meselelerini kafalamak çok kolaydır. ABD’de “liberal şahinler” olarak adlandırılanlar, örneğin Kosova, Doğu Timor, Haiti ve özellikle Afganistan ve İran’da emperyalist müdahaleleri mazur göstermek için insan haklarına başvurdu. Askeri hümanizmi, ABD gibi “emperyalist bir güç özgürlüğü, insan haklarını ve demokrasiyi korumak adına kendisini tek taraflı bir şekilde tayin etmeyi sürdürdüğünde bile” mazur gösterirler.26 Temel iddia, “uluslararası kurumların, uluslararası ve yerel mahkemelerin, STK’ların ya da etik komitelerin insanların ihtiyaçlarını seçilmiş hükümetlerden daha iyi temsil ettiğidir. Hükümetler ve seçilmiş temsilciler, seçmenlerine hesap verdikleri için şüpheli olarak görülürler ve bu yüzden etik ilkeye karşı hareket eden olarak, “özel” çıkar sahibi olarak algılanırlar.27 İç işleri bakımından, etkiler hiç de daha az gizlice gelişmez. Etki “hukuki karar alımının, seçilmemiş özel kuvvetlerin ve etik komitelerin gelişiminin kamusal Finansal kurumların desteklenmesi ve finansal sistemin bütünlüğü, giderek küresel politikalara egemen olan neo-liberal devletler kolektivitesinin (G7 olarak bilinen grup gibi) merkezi ilgi odağı oldu conatus politik tartışma yoluyla yasallaştırılmasını” sınırlamaktır. Politik etkiler zayıflatıcı olabilir. “Bireysel izolasyon ve atomize edilmiş toplumlarımızın pasifliğine meydan okumak bir yana, insan hakları düzenlemesi sadece bu bölünmeleri kurumsallaştırabilir.” Daha da kötüsü, “insan haklarının etik söylemiyle donanan gerilemiş toplumsal dünya vizyonu, diğer elit teoriler gibi, egemen sınıfın öz-inancını desteklemeye hizmet eder.”28 Bu eleştirinin ayartması fevkalade sakat olduğu için, bütün evrenselliklere başvurmaktan sakınmak ve sınıf iktidarının restorasyonuna bir maske olduğu için soyut ahlakın savunulamaz bir dayatması olarak haklara ilişkin bütün imaları terk etmek söz konusudur. Her iki sorun da ciddi bir şekilde düşünülmeyi hak etmesine rağmen, bu alanı neo-liberal hegemonyaya terk etmenin yersiz olduğunu düşünüyorum. Belirli durumlarda hangi hakların isteneceği ve hangi evrenseller üzerine savaş verileceği ve aynı zamanda nasıl evrensel ilkeler ve hak kavramlarının oluşturulacağı üzerine bir mücadele vardır. Bremer kararları, Irak’a belirli bir haklar kavramını dayatır. Aynı zamanda Iraklıların kendi kaderlerini tayin hakkını ihlal eder. İş gününün uzunluğu üzerine mücadeleler kısmında, Marx şu ünlü yorumu yapar: “İki hak arasında güç belirleyicidir.” Eğer sınıf restorasyonu kendine özgü bir dizi hakkın dayatılmasını isterse, o zaman bu dayatmaya direniş de tamamen farklı haklar için mücadeleye başvurur. Örneğin adaletin bir hak olarak pozitif anlamının, politik hareketler içerisinde güçlü bir kışkırtıcılığı olmuştur: Adaletsizliğe karşı mücadeleler, toplumsal değişim için hareketleri bir hayli harekete geçirmiştir. Elbette sorun, başvurabileceğimiz sayısız adalet kavramı olmasıdır. Ancak analizler, belirli egemen toplumsal süreçlerin belirli adalet ve haklar kavramına dayandığını ve yarattığını gösteriyor. Bu tekil haklara meydan okumak, bunların bulunduğu toplumsal süreçlere meydan okumaktır. Diğer taraftan, bu eş zamanlı olarak hakim bir haklar ve adalet kavramına bağlılığı değiştirmeden bazı egemen toplumsal süreçlerden (pazar mübadelesi yoluyla sermaye birikimininki gibi) toplumu bir başkasına geçirmenin (siyasal demokrasi ve kolektif eylem gibi) imkansız olduğunu kanıtlar. Haklar ve adalete dair bütün idealist ayrıntıların güçlüğü, bu bağlantıyı gizlemeleridir. Ancak bazı toplumsal süreçlerle ilgili gerçekçi olduklarında toplumsal anlam kazanırlar.29 85 Örneğin, neo-liberalizmi düşünün. İki egemen iktidar mantığının –devletin ve sermayenin mantığı– etrafında kümelenen haklar.30 İlk önce devlet güçlerini ele alın. Hakların her ne kadar evrensel olmasını istesek de, bu hakların uygulanması devlet aygıtının korumasını gerektirir. Eğer politik iktidar istekli değilse, bu haklar nosyonu faydasız olur. Bu aşamada haklar esas olarak türetilmiştir ve yurttaşlığa bağlıdır. Yargının mülkiliği bundan sonra bir sorun haline gelir. Bu iki yolu da keser. Devletsiz insanlar, kimlik cüzdansız göçmenler, yasadışı göçmenler ve benzerlerinden ötürü çetin sorunlar ortaya çıkar. Ulusal ve yerel devletin teritoryal beyannamesi içerisinde dahil etme ve dışlama ilkelerini tanımlayan kimin “yurttaş” olup olmadığı, ciddi bir mesele olur. Devletin haklar konusunda egemenliği uygulama şeklinin kendisi tartışmalı bir konudur; ancak (Çin’in keşfettiği gibi) neo-liberal sermaye birikiminde cisimleşmiş kurallarla bu egemenliğe konan sınırlar vardır. Yine de, ulus devlet, yasal şiddet biçimleri üzerindeki tekelciliğiyle kendi haklar ve hakların yorumu paketini Hobbesçu modayla tanımlayabilir ve ancak uluslararası anlaşmalarla gevşek bir şekilde sınırlanabilir. ABD, başka bir yerden olan savaş suçlarının kendi yurttaşları söz konusu olduğunda reddettiği aynı mahkemelerin otoritesi tarafından adalet önüne çıkarılmasında ısrar ederken, kendi haklarının uluslararası sahada tanımlandığı gibi insanlığa karşı suçlardan mesul tutulmasında ısrar eder. Neo-liberalizm altında yaşamak, sermaye birikimi için gerekli olan liberal haklar paketini kabul etmek ya da boyun eğmek demektir. Bu haklar rejiminin savunucuları, dünyada hemen herkesin oldukça uzak olduğu “burjuva erdemleri” bu rejimin teşvik ettiğini ileri sürer. Bunlar bireysel sorumluluğu ve mesuliyeti, (çoğunlukla bu haklar rejimini devlet içerisinde tanımlananlara karşı şiddetli karşıtlıkla sınıflandıran) devlet müdahalesinden bağımsızlığı, pazarda ve yasa önünde eşitlik fırsatını, girişim ve girişimci gayretlere ödülleri, kişinin kendisi için ve kendine ilgi göstermesini ve birçok konuyu kapsayan hem sözleşme hem de mübadelenin özgür seçimine imkan tanıyan açık bir pazarı gerektirir. Haklar sistemi, (kişinin haysiyetli ve saygın muamele görmek ve kölelik gibi bedensel baskılardan muaf olmak için kendi emek gücünü özgürce satmayı taahhüt etmesini destekleyen) kişinin kendi bedeni üzerindeki özel mülkiyet hakkı ve düşünce, ifade ve konuşma özgürlüğü hakkına genişletildiğinde çok daha ikna edici gibi görünür. Şunu kabul edelim: Bu ikincil haklar çekicidir. Birçoğumuz ağırlıklı olarak bunlara yaslanır. Ancak zengin masasından kırıntı alıyormuş gibiyizdir. Açıklayayım: Hiç kimseyi, neo-liberal haklar rejiminin adaletsiz olduğuna felsefi savlarla ikna edemem. Ancak bu haklar rejimine itiraz oldukça basittir: Onu kabul etmek toplumsal, ekolojik ya da politik sonuçlarına bakılmaksızın, sonsuz bir sermaye birikimi ve ekonomik büyüme rejimi altında yaşamanın dışında hiçbir alternatifimiz olmadığını kabul etmektir. Karşılıklı olarak, sonsuz sermaye birikimi, eğer gerekirse, neo-liberal haklar rejiminin coğrafi olarak şiddet, emperyalist pratikler (Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve Dünya Bankası’nınkiler gibi) ya da (Çin ve Rusya’da olduğu gibi) ilksel birikim yoluyla tüm yerkürede genişletilmesi gerektiğini ima eder. Şu veya bu biçimde, devredilmez özel mülkiyet ve kâr oranı hakları evrensel olarak kurulacaktır. Bush, ABD’nin kendisini tüm yerkürede özgürlük ve bağımsızlık alanını yaymaya adadığını söylediğinde, kastettiği şey tam da budur. Ancak bizim için geçerli olan haklar dizisi sadece bunlar değildir. BM Tüzüğü’nde sarf edildiği gibi liberal kavramlaştırmanın içerisinde bile konuşma ve ifade, eğitim ve ekonomik güvence özgürlükleri, sendikalar, örgütleme hakkı vb. ikincil haklar vardır. Bu hakları uygulamak, neo-liberalizmin hegemonik pratiklerine ciddi bir meydan okuma ortaya koyacaktır. Bu ikincil hakları temel kılmak ve temel özel mülkiyet ve kâr oranı haklarını ikincilleştirmek, büyük önemi olan politik-ekonomik pratiklerde bir devrime neden olacaktır. Ayrıca başvurabileceğimiz tamamen farklı hak kavramları da vardır –örneğin, küresel ortak kullanım alanlarına ya da temel gıda güvenliğine erişim. “Eşit haklar arasında, güç belirler” ve hakların uygun kullanımı üzerine politik mücadele, ana sahneye alternatiflerin ve olasılıkların nasıl sunulduğunu, ifade edildiğini ve nihayetinde dönüştürücü politikekonomik pratiklere gebe olduğunu çıkarır. Mesele, Bartholomew ve Breakspear’ın ileri sürdüğü gibi, “kesin olarak emperyalizmi [ki ben de burada neo-liberalizmin kendisini ekleyeceğim] hedefleyen eleştirel kozmopolit bir projenin parçası olarak insan hakları politikasını conatus 86 onarmaktır.”31 Yine de, bu soruna sonuç üzerinden geri döneceğiz. Yeni Muhafazakar Yanıt Çin tarihi üzerine kafa yoran Wang şunu ortaya atar: “Teorik düzeyde, “yeni-otoritercilik”, “yenimuhafazakarlık”, “klasik liberalizm”, piyasa radikalizmi, ulusal modernleşme... gibi tutarsız anlatıların hepsinin neo-liberalizmin kuruluşuyla bir şekilde yakın ilişkileri vardır. Bu terimlerin birbirini (ya da kendi aralarındaki çelişkileri) başarıyla yerinden etmesi, gerek Çin’de gerekse de daha genel olarak çağdaş dünyada iktidar yapısındaki değişimleri kanıtlar.”32 Otoritercilik, militarizm ve iktidarın hiyerarşik anlayışı bakımından, muhafazakarlık elit yönetimin ve demokrasi şüphesinin neo-liberal gündemiyle tamamen uyumludur. Bu bakış açısından yeni muhafazakarlık, sadece neo-liberalizmin kendisini örtmeye çalıştığı otoritercilik örtüsünden sıyrılma gibi görünür. Ancak yeni muhafazakarlık, neo-liberalizmin en merkezi çelişkilerinden birine kendine özgü yanıtlar önerir. Eğer Thatcher’ın ilk zamanlar ileri sürdüğü gibi, “toplum gibi bir şey yoksa ve sadece bireyler varsa”, o zaman bireysel çıkarların kaosu kolayca düzene galip gelerek son noktayı koyabilir. Piyasanın, rekabetin ve dizginsiz bireyciliğin (bireysel umutlar, arzular, endişeler ve korkular; yaşam tarzı, cinsel alışkanlıklar ve yönelimler, kendini ifade tarzları ve başkalarına yönelik davranışların) anarşisi, giderek artan yönetilemezlik gibi görünen bir durum yaratır. Bu, bütün dayanışma sınırlarının yıkımına ve toplumsal anarşi ve nihilizme yönelen bir duruma bile yol açabilir. Bunu dikkate alarak, düzeni onarmak için bir derece baskı kaçınılmaz gibi görünür. Yeni muhafazakarlar, bireysel çıkarların kaosuna karşı bir panzehir olarak askerileşmeyi tercih eder ve vurgularlar. Bu yüzden, gerçek ya da hayali olsun, hem ülke içinde hem de yurtdışında, ulusun devamlılığı ve bütünlüğüne karşı tehditlere dikkat çekmeye daha çok meylederler. conatus ABD’de bu, ulusun içeriden ve dışarıdan düşmanlarla kuşatılmış ve tehdit edilmiş olarak betimlendiği, Hofstadter’ın “Amerikan politikasının paranoyak tarzı” olarak bahsettiği tetiklemeye neden olur.33 Bu politika tarzının ABD’de uzun bir tarihi vardır ve güçlü bir milliyetçilik anlayışının serpilmesine dayanır. Antikomünizm (anarşizm, Çin ve göçmenler korkusu da geçmişte bu rolü oynamıştı) yirminci yüzyıl boyunca bunun için merkezi odak noktasıydı. Bu yüzden, yeni muhafazakarlık yeni değildir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, aralıksız askerileşmeden çıkarı olan güçlü bir askeri-sanayii kompleksinde özel bir yer edinmiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ABD güvenliğine tehdidin nereden geldiği sorusunu ortaya çıkardı. Dışarıdan radikal İslam ve Çin önde gelen iki aday olarak ortaya çıktı ve içeriden muhalif hareketler (Waco’da yakıp kül eden Hindistanlılar, Oklahoma bombalamasına yardım eden militan hareketler, Los Angeles’ta Rodney King’in dövülmesini takip eden isyanlar ve son olarak 1999’da Seattle’da patlak veren taşkınlıklar) daha şiddetli gözaltı ve kontrolle hedef alındı. 11 Eylül olaylarında zirve yapan 1990’lar sırasındaki radikal İslam’dan gerçekten ciddi bir tehdidin ortaya çıkması, sonunda hem ülke içinde hem de yurtdışında ulusun güvenliğini garantilemek için askerileşme talep eden “teröre karşı daimi savaşın” ilanı açısından ana ilgi odağı haline geldi. Yeni muhafazakarların hepsi baskıcı güç kullanmaya arzulu olsalar da, yine de, bununla birlikte, bir derece rızanın gerekli olduğunun farkındadırlar. Yeni muhafazakarlık, bundan dolayı politik bedenin sabit merkezini oluşturacak bir ahlaki amaç, daha yüksek bir değerler düzenini getirmeye çalışır. Dolayısıyla amacı, neo-liberal ethos içerisindeki otoritercilik ile bireysel özgürlükler arasındaki bariz çelişkiyi denetlemek ve neoliberalizmin belirgin olarak ürettiği bireysel çıkarların kaosunun yol açtığı yıkıcı etkiye karşı koymaktır. Bu hiçbir şekilde, egemen bir sınıf iktidarının restorasyonu ya da kuruluşu hakkındaki neo-liberal gündemden ayrı değildir. Fakat bu güç için merkezi ahlaki değerler etrafında bir rıza havasının oluşturulması yoluyla meşruluk arar. Bu hemen, hangi ahlaki değerlerin merkezi olacağı sorusunu ortaya çıkarır. Örneğin, ABD İnsan Hakları Beyannamesi’nde somutlaşan liberal insan hakları sistemine başvurmak tamamen mümkün 87 olacaktır: Her şeye rağmen, insan hakları aktivizminin amacı, Mary Kaldor’un ileri sürdüğü gibi, “yalnızca insan haklarını korumaya yönelik müdahalenin yanı sıra ahlaki bir topluluğun oluşturulmasıdır da.”34 Ancak bu, askerileşmeye dönüşle birlikte tezat olacaktır. ABD’de yeni muhafazakar harekette merkezileşen ahlaki değerler en iyi, 1970’lerde hoşnutsuz beyaz işçi sınıfının “ahlaki çoğunluğu” arasında kendi sınıf iktidarlarını ve seçmen tabanlarını onarmayı amaçlayan elit sınıf ve iş çevrelerinin çıkarları arasında oluşturulan özel koalisyonun mantıksal bir sonucu olarak anlaşılabilir. Ahlaki değerler kültürel milliyetçilik, ahlaki doğruluk, Hıristiyanlık (özellikle Protestanlığın bir türü), aile değerleri, yaşam hakkı meseleleri ve (feminizm, gay hakları, olumlu eylem, çevrecilik ve bunun gibi) yeni toplumsal hareketlere karşı antagonizma üzerinde merkezileşti. Bu ittifak esas olarak Reagan yönetimi sırasındaki taktik olmasına rağmen, Clinton yıllarının iç düzensizliği, Bush cumhuriyetçiliğinin ilk gündemine ahlaki değerler fikrini taşıdı. Bu şimdi, yeni muhafazakar hareketin ahlaki gündeminin özünü biçimlendirmektedir. Bu ideolojinin kuvvetlenmesinin hem içeride hem de uluslararası düzeyde etkileri oldu. Uluslararası sahnede, “Amerikan değerlerinin” üstünlüğü yaygarası ve bütün insanlığın “evrensel değerleri” olarak sunulması kaçınılmazdır. Bu ABD’yi, dünya sahnesinde (güya temsil ettiği varsayılan) “uygarlaşmış değerler” için “savaş” (ki öyledir) veriyormuş gibi gösterir. Küresel düzeyde ABD’nin kalkıştığı milliyetçilik pervasızlaşır ve ahlaki savaş anlayışı, şiddetli mahşer inancıyla beraber, ABD’deki Hıristiyan sağın kendi kaderinin temeli olarak gördüğü özellikle İsrail-Filistin çatışması konusundaki günlük diplomasiyi etkiler. ABD’deki ahlaki üstünlük anlayışı, açık diyalog ve yurtiçinde ikna edici müzakere olasılığı kapandığı ölçüde, aynı zamanda dünyanın geri kalanına karşı antagonizmayı körükler. Ancak, ABD’deki özel unsurlar başka herhangi bir yerde olamasa bile, bu yeni muhafazakar dönüşü istisna veya ABD’ye özgü olarak görmek yanlış olacaktır. ABD içerisinde bu ahlaki değerler savı ağırlık olarak ulus, din, tarih, kültürel gelenek ve benzeri düşüncelere başvurur ve bu idealler hiçbir surette ABD’deyle sınırlı değildir. Örneğin, Japonya ve Çin’de bu milliyetçi hassasiyetin yükselişi son yıllarda ortaya çıktı ve her iki örnekte de bu, neo-liberalizmin etkisi altındaki toplumsal dayanışmanın eski sınırlarının dağılmasına bir çare olarak görülebilir. Kültürel milliyetçiliğin güçlü akımları, şu anda Avrupa Birliği’ni oluşturan (Fransa gibi) eski ulus devletler içerisinde harekete geçiyor. Milliyetçilik kuşatılmış bir ada devleti, Konfüçyüsçü değerler ve en son uluslararası ticaret dünyasındaki mevcut pozisyonuna uygun düşen karakteristik kozmopolit bir etik düşüncesine dayalı ahlaki birlikleri anımsatırken, piyasada neo-liberalizmi sert baskı ve otoriter devlet gücüyle birleştirdi. Açıkçası yeni muhafazakar hareketlerin kuvvetlenmesinde tehlikeler vardır; her biri kendi özel ve sözde üstün ahlaki değerlerini savunurken, sert baskıcı pratikler kullanmaya hazırlandı. Neoliberalizmin çelişkilerine bir yanıt gibi görünen şey, çok kolayca soruna dönüşebilir. Her ne kadar farklı conatus 88 toplumsal oluşumlarda çok farklı şekilde temellense de, aslında, yeni muhafazakar iktidarın yayılması, eğer Huntington gibi birisinin yanlış bir şekilde dünya sahnesinde kaçınılmaz olarak gördüğü uygarlıklar çatışması değilse, çekişen belki de savaşan milliyetçilik tehlikesinin işaretidir. Eğer bir kaçınılmazlık varsa, bu, uygarlık farklarıyla ilgili ebedi hakikatlerden ziyade yeni muhafazakarlığa dönüşten ortaya çıkar. “Kaçınılmazlık”, bundan dolayı yeni muhafazakar çözümlerden vazgeçerek, eğer tamamen neo-liberalizmin çelişkilerinin yerini almayacaksa, karşı koymak için başka alternatifler arayarak kolayca reddedilebilir. Alternatifler Bizim görevimiz, hem dünyayı anlamak hem de, Marx’ın uzun zaman önce tartıştığı gibi, dünyayı değiştirmektir. Fakat eğer herhangi bir toplumsal düzen kendi mevcut koşulu içerisinde henüz potansiyel olan değişimleri gerçekleştiremiyorsa ve bize miras bırakılan tarihsel ve coğrafi koşulların dışında tarihimizi ve coğrafyamızı yaratmayı ümit edemiyorsak, o zaman neo-liberalizmin tarihsel coğrafyasıyla ve akabinde yeni muhafazakarlığa dönüşün eleştirel yükümlülük görevi, mevcut alternatif geleceklerin araştırılmasında yatar. Bu tür bir hedefin iki önemli yolu vardır. Neoliberalizme karşı hareketlerin bolluğunu inceleyebilir ve geniş-tabanlı muhalefet programının özünü çıkarmaya çalışabiliriz. Ya da alternatifleri tanımlamak için (benim burada giriştiğim türden) mevcut koşulumuzun teorik ve pratik analizine başvurabiliriz. İkinci yolu kullanmak, hiçbir şekilde mevcut muhalif hareketlerin yanlış olduğunu ya da bir şekilde anlayışlarında hatalı olduklarını varsaymaz. Aynı biçimde, muhalif hareketler analitik bulguların davalarıyla alakasız olduğunu varsayamaz. Bu iki yolun kullanımı arasındaki diyaloga ön ayak olmak ve böylece kolektif anlayışların olasılıklarını ve olası alternatiflerini derinleştirmek görevdir. Neo-liberalizm, kendi etki alanının hem içerisinde hem de dışarısında bir muhalif hareketler alanı ortaya çıkardı. Bu hareketlerin birçoğu, 1980’den önce egemen olan işçi tabanlı hareketlerden radikal bir şekilde farklıdır.35 conatus “Hepsi” değil, “birçoğu” diyorum. Geleneksel işçi tabanlı hareketlerin iktidarının çılgın neo-liberal saldırıyla çoğunlukla zayıflatıldığı ortam, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kesinlikle yitmiştir. 1980’ler boyunca Güney Kore ve Güney Afrika’da yükselen kuvvetli emek hareketleri ve Latin Amerika’nın çoğunluğunda, işçi sınıfı partileri eğer iktidarda değillerse de gelişiyorlar. Endonezya’da büyük potansiyel önemi olan meşru bir emek hareketi, kulak verilecek kadar mücadele ediyor. Oldukça güvenilmez olmasına rağmen, Çin’de emek karışıklığının potansiyeli yoğundur. Ve ABD’de kültürel milliyetçilik, din ve çeşitli toplumsal hareketlere karşıtlıktan ötürü kendi maddi çıkarlarına karşı sürekli oy kullanan bu son kuşak boyunca işçi sınıfı kitlelerinin sonsuza dek Cumhuriyetçilerin ve Demokratların benzer dolaplarına kilitlenip kilitlenmeyeceği belli değildir. Gelgeçlik göz önüne alındığında, gelecek yıllarda güçlü bir anti-neo-liberal gündemle işçi-tabanlı siyasete yeniden dönüşü ortadan kaldırmanın hiçbir anlamı yoktur. Ancak mülksüzleştirmenin yol açtığı birikime karşı mücadeleler, oldukça farklı toplumsal ve politik mücadele hatlarını kışkırtıyor.36 Bütün bunların nedeni, kısmen bu tür hareketlere, onların politik yönelimine ve tipik sosyal demokrat politikanınkinden belirgin şekilde ayrı örgütlenme tarzlarına yol açan özel koşullardır. Örneğin Zapatista isyanı, devlet iktidarını almaya veya politik bir devrim yapmaya çalışmaz. Bunun yerine, farklı toplumsal grupların özel ihtiyaçlarına bakacak ve bunları geliştirmelerine imkan tanıyacak alternatifler için daha açık ve pürüzsüz bir arayış içerisindeki sivil toplumun hepsini ilgilendirecek daha kapsayıcı politikalar bulmaya çalışır. Örgütsel olarak, öncülükten sakınma ve bir politik parti biçimini almayı reddetme eğilimindedir. Bunun yerine, yerli kültürlerin çeperden ziyade merkez olacağı politik bir güç bloğu oluşturmaya çalışan, devlet içerisinde bir toplumsal hareket olarak kalmayı tercih eder. Böylece, devlet iktidarının teritoryal mantığı içerisinde pasif bir devrime yakın bir şey başarmaya çalışır. Bütün bu hareketlerin etkisi, geleneksel politik partilerden uzak politik örgütlenme alanını ve emek örgütlenmesini bütün sivil toplum yelpazesini kat eden daha az politik toplumsal eylem dinamiğine odaklı alana kaydırmasıydı. Fakat odağında kaybettiği şeyi, mücadele 89 konusuyla bağlantısı anlamında kazandı. Gücünü günlük yaşamın ve mücadelenin içerisinde yerleşmiş asıl güçlüklerden aldı; ama böyle yaparak, çoğu kez mülksüzleştirme aracılığıyla neo-liberal birikimin makro-politikasının ne olduğunu anlamak konusunda kendisini yerel ve tekil olandan sıyırmakta güçlük yaşadı. Bu tür mücadelelerin çeşitliliği çekiciydi. Aralarında bağlantılar hayal etmek bile güçtür. Hepsi dünyayı sarsan ve 1980’ler boyunca ve sonrasında giderek manşetlerde yer eden kısa süreli protesto hareketlerinin bir karışımı ve parçasıydılar. Bu hareketler ve isyanlar, bazen büyük çoğunlukla “düzen ve istikrar” adına hareket eden devlet güçleri tarafından aşırı şiddetle ezildi. Bir başka yerde, kapitalist güçler lehine böl ve yönet taktiklerinin hakim olduğu bir dünyada yoğun toplumsal ve politik düşmanlıklar üreten mülksüzleştirme yoluyla birikim gibi, ırklar arası şiddet ve iç savaşlar ürettiler. Bir devlete boyun eğen devletler, askeri olarak ya da kimi örneklerde mülksüzleştirme yoluyla birikime meydan okuyan aktivist hareketleri merhametsizce denetlemek için baskı ve tasfiyeler sistemine yol gösteren (ABD’nin başını çektiği, daha az rol oynayan İngiltere ve Fransa ile birlikte) başlıca askeri aygıtların eğittiği özel kuvvetlerle desteklendi. Hareketlerin kendisi, alternatifleri göz önünde bulunduran bir düşünce bolluğu sergiledi. Bazıları, neoliberalizmin ve yeni muhafazakarlığın ezici güçlerinden tamamen ya da kısmen kopmaya çalışır. Diğerleri IMF, DTÖ ve Dünya Bankası gibi güçlü kurumların reform ya da dağıtılma yoluyla küresel toplumsal ve çevresel adalet arar. Bazıları, halen “‘ortak kullanım alanları’nı geri isteme” temasını vurgulayarak sömürgecilik ve emperyalizmin acı tarihi boyunca verilen mücadelelerin yanı sıra uzun zaman önceki mücadelelerin derin devamlılığına işaret eder. Bazıları tamamen farklı toplumsal ilişki türleri ve ekolojik pratikler yoluyla canlandırılan yeni üretim ve tüketim sistemlerinin beraberindeki yerel deneyimlere daha tevazu ile bakarken, diğerleri neo-liberal düzenin dağınık ve merkezsizleşmiş güçlerine karşı koymak için hareket halinde bir çokluk ya da küresel sivil toplum içerisinde bir hareket tasavvur eder. Ekonomik düzenin küresel reformu doğrultusunda bir adım olarak devlet iktidarını ele geçirme amacıyla inançlarını daha geleneksel politik parti yapılarında ifade edenler de vardır. Bu farklı hareketlerin çoğu, şimdi ortaklıklarını ifade etmek ve neo-liberalizmin ve yeni muhafazakarlığın birçok varyantına karşı koyabilen bir örgütsel güç inşa etmek için Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya geliyor. Burada takdire değer ve ilham alınacak çok şey vardır. Bunu bu şekilde ortaya koymak, ne proletaryanın hareketli olduğu kayıp altın bir çağın nostaljisini cilalamak ne de ille de tarihsel dönüşümün başlıca aracısı olarak başvurabileceğimiz basit bir proletarya kavramı olduğunu söylemektir. Terk edebileceğimiz ütopyacı bir Marksist fanteziden oluşan proletarya sahası yoktur. Sınıf mücadelesinin zorunluluğu ve kaçınılmazlığına işaret etmek, sınıfın oluşum şeklinin peşinen belirlendiği ya da belirlenebilir olduğunu söylemek değildir. Sınıf hareketleri, kendi seçimleri olan koşullar altında olmasa bile kendilerini yaratırlar. Ve analizler, bu koşulların halihazırda ücretli emeğin sömürüldüğü genişletilmiş yeniden üretim etrafında yürütülen hareketlere doğru çatallandığını ve toplumsal ücreti tanımlayan koşulların kültürlerin, tarihlerin Neo-liberalizme muhalefetin ve mülksüzleştirme yoluyla birikimin daha güçlü olabildiği gelişmekte olan ülkelerde, neo-liberal devletin rolü, Meksika’da Zapatistalar ya da Brezilya’da topraksız köylü hareketi gibi muhalif hareketlere karşı düşük-düzeyli savaş noktasına uzanan fiili baskıyı hemen öngörür conatus 90 ve çevrenin yıkım pratikleri yoluyla ilksel birikimin klasik biçimlerinden direnişin merkezi olan finansal sermayenin çağdaş biçimlerinin neden olduğu talanlara kadar mülksüzleştirme yoluyla birikim etrafındaki merkezi sorunlar ve hareketler olduğunu gösterir. Bu farklı hareketler arasında organik bağ bulmak, acil bir teorik ve pratik görevdir. Fakat analizler, bunun eşitsiz coğrafi gelişmelerle derinleştirilerek belirlenmesinin yanı sıra sermaye birikiminin zaman ve mekan içerisinde artan ilişkiselliğine dayalı tarihsel-coğrafi yörüngesi içerisinde oluşması gerektiğini gösterir. Bu eşitsizlik, kültürel panoramada ve toplumsal dünyada oluşturulan geçmiş gruplaşmalardan geriye kalanların belirtisi ne kadar önemli olursa olsun, sermaye birikim sürecinin aktif bir şekilde ürettiği ve desteklediği bir şey olarak anlaşılmalıdır. Ancak analizler, neo-liberal ve yeni muhafazakar gündemlerde işletilebilir çelişkileri vurgular. Retorik (herkesin faydasına) ve hayata geçirme (küçük bir egemen sınıfın yararına) arasındaki boşluk, zaman ve mekan boyunca artar ve toplumsal hareketler, bu boşluk üzerinde yoğunlaşmak için çok şey yapmıştır. Piyasanın rekabet ve dürüstlük olduğu düşüncesi, giderek olağanüstü tekelleşme, merkezileşme, şirket ve finansal gücün uluslararasılaşması gerçeğiyle reddedilmektedir. Sınıf içerisindeki korkutucu artış ve hem (Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika gibi) devletler içerisindeki hem de uluslararası bakımdan bölgesel eşitsizlikler, kusursuzlaştırılmış neo-liberal bir dünya yolunda “geçici” bir şey olarak artık halının altına süpürülemeyecek ciddi bir politik sorun meydana getirir. Neo-liberalizm, ne kadar sınıf iktidarının restorasyonu için başarılı bir projeyi maskeleyen başarısız bir ütopya projesi olarak kabul edilirse, o kadar eşitlikçi politik talepleri seslendiren ve ekonomik adalet, dürüst ticaret ve daha fazla ekonomik güvence arayan kitle hareketlerinin yeniden dirilmesine zemin hazırlar. Neo-liberalizm altında haklar söyleminin yükselişi, aynı zamanda sorunlar kadar fırsatlar da sunar. Geleneksel liberal haklar nosyonuna başvurmak bile, özellikle “teröre karşı savaşın” (ABD’den Çin ve Çeçenistan’a kadar) her yerde sivil ve politik özgürlükleri azaltmanın bir gerekçesi olarak kullanıldığı düşünüldüğünde, yeni muhafazakar otoriterciliğin eleştirileceği güçlü bir “direniş kudreti” oluşturabilir. Iraklıların kendi conatus kaderini tayin ve egemenlik haklarının tanınması için artan çağrı, ABD emperyal tasarılarını denetlemenin güçlü bir silahıdır. Ancak alternatif haklar paketi de tanımlanabilir. Başka bir yerde yaşam fırsatı, politik ortaklık ve “iyi” yönetim, doğrudan üreticilerin üretim üzerindeki denetimi, insan bedeninin dokunulmazlığı ve bütünlüğü, kısas korkusu olmadan eleştiriye kalkışma, uygun ve sağlıklı bir çevre, gelecek kuşakların ortak mülkiyet kaynaklarının kolektif kontrolü, uzamın üretimi, varlık türü olarak statümüze içkin hakların ve farklılık hakkını içeren bir haklar paketi ileri sürmüştüm.37 Yaşamlarımızı biçimlendiren hakim süreç olarak sonsuz sermaye birikiminin eleştirisi, bu sürecin yapısında var olan bu özel hakların –bireysel özel mülkiyet hakkı ve kâr oranı– eleştirisini gerektirir. Farklı bir haklar paketi önermek, bu yüzden, bu tür hakların içkin bir şekilde somutlaştırılabildiği hakim bir toplumsal süreci belirtme zorunluluğunu beraberinde getirir. Benzer bir sav, kendi otoritesi ve meşruluğu için ahlaki bir zemin arayışındaki yeni muhafazakarlık konusunda da geliştirilebilir. Ahlaki topluluk ve ahlaki bir ekonomi düşünceleri tarihsel olarak sola yabancı değildir ve mülksüzleştirme yoluyla birikime karşı olan hareketlerin birçoğu, ahlaki ekonomi terimleri açısından alternatif toplumsal ilişkilerin oluşumunu bilfiil ifade etmektedir. Ahlak, sadece medyanın hegemonyasında harekete geçirilen gerici dini hak tarafından tanımlanacak ve şirket-para iktidarının hakim olduğu bir politik süreç yoluyla ifade edilecek bir alan değildir. Karmaşık ahlaki savların kargaşasındaki restorasyona ya da egemen sınıf iktidarına karşı konmalıdır. “Kültür savaşları” olarak adlandırılan şey (geleneksel solun ileri sürdüğü gibi) sınıf siyasetinde hoş karşılanmayan bir oyalanma olarak kestirip atılamaz. Aslında, yeni muhafazakarlar arasında ahlaki argümanın yükselişi, bireycileşen bir neoliberalizm altında sosyal çözülme korkusunun yanı sıra neo-liberal bir dünyada yabancılaşmalara, ümitsizliğe, dışlamalara, marjinalleştirmelere ve çevresel tahribata karşı halihazırda harekete geçmiş geniş ahlaki karşıtlık alanlarını kanıtlar. Bu ahlaki karşıtlığın kültürel ve daha sonra politik direnişe dönüşümü, baştan savmak yerine doğru bir şekilde okunması gereken, zamanımızın alametlerinden biridir. Bu tür kültürel mücadeleler ile sınıf iktidarının ezici kuvvetlenişini geri püskürtme 91 D.Chandler, From Kosovo to Kabul: Human Rights and International Intervention, (London, Pluto Press, 2002), s. 89. 21 Chandler, A.g.e., s. 230. 22 T.Wallace, “NGO Dilemmas: Trojan Horses for Global Neoliberalism?”, Socialist Register (London, Merlin Press, 2003), 202219. STK’ların genel rolü hakkında genel bir inceleme için bakınız M.Edwards and D. Hulme (eds.), Non-Governmental Organisations: Performance and Accountability, (London: Earthscan, 1995). 23 L.Gill, Teetering on the Rim (New York: Columbia University Press, 2000). 24 J.Cowan, M-B Dembour and R.Wilson (eds.), Culture and Rights: Anthropological Perspectives (Cambridge: Cambridge University Press, 2001). 25 A.Bartholomew and J. Breakspear, “Human Rights as Swords of Empire”, Socialist Register (London, Merlin Press, 2003), 124-45. 26 A. g. e., s. 126. 27 Chandler, a.g.e., s. 27; 218. 28 A.g.e., s. 235. 29 D.Harvey, “The Right to the City”, forthcoming in R.Scholar (ed.) Divided Cities (Oxford Amnesty Lectures) 30 Harvey, Yeni Emperyalizm, a.g.e. 31 Bartholomew and Breakspear, a.g.e., s. 140. 32 Wang Hui, a.g.e., s. 44. 33 R.Hofstadter, The Paranoid Style in American Politics and Other Essays (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1996 edn.). 34 Chandler, a.g.e., 223. 35 B.Gills (ed), Globalization and the Politics of Resistance (New York, Palgrave, 2001); T.Mertes (ed.) A Movement of Movements (London, Verso, 2004; W.Bello, Deglobalization: Ideas for a New World Economy (London, Zed Books, 2002); P.Wignaraja (ed.) New Social Movements in the South: Empowering the People (London, Zed Books, 1993); J.Brecher, T.Costello, and B. Smith, Globalization from Below: The Power of Solidarity (Cambridge, Mass.: Southend Press, 2000). 36 D.Harvey, Yeni Emperyalizm, a.g.e., bölüm 4. 37 D.Harvey, Spaces of Hope (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2000), bölüm 12. 20 mücadelesi arasındaki organik bağ, teorik ve pratik incelemeyi gerektirir. David Harvey, Neoliberalism and the Restoration of Class Power, www.sum.uio.no/research/changing_ attitudes/humanism/harvey080604.pdf G. W. Bush, “President Addresses the Nation in Prime Time Press Conference”, 13 Nisan 2004, http://www.whitehouse,gov/news/ releases/2004/0420040413-20.html. 2 Matthew Arnold R. Williams’ın, Culture and Society, 1780-1850 (Londra: Chatto ve Windus, 1958), 118 eserinden alıntıdır. 3 A Juhasz, “Ambitions of Empire: the Bush Administration economic plan for Iraq (and Beyond)”, Left Turn Magazine, No: 12, Şubat/Mart 2004. 4 N. Klein, “Of course the White House fears free elections in Iraq”, The Guardian, 24 Ocak 2004, 18. 5 T.Crampton, “Iraqi official urges caution on imposing free market”, New York Times, 14 Ekim 2003, C5. 6 G.W. Bush, “Securing Freedom’s Triumph”, New York Times, 11 Eylül 2002, s. A33. The National Security Strategy of the United States of America şu adreste bulunabilir: www.whitehouse.gov/nsc/ nss. 7 J.Valdez, Pinochet’s Economists: The Chicago School in Chile (New York: Cambridge University Press, 1995). 8 P. Armstrong, A.Glynn and J.Harrison, Capitalism Since World War II: The Making and Breaking of the Long Boom (Oxford: Basil Blackwell, 1991). 9 A. g. e. 10 D.Harvey, The New Imperialism (Oxford: Oxford University Press, 2003) [Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 2004]; N.Smith, American Empire, Roosevelt’s Geographer and the Prelude to Globalization (Berkeley: University of California Press, 2003). 11 Panitch ve Gindin, A. g. e. 12 .Dumenil and D.Levy, “The Economics of US Imperialism at the Turn of the 21st Century”, Unpublished MS, 2004. 13 D.Stockman, The Triumph of Politics: Why the Reagan Revolution Failed, (New York: Harper-Collins, 1986) 14 D.Harvey, The New Imperialism (Oxford, Oxford University Press, 2003), chapter 4 [Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 2004]. 15 Mali fonksiyonlar yoluyla yayılan risklerin önemi Panitch ve Gindin’de vurgulanır. A. g. e. 16 Gowan, A.g.e. 17 Hükümetin insanların paylaştığı kamusal alanların kullanımını desteklediği sistemin adı (ç.n.). 18 J. Stedile, “Brazil’s Landless Battalions”, T. Mertes içerisinde (ed.), A Movement of Movements (London: Verso, 2004). 19 D.Rodrik, The Global Governance of Trade: As If Development Really Mattered (New York, United Nations Development Program, 2001), s. 9. 1 conatus 92 93 NORM-ALİTEYLE İLGİLİ SORUN YA DA KALICI OLAĞANÜSTÜ HALE İTİRAZ ETMEK M a r c N e o c l e o u s İngilizceden çeviren: Sevim Özdemir Bu makale giderek yaygınlaşan, 11 Eylül’den beri kalıcı olağanüstü hale ve hukukun üstünlüğü ilkesinin terkine bir geçiş olduğu düşüncesine meydan okuyor. Makale, bu düşünceyi, 21. yüzyıldaki tarihsel gelişmelerin, aslında olağanüstü hal yetkilerini, kapitalist modernitenin bir yönetim aracı olarak hukukun egemenliğinin tam kalbine yerleştirdiğini göstererek sorguluyor. Bu, “teröre karşı savaş”ta olağanüstü hal önlemleri anlayışımızı yeniden düşünmemiz ve daha genel olarak hukukun üstünlüğü ve şiddet arasındaki ilişkiyi yeniden ele almamız gerektiğini ileri sürüyor. 14/11 “9/11” olarak hızla İngilizceye geçen olaydan bu yana, sayısız insan suçlama ya da yargılama olmaksızın Guantanamo Koyu’nda, Afganistan’daki tutuklama merkezi Bagram’da, Irak’taki Ebu Garip cezaevinde hapsedildiler. Gözaltındayken, bazılarına işkence yapıldığı ve çoğunun ise insanlık dışı muameleye maruz kaldığı açıkça ortada. Diğerleri, insan hakları ihlalleriyle tanınan ülkelerdeki hapishanelere, cezaevlerine ve polis merkezlerine nakledildiler. Aynı zamanda, liberal demokrasiler, disipline etmek ve cezalandırmak için, son zamanlarda Britanya’da uygulanan “kontrol düzenlemeleri” gibi, yeni ve sıra dışı yöntemler buldular. Bunun kadar korkunç olmasa da eşdeğerde öneme sahip bir diğer gelişme, uluslararası hukukun yeni emperyal güç tarafından pek de önemsenmiyor göründüğü sistematik yöntemler ve çoğu liberal demokratik ülkenin liberal hukukun ve anayasal demokrasinin altını oyuyor göründüğü yeni politikaları ortaya koyuş tarzıdır. Bu gelişmelere karşı olan birçok kişi tarafından ifade edilen şoka ve zulme karşılık, bize istisnai zamanlarda yaşadığımız ve böyle zamanların istisnai yetkiler gerektirdiği söyleniyor: anlatılmak istenen şey olağanüstü haldir. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız dönem için kilit tarih, saldırıların olduğu 11 Eylül gününden ziyade, üç gün sonrası, yani ABD Başkanı Bush’un olağanüstü hal ilan ettiği 14 Eylül’dür. Carl Schmitt’in çalışması üzerinde çalışanlar için, bu tarz bir deklarasyon küçük bir rastlantıdan çok fazlasıdır. Kendilerini, siyasal solda radikal veya eleştirel teorisyenler olarak gören bu kişiler, conatus 94 Schmitt’in egemenlik kavramını merkezi bir konuma yerleştirerek ona yoğun bir ilgi gösterirler: egemen, istisnai duruma karar verendir. Hal böyleyken, dünyanın en güçlü devletinin, olağanüstü hal ilan ederek egemenliğini beyan etmesinden başka ne, Carl Schmitt’in temel problematiğinin ikna gücünü ispatlayabilirdi? Dolayısıyla 2001 Eylül’ünden bu yana geçen dönem, olağanüstü hal teziyle ilgilenenler için bir manevra alanı oldu.1 Ama bu hikâye biraz karışıktır. Birçokları teröre karşı savaşın belki de hiç bitmeyeceğini –en azından “bizim ömrümüz boyunca”– ileri sürerken, 11 Eylül’den haftalar sonra Dick Cheney, söz konusu olağanüstü halin, hemen, siyasal manzaranın kalıcı bir özelliği haline geldiğini söylüyordu; istisna aslında, artık kural olmuştu. Bu olağanüstü halle normal dönemler yok oldu deniliyor. Savaşa karşı, solun bu tepkisinin temelinde, olağanüstü halin kalıcı hale geliyor göründüğü iddiası vardır. Schmitt’in tematiğinin aksini savunanlar içinse, standart araç Walter Benjamin’in şu tespitidir: “İçinde yaşadığımız olağanüstü hal, istisna değil kuraldır.” Buradaki etkin figür, Giorgio Agamben’in modern, mülteci ve “çıplak yaşam” gibi ilgili temaların nomosları olarak alınan kamp üzerine argümanını geliştirmek için Schmitt’i kullanmasıdır. Agamben’e göre kamp; istisna, kural olmaya başladığında açılan uzamdır. Dolayısıyla, kamp –normal hukuki düzenin dışına yerleştirilmiş bir alan– bir istisna mekânı ve aynı zamanda istisna mantığının nihai ifadesidir. Şu durumda, istisna hali artık norm haline gelmiştir. Agamben argümanını “teröre karşı savaş”tan önce yürütüyordu; ama bu olaydan sonra argümanını daha da ileri götürmüştür.2 Aynı tespitler, Michael Hardt ve Antonio Negri için de yapılabilir. Ulusal ve uluslararası hukukun artık istisnalarıyla –müdahaleyle temellenen bir istisnalık– tanımlanabileceğini İmparatorluk’ta zaten öne sürmüşlerdi. Müdahale şimdilerde uluslararası politikada bir oyundur; ama “Müdahalenin arkasındaki neden, kalıcı, temel adalet değerlerine dayanarak meşrulaştırılan, bir olağanüstü hal ve istisna halidir.” Bu yeni “İmparatorluk”ta bir yere askeri güç yığılmasının meşruluğu, kalıcı istisna haline dayanır. Hardt ve Negri, 11 Eylül’den sonraki çalışmalarında, bunu daha ileri götürerek, “istisna hali kalıcılaştı ve genelleşti; dış ve iç ilişkilerin içine işleyerek istisna kural oldu” iddiasını sürdürdüler.3 conatus Buna benzer başka argümanlar da bulunabilir; ama birkaç örnek yeterli olacaktır. Leo Panitch’e göre, Kanada’daki yeni terörizme karşı kanun, “bir olağanüstü hal yasası değil...ama olağan statüyle maskelenmiş bir olağanüstü hal yasasıdır.” Bunun anlamı, “hukuk devleti ilkesinin dışına çıktığımız” ve “geçici olanı kalıcılaştırma, istisnai olanı normalleştirme çabası içinde olduğumuzdur.” Jean Claude Paye, yeni antiterör önlemlerinin “normu altüst eden ve sapmaların kural haline geldiği”, “olağanüstü hal prosedürlerinin Anayasa’nın ve siyasal örgüt biçimi olarak kanunun yerine geçtiği”, çok önemli bir kayma olduğunu ileri sürerken, Statewatch’ın (Avrupa Sivil Özgürlükler Ağı) üyesi olan Tony Bunyan, istisnai olanın acımasız olanla birlikte norm haline geldiğini iddia ediyor. Alex Callinicos, argümanında Agamben’in “Dicle’nin kıyısında konuşlanan ürkütücü ordu aygıtı dünyaya kalıcı olağanüstü hali kabul etmesini emrediyor” sözlerini alıntılarken, bunun yanında benzer tespitler Savas Michael-Matsas ve Vivienne Jabri tarafından da yapıldı. Aynı düşünce ya da tema, ABD’deki siyahi gruplar, olağanüstü hal güçlerini siyasette “yeni paradigma” ve “yeni normallik” olarak tanımlayan değişik sivil haklar ve özgürlükler için baskı grupları, kampın sosyolojisine dair ilk ayrıntılı kitaba ve postkolonyal melankoli yazınından Schengen antlaşması üzerine tartışmalara kadar diğer birçok çeşitli çalışma için de önem arz ediyor. Olağanüstülüğün kalıcılığı ya da istisna halinin kural olduğu düşüncesi, artık solun standart pozisyonu haline gelmiş görünüyor. Ve bu pozisyonun kalbinde bir tane temel sav var: olağanüstülük, hukukun askıya alınmasını içerir. Bir zamanlar liberal demokrasi bayrağını taşıyan kilit devletler, hukukun üstünlüğüne ve temel haklara bağlılıklarını terk etmiş görünüyorken, uluslararası hukuk, devlet aklı ve ulusal güvenlik adı altında, bir kenara bırakılmış görünüyor. Agamben, zorunluluk halinin bir hukuk hali olmadığını ama kanunsuz bir uzam olduğunu iddia eder. Genel kanı şu: İlan edilen olağanüstü hal, yasal alana öyle aktarıldı ki artık “kanunsuz bir dünyada yaşıyoruz” deniliyor; tutuklular, bir yasal “kara delikte” ya da “yasallığın dışında kalan alanın yasal eşleniğinde” yaşıyor. “Düşmanla savaşanlar”, “savaş alanı tutukluları” veya “olağanüstü temsil” gibi kategorilerin yasal statüye sahip olduğu söyleniyor ki, 95 bunun kadar açık bir şey de, bunların sadece “olağan” ve “normal” hukukun terki nosyonunu güçlendirmeye yardım etmesi. Bu makalede, söz konusu kalıcı olağanüstü hal nosyonuna karşı çıkmak istiyorum. Tarihsel olarak bakıldığında, son zamanlarda olağanüstü hal durumuna geçtiğimizi ileri süren argümanın zayıf bir argüman olduğunu iddia ediyorum. İçinde bulunulan durum, olağanüstü hal yetkileri açısından, tarihsel olarak okunduğunda, kategorik olarak daha önce olanlardan çok da farklı değil. Dolayısıyla, son zamanlarda, kalıcı bir olağanüstü hale geçtiğimiz düşüncesi tarihsel olarak naif bir düşüncedir. Ayrıca şunu da ileri sümek istiyorum ki: Bu tarihsel naifliğin kökleri, daha çok liberal demokraside hukukun doğasına ilişkin politik yanlış kavramlaştırmada yatmaktadır; bu tip bir yanlış kavramlaştırma, hukuk ve şiddet dikkate alındığında, bir diğer ve çok daha fazla problemli bir naiflikte temellenir. Anlatılmak istenen; eğer samimi olarak alternatifler –küresel, yerel ve özellikle de politik– arıyorsak, bunun normallik/olağanüstülük paradigmasının ötesine bakmak zorunda olacağımız anlamına geldiği olacaktır. Aden’den Zanzibar’a “Olağanüstü Hal” elastik ve muğlak bir kavramdır. Tam bir tanımlamaya izin vermez; sadece şiddetli etki yaratan genel durumlara işaret eder. Bu elastiklik, onun aynı zamanda ilgili nosyonlar ve “kuşatma durumu”, “alarm durumu”, “hazır olma durumu”, “iç savaş durumu”, “hakların askıya alınması”, “sıkıyönetim”, “kriz yetkileri”, “özel yetkiler”, “sokağa çıkma yasağı” gibi terimlerle tanımlanan durumlar silsilesini içermesiyle desteklenir. Bu elastikliğe ve muğlaklığa rağmen, olağanüstü hal yetkilerine ilişkin hükümler içermeyen anayasa yoktur. Tekrar döneceğimiz bu gözlem politik bir söyleyiştir. Askeri çarpışma ya da tehdit altında askeri çarpışmanın, olağanüstü hal yetkilerinin yürürlüğe konmasının ya da uygulanmasının yaygın olarak öne sürülen bir nedeni olması şaşırtıcı değil. ABD Anayasası’nın, isyanları bastırmak ve işgalleri engellemek için orduyu görevlendirme yetkisini Kongre’ye vermesine (Madde 1, Bölüm 8, Bent 15) ve güvenlik ile isyan durumlarında hakların askıya alınması için yetki sağlamasına (Madde1, Bölüm 9, Bent 2) karşın, Birleşik Krallık’ta 1914’te Egemen sınıflar tarafından uygulanan kalıcı olağanüstü hal, dolayısıyla, (küresel, yerel, siyasi düzeyde) gerçek bir alternatif arayanlar tarafından yürütülen gerçek bir olağanüstü hale karşı mücadelenin bir parçasıdır “halkın huzurunun korunması ve ülkenin savunması için yönetmelik çıkarma” gücü veren Krallığı Savunma Kanunu (DORA) Parlamentodan hızla geçirildi. Ama eğer yasamayı ve olağanüstü hal yetkilerinin tarihini çıkarırsak, bunların savaşın çok dışında oldukları anlaşılan nedenlerle ya da milletler arasında askeri savaş biçiminde anlaşmazlıkların olmadığı zamanlarda kullanıldığını görürüz. Olağanüstü hal yetkilerinin gerçek hikayesi, aşağı yukarı savaş zamanı tedbirlerininkiyle aynıdır ve daha çok da birbiriyle ilintili olan iki sürecin hikâyesidir. İlki, olağanüstü hali kuran ve onu askeri anlaşmazlıkların ve krizlerin ötesine götüren nedenlerin tanımının genişletilmesidir. Ve ikincisi, olağanüstü hal yetkilerinin kapsamındaki etkili artıştır. Bu durumda, savaş zamanında yaşananların, olağanüstü hal yetkilerinin artmasında büyük rol oynaması konusunda bir sorun olmamasına rağmen, daha geniş tarihsel bir perspektiften bakıldığında, bu tip bir bakışın, savaş zamanı olağanüstü hal yetkilerindeki yeniliklerin abartılması ve onların başka amaçlarla kullanıldığı şeklinde anlaşılması riskini taşır. Özellikle de bu, olağanüstü hal güçlerinin emeği kontrol etmek ve endüstriyel huzursuzlukla baş etmek için nasıl kullanıldığını hafife alır. William Scheuerman, bir yandan olağanüstü hal yetkilerinin, emek gücünün neden olduğu kargaşayı ve sosyalist ajitasyonu bastırmak için kullanılmasının, olağanüstü halin şiddetli çatışmalar içeren durumlar olarak sınırlı bir şekilde conatus 96 anlaşılmasından kaynaklandığını savunur. Ancak, öte yandan da, olağanüstü hal otoritesinin emekçi sınıflara karşı politik bir araç olarak kullanılması, “olağanüstü hal yetkilerinin, barış zamanındaki açık görevini önceden belirtir.” Örneğin; 1916 ve 1917’de demiryolu grevi tehlikesine karşın ilan edilen olağanüstü hal ve bu dönemdeki diğer endüstriyel kargaşalar, ABD’yi olağanüstü hal önlemlerini artırmaya iten Birinci Dünya Savaşı kadar etkilemiştir –1917 yılı boyunca, dört binin üstünde iş bırakma ve Dünya Sanayi İşçileri (Wobblies4) tarafından organize edilen seferberlik. Ün salmış olağanüstü hal yetkileri, kolayca savaş seferberliğinin olağanüstü haline dönüştüler. Dolayısıyla, “barış dönemleri” ve sivil toplumun günlük işleyişi düşünüldüğünde, olağanüstü hal yetkileri, muhalif emek hareketini düzene sokmak ve radikal politik örgütlere boyun eğdirmek için sürekli bir çabadan başka bir şey olarak görülmediklerinden dolayı, aslında daha ilginç, politik olarak daha açıklayıcı ve daha meydan okuyucudurlar. Örneğin; Britanya’da DORA’nın yerine 1920’de çıkarılan Olağanüstü Hal Yetkileri Kanunu (EPA) ile genişletilen yetkilerin, 1921’deki madenci grevinde ivedilikle kullanılmasının yanı sıra, 1924’te Londra Nakliye Grevi süresince, 1926’da Genel Grevi yola getirmek için (grevin sadece birkaç gün sürmesine rağmen) sekiz ay süresince, 1948 ve 1949 yıllarında liman işçileri grevi boyunca, 1955 demiryolu grevi süresince, 1966 denizci grevi, 1970 çöpçü, liman ve elektrik işçileri grevleri, 1972 maden ve liman işçileri grevi, 1973 madenciler ve Glasgow itfaiyecileri, 1975 Glasgow çöpçü grevleri ve 1977-78 itfaiyeci grevleri süresince de pratiğe dökülmüştür. Askeri bir anlaşmazlıktan çok uzak olan bu örneklerde, olağanüstü hal yetkileri, farklı bir savaş –sınıf savaşı– için kullanıldı. Buna paralel olarak, EPA’nın kullanımında (1921) “olağanüstü hal”de ilerlemek için gerekli ilk kovuşturmaların, elbette ki 7 Mayıs 1921 tarihinde Komünist Parti bürolarındaki taşınabilir (Moskova’ya gönderilmek için bekleyen Eleanor Marx Aveling’in külleri hariç) hemen hemen her şeyin alındığı baskınları da içeren, Komünistlerin kovuşturmaları olacağı önceden belirtilmişti. Sadece iki örnek daha verirsek –Weimar Cumhuriyeti ve Amerikan New Deal’i5– olağanüstü hal yetkilerinin, daha çok ekonomik düzenlemeler ve emek ilişkilerinin conatus politik yönetimi için kullanıldığını görürüz. Weimar Anayasası’nın 48. Maddesiyle verilen olağanüstü hal yetkilerinin, çoğunlukla anayasayı politik “aşırılıklar”dan korumanın bir aracı olarak alınmalarına rağmen, erken bir aşamada, 48. Maddenin, “kamu düzeni”, “asayiş” ve “güvenlik” gibi ekonomik karakterde olabilen konular temelinde, çok daha geniş bir kullanıma sahip olduğu açık hale geldi. 1922’nin son aylarından itibaren baskın olan, olağanüstü hal kanun ve kararnameleriydi. Birinci Reich Şansölyesi Luther, 1928’de, 48. Madde üzerine konuşmasında “maddenin –özellikle vergi koymak gibi– ekonomik önlemlerin zorunlu olduğu, olağanüstü durumlarda çok yararlı olduğu anlaşılmıştır” demiştir. Ekim 1922 ile 1925 arasında altmış yedi kararname çıkarıldığı tahmin ediliyor ki, bunların kırk dört tanesi ekonomik, mali ve sosyal problemlere ilişkin kararnamelerdi. Aynı şekilde, 1930’ların başındaki ekonomik kötü gidiş süresince yaklaşık altmış olağanüstü hal kararnamesi çıkarıldı ve bunların hemen hemen hepsi ekonomik amaçlarla çıkarılmıştı. Nasıl ölçüldüğüne bağlı olarak, Weimar döneminin yarısında farklı farklı olağanüstü hal yetkileri kullanıldı. New Deal döneminin büyük bir bölümü aynı şekilde olağanüstü hal yetkileri altında geçti.Göreve başlamasından iki gün sonra Roosevelt, ulusal olağanüstü hale başvurdu; altın, gümüş ihracını ve döviz üzerinden anlaşmaları yasaklayan bir “banka tatili” ilan etti. Olağanüstü hal ideolojisi, Tarımsal Uyum Yasası ve 1933’te çıkarılan ve Başkan’a “yaygın işsizliğin ve endüstrinin düzensizliğinin bir sonucu olan ulusal olağanüstü hal temelinde”, aşağı yukarı sınırsız bir düzenleme yapma yetkisi veren Ulusal Sanayi İyileştirme Kanunu’nu da içeren, 1930’lar boyunca çıkarılan beyanname ve bildirileri destekledi. Dolayısıyla, baktığımızda, son yüzyılda Batı Demokrasilerinde olağanüstü hal yetkilerinin kullanımında sabit bir ekonomik yönün olduğunu görürüz. Ayrıca, Nasar Hüseyin olağanüstü hal kavramının sömürgeci yönetim şeklinin içinde ne ölçüde var olduğunu göstermiştir. Bunun belki de en iyi örneği, Kenya’da 1952’den 1960’a kadar süren olağanüstü haldir; bu süre zarfında, 1.5 milyonluk nüfusun üst tabakası, yaklaşık olarak tüm Kikuyu nüfusu, gözaltına alınmıştı. Ama zaten bunun çok fazla örneği bulunabilir. 1960 yılında Denys Holland, 1946’dan 1960’a kadar, 97 Aden’den Zanzibar’a sadece Britanya’ya bağlı ülkelerde en az yirmi dokuz farklı nedenden dolayı olağanüstü hal ilan edildiğini yazdı. Bunlar, 1939 ve 1956’da olduğu gibi, ya Konsey tarafından çıkarılan Olağanüstü Hal Kanunları Düzenlemeleri ya da geçici veya kalıcı olabilen yerel olağanüstü hal yasaları aracılığıyla ilan edildi ve bu kanunlar, insanların ve hareketin kontrolüne, sokağa çıkma yasağına, toprakların ve mülkiyetin kamulaştırılmasına, kanun geçirmeye, yayınları yasaklamaya, politik örgütleri dağıtmaya, normal kanun yapma prosedürünü askıya almaya ve yargılamaksızın hapse atmaya izin veriyordu. Bu gibi durumların genelde savaşla pek ilgisi olmadığını ve tamamıyla ekonomik düzenleme ve sınıf savaşıyla ilgili olduğunu yineliyorum: Örneğin; Kenya’daki olağanüstü hal kanunu, Kikuyu’ların komünal projelerde yılda dokuz gün ücretsiz çalışmalarını gerektirmesinin yanı sıra yerleşim yerlerinde zorunlu emek kullanımını da içeriyordu. Sömürgecilikten bağımsızlaşarak yeni ulusların ortaya çıkması, daha önceki yönetildikleri operasyonel mantıkta pek değişiklik yaratmadı. Olağanüstü hal yetkilerinin bu yaygın kullanımı, birbiri ardına düzenlenen resmi raporlarla doğrulanmıştır. 1978’deki bir çalışma, yüz elli ülkeden en az otuzunun olağanüstü hal içinde olduğunu ortaya koyarken, Amerikalar Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun 1963’te hazırladığı rapora göre, geçen on yılda Amerika Devletleri Örgütü üyesi devletlerin yüzden fazlasında olağanüstü hal ilan edildi. Uluslararası Hukuk Birliği’ne sunulan 1986 Ara Dönem Raporu’nda, yaklaşık yetmiş ülkenin aynı tarzda bir olağanüstü hale maruz kaldığı belirtildi. BM için hazırlanan Despouy Raporu, Ocak 1985 ile Mayıs 1997 arasında dünyadaki devlet ya da ülkenin herhangi yüz tanesinin –bu sayı Birleşmiş Milletler üye sayısının yarısından fazladır– bazı noktalarda olağanüstü hal altında olduğunu ortaya koydu. Rapor, şuna dikkat çekiyor: “(Bu dönemde) genişletilmiş ya da sınırlı olağanüstü hal ilan edilmiş ülkeler bir dünya haritası üzerine yansıtılmış olsaydı, ortaya çıkan alan, Dünya yüzeyinin yaklaşık ¾’ünü kaplıyor olurdu.”6 Uluslararası Hukukçular Komisyonu’nun 1993’te belirttiği gibi, “Muhtemelen hiç abartısız, yakın tarihin herhangi bir döneminde, insanlığın dikkate değer bir bölümü olağanüstü hal altında yaşamıştır.” Ama aynı zamanda, kriz, istisnai durum, olağanüstü hal gibi durumlar, artık devletlerin yaşamında ara sıra görünen olaylar değil, Roosevelt’in olağanüstü hal önlemleri kapsamında, 1939’dan itibaren altı yılda otuz dokuzuncu olağanüstü hali de gören ABD’de olduğu gibi, egemen sınıfların sürekli başvurdukları bir araç haline gelmişlerdir. Walter Benjamin Senato’ya Gider Altı yılda otuz dokuz olağanüstü hal? Bu çok fazla. Politik egemenlik biçiminde bir değişiklik olmuşa benziyor. Kongre üyesi Barton’un dediği gibi, “Bariz kötü yönetim.” Ama aslında burada söz konusu olan kötü yönetimden fazlası. Karşı karşıya olduğumuz şey bana, kötü yönetim ve hatta kriz yönetimi gibi gelmiyor; daha ziyade bu, yalnızca yalın, günlük politik yönetimdir –modern kapitalist devletin normal işleyişidir. Ancak önemli olan soru, bunun neden norm olduğu sorusudur. Çünkü bu soru bizi, olağanüstü hal yetkilerinin kalbine, hukukun egemenliğine ve şiddet kullanımına, başka bir deyişle, kapitalist modernitenin politik idaresine götürür. Bu ayrıca, teröre karşı savaş konusundaki son dönem tartışmaları da aydınlatıyor. Ama buna konu içinde değinelim. 1970’li yılların başında, olağanüstü hal yetkilerine yönelik artan ilgi, Senato’yu “Ulusal Olağanüstü Halin Sonlandırılması Özel Komitesi”ni kurmaya sevk etti. Amaç, ABD’deki olağanüstü hal yetkilerinin kullanımını incelemek ve bunlara son vermenin yollarını bulmaktı. Nihayetinde Komite’den çıkan rapor şöyle başlar: “3 Mart 1933’ten beri ABD, olağanüstü hal yönetimi altında.” Ve şöyle devam eder: “1933’te Başkan Roosevelt’in ilan ettiği ulusal olağanüstü hale ek olarak, 16 Aralık 1950’de Kore Savaşı sırasında Başkan Truman ve 23 Mart 1970’de ve 15 Ağustos 1971’de Başkan Nixon olağanüstü hal ilan etmiştir.” Başka bir deyişle, Rapor, sadece kırk yıllık olağanüstü hal kanunlarına göre idare edilen Vietnam Savaşı’nın değil tüm Amerika’nın aynı yetkilerle yönetildiğini ortaya koydu. Komite, “bu olağanüstü hal ilanlarının Federal Hukuk’un, Başkan’ın bunlara dayanarak, mülkiyete el koyabileceği, üretim araçlarını organize ve kontrol edebileceği, ürünlere el koyabileceği, ülke dışına askeri güç gönderebileceği, sıkıyönetim ilan edebileceği, bütün conatus 98 ulaşım ve iletişimi kontrol edebileceği, özel teşebbüsün işleyişini düzenleyebileceği, seyahati sınırlayabileceği ve birçok farklı yoldan tüm Amerikan vatandaşlarının hayatlarını kontrol edebileceği, 470 hükmünü güçlendirdiğini” kaydetti. Komite’nin de belirttiği gibi, kırk yıllık olağanüstü hal süreci, hiçbir şekilde geçici bir dönem olarak tanımlanamaz. Gerçekte, ABD “kalıcı” bir olağanüstü hal yönetimindeydi. Profesör G. Casper’a göre, duruşmalar süresince “artık normal zamanlarda olan şeyler olmuyordu.” Bu durum aynı zamanda, ironik bir şekilde aşağıdaki Kanunda da görülebilir. Senato Raporu’ndan çıkan, görünüşte, olağanüstü hal yetkilerine dayanarak kullanılan yürütme otoritesini sınırlamak için düzenlenen, Ulusal Olağanüstü Hal Kanunu (1976) (NEA) ve 1977 tarihli, Uluslararası Olağanüstü Ekonomik Yetkiler Kanunu idi. Var olan dört olağanüstü hal ve olağanüstü hal yasalarının çoğunluğu 1978’de sonlandırıldı ve yasama gücünü Başkan’a devreden yeni prosedürler oluşturuldu. Ancak, olağanüstü hal yetkilerini 20. yüzyıl boyunca garanti eden kilit hükümler yerlerinde kaldı; yani Düşmanla Ticaret Kanunu (1917) (TWEA) Bölüm 5 (b) ve Birleşik Devletler Kanunu’nun olağanüstü halle ilgili önemli bölümleri. TWEA, belirli mali pratikleri ve bankacılık uygulamalarını düzenleyerek, düşmanla ticareti tanımlayan, düzenleyen ve cezalandıran bir kanundu. Birinci Dünya Savaşı bağlamında, Birleşik Devletler sınırları içerisinde düşmanların olabileceği kabul conatus ediliyordu; ama TWEA geçirilirken Kongre, Kanun’un hükümlerinin sadece “Birleşik Devletler vatandaşı olmayanlar” için geçerli olduğunu garantilemeye özen gösterdi. Vatandaşların düşman olamayacağı kabul ediliyordu. Ne var ki, 9 Mart 1933’te, olağanüstü hal yetkilerinin kullanılması kapsamında, hükümet, “Birleşik Devletler’de yaşayan herkesi” içine alsın diye kanunun 5. Bölümünü değiştirdi. Bölüm 5’in kapsamına göre, artık Birleşik Devletler vatandaşı olanlar, ülkenin düşmanlarından ayrı tutulmuyordu. NEA, kanunla belirlenen hiçbir şeyin TWEA’nın 5. Bölümünü ve bu bölümde sonradan yapılmış değişiklikleri etkileyemeyeceğini içeriyordu. Federal Kanun’da yer alan bu yasaların yanı sıra, ABD, kendi vatandaşlarının günlük hayatını denetlemeye kadar giden, kalıcı bir savaşta olduğunu fiilen ilan etti. Bunu doğrularcasına, dört olağanüstü hal döneminde yetkileri sağlayan NEA’nın sonlandırılmasının neredeyse hemen ardından, Kasım 1979’da Birleşik Devletler büyükelçisinin tutuklanması ve Tahran’da rehin tutulması üzerine, ulusal olağanüstü hal ilan edildi. O zamandan beri, en sonuncularını 11 Eylül sonrasında “teröre karşı” savaş kapsamında yaşadığımız, otuzun üzerinde ulusal olağanüstü hal ilanı vardır. Bu bağlamda, ABD’nin 20. yüzyılın büyük bir kısmını ve 21. yüzyılın bu zamana kadar geçen bölümünü olağanüstü hal yönetimi altında geçirdiğini söylemek abartı olmaz. Peki ABD bu konuda özel bir örnek mi? Araştırmalar, ABD’nin tuhaf bir örnek olmaktan ziyade, devletlerin normal rotasını takip ettiğini ileri sürüyor. Buna yine birçok örnek verilebilir; ama birkaç tanesi yeterli olacaktır. İzlenen plan şu ki, “istisnai” olaylarla başa çıkmak için oluşturulan yeni olağanüstü hal yetki biçimleri kalıcı ve normal hale gelerek son buluyorlar. Bunun standart bir örneği, Britanya tarafından Kuzey İrlanda’da uygulanan baskıcı stratejidir. 1922 tarihli Sivil Otoriteler (Özel Kuvvetler) Kanunu (SPA), polise ve İçişleri Bakanlığı’na geniş yetkiler verdi: sıkıyönetim ilanı; örgütleri lağvetme; edebiyat sansürleri; toplantılara katılmak veya onları yasaklamak; bireysel hareketleri sınırlamak; herhangi bir aracı durdurmak, aramak ya da araca el koymak; şüphe üzerine neden göstermeksizin tutuklamak; sorgulama, araştırma ve tutuklama ve en önemlisi de yargılamadan hapsetmek gibi. Bu kanun, ilk olarak bir yıl için çıkarılmıştı ama 1928’e kadar her 99 yıl yenilendi; 1928’de geçerlilik süresi beş yıla uzatıldı ve bu sürenin sonunda da kalıcı hale getirildi. Başka bir deyişle, olağanüstü hal kanunları başından itibaren Kuzey İrlanda’yı yönetmek için kilit bir mekanizma olarak sabitleştirilip normalleştirildi. 1973 Kuzey İrlanda Kanunu (Olağanüstü Hükümler Kanunu) (EPA) da benzer şekilde, Muhafazakâr hükümet (üç yıl içinde beşinci hükümet) tarafından, olağanüstü hal ilanının ardından geçici bir önlem olarak geçirildi. Görünüşte SPA’nın yerine koymak için yapılmış bir kanun olmasına rağmen, gerçekte, SPA’da verilen yetkilerin yanına jürinin mahkeme sisteminden kaldırılması gibi hükümler de eklenerek yürürlüğe sokuldu. Kuzey İrlanda Dışişleri Bakanı, Merlyn Rees, Kanun’un olağanüstü hal hükümlerini içerdiğini ve kanun doğası gereği geçici olduğundan olağanüstü hal döneminde geçerli olduğunu” belirtti. Kanun 26 yıl yürürlükte kaldı. 1974 Terörizmi Önleme Kanunu’nun da (Geçici Hükümler) (PTA) hikâyesi aynıdır. Kanun bir yıllığına çıkarıldı –İçişleri Bakanı Roy Jenkins, “hiç kimse bu istisnai yetkilerin gerektiğinden bir dakika bile fazla yürürlükte kalmasını istemez” dedi– 1975’te ve 1983’te değiştirildi, 1984’te yeniden yürürlüğe kondu ve 1989’da kalıcı hale geldi. Bunların toplu etkisi, olağanüstü hal yetkilerinin fiili olarak politik alanın kalıcı bir özelliği haline gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla, Kuzey İrlanda’daki kalıcı kriz, olağanüstü halin tanımı gereği istisnai olduğu yönündeki nosyonun tamamen karşısında durur. İstisna olmayı bir yana bırakın, Kuzey İrlanda’daki olağanüstü hal bir normdu: “Kuzey İrlanda’nın yasal tarihine ilişkin herhangi bir analiz, bu ülkenin olağanüstü hal yönetimi dışında bir şey bilmeyen bir devlet olduğu bilgisini verir.” Bu durumun kapsamı, ateşkes dönemi ve sonrasında olağanüstü hal yetkilerinin tamamen sürmesi olarak anlaşılabilir. Gelgelelim, Kuzey İrlanda’daki olağanüstü hal kanunları, hemen hemen Britanya’nın tamamına her zaman uygulanabilir genel kanunlar haline geldi. Örneğin PTA, Birleşik Krallık’ın tümüne uygulanır oldu. Bu, özünde “özel olan yetkilerin” normalleşmesinin başlıca örneğidir: Dün, belirli bir bölge için hazırlanan şey bugün tüm ulusa uygulanır; dün istisnai olan bugün normal hale gelir. Yine aynı şekilde, olağanüstü yetkilerin olağan ceza hukukunun içine sızdığı görülebilir: 2001 Terörizm Karşıtı, Ceza ve Güvenlik Kanunu’nun (ATCS) Britanyalı olmayanlar için duruşmasız tutuklama öneren 23. Bölümü, sadece değişik olağanüstü hallerde sömürgelerde ve Kuzey İrlanda’da uygulanan hapsetme prosedürlerinin normalleştirmesi ve genişletilmesi iken, Ceza Adaleti ve Kamu Düzeni Kanunu’nun (1994) Madde 34’ten Madde 37’ye kadar olan bölümü, 1988’de sessiz kalma hakkına ilişkin çıkarılan Cezai Delil Emri’nin (Kuzey İrlanda) neredeyse harfi harfine aynısıdır. SPA’daki temel önlemlerin birçoğu, bir şekilde Huzursuzluğu Kışkırtma (1934), Kamu Düzeni ve çeşitli polis ve kamu düzeni kanununa girerek, nihayetinde düzenli kanun haline geldiler. Kısaca, ABD ve Britanya’nın bu tarihsel resminin yanına, daha geniş olarak 1945 sonrası dünya politikasında dört şekillendirici politik dönüşümün zeminini koyduğumuzda, bu işleyişin ne kadar yaygın olduğunu net bir şekilde anlayabiliriz. Bunlar, Britanya ve ABD’den örneklerle birlikte, olağanüstü hal yetkilerinin, ne boyutta farklı ulusal ve siyasi bağlamlarda kapitalist modernitenin sağlamlaştırılmasına içsel olduğunu göstermek amacıyla, detaylı bir açıklamadan ziyade durumu tasvir edici örneklerdir. Birincisi, İsrail. İsrail devleti 1948’de kuruluşundan bu yana sürekli bir olağanüstü hal yönetimi altındadır. Olağanüstü halin başlangıçtaki geçici statüsü, hemen, politik mitolojinin bir parçası olmak üzere muhafaza edildi. 1948 tarihli Hukuk ve Yönetim Kanunu’nun 9. Maddesiyle belirlenen hukuki yapıya göre, bir kez olağanüstü hal ilan edildikten sonra hükümet, kararname ile yönetme, olağanüstü hal düzenlemelerine göre birincil hukuk normunun herhangi bir bölümünün uygulamasını değiştirme, askıya alma ya da düzeltme yetkisine sahip oldu. Bu kapsamda, olağanüstü hal düzenlemeleri (eğer Temel Kanun bu tarz bir kötüye kullanmayı engelleyemiyorsa), Temel Kanun’un hükümlerini değiştirebilir ya da askıya alabilirdi. Oren Gross’un da gösterdiği gibi, 1922’nin “anayasal devrimi” biraz değişti. Şu sıralar, hükümetin olağanüstü hal ilanını yenilemek ve süreci daha etkili ve anlamlı hale getirmek amacıyla, yıllık bir gözden geçirme çağrısı yapmak ve hatta olağanüstü hali kaldırmak için hükümetin aşması gereken ek yasal süreçler var. Ancak, gerçek anlamda bir değişiklik söz konusu olmadı; olağanüstü hal kesintisiz devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail’de olağanüstü hal conatus 100 yönetimi normdur. “Bağımsızlık savaşı” döneminde, geçici bir geçiş dönemi olarak başlayan şey, hızla İsrail devletinin kalıcı bir özelliği haline geldi ve öyle kaldı. İkincisi, Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı. Sharpeville Katliamı, Güney Afrika’da silahlı direnişin başlangıcının işaretini vermesiyle ve uluslararası toplumun belli kesimlerinin, ırk ayrımcılığını politikalarla kınadığı yer olmasıyla bilinir. Bu aynı zamanda, kalıcı olağanüstü halin başlangıcıydı. Olağanüstü halin ilk döneminde yaklaşık 11.503 kişi tutuklandı. Olağanüstü hal ilanı, politik muhalefeti bastırmada başarılı olsa da, ekonomik açıdan bir felaketti; çünkü bu durum, yabancı yatırımcıların ülkenin politik istikrarına yönelik inançlarını yitirmelerine neden oldu. Bunun üzerine, ayrılıkçı rejim ilk olarak, “90 günlük tutuklama” kanunu gibi, parlamento tarafından her yıl yenilenmesi gereken geçici önlemler aldı. Yabancı yatırımcıların bu önlemlerin “geçici” doğasından tatmin olmaları üzerine, Hükümet daha bir arsızlaştı ve en sonunda Güney Afrika hukuk sisteminin değişmez bir parçası haline gelecek, daha sert olağanüstü hal önlemlerini yürürlüğe koydu. 1965 Ocak’ında geri çekilmiş olsa da, “90 günlük gözaltı” kanunu, hızlı bir şekilde “180 günlük gözaltı kanunu” ile yer değiştirdi. Bu, Güney Afrika hukuk sisteminin değişmez bir parçası oldu; 1967 tarihli, terörist olmasından şüphelenilenlerin, mahkemeye çıkmaksızın, süresiz gözaltına alınmalarına izin veren Terörizm Kanunu ve 1976 tarihli önleyici gözaltına almayı içeren İç Güvenlik Değişikliği Kanunu ile genişletildi ve geliştirildi. Temmuz 1985’te ilan edilen başka bir olağanüstü halin ardından, bu kanun, Haziran 1986’da yeniden yürürlüğe kondu ve daha sonra her yıl yenilendi. Güney Afrika, bu kanunun olağanüstü hale ilişkin hükümlerini resmen olağan kanunların içine eklemeye başladı; öyle ki, ülkenin normal hukuku, uluslararası insan hakları antlaşmalarını birçok noktada ve yaygın olarak ihlal eden hükümlerden oluşuyordu. Dolayısıyla, ayrılıkçı Güney Afrika’da “geçici” olağanüstü hal diye bir şey yoktu. Üçüncüsü, sömürgecilik sonrası. Kasım 1959’da, İngiliz hükümeti Kenya’daki sekiz yıllık olağanüstü halin kaldırıldığını ve olağanüstü hal düzenlemelerinin hükümsüz kılındığını duyurdu. Ancak, Olağanüstü Hal Düzenlemelerinin iptali, “normal”, barış zamanı kanunlara geri dönüşü getirmedi. Hemen yarı- conatus olağanüstü hal yetkisi sağlayan iki yasa yapıldı ki, bunların tam olağanüstü hal yetkilerinden pek de eksik kalır yanı yoktu. Bu hükümler, Hükümete Kenya’nın yönetim tarzında pek fazla değişiklik yapmadan olağanüstü halin kaldırıldığını ilan etme olanağı sağladı. Bu yöntem, hemen hemen tüm sömürgecilik sonrası ülkelerde aynıdır, Malezya’nın bağımsızlık savaşından beri içinde bulunduğu ve hiç kaldırılmayan Olağanüstü Hal Yasası (1969) ile güçlendirilen kalıcı olağanüstü halinden, Brunei’nin ilk 12 Aralık 1962’de ilan edilen ve sürekli genişletilen olağanüstü haline kadar. BM İnsan Hakları Komisyonu üyesi Kéba M’Baye’nin 1969’da dediği gibi, “gelişmekte olan bu ülkelerin hepsi, sürekli kargaşa ve ekonomik zorluk tehlikesi altındalar ve kendilerini kalıcı bir olağanüstü hal içinde görüyorlar.” Dördüncüsü, Latin Amerika rejimleri. Buradaki eşsiz örnek, Paraguay’daki Stressner rejimidir. Amerikalar Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı 1978 “Paraguay’da İnsan Hakları Durumu Raporu”na göre, Paraguay anayasasında kuşatma durumu ilan etmeye ilişkin hüküm, söz konusu durumun devamlı kullanılmasına yol açtı ki, bunun anlamı, olağanüstü hal önlemlerinin aşağı yukarı sınırsız bir şekilde, kalıcı olma noktasına genişletilmesidir. Pekala, tam tamına kalıcı da değil: Her dört yılda bir olağanüstü hal, seçimlerin yapılabilmesi için askıya alındı. Daha da kötüsü, Amerikalar Arası Komisyon, Paraguay’da olağanüstü halin tam olarak ne zaman başladığına ilişkin bilgi toplamanın imkânsız olduğunu ortaya koydu. 1929 ve 1946 yılları arasında sürekli etkin bir olağanüstü hal. 1946’da altı aylık bir kesintinin ardından, olağanüstü hal 1947’de tekrar yürürlüğe girdi ve 1987’ye kadar da devam ettiği görülüyor. Paraguay, Latin Amerika ülkeleri arasında tek değil. Despouy Raporu, Kolombiya örneğinde, “değişik biçimlerde bir olağanüstü halin hemen hemen hiç kesintiye uğramadan yaklaşık kırk yıl sürdüğünü” kaydetti. Buna ek olarak, Rapora göre, “Şili, Arjantin, Uruguay ve El Salvador, diğerlerinden farklı olarak, uzun periyotlarda, askeri rejimler altında kurumsallaşmış olağanüstü hal yönetimleri yaşadılar.” Bu dört örnek, olağanüstü hal yetkilerinin farklı rejim tiplerinde (ırkçı İsrail devleti, ayrılıkçı devlet, sömürgecilik ve otoriter Latin Amerika rejimleri) kullanımını göstermesi bağlamında ilgi çekicidir. Eğer bunlara Britanya ve ABD örneklerini de eklersek, 101 olağanüstü hal yetkilerinin kapitalist modernitenin sağlamlaştırılmasında hayati bir öneme sahip olduğu açık hale gelir. Üstelik şu da açık hale geliyor ki, olağanüstü hal yetkileri, onların ilk varoluşlarını sözüm ona meşrulaştıran koşulların devamının çok ötesinde, sürekliliklerini korumayı bir şekilde başarıyorlar. Bu gerçek, olağanüstü halin ister sürekli olarak yeniden yürürlüğe konmasıyla ister açıkça iptal edilmemesiyle ya da nihayetinde hukuk kitaplarına olağan hukuk olarak geçmesiyle olsun, değişmezdir. İlk başta olağandışı görünen yetkiler olağanüstü hal himayesi altında gelişmiş, çok çabukça ve kolayca olağan hukuk sisteminin içine sızmıştır. Bu tarz bir normalleştirme, sadece söz konusu yetkilere biçimsel bir yasal temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda genel nüfus arasında bir “olağanüstü hal zihniyeti” yaratan, daha geniş bir siyasal kültür üzerinde fark edilir bir etkiye sahip olur. Bu nedenle, olağanüstü hal yetkileri normal hukukun içine sinsice kaydıkça, bu ikisini birbirinden ayırmak hemen hemen imkânsız hale gelir. Ve yine bu nedenle, baktığınız her yerde kalıcı olağanüstü hal görebilirsiniz. BM’nin Ocak 1985 ve Mayıs 1997 arasında farklı biçimlerde de olsa olağanüstü hal yönetimi altında olduğunu keşfettiği yüz ülkenin çoğu, BM’ye bu durumlarının kalıcı (fiili ya da meşru) olduğunu ifade etti: Zambiya 1964’ten 1991’e, Zimbabwe 1965’ten 1990’a, Peru 1981’den bu zamana, Pakistan 1977’den 1985’e, Malezya 1969’dan bugüne, İrlanda 1976’dan 1995’e, Brunei 1962’den bu yana. Liste uzadıkça uzar.7 Despouy Raporu’nda da belirtildiği gibi, istisnanın kural olmasına yönelik eğilim, aslında dünya çapında bir fenomendir. Gerçekten normal koşullarda geçen bir dönemin olmadığı görülüyor. Ama eğer, tarihsel olarak, hiç normal zaman yoksa, olağanüstü hal kavramının kavramsal bir faydası var mı? Belki de “normal zamanlar”, var olan en büyük mittir. Ve eğer öyleyse, bu, 11 Eylül’den sonraki durumumuzu kalıcı bir olağanüstü hal olarak tanımlamaya yönelik, son zamanlardaki hevese ilişkin ne söyler? Normaliteye Karşı varsayar. Argüman şöyledir: İlki, olağanüstü hal ya da istisna hali yasal kara delikler yaratır veya temel hak ve özgürlüklerin bir kenara bırakıldığı ve hukukun üstünlüğünün askıya alındığı müphem hukuki statü uygulamalarını meydana getirir. İkincisi, halihazırdaki olağanüstü durum, süregiden teröre karşı savaş nedeniyle şimdilerde kalıcı görünmektedir. Bunun anlamı, hukukun olmadığı kalıcı bir kara delik içinde olduğumuzdur. Ama bu zayıf bir iddiadır. Başlangıç olarak, kara delik düşüncesi irdelenmelidir. Var olan savaşı ele alırsak, Bush yönetimi, “biz bir hukuk ülkesiyiz” ve “insanlarımıza hukuka bağlı kalmaları için eğitim verildi” gibi söylemleri muhafaza etme sıkıntısı içindedir. Bunun kısmen saf bir retorik olduğu kesin ama önemli bir retorik; çünkü bunun anlamı, kanunu çiğneyen asi bireylerin, eğer kimlikleri belirlenip yakalanırlarsa cezalandırılacaklarıdır (kanuna göre ve kanun tarafından). Bu klasik ve etkili numara –birkaç çürük elma söylemi– siyasi liderler tarafından hukukun destekçileri olarak kendi konumlarının korunması için zaman zaman kullanılır: “Değerlerimize zarar veren ve ülkemizin namına leke süren birkaç kişi...Suç işleyenlerle mücadele edeceğiz” (Rumsfeld). İşte bu, “bakın ne kadar da hukuka bağlıyız” demektir. Aynı zamanda, devletler, sürekli olarak kanunsuz görünen olağanüstü hal taktiklerini savunmak ve anlatmak için hukukçular görevlendiriyor. Irak Kalıcı olağanüstü halden şikayet edip yasal düzene geri dönmeyi istemek yerine, bizim amacımız, gerçek bir olağanüstü hal meydana getirmek olmalıdır Olağanüstü halin hukukun dışında veya ötesinde olduğu iddiası, hukuk ve politika arasında bir ayrımı conatus 102 savaşında ilgili olabilecek işgal kanunu görüşmelerinde, Avam Kamarası’nda bu bağlamda ilginç bir iddia gündeme geldi. “Irak olayında, temel amaç Güvenlik Konseyi kararı biçiminde bir vekalet almaktı; çünkü bu, işgal kuvvetleri, Lahey Düzenlemeleri ve IV. Cenova Anlaşması ile belirlenen sınırlı hakların ötesine geçmek isterlerse, yasal zorluklardan kaçmak ve bunları var olan düzenlemelere göre değiştirmek için gerekliydi.” Yasal zorluklardan kaçınmanın gerekli olabileceği biliniyordu ve bir Güvenlik Konseyi kararı işi kolaylaştırırdı. Buradaki kilit nokta, “yasal zorluklardan kaçınmanın” gerçekleşmesinin onaylanmasıdır. Bu kaçınma, gerçekten safsata olan birtakım görüşler içerir –“savaş suçluları” veya “işkencenin” anlamı konusundaki Cenova Anlaşmaları üzerine son tartışmalar düşünülebilir– ama ne var ki bu hukuki bir safsata: Hukuku hukukun içinden yorumlamak yönünde ciddi çabalar içerir. Ve bu, tüm bunların ardından, hukukçuların bize yapılmasının gerekli olduğunu söyledikleri uygulamalardır. “Yasal zorluklardan kaçınmak” için hukukun –uluslararası alanda egemen güçler, yerel alanda egemen sınıflar tarafından– manipüle edilmesi uzun bir geçmişe sahip. Ama bu tarz manipülasyonlar, hukukun işlemediği anlamına gelmez; aslında tam tersini ifade eder. Dolayısıyla, olağanüstü hal adı altında gerçekleştirilen şu veya bu uygulamanın hukuka uygun olup olmadığı tartışılabilir. Ama sonuçta şu unutulmamalı ki, olağanüstü hal mantığı ulusal güvenlik ve askeri gereklilik mantığıdır. Ve bir ulusal güvenlik ve askeri gereklilik dünyasında, aşağı yukarı her şey meşrulaştırılabilir. Dolayısıyla, savaş kanunlarını şöyle bir incelemek, “yaygın söylemin tersine de olsa, savaş kanunlarının bilinçli olarak, insancıl değerlere rağmen, askeri gerekliliklere ayrıcalık tanır şekilde formüle edildiğini” gösterir. Sonuç olarak, “savaş kanunları, savaşın şiddetini sınırlamaktan ziyade kolaylaştırmıştır.” 1990-91 Körfez Savaşı sırasında, bilinçli olarak Irak askerlerini canlı canlı gömme taktiğinin ve yine aynı savaşta Basra yolunda “Hindi Avı”nın Pentagon ve uluslararası hukukçular tarafından tamamen yasal olduğu savunuldu. Son Irak savaşında uygulanan, mahkemeye çıkarmaksızın hapse atma ve işkence gibi değişik olağanüstü hal pratikleri de benzer biçimde savunuldu. Başka bir deyişle, “olağanüstü koşullar” içinde yürütülen şiddet içeren hareketler, conatus hukuk aracılığıyla meşrulaştırıldı. İşte bu nedenlerden dolayı, mahkemeler olağanüstü hal yetkilerini kabul etmekten pek mutlu oluyor. Örneğin, Kuzey İrlanda olayında, yeniden olağanüstü hal kanunları yürürlüğe konduğunda, yine ne yasal bir meydan okuma ne de normal kanun prosedürlerinin ve anayasallığın bekçileri olarak kabul edilenlerden gelen bir direniş söz konusu oldu. Bu, sadece Kuzey İrlanda’ya özgü bir durum da değil. Dünya çapında tüm devletlerin yargı kolu çoğunlukla olağanüstü yetkilerin kullanılmasının öne sürülen “gerekçesini”, ki bu bir çok insan hakları ihlalini de içerir, kabul etmiştir. Yüksek Mahkeme’nin yaklaşık 70 bin Amerikan vatandaşının gözaltına alınmasının yasal olarak kabul edilebilir olduğu kararına vardığı Korematsu örneğinden, Batılı güçler için Orta Doğu macerası olarak görülen daha yakın zamanda gerçekleşen olaylara, olağanüstü durum adı altında gerçekleşen hemen hemen her şiddet kullanımı, yasal gerekçelerle temize çıkarıldı ve meşrulaştırıldı. Bu durum sizi şaşırtmamalı; çünkü gördüğümüz gibi, olağanüstü yetkiler kendiliklerinden tamamıyla anayasaya uygundur. Daha önce de belirtildiği gibi, var olan hiçbir anayasa, olağanüstü hal yönetimi için hüküm içermez. Egemen sınıflar hiçbir zaman, olağanüstü hal adı altında, temel hak ve özgürlükleri askıya almaya izin vermeyen bir anayasa üretecek kadar aptal olmayacaklardı. Olağanüstü yetkileri hukukun askıya alınması açısından eleştirmek, normalite ile olağanüstülüğü ve hukuk ile şiddeti dengelemek yanlışlığını içerir. “Normal”i, “istisnai” olarak addedilen “olağanüstü”den ayıran bu yaklaşım, normalliğin ve olağanüstülüğün iki somut ve ayrı fenomen olduğunu varsayan geleneksel görüşü tekrarlar. Özsel olarak liberal olan bu paradigma, kurallara göre yönetilen normal düzen diye bir şeyin olduğunu ve olağanüstülüğün bu normallik için bir “istisna” oluşturduğunu farz eder. “Olağanüstü hallerin” güçlü bir yürütme ile yönetimi gerektirdiği, bu durumlarda tartışmalara çok az yer olduğu düşünülür ve bunlar hukukun görünüşte zorunlu olarak ertelendiği ve dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin askıya alındığı haller olarak tanımlanırken, “normal” burada, güçler ayrılığıyla, sivil hak ve özgürlüklerin güvenceye alınmasıyla, kamu politikaları ve hukuk arasında süregiden bir tartışmayla ve hukukun 103 üstünlüğüyle eşleştirilir. Ama bu, son derece ideolojik iki sava dayanır: İlkine göre, olağanüstü hal yönetimi bir sapmadır; ikincisine göre ise, olağanüstü/olağanüstü olmayan ikiliği ile anayasaya uygun/anayasa uygun olmayan hareket ikiliği birbirlerine eşittir. Öyleyse, liberalizm olağanüstü yönetimi normal anayasal düzenden ayırmaya çalışır; böylece, bir olağanüstü halde yürütmeye hareket yetkisini verirken Anayasa’nın asıl biçimini korumak ister. Gelgelelim, tarihsel örnekler, olağanüstü yetkilerin istisnai olmaktan ziyade “normal” politik yönetimin bir parçası olduğunu gösterir. Bu bağlamda, olağanüstü hal, şiddet uygulanması ve hukukun üstünlüğünün getirdiği sınırlamaların kaldırılması gerektiğinde, hukuk egemenliğinden doğan bir durumdur. Burada, olağanüstülüğün soykütüğü öğreticidir. “Olağanüstülük” sözcüğünün kökü “ortaya çıkmak” düşüncesinden gelir.8 Oxford İngilizce Sözlük, “ortaya çıkma”nın “batmış bir bedenin su yüzüne çıkması” ve “dışarı çıkma süreci, saklanılan yerden, belirsizlikten veya hapisten çıkma” anlamına geldiğini belirtir. Bu verilen anlamların ikisi de “olağanüstülüğün” anlamının var olan parçasıdır; ama ilk anlam şu sıralar çok nadir kullanılır, ikincisi ise eskidir. Bunun yerine, onun modern anlamı öne çıkmıştır, yani acil müdahele gerektiren ani ve beklenmedik olay; politik olarak ise, normal anayasanın askıya alınmasının gerekebileceği, savaşa benzer bir durumu tanımlamak için kullanılan terim. Ancak bu bize, “olağanüstülüğün” belli olaylar sonucunda saklandığı yerden çıkmak düşüncesinden geldiğini anlatır. Bu nedenle, “olağanüstülük” istisnadan daha iyi bir kategoridir; burada “olağanüstülük” gelişmekte olan, gelişen anlamını verir, ama istisna (dışarıda tutulan) ex capere anlamını ima eder. Olağanüstü yetkiler, hukukun üstünlüğü ilkesinin dışında olmaktan ziyade içinden çıkar. Dolayısıyla bu durumlar, modern devletin siyasi yönetimi açısından hukukun üstünlüğü kadar önemlidir. Ne var ki, tartışılması gereken çok daha geniş bir argüman daha var. Kalıcı olağanüstü halin hukukun askıya alınmasını içerdiği düşüncesi, direniş, “yasallığa”, hukukun üstünlüğü ilkesine göre “normal” bir yönetim tarzına, “geri dönüşü” içermelidir düşüncesini tetikler. Ancak, bu basitçe yasal prosedürlerin –uluslararası ve ulusal– insan haklarını devlet şiddetinden korumak için oluşturulduğunun varsayıldığı ciddi bir yanlış yargı içerir. “Hukuk”un kendisi büyük oranda sorunsuz görülür. Bunun boyutu, başka bir yerde, Hukukun iktidarın neden olduğu sorunlara evrensel bir yanıt haline geldiği bir legal fetişizm çeşidi olarak adlandırdığım şeydir. Hukuk, kendi dinamiklerine göre ifade edilen, “bağımsız” ve “özerk” bir gerçeklikmiş gibi davranılır. Bu da Hukukun, “hukukun üstünlüğünü” sınıf egemenliği ve baskısındaki köklerinden soyutlayan, hukukun egemenliğinin liberal çığırtkanlığında, bu süreçlerin ideolojik mistifikasyonunu gizleyen, kendine ait bir yaşamı olduğu yanılsamasını üretir. Hukukun üstünlüğüne geri dönüşü istemek, olağanüstü yetkilerle hukukun egemenliği arasındaki ilişkinin tarihini ciddi biçimde yanlış okumak ve sonuçta, devlet şiddetiyle mücadelede pek de radikal olmayan bir siyasetin içine çekilmektir. İddiam, olağanüstü önlemlerin –devlet şiddeti olarak–, hukukun üstünlüğünün içinden çıkan ve onunla birlikte giden yetkilerin günlük kullanımının bir parçası olduğu ve sosyal düzenin inşasında birleşik bir politik stratejinin parçası olarak var olduğu yönündedir. Dolayısıyla sorulması gereken, “Şiddeti nasıl hukuka dayalı hale getiririz?” sorusundan ziyade, “Olağanüstü hal önlemlerinin uygulanmasına hukukun izin vermesinin nedeni nedir?” sorusudur. Bu, yasallık ve olağanüstülük arasında varsayılan herhangi bir birlikteliği reddeder ve daha ziyade, hukukun ve modern devletin “normal” yasal koşullarının içine conatus 104 olağanüstülüğün hangi boyutta işlediğini fark etmemizi sağlar. Olağanüstü yetkiler kalıcıdır; çünkü onlar normal yönetim tarzının parçası ve temelidir. Bu bir kez fark edildikten sonra, öne sürülen şiddet problemi tamamen yok olur. Olağanüstü yetkiler, şiddet söz konusuyken, bir şekilde hukukun askıya alınmasını içermez; ama sistemin sürekli yeniden üretimi adına gerekli şiddet kullanımını sağlamak için hukukla birleşmiştir. Hukukun üstünlüğü, bizi şiddetten koruyacak, varoluşu itibariyle ve barış dolu bir iyi olmaktan çok uzaktır; daha ziyade, etrafımızı saran kan ve şiddet dolu dünya, hukukun üstünlüğünün ürünüdür. Bu bağlamda, Benjamin’in olağanüstü halin istisnadan ziyade kural olduğuna ilişkin görüşlerine kısaca bir dönüş yapmak doğru olur. Baskı ve zulüm geleneği bize, içinde yaşadığımız “olağanüstü halin” istisna değil kural olduğunu öğretir. Bu kavrayışa uygun düşen bir tarih kavramına varmalıyız. Böylece, gerçek olağanüstü hale neden olma yetimizi açıkça göreceğiz ve bu faşizmle olan mücadelemizde bizim pozisyonumuzu ilerletecektir. Daha önce de belirttiğim gibi, bu görüş, son dönemki durumu kalıcı olağanüstü hal olarak tanımlamak isteyenler tarafından daha önce kullanıldı ve yine kullanılıyor. Ama göz ardı edilen şey, kalıcı olağanüstü hal hakkındaki bilgiyi, –o zamanki ya da şimdiki– mevcut durumdan değil, ezilenlerin geleneğinden öğrendiğimizdir. Olağanüstü yetkilerin neye benzediğini bilmek istiyorsanız, ezilenlerin olağanüstü halin kalıcı doğasını gösteren tarihini okuyun. Başka bir deyişle, olağanüstü hali, uluslararası ilişkilerin güncel bir okumasından ziyade, devlet iktidarını sınıf egemenliği olarak alan tarihsel bir anlayış aracılığıyla anlamalıyız. Ve bu argümanın politik anlamları vardır. Eğer olağanüstü yetkiler hukukun ve şiddetin kullanımının bir parçası (yani, şiddet olarak hukuk) ise ve tarihsel olarak ezilenleri –ileri kapitalist ülkelerde proleteryayı ve onun değişik mücadelelerini, gerici rejimlerde halkın gerçek politikleşmesini, sömürge sistemlerinde halk hareketini– hedef alıyorsa, ezilenler “normal” hukuk kurallarına dönülmesi için değil, Benjamin’in gerçek olağanüstü hal dediği şeye dönülmesi conatus için savaşırlar. Slavoj Zizek’in belirttiği gibi; “bir devlet kurumu olağanüstü hal ilan ettiğinde, bunu tanımı gereği, gerçek bir olağanüstü halden kaçınmak ve ‘şeylerin normal gidişatına’ geri dönülmesi için geliştirilen ayrı bir stratejinin parçası olarak yapar.” Egemen sınıflar tarafından uygulanan kalıcı olağanüstü hal, dolayısıyla, (küresel, yerel, siyasi düzeyde) gerçek bir alternatif arayanlar tarafından yürütülen gerçek bir olağanüstü hale karşı mücadelenin bir parçasıdır. Kalıcı olağanüstü halden şikayet edip yasal düzene geri dönmeyi istemek yerine, bizim amacımız, gerçek bir olağanüstü hal meydana getirmek olmalıdır. Ve bu, hukukun üstünlüğünü değil şiddeti gerektiren bir görevdir. Benjamin’in ortaya koyduğu gibi, hukukun şiddet tekeli iddiası, barış ve normalliği korumak gibi bazı mitsel hukuki amaçlardan ziyade, “hukukun kendini koruma amacı” ile açıklanabilir. Ama hukukun elinde olmayan şiddet, onu sadece hukukun dışında olmasıyla tehdit eder. Devlet tarafından değil, başka siyasi amaçlarla kullanılan şiddet. “Eğer hukuk dışı şiddetin varlığı, saf ve doğrudan şiddet olarak garantilenirse, bu devrimci şiddetin, insanlar tarafından uygulanan saf şiddetin en üst seviyede gösteriminin olanaklı olduğunu kanıtlar.”9 Bu devrimci şiddet olasılığının ve onun gerekliliğinin, olağanüstü yetkiler söz konusu olduğunda çoğunlukla göz ardı edilmesi, çoğu solcunun, son birkaç yılda hukukun üstünlüğü ilkesinde ne kadar az bir ilerleme olduğuna bakmaksızın, politik şiddetten bahsetmeyi, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu daha rahat bir dünya adına, nasıl da bıraktıklarının bir göstergesidir. Ama eğer olağanüstü hal yetkilerinin tarihi bize bir şey söyleyecekse, o da, devlet şiddetine karşı en az etkili direncin hukukun üstünlüğünde ısrar etmek olduğudur. Yasallığa başvurarak devlet şiddetine karşı durmayı amaçlamaktan ziyade ihtiyacımız olan şey, kalıcı olağanüstü hale, günlük hayatın parçası olan sınıf iktidarına ve burjuva dünyasının hukukun üstünlüğü ilkesine karşı, tüm araçlarımızı kullanarak bir karşı politika geliştirmektir. 105 Birçok yorumcu, olağanüstü halden ziyade istisna halinden bahsetmeyi seçti. Schmitt, tüm olağanüstü hallerin norm için bir tehlike ya da egemene karşı bir meydan okuma oluşturmadığı gerekçesiyle, “olağanüstü” kavramından ziyade “istisna”yı tercih eder. Bu, bir anlamda doğrudur –bunu anlamak için, “doğal” felaketlerde ilan edilen olağanüstü halin düşünülmesi yeterlidir. “Olağanüstü hal”, politik ve insancıl acil durumları birleştirme eğiliminde olan müdahaleci insancıllığın da anahtar terimi haline gelmiştir. Agamben, olağanüstülük yerine, istisnanın, kamp tematiğinin altında yatan, “dışarıda tutulan” (ex capere) anlamına geldiğinden hiç şüphesi olmadığı için istisnayı tercih eder. Ama yine de Agamben, hâlâ istisna ve olağanüstülük arasında bocalamaktadır. Makalenin sonuna doğru değineceğim politik nedenlerden dolayı, birkaç yer dışında “olağanüstülüğü” kullanacağım. 2 Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life (1995), [Türkçe’de Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev.: İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., 2001]; Means Without End: Notes on Politics, çev.: Vincenzo Binetti ve Cesare Casarino (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2005); State of Exception [Türkçe’de İstisna Hali, çev.: Kemal Atakay, Otonom Yay., 2006]. Ayrıca bkz. “Form-of-Life”, Paolo Virno ve Michael Hardt (der.), Radical Thought in Italy: A Potential Politics [Türkçe’de “Yaşam-biçimi”, İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, çev.: Selen Göbelez ve Sinem Özer, Otonom Yay., 2005 içinde]. 3 Michael Hardt and Antonio Negri, Multitude: War and Democracy in the Age of Empire [Türkçe’de Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi, çev.: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2004]. Agamben’le bu bağlantı, Negri tarafından İstisna Hali’nin yeniden gözden geçirilmesinde biraz daha ileri götürülmüştür. Burada Negri, istisna hali ile kurucu iktidar arasında bir fark olmadığını söyler ve istisna halini yakın zamandaki kalıcı iç savaşla ilişkilendirir. ‘The Ripe Fruit of Redemption’, II Manifesto, 26 Temmuz 2003, çev.: Arianna Bove ve http://www.generation-online.org/t/negriagamben. htm- adresinden ulaşılabilir. 23 Eylül 2005’te siteye kondu. 4 Dünya Sanayi İşçileri adıyla bilinen sendikanın “lakabı”. Kelimenin kökeni, iki tarafı da kesici olan testere için kullanılan “wobble saw”dan gelmektedir. Bu lakabın, göçmenleri bünyesine alan ilk sendika olan IWW’nin yanlış telaffuzundan kaynaklandığı söylenmekte (ç.n.). 5 Yeni Düzen. 1929 dünya ekonomik krizinin etkisinden kurtulmak amacıyla ABD başkanlarından Franklin Roosevelt’in seçim kampanyasında ortaya attığı ve 1933 yılında uygulamaya koyduğu, 1945’e kadar süren önlemler paketi (ç.n.). 6 BM Özel Raportörü Mr. Leandro Despouy tarafından, İnsan Hakları ve Olağanüstü Hal Sorunu üzerine hazırlanan Rapor, Birleşmiş Milletler, 1997, paragraflar: 180-1 (Bundan sonra, makalede ‘Despouy Raporu’ diye geçecek). Bir yıl öncesindekinden ayrı bir raporda, aynı Özel Raportör 1985’ten beri 87 devletin olağanüstü hal ilan ettiğini buldu. Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve Sosyal Konsey, The Administration of Justice and the Human Rights of Detainees: Questions of Human Rights and States of Emergency (United Nations, 1996). 7 Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin uzun ve sıkıntı verici listesine bakınız, The Administration of Justice and the Human Rights of Detainees: Questions of Human Rights and States of Emergency (United Nations, 1996). 8 Yazarın burada İngilizce’de olağanüstü (emergency) ile ortaya 1 çıkmak (to emerge, emergence) sözcükleri arasındaki etimolojik ortaklıktan yola çıkarak ortaya koyduğu bağ, maalesef Türkçe’de kurulamamakta (ç.n.). 9 Walter Benjamin, “Critique of Violence” (1921), çev.: Edmund Jephcott, Selected Writings içinde, Cilt 1: 1913-1926, der. Marcus Bullock ve Michael W. Jennings (Cambridge, MA: Belknap/Harvard, 1996), s. 239 [Türkçe’de kısmen Conatus Çeviri Dergisi, sayı 2, Temmuz-Ekim 2004, s. 113]. Aksine, Schmitt’e göre, egemen normal olarak geçerli kabul edilen yasal sistemin dışında kalabilir ama ne olursa olsun ona aittir (Political Theology, s. 7). Dolayısıyla Schmitt, her ne şekilde olursa olsun yasal bir sisteme olan ihtiyacı reddetmez. Schmitt’te yasallığın kendisi bir sorun değildir. conatus 106 107 L e o KAPİTALİST EMPERYAL DEVLET TEORİSİNE DOĞRU P a n i t c h v e S a m G i n d i n İngilizceden çeviren: Sinem Özer I Bugün emperyalizm anlayışımızı geliştirmek istiyorsak, sermayenin küresel genişleme yönündeki eğilimine uygun devlet biçimlerinin tarihsel gelişimine daha fazla dikkat göstermeliyiz. Önemli olan soru şudur: Kapitalist toplumsal ilişkilerin, piyasaların ve özel mülkiyet haklarının yayılması, örgütlenmesi ve toplumsal formasyonlar içinde güvence altına alınması, hangi devletler arası ilişkiler ve mekanizmalar yoluyla gerçekleşmektedir? Bu sorunun yanıtı, ancak genişletilmiş bir devlet teorisi yoluyla bulunabilir. Emperyalizme ve onun sterilize edilmiş kuzeni küreselleşmeyle olan ilişkisine dair geliştirilen çağdaş Marksist analizler, devletleri küresel kapitalizmin oluşumuyla ilişkili olarak teorileştirmekte eksik kalmıştır. Bugün pek çok Marksist, emperyalizmi hâlâ sermayenin birimleri arasındaki rekabetin devletler arasına yayılması olarak görüyor ve bunu birikim krizleri, artı değerin asimetrik aktarımı ve uluslararası düzeyde değere el koyma bağlamına oturtuyor. Bu bakış, ekonomi-devlet ilişkisine dair alt yapı-üst yapı temelinde bir yaklaşımı güçlendirerek ayrıntılı bir devlet teorisini büyük oranda gereksiz kılıyor ve elbette ilginç olmaktan çıkarıyor. Bu arada, Marksist çerçeve içinde küreselleşmeye dair geliştirilen yeni yaklaşımlar, ulus devletin giderek yersiz hale geldiğini söylemekte olan koroya katılırcasına bir devlet teorisine duyulan ihtiyaçtan kaçınıyor. Bir uçta, ulusüstü kapitalist sınıfın teorisyenleri sermayenin küreselliğine denk düşen ulusüstü bir devletin oluşumunu varsayarken, diğer uçta, sınırsız bir dünyada merkezsiz bir güç anlayışını benimseyenleri görüyoruz (Hardt ve Negri’ye göre “İmparatorluğun temel ilkesi”, “iktidarının fiili ya da tespit edilebilir bir yere ya da merkeze sahip olmamasıdır” ve bu da onları, “bugün ABD, aslında hiçbir ulus devlet emperyalist projenin merkezini oluşturamaz” görüşünde ısrar etmeye götürüyor).1 Devletlerin, küreselleşmenin pasif kurbanları olmak yerine nereye kadar bunun yaratıcısı oldukları ve uluslararası mülkiyet haklarının yasallaşmasını sağlamak için sermaye kontrollerini kaldırarak ve “serbest ticaret” anlaşmalarını uygulamaya sokarak ne ölçüde küreselleşmeyi güçlendirdiği konusunda genel bir azımsama söz konusu. Bunun sonucu olarak da, sermayenin küreselleşmenin içindeki pek çok devlete olan bağımlılığı yeterince anlaşılmamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel kapitalizmin oluşumunda Amerikan devletinin rolü de önemsizleştirilmiş oluyor. conatus 108 Bugün küreselleşmeyi ve emperyalizmi anlamayı sağlayacak uygun bir kavramsal çerçeve oturtabilmek için, kapitalist devletleri üç boyut üzerinden teorileştirmekle başlamamız gerekiyor. İlk boyut, devletlerin birikimle olan ilişkisini içerir. Kapitalizmde siyasalın ekonomik olandan ayrılığı, devletlerin üretimin örgütlenmesinde, artı değere el konulmasında ve yatırım işlevlerinde doğrudan yer almasından uzak durmasını içerir. Ancak aynı zamanda, yukarıda sayılanların tümünün içinde işlediği rekabet, meta ve kredi ilişkileri için gerekli hukuki, düzenleyici, kurumsal çerçeve ve alt yapının tesisine ek olarak, devletler emeksermaye ilişkilerinin denetiminde, makroekonominin yönetiminde doğrudan yer alır ve son kredi mercii olarak işlev görür. Devletler bunları yapmadığı sürece kapitalizm var olamaz; devletler, kendi vergi kaynakları ve meşruiyetlerinin maddi temelleri açısından özel birikime olan bağımlılıkları yüzünden bunları yapmak zorunda kalır. Kapitalist devletlerin birikimle ilişkili olarak oynadıkları rolün sadece birikim sürecinden kaynaklanan taleplere ve çelişkilere tepkisel bir yanıt olmadığını vurgulamak önemlidir. Kapitalist devletler, kapitalist birikimi geliştirme ve yönetebilme konusunda inisiyatif alma kapasitelerini, gelecekteki sorunları öngörmek ve sınırlamak için gerekli bir kurumsal öğrenme ve uzmanlık geliştirme süreci yoluyla geliştirir. Kapitalist devletlerin “göreli özerkliği”ni bu açılardan değerlendirmeliyiz. Söz konusu olan, devletlerin kapitalist ekonomiden ya da kapitalist sınıflardan özerkliğinden ziyade, kapitalist devletlerin bir bütün olarak sistem adına davranabilmek için belli kapasiteler geliştirmeleri ve aynı zamanda da kendi meşruiyetleri ve yeniden üretimleri açısından bütünsel birikim sürecine bağımlılıklarının bu kapasiteleri sınırlandırmasıdır (görelileştirmesidir). Ancak her zaman sorunsallaştırılması ve tarihsel materyalist araştırmanın konusu haline getirilmesi gereken şey, belli devletlerin geliştirmiş oldukları kapasitelerin gerçek dizisinin ne olduğu ve bunun nasıl ve ne zaman gerçekleştiğidir. Bu olmadan, kapitalist krizlere dair geliştirilen analizler tek yönlü kalacak ve buna dayandırılan öngörüler de aldatıcı olacaktır. Kapitalist devletin ikinci boyutuna, yani politik yönetim biçimine değinmeden böylesi bir araştırma mümkün olamayacaktır. Burada kapitalizmde devletlerin conatus toplumdan ayrılması, politik yönetimin sınıf yapısından anayasal olarak uzaklaşması sonucunu verir. Bu ayrım, aynı zamanda sınıf çıkarlarının örgütlenmesine, karşıt sınıflar ve devlet karşısında ifade ve temsil edilebilmelerine olanak tanır. Mülk sahiplerine liberal bir politik çerçeve sağlayan hukukun üstünlüğünün gelişimi bunun çok önemli bir parçasıdır; ancak liberal hakları evrenselleştirme yönünde demokratik talepler ortaya çıktıkça, liberal demokrasi sonunda kapitalist devletin model biçimi haline gelmiştir. Her zaman sorunsallaştırılması gereken şey, sınıfsal güç dengesi ve toplumsal aktörler ve devlet aktörleri arasındaki ilişkiler ışığında devletin özerkliğinin ne kadar göreli olduğu, bunun devletin meşruiyeti ile nasıl ilgili olduğu ve devlet kurumlarının kapasitelerini birikimle ilgili olarak nasıl şekillendirdiği sorularıdır. Birinci ve ikinci boyut tartışmasında zımni olarak bulunan üçüncü boyut ise, kapitalist devletin toprağa dayalı ulusal biçimidir. Kapitalizm, belli bölgesel alanlardaki ekonomik bağlantıların derinleşmesi yoluyla gelişmiştir ve aslında kapitalizmin gelişimi, çeşitli devletlerin sınırlarını kurduğu ve bunların içinde modern ulusal kimliklerini tanımladıkları süreçten ayrılamaz. Hatta yoğun ulusal bağlar olmasaydı, uluslararası bağlar da asla olmazdı. Birikimin uluslararası alanı ile devletlerin ulusal alanı arasında çözülemez bir çelişki olduğunu varsaymamalıyız. Devletler, uluslararası ekonomik sahnede daima aktif rol almışlardır. Sorunsallaştırılması gereken şey, devletlerin yaptıklarının değer yasasının ve hukukun üstünlüğünün uluslararası düzeyde genişlemesiyle ve dahası diğer devletlerin yaptıklarıyla karşılıklı olarak tutarlı olup olmadığıdır. Bu bakış açısı, kapitalist devletlerin ulusal/ toprağa dayalı biçimiyle uluslararası kapitalist birikim arasındaki gerilimleri ve sinerjileri incelemeye olanak verir. Bunlar, devletler arasındaki ideolojik, politik ve ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak araştırılamaz. Kapitalizm ve emperyalizm arasındaki ilişkinin analize girmesi gereken yer burasıdır. Geniş topraklar ve insanlar üzerindeki emperyal politik egemenliğin uzun tarihi, kapitalizm altında ekonomik olanın siyasaldan ayrılmasıyla birlikte yeni bir biçim alır. Bu yeni emperyalizm, kapitalizmin içsel genişleme eğilimine indirgenemez (eşitsiz gelişim yoluyla olsa dahi). Emperyalizmi topraklar ve insanlar üzerinde 109 genişleyen politik egemenlik olarak gören bakışa bağlı kalırsak, kapitalist emperyalizm tanımı, kapitalist devletlerin değer yasasının ve kapitalist toplumsal ilişkilerin uzamsal yayılımında oynadıkları özgün role işaret eder. Bu elbette, öncelikle toprakların genişlemesi ve sömürgecilik yoluyla gerçekleşti; ancak kapitalizm öncesi toplumsal güçler de burada önemli bir rol oynadı ve buna formel emperyal egemenliğe içsel dışlamalar eşlik etti. Tarihsel materyalist araştırmaya konu edilmesi gereken şey, liberal demokratik biçimleri içinde ulusal/toprağa dayalı kapitalist devletlerin sonunda nasıl evrenselleştiği (ve 20. yüzyılın ortaları itibariyle uluslararası kurumlara ve uluslararası hukuka nasıl içerildiği) dahil olmak üzere, ekonomik olanın siyasaldan ayrılığının uluslararası düzeye nasıl genişletildiğidir. Ve şimdi iddia edeceğimiz üzere, bu süreç, belli kapitalist devletlerin (ulusal burjuvazilerin uluslararası kapitalist birikim için gerekli politik ve hukuki koşulları yaratmasıyla eş zamanlı olarak) kapitalizmin uluslararası düzeyde genişlemesini ve yeniden üretimini sağlayacak politik ve hukuki koşulların yaratılması süreci içinde –burada da göreli özerklik işler– sorumluluk aldığı yeni bir tür enformel emperyalizmin gelişimi altında gerçekleşmiştir. Küresel kapitalizmin oluşumunda bu süreç temel bir öneme sahipti. Şimdi bunun tarihine dönelim. II Avrupa’nın mutlakiyetçi devletlerinden doğan merkantilist imparatorluklar, kapitalizmin doğuşunda mevcuttu. “Kapitalizmin mantığının yönlendirdiği bir emperyalizm biçimini ilk yaratan devletin sadece İngiltere olduğu” söylendiğinde bu, “sadece değişimden değil rekabetçi üretim içinde değer yaratımından –kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sömürgelere ihracı dahil olmak üzere– doğan kâr güdüsünü izleyen kapitalist ilkeler üzerine oturan bir imparatorluk anlayışı”nı dile getirir.2 Ancak başka bir şeyi daha vurgulamak gerekiyor. İngiliz devleti, sömürgeci imparatorluğunu 19. yüzyıl boyunca yaymakla birlikte, İngiliz imparatorluğunun yayılma alanı dışında kalan bölgelerde yabancı yatırımı, ikili ticareti ve “dostluk” anlaşmalarını destekleyebilmesini sağlayan yeni bir tür “enformel emperyalizm”e de öncülük etti ve hatta diğer sermayelerin bu piyasalara girişinin önünü açmak için Emperyalizme ve onun sterilize edilmiş kuzeni küreselleşmeyle olan ilişkisine dair geliştirilen çağdaş Marksist analizler, devletleri küresel kapitalizmin oluşumuyla ilişkili olarak teorileştirmekte eksik kalmıştır de hazırda bekledi. Bunun yanı sıra İngiliz devleti, değer yasasının uluslararası düzeyde işleyebilmesi için gerekli temel koşulların yaygınlaşmasında –serbest ticaret politikasından altın standardına– öncü bir rol oynadı. Toprağa dayalı, kapitalizm öncesi emperyalizmlerden modern kapitalist emperyalizme çığır açıcı geçişin tohumları burada atılır. Böylelikle, “kapitalizmin zorunlulukları ile toprağa dayalı emperyalizmin gerektirdikleri arasındaki sürekli gerilim, İngiliz imparatorluğunu sonuna kadar şekillendirmeye devam etti.”3 Açık piyasalar, İngiltere’nin sömürgeleriyle olan ilişkisini nitelemekten epey uzaktı ve daha önemlisi, serbest ticareti genelleştirmek ve sürdürmekte zorlanılıyordu; bunun bir nedeni, diğer devletlerin hem kendi piyasalarını koruyarak hem de kendi sömürgelerini kurarak İngiliz kapitalizmine yetişmeye çalışmaları ve aynı zamanda da İngiliz devletinin, hakimiyetine yönelik meydan okumaları içerme ya da engelleme kapasitesini uzun süredir yitirmiş olmasıydı. Başka bir deyişle, ekonomik olanın siyasaldan ayrılığının uluslararası düzeyde alacağı biçim, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki büyük kapitalist küreselleşme dalgası sırasında henüz tamamlanmamıştı. Kapitalist devletler, sınırlarının ötesindeki birikim ve politik egemenlik süreçleri karşısında bağımsız tutumlar geliştirdiler (örneğin, rakipler karşısında piyasaları gümrüklerle, ticaret yolları üzerindeki denetimle, askeri müdahalelerle ve özellikle de emperyal dışlama yoluyla sınırlandırarak ulusal conatus 110 üstünlüklerini korumaya çalışmak gibi). Sömürgeciliğin genişlemesi, politik egemenlik biçimi olarak liberalizme ve demokrasiye karşı direnişler ve her bir devletin birikime ilişkin bağımsız tutumu kapitalist devletin üç boyutu açısından da ciddi çelişkilere neden oldu. Sonuç emperyalistler arası rekabet oldu. O zamanki Marksist emperyalizm kuramları, bu çelişkileri çözümsüz çelişkiler olarak gördüler. Emperyalizm kavramını, kapitalizmin, içeride (finans kapital yoluyla) ve dışarıda (emperyalistler arası rekabet yoluyla) rekabetin politikleşmesiyle birlikte aşırı birikim olgusuyla ayırt edilen bir aşamasını nitelendirmek için kullandılar. Emperyalizmi kapitalizmin bir aşaması olarak tanımlamaları, genel ve tarih üstü bir emperyalizm teorisinin tehlikelerinden kaçınmalarına olanak verdi. Ancak paradoksal biçimde, emperyalizm konjonktürel olarak anlaşıldığında (emperyalistler arası rekabet), tarihsellik geleceğin asla kaçınamayacağı teorik bir fundamentalizme (kapitalizmin “en yüksek” aşaması) kapatılmış oldu. Bu teorisyenlerin geleceği önceden görebilmelerini beklemek haksızlık olacaktır. Ancak daha az katı ve devleti kavramlaştırmak konusunda daha yeterli bir formülasyon, başka olanaklara kapı açabilirdi.4 Lenin, özellikle de Kautsky ile tartışmasında kapıyı kapattı ve gelecek Marksist nesiller de kapıyı tekrar açmakta çok yavaş kaldı. Kautsky, en azından başka sonuçlar olabileceği sorusunu gündeme getirirken kafasındaki şey, yalnızca “genel çıkarları”na uygun olarak davranan kapitalist devletlerin diplomasisiyle sınırlıydı ve Lenin bu anlayışı –belli bir haklılık payıyla– özsel değil spekülatif buluyordu. Üstelik o zamanki bütün emperyalizm teorisyenleri (Schumpeter ve Buharin dahil) daha tarihsel bakabilseydi ve –serbest ticaret ve emperyalizm arasında yanlış bir ikilik üzerinden tanımlamak yerine– İngiliz imparatorluğunun enformel “serbest ticaret emperyalizmi”ni araştırmış olsaydı, daha umut vaat eden teorik bir miras devralmış olabilirdik. İkinci Dünya Savaşı süresince ve sonrasında Amerikan devleti, serbest dünya ticaretinin ve pürüzsüz bir sermaye birikiminin yaratılması yoluyla uluslararası kapitalist düzenin parçalanmışlığının üstesinden gelmenin sorumluluğunu aldı. Ancak amaç her ne kadar ekonomik idiyse de, aktif güç politikti. Küresel kapitalizmin oluşumu, Amerikan devletinin etkililiği ve kapitalist devletlerin ulusal ve uluslararası boyutları conatus arasındaki gerilimleri hafifletme kapasitesinin gelişimi söz konusu olmasaydı mümkün olamazdı. Bu iddialı tarihsel projenin, yeni bir gücün yükselişi ya da basitçe Amerikan sermayesinin uluslararası yayılımının ötesinde algılanabilmesi çok önemlidir. Bu sırada çok daha ayırt edici bir şey ortaya çıkmaktaydı: Amerikan devleti, devletlerin ve aralarındaki ilişkilerin yeniden yapılanması yoluyla değer yasasının evrenselleştirilmesi yönündeki itkiyi gözetmekle gerçekten küresel bir kapitalizmin oluşumunda kendini bilen bir özne olarak hareket ediyordu. Amerikan imparatorluğu yoktan var olmadı. Batı yarımküresinde bunun kökleri, Jefferson’ın “yaygın imparatorluk ve öz yönetim” dediği yoldan, cumhuriyetin kuruluşu ve bölgesel olarak genişlemesine kadar gider.5 İmparatorluk, içte Monroe doktrini ile birlikte dinamik bir kapitalist gelişmenin eklemlenmesi yoluyla, 19. yüzyıl boyunca gelişti. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Woodrow Wilson’ın bu yarımküredeki (büyük oranda) enformel emperyalizmi küresel düzeyde yayma emellerine rağmen, Amerikan devletinin emperyal etki alanını küreselleştirmeye yetecek bir kapasiteye erişmesi ancak Büyük Bunalım, New Deal ve İkinci Dünya Savaşı gibi zorlu deneyimlerle mümkün oldu. Amerikan devletinin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, potansiyel ekonomik rakiplerini yeniden dirilmeleri için (düşük faizli borçlar, doğrudan yardımlar, teknolojik yardım, elverişli ticaret koşulları ve ortak bir uluslararası istikrarın yaratılması yoluyla) desteklemeye girişen böyle büyük bir gücün tarihte bir örneği daha yoktur. Bu durum, emperyalizme dair eski Marksist kuramlaştırmanın görüş alanının tamamen dışındaydı.6 Bunu anlamak için gerekli olan şey, devletin uluslararasılaşmasını değerlendirebilmekti. Bu, kapitalist devletlerin uluslararası kapitalist düzenin yönetimine katkıda bulunabilmek için içteki kapitalist düzenin yönetimini koordine etme sorumluluğunu üstlenmelerini gerektiriyordu. Hakim olduğu yeni uluslararası finans kurumları yoluyla dolaysız ya da dolaylı olarak bu koordinasyonu himaye eden Amerikan devleti açısından, bunun çok özgün bir anlamı vardı: Amerika’nın ulusal çıkarı, böylelikle küresel kapitalizmin yeniden üretimi ve yaygınlaşması açısından tanımlanır hale gelmişti. Bu devlet hâlâ Amerika’daki toplumsal 111 oluşuma özgü toplumsal güçlerin bir dizilişini temsil ettiği oranda, bu durumun ürettiği gerilimler Amerikan kapitalist sınıfın hakim kesimlerinin giderek küreselleşen birikim stratejileri yoluyla hafifletiliyordu. Küresel kapitalizm içinde Amerikan devletinin yeni rolü, 1950’de Ulusal Güvenlik Konseyi’nin gizli belgesinde (NSC-68) Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği ve gelişebileceği bir dünya ortamının kurulması açısından açıkça ifade edilmişti. “...Sovyetler Birliği olmasaydı da aynı sorunla karşı karşıya kalırdık...uluslar arasında bir düzenin olmayışı giderek daha dayanılmaz hale geliyor.”7 Elli yıl sonra, Başkan George W. Bush’un 2001 Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni (bu metin, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından emperyal devletçiliği Amerikan politikalarının rehber ilkesi haline getirmek amacıyla 1990’larda Yeni Bir Amerikan Yüzyılı Projesi’ni kuran Cumhuriyetçi entelektüeller tarafından yazıldı) açıklarken kullandığı sözler bunlardan çok farklı değildi; ancak artık herkesin duyabilmesine açıktı.8 Amerikan devletinin bu adı konmamış yeni emperyalizminin bu kadar uygun düşmesi, elbette dünyadaki hakim kapitalist ekonomideki birikimle olan ilişkisiyle ilgiliydi. Ancak bu aynı zamanda içteki siyasal yönetim biçiminin Amerikan devletine dünya çapında kazandırdığı meşruiyetle de ilişkiliydi. Kapitalizmin yeniden üretimi ve 20. yüzyılın ikinci yarısındaki nihai “küreselleşmesi”, Amerikan devletinin “uluslar arasındaki düzeni” denetleme rolünün meşruiyetinin genişlemesine dayanıyordu. Liberal demokratik fikirler ve kurumlar, Amerika’nın askeri müdahalelerinin bile insan hakları, demokrasi ve özgürlükle ilgili olduğu iddialarına itibar kazandırıyordu. İdari, hukuki ve anayasal biçimlerinin ve özellikle de kültürel, politik ve hukuki niteliklerinin cumhuriyetin ötesinde yeniden üretilebilmesi taklitçileri cesaretlendirirken, dünya devletlerini ABD’nin hayalinde olduğu gibi yeniden yaratma yönündeki hevesleri besledi. III Yeni enformel Amerikan imparatorluğunun liberal demokratik meşruluğu, Marksistler arasında dahil, emperyalizmden ziyade hegemonya teriminin yaygın olarak kullanılmasına yol açtı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Amerikan gücünün doğasının ölçüsünün sadece hegemonya kavramıyla anlaşılıp Diğer devletler liberal demokratik devlet biçimini aldıkça ve Amerikan devleti küresel kapitalizmi bu devlet yoluyla gözetim altına aldıkça, kendine özgü bir emperyal politik yönetim biçimi ortaya çıkıyor anlaşılamayacağı şüphelidir. Tıpkı Gramsci’nin hegemonya kavramını kullanışının, yönetici sınıf kavramını yerinden etmeyip belli yönetici sınıflar açısından belirli ancak değişken bir yönetsel niteliğe gönderme yapması gibi, hegemonya kavramının da imparatorluk kavramını yerinden etmemesi gerekir. Bu kavramsal yer değiştirme, bazen Amerika’nın yapısal gücünün ölçeğinin, kapsamının, alanının ve de emperyal statüsünü yeniden üretme kapasitesinin azımsanmasına götürür. Bu özellikle de, diğer gelişmiş devletlerle arasındaki ekonomik fark kapanmaya ve Amerikan liderliğine dair ideolojik rahatsızlıklar ifade edilmeye başlandığında, Amerikan hegemonyasının çöküşüne dair sonuçlar çıkarmakta fazlasıyla aceleci davranma eğiliminde görülebilir. Bu eğilim 1960’larda oldukça yaygındı. Avrupa’nın ve Japonya’nın ekonomik iyileşmesi, pek çok kişiyi geçen yirmi yılın, yeni bir Amerikan dünya düzeninin temelini oluşturmaktan ziyade savaş sonrası dönemin özgün koşulları içinde geçici bir düzenleme olduğunu öne sürmeye götürdü. Daha önceleri, savaş sonrası dönemin hemen başında “davet üzerine gelen imparatorluk”tan bahsetmeye hazır olanlar, 1970’lerde ABD’ye imparatorluk denemeyeceğine ikna olmuşlardı.9 Ancak Avrupa ve Japonya, ABD’yle aralarındaki ekonomik farkı kapatırlarken Amerikan imparatorluğuyla daha sıkı conatus 112 biçimde iç içe geçmiş, bütünleşmiş ve ona bağımlı hale gelmişlerdi. Burada önemli olan, uluslararası sermaye akışlarının doğasındaki değişimdi. İngiliz imparatorluğu zamanında sermaye akışları hakim biçimde portföy yatırımları (örneğin, hükümetlere alt yapı yatırımları için borç vermek) şeklini alırken, artık hakim sermaye akışı (temel olarak ABD’den gelen) doğrudan yabancı yatırımlarla gerçekleşir hale geldi. Bu yatırımlar, aynı zamanda çeşitli sınırlar arası entegre üretim ağlarının kuruluşuyla ayırt ediliyordu. Bu iç içe geçiş/bütünleşme, Amerikan sermayesinin artık diğer toplumsal oluşumlar içinde maddi bir toplumsal güç olarak var olduğu anlamına geliyordu. Bunun, toplumsal ilişkiler üzerinde finans akışları üzerinde olduğundan çok daha derin bir etkisi vardı; çünkü mülkiyet hakları ve çalışma ilişkilerine etki ediyor ve yerli bankalar, sunucular ve alıcılarla doğrudan ilişkileri içeriyordu. Üstelik entegre üretimi sağlayabilmek için serbest ticaret ihtiyacını güçlendirerek geç 19. yüzyıldaki gibi korumacı istekleri de sınırlıyordu. Dolayısıyla, eldeki seçenekler dizisini ister istemez şekillendiren savaş sonrası politik ve askeri ilişkilerin ötesinde, doğrudan Amerikan yatırımlarının bu etkisi; Amerikan yatırım şirketlerinin girişimleri, Amerikan danışmanlık şirketlerinin arayışları, Amerikan iş okullarının gayretleri, hukuk ve muhasebede Amerikan standartlarının yaygınlaşmasını beraberinde getirmesiyle birlikte daha da güçlendi. Tüm bunlarla birlikte iç sınıf güçlerinin ve ulus devletlerin yeni yönelimleri ve yeniden yapılanması, sadece Sovyet ve Çin “yayılmacılığı”ndan korunmak için değil, üçüncü dünyadaki yatırımlarının güvenliği için de ABD’ye bağımlı hale gelmeleriyle daha da hızlandı. ABD ve diğer gelişmiş kapitalist devletler arasında, savaş sonrası büyüme döneminin sonunda uluslararası rekabetin yeniden canlandığı bir bağlamda ortaya çıkan gerilimler, Amerikan hakimiyetine karşı çıkmaktan ziyade savaş sonrası düzenlemelerin şartları ve mekanizmalarının yeniden müzakeresi ekseninde yaşanıyordu. Üstelik 1970’lerdeki ekonomik krizin çözülüşü, Amerikan devletinin 1970’lerin sonunda ve ilerleyen yıllarda, kendi emperyal rolünün maddi temelini neoliberalizm aracılığıyla yeniden kurabilmek için attığı ciddi adımlarla mümkün olmuştu. Neoliberalizmin mekanizmaları (enflasyonist conatus olmayan bir disiplin, piyasaların serbestleşmesi ve genişlemesi) ekonomik olabilir; ancak neoliberalizm temel olarak sınıflar arası güç dengesini değiştirmenin politik bir stratejisiydi. Tabi sınıfların daha önceden başarmış olduğu ve 1960’lardaki yeni demokratik baskılar sayesinde daha da hızlanan reformlar, 1970’lerin kriz ortamında artık birikimin önünde engel olarak görülüyordu. Neoliberalizm, sadece önceki kazanımların tersine çevrilmesini değil, bunların kurumsal temellerinin zayıflatılmasını içeriyordu ve bu da, ABD’deki devlet organlarının hiyerarşisinde, içte New Deal kurumları ve dışarıda Dışişleri Bakanlığı’nın aleyhine Hazine ve Merkez Bankası’na öncelik veren bir değişimle birlikte gelişmişti. Elbette ABD neoliberal politikalar getiren tek ülke değildi; ancak Amerikan devleti kendini bu yöne evrilttiğinde yeni bir statüye sahip oldu. Kapitalizm artık, a) Amerikan egemenliği için üretken tabanın yeniden canlandırılması, b) diğer gelişmiş ülkelerde kâr koşullarını yeniden oluşturabilecek yeniden üretilebilir bir model, c) küresel kapitalizmi bütünleştirebilmek için 113 hukuksal ve aynı zamanda ekonomik koşullar vaat eden ve aktaran “yeni bir toplumsal yönetim biçimi” altında işliyordu.10 Bu, hem uluslararası ekonomik anlaşmaların serbest sermaye akışını, yabancı ve yerli sermayeye aynı şekilde muamele edilmesini gerektirmesiyle birlikte “disiplinci neoliberalizmin anayasalaşmasını” hem de iş dünyasındaki Amerikan hukuku uygulamalarının dünya çapında yayılmasıyla birlikte “ticaret hukukunun Amerikanlaşması”nı içeriyordu.11 Amerikan imparatorluğunun neoliberal yeniden kuruluşunun 1990’larda iyice sağlamlaşmasıyla birlikte, savaş sonrası dönemin sadece emperyalistler arası rekabetin iki evresi arasındaki geçici bir ara olmadığı açık hale geldi. Amerikan askeriyesi, hâlâ diğer bütün devletlerden daha genişti ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra bile, diğer askeri güçler bilgi akışı, teknolojik anlaşmalar ve stratejik koordinasyonun kaçınılmazlığından dolayı ABD’yle daha sıkı bütünleşti ve ona daha bağımlı hale geldi. Amerikan sanayi ve finans sermayesi Avrupa ve Asya’ya daha da çok nüfuz ederken, Avrupa ve Japon sermayeleri ABD’ye giderek daha fazla yatırım yaptı ve neoliberalizmin içeride ve dışarıda tanımladığı rekabet alanını büyük oranda benimsedi. ABD’nin ekonomik büyümesi, Avrupa ve Japonya’nınkini aşmakla kalmadı; bunun yanı sıra, ABD’deki doğrudan yatırımlar ve aynı zamanda ABD’yle ticaret yoluyla beslenen Amerikan piyasalarına bağımlılık, Avrupa ve Asya’daki üretim ve tüketim kalıplarının yönelimini daha da şekillendirmiş oldu. Kapitalistler arasında ilişkilerin derinleşmesi, daha derin yeni etkilere yol açtı (örneğin, ABD otomobil endüstrisindeki Japon ve Alman yatırımları ve içte ne kadar zayıf olursa olsun, General Motors’un Chaebols’un yapamadığını yaparak Güney Kore otomobil endüstrisini yeniden yapılandırması). Bu bütünleşme bağlamında, ABD Merkez Bankası, Economist’in yakın zamanda dikkat çektiği üzere, “aslında likidite sağlama ve küresel faiz oranlarındaki değişikliklerin tabanını belirlemedeki rolü açısından dünyanın merkez bankası” olarak ortaya çıktı.12 Bu gelişimin koşullarının temelleri, Bretton Woods dönemi boyunca uluslararası finansın büyümesi içinde atılmıştı, özellikle de Wall Street yatırım şirketlerinin Londra’daki yeni euro-dolar piyasasına hakim olmaya başlamasıyla birlikte. 1970’lerin ortalarında New York’ta meydana gelen ilk finansal deregülasyon “patlaması”, bu gelişim temelinde gerçekleşmiş ve neoliberal dönemi başlatan Volcker Şoku’ndan sonra, hem iç hem uluslararası finans piyasalarının patlamasına yol açmıştı. 1970’lerin sonunda, Wall Street’in ABD’den dışarıya sermaye akışlarını yönlendirdiğini hatırlamak gerekiyor. Kapitalist (Amerikan kapitalizmini güçlendirdiği oranda finansı temsil etmesi anlamında) ve emperyal (küresel sorumlulukları içinde finansı düzenlemeye dayanan) bir devlet olarak Amerikan devletinin tepkisi, Amerikan ekonomisinde imalat sektörünün ciddi bir şekilde yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Wall Street’in giderek derinleşen finans piyasalarıyla birlikte bu, dünyadaki tasarrufların ABD’ye akmasını getirirken Amerikan yatırım bankalarının artan uluslararası rolü, Asya ve aynı zamanda da Avrupa’da şirket evliliklerine aracılık etti; endüstriyel ve finansal yeniden yapılanmalarının doğası üzerinde daha da etkili oldu. Wall Street ve Amerikan devletinin karşılıklı olarak iç içe geçmesi imparatorluğu güçlendirdi.13 Amerikan imparatorluğunun özgün kapitalist doğası, kapitalist devletin daha önce tartışılan üç boyutunun uluslararası yayılımında ifade bulur. Ekonomik ve politik olan arasındaki içteki ayrım uluslararası alana taşındıkça, “enformel” bir imparatorluktan bahsetmek mümkün hale geliyor. Diğer devletler liberal demokratik devlet biçimini aldıkça ve Amerikan devleti küresel kapitalizmi bu devlet yoluyla gözetim altına aldıkça, kendine özgü bir emperyal politik yönetim biçimi ortaya çıkıyor. Ve her devlet küresel birikim adına sorumluluğunu kabul ettikçe, ulus devletlerin toprak temeli küresel kapitalizmin toprak-aşırı oluşumu içinde eritiliyor. Tartışma şöyle özetlenebilir: i) Amerikan imparatorluğunun savaş sonrası ortaya çıkışı, uluslararası kapitalizmin önceki parçalanmışlığı yerine, sınırsız birikime dayalı içermeci liberal bir dünya hedefine yönelik politik bir projeyi temsil eder. Tamamen küresel bir kapitalizmin oluşumuna yönelen ilk imparatorluk buydu. Yeni uluslararası kurumların yaratılışı, prototip bir uluslararası devletin ortaya çıkışının ifadesi değildi; bu kurumlar, ulus devletler tarafından kurulmuş ve yeni Amerikan imparatorluğuna içerilmişti. ii) Keynesçi toplumsal yönetim biçimi ve 1945’lerde benimsenen uluslararası ekonomik yönetim 1970’lerde conatus 114 krize girdi; ancak enformel Amerikan imparatorluğuna diğer ileri kapitalist ülkelerden herhangi bir ciddi itiraz gelmedi. Amerikan devletindeki neoliberal dönüşüm ve bunun sonradan evrenselleşmesi, dünya devletlerinin ekonomik rekabet edebilirliğe, sermayenin serbest dolaşımına ve kapitalist toplumsal ilişkilerin derinleşmesine daha iyi uyum sağlayabilmek için yeniden yapılanmasını gerektirdi. Hem finans piyasaları hem de uluslararası finans kurumları, bu süreçlerin kolaylaştırılmasında ve Amerikan emperyal gücünün pekiştirilmesinde önemli bir rol oynadı. iii) Küresel imparatorluğun tepesindeki Amerikan devleti, Amerikan sermayesinin özgül çıkarlarının temsilcisi olmasının ötesinde küresel kapitalizmin oluşumu ve yönetiminin sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunu yapabilmesi de, sadece Amerikan devletinin içsel kapasitelerinin bir sonucu değildir. Çokuluslu Amerikan şirketleri, Amerikan devletinin kapasitelerini güçlendiriyor ve aslında Amerikan emperyal gücü onlar aracılığıyla nüfuz ediyor. Aynı zamanda sermayenin uluslararası düzeyde iç içe geçişi, ulusal burjuvazilerin özerkliğinin altını oyarken onları enformel Amerikan imparatorluğuna meydan okuyan stratejilerin düşmanı haline getiriyor. iv) Diğer egemen devletler aracılığıyla yürüyen Amerikan emperyal yönetim biçimi, bu devletlerin seçeneklerinin de yapılanmasını beraberinde getiriyor; öyle ki bu devletler yeniden üretimlerini, küresel sermaye birikiminin ve “uluslararası düzen”in devamı için gerekli koşulların yeniden üretimine katkıda bulunma sorumluluğunu üstlenmekle özdeşleştiriyor. Yeni emperyalizm içinde en yoğun kurumsal ve ekonomik bağlar (daha önce en yoğun ilişkileri kendi sömürgeleri olan eski emperyal devletler de dahil olmak üzere) gelişmiş kapitalist ülkeler arasında gelişmiştir. Bu devletler, üçüncü dünya bağımlılığının yeniden üretiminden yararlanmaya devam etmiştir; ancak enformel Amerikan imparatorluğu içindeki statüleri, emperyal pratiklere girişebilme konusundaki özerkliklerini de sınırlandırmıştır. IV Bush’un üst düzey danışmanlarından biri, yakın zamanda şöyle dedi: “Artık bir imparatorluğuz ve harekete geçtiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz. conatus Ve siz bu gerçeklik üzerine çalışırken...yeni gerçeklikler yaratmak üzere yeniden harekete geçmiş olacağız... Bizler tarihin aktörleriyiz...ve siz, hepiniz sadece bizim yaptıklarımız üzerine çalışmakla yetineceksiniz.”14 Böylesi bir küstahlığa karşı, tarihsel bir aktör kadar güçlü Amerikan devletinin bile, tarihi kendi tercih edemediği koşullar altında yarattığını kendimize hatırlatmak faydalı olabilir. Haklı olarak, Amerikan emperyal yönetimini bu noktaya kadar getiren koşullar yeniden mi üretiliyor, yoksa bunların altı mı oyuluyor gibi sorular geliyor. Bu soruların, emperyalizm kavramını güncel konjonktür içinde kullanırken emperyalistler arası rekabetin geri döndüğüne dikkat çeken ve aynı zamanda Amerikan devletinin emperyal doğası gibi çöküşün eşiğindeki Amerikan imparatorluğunun da gecikerek anlaşıldığını öne süren Marksistlerden gelmesi hiç şaşırtıcı değil. Daha önce öne sürdüğümüz çerçeve içinde bunu nasıl değerlendirmeliyiz? Herhangi bir tarihsel perspektifte, böylesi bir etkiye sahip bir imparatorluğun gücünün sadece birkaç on yılda tasfiye olacağı fikri en azından ihtimal dışı görünür. Bu daima, Amerikan gücünün çöküşüne dair 1960’lar kadar erken bir tarihten itibaren geliştirilen ve 1970’ler, 1980’ler boyunca yaygınlaşan iddiaların miadını doldurduğu izlenimini yaratmıştır. Peki ya bugün? İmparatorluğun maddi temelinden başlamak gerekirse, birkaç olguya değinmek iyi olabilir: • 1973’ten önceki yirmi “altın yılda”, Amerikan ekonomisinin gerçek büyüme oranı (GSYİH) %3.8’di; son yirmi yıldaki (1984-2004) büyüme oranı ise %3.4; yani altın çağdan önceki bütün dönemlerdeki (1830’dan 1870’e, 1870’ten 1913’e, 1913’ten 1950’ye) büyüme oranından daha yüksek bir oran. • Savaş sonrası dönemde (1950-1973), ABD imalat sektöründeki üretkenlik oranı ortalama olarak %2.5’ti; 1980’lerin başından itibaren bu oran (1981-2004), emek tasarruflarındaki büyümenin ötesine geçerek %3.5’e ulaştı. • 1981’de, ABD araştırma ve geliştirme faaliyetleri için neredeyse Japonya, Almanya, İngiltere, İtalya ve Kanada’nın toplamı kadar yatırım yaptı. 2000 yılı itibariyle, ABD harcamaları daha hızlı büyüdüğü için G7 ülkelerinin toplamından daha fazla harcaması vardı. • ABD’nin küresel yüksek teknoloji üretimindeki payı 115 (uzay, ilaç, bilgisayarlar ve ofis makineleri, iletişim donanımı ve bilimsel –tıbbi, duyarlı ve optik– araçlar), 1980 ile 2001 arasında göreli olarak %32’de seyrederken Almanya’nınki yarıya (%5’e), Japonya’nınki ise üçte birine (%13’e) inmişti. Çin ve Güney Kore ise, yaklaşık %1’den sırasıyla neredeyse %9’a ve %7’ye yükselmişti. • 1980’lerden bu yana, ABD’nin ihracat hacmi herhangi bir G7 ülkesinden daha hızlı büyüdü. 1987 ve 2004 arasında, G7 ülkelerinin yıllık ortalama ihracat hacmi %4.5’ten %5.8’e yükselirken ABD’ninki ortalama olarak %6.8’e çıktı. • Amerikan şirketlerinin (ticaret hesaplarına katılmayan) yurt dışındaki satışları, 2002’de 3 trilyon dolar değerindeydi ve ABD’den yapılan ihracat toplamının iki katından fazlaydı. • Vergiler düşüldükten sonraki şirket kârlarının Amerikan GSYİH’sindeki payı, şu anda 1945’ten bu yana en yüksek düzeye ulaşmış durumda. Her ne kadar Amerikan imparatorluğunun çöktüğünü öne sürenleri var olan konjonktür içinde ikna edici olsa da, bu olgular hiçbir şeyi “kanıtlamaz”. Ancak söz konusu olan daha önemli bir meseledir. Ekonomik kategoriler bağlamdan bağımsız değildir. İmparatorluğun asimetrilerinin ticaret hesapları, mali açıklar, sermaye akışları, uluslararası borç ve paranın değerine dair yorumlara ve değerlendirmelere bir faktör olarak katılması gerekir. “Normal” devletler için krizle yüklü görünen bir şey, emperyal devlet açısından zorunlu olarak aynı sonucu içermez. Bugün Amerikan imparatorluğunun sürdürülebilirliği sorunu, bu dikkate alınmadan yanıtlanamaz; bu, bugün Poulantzas’ın Amerika’nın çöküşüne dair, kendi içlerinde düşünüldüğünde çok fazla anlam ifade etmeyen ve sınıf mücadelesini göz ardı ettikleri oranda kendilerinden ancak keyfi olarak anlam çıkartılabilecek olan “ekonomik kriterle” (büyüme oranları, GSYİH artış oranları vs.) sınırlı iddiaları reddettiği 1970’lerde olduğundan daha da imkansızdır. Bugün Amerikan gücünün çöküşüne işaret etmek üzere kullanılacak temel ekonomik kriterin değerlendirilmesinde bunun mutlaka akılda tutulması gerekir. Amerika’nın ticaret açığı (GSYİH’nin yüzde altısı) bugüne kadarki en yüksek düzeyinde. Ancak bu bize, sonunda bazı düzeltmelere gidilmesi gerektiğinden başka ne anlama geliyor? Son çeyrek yüzyıldır süren ticaret açığı, bugün ticaret açıklarının ABD için diğer devletlerden farklı bir anlam taşıdığını gösterir. ABD örneğindeki sorun, yukarıdaki ihracat büyümesine ilişkin rakamların gösterdiği üzere, rekabet gücünde genel bir kayıp meselesi değildir. Ticaret açığı daha ziyade, büyük bir kısmı, iş dünyasına düşük maliyetli girdi sağlaması ve işçilere daha ucuz meta sağlayarak emeğin yeniden üretim maliyetini düşürmesi ve öte yandan da ücretler üzerindeki rekabetçi baskıyı daha da yoğunlaştırması sayesinde sermayeye yarayan Amerikan ithalatının devasa hacminin bir sonucudur. Ticaret açığının sınırlayıcı etkisi, bu açığın faiz oranlarında aşırı artışlar olmadan ve/veya yerel paranın zayıflamasına izin vermeden nereye kadar sürdürülebileceği sorunundan gelir. Şimdiye kadar yabancı yatırımcılar ve merkez bankası üyeleri, gerekli finansmanı sağlamaya hep hazır oldular. Bu zorunlu bir koruma değil, yapılandırılmış bir öz çıkar sorunudur. Özel yatırımcılar, göreli olarak hâlâ dinamik olduğu, iyi geri dönüşler ve yüksek güvenceler sağladığı için Amerikan ekonomisine girmeye devam ediyor. Yabancı merkez bankaları, kendi adlarına, doların hızlı bir şekilde düşmesi ya da artmasını engellemekte çıkarları olduğu için, ABD Hazinesi hisselerini tutmayı istiyor. Küresel kapitalizmin oluşumu, Amerikan devletinin etkililiği ve kapitalist devletlerin ulusal ve uluslararası boyutları arasındaki gerilimleri hafifletme kapasitesinin gelişimi söz konusu olmasaydı mümkün olamazdı conatus 116 Bu da, kendi ekonomilerinin ABD’ye yapılan ihracatlara bağımlılığının ve ABD yabancı yatırımlarının pek çok yerde yol açtığı daha derin yapısal bütünleşmenin bir yansıması. Ancak burada işleyen diğer bir etken de, tanımlamış olduğumuz şekliyle devletin uluslararasılaşmasıdır ve bu özellikle de bütün merkez bankalarının, Amerikan dolarının herhangi bir şekilde çöküşünün meydana getirebileceği küresel ekonomik krizden kaçınmak için üstlendiği sorumluluklar açısından görülebilir. Amerika’nın mali açığı görünüşte ulusal bir meseleyken, belirgin olarak uluslararası ve emperyal boyutlara sahiptir. Finansal piyasaların Bush yönetiminin mali disipline yeterince ilgi göstermemesine tepki göstermesi, en azından yakın bir zamana kadar pek görülmemiştir. Bir yönüyle bu ticaret açığıyla paraleldir ve küresel ekonominin Amerikan ekonomisinin sağladığı itkiye yapısal bağımlılığının ve küresel özel yatırımcıların özellikle de vergi dostu Cumhuriyetçi bir yönetim altındaki Amerikan ekonomisine duydukları güvenin bir yansımasıdır. Bununla birlikte, finansal piyasaları en çok ilgilendiren “mali disiplin”, devletlerin toplumsal programlarını korumak ve genişletmek yönündeki baskılara rıza gösterip göstermemeleri ile ilgilidir ve Amerika örneğinde, özellikle bu tür baskılar zayıf kalmış ve halihazırdaki yönetim bunlara epey direnç göstermiştir. Dolayısıyla mali açıktaki artış (emperyal bir zorunluluk olarak sunulan) savaş maliyetlerinin ve (sınıflar arası güç dengesinin çarpıklığının bir yansıması olarak) zenginler üzerindeki vergilerin çarpıcı biçimde düşürülmesinin bir sonucu olduğu oranda, finansal piyasalar buna müsamaha etmeye hazırdır. Amerikan devletinin küresel tasarruflara düşük faiz oranlarıyla ulaşabilmesinin net sonucu, imparatorluğun maliyetlerinin küresel olarak paylaşılmasıdır. Doğrudan yatırım akışı açısından, bazı ülkeler için sermayenin dışa akışı ulusal ekonomilerinin temeli açısından bir kayıp anlamına gelebilirken, dışarıdan sermaye akışı da “egemenlik”lerine bir tehdit olarak görülebilir. Net sermaye ihracatı düzeyi ve imalatın yerleşimi üzerinden ölçüldüğünde, ABD bugün –üçüncü dünya ülkelerinden hem sermaye hem de imalat malları ithalatıyla– dünyadaki hem en az emperyal hem de en bağımlı ülkesi gibi görünüyor. Ancak ekonomik akışların, imparatorluğun geniş bağlamı conatus dışında bir anlamı yoktur. Örneğin, hem Kanada’daki ABD yatırımları hem de ABD’deki Kanada yatırımları Amerikan emperyalizminin ifadesidir: bir yandan Amerika’nın Kanada’daki toplumsal ilişkilere nüfuz edişi ve öte yandan da Kanada işverenlerinin imparatorluğun merkezinde ve Amerikan devletinin koruması altında olmak yönündeki kararlılığı (örneğin, mülkiyet hakları ve çalışma ilişkileri rejiminden faydalanmak, Amerikan piyasalarına erişim ve olası koruyucu tedbirlere karşı güvende olmak gibi). Aynı şey, sadece ABD’deki Meksika yatırımları için değil, İngiliz, Alman ve Japon yatırımları için de geçerlidir. Amerikan devleti için yurt dışındaki ABD yatırımlarının durmak bilmez yayılışı imparatorluğun bir uzantısıdır: Amerikan şirketleri, şu anda deniz aşırı ülkelerde neredeyse on milyon işçi çalıştırıyor. Dışarıya sermaye akışı, şirket bonoları gibi, içeriye kısa dönemli borç akışları ile desteklenirken içe doğrudan yabancı yatırım akışı Amerika’nın ulusal kapasitesi için olumlu bir katkıdır. 1980’lerin başında neoliberalizmin benimsenmesiyle birlikte ABD’deki yabancı yatırımların değeri 1988’de iki katına çıkarken, 1997’de ve 2004’te de yine ikiye katlanmıştır. Amerikan imparatorluğunun İngiliz imparatorluğundan farkı çarpıcıdır. 1870 ve 1914 arasında İngiltere, GSYİH’nin %4’ünü dünyanın geri kalanına ihraç ederek kendi ekonomisini üretken yatırımdan yoksun bırakmış ve sonunda bunun bedelini küresel üretimde gerilemesiyle ödemiştir. Öte yandan ABD, içe çok daha büyük akışlar almakta ve bunları sadece tüketime değil aynı zamanda yeni teknolojiler ve geliştirilmiş olan teknolojilerin yaygınlaştırılması dahil, iç yatırımlara yönlendirmekte. Yine dünya tasarruflarının bu kadar büyük bir kısmını çekebilme ve işletebilme kapasitesi, ki bu tasarrufların bazısı dışarıda ABD yatırımı olarak geri döner, imparatorluğun zayıflığını değil yapısal gücünü yansıtır. Tüm bunların merkezinde Amerikan doları yer alır. Son birkaç yılda dolara talep olsaydı, bu Amerikan devletinin ayrıcalıklı asimetrilerinin tükenişinin habercisi olabilirdi. Ancak finansal piyasalarda bir aksamaya neden olmaksızın, dolarda özellikle euro karşısında ciddi bir devalüasyonun gerçekleşmiş olması, oldukça farklı bir şeye işaret ediyor. Bazı merkez bankalarının rezervlerini dolardan uzaklaşarak çeşitlendirmeleri devam etse bile, alternatif bir küresel para birimine 117 keskin bir geçiş pek mümkün görünmüyor; çünkü euro dahil hiçbir para biriminin ne bu rolü üstlenebilecek kapasitesi ne de niyeti var. Avrupa Merkez Bankası’nın şu sıralar istediği en son şey –hem öncelikli nedenlerden dolayı hem de uzun dönemli sorumluluklar açısından– euronun dolar karşısında daha fazla değer kazanmasıdır. Üstelik bütün merkez bankaları, doların sadece ana küresel para rezervi olarak değil, aynı zamanda finansal varlıkların değerinin (uzun dönemli kamu ya da özel bonoların piyasaya sürülebilmesi için de) ana stoku, malların ve hizmetlerin faturalanmasında ve diğer para birimlerinin değişilmesinde temel para birimi olarak gördüğü işlev düşünüldüğünde, dünyayı dolardan uzaklaştırmanın doğurabileceği küresel istikrarsızlıktan kaçınmak istiyor. Paranın değerindeki değişimlerin, imparatorlukların yükselişi ya da düşüşünü belirlediği ya da bunun uygun bir ölçüsü olduğu fikri, mali bir yanılsama biçimidir. Ancak bu tür anlayışların arkasında gizlenen, Amerikan imparatorluğunun gücünün bütünleyici bir parçası olarak tanımladığımız ekonominin finansallaşması olgusunun, aslında Amerika’nın emperyal çöküşünün bir belirtisi olduğu iddiasıdır. Pek çok Marksist açısından, teorik tartışma genellikle, üretken ekonomideki bir aşırı birikim krizi fikrinden başlayıp, kârların ve tasarrufların üretken olmayan finansal varlıklara yönelmesi fikrine doğru ilerler. Aşırı birikimin kapitalizmin içsel bir koşulu olduğunu kabul edebiliriz. Sermaye birimleri piyasa payı için rekabeti bu mekanizma yoluyla sürdürür. Diğerlerinin planlarına dair mükemmel bir bilgiye sahip olunsa da bir şirket, diğer şirketlerin kesinti yapmak zorunda kalacağını umut ederek, piyasanın toplam beklentisinden daha fazla üretir. Sermayenin bir kısmı değer kaybettiği için aşırı birikim, tekrar baş göstermek üzere, hafifletilir. Ancak bu durum kendi içinde, 1930’larda olduğu gibi birikimde kendi kendini güçlendiren sürekli bir kırılma anlamında yapısal bir krize götürmez. Ve bunun daha az ölçüde gerçekleştiği 1970’lerde kriz bu sefer, kapitalist küreselleşmenin 1930’larda olduğu gibi kesintiye uğramasına değil daha da ivme kazanmasına neden oldu. Daha önce öne sürdüğümüz gibi bu daha ziyade, hem Amerikan devletinin rolü hem de finansın gelişimiyle ilgilidir. Üstelik 1970’lerden bu yana finans, kârlı olmayan iş alanlarının değer kaybetmesi yönündeki sıradan baskıları yoğunlaştırmış; birleşmelerin ve satın almaların patlaması, sermayenin dışarı çıkabilme kapasitesini genişletmiştir. Bu durum, insanların işsiz kalarak gelirlerini kaybetmelerine ve birçok topluluğun parçalanmasına neden olmuştur; ama aynı zamanda da birikimde pekala kriz olarak değerlendirilebilecek ciddi kesintilerden kaçınılmasına da yardım etmiştir. ABD’nin kendi krizini küresel tasarruflar üzerindeki ayrıcalıklı hak iddiaları yoluyla kaydırdığı yönünde bazen öne sürülen argüman da ikna edici değildir. ABD aslında, yüksek miktarda ithalat ve ticaret açıkları yoluyla başka bir yerde büyümeyi teşvik etmektedir. Avrupa ve Japonya’nın büyümesi her ne kadar geri kalsa da, bunun nedeni küresel likidite sıkıntısı değildir. Daha ziyade Avrupa küresel fonlara erişim konusunda bir şekilde dezavantajlı olsa da, bunun tek anlamı işçi sınıfı üzerindeki baskının içteki yatırımları korumak ve yabancı yatırım çekebilmek için artırılacağıdır. Sonuçta “ihraç” edilen, ABD’den kaydırılan bir kriz değil, Amerika’daki emeğin zayıflığıdır. Elbette bazıları ABD’deki finans gücünün kendisini, yeni bir krizin kaynağı olarak görüyor: Finansın artı üzerinde daha fazla hak talep etmesiyle birlikte, yeniden yatırım için geriye daha az artı kalıyor. Artının sadece dar anlamıyla üretken sektörde yaratıldığını kabul etsek de, bu argümanla ilgili sorun, artının finans ve sanayi arasında, daha güçlü olan finans piyasalarının olası dinamik etkileri aleyhinde bir dağılıma aşırı vurgu yapmasıdır. Toplam artı, finansın şirketleri üretimi yeniden örgütlemek, sermayeyi daha az kârlı sektörlerden diğer sektörlere kaydırmak, teknolojiyi diğer sektörlere de yaymak ve yeni şirketlere girişim sermayesi sağlamak için likidite yaratmak konusunda disipline ettiği ölçüde artırılabilir. Öyleyse finansın payı artsa da, yeniden yatırım için geriye kalan net miktar tersi durumda olacağından daha yüksek olabilir. Bunlar, sadece artı yaratma sürecine yapılmış “eklentiler” değildir; Amerikan ekonomisinin son yıllarda içeride ve dışarıdaki büyümesinin en dinamik bazı boyutlarını da yansıtır. Üstelik finansal kurumlar, üretim sektöründeki rekabetçi baskılar ve rekabet olanaklarına karşılık olarak, üretim ve finans arasındaki çizgileri (silmese bile) bulanıklaştıran bazı görevler üstlenmişlerdir. Bu görevler, daha önce üretim sektörünün içerdiği ve (üretim sektöründeki pek çok şirket finansal faaliyetlere conatus 118 de girişirken) daha sonra taşerona verilen işlevleri (maaş ödemeleri, muhasebe, planlama) kapsar. Buna, finansın bilgisayarlaşma ve telekomünikasyon alanındaki devrimci değişimlerin gelişimi ve yayılmasındaki rolü de eklenmelidir. Küresel birikimin sürekli genişlemesinin temel koşullarından biri risk yönetimidir. Finansın rolünün spekülatif olarak değerlendirilerek yararsız ve verimsiz addedilişi (elbette bu büyük oranda böyledir), kapitalizm dışı bir bakış açısından yararlı olan ile kapitalizm içinde esas olan arasındaki ayrımın kaçırılmasına neden olur. Finansal piyasalardaki türev devrimi, spekülatif olanın, risk yönetimine katkıda bulunduğu oranda zorunlu olarak verimsiz olmadığını gösterir. Nasıl ki ulaşım üretim maliyetlerini artırdığı halde küresel birikim için bir ön koşulsa, finansal piyasalar da sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için temel olan yeni riskler ve maliyetler doğurur. Küresel birikimin ön koşullarından bir diğeri de, ABD Merkez Bankası’nın genel küresel likiditenin sağlanmasında oynadığı merkezi roldür. 1990’ların başından beri her finansal sarsıntıda ve durgunluk belirtisi görüldüğünde likidite sağlamasıyla, sadece Amerika’daki talebin sürdürülmesini değil aynı zamanda likiditenin bütün conatus dünyada yüksek tutulmasını sağlamıştır. Bu da, Merkez Bankası’nın politikalarıyla desteklenen Amerikan piyasasına ihraç etmek amacıyla, büyük miktarlarda Asyalı emeğin üretime sokulmasına yardımcı olmuştur. Bu, ABD’nin son ithalatçı ve dolayısıyla da küresel bir “makro-dengeleyici” olarak davranabilmesine ve bunun sonucu olarak da imparatorluğun finansal yüklerinin uluslararası olarak paylaşılmasına olanak tanımıştır. Bu finans kapital ve bunu koruyan ve yöneten politik kurumlar, sonuç olarak hem küresel artının artışında hem de bu artının imparatorluğun yönetimini ve yeniden üretimini destekleyecek şekilde dağıtılmasında yardımcı olmuştur. V Neoliberal dönemde Amerikan imparatorluğunun başarılı şekilde yeniden kuruluşu, şimdi göreceğimiz gibi, küresel kapitalizmin ya da Amerikan gücünün çelişkilerinin ve sınırlarının olmadığı anlamına gelmez. Ancak bu çelişkilerin Amerikan devletinin ve kapitalistlerin bunlarla başa çıkma kapasiteleri, bu çelişkilerden faydalanarak bunları yeni politik açılımlara dönüştüren karşıt güçlerin kapasiteleriyle birlikte ele alınması gerekir. İşçileri daha çok sıkıştırmak ve sermayeyi daha da güçlendirmek için gerekli zaman ve politik alan düşünüldüğünde, bu çelişkilerin katlanması olanaklı hale gelir. Sermayenin ve devletin bu çelişkileri içerebilme becerisini sınırlandırabilecek bir işçi sınıfı olmadığında ve krizlerin yönetiminde kapitalist devletler arasında işbirliği devam ettiği sürece, sistem ara sıra sendeleyecek, ama var olmaya devam edecektir. Kısacası çelişkiler ve krizler, sınıftan ve imparatorluktan ayrı düşünülemez. Amerika’nın ciddi ekonomik krizlere girerek çökeceğine dair uğursuz tahminlerde bulunarak kendimizi ve başkalarını heyecanlandırmamalıyız. Kapitalizmi ve imparatorluğu lanetlemek için, işlerin daha kötüye mi gitmesi gerekiyor gerçekten? İşlerin daha da kötüye gideceği korkusunun, o kadar da kötü olmayan bir geçmiş için duyulan umarsız özlemden doğan bir nostaljiyi değil de siyaseti kolaylaştıracağına mı inanıyoruz gerçekten? Var olduğu haliyle dünya değişim diye bağırıyor ve asıl mesele, dünyayı dönüştürene kadar var olan güçlere karşı çıkma kapasitesini ve güvenini oluşturacak alternatif politik kurumların yaratılıp yaratılamayacağı meselesidir. 119 Küresel bir kapitalizmi yönetmenin karmaşıklığının, Amerikan imparatorluğunun yerel ve sektörel krizlerin oluşmasına engel olamayacağı anlamına geldiğine kendimiz de inanıyoruz. Bu yönetim ancak karmaşık olabilir; çünkü bunun, neoliberal yönetim biçimine eşlik eden finansal kırılganlığa rağmen başarılması ve bir devletler çokluğu aracılığıyla (her bir devletin kendi içindeki güç dengelerinin her şeyi daha da karmaşıklaştırmasıyla birlikte) gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ancak geçtiğimiz çeyrek yüzyılda da olduğu gibi, bu krizleri içerebilme kapasitesinin de tükendiğine ikna olmuş değiliz. Çin’in Amerikan imparatorluğuna rakip bir güç olma potansiyelini reddediyor da değiliz. Ancak bu potansiyel ile bu potansiyelin gerçekleşmesini (ki her şekilde bu uzun zaman alacak) birbirine karıştırmamalıyız. Finans rezervlerinin Asya’da birikiyor olması, kendi içinde küresel gücün merkezinde bir kayma olduğunu göstermez: Kaynakların toplanması ile bu kaynakların nasıl kullanılacağını şekillendirebilecek yapısal bir güce sahip olmak farklı şeylerdir. En önemli çelişkilerin Amerikan imparatorluğunun politik meşruiyeti ile ilgili sorunlardan çıktığını düşünüyoruz. Amerikan imparatorluğu, kapitalizm içindeki belli bir çelişkiden doğmuştur: Kendi sınırları içinde hukukun üstünlüğünün ve değer yasasının gelişimine katkıda bulunan devletler, uluslararası düzeyde kendi genişlemelerinin önünü kesmiştir. Ancak devletlerin, uluslararası alanda Amerikan imparatorluğunun himayesi altında ve dünyadaki devletlerin uluslararasılaşması yoluyla genişlemeleri daha da büyük bir çelişki yaratıyor: Özellikle neoliberalizm koşullarında değer yasasının dayattığı uluslararası disiplin, devletlerin meşrulaştırma işlevlerini sürdürdükleri kendi sınırları içindeki alanın altını daha da oyuyor. Birçok üçüncü dünya ülkesinde çelişki daha da derindir: Uluslararası bütünleşme, hukukun üstünlüğünün ve değer yasasının kendi sınırları içinde ortaya çıkabilmesi için daima önemli bir koşul olan ulusal birliğin gelişimine engel oluyor. Uluslararası değer yasasının baskısı altında ulusal gelişmenin bu şekilde engellenmesi, uluslararası finans kurumlarının, Güney’in uluslararasılaşmış devletlerinin ve son olarak da emperyal rolü giderek saklanamaz hale geldiği için Amerikan imparatorluğunun kendisinin meşruiyetinin altını oyuyor. Neoliberalizmin yalan vaatleri daha tam ve yaygın biçimde ortaya çıktıkça, emperyal istikrar açısından bu durum daha da sorunsal hale geliyor. Bu sorunun en keskin yaşandığı yer, büyümeye rağmen neoliberal küreselleşmenin genel bir gelişme yolu öneremediği Asya’daki üçüncü dünya ülkeleridir. Bu, sadece uluslararası finans kurumlarının değil aynı zamanda ABD’nin bunların üzerindeki açık liderliğinin ve kendi hükümetlerinin bu kurumlarla anlaşmasının meşruiyetini de ortadan kaldırıyor. Bu, genel bir direnişin (ve birinci dünyanın dayanışmacı desteğinin) önünü açıyor. Üstelik Amerikan devleti, ekonomik baskılar yoluyla dize getirmekte ve yeniden yapılandırmakta zorlandığı “şer” devletlerine askeri güçle doğrudan müdahale etmenin cazibesine (ki bu Komünizmin çöküşünden bu yana daha da arttı) her kapıldığında, bu, imparatorluğun meşruiyeti sorununu daha da büyütüyor. Bugün küresel adalet hareketinin gündemine sadece küreselleşmeyi değil Amerikan emperyalizmini sokan durum budur. İmparatorluğun merkezinde yer alan ileri kapitalist ülkeler içinde de, özellikle de neoliberal yeniden yapılanmanın yapısal engellere (bu engeller ister Japon bankalarının isterse Avrupa’daki emeğin direnişi biçimini alsın) çarpıyor olmasından dolayı meşruiyet sorunları yaşanıyor. ABD’nin kendisi açısından ise imparatorluğun maliyeti (Amerikan dolarını elinde tutan diğer devletler yoluyla) her ne kadar uluslararası düzeye aktarılsa da, maliyetin bir kısmı hâlâ Amerikan işçileri ve toplulukları üzerinde baskı yapacaktır. Buradaki soru, sosyal güvenlik üzerine tartışmaların – Wall Street’in açgözlülüğünün ötesinde– imparatorluğun yüklerine kadar genişletilip genişletilmeyeceğidir. Amerikan imparatorluğunun –“yeni gerçeklikler yaratmak”tan gelen– kibri, ABD’nin kendi içindeki sınıf mücadelelerine ilham verebilecek dışarıdaki direniş potansiyelini hafife almasıyla birlikte, sadece dışarıda aşırı yayılmasını değil aynı zamanda içeride aşırı güven yaratabilmesini sağlayabilir. Leo Panitch ve Sam Gindin, Towards a Theory of the Capitalist Imperial State, Nisan 2005, marxsite.com/ Towards a Theory of the Capitalist Imperial State 1April2.pdf conatus 120 Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 2001. Ulusüstü devlet argümanı için bkz. W. Robinson, A Theory of Global Capitalism: Production, Class and State in a Transnational World , Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2004. 2 Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Epos Yayınları, 2006. 3 A.g.e. 4 Buharin’in analizi Lenin’inkinden daha zengindir; ancak “ulus devletler arasındaki mücadele...”den başlamış olmasına rağmen, devlet analizi indirgemeci ve üstünkörü kalır. Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Bağlam Yayınları, 2005. 5 Bkz. ‘Global Capitalism and American Empire’, Socialist Register 2004, London: Merlin, 2003, s. 10. 6 Arrighi’nin 1970’lerin sonunda işaret ettiği üzere, “klasik emperyalizm teorileri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyatarihsel olayları, eğilimleri ve gelişim eğilimlerini yorumlamada ilgisiz kalmaktadır.” The Geometry of Imperialism, London: NLB, 1978, s. 160. Emperyalistler arası rekabet olasılığının üstünü örten bir dönemdeki Amerikan hakimiyeti bağlamında, Marksistler tarafından önceleri, çevreyi etkileyen gelişmiş kapitalist dünya içindeki bir rekabet ilişkisi olarak anlaşılan “emperyalizm” yeniden tanımlandı ve böylelikle merkez-çevre ilişkisi emperyalizmin özü haline geldi. Ancak burada da devletin teorileştirilmesi yetersiz kalır. Odak noktası, azgelişmişliği üreten ekonomik süreçlerdi ve birinci dünya içinde birliğin nasıl sağlandığına, üçüncü dünya devletleri ve toplumlarının küresel birikime hangi mekanizmalarla uyum sağladığına, Amerikan devletinin bu süreçleri başlatmak ve koordine etmekteki merkezi ve özgün rolüne neredeyse hiç ilgi gösterilmedi. 7 William Appleman Williams, Empire as a Way of Life (New York: Oxford University Press, 1980) içinden alınmıştır, s. 189. 8 Bkz. ‘Rebuilding America’s Defenses: Strategy, Forces and Resources for a New Century’, A Report of the Project for the New American Century. http://www.newamericancentury.org/ publicationsreports.htm; ve The National Security Strategy of the United States of America (Falls Village, Connecticut: Winterhouse, 2002). 9 G. Lundestad, ‘Empire by Invitation? United States and Western Europe 1945-52’, Journal of Peace Research 23 (3), Eylül 1986. Bkz. 1990’ları “yeniden davet”ler açısından tanımladığı United States and Western Europe since 1945 (Oxford: OUP, 2004). 10 Bkz. Greg Albo, ‘Contesting the New Capitalism,’ and our ‘EuroCapitalism and American Empire’, David Coates, der. Varieties of Capitalism, Varieties of Approaches içinde, (New York: Palgrave, 2005). 11 Bkz. Stephen Gill, Power and Resistance in the New World Order (New York: Palgrave, 2003) ve Saskia Sassen, Losing Control? Sovereignty in an Age of Globalization (New York: Columbia, 1996). 12 ‘Still Gushing Forth: The World Economy is awash with liquidity, pumped by America’, The Economist, 3 Şubat 2005. 13 Bkz. L. Seabrooke, US Power in International Finance, New York: Palgrave, 2001. 14 New York Times Magazine, 17 Ekim 2004. 1 conatus “Ona, hakikat aşıklarının fırtınalı ya da çamurlu sulardan korkmayacağını öğretmeye çalışıyorum. Asıl korkulması gereken sığ sulardır.” Irvin D. Yalom, Nietzche Ağladığında, çev. Aysun Babacan, Ayrıntı Yayınları, 1997, s. 228 conatus 122 123 KÜRESELLEŞME VE DEMOKRASİ M i c h a e l A n t o n i o H a r d t N e g r i İngilizceden çeviren: Selen Göbelez “Sonra İsa adama, ‘Adın ne?’ diye sordu. ‘Adım Tümen. Çünkü birçoğuz’ diyerek yanıt verdi adam.” Marcos 5:9 Hakim olan modern demokrasi nosyonu ulus-devletle yakından ilişkilidir. Demokrasinin günümüzdeki durumunu incelemek için, önce ulus-devletin değişen gücü ve rolüne bakmamız gerekir. Birçok teorisyen, “küreselleşme” kavramı altında gruplandırılan çeşitli olguların ulus-devletlerin gücünü aşındırdığını ve hatta tamamen ortadan kaldırdığını iddia ederken birçokları da bu saptamaya itiraz etmektedir.1 Sıklıkla bu, ya/ya da şeklinde bir önerme olarak ortaya konur: ya ulus-devletler hâlâ önemlidir ya da yeni bir küresel düzen vardır. Aslında her ikisi de doğrudur. Küreselleşme çağı ulus-devletin sonunu getirmemiştir; ulus-devletler ekonomik, politik ve kültürel normların kurulması ve düzenlenmesinde hâlâ son derece önemli işlevler üstlenmektedir. Ancak ulus-devletler, egemen otorite konumundan çıkarılmıştır. Egemenlik kavramı ve pratiklerine mercek tutmak, bu tartışmayı açıklığa kavuşturacaktır. Günümüz küresel düzenlemesini adlandırmak için İmparatorluk kavramını öneriyoruz. İmparatorluk, her şeyden öte, ulus-devlet egemenliğinin ardından gelen yeni bir egemenlik biçimine, hiçbir sınır tanımayan ya da daha doğrusu yalnızca esnek, akışkan sınırları tanıyan, sınırsız bir egemenlik biçimine gönderme yapar. İmparatorluk kavramını, İmparatorluğun birbirini takip eden üç klasik yönetim biçimini –monarşi, aristokrasi ve demokrasi– tek bir egemen yönetimde birleştirerek onların yerini alan antik Roma örneğinden ödünç alıyoruz. Günümüz İmparatorluğu aslında monarşiktir ve bu en çok da, atom silahları ve üstün askeri teknolojisi ile Pentagon dünyaya hükmettiğinde gördüğümüz gibi, askeri çatışma dönemlerinde belirginleşir. DTÖ, Dünya Bankası ve IMF gibi ulusüstü ekonomik kurumlar da, küresel işleyiş üzerinde monarşik bir hakimiyet uygularlar. Ne var ki, İmparatorluğumuz aynı zamanda aristokratiktir de, yani sınırlı bir elit aktörler grubu tarafından yönetilir. Ulus-devletlerin gücü burada merkezidir; çünkü birkaç hakim ulusdevlet, küresel ekonomik ve kültürel akışı bir tür aristokratik yönetim yoluyla idare eder. Bu conatus 124 ulusların aristokrasisi, örneğin G8’ler toplandığında ya da BM güvenlik konseyi yetkesini kullandığında açıkça ortaya çıkar. En büyük ulusötesi şirketler de, uyum içinde ve çatışmalı olarak bir tür aristokrasi oluştururlar. Ve son olarak İmparatorluk, her ne kadar aşağıda da göstereceğimiz gibi bu temsiliyet iddiası yanılsamalı olsa da, küresel olarak insanları temsil ettiğini iddia etmesi anlamında demokratiktir de. Hakim olanlar ve bağımlı olanlarla birlikte tüm ulus-devletler grubu, kendi halklarını bir şekilde temsil ettikleri varsayıldığı oranda temel bir rol üstlenirler. BM genel meclisi, belki de bu ulusların demokrasisinin en önde gelen sembolüdür. Ulus-devletlerin aslında halklarını yeterince temsil etmediklerini fark ettiğimizde, demokratik ya da temsili kurumlar olarak Sivil Toplum Kuruluşlarına (STK) başvurabiliriz. Demokratik ya da temsili mekanizmalar olarak çok çeşitli olan STK’ların işleyişi, burada tüm yönleriyle ele alamayacağımız çok karmaşık ve önemli bir sorudur. Kısaca İmparatorluk, kendi mantığı içinde bütün bu üç klasik yönetim biçimi ya da düzeyini (monarşi, aristokrasi ve demokrasi) kapsayan tek bir egemen öznedir. İmparatorluk, diğer bir deyişle, kendi kuruluşu içinde farkı içerme ve idare etme yeteneği açısından diğerlerinden farlı bir egemenlik biçimidir. Bu perspektiften baktığımızda, ulus-devletlerin işlevleri ve yetkelerinin ortadan kalkmadığını görürüz. Belki de, ulus-devletlerin birincil işlevlerinin –paranın regülasyonu, ekonomik akış, nüfus göçleri, yasal normlar, kültürel değerler, vb.– önemini koruduğunu, ama küreselleşme süreçleri sonucunda dönüştüğünü söylemek daha doğru olacaktır. Niteliksel anlamda radikal değişimin daha çok egemenlik açısından olduğunu görmek lazım. Ulus-devletler, artık modern dönemde olduğu gibi egemen ya da en yüksek otorite rolünü iddia edemezler. İmparatorluk, artık nihai otorite olarak ulus-devletlerin üzerinde durur ve aslında yeni bir egemenlik biçimi sunar. Ancak bunun yalnızca hakim ulus-devletler bakış açısından büyük bir tarihsel değişim olduğunu vurgulamamız gerekir. Bağımlı uluslar hiçbir zaman gerçekten egemen olmamışlardı. Birçok ulus-devlet için moderniteye giriş, ulusun üstlenebileceği herhangi bir egemenliğin altını oyan ekonomik ve politik bağımlılık ilişkilerine girmek demekti. Egemenlik biçimindeki bu geçiş –ulus-devlette konumlanan modern egemenlikten, conatus günümüz postmodern emperyal egemenliğine geçiş– yine de hepimizi etkiler. Ulusal egemenliğin hiçbir zaman bir gerçeklik olmadığı yerlerde bile İmparatorluğa geçiş, düşünme biçimlerimizi ve politik olanaklarımızın menzilini dönüştürmüştür. İmparatorluk ışığında, politik felsefenin tüm kilit kavramlarını yeniden ele almalı ve düşünmeliyiz. Gerçekleşmemiş Demokrasi, Gerçekleştirilemez Demokrasi Bu, bizi her şeyden önce demokrasi kavramına götürür. Hakim modern demokrasi nosyonu, başta belirttiğimiz gibi, ulusal sınırların içindeki ve ulusal egemenliğe bağlı temsiliyet kurumları ve yapılarına dayalıydı.2 Demokratik ulusal kurumlarda temsil edilen halktı ve dolayısıyla modern ulusal egemenlik halk egemenliği biçimini alma eğilimindeydi. Diğer bir deyişle, ulusun egemen olduğu iddiası halkın egemen olduğu iddiası ile özdeşleşme eğilimindeydi. Peki halk kim ya da nedir? Halk doğal ya da ampirik bir varlıktır; tüm bir nüfusu toplayarak ya da hatta ortalamasını alarak halkın kimliğine ulaşılamaz. Halk, aksine, nüfustan bir birlik yaratan bir temsildir. Burada üç öğe merkezi önem taşır. İlk olarak, Hobbes ve tüm modern geleneğin vurguladığı gibi, halk birdir. Halk ancak bir özdeşlik, bir birlik olarak egemen olabilir. İkincisi, halkın kuruluşunun anahtarı temsiliyettir. Halkın ampirik çoğulluğu, temsiliyet mekanizmaları yoluyla özdeş kılınır –ve burada temsiliyet kavramının hem politik hem de estetik anlamlarını dahil etmemiz gerekir. Son olarak, bu temsiliyet mekanizmaları bir ölçü nosyonu ve koşuluna dayalıdır –burada ölçü ile, niceliğin ölçülebilir olmasından çok sınırlandırılabilmesini kastediyoruz. Sınırlandırılmış ya da ölçülmüş bir çoğulluk, bir birlik olarak temsil edilebilir, ama ölçülemez, sınırsız olan ise temsil edilemez. Halk kavramının ulusal sınırlarla tanımlanan bir alanla yakından ilişkili olmasının bir nedeni budur. Kısaca, halk ne doğrudan ne de ebedi ve ezeli bir kavramdır, belli bir toplumsal oluşum ve tarihsel döneme özgü karmaşık bir sürecin sonucudur. Bu karmaşık durumu bir anlığına basitleştirebilir ve seçim sürecinin en azından ideolojik olarak en önemli 125 parçası olduğu yalnızca kurumsal, politik temsiliyet mekanizmalarını ele alabiliriz. Örneğin, “bir kişi, bir oy” nosyonu, çeşitli modern halkçı temsiliyet ve egemenlik tasarılarının meylettiği ideallerden birisiydi. Burada bu halkçı temsil tasarısının her zaman için eksik ve aslında büyük oranda yanılsamalı olduğunu söylemeye bile gerek yok. Modern demokratik toplumlarda, halkçı temsiliyet mekanizmalarının zaten uzun süredir çok önemli eleştirileri yapılmakta. Seçimleri, yönetici sınıfın hangi üyesinin bir sonraki iki, dört ya da altı yıl için kötü bir şekilde temsil edeceğini seçme fırsatı olarak tanımlamak belki de bir abartmadır; ama bunun içinde kesinlikle bir miktar gerçeklik yatar ve oy kullananların sayısındaki düşüş, şüphesiz seçim kurumları yoluyla halkçı temsiliyetin krizinin bir belirtisidir. Ne var ki, biz bugün halkçı temsiliyetin çok daha temel ve kökten bir şekilde altının oyulduğunu düşünmekteyiz. İmparatorluğa geçişte ulusal uzam tanımı kaybolur, ulusal sınırlar (hâlâ önemli olmakla beraber) göreceleşir ve hatta ulusal tahayyüller istikrarsızlaşır. Ulusal egemenliğin yerini yeni ulusüstü gücün yani İmparatorluğun otoritesi aldıkça, politik gerçeklik ölçüsünü kaybeder. Bu durumda, halkı temsil etmenin imkânsızlığı gittikçe açık bir hale gelir ve dolayısıyla halk Küreselleşme çağı ulus-devletin sonunu getirmemiştir; ulus-devletler hâlâ ekonomik, politik ve kültürel normların kurulması ve düzenlenmesinde son derece önemli işlevler üstlenmektedir. Ancak ulus-devletler, egemen otorite konumundan çıkarılmıştır kavramı buharlaşmaya başlar. Kurumsal, politik perspektiften bakıldığında, emperyal egemenlik herhangi bir halk egemenliği kavrayışı ile bağdaşmaz ve hatta onu reddeder. Örneğin, Dünya Bankası, IMF ve DTÖ gibi ulusüstü ekonomik kurumları ele alalım. Büyük oranda bu kurumların gerektirdiği koşulluluk, ekonomik ve toplumsal politikalara dair kararları ulus-devletlerin elinden alır. En bariz olarak bağımlı ulus-devletler ama aynı zamanda hakim olanlar da bu kurumların hakimiyetine tabidir.3 Bu ulusüstü ekonomik kurumların, –örneğin, bir şekilde halklarını temsil eden kimi ulus-devletlerin bu kurumlara temsilci atamasında olduğu gibi– en belirsiz ve soyut anlamı dışında halkı temsil etmediği ve edemeyeceği açıktır. Eğer bu tür kurumlarda temsiliyet aranırsa, kaçınılmaz olarak her zaman için bir “demokrasi açığı” olacaktır. Yani, bize göre bu kurumların halkçı temsilden bu denli tecrit edilmiş olmaları hiç de rastlantı değildir. Bunlar, halkçı temsil mekanizmalarının dışında tutuldukları oranda tam olarak işleyebilirler. En iyi liberal Avro-Amerikalı küreselleşme kuramcılarından bazıları, küresel sistemi reforme etmemiz ve demokratik politik yönetim mekanizmalarını güçlendirmemiz gerektiğini ileri sürmekte; ama onlar bile, bu tür ulusüstü kurumların halkçı anlamda bir temsiliyeti üstleneceğini hayal etmemekte. Temel engellerden birisi, böylesi bir kavrayışta halkın kim ya da ne olduğunu belirleme problemidir. Muhtemelen insanlığın bütününü birleştirmek üzere, herhangi bir ulusal ya da etnik kavrayışının ötesine geçen bir küresel halk nosyonunun geliştirilmesi gerekir ki, bu, böylesi liberal kuramsallaştırmaların tümünün kapsamının oldukça dışında bir çaba olacaktır. O zaman Robert Keohane, Joseph Stiglitz, David Held, Richard Falk ve Ulrick Beck gibi önde gelen çeşitli liberal reformculara göre demokratik reformu oluşturan nedir? Aslında bu literatürde, demokrasi kavramının ne denli yaygın kullanıldığını ve ne kadar evrensel bir şekilde amaç olarak kabul edildiğini görmek çarpıcıdır. Demokratik reformun en büyük bileşenlerinden birisi daha çok şeffaflıktır –Glasnost ve Perestroyka’yı, belki de küreselleşme çağı için bir Gorbaçov projesi olarak anlamamız gerekir. Ne var ki, şeffaflığın kendisi demokrasi değildir ve temsiliyeti conatus 126 oluşturmaz. Bu literatürün hemen her yerinde sürekli bulunan bir başka kavram ise, (sıklıkla “yönetişim” nosyonu ile eşleştirilen) “hesap verebilirlik”tir. Hesap verebilirlik kavramı, halkçı temsil mekanizmalarıyla ilişkili olabilirdi; ama bu söylemlerde değildir. “Kime karşı hesap verebilir” diye sorulabilir ve işte o zaman, bu reformcuların, küresel kurumları küresel (ya da hatta ulusal) bir halka hesap verebilir kılmayı önermediklerini görürüz –halk kesinlikle yoktur. Aksine reform, küresel kurumları diğer kurumlara, özellikle de uzmanlar topluluğuna hesap verebilir kılmayı içermektedir. Eğer IMF, ekonomi uzmanları karşısında daha şeffaf ve hesap verebilir olsaydı, IMF’nin 1990’ların sonlarında Güneydoğu Asya’da dikte ettirdikleri gibi sonu felaketle biten politikaları uygulamasının önüne geçilebilirdi. Bu tartışmalarda “hesap verebilirlik” ve “yönetişim” kavramlarının kullanımına dair en merkezi ve ilginç şeylerden biri ise, politik ve ekonomik dünyaların her ikisinde de bu kavramların rahatça dolanıp durmasıdır. Hesap verebilirlik ve yönetişim, kapitalist şirketlerin teorik kelime dağarcığı içinde uzun süredir merkezi kavramlar olagelmişlerdir.4 Hesap verebilirlik ve yönetişim, demokratik kontrolün halkçı ya da temsili bir biçimini kurmaya değil, ekonomik verimlilik ve istikrarı güvence altına almaya yönelmiş gibi görünmekte. Sonuç olarak, “demokrasi” kavramı literatürde sürekli bulunsa da, modern liberal biçimi içinde bir küresel demokrasi versiyonu –yani halkçı bir temsiliyet olarak–gündemde bile değildir. Aslında, bu teorisyenleri küresel bir temsiliyet tasarısını tahayyül etmekten alıkoyan en büyük kavramsal engel tamamen halk kavramı gibi görünmekte. Küresel halk kimdir? Bugün halkı siyasal bir özne olarak kavramak ve dahası kurumsal olarak onu temsil etmek imkânsız görünmekte.5 Bu kurumların demokratik reformu sorusu üzerine düşünmeyi, yalnızca reformist teorisyenlerin argümanlarını ciddiye almak için değil, aynı zamanda ve daha da önemlisi, DTÖ, Dünya Bankası ve IMF’ye karşı protesto hareketlerinin çeşitli kesimlerinde de bu söylem oldukça yaygın olarak bulunabildiği için önemsedik. Kimi gruplar, örneğin sendika ya da STK’ların da temsiliyetini talep ederek bu kurumların kendi karar alma süreçlerinde daha geniş bir içerme ve temsiliyet istemekteler. Bu tür taleplerin kimi olumlu sonuçları olabilir; ama nihai olarak üstesinden conatus gelinemez engellerle karşı karşıya kalacaklardır. Bizim argümanımız, tüm bunları çok daha genel bir düzleme sıçratır. Eğer demokrasiyi, halkı temsil eden egemen bir otorite olarak kavrıyorsak, o zaman emperyal çağda demokrasi yalnızca gerçekleşmemiş değil, aynı zamanda gerçekleştirilemezdir de. Çokluğun Demokrasisi Bu yüzden, günümüze uygun bir demokrasiyi keşfetmek için, temsiliyete dayanmayan ya da farklı şekilde temsili olan yeni demokrasi biçimlerini incelememiz gerekir. Modern demokrasi nosyonunun ulusal egemenlikle ve sabit bir ulusal mekânla yakından bağlı olduğunu, kısaca modern nosyonun ölçüye dayandığını daha önceden belirtmiştik. Şimdi de, dikkatimizi denklemdeki diğer öğe olan halkı daha fazla incelemeye yöneltelim. Daha önce söylediğimiz gibi, halk temsiliyetin bir ürünüdür. Modern siyaset teorisinde halk, Hobbes’tan Rawls’a kadar tüm modern liberal kuramcıların açıkladığı üzere, burjuva toplumunun temel sözleşme eyleminin ürünü olarak en güçlü biçimde şekillenir. Sözleşme, nüfustan birleşik bir toplumsal beden oluşturur. Ne var ki, bu sözleşme eylemi ise mevcut değildir, yanıltıcıdır ve hükmü geçmiştir. Sözleşme, hiçbir antropolojik ya da tarihsel olgu onun gerçekliğini varsaymamızı sağlamadığı için mevcut değildir. Aksine sözleşme, temeline dair herhangi bir hatırayı reddeder ve bu, kesinlikle onun şiddetinin, farkı kökten bir şekilde inkâr edişinin bir parçasıdır. Sözleşme ikinci olarak, onu biçimlendiren özneler aslında eşit değilken kurduğu halkın eşit olarak sunulması anlamında yanıltıcıdır; onu temellendiren adalet ve meşruiyet kavramları, nüfusun geri kalanı üzerinde tahakküm ve sömürü gücü uygulayan en güçlülere hizmet eder. Sözleşme yoluyla oluşan böylesi bir halk kavramı, son olarak da, sermaye tarafından düzenlenen bir topluma bel bağladığı için hükmü geçmiştir: Sözleşmecilik, halk ve sermaye aslında çoğulluğu birliğe, farkları türdeş bir bütünlüğe, nüfusun tüm tekil yaşamlarının zenginliğini, bazılarının yoksulluğuna ve diğerlerinin iktidarına dönüştürme işlevi görür; fakat bu artık işlemez: Emek, 127 ihtiyaçlar ve arzular, değerin kuruluşunun, hayal gücünün özgürleşmesinin ve toplumun örgütlenmesinin riskleriyle karşılaştığında, sermayenin komutasını memnunluk veren bir avuntu ve bir güvenlik kaynağı olarak kabul edecek kadar perişan olduğu oranda, bu işliyordu. Ancak bugün işler değişmiştir. Bugün söz konusu olan, bizim devasa zekâmız ve elbirliği gücümüzdür: Bizler güçlü özneler çokluğuyuz, zeki canavarlar çokluğuyuz. Bu yüzden, kavramsal merceğimizi halktan çokluğa çevirmemiz gerekmekte. Çokluk, sözleşmeci terimlerle –ve genel olarak da aşkınlık felsefesinin terimleriyle kavranamaz. En genel anlamda, çokluk temsiliyete meydan okur; çünkü birçoktur, sınırsızdır ve ölçüsüzdür. Halk, bir birlik olarak temsil edilir; fakat çokluk, modernitenin erekselci ve aşkın rasyonalizmlerinin karşısında duran koca bir canavardır. Halk kavramının aksine, çokluk kavramı tekil bir çoğulluktur, somut bir evrenselliktir. Halk sosyal bir gövde oluşturuyordu; ama çokluk yaşamın canlı bedenidir. Eğer çokluğu bir yanda halkla karşı karşıya koyuyorsak, diğer yanda da kitleler ya da yığınlarla karşı karşıya koymamız gerekir. Kitleler ve yığınlar sıklıkla, tam da bu kadar kolaylıkla manipüle edildiği için tehlikeli ve şiddetli olan, irrasyonel ve edilgen bir toplumsal gücü ifade etmek için kullanılır. Aksine, çokluk ise etkin bir toplumsal aktördür –eyleyen bir çoğulluktur. Çokluk, halk gibi bir birlik değildir; ama kitleler ve yığınların aksine onun örgütlü olduğunu görürüz; aktif, kendi kendine örgütlenen bir faildir. Çokluk kavramının bir büyük avantajı da, kitlelerin korkusuna dayanan tüm modern argümanları ve hatta sıklıkla bizi kendi tahakkümümüzü kabul etmeye ve hatta bunu istemeye zorlama konusunda bir tür şantaj işlevi gören çoğunluğun tiranlığı hakkındaki argümanları da bertaraf etmesidir. İktidarın perspektifinden ise çokluk ile ne yapılabilir? Aslında onunla yapılacak hiçbir şey yoktur; çünkü öznenin birliği (halk), bileşiminin biçimi (bireyler arasındaki sözleşme) ve yönetim tarzı (ayrı ayrı ya da birleşik olarak monarşi, aristokrasi, ve demokrasi) arasındaki bağ paramparça olmuştur. Maddi olmayan emek-gücü ve elbirliği içindeki canlı emeğin hegemonyası yoluyla üretim tarzının kökten değişimi –bu ontolojik, üretken, biyopolitik devrim– “iyi yönetimin” parametrelerini altüst etmiş ve kapitalizmin baştan beri hayal ettiği kapitalist üretim için işleyen bir topluluk yönündeki modern tasavvuru yıkmıştır. Kısa bir parantez açalım. Modernitenin bir devrim biçiminde ortaya çıktığı on beşinci ve on altıncı yüzyıllar arasında, devrimciler kendilerini canavar olarak hayal etmişlerdi. Gargantua ve Pantagruel, çağlar aşıp bize gelerek daha özgür olma yönündeki devasa görevi bize öneren özgürlük ve icadın en uç örnekleri ve devlerin simgesi görevini görebilirler. Bugün doğa ve tarihi, emek ve politikayı, sanat ve icadı, “genel zekâ”nın, maddi olmayan emeğin hegemonyasının, çokluğun soyut etkinliğinin, yeni tutkularının doğuşunun insanlığa sunduğu yeni gücü göstermek üzere bir araya getirecek yeni devlere ve canavarlara ihtiyacımız var. Yeni bir Rabelais’ye ya da gerçekte birçok Rabelais’ye ihtiyacımız var. Spinoza ve Marx, çokluğun demokrasisinden ya da daha doğrusu artık monarşi ve aristokrasinin yanı sıra klasik yönetim biçimlerini içine alan demokrasi ile hiçbir alakası olmayan bir demokrasi biçiminden bahsediyorlardı. Spinoza’nın savunduğu demokrasi –sınırsız ve ölçülemez olması anlamında mutlak– mutlak demokrasi dediği bir şeydi. Dolayısıyla Spinoza, toplumsal sözleşme ve sınırlı toplumsal bedenleri bir kenara atmıştı. Mutlak demokrasinin, klasik yönetim biçimlerinin teorisinin (ve mistikleştirici pratiklerinin) dışında olduğunu söylediğimizde, aynı zamanda demokrasiyi emperyal kurumların reformu yoluyla gerçekleştirme yönündeki herhangi bir çabanın da boş ve nafile olacağını kastediyoruz. Dahası, çokluğun demokrasisini gerçekleştirmenin yegâne yolunun da devrim yolu olduğunu kastediyoruz. Peki emperyal dünyaya uygun bir devrimci demokrasi çağrısı yapmak ne anlama gelir? Bu noktaya kadar, sadece bunun ne olmadığı üzerinde durduk. Bu, artık ulus kavramına bağlı bir şey değildir (bilâkis, artan şekilde ulusa karşı mücadelelerle tanımlanmaktadır). Ayrıca, bunun halk kavramına denk düşen bir şey olmadığını ve aslında farklı olanı da bölünmez bir birlik olarak temsil etme yönünde bir girişime karşı durduğunu da gördük. Bu noktada, çokluğun demokrasisini anlamamıza yardım etmesi için başka kavramlara bakmamız gerekmekte. Çokluğun mutlak demokrasisinin yeni içeriğini ele alırken, karşı-güç kavramı temel görünmekte. conatus 128 Modern Karşı-Güç ve Modern Ayaklanmanın Paradoksları Karşı-güç kavramı, esasen üç öğeden oluşur: direniş, ayaklanma ve kurucu güç. Gelgelelim, hakim demokrasi kavramı gibi hakim karşı-güç kavramının da modernitede ulusal uzam ve ulusal egemenlik tarafından tanımlandığını görmek önemlidir. Bunun sonucu ise, modern dönemde –en azından Fransız Devrimi’nden itibaren ve uzun sosyalist ve komünist ajitasyon evresi boyunca– karşı-gücün üç öğesinin (direniş, ayaklanma ve kurucu güç) birbirine dışsal olarak görülme eğiliminde olması ve dolayısıyla farklı stratejiler ya da en azından devrimci stratejinin farklı tarihsel uğrakları işlevi görmesi olmuştu. Öğeler bir kez böyle bölündü mü, bütün bir karşı-güç kavramı, öğelerinden birine, ayaklanma kavramı ya da gerçekten iç savaş kavramına indirgenmeye yüz tuttu. Lenin’in politik düşüncesi bu açıdan örnek teşkil eder. Lenin için karşı-güç –yani, onun sözleriyle proleter iktidarın burjuvaziye karşı yükselişinden oluşan iktidarın ikiliği– ancak kısa bir süre için, kesin olarak isyan döneminde varolabilirdi. Lenin için esas olarak sendikal ücret mücadelesi biçimini alan direnişin önemli bir politik rolü vardı; ama bu, devrimci süreçten temel olarak ayrıydı. Kurucu güç ise Lenin’in bakışında ortadan kalkma eğilimindeydi; çünkü kurucu gücün her gelişmesi, doğrudan yeni devletin bir öğesi haline geliyordu, yani yeni bir kurulu güce dönüşüyordu. Dolayısıyla, Lenin için devrimci karşı-güç kavramından geriye kalan, asıl olarak burjuvazinin diktatörlüğüne karşı büyük isyan, ya da gerçekte iç savaş, gücüydü. conatus Modern karşı-güç nosyonunun nasıl ayaklanmaya indirgendiğini görür görmez, modern ayaklanmanın koşulları ve kaderine daha yakından bakmalıyız. Paradoksal ve trajik olarak, modern komünist ayaklanma kazanmayı başardığında bile, aslında kaybetmişti; çünkü derhal birbirini izleyen ulusal ve uluslararası savaşların içine hapsolmuştu. En sonunda, ulusal ayaklanmanın gerçekte bir yanılsama olduğu netleşir. Paris Komüncüleri, 1871’de tüm modern komünist ayaklanmaların modelini ortaya koydular. Onların örneği, kazanma stratejisinin uluslararası savaşı iç savaşa –ulusal, sınıf savaşına– çevirmek olduğunu öğretmişti. Uluslararası savaş, ayaklanmayı başlatma olanağının koşuluydu. Paris’in kapılarında Prusyalılar, yalnızca Louis Bonapart’ın İkinci İmparatorluk’unu devirmekle kalmadı, Thiers ve Cumhuriyet’in yıkılmasını da mümkün kıldı. Silahlı Paris silahlı devrimdir! Kırk yıl sonra, Bolşeviklerin de ayaklanmanın koşulu olarak Avrupa içi bir savaşa, yani 1. Dünya Savaşı’na ihtiyacı vardı. Ve bir kez daha, ulusal düşman olan Almanlar olanağın bir koşulu gibi davrandı. Bolşevikler de, uluslararası savaşı iç savaşa çevirdi. Modern ayaklanma trajedisi, ulusal iç savaşın doğrudan ve zorunlu olarak uluslararası savaşa –ya da gerçekte birleşik uluslararası burjuvaziye karşı bir savunma savaşına– dönüşmesidir. Adamakıllı bir ulusal iç savaş, ulusal bir zafer, yalnızca yeni ve sürekli bir uluslararası savaşa yol açtığı sürece gerçekten mümkün değildir. Bu nedenle, muzaffer ayaklanmayı hapseden ya da onu sürekli bir askeri rejime doğru çarpıtan, ulusal komünist ayaklanmayı mümkün kılanla tamamen aynı koşullardır –yani, uluslararası savaştır. Paris Komüncüleri bu ikili çıkmaza sıkışmışlardı. Marx, Komün’ün hatalarını açıkça gördü; ama önlerindeki diğer seçeneklerin de eşit şekilde hatalı olacağını göstermedi. Tercih ya Merkez Komiteye tüm iktidarı verip Versailles’da burjuvazinin ordusuna karşı yürümek –yani askeri bir rejim olmak– ya da yenik düşüp katledilmekti. Versailles’da da zaferle sonlanmayacaktı. Prusya ve İngiltere yönetici sınıfları buna izin vermezdi. Komün’ün zaferi, bitmek bilmeyecek bir uluslararası savaşın başlangıcı olurdu. Sovyet zaferi ise bu açmazı doğruladı. Rusya’daki askeri zafer, yani ulusal burjuvazinin tamamen yenik düşmesi, yetmiş yıl sürecek uluslararası (önce sıcak sonra da 129 soğuk) bir savaşı başlatmaktan öteye gitmedi. Soğuk Savaş sırasındaki ayaklanma da aynı yapının altında işledi; ama sadece, uluslararası savaşı özsel biçimine indirgeyerek modeli geliştirdi. Soğuk Savaş, modern ayaklanmanın koşullarını sürekli bir biçime sabitledi. Bir yanda, halihazırda sınıfsal terimlerle kodlanmış sürekli bir uluslararası savaş hali vardı. İki karşıt güç arasındaki temsili yapı, tüm yeni hareketlere kendi kodlarını dayattı. Alternatif ise, bir ayaklanma hareketi süper güçlerden birinin yardımını isteyecek ya da onları birbirine kırdıracak olduğundan, maddi terimlerle belirleniyordu. Ulusal ayaklanma formülü hazır reçeteydi. Ama aynı şekilde hazır ve kaçınılmaz olan ise ulusal ayaklanmanın sınırlarıydı. Hiçbir hareket Soğuk Savaş alternatifinden kaçamazdı. Kendilerini esas olarak sınıfsal terimlerle ifade etmeyen isyan hareketleri bile –Asya ve Afrika’da sömürge karşıtı hareketler, Latin Amerika’da diktatörlük karşıtı hareketler, ABD’de siyah hareketleri– kaçınılmaz bir şekilde büyük çekişmenin bir tarafında temsil edilmek zorunda kalıyordu. Soğuk Savaş sırasındaki ulusal ayaklanma nihai olarak yanılsamalıydı. Galip gelen ayaklanma ve devrimci ulus, sonuç olarak büyük Soğuk Savaş satranç oyununda sadece bir piyondu. Bu modern ayaklanmaların kısa tarihinden çıkan sonuçların günümüzdeki anlamı iki olgu, ya da daha doğrusu iki yönü olan bir olgu merkezinde toplanır. Bir yanda, bugün ulusal egemenliğin çöküşü ve İmparatorluğa geçişle modern ayaklanmanın düşünülmesini ve zaman zaman uygulanmasını sağlayan koşullar ortadan kalkmıştır. Bu yüzden, bugün ayaklanmayı düşünmek bile imkânsız görünüyor. Öte yandan, ortadan kalan bir diğer şey de, aynı zamanda modern ayaklanmayı ulusal ve uluslararası savaşlar arasındaki bitmek bilmeyen oyuna hapseden koşulun kendisidir. Dolayısıyla, bugün ayaklanma sorusunu ele alırken hem büyük bir zorluk hem de muazzam bir olanakla karşı karşıyayız. Şimdi geriye, karşı-güce dair daha genel bir değerlendirmeye geçelim. Canavarın Teninin Karşı-gücü Ulus-devlet egemenliğinin bugünkü zayıflamasıyla beraber bir kez daha bir bütün olarak karşı-güç kavramını, kavramsal temellerine geri dönerek incelemek mümkündür. Bugün direniş, ayaklanma ve kurucu güç arasındaki ilişki mutlak olarak sürekli bir ilişki olma olanağına sahiptir ve bu uğrakların her birinde icat gücünü ifade etme olanağı vardır. Diğer bir deyişle, üç uğrağın her biri (direniş, ayaklanma ve kurucu güç) ortak bir politik ifade aracı oluşturarak birbirine içsel olabilir. Bu karşı-gücün içinde (ve ona karşı) harekete geçtiği bağlam, artık ulus-devletin sınırlı egemenliği değil, İmparatorluğun sınırsız egemenliğidir; bu yüzden karşı-güç de sınırsız ve ölçüsüz bir şekilde düşünülmelidir. Burada yeni ve heyecan verici bir teorik ve politik sorunsalla karşı karşıyayız. Günümüz emperyal koşullarında direniş, ayaklanma ve kurucu güç kavramlarını –ve içsel bağlantılarını, yani bunların karşı-güç kavramı ve pratiğindeki birliklerini– yeniden düşünmeliyiz. Çağdaş teorik üretim alanına baktığımızda, bu alanda çalışmak üzere kimi araçlarımız olduğunu görürüz. Kesinlikle Michel Foucault’nun direniş kavramını geliştirmesinin yanı sıra onun çalışmasını takip eden diğer çalışmalar, örneğin antropolog James Scott’ın güçsüzlerin silahı nosyonu ve mikropolitik direniş üzerine tüm diğer çalışmalar, bu sorunsala dair araştırmaların temeli olmalıdır. Tüm bu çalışmaların en büyük sınırı, direnişin ayaklanma ve kurucu güçle içsel bağlarını keşfedememiş olmalarıdır. Diğer bir deyişle, direniş güçlü bir politik silah olabilir; ama tecrit edilmiş, bireysel direniş eylemleri iktidar yapılarını dönüştürmeyi asla başaramaz.6 Gelgelelim bugün karşı-gücün diğer iki bileşeni tamamen gelişmemiş bir şekilde durmaktadır. Bir ayaklanma kolektif bir isyan hareketidir; ama peki bugün ayaklanmanın terimleri nelerdir ve bugün nasıl pratiğe geçirilebilir? Ayaklanmayı bugün, modern dönemde çok kere olduğu gibi doğrudan iç savaşa çeviremeyeceğimiz açıktır, eğer ki “iç savaşla” ulusal uzam içinde bir savaşı kastediyorsak. Ayaklanma, aslında hâlâ tek bir toplumda tahakküm altında olanların yönetenlere karşı bir savaşıdır; ancak o toplum artık sınırsız bir küresel toplum, bir bütün olarak emperyal toplumdur. İmparatorluğa karşı böylesi bir ayaklanma nasıl pratiğe sokulabilir? Bunu kim sahneye koyacaktır? Direnişin mikropolitikası ile emperyal ayaklanma arasındaki içsel bağ nerdedir? Ve bugün kurucu gücü, yani yeni bir conatus 130 toplumsal ve politik kuruluşun ortak bir şekilde icadını nasıl kavramalıyız? Son olarak, direniş, ayaklanma ve kurucu gücü, üçünün de birlikte tam bir karşı-güç ve yeni bir alternatif toplumsal oluşumu kurduğu tek bir bölünmez süreç olarak düşünmeliyiz. Bunlar devasa sorulardır ve bunları yanıtlamanın daha ancak başındayız. Doğrudan bunlarla yüzleşmektense, pozisyonumuzu değiştirip tüm bir sorunsala farklı bir perspektiften yaklaşmalıyız. Akla uygunluğun prangalarından kurtulmanın, demokrasi ve toplum üzerine düşünmenin yaygın biçimlerini kırmanın ve daha yaratıcı ve özgün perspektifler geliştirmenin yollarını bulmalıyız. Karşıgücün, üç öğesinin –direniş, ayaklanma ve kurucu güç– en yakından tekabül ettiği en esaslı temeline bakarak başlayalım. Karşı-gücün birincil materyali, cisimsel ve zihinsel yönlerin çakıştığı ve birbirinden ayırt edilemez olduğu ortak canlı töz olan tendir. Maurice MerleauPonty, “ten, madde değildir, zihin değildir, töz değildir” diye yazar. “Onu tanımlamak için su, hava, toprak ve ateşten bahsetmek için kullanıldığı anlamda, yani genel bir şey ... nerede bir varlık parçası varsa bir varlık tarzı getiren bir tür cisimleşmiş ilke anlamında eski ‘öğe’ terimine ihtiyaç duyarız. Ten bu anlamda Varlığın bir ‘öğe’sidir.”7 Ten salt bir potansiyeldir; yaşamın biçimlenmemiş maddesi, varlığın bir öğesidir. Ancak teni, tüm niteliklerinden soyulmuş bir yaşam biçimini, negatif bir yaşam sınırını düşünen çıplak yaşam nosyonuyla karıştırmamaya dikkat etmek gerekir.8 Ten öteki yöne, yaşamın doluluğu yönüne yönelmiştir. Biz ten olarak kalmayız; ama ten bir varlık öğesidir; sürekli olarak tenimizden bir yaşam biçimi oluştururuz. Yaşam biçimlerinin gelişiminde, kendimizi bedenler çokluğu olarak keşfederiz ve aynı zamanda her bedeninin kendisinin bir –moleküller, arzular, yaşam biçimleri, icatlar– çokluğu olduğunu fark ederiz. Her birimizin içinde bir şeytanlar, ya da belki de melekler tümeni yatar –çokluğun temeli, sıfır noktası budur. Tene etki uygulayan ve ona biçim veren icat güçleridir, mekânın melezleşmesini ve doğanın başkalaşımlarını bir arada dokumak üzere tekillikler yoluyla işleyen güçlerdir –kısaca, varoluş tarzları ve biçimlerinde değişiklik yaratan güçlerdir. Bu bağlamda karşı-gücün üç öğesinin (direniş, ayaklanma ve kurucu güç) her bir tekillikten ve conatus Bugün halkı siyasal bir özne olarak kavramak ve dahası kurumsal olarak onu temsil etmek imkânsız görünmekte çokluğu oluşturan bedenin her hareketinden birlikte yayıldığı açıktır. Direniş eylemleri, kolektif isyan hareketleri ve yeni bir toplumsal ve politik kuruluşun ortak icadı, sayısız mikropolitik döngüden geçer –ve böylelikle çokluğun teninde yeni bir güç, bir karşı-güç, İmparatorluğa karşı bir canlı beden nakşedilmiştir. Emperyal iktidarın yarıklarının içinden ve emperyal iktidarın kendisine karşı sürekli olarak ortaya çıkan yeni barbarlar, canavarlar ve güzel devler işte burada doğarlar. İcadın gücü devasadır, canavar gibidir; çünkü ölçüsüzdür. Her gerçek icat eylemi, yani normu yeniden üretmeyen her eylem canavar gibidir. Karşıgüç, aşırı bir güç selidir ve bir gün sınırsız ve ölçülemez olacaktır. Bu sel ile sınırsız olan arasındaki gerilim, ten ve karşı-gücün devasa özelliklerinin büyük bir önem kazandığı yerdir. Biz (direnen, ayaklanan ve kurucu) canavarların tam bir tezahürlerini beklerken, emperyal sistemin, yani çokluğun güç istencinin günümüzdeki bastırılış biçiminin bu noktada sürekli olarak kriz tarafından kasıp kavrulmuş bir şekilde, darağacında, kenarda köşede ve istikrarsız olduğuna dair farkındalık giderek artar (Kenar, fark ve çıplaklığa dair zayıf felsefeler, emperyal hegemonyanın bedbaht bilinci ve gizemleştirici örnekleri olarak burada ortaya çıkar). Buna karşı, icat gücü (ya da gerçekten karşı-güç) tenden ortak bedenler yaratır. Bu bedenlerin, Hobbes ve diğer modern devlet kuramcılarının Leviathan’dan kutsal bir aygıt, yani el koyucu burjuvazinin pitbullunu yaratırken hayal ettikleri kocaman hayvanla hiçbir ortak noktaları yoktur. Bugün ele aldığımız çokluk, aksine, her biri akıl ve duygulanımın entelektüel ve maddi güçleriyle kesişen bedenler çokluğudur; insanı makineden ayıran eski sınırlara aldırmaksızın, özgür bir şekilde hareket eden cyborg bedenlerdir. Çokluğun bu çoklu bedenleri yeni 131 Küreselleşmenin ulus-devletlerin gücünü azaltmadığı ve küreselleşmenin bu anlamda bir efsane olduğu yönündeki en ayrıntılı ve etkili argümanı Paul Hirst ve Grahame Thompson sunar. Globalization in Question: The International Economy and the Possibilities of Governance, 2. Baskı. (Cambridge, Eng.: Polity, 1999). [Küreselleşme Sorgulanıyor, çev.: Çağla Erdem-Elif Yücel, Dost Yayınevi, 1998.] 2 Bu, David Held, Democracy and the Global Order (Stanford: Stanford University Press, 1995) kitabının temel argümanıdır. 3 Birçok yazar, karar alma sürecinin ulusal kurumlardan ulusüstü kurumlara geçişini ekonomik olanın siyasal olan üzerindeki tahakkümü olarak nitelendirip figan eder (ulus-devletin siyaseti yürütmenin yegâne bağlamı olduğu varsayımı ile). Bu yazarların çoğu, ekonomik pazarları toplumsal pazarların içine yeniden oturtma yönündeki argümanda Karl Polanyi’nin çalışmasına başvurur. Bkz. örneğin James Mittleman, The Globalization Syndrome (Princeton: Princeton University Press, 2000) ve John Gray, False Dawn (New York: The New Press, 1998). [Sahte Şafak, çev.: Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi, 1999]. Bizce, ekonomik olanı ve politik olanı bu şekilde ayırmak ve politik olanın özerkliği konusunda ısrar etmek bir hatadır. Ulusüstü ekonomik kurumların kendileri de politik kurumlardır. Temel fark ise, bu kurumların halkçı temsili göz önünde tutmamalarıdır. 4 Çağdaş küreselleşme tartışmalarında hesap verebilirlik kavramının analizleri için Craig Borowiak’a minnettarız. 5 Bu bakış açısından, politik bir Avrupa inşa etme projesi kimilerine küreselleşme çağında demokrasi bulmacasının bir çözümü gibi görünebilir. Buradaki hipotez, kıtanın ulusun yerine geçebileceği ve temsili demokrasi mekanizmalarını yeniden canlandırabileceği yönündedir. Ancak bu, bize yanlış bir çözüm gibi görünmekte. Tutarlı bir özne olarak Avrupa halkı kurumsal açıdan temsil edilebilse de, politik bir Avrupa egemen bir otorite iddiasında bulunamaz. Bölgesel güçler, ulus-devletler gibi, yalnızca İmparatorluğun nihai egemenliği altında işleyen öğelerdir. 6 Bize göre, direniş kavramını moleküler devrim kavrayışına doğru itme konusunda en ileri giden kişi, özellikle Deleuze ile çalışmasında, Félix Guattari olmuştur. 7 Maurice Merleau-Ponty, The Visible and the Invisible, der. Claude Lefort, çev. Alphonso Lingus (Evanston, Ill.: Northwestern University Press, 1968), s. 139. Aynı zamanda Antonin Artaud’nun ten kavramına bakın: “Entelektüel çığlıklar vardır, benliğin derinliklerinden gelen çığlıklar vardır. Ten ile kastettiğim budur. Düşüncemi yaşamımdan ayırmıyorum. Dilimin her titreyişinde, tenimdeki tüm düşünce patikalarının yeniden izini sürüyorum.” Antonin Artaud, “The Situation of the Flesh”, Selected Writings, çev. Helen Weaver (Berkeley: University of California Press, 1998), s. 110. 8 Bkz. Giorgio Agamben, Homo Sacer, çev. Daniel Heller-Roazen (Stanford: Stanford University Press, 1998). 1 yaşam biçimlerinin, yeni dillerin, yeni entelektüel ve etik güçlerin bitmek bilmeyen icadını sahneye koyarlar. Çokluğun bedenleri, sürekli olarak onu İmparatorluğun örgütlenmesi içinde denetlemeye çalışan kapitalist mantık içinde elde edilemeyecek canavarlar gibidir. Sonuç olarak, çokluğun bedenleri, disiplin ve normalleştirme güçlerine karşı hissiz, ama yalnızca kendi icat güçlerine karşı duyarlı tuhaf bedenlerdir. İmparatorluk çağında karşı-gücün oluşumunun anahtarı olarak icat güçlerine işaret ettiğimizde, ayrıcalıklı bir sanatçılar ya da filozoflar topluluğuna gönderme yapmayı kastetmiyoruz. İmparatorluğun politik ekonomisinde icat gücü, üretimin genel ve ortak bir koşulu haline gelmiştir. Maddi olmayan emek ve genel zekânın kapitalist ekonomide hakim bir konuma oturduğunu iddia ettiğimizde kastettiğimiz budur. Eğer daha önce ileri sürdüğümüz gibi, modernite ve Avrupa tarihinin bize miras bıraktığı hakim demokrasi biçimi –halkçı, temsili demokrasi– gerçekleşmemiş olmakla kalmayıp aynı zamanda gerçekleştirilemez ise, o zaman bizim alternatif bir çokluk demokrasisi önerimiz de ütopyacı bir hayal olarak görülemez. Eski demokrasi nosyonunun gerçekleştirilemezliği aksine bizi ileri götürmelidir. Bu, aynı zamanda emperyal tahakkümün tamamen içinde ve tamamen ona karşı olduğumuz ve hiçbir diyalektik patikanın mümkün olmadığı anlamına da gelir. Şimdi bize kalan tek icat, yeni bir demokrasinin, sınırsız ve ölçüsüz mutlak bir demokrasinin icadıdır. Yalnızca eşit bireylerin değil, elbirliğine, iletişime, yaratıcılığa eşit şekilde açık güçlerin, güçlü çoklukların demokrasisi. Burada önerilecek programlar yoktur –ve kim yirminci yüzyıl sona erdikten sonra bugün hâlâ böyle bir şeyi yapmaya kalkışabilir ki? Tüm modern kahramanlar –rahipler, gazeteciler, vaizler, politikacılar– emperyal gücün işine yarayabilir; ama bizim işimize yaramaz. Hepimizin içindeki felsefi ve sanatsal öğeler, ten üzerinde çalışma pratikleri ve onun indirgenemez çeşitliliği ile, sınırsız icadının gücü ile uğraşma –bunlar çokluğun belli başlı özellikleridir. Gerçekleşmemiş demokrasimizin ötesinde, gerçekleştirilmeyi bekleyen ortak bir yaşam vardır. Belki de çokluğun tenini ve zekâsını kaynaştırarak, muazzam bir sevgi cesareti yoluyla yeni, taptaze bir insanlık yaratabiliriz. conatus 132 133 DÜNYA: 2003 MAYIS’INDA YEDİ DÜŞÜNCE Y a r d ı m c ı K u m a n d a n M a r c o s İngilizceden çeviren: Öznur Karakaş Giriş İktidarın takvimi çözülür; büyük medya şirketleri, dünyanın siyasi sınıfı tarafından sahneye konan ve teşvik edilen saçmalıklar, trajediler arasında bocalarken, aşağılarda, sallanmakta olan modern Babil Kulesi’nin temellerinde hareketler dur durak bilmiyor; bunlar halen sendeleseler bile, bir ayna yahut mercek gibi sözü ve eyleme kudretini tekrar ele geçirmeye başlıyorlar. Yukarıdan ihtilaf siyaseti buyuruladursun, dünyanın temelinde ötekiler birbirleriyle ve farklı oldukları için aşağıda olan diğer ötekilerle buluşuyor. Sözü bir ayna ve mercek olarak yeniden inşa etme çabasının bir parçası olarak Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu, dünyadaki toplumsal ve siyasi hareketler ve örgütlerle yeniden diyalog kurmakta. Başlangıç olarak Meksika, İtalya, Almanya, İsviçre, İspanya devleti, Arjantin ve Amerika Topluluğu’ndan erkek ve kız kardeşlerle birlikte ortak bir tartışma gündemi oluşturmak için. Bu ne siyasi ve programatik sözleşmeler ne de yeni bir Enternasyonal kurma çabası... Kuramsal kavramları birleştirmek ve anlayışları standartlaştırmakla da bir ilgisi yok. Yalnızca ortak tartışma noktaları bulma ya da kurma çabası... Farklı yerlerden görülen ya da deneyimlenen kuramsal ve pratik imgeler inşa etmek gibi bir şey bu. Bu encuentro çabasının bir parçası olarak EZLN şu yedi düşünceyi ortaya koymaktadır. Bu görüşleri zaman ve mekân ufuklarına sabitlemek, bizim için kuramsal, pratik ve hepsinden önemlisi evrensel tahayyül sınırlarımızın farkına varmak demek. Bu da, tartışmak üzere bir dünya gündemi oluşturmaya ilk katkımız olsun. Görüşlerimize sayfalarında yer verdiği için Meksikalı Rebeldia dergisine minnettarız. Aynı şekilde İtalya, Fransa, İspanya devleti, Amerika Topluluğu ve Latin Amerika’da görüşlerimize yer veren yayınlara da... I. Kuram Siyasi ve toplumsal hareketlerde kurama (ve kuramsal analize) atfedilen önem aşikârdır. Ancak böylesi açık seçik olan her şey aslında bir sorunu gizler. Burada gizlenense, kuramın conatus 134 pratiğe etkileri ve pratiğin kuramsal “yankıları”... Burada “kuramcıyı” ya da “kuramsal analiz yapan kişiyi”, “entelektüel” ile bir tutmuyorum. Bu ikincisi çok daha geniş bir kavram. Kuramcı bir entelektüeldir; ancak bir entelektüel her zaman kuramcı değildir. Entelektüel (ve dolayısıyla kuramcı), hareketler üzerine görüş bildirme hakkını kendinde görür. Bu hakkı değil, görevidir onun. Kimi entelektüeller, daha da ileri giderek “iyi”, “kötü” unvanları dağıtıp düşüncenin ve eylemin yeni “siyasi komiserleri” haline gelirler. “Yargıları”, içinde bulundukları ve bulunmak hevesinde oldukları konumla ilintilidir. Biz bir hareketin, kendisine yöneltilen yargıları “geri çevirip” entelektüelleri hareketi tanımlayışlarına göre “iyi” ya da “kötü” olarak sınıflandırmasını doğru bulmuyoruz. Entelektüel karşıtlığı, kendini savunmanın yanlış anlaşılmış bir biçiminden başka bir şey değildir; bu yüzden, hareketin “ergenlik çağında” olduğunu gösterir. Biz sözün izler bıraktığına, izlerin yönleri tayin ettiğine, yönlerinse tanımlar ve sorumluluklar gerektirdiğine inanıyoruz. Sözünü bir hareketin lehine veya aleyhine adayanların, yalnızca bu hareket üzerine konuşma değil, aynı zamanda amaçlarını akıllarının bir köşesinde tutarak onu “bileme” sorumluluğuna da sahip olduğunu düşünüyoruz. “Ne için” ve “neyin karşısında” soruları, her daim söze eşlik etmelidir. Hareketi susturmak ya da sesini alçaltmak için değil, onu tamamlamak, etkili hale getirmek için... Yani söylediği şeyin duyması gerekenler tarafından işitilmesini sağlamak için... Bir toplumsal ve siyasi hareketin içinden kuram üretmekle, akademiden kuram üretmenin farklı şeyler olduğunu düşünüyoruz. Burada “akademi” derken sterillikten ve (aslında var olmayan) bir “bilimsel nesnellikten” söz etmiyorum; yalnızca bir hareketin “dışından” düşünmenin ve entelektüel üretimde bulunmanın yerinden bahsediyorum. Burada “dışında olmak”, “sempati” ya da “antipati”nin olmadığı anlamına gelmiyor. Yalnızca bu entelektüel üretimin hareketin içinden değil, daha çok üzerinden geldiğini gösteriyor. Böylece akademik analiz yapan kişi, geçmiş ve mevcut hareketlerin iyi ve kötü yönlerini, akıllıca adımları ve hatalarını değerlendirir ve yargılar; bununla da kalmaz, hareketin gideceği yöne ve kaderine ilişkin kehanetlerde bulunur. conatus Bazen bazı akademisyenlerin bir hareketi yönlendirmeye giriştikleri olur; yani, hareketin kendi yönergelerini takip etmesi gerektiğini düşünürler. Böylece akademisyenin harekete esas yaklaşımı, hareketin ona “uymadığı yönündedir”. Hareketin bütün hatalarının temelinde, akademisyen için açık olan şeyleri görmekten uzak olması yatmaktadır buna göre. Bu masa başı akademisyenleri arasında bellek eksikliği ve samimiyetsizlik (elbette her zaman olmamakla birlikte) yaygındır. Bir gün bir şey der, bir tahminde bulunurlar; bir başka gün bunun tam tersi gerçekleşir; ancak akademisyen belleğini yitirmiştir; bir önceki sefer dediklerini yok sayıp kuram oluşturmaya devam eder. Üstüne üstlük, okuyucularına ve dinleyicilerine saygı göstermek gibi bir kaygısı olmadığından dürüstlüğünü de yitirmiştir. Asla “dün böyle demiştim ama tam tersi oldu, hata yaptım” demez. Medyanın “bugününe” takılı kalan masa başı akademisyeni, “unutma” fırsatına sığınır. Bu akademisyen, aslında kuramsal abur cubur üretmektedir. Yani ürettiği şey dikkat çektiği halde, besleyici olmaktan uzaktır. Bazense hareket, kendiliğindenliğinin yerine bir akademinin kuramsal himayesini koyar. Bu durumda çözüm, genellikle yetersizliğin kendisinden bile daha zararlıdır. Akademi hata yaparsa “unutur”; hareket hata yaparsa yenilir. Zaman zaman hareketin önderliği, kendisine arka çıkan, pratiğinin tutarlılığına destek olan “kuramsal bir mazeret” arar. Hareket bu durumda, işte bunu sağlamak için akademiye başvurur. Böyle durumlarda kuram, eleştirel olmaktan uzak, retorik bir müdafaadan başka bir şey değildir. Bizler, hareketin (savunma değil) kendi kuramsal görüşlerini üretmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak bu şekilde, masa başı kuramıyla oluşturulması imkânsız olan, kendi hareketinin dönüştürücü pratiklerini kurama içerebilir. Hareketlerin ve örgütlerin içinden, onlarla birlikte çözümlemeler yapan ve kuramsal görüş bildirenleri dinlemeyi, onlarla tartışmayı tercih ediyoruz. Dışarıdan ve daha da kötüsü hareketin kendisinin pahasına düşünce üretenleri değil... Yine de kimin konuştuğuna değil nereden konuştuğuna dikkat ederek, bütün yorumları göz önünde bulundurmaya çalışıyoruz. Kuramsal düşüncelerimizde, eksiksiz ya da kaçınılmaz olaylardan değil de eğilimlerden bahsederiz biz. Henüz homojenleşmemiş ve hegemonik hale gelmemiş, 135 ama geri döndürülebilir (ve döndürülmesi gereken) eğilimlerdir bunlar... Zapatistalar olarak kuramsal fikirlerimiz, genelde kendimiz üzerine değil içinde hareket ettiğimiz gerçeklik üzerinedir. Bunlar doğası gereği yaklaşık fikirlerdir ve zamanla, mekânla, kavramlarla ve bu kavramların yapısıyla sınırlıdırlar. İşte bu yüzden, söylediğimiz ve yaptığımız şeylerde evrensele ve sonsuza ulaşma çabalarından uzak duruyoruz. Zapatismo üzerine sorulan soruların cevapları, kuramsal görüşlerimizde değil pratiğimizde saklıdır. Bizim açımızdan pratik, çok ağır ahlaki ve etik bir yük taşır. Yani biz, (her zaman başarılı olamasa da) hem kuramsal çözümlemelerimize hem de her şeyden önemlisi görevimiz olduğunu düşündüklerimize uygun olarak eylemeye çalışıyoruz. Biz her zaman tutarlı olmaya çalışıyoruz. Belki pragmatik (“kuramsız ve ilkesiz davranış”ın bir diğer adı) olmayışımızın nedeni budur. Öncüler, bir şeyi ya da birini yönetme gerekliliği hisseder. İşte bu bağlamda, akademik kuramcılarla birçok açıdan benzerlik gösterirler. Öncüler yönetmek için yola çıkar, bunun için çalışırlar. Hatta bazıları, siyasi çalışmalarında hatalarının ve sapmalarının bedelini üstlenmeye gönüllüdür. Akademisyenlerse değil... Biz, görevimizin başlatmak, takip etmek, eşlik etmek, kendimiz de dahil olmak üzere birileri ya da bir şey için alanlar bulmak ve açmak olduğunu düşünüyoruz. Bir ulus veya gezegendeki farklı direnişlere doğru çıkılan bir yolculuk, yalnızca keşif amaçlı olsa dahi sadece bir envanter değildir. Orada kişi, belki şimdiden çok geleceği sezer. Bu yolculuğun bir parçası olanlar, bu envanteri gerçekleştirenler sosyal bilimler masasının başında ekleme çıkarma yapanların göremeyeceği şeyleri keşfedebilirler. Yolcuyu ve gidilecek yolu kavramak için, doğru, ancak asıl önemli olan yolun ta kendisidir, yön ve eğilimdir. Fark ederek ve çözümleyerek, tartışarak ve münakaşa ederek yalnızca olup biteni bilmeyi ve anlamayı değil, aynı zamanda –ve hepsinden önemlisi– bu var olanı denemeyi ve dönüştürmeyi amaçlıyoruz. Bu güç aslında ekonomik, ideolojik ve toplumsal gücü dikkate almakla beraber, bunlarla ilişkisinde görece bir özerkliğe sahip olmuştur. İşte bu görece özerklik, ona “ileriyi görme” ve ulusal toplumları da bu geleceğe doğru yönlendirme kabiliyeti sağlamıştır. Bu gelecekte, ekonomi bir güç olmaya devam etmekle kalmamış, en önemli güç halini almıştır. Siyaset sanatında polisin sanatkârı, yani yönetici, askeri olanlar da dahil olmak üzere bilimde ve insan sanatlarında bilgi sahibi olan, uzmanlaşmış bir liderdir. Yönetme bilgeliği, devleti yönlendirmede farklı kaynakları uygun şekilde idare edebilmekten geçer. Bu kaynaklardan birine ya da diğerine daha fazla veya daha az başvurulması, farklı hükümet şekillerini ortaya koyar. Dengeli idare, siyaset ve baskı; ileri bir demokrasi. Daha fazla siyaset, daha az idare ve gizli baskı; popülist bir rejim... Daha fazla baskı, siyaset ve idare yoksunluğu; askeri diktatörlük... O zamanki uluslararası işbölümünde devlet adamları (ve Zapatismo üzerine sorulan soruların cevapları, kuramsal görüşlerimizde değil pratiğimizde saklıdır. Bizim açımızdan pratik, çok ağır ahlaki ve etik bir yük taşır. Yani biz, hem kuramsal çözümlemelerimize hem de her şeyden önemlisi görevimiz olduğunu düşündüklerimize uygun olarak eylemeye çalışıyoruz II. Ulus Devlet ve Polis Ulus Devletlerin tükenmeye yüz tutmuş tarihinde siyasi sınıf, karar-alma gücüne sahip sınıf olmuştur. conatus 136 devlet kadınları) gelişmiş kapitalizme aittirler. Deforme olmuş kapitalizmle yönetilen ülkelerin hükümetleri haydutlardan ibarettir. Askeri diktatörlük modernitenin asıl yüzünü gösterir; bu kana susamış, hayvani bir yüzdür. Demokrasiler, bu vahşi özü gizlemeye yarayan bir maske olmakla kalmamış, aynı zamanda Ulusları paranın daha iyi gelişme imkânları bulabileceği yeni bir döneme hazırlamıştır. Küreselleşme yani dünyayı dünya-çapına ulaştırmak, yalnızca dijital teknolojik devrimle belirlenmemiştir. Paranın her daim hazır bulunan enternasyonal tasarımları, amacına ulaşmasının yani tüm gezegeni kendi mantığına uygun olarak fethetmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yarayan araçları ve koşulları bulmuştur. Bu engellerden biri yani sınırlar ve Ulus Devletler, bir (dördüncü) Dünya Savaşı’nı yaşamış ve yaşamaktadır. Ulus Devletler, bu savaşa ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik kaynakları ve son zamanlarda yaşadığımız savaşların ve serbest ticaret anlaşmalarının da gösterdiği gibi hukuki koruma olmaksızın karşı durmaya çalışmaktadır. Tarih, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve sosyalist bloğun yenilgisiyle son bulmadı. Yeni Dünya Düzeni, halen paranın savaşında bir amaç... Ancak şu anda, ölüm sancıları içinde yardım eli uzanmasını bekleyerek savaş alanında yatıyor Ulus Devlet. Belli başlı karar alma aşamalarında siyasi sınıfın yerini alan idari kolektife “İktidar topluluğu” diyoruz. Bu grup, yalnızca ekonomik güce ve de sadece tek bir ulus içinde ekonomik güce sahip değildir. (“Anonim toplum” modeline göre) organik olarak bir araya gelmekten ziyade, bu “İktidar topluluğu” Ulus Devletlerden ve bunların siyasi sınıfından arta kalan boşluğu doldurmaya çalışıyor. “İktidar topluluğu” finansal kurumları (ve böylece bütün ülkeleri), medyayı, sanayi ve ticaret kuruluşlarını, eğitim kurumlarını, orduları, kamusal ve özel güvenlik kuvvetlerini kontrol etmekte. “İktidar topluluğu”, ulusüstü bir hükümete sahip bir Dünya Devleti istemektedir; ancak bunu inşa etmeye girişmez. Küreselleşme, insanlık adına travmatik bir deneyim olmuştur, doğru; ancak bu özellikle de iktidar topluluğu için geçerlidir. Herhangi bir arabuluculuk olmaksızın barrios’lardan ve topluluklardan Hiper-Polis’e, yerelden küresele geçiş yapmanın yükü altında ezilen iktidar topluluğu, ulusüstü hükümet kurulurken bir kez daha conatus çoktan solmakta olan Ulus Devlete sığınıyor. İktidar topluluğunun Ulus Devleti, yalnızca oldukça şizofrenik bir canlılık izlenimi veriyor. Ulus Devletin metropolisi, bir hologramdan başka bir şey değildir. Onlarca yıldır istikrarın göstergesi olarak korunan Ulus Devletler yavaş yavaş yok olurken, küreselleşme tarafından üretilmekle kalmayıp aynı zamanda yine onun tarafından vurgulanan boşluğu doldurmaya çabalayan dogmalarla beslenen hologramları varlığını koruyor. Dünyayı zamansal ve mekânsal olarak dünyaçapında yeniden kurmak, İktidar açısından halen yönlendirilmesi gereken bir şey. “Ötekiler” artık başka yerde değil, her zaman her yerde... Ve İktidar için “öteki” bir tehdit. Bu tehditle ne şekilde başa çıkılacak? İşte ulus hologramını dirilterek ve “ötekini” saldırgan ilan ederek. Sayın Bush’un Afganistan ve Irak savaşları lehine sunduğu argüman, bu iki devletin Kuzey Amerika “ulusunu” tehdit etmeleri değil miydi? Ancak CNN tarafından yaratılan “gerçekliğin” dışında, Kabil’de ve Bağdat’ta dalgalanan bayraklar, yıldızlar ve çizgilerden ibaret değil, çokuluslu şirketlerin flamaları... Ulus Devlet hologramında modernitenin o eşsiz “bireysel özgürlük” yanılsaması, sırf küresel olduğu için daha az baskıcı olmayan bir hapishanede mahkûm düşmüş. Birey o derece bulanıklaşmış ki, dünün kahramanlarının hayalleri dahi biraz olsun ayakta kalma umudu taşımıyor. “Kendi kendini kuran” adam diye bir şey yok artık “Kendi kendini kuran bir şirketten” bahsetmek de imkânsız olduğuna göre, sosyal beklentiler akıntıya kapılmış sürüklenmekte. Umut nerede? Sokaklar için, barrio için savaşmak mı yeniden? Hayır. Parçalanma o derece acımasız ve amansız ki, bunun gibi en ufak kimlik birimleri bile istikrarını koruyamıyor. Memleket? Nerede, nasıl? Televizyon kraliçe edasıyla ön kapıdan evlerimize daldığında, internet siberalemin yarıklarında ilerleyerek yolunu bulmaya başlamıştı bile. Gezegendeki evlerin hemen hepsi, Irak’ı işgal eden İngiliz ve Kuzey Amerika bölüklerinin istilası altında. “Tanrı’nın kutsal eli” unvanını kendine mal eden Ulus Devlet, yalnızca televizyonda, radyoda, bazı gazetelerde ve dergilerde, bir de sinemada varlığını koruyor. Büyük medya konsorsiyumlarının rüya fabrikalarında başkanlar zeki ve sempatiktir; adalet her zaman kazanır. Toplum zorbayı yener; keyfi görünümlü isyan kolayca ve etkili bir biçimde bastırılır; ulusun toplumuna “ve 137 sonsuza dek mutlu yaşadılar” sonu vaat edilir. İşler gerçekte tam aksidir oysa. Hani nerede Afganistan savaşının kahramanları? Hani Irak işgalininkiler? 11 Eylül 2001’in kahramanları vardı, bu peygambervari çılgınlığın kurbanlarını kurtarmak için mücadele eden New York kentinin itfaiyecileri ve sakinleri... Ama asıl kahramanlar İktidarın pek işine yaramıyordu; işte bu yüzden bu kadar kolayca unutulup gittiler. İktidar için işgal eden, yakıp giden gerçek “kahramandır”, kurtaran, yaratan değil. New York’ta ikiz kulelerin yıkıntısında çalışan küllerle kaplı itfaiyecinin yerini, Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in heykelini yere çalan tank aldı. Modern polis (ekonomik, kültürel, dini ve politik ilişkiler içindeki kentsel bir alana vurgu yaptığımı belirtmek için, burada “şehir” kelimesi yerine “polis” kelimesini kullanıyorum) ile Klasik polis (Plato) arasındaki yegâne bağ, yüzeysel ve anlamsız koyun (halk) ve çoban (yönetici) imgeleridir. Ancak modernite, bu Platonik imgeyi tamamen dağıtmıştır. Artık bu, endüstriyel bir kompleks halini almıştır: Kimi koyunlar kırpılır, kimileri de yiyecek elde etmek için kurban edilir. Yine bazı “hasta” koyunlar, hastalıklarını geri kalanlara bulaştırmasınlar diye tecrit edilir, ortadan kaldırılır ve “yakılır.” Neoliberalizm kendini, polis dediğimiz bu mezbaha/ağıl karışımı için en iyi yönetim şekli ilan etmiştir; ancak verimliliğin yalnızca bütün bir gezegende polis’lerin sınırlarını yok sayarak ve bunları genişleterek (bu da işgal demek) sağlanabileceğini de eklemeden geçmez. Alın size Hiper-Polis. Ancak görünüşe göre, “yönetici” (yöneten kişi/çoban) aklını yitirmiş ve sahip hepsini yiyemeyecek dahi olsa, yarına ne kırpılacak ne de kurban edilecek koyun kalmayacak dahi olsa, bütün kuzuları kurban etme kararı almış. Yaşlı politikacı, yani öncekinden önceki, (burada “İsa’dan önce”sini değil, 20. yüzyılın sonunu kastediyorum) sürünün büyümesi için gerekli koşulları sağlama konusunda uzmanlaşmış; böylece birçok şey için yeterli koyuna sahip olunduğundan hiç biri isyan da etmeyecek. Neo-politikacı, artık “iyi yetiştirilmiş” bir çoban değil. Kendisine verilen sürü kadarını yemekle yetinen, ancak temel görevlerini terk etmiş, artık bir koyun derisi arkasına dahi saklanmayan aptal ve cahil bir kurt. Sürünün kaybolması ya da ayaklanması fazla sürmez. Bunun modern polisin ağılının/fabrikasının/ mezbahasının “insanileştirilmesinden” ziyade, bu mantığı ortadan kaldırmakla ilgili olduğunu düşünemez miyiz? Koyun derisini kaldırdığımızda, koyunlar olmaksızın bu “çoban/kasap/yün kırpıcı”nın gereksiz olmakla kalmayıp bizim için bir engel teşkil ettiğini fark edemez miyiz? Geniş anlamda Ulus Devletlerin mantığı şöyleydi: Bir polis-şehir bir bölgede bir araya gelir (tersi değil), bir dizi polisten bir il oluşur, bir dizi ilden bir ulus oluşur. Bu yüzden polis-şehir Ulus Devletin ana hücresidir ve Polisin başkenti kendi mantığını polisin geri kalanına dayatır. Ulus Devleti bir araya getiren faktörler olduğu gibi (bölge, dil, para birimi, hukuki-siyasi bir sistem, kültür, tarih vs.), bu polisi kendi içinde bir araya getiren bir ya da daha çok faktörden oluşan bir tür ortak neden de vardır. Bu faktörler, küreselleşmeyle birlikte –yalnızca sembolik anlamda değil– yok olmuş, havaya uçurulmuşlardır. Peki Ulus Devletin günümüzde neredeyse kaybolmaya varan bu düşüşünde polisin konumu nedir? Hangisi daha önce gelmektedir? Polis mi Ulus Devlet mi? Hangisinin düşüşü önce gerçekleşmiştir? Bunun bir önemi yok, en azından şu anda ifade etmekte olduğum anlamda. Hangisinin çözülmesinin (ve bu yüzden de kaybolma eğiliminin) bir diğerininkinden kaynaklandığından bahsetmiyorum ben. Polis de, tıpkı Ulus Devlet gibi kendisini bir araya getiren şeyleri kaybetti. Her Polis, birbirinden farklı olmakla kalmayıp bazen birbirinin karşısında yer alan, düzensiz, kaotik bir parçalanmadan, üst üste bindirilmiş polislerden başka bir şey değildir. Paranın İktidarı kendi heybetini ve refahını yansıtan, kendini etrafını saran, onu tehdit eden bir “öteki” polisten (“ötekilerininkinden”) koruyacak özel bir alana ihtiyaç duyar. Bu “öteki” polisler, geçmişin barbar toplumlarına benzemez. Paranın Polisi, bunları bir araya getirmek ister. Onlardan korktuğu kadar onlara ihtiyaç da duyar. Daha önce Ulus Devletler varken (ya da bunlar hâlâ birbirleriyle toprak kavgası içindeyken) bugün artık düzensiz Polis yığınlarından başka bir şey yok. Paranın Polisleri, “iktidar topluluğunun” dünya üzerindeki conatus 138 “evleri.” Ancak önceleri Ulus devletlerin iç yaşantılarını ve birbirleriyle ilişkilerini (uluslararası hukuki yapı) düzenleyen hukuki ve kurumsal bir sistem varken, artık böyle bir şey söz konusu değil. Uluslararası hukuki sistem, artık devri kapanmış bir kavram; artık bunun yerini, sermayenin kendiliğinden “hukuki” sistemi işgal etmekte. Bu da, savaş da dahil olmak üzere her yolu mubah sayan vahşi acımasız bir rekabet. Şehirlerin kamusal güvenlik programları, hiçbir şeyi olmayanlar karşısında her şeyi olanları korumaktan başka ne yapar? “Mutatis mutandis1”, ulusal güvenlik programları, artık diğer uluslarla karşı karşıya gelirken ulusal olma özelliğini korumuyor; artık bunlar, her yerde herkese karşılar. Sefalet çemberinin ortasında kalmış –ve bunun tarafından tehdit edilen– şehir imgesi ve diğer ülkeler tarafından taciz edilen ulus imgesi dönüşüme uğramaya başladı. Yoksulluk ve muhalefet (kaybolma terbiyesi almamış o “ötekiler”) artık dışarıda değil; ülkelerin metropollerinin her yerinde bunlara rastlamak mümkün. Ulusal yeniden örgütlenmenin provası ya da “eğitimi” adına polisin hükümetleri, parçaları tarafından yürütülen “yeniden örgütlenmenin” işe yaramadığından bahsediyorum. Çünkü bu, yeniden düzenlemeden ziyade “zararlı” parçaları tecrit etmek ve bunların taleplerinin, mücadelelerinin ve direnişlerinin para polisi üzerindeki olası etkilerini hafifletmekle ilgili bir şeydir. Şehri yönetenlerin tek yaptığı, ulusal çözülme sürecini idare etmeye terfi etme ümidiyle polisin çözülme sürecini idare etmek. conatus Şehirlerde alanların özelleştirilmesi, kendi kurallarını ihlal eden korkudan başka bir şey değil. Polis, anarşik adalardan oluşan bir alana dönüştürülüyor. Bu azınlığın “bir arada var olması”, yalnızca “ötekine” karşı besledikleri ortak korkunun bir sonucu. Çok yaşa özel sokaklar! Özel mahallelerin yerini, özel şehirler, eyaletler, uluslar alacak ve bütün dünya özelleştirilecek; yani “ötekilerden” arındırılacak, korunacak. Ancak bu süreçte, zengin mahallelerin de bir diğer “öteki” halini alması uzak değil. Nükleer savaşın beceremediğini şirketler yapabilir. Kendini refaha kavuşturanlar da dahil olmak üzere her şeyi yok etmek! Kendisi de dahil olmak üzere hiçbir dünyanın uymadığı bir dünya... İşte Ulus Devletin yıkıntısından yükseltilen Hiper-Polis’in projesi... III. Politika Artık polisleri, ulusları, toplumları bir arada tutan hiç mi ulusal neden kalmadı? Yoksa artık bu nedenleri besleyebilecek politikacılar mı kalmadı? Politikanın gözden düşmesi bundan çok daha fazlasını içinde barındırıyor; bu nefretle, acıyla ilgili bir şey. Ortalama vatandaş, politik sınıfın zorbalıklarına karşı beslediği ilgisizlikten oldukça “etkili” hale gelen reddetme yollarına doğru kayıyor. “Sürü”, bu yeni mantığa direniyor. Geçmişin politikacısı ortak ödevi tanımlamıştı. Modern politikacı bunu yapmaya çalışıyor; ancak sürekli başarısız oluyor. Peki neden? Belki de prestijinin kaybolmasına neden olan bizzat kendisidir, ya da daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse bir nedeni kötüye kullanmak yerine, bir mesleği kötüye kullanmıştır. Referans noktası olarak gerçekliği yitiren modern politik sınıf, emellerinin değil gündelik takviminin boyutlarına dayalı bir hologram üretmekte. Bir halkı yönetenler bir şehri, eyaleti, ulusu, tüm dünyayı yönetmekten el çekmiş değil. Onlar için nüfusu belirleyen kendi bugünleri; bir sonraki adım için gelecek yılki seçimleri beklemek zorundalar. Daha önceleri Ulus Devletin “ileriyi görebilme” ve sermayenin “hızla” yeniden üretilmesinin gerekli koşullarını sağlayabilme ve periyodik olarak içine düştüğü krizlerden çıkmasına yardımcı olabilme becerisi 139 vardıysa bile, temel dayanaklarının yok edilmesi bu görevi yerine getirmesini artık engelliyor. Sosyal gemi “sürüklenmekte”; sorun yalnızca ortalarda yetenekli bir kaptanın bulunmayışı değil. Belli ki birileri dümeni yürütmüş; gemi artık bir tarafa dönmüyor. Para dinamitse, politikacılar da bu yıkımın “araçlarıydı”. Ulus Devletin dayanaklarını yok ederek, geleneksel politikacılar aynı zamanda onun mazeretlerini de yok etmiş oldular. Politikanın o çok güçlü atletleri, şaşkın ve şüphe içinde Devlet yönetme sanatının ne olduğundan haberdar bile olmayan bir mağaza sahibine bakıyorlar. Bu mağaza sahibi onları yenmedi bile, sadece yerlerini aldı. Geleneksel politik sınıf, Ulus Devletin dayanaklarını yeniden inşa etmeyi beceremiyor. Bir av gibi bir ülkenin kalıntılarından besleniyor; paranın imparatorluğunun üzerinde yükseldiği çamurdan ve kandan besleniyor. O beslenedursun, Bay Para masada onu bekliyor. Serbest piyasa korkunç bir metamorfoz geçirdi: Artık hangi alışveriş merkezine gitmek istediğini seçmekte özgürsün; ama alışveriş aynı alışveriş, marka da öyle... Tüccar zorbalığının o sahte ilksel özgürlük fikri, “serbest arz ve serbest talep” parçalanmış durumda. “Batı demokrasisi”nin dayanakları yerle bir oldu. Bu yıkıntıda kampanyalar ve seçimler düzenleniyor. Seçim pirotekniği yükseklerde ışıldıyor; o derece yüksekte ki, politikanın üzerini kaplayan yıkıntıları biraz olsun aydınlatmayı başaramıyor. Aynı şekilde hükümetlerin omuriliği, hikmeti hükümet artık bir işe yaramıyor. Artık politikayı yönlendiren piyasanın mantığı... Piyasa uzmanları iktidarın yeni mantığından daha iyi anlıyorlarsa, politikacıları kim ne yapsın? Politikacının, yani devlet görevlilerinin yerini müdürler aldı. Böylece Devletin vizyonu bir pazarlama vizyonu olarak yeniden oluşturuldu (müdür, şirketin başarısının kendi başarısı olduğunu “sanan” geçmişin patronundan başka bir şey değil) ve yalnızca uzaklık olarak değil aynı zamanda büyüklük olarak da ufku daraldı. Yasa yapıcılar, temsilciler ve senatörler değil artık; bu işi danışman “lobileri” gerçekleştiriyor. Geleneksel politikacılar ve bunların entelektüelleri, yani dullar ve yetimler, saçlarını yoluyorlar (hala kaldıysa tabii) ve fikirler pazarına sunmak üzere tekrar tekrar yeni mazeretler sayıp döküyorlar, ama nafile. Orada zaten fazlasıyla satıcı var ve ortada hiç alıcı yok. Direniş mücadelelerinde yüzünü geleneksel politik sınıfa dönmek hoş bir nostalji. Yüzünü neo-politikacılara dönmekse şizofrenlik. Orada belki de bir şeyler olur üzerine bahse tutuşmaktan başka yapılacak hiçbir şey yok. Dümenin var olduğunu ve buna sahip olmak için mücadele edilmesi gerektiğini hayal etmeye kendini adamışlar var. Sonra bir yerlerde bırakılmış olduğunu bilip de o dümeni arayanlar var. Ve sonra bir ada kuranlar var. Kendi kendini tatmin etmek için bir sığınak olsun diye değil, başka başka adaları bulmak için bir gemi olsun diye... IV. Savaş İktidar topluluğunun içinde bulunduğu postmodern stres halinde savaş, psikolog kanepesi vazifesi görüyor. Ölümün ve yıkımın katarsisi yatıştırıyor, ancak iyileştirmiyor. Günümüz krizleri dününkilerden de kötü. Bu yüzden, iktidarın buna karşı sunduğu radikal çözüm, yani savaş, daha önceki zamanlardakinden çok daha kötü. Şimdi küreselleşme, insanlık tarihinin en büyük sahtekârı, kendini meşru gösterme çabasına girme edebini dahi göstermiyor. Kelimelerin ve bunlarla birlikte mantıki argüman geliştirmenin ortaya çıkışından bin yıllar sonra, kaba kuvvet yine belirleyici ve tayin edici konumunu işgal etti. İktidarın yerini sağlamlaştırma tarihinde, insanlığın uyum içinde yaşama kabiliyeti, yerini bir arada yaşamaya bırakmış. Savaşta bir arada yaşama. Egemen olan-tabi olan ikilemi, dünya toplumunu tanımlayan şey şimdi ve küresel toplumun en dağınık parçaları için bile yeni “insanlık” kriteri olma çabasında. Ulus Devlet hologramında devlet adamlarından artakalan boşluğu müdürler ve fırsatçılar dolduruyor. Sermayenin aşikâr düzenindeyse, şirket askerleri (Sun Tzi’yi okuyup uygulamakla kalmayıp onun hareketini ve manevralarını devam ettirmenin maddi araçlarına da sahip olan yeni bir nesil) pazarlama stratejilerinin bir parçası olarak askeri savaş (bunu ekonomik, ideolojik, conatus 140 psikolojik, diplomatik ve diğer savaş türlerinden ayırmak için) çıkarıyorlar. Pazar yerinin mantığı (ne pahasına olursa olsun daha fazla kâr elde etme) eski savaş mantığına dayatılıyor (düşmanın savaşma gücünü yok et). Uluslararası yasama yoluna çıkıyor; ya yok sayacaksın ya yok edeceksin. Makul gerekçelerin zamanı değil artık. Artık savaşın “ahlaki” ve “politik” gerekçeleri bile pek de vurgulanmıyor. Uluslararası kurumlar işe yaramaz, külfetli anıtlar. İktidar topluluğu için insanlar ya müşteridir ya da suçlu. İlkinin aleladeliğini garanti altına almak ve ikincisini yok etmek için, politikacılar iktidarın gayri meşru yüzüne yasal bir kılıf uyduruyorlar. Savaşların artık kendilerini “meşru kılması” ya da kendilerine “arka çıkması” için hukuka ihtiyaçları kalmadı. Savaş ilan edecek ve emri verecek politikacılar olsun yeter. gitmelerini sağlayabilir. Peki, hangi yöne? Kârın olduğu yöne. Bu mantık çerçevesinde para kendini hızlı, büyümekte olan ve sürekli kârı garanti altına alan koşullara doğru yönlendirecektir. Daha az yoksa daha çok kâr olan yöne mi yönelecektir? Evet, şirketler bir eğilim olarak diğer bir şirkete karşı ilerleyecektir. Irak savaşının sonuçları, büyük şirketlerin karşı karşıya kaldıkları krizi çözebilecek mi? Hayır, ya da hemen değil. Ulusötesi olma amacı taşıyan Ulus Devletin beklentileri açısından bir çatışmanın taktiksel etkilerinin ömrü ancak bir televizyon reklamınınki kadar. Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları, “Irak savaşını zaten kazandık” diyeceklerdir. “Ya şimdi?” Başka bir savaş mı? Nerede? Yeni dünya düzeni bu mu? Yalnızca televizyon reklamları tarafından bölünen, her zaman ve her yerde bir savaş... Amerika Birleşik Devletleri hükümeti Hiper-Polis’in “polis memurluğu” rolünü kendine mal ettiyse, nasıl bir düzen kurmak istediğini, hangi mülkiyeti savunması gerektiğini, hangi suçluları hapse tıkması gerektiğini ve davranışlarına tutarlılık kazandıracak, onları koruyacak yasaların neler olduğunu sorgulamak gerek. Yani iktidar topluluğunun kendini sakınması gereken “ötekiler” kim? Savaş yürütmek için askeri generalden daha beteri yoktur; işte bu yüzden, daha önceleri büyük generaller, savaş galipleri (yoksa savaşta savaşanlar değil) politikacı, devlet adamlarıydı. Ama artık ortalarda bunlardan kalmadıysa, günümüz dünyayı fethetme savaşını kimler yürütüyor? Aklı başında hiç kimsenin Irak savaşını Bush’un ya da Rumsfeld’in yönettiğini düşündüğünü sanmıyorum. Yani bu savaşı yürütenler ya askerler ya değil. Eğer öyleyse, sonuçlarını kısa bir süre içinde görmeye başlarız. Ordu, düşmanını tamamen yok edene kadar tatmin olmaz. Diğer bir tabirle yenmek değil de yok etmek, işini bitirmek, imha etmek... Bu yüzden, bu krizin çözümü daha büyük bir krizin, kelimelerle tarif edilemez bir dehşetin başlangıcı. Eğer asker değilse kim yürütüyor peki bu savaşı? Biri kalkıp şirketler diyebilir. Ancak şirketlerin de bireylerin üzerine uyguladıkları, onları yönlendirdikleri kendilerine has bir mantığı var. Hayat ve zekâ sahibi bir canlı gibi şirketler, üyelerinin şu ya da bu yöne V. Kültür conatus Savaşın kanepesine uzanmış İktidar topluluğu, kendi kompleksleriyle ve hayaletleriyle baş başa. Bunların pek çok adı ve pek çok yüzü olmasına karşın, ortak bir paydaya sahipler: “öteki”. Küreselleşme öncesi zaman ve mekân olarak çok uzaklarda olan bu “öteki”, Hiper-Polis’in düzenden yoksun yapılanmasıyla iktidar topluluğunun arka bahçesine taşındı. “Ötekinin” kültürü, küçümsenen bir ayna halini alıyor. İnsanlık dışı vahşiliğiyle gücü yansıttığı için değil, “ötekinin” tarihini anlattığı için. “Farklı olan” gücün “ben”ine bağlı olmamakla kalmıyor; aynı zamanda bu fark, “ben”in varlığının farkında olmaksızın, onun gelecekteki görünümünü tahayyül bile etmeksizin kendine ait bir tarihe ve görkeme sahip. İktidar topluluğu içinde uyum içinde yaşayan insanın, onun kolektif bir varlık olarak yenilgisi bireysel başarıların arkasına gizlenmiş durumda. Ancak bu ikinci durum da başarının da “ötekinin,” yani kolektif varlığın yenilgiye uğratılmasıyla mümkün olduğunu gizlemekte. On yıllarca kolektif, iktidarın tahayyülünde kötünün, keyfiliğin, huysuzluğun, vahşiliğin, acımasızlığın ifadesiydi. “Öteki”, (kefaret değil itaat vaaz eden) iktidarın yeni “İncil”indeki asi Lucifer’in yüzü oldu; onu bir kez daha cennetten kovmak gerek. “Akıllı bombalar”, ışıldayan kılıcın rolünü oynuyor. 141 “Ötekinin” yüzü onun kültürü. Farkı burada yatıyor. Bir ulusta dil, inanç, değerler, gelenekler, tarih kolektif beden haline getirilir ve bu da, kendini diğerlerinden ayırmasına ve diğerleriyle bu ayrım temelinde ilişkilenebilmesine yarar. Kültürsüz bir ulus, yüzü olmayan bir varlık gibidir; yani gözleri, kulakları, burnu, ağzı ve beyni olmayan bir varlık. “Ötekinin” kültürünü yok etmek, onu yok etmenin en eksiksiz yolu. Irak’ın kültürel zenginliklerinin yağmalanması, işgalci orduların ihmali ya da ilgisizliğinin bir sonucu değil, savaş planındaki askeri eylemlerden biri. Büyük savaşlarda, büyük zorbalıklar ve soykırımlar özelikle kültürel yıkımı hedef alır. Hitler’in ve Bush’un kültürel fobilerinin benzerlikleri, ortak çılgınlık semptomları göstermelerinin bir sonucu değil. Bu benzerlik, birini batırırken diğerini çıkaran, dünyayı dünya-çapında kılma projelerinde yatıyor. Kültür, Ulus Devletin hâlâ nefes almasını sağlayan pek az şeyden bir tanesi. Kültürün yok edilmesi öldürücü darbe olacak. Kimseler cenazeye katılmayacak, bilgisizlikten değil “reytingler” yüzünden. Tarih, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve sosyalist bloğun yenilgisiyle son bulmadı. Yeni Dünya Düzeni, halen paranın savaşında bir amaç... Ancak şu anda, ölüm sancıları içinde yardım eli uzanmasını bekleyerek savaş alanında yatıyor Ulus Devlet VI. Manifestolar ve Gösteriler Yeni yüzyıla damgasını vuran savaş hali, ne ikiz kulelerin yıkılması ne de Saddam Hüseyin’in heykelinin zarafetten, görkemden uzak bir şekilde alaşağı edilmesi. 21. yüzyıl, insanlığa özünü yeniden kazandıran, onu tek bir amaç etrafında bir araya getiren küresel “SAVAŞA HAYIR” sloganıyla başladı. Gezegen, daha önce insanlık tarihinin şahit olmadığı bir “HAYIR” ile sallandı. Türlü önemdeki entelektüelden tutun da, dünyanın unutulmuş köşelerinin okuma yazma bilmeyen sakinlerine kadar bu “HAYIR” toplulukları, kasabaları, villaları, eyaletleri, ülkeleri ve kıtaları birbirine bağlayan bir köprü oldu. Manifestolarda ve gösterilerde, bu “HAYIR” gücün karşısında mantığın savunulmasını arıyordu. Bu “Hayır”ın sesi Bağdat’ın işgaliyle kısmen kısılmışsa da, yankıları zayıflıktan ziyade umut belirtisi. Ancak bazıları, kuramsal alana geçerek “savaşı durdurmak için ne yapmalıyız” sorusunun yerine “bir sonraki işgal nerede” sorusunu sormaya başladı. Kimileri, ABD hükümetinin Küba’ya karşı bir şey yapmayacağına yönelik ifadesinin Karayip Adaları’na karşı bir Kuzey Amerika askeri harekâtından korkmaya gerek olmadığını kanıtladığına inanıyor. Kuzey Amerika hükümetinin Küba’yı kuşatma ve işgal etme arzusu gerçektir; ancak bu arzudan daha öte bir şey. Rotalar, zaman, ihtimaller, aşamalar, kısmi ve bunu müteakip amaçlar çoktan belirlenmiştir. Küba, yalnızca işgal edilmesi gereken bir toprak değildir. O, her şeyden önce bir tahkir. Neoliberal modernitenin lüks otomobilinde dayanılamaz bir çöküntü. Bu planlar gerçekleştirilirse, şu anda Irak’ta olduğu gibi amacın ne Bay Castro Ruz’u devirmek ne de politik bir rejim değişikliği getirmek olduğu görülecektir. Küba’nın (ya da dünya coğrafyası üzerinde herhangi başka bir yerin) istilasının ve işgalinin, Ulus Devletlerin (belki de Latin Amerika’da kalan son ulus devletin) kendi iç işlerini kontrol altında tutmak için yaptıklarına “şaşıp kalan” entelektüellere ihtiyacı yok. Kuzey Amerika hükümeti, BM’nin ve birinci dünya hükümetlerinin soğuk retlerinden biraz olsun rahatsız olmamışsa, gezegenin her yanından milyonlarca insanın kesin kınamasından da endişe duymamışsa, entelektüellerin karşı çıkışları ve yüreklendirmeleri conatus 142 bunu ne teşvik edebilir ne de engelleyebilir (Küba’dan bahsederken, İsrail askerlerinin “kahramanca” davranışının ne olduğu ortaya çıktı: Bir Filistinliyi ensesinden vurarak idam etmişler. Filistinli 17 aylıktı. Altına öfkeli imzalar iliştirilmiş bir bildiri, manifesto yayınlandı mı? Ne bu, seçici korku mu? Kalbin bitkinliği mi? “Nerede ve her kim olurlarsa olsunlar onları kınıyoruz” lafları aşağıdakilerin boğazlarına kendi dayadıkları terörün her bir zerresini içermeye kadir mi? Bir kez “hayır” demek yeterli mi?). Protesto gösterileri ne kadar büyük ve sürekli olsa da, ABD’nin kendi içinde bile olsa, onları durdurmaya yetmez. TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİL demek istiyorum. Esas mesele ezilenlerin direnme kapasiteleri, direniş çeşitlerini birleştirebilme zekâsı ve her ne kadar kulağa “öznel” gelse de ezilenlerin karar-alma kapasiteleri. Fethedilecek toprakların, bu ister Suriye, Küba, İran, Irak, ya da güneydoğu Meksika dağları olsun, böyle bir zamanda kendilerini direniş topraklarına dönüştürebilmeyi başarmaları lazım. Burada hendek, silah, tuzak ve güvenlik sistemlerinin sayısından bahsetmiyorum (bunlar yine de gerekli olmakla birlikte); demek istediğim bu insanların direnme istekliliği (buna kimileri “ahlak/maneviyat” da diyebilir). VII. Direniş Krizler farkına varılmalarından önce gelir; ancak bu krizlerin sonuçları ve çözümleri üzerine görüş bildirmek politik eyleme dönüşür. Politik sınıfı reddetmek, politika yapmayı reddetmek anlamına gelmez; bu, politika yapmanın yalnızca bir yoludur. İktidarın o çok kısıtlı ufkunda, politika yapmada yeni bir yöntemin kendini göstermemiş olması gerçeği, dünya toplumunun birkaç ya da pek çok parçasında da bunun gerçekleşmediği anlamına gelmez. İnsanlık tarihindeki bütün direnişler, sadece saldırı arifesinde değil saldırı gecesinde de etkisiz olmuşlardır; ancak bunu böyle görürsek zaman onların yanında olacak demektir. Pek çok heykel indirilebilir; ancak nesillerin azmi korunup cesaretlendirildiği takdirde, direnişin conatus zaferi imkânsız değildir. Bu zaferin ne kesin bir tarihi ne de o yorucu geçit törenleri olacaktır; ancak kendi mekanizmasını yeni dünya düzeni projesine dönüştürmeye çalışan aygıtın öngörülebilir düşüşü nihayet tamamlanacaktır. Kutsal bir umut vaaz ettiğim yok; sadece biraz dünya tarihi, biraz da ulusal tarih hatırımda. Kazanacağız, ne kaderimizde ne saygıdeğer isyanlarımızda ya da devrimci kütüphanelerimizde yazılı olduğu için; kazanacağız, çünkü bunun için çalışıyoruz, savaşıyoruz. İşte bu yüzden, kendi ötekiliği içinde dünyanın başka bir yerinde mücadele eden ötekinin saygıyı, kendisinden çok şey öğrenilebileceğinin hatırda tutulmasını sağlamak için tevazuu hak etmesinin; kopyalamak yerine üretmek bilgeliğine, kibirden uzak, kendi ufuklarının ve bu ufuklara hizmet edecek araçların farkında olan bir kuram ve pratiğe saygı duyulmasının gerekmesinin nedeni işte budur. Var olan heykelleri taşlaştırmak için değil, bunların yalnızca üzerine kuşlar pislesin diye var olduğu bir dünya kurmak için. Pek çok direnişin kendine yer bulduğu bir dünya için... Uluslararası bir direniş oluşturmak için değil, çok renkli bir bayrak, pek çok melodiyi içinde barındıran bir tını için... Şimdi kulağa ahenksiz geliyorsa, bilin ki bu, aşağıdakilerin takvimi hâlâ her notanın kendi yerini, kendi tınısını ve her şeyden önemlisi diğer notalarla arasındaki bağı bulduğu akordu tutturmaya çalıştığı içindir. Tarihin sonuna çok var. Gelecekte uyumlu biraradalık mümkün olacak. Bir diğerine üstün gelmeyi amaçlayan savaşlar değil, insanlara ortak bir amaç ve neoliberalizme karşı ayakta kalma umudu veren bu “hayır” sayesinde... Güneydoğu Meksika dağlarından İsyancı Yardımcı Kumandan Marcos Subcomandante Insurgente Marcos, The World: Seven Thoughts In May of 2003, www.nettime.org/ Lists-Archives/nettime-l-0307/msg00014.html 1 [Lat.] Gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra. 143 conatus 144 145 İKTİDAR OLUŞUMLARININ AYRILMAZ BİR PARÇASI OLARAK SERMAYE F é l i x G u a t t a r i İngilizceden çeviren: Volkan Kocagül Sermaye, soyut bir kategori değildir; belirli sosyal oluşumların hizmetindeki semiyotik bir uygulayıcıdır. İşlevi, dünyanın tüm ekonomik güçlerini oluşturan gelişmiş endüstri toplumlarının, güç ilişkilerinin ve akışların doğasında bulunan iktidar oluşumlarının kaydedilmesi, dengelenmesi, düzenlenmesi ve üst-kodlanmasıdır. İktidarın sermayeleştirilmesi sistemleri, arkaik toplumların çoğunda bulunabilir. Bu iktidarlar çoklu formlar alabilirler: prestij sermayesi gibi, bir bireyde, bir nesepte, bir etnik grupta vücut bulan sihirli gücün sermayesi gibi. Ama, bu çeşit bir sermayeleşmenin genel bir semiyotikleşme prosedürü, sadece kapitalist üretim biçimi altında özerk hale gelmiş gibi görünmektedir. Bu durum, aşağıdaki iki eksende gelişmiştir: – İktidarı ölçme ve kayıt altına almaya yönelik genel bir sisteme tabi hale gelmiş yerel iktidarın semiyotikleşme biçimlerinin yurtsuzlaşması. – Bunun ardından gelen sistemin hegemonik iktidar oluşumunda yeniden yurtlanması: Ulus-devletlerin burjuvazisi. Para, muhasebe, borsa ya da diğer dillerle ifade edilen ekonomik sermaye her zaman, son tahlilde, birbiri ile somut bir zeminde karşılaşan iktidarlara yönelik farksal ve dinamik değerlendirme mekanizmalarının dayanır. Bu nedenle, doğası ne olursa olsun sermayeye yönelik etraflı bir tahlil, örneğin cinsel ya da yerel öğelerin (hediyeler, kazanılmış avantajlar, “ikincil kârlar”, cep harçlığı, toptan alımlar vb.) yanı sıra kredi, yatırım, endüstri nakli, birleşmeler vb. işlemler görüntüsü altında, gerçekte ekonomik-stratejik karşılaşmalardan başka bir şey olmayan devasa uluslararası işlemler gibi az ya da çok parasallaşmış hizmetleri ele alırken son derece çeşitli bileşenleri hesaba katmak zorunda olacaktır. Bu bakımdan, sermayeye genel eşdeğer ya da sabit parite sistemlerine bağlı kurlar vb. olarak yapılan herhangi bir aşırı vurgu, kapitalist itaat ve bağımlılık süreçlerinin gerçek doğasını sadece maskeleyebilir; ki bu süreçler sosyal ve mikro-sosyal güç ilişkilerini, güç kaymalarını bir sosyal oluşumun diğeri ile ilişki içinde öne çıkma ya da geri çekilmelerini ya da bir zemin kaybı hissi yaratma anlamına gelen enflasyonist beklentilere ya da sonuçta sadece gün ışığında ortaya çıkacak, fark edilemeyen el koymalara yönelik kolektif tavırları içerir. Referans standartları hesaplama ya da göreli tanımlama, geçici düzenleme işlevi dışında bir işleve sahip değildir. İktidarların gerçek ölçümü sadece, yerel sosyal koordinatlarla conatus 146 sınırlı iktidar oluşumları ya da (maddi ya da semiyotik) üretken ajanlardan direkt olarak beslenen semiyotikleşme biçimlerine dayanabilir. 1.Makinesel Emek ve İnsan Emeği Kapitalist piyasada satılan emeğin değeri niceliksel (emek-zamanı) ve niteliksel (emeğin ortalama niteliği) faktörlere dayanır. Emeğin değeri, makinesel itaate1 dayalı bu ikinci boyutta bireysel terimlerle tanımlanamaz. Çünkü, ilk olarak, insan performansının niteliği özel bir makinesel çevreden ayrı tutulamaz. İkinci olarak, bunun yetkinliği, her zaman kolektif bir toplumsallaşma ve oluşum failine bağlıdır. Marx, sıklıkla işten “kolektif işçi”nin sonucu olarak bahseder; fakat onun için, bu sadece istatistiksel bir birim olarak kalır. “Kolektif işçi”, ortalama toplumsal emeğe dayanan bir hesaplama sonucu ortaya çıkan soyut bir kavramdır. Bu işlem Marx’ın, emek-değerinin hesaplanmasındaki bireysel farklılıkların üstesinden gelmesini sağlar; ki böylece üretim için gerekli emek-zamanı ve söz konusu işçilerin miktarı gibi tek anlamlı, niceliksel faktörlere endekslenmiş olur. Bu noktadan itibaren, bu değer iki kısma ayrılabilir: – Emeğin yeniden üretimi için gerekli olan emeğe karşılık gelen miktar, – Kapitalizmin hesaplama pratiğine karşılık gelebilecek olan artı-değeri oluşturan miktar.2 Bu tür bir artı-değer kavramsallaştırması, kapitalizmin hesaplama pratiğine karşılık gelebilir; ama gerçekte nasıl iş gördüğünü kesinlikle yansıtmaz, özellikle de modern sanayide. Bu “kolektif işçi” kavramı, bir soyutlamaya indirgenmemelidir. Emek-gücü kendini daima, toplumsal ilişkileri üretim araçlarıyla ve insan emeğini de makine emeği ile sıkı bir şekilde birleştirerek, somut üretim düzenlemeleri üzerinden ortaya koyar. Bu nedenle, Marx’ın sabit sermaye (üretim araçlarına bağlı sermaye) ve değişken sermaye (çalışma araçlarına bağlı sermaye) olarak ikiye ayırdığı organik sermaye bileşimine ait şematik karakter yeniden sorgulanmalıdır. Marx, sermaye değerindeki bileşimi (sabit ve değişken) onun teknik bileşiminden ayırmak için, sermayenin conatus değerlenmesinde kullanılan üretim araçlarının gerçek kitlesini bunların uygulanması için toplumsal olarak gerekli nesnel çalışma miktarıyla karşılaştırır. Bu karşılaştırma, gösterge-değerinden maddi ve toplumsal güç ilişkilerine kadar gider. Makineleşmiş emekteki ilerlemeler nedeniyle, kapitalist üretim tarzı kaçınılmaz olarak, sabit sermayeye oranla değişken sermayede nispi bir azalmaya yol açar. Marx buradan, kapitalizmin tarihsel yazgılarından birini, kâr oranlarını düşme eğilimi yasasını türetir. Fakat üretim düzenlemelerinin gerçek bağlamında, bir kısmı bir anlamda kapitalist tarafından çalınan ortalama toplumsal emek miktarına dayalı Marksist mutlak artı-değer hesaplaması kesinlikten uzaktır. Bu zaman faktörü, aslında birçok sömürü parametresinden sadece bir tanesidir. Bugün bilinmektedir ki, bilgi sermayesi yönetimi, emeğin örgütlenmesine katılım derecesi, şirket ruhu, kolektif disiplin vb. de sermayenin üretkenliği hakkında belirleyici bir öneme sahip olabilir. Bu bakımdan, belirli bir sektörde, bir saatlik ürün yaratan toplumsal ortalama düşüncesi fazla bir anlam taşımaz. Herhangi bir nedenle “üretken entropi”nin bölgesel bir azalma gösterdiği her yerde, kolektif işçi direnişi, örgütsel bürokrasi vb.’nin yavaşlatmalarına rağmen, şeyleri ilerleten ve bir endüstri dalında ya da bir ülkede bu çeşit bir ortalamayı yöneten aslında takımlar, atölyeler ve fabrikalardır. Diğer bir deyişle, kapitalist kâr alanının büyüklüğünü sınırlayan şey; eğitim, yenileştirme, iç yapılar, sendika ilişkileri vb. gibi karmaşık düzenlemelerdir; basitçe emek-zamanına el koyma değildir. Aslında Marx, emeğin bileşenleri olan makinesel emek, zihinsel emek ve kol emeği arasındaki artan farklılaşmayı mükemmel bir şekilde saptamıştı. Grundrisse’de, bilgi toplamının “dolaysız üretici güç” haline dönüşme eğiliminde olduğunu vurgulamıştı. Bu nedenle, emek-zamanına dayanan değer ölçümünün saçma ve geçişli karakterde olduğunda ısrarlıydı. Devam etmeden önce, bu paralelliğin hassas noktasını ifade edelim: Aslında günümüzde emek-zamanının ölçümüne ait kesin kurallar kayboluyormuş gibi görünse de, aynı durum değişim-değeri yasası için geçerli değildir. Kapitalizm, emek-zamanına ait kesin kurallar olmadan hayatını sürdürebiliyor gibi görünse de, sadece devrimci toplumsal dönüşümlerin sonucu gerçekleşebilecek olan değişim-değeri yasasının ortadan kalkması durumunda, kapitalizmin varlığını devam 147 ettirebilmesi hayal bile edilemez. Marx, boş zaman-iş karşıtlığının kaldırılmasının, artı-değer üzerindeki işçi kontrolü ile geleceğine inanıyordu.3 Ne yazık ki, bizatihi kapitalizmin emek-zamanı ölçümünü gevşeteceğini ve boş zamanı daha iyi sömürmek için daha “açık” bir boş zaman politikası ve formasyonu uygulayacağını düşünmek oldukça akla yakındır (bugün kaç işçi, çalışan ve üst düzey personel akşamlarını ve hafta sonlarını tanıtım hazırlamak için harcıyor). Emek-zamanına dayanan değer ölçümünün yeniden düzenlenmesi, Marx’ın varsaydığı gibi, sınıfsız toplumun ayrıcalığı olmayacaktır. Ve gerçekte ulaşım, şehir hayatı, ev hayatı, evlilik hayatı biçimlerine, medya, boş vakit endüstrisi ve hatta hayal endüstrisine bakıldığında, herhangi birinin kapitalizmin pençesinden bir saniyeliğine bile kurtulamadığı görülmektedir. Kimse, bir işçiye sadece “ortalama toplumsal emek” süresi için ücret ödemez; bunun yerine işçiye emri altında ve hizmetinde olması için ücret öder; işçinin fabrika içindeki varlığı süresince var olan iktidar uygulamalarını aşan bir iktidar için işçiye ödeme yapar. Burada göz önünde tutulan şey, bir pozisyonun doldurulmasıdır, üretim ve toplumsal oluşumların düzenlenmesini kontrol eden işçiler ve sosyal gruplar arasındaki iktidar oyunlarıdır. Kapitalist, artık zamanı gasp etmez; gasp ettiği şey, karmaşık niteliksel süreçlerdir. O emek-gücünü satın almaz; satın aldığı şey, üretici düzenlemeler üzerindeki güçtür. Örneğin bir kaldıracı hareket ettirmek ya da güvenlik lambasını izlemek gibi görünüşte en çok devamlılık isteyen emek, daima (dile, geleneklere, kurallara ve hiyerarşiye ait bilgi; artan soyutlama; yol ve etkileşim süreçlerine hakimiyet... gibi üretim düzenlemelerine içkin) çoklu bileşenleriyle beraber önceden oluşmuş bir semiyotik sermayeyi gerektirir. Daha önce böyle olmuş olsa bile, çalışma artık sadece bir malzeme, üretimin hammaddesi değildir. Diğer bir deyişle, insan emeğine dahil olan makinesel itaat oranı asla bu şekilde nicelenebilir değildir. Öte yandan, öznel tabiyet, kesinlikle çalışma durumuna ve diğer toplumsal fonksiyonlara içkin toplumsal bir yabancılaşmadır. Bu, aslında sermayeye atfedilen fonksiyondur. Bir tarafta emek-değeri ve onun artı-değerdeki rolü problemi, diğer yanda artan makineleşme sayesinde üretkenlikte ortaya çıkan artışın kâr oranına etkisi Ücret sistemi sayesinde kapitalizm, her şeyden önce bütün toplumun kontrolünü hedefler. Ve tekrar tekrar, her şart altında değişim değeri oyununun her zaman toplumsal ilişkilere bağlı olduğu görülür problemi sıkı bir ilişki içindedir. İnsan zamanı, giderek artan bir şekilde makine zamanıyla yer değiştirir. Marx’ın belirttiği gibi, makineleşmiş emeğe uygun hale getirilen artık insan emeği değildir. Aslında, ekonominin en modern dallarında, üretim hattı ve Taylorizmin çeşitli biçimleri, üretim güçlerine özgü itaat süreçlerinden çok genel toplumsal boyun eğme metotlarına daha fazla bağımlı hale geliyor gibi görünmektedir.4 Emek-zamanının bu Taylorist yabancılaşması, çalışma durumuna boyun eğmenin bu neo-arkaik biçimleri, ilkesel olarak genel eşdeğer anlamında ölçülebilir durmaktadır. Ortalama toplumsal emeğin kontrolü, teorik olarak, her zaman güçlerin değişim-değerinde vücut bulur (Senegalli bir köylünün biçimsel yabancılaşma zamanı, bir IBM çalışanı ya da Maliye Bakanlığı’nda çalışan bir memurla karşılaştırılabilir). Fakat insan uzuvlarının itaatinden üretici düzenlemelere kadar, makinesel zamanın gerçek kontrolü, böylesine genel bir eşdeğer üzerinde temellendirilemez. Çalışma durumunun süresi, yabancılaşma süresi, hapishanede ya da fabrikada hapsedilme süresi ölçülebilir; fakat bütün bunların birey üzerinde yaratacağı sonuçlar ölçülemez. Bir fizikçinin laboratuardaki bariz emeği ölçülebilir; fakat üzerinde çalıştığı formüllerin üretken değeri ölçülemez. Somut bir şekilde kullanım değerlerinin üretimine tahsis edilen soyut Marksist değer, tüm insan emeğini üstkodlamıştır. Fakat kapitalizmin halihazırdaki hareketi, bütün kullanım-değerlerini değişim-değerlerine çevirme eğilimindedir; tüm üretici emek, makineleşmiş emek conatus 148 ile tanımlanır. Değişim sürecinin kutuplarının kendisi, makineleşmiş emeğin saflarına geçmiştir; bilgisayar iletişimi, kıtaları aşar ve müdürlere değişimin şartlarını dikte eder. Otomatikleşmiş ve bilgisayarlaşmış üretim, artık tutarlılığını temel insan faktöründen almaz; bunun yerine tutarlılığını bütün insan faaliyetlerini kat eden, dağıtan, minyatürleştiren, belirleyen ve bertaraf eden bir makinesel filum’dan5 alır. Bu dönüşümler, yeni kapitalizmin tamamen eskisinin yerini aldığı anlamına gelmez. Eski ve yeni kapitalizmin yer değiştirmesinden ziyade, kapitalizmin farklı seviyelerinde: – bir tarafta ulus-devletler üzerinde yurtlanmış, birliğini parasal ve finansal semiyotikleşme biçimleri ile sağlayan geleneksel parçalı kapitalizmleri kapsayan,6 – ve diğer tarafta artık finansal ve parasal sermayenin özgün semiyotikleşme biçimlerine dayanmayan, fakat bunun yerine itaatin teknik-bilimsel, makro-sosyal ve mikro-sosyal ve de kitlesel medya süreçleri kümesine dayanan Bütünleşmiş Küresel Kapitalizm biçimini kapsayan, bir birlikte var olma, tabakalaşma ve hiyerarşileşme söz konusudur. Marksist artı-değer formülü, esasında parçalı kapitalizmlerle ilişkilidir. Bu formül, yakın zamandaki gelişmeleri betimleyen çifte minyatürleştirme ve küreselleşme hareketini hesaba katmaz. Örneğin, tamamen otomatikleşmiş bir endüstri koluna ait uç bir örnekte, artı-değeri neyin oluşturduğu görülemez. Eğer Marksist denklemlere sıkı sıkıya bağlı kalınırsa artı-değeri oluşturan şey ortadan kaybolur, ki bu da saçmadır. O halde artı-değeri oluşturan şey, yalnızca makinesel emeğe mi atfedilmelidir? Neden olmasın? Makinesel artı-değerin, bakım ve yenileme masraflarının ötesinde makineden talep edilen artı emeğe karşılık geleceği bir formül ortaya konabilir. Fakat sorunun niceliksel kısmını tekrar düzenlemeye çalışmak, bizi fazla uzağa götürmez. Gerçekte, böylesine bir durumda –ve ayrıca sabit sermayeye oranla değişken sermayedeki ciddi azalma durumlarında– artı-değerin elde edilmesi, çoğunlukla şirket ve müdür-çalışan ilişkilerinden kendini sıyırır ve bütünleşmiş kapitalizmin ikinci formülüne döner. “Emek sömürüsünün gerçek derecesini”, artı-değer oranını ve değişken sermaye ile sınırlı artı emek conatus zamanını eşdeğer olarak koyan, Marx tarafından öne sürülmüş bu çifte eşitlik, aslında bu şekliyle kabul edilemez. Kapitalist sömürü, insanlara makine gibi davranma eğilimindedir ve onlara, makinelere yaptığı gibi tamamen niceliksel bir tarzda ödeme yapma eğilimindedir. Fakat daha önce gördüğümüz gibi, sömürü bunun ötesindedir. Kapitalistler, Sermaye standardına da bağlı olarak diğer birçok kârı ve diğer birçok artı-değeri çeker. Kapitalizm “toplumsal olan”la sömürülenlerin ilgilendiği kadar ilgilenir. Ama onun için makinesel olan, toplumsal olandan önce gelip onu kontrol etmeliyken sömürülenler için aksine makine, toplumsal olana hizmet etmelidir. İnsanları makinelerden ayıran asıl şey, insanların kendilerinin pasif olarak sömürülmesine izin vermemeleridir. Var olan koşullarda sömürünün ilk olarak makinesel düzenlemelerle ilgili olduğu, insanlar ve onlara ait yeteneklerin bu düzenlemelerin bir parçası haline geldiği kabul edilebilir. İkinci olarak, toplumsal güçler, makinesel ürünün bu mutlak sömürüden ayrılması için mücadele içine girerler. İşçinin varlık kriterinin göreli olmasından dolayı –“minimum geçim düzeyini”, yani emeğin yeniden üretilmesi için gerekli emek miktarına karşılık gelen değer dilimini nasıl değerlendireceğiz?– ekonomik ve toplumsal malların tahsisi ile ilgili bütün sorular, aslında politik problemler haline gelmiştir. Fakat kavram olarak “politik”; çeşitli yaşam biçimlerini, deneyimleri, konuşmaları, gelecek tasarımlarını, tarih ezberlerini vb. içerecek şekilde genişletilmelidir. İşçilerin boyunduruk altına alınmasının, sadece “ortalama toplumsal emeğin” niceliksel faktörünü marjinal olarak kapsadığını gösterdikten sonra, sömürü oranını Marksist artı-değer oranından “çekip çıkarmaya” çalıştım. Böylelikle sömürü oranını, Marx’ın artı-değer oranı kavramına yakın bir şekilde bağlı olan kâr oranı kavramından da örtülü olarak uzaklaştırmış oldum.7 Bu ayrım, devlet tarafından sübvanse edilen sektörlerde sık sık görülen ve Marksist formüle göre de teorik olarak negatif artı-değer üretmesi beklenen, şirketlerin “zararına satış” dedikleri şeyin kayda değer bir kâr üretmesi gerçeği tarafından doğrulanmaktadır. Üçüncü Dünya’nın, uluslararası hammadde piyasası aracılığıyla “uzaktan” sömürüldüğü günümüzde kâr, şirket dışı olmamakla birlikte ulus dışı olan faktörlere bağlı olabilir. 149 Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, ileri sürülmüş olan kâr oranının düşme eğilimi yasası, mevcut politikekonomik alanda işlerliğini yitirmiştir. Ulus-ötesi mekanizmalar o kadar önem kazanmıştır ki, sabit sermaye anlamındaki mekanik emeğin yerel büyüme oranına bağlı artı-değere, yerel bir oran belirlemek artık imkânsızdır.8 2.Bütünleşmiş Küresel Kapitalizmin Organik Bileşimi Marx’ın düşündüğünün aksine, Sermaye (bütün kullanım değerinin üretimi ve sirkülasyonu biçimlerini kontrol ederek) kendisini değişim değeri ölçümünün kör bir biçimine hapseden formülasyondan sıyrılmayı başardı.9 Kapitalist değerlenme, kâr oranının düşme eğiliminden aşırı üretim krizlerine kadar, kapitalizmi ölümcül sonuna götüren, hatta onu bütünüyle izolasyona iten makinesel kansere hâlâ yakalanmamıştır. Sermayenin semiyotikleştirilmesi, somut iktidarın değerlenmelerini ölçmek, manipüle etmek ve konumlandırmak için şimdi çok daha fazla araca sahiptir; artık sadece varlığını sürdürmekle kalmaz, bunun yanında hızla çoğalır. Hangi kılığa girerse girsin, Sermaye rasyonel değil, hegemonyacıdır. Toplumsal oluşumları uyumlulaştırmaz; sosyo-ekonomik farklılıkları körükler. Sermaye, bir kâr hareketi olmazdan önce bir iktidar hareketidir; fakat kendini tepeden dayatır. Sermaye daha önce, Marx’ın ifade ettiği şekliyle, “bir ülkenin toplam toplumsal sermayesi”ne dayanıyorken10 günümüzde tüm ekonomik sektörlerin, bilim ve teknolojinin, gelenek, görenekler vb.’nin genel bir yurtsuzlaşması hareketine dayanmaktadır. Onun semiyotik varlığı sistematik olarak, baskın güç oluşumları üzerinde diyagramlaştırdığı ve yeniden yurtlandırdığı teknik ve toplumsal dönüşümlere aşılanır. Sadece ticaret, banka ya da finans faaliyetlerinden parasal kâr elde etmeye odaklanmış gibi göründüğü zamanlarda bile, Sermaye –en dinamik kapitalist sınıfların bir ifadesi olarak– zaten bir yıkım ve yeniden yapılanma siyaseti izliyordu: geleneksel köylülüğün topraktan bağları kesilerek (yersiz)yurt suzlaştırılması, şehirli bir işçi sınıfının yaratılması, eski ticaret burjuvazisine ait malların ve zanaatların kamulaştırılması, bölgesel ve ayrılıkçı “arkaizmlerin” tasfiyesi, sömürgeci yayılma vb.11 Sonuç olarak, burada sadece Sermaye siyasetini akla getirmek yeterli değildir. Sermaye, birbirine bağlı politik, sosyal ve teknik-bilimsel öğelerden başka bir şey değildir. Bu genel diyagramatik boyut, Sermayenin küreselleşmesi için bir zemin vazifesi gören devlet kapitalizminin büyümesi ile daha açık bir şekilde ortaya çıkar. Ulus-devletler, çok boyutlu sermayeyi manipüle ederler: bazı sosyal kategorileri “çizgi”’ye dahil etmek için gerekli parasal yığınlar, ekonomik göstergeler, nicelikler, insanları bir yerde tutmaya yarayan sınırlayıcı akışlar... Ulusal çerçevelerle sınırlanmış olsun ya da olmasın, kapitalizme ait bir çeşit kolektifleşme söz konusudur. Ama bu, kapitalizmin yozlaşmakta olduğu anlamına gelmez. Semiyotik bileşeninin sürekli zenginleşmesi sayesinde12 ücretli emek ve parasallaştırılmış malların ötesinde, daha önce hem evsel hem de libidinal13 anlamda yerel ekonomilerle sınırlı çoklu iktidar birimlerinin kontrolünü de ele geçirir. Günümüzde her bir tekil –paradan ve sosyal iktidardan– kapitalist kâr elde etme hareketi, herkesi ilgilendiren bütün iktidar oluşumlarını kapsar. Kapitalist şirket ve ücretli çalışma durumu, kendisi de doğrudan üretilmiş ve Sermayenin kontrolü altında yeniden üretilmiş olan toplumsal dokudan ayrılmaz bir hale gelmiştir. Kapitalist şirket nosyonunun kendisi, kolektif donanımları ve çalışma durumu nosyonunun yanı sıra, ücret-dışı faaliyetleri içerecek şekilde conatus 150 genişletilmelidir. Bir şekilde, ev hanımı evinde, çocuk okulda, tüketici süpermarkette ve televizyon izleyicisi televizyon karşısında bir çalışma durumuna sahiptir... Fabrikadaki makineler kendi kendilerine çalışıyor gibi görünmektedir; ama aslında hemen yanı başlarında duran bütün toplumun kendisidir. Günümüzde çoklu kurumlar ve kolektif donanımlarca uygulanan ertelenen ücretlere, kârlara ve sosyal maliyetlere dair çoklu sistemler, şirketteki para dolaşımının yeniden üretimini etkilemekteyken, şirket maaşlarını bu sistemlerden bağımsızmış gibi değerlendirmenin hiçbir dayanağı yoktur. Söyleyeceklerimize, şu esas noktayı da ilave edelim: Kapitalizm ücretli işçileri sadece onların emek-zamanının ötesinde, onların “boş” vakitlerinde sömürmekle kalmaz; bununla birlikte onları, kendi eylem alanları içinde boyun eğenleri sömürmekte bir aktarıcı olarak kullanır: astlarını, ücretli olmayan akrabalarını, karılarını, çocuklarını, yaşlı insanları, onlara muhtaç herkesi. Her zaman şu temel düşünceye geri dönüyoruz: Ücret sistemi sayesinde kapitalizm, her şeyden önce bütün toplumun kontrolünü hedefler. Ve tekrar tekrar, her şart altında değişim değeri oyununun her zaman toplumsal ilişkilere bağlı olduğu görülür –tersi değil. Enflasyon gibi mekanizmalar, toplumsal olanın ekonomik olana yaptığı sabit tecavüzleri gösterir. Normal olan fiyat dengesi değil enflasyondur; çünkü mesele, sürekli evrim halinde bulunan güç ilişkilerini ayarlamaktır (satın alma gücü, yatırım gücü, çeşitli toplumsal formasyonlara ait uluslararası değişim gücü). Ekonomik artı-değer, emekle, makinelerle ve toplumsal alanla iştigal eden iktidar artı-değerine kesin bir şekilde bağlıdır; iktidara ait sermayeleştirme göstergelerinin genel bir tarzı olarak Sermayenin yeniden tanımlanması, sonuç olarak onun teknik bileşiminin yeniden tanımlanması anlamına gelir. İkinci tanımlama, artık canlı emek ve üretim araçları içinde kristalleşmiş emek gibi iki temel veriye dayanmaz; bunun yerine birbirine indirgenemeyen en az dört bileşenle tanımlanır: 1) Sermayenin varlığını sürdürmesine olanak sağlayan kapitalist güç oluşumları; mülkiyeti, sosyal tabakalaşmayı, maddi ve toplumsal malların tahsisini garanti eder (hangi mal olursa olsun bir malın değeri polisin, hukukun, vs... baskıcı donanımlarının güvenilirliğinden ayrılmaz ve hatta var olan düzen conatus lehinde belli derecelerde var olan popüler konsensüsten ayrılmaz). 2) Sabit sermayeyi oluşturan üretici güçlerin makinesel düzenlemeleri (makine, fabrika, nakliye, hammaddelerin depolanması, teknik-bilimsel bilgi sermayesi, makinesel itaat ve eğitim, laboratuarlar vb.). Bu, üretici güçlerin klasik alanıdır. 3) Kapitalist güç tarafından boyunduruk altına alınan kolektif emek-gücü ve toplumsal ilişkilerin tümü. Kolektif emek-gücü, burada artık makinesel itaat anlamında değil, bunun yerine toplumsal yabancılaşma anlamında ele alınır. Kolektif emek burjuvazi ve bürokrasiye boyun eğer; ama aynı zamanda toplumsal kategoriler için de (kadınlar, çocuklar, göçmenler, cinsel azınlıklar vb.) boyunduruk altına alınmasının bir faktörü olmuştur. Bu, üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin alanıdır. 4) Donanımların ağı, Devlet aygıtları ve Devlet-üstü güç, medya. Hem mikro-sosyal hem de dünya ölçeğinde dallanıp budaklanan bu ağ, sermayenin asli bileşeni olmuştur. Bu ağ üzerinden, sermaye, önceki üç bileşene içkin olarak iktidarın sektörel sermayeleştirmesini elde eder ve birleştirir. Tüm iktidar oluşumlarının semiyotik bir uygulayıcısı olarak Sermaye, bu dört bileşenin üzerinde gelişeceği, (yersiz)yurtsuzlaşmış bir yazı yüzeyi oluşturur. Fakat şunu vurgulamalıyım ki, bu sadece bazı şeylerin temsil edileceği, çeşitli bakış açılarının diğerleri ile yüzleştirileceği bir çeşit parlamenter tiyatro değildir. Bununla birlikte, Sermaye, sosyal ve makinesel 151 düzenlemelerin sıralanmasına ve bunları ilgilendiren tüm olası işlemlere dahil olduğu ölçüde, bu yazı yüzeyi doğrudan bir üretim faaliyeti olacaktır. Sermayenin özel diyagramatik işlevi –yani, sadece betimsel olmayıp bununla birlikte işlemsel olan işlevi– öbür türlü sadece yukarıda sayılan bileşenlerin bir yığını olarak beliren şeye asli bir şeyler “katar”. Semiyotik soyutlama seviyesinin diyagramatizm seviyesine yükselmesi, Bertrand Russell’ın mantıksal tipler teorisinde tanımladığı bir küme ile elemanları arasındaki temel süreksizliği akla getirebilir. Ancak sermayeyle birlikte süreksizlik sadece mantıksal değil, aynı zamanda makineseldir de; sadece gösterge akışlarından değil, maddi ve toplumsal akışlardan da kaynaklanır. Aslında, Sermayeye özgü diyagramatizmin azaltma-oranı gücü, kapitalizme ait çeşitli somut düzenlemelerin (yersiz)yurtsuzlaştırıcı “dinamizmi”nden ayrılamaz. Bu, kapitalist çelişkiler içinde ya da arasında temellenen reformist politik perspektifleri bağlam dışına iterken kitlelerin baskısına karşılık onun insanileştirme yönünü vurgulayan perspektifleri doğru kabul eder. Örneğin, çokuluslu şirketleri ulusal kapitalizmler ile, ya da Alman-Amerikan Avrupa’yı eski Avrupa ile, “Batı” liberalizmini Sovyetler Birliği’ndeki sosyal kapitalizm ile çatıştırmak beyhudedir. Kapitalizm, bu çelişkiler üzerinden gelişir; bunlar, sadece (yersiz)yurtsuzlaşmayı destekleyen testlerdir. Devrimci bir alternatif, öyle bir şey varsa, kesinlikle bu tip temeller üzerine inşa edilemez. 3.Sermaye ve Öznel Yabancılaşmanın İşlevleri Sermaye göstergeleri aracılığıyla güç kullanımı, toplumsal dilimlerin üstünden gelen bir kontrolle ve her bir bireysel hayatın zapt edilmesi ile beraber ilerler. Sözcelenmesi bireyselleştirilmiş olsa bile, kapitalist öznellikten daha az bireysel bir şey yoktur. İnsan faaliyetleri, düşünceleri ve duygularının Sermaye ile üst-kodlanması, ayrı ayrı ele alınan öznelleştirme biçimlerini birbiri ile eşdeğer ve birbirini yankılar hale getirir. Öznellik, deyim yerindeyse, ulusallaştırılır. Arzu değerleri, değişim-değerleri ile ilişkili olarak kullanım değerlerinin sistematik bağımlılığı üzerinde temellenmiş bir ekonomide, bu karşıtlık anlamsız hale gelecek kadar yeniden düzenlenir. Bir sokakta ya da kırda “serbestçe” dolaşmak, temiz hava almak ya da biraz yüksek sesle şarkı söylemek, kapitalist bakış açısından ölçülebilir faaliyetler haline gelmiştir. Meydanların, doğal parkların ve serbest dolaşımın bir sosyal ve endüstriyel maliyeti vardır. Sonuç olarak, kapitalizmin özneleri, tıpkı kralın tebaası gibi, varlıklarını sadece genel eşdeğerlik anlamında hesaplanabilir varlıklar olarak tasarlarlar: burada önerdiğim genişletilmiş tanıma göre, Sermaye olarak. Kapitalist düzen bireylerin, sadece değişim sistemi için, tüm değerlerin dönüştürülebilir olduğu genel bir sistem için var olmalarını ister; öyle ki, bireylerin en küçük arzuları bile bencilce, tehlikeli ve suçmuş gibi hissedilir. Toplumsal alanın tamamen kapsanması anlamına gelen bu çeşit bir boyun eğdirme işlemi, doğrudan en ufak farklılıkları “hedef ” alıyorken, dışarıdan yapılan sosyal kontrolle tatmin olamaz. Sermaye tarafından konuşlandırılan genel değerler piyasası, hem içeriden hem de dışarıdan ilerleyecektir. Sadece ekonomik olarak tanımlanabilen değerlerle değil, bununla birlikte zihinsel ve duygusal değerlerle de ilgilenecektir. Bu boyun eğdirmenin dışarısıyla içerisi arasında birleşme noktası oluşturması; Devlet, Devlet-ötesi, ve medya aygıtları gibi kolektif donanımların çok-merkezli ağına bağlı olacaktır. Semiyotikleştirme gücüne ait yerel biçimlerin genel dönüştürülebilirliği, sadece merkezi emirlere itaat etmez; bunun yanında, Devlet gücüne yakın ya da doğrudan devlete bağlanmış “semiyotik yoğunlaştırıcılara” da itaat eder. Asli işlevlerinden biri, her bir bireyin egemen düzene ait kontrol, baskı ve modelleştirme mekanizmalarını varsaymasını sağlamaktır.14 Bütünleşmiş Küresel Kapitalizm bağlamında, UlusDevletlerin merkezi gücünün aynı zamanda hem her şey hem de hiçbir şey olduğu düşünülebilir. Gerçek ekonomik verimlilik göz önüne alındığında hiçbir şeydir, ya da çok bir şey değildir. Modelleştirme ve sosyal kontrol göz önüne alındığındaysa her şeydir, ya da neredeyse her şeydir. Paradoks, bir noktaya kadar, Devlet aygıtlarının, donanımlarının ve bürokrasinin Devlet gücünden kurtulma eğiliminde olmasında yatar. Bu aslında, Devleti uzaktan manipüle eden ve yönlendiren bir ağdır; onun gerçek muhatapları “sosyal partnerler”, baskı grupları, ve lobilerdir. Devletin gerçekliği bu nedenle, sınıf ve üretim ilişkilerinde gayet conatus 152 belirsiz bir yer işgal eden Devlet ve Devlet-ötesi yapılarla çakışma eğilimindedir; çünkü Devlet ve Devlet-ötesi yapılar, bir tarafta gerçek yönetim pozisyonlarını kontrol edip egemen düzenin sürdürülmesine etkili bir şekilde katkıda bulunurlar; diğer taraftaysa işçi sınıfının çeşitli bileşenlerinin yer aldığı aynı zemin üzerinde kapitalist sömürünün nesnesi olurlar. Marx’a göre, öğretmen üretken bir işçiydi; çünkü öğrencilerini patronlar için çalışmaya hazırlıyordu.15 Fakat günümüz öğretmeni, bu görevi sonsuz şekilde genişletmiştir. Bu kapitalist ağ sayesinde öyle bir eğitim ve sosyalleşme yaratır ki, “kolektif düzenlemeler” yığınını maddi üretim, socius, semiyotikleşme ve itaat biçimleri gibi özerk alanlara ayırmak oldukça temelsiz kalır. Teknokrasileri karakterize eden üretim ve baskı arasındaki aynı belirsizlik ve zıtlık, çalışan kitleler arasında da görülebilir: İşçiler, tüketim malları üstünde çalışırken aynı zamanda kendileri üzerinde de çalışırlar. Birçok şekilde, hepsi kontrol ve baskı üretimine katılırlar. Aslında, daha önce gördüğümüz gibi, bir birey aynı gün içerisinde rol değiştirmeyi asla durduramaz: Büroda veya atölyede sömürülür; daha sonra, ailesi içinde ya da karı-koca ilişkileri içinde bir sömürücüye dönüşür. Socius’un tüm seviyelerinde, yabancılaşma vektörlerinin ayrılmaz bir karışımı bulunur. Örneğin, işçiler ya da ilerlemiş bir sektörün sendikaları, kendi endüstrilerinin ulusal ekonomi içindeki pozisyonunu tutkulu bir şekilde savunacaklardır ve bunu, endüstrilerinin yarattığı kirliliği dikkate almadan ya da üretilen jet uçaklarının Afrika nüfusu üstüne bomba yağdırıp yağdırmadığına bakmadan yapacaklardır... Sınıf sınırları, “mücadele cepheleri” bulanık hale gelmiştir. Bunların yok olduğu söylenebilir mi? Hayır. Fakat sonsuz bir şekilde çoğalmışlardır; hatta direkt karşılaşmalar olduğunda, çoğunlukla “örnek karaktere” bürünürler; birinci amaçları medyanın ilgisini çekmektir; buna karşılık, medya da onları dilediği gibi kullanır. Emek gücünü şekillendiren mekanizmaların temelinde ve ideoloji ve etkilerin örtüştüğü bütün seviyelerde, kapitalist donanımın makinesel duyargaları görülebilir. Vurgulamak istediğim şey, bunların bir ideolojik aygıt ağı yaratmadıkları, fakat bunun yerine sadece işçileri kapsamakla kalmayan, aynı zamanda sürekli olarak conatus ve her yerde üretimle meşgul olan kadınlar, çocuklar, yaşlı insanlar, marjinaller vb. gibi çokluğun dağınık bileşenlerini kuşatan bir megamakine yarattığıdır. Örneğin günümüzde, doğumdan itibaren aile, televizyon ve sosyal hizmetler sayesinde, bir çocuk çalışmaya programlanır ve çocuğa ait çeşitli gösterge biçimlerini gelecekteki üretici ve sosyal fonksiyonlara uyarlayan bir yaklaşımla, bu çocuk karmaşık oluşum süreçlerine dahil edilir. Günümüzde, işletmelerin yönetiminde endüstriyel devamlılık düşüncesi çok büyük öneme sahiptir. Devletin genel “sosyal devamlılık” rolünü üstlendiğini söylemek yeterli midir? Bana göre, bunu söylemek tamamen yetersiz olacaktır. Hem Doğuda hem de Batıda Devlet, Sermayenin asli bileşenlerine bağımlıdır –bu noktada, eşzamanlı olarak Sermayenin organik bileşeni ve Devletin tanımını vermek şartıyla iki çeşit Devlet kapitalizminden söz etmek mümkündür. Kapitalist donanım ağının işlevi (ki bu donanım bir noktaya kadar medyayı, sendikaları, dernekleri vb.’yi de içerir), Sermayeyi, değişim değerleri ve güç değerlerinin sosyal Sermayesi ile homojen bir hale getirmektir. Bu donanım ağı kolektif davranışları, yönetim modellerini, sistemin “iyi davranış” fikri ile uyuşan her tür içeriği idare ettiği kadar, satın alma gücünü dağıtmakta kullanılan ya da yine uluslararası ölçekte bir omurga vazifesi gören devasa askeri-endüstriyel komplekslerin finansmanında kullanılan yasal ve finansal araçları, çeşitli sosyal ve endüstriyel alanlardaki yatırımları idare eder. Bu alanların her birini kusursuz kategoriler olarak ele almamak gerekir. Son tahlilde ve her fırsatta, toplumsal olarak hakim oluşumlar tarafından manipüle edilmiş aynı Sermayeyi buluruz: Bilgi Sermayesi, emekgücünün üretici çevreye adaptasyonu ve teslimiyeti sermayesi, daha genel olarak tüm nüfusun şehirlikırsal çevreye adaptasyonu ve teslimiyeti sermayesi, bilinçaltında kendini sisteme ait modellerin yerine koyma (içe yansıtma) sermayesi, baskı ve askeri güç sermayesi. Tüm bu semiyotikleştirici iktidar biçimleri, çağdaş sermayenin organik bileşimine tamamen dahil olmaktadır. Dolayısıyla, genel kapitalist değerler piyasasının gelişimi, bu gelişimi süreklileştiren çok-merkezli donanımların ve Devlet donanımlarının çoğalması, Ulus-Devletler –ki genellikle bunu güçlendirme eğilimindedir, hatta 153 bunu tamamlar– üzerinde yoğunlaşmış çelişen güçler olmaktan uzaktır. Gerçekte, bu yolla sermayeleştirilen şey, iktidarın imgesi olarak kullanılan ve üretim ve ekonomi alanlarındaki gerçek iktidardan çok daha fazla iktidar olan bir iktidardır. Çok çeşitli şekilde, Devlet ve onun sayısız kolları, kitlelerin günlük hayatlarını ve sosyal ilişkilerini az ya da çok yapay olarak düzenlemelerine olanak sağlamak için gerekli boş alan ve koordinatların minimumunu yeniden yaratma eğilimindedir. Ancak, eski ve yeni yurtlanma biçimlerinden kurtuluş, bütünleşmiş küresel kapitalist ağ sistemine bağlanmak demektir.16 Çağdaş sermaye alanları, artık yerel mıntıkalara, kastlara, etik, dinsel, korporatif, kapitalizm öncesi geleneklere bağlı değildir; Ulus-devletler çağındaki büyük şehirlere, endüstriyel kentlere ve parçalı kapitalizmin sınıf ilişkilerine ve bürokrasilerine de giderek daha az bağlanmaktadır. Mekânlar, fiziksel ölçekte ve mikro-sosyal olarak inşa edildiği kadar, dünya çapında da inşa edilir. “Bir şeye ait olma” hissi, “yaşam-tasarımı” olarak aynı üretim hattından kaynaklanıyormuş gibi görünmekte. Bu şartlar altında, neden Devletin uzaktan kurallar koyarak sosyal piramidin en tepesinde yer alamadığını, ama bunun yerine sürekli kendine ait hiyerarşi formüllerini, ayrımları, fonksiyonel reçeteleri, özel niteliklerini değiştirerek sosyal dokuyu şekillendirmek ve yeniden oluşturmak için sonsuz bir şekilde müdahale etmek zorunda olduğunu anlamak kolaydır. Küresel kapitalizm, baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu kapitalizm, her şeyi kullanmak zorundadır ve artık kendi bağımsızlığını sınırlayan ulusal geleneklerle, yasama kararlarıyla ya da formel de olsa bağımsızlıkla ve hakimlik makamı gibi kurumlarla uğraşma lüksü yoktur. Bu araçların minyatürleştirilmesi, makinesel tekniklerin çok uzağındadır. “Görünmez” (yersiz)yurtsuzlaşmış kısmı korkunç derecede etkili olan bu minyatürleştirme, kapitalist mekanizmaya eklenmiş temel algısal, duyumsal, duygulanımsal, bilişsel, dilbilimsel vb. davranışların temel işleyişi üzerine tüm ağırlığıyla çöker. Kitlelerin boyun eğmesini ideolojik kandırmaca ya da kolektif mazoşist tutku olarak alan teorik açıklamaları kabul edemeyiz. Kapitalizm, bireyleri içeriden yakalar. İmgeler ve fikirler aracılığıyla yabancılaşma, bireylerin temel semiyotikleşme tarzlarına ait genel kölelik biçimlerinin, hem bireysel hem de kolektif olarak, sadece bir yüzüdür. Bireyler arzunun normalleştirilmesi ve algı biçimleriyle “donatıldıkları” gibi, aynı zamanda fabrikalar, okullar ve sınırlarla da donatılmışlardır. İşbölümünün dünya çapında genişlemesi, küresel kapitalizm anlamında yalnızca üretici güçleri tüm sosyal kategoriler ile birleştirme girişimi değil, bununla birlikte sürekli bir yeniden oluşturma, kolektif işgücünün sürekli yeniden keşfi girişimidir. Kapitalizm ideali, artık tutkulara sahip, belirsizliğe eğilimli, tereddüt etmeye ve reddetmeye yatkın bireylerle kendini yormayacaktır; bunun yerine insan İleri sürülmüş olan kâr oranının düşme eğilimi yasası, mevcut politik-ekonomik alanda işlerliğini yitirmiştir. Ulus-ötesi mekanizmalar o kadar önem kazanmıştır ki, sabit sermaye 4.Sermaye ve Makinesel Köleliğin İşlevleri Kapitalist iktidar, geleneksel doğrudan baskı sistemlerine, her bir bireyin aktif suç ortaklığı olmasa bile en azından pasif rızasını gerektiren kontrol mekanizmalarını eklemeye devam eder. Fakat eylem araçlarının böylesine genişletilmesi, ancak bunların insan eylemlerini ve hayatın iç kaynaklarını işe karıştırması ile mümkündür. anlamındaki mekanik emeğin yerel büyüme oranına bağlı artı-değere, yerel bir oran belirlemek artık düşünülemez conatus 154 robotlarla uğraşacaktır. Sadece iki tip ile ilgilenmeyi tercih eder: ücretli ve sübvanse edilmiş olanlar. Onun amacı, eğer baskı altında tutmuyorsa, kendi güç aksiyomatiğinin ve teknolojik buyruklarının dışında yer alan bir şeylerin peşi sıra hareket eden tüm sınıflandırmaları etkisiz hale getirmek ve silmektir. Zincirin sonunda erkekleri, kadınları, çocukları, yaşlıları, zengin ve fakirleri, kol emeği işçilerini, entelektüelleri vb. “yeniden keşfettiği” zaman, onları kendi kriterlerine göre yeniden tanımlamak için, onlara kendi kendilerini yeniden yaratıyorlar izlenimi verir. Fakat kapitalist makinesel kölelik, tamamen en işlevsel seviyelerde –duyumsal, duygulanımsal ve pratik– işin içine karıştığı için, kendi sonuçlarına dönmeye ve Marx tarafından doğru bir şekilde kavranmış olan yeni tip bir makinesel artı-değere öncülük etmeye eğilimlidir (insan türü için alternatiflerin genişlemesi, arzu ve yaratıcılık ufkunun sabit bir şekilde yenilenmesi).17 Kapitalizm, insan türü tarafından taşınan arzuların gücünü yakalamayı talep eder. Makinesel kölelik aracılığıyla bireylerin kalbine yerleşir. İşçi elitlerinin sosyal ve politik entegrasyonunun sadece maddi çıkarlara değil, bununla birlikte, bazen derin bir şekilde, mesleklerine, teknolojilerine ve makinelerine olan bağlılıklarına da dayandığı doğrudur... Daha genel olarak, kapitalizm tarafından gizlenen makinesel çevrenin büyük halk kitlelerine karşı kayıtsız olmaktan uzak olduğu açıktır ve bunun sebebi de, sadece reklamların ayartması ya da bireyler tarafından tüketim toplumunun nesne ve fikirlerinin içselleştirilmesi değildir. Bazı makineler, insan arzusunun özüne aitmiş gibi görünürler. Sorun, neyin makinesi ve ne için olduğunu bilmektir. Makinesel kölelik, toplumsal boyun eğme ile çakışmaz. Kölelik olgunlaşmış kişilerle, kolayca manipüle edilen öznel temsiliyetlerle ilgilenirken, makinesel kölelik, arzunun moleküler ekonomisi tabakalaşmış sosyal ilişkiler içinde daha zor içselleştirildiği için, insan-altı ve toplumsal-altı bileşenleri biraraya getirir.18 Kapitalizm; algısal işlevlerle, duygulanımlarla, bilinçaltı davranışlarla doğrudan ilgilenerek, sosyolojik olarak konuşmak gerekirse, işçi sınıfının daha ötesindeki bir alanı, emekgücü ve arzu alanını sahiplenir. Bundan dolayı sınıf ilişkileri farklı bir şekilde gelişme eğilimindedir. Sınıf ilişkileri, artan bir şekilde karmaşık stratejilere dayanır ve daha az kutuplaşmıştır. Örneğin, Fransız işçi sınıfının conatus kaderi sadece doğrudan patronlarına bağlı değil, ayrıca Devlettekilere, Avrupa’dakilere, Üçüncü Dünya’dakilere, çokuluslu şirketlerdekilere; başka bir alanda da, göçmen işçilere, kadın emeğine, güvencesiz ve geçici işlere, bölgesel çatışmalara vb. bağlıdır. Burjuvazinin doğası değişmiştir. Artık, en azından modernist kısımlarında, ister bireysel ister kolektif olsun kişisel üretim araçları sahipliğini gayretli bir şekilde savunma çabası içinde değildir. Bugün burjuvazinin sorunu, kolektif ve küresel olarak makinelerin ve sosyal donanımların temel ağını kontrol etmektir. Burjuvazinin gücü buradan gelir; sadece parasal gücü değil, aynı zamanda sosyal, libidinal, kültürel vb. güçleri de. Mülksüzleştirmeye karşı dayandığı alan burasıdır. Ve bu açıdan, uyum sağlama ve tamir etme konusunda, özellikle Doğu sosyal-kapitalist rejimlerinin yenilenmesi konusunda, şaşırtıcı bir hüner sergilediğini kabul etmek gerekir. Burjuvazi, özel kapitalizm konusunda zeminini yitirmektedir; fakat Devlet kapitalizmi, kolektif donanımlar, medya vb. konusunda zemin kazanmaktadır. Sadece Devletin, bürokrasi ve aygıtların, teknokratların, uzmanların, öğretmenlerin yeni sektörlerini birleştirmekle kalmaz; bir tabakadan diğerine, bütün nüfusu işin içine sokmayı başarır. Kapitalist sınıfların, herkesi ilgilendiren bütün insan faaliyetlerini emsalsiz bir semiyotik eşdeğere dönüştürme çabası içindeyken karşılaşacağı sınırlar ne olacaktır? Böylesine genelleşmiş bir kirlilik sistemi içinde, devrimci mücadele hangi noktaya kadar mümkündür? Şüphesiz ki, bu sınırlar geleneksel devrimci hareketler arasında bulunmayacaktır. Devrim mücadelesi, sadece görünür politik söylem seviyesinde değil, ayrıca çok daha moleküler bir düzlemde dünyadaki herkesin sistematik kontrolü içinde, arzunun dönüşümlerinde, sanatsal ve tekno-bilimsel dönüşümlerde sonuna kadar sürdürülmelidir. Bugün kapitalizm, Çin’le entegre olarak, gücünün zirvesindedir; ama belki de, aynı zamanda kırılganlığının en uç seviyesine yaklaşmak üzeredir. Kapitalizmin genel bağımlılık sistemi öyle bir durumdadır ki, işleyişindeki en ufak pürüz, kontrol edemeyeceği etkiler yaratabilir. Félix Guattari, Capital as the Integral of Power Formations, der. Sylvere Lotringer, Soft Subversions içinde, New York 1996. 155 İtaat, sibernetik anlamında kullanılmıştır. Marx, artı-değeri şu terimlerle ifade eder: “Ben, işgününün basitçe uzatılmasıyla üretilen artı-değere mutlak artı-değer diyorum ve bununla birlikte gerekli emek zamanının kısaltılmasından ve böylelikle işgününün iki kısmının büyüklüklerindeki değişmeden doğan artı-değere de nispi artı-değer diyorum.” Artı-değer oranı aşağıdaki formülle ifade edilir: Nispi artı değer = artı değer/değişken sermaye = artı değer/işgücü değeri = artı emek/gerekli emek Marx, devam eder: “İlk iki formül değer ilişkisini ortaya koyarken, üçüncü formül bu değerlerin üretildiği zaman aralıklarını ifade eder.” 3 “Eğer gerçek zenginlik her bireyin üretici gücünün tam olduğu durumsa, standart ölçüm emek-zamanı cinsinden değil, mevcut zaman cinsinden ifade edilecektir. Zenginliğin ölçüsünü emek zamanı olarak almak, mevcut zamanı yoksulluk üzerine kurmak demektir. Bu da demek oluyor ki, boş zaman sadece fazla mesaiye direnme ile mümkün olur. Bu durum, tüm zamanın geçici emek talebine indirgenmesidir ki, burada işçi bir araç konumuna düşürülür.” (Marx, Pleiade, c. 2, s. 308) 4 Farklı bir bakış açısından, Amerika’daki davranışsalcılığın bugünkü zaferinin “bilimlerin ilerlemesinden” değil, sosyal kontrole ait daha katı yöntem sistematizasyonlarından kaynaklandığı görülebilir. 5 Guattari, makinesel filum kavramını, bir şeyde var olan dinamik ve dönüşümsel gücü ifade etmek için kullanır (y.n.). 6 “Merkantilist devrim” üzerine düşündüğüm gönderge gibi görülecektir; özellikle Thomas Mun’un muhteşem kitabı –İngiltere’den Doğu Hindistan’a Ticaretin Söylemi– ki bu kitap Marx’a göre merkantilizmin geldiği sistemden bilinçli bir kırılmasını temsil eder. Mun’un kitabı, merkantilizmin incili haline gelecektir. 7 Marx’a göre, belirli bir toplumda toplam sermayenin organik bileşimindeki dengesizliği yaratan şey, sabit sermayeye oranla (makineler ve fabrikaların biraraya toplanması yüzünden) değişken sermayenin artan bir şekilde ve nispi olarak azalmasıdır. “Bunun doğrudan sonucu, sömürünün değişmeden kaldığı hatta arttığı yerde, artı-değer oranının kendini azalan kâr oranında ifade etmesidir.” (Marx, Pleiade, c. 2, s. 1002) 8 Devlet ile de görüştükten sonra, çokuluslu bir şirket azgelişmiş bir bölgede süper-modern bir fabrika açacaktır. Sonra, politik nedenlerden ya da “sosyal istikrarsızlık” yüzünden veya karmaşık satış geliştirme yöntemlerine dayanarak fabrikayı kapatmaya karar verecektir. Bu tip durumlarda, büyümeyi sabit sermaye cinsinden değerlendirmek imkânsızdır. Başka bir alanda, farz edelim çelik üretiminde, ultra-modern bir endüstri kolu, sadece ekonomik ve sosyal gelişmenin toplamını ilgilendiren temel tercihleri ifade eden piyasa sorunları ya da teknolojik seçimler yüzünden çözülecek ya da bir ayarlamaya maruz kalacaktır. 9 Birçok antropoloğun arkaik toplumlar için göstermiş olduğu gibi, açık değişim her zaman gerçek güç ilişkilerine bağlıdır. Değişim, her zaman iktidar tarafından araçsallaştırılır. Cf.E.R.Leach, Critique of Anthropology. 10 Marx, Pleiade, c. 1, s. 102. 11 Bununla beraber, bu genel (yersiz)yurtsuzlaşma hareketi az ya da çok yurtlanmış arkaik tabakaların varlığını sürdürmesine izin verir 1 2 ya da sıklıkla işlevlerini dönüştürerek onlara başka bir soluk verir. Bu anlamda, altının değerindeki gerçek “sekme” şaşırtıcı bir örnek oluşturur. Birbiri ile uyumlu, ama iki karşıt yönde çalışıyormuş gibi görünür: bir tarafta, semiyotik bir kara delik olarak, ekonomik istikrar ve yasak; diğer tarafta, diyagramatik bir iktidar uygulayıcısı olarak: 1) kendi semiyotik müdahalelerini “iyi yerlerde” ve “doğru zamanda” gerçekleştirme kabiliyetini kanıtlamış olanlar için, 2) kilit ekonomik sektörlerde “gece vakti” iktidarın soyut güvenini şırınga etme kabiliyetine sahip olanlar için. Diyagramatik fonksiyon üzerinde, semiyotik kara delikler vb., L’inconscient machinique (Paris: Editions Recherches, 1979). 12 Altının, itibari paranın, kredi parasının, malların ve dürüstlük sıfatlarının vb.’nin ötesinde, Sermaye bugün kendisini bilgi ve medyayı kapsayan tüm türlerin iktidarına ait semiyotik işlemler ve manipülasyonlar aracılığıyla ifade eder. 13 Libidinal ekonomi: Jean François Lyotard’ın insan varlığındaki, aklın ve mantığın işleyişine karşı koyup, direnç gösteren itkiler için kullandığı terim. Lyotard, Freud gibi psikanalistler tarafından ortaya konan bilinçaltı yaşantı, itki ve dürtülerin bir benzeri olarak değerlendirilmeleri gereken bu itki ve dürtülerin, özgürce ifadesini daha açık bir biçimde savunup, onlar ın kaotik ve toplumsal olarak düzen bozucu etk isine dikkat çeker (y.n.). 14 Bu; idarenin, polisin, adaletin, Gelir İdaresi Başkanlığının, menkul kıymetler borsasının, ordunun vb.’nin rolüne paralel olarak okulların, sosyal hizmetlerin, sendikaların, sporun, medyanın vb.’nin rolüdür. 15 Marx, Pleiade, c. 1, s. 1002. 16 Bu seviyede, nispi bir yeniden yurtlanma görülür. Hiçbir şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik alt-birimlerine indirgenebilir olmayan ve nesnel olarak kozmopolit bir yapı arz eden çokuluslu şirketler, yine de çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları tarafından yönetilir. 17 Marx’ın diyalektik mekanizması, zaman zaman onu bu tip dönüşümlerin sözde-kendiliğinden ve istem dışı üretimini düşünmeye sevk etmiştir: “Burjuva ekonomisi parça parça gelişirken, olumsuzlaması da bu sistemin nihai genişlemesi kadar gelişir. Burada mevcut üretimi düşünüyoruz. Burjuva toplumunu bir bütün olarak göz önüne alırsak, toplumsal üretimin nihai sonucunun toplumun kendisi olduğunu, ya da bir başka deyişle toplumsal ilişkileri içinde insanın kendisi olduğunu görürüz.” 18 Böyle bir önerme, arzunun kısmen farklılaşmamış enerjik itki olarak değil, sadece çok ayrıntılı (yersiz)yurtsuzlaşmış makinesel kümelerin sonucu olarak tasarlanması halinde mümkündür. conatus 156 157 ARZU VE ZEVK1 G i l l e s D e l e u z e İngilizceden çeviren: Eylem Canaslan Önsöz (François Ewald) Aşağıdaki metin, sadece yayımlanmamış bir metin olmakla kalmaz. Özel, gizli ve mahrem bir ton da taşır. Gilles Deleuze’ün, bana Michel Foucault’ya vermek üzere 1977’de teslim ettiği, A’dan H’ye kadar sınıflandırılmış bir dizi nottan oluşmaktadır. Foucault, cinsel özgürleşme mücadelelerinin kendisini yansıttığı kategorilerin hareketlerini tartışmaya açtığı Cinselliğin Tarihi kitabının ilk cildi olan Bilme İstenci’ni yeni yayımlamıştı. Pek anlaşılmadan kalan kitabın alımlanışı, yüzünü çoktan L’usage de plaisirs ve Souci de soi’nın (Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü ciltleri) problematiği olacak olan bir şeye dönmüş ve kendisini bunu ortaya çıkarmaya vakfetmiş olan Foucault’daki bir çeşit krize de denk gelmekteydi. Arkadaşında bir acı olarak algıladığı bu duruma duyarlı olan Gilles Deleuze de, Foucault ile yakınlıkları ve ayrışmalarını belirttiği bu notları yazdı. Bir eleştiri ya da polemik olmayan bu notlar, kopmuş olan bir diyaloğu yeniden kurmaya yönelik, arkadaşlığın içtenliğiyle dolu olan bir davettir. Gilles Deleuze ve Michel Foucault, 1962 yılında Jules Vuillemin’in evinde ClermontFerrand’ta tanışmışlardı. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe’yi yeni yayımlamıştı; Foucault ise, ders verdiği Clermont-Ferrand’ta (Roger Garaudy yerine) Deleuze’e kadro verilmesinin yollarını arıyordu. Bu tanışma, uzun yıllar sürecek bir arkadaşlığın başlangıcıydı. Deleuze, Foucault’yu, organizasyonunu üstlendiği, Nietzsche’ye ithaf edilen Royaumont Kolokyumu’na davet etti. Birlikte, Gallimard Yayınevi’nin Nietzsche kitapları Colli-Montari baskısının sorumluluğunu üstlendiler. Deleuze, Fark ve Tekrar [Différence et Répétition] ile Anlamın Mantığı’nı [Logique du Sens] yayımladığında, Foucault, Le Nouvel Observateur’da bu kitaplar üzerine yorumlar ve Critique’te “bir gün belki de yüzyılımız Deleuze yüzyılı olacak” sözüyle ünlenen bir makale yazdı. Deleuze de, Critique’te Bilginin Arkeolojisi üzerine bir yazı yazdı. 68 Mayısı sonrası dönemde, Foucault’nun yanında yer alarak Groupe Information Prisons’a (G.I.P) [Hapishane Haber Alma Grubu] katıldı. 70’lerin başlangıcında, yargı karşıtı gösterilerde biraraya geldiler. “Olağanüstü derinlikteki yeni nosyonlar ve şaşırtıcı kavramlar” içeren L’Anti-Oedipe’in 1972’de yayımlanışı, Deleuze’ü 68 sonrası dönemin en önemli düşünürlerinden biri olarak öne çıkardı. conatus 158 L’Anti-Oedipe’in yayımlanışından sonra, L’Arc dergisi bir sayısını Deleuze’e ayırarak, entelektüelin yeni konumu, çalışması ve mücadeleyle olan ilişkisi üzerine ortak noktalarını belirtmeleri için iki filozofu yan yana getirdi. L’Anti-Oedipe, Gözetleme ve Cezalandırma [Surveiller et Punir] üç yıl önce yayımlanmıştı ve sonrasında kendi Oedipus (La Vérité et les formes juridique)2 versiyonunu sunacak ve bu temayı ileride de birkaç defa ele alacak olan Foucault için dikkat çekici bir çalışmaydı. 1977’de Foucault, L’Anti-Oedipe’in Amerika baskısına, kendi son çalışmalarında da bulunan kategorilerle “Faşist-olmayan yaşama giriş” olarak sunduğu bir önsöz yazar. Deleuze de, Gözetleme ve Cezalandırma üzerine Critique’te (no. 343) bir yazı yazar. Ve diyalog kesilir. Foucault, Deleuze’ü bir daha hiç görmeyecektir. Foucault’nun, Haziran 1984’te hastaneye yatırıldığında, son isteklerinden biri de Deleuze’ü yeniden görmekti. Bu notlar, Foucault-Deleuze alışverişinin son metinleridir; cevapsız kalmış bir çağrıdır. Bunlarda, iki insan arasındaki arkadaşlığın ötesinde, iki filozofun diyaloğundan beklenebilecek her şey bulunabilir. A Gözetleme ve Cezalandırma’nın (GC) temel tezlerinden biri, iktidar dispozitifleri ile ilgiliydi. Bu, bana üç açıdan çok önemli görünüyor: – Kendisinde taşıdığı ve “solculuk” açısından taşıdığı önem: bütün devlet teorileri karşısında, böyle bir iktidar kavramlaştırmasının taşıdığı derin politik yenilik. – Michel açısından taşıdığı önem: çünkü bu kavramlaştırma, Michel’in Bilginin Arkeolojisi’nde (BA) bulunan söylemsel ile söylemsel-olmayan formasyonlar ikiliğinin ötesine gidebilmesine ve bu iki formasyonun kendilerini parça parça (birbirlerine indirgenmeden ya da birbirlerine benzemeden vb.) nasıl dağıttıklarını ve eklemlediklerini açıklayabilmesine izin vermişti. Bu, bunların arasındaki ayrımı saklamak değil, aralarındaki ilişkinin kavranmasıyla ilgiliydi. – Kesin bir sonuca ulaşmak açısından taşıdığı önem: İktidar dispozitifleri, baskı ya da ideoloji yoluyla ilerlemiyordu. Böylece, herkesin şu ya da bu şekilde kabul etmiş olduğu bir alternatiften bir kopuş söz konusuydu. Baskı ya da ideoloji yerine, BA, bir normalleştirme ve disiplinler kavramı geliştirdi. conatus B Kanımca iktidar dispozitifleri üzerine olan bu tez, çelişik olmayan fakat farklı olan iki yönelime sahiptir. Her koşulda bu dispozitifler, bir devlet aygıtına indirgenemez idiler. Fakat bir yönelime göre, bunlar bir yayılmış, heterojen çokluktan, mikro-dispozitiflerden oluşmaktaydı. Diğer yönelime göreyse, bunlar bir diyagrama, tüm toplumsal düzene içkin olan (görülmeden görme işleviyle tanımlanmış, verili çokluğa uygulanabilen panoptik gibi) bir tür soyut makineye gönderme yapmaktaydılar. Bu bakış, her ikisi de eşit öneme sahip olan iki yönelimli bir mikro-analize benziyordu; çünkü ikinci yönelim Michel’in ”yayma”yla tatmin olmadığını göstermekteydi. C Bilme İstenci’nde (Bİ) ise, GC’ye göre yeni bir adım atılır. Bakış açısıysa tümüyle aynı kalmıştır: ne baskı ne de ideoloji. Fakat kısaca özetlersek, iktidar dispozitifleri artık normalleştirmeyle yetinmezler; kuruculuğa (cinselliğin kuruculuğuna) meylederler. Bilgiyi oluşturmayla yetinmezler; hakikati (iktidarın hakikati) kurarlar. Artık her şeye karşı negatif olan “kategoriler”e (delilik, hapsetme nesnesi olan suçluluk) değil, pozitif bir kategoriye (cinsellik) göndermede bulunurlar. Bu son nokta, Quinzaine’deki mülakatta3, 5. sayfanın başında doğrulanmıştır. Bu bağlamda, Bİ’deki analizde yeni bir adım olduğu kanısındayım. Tehlike ise şu: Michel, burada “kurucu özne” analojisine geri mi dönüyor ve ondan yeni bir hakikat kavramı oluşturmuş olsa da, bu hakikat kavramını neden yeniden diriltiyor? Bunlar benim kendi sorularım değil; fakat Michel bu noktaları açıklamadıkça, bu yanlış soruların da sorulmaya devam edeceği kanaatindeyim. D Benim ilk sorum ise, Michel’in GC’de geliştirdiği mikroanalizin doğasıyla ilgili. “Mikro” ile “makro” arasındaki fark, elbette büyüklükle ilgili, mikro-dispozitiflerin küçük gruplar üzerine olmasıyla ilgili değildi (ailenin diğer oluşumlardan daha az yayılımı yoktur). Bu ayrıca, devlete içkin olan mikro-dispozitifler de olduğu için ve Devlet aygıtının parçaları mikro-dispozitiflerin içine nüfuz ettiği için, dışsal bir düalizmle de ilgili değildi. Bu iki boyutun tam bir içkinliği söz konusuydu. Öyleyse, 159 bu iki boyutun arasındaki farkı ölçek farkı olarak mı anlayacağız? Bİ’nin bir sayfası (s. 132) bu yorumu açıkça tartıştırır. Fakat bu sayfa, makroya stratejik model, mikroya da taktik model olarak atıfta bulunur gibidir. Michel’in mikro-dispozitiflerinin stratejik bir boyut taşıdığını düşündüğümden dolayı (özellikle de bu dispozitiflerin ayrılamayacağı bu diyagram göz önünde bulundurulduğunda), bu durum canımı sıkmaktadır. Diğer bir yönelim de, mikroyu belirleyen “güç ilişkileri”dir. Özellikle Quinzaine’deki mülakatla karşılaştırın. Fakat ben, Michel’in henüz bu noktayı geliştirmemiş olduğunu düşünüyorum: Onun ilk güç ilişkileri kavramlaştırması, güç ilişkisi dediği şeyin, diğerleri gibi bu kavramın da yeni olması gerekir. Her durumda türde bir farklılık, mikro ile makro arasında bir heterojenlik vardır. Bu ikisinin birbirlerine içkinliğini dışlamayan bir farklılık. Fakat sonuç olarak benim sorum şu olacaktır: Türdeki bu farklılık hâlâ iktidar dispozitiflerinden bahsetmemize müsaade ediyor mu? Michel’in dediği gibi, mesele Devleti minyatürleştirmek olmadığından, Devlet nosyonu mikro-analiz düzeyinde uygulanabilir değildir. Fakat iktidar kavramı daha fazla uygulanabilir midir, bu da bütünsel bir kavramın minyatürleştirilmesi değil midir? Buradan Michel’le aramdaki temel farka geliyorum. Félix Guattari’yle arzulayan-düzenlemelerden [assemblage-agencement] bahsettiysek, bu mikrodispozitiflerin iktidar terimiyle tarif edilebileceğinden emin olmamamdandır. Bence, arzulayan-düzenleme kavramı, arzunun asla “doğal” veya “kendiliğinden” bir belirlenim olmadığını gösterir. Örneğin feodalizm; hayvanlarla (atlar), yerküreyle, yurtsuzlaştırmayla [deterritorialisation] (şövalye savaşları, Haçlı Seferleri), kadınlarla (şövalye aşkı) vb. olan yeni ilişkileri harekete geçiren bir düzenlemedir. Tümüyle çılgınca olan bu düzenlemeler, her zaman tarihseldirler. Kendi adıma arzunun bu heterojenlikler düzenlemesinde, bu türden bir “ortakyaşarlık”ta dolaştığını söylemem gerekir: Arzu hep verili bir düzenlemeyle, birlikte işleyişle birdir. Elbette arzulayan-düzenleme iktidar dispozitiflerini (örneğin feodal iktidarlar) içinde barındıracaktır; fakat bunlar, düzenlemenin farklı bileşenleriyle ilişkili olarak konumlandırılmalıdır. Bir eksen takip edilerek, arzulayan-düzenleme içerisinde şeylerin durumları ile sözcelemeler [enunciation] ayırt edilebilir (ki bu Kaçış hatları zorunlu olarak “devrimci” değildir; fakat bunlar, iktidar dispozitiflerinin tıkayacağı ve donduracağı şeylerdir da Michel’in tarif ettiği iki tür oluşumun farkıyla uyumludur). Diğer eksen takip edildiğinde, yurtlanmalar [territorialisation] ya da yeniden-yurtlanmalar ile bir düzenlemeyi alıp götüren yurtsuzlaştırma hareketleri (örneğin Kiliseyi, şövalyeliği ve köylüleri alıp götüren bütün hareketler) ayırt edilebilir. İktidar dispozitifleri yeniden yurtlanmaların işlediği her yerde, en soyut olanlarında bile ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, düzenlemelerin bir bileşenidir. Fakat düzenlemeler, aynı zamanda yurtsuzlaştırma uçlarını [pointes]4 içerir. Kısacası, iktidar dispozitifleri düzenlemez [motivateagenceraient] ya da kurmaz; daha ziyade kendi boyutlarına göre iktidar oluşumları arasına arzulayandüzenlemeler üşüşür. Michel için önemli olmayan, fakat benim için önemli olan soruyu cevaplamama izin veren budur: İktidar nasıl arzulanabilir? İlk fark şudur ki, iktidar bir arzu duygulanımıdır (arzunun asla “doğal bir gerçeklik” olmadığını söylemiştik). Bunların hepsi yaklaşıktır: Yurtsuzlaştırma ve yeniden-yurtlanma hareketleri arasındaki ilişkiler, burada anlattığımdan daha karmaşıktır. Fakat tam da bu anlamda ben, arzuyu daha öncelikli ve mikro-analizin bir öğesi olarak görüyorum. E Bana çok temel görülen bir meselede Michel’i takip etmeyi hep sürdürdüm: ne ideoloji ne de baskı –örneğin, sözcelerin [énoncés] ya da daha ziyade sözcelemelerin ideolojiyle bir ilgisi yoktur. Arzulayan-düzenlemelerin baskı ile bir ilgisi yoktur. Fakat açıktır ki, iktidardispozitifleriyle ilişkili olarak Michel’in kesinliğine sahip değilim; bunların benim açımdan muğlak olmasından dolayı, müphemliğe düşüyorum: GC’de, Michel bunların normalleştirdiğini ve disipline ettiğini söyler; ben ise, bunların kodladığını ve yeniden yurtlulaştırdığını conatus 160 söylerdim (burada kullanılan kelimelerden daha büyük bir farkın söz konusu olduğunu zannediyorum). Fakat iktidardan ziyade arzuya verdiğim öncelik ya da iktidar dispozitiflerinin benim için ikincil olması göz önünde bulundurulduğunda, bunların işleyişlerinin hâlâ baskıcı bir etkisi vardır; çünkü bunlar, doğal olarak verili bir şey olarak arzuyu değil ama arzulayan-düzenlemelerin uçlarını ezerler. Bİ’nin en güzel tezlerinden birini alıyorum: Cinsellik dispozitifi, cinselliği cinsiyete indirger (cinsiyet farklılığına vb.; bu tarz indirgemeler psikanalizde bolca bulunur). Ben burada, tam da mikro ve makronun sınırında bir baskı etkisi görmekteyim: Tarihsel olarak değişebilen ve belirlenebilen bir arzulayan-düzenleme olarak cinsellik, yurtsuzlaştırma, akış ve kombinasyon uçlarıyla, molar bir aşamaya, “cinsiyet”e indirgenir; ve bu indirgeme süreçleri baskıcı olmasa bile, düzenlemeler sadece potansiyelliklerinde değil mikro-gerçekliklerinde de kırıldığı ölçüde, (ideolojik olmayan) etki baskıcıdır. Bunlar, artık onları tümüyle değiştiren ya da bozan fanteziler dışında var olamazlar, ya da utanç dolu şeyler olarak var olurlar. Beni çok ilgilendiren küçük bir problem: Neden bazı “bozukluklar” utanca diğerlerinden daha duyarlıdır (örneğin, altını ıslatma ya da iştahsızlık utanca o kadar duyarlı değilken)? Böylece, belli bir baskı kavramına ihtiyaç duyuyorum; baskı kendiliğindenliği zorladığı için değil, kolektif düzenlemelerin birçok boyutu olduğu ve iktidar dispozitiflerinin bu boyutlardan sadece biri olabileceği için. F Diğer bir temel nokta: “Ne baskı ne ideoloji” tezinin bir bağıntısının olduğuna, hatta belki de bu tezin kendisinin bu bağıntıya bağımlı olduğuna inanıyorum. Toplumsal bir alan, kendi çelişkileriyle tanımlanmaz. Çelişki nosyonu, iktidar dispozitiflerinde, “karşıtların” [contradictoires] (örneğin iki sınıfın, burjuvazinin ve proletaryanın) etkin bir suç ortaklığını halihazırda ima eden geniş çaplı, uygun olmayan bir nosyondur. Ve aslında bana öyle geliyor ki, Michel’in iktidar teorisinin bir diğer büyük yeniliği de budur: Bir toplum kendisiyle çelişmez, ya da çok zor çelişir. Fakat Michel şu cevabı verir: Toplum kendisini stratejileştirir; strateji takınır. Bunu çok güzel buluyorum, aradaki yoğun farkı (strateji/çelişki) açıkça görüyorum; bu bakış açısından conatus Clausewitz’i yeniden okumalıyım. Fakat bu fikir beni rahat hissettirmiyor. Kendi payıma şunu söyleyebilirim: Bir toplum, bir toplumsal alan kendisiyle çelişmez; fakat öncelikli olan şey, toplumun ya da toplumsal alanın ilk önce toplumun bütün taraflarından kaçmasıdır; kaçış hatları önceldir (“öncellik” kronolojik olmasa bile). Toplumsal alanın dışında olmaktan ya da onu terk etmekten bahsetmiyorum; fakat kaçış hatları onun rizomunu, kartografisini oluşturur. Kaçış hatları, yurtsuzlaştırmalarla bir ölçüde aynı şeydir: Doğaya bir dönüş anlamına gelmezler; arzulayan-düzenlemelerdeki uçlardır bunlar. Feodalizmde öncelikli olan şey, önceden varsayılan kaçış hatlarıdır; keza 10.-12. yüzyıllar ve kapitalizmin oluşumu için de. Kaçış hatları zorunlu olarak “devrimci” değildir; fakat bunlar, iktidar dispozitiflerinin tıkayacağı ve donduracağı şeylerdir. 11. yüzyılda hız kazanan bütün yurtsuzlaştırma hatları: son istilalar, yağmacı göçebeler, Kilisenin yurtsuzlaştırılması, köylü göçleri, şövalyeliğin dönüşümü, teritoryal modelleri giderek terk eden şehirlerin dönüşümü, kendisini yeni dolaşımlara sokan paranın dönüşümü, şövalye aşkını da yurtsuzlaştıran saraylı aşkı temalarıyla birlikte kadınların durumundaki değişim vb. Kaçış hatları, bunların birleşimleri, yönelimleri, kavuşmaları ve ayrılmaları bakımından, strateji ancak ikincil olabilir. Burada bir kez daha arzuyu öncel görüyorum; çünkü arzu tam da kaçış hatlarındadır, akışların birleşmesinde ve ayrılmasındadır. Onlarla kaynaşır. Bana öyle geliyor ki Foucault, benim için hiç de aynı statüyü taşımayan bir problemle karşılaşıyor. Eğer iktidar dispozitifleri bir şekilde kurucuysa, bunlara karşı gelebilecek tek şey “direniş” olaylarıdır ve sorun, tam da bu direniş olaylarının statüsüyle ilgilidir. Aslında bunlar baskı karşıtı ya da ideolojik olmazlar. Bİ’nin iki sayfasının önemi buradan gelir. Michel bu sayfalarda şöyle söyler: Bana bu olayların bir illüzyon olduğunu söylemeyin. Öyleyse Michel bunlara nasıl bir statü verecektir? İşte bazı açılımlar: – Bİ’den (s. 126-7): Direniş olayları dispozitiflerin tersine çevrilmiş imgeleri olduğunda, bunlar dispozitiflerle aynı karakteri taşıyacaktır –yayılma, heterojenlik vb., bunlar karşılıklı olurlar; fakat bu açılım bana bir kaçış bulmakla beraber, kaçışları bloke ediyor gibi görünmektedir. 161 – Politique Hebdo5 mülakatındaki açılım: Eğer iktidar dispozitifleri hakikati kuruyorlarsa, eğer bir iktidar hakikati varsa, bir karşıdan-strateji olarak, iktidarlara karşı bir tür hakikat iktidarı olmalıdır. Michel için, entelektüelin rolü problemi buradan kaynaklanır. Ve de hakikati yeniden ele alış tarzı... Hakikati iktidara bağımlı hale getirerek bu kavramı tümüyle yenilediği için, Michel bu yenilemede iktidara karşı dönebilecek bir materyal bulabilir mi? Fakat burada bunun nasıl olacağını göremiyorum? Bunun için, Michel’in mikroanalizi düzeyinde bu yeni hakikat kavramlaştırmasını yeniden ele almasını beklemek zorundayız. – Üçüncü açılım, zevkler olurdu; beden ve onun zevkleri. Burada da aynı şeyi bekliyorum: Zevkler karşıdan-iktidarları nasıl diriltirler ve Michel bu zevk nosyonunu nasıl kavrıyor? Bana öyle geliyor ki, burada Michel’in tümüyle yeni bir anlamda kullandığı, fakat henüz geliştirmediği üç nosyon var: güç ilişkileri, hakikatler ve zevkler. Bunlar, Michel’in kendi araştırması içinde önceden çözüldüğünden, Michel için belirmeyen, fakat benim için varlığını sürdüren bazı problemler. Tersinden, kendimi cesaretlendirmek için, kendime, tezleri ve taşıdığı hissiyat sayesinde Michel için beliren bazı sorunların da benim için belirmediğini telkin ediyorum. Kaçış hatlarının ve yurtsuzlaştırma hareketlerinin, kolektif tarihsel belirlenimler olarak, Michel’in çalışmalarında bir denkliğinin olmadığı izlenimine sahibim. Direniş olaylarının statüsüyle ilgili benim açımdan bir problem yok: Çünkü kaçış hatları öncel belirlenimlerdir; çünkü arzu toplumsal alanı işler kılar; kendisini hem bu düzenlemeler tarafından üretilmiş bulan hem de bu düzenlemeleri tıkayan ya da ezen iktidar dispozitifleridir. Michel’in kendilerine marjinal diyenler karşısında duyduğu dehşeti paylaşıyorum: Delilik, suç, sapıklık, uyuşturucu romantizmi; bunlar, benim için de tahammül edilemez. Fakat bence kaçış hatları, yani arzu düzenlemeleri marjinal öğeler tarafından yaratılmaz. Tersine, marjinal öğeler, bir devreyi, bir turnuvayı, yeniden kodlamayı tamamlamak üzere, toplumu bir uçtan diğerine kat eden nesnel hatlarda, kendilerini oraya buraya yerleştirirler. Bu yüzden de, direniş olaylarının statüsü gibi bir soruya ihtiyaç duymuyorum: eğer birincil olarak bir toplum her şeyin kaçtığı, her şeyin yurtsuzlaştırdığı bir şey ise. Bu yüzden de entelektüelin statüsü ve politik sorun, teorik olarak, benim ve Michel için aynı olmayacaktır (arada nasıl bir fark gördüğümü birazdan söylemeye çalışacağım). G Son görüşmemizde Michel bana, sevecenlik ve muhabbetle dolu bir şekilde, şöyle bir şey söylemişti: Arzu kelimesine dayanamıyorum; sen bunu farklı bir tarzda kullanıyor olsan da arzu=yoksunluk olduğunu ya da arzunun bastırılan olduğunu düşünmekten ya da yaşamaktan kendimi alamıyorum. Ve şunu eklemişti: Benim “zevk” dediğim şey, belki senin “arzu” dediğin şey; fakat her koşulda, benim arzudan başka bir kelimeye ihtiyacım var. Açıktır ki, burada yine seçilen kelimelerin ötesinde bir şey var. Çünkü ben de “zevk” kelimesine pek dayanamıyorum. Peki neden? Bence, arzu bir yoksunluktan oluşmaz, ne de doğal bir verilmişliktir; o ancak işleyen heterojen öğelerin bir düzenlemesidir; yapının ya da tekvinin aksine, arzu süreçtir; duygusallığa karşıt olarak duygudur; öznelliğe karşıt olarak vakadır [haecceity] (bir günün, bir mevsimin, bir yaşamın bireyliği); şey ya da kişiye karşıt olarak olaydır. Her şeyden öte, sadece yoğunluklar, eşikler, gradyanlar ve akışlar bölgesinin tanımladığı bir içkinlik düzleminin ya da “organsız bir bedenin” kuruluşu demektir. Bu beden, kolektif ve politik olduğu kadar biyolojiktir de; yurtsuzlaştırma düzenlemeleri kendilerini bu beden üzerinde meydana getirirler ya da yok ederler; düzenlemelerin yurtsuzlaştırmasını ya da kaçış hatlarını taşıyan bu bedendir. Değişir (feodalizmin organsız conatus 162 bedeni ile kapitalizminki aynı değildir). Buna organsız beden dememizin nedeni, bunu her türlü organizasyon tabakasının karşısına, organizma tabakasının karşısına ve bir o kadar da iktidar organizasyonlarının karşısına koyabilmek içindir. İçkinlik düzlemini ya da alanını parçalayacak olan ve organsız bedeni her seferinde tabakalandırarak arzuya başka türden bir “plan” [plan] yükleyecek olan bedenlerin organizasyonları kümesidir. Bunu bu kadar karışık anlatmamın nedeni, Michel’le bağlantılı olarak benim için bazı problemlerin ortaya çıkmış olmasıdır: Zevke pozitif bir değer veremem; çünkü zevk bence arzunun içkin sürecini kesintiye uğratır; bence zevk, tabaka ve organizasyon tarafına yakındır; arzu ise, aynı hareket içerisinde içsel olarak yasaya bağlı ve dışsal olarak zevk tarafından kesintiye uğratılmış olarak sunulur. Her iki durumda da, arzuya uygun içkinlik alanının olumsuzlanması söz konusudur. Eğer Michel, Sade’a belli bir önem atfeder ve ben de tersine Masoch’a bağlı kalırsam, kendime ortaya çıkan bu durumun tesadüfi olmadığını söyleyebilirim.6 Benim mazoşist ve Michel’in de sadist olduğunu söylemek burada yetmez. Bu iyi olurdu, ama doğru olmaz. Masoch’ta beni ilgilendiren şey acı değil zevkin, arzunun pozitifliğini ve onun içkinlik alanının kuruluşunu bozuvermesidir (keza, ya da daha ziyade başka bir şekilde, saraylı aşkında –arzunun hiçbir şeyden yoksun olmadığı ve kendini gelip bu süreci kesintiye uğratabilecek zevklerden mümkün olduğunca koruyan bir içkinlik alanının ya da organsız bedenin kuruluşu). Bana öyle Mikro-analizin (yayılma, heterojenlik, parçalı karakter) haklarını koruyarak, “Devlet”, “parti”, totalizasyon ve temsili tip olmayan birleştirici bir ilke nasıl bulunabilir? conatus geliyor ki zevk, bir kişi ya da özne için, onları alt eden bir süreçte “kendilerini yeniden bulma”nın tek aracıdır. Zevk, yeniden yurtlulaştırmadır. Bence aynı şekilde arzu da, yoksunluk yasasıyla ve zevk normuyla ilişkilidir. Diğer yandan, Michel’in iktidar dispozitiflerinin bedenle dolaysız ve doğrudan bir ilişkisinin olduğuna dair görüşü temeldir. Fakat bence bu, iktidar-dispozitiflerinin bedenler üzerine bir organizasyon yüklediği ölçüde böyledir. Organsız beden, yurtsuzlaştırmanın yeri ya da failidir (ve arzunun içkinlik düzlemi buradadır); bütün organizasyonlar, Michel’in “biyo-iktidar” dediği bütün sistem, bedenlerin yeniden yurtlulaştırılmalarını işletir. Gerçekten böyle eşlemeler düşünebilir miyim? Benim “organsız beden-arzular” dediğim şey, Michel için “beden-zevkler” midir? Michel’in bana söylediği “bedenet” ayrımını, “organsız beden-organizasyon” ayrımıyla ilişkilendirebilir miyim? Bİ’de, direniş güçlerine olanaklı bir statü veren yaşam üzerine çok önemli bir sayfa var (s. 190). Bence bu yaşam tam da Lawrence’ın bahsettiği gibi, Doğa olmayan bir yaşam; tam da belirlenmiş bütün düzenlemeler karşısında arzunun değişken içkinlik düzlemi. Lawrence’daki arzu kavramlaştırması, kaçısın pozitif hattıyla ilişkili olarak. (Küçük bir detay: Michel’in Bİ’nin sonunda Lawrence’ı kullanış şekli, benim onu kullanış tarzımın tersidir). H Michel, bizi ilgilendiren problemde bir ilerleme kaydetti mi: Mikro-analizin (yayılma, heterojenlik, parçalı karakter) haklarını koruyarak, “Devlet”, “parti”, totalizasyon ve temsili tip olmayan birleştirici bir ilke nasıl bulunabilir? İlk önce iktidar için: GC’deki iki yönelime geri dönersek, bir yanda mikro-dispozitiflerin yayılmış ve parçalı karakteri, diğer yanda ise bütün toplumsal alanı kaplayan makine ya da soyut diyagram. Bana öyle geliyor ki, GC’deki problem şudur: mikro-analizin bu iki aşaması arasındaki ilişki. Bİ’de bu soru biraz değişir: Burada, mikro-analizin iki yöneliminden biri mikro-disiplinler, diğeri ise biyo-politik süreçler olur (s. 183 vd.). Benim de, C başlığı altında söylemeye çalıştığım şey buydu. GC’de, kapsayıcı bir Devlet vakasına indirgenemeyecek olan diyagramın, belki de küçük-dispozitiflerin mikro-birleşimini etkilediği görüşü hâkimdi. Öyleyse bundan şunu mu anlayacağız: 163 Bunun işlemesini sağlayan şey, biyo-politik süreçlerdir. Diyagram nosyonunu çok zengin bulduğumu kabul etmeliyim: Michel bunu yeni alanda da bulacak mı? Fakat direniş hatları tarafında, ya da benim kaçış hatları dediğim tarafta ilişkileri ya da bağlanmaları, kavuşmaları ve birleşme süreçlerini nasıl kavrayabiliriz? Verili bir anda düzenlemelerin oluşturduğu ve kaçış hatlarını izledikleri kolektif içkinlik alanının da gerçek bir diyagrama sahip olduğunu söylerdim. Öyleyse, bağlanma hatlarını ya da yurtsuzlaştırma uçlarını işleterek bu diyagramı etkili kılan karmaşık düzenlemeyi bulmamız gerekiyor. Ben işte bu bağlamda, Devlet aygıtından ya da askeri kurumlardan farklı olduğu kadar iktidar dispozitiflerinden de farklı olan bir savaş-makinesinden bahsediyorum. Dolayısıyla, bir yanda iktidar diyagramı olarak Devlet (organizasyon düzlemi olarak diyagramın mikro-verilenini etkin kılan molar bir aygıt olarak Devlet) ve diğer yanda da kaçış hatları diyagramı olarak savaş makinesi (içkinlik düzlemi olarak diyagramın mikro-verilenini etkin kılan düzenleme olarak savaş-makinesi). Bu noktada duracağım; çünkü burası, birbirinden oldukça farklı iki tür düzlemi, düzenlemelerin içkin düzlemine karşı bir tür aşkın organizasyon düzlemini harekete geçirebilir ve böylece, önceki problemlerle yeniden karşılaşmış oluruz. Ve burada, kendimi Michel’in mevcut araştırmasıyla bağlantılı olarak nasıl konumlandıracağımı artık bilmiyorum. Ek: Düzlem ya da diyagramın iki karşıt durumunda beni ilgilendiren şey, bunların, çok farklı biçimler içerisinde, tarihsel karşılaşmasıdır. Bir durumda, doğa tarafından saklanan, fakat görülebilir her şeyi görünür kılan bir organizasyon ve gelişme düzlemi vardır; diğer durumda ise, artık sadece hız ve yavaşlığın, her şeyin görüldüğü ve duyulduğu vb., gelişmenin olmadığı bir içkinlik düzlemi vardır. Birinci düzlem Devletle özdeş değildir, fakat onunla bağlantılıdır; ikincisi ise tersine bir savaşmakinesiyle, bir savaş-makinesi düşüyle bağlantılıdır. Örneğin, Cuvier ve de Goethe, birinci tür düzlemi doğa düzeyinde kavrarlar; Hyperion’daki Hölderlin, daha çok da Kleist, ikinci türü kavrarlar. Birden, karşımızda iki tür entelektüel durur. Michel’in, entelektüelin konumuyla ilgili söyledikleriyle karşılaştırıldığında, bu bağlamda söyledikleri. Ya da müzikte, birbiriyle karşılaşan iki titreşim düzlemi kavramlaştırması. Michel’in çözümlediği şekliyle iktidar-bilgi bağlantısı şu şekilde açıklanabilir mi: İktidarlar, birinci türden bir düzlemdiyagram gerektirirler (örneğin, Antik Yunan şehri ve Öklid geometrisi). Fakat tersinden, karşıdan-iktidar tarafında ve bir ölçüde de savaş-makineleriyle ilişkili olarak, başka türden bir düzlem, bir tür “minör” bilgiler (örneğin, Arşimet geometrisi, Devletin savaşacağı katedral geometrileri); direniş hatlarına uygun olan bütün bilgi, diğer bilgiyle aynı biçime sahip olmayan bilgi... Gilles Deleuze, Desire and Pleasure, Fransızcasından çev. Melissa McMahon, http://slash.autonomedia.org/ article.pl?sid=02/11/18/1910227 Metnin Fransızca aslı için bkz. “Désir et plaisir”, Magazine littéraire 325, Ekim 1994, pp. 59-65. Fransızca özgün metin: “Désir et plaisir”, Magazine littéraire 325, Ekim 1994, s. 59-65. 2 Söylenmiş ve Yazılmışlar [Dits et écrits] no. 139, s. 553. Foucault ile Deleuze arasındaki alışverişle ilgili olarak bu giriş yazısında bahsedilen diğer metinler ise, Söylenmiş ve Yazılmışlar’ın dört cildinde de bulunabilir. 3 “Les rapports de pouvoir passent a’l’intérieur des corps” (Lucette Finas ile mülakat), La Quinzaine Littéraire, no. 247, 1-15 Ocak 1977. 4 Bkz. Söylenmiş ve Yazılmışlar, no. 197, III, s. 288 [Uçlar, dört kenardır; matematiksel anlamdaki “nokta”dan ziyade, bir şeyin sınırı olarak anlaşılmalıdır. 5 La fonction politique de l’intellectuel”, Politique Hebdo, 29 Şubat-5 Aralık 1976, bkz. Yazılmışlar ve Söylenmişler, no. 184, III, s. 109. 6 Deleuze, Presentation de Sacher-Mosoch: la Vénus à la fourrure (Editions de Minuit, 1967). 1 conatus 164 165 İKTİDAR VE DEVLET J o h n H o l l o w a y İngilizceden çeviren: Haşim Kılıç Bu metin, Holloway’in, 16 Ekim 2004’de Londra’daki Avrupa Sosyal Forumu’nda yapılan “Toplumsal Dönüşüm için Stratejiler” başlıklı tartışmadaki konuşmasının yazılı halidir. Phil Hearse, Fausto Bertinotti ve Hilary Wainwright tartışmanın diğer konuşmacılarıydı. 1. İki temel nokta üzerinde hemfikir olduğumuz için burada olduğumuzu varsayıyorum. İlk olarak, kapitalizm insanlık için bir yıkımdır ve bizim acilen radikal toplumsal bir değişikliğe, devrime ihtiyacımız var. İkinci olarak, biz böyle bir değişikliğin nasıl gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Fikirlerimiz var ama kesinliklerimiz yok. Hepimizin aynı hareketin parçaları olduğumuzu kavrayarak ve farlılıklarımıza saygı göstererek tartışmamızın önemli olmasının nedeni budur. 2. Bu tartışmada biz neredeysek oradan, kafası karışık bir hareketten, isyanların ahenksiz seslerinden, bu sosyal forumdaki gevşek birliktelikten başlayacağız. Sorun nasıl devam etmemiz gerektiğidir. Biz parti olarak mı örgütlenmeliyiz? Mücadelelerimizi devlet üzerine ve devletin içinde etki kazanmak ya da devlet iktidarını fethetmeye mi odaklamalıyız? Yoksa bir alternatif inşa ettiğimiz ve edebileceğimiz sürece devlete sırtımızı mı dönmeliyiz? Mümkün olduğunca devlete sırtımızı dönmemiz gerektiğini iddia ediyorum. 3. Bu nasıl örgütleneceğimiz ve nereye gittiğimiz üzerine bir sorudur. Devlet bir örgütlenme biçimi, işleri yürütmenin belli bir tarzıdır. Bir örgütlenme olarak devlet, toplumun geri kalanından ayrılan bir örgütlenmedir. Devlette çalışanlar (politikacılar, devlet memurları ya da kamu görevlileri) toplum adına, kendi anladıkları biçimde toplum yararına çalışırlar. Bazıları diğerlerinden daha iyidir (Bertinotti’nin Berlusconi’den daha iyi olduğundan şüphem yok), fakat hepsi bizim adımıza çalışır. Başka bir ifadeyle, bizi dışlarlar. Bir örgütlenme biçimi olarak devlet, bizi dışlamanın bir yöntemi, kendi kaderimizi tayin olanağımızın yadsınmasıdır. Bir kere dışlandığımızda, onların yapıp ettikleri üzerinde gerçek bir kontrolümüz yoktur. Temsili demokrasi conatus 166 bize devletin ne yaptığını denetleme hakkını vermez, bizim dışlanmamızı meşrulaştırır ve güçlendirir. En kötü zalimliklerin çoğu demokrasi adıyla haklı gösterilir. Mücadelelerimizi devlet üzerine yoğunlaştırdığımızda, devletin bizi belli bir yöne götürdüğünü anlamak zorundayız. Her şeyden önce devlet, mücadelelerimizi toplum adına toplum namına yürütülen mücadelelere dönüştürerek, mücadelelerimizin toplumdan ayrılmasını dayatmaya çalışır. Devlet liderleri kitlelerden, temsilcileri temsil edilenlerden ayırır, bizi farklı bir konuşma ve düşünme biçimine sürükler. Devlet bizi gerçeklik ile bir uzlaşma sürecine çeker, bu gerçeklik sömürü ve adaletsizlik, ölüm ve yıkım üzerine kurulan bir toplumsal örgütlenme şekli olan kapitalizmin gerçekliğidir. Devlet merkezli solun tarihinde anahtar bir kavram vardır, bu kavram ihanettir. Tekrar ve tekrar önderler harekete ihanet ettiler, ancak bu onların kötü insanlar olmalarından ziyade bir örgütlenme biçimi olarak devletin onları hareketten ayırmasından ve sermaye ile bir uzlaşma sürecine çekmesinden dolayı kaçınılmazdır. İhanet, bir örgütlenme biçimi olarak devlet içerisinde zaten verilidir. Buna direnebilir miyiz? Evet, elbette direnebiliriz ve bu her zaman olan bir şeydir. Biz, devletin hareketin daimi temsilcilerini ya da liderlerini tanımlamasına ve devletin temsilcileri ile hareketin vekillerinin gizlilik içinde görüşmeler yapmasına karşı çıkabiliriz. Ancak bu bizim örgütlenme biçimlerimizin devletin örgütlenme biçiminden çok farklı olduğunu, aralarında herhangi bir simetri olmadığını anlamak demektir. Devlet, [birileri] “adına” bir örgütlenmedir, biz, ne istediğimizi, neye karar vereceğimizi, neyin gerekli olduğunu ya da neyi arzuladığımızı açık seçik ifade etmemize olanak sağlayan bir örgütlenme, kendi kaderimizi tayin etmenin bir örgütlenmesini, bir konsey ya da komünal örgütlenme, komün-izm istiyoruz. Kendi kaderimizi tayin isteğimizi nasıl örgütlememiz gerektiğine dair herhangi bir model yoktur. Bu her zaman deneyim ve keşif meseledir. Açık olan şu ki bir örgütlenme biçimi olarak devlet kendi kaderini tayin etmenin karşısında hareket eder. Bu iki örgütlenme biçimi birbirleri ile bağdaşmaz. Devlet dediğimde partileri ya da temel odağı devlet olan herhangi bir örgütlenmeyi kastediyorum. Bir örgütlenme biçimi olarak parti devlet biçimini conatus yeniden üretir; dışlar, liderler ve kitleler arasında, temsilciler ile temsil edilenler arasında ayrımlar yaratır; devlet iktidarını ele geçirmek için devletin zamanını benimser. Başka bir deyişle, mücadelemizin özü olduğunu düşündüğüm toplumsal kaderimizi tayin etme isteğimizin tersine gider. Dikkat edin Fausto, Daniel ve Hilary’e partinin doğru bir örgütlenme yolu olmadığını söylüyorum. Sizleri sevmediğimi ya da sizlerle işbirliği yapmayacağımı, farklı bir yoldan giden mücadelelerin bu yüzden (Venezüela’nın durumu gibi) suçlanması gerektiğini söylemiyorum. Söylediğim basitçe, parti örgütlenmesinin ya da devlet iktidarının hedeflenmesinin ileriye yürümek için yanlış bir yol olduğu düşüncesidir, çünkü parti dışlayan ve hiyerarşilere yol açan, neoliberal kapitalizme karşı varolan hareketin özünü oluşturan kendi kaderimizi tayin isteğimizin anarşik çoşkusunu zayıflatan ve bürokratikleştiren bir örgütlenme biçimini gerekli kılar. 4. Devlete sırtımızı çevirmek ne anlama gelir. Bazı durumlarda, devletten hiçbir talepte bulunmayarak kendi alternatiflerimizin inşasını sürdürerek devleti bütünüyle ihmal etmek anlamına gelir. Zapatistaların geçen yılki yön değişikliği, devlete özgü toplum ve yönetim ayrımından kaçınmaya çalışan bir bölgesel yönetim oluşturmaları (Juntas de Buen Gobierno oluşumları) içinde bulunduğumuz anda bunun en açık örneği olabilir. Diğer durumlarda devlete bütünüyle sırt çevirmek zordur, çünkü öğretmen, öğrenci, işsiz ne olursak olalım yaşamak için onun kaynaklarına ihtiyacımız var. Çoğumuz için devlet ile tüm bağları koparmak güçtür. Bu durumda, önemli olan, bir örgütlenme biçimi olarak devletin bizi belli yönlere, kapitalizm ile uzlaşmaya götüreceğini anlamaktır ve devlet ile bağlantımızı nasıl şekillendireceğimizi, şeyleri yapmanın belli bir biçimi olarak devletin karşısına ve ötesine nasıl geçebileceğimizi düşünmektir, hiyerarşilerin kurulmasını kabul etmeyi reddederek, devlet ile kurulan ilişkinin bir sonucu olan mücadelelerimizin parçalanmışlığını, devletin dilini, mantığını ve belki hepsinden öte zamanını, bize zorla dayattığı zaman ve ritimleri reddederek. Devletin mantığına düşmeden, kendi hareketimiz içerisinde onun mantığını yeniden üretmeden devlet ile nasıl uğraşabiliriz? Pratikte bu her 167 zaman zor bir meseledir; çünkü pratikte belli somut amaçları başarmanın mantığına kapılarak bunun bir bütün olarak hareketin dinamiği üzerindeki etkilerini unutmak çok kolaydır. Hilary’nin kitabında yer alan birçok mücadeleye saygı duymama rağmen ben sorunun devletin geri alınması olduğunu düşünmüyorum, üstelik devletin geri alınması fikrinin yanlış olduğunu düşünüyorum: Devlet bize yabancı bir örgütlenme biçimidir, bizim değildir ve olamaz da. 5. Bunların tümü içinde zaman sorunu ve zaman hakkında nasıl düşündüğümüz çok önemli. Bir yandan devlet, seçimlerin ritmi ve neredeyse hiçbir şeyi değiştirmeyen rejim değişiklikleri ile daima bize kendi zamanını dayatır. “Bir sonraki seçime kadar bekle ve ondan sonra bir şeyleri değiştirebilirsin; eğer şimdi bir şeyler yapmak istiyorsan bir sonraki seçim için hazırlan ve partiyi inşa et”. Öte yandan, Leninist devrimci gelenek bize “Bir sonraki devrimci durumu ya da uzun dalganın bir sonraki sonunu bekleyin, biz iktidarı ele geçirene kadar bekleyin, o zaman toplum değişecek, bu zaman zarfında partiyi inşa edin” diye seslenir. Fakat biz bekleyemeyeceğimizi biliyoruz. Kapitalizm bizi ve dünyayı bekleyemeyeceğimiz kadar hızla yok ediyor. Biz seçim için bekleyemeyiz ve de devrim için, öyle ya da böyle devlet iktidarını ele geçirinceye kadar bekleyemeyiz, bu yıkıcı dinamiği bugün parçalamayı denemeliyiz. Reddetmeliyiz. Kapitalizm kötüler, Bush’lar, Blair’ler ve Berlusconi’ler tarafından yaratıldığı için varlığını sürdürmüyor. Bir ya da iki yüzyıl önce yaratıldığı için varlığını sürdürmüyor. Kapitalizm yaşıyor, çünkü onu biz yaratıyoruz. Eğer yarın kapitalizmi yaratmazsak, kapitalizm de artık var olmayacak. Biz yarattığımızdan dolayı kapitalizm varlığını sürdürüyor, ve onu yaratmaya son vermeliyiz, onu reddetmeliyiz. Bunun anlamı zamanın parçalanması, sürekliliğin kırılmasıdır, bir şeyin sırf dün varoldu diye bugün varolmadığını anlamaktır, o yalnızca biz yaratırsak varolur. Devlete alternatiflerimiz hakkında düşünürken, reddimiz bir kilit noktası olmalı. Fakat bu yetmez. Kapitalizmi üretmeyi reddetmeye devam edebilmek için yaşamımızı sürdürmek için alternatif bir yolumuzun olması gerekir. Reddedişimiz, farklı bir dünyanın, yeni ortaklıkların ve işlerin yürütülmesinin farklı bir tarzının yaratılması ile el ele gitmeli. Reddimizin burada ve şu andalığının arkasında başka bir zamansallık, farklı bir dünyanın sabırla kuruluşu olmalı. Bunun için herhangi model yok. Tek model, deneyimlerin çeşitliliği ve kapitalizme karşı direniş hareketinin buluşları. Devlet iktidarının ele geçirilmesine odaklanmamış, partiye kanalize olmamış, bu çeşitliliğe, mücadelelerin bu ahenksiz sesleri ve deneyimlerine saygı gösterilmeli. Sorun iktidarın ele geçirilmesi değil, kendi gücümüzü, işlerimizi farklı bir biçimde yapabilme gücümüzü, başka bir dünya yaratabilme gücümüzü kurmaktır. conatus 168 169 HAREKET OLARAK VATANDAŞLIK: GÖÇMENLER, TOPLUMSAL DENETİM VE DEVLET EGEMENLİĞİNİN YIKILIŞI F r a n c o B a r c h i e s i İngilizceden çeviren: Akın Sarı Uluslararası göç süreçleri uzun bir süre, göçmenlerin öznelliğini, ülkelerde ve göç veren yerlerdeki yoksulluk ve toplumsal çürümeyle bağlantılı “itici” faktörlerin ya da göç alan toplumlarda görülen ekonomik fırsatlarla alakalı “çekim” faktörlerinin açıklayıcı gücü altında kapsayan ve “kuzey-güney” eşitsizliklerini vurgulayan ana akım akademik incelemelerin prizmasından değerlendirildi. Göçmenlerin öznelliği, genellikle bireysel girişimcilik ya da göçmenlerin hedef ülkede toplumsal eklemlenme talebini güçlendiren “toplumsal sermaye” olarak harekete geçirilen sınır-ötesi bağlantılar biçimi altında tanınır. Bu görüşlerde, göç alan toplumlar ve ülkelerin politik sistemi hiçbir zaman göçmenlerin öznelliği bakımından sorgulanmaz. Uluslararası göç, olsa olsa, zengin ülkelerdeki toplumsal “bütünleşme”nin ve kültürel “toleransın” sınırlarını test eden bir toplumsal süreç olarak görülür. Bu yüzden, bu ülkelerdeki sol hareketler ve örgütler göçe dair yanıtlarını çoğunlukla, söz konusu olan göçmenlerin sosyo-ekonomik ve “kültürel” tanınması olduğunda, ulusal sınırların esnekliğini ve değişebilirliğini tartışmayı hedefleyen yollardan ifade etti. (“Çokkültürlülük” üzerine pek çok tartışmada ifade edilen) bu görüş aynı zamanda yabancıların temelden ötekiliğini ve bu ötekiliği, göç alan “ulus”un ritüelleri ve kolektif kimlikleriyle bağdaştırmak için başvurulan devlet sınırlarının ve egemenliğinin değişmezliğini kabul eder. Ana akımın ve kurumsal solun, devletin kurumsallık alanını ve göçmenin içsel ötekiliğini kavramsal olarak öncelemek konusunda, bu meselelere sınırların sağlamlaştırılması ve ulusal vatandaşlığın baskıcı ve seçkinci mekanizmalarının tanımlanmasıyla karşılık verme eğilimindeki sağ-kanat hareketlerle ve söylemlerle nasıl ortaklaştığına dikkat edilmelidir. Ne var ki her iki görüş de, esas itibariyle nesnel ve değişmez anlamını korumakla birlikte, özellikle kendini “adapte etme” (yani az çok yeniliğe açık olmak, daha geniş ve daha katı göç kotalarını tanımlamak, az çok kültürel tanınma sağlamak) kapasitesi bakımından sorgulanan bir devlet egemenliği kavramı açısından göçmenleri bir “sorun” olarak görmek konusunda birleşir. Bu giriş vesilesiyle, uluslararası göçlerin Batılı kapitalist toplumlar üzerindeki etkisinin, kimin vatandaş olup olmadığına ve vatandaşın hangi kaynaklara sahip olabileceğine karar vermek açısından, bu toplumların sınırları tanımlama ve vatandaşlık haklarına erişimi düzenleme kapasitelerini nasıl conatus 170 sorguladıklarını vurgulamak istiyorum. Avrupalı kurumsal sol içindeki birçok emek hareketine ve partilere göre, göçmenler esas itibariyle daha fazla vatandaşlık hakkı, daha fazla yetki tanınmasını isteyen bir grup insandır –insanların akışıdır. Avrupa Birliği’nin geleceği üzerine tartışmalarda bu, şu veya bu şekilde şekillenmekte olan Avrupa’nın kuruluşuna dahil edilecek, Avrupalı uzamın kurumsallaşması içinde tanınacak bir talebe dönüşür. Bu yaklaşıma yanıt olarak bir soru ortaya atılabilir: Mevcut uluslararası ve küresel göç süreçleri, mevcut Avrupa kurumları bakımından var olan vatandaşlık haklarının genişlemesini mi gerektirir yoksa bu göç süreçleri, Avrupa Birliği gibi kurumların ileri sürdüğü “vatandaşlık” anlayışını radikal bir şekilde sorgulayan ve alt üst eden toplumsal dinamikler ve hareketler midir? Göçmenlik kurulu tüzel bir vatandaşlık tanımına içerilmeyi mi gerektirir, yoksa esas itibariyle bu tüzel tanımın asıl temeline karşıt öznellikleri ve ihtiyaçları mı ifade eder? Kanımca bu sorular, “terör”le anıştırılan her türlü muhalefetin bastırılması ve güvenliğin yaygın olarak askerileşmesiyle ayırt edilen küresel bir güvenlik devletinin doğuşunun damgasını vurduğu bir bağlamda acil olarak yanıtlanması gereken yerinde sorulardır. Bu değişimler vatandaşlığın anlamını etkileyici bir şekilde sorgular ve aynı zamanda Avrupa ulusdevletinin tarihsel seyri içinde merkezi bir öğe oluşturan vatandaşlık ve devlet egemenliği arasındaki bağın krizine dikkat çeker ve bu krizi derinleştirir. Bu bağ, özellikle refah devleti pratiğinden beslenen yirminci yüzyıl liberal ve sosyal demokrasisinin toplumsal olarak içerme (yani vatandaşlık haklarını genişleten devlet egemenliği) ideolojisinde bir karşılık bulurken mevcut durumda devlet egemenliği, daha dışlayıcı ve baskıcı olmak suretiyle küresel kapitalist düzenin çatlaklarında yaşamını sürdürür. Devlet egemenliğinin uygulanışının artarak askerileşmesi ve ülke içinde toplumsal dışlamanın ve ülke dışında savaşın idaresi için hukuki tekniklerin uygulanmasına dayanması, devlet egemenliğinin uygulanışı ve devlet sınırları içinde yaşayan insanların vatandaşlık haklarına erişimi arasındaki ilişkileri önemli oranda değiştirdi. Yirminci yüzyıl kapitalist demokratik-temsili devleti meşrulaştıran eski mit, devlet conatus egemenliğinin uygulanışının özellikle ulusal sakinler açısından toplumsal vatandaşlığın yayılmasına bağlı olduğu fikrine dayanıyordu. Devlet egemenliğinin uygulanışı aynı zamanda –toplu konut, sağlık bakımı, sosyal güvenlik ve bunun gibi- görece metalaşmamış sosyal hizmetlerin tedarik edilmesinin işçi sınıfının kapitalist devlete meydan okumalarına karşı iştoplum sürekliliği yoluyla verilmiş bir yanıt olması açısından da toplumsal vatandaşlığa bağlanmıştı. Bir başka deyişle, isyan hareketleri, itaatsizlik ve ücretli emek disiplininin reddi; emek piyasasındaki bireysel pozisyondan bağımsızlaştırılmış ve metalaştırılmamış bir haklar ve kaynaklar alanı, tabandan gelen “ortak [mülk]”(common)1 taleplerine bağlanmıştı. Üretken istihdamın genişlemesini destekleyen devlet politikalarıyla birlikte, egemenlik ve toplumsal vatandaşlık arasındaki bağ; devlet kurumlarının, “toplumsal içerme”nin yaygınlaştırılması bahanesi altında, işçilerin ve toplulukların alt üst edici “ortak [mülk]” taleplerini ücret temelli haklar ve üretkenlik anlaşmaları altında yeniden massetmek yönündeki çabasının ifadesiydi. Küresel neo-liberalizmin geçen otuz yılı, eş zamanlı olarak, bireysel ekonomik refahın küresel pazar güçlerine havale edilmesi, ulusal düzeydeki toplumsal mücadeleler içinde kurulan “ortak[mülk]”lerin giderek metalaştırılması ve finans sermayesinin serbest hareketinin önündeki engeller kaldırılırken insanların hareketinin önündeki fiziksel engelleri güçlendiren toplumsal kontrol mekanizmalarının devamı bakımından devletin imtiyazlarının yeniden tanımlanması gibi farklı yollardan egemenlikvatandaşlık bağını değiştirdi. Sonuç olarak, devlet egemenliğinin etkisinin amacı, toplumsal içermenin sınırlarının genişlemesinden toplumsal dışlamanın giderek baskıcı bir tarzda idaresine ve örgütlenmesine dönüştü. Toplumsal içerme ve dışlama bu değişen senaryoda aynı madalyonun ters yüzlerine dönüşmüş, ulus devletin, kapitalist küreselleşmenin ucuz emeğe indirgediği yeni çoklukları sürekli olarak savunmasız ve güvencesiz bir durumda tutmaya dikkat ederek, sosyal haklara erişim açısından yeni hiyerarşiler tanımlamasını sağlayan ideolojik bir sürekliliğin iki ucu haline gelmiştir. Giderek daha fazla kaynağın sosyal hizmetlerin ve toplumsal refahın desteklenmesinden, 171 tüzel, polisiye, askeri alanlarda olduğu gibi, devletin baskıcı işlevlerine doğru kaydırılması bu daha geniş yeniden yönelimin bir yansısıdır. Uluslararası göç süreçleri aslında, devlet egemenliğinin uygulanış mekanizmaları ve yöntemlerinin yeniden tanımlanmasını doğrudan sorgulayan mücadeleler olarak göçmen mücadelelerini politikleştiren bu aynı değişimler tarafından etkilenir. Avrupa Birliği özelinde, giderek yoksulluğun suç konusu haline getirilmesine ve toplumsal hareketlerin polis zoruyla bastırılmasına başvuran güvenlik yönelimli aynı üye devletler; toplumsal gerilimleri içermenin bu otoriter yöntemlerini göçmenler üzerinde denemişlerdir. Bu yöntemlerin başlıca hedefi, güvencesizliklerini ve güvenlikten yoksunluklarını daha da artıran yeni bir emek disiplini ile -İtalya örneğinde geçen ifadeyi kullanmak gerekirse“geçici kalıcılık merkezlerinin” hücrelerinde hiçbir yasal koruma olmaksızın idari olarak göz altında tutulma arasında bir seçim yapmak zorunda kalan, sayıları giderek artan göçmen nüfuslardır. Oluşum halindeki Avrupa politik alanında “ortak [mülk]”lerin yeniden ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesinin anlamı; herhangi bir sosyal haktan faydalanmanın, aktif nüfusun giderek büyüyen bir kesimi için hiçbir iş güvenliği, adil ücret olmaksızın, sosyal güvenlik korumalarının giderek azaldığı ve yetersiz kaldığı son derece esnek ve istikrarsız işlere girmeye bağlı hale gelmesidir. AB’nin dışından gelen göçmenlerin en çok istihdam edildiği işler bunlardır. Emek disiplini yerli nüfusun çoğunluğunun haklarının tüzel yeniden yapılanmasında merkeze otururken, göçmenlere gelindiğinde bu, tamamen bir iş bulmaya ve bu işi yitirmemeye bağlı olarak, sivil haklara ve temel kişilik haklarına erişim için bile bir koşul haline gelir. Dolayısıyla bu düzen içinde, haklardan faydalanma iş sözleşmesi bittiğinde sona erer. İtalya örneğinde bu, esas itibariyle oturma izni temelli tüzel hakları göçmen emek gücünün satın alındığı ve satıldığı sözleşmeye tabi kılan contratto di soggiorno ya da “oturum sözleşmesi” fikrinde çarpıcı biçimde görünür. İtalya’da, bu ikisi arasındaki kopmaz bağı tanımlayan ve önceki sol-kanat yöneticilerin başını çektiği 2002 “Bossi-Fini” Yasası, ırkçı Güney Afrika rejiminin “içe akışları kontrol” sistemlerinde “göçmen emeği”ni tüzel-bürokratik bir kategori olarak kuran mantığına benzer bir mantığı yeniden üretir. Ayrıca Güney Afrika’da, “beyaz” kent alanlarında sınırlı oturum hakları, özellikle zamansal açıdan sınırlandırılmış ve Afrikalı göçmen işçilerin sabit-süreli sözleşmeler altında iş bulabilme kapasitesine bağlı hale getirilmişti. Güney Afrika örneğinde, ücretli emek disiplininin yeniden dayatılması yönünde artan baskıcılık, daha derin bir düzeyde, AB’de benimsenen mevcut ekonomik modellerin mantığıyla kafa karıştıran bir benzerliğe sahip bir sistemin mantıki sonucuydu. Aslında, her iki sistemde de, göçmenlerin “yasallaşması” kaçınılmaz olarak alıcı emek pazarlarının emme kapasitesinden faydalanabilecek kadar şanslı bir azınlığa ayrılan hukuki bir statüyken, sermayenin küresel ölçekte kendilerine çektirdiği eşitsizlik ve baskıya yanıt olarak göç eden çoklukların çoğunluğu, hukuki korumadan sürekli olarak dışlanma ve yasa dışılıkla karşı karşıya kalıyor. Yasa dışılık -göçmen akınlarının “doğal” ve içsel bir boyutu olmak bir yana- göçmen emek gücünü Mevcut uluslararası ve küresel göç süreçleri, mevcut Avrupa kurumları bakımından var olan vatandaşlık haklarının genişlemesini mi gerektirir yoksa bu göç süreçleri, Avrupa Birliği gibi kurumların ileri sürdüğü “vatandaşlık” anlayışını radikal bir şekilde sorgulayan ve alt üst eden toplumsal dinamikler ve hareketler midir? conatus 172 kaçınılmaz bir savunmasızlığa mahkum ederek ve pazarlık gücünü azaltarak, hakkın evrenselliğine dair herhangi bir görüntü yaratmaktan kaçınan ve bu hakları girişimlerin değişen değerlenme gereksinmelerine bağımlı kılan hukuki bir ölçütün sınırlı uygulanışının doğrudan bir sonucudur. O halde İtalya’da göç-karşıtı kanunların ve katı kota sistemlerinin önde giden savunucularının, savunmasız, örgütsüz ve çoğunlukla kayıt dışı göçmen işgücü istihdam eden, Kuzey sanayii bölgelerindeki küçük-orta girişimciler olması tesadüf değildir. Göçün suç konusu haline getirilmesi sorunu, sadece belli bir grup nüfus üzerinde toplumsal kontrol tekniklerinin uygulanışına bağlı değildir. Göçmenlerin suç konusu haline getirilmesi, devletin, egemenliğin son etkin kalesi olarak kendi sınırlarına meydan okuyan girişimleri idare etmesinin sıradan bir yolu, normal bir durum haline geliyor. Göçmen bir azınlık istihdam temelinde düzenlenebilmesine rağmen, kitlesel ölçekte yasa dışılık Avrupa’nın birleşik kurumsal alanında göçmenlerin deneyiminin asgari ortak paydası olarak kalıyor. Kendi imtiyazlarını büyük ölçüde baskı ve ücretli emeğin dayatılması biçiminde tanımlayan bir devlette suçun konusu haline getirebilme sürecinin devam ettirilebilmesinin koşulları, göçmenlere sadece mevcut devlet ve devlet-ötesi kurumsal düzen içersinde daha fazla vatandaşlık hakkı talep eden bir grup insan olarak bakan genel kurumsal sol inançları sorunsallaştırıyor ve bunlara katılabilmeyi sınırlandırıyor. Üstelik, bu anlayış, AB’nin ve onun üye devletlerinin mevcut kurumsal çerçevesinin, yirminci yüzyıldaki Avrupa anayasalcılığı deneyimini şekillendiren evrenselci resmi noktaları yansıtan vatandaşlık hakları sağlamak üzere tasarlanmadığını gözden kaçırır. Avrupa göç politikaları üzerine yürütülen tartışmalar daha ziyade, ulusal-temelli olmayan taleplere gelindiğinde, bu tür bir evrenselciliğin sınırları ve çelişkilerini saklar. Dolayısıyla Avrupa’nın politik-kurumsal bir uzam olarak genişlemesi, bunun altında yatan coğrafyada yaşayan insanların vatandaşlık haklarının genişlemesiyle çakışmaz. Toplumsal süreçler olarak göç süreçleri ile statik tüzel bir kurgu olarak vatandaşlık düşüncesi arasındaki temel çelişki, AB vatandaşlık politikalarının çözülmemiş ikileminin merkezinde yer alır. Öte yandan, bu bana göre göçe radikal şekilde farklı bir yoldan conatus bakabilmenin yolunu açan bir çelişkidir. Yani göç, aslında salt varlığı –aslında sınır geçme eyleminin kendisi- artık ücretli emek disiplinine, bir iş bulmaya ve bunu elinden kaçırmamaya bağlı olmayan yeni bir vatandaşlık hakları talebini gerektiren gerçek bir toplumsal harekete dönüşür. Göç, varolan hak kavramına meydan okuyan ve onu tanımlayan ve -açıkça bizzat göç alan ülkelerdeki toplumların neoliberal yeniden yapılanma yıllarında kendilerinden alınan hakları, ulus-devlet kurumsallığının dar sınırlarını aşan mücadeleler içersinde, geri almaya başlamasını sağlayabilecek- bir yeni “ortak[mülkler]” talebine, metalaştırmanın çözülüşüne dayanan yeni bir sosyal hak anlayışı talep eden bir toplumsal harekettir. Bu göç anlayışı ve bugünlerde mevcut Avrupalı hareketlerin uğruna mücadele ettiği şey arasındaki bağlar potansiyel bakımdan muazzamdır, zira göçü bu şekilde anlamak onu doğrudan, temel gelir mücadelelerine ya da sadece göçmenler için değil bütün vatandaşlar için piyasa dışı, ücretli olmayan ve metalaştırılmamış türden gelirler için verilen mücadelelere bağlar. Artık emek pazarına ve istihdam sözleşmesinde cisimleşen meta biçimine bağlı olmayan bir haklar alanının genişlemesi süreci içinde, göçmenlerin özgün mücadeleleri; pratiğe çevrilmesi yeni dışlamalar ve seçicilikle aynı anlama gelen, haklar üzerine liberal söylemin itibarını gittikçe daha da yitiren evrenselciliğine meydan okuyan yeni bir evrenselliğin nüvesini taşır. 173 Bu noktada son bir soru ortaya çıkar: Peki ya göçmenler kendilerini bu açılardan algılamazsa? Ya taleplerini ifade biçimleri ağırlıklı olarak, yasalcı biçimler içinde ve dışlayıcı, kısmi dayanışma biçimlerinde ifadesini bulan topluma daha da dahil olabilme arzusunu yansıtırsa? Ne var ki bu sorun özel olarak göçmen mücadelelerinde ortaya çıkmaz, zira bu sorun anti-kapitalist hareketlerin seyrinde ve geçen yüzyılın örgütlü işçi sınıfında da hiç eksik olmamıştır. Ezilenlerin öznelliği ille de oluşturdukları bilinç biçimleriyle uyuşmaz ve bu bakımdan ilerleyebilmek için kestirme bir yol, teamüle uygun reçeteler, “doğru” bir parti çizgisi yoktur. AB’ye üye olmayan devletlerden gelen göçmenlerin çoğunun öznelliği, kendileri ile göç alan devletin yasal yapısı arasında çoğunlukla doğrudan aracılık eden polis güçlerinin vahşiliği ve devlet bürokrasilerinin keyfiliğiyle kırılan, mütevazı bir yaşam için beslenen günlük umutlarla biçimlenir. Genellikle bunu, gözaltı merkezleri ve sınır dışı edilme deneyimleriyle şiddetlenen adaletsizlik, şiddet ve yoksunluk duygusu izler. Ve yine de bütün bunlara politik bakımdan muhafazakar, hatta gerici biçimlerle karşılık verilebilir. Dar topluluk tanımları, şovenist kimlikler ve günlük cinsiyetçilik toplulukların oluşum biçimlerinin parçasıdır ve bunlar aynı zamanda göçmenlerin dışında, her çeşit toplumsal hareket örneğinde olduğu gibi bir çekişme alanına dönüşür. Soruna yanıt soyut biçimde hipotezleştirilemez: Bu daha ziyade göçü devlet egemenliği ve ücretli emek karşısında bir toplumsal hareket olarak görmenin, bizzat göçmen toplulukları içinde bir birleşme ve mücadele noktası haline gelip gelmemesine bağlıdır. Franco Barchiesi, Citizenship as Movement. Migrations, Social Control and the Subversion of State Sovereignty, www.commoner.org. uk/09barchiesi.pdf. Paris’te düzenlenen 2003 Avrupa Sosyal Forumu’nda sunulan metnin gözden geçirilmiş halidir. [İng.] Halkın ortak malı olan yer, herkesin üzerinde hakkı olduğu ve herkes için ulaşılabilir olan şey. (ç.n.) 1 conatus 174 175 KÜRESEL NEOLİBERAL SERMAYE, YENİ ENTERNASYONALİZM VE ZAPATİSTALARIN SESİ M a s s i m o d e A n g e l i s İngilizceden çeviren: Barış Şannan Giriş Farklı hareketlere ait çok sayıda emek, çevre, insan ve vatandaşlık hakları eylemcisi, yaklaşık son on yıldır gittikçe daha farklı uluslararası eylem biçimlerine yöneliyor. Bu, özellikle sermayenin küreselleştiren süreçlerinin düzey ve hızı ve bunun ücretler, iş ve çalışma koşullarının yoğunluğu üzerindeki etkisi; sosyal harcamalardaki ağır küresel kesintileri ikame etmek için ücretsiz kadın emeğinin artışı; çoğu zaman Nijerya’da Shell, Kolombiya’da BP gibi çokuluslu şirketlerle eşgüdüm içinde sürdürülen insan hakları ihlalleri; uluslararası köle ticareti ve ulusötesi şirketlerin üretim çevrimine dahil edilmiş çocuk emeğinin kullanımı; varoluşumuzun, yeniden üretimimizin ve doğamızın çevresel koşullarının durmaksızın yıkıma uğratılması vs. düşünüldüğünde hiç de anlaşılmaz değil. Uluslararası eylemlilikteki bu artış yaygın olarak biliniyor ve burada daha fazla vurgulanmasına gerek yok. Ne var ki bu uluslararası pratiklere, bir kampanyanın salt belli amaç ve hedefleriyle ilişkili araçsallıklarının ötesinde ne tür bir anlam verebileceğimiz, bana göre gündemdeki birçok tartışmada yeterince ele alınmayan bir konu. Diğer bir deyişle, tüm dünyayı bir grev alayına çeviren bu son derece farklı hareketlerin çeşitli pratiklerinde bir örüntü ya da eğilim, dahası ortak bir hat tasavvur edebilir miyiz? Bu ortak hattın anlamı nedir? Bu gelişmelerin temsil ettiği “‘şimdi’deki gelecek”, varsa, nedir? Bu hareketlerin somut pratikleri ne tür bir dünyaya ve ne tür bir yaşama işaret ediyor? Bu sorular; şayet bir özgürleşme söylemi, hem neoliberal sağ hem de neoliberal sol tarafından tasarlanan tek olası geleceğe meydan okumakla kalmayan, ama aynı zamanda kökünü gerçek hareketlerde bulan bir umut imgesi ve farklı bir dünya vizyonu kazanmak ve seslendirmek istiyorsak temel öneme sahip. Üçüncü bölümde, ortak bir hattın geliştiğini ve yeni bir enternasyonalizmin kendini oluşturmakta olduğunu iddia ediyorum. Bu yeni enternasyonalizm kökenini, küresel ekonomi bağlamında karşılıklı etkileşim halindeki farklı hareketlerde pratik bir zorunluluk olarak bulur, yoksa önceden tasarlanmış bir fikri uyarlamak değildir. Son olarak dördüncü bölümde, bir bütün olarak aldığımızda bu hareketlerin politik vizyonları üzerine görüşler sunuyorum. Uluslararası düzeydeki birçok hareket arasında, eskisinin içinden geliştirdikleri farklı bir dünya vizyonunu belki de en açık ve sistematik biçimde seslendirenler Zapatistalar. Bu hareket, bize günümüz dünyasının mücadele conatus 176 koşullarına ve yeni pratiklerin aldığı kurucu yönelimlere ilişkin önemli önseziler sunuyor. Dolayısıyla, Zapatistaların hem pratikte hem de düşüncede enternasyonalizmi kullanmalarını ve buna dair anlayışlarını nasıl anladığımı tartışacağım. Bu referans noktası, temel önemini kanımca çok açık ve geleneksel bir nedende buluyor: Zapatistaların enternasyonalizminin kökleri, uluslararası düzeyde süren günümüz sınıf mücadelesinin maddi koşullarında yatmaktadır. Bir sonraki bölümde, bu maddi koşullara şekil veren küreselleşme süreçlerinin genel teorik boyutlarını kısaca tartışacağım.1 1. Sermayenin Neoliberal Stratejileri ve Alternatif Vizyonların Oluşumu Savaş sonrası çeşitli Keynesçi gelişme stratejilerinin çöküşünün ardından, son yirmi yılda küresel ekonomi, neoliberal stratejilere tabi kılındı. Bu, farklı biçimlerde de olsa dünya ekonomisinin hem Kuzey hem de Güney ülkelerinde sermaye birikiminin klasik parametrelerine yönelik stratejilerin uygulamaya konması anlamına geldi: İnsanlar, (1) ne kadar ve hangi koşullarda çalışmakta; (2) üretilmiş toplumsal servete ne ölçüde ve hangi koşullarda ulaşabilmekte.2 Bu iki farklı koşulun karşılıklı etkileşiminin ayrıntılı bir analizine ve onların sermaye birikimi tanımlarına girmeksizin şu kadarını söyleyelim ki, bu iki parametre emek piyasasının deregülasyonu, kemer sıkma politikaları, özelleştirmeler, sosyal harcamalarda kısıntılar gibi çeşitli politikalar aracılığıyla hedef alındı. Bu iki parametrenin terimleriyle anlaşıldığında, neoliberal stratejinin anlamı şudur: 1. üretim merkezlerinin küresel düzeyde genel bir parçalanması ve dağıtılması, ve ulusal düzeyde emeğin esnekleştirilmesi; 2. küresel ekonomiye dahil tüm ülkelerde ihtiyaçların karşılanması için toplumsal servete erişimdeki görece ya da mutlak azalma. Neoliberal stratejinin bu iki eksenini, son yirmi yılda uygulanan çok sayıda somut politikada görmek mümkün. NAFTA, AB, ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği), DTÖ vs. gibi, her biri belli bir kıtasal birleşme ve ulusüstü eşgüdüm düzeyine işaret eden kurumsal adlar altında tanınabilecek “serbest ticaret,” ulusal ekonomilerin artarak “küresel rekabete” açılmasını gerektirdi ki, bu da temelde bir ülkedeki insanların büyük çoğunluğunun emek yoğunluğunu artırmak, çalışanın iş güvencesinde conatus azalma vs. (1. parametre) yönünde küresel bir baskıya maruz bırakılması, sosyal harcamalarda azalma ya da katı bir denetim (sağlık, eğitim, besin destekleri), düşük maaş (ya da enflasyonun altında bir maaş artışı) vs. (2.parametre) anlamına geldi. Güney ülkelerinin ağır borç yüküyle birlikte finansal sermayenin küresel ölçekte serbestleşme eğilimleri, bütün ülkelerdeki nüfusun büyük bir bölümüne kemer sıkmayı dayatan ve bunu küresel piyasanın “nesnel”, “dışsal”, yüzü olmayan disiplini olarak sunan disiplinci bir araç olarak iş görür. Dolayısıyla küresel kapitalizmin finansal boyutu, herkesin yaşamını etkileyen bu iki temel parametre üzerinde oynamak yönündeki daha derinden işleyen neoliberal stratejinin önemli bir unsuru. Bu stratejilerin sonucu olan insani parçalanma ve atomizasyon, yeni mikroelektronik ve enformasyon teknolojilerinin yaygın kullanımlarının da katkısıyla yeni bir kapitalist entegrasyon sürecinin, küresel bir fabrikanın kuruluşunu hedefleyen küresel kapitalist üretim ağının koşulu olmuştur. Dolayısıyla, bir yandan parçalanma ve atomizasyon, bir yandansa küresel fabrikaya entegrasyon aynı sürecin iki yüzü.3 Neoliberal stratejiler, tüm dünyayı küresel bir fabrikaya çevirme çabasında bir yandan bireylerin ve nüfusların bölgeler, uluslar ve kıtalar ötesinde daha büyük ölçek ve derecede küresel olarak birbirine bağlılığını artırırken birincil amaç olarak sermaye birikimini hedefler. Öte yandan bu küresel fabrika da, içindeki her birim, bireyler ve bireylerden oluşan üretim ağları (topluluklar, bölgeler, ülkeler ve kıtalar), baskın işlevi ağın kendisine ve sınırsız kâr güdüsüne hizmet etmek olan gayri şahsi ağların yalıtılmış ve atomize noktaları olarak karşımıza çıkar. Atomizasyon ve parçalanma (ve buna karşılık gelen kapitalist entegrasyon), tarihi aşaması ne olursa olsun tüm kapitalist üretimin temel görünümleridir (Marx, 1844). Üretimin ana hedefi ihtiyaçların giderilmesi olmaktan çıkıp para kazanmaya döndüğünde, insani ihtiyaçların hem tanımlanması hem de gerçekleştirilmesi paraya (bir nesne) tabi kılınmış olur ki, insanların kendisine ait olması gereken kararlar da para tarafından alınır. Ne var ki akıldan çıkarmamamız gereken şey şu ki, kapitalist gelişimin her farklı aşamasında sınırsız para kazanma etkinliğinin özgün biçimi aynı zamanda kendi yıkılışının, yani parçalanma ve atomizasyonun aşılmasının koşullarını da hazırlar. Sözgelimi Fordist 177 dönemin büyük fabrikası, yalnızca bireyleri üretim bandının beyinsiz uzantıları haline sokan bir üretim süreci yoluyla (parçalanma ve atomizasyon) kalifiye işçilerin kolektif gücünü (bağlarını) kırma stratejisinin bir sonucu değildi; aynı zamanda kendi yaşam ve çalışma koşulları temelinde atomizasyonu ve yalıtılmayı aşan ve yeni mücadele biçimleri icat eden, yeni rüyalar deneyimleyen, yeni talepler ve beklentiler belirleyen endüstriyel bir işçi sınıfının yeniden toparlanmasına (bağlanmasına) neden oldu. Dolayısıyla bu anlamda ve genel olarak atomizasyonu ve parçalanmayı aşma girişimini, sınıf mücadelesinin temel belirleyeni olarak tanımlayabiliriz. Burada sınıf, sosyolojik anlamda (gelir, beğeni, ücret ya da ücret dışı gelir kaynağı, çalışma sanayii sektörü, hizmet, tarım gibi kriterlerle) değil, bir ağ, kendini kuran ve kendini kurarken aynı zamanda kendini ne için kurduğunu da tanımlayan bir kolektif olarak anlaşılmalı. Kendisini kapitalist üretim ağının ötesinde kuran bir ağ. Dünyadaki tüm toplumsal hareketlerin zengin tarihi, özellikle Marksist gelenekte sınıf olarak bilinegelen bu kolektif kurma etkinliğinin, ihtiyaçların ve kimliklerin bu akıcı biçimlenişinin, radikal toplumsal dönüşümün toplumsal gücünün yeniden ve yeniden tanımlanmasının sonsuz örnekleriyle dolu.4 Bu sınıfın karakteristikleri, kapitalist özlü gayri şahsi ağlardan temelde iki nedenle farklı: İlkin ağın farklı noktaları (bireyler, topluluklar), paranın aracılığı olmaksızın birbirleriyle doğrudan ilişki içerisinde; ikincisi, bu ağın temel hedefi para yaratmak değil, ihtiyaçların tanımlanması, gerçekleştirilmesi ve savunulması. O yüzden şurası açık ki, kendini kurma edimi, sermayenin zorladığı atomizasyonun ve parçalanmanın aşılması, yani bir başkaldırı ve altüst etme edimi. Kapitalist üretim tarzının tüm tarihi boyunca, bir yandan sermayenin belli bir ağ-kurma biçimiyle (yani yerel, bölgesel ve kıtasal düzeylerdeki uzantılarıyla küresel fabrika) empoze ettiği parçalanma ve atomizasyonla diğer yandan sınıf kuruluşu biçiminde bir alternatif ağ kurma süreci at başı gider.5 Bu girişimlerin elbette, küresel fabrikanın özgül varoluş koşullarıyla da verili olan, maddi bir temeli var. Dolayısıyla, günümüz sınıf oluşumuna ilişkin bir kavrayış edinebilmek için, halihazırdaki neoliberal stratejilerin empoze ettiği güncel parçalama ve atomizasyon biçimlerinin stratejik anlamını değerlendirebilmemiz gerekiyor. Bu stratejik anlam, birbiriyle ilişkili iki eksene oturur. Birincisi, kapitalizmin tarihinde her zaman var olan, günümüz neoliberal stratejisinin temeli olarak küresel fabrikanın yaygınlaştırılması, güçlendirilmesi ve pekiştirilmesi. Küresel fabrikayı kuran bu ağın noktaları, entegrasyon düzeyine bağlı olarak tanımlanabilir: kıtaların, ülkelerin, bölgelerin, kentlerin, mahallelerin ya da bireylerin entegrasyonu. Ayrıca entegrasyonun farklı düzeyleri üst üste biner: Bölgelerin entegrasyonu ulusal sınırları, bireylerin entegrasyonu kıtasal sınırları keser vs. Günümüz neoliberal stratejilerinin ikinci tamamlayıcı ekseniyse, kendine mutlak güç atfeden bir bütünün (küresel ekonomi) farkındalığının yaygınlaştırılması, güçlendirilmesi ve pekiştirilmesidir. Bu farkındalık, genelde eş giden bir güçsüzlük hissine, küresel fabrikanın ağındaki her bir üretici noktanın bir “hiç kimse” koşuluna indirgenmesine bağlanır. Çağımızın bu sağduyusu, hem medya tarafından hem de tüm kürede yaşayan insanların hayatlarında felaketler yaratan finansal sermayenin açık ve sürekli hareketleriyle durmaksızın yeniden üretilir. Bu sağduyu bireylerin, toplulukların, bölgesel, kıtasal ve ulusal ağların oynayabileceği tek oyunun rekabet oyunu olduğunu vaaz Tüm dünyayı bir grev alayına çeviren bu son derece farklı hareketlerin çeşitli pratiklerinde bir örüntü ya da eğilim, dahası ortak bir hat tasavvur edebilir miyiz? Bu ortak hattın anlamı nedir? Bu gelişmelerin temsil ettiği “‘şimdi’deki gelecek” nedir? conatus 178 eder: Kimliksiz ama sonsuz güçlü bir Leviathan olarak beliren küresel fabrika, başka bir “oyuna” izin vermez. Dolayısıyla bugünün sermaye temelli küreselleşme örüntülerinin maddi ve kültürel çerçevesi içinde bir iktidar mantığı işlenir durur: A. Küresel fabrika (sonsuz birikim güdüsü ve ihtiyaçlarıyla) her şeydir. B. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) küresel fabrika içindir. C. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) hiç kimsedir ve arzu ve ihtiyaçları hiçbir şeydir. A. Küresel fabrika (sonsuz birikim güdüsü ve ihtiyaçlarıyla) her şeydir. Her bir ulus-devlet çerçevesinde, bu öncül, özünde ulus-devletin küresel sermayeyi mümkün olduğunca çekmesi ve tutması gerektiği anlamına gelir (Holloway, 1996). Ulus-devlet, ancak küresel fabrikanın bir noktası olarak oyuna dahil olabilir. Oyun, ulusal rekabetçilik oyunudur ve daha önce tanımlanan 1. ve 2. birikim parametrelerinin zorla yerleştirilmesiyle tanımlanır. Ulus-devlet, küresel finansal sermayeyi çekmek için kemer sıkma politikalarını zorlayan, küresel sanayii sermayesini çekmek için emek piyasasını deregüle eden, finans ve sanayii sermayesini çekmek için toprak ve sosyal hizmet özelleştirmeleriyle serbest ticaretin gerekliliklerini yerine getiren bir aygıta dönüşür. Her ulus-devlet küresel fabrikanın bir noktası olduğu ölçüde, küresel fabrika onları karşı karşıya getirerek hayatta kalır. B. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) küresel fabrikaya hizmet etmek içindir. “Yeter” kavramı olmayan (yeterli kâr, yeterli birikim, yeterli sefalet, yeterli ticaret, yeterli savaş, kirlilik) bir makineyi besleyen bireyler ve çeşitli ağların daha farklı bir rolü olabilir mi? Elbette insanların birikimin gerektirdiklerinden farklı ihtiyaç ve arzuları vardır. Neticede insandır onlar. Fakat birinci öncülle biçimlenmiş her strateji, ötekiliği elenecek ya da sindirilecek bir engel olarak görmeden edemez. Sonuç: C. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) ve onların arzu ve istekleri önemsizdir. Bireyler ve toplulukların arzuları ve ihtiyaçları olsa da ve bunlar son derece net bir biçimde tanımlanabilir olsa da (yiyecek, sağlık, barınma, toprak, eğitim), A ve B’den çıkan sonuç, yalnızca küresel fabrikayı beslemek için var olduklarıdır. İşsiz ve fakir de olsa kişi küresel fabrikayı besler; zira işsiz çalışanın daha çok çalışması ve daha az kazanması için bir baskı olur; aşırı yoksulluk, aynı durumda olmayanlara bir uyarı işlevi görür. İnsanların ihtiyaç conatus ve arzuları, ancak küresel fabrikanın amacına hizmet ettiği ölçüde karşılanır. Küresel fabrika çerçevesinde, insanların yeni ihtiyaç ve arzular yaratmaları ya da eski ihtiyaçlarını birikimin iki temel parametresiyle uyumlu olmayan bir biçimde yeniden formüle etmeleri, ya bunların metalaştırma (yeninin eski biçime dönüştürülmesi) aracılığıyla birikim mekanizmalarına dahil edilmesi ya da yeninin apaçık biçimde bastırılmasıyla karşılanır. Kapitalist sürecin dışında, bireyler hiç kimsedir ve ihtiyaçlar söz konusu değildir. Vurgulamak istediğim şu ki, bu mantık içinde umuda yer yoktur. A ve B öncüllerini kabul ettiğimiz anda C sonucu, dolayısıyla da güçsüzlük ve hiçliğin kabulü ve aynı zamanda insanların bu akıl yürütmeye uymayan hayalleri, ihtiyaçları, arzuları ve toplumsal pratikleri olan varlıklar olarak bir görünürlükleri kalmadığı sonucu da zorunlu olarak çıkar. Bu iktidar mantığıyla bağı koparmak, bir sıçrama yapmak demektir. İnsanların mücadeleleri, bu C vargısından kopmakla, ihtiyaç ve arzularını halihazırda geçerli olan birikim sürecinin dışında tanımlamalarıyla başlar. Bunu yapmakla bir araya gelir ve yeni bir ağ inşa ederler; doğası farklı bir toplumsal elbirliği ve mücadeleler örüntüsü biçimlendirirler. Birbirlerini bir üretim makinesinin ölü noktaları olarak değil insanlar, toplumsal bireyler olarak görürler. Bunu yapmakla B öncülünün dışına çıkarlar. Fakat en zoru, sayısız maddi ve ideolojik silah yoluyla bize sürekli olarak sonuçta aslolanın küresel fabrika olduğunu hatırlatan birinci öncülün üzerinden sıçrayabilmektir. İktidarın bize sunduğu bakışın ötesinde yeni bir bakışa hayat vermek demektir bu ve aynı zamanda bu hayat verme sürecinin hem yerel hem de küresel mekânda toplumsal ilişkileri kucaklayabilecek bir alternatif olarak kurulması gerektiği anlamına gelir. Bana öyle geliyor ki, bu bakış ve kuruluş pratiği gerçekleşme sürecinde –bunların bazı ana çizgilerini vermeye çalışacağım. 2. Enternasyonalizmin Eski ve Yeni Biçimleri Yeniyi anlamak için eskiye dair bir fikrimiz olmalı. Burası elbette, emek ve diğer mücadelelerin tarihinin farklı enternasyonalizm biçimlerinin nüanslarını uzun uzadıya gözden geçirmemizin yeri değil. Dolayısıyla, eski ve yeni enternasyonalizmi iki kriter aracılığıyla karşılaştırmayı öneriyorum: mücadelenin ulusal ve 179 Tablo1: Eski ve Yeni Enternasyonalizm Arasında Bir Karşılaştırma uluslararası boyutu arasındaki ilişki, emek ve diğer mücadeleler arasındaki ilişki. Aşağıdaki tablo tartışmayı özetliyor: Eski enternasyonalizm pratiklerinde, genel olarak mücadelenin uluslararası boyutunun ulusal boyutun stratejik amaçlarına tabi kılındığını görürüz. Toplumsal hareketlerin “politik” mücadeleleri olsun sendikaların “ekonomik” mücadeleleri olsun (uygun olmasa da kullanışlı bir sınıflandırma, zira eski enternasyonalizm pratiğinde temellenen bir inancı yansıtır) mücadelenin doğrudan hedefi öncelikle ulusal bir hedefti ve bununla ilişkili enternasyonalizm bunun bir aracıydı. Mesela sosyalistler iktidarı ulusal olarak ele geçirmek, sendikalarsa ulusal patronlara karşı ücretlerin artırılması amacındaydı. Bu enternasyonalizm, sermayenin küresel karakterinin ticaretle sınırlı olduğu ve birçok durumda üretimi içermediği bir dönemin koşullarını yansıtmaktaydı. Dahası, finansal sermayenin uluslararası hareketliliği çok daha yavaştı ve bu yüzden disipline edici bir araç olarak dünyadaki değerlenme süreçlerinin koşulları üzerinde daha az etkiliydi. İşçi sınıfları, ülkelerinde kendilerini korumak ve amaçlarını yerel ölçülerde geliştirmek için, böyle bir enternasyonalizm biçimine dayanıyorlardı. Sözgelimi İngiliz işçileri, “enternasyonalizmi İngiliz işverenlerinin grev kırıcılar ithal etmesine karşı direnmek için öğrendiler” (Milner, 1990: 18-19). Birinci Enternasyonal günlerinde, ülkeler arası işçi dayanışması bir tehdit olarak bile görülmekteydi: “Cenevre inşaat işçileri, bir lokavt sırasında yardım için Enternasyonal’e başvurmuşlardı. İşverenler, işçilerin hem ücret artışı hem de çalışma saatinin 10 saate indirilmesi taleplerini panik içinde kabul etmişlerdi. Fabrikalarında yabancı işçi ikame etme hayalleri sekteye uğratılan işverenler kaygılanırken, Enternasyonal’in işçiler arasındaki prestiji tavana vurdu ve efsanesi yaygınlaştı.” (Milner, 1990: 26) Bu bağlamda Marx ve Engels’in 1.Enternasyonali, çoktan gerçekleşmekte olan bir sürece bir referans noktası ve örgütlülük kazandırma işine girişti. Birinci Enternasyonal “işçileri grevlere sürmedi, grevler işçileri Enternasyonal’e sürdü.” Böylece Enternasyonal, aynı sürecin bir parçası olarak bir yandan ulusal örgütlenmelere bir yandan da uluslararası dayanışmanın gelişmesine yardım etmekteydi.” (a.g.e.) Burada önerildiği biçimiyle enternasyonalizmi, araçsal enternasyonalizm olarak niteleyebiliriz. Birincil amaç, her bir ülkedeki işçilerin daha iyi ücretler ve çalışma koşulları için patronlarına karşı verdikleri savaşın önünü açmak (bu, enternasyonalizmin sendikacı versiyonu) ya da çeşitli ülkelerde politik gücün ele geçirilmesiydi (sosyalist versiyon). Bu enternasyonalizm olmaksızın, bir ülke işçileri diğerleriyle karşı karşıya getirilebilirdi. Dayanışma, saf haliyle ve basitçe ortak bir sempati ve his neticesinde dıştan bir yardım olarak anlaşıldığında, bu tür bir enternasyonalizmin zorunlu yan-ürünüydü. conatus 180 Eski enternasyonalizmin diğer bir karakteristiği, işçi hareketinin merkeziliği ve diğer hareketlerin kendisine tabi kılınması biçiminde tezahür eden, farklı sorunlar ve hareketlerin görece ayrılığıydı (bu, hem ulusal hem de uluslararası anlamda geçerliydi). Sözgelimi Lorwin (Milner, 1990: 15’ten alıntı), enternasyonalizmin beş farklı biçimine (insani, pasifist, ticari, sosyal-reformcu ve sosyal-devrimci) işaret eder. Bu, tabii ki oldukça eski ve yetersiz bir sınıflandırma. Sözgelimi, diğerleri arasında çevresel enternasyonalizmi nasıl sınıflandırmalı? Ne var ki bizim için asıl nokta, yazara göre, ilk üç tür enternasyonalizm “çeşitli toplumsal sınıfları ve entelektüel akımları ilgilendiren kampanyalar”a yol açarken, son ikisinin “temelde emek ve sosyalizm hareketleri”yle ilişkili olmasıdır. Bu sınıflandırmada, örtük olarak bir önem hiyerarşisi bulunmaktadır. Dolayısıyla dayanışma, eski enternasyonalizmin ana karakteri olarak göze çarpmakta. Dayanışmayı, burada sınır ve sorunları aşan bir birlik olarak anlıyoruz. Birlik, genelde bir amaca aracı olarak formüle edilmiştir. Ne var ki amacın doğası, birleşme sürecinin (yeniden bileşim) dışında tanımlanmıştır. Amaç, ulusal hareketin bir kesimi tarafından tanımlanır ve kendini bu kesimle ilişkili gören her kim varsa sesleri kesilirdi. Destekleri, yardımları ve parasal katkıları, kendilerini bir amaca feda etmeleri ve bu amacın sağlanması için eleştiriden kaçınmalarından ayrı düşünülemezdi. Bu mistik bir pratiktir; zira amacının duyulara apaçık gelmeyen bir gerçekliği vardır ve kendini gerçek hareketin dışında konumlandıran entelektüeller tarafından tanımlanmıştır. conatus Farklı olanın birliğini kurma sürecini dışsal bir amaca tabi kılan bu mistik pratik, bugün de hâlâ yaygındır ve herhangi bir eylemci bir kampanya grubunun stratejik taleplerini sorgulayıp mistik zırhına her meydan okuduğunda kendini belli eder. Sözgelimi, Birleşik Krallık merkezli Maastrich karşıtı bir kampanya grubu “tam istihdam” talebini, farklı seçim bölgelerinin birliğini sağlayabilecek genişlikte, dahası güçlü bir çalışma ahlakına dayanan geleneksel bir sosyalizm fikriyle “uyumlu” bir talep olarak görebilir. Bu talebe, yalnızca genel düzeyde kapitalist birikim eğilimiyle uyumlu olduğunu belirterek değil, ayrıca daha spesifik ve stratejik boyutta kapitalist çalışmadan ve piyasadan umduğunu bulamayanları bir araya getirmeyeceğini söyleyerek karşı çıkanlar susturulur ve birlik yolunda harcanması gereken çok değerli örgütleme zamanını boşa harcamakla suçlanırlar. Neyse ki işler değişiyor ve hepimiz birleşmenin yalnızca belli bir fikre göre ölçülen sonuçlarını değil, bu sürecin biçimlerini, amaçlarını ve mekanizmalarını düşünmek zorunda kalıyoruz. Fikirlerin kendileri de gerçek durumlardan doğar ve beslenirler. Yakın zamandaki küreselleşme süreçleri geleneksel emek stratejilerinin çöküşüne yol açarken, birçoğu uluslararası bağlantıları kullanan çok sayıda (farklı) ses de uluslararası arenada boy göstermeye başladı. Yeni bir enternasyonalizm, kendini oluşturma sürecinde gibi görünüyor. (Ve) pek çok kişi bu enternasyonalizmi yine ulusal stratejilerin bir aracı olarak görse de, bence bu yeni enternasyonalizmin karakteri daha radikal bir yönelim taşımakta. İlkin birçok durumda eski fikir ve kavramlara bağlı kalsa da, bu yeni enternasyonalizm örgütlenme zemininde bir referans olarak “ulusal” boyutunu kaybederken, bir alternatifin tanımlanma zeminindeyse yerel, bölgesel ve ulusal mücadele doğrudan küresel bir karakter kazanıyor. Sermayenin küreselleşme süreci, dünyadaki farklı halkların karşılıklı bağımlılığını ve dolayısıyla sermaye karşısındaki zayıflıklarını gittikçe uluslararası düzeyde dışa vururken, bu aynı insanlar, kendi pratikleriyle ulusal ve uluslararası ayrımını dönüştürüyor ve bu ayrımı daha az belirgin ve önemli kılıyor.6 Ayrıca devletlerin işlevleri ulusüstü yapılara devredildikçe, bu yapılara (IMF/DB/DTÖ vs.) karşı yürütülen mücadele, ulusal ve uluslararası ayrımını bulanıklaştırıyor. 181 Yeni enternasyonalizmin diğer karakteristiği, tabandan emekçi eylemciler, militan çevreciler, insan hakları grupları, kadınlar vs. arasındaki diyaloğu artırıp hızlandırması ve yaygınlaştırması. Nasıl Liverpool rıhtım işçileri Reclaim the Streets (İngiliz doğrudan eylemci çevreci grup) eylemcilerinin desteğini aldıysa, refah devletinden yapılan kesintilere insan hakları gibi temellerden karşı durulabilir; böylece daha geniş bir koalisyon mümkün olabilir. NAFTA karşıtı kampanya, bu farklı ruhların biraraya gelişlerini temsil etti ve tarihte ilk kez, ABD işçi bürokrasisini ABD dış politikasıyla arasına bir mesafe koymaya zorladı. AFL-CIO’nun Latin Amerika ve diğer üçüncü dünya ülkelerindeki ilerici hareketleri ve birlikleri desteklemek konusundaki geleneksel başarısızlığı, ABD’li patronların bu ülkelerin işçileriyle Amerikan işçilerini birbirlerine kırdırmasına hizmet etmiştir. Diğer alanlardaki birçok mücadele, uluslararası bir ton kazanmaya başladı. Çevre, cinsiyet, yerel halklar, çokuluslu şirketler, Üçüncü Dünya Borçları/IMF/ Dünya Bankası’na karşıtlık alanlarında militanların mücadeleleri. Yerel ve küresel düzeyde böylesine farklı seslerin yükselmesi; üretim, finans ve ticaretin küreselleşme süreçlerinin “ulusal alternatifler” belirleme konusunda yarattığı güçlükleri telafi etmekten fazlasını olanaklı kılabilmeli. Bu yeni enternasyonalizm pratiği, ki tekrar etmeliyim oluşum sürecindedir ve hiçbir biçimde tamamlanmış değildir, birlik ve dayanışma nosyonlarının önemli ölçüde dönüşüme uğradığına işaret eder gibidir. Çoğu kez otonominin zayıflatılması anlamına gelen eski birlik çağrısı, yerini tüm otonomiler nazarında birleşik eylemin karakteristiklerini ve parametrelerini tanımlayan süreğen bir pratiğe bırakmakta. Ayrıca enternasyonalizm, gittikçe uğruna savaşılacak bir ideal olmaktan çıkıp tabandan gelen stratejik ve örgütsel bir gereklilik, ihtiyaç halini alıyor.7 Dolayısıyla, eski dayanışma paradigmasındansa farklı grup ve hareketlerin birbirleriyle iletişime geçmelerinin daha iyi bir tarifini, yerli bir kadının, halkıyla dayanışmaya gelen insanlara söylediği şu sözlerde buluyoruz: “Eğer buraya bana yardım etmeye geldiyseniz Boşa vakit tüketmeyin Özgürleşmeniz benimkine bağlı Diye geldiyseniz O zaman hadi birlikte çalışalım” Bu ifadelerde hem araçsal desteğin reddi, hem otonominin vurgulanması, hem de başkalarıyla ilişkiye geçmede açıklık bir aradadır. Burada aynı zamanda, yerli bir kadın ve batılı bir eylemci gibi görünüşte çok uzak öznelerin birleşip yeni toplumsal ilişkiler kurabildiklerinin iması var. Bugüne dek bu yeni enternasyonalizm, belki de daha incelikli bir ifadesini Chiapas’taki bir yerli toplulukta buldu; EZLN’nin, yani Zapatistaların öyküleri, masalları, konuşmaları ve bildirilerindeki sesinden bahsediyorum... 3. Zapatistaların Enternasyonalizminin Kökleri 3.1. Zapatistalar kimdir? 1 Ocak 1994 günü, yani Avrupa’dan yasadışı göçmenlerin Amerika kıtasını işgalinin başladığı tarihten 502 yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri mal ve sermayesinin hiçbir sınırlama olmaksızın serbestçe ve yasal olarak Meksika’ya girebileceği deklare edildi. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) uygulamaya konduğu gün. Aynı gün, yüzlerinde kar maskeleri, ellerinde silahlarıyla yerlilerden oluşan bir halk ordusu, San Cristobal ve Chiapas’ın diğer kentlerine girip şehir meclisinin balkonundan devrim yasalarını ilan ettiler. Yeni yıla uyanan dünya, uykulu gözler ve akşamdan kalma kafalarla EZLN’yle, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu, kısaca Zapatistalarla tanıştı. Amaçları, eski sosyalist gelenekteki gibi, sosyalist devlet ya da planlı bir ekonomi ya da sözüm ona bilinçsiz bir halkı bilinçlendirmek değil, onurlu bir yaşam ve yeni bir dünyanın inşası gibi basit bir görevi üstlenmekti. Ne var ki, bu yeni dünyanın neye benzeyeceğini söyleyemedikleri gibi, sizin ya da benim için bir planları da yoktu. Aslında istedikleri, sizin ve benim onlarla konuşmamız ve birlikte, ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı karşılayacak bir dünyanın yolunu açmaktı. Silahlanan yerli halk Latin Amerika’nın yoksul, Meksika’nınsa en yoksul bölgesindendi. Fakat dünyaya kahve ihraç ediyor ve tüm Meksika’ya enerji sağlıyordu (elektriğinin yüzde 10’unu ve hidroelektrik enerjisinin yüzde 90’ını). Gelişen biyoteknoloji endüstrisinin bilgi bankası sayılabilecek, içinde Lacandon gibi Kuzey conatus 182 Amerika’da kilometrekareye en çok bitki ve hayvan türünün düştüğü, dünyadaki sayılı ormanlardan birini barındıran, biyo-çeşitliliğin en önemli stratejik rezervlerinden birine sahipti. Dünyadaki en stratejik potansiyel alanlardan biri olmasını sağlayan devasa bir petrol rezervine sahipti. Ve bu bölgede nüfusun yüzde 80’i yetersiz beslenirken, yüzde 50’si içme suyundan, yüzde 66’sıysa bir katı atık sisteminden yoksundu. Yine insanların büyük çoğunluğunun kahve, tortilla, mısır ve fasulye gibi günlük besinlerini, turistlere ya da eski yatırım sistemininkine benzer ya da ondan daha kötü koşullar altındaki (Coletosların sahip olduğu) yerel dükkanlara sattıkları elişi ürünlerden (1 bilezik=20 pens; bunlardan 4 adet yapmak, bir kadının bir gününü alır) ya da zengin Rancherosların yanına çok az paralara gündelik işe giderek kazandıklarıyla karşılamaya çalıştıkları bir bölge. Geçinebilmenin alternatif ya da tamamlayıcı yollarından biri, tarihsel olarak toprak üzerinde kolektif mülkiyet olmuştur.8 Kolektif mülkiyetteki toprağın önemi, yalnızca toplulukların ekonomik olarak ayakta kalmalarının (gittikçe tehdit altına giren) temeli olmasından ileri gelmiyor. Bu aynı zamanda, insanlara belli bir ölçüde otonomi veriyor ve bir topluluğun, köyün ya da bölgenin aldığı kararların herkesin yaşamını ortaklaşa etkilemesini sağlayan yerel kolektif demokrasinin geleneksel biçimlerinin maddi temelini de belirliyor. Kararlar, ihtiyacı olan bir çocuğun hastaneye gönderilmesinden, hükümetin herhangi bir müzakerede son teklif olarak masaya koyduğu önerinin reddedilmesine kadar çok çeşitli olabilir. Kararlar, Batı demokrasilerinden çok farklı biçimlerde alınır. Birbirlerinden zorla ayrılmış bireylerin beş yılda bir oy vermek için mistik biçimde bir araya gelmeleri değildi söz konusu olan. Demokrasiden anladıkları oylama değil, konsensüs arayışıydı. Konsensüs arayışı, zaman ve dinleme yeteneği gerektirir. Ama azınlıklar ve çoğunluklar üretmez; zaferler ve yenilgilere, hınç ya da kibre yol açmaz. Onlardan ortak topraklarını alır, yaşam şartlarını daha da zorlaştırırsanız, yerel demokrasinin üzerinde yeşereceği koşulları, farklı bir yaşam pratiğinin olanağını da ortadan kaldırmış olursunuz. NAFTA’nın uygulamaya geçişiyle ilişkili üç silahın ortaya çıkardığı durum budur. İlkin kurumsal silah. NAFTA anlaşmalarına eşlik conatus eden piyasa ve rekabet mantığı, diğer şeylerin yanı sıra Meksika’nın, yüksek ölçüde makineleşmiş Amerikan çiftliklerinden gelen ucuz mısırın işgaline kendini hazırlaması gerektiği anlamına geliyordu. Bu elbette, toprak mülkiyetinin birkaç büyük çiftliğin elinde yoğunlaşması, makineleşme ve bu sayede Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabetine karşı koymayı sağlayacak bir üretkenlik artışıyla mümkün olabilirdi. Bu bildik bir öykü. Fakat mısır, Meksika’daki insanların büyük bir çoğunluğunun temel besini değil sadece. Mısır, aynı zamanda Compesinosların büyük bölümünün ve Chiapas, Guerrero, Tabasso ve diğer Meksika eyaletlerindeki yerel halkın temel gelir kaynağı. Mısırın büyük bölümü, kökleri Maya uygarlığına dek giden ve yüzyıl başında Meksika devriminin bir sonucu olarak ortaya çıkan, ortak topraklarda Compesinoslar tarafından yetiştirilir. Meksika tarımının “modernleştirilmesi”, köylülerin ortak topraktan mülksüzleştirilmesiyle bu toprakların parçalanması ve piyasada satılmasından geçer. Meksika anayasasının 27. maddesinin, NAFTA ve küresel rekabetle uygun olarak, yürürlükten kaldırılmasının anlamı budur.9 İkinci olarak ekonomik silah. Meksika nüfusunun çoğunluğu için genel geçim koşulları kötüleşirken, bundan en çok etkilenen yerel halk olmaktadır. Chiapas yerel halkının geliri, fiyatlar üzerinde çokuluslu tarım işletmelerinin hakim olduğu uluslararası piyasaya endeksli kahve üretiminden gelir. Meksika, yüzde 60’ını yerel halkın oluşturduğu 280 bin üreticisiyle kahve ihracatında dünyada dördüncü büyük ülke. Bu üreticilerin yüzde 70’ten fazlası, yani 200 bini, iki hektardan küçük çiftliklerde çalışmakta. Fiyatları düşük tutan yoğun küresel rekabet ve çokuluslu tarım işletmelerinin baskısı altında, küçük üreticilerin gelirleri temel ihtiyaçlarını karşılamakta gittikçe yetersiz kalıyor. Dahası, neoliberal dogmaların etkisiyle tüm alanlarda sosyal harcamaların kesilmesi ve kısılması, kahve üreticilerinin büyük bir kısmı için temel ihtiyaçlarını elde etmek konusunda piyasadan başka bir seçenek kalmadığı anlamına geliyor. Diğer yandan, (Chiapas bölgesinde değilse de başka bölgelerde) diğer gelir kaynağı olan mısırın fiyatı toptancı piyasasında düşmeye başladı. Halihazırda bir ton mısırın piyasa fiyatı 100 pound, yani kilosu 10 pens. Nüfusun en yoksul kesimi için, makine olmaksızın 183 bir ton mısır üretmek çok uzun saatler alıyor. Mısır fiyatında, ABD tarım işletmelerinin piyasaya serbest girişinin sonucu ortaya çıkan düşme, anayasanın 27. maddesinin iptal edilmesiyle aynı doğrultuya işaret ediyor –yani ortak toprağın yok edilmesi ve yerel kimliğin ve kültürün terk edilmesi. İnsanların yeni anayasanın ve piyasanın buyruklarına boyun eğmekten başka bir seçenekleri de var –o da, Chiapas’ın yerel halkının ve Meksika’nın her tarafından grup ve hareketlerin dediği gibi “ya Basta!”, “artık yeter!” demek. Bu gerçekleştiğinde, neoliberal stratejiler (kapitalizmin tarihindeki her birikim stratejisi gibi) zaten hiçbir zaman kendiliğinden gelişmeyen ve her zaman dayatılan piyasayı tahkim etmek için güce başvuracaktır. Askeri eylemler, cinayetler, tecavüzler, gözetlemeler, hapishane, işkence, bunların hepsi çok iyi belgelenmiştir. 3.2. Küreselleşme ve Zapatistaların enternasyonalizmi Küresel sermayenin mantığında yerleşik olan bu üç silaha, Zapatistalar tamamen farklı türde bir enternasyonalizmle yanıt verdiler. Bu iddia, soldan birçok kişinin onların “ulus” ya da Meksika ulusu terimlerini sık sık kullanmaları nedeniyle vurguladıkları “ulusalcılık” nosyonu düşünüldüğünde, kesinlikle tartışmalı ve paradoksal görünebilir. Burada bu tartışmaya girip Zapatistaları bu saldırılara karşı savunacak değiliz. Ne var ki, birkaç noktayı mutlaka belirtmeliyiz. 3.2.1 Zapatistaların “ulusalcılığı” üzerine Zapatistaların sürekli bir biçimde “ulus” a gönderme yapmaları, an azından üç biçimde anlaşılabilir. İlkin, bir “ideal”e, yerli toplulukların bir parçası olmaları gereken bir bütüne yaptığı gönderme anlamında. Yalnızca kendi kaderlerini belirleme koşulunda ve ölçüsünde bu bütünün parçası olabilirler –ne var ki bu koşul, “bütün”, dışsal şeyler (para, polis gücü vs.) aracılığıyla bir arada tutulduğu ölçüde olumsuzlanır. Dolayısıyla yerel topluluğun görünürlüğünün olmaması (ve bu noktada, bizim çoğunluğumuzu oluşturan tüm azınlıkların görünmezliği), bütünden ayrılmalarının ya da bütüne organik olmayan bir biçimde, “makinenin bir dişlisi” gibi bağlanmalarının bir sonucudur. Onların görünürlük talepleri, organik bir bağın kurulması talebidir –hiçbir şey bizim için değil, her şey herkes için. Zapatistalar Sınıf, sosyolojik anlamda değil, bir ağ, kendini kuran ve kendini kurarken aynı zamanda kendini ne için kurduğunu da tanımlayan bir kolektif olarak anlaşılmalı. Kendisini kapitalist üretim ağının ötesinde kuran bir ağ. bu bütüne “ulus” diyor, Marx’ın ise Res Publica, gerçek demokrasi ya da komünizm demesi gibi; ama bunların hepsi aynı anlama gelir: insanların birbirini insanlar olarak görmesi ve bu yüzden kendi kendilerini yönetmeleri. İkinci olarak, “ulus” dedikleri şey ulusal sınırlar ya da ırksal nitelikler tarafından değil, yıkıcı bir yakınlıkla tanımlanır. Sıkça tekrarlanan bir imge, dünyadaki herkesin kalplerinde bir parça Meksika olduğu ve kendi mücadelelerini ve vizyonlarını paylaştıkları imgesidir. Ulus etrafında dönen bu söylem, üçüncü bir anlam kazanır. Hükümet, ancak kendini genel çıkarı özel çıkarlar karşısında koruyabilen bir kurum olarak sunabildiği ölçüde bir meşruiyet iddia edebilir. Zapatistaların ulus retoriğini kullanma biçimleri, bu temel meşrulaştırma aracına meydan okur. Onlar için genel çıkar insanlığın çıkarıdır, sermayenin değil. Ayrıca şuna da işaret edilmeli ki, şayet aşağıdaki bölümde Zapatistaların içsel enternasyonalizmi argümanım doğruysa, (tepkisel bir retorik olarak) onların ulusalcı olduğu suçlamaları daha baştan zeminini kaybeder ve onların söylemindeki “ulus” terimine vereceğimiz anlam, genel olarak anlaşıldığından daha zengin olmak durumundadır. Bu anlam, egemenlik iddiaları her zaman “ulusdevlet”inkilerle çatışma içinde olmuş yerli “ulusların” son iki yüz yıldır sürdürdükleri özgürleşme, otonomi ve kimlik retoriğine daha yakındır. conatus 184 3.2.2. Zapatistaların özgürleşme retoriği İkinci bölümde küresel bir fabrikanın kurulmasıyla ilgili halihazırdaki neoliberal stratejinin iki ayağı olduğunu belirtmiştim: a) atomize düğüm noktalarının oluşumu (bireyler, topluluklar, bölgeler, ülkeler, kıtalar vs.) ve kapitalist birikim adına bunların işlevsel entegrasyonu; b) bununla birlikte, bireylerin ve bireylerden oluşan ağların ona göre “hiç kimse” ya da “görünmez” olarak tanımlandığı karşı konulmaz bütüne (küresel ekonomiye) dair farkındalığın yaygınlaştırılması ve dayatılması. Başka bir deyişle, birikimin gereklilikleri tarafından dayatılan alanın ötesinde, burada yaygınlaştırılan ideoloji insanın güçsüzlüğü ideolojisidir. Zapatistaların yazıları, hem küresel fabrikayı oluşturan işbölümünün parçalanmış niteliğinin farkındalığını hem de bunun sonucu olan (iktidar mantığının dayattığı bir koşul olarak) görünmezlik koşulunun gerçekleşmesini içerir. Ne var ki onların mücadelesi, aynı zamanda iktidarın ve toplumsal fabrikanın bugünkü parçalanmışlığından yola çıkarak geliştirilen alternatiflerin vizyonuna alternatif olabilecek bakışlar sorusunu gündeme getirir. Chiapas’tan gelen mesajın gücü bu görünmezliğin, tüm bir nüfusun devasa küresel üretim makinesi içinde tamamen atomizasyonu ve parçalanmasının, Meksika’nın güneydoğusundaki Mayaların bir karakteristiği olmadığı gerçeğinde yatar. Bu, küresel fabrikayla ilişkileri çerçevesinde anlaşıldıkları ölçüde, gittikçe her birey ve halkın (farklı biçimlerde ve bağlamlarda da olsa) varoluş koşulu haline gelmekte. Neoliberalizm, yeryüzü ölçeğinde yaşamın her yüzeyinin zorla metalaştırılması ve piyasalaştırılmasıdır ve bu metalaştırma, özünde atomizasyon ve görünmezlik demektir. Kendi parçalanma ve görünmezlik deneyimlerinden hareketle, Chiapas’ın yerli halkı yepyeni bir enternasyonalist pratik ve teorik bakışla yanıt veriyor. Ancak gördüğümüz gibi bu yanıt, yerkürenin tamamındaki toplumsal hareketlerde paralel pratikler ve bakışlar buluyor. Ne var ki Zapatistalar, sadece neoliberalizme karşı mücadele etmekle kalmıyor, aynı zamanda alternatif bir vizyonun özsel unsurları ve mücadelelerin koşulu üzerine de teorik bir çalışmanın üretimi, geliştirilmesi ve yayılması çabasını da durmaksızın sürdürüyorlar. Dolayısıyla onların mesajını okumak, günümüzün diğer özgürleşme pratiklerini conatus anlayabilmek bakımından son derece önemli. Eski bir ikiliği kullanırsak, sanırım Zapatistaların enternasyonalizminin biri nesnel, diğeri öznel iki kökü var. İlk olarak, küreselleşme süreci neoliberal politikalarla son yirmi yılda hızlandı. Bu sürecin paradoksal sonucu, bir yandan yeryüzündeki farklı halklar arasındaki karşılıklı bağımlılığı artırması, ama aynı zamanda yalıtılmışlığı, karşılıklı yabancılaşmayı ve umursamazlığı körüklemesi oldu. Bu tipik sermaye birikim sürecinde yeni bir şey yok –yalnızca ölçek şimdi küresel düzeyde.10 İkincisi, politik olarak mütevazı, ama son derece önemli olan şöyle bir gerçek fark edildi: Bu koşullar altında özgürleşme, ancak sermayenin bütünleşmeye verdiği anlama meydan okuyarak, parçalanmış ve küresel fabrikada tekrar entegre edilmiş her ne varsa yeni bir biçimde (birbirine) bağlanması yoluyla ve karşılıklı-bağımlılığı piyasanın dışsal ve yabancı gücünün elinden alıp bir özgürlük edimine çevirmekle mümkün olacaktır. Ne var ki bu bağlanma, herkesi bir nedene tabi kılan soyut bir birlik zemininde (“birleş ve savaş”, “neden?” sorusunun yanıtını devrimden sonraya bırakırken, yanıtın şimdi bir elit tarafından kararlaştırıldığını ima eder) sağlanamaz. Birliğin temeli homojenlik değil, tam tersine farklılıktır. Zapatistaların çağrısı, “herkesin farklı olduğu için eşit olduğu” (Major Ana Maria, 1996: 28), içinde bir sürü farklı dünya barındıran bir dünya içindir. Farklılıkların ve otonominin, sermayenin yaşamın her yüzünü aynı birikim mantığına tabi kılarak tektipleştiren iktidarına karşı kendini koruyabildiği bir dünya. Şimdi, Zapatistaların enternasyonalizminin bu iki veçhesini daha ayrıntılı olarak görelim. Zapatistalara göre küreselleşme, insanlığa karşı verilen ve amacı dünyanın paylaşımı olan bir dünya savaşıdır. Yeni bir dünya savaşı patlak verdi, ama bu sefer tüm insanlığa karşı. Tüm dünya savaşlarında olduğu gibi, amaçlanan dünyanın yeniden paylaşımı. Marcos’un, “iktidarı iktidarda, yoksulluğu da yoksullukta yoğunlaştırmak” dediği bu paylaşımın karakterini hepimiz çok iyi biliyoruz. Ne var ki, küreselleşen ekonominin dinamiği üzerine yapılan ve Marx’ın, Kapitalist Birikimin Genel Yasası dediği şeye çok benzeyen bu düşünüş, Zapatistaların elinde küreselleşmenin (birikimin) yasalarının analizinden çok, bu yoksulluğun öznelerinin kim 185 olduğu üzerine odaklanır. Böylece bize, sermayenin geliştirdiği stratejilerden çok, politik etkinliğin yönelimlerini tanımlama fırsatı verir. “Dünyanın bu yeni paylaşımı”nın, ilk bakışta yalıtılmış azınlıklar olarak görülen, ama sonra, argüman çizgisinden sihirli bir dönüşle, kendilerini oldukları gibi, yani dünya nüfusunun en büyük çoğunluğu olarak gösterebilenleri dışlama gücü vardır: “Dünyanın bu yeni paylaşımı, ‘azınlıkları’ dışlar. Yerli halklar, gençler, kadınlar, homoseksüeller, lezbiyenler, beyaz olmayanlar, göçmenler, işçiler, köylüler; dünyanın temellerini oluşturan bu çoğunluk, iktidara gözden çıkarılabilir şeyler gibi görünür. Dünyanın yeni paylaşımı, çoğunlukları dışlar.” (DOR1) Bu çoğunluk nedir? Ona ne isim vermeli, onu nasıl tanımlamalı? Çoğunluk azınlıklardan oluşur; ancak azınlıklar yalıtıldıkları, küresel fabrikanın atomize edilmiş düğüm noktaları oldukları ölçüde azınlıktır. Marcos (daha doğrusu onun alt-beni Don Durito), başka bir yerde bu noktayı geliştirmek için askeri bir analojiye başvurur –söz konusu bağlamda, Meksika’nın ulusal gerçekliğine gönderme yapsa da. Aşağıdaki yorumların yapıldığı ya da gönderme yaptığı bağlamı çok fazla vurgulamayıp (Meksika Parti Devleti) genel nitelikleri ve dünya ekonomisindeki ülkelere genel uygulanabilirlikleri üzerinde duracağım. Burada, azınlığın ve parçalanmanın anlamını arıyoruz. Muhalefet güçlerinin parçalanmış olması, Parti-Devlet sisteminin saldırılara direnmesini sağlamakla kalmaz; aynı zamanda muhalefeti yanına çekerek zayıflatmasını da sağlar. Parti-Devlet sistemi, kendisine karşı gelen güçlerin radikalizminden değil, yalnızca onların nihai birliğinden çekinir. Rejime karşı olan politik güçlerin ayrışması, Parti-Devlet’e muhalefetteki politik “adaları” ele geçirmek için müzakere etme ya da savaşma olanağı verir. (BOM) Azınlığı tanımlayan parçalanmadır. Azınlık, geri kalandan kesilip alınmış olandır. Böylece bütünlük, yalıtılmış birey ve gruplardan müteşekkil basit bir azınlıklar kümesi olarak görünür. Modern ana-akım iktisat ve sosyolojide (de) toplum bütününün piyasa içindeki yalıtılmış bireyler, azınlıklar kümesi olarak tanımlanması ilginçtir. Dolayısıyla toplum piyasanın, piyasa da toplumun aynasıdır. İktisat ve sosyolojinin (bir berber dükkanındaki paralel aynaların birbirini yansıtması gibi) ön-kabulü, insanların toplumsal örgütlenmesinin, parçalanma ve yalıtılma üzerine kurulu olduğu anlayışıdır. Bu bir “güçler ekonomisi”, bir savaş hukuku işleten iktidardakiler tarafından desteklenir. Bu savaş hukukunda, yaygın, her yere nüfuz eden düşman, merkezileşmiş güçler tarafından alt edilerek, küçücük çekirdekler halinde oraya buraya saçılır, birbirlerinden yalıtılır. Bu muhalefet çekirdekleri, BİR değil BİRÇOK düşmana karşı savaştıklarını düşünür; diğer bir deyişle onları benzeştiren değil (savaştıkları düşman, PartiDevlet), farklı kılan şeyler (politik önermeleri) üzerine vurgu yapar. (BOM, s. 5) Farlılıkta elbette bir sorun yoktur. Tam tersine, farklılık insan iletişiminin temelidir. Ayrıca, kültürel tektipleşmeyi amaçlayan ve piyasa hegemonyasını olası toplumsallaşma biçimlerine dayatmaya çabalayan bir toplumda farklılık, kimlikleri tehdit altına alınmış öznelerin politik yeniden bileşimi için hayati bir zemin sunar. Burada önemli olan, “başka dünyalarla” nasıl bağlantılar inşa edileceği, onlarla nasıl bir titreşim yakalanabileceğine dair bir çaba ve düşünüm olmaksızın, salt ve özellikle farklılık üzerine yapılan vurgunun; yalıtılmayı, gettolaşmayı, parçalanmayı ve atomizasyonu yeniden ürettiğini ve bunun iktidardakilerin ekmeğine yağ sürdüğünü görmektir. Bu farklı “muhalefet çekirdeklerinin” perspektiflerinden, sömürü ve baskı deneyimi tek tek alındıklarında, belli ve özgül bir biçim altında (ırkçılık, cinsiyetçilik, para vs.) kendini apayrı bir deneyimmiş gibi sunar. “Risk” oyununu oynamış herkesin bileceği gibi, bir “muhalefet çekirdeği” kuşatıldığı anda daha fazla takviye edilemez ve Kaptan Picard’ın baş-düşmanları Borglar gibi söyleyecek olursak, direnmek nafile olur. Dolayısıyla iktidar, bir iktidar çoğulluğu olarak görünüyor ve ne kadar baskı varsa, bir o kadar muhalefet çekirdeği vardır. Amacını (sınırsız büyümek) sürdürmek için sermayenin sürekli olarak başvurduğu ücret hiyerarşisi, birçok baskı biçimiyle yeniden üretiliyor. Fakat bu baskılar aynı sonuca varır: onursuz yaşam koşulları, güce güç, yoksulluğa yoksulluk. Zapatistaların enternasyonalizm kavramı ve pratiği, kendilerini (Chiapas’ın yerli halkı olarak) baskıya maruz kalanlardan biri, seslerden conatus 186 biri, mücadelelerden biri, onurunu ifade edenlerden biri olarak görmelerinden gelir. Ve birçok azınlıktan biri olarak, içinde bulundukları kuşatmayı kırma gereksiniminden doğar. Kuşatma, farklı muhalefet çekirdekleri arasında iletişim kurmakla kırılacaktır. Burada iletişim araçsal olarak, dünyanın farklı bölgelerindeki eylemcilerin isyancılarla dayanışmasını sağlayacak bir araç olarak görülmemeli (bu, dayanışma öykünün bir parçası olsa da). Ne de salt bir bilgi değiştokuşu olarak görülmeli (bu da öykünün bir parçası olsa da). Bu iletişimin esası aynı zamanda bir ortaklık, bir komün “uğrağı”, ortak olanın bir ifadesi ve pratiği olmasıdır. Ortak olan, negatif bir biçimde tanımlanmaz. Bu önemli; çünkü genelde ortak olanın, dolayısıyla bir politik kimliğin tanımı, birincil olarak bir şeye “karşı” yapılır. Bu, yerini burada pozitif bir karaktere bırakır ve üç adı vardır: onur, umut ve yaşam. Küreselleşme, insanları parçalayıp yalıtırken (bir yandan da karşılıklı bağımlılıklarını paradoksal biçimde artırırken) onur, politik bir varlık olarak bir kimsenin dünyadaki konumunu geri almasıdır. Kuşatmayı kıracak olan köprü onurdur.11 “Onur, milliyeti olmayan o ulustur; aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir.” Umut, iktidarın bakışına indirilen tokattır; “tek düşüncenin” reddidir; alternatifsizlik ve seçeneksizliğin, piyasacı kaba realizmin, arzuları çevreleyen sahte sınırların reddidir. Umut, konformizmin ve yenilginin reddidir. (DOR 1) conatus Son olarak, yaşam, kendilerini bir toplumun üyesi olarak gören, birbirine bağlı toplumsal bireylerin yaşamından başka bir şey değildir. Yaşam, ihtiyaçların giderilmesi, ama aynı zamanda tanımlanmasıdır; öz-yönetim, otonomi, özgürlüktür. Yaşam, insanlar arasında bir ilişki demek olan adalettir. Kısaca yaşam, yönetmek ve kendimizi yönetmek hakkı, başkalarının köleliği üzerinde yükselmeyen bir özgürlükle düşünmek ve eylemek, adil olanı vermek ve almaktır. (DOR1) Birbirlerine köprüler atan bu farklı muhalefet çekirdeklerinin ortak noktalarının taşıdığı bu üç temel karakteristiğin çarpıcı yanı, kelimenin geleneksel anlamıyla salt bir “çıkar,” bir getirisi olacağı için peşinden gidilen bir hedef olmamasıdır. Ortak olan, gelecekte yaşantılanacak bir şey değildir. Ortak olan, şimdi ve burada yaşanandır: onur, umut ve hayat. Bu üç temel kavramın, Zapatistaların enternasyonalizminin temel boyutları olduğunu düşünüyorum. Bunlara daha ayrıntılı olarak bakalım. Onur Çağımız toplumunda onur nedir? Kapitalist tabiyet ilkesine göre inşa edilmiş, hayatın tüm duyumsal veçhelerinin (aşk, nefret, haz, acı...) bir şeye, bir araca dönüştüğü bir toplumda nasıl ifade bulur? Kumandan Tacho, onurun hükümet müzakerecileri için, Zapatista delegasyonuna aktardıkları üzere, ne anlama geldiğini şöyle anlatıyor: “...onurun ne anlama geldiği üzerine çalıştıkları, onur üzerine birbirlerinden görüş olarak çalışmalar yaptıklarını söylediler. Onurdan anladıklarının başkalarına hizmet etmek olduğunu belirttiler. Bizim onurdan ne anladığımızı sordular. Biz de onlara, araştırmalarına devam etmelerini söyledik. Bu çok gülünç geldi bize ve de onların önünde güldük. Neden diye sordular ve onlara, büyük araştırma merkezleri olduğunu ve en üst standartta incelemeler yaptıklarını, bunu kabul etmezlerse ayıp olacağını söyledik. Onlara, bizce onurun ne demek olduğunu anlaşmayı imzaladığımız zaman söyleyeceğimizi belirttik.” (La Jornada, 10/6/1995) 187 İlginç olan şu ki, Meksika hükümetinin onur anlayışı, ırkçılığın bilimsel olarak rasyonalize edilmesini üstlenen yazarlarınkine çok benziyor; Bell eğrisi: yanındaki insanları ister istemez birbiriyle rekabet içine soktuysa, onur için savaşmak ulusal sınırlar içerisine hapsedilemez. Marcos’un sözleriyle: “Ekonomik açıdan ve toplumumuzun gidişatında ciddi bir değişiklik dışında, birçok kişi insanlık onurunun temelini oluşturan “dünyaya ondan aldığından daha fazlasını verme” işlevini yerine getiremez.” (Murray & Herrnstein, 1994) “Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır, içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir.” (DOR1) Bu mutlak tanımlamadan hareketle yalnızca ücretli emek, çocuk emeği, angarya ve kişinin “dünyaya ondan aldığından daha fazlasını vermeye zorlandığı” her durum, insanlık onurunun bir ifadesi sayılacaktır. Marx’ın Kapital’i, işçilerin sömürüldükçe nasıl onur kazandıklarının anlatısı olacaktır! Öyleyse, iktidarın onur tanımı, bir sömürü ve baskı koşulunun onur olarak kabul edilmesidir. Her toplumsal ilişkiyi ölçülebilir ve niceliksel kılma telaşı içindeki iktidar, onuru öz-belirlenimden soyutlayarak tanımlar. Değişim değeri üzerine temellenmiş bir toplumda, onur (yani öz-değer, kendi değerini bilip tanımak) yalnızca değere (sahte bir zenginliğe) ulaşmakla mümkün olur. Kapitalist birikimin gereklerinin dayattığı şekliyle kişinin kendisine verilmiş rolü kabulüne dayanan bu özdeğer hissine ve kişinin değerinin bilinip tanınmasına, bu kişinin çalışmaya ve piyasa makinesine tabiyetiyle belirlenen şeysel onur diyorum. Bunun, insan onurunun çok uzağında olduğuna inanıyorum. Şeysel onur, kişinin para, statü, iş ve iktidar gibi dışsal kanıtlarla bir kişi olduğunu kanıtlamasını gerektirir. Bu tür dışsal kanıtların yokluğunda, kişi görünmez olur ve dolayısıyla onurlu bir özne olamaz. Oysa tam tersine, insan onuru dışsal verilere ulaşılmakla elden ele geçmez –ölü nesnelerin insan yaşamını yönetmesine izin vermez. İnsan onuru, şeyleri insan ürünleri olarak görmektir –insana hükmeden güçler olarak değil. Dolayısıyla kişi, insani bir girişimin parçası olduğu ölçüde bir kişi olur, insan topluluğu içindeki yerini aktif olarak sahiplendiğinde, paranın egemenliğinin kopardığı, diğer insanlarla olan doğrudan bağlarını yeniden sahiplendiğinde. Yani insan onuru paranın, sermayenin, piyasanın ve rekabetin aracılığını es geçmek ve insanlar arasında doğrudan bir karşılıklılığı vurgulamaktır. Eğer onur buysa ve küreselleşme dünyanın dört bir Onur bir köprüdür, insanlıktan yana olmaktır. Bizimki gibi insanın sürekli kapitalizmin egemenliği ile yüz yüze geldiği bir toplumda insan onuru, şeyler tarafından dolayımlanmamış doğrudan insan ilişkilerinin kuruluşu, genellikle mücadeleye götürür. Atomize öznelerin biraraya gelerek birbirlerini “bir kimse” olarak tanımaları burada gerçekleşir. Dolayısıyla mücadele anı, en başta insanın tanınma ve pozitif tanıma uğrağıdır. İkincisi, sermaye egemenliğinin küresel karakteri, zorunlu olarak bu insani tanınma ve tanıma sürecini küresel ücret hiyerarşisi boyunca küresel düzeye taşır. Umut Umutsuzluk, şeysel onurla el ele giden, statükoyu geçerli tek yaşam tarzı olarak kabul eden herhangi bir alternatif tahayyül edemeyen bir tutumdur. Dolayısıyla umutsuzluk, şeysel onuru tanımlayan çemberin kenarında bırakılmış olan toplumsal öznelerin tamamen görünmez kılınmasına yol açan statüdür. Umutsuzluğun ağza alınması, alternatifsizlikle el ele gider. İktidar çevreleri, küresel ekonomi içinde sadece insani onurdan değil, insani onur için gerekli basit maddi koşullardan bile yoksun milyonlarca erkeğe, kadına ve çocuğa ne söyleyebilir ki? Sadece tek bir şey: Kendini neoliberalleştirmeye devam et! Yani ihtiyaçlarını ve arzularını piyasanın gereklerine tabi kılmaya, ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli araçlara dünyanın öte tarafındaki adsız kardeşlerinle rekabet üzerinden ulaşmaya devam et; yıllarca süren mücadeleler, nesiller boyu isyanlarla elde ettiğin haklarını ve kazanımlarını terk etmeye daima hazır ol. Bugün sermaye egemenliği, hiçbir mistifikasyon ve savunmacı bir eklentisi olmaksızın gücünü en saf haliyle ortaya koyuyor. Ne görüyorsak onu alıyoruz. conatus 188 Hayatın her yönünün sınır tanımayan bir şekilde metalaştırılmasını kabullenmek, her tür alternatif bakışın, virtüele dair herhangi bir sezginin,12 insanların birbirleriyle alternatif biçimde ilişkilenebilmelerinin olumsuzlanması anlamına gelir. Neoliberalizm, sınırların ekonomik koşullardan kaynaklandığı ve bu ekonomik koşulların da alternatiflere yer bırakmayan şeyler olduğu inancı ile el ele gider. Keynesçi dönemde ilerlemenin tek yolunun devlet olması gibi, piyasa gidilebilecek tek yoldur. Piyasada arz ve talep hakimdir ve bizim de buna uymamız gerekir. Hükümet müdahalesi, politikaları inanılır bulunduğu ölçüde etkilidir. Ancak politikaların inanılır bulunabilmesi için, etkin olarak görülmeleri gerekir.13 Etkili görülebilmeleri için de piyasayı güçlendiriyor olmaları gerekir. Bu totoloji, iktidar totolojisidir. Bu çemberden kaçış yoktur, umut yoktur. Umutlu olabilmek için, bu çemberi kırmamız gerekir. Tarih diye bize yeni bir yalan yutturuluyor. Umudun yenilgisi, onurun yenilgisi, insanlığın yenilgisi hakkındaki yalan. İktidarın aynası bize dengeli bir terazi sunuyor: kinizmin zaferi, köleliğin zaferi, neoliberalizmin zaferi hakkındaki yalan (DOR1). İktidarın gerçeklik anlayışı, kapitalist birikim için gerekli temel varsayımlara dayanan sınırlı bir bakışı ifade ettiği ölçüde, yalandan başka bir şey değildir. Bunları reddedersek, sonsuz sayıda alternatif mümkündür. Piyasanın kurallarını kabullenmekten, ikinci bölümde tartıştığımız iktidar mantığından sıyrıldığımızda, insani varlıklar olarak kendimizi güçlendirmeyi tahayyül ettiğimizde, başka bir deyişle boyun eğmediğimizde, umutsuzluğun yerini umut alır. Dolayısıyla burada Zapatista enternasyonalizminin, ilkiyle doğrudan alakalı ikinci bir anlamı yatar. Neoliberalizmi temsil eden terör enternasyonaline karşı, umudun enternasyonalini yükseltmemiz gerekir. Neoliberalizm dünya nüfusunu piyasalaştırıyor ve metalaştırıyorsa, doğrudan bağların kurulması, enternasyonal umudun kurulması ve dolayısıyla da yeni bir dünyanın inşası anlamına gelir. Hayat, öz-yönetim ve Zapatistaların iktidar anlayışı Zapatistaların belgelerinde hayat; öz-yönetim, kendi kaderini tayin etme, otonomi, özgürlük olarak tanımlanır. İlginç olan şu ki, dünya üzerindeki en yoksul topluluklardan biri olan bu insanlar, bu politik ihtiyaçları göz ardı etmemekle birlikte, bunları conatus kendi maddi ihtiyaçlarının koşulu ve bütünleyici bir parçası haline getiriyorlar. Geleneksel sol söylemde ihtiyacın maddiliği, bu ihtiyaçların nasıl tanımlandığı ve giderildiği meselesinden hep önce gelmiştir. Bu, ihtiyaçların nesnelliğini öncelleyen –çünkü bu nesnellik, ideolojik bir aygıttan bağımsız tanımlanabilir– postMarksizmin, geleneksel solun ve sendikacılığın pek çok biçimi için de geçerlidir. Dolayısıyla, bugün örneğin Avrupa’daki işsizlerin toplumsal zenginliğe erişim yönündeki gerçek ihtiyaçları, özellikle İngiltere’deki solun büyük bir bölümü tarafından “tam istihdam” talebiyle, gerçek bir ihtiyacı kapitalist birikime uygun biçimlere sokan bir taleple ifade ediliyor. Emek hareketinin resmi kurumlarında ve diğer politik örgütlenmelerde hâlâ hakim olan bu gelenek, ihtiyaçları salt gereklilik, dolayısıyla da toplumsal ihtiyaçları toplumsal gereklilik olarak tanımlıyor. Genel olarak bu toplumsallık, ihtiyaçların karşılanmasının gelişimi için üretici güçlerin gelişme düzeyine indirgeniyor. Zapatistalar için, bu tamamen farklı bir meseledir. NAFTA, bir “idam cezası” anlamına geldiği oranda yerli topluluklar için bir tehdittir. Bu yerli topluluklardaki insanlar yeni göçmen işgücüne dönüşerek bu idam cezasından kaçmayı başarabilse de, NAFTA’yla ölen aslında toplumsal bir varlık olarak yerli bireyin gelişiminin ve büyümesinin koşulu olan kültürüdür. Bu yüzden hayatın korunması, onlar için bireyler olarak maddi varoluşlarının korunmasından daha fazla anlam ifade ediyor. Örneğin, yerli kültürün savunulması müzede korumaya benzemez; öz-yönetim pratiklerinin içinde yaşanabileceği sembolik, maddi ve manevi çerçevenin savunulmasına karşılık gelir. Bu bağlamda, kendi topluluklarındaki ataerkilliğe karşı mücadele eden yerli kadınların isteklerinin gösterdiği üzere, bu kültürün kendisi de değişebilir. Buradan entelektüellerin bir bölümü tarafından “nesnel” olarak tanımlanamayacak bir ihtiyaç anlayışı doğar; aksine bu, toplumsal ve öznel bir tanımlama sürecini gerektirir.14 İhtiyacı kuran şeyin maddi ve ideal boyutu bulanıklaşır: Toprak ve özgürlük, birbirinden ayrı talepler değildir, alışveriş listesinde herhangi bir madde değildir; bunlar, aynı şeyin parçalarıdır. Dolayısıyla meşhur savaş ilanında dendiği gibi: “Sizden iş, toprak, barınak, yiyecek, sağlık bakımı, eğitim, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi, adalet ve barış için mücadele 189 eden bu plana katılımınızı ve karar vermenizi istiyoruz.” Ve El Despertador Mexicano’nun (31 Aralık 1993) ilk sayılarının birinde, başkalarının gerçekleştirmesini beklemeden bu ihtiyaçların nasıl karşılanabileceği ile ilgili şöyle denir: “Zorunluluklar bizi bir araya getirdi ve ‘Artık yeter!’ dedik. Başkalarının bizim sorunlarımızı çözmesini bekleyecek vaktimiz yok, bunu istemiyoruz. Örgütlendik ve bizim olan şeyi istemeye karar verdik...” Toprak ve özgürlük, ekmek ve onur. Gerekli miktarda ekmek dağıtarak bir nüfusu besleyebilirsiniz. Bu, yiyecek ihtiyacını karşılamanın bir yolu değil midir? Zapatistaların dile getirdiği ihtiyaç, ekmek ve aşağılanma değil. Ekmek ve onur istiyorlar. Sağlık bakımı ve yolsuzluk değil. Sağlık bakımı ve otonomi. Zalimleri, emperyalizmi, yerli kültürlerin ortadan kaldırılmasını meşru kılan okullar ya da eğitim değil. Eğitim ve kendi kaderini tayin edebilme. Maddi şeyler için talep, yerli toplulukların kendileri tarafından tanımlandığı için, özgürlük ve adalet talebinden ayrılamaz ve dolayısıyla öz-yönetimden ve kendi kaderini tayin etmekten de, yeni insani ilişkilerden de ayrılmaz. Hayat, Zapatistalar için öz-yönetimdir (hayatın, hayatın her yönünün idare edilmesine aktif olarak katılmaktır. “Her yemek pişiren yönetebilir!”). Hayat, kendimizi yönetme hakkı, başkalarının köleliği pahasına olmadan özgürce düşünme ve eyleme hakkı, adil olanı alma ve verme hakkıdır. (DOR1) Bu, yerel düzeyde doğruydu, küresel düzeyde de doğrudur. Uluslararası düzeye taşınmış bu hayat anlayışı, “umudun bürokrasisi, karşıt görüntümüz, bizi yok etmeye çalışan şey” değil, umudun enternasyonalidir. Onur, umut ve hayat bu yeni devrimci enternasyonalizmin öğeleri iseler, o halde enternasyonalizm sermayeye karşı mücadelede araç değil, insanlığın kuruluşu için bir başlangıç noktasıdır. Bu bağlamda sermayeye karşı mücadele bir artık olur; insanlığın kuruluşuna karşı güç toplamaya çalışan sermayedir. Eski devrimci pratik sömürü, yoksulluk ve sefalet koşulundan yola çıkar ve şöyle yanıt verir: Devrim. Burada devrim, kitlelerin, parti planları ile aynı şey olarak anlaşılan, umutlarını gerçekleştirmek olarak anlaşılıyordu. Enternasyonalizm (ve parti) bu yanıt, bu gerçekleştirme fikri için bir araçtı. Zapatistaların pratiği de aynı yoksulluk, sömürü ve sefaletten, ve bu yoksulluk, baskı ve sömürüye karşın insanların onurlu varlıklar olduğu, kendileri için umut edebilecekleri ve kendilerini yönetebilecekleri gerçeğinden yola çıkar: İhtiyaçlarımızla başa çıkabilmek için ne yapmamız gerekir? Dolayısıyla “devrim, bir yanıttan ziyade bir soru olarak yeniden tanımlanır” (Holloway, 1997); merkez komiteye bağlı birkaç aydın tarafından önceden verilmiş bir yanıttan ziyade, komünal biçimde kendini güçlendirme sorusu olarak. Hayat “devrim sonrası”na ertelenemez ve soru sorarken yürür ve karşımıza çıkan sorunlarla uğraşırız (sorarak yürüyoruz). Ve soru sorarken karşılaştığımız engellerin ötesine geçmek için mücadele ederiz. Soru sorarken dans eder ve şarkı söyler; böylece politikayı fedakâr ve profesyonel ciddiyetin yabancılaşmış mantığından arındırır. Politika, bir bütün olarak insani bir mesele haline gelir. Örneğin EZLN’nin EPR (Devrimci Halk Ordusu’na), Guerrero merkezli bir gerilla grubuna yolladığı bir bildiride, Zapatistalar kendilerine göre iki oluşum arasındaki farkları dile getirir. Bence bu farklar, “Zapatistaların politikaya devrimci bir şekilde el koyuşları” (Moreno, 1995) ile devletin (ister devrimci ister reformist araçlarla olsun) ele geçirilmesine dayalı geleneksel politika anlayışı arasındaki farklardır: “Aradığımız, ihtiyaç duyduğumuz, istediğimiz, partisi ve örgütü olmayan bütün insanların, iktidar ele geçirmek için değil iktidarı uygulamak için, ne istedikleri üzerinde anlaşmaları ve bunları (tercihen barışçıl ve sivil yollarla) elde etmek için örgütlenmeleridir. Biliyorum, bunun ütopik ve çok da ortodoks olmadığını söyleyeceksiniz; ancak Zapatistaların varoluş biçimi budur.” (Marcos, 29 Ağustos 1996) Politika anlayışları bu kadar basittir: partisi ve örgütü olmayan insanların, ne istediklerine ve bunları nasıl elde edeceklerine karar vermeleri. Ancak bu basitlik, aslında cevabı olmayan bir sürü önemli soru için de bir başlangıçtır ve sadece ortak iletişim ve mücadele içinde olan insanlar, bu soruları sorup cevap bulmayı umabilir. 4. Sonuç: Zapatista Enternasyonalizminin Etkisi Zapatista enternasyonalizmi, pratikte farklı biçimler alır: karşılıklı olarak hareketlerin onur için verilen aynı mücadelenin parçası olarak tanınmasından sembolik dayanışmanın ifadesine kadar, tamamen conatus 190 farklı koşullar içinde mücadele eden toplumsal özneler ile kendi hareketlerini özdeşleştirmekten insanlık için ve neoliberalizme karşı, farklı mücadeleler arasında dolaşımı sağlamak ve ağlar oluşturmak için stratejiler geliştirmek adına iki kıtalararası buluşmanın (Encuentros) tetiklenmesi ve teşvik edilmesine kadar. İlki 1996 yazında Chiapas’ta, ikincisi ise 1997 yazında İspanya’da düzenlenen bu iki buluşma da, hem anlayış hem de örgütlenme açısından Zapatista enternasyonalizminin üç koordinatının (onur, umut ve yaşam) ve Zapatistaların devrimci pratik anlayışının temel unsurunun (sorarak yürüyoruz) izini taşıyordu. İlk olarak böyle bir buluşma, dünyanın ezilenleri kendilerini onurlu özneler olarak sunduğu oranda mümkündür. Dolayısıyla onur, küresel piyasada yüz yüze kaldığımız atomizasyona karşıt olarak farklı çekirdekler arasında bir köprü işlevi görür. İkincisi, umut, piyasanın uymacılığı ve yenilgiciliğine karşı bir vizyon (ya da vizyonlar) iddiasıdır. Bu temelde Encuentros’un farklı katılımcılarını birleştiren etken, alternatif bir vizyonun paylaşımı değildi. Paylaştıkları şey, alternatif vizyonların mümkün ve gerçek olduğu iddiasıydı. Üçüncüsü, Encuentros’ta hayat, iktidarın ve şeylerin (piyasanın) egemenliğine karşı öz-yönetim olarak görülür. Bu temelde Encuentros’ların öncülleri, lojistiği ve yapısı öz-yönetim yoluyla kuruldu. Buluşmanın genel prosedürlerinin tanımlanması ve büyük oranda farklı toplantılara katılan insanlar tarafından belirlenen usullerin örgütlenmesi sürecinde de öz-yönetim vardı. Her iki Encuentros’un en iyi sonucu, ağların, hem zaman içinde ne kadar değerli oldukları anlaşılacak olan küresel ağların hem de farklı deneyimlerden gelen politik ve örgütsel yeteneklerin iç içe geçmesi oldu. Örneğin, İtalya’dan ve İngiltere’den doğrudan eylemci çevreciler bir araya gelerek felsefelerini, taktiklerini ve yeteneklerini paylaştılar. Ayrıca her bir masa, sonunda bir bildiri yayımladı. Farklı masalardan üretilen farklı belgeler, içeriklerinden bağımsız olarak, çok kısa bir süre içinde ifade edilen farklı pozisyonları sentezlemek konusunda gösterilen inanılmaz çabayı gösteriyordu. Kuramsal açıdan belli sınırların olabileceği ya da farklı belgeler ve hatta aynı belge içinde bile bazı çakışmaların ve çelişkilerin olabileceğini söylemeye gerek bile yok. Ancak düzeltmek, son halini vermek ve pürüzleri gidermek için önümüzde uzun bir zaman var. Önemli conatus olan şu ki, her biri ne istediğimizi ve bunu nasıl elde edeceğimizi anlamak konusunda gösterilen kolektif çabanın bir adım daha ileriye götürülmesi demek olan bu belgeler, birer başlangıç noktası. Bir adım ileri demek, bir ay önce olduğumuz yerden epey ileri gitmek demektir. Ancak bu kadar farklı yerlerden gelen bu kadar çok insanın bu buluşmaları gerçekleştirmiş olması, bu kadar farklı görüşün biraraya gelerek birbiriyle ilişkilenmiş olması; Zapatistaların, mücadelelerin enternasyonalleşmesi sürecinin bir niteliği haline gelmiş olan, köprüler kurma ve “buluşma” sürecinin katalizörü olarak işlev gördüğünün bir göstergesi. Bu anlamda Zapatistaların mesajının gücü, icat etmiş oldukları şeyin kendisinden ziyade onlardan bağımsız olarak zaten gelişmekte olan bir sürece –kendilerine özgü bir tarzda– ses verebilmiş olmalarından geliyor. Kanımca, dünyanın pek çok yerinden insanların Zapatista mücadelesinden ilham almış olmasının nedeni budur. Dünyanın farklı yerlerinden insanlar, Zapatistaların mücadelesinin –ve bu mücadeleye eşlik eden öykülerin, vizyonların, politik yöntemlerin, insani etkileşimlerin– kelimenin tam anlamıyla kendi mücadeleleri olduğunu doğrudan anlayabildi. Massimo de Angelis, Global Neoliberal Capital, New Internationalism and the Zapatistas’ Voice, Ocak 1998, http://libcom.org/library/zapatistas-voicemassimo-de-angelis 191 Bu maddi koşullar, sadece Zapatistaların pratiğinin internet teknolojisi olmadan mümkün olmayacağı gerçeğiyle ilgili değildir. Bunun nedenlerinin açık olduğunu düşündüğüm için, burada daha fazla açmayacağım. Vizyon ve umudun ölü şeylerde bulunamayacağını söylemek yeterli; bilgisayarlarda, telefon hatlarında ve dünyanın etrafına yayılmış terminallerde vizyon ve umut bulamayacağımız açıktır. Ancak enformasyon teknolojisinin mücadele ağlarının kuruluşu açısından taşıdığı önem, haklı olarak giderek daha fazla görülüyor. Enformasyonun hızlı bir şekilde yayılması sayesinde kampanyalar, destekler ve baskı daha kolay örgütleniyor. Propaganda ve enformasyonun dolaşımı açısından internetin bu araçsal kullanımı elbette önemli; ancak bunun dikkatli bir şekilde nitelendirilmesi gerekiyor. Sadece böyle bir teknolojinin hazırda bulunup bulunmadığını göz önünde tutmak yetmez (Güney’de Kuzey’de olduğundan daha az yaygındır). Aynı zamanda politik ve kültürel farklılıklarla birlikte dünyadan farklı hareketlerin ifade ettiği ihtiyaçların ve isteklerin farklılığı da, karşılıklı olarak birbirini anlamanın ve destek olmanın önünde engel olabilir ve hatta birbiriyle çatışan taleplere götürebilir (Örneğin, istihdam artışı talebi, çevreye saygı ve yerli otonomi talepleriyle çatışabilir; insan hakları talebi, askeriyeyi besleyen sanayi sektörlerindeki işlerin korunması talebiyle çatışabilir vs.). Dolayısıyla “İnternet demokrasi, devrim ve kendi kaderini tayinle ilgili tartışmalar için yeni alanlar açabilir; ancak var olan farklılıklara bir çözüm sunamaz; bu, sadece çözüm arayışını hızlandırmanın bir aracıdır” denilebilir. (Cleaver, 1996/97: 5) 2 Bu iki parametre etrafında, farklı alanlarda farklı stratejiler bulunabilir: Emek piyasası, çalışma saatleri, iş sözleşmeleri, iş güvenliği, toprağa erişim gibi etkenlerin hepsi birinci parametreyi etkiler; ücret, borçlar, kamu harcamaları ikinci parametreyi etkilerken grev hakkı, ifade özgürlüğü, demokrasi biçimi gibi etkenler iki parametre üzerinde de etkilidir. 3 Ana Esther Cecena (1997: 38) da bunu şöyle söyler: “Üretim ancak işçileri, ham maddeleri ve toprağı birleştiren bir sekanstan sonra tekrar kurulabilir...ancak bunları bu ağ içinde birleştirirken ekonomi onları kolektiflerden ayırır ve bireysel rekabete tabi kılar.” 4 Ana akım Marksist gelenekler, bu kavramın akıcılığını reddetmiş ve bunu ölü sabit kategorilerle katılaştırmıştır. Dolayısıyla oluşum sürecinin (sadece sınırsız kâr yapma etkinliğine dayalı bir yaşam tarzına karşıt olarak değil, aynı zamanda sermayenin ötesinde yeni yaşam tarzlarının kurucusu olarak kolektif öznelerin oluşumunun) kendisine odaklanmak yerine, bu gelenek “sınıf”ın ne olduğunu tanımlarken sabit kategoriler (örneğin ücretli emek, kol emeği vs.) kullanır ve bunun, politik ve örgütsel faaliyet açısından yıkıcı sonuçları olur. 5 1930’larda ABD’de olduğu gibi bir sendika kurma alternatif bir ağ kurmanın bir örneğidir. Hükümetin bekar annelere yapılan refah yardımlarını kesmesine karşı İngiltere’de 1997’de kurulan kadın kolektifi de bunun bir örneğidir. Brezilya’da 1980’lerde topraksız köylülerin toprak işgalleriyle sürdürdüğü toplumsal hareketin inşası ise başka bir örnek. Aşağıdan gelen bu ağlar, sermayenin içerme stratejilerinin hedefi haline gelebilir. Örneğin, ABD’de taban militanlığı ile kurulan sendikalar, 1950 ve 1960’larda dikey olarak yapılanan sendika bürokrasilerine dönüşmüş ve Keynesçi birikim stratejisinin temel kurumları haline gelmiştir. 6 Bu ayrımın ortadan kalkmasının örneklerinden biri, 1994’ten önceki birkaç yılda başlayan anti-NAFTA mücadele dalgasında 1 bulunabilir; Avrupa’da toplumsal dışlanmaya ve işsizliğe karşı örgütlenen koalisyon, İnsanlık için ve Neoliberalizme Karşı Kıtalararası Buluşma’nın birincisini ve ikincisini örgütleyen komitelerin yayılarak çoğalması (ve böylelikle doğrudan demokrasiyi öğrenmeleri ve deneyimlemeleri) vs. Emek cephesinden Brecher ve Costello (1994), yeni emek aktivizminin örgütlenişinin şu pratiklere dayandığını belirtiyor: a. İşçiler arasında birebir değişimler, b. sınırlar arası örgütlenme, c. emek hakları, d. uluslararası grev desteği, e. küresel emek iletişimi (internet vs.). Ayrıca LaborNet de çevre hareketi, barış hareketi ve insan hakları hareketi gibi toplumsal hareketlerin netlerine bağlanır. Emeğin iletişimi konusunda uzman olan Waterman, internetin emek hareketi ve toplumsal hareketler tarafından artan kullanımının bir “iletişim enternasyonalizmi”nin, onun deyişiyle “5. Enternasyonal”in kuruluşunu sağladığını öne sürüyor. Ayrıca bu örnekte de, ulusal ve uluslararası arasındaki ayrımın bulanıklaşması, hareketin kendi pratiğinden açıkça görülebiliyor. 7 Neredeyse otuz yıl önce, İtalyan Marksistlerinden Mario Tronti’nin bunu bu kadar açık biçimde öngörebilmiş olması çarpıcıdır: “... yeni enternasyonal artık partilerin değil, sınıfların, öncelikle de uluslararası işçi mücadelelerinin enternasyonali olacaktır. Bu artık uğruna savaşılması gereken bir ideal değildir, ne de işçileri bu ideal için savaşmaya ikna etmeye çabalayan liderliğin bir organı; bu sadece politik bir gerçek, mücadeleler aşağıdan geldikçe aşağıdan gelen ve yukarıdan gelen bu mücadelelerin uluslararası stratejilerine denk düşen örgütsel bir ihtiyaçtır. Sınıf mücadelesinin uluslararası boyutunun, sermayenin dünyadaki gelişiminin bize dayattığı bir şey olduğunu anlamalıyız.” (Tronti, 1968: 525-526) 8 Chiapas’taki ekonomik ve toplumsal hayat koşullarının arka planının analizi için bkz. Yardımcı Komutan Marcos (1992); Ceceña & Barreda (1995). 9 Neoliberal güçler ve Meksika tarımı arasındaki ilişki için bkz. Gates (1996). 10 Bu temel olarak, bireylerin insani güçlerini karşılıklı bağımlılık yoluyla ifade etmesinden ziyade, karşılıklı bağımlılığın bireylere kendini dışsal bir güç olarak gösterdiği anlamına gelir. 11 Zapatistalarda onurun oynadığı rolün ayrıntılı analizi için bkz. John Holloway (1997). 12 Gilles Deleuze üzerine mükemmel çalışmasında, Michael Hardt, Deleuze’ün virtüel olanla olanaklı olan arasındaki karşıtlığa ilişkin Bergson yorumu üzerine eğilir. Temel nokta şudur ki virtüel olan gerçektir, olanaklı olan ise değil. Dolayısıyla Deleuze’ün noktası, varlığın hareketinin olanaklı-gerçek arasındaki ilişkiden ziyade virtüel-aktüel arasındaki ilişki açısından anlaşılmasıdır. Virtüel olanı “aktüelleştirmek” hareketi daima yaratıcı bir harekettir, olanaklı olanı “gerçekleştirme” hareketi ise değildir; çünkü olanaklı olanın tanımlanmasıyla önceden belirlenmiştir. 13 Bkz. Ilene Grabel (1997: 5). 14 İhtiyaçlar üzerine karşıt bir görüş için bkz. Doyal and Gough (1991). conatus 192 Referanslar Brecher, Jeremy & Tim Costello. 1994. Global village or global pillage: economic reconstruction from the bottom up. Boston: South End Press. Ceceña, Ana Esther & Andrés Barreda. 1995. Chiapas y sus recursos estratégicos. Chiapas, No. 1, Mexico D.F.: Instituto de Investigaciones Económicas. Cleaver, Harry. 1997. The Zapatistas and the Electronic Fabric of Struggle. John Holloway (der.), The Chiapas Uprising and the Future of Revolution in the Twenty-First Century içinde. Forthcoming. Dalla Costa, Mariarosa. 1995. Development and Reproduction. Common Sense, No. 17. De Angelis, Massimo. 1996. La Realidad in Europe: an Account of the first European Meeting against Neoliberalism and for Humanity. Common Sense, No. 20. De Angelis, Massimo. 1997. The Autonomy of the Economy and Globalisation. Common Sense, No. 21. Doyal, Len & Ian Gough. 1991. A Theory of Human Need. Londra: Macmillan. Gates, Marylin. 1996. The Debt Crisis and Economic Restructuring: prospects for Mexican Agriculture. Gerardo Otero, Neo-liberalism Revisited. Economic Restructuring an Mexico’s Political Future içinde. Oxford: Westview Press. Grabel, Ilene. 1997. Coercing Credibility: Neoliberal Policies and Monetary Institutions in Developing and Transitional Economies. The Political Economy of Central Banking adlı konferansta sunulan metin. Londra: University of East London, 16 Mayıs. Hardt, Michael. 2002. Gilles Deleuze. Felsefede Bir Çıraklık. Birey Yayınları, İstanbul. Herrnstein, Richard J. & Charles Murray. 1994. The bell curve : intelligence and class structure in American life. New York: Free Press. Holloway, John. 1996. The Concept of Power of the Zapatistas. Common Sense, No. 19. Holloway, John. 1997. ‘Dignity’s Revolt’, in J. Holloway, E. Pelaez (der.), Dignity’s Revolt: Reflections on the Zapatista Uprising Londra: Pluto Press. Lee, Eric. 1997. The Labour Movement and the Internet. The New Internationalism. Londra: Pluto. Mayor Ana Maria. 1996. Detrás de nosotros estamos conatus ustedes. EZLN, Crónicas intergaláticas. Primer Encuentro Intercontinental por la Humanidad y contra el Neoliberalismo içinde. Chiapas, Mexico. Marx, Karl. 1975. Kapital. Cilt 1. Sol Yayınları. Milner, Susan. 1990. The dilemmas of internationalism: French syndicalism and the international labour movement. New York: St. Martin’s Press. Moreno Alejandro 1995. Expropriacion revolucionaria de la politica. La Guillotina, No. 31, Ağustos/Eylül. Navarro Luis-Hernández. 1996. Café: la pobreza de la riqueza. La Jornada, 17 Eylül. Yardımcı Kumandan Marcos. 1992. Chiapas: The Southeast in Two Winds. In Zapatistas!. Documents of the New Mexican Revolution. New York: Autonomedia. 1995. Yardımcı Kumandan Marcos. 1997. The Seven Loose Pieces of the Global Jigsaw Puzzle. Le Monde Diplomatique, Temmuz 1997. Tronti, Mario. 1968: Internazionalismo vecchio e nuovo. Contropiano No. 3. Wearne Phillip. Return of the Indian. Conquest and Revival in the Americas. Londra: Cassel. Zapatistas!. 1995. Documents of the New Mexican Revolution. New York: Autonomedia. Diğer referanslar Birinci Realidad deklarasyonu (declaration of la Realidad) metinde kısaltılarak DOR1 olarak ifade edilmiştir. İngilizcesi için bkz. http://www.actlab.utexas. edu/~zapatistas/declaration.html. 193 conatus 196 197 “PRUSYA KRALI VE TOPLUMSAL REFORM: BİR PRUSYALI” MAKALESİ ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR1 K a r l M a r x İngilizceden çeviren: Sinem Özer Vorwarts! No.63, 7 Ağustos 1844 “Vorwarts!” adlı derginin 60. sayısında, “Bir Prusyalı” imzasıyla “Prusya Kralı ve Toplumsal Reform” başlıklı bir yazı yayımlandı. Sözü edilen Prusyalı, Prusya Krallığı Konseyi’nin Silezya’daki işçi ayaklanması2 konusunda verdiği emrin içeriğini bildirerek başlıyor ve aynı emir üzerine Fransız gazetesi La Reforme’un3 görüşlerine yer veriyor. Prusyalıya göre, La Reforme bu konsey emrinin Kralın “paniğinden ve dini duygularından” kaynaklandığını düşünüyor. Hatta gazete bu belgeyi, burjuva toplumunda eli kulağında olan büyük reformlara dair bir öngörüyü barındırdığı için selamlıyor. Bunun üzerine “Prusyalı” La Reforme’a aşağıdaki vaazı veriyor: “Ne kral ne de Alman toplumu ‘reforma dair bir öngörüye’4 sahip değildir; hatta Bohemya ve Silezya’daki ayaklanmalar bile böylesi duygulara neden olmamıştır. Almanya gibi politik olmayan bir toplumda fabrika bölgelerinin münferit sefaletini, bırakın bütün bir uygar dünyaya bir felaket olarak duyurmayı, evrensel bir kaygı olarak bile sunmak mümkün değildir. Almanlar söz konusu olduğunda, bu olaylar yerel yiyecek ve su kıtlıkları ile aynı kategoride alınır. Buna uygun olarak kral bu durumu idarenin ya da hayırseverlik kurumlarının bir başarısızlığı olarak görür. Bu yüzden ve gücü olmayan dokumacılarla uğraşmak için birkaç askeri birlik yeterli olacağından, fabrikaların ve makinelerin imha edilmesi kralı ya da otoriteleri ‘panikletmez’. Konsey emrinin dini duygularla da ilgisi yoktur; aksine bu emir, Hıristiyan devlet adamlığının ve önerdiği tek çözümün, yani ‘Hıristiyan kalplerin iyi niyetleri’nin önündeki hiçbir engeli tanımadığı doktrinin vakur bir ifadesidir. Yoksulluk ve suç iki büyük kötülüktür, kim bunları tedavi edebilir? Devlet ve devlet otoriteleri? Asla. Sadece bütün Hıristiyan kalplerin birliği bunu başarabilir.” Sözü edilen Prusyalımız, kralın birçok nedenden dolayı “paniklediğini” inkar eder; bu nedenlerden biri de, hiç gücü olmayan dokumacılarla uğraşmak için sadece birkaç askeri birliğe gerek olmasıdır. conatus 198 Bunun anlamı şudur: Kadeh kaldırmalar ve şampanya köpükleri içinde geçen liberal ziyafetlerin bir krallık emrini gerektirdiği (örneğin Dusseldorf ziyafetinde5 gördüğümüz gibi), bütün bir liberal burjuvazinin basın özgürlüğü ve anayasa arzusunun tek bir askerin bile yardımı olmadan bastırılabildiği, pasif itaatin bir emir olduğu bir ülkede hiç gücü olmayan dokumacılar karşısında silahlı birliklerin çağrıldığı bir olay ve gerçekten de dehşete düşüren bir olay söz konusu olabilir mi? Ve ilk karşılaşmada, güçsüz dokumacılar zafer kazanmasını bildiler. Ancak destek kuvvetleri geldiğinde bastırılabildiler. Sırf bütün bir ordunun yardımı olmadan yenilgiye uğratılabiliyorlar diye, işçilerin kitlesel ayaklanması daha az tehlikeli sayılabilir mi? Keskin zekâlı Prusyalımızın, Silezyalı dokumacıların isyanıyla İngiliz işçilerin ayaklanmalarını karşılaştırması gerekir. O zaman Silezyalıların güçlü dokumacılar olduğu ortaya çıkar. Politika ile toplumun kusurları arasındaki genel ilişkiyi göz önünde bulundurmak, bize dokumacıların kralda neden büyük bir paniğe yol açamadığını açıklamamızı sağlayacak. Ancak şimdilik, ayaklanmanın ilk elden Prusya kralına değil burjuvaziye yöneldiğine işaret etmekle yetinelim. Bir aristokrat ve mutlak bir kral olarak Prusya kralı, burjuvaziden hiç hoşlanmaz ve eğer burjuvazinin itaatkarlığı ve beceriksizliği proletaryayla olan gergin ve zorlu ilişkisi yüzünden daha da artarsa çok daha az endişelenecektir. Benzer şekilde, Ortodoks bir Katolik de Ortodoks bir Protestan’a bir ateistten duyduğundan daha fazla düşmanlık duyar, tıpkı bir meşru tevali taraftarının6 bir komünistten daha ziyade bir liberalden hoşlanmaması gibi. Bunun nedeni, ateistin Protestanlara nazaran Katoliklere ya da komünistlerin liberallere nazaran meşru tevali taraftarlarına daha yakın olması değildir; aksine bunlar birbirine daha uzaktır, çünkü birbirlerinin çıkar alanlarına girmezler. Bir politikacı olarak Prusya kralının doğrudan politik rakibi liberalizmde bulunabilir. Kral açısından proletaryanın karşıtlığı, proletaryanın krala olan karşıtlığından daha fazla değildir. Bunun anlamı şu ki, eğer proletarya böylesi antipatileri ve politik karşıtlıkları ortadan kaldırmayı ve bütün politik güçlerin düşmanlığını üstüne çekmeyi başarabilmişse, o zaman belirli bir güç kazanmış demektir. Son olarak, kralın ilginç ve önemli olaylar yönündeki arzusu iyi bilinir ve kendi sınırları conatus içinde böylesi “ilginç” ve “çok tartışmalı” bir yoksulluk meselesi olduğunu keşfetmiş olmak ve kamuoyunun gündemine girmek için başka bir fırsat yakalamış olmak, kral için gerçekten de hoş bir sürpriz olmuş olmalı. Artık kendisinin de “kendi” Prusya Krallığı yoksulluğuna sahip olduğu haberi, onu kim bilir ne kadar sevindirmiştir. “Prusyalımızın” Krallık Konseyinin emrinin nedeninin “dini duygular” olduğunu inkar etmesi çok daha talihsizdir. “Dini duygular” neden Konsey emrinin kaynağı değildir? Çünkü bu emir, “Hıristiyan devlet adamlığının” ve “önerdiği tek çözümün, yani Hıristiyan kalplerin iyi niyetlerinin...önündeki hiçbir engeli tanımadığı” bir doktrinin vakur bir ifadesiydi. Dini duygular, Hıristiyan devlet adamlığının kaynağı değil midir? Bütün dertlerin evrensel çözümünün Hıristiyan kalplerin iyi niyetlerinde olduğunu söyleyen bir doktrin dini duygular üzerinde temellenmez mi? Dini duyguların ifadesinin, eğer vakur bir ifade ise, dini duyguların ifadesi olmaktan çıktığı doğru mudur? Daha ileri gideceğim! “Devletin ve devlet otoritelerinin” “büyük kötülüklere çare bulmak” konusundaki kabiliyetini tartıştıran ve çareyi “Hıristiyan kalplerin birliğinde” gören herhangi bir dini duygu, en aşırı anlamıyla kibirli ve esrik bir duygu demektir. Ancak aşırı derecede esrik dini duygular, kötülüğü –Prusyalımızın yaptığı gibi– Hıristiyan ruhun eksikliğinde bulabilir. Böylesi duygular, otoritelerin Hıristiyan ruhun yeniden canlanabilmesinin tek aracı olan “öğütlere” başvurmasını önerebilir. “Prusyalıya” göre, Hıristiyanlık duygusu Konsey emrinin tek amacıdır. Dini duygular –elbette esrik olduğunda, yani vakur olduğunda değil– kendisinin tek iyi olduğunu sanır. Bir kötülükle karşı karşıya geldiğinde bunu kendi yokluğuna atfeder; çünkü eğer tek iyi kendisiyse, o halde tek başına iyi olanı yaratabilir. Dolayısıyla dini duygularla dikte edilen bir Konsey emri, mantıksal olarak dini duygulara hükmeder. Vakur dini duygulara sahip bir politikacı, kendi “şaşkınlığının...çaresini...Hıristiyanlık duygusunu yeşertebilmek için sofu bir vaizin öğütlerinde” aramaya kalkmaz. O halde “Prusyalımız”, nasıl oluyor da Reforme gazetesine konseyin emrinin dini duygulardan kaynaklanmadığını göstermeye çalışıyor? Hem de onu dini duygulardan kaynaklanan bir şey olarak tarif 199 ederek. Böylesi mantıksız bir zihinden, toplumsal hareketlere dair öngörüde bulunması nasıl beklenebilir? Şimdi onun Alman toplumunun işçi hareketiyle ve genel olarak toplumsal reformla ilişkisi üzerine gevezeliklerini dinleyelim. “Prusyalımızın” yapmayı beceremediği şeyi yapalım ve “Alman toplumu” ifadesinin kapsadığı çeşitli kategorileri birbirinden ayırt edelim; hükümet, burjuvazi, basın ve son olarak da işçilerin kendisi. Burada üzerinde durduğumuz farklı kitleler işte bunlardır. “Prusyalı”, bunları tek bir kitle içinde birleştiriyor ve sonra da onları kendi yüce duruş noktasından toptan mahkum ediyor. Ona göre Alman toplumu, “kendi reformunun bir öngörüsüne bile sahip değil.” Bu güdüde bu kadar eksikliği hissedilen nedir? Çünkü diyor Prusyalı, “Almanya gibi politik olmayan bir ülkede fabrika bölgelerinin münferit sefaletini, bırakın bütün bir uygar dünyaya bir felaket olarak duyurmayı, evrensel bir kaygı olarak bile sunmak mümkün değildir. Almanlar söz konusu olduğunda, bu olaylar yerel yiyecek ve su kıtlıkları ile aynı kategoride alınır. Buna uygun olarak, kral bu durumu idarenin ya da hayırseverlik kurumlarının bir başarısızlığı olarak görür.” Dolayısıyla “Prusyalı”, işçilerin kötü durumuna dair bu absürd yorumu politik olmayan bir ülkenin kendine özgü doğasına dayanarak yapar. İngiltere’nin politik bir ulus olduğu teslim edilecektir. Dahası İngiltere’nin bir yoksulluk toplumu olduğu da teslim edilecektir; işin kökeni İngiltere’dir. Dolayısıyla İngiltere’deki durumun incelenmesi, politik bir toplumun yoksullukla ilişkisini keşfetmenin en iyi yoludur. İngiltere’de işçilerin sefaleti münferit değil evrensel bir olgudur, fabrika bölgeleriyle sınırlı değildir ve kırsal bölgelere kadar uzanır. İşçi hareketi çocukluk çağını aşmıştır ve yaklaşık bir yüzyıldır dönemsel olarak tekerrür etmektedir. O halde İngiliz burjuvazisinin, hükümetinin ve basınının yoksulluğa dair bakışı nedir? İngiliz burjuvazisi yoksulluğu bir politika hatası olarak gördüğü oranda, liberaller muhafazakarları, muhafazakarlar ise liberalleri suçlar. Liberallere göre Devlet asla, Prusyalının kralından beklediği gibi, toplumsal kötülüklerin kaynağını “devlette ve toplumun örgütlenmesinde” görmez...Radikal ve devrimci politikacılar bile, kötülüklerin nedenlerini devletin doğasında değil, yerine başka bir biçimini geçirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde bulur yoksulluğun ana nedeni, toprak mülkiyeti tekeli ve tahıl ithalatını yasaklayan yasalardır. Muhafazakar bakış açısına göre ise sorun liberalizmden, fabrika sisteminin yarattığı rekabetten ve fazlalıklardan kaynaklanır. Her iki parti de yoksulluğun nedenini, politikanın kendisinde değil diğer partinin politikasında bulur. Hiçbir parti, toplumun bir bütün olarak reforme edilmesini hayal bile etmez. İngilizlerin –İngilizler derken İngiliz burjuvazisini ve hükümetini kastediyoruz– yoksulluğa dair kavrayışlarının en belirleyici ifadesini İngiliz Ekonomi Politiği’nde, başka bir deyişle İngiltere ekonomisinin durumunun bilimsel yansımasında buluruz. Kinik Ricardo’nun öğrencisi ve İngiliz iktisatçılarının en iyilerinden ve en ünlülerinden biri olan MacCulloch, sadece şeylerin bugünkü durumuna aşinadır; ancak burjuva toplumunun hareketi ile ilgili kapsamlı bir görüşe sahip değildir. Bir açık toplantıda, alkışların arasında Bacon’ın felsefe için söylediği şeyi ekonomi politiğe uygulama cesaretini göstermişti: “Yargısını doğru ve yorulmak bilmez bir bilgelikle askıya alan, yavaş yavaş ilerleyen ve çalışmanın conatus 200 seyrini sekteye uğratan dağ gibi engellerin sırasıyla üstesinden gelebilen kişi, zamanla bilginin doruğuna ulaşarak dinlenebilir, taze bir hava soluyabilir, doğayı bütün bir güzelliği içinde görebilir ve bu sayede çalışmanın son ayrıntılarına kolay bir yoldan varabilir.”7 İngiliz bodrum katlarının bulaşıcı atmosferinin taze havası! İngiliz yoksullarının şahane paçavralarının, işten teni pörsümüş ve solmuş kadınların, gübre yığınları üzerinde yatan çocukların, fabrikaların mekanik monotonluğu içinde çok çalışmaktan bodur kalmış ucubelerin muhteşem doğal güzelliği. Çalışmanın en büyüleyici son ayrıntıları: fahişelik, cinayetler ve darağaçları. İngiliz burjuvazisinin yoksulluğun tehlikelerinin bilincinde olan kısmı bile, hem tehlikeleri hem de bunların çarelerini sadece münferit sorunlar olarak görmekle kalmaz; –eğer açık açık söyleyecek olursak– bunları çocukça ve absürd bir biçimde ele alır. Bu yüzden, örneğin, “İngiltere’de Eğitimin Geliştirilmesi için Alınan Son Tedbirler” adlı makalesinde Dr. Kay, bütün bir sorunu eğitimin ihmal edilmesine indirger. Nedenini tahmin etmek zor değil! Kay, işçilerin eğitim yetersizliğinin “ticaretin doğal yasalarını”, yani zorunlu olarak onları yoksulluğa düşüren yasaları anlamalarını engellediğini öne sürer. Bu yüzden işçiler isyan eder. Ve bu isyan, “İngiliz sanayisinin ve ticaretinin zenginliğine gölge düşürebilir, iş adamları arasındaki karşılıklı güveni zedeleyebilir, politik ve toplumsal kurumların istikrarını azaltabilir.” İngiliz burjuvazisi ve basını yoksulluk, yani İngiltere’nin ulusal salgını konusunda aklını işte bu denli yitirmiş durumdadır. Bir anlığına, “Prusyalımızın” Alman toplumuna yönelttiği eleştirinin haklı olduğunu varsayalım. Bunun açıklamasının Almanya’nın politik olmayan doğasında bulunabileceği doğru mudur? Ancak ya eğer politik olmayan Almanya’daki burjuvazi, genel olarak anlamı, kısmen zaman içinde periyodik olarak tekerrür etmesiyle, kısmen alanının genişlemesiyle ve kısmen de kendisini ortadan kaldırmaya dönük her çabanın başarısız olmasıyla birlikte daha da görünür hale gelen evrensel sefaletin genel önemi üzerinde açık olmayı başaramıyorsa. conatus “Prusyalı”, Almanya’nın politik olmayan doğasını daha da yermeye devam ediyor; çünkü Prusya Kralı yoksulluğun nedenini “idarenin ve hayırseverlik kurumlarının başarısızlığına” oturtuyor ve bu yüzden de yoksulluğa çare bulması için idari ve hayırsever tedbirlere bel bağlıyor. Bu çözümleme Prusya kralına özgü müdür? Yoksulluğa karşı büyük ölçekli bir girişimin varlığından bahsedilebilecek olan tek ülke olan İngiltere’ye kısaca tekrar bakalım. Şu anki İngiliz Yoksulluk Yasaları, Elizabeth dönemindeki 43 nolu yasaya dayanır. Bu yasa yoksullukla uğraşmak için ne öneriyor? Papazları kendi yoksul işçilerini desteklemeye zorlamak, yoksullara yardım için toplanan yerel vergiler, yasal hayır kurumları. İdarenin bahşettiği hayırseverlik: İki yüzyıldır uygulanmakta olan yöntem zaten budur. Uzun ve acı deneyimlerden sonra, 1834’teki yasa değişikliğinde Parlamento nasıl bir görüşü sahiplenir? Bu tasarı, yoksulluğun ürkütücü derecede artışının “idare zafiyetinin” bir sonucu olarak açıklanmasıyla başlar. Bu yüzden yoksullara yardım için toplanan yerel vergilerin yönetiminin, farklı kilise bölgelerinden belirlenecek memurlar tarafından reforme edilmesi öngörülür. Merkezi bir idare altında, yaklaşık olarak 20 kilise bölgesinden oluşacak olan bir birlik kurulur. Belirlenmiş bir günde, vergi mükellefleri tarafından seçilmiş olan memurlardan oluşan Muhafızlar Kurulu birliğin merkezinde toplanır ve yardım alabilme şartlarını düzenler. Somerset House’daki Merkez Komite’den ya da bir Fransızın (Eugen Buret) uygun biçimde icat ettiği gibi Yoksulluk Bakanlığı’ndan gelen hükümet temsilcileri, bu kurullara başkanlık eder ve bunları denetler. Bu şekilde yönlendirilen sermaye miktarı, Fransa’daki Savaş Bakanlığı’nın ihtiyaç duyduğu sermaye kadardır. Dolayısıyla yerel büroların sayısı 500’e yaklaşır ve bu büroların her biri en az 12 memur çalıştırır. İngiliz Parlamentosu idarenin biçimsel reformuyla yetinmez. İngiltere’deki ağır yoksulluk koşullarının ana nedeninin Yoksulluk Yasası’nın kendisinde olduğu düşünülür. Hayırseverliğin, toplumsal kötülüklerle başa çıkmanın bu yasal yolunun kendisinin toplumsal kötülüklere yol 201 açtığı keşfedilir. Genel anlamda yoksulluğun, Malthus’un teorisine uygun biçimde, sonsuz doğa yasalarından biri olduğu varsayılır: “Nüfus hiç durmaksızın artarak elde var olan geçim araçlarını aşma riskini taşıdığı için, hayırseverlik tam bir ahmaklık ve sefalete davetiye çıkarmaktır. Dolayısıyla devlet, sefaleti kendi kaderine bırakmaktan ve en çok muhtaç olanların ölmesini kolaylaştırmaktan başka bir şey yapamaz.” İngiliz parlamentosu, bu hayırseverlik teorisi ile yoksulluğun işçilerin kendilerinin yol açtığı bir sefalet durumu olduğu ve bunun sonucu olarak da yoksulluğun önlenmesi gereken bir talihsizlik değil, bastırılması ve cezalandırılması gereken bir suç olduğu yönündeki görüşü birleştirmiştir. Bu sayede yoksullara yardım evleri kuruldu, yani muhtaç durumda olanları açlıktan ölmekten kaçacak bir yer aramaktan caydıracak şekilde düzenlenmiş yoksul evleri. Bu evlerde hayırseverlik, burjuvazinin, kendisinden hayırseverliğini dileyecek kadar çaresiz kalmışlara karşı duyduğu kinle dahiyane biçimde birleştirilmiştir. İngiltere, yoksulluğu ilk önce hayırsever ve idari tedbirlerle ortadan kaldırmaya çalıştı. Sonradan yoksulluğun giderek artmasını modern sanayinin kaçınılmaz sonucu olarak değil, daha ziyade İngiliz Yoksulluk Yasası’nın bir sonucu olarak görmeye başladı. Evrensel ihtiyaç durumunu, sadece İngiliz yasasının özgün bir niteliği olarak yorumladı. Daha önce hayırseverliğin olmamasına bağlanan durum, artık aşırı hayırseverliğe atfedilir oldu. Son olarak ihtiyaç, muhtaç ve cezayı hak etmiş olanların hatası olarak görüldü. Yoksulluk deneyiminden politik İngiltere’nin çıkarabildiği genel ders şöyle özetlenebilir. Tarihin seyri içinde ve tüm idari tedbirlere rağmen, yoksulluk, dallanıp budaklanan ve giderek yaygınlaşan idari bir sistemin, ancak artık yoksulluğu yok etmeyi değil sadece disiplin altına almayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir sistemin kaçınılmaz olarak nesnesi haline gelmiş olan ulusal bir kuruma dönüşmüştür. Bu idari sistem, yoksulluğu pozitif tedbirler yoluyla kaynağında durdurmak yönündeki bütün girişimleri terk etmiştir; kendisini sadece, bürokrasinin önüne birden çıkıverdiğinde yoksulluk için büyük bir nezaketle bir mezar hazırlamakla sınırlandırmıştır. İdari ve hayırsever tedbirlerin bırakın ötesine geçmeyi, İngiliz devleti çok daha ilkel bir pozisyona gerilemiştir. İdari bahşişlerini sadece, yakalanmayı ve hapse atılmayı göze alacak kadar çaresiz olmaktan kaynaklanan yoksulluğa dağıtır. Şimdiye kadar “Prusyalı”, Prusya kralının sahiplendiği yöntemin herhangi bir özgün yanını göstermeyi başaramadı. Ancak neden şimdi bu büyük adam, az görülür bir naiflikle bu kadar hayrete düşüyor? “Kral, neden tek bir hamlede bütün yetim çocukların eğitilmesini buyurmuyor?” Neden ilk önce planlarını ve önerilerini istemek üzere otoritelere dönsün ki? Bu çok zeki “Prusyalımız”, Prusya kralının diğer davranışlarının olduğu gibi bu davranışının da hiç özgün olmadığını fark ettiğinde yeniden sakinleşebilir. Aslında kral, zaten devletin başındakiler için açık olan tek yolu takip ediyor. Napolyon dilencilikten tek bir hamlede kurtulmak istemişti. Memurlarına, bütün bir Fransa’da dilenciliğin kaldırılmasına yönelik planlar hazırlamalarını buyurdu. Ancak proje ertelendi; Napolyon sabrını yitirmeye başladı, İçişleri Bakanı Cretet’e yazdı ve ona bir ay içinde dilenciliği ortadan kaldırmasını emretti. Şöyle diyordu: “Hiç kimse, gelecek nesillere bizi hatırlatacak izler bırakmadan hayatı terk etmemelidir. Bilgi toplamak için bir üç ya da dört ay daha istemeyin; genç avukatlara, zeki valilere, yolları ve köprüleri inşa edebilecek uzman mühendislere sahipsiniz. Hepsini harekete geçirin; rutin büro işlerinin uyku getiren atıllığına düşmeyin.” Birkaç ay içinde her şey hazırdı. 5 Temmuz 1808’de, dilenciliği ortadan kaldıran yasa yürürlüğe girdi. Ancak hangi araçlarla? Hızla ceza kurumlarına dönüşen, böylelikle de yoksulların sadece bir polis mahkemesi yoluyla ulaşabildiği depolar aracılığıyla. Buna rağmen, yasama organı üyelerinden M. Noailles du Gard şöyle diyebilmişti: “Muhtaç olanlara barınak, yoksullara geçim araçları sunan kahramanlara sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Çocukluk artık terk edilmeyecek, yoksul aileler kaynak sıkıntısı çekmeyecek, işçiler conatus 202 işsiz ve ödülsüz kalmayacak. Nos pas ne seront plus arretes par l’image degoutante des infirmites et de la honteuse misere. [Korkunç hastalık manzaraları, utanç verici sefalet artık bize köstek olmayacak.]” Bu methiyede gerçeği ifade eden tek şey, sondaki kinik cümledir. Eğer Napolyon danışmak için avukatlarına, valilerine ve mühendislerine dönebiliyorsa, Prusya kralı neden kendi otoritelerine dönemiyor? Napolyon, neden tek bir hamleyle dilenciliğin ortadan kaldırılmasını buyuramadı? Bu soru, Prusyalımızın “Neden kral tek bir hamlede bütün yetim çocukların eğitilmesini buyuramıyor” sorusu kadar geçerli bir sorudur. “Prusyalı” kralın buyurmak zorunda olduğu şeyi gerçekten anlıyor mu? Proletaryanın ortadan kaldırılmasının ötesinde bir şey yoktur. Çocukları eğitebilmek için, önce onları besleyebilmeniz ve onları hayatlarını kazanma ihtiyacından kurtarmanız gerekir. Geleceğin bütün bir proletaryasının beslenmesi ve eğitimi, proletaryanın ve yoksulluğun ortadan kaldırılması demektir. Bir seferliğine, Kongre yoksulluğun ortadan kaldırılmasını buyurabildi; elbette “Prusyalının” kraldan beklediği gibi “tek bir hamlede” değil, ancak Kamu Güvenliği Komitesine gerekli planları ve önerileri hazırlamasını emrettikten ve bu komite Kurucu Meclisin Fransa’daki yoksulluk durumuna dair yaptığı geniş araştırmadan yararlandıktan ve Barer yoluyla “Livre de conatus beinfaisance nationale” (Ulusal Hayırseverlik Kayıtları) oluşturulmasını teklif ettikten sonra. Kongre kararı neyi başarmıştı? Dünyadaki kararlara sadece bir tanesi daha eklenmişti ve bir yıl sonra açlık çeken bir kadın Kongre’yi soru yağmuruna tutmuştu. Ancak Kongre azami politik enerjinin, politik gücün ve politik anlayışın bir ifadesiydi. Dünyadaki hiçbir hükümet, tek bir hamlede ve otoritelere danışmadan yoksullukla ilgili bir buyruk çıkarmamıştır. Hatta İngiliz parlamentosu, denenmekte olan farklı idari çözüm yollarını keşfedebilmek için Avrupa’daki bütün ülkelere elçiler göndermiştir. Ancak yoksulluğu ciddiyetle ele alma çabasında, her hükümet kısa bir sürede hayırsever ve idari tedbirlere çarpmış ya da bundan daha da ilkel bir konuma gerilemiştir. Devletler başka türlüsünü yapabilir mi? Devlet asla, Prusyalının kralından beklediği gibi, toplumsal kötülüklerin kaynağını “devlette ve toplumun örgütlenmesinde” görmez. Politik partilerin olduğu yerde her bir parti, toplumun her kusurunu kendisi yerine rakibinin devlet yönetiminde bulunmasına bağlar. Radikal ve devrimci politikacılar bile, kötülüklerin nedenlerini devletin doğasında değil, yerine başka bir biçimini geçirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde bulur. Politik bir bakış açısından, devlet ve toplumun örgütlenmesi iki farklı şey değildir. Devlet, toplumun örgütlenmesidir. Devlet, toplumsal hoşnutsuzlukların varlığını kabul ettiği oranda bunların kökenini, ya insan iradesinin üzerinde hiç kontrolü olmadığı doğa yasalarına ya da devletten bağımsız olan özel hayata, kendisine bağımlı olan idarenin işleyişindeki bozukluklara oturtur. Dolayısıyla İngiltere yoksulluğu, nüfusun her zaman elde var olan geçim araçlarının miktarını aşmak zorunda olduğunu söyleyen doğa yasası ile temellendirir. Başka bir bakış açısından, yoksulluğu yoksulların kötü niyetinin bir sonucu olarak görür. Tıpkı Prusya kralının, yoksulluğu zenginlerin Hıristiyan olmayan duyguları açısından açıklaması ve Kongre’nin ise, yoksulluğu mülk sahiplerinin karşı devrimci ve şüpheli tavırları açısından açıklaması gibi. Bu yüzden İngiltere yoksulları cezalandırıyor, Prusya kralı zenginlere öğüt veriyor ve Kongre mülk sahiplerini suçluyor. Son olarak bütün devletler, nedeni idarenin tesadüfi 203 ve iradi kusurlarında bulur ve bu yüzden de idari tedbirlerde çare aranır. Neden? Çünkü idare, devletin örgütleyici aktörüdür. İdarenin hizmetleri ve iyi niyetleri ile sahip olduğu araçlar ve güç arasındaki çelişki, devlet kendisini ortadan kaldırmadıkça yok edilemez; çünkü devlet bu çelişki üzerine kuruludur. Kamusal ile özel hayat, genel ve özel çıkarlar arasındaki çelişki üzerine kuruludur. Devletin gücünün kapsamı sivil hayat ve işin başladığı yerde bittiği için, devlet kendini biçimsel ve negatif etkinliklerle sınırlamalıdır. Gerçekten de sivil hayatın, özel mülkiyetin, ticaretin, sanayinin, sivil hayatta farklı gruplar arasında süregiden karşılıklı yağmanın toplumsal olmayan doğasını düşündüğümüzde, idareyi yöneten doğa yasasının beceriksizlik olduğu açık hale gelir. Çünkü, köleci sivil toplumun antik uygarlıktaki devletin doğal temeli olması gibi, sivil toplumun parçalanması, ahlaksızlığı ve köleliği de modern devletin doğal temelidir. Devletin varoluşu köleliğin varoluşundan ayrılamaz. Antik uygarlıktaki devlet ve kölelik –yani açık ve samimi klasik antitezler– modern devlet ve acımasız modern iş dünyası –yani mutaassıp Hıristiyan antitezi– kadar birbirine sıkıca bağlı değildir. Eğer modern devlet, idaresinin beceriksizliğini ortadan kaldırmayı arzu ediyorsa, bugünkü özel hayatı da ortadan kaldırmak zorundadır. Ve özel hayatı ortadan kaldırabilmek için kendisini ortadan kaldırmalıdır; çünkü devlet, sadece özel hayatın antitezi olarak var olur. Ancak yaşayan hiçbir kişi, varoluşunun kusurlarının kendi yaşamının ilkesine, özsel doğasına dayandığını kabul etmez; aksine bunların kendi yaşamının dışındaki koşullara oturtulması gerekir. İntihar doğaya aykırıdır. Dolayısıyla devlet kendi idaresinin, başka bir deyişle kendisinin özgül beceriksizliğine inanmaz. Sadece idaresinin biçimsel ve rastlantısal kusurlarını algılar ve bunlara çare bulmaya çalışır. Eğer bu müdahaleler işe yaramazsa o zaman bu, toplumsal sorunların insandan bağımsız doğal kusurlar olduğunu, Tanrının bir yasası olduğunu ya da özel bireylerin iradesinin idarenin iyi niyetlerini yarı yarıya karşılamaya bile yetmeyecek kadar yozlaşmış olduğunu gösterir. Bunlar ne kadar da münasebetsiz insanlar! Özgürlüğe sınırlar getirdiğinde hükümetle ilgili homurdanır dururlar, hem de hükümetten bu özgürlüğün kaçınılmaz sonuçlarını engellemesini beklerler! Bir devlet ne kadar güçlü ise ve dolayısıyla bir toplum ne kadar daha politikse, toplumsal sorunları yöneten genel ilkeyi ve bunların nedenlerini devlet ilkesine, başka bir deyişle devletin etkin, öz-bilinçli ve resmi ifadesini oluşturduğu fiili toplumsal örgütlenmeye bakarak açıklamaya o kadar daha az eğilimlidir. Politik anlayışın sadece politik anlayış olmasının nedeni, düşüncesinin politikanın sınırlarını aşmamasıdır. Bu anlayış, ne kadar keskin ve canlı ise, toplumsal sorunları anlayabilmek konusunda o kadar yetersizdir. Politik anlayışın klasik dönemi Fransız Devrimi’dir. Devlet ilkesini bütün toplumsal sorunların kaynağı olarak tanımlamak bir yana, Fransız Devrimi’nin kahramanları toplumsal sorunları politik sorunların kaynağı olarak görüyordu. Dolayısıyla Robespierre, aşırı zenginliği ve aşırı yoksulluğu saf demokrasinin önünde bir engel olarak gördü. Bu yüzden, Spartalılara özgü evrensel bir kanaatkarlık sistemi kurmak istedi. Politikanın ilkesi iradedir. Politik anlayış ne kadar tek yanlı ise –başka bir deyişle ne kadar mükemmel ise– iradenin muktedirliğine inancı o kadar tamdır; iradenin doğal ve ruhsal sınırlarını anlamaktan ne kadar uzak ise toplumdaki kötülüklerin asıl kaynağını keşfetmek konusunda o kadar yetersiz kalır. “Prusyalının”, “politik anlayışın...Almanya’daki toplumsal ihtiyacın köklerini açığa çıkarmayı amaçladığını” öne sürerken kendini boş hayallere kaptırdığını kanıtlamak için daha fazla bir şey öne sürmeye gerek yok. Prusya kralından Kongre’nin ve Napolyon’un birlikte bile sahip olmadığı bir güç ortaya koymasını beklemek saçmalıktır; kraldan bütün politik sınırları kesen bir vizyon, zeki “Prusyalımızın” da tıpkı kralı gibi sahip olmadığı bir vizyon edinmesini beklemek saçmalıktır. Bildirinin bütünü, “Prusyalımızın” da kabul ettiği gibi daha da saçmadır: “Güzel sözler ve güzel duygular ucuzdur, öngörü ve başarılı adımlar ise değerlidir, bu durumda değerli olmanın da ötesinde oldukça bulunmazdırlar.” Eğer oldukça bulunmazlarsa, verili bir durumda mümkün olan her şeyi yapmaya çalışan herkesin çabalarını kabul edebilmeliyiz. “Ucuz”, “değerli”, “değerli olmanın ötesinde”, “bulunmaz” gibi bir ticari jargonun “güzel conatus 204 sözler” ve “güzel duygular” kategorisine girip girmediğini belirlemeyi ise okuyucunun nezaketine bırakıyorum. “Prusyalının” Alman hükümeti ve Alman burjuvazisi –bu ikincisi muhtemelen “Alman toplumuna” dahil edilmeli– hakkında işaret ettiği şeylerin iyi temellendirilmiş olduğunu kabul etsek bile, bu gerçekten de toplumun bu kesiminin kafasının Almanya’da İngiltere ve Fransa’da olduğundan daha karışık olduğu anlamına gelir mi? Örneğin, kafa karışıklığının sistemin içine inşa edildiği İngiltere’de olduğundan daha büyük bir kafa karışıklığı olabilir mi? Eğer bugün İngiltere’nin her yerinde işçi ayaklanmaları patlak verse, burjuvazi ve hükümet 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde izleyebilecekleri yollardan daha iyi yollar bulabilir mi? Tek çözümleri fiziksel zordur ve fiziksel zorun etkililiği yoksulluğun büyümesi ve proletaryanın anlayışının gelişmesine göre geometrik oranla düştüğü için, İngilizlerin kafa karışıklığı da geometrik oranda artar. Son olarak, Alman burjuvazisinin Silezya’daki ayaklanmanın genel önemini hiç anlayamadığı olgusal olarak yanlıştır. Pek çok şehirde, yöneticiler ustaları yanlarına çekmek için çabalıyor. Bütün liberal Alman gazeteleri, liberal burjuvazinin organları emeğin örgütlenmesi, toplumun reformu, tekellerin ve rekabetin eleştirisi ile ilgili laflarla dolup taşıyor. Bunların hepsi işçi hareketinin bir sonucu. Trier, Aachen, Cologne, Wessel, Mannheim, Breslau ve hatta Berlin gazeteleri, Prusyalımızın da gerçekten yararlanabileceği, toplumsal sorunlar üzerine oldukça makul yazılar yayımlıyor. Gerçekten de Almanya’dan gelen mektuplar, burjuvazinin toplumsal fikirlere ve eğilimlere direnç göstermemesi karşısındaki şaşkınlığı ifade ediyor. Eğer “Prusyalı” toplumsal hareketlerin tarihi konusunda daha fazla deneyim sahibi olsaydı, soruyu tersten sorardı. Neden Alman burjuvazisi, münferit ve kısmi sorunlara böyle göreli bir evrensel önem atfediyor? Proletaryanın politik burjuvazinin kinine ve kinizmine böylesi maruz kalması gerektiğini, politik olmayan burjuvazinin ise proletaryaya böylesi sempati duyması ve direnç göstermemesi gerektiğini nasıl açıklayabiliriz? Vorwarts! No.64, 10 Ağustos 1844 Prusyalının Alman işçileri ile ilgili kehanette bulunur gibi ettiği sözlere gelelim: conatus “Alman yoksullar (Prusyalının zekice gözlemlediği gibi) zavallı Almanlardan daha zeki değildir; başka bir deyişle evlerinin, fabrikalarının ya da oturdukları bölgenin ötesine asla bakmazlar: Siyasetin her yana yayılan ruhu onlara hiç dokunmamıştır.” Alman işçilerinin durumunu İngiliz ve Fransız işçileri ile karşılaştırabilmek için Prusyalı, Fransız ve İngiliz işçi hareketinin ilk oluşumunu ve başlangıcını yeni doğmuş olan Alman işçi hareketi ile karşılaştırmış olmalıydı. Bunu yapmayı başaramıyor. Dolayısıyla iddiasının bütünü, örneğin Almanya’da sanayinin İngiltere’ye göre daha az gelişmiş olduğu ya da hareketin başlangıcının sonraki gelişiminden farklı göründüğü gibi vasat gözlemlerle aynı değeri taşıyor. Alman işçi hareketinin özgün doğası üzerine konuşmayı istemişti; ama konu üzerine söylediği tek bir sözcük bile yok. Meseleyi doğru bir görüş açısından ele almalı. Böyle olmuş olsa, hiçbir Fransız ya da İngiliz ayaklanmasının Silezyalı dokumacıların isyanının taşıdığı teorik ve bilinçli karakteri taşımadığını görmüş olurdu. Dokumacıların Şarkısı [Heinrich Heine tarafından yazıldı], bu cesur savaş çığlığı evden, fabrikadan ya da yaşanılan bölgeden bahsetmez bile; aksine bu şarkıda proletarya, özel mülkiyet toplumuna karşıtlığını en kararlı, saldırgan, amansız ve güçlü biçimde ifade eder. Silezya isyanı, Fransız ve İngiliz işçilerininkinin bittiği yerde başlar, yani proletaryanın doğasına dair bir anlayışla. Bu üstünlük, olayın bütününe damgasını vurur. Sadece işçilerin rakibi olan makinelerin tahrip edilmesiyle kalınmaz; muhasebe defterleri, mülkiyet hakları da ortadan kaldırılır ve diğer bütün hareketler saldırılarını görünür bir düşmana, yani sanayicilere yönlendirirken Silezyalı işçiler gizli düşmana, bankacılara yönelmişlerdir. Sonuç olarak, İngiliz işçilerinin ayaklanmalarının bir teki bile böylesi bir cesaretle, öngörüyle ve dayanıklılıkla sürdürülememiştir. Alman işçilerinin eğitim düzeyi ve kapasitesiyle ilgili olarak, burada Weitling’in, uygulamaya geçtiğinde ne kadar kusurlu olursa olsun, teorik bir bakış açısından Proudhon’u aşan dahiyane yazılarına değinmek istiyorum. Burjuvazinin kurtuluşu, yani politik kurtuluşu üzerine burjuvazi –bütün filozofları ve düşünürleri ile– Weitling’in “Uyumun ve Özgürlüğün 205 Güvenceleri”nin yanına ne koyabilir gerçekten? Alman politik literatürünün mütevazı ve ağırbaşlı aleladeliğini Alman işçilerinin bu muazzam ve dahiyane edebi çıkışı ile karşılaştırdığımızda, proletaryanın bu devasa çocuk şovlarını Alman burjuvazisinin yırtık pırtık ayakkabılarının cüceliği ile karşılaştırdığımızda, bu Alman Cinderella’sını capcanlı bir geleceğin beklediğini öngörebiliriz. İngiliz proletaryasının Avrupa proletaryasının iktisatçısı, Fransız işçisinin ise politikacısı olması gibi Alman proletaryasının da teorisyeni olduğunu teslim etmeliyiz. Almanya’nın toplumsal devrim kapasitesinin politik devrim konusundaki yeteneksizliği kadar klasik olduğu teslim edilmeli. Nasıl ki Alman burjuvazisinin acizliği Almanya’nın politik acizliği demekse, Alman proletaryasının –Alman teorisinden ayrı olarak– kapasitesi de Almanya’nın toplumsal kapasitesi demektir. Almanya’nın felsefi ve politik gelişimi arasındaki eşitsizlik olağandışı bir şey değildir. Bu zorunlu bir eşitsizliktir. Felsefi bir ulus, kendi doğasıyla uyum içinde bir praksisi ancak sosyalizmde keşfedebilir ve kendi kurtuluşunun etkin aktörünü ancak proletaryada bulabilir. Ancak şu anda, “Prusyalıya” Alman toplumu ve toplumsal devrim arasındaki ilişki üzerine ders verecek ve bu ilişkinin bir yandan Alman burjuvazisinin sosyalizme karşı dermansız tepkisini ve öte yandan da Alman proletaryasının sosyalizme dair dahiyane yeteneklerini açıkladığını gösterecek ne zamanım ne de isteğim var. Bu olguyu anlamak için gerekli olan ön bilgileri, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne yazdığım Giriş’te bulabilir. Dolayısıyla Alman yoksullarının zekiliği, zavallı Almanların zekâsına ters orantılıdır. Ancak, her şeyi toplum önünde üslup denemeleri yapmanın fırsatı olarak gören insanlar, bu tür biçimsel etkinliklerle içeriğin tahrifine yol açarlar ve tahrif edilmiş içerik, biçime vülgerliğin damgasını vurur. Dolayısıyla “Prusyalının” Silezya’daki isyanı biçimsel bir antitez içinde tartışma çabası, onu hakikatin en büyük antitezine götürür. Silezya isyanının ilk patlak vermesi karşısında, hakikati düşünen ve seven hiç kimse bu olayda disiplinli öğretmen rolü oynamayı ilk görevi olarak göremez. Aksine görevi, olayın özgün karakterini keşfedebilmek için üzerine çalışmak olmalıdır. Elbette bu bilimsel bir anlayışı ve belli bir insanlık sevgisini gerektirirken, diğer yoldan gitmek sadece kendi kendini aşırı sevme duygusuyla dopdolu bir hazır anlatım biçimini gerektirir. “Prusyalı”, Alman işçilerine neden bu kadar küçümseyerek bakıyor? Çünkü “bütün sorunun” –işçilerin kötü durumunun– “politikanın her yana yayılmış ruhundan henüz hiç nasibini almamış” olmak olduğuna inanıyor. Politikanın ruhuna duyduğu aşkı şöyle ifade ediyor: “İnsanın topluluğundan ve düşüncelerinin ise toplumsal ilkelerden feci yalıtılmışlığının körüklediği bütün isyanlar, kan revan ve anlayışsızlık içinde sindirilmeye mahkumdur. Ancak ihtiyaçlar anlamayı zorladığında ve Almanyalının politik anlayışı toplumsal ihtiyacın köklerini keşfettiğinde Almanya’da bile bu olaylar büyük bir ayaklanmanın belirtisi olarak görülecektir.” Her şeyden önce, “Prusyalının” biçemsel bir yorumda bulunmamıza izin vermesini umuyoruz. Prusyalının antitezi eksik kalmıştır. İlk bölüm şunu öne sürer: İhtiyaçlar anlamayı zorladığında. İkinci bölüm ise şöyle devam eder: Politik anlayış toplumsal ihtiyacın köklerini keşfettiğinde. Antitezin ilk bölümünün basit anlayışı, birinci bölümdeki basit ihtiyacın sonradan toplumsal ihtiyaca dönüşmesi gibi, ikinci bölümde politik anlayışa dönüşür. Biçem ustamız, antitezinin iki yarısına neden bu kadar dengesiz ağırlık verir? Bu konu üzerinde düşündüğünü sanmıyorum. Esas dürtüsünü ona açıklamalıyım. Eğer “toplumsal ihtiyaç politik anlayışı üretir ve politik anlayış toplumsal ihtiyacın köklerini keşfettiğinde” demiş olsaydı, hiçbir tarafsız okuyucu bu antitezin mantık dışı olduğunu görmeden edemezdi. Politik bir bakış açısından, devlet ve toplumun örgütlenmesi iki farklı şey değildir. Devlet, toplumun örgütlenmesidir conatus 206 İlk olarak, herkes adı belli olmayan yazarın, en basit mantığın bile gerektireceği şekilde, toplumsal anlayışı toplumsal ihtiyaçla ve politik anlayışı da politik ihtiyaçla neden ilişkilendirmediğini sorardı. Ancak asıl konuya gelelim! Toplumsal ihtiyacın politik anlayışı ürettiği tamamen yanlıştır. Aslında, politik anlayışın toplumsal zenginlikle üretildiğini söylemek daha doğru olur. Politik anlayış tinsel bir şeydir, yani zaten kadifenin üstünde oturan kimseye verilen bir şeydir. Prusyalımız, bir Fransız iktisatçısı olan M. Michael Chevalier’in konu üzerine söylediklerini dikkate almalı: “1789’da burjuvazi ayaklandığı sırada, özgürlüğü ile ilgili eksik olan tek şey yönetime katılma hakkıydı. Kurtuluş; kamu işlerinin, yüksek sivil, askeri ve dini görevlerin bunları tekelinde tutan ayrıcalıklı sınıfın elinden alınması anlamına geliyordu. Zengin ve aydınlanmış, kendine yeterli ve kendi işlerini idare edebilir olması sayesinde burjuvazi, keyfi yönetimin pençelerinden kurtulmak istiyordu.” Prusyalıya, politik anlayışın toplumsal ihtiyacın kaynağını keşfetmek konusunda ne kadar yetersiz olduğunu zaten göstermiştik. Bu konu üzerindeki düşüncesi üzerine son birkaç söz edelim. Bir ulusun politik anlayışı ne kadar gelişmiş ve kapsayıcı ise, proletarya da bütün enerjisini –en azından hareketin ilk aşamalarında– anlamsız ve sonu olmayan, kana bulanan ayaklanmalarda o kadar çok heba eder. Çünkü politik açıdan düşünür, iradeyi bütün kötülüklerin anası olarak görür; gücü ve devletin belli bir biçiminin devrilmesini ise evrensel çare olarak düşünür. Kanıt: Fransız proletaryasının ilk isyanları.8 Lyon’daki işçiler, amaçlarının tamamen politik olduğunu düşündüler, kendilerini sadece cumhuriyetin askerleri olarak gördüler; oysa gerçekte sosyalizmin askerleriydiler. Dolayısıyla politik anlayışları toplumsal sefaletlerinin köklerini sakladı, gerçek amaçlarına dair düşüncelerini çarpıttı; politik anlayışları toplumsal dürtülerini kandırdı. Ancak “Prusyalı” anlayışın sefaletin bir sonucu olmasını bekliyorsa, “kan içinde sindirilme” ile “anlayışsızlık içinde sindirilme”yi neden özdeşleştiriyor? Eğer sefalet anlayış geliştirmenin bir aracıysa, o halde kanlı bir kıyım conatus bir amacın çok aşırı bir aracı olmalıdır. Bu durumda Prusyalının, kan revan içinde sindirilmenin anlayışsızlığı engellediğini ve anlayışa taze bir soluk kazandırdığını iddia etmesi gerekir. Prusyalı ise, “insanın topluluğundan ve düşüncesinin toplumsal ilkelerinden yalıtılması” ile körüklenen ayaklanmaların sindirileceğini öngörüyor. Silezya ayaklanmasında düşüncelerin toplumsal ilkelerden ayrılığının söz konusu olmadığını gösterdik. Geriye “insanın topluluğundan feci yalıtılmışlığı” kalıyor. Burada toplulukla kastedilen politik topluluk, devlettir. Bu, politik olmayan Almanya hakkındaki eski bir nakarattır. Ancak istisnasız bütün isyanlar, köklerini insanın topluluğundan feci yalıtılmışlığından almaz mı? Her isyan zorunlu olarak yalıtılmışlığı varsaymaz mı? Eğer Fransa vatandaşları feci bir şekilde topluluklarından yalıtılmış olduklarını hissetmeseydi, Fransız Devrimi gerçekleşir miydi? Amaçları bu yalıtılmışlığın ortadan kaldırılmasıydı. Ancak işçilerin yalıtılmış bulundukları topluluk, hem gerçeklik hem de kapsam açısından politik topluluktan oldukça farklıdır. Kendi emeğinin işçiyi ayırdığı topluluk hayatın kendisidir, fiziksel ve ruhsal hayat, insan ahlakı, insan etkinliği ve insan doğasıdır. İnsan doğası, insanın gerçek topluluğudur. İnsanın bu doğadan feci bir şekilde yalıtılması, politik topluluktan yalıtılmasından karşılaştırılamayacak kadar nasıl daha geniş kapsamlı, dayanılmaz, berbat ve çelişkili ise, bu yalıtılmışlığın aşılması ve hatta buna karşı herhangi bir kısmi tepki ya da isyan da o kadar güçlüdür; tıpkı insanın vatandaştan ve insan hayatının da politik hayattan daha önemli olması gibi. Dolayısıyla bir sanayi ayaklanması ne kadar sınırlı olursa olsun kendi içinde evrensel bir ruh taşır ve tersine politik bir ayaklanma ne kadar evrensel olursa olsun muazzam görüntüsü açtığı daracık çatlağı gizler. “Prusyalı”, aşağıdaki cümleyle yazısını ona yakışacak biçimde bitirir: “Politik bir ruhu olmayan bir toplumsal devrim (başka bir deyişle bütünlük açısından onu örgütleyecek temel bir öngörüsü olmayan bir devrim) imkansızdır.” Görmüş olduğumuz gibi toplumsal bir devrim bütünsel bir bakış açısına sahiptir; çünkü –tek bir fabrika 207 bölgesiyle sınırlı olsa bile– insanın insanlığını yitirmiş bir hayata karşı çıkışını temsil eder; çünkü özgün ve gerçek bireyden hareket eder; çünkü birey insanın gerçek topluluğundan, insan doğasından ayrı düştüğü için tepki gösterir. Aksine, devrimin politik ruhunu veren, politik iktidara sahip olmayan sınıfların devletten ve iktidardan yalıtılmışlıklarına son verme istekleridir. Politik devrimin bakış açısı devletin, yani ancak gerçek hayattan ayrılmış olmasıyla var olabilen ve evrensel idea ile insanın bireysel varoluşu arasında örgütlü bir antitezin olmadığı bir durumda asla düşünülemeyecek olan soyut bir bütünlüğün bakış açısıdır. Politik ruhun sınırlı ve çelişkili doğasına uygun olarak bu ruhun ilham ettiği devrim, toplum içinde toplum pahasına egemen bir grubun oluşmasını örgütler. Prusyalıya, “politik ruhu olmayan toplumsal devrimin” doğasının sırrını açıklayalım. Dolayısıyla, laflarının bile politik dar görüşlülüğün ötesine geçemediği sırrını da ona açıklamış olalım. Eğer “Prusyalı” bir yandan toplumsal devrime toplumsal bir ruhtan ziyade politik bir ruh atfederken öte yandan da “toplumsal” devrimle politik devrime karşıt olarak “toplumsal” olan bir devrimi kastediyorsa, politik bir ruhu olan “toplumsal” bir devrim çok parçalı bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Ya da “politik ruhu olan toplumsal bir devrim”, çoğunlukla “politik devrim” ya da “salt ve basit bir devrim” denilen şeyi başka sözlerle ifade etmekten başka bir şey değildir. Her devrim, toplumsal bir nitelik taşıdığı oranda eski toplum düzenini çözer. Her devrim, politik bir nitelik taşıdığı oranda eski egemen iktidarı alaşağı eder. “Prusyalı”, bu tekrar ile saçmalık arasında bir tercih yapmalı. Ancak politik ruhu olan toplumsal bir devrim ister bir tekrar isterse bir saçmalık olsun, toplumsal bir ruhu olan politik bir devrimin ussallığı konusunda hiç şüphe yoktur. Bütün devrimler –var olan egemen iktidarın yıkılması ve eski düzenin çözülüşü– politik bir eylemdir. Ancak, devrim olmadan sosyalizm mümkün olamaz. Devrim, yıkıma ve çözmeye ihtiyaç duyduğu kadar bu politik eyleme de ihtiyaç duyar. Ancak örgütleyici işlevi başlar başlamaz ve amacı, ruhu ortaya çıkar çıkmaz sosyalizm politik maskesini çıkarıp kenara fırlatır. Tek bir gazete yazısında saklı bulunan hataların ördüğü ağı yırtabilmek için böylesi uzun bir toparlama gerekliydi. Her okuyucu, böylesi edebi dalaverelerle uğraşabilecek kadar eğitimli olmayabilir ya da buna zamanı olmayabilir. Bunu düşünürsek, adı belli olmayan “Prusyalımız” okuyucu kamuoyuna, politik ve toplumsal meseleler üzerine yazmayı bırakıp, Almanya’nın durumuyla ilgili şatafatlı sözler etmekten vazgeçip kendini kendi üzerine bir vicdan muhasebesi yapmaya adamayı borçlu değil midir? Karl Marx, Critical Notes on the Article “The King of Prussia and Social Reform. By a Prussian” Vorwarts!, No.63, August 7 1844, www.marxists.org/ archive/marx/works/1844/08/07.htm Marx’ın notu: Bazı özel durumlar, beni bu makalenin Vorwarts!’a yazdığım ilk yazı olduğunu belirtmeye zorunlu bırakıyor. Bu iki bölümlük makale, Marx’ın eski yayımcısı Arnold Ruge’a, yani Vorwarts!’ın 60. sayısında Silezyalı dokumacıların isyanını genel olarak önemsemeyen ve sorunlara müdahale etmek için devletin girişimiyle reformlar yapılmasını isteyen adı bilinmeyen “Prusyalı”ya bir yanıt olarak yazıldı. Marx bu makaleyi, Ruge’dan kopuşunu açıklığa kavuşturmak, Ruge’un devlet reformu yönündeki düşüncelerini eleştirmek ve adı bilinmeyen “Prusyalı”nın kendisi olmadığını netleştirmek için yazmıştı. (Marx’ın doğduğu Ren bölgesi, Napolyon savaşlarından sonra Prusya’ya verilmişti.) Her iki bölüm de, Paris’te Temmuz 1844’te yazıldı. 2 Silezyalı dokumacıların 4-6 Temmuz günlerindeki isyanı, Almanya’nın gördüğü tarihe geçmiş ilk işçi-kapitalist mücadelesiydi. 3 La Reforme: Paris’te 1843-50 arasında yayımlanan demokratik cumhuriyetçi gazete. 4 Marx: Şu biçem ve gramer saçmasına dikkat edin: “Ne kral ne de Alman toplumu reformuna dair bir öngörüye sahip değildir.” (Buradaki reform neyin reformu?) 5 Dusseldorf ziyafeti: Prusya hükümeti görevlileri, liberaller tarafından Yedinci Flaman Parlamentosu’nu kutlamak için Dusseldorf’ta düzenlenen görkemli bir ziyafete katılmışlardı. 18 Temmuz 1843’te, Prusya Kralı IV. Frederick William, devlet görevlilerinin böylesi olaylara katılmasının yasaklanmasını buyurmuştu. 6 Özel anlamıyla, Fransız krallığı üzerinde hak iddia eden Bourbon hanedanın eski kolunu savunanlar (ç.n.). 7 Marx burada Bacon’ı, John Ramsay MacMulloch’un “Ekonomi Politiğin Yükselişi, Gelişimi, Özgün Amaçları ve Önemi Üzerine Söylev” adlı kitabının Fransızca çevirisinden alıntılıyor. 8 Fransız proletaryasının ilk isyanları derken, Lyon işçilerinin Kasım 1831 ve Nisan 1834’teki ayaklanmalarına gönderme yapılıyor. 1 conatus 208 209 MARX, ANARŞİZMİN TEORİSYENİ M a x i m i l i e n R u b e l Fransızcadan çeviren: Eylem Canaslan Ne teorisinin sınırlarını ve dökümünü ortaya koyabilmiş, ne de bu teorinin normlarını ve uygulama alanını tanımlamış çömezlerinin yüzünden, Marx sonunda mitolojik bir dev figürü, kendi kaderini demirde döven homo faber’in alim-i mutlaklığının ve kadir-i mutlaklığının figürü haline geldi. Bu ekolün tarihi yazılmayı beklemektedir, fakat en azından bu ekolün kaynağını bilmekteyiz: Marx’ın eserleri bütünlüğü içersinde hâlâ ulaşılabilir olmadığı ve bazı yazılar henüz basılmadığı halde, yanlış tanınmış ve kötü bir biçimde yorumlanmış olan bir düşüncenin kodifikasyonu olan Marksizm doğdu. Böylece Devlet doktrini ve parti ideolojisi olarak Marksizm, Marx’ın toplumsal teorisinin bilimsel temellerini ve etik yönelimlerini en açık ve en bütünlüklü olarak ortaya koyduğu yazıların gün yüzüne çıkmasının önüne geçti. Temel ilkeleri tarihsel dramın kahramanlarınca bilinmeyen bir düşünceyi yardıma çağıran derin sarsıntılar, Marksizmin, bu yüzyılın en trajik değilse bile en büyük yanlış anlaması olduğunu göstermeye yeterdi herhalde. Fakat aynı zamanda, toplumların değişiminin ve toplumsal dönüşümlerin devrimci fikirler ya da ahlaki ilkelerce değil, insani ve maddi güçler tarafından başlatıldığına, fikirler ve ideolojilerin genellikle, kargaşa dönemlerinin lehine sonlandığı sınıfın çıkarını farklı bir kılığa sokmaktan başka bir işe yaramadığına dair Marx’ın benimsediği tez de göz önünde bulundurulabilir. Siyasal Marksizm bir yandan kendini Marx’ın bilimi olarak tanımlayıp, bir yandan da iktidar ve sömürü ideolojilerinin maskesini düşürmek için bir silah olan eleştirel analizden kaçınamaz. Bir efendiler sınıfının hakim ideolojisi olan Marksizm, Marx’ın ve seleflerinin anladığı anlamda sosyalizm ve komünizm kavramlarının yerine, gerçekliğin tam bir yadsınması olan bir gerçeklik imgesi geçirerek, bu kavramların içini, onların asıl içeriklerini boşaltmayı başardı. Bu iki kavrama sıkı sıkıya bağlı olduğu halde, bir üçüncü kavram olan anarşizm, bu yanıltıcı kaderin elinden kurtulmuş gibi görünmektedir. Marx’ın belli anarşistlere çok az sempati beslediği bilinmesine rağmen, Marx’ın yine de Devletin ortadan kalkışı ideali ve hedefini paylaştığı genellikle göz ardı edilir. Öyleyse Marx’ın işçi sınıfının özgürleşmesi davasını benimserken, başlangıçta sosyalizm ya da komünizm geleneğinden ziyade, doğrudan anarşizm geleneği içinde konumlandığını anımsamak yerinde olacaktır. Ve Marx’ın en sonunda kendisini komünist olarak adlandırdığı sırada, bu unvan onun conatus 210 gözünde o dönem geçerli olan, mevcut olan komünizm fikirlerinden biri değil, varolan doktrinlerden miras kalan bütün devrimci öğeleri ve geçmişin mücadele deneyimlerini bünyesinde toplayan ve kurulmayı bekleyen bir düşünce hareketi ve eylem tarzı idi. Buradan itibaren Marx’ın, komünizm sözcüğünün altında bir anarşizm teorisi geliştirdiğini; ya da daha iyi bir ifadeyle, anarşist ütopyanın rasyonel temellerini atan ve bunun nasıl gerçekleşeceğini tarif eden ilk ismin Marx olduğunu göstermeyi deneyeceğiz. Bu yazının sınırlarını göz önünde bulundurarak, bu tezleri sadece tartışma başlığının altında sunacağız. Bu yüzden de alıntılar yoluyla metinsel delile başvurma minimumda tutulacak ve bu alıntılar daha ziyade temel argümanı vurgulamak için kullanılacak: Marx, anarşizmin teorisyenidir. I 1875’in şubatında Brüksel sürgününün hemen öncesinde Marx Alman bir editörle Paris’te bir sözleşme imzaladı ve birkaç ay içersinde, politikanın ve politik ekonominin eleştirisi başlığını taşıyacak ve iki ciltten oluşacak bir eser yetiştirmeye koyuldu. Ne var ki, böylece tüm yaşamını dolduracak bir görevi kabul etmiş olduğunu ve uzun bir fragman haricinde bu eseri tamamlayamayacağını bilmiyordu. Konu seçimi tesadüfi değildi. Bir üniversite kariyerine dair tüm ümitlerini kaybettikten sonra, Marx, felsefi çalışmalarının sonuçlarını, politik gazeteciliğe taşımıştı. Rheinische Zeitung’daki makaleleri, Marx’ın insanın özü ve insan doğasının parçası olarak, fakat aynı zamanda rasyonel özgürlüğün gerçekleşmesi olan, “tüzel, ahlaki ve politik özgürlüklerin kendi gerçekleşmelerini bulmaları gereken ve birey-vatandaşların Devlet’in yasalarına uyarak kendi akıllarının, insan aklının doğal yasalarından başka bir şeye uymuş olmadıkları büyük bir organizma olan” Devlet’in özgürlüğü olarak kavradığı bir özgürlük adına Prusya’daki basın özgürlüğü için verilen mücadelenin başını çekiyordu (Rh. Z. 10-7-1842). Fakat Prusya sansürü, çalışmalarını münzevice sürdüren, hiç gecikmeden Devlet’in gerçek doğasını, Hegel felsefesinin etik ve rasyonel geçerliğini sorgulayacak olan filozof gazeteciyi susturmuştu bile. Fransa’daki, Büyük Britanya’daki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki conatus burjuva devrimleri tarihi üzerine çalışmalarla zenginleşmiş olan bu tefekkürlerin ürünlerini biliyoruz. Yine tamamlanmamış ve basılmamış bir eser olan Hegelci Devlet Felsefesinin Eleştirisi (1843) ve iki polemik yazı: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş ve Yahudi Sorunu Üzerine (1844). Aslında bu iki yazı, Marx’ın, modern toplumun muzdarip olduğu ve yeni bir devrim bunları ortadan kaldırmadığı sürece muzdarip olmaya da devam edeceği kötülüklerin ve illetlerin kaynağı olarak gördüğü iki toplumsal kurumu ilk ve son kez dile getirdiği ve mahkum ettiği tek bir manifestodur: Devlet ve Para. Marx burada, aynı zamanda, bu iki kurumun başlıca kurbanı olduktan sonra, bunların hükümdarlığına son vererek, politik ya da ekonomik bütün sınıf tahakkümü biçimlerine son vermiş olacak olan gücü, modern proletaryayı da yüceltir. Bu proletaryanın öz-özgürleşmesi, insanın evrensel olarak özgürleşmesidir, insanın kendisinin hepten yitiminden sonra kazandığı hepten zaferdir. Devletin ve Paranın reddedilmesi, tıpkı özgürleştirici sınıf olarak proletaryanın olumlanması gibi, Marx’ın entelektüel gelişim sürecinde, politik ekonomi çalışmalarını önceler. Bu başlıklar aynı zamanda daha sonrasında materyalist bir tarih kavramlaştırmasına ulaşmasında yardımcı olacak “temel hattı” keşfetmesinden de öncedir. Bir yandan Hegel’in hukuk ve siyaset felsefesinden kopuşu, bir yandan da burjuva devrimleri üzerine yaptığı eleştirel çalışmalar Marx’ın, gelecekteki toplumsal teorisinin etik şartlarını tümüyle ortaya koyabilmesine olanak sağlamıştır. Politik ekonomi eleştirisi de ona bilimsel bir temel sağlayacaktır. Burjuva Devletinin ve onun yönetim gücünün oluşumunda demokrasinin ve yasama gücünün devrimci rolünü kavrayan Marx, Amerikan demokrasisindeki devrimci virtüelliklerin basiretli gözlemcileri Alexis de Tocqueville’in ve Thomas Hamilton’un aydınlatıcı analizlerini, bir zamanlar bu işin ustası Sait-Simon’un “en kalabalık ve en yoksul” dediği sınıfın devrimci hareketinin bilinçli amacı olan anarşist bir ütopyaya, rasyonel bir temel hazırlamak için kullanmıştır. Devletin eleştirisi, Marx’ın tüm siyasi otorite biçimlerinden özgürleşmiş bir toplum olanağını tasarlayabilmesini sağlamıştır ve böylelikle Marx, Devletin maddi temellerini tedarik eden ekonomik sistemin eleştirisine girişmek zorunda kalmıştır. 211 Paranın etik bir biçimde reddedilişi aynı zamanda politik ekonomi analizini, birkaçının zenginleşirken diğerlerinin yoksullaştığı sisteminin eleştirisini gerektirdi. Başlamak üzere olduğu bu araştırmayı, daha sonra “burjuva toplumunun anatomisi” olarak adlandıracaktı ve kendini bu sosyolojik anatomi çalışmasına vererek metodolojisini biçimlendirecekti. Ardından Hegelci diyalektiği yeniden keşfetmesi, ona altı “başlık” ya da kitap” altında “Ekonomi” planını kurmasında yardım etti: Sermaye, toprak temelli mülkiyet, ücretli emek; Devlet, dış ticaret, dünya pazarı (bkz. Politik Ekonominin Eleştirisine Önsöz, 1859). Aslında, bu çifte araştırma temaları “üçlüsü”, on dört yıl öncesinden yazmaya niyetlendiği ve hem ekonominin hem de politikanın eleştirisini içeren eserindeki iki soruna tekabül etmektedir. Marx çalışmalarına kapitalist üretim tarzının eleştirel analizinden başladı, fakat Marx sadece bu çalışmasını bitirmek için değil, aynı zamanda başlıkların ilk üçlüsünü bitirdikten sonra Devlet üzerine kitabına başlamak için de yeterince uzun yaşamayı ve çalışabilmeyi umuyordu. Anarşizm teorisi, Marx’ta, buna dolaylı bir kanıt bulma ihtiyacı bile hissetmeden, bilinen ilk öncüsünü bulmuştu. Yüzyılın yanlış anlaması olan Marksizm, yani Devlet ideolojisi ise, Marx’ın bıraktığı bu boşluktan doğmuştur. Sosyalist ismini taşıyan bir devlet aygıtının efendilerinin, Marx’ı Devlet sosyalizmini ya da Devlet komünizmini, hatta “otoriter” sosyalizmi savunanların saflarına dâhil etmelerine izin veren şey de budur. Elbette bütün devrimci öğretiler gibi Marx’ın eserleri de muğlâklıklardan muaf değildir. İşte Marx’ın pek de dürüst olmayan bazı çömezleri bu muğlak öğeleri büyük bir hünerle suiistimal ederek ve ustanın bazı kişisel tavırlarına baş vurarak, onun eserlerini, taşıdığı temel doğruluğu ve açıkça beyan edilmiş hedefini düşündüğümüzde bu eserlerin tümüyle yadsınması anlamına gelen doktrinlerin ve de eylemlerin hizmetine sokmayı becermişlerdir. İnsani ilişkiler düzeninde on yıllardır süren gerileme yüzünden bütün teorilerin ve değerlerin, sistemlerin ve projelerin sorgulanmaya açıldığı bir çağda, kendi araştırmasının sınırlarının bilincinde olan ve eleştirel bir öz-öğrenim ve devrimci öz-özgürleşme şartlarını, işçi hareketinin sürekli ve temel prensibi haline getiren bir ismin manevi mirasını üstlenmek önemlidir. Gelecek kuşaklar artık haklı davasını savunamayacak olan bir merhumu yargılamak gibi ağır bir sorumluluğun altına girmek zorunda değiller. Öte yandan yüzünü tümüyle geleceğe, şüphesiz bizim feci şimdimiz olmuş, fakat hâlâ yaratılmayı bekleyen bir geleceğe dönmüş bir öğretiyi üstlenmek ise bize düşüyor. II Tekrar söylüyoruz: Ekonomi planı içersinde öngörülmüş olmasına rağmen yazılmamış olan Devlet üzerine “Kitap”, ancak Devletten özgürleşmiş bir toplum teorisini, anarşist toplum teorisini içerebilir. Marx doğrudan bu çalışmaya yönelemedi, fakat teorik çalışması süresince hazırladığı ve yayımladığı materyaller ve çalışmalar onun tasarladığı çalışmanın içeriğiyle ilgili bu tezi öne sürmemize ve genel yapısı hakkında fikir sahibi olmamıza olanak sağlıyor. İlk üçlemenin başlıkları politik ekonominin eleştirisiyle kaynaşmış olsa da, ikinci üçlemede esas itibarıyla politikanın eleştirisi ortaya konulacaktı. Sermayenin eleştirisinden itibaren Devletin eleştirisi modern toplumun politik evriminin belirlenimini ortaya koymak durumundaydı. Tıpkı Kapital’in amacının “modern toplumun ekonomik hareket yasalarını ortaya sermek” olması gibi (bkz. Kapital’in önsözü, 1867). Marx’ın Politik Ekonominin Eleştirisi (1869)’den önce yayımlanmış ve yayımlanmamış yazılarında sermaye eleştirisini geliştirirken onu yönlendiren tezler ve Devlet doktrini ve parti ideolojisi olarak Marksizm, Marx’ın toplumsal teorisinin bilimsel temellerini ve etik yönelimlerini en açık ve en bütünlüklü olarak ortaya koyduğu yazıların gün yüzüne çıkmasının önüne geçti conatus 212 normları bulduğumuz gibi, keza bu yazılardan Devlet üzerine eleştirisini geliştirirken onu yönlendirmiş olabilecek tezler ve normları da bulup çıkartabiliriz. Bununla birlikte, Marx’ın politika üzerine düşüncesinin tümüyle sınırları çizilmiş, detaylarda hiçbir modifikasyona izin vermeyen bir yapısı olduğunu ya da her türlü teorik katkıya kapalı olduğunu düşünmek yanlış olur. Bilakis, eğer Devlet sorunsalı onun peşini hiçbir zaman bırakmadıysa, bunun nedeni sadece Marx’ın şaheserini tamamlamadaki manevi bağlılığını sürdürmeyi başaramamış olması değil, her şeyden önce, Eylül 1864’te Uluslararası İşçi Birliği’ne katılmasıyla ve bu tarihten itibaren sürekli olarak buradaki polemiklerle ve özellikle bir yandan Fransa ile Prusya’nın, diğer yandan da Rusya ile Avusturya’nın Birlik üzerindeki hegemonya rekabeti gibi politik gelişmelerle birlikte, bu sorunun Marx’ın kafasında sürekli olarak muğlâklıklarını devam ettirmiş olmasıdır. Tarihin sahnesinde iki büyük toplumsal olay ortaya çıktığında, artık Viyana Anlaşması’nın Avrupa’sı da sadece bir kurgudan ibaret kalmıştı: ulusal özgürlük hareketleri ve işçi hareketleri. Salt teorik bir bakış açısından bağdaştırılması zor olan ulusal savaşım ile sınıf savaşımı, Marx ve Engels’in önüne karar vermelerini gerektiren ve çözümü onları asıl devrimci ilkeleriyle çelişkiye düşürebilecek teorik problemler getiriyordu. Engels, ulusal varoluş elde etme tarihsel hakkını talep edip etmediklerine göre, halklarla uluslar arasında bir ayrım gözetme gibi özel bir nokta ortaya koydu. Tarihsel gerçeklik anlayışları bu iki omuzdaşı, o dönemde onlara saf bir soyutlama ve katışıksız bir ütopya gibi gelmiş olması muhtemel olan Prodhoncu federalizm anlayışını izlemekten alıkoydu. Öte yandan modern proletaryaya atfedilen evrenselcilikle pek de bağdaşmayan bir ulusalcılığa düşme riski de büyüktü. Federalizmi istemesi bakımından Proudhon anarşizme Marx’tan daha yakın görünse de, Proudhon’un sermayeyi ve Devleti ortadan kaldırması gereken reformlar bütününü düşündüğümüzde bu tablo değişir. Kutsal Aile’de (1845) Proudhon’a yönelik nerdeyse abartılı övgüler bizi yanıltmamalıdır. Bu tarihlerden itibaren iki düşünür arasındaki teorik ayrışma derinleşmeye başlamıştı ve Fransız sosyalistin hakkını teslim etmek için yapılan övgülerde menzili geniş bir şerh söz konusuydu: Proudhon’un mülkiyet conatus eleştirisi burjuva ekonomik sistemine içkindi ve ne kadar değerli olursa olsun, eleştirilen sistemin toplumsal üretim ilişkilerini temelden sorgulamıyordu. Bilakis, Proudhoncu doktrindeki ekonomik kategoriler, sermaye kurumlarının teorik ifadelerini sistematik bir biçimde muhafaza ediliyordu. Proudhon’un en büyük faydası, ekonomi biliminin doğasındaki çelişkileri açığa çıkarmak ve burjuva ahlakının ve hukukunun ahlaksızlığını ifşa etmek olmuştur. Düşüncesinin zayıf noktası ise kapitalist ekonominin kategorilerini ve kurumlarını kabul etmesi ile reform ve çözümler programında burjuva sınıfının ve onun politik gücünün tahakküm araçlarına itibar etmesi olmuştur: ücret, kredi, bankalar, trampa, fiyat, değer, kâr, faiz, vergiler, rekabet, tekel. Olumsuzlama diyalektiğini, hukukun ve tüzel sistemlerin gelişimi analizinde uyguladıktan sonra, eleştirel olumsuzlama yöntemini kapitalist ekonomiye uygulamaktan sakınıp, yolun yarısına kadar gelebilmiştir. Böyle bir eleştirinin önünü açan Proudhon’dur, fakat yeni bir yöntem yaratan, emeğin sermayeye ve Devlete karşı savaşında bunu bir silah olarak kullanmayı deneyen ise Marx olmuştur. Proudhon ekonomiyi ve burjuva hukukunu, burjuva ahlakı adına eleştirmiştir; Marx ise kapitalist üretim biçimi eleştirisini, yargı kıstaslarının oldukça farklı bir toplum tasavvurundan alındığı proletarya etiği adına yapacaktır. Bunu yapmak için de Proudhon’un –ya da daha ziyade Hegel’in- olumsuzlama mantığını sonuna kadar götürmek yeterliydi. Proudhon’un düşlediği adalet ancak adaletin olumsuzlanmasıyla gerçekleşebilirdi, tıpkı felsefenin ancak felsefenin olumsuzlanmasıyla gerçekleşmesi, yani nihayet insanlığın toplumsal ve toplumun da insani olmasını sağlayabilecek bir toplumsal devrimle. Bu insanlığın tarih öncesinin sonu ve bireysel yaşamın başlangıcı, evrensel yetilerle tümüyle gelişmiş insanın ortaya çıkışı ve tam insanın gelişi olacaktır. Proudhon’un, burjuva kurumlarının “iyi yanları”nı kurtarma derdinde olan gerçekçi ahlakının karşısına Marx, gerekliliklerin, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince gelişmiş bilim ve teknolojinin sağladığı olanaklarla ölçüldüğü bir ütopyanın etiğini koymuştur. Sınıfların ve iş bölümüne dayanan ve ütopyacıların önerdiği elbirliğine düşman olan toplumsal kategorilerin varlığına itibar eden bir anarşizmin karşısına, Marx toplumsal sınıfları 213 ve iş bölümünü reddeden bir anarşizmi ve ütopyacı komünizmden özgürleştirici rolünün bilincinde olan ve üretim güçlerinin sahibi olmuş bir proletaryanın gerçekleştirebileceği her şeyi devralan bir komünizmi koymuştur. Bununla birlikte, bu farklı araçlara karşın –özellikle de, göreceğimiz gibi, politik araçlara dair farklı değerlendirmelere karşın- bu iki tür anarşizm, Komünist Manifesto’da tanımlanan şu ortak amacı hedeflemiştir: “Sınıflarıyla ve sınıf antagonizmalarıyla birlikte eski burjuva toplumunun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.”1 III Marx gelecek için reçeteler vermeyi reddetti, fakat bundan daha iyisini –ya da daha kötüsünü- yaptı: Tarihsel zorunluluğun, insanlığı, -kör bir kader gibinihai bir dilemmayla karşılaşacağı bir kriz durumuna götürdüğünü göstermek istedi: İnsanlık ya kendisinin yaptığı teknik keşifler tarafından yıkılacaktı ya da tarihte yaşanmış olan tüm yabancılaşma ve kölelik biçimlerini sonlandıracağı bir bilinç sıçraması sayesinde kurtulacaktı. Sadece bu dilemma kaçınılmazdı; gerçek seçim ise var olan düzeni reddetmek için ve eskisinden farklı bir varoluş biçimi kurmak için her türlü sebebi olan toplumsal sınıfa kalmıştır. Modern proletarya, virtüel olarak, evrensel olan bu kurtarıcı rolü üstlenebilecek maddi ve etik güçtür. Bununla birlikte, bu virtüel güç, burjuva devri tamamlanmadan gerçekleşmeyecektir, çünkü burjuva devrinin de tamamlaması gereken tarihsel bir misyonu vardır. Eğer burjuvazi bu misyonu gözden kaçırırsa onun ideologları ona bu rolü hatırlatmak zorundadır. Sanayileşmiş ülkelerin burjuvazisi, dünyayı kendi istedikleri gibi bir hale getirirken, giderek kendi politik ve ekonomik hakimiyetleri altına aldıkları toplumları bir yandan burjuvalaştırıp, bir yandan da proleterleştirirler. Proletaryanın çıkarı açısından, burjuvazinin bu fetih araçları, sermaye ve Devlet, kölelik ve baskı araçlarından başka bir şey değildir. Kapitalist üretim ilişkileri ve dolayısıyla kapitalist Devletler küresel ölçekte tümüyle kurulduğunda, küresel pazarın kendi iç çelişkileri, sermaye birikiminin sınırlarını açığa çıkaracak ve köleleştirilmiş toplumların temellerini tehlikeye sokan sürekli bir krizi kışkırtıp, insanlığın varoluşunu tehdit eden bir boyuta varacaktır. Ve böylece, yeryüzünde proleter devrimler çağının çanları çalacaktır… Çok da cüretkâr olmayan bir tahmin yürütme, Marx’ın modern toplumun ekonomik hareket yasasını açığa çıkarmak için uyguladığı diyalektik metodun nihai sonucunu görebilmemize yeter. Bu soyutlamayı Marx’ın metodoloji üzerine farklı dönemlerde yazdıklarından bulup çıkarabiliriz. Marx’ın politik çalışmalarında bize en çok önerdiği hipotezin, uzun bir kapitalist ekonomi ve burjuva uygarlığı geçmişine sahip olan ülkelerdeki proleter devrimlerin giderek dünyanın geri kalanını da kapsayacak bir gelişim sürecinin, dalga dalga yayılan bir devrimin hızlandıracağı tarihsel bir sürecin başlangıcını imleyeceği olduğu da bir o kadar doğrudur. Öngörülen hipotez ne olursa olsun, şu olgu kesindir: Marx’ın toplumsal teorisinde devrim için üçüncü bir yol yoktur: Gelişmiş bir kapitalizm ve burjuva demokrasisi tarihine sahip olmayan ülkelerin, uzun bir kapitalist ve burjuva tarihi olan ülkelere proleter devrimin yolunu göstereceği bir üçüncü yol yoktur. Tarihin materyalist bir biçimde kavranışının temel gerçeklerini burada özellikle vurguluyoruz, çünkü 1917 devrimiyle doğmuş olan Marksizm miti cahil ruhlara –ki bunlar çoğunluktaydı- tümüyle başka bir devrim fikrini işlemiştir: İnsanlık sanayileşmiş ülkelerin hakimiyetindeki kapitalist dünya ile “proleter” bir devrimi takiben dünyanın ikinci gücü olma mertebesine ulaşmış SSCB’nin model olduğu sosyalist dünya olmak üzere iki sisteme bölünmüştür. Gerçekte ise Rusya’nın endüstrileşmesi yoğun bir proleter nüfusun yaratılması ve sömürülmesi sayesinde gerçekleşmiştir, sömürünün ortadan kaldırılması ve proletaryanın zaferiyle değil. “Proletarya diktatörlüğü” varsayımı yeni efendilerin kendi iktidarları için empoze ettikleri fikir cephaneliğinin bir parçasıdır; on yıllarca süren dünya çapında ulusalcı ve militarist bir barbarlık, “sosyalist Ekim” mitinin kurbanı olmuş bir entelijansiyanın kafa karışıklığını açıklamaktadır. Bu tartışmayı burada daha fazla derinleştiremeyeceğimiz den dolayı, temel görüşümüzü başka bir şekilde yeniden ifade ediyoruz: Ya materyalist bir toplumsal gelişme teorisinin belli bir bilimsel geçerliği vardır –Marx tabi ki buna inanmıştı-, ki böyleyse “sosyalizm” bir mitten ibarettir; ya da sosyalist dünya gerçekten vardır; ki bu durumda da Marx’ın benimsediği teorilerin hiçbir conatus 214 geçerliği yoktur. Birinci varsayımda sosyalist dünya miti mükemmel bir şekilde açıklanabilir: Bu mit, gerçek doğasını gizlemek için “ilk işçi devleti” tarafından ustaca örgütlenmiş bir ideoloji kampanyasının ürünüdür. İkinci varsayımda ise, dünyanın nasıl sosyalist olacağına dair materyalist teori kesinlikle çürütülürken, Marx’ın öğretisinin etik ve ütopyacı talepleri ise doğrulanmış olur. Diğer bir ifadeyle, bir bilim insanı olarak tarih tarafından çürütülen Marx, bir devrimci olarak zafer kazanmış olur. “Reel sosyalizm” miti, tarihte şimdiye kadar görülmüş en güçlü tahakküm ve sömürü toplumlarından birini ahlaki açıdan geçerli kılabilmek için kurgulanmıştır. Bu toplumun doğasındaki problem, sosyalizmin, komünizmin ve anarşizmin entelektüel mirasını oluşturan bütün teoriler, doktrinler ve fikirler hakkında en bilgili olanları bile yanılttı. Fakat toplumda köklü bir değişiklik arayan bu üç fikir hareketi –ya da akımı- arasında, anarşizm bu tür saptırmalardan en az etkileneni oldu. Gerçek bir devrimci praksis yaratmamış olan anarşizm, diğer iki ekolün maruz kaldığı politik ve ideolojik bozulmalardan kendisini conatus koruyabildi. Arzulanan düşlerden ve geçmişe duyulan hasretten doğan anarşizm, her türlü otoritenin radikal bir eleştirisi biçimini aldı ve özellikle de materyalist tarih teorisinin içine dahil oldu. Bu tarih anlayışı, temel olarak, sürekli bir toplumsal antagonizmalar etabından toplumsal uyumun ve bireysel gelişimin gerçekleştiği bir varoluş tarzına geçişi öngören tarihsel bir evrim görüşüdür. Oysa Marx öncesi radikal ve devrimci doktrinlerdeki ortak amaç, tıpkı anarşist ütopyanın sözcülüğünü yaptığı toplumsal eleştiri gibi, Marx’ın savunduğu anarşist komünizmin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Marx’la birlikte ütopik anarşizm, bütün insanlığı kapsayan öz-özgürleşme olarak işçi hareketine dair diyalektik bir kavrayışla birlikte, yeni bir boyut kazanmıştır. Şüphesiz Marx’ın öğretisine ve politik etkinliğine bariz bir şekilde damgasını vuran temel muğlaklığın kaynağı, bilimsel olma iddiası taşıyan ama aslında natüralist olan bir teoride, diyalektik öğenin yarattığı düşünsel gerilimdir. Teorisyen olduğu kadar militan da olan Marx, politik etkinliğinde komünist anarşizmin araç ve amaçlarının birbirine uygun olmasını her zaman gözetmemiştir. Bir militan olarak kimi kez yanılmış olması, Marx’ın anarşizmin teorisyeni olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Öyleyse, Feuerbach’ın materyalizmi (1845) için geliştirdiği etik tez, Marx’ın kendi teorisine de uygulanabilir: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır.”2 IV Devletin ve kapitalizmin en kalabalık ve en yoksul toplumsal sınıf tarafından reddedilişi, Marx’ta diyalektik bir tarihsel zorunluluk olarak gösterilmeden önce etik bir buyruk olarak görülür. Marx’ın Fransız devrimi eleştirilerinde göründüğü ilk biçimiyle, bu yapılması gereken kesin seçimdir: Marx’a göre bu insanlığın ulaşmaya çabalaması gereken amaçtır; yani politik özgürlüğün ötesine giden insani özgürlük. O dönemki tek örneği ABD olan en özgür devlet bile insanı bir köleye çevirmiştir, çünkü tıpkı dindar bir insanın kendi kutsallığını yüklediği İsa gibi, bir aracı olarak insan ve 215 onun özgürlüğünün arasına girmiştir. Politik olarak özgürleşmiş bir insan hayali bir egemenliğe katılmaktan fazlasını yapıyor olmaz. İnsan, haklarından yararlanan egemen bir varlık olarak ikili bir varoluş taşır: politik topluluğun vatandaşı ve burjuva toplumunun tekil üyesi, yani biri semavi biri de cismani iki varoluş. Vatandaş olarak insan politikanın göğünde, eşitliğin evrensel krallığında, egemen ve özgürdür. Bir birey olaraksa, gerçek yaşamda, burjuva yaşamında değeri azalmıştır, diğer bir insan için bir araçtan başka bir şey değildir. Özel mülkiyet, kültür ve din kurumları gibi dış güçlerin elinde oyuncak olmuştur. Politik Devletten ayrılmış olan burjuva sivil toplumu egoizmin, herkesin herkese karşı savaşının, insanın insandan kopartılmasının alanıdır. Politik demokrasi, din özgürlüğünü güvence altına alarak insanı dinden özgürleştirmemiştir. Keza mülkiyet hakkıyla da mülkiyetten özgürleştirmediği gibi. Benzer bir şekilde, herkese istediği mesleği seçme özgürlüğü getirildiğinde de mesleki kölelik ve egoizm sürdürülmüş olur. Çünkü burjuva toplumu kirli ticaret ve kâr dünyası, para hükümdarlığıdır, politikayı, yani Devleti hükmü altına almış evrensel güçtür. Marx’ın başlangıçtaki tezi özet olarak böyledir: Devlet ve sermayenin eleştirisi olarak Marx’ın düşüncesi sosyalizm ya da komünizmden çok anarşizme aittir. Henüz bilimsel bir yön taşımıyorken, tarihsel zamanın bağlamına uygun olarak bir şeyler yapmanın gerekliliğini vurgulayarak, kendisini insanın kaderine dair örtük etik bir kavramlaştırma ile tanımlamış ve beslemiştir. Bu yüzden de kendisini, insanı egoist bir monat ve soyut bir vatandaş konumuna indirgeyen politik özgürleşmenin eleştirisiyle sınırlandırmayarak, aynı zamanda ulaşılacak amacı ve bu amacı gerçekleştirecek araçları da göstermiştir. “Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı kendinde yeniden soğurup, bireysel insan olarak, günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda türsel varlık3 olursa, ne zaman insan kendi güçlerini toplumsal güçler olarak tanır, örgütler ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç biçiminde ayrılmazsa, işte ancak o zaman insani özgürleşme tamamlanmış demektir.”4 Marx kendi özgün yolunu soyut vatandaşın teorisyeni ve Hegel’in öncüsü Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’si üzerine çalışarak bulmuştu. Bu iki filozofun ileri sürdüğü yabancılaşmayı sadece kısmen reddettikten sonra, bireyi yetilerinin tamlığında ve varlığının bütünlüğünde yeniden oluşturacak olan insani ve toplumsal özgürleşme görüşüne ulaştı. Yabancılaşmayı kısmen reddetmişti, çünkü tarihin bu aşaması yok olamazdı ya da iradi bir edimle yok edilemezdi. Politik özgürleşme “büyük bir ilerleme” idi, hatta insani özgürleşmenin kurulu düzen içindeki en son biçimiydi ve bu düzeni yıkıp insanın gerçek özgürleşmesini başlatmanın bir aracı olarak işlev görebilirdi. Diyalektik olarak çatışkılı olan araç ve amaç, devrimin taşıyıcısı ve öznesi haline gelen modern proletaryanın bilincinde etik bir biçimde örtüşür. Toplumun bütün bozulmuşluklarını ve bilinen suçlarını bünyesinde barındıran proletarya, yaşadığı evrensel sefaletin sonucu olarak evrensel bir nitelik taşır. Toplumun bütün kesimlerini özgürleştirmeden kendisi özgürleşemez ve bu özgürleştirici etik şartlar gerçekleştirdiğinde, proletarya olarak kendisini de ortadan kaldırmış olur. Marx’ın felsefenin “başı” ve düşünsel silahı, proletaryanın da “kalbi” olduğu özgürleşmeden bahsettiği yerde, onun metafizik bir spekülasyondan değil bir varoluş probleminden bahsettiğini vurgulamak için, biz de etikten bahsetmeyi tercih ediyoruz: İnsanlar dünyanın bir karikatürünü yorumlamayı bırakmalı, ona insani bir yüz vererek onu değiştirmelidir. Hiçbir spekülatif felsefe insana kendi varoluş problemlerinin çözümü için bir şey öneremez. Marx bu yüzden devrimi kategorik buyruk olarak almış ve uslamlamasını bir tarih felsefesine ya da sosyolojik bir teoriye değil, normatif bir etiğe göre yapmıştır. Kendisini insanlığın ve toplumun yeniden oluşumuyla ilgili salt etik bir istekle sınırlandıramadığından ve sınırlandırmak istemediğinden dolayı, Marx’ın ilgisini tek bir bilim çekmiştir: Sermayenin yasalarına göre varoluş araçlarının üretiminin bilimi. Politik ekonomi çalışması, Marx açısından, o dönemden itibaren kendisinin bütün “burjuva” varoluşunu adayacağı kavga için bir araç niteliğinde oldu. O döneme kadar sadece bir önsezi ve etik bir seçim olan çalışmaları, ekonomik gelişim teorisi ve toplumsal belirlenimlerin incelenmesi haline geldi. Fakat aynı zamanda, amacı conatus 216 modern proletaryanın varoluş koşullarından türeyen buyrukları ve normları pratiğe dökmek olan toplumsal hareketin de içinde olmak gerekiyordu. Devletsiz, sınıfsız, para değişimi, dini ve entelektüel korkuları olmayan bir toplum teorisi de, komünist ve anarşist toplum biçimlerine giden adımların oluşturduğu toplumsal evrim sürecini ortaya seren çözümleme de, kapitalist üretim biçiminin teorik bir eleştirisini gerektiriyordu. Çalışmalarının daha ilersinde Marx şunları yazacaktı: “Bir toplum kendi hareketinin doğal yasalarını ortaya çıkarmak için doğru yola girmiş olsa bile […] bu toplum normal gelişmesinin birbirini izleyen aşamalarının ortaya koyduğu engelleri, ne gözüpek sıçrayışlarla ortadan kaldırabilir ne de meşru yasalarla ortadan kaldırabilir. Bunlarla ancak doğum sancılarını kısaltabilir ve azaltabilir.”5 Kısacası, Marx önceden sezgisel olarak ikna olduğu ve etik olarak zorunlu gördüğü bir şeyi bilimsel olarak kanıtlamaya girişecekti. Sermayenin, emeği ve ürünlerini komuta etme gücü olarak, kapitalistin kişisel ve insani özelliklerinden değil mülkiyet sahibi olmasından gelen güç olarak sosyolojik bir açıdan çözümlenmesi, ilk ekonomi politik eleştirisi girişiminde belirdi. Ücret bir kölelik biçimiydi, ücretten doğan her türlü otorite de ancak kölelik için ödenen daha makul bir karşılık olabilirdi. “Proudhon’un istediği ücret eşitliği bile, güncel işçinin kendi emeği ile ilişkisini, bütün insanların emek ile ilişkisine dönüştürmekten başka bir sonuç vermez. Toplum o zaman soyut bir kapitalist olarak tasarlanmış bulunur.”6 Ekonomik kölelik ve politik uşaklık bir arada var olur. Politik özgürleşme, insan haklarının modern Devlet tarafından tanınması, antik dönemin Devleti tarafından köleliğin tanınmasıyla aynı öneme sahiptir (Kutsal Aile, 1845). İşçi, ücretli işinin olduğu gibi kendi egoist ihtiyaçlarının da kölesidir ve bu ihtiyaçları yabancılaşmış olarak yaşar. İnsanlık durumu temsili ve demokratik Devlette de, anayasal monarşide olduğu gibi politik conatus köleliliğe maruz kalır. Burjuva toplumda kölelik en büyük özgürlük biçimini alsa bile, “modern dünyada herkes topluluğun hem bir üyesi hem de kölesidir” (a.g.y.). Bireysel özgürlüğün güvenceleri olarak görülen mülkiyet, din ve ücretli çalışma aslında bu kölelik durumunu kutsallaştıran kurumlardır. Robespierre, Saint-Just ve onların takipçileri başarısızlığa uğradı, çünkü özgürleşmiş uşaklığa dayanan modern temsili Devleti, yani evrensel rekabet, dizginsiz özel çıkarlar ve yabancılaşmış bireylerden oluşan burjuva toplumu, gerçek köleliğe dayanan antik toplumla karıştırdılar. Devleti kendinde bir erek ve burjuva yaşamını da kendi politik ihtiraslarının bir aracı olarak görmek Napolyon’un işine geldi. Fransız toplumunun egoizmini doyurmak için, sürekli devrim yerine sürekli savaşı kurumsallaştırdı. Onun yenilgisi, 1789 rüyalarını, ancak1830’da gerçekleştirebilen liberal burjuvazinin zaferini onaylamış oldu. Böylece burjuvazi, anayasal temsili Devleti, kendi ayrıcalıklı iktidarının ve özel çıkarlarının resmi ifadesi haline getirdi. Bonapartizm sorunu, Fransız toplumunun ekonomik gelişimini olduğu kadar politik evrimini de devamlı gözlemleyen Marx’ın kafasını sürekli meşgul etmişti. Fransız Devrimi’nin politik zihnin klasik dönemini oluşturduğuna ve Bonapartist geleneğin, Fransa’nın iç ve dış politikasının bir sabiti olduğuna inanıyordu. Ayrıca, görünüşte Devlet teorisinin metodolojik ilkeleriyle çelişen, fakat aslında başlangıçtaki anarşist görüşü değiştirmeyen bir modern Sezarizm teorisini de ana hatlarıyla oluşturdu. Çünkü tam da kendi materyalist tarih anlayışını geliştirmeye hazırlandığı sırada, onu en radikal anarşistlerden birini yapacak bir Devlet kavramlaştırması geliştirmişti. “Devletin varoluşu köleliğin varoluşundan ayrılamaz […]. Bir devlet ne kadar güçlü ise ve dolayısıyla bir toplum ne kadar daha çok politikse, toplumsal sorunları yöneten genel ilkeyi ve bunların nedenlerini devlet ilkesine, başka bir deyişle devletin etkin, öz-bilinçli ve resmi ifadesini oluşturduğu fiili toplumsal örgütlenmeye bakarak açıklamaya o kadar daha az eğilimlidir […]” (Vorwärts, 1844). 217 Fransız Devrimi örneği, Marx’a yakın dönemde sadece Alman İdeolojisi’nde kısmen beliren, fakat daha ilerde İkinci İmparatorluk ve 1871 Komün’ü üzerine yazdıklarında bulunabilecek bir politik sosyoloji ileri sürmesi için yeterince ikna edici göründü: “Devlet ilkesini bütün toplumsal sorunların kaynağı olarak tanımlamak bir yana, Fransız Devrimi’nin kahramanları toplumsal sorunları politik sorunların kaynağı olarak görüyordu. Dolayısıyla Robespierre aşırı zenginliği ve aşırı yoksulluğu saf demokrasinin önünde bir engel olarak gördü. Bu yüzden evrensel bir Spartalı alçakgönüllük sistemi kurmak istedi. Politikanın ilkesi iradedir.” (a.g.y.) Yirmi yedi yıl sonra, Marx Paris Komünü konusuyla ilgili olarak Bonapartist Devletin temsil ettiği politik mutlakıyetçiliğin tarihsel kökenlerine geri döndüğünde, Fransız Devrimi’nin merkeziliğinde, monarşist geleneklerin devamını görecekti: “Sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve yargıçlar gibi, sistemli ve aşamalı bir işbölümü planına göre biçimlendirilmiş ve her yerde var olan organlarıyla, merkezi devlet iktidarı, doğmakta olan burjuva topluma, feodalizme karşı giriştiği savaşımlarda güçlü bir silah hizmeti gördüğü mutlak monarşi çağına kadar çıkar. […] Görevi ulusal birliği kurmak (bir ulus yaratmak) olan Birinci Fransız Devrimi, mutlak monarşinin başlattığı Devlet iktidarının merkezileşmesi ve örgütlenmesi girişimini devam ettirmek ve bu iktidarın alanını, vasıflarını, araçlarını, bağımsızlığını ve gerçek toplum üzerindeki doğaüstü hakimiyetini arttırmak zorunda kaldı. […] Toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerin ürünü olan her türlü küçük bireysel çıkar, toplumun kendisinden koparıldı, toplumdan bağımsız bir hale getirildi ve tümüyle hiyerarşik görevlerdeki devlet rahiplerince idare edilen Devlet çıkarı biçimi altında toplumun karşısına konuldu.”7 Devletin ve Paranın reddedilmesi, tıpkı özgürleştirici sınıf olarak proletaryanın olumlanması gibi, Marx’ın entelektüel gelişim sürecinde, politik ekonomi çalışmalarını önceler Devlet iktidarının bu ateşli reddi, Marx’ın, Hegel’in ahlak ve siyaset felsefesiyle karşılaşmasından bu yana, on beş yıl bağımsız ve profesyonel gazetecilik yılları ile Uluslararası İşçi Birliği’ndeki yoğun etkinliği de dahil olmak üzere materyalist tarih teorisini geliştirdiği dönem boyunca, bu alanda yaptığı bütün çalışmaları ve geliştirdiği eleştirel düşünceyi özetler. Komün, Marx için, Ekonomi çalışmalarının altı kitabından birini ayırdığı sorun üzerine [devlet sorunu] geliştirdiği düşüncelerine son halini vermek için, Komünist Manifesto’da duyurulan özgür insanların özgür birliğinin, taslak halinde de olsa bir resmini vermek için bir fırsat niteliğindeydi. “Öyleyse Komün herhangi bir devlet biçimine (hukuki, cumhuriyetçi, emperyalist) karşı girişilen bir devrim değil, doğrudan doğruya Devlete karşı, toplumun varlığının hunharca yok edilmesine karşı bir devrimdir. Komün, insanların kendilerinin yarattığı gerçek toplumsal yaşamlarının yeniden canlanmasıdır.” (a.g.y.) V Feodal rejimdeki serflerin özgürleşme biçimiyle modern işçilerin özgürleşmesini karşılaştıran Marx, serflerin, proleterlerden farklı olarak, onlara önerilen varoluş koşullarını özgürce geliştirmek zorunda kaldıklarını ve sonuç olarak ancak “özgür emek”e varabildiklerini belirtmiştir. Proletarya ise, tersine, kendisini birey olarak olumlayabilmek için, tam da kendi varoluş koşulunu conatus 218 ortadan kaldırmak zorundadır; çünkü kendisiyle özdeş bir şekilde tüm toplumun gereksindiği gibi, ücretli emeği ortadan kaldırmaktan başka yolu yoktur. Ve Marx, bundan böyle teorik çalışmalarının olduğu kadar komünist ve militanca eylemlerinin de temel kökü olacak olan şu pasajı ekler: “Proleterler, toplum bireylerinin şimdiye kadar topluluğun tümünün ifadesi olarak seçmiş oldukları biçim ile doğrudan bir karşıtlık içinde, yani devlet ile karşıtlık içinde bulunmaktadırlar. Bu yüzden de, kendi bireyliklerini gerçekleştirebilmeleri için Devleti ortadan kaldırmaları gerekmektedir.”8 Proudhon’dan ziyade Bakunin’in anarşizm anlayışına yakın olan bu formül ne olayların sıcaklığıyla ağızdan çıkıvermiş bir ifade ne de işçilerin önünde nutuk çeken bir politikacı retoriğidir. Bu formül devrimci talebin, anarşist komünün “tarihsel zorunluluğu”nu göstermeye çalışan bir teorik birikimin mantıksal sonucudur. Diğer bir ifadeyle, Marx’ın teorisinde “insani toplumun” belirişi uzun bir tarihsel sürecin sonucu olarak görülmüştür. Sonunda, endüstriyel toplumlardaki nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve böylelikle yaratıcı bir devrimci görevi gerçekleştirebilecek olan toplumsal sınıf ortaya çıkacaktır. Marx bu gelişimin mantığını ortaya sermek için, bir yanda bilimsel gelişim –özellikle de doğa bilimlerindeki gelişim- ve tüzel ve politik kurumlar ile diğer yanda toplumsal sınıfların antagonist hareketi arasında nedensel bir bağ kurmaya girişmiştir. Engels’in aksine Marx, geleceğin devrimci dönüşümünün, insanları, nesneleri ve bilinçleri altüst eden bir doğal felaket gibi, geçmişteki devrimlerle aynı şekilde olacağını düşünmemiştir. Modern işçinin belirişiyle birlikte, insanlık tarihin gerçek döngüsünü başlatmıştır ve aklın yoluna girerek yaratıcı yetileri dahilinde kendi kaderini çizebilecek ve rüyalarını gerçekleştirebilecek hale ulaşmıştır. Bilimde ve teknolojideki kazanımlar bu sonucu olanaklı kılmıştır, fakat proletarya, burjuvazi ve onun sermayesinin bu gelişimi bir yıkıma sürüklememesi için her zaman müdahil olmak zorundadır. conatus “Bilimdeki zaferlerin, erdemlerin kaybı ile satın alındığı görülüyor. İnsanlık, doğaya hükmettikçe, kendisi de ya diğer insanların ya da yine kendi rezilliğinin kurbanı haline geliyor” 9 Öyleyse proleter devrim politik bir macera değildir. İnsanlığın toptan bir yeniden oluşumunun zorunlu ve olanaklı olduğunun bilincinde olan bir toplumun çoğunluğunun katıldığı evrensel bir girişim olmalıdır. Sermayenin köleleştirici tehdidi ve pazarı bütün dünyaya yayıldığında, tarih dünya tarihi haline gelmiş demektir. Bunun sonucu olarak da insan ilişkilerinin ve toplumsal kurumların temelden ve tümüyle değişmesi yönünde kitlesel bir bilinç ve irade ortaya çıkması gereklidir. Dünya ölçeğinde bir barbarlık insanların hayatta kalmasını tehdit ettiği sürece, komünist ve anarşist ütopyalar da, insanlığa insanlığın kaderini yenilemeye yönelmiş bir aklın ve imgelemin ilkelerine uygun bir yaşamın tadını sunabilecek rasyonel projelerin ve pratik reformların düşünsel kaynağı olacaktır. Engels’in düşündüğü gibi, zorunluluk alanından özgürlük alanına doğru bir sıçrayış yoktur ve de kapitalizmden anarşizme doğrudan bir geçiş söz konusu olamaz. Kapitalist üretim biçiminin getirdiği ekonomik ve toplumsal barbarlık, sömürülmüş ve yabancılaşmış çoğunluk adına ve yararına hareket eden ve düşünen, profesyonel devrimcilerden oluşan bir elit tarafından hazırlanan, örgütlenen ve de yürütülen bir politik devrim yoluyla ortadan kaldırılamaz. Burjuva demokrasisi koşullarında bir sınıf ve bir parti olarak biçimlenen proletarya, bu demokrasiyi ele geçirmek için mücadele ederek kendisini özgürleştirir; o zamana kadar “aldatma aracı” olan genel oy hakkını bir özgürleşme aracına dönüştürür. Modern toplumun büyük çoğunluğundan oluşan sınıf, yabancılaştırıcı politik eylemi, sadece politikayı mağlup etmek için kullanır, Devlet iktidarını da, bunu daha önceki hakim azınlığa karşı kullanmak için ele geçirir. Politik iktidarın ele geçirilmesi, doğası gereği “burjuva” bir edimdir; ancak böylesi bir altüst oluşun faillerinin ona yüklediği devrimci amaç sayesinde proleter bir eylem haline gelir. Marx’ın, jakoben anlamda bir elit tarafından uygulanan diktatörlükten farkını koymak için çekinmeden “proletarya diktatörlüğü” dediği tarihsel dönemin anlamı da budur. Elbette Marx, üretim ve tahakküm 219 biçiminin tarihsel gelişiminin sırrını keşfetmenin faydasında ısrar ederken, öğretisinin profesyonel devrimciler ve proletarya diktatörlüğünü kişileştirme hakkını kendinde bulan politikacılar tarafından yolundan saptırılacağını tahmin edemezdi. Aslınca o sadece, proletaryası kendi kurumlarını yaratmak ve bizzat kendisini hakim sınıf kılmak için, burjuva demokrasisi dönemini kullanabilmiş olan ülkelerdeki toplumsal geçiş biçimini öngörebildi. Kapitalizmin dünyaya hükmedebilmesi için gerekli olan ve yüzyıllarca süren şiddet ve yozlaşmayla karşılaştırıldığında, sermaye birikimi ve devlet iktidarının yoğunlaşması, kitlesel bir proletaryayı, nicelik olarak daha zayıf bir burjuvaziyle karşı karşıya getirdiği oranda, anarşist topluma geçiş süreci daha kısa olacak ve daha az şiddet içerecektir. “Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin, kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi; halen toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir süreçtir. Birincisinde, halk yığınlarının birkaç gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusuydu, ikincisinde ise birkaç gasp edicinin halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmesi söz konusudur.”10 Marx geçiş teorisini detaylı bir şekilde ele almamıştır; hatta çalışmalarının içindeki çeşitli teorik ve pratik taslaklarda bu konuda farklı görüşler bile bulunabilir. Yine de, bu farklı, hatta çelişkili ifadeler boyunca, böylesi bir teorinin tutarlı bir şekilde yeniden inşasına müsaade eden bir biçimde temel bir ilkenin değişmeden kaldığı görülür. “Marksizm”in Marx ve Engels tarafından kurulduğuna dair mitin en zararlı yanı belki tam da bu noktada ortaya çıkar. Marx proletaryanın özetkinliğini bütün hakiki sınıf eylemlerinin ve politik iktidarın ele geçirilmesinin ön kabulü olarak görmüşken; Engels, özellikle de Marx’ı kaybettikten sonra, işçi sınıfı hareketinin oluşumunda şu iki öğeyi birbirinden ayırmıştır: proletaryanın sınıf eylemi – Selbsttätigkeit– ile parti siyaseti. Marx komünist ve anarşist özöğrenmenin, her türlü yalıtılmış politik edimin ötesinde, işçilerin devrimci etkinliğinin tamamlayıcı bir parçası olduğunu düşünüyordu: Burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirme girişimlerine karşı direnmenin bir aracı olarak politik iktidarı ele geçirmek ve uygulamak için hazır olması gereken proletaryadan başkası değildi. Proletarya, kendi hakkını savunmak ve gerçek insani toplumu yaratarak toplumu dönüştürme projesini gerçekleştirmek için geçici ve bilinçli olarak kendisini maddi bir güce çevirmek zorundadır. İşçi sınıfı –“üretim araçları içersinde en üretken güç olan üretici sınıfı”kendisini, ortadan kaldırmanın ve yeniden yaratmanın gücü olarak olumlamak için mücadele ederken, yaratıcı olumsuzlamanın diyalektik projesini de üstlenir. Proletarya, politikayı gereksiz hale getirmek için, politik yabancılaşma riskini üstlenir. Böyle bir projenin Bakunin’in yıkıcı tutkularıyla ya da Coeurderoy’un anarşist vahiyleriyle ortak bir yanı yoktur. Amacı ezilmiş ve sömürülmüş kitlelerin virtüel üstünlüğünü gerçek haline getirmek olan böyle bir projede estetikçiliğin yeri yoktur. Marx niceliklerin gücünü Proudhoncu anarşizmden çok farklı olan bir devrimci ruhla birleştirmiş olan Uluslararası İşçi Birliği’nin, böylesi bir mücadele örgütü haline gelebileceğini düşünüyordu. Marx AIT (Uluslararası İşçi Birliği)’ne katıldığında, politika karşıtı bir anarşizmin ancak politik bir hareketle elde edilebileceğini belirterek Proudhon’a karşı 1847’de aldığı konumu devam ettirdi: “Bu eski sınıfın yıkılmasından sonra yeni bir politik iktidarla sonuçlanacak yeni bir sınıf egemenliği mi demektir? Hayır. […] İşçi sınıfı kendi gelişim hareketi içinde, eski sivil toplumun yerine sınıfları ve onların antagonizmalarını dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu anlamıyla, politik iktidar diye bir şey artık kalmayacaktır, çünkü politik iktidar sivil toplumdaki antagonizmanın resmi ifadesinden başka bir şey değildir. Öte yandan proletarya ve burjuvazi arasındaki antagonizma bir sınıfın öteki sınıfa karşı savaşımıdır ve bunun en yüksek ifadesi toptan bir devrimdir. Gerçekten de, sınıf karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihai akıbeti olarak, vahşi çelişkiyle, bedenin bedenle çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var mı?”11 conatus 220 Marx’ın buradaki görüşleri her türlü idealist yoruma karşı oldukça gerçekçi bir görüştür. Marx’ın geleceğe seslenişi, işçileri politik olarak mücadele ederken devrimciliğe sadık kalmaya çağıran normatif bir projenin dile getirilişi olarak, doğru bir biçimde anlaşılmalıdır. “İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey” (J.B. Schweitzer’a mektup, 1865). Bu, keskin diyalektiğiyle, Proudhon ya da Stirner’in aksine, keyfi paradoksun ve sözlü şiddetin sistematik kullanımıyla insanları etkilemeyi reddeden bir düşünürün dilidir. Her şey araç ve amaçların gösterilmesi sayesinde halledilemese de, bu yöntemin en azından yabancılaşmış emeğin kurbanlarını, birlikte kolektif bir yaratımı üstlenerek kendilerini anlamaları ve eğitmeleri yönünde cesaretlendirme gibi bir faydası vardır. Bu anlamda Marx’ın çağrısı güncelliğini korumaktadır, Marksizmin zaferine rağmen, hatta bu zafer yüzünden. 12 Burada belirtiklerimizden, Marx’ın toplumsal teorisinin, moral bir kod ya da ideal bir toplum yaşamını gerçekleştirmeye çalışan bir devrimci politik-pratik değil, açıkça tarihsel bir hareketin nesnel analizini ortaya koyma çalışan bir teori olduğu; iktidar meraklısı elitlerin ya da partinin kullanımına açık bir normlar toplamı değil, şeyleri ve bireyleri kapsayan bir gelişim sürecinin ifşası olduğu sonucu ortaya çıkar. Öte yandan bu, biri keskin bir biçimde belirlenmiş, diğeri ise anarşist bir toplumun hayali hedefine doğru özgürce yönelen çifte bir teorik yörüngesi olan bir teorinin sadece dışsal ve açıklanmış olan yönüdür. “19. yüzyıldaki toplumsal devrim şiirselliğini geçmişten değil sadece ve sadece gelecekten alacaktır. Kendisiyle, ancak, kendisini geçmişteki bütün hurafelerden kurtardığında ilgilenebilir.”13 Geçmiş, geri döndürülemez bir zorunluluktur, her türlü analiz aracıyla donanmış olan gözlemci de algılanan olaylar zincirini açıklayabilecek konuma sahip olan kişidir. İnsanlığın peygamberleri ve hayalleri yoluyla beslediği tüm rüyaların gerçekleşeceğini ummak boşuna olsa bile, gelecek, en azından, insanlara kendi yaşamlarını tüm toplumsal alanlarda süre giden bir kölelik durumuna sokmuş olan kurumların yok oluşunu gösterebilir. Bu, kabaca söylersek, aşağıdaki şu satırları yazarken kendisini açıkça “anarşist” olarak conatus konumlandıran Marx’ın öğretisindeki teori ile ütopya arasındaki bağlantıdır. “Bütün sosyalistler anarşizmden şunu anlar: Proleter hareketin amacı, yani sınıfların ortadan kaldırılması tamamlandıktan sonra, Devlet iktidarı […] yok olacak ve yönetim işlevleri basit idare işleyişlerine dönüşecektir.” (Enternasyonalde Sahte Bölünmeler, 1872) Maximilien Rubel (1973), Marx critique du marxisme [Marx, Marksizmin Eleştirmeni] içinde, Paris: Payot, 2000 (2. baskı) * Maximilien Rubel (1905- 1996) Çalışmalarını Karl Marx’ın eserleri ve hayatı üzerine yapmış olan tarihçi ve militan. Sorbonne ve Viyana üniversitelerinde hukuk, sosyoloji ve felsefe okumuştur. Marx’ın eserlerinin tahrifini ve eksik yayımlanışını eleştirerek, bu eserlerin sistematik bir araştırma içinde okunuşunu, onu ideoloji haline getiren okumalardan ayırt etmek için “marxoloji” terimini geliştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında direniş hareketinde aktif olarak yer almış, İspanya İç Savaşı’ndaki mücadeleyi ve de konsey komünistlerini desteklemiştir. Marx’ın düşüncesinin özünün anti-kapitalizm ve devlet karşıtlığı olduğunu savunarak aslında hem ortodoks Marksistlerin hem de ortodoks anarşistlerin tepkisini, fakat özellikle de Stalinizm eleştirisi yüzünden Fransız Komünist Partisi’nin tepkisini üzerine çekmiştir. Anton Pannekoek ve Socialisme ou Barbarie [ya Sosyalizm ya Barbarlık] çevresiyle ilişki içinde olmuş, Rene Lefeuvre’in anarşizm, konsey komünizmi ve eleştirel Marksizm üzerine kitaplar ve broşürler yayımlayan yayıneviyle [Spartacus] yakın temaslar kurmuştur. Türkçeye Marx’ın Sosyolojisi (çev. Zuhal Bilgin, Çiviyazıları, 2006) adlı kitabı çevrilmiş olan Rubel, yaşamının sonuna kadar antikapitalist ve devlet karşıtı görüşlerine sadık kalmıştır. Başlıca Eserleri: Marx critique du marxisme (1974, Payot). Guerre et paix nucléaires (réédité en 1997, ParisMediterranee). Karl Marx devant le bonapartisme (1960, Sulliver). 221 K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, çev. Muzaffer Erdost, Sol yay., Ankara 1993, s. 133. 2 K. Marx, Feuerbach üzerine ikinci tez. Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol yay.,1992, Ankara. 3 Türsel varlık, metnin aslında toplumsal varlık (être social) olarak geçmektedir. (ç.n.) 4 K. Marx, Yahudi Sorunu, çev. Niyazi Berkes, Sol yay., 1997, Ankara. 5 K. Marx, Kapital, Önsöz (1867), çev. Alaattin Bilgi, Sol yay., 1993, Ankara, s. 18. 6 K. Marx, 1844 Elyazmaları, çev. Kenan Somer, Sol yay. Ankara, 1993, s. 151 (Yabancılaşmış Emek bölümünde) 7 K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımı, Paris Komünü üzerine (taslak metin) 8 K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol yay., Ankara, 1992, s. 95. 9 People’s Paper’ın yıldönümünde Marx’ın yaptığı konuşmadan (14 nisan 1856). 10 Kapital , I. cilt xxıı. bölüm, s. 727. 11 K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s. 158 (2. bölüm, 5. kesim). 12 Bu yazının sınırları, bu konuyu daha fazla açmamıza müsaade etmediğinden, burada Marx’ın “Devlet hayranı”, “Komünist Devlet savunucusu” olduğu ya da proletarya diktatörlüğünü, tek adam yönetimi anlamına gelen parti diktatörlüğüyle özdeşleştirdiğine dair –Bakuninci ve Leninist– miti yıkmak için üç metni anacağım: a) Bakunin’in Devlet ve Anarşi kitabına Marx’ın düştüğü notlar (Cenova, 1873, Rusça) Ana temalar: proletarya diktatörlüğü ve küçük köylü mülkiyetinin devamı; ekonomik koşullar ve toplumsal devrim; Devletin yok oluşu ve politik işlevlerin komünlerin özyönetim kooperatiflerinin idaresine dönüşmesi. b) Alman İşçi Partisi Programının Eleştirisi (Gotha Programı, 1875): Ana temalar: kooperatif üretim tarzına dayanan komünist toplumun evriminin iki aşaması; işçi sınıflarının enternasyonal eylemi; “demir ücret yasasının” eleştirisi; işçilerin üretim kooperatiflerinin devrimci rolü; din ve Devletten bağımsızlaşmış ilköğrenim; proletaryanın, devlet işlevlerinin toplumsal işlevlere dönüşümü olarak anlaşılan devrimci diktatörlüğü c) Köylü Komünü ve Rusya’daki Devrimci Perspektifler (Vera Zassoulitch’e cevap, 1881). Ana temalar: Rus toplumunun yeniden oluşumunun bir öğesi olarak kırsal komün; komünün çift anlamlılığı ve tarihsel arka planın etkisi; komünün gelişmesi ve kapitalist kriz; köylü özgürleşmesi ve vergilendirme; komünün yok oluşunun negatif etkileri ve riskleri; Devlet ve sermayenin tehdidi altındaki Rus komünü ancak bir Rus devrimi sayesinde hayatta kalabilir. Bu üç metin bir anlamda Marx’ın Devlet üzerine yazmayı tasarladığı kitabın özünü oluşturmaktadır. Ayrıca Engels’in, Devlet üzerine, bazıları doğrudan bazıları da dolaylı olarak Marx’ın teorisiyle ilişkili olan yazılarını hatırda tutmak yerinde olacaktır. Bununla birlikte Marx ve Engels’in konumları arasında tam bir örtüşme söz konusu değildir. (M.R.) 13 18. Brumaire, Louis Napoleon, 1852 1 conatus İstisna Hali Giorgio Agamben çev: Kemal Atakay 113 Sayfa Avrupa ve İmparatorluk Antonio Negri çev: Kemal Atakay 158 sayfa İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika Nietzsche M. Hardt, P. Virno, A. Negri, G. Agamben çev: Selen Göbelez, Sinem Özer 380 sayfa Gilles Deleuze çev: İlke Karadağ 102 sayfa Marx Ötesi Bizim Gibi Marx Komünistler Antonio Negri çev: Münevver Çelik 328 sayfa Félix Guattari, Antonio Negri çev: İlkay Sümer, Mustafa Erata, Barış Özçorlu 97 sayfa conatus Conatus Çeviri Dergisi Solun alet çantasında yerini alsın diye girişilmiş bir çabanın bedenidir CONATUS Çeviri Dergisi. Kapitalizmin küresel tehdidi karşısında, emeğin yoldaşlığı ve mücadelenin dünyalılaşmasının uzamını yaratmak için kendi sorularımızı oluşturmamız, bu soruları ve cevaplarımızın farklılığını paylaşmamız gerekiyor. Yeni kavramlara, yeni çözümlemelere ve yeni deneyimlere ihtiyacımız var. Bunları Conatus’un sayfalarında yansıtabilmek ve emeğin önündeki tek gerçekçi politik hattı vurgulayabilmek için ilk sayı anti-kapitalizm dosyası oldu. Ve gerisi geldi... anti - kapitalizm emperyalizm yeni emperyalizm imparatorluk değer teorisi ve sınıf mücadelesi avrupa birliği kriz teorisi ve öznellik