merhaba - Otonom Yayıncılık

Transkript

merhaba - Otonom Yayıncılık
merhaba
Emperyalist devletler arası açık savaş döneminde
proleter devrimler çağının başlangıcının ve yüzyıl
içindeki devrimlerin öngörülebilmesini sağlayan
emperyalizm kuramı, kapitalizmin ulus devlete
dayalı egemenlik işleyişinin çözümlemesini ve bu
işleyişin krizlerini toplumsal bir antagonizmaya
dönüştürebilmenin politik teorisini içerir. Emperyalizm
teorisi, devrimin somut ve güncel bir talep olarak
kurulabilmesinin önünü açan egemenlik ve politik kriz
teorisidir.
Bugün, küresel sermayenin merkezileşmesi ve
yoğunlaşması ile egemenliğin ulusal karakteri arasında
yaşanan krizler, ulus devlet temelli bir egemenlik
işleyişi olarak emperyalizm paradigmasını temelden
sorgulatırken, yeni bir egemenlik biçimine geçişin
yarattığı zorlukları ve çatışkıları da gözler önüne seriyor.
Kapitalizmin modern döneminin egemenlik işleyişi
içinde emeğin özgürleşmesinin ufkunu da belirlemiş
olan ulus devlet paradigmasının fiili olarak altının
oyulmasıyla birlikte, egemenlik ve kriz teorisi ile emeğin
özgürleşmesi arasındaki bağın yeniden tanımlanması
sorunu ile yüz yüzeyiz.
Bu tanımlama içinde emeğin politik kuruculuğu,
egemenliğin “ulusal” karakterinin parçalanması
karşısında ulus devleti savunmak ile oluşum halindeki
küresel egemenlik biçiminin hiyerarşisine tabi olmak
arasında bir seçime hapsedilemez. 19. yüzyıl sınıflar
mücadelesi içinde emeğin özgürlük mücadelesi,
kendini gerçekleştirebileceği maddi koşullarla
doğrudan buluşabilmenin mücadelesiydi. Devrim
için mücadele aynı zamanda emeğin kendi bedeni
üzerindeki aşkın egemenliğe karşı mücadelesiydi. Bu
mücadelenin uğrağı olarak Komün yenildi ve emeğin
kurucu gücü ulus devlet egemenliği ile mülkiyet altına
alındı. Emek ulusal sınırlar içine hapsedildi, kendini
gerçekleştirebileceği koşullar üzerindeki egemenlikten
dışlanarak politik olarak mülksüzleştirildi. Emeğin
politikliği toplumsallığından kopartılarak siyasal temsil
ilişkileri içinde aşkınlaştırıldı. 19. yüzyıl, sermayenin
emek üzerindeki tahakkümünü, temsile dayalı ulusal
egemenlik işleyişiyle güvence altına almasıyla kapandı.
conatus
6
Ulus devlet temelli egemenlik işleyişinin kendi
krizlerinin yoğunlaştığı ve bu krizlerin emperyalistler
arası açık savaşlara dönüştüğü 20. yüzyılın devrimci
söylemi, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık
üzerinden kuruldu. Anti-emperyalizm, sermayenin
içine düştüğü krizleri, ulusal sınırlar içinde politik bir
krize dönüştürebilmenin söylemiydi. Emeğin politikliği
ulusal sınırlar içinde burjuvazinin siyasi egemenliğini
alaşağı edecek bir güç olarak kuruldu, ancak emeğin
kendi bedeni üzerinde doğrudan egemen olabilmesinin
politikliği özgürleştirilemedi. Emeğin politikliğini
toplumsallığına yabancılaştıran ulus devlet egemenliği
ortadan kaldırılamadı. Devlet biçimine karşı mücadele
devlete karşı mücadelenin yerini aldı.
Ulusal egemenliklerin tasfiye edilerek küresel bir
egemenlik biçimine geçişin yarattığı krizlerin, savaşların,
küresel siyasi ve askeri operasyonların içinden
geçtiğimiz bu tarihsel uğrakta, yeni bir egemenlik
ve kriz teorisinin kuruluşu emeğin özgürleşme
söyleminin yeniden kuruluşundan bağımsızlaştırılamaz.
Egemenliğin çözümlenmesi, emeğin politik
kuruculuğunun olumlamasını temel alan bir egemenlik
eleştirisinden kopartılamaz. Egemenlik, devlet ve iktidar
kavramlarının eleştirisi, emeğin toplumsallığına içkin
politikliğinde aranmalıdır. 21. yüzyıl sınıflar mücadelesi
için komün hâlâ günceldir.
2
CONATUS Çeviri Dergisi Kasım-Şubat 2006
Yýl 3 Sayý 6
Yayın Türü: 4 aylık yerel süreli yayın.
OTONOM YAYINCILIK
Adýna Ýmtiyaz Sahibi
Selen Göbelez
Yazý Ýþleri Müdürü
Sinem Özer
Dizgi ve Baský Öncesi Hazýrlýk:
Ulaş Kantemir
Baský:
Mart Matbaacılık Sanatları
Tel: 0212 321 23 00
Yönetim Adresi:
Yeniçarşı Cad. Kalkan Han No: 56/6
Galatasaray,
Beyoğlu, İSTANBUL
Tel: 0212 244 87 09
Faks: 0212 292 23 66
e-posta: [email protected]
www.otonomyayincilik.com
Conatus’un Önceki Sayıları
1. anti-kapitalizm
2. emperyalizm - yeni emperyalizm
- imparatorluk
3. avrupa birliği
4. değer teorisi ve sınıf mücadelesi
5. kriz teorisi ve öznellik
Fiyatý:
12 YTL
Abone Koşulları:
Senelik (3 Sayı): 32 YTL
Yurt dışı için (3 Sayı): 30 Avro
Abonelik ve eski sayılar için iletişim:
[email protected]
conatus
7
13
19
39
57
73
93
107
123
132
145
157
165
169
175
197
209
6
3
Anarşi ve Bilimsel Komünizm
Nikolay Buharin
Toplumsal Devrim ve Devlet
Mihail Bakunin
İşçi Sınıfının Ruhu: Sovyetler
Volkan Yaraşır
Rusya Ekonomisinin Doğası
Raya Dunayevskaya
Küresel Sermaye ve Ulusal Devlet
John Holloway
Neo-Liberalizm ve Sınıf İktidarının Restorasyonu
David Harvey
Norm-aliteyle İlgili Sorun ya da Kalıcı Olağanüstü Hale İtiraz Etmek
Marc Neocleous
Kapitalist Emperyal Devlet Teorisine Doğru
Leo Panitch-Sam Gindin
Küreselleşme ve Demokrasi
Michael Hardt-Antonio Negri
Dünya: 2003 Mayıs’ında Yedi Düşünce
Yardımcı Kumandan Marcos
İktidar Oluşumlarının Ayrılmaz Bir Parçası Olarak Sermaye
Fêlix Guattari
Arzu ve Zevk
Gilles Deleuze
İktidar ve Devlet
John Holloway
Hareket Olarak Vatandaşlık, Göçmenler, Toplumsal Denetim ve Devlet Egemenliğinin Yıkılışı
Franco Barchiesi
Küresel Neo-liberal Sermaye, Yeni Enternasyonalizm ve Zapatistaların Sesi
Massimo De Angelis
“Prusya Kralı ve Toplumsal Reform.Bir Prusyalı” Makalesi Üzerine Eleştirel Notlar
Karl Marx
Marx, Anarşizmin Teorisyeni
Maximilien Rubel
6
7
ANARŞİ VE BİLİMSEL KOMÜNİZM
N i k o l a y
B u h a r i n
İngilizceden çeviren: Sinem Özer
Ekonomik iflas, üretimin çöküşü hiç şüphesiz sağlam proletarya psikolojisinin de çöküşüyle
el ele gidiyor ki, bunların hepsi –proletaryayı dağınık bir kalabalık düzeyine düşürerek ve
önde gelen işçi unsurlarını, üretken faaliyetin kaydıyla birlikte, sınıfsızlaştırılmış bireylere
dönüştürerek– az ya da çok anarşist eğilimler lehine bir durumun oluşmasına neden oluyor.
Daha da kötüsü, sosyal demokratlar Marx’ı çarpıtarak anarşi hakkında kafa karışıklığına
neden olmuş ve onu anlaşılmaz hale getirmişlerdir. Sonuç olarak, Marksist ya da bilimsel
komünizmi anarşist öğretilerden ayıranın ne olduğunu açıklamak gerektiğine inanıyoruz.
I
Bizim ve anarşistlerin “nihai amacı”ndan başlayalım. Günümüzde bu sorunun ortaya
konuluşuna göre, komünizm ve sosyalizm devletin muhafazasını varsayarken, “anarşi”
devleti ortadan kaldırır. Devletin savunucularına karşı devletin “düşmanları”. Marksistler ve
anarşistler arasındaki “karşıtlığın” ortaya konulma biçimi budur.
Bu “karşıtlık” izleniminin yalnızca anarşistlerin işi olmadığını görmek gerekiyor. Sosyal
demokratların da bunda büyük payı vardır. “Geleceğin devleti” ve “halkın devleti” gibi
lafların, demokrasinin fikir dünyasında ve anlatım biçiminde yaygın bir geçerliliği
vardır. Üstelik bazı sosyal demokrat partiler, “devletçi” doğalarını özellikle vurgulamaya
çalışır. Avusturya sosyal demokrasisinin meşhur sözlerinden biri, “bizler devletin gerçek
temsilcileriyiz” sözüdür. Bu düşünme tarzı, Avusturya partisi dışında başkaları tarafından da
yaygınlaştırıldı. Bir yönüyle bu, uluslararası düzeyde beylik bir laftı ve eski partiler tamamen
tasfiye olmadığı ölçüde bugün de hâlâ geçerlidir. Ve elbette bu “devlet öğretisi”nin Marx’ın
devrimci komünist öğretileriyle hiçbir ilgisi yoktur.
Bilimsel komünizm, devleti yönetici sınıfın “örgütlenme”si, baskı ve şiddet aracı olarak
görür ve “geleceğin devleti” fikrini desteklememesinin nedeni budur. Gelecekte sınıflar hiç
olmayacak, sınıf baskısı ve dolayısıyla böyle bir baskı aracı ve şiddet olmayacaktır. “Sınıfsız
devlet” –sosyal demokratların başını döndüren bir kavram– terimleri açısından çelişkili
bir saçmalık ve dilin kötüye kullanılmasıdır. Eğer bu kavram sosyal demokrasinin ruhunu
besliyorsa, bu gerçekten büyük devrimciler Marx ve Engels’in suçu değildir.
Komünist toplum DEVLETSİZ bir toplumdur. Böyle olduğuna göre –ki bu konuda hiç
conatus
8
şüphe yoktur– o halde anarşistler ve komünistler
arasındaki fark gerçekte nedir? Bu ayrım, en azından
gelecekteki toplum ve “nihai amaç” sorununu ele almaya
geldiğinde ortadan kalkan bir ayrım mıdır?
Hayır, bu ayrım vardır, ancak başka bir yerdedir ve
büyük tröstler altında merkezileştirilmiş üretim ile
küçük ölçekli dağınık üretim arasındaki ayrım olarak
tanımlanabilir.
Biz komünistler, geleceğin toplumunun sadece insan
sömürüsünden arınması gerektiğine değil, aynı zamanda
bu toplumun toplumsal üretici güçleri ve de toplumsal
emeğin üretkenliğini en üst düzeye kadar geliştirmek
yoluyla, insana etrafını saran doğadan olabildiğince
bağımsız olmasının olanaklarını sağlaması, “toplumsal
olarak gerekli emek için harcanan zamanı” en aza
indirmesi gerektiğine inanıyoruz.
Bunun için önerdiğimiz ideal çözüm, yöntem olarak
büyük birimler olarak örgütlenmiş merkezi üretim ve
son tahlilde de dünya ekonomisinin bir bütün olarak
örgütlenmesidir. Öte yandan, anarşistler tamamen farklı
bir üretim ilişkileri biçimini tercih ederler; onlar için
ideal olan, yapıları gereği büyük işletmeleri yönetmekte
yetersiz olan ancak aralarında “anlaşmaya” vararak
serbest sözleşmeler yoluyla birbirlerine bağlanan küçük
komünlerdir. Ekonomik bakış açısından bu tür bir
üretim sistemi, kapitalist sistemi gölgede bırakacak bir
üretim tarzından ziyade orta çağ komünlerine daha
yakındır. Ancak bu sistem sadece geriye doğru bir adım
değildir, aynı zamanda tamamen ütopiktir. Gelecekteki
toplum, yoktan sihirbazlıkla ya da cennetten gelen bir
melek tarafından yaratılmayacaktır. Eski toplumun,
finans kapitalin devasa mekanizması tarafından
yaratılan ilişkilerin içinden doğacaktır. Herhangi bir yeni
düzen, ortadan kalkacak olan düzenin üretici güçlerinin
daha da gelişmesi yoluyla mümkün ve yararlı olabilir.
Doğal olarak, üretici güçlerin gelişmesi, ancak üretim
sürecinin merkezileşmesi eğilimi devam ettiği, “kişilerin
hükümeti”nin yerine geçen “şeylerin idaresi”nin
örgütlenmesi yoğunlaştığı oranda düşünülebilir bir
şeydir.
Şimdi –anarşistler diyecektir ki– merkezileşme tam
olarak devletin özüdür ve üretimin merkezileşmesini
devam ettirdiğiniz için devlet aygıtını, şiddetin
iktidarını, kısacası “otoriter ilişkileri” de devam ettirmek
zorundasınız.
conatus
Komünist toplum DEVLETSİZ bir toplumdur.
Böyle olduğuna göre, anarşistler ve komünistler
arasındaki fark gerçekte nedir? Bu ayrım, en
azından gelecekteki toplum ve “nihai amaç”
sorununu ele almaya geldiğinde ortadan kalkan
bir ayrım mıdır?
Bu yanıt doğru değildir; çünkü bilimsel olmayan ve daha
ziyade çocukça bir devlet anlayışını varsaymaktadır.
Devlet, tıpkı sermaye gibi, bir nesne değil, toplumsal
sınıflar arasındaki bir ilişkidir. Devlet, yönetenle
yönetilen arasındaki sınıf ilişkisidir. Devletin özü bu
ilişkidir. Bu ilişki sona erdiğinde devlet de sona erer.
Merkezileşmede devletin asıl unsurlarından birini
görmek, üretim araçlarını sermaye olarak görenlerle
aynı hataya düşmek demektir. Üretim araçları, ancak
bir sınıfın tekeline girdiği ve ücretli emek temelinde
başka bir sınıfın sömürüsüne hizmet ettiğinde, yani sınıf
baskısının ve sınıfsal ekonomik sömürünün toplumsal
ilişkilerinin ifadesi haline geldiğinde sermayeye dönüşür.
Üretim araçları kendi içlerinde istenilen şeylerdir,
insanın doğaya karşı mücadelesindeki araçlarıdır. O
halde, gelecekteki toplumda bunların yok olmayacağı,
tersine belki de ilk kez hak ettikleri yere kavuşacakları
anlaşılır.
Elbette emek hareketinde, işçilerin üretim aracı olarak
makine ile sermaye, yani baskı aracı olarak makine
arasındaki fark konusunda net olmadığı bir dönem oldu.
Yine de o dönemde işçiler, makinelerin özel mülkiyeti
yerine ilkel el aletlerine geri dönebilmek için makineleri
parçalamakla ilgileniyordu.
Burada, üretimin merkezileşmesi konusunda “sınıf
bilincine sahip” anarşistlerin pozisyonuyla bir
benzerlik vardır. Kapitalist merkezileşmenin bir baskı
9
yöntemi olduğunu görerek genel anlamda üretimin
merkezileşmesine karşı çıkarlar; çocuksu saflıkları,
şeyin özü ile toplumsal, tarihsel, dış biçimini birbirine
karıştırır.
Dolayısıyla burjuva toplumuna dair anarşistler ve biz
komünistler arasındaki fark, bizlerin devleti savunması,
onların da devlete karşı olmalarında değil, bizim üretici
güçlerin en yüksek düzeyde gelişimine uygun olarak,
üretimi büyük birimlerde merkezileştirme yanlısı
olmamız ile onların üretici güçlerin düzeyini değil
artırmak azaltacak olan küçük, merkezi olmayan üretimi
desteklemelerinde yatar.
II
Komünistleri ve anarşistleri bölen ikinci temel
mesele, anarşistlerin proletarya diktatörlüğüne karşı
tutumlarıdır. Kapitalizm ve “geleceğin toplumu” arasında
bir sınıf mücadelesi dönemi, burjuva toplumun son
artıklarının da temizleneceği ve –düşmüş olsa da halen
direnen– burjuvazinin sınıf saldırılarının püskürtüldüğü
bir dönem yer alır. Ekim Devrimi deneyimi göstermiştir
ki, “burjuvazi devrildikten sonra bile” elinde kalan
kaynakları kullanmaya, işçilere karşı mücadele etmeye
devam eder ve sonunda uluslararası tepkilere bel bağlar;
öyle ki, işçilerin nihai zaferi ancak proletarya bütün
dünyayı kapitalist güruhtan kurtardığında ve burjuvaziyi
tam anlamıyla boğduğunda mümkün olacaktır.
Dolayısıyla, proletaryanın kendi mücadelesinde bir
örgütten faydalanması çok doğaldır. Bu örgüt ne kadar
büyük, güçlü ve sağlam olursa nihai zaferin kazanılması
o kadar çabuk olacaktır. Böylesi bir ulusüstü örgüt,
ancak proleter devlet, işçilerin iktidarı ve yönetimi,
diktatörlüğü olabilir.
Tüm iktidarlar gibi, proletaryanın gücü de örgütlü
şiddettir. Bütün devletler gibi, proleter devlet de bir
baskı aracıdır. Elbette şiddet meselesi konusunda bu
kadar ihtiyatlı olmaya gerek yoktur. Böyle bir ihtiyatlılığı
iyi Hıristiyanlara ya da Tolstoyculara bırakmak
gerekir, devrimcilere değil. Şiddeti savunmadan ya da
reddetmeden önce bu şiddetin kime uygulandığını
görmek gerekir. Devrim ve karşıdevrim aynı ölçüde
şiddet eylemleridir; ancak bu nedenle devrimi
reddetmek anlamsızdır.
Aynı şey, iktidar ve proletaryanın otoriter şiddeti sorunu
için de geçerlidir. Elbette bu şiddet bir baskı aracıdır,
ancak burjuvaziye karşı bir baskı. Bu, bir misilleme
sistemi getirir; ancak bu misillemeler de burjuvaziye
yöneltilmiştir. Sınıf mücadelesi en yüksek gerilim
noktasına ulaştığında ve iç savaşa dönüştüğünde bireysel
özgürlüklerden bahsedilemez; artık sömürücü sınıfın
sistematik olarak bastırılmasından bahsedilmelidir.
Proletaryanın iki şey arasında tercih yapması gerekir:
Ya yerinden edilen burjuvaziyi ilk ve son kez ezer ve
kendini burjuvazinin uluslararası müttefiklerinden
korur ya da bunları yapmaz. İlk başta, işin sistematik
bir tarzda ve kaynaklar elverdiği ölçüde örgütlenmesi
gerekir. Bunun için, proletaryanın bedeli ne olursa olsun
örgütlü bir güce ihtiyacı vardır. Bu güç, proletaryanın
devlet iktidarıdır.
Sınıf farklılıkları bir kalemde silinip atılamaz. Bir sınıf
olarak burjuvazi, politik iktidarını yitirdikten sonra
hemen yok olmaz. Benzer biçimde, zaferinden sonra
bile proletarya yine proletaryadır. Elbette yönetici
sınıf konumuna geçmiştir. Bu konumu sürdürmek
ya da kendine düşman olan toplumun geri kalanı ile
birleşmek zorundadır. Tarihsel olarak ortaya çıkan
sorun budur ve bunu çözmenin iki ayrı yolu yoktur. Tek
çözüm şudur: Devrimin arkasındaki itici güç olarak
proletaryanın görevi, diğer sınıfları kendisi gibi yeniden
şekillendirmeyi başarasıya kadar hakim konumunu
sürdürmektir. O zaman –ancak o zaman– proletarya
devlet örgütlenmesini dağıtır ve devlet “sönümlenir”.
Anarşistlerin bu geçiş dönemi meselesinde farklı bir
duruşu vardır ve bizler ile onlar arasındaki fark, aslında
Proleter Ortak-Devlet’e karşı olmak ya da olmamak,
Proletarya Diktatörlüğü’ne karşı olmak ya da olmamak
olarak özetlenebilir.
Anarşistler için, genel iktidar bir yana bütün iktidarlar
koşullar ne olursa olsun kabul edilemez; çünkü
burjuvaziye karşı yönelmiş olsa da bu baskıyla aynı
kapıya çıkar. Dolayısıyla ve devrimin gelişiminin bu
aşamasında, anarşistler burjuvazi ve işbirlikçi partileriyle
proletarya iktidarına karşı velvele yaratılmasında bir
oluyor. Anarşistler, proletarya iktidarına karşı muhalefet
ettiklerinde “solcu” ya da genellikle adlandırıldıkları
şekilde “radikal” olmaktan çıkıyorlar; aksine burjuvaziye
karşı sistematik ve örgütlü bir sınıf mücadelesi
yürütmekte isteksiz davranarak kötü devrimcilere
dönüşüyorlar. Proletarya diktatörlüğünden vazgeçmekle
kendilerini mücadele için en geçerli silahtan mahrum
conatus
10
bırakıyorlar; diktatörlüğe karşı mücadele ederek ve
proletaryanın elinden silahlarını alarak proleter güçleri
dağıtıyor, burjuvaziye ve hain burjuva ajanlarına destek
oluyorlar.
Anarşistlerin gelecekteki toplum ve proletarya
diktatörlüğü konusundaki duruşlarını açıklayan temel
anlayışın ne olduğunu keşfetmek oldukça kolay; bu
–tabiri caizse ilkesel olarak– sistematik, örgütlü kitle
eylemi tekniğine duydukları nefretle özetlenebilir.
Anarşist teoriye göre, tutarlı bir anarşistin sovyet
iktidarından nefret etmesi ve buna karşı mücadele
etmesi gerekir.1 Ancak böyle bir duruşun işçiler ve
köylüler için ne kadar absürd olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, ilkeleri kendilerini böyle bir
pozisyona sürükleyen anarşistlerin sayısı o kadar da çok
değildir; aksine proletaryanın devlet iktidarının yüksek
meclisinde ve yürütmesinde, yani Sovyet Merkezi
Yürütme Komitesi’nde yer almaktan oldukça hoşnut
anarşistler de vardır.
Bunun bir çelişki, doğru anarşist bakış açısından bir
sapma olduğu açıktır. Ancak anarşistlerin Sovyetler için
özel bir ilgi besleyemeyeceği anlaşılıyor. En iyi ihtimalle,
sadece bunlardan “faydalanırlar” ve bunları parçalamaya
daima hazırdırlar. Bu durum, daha geniş etkisi olan
pratik bir farklılığa götürür: Bizce temel görev, proleter
kitle örgütleri –İşçi Konseyleri– iktidarına bunları
güçlendirmek ve örgütlemek yoluyla mümkün olan en
geniş tabanı sağlamakken, anarşistler bilinçli olarak
buna engel olmaktadır.
Ekonomik praksisin proletarya diktatörlüğü döneminde
nasıl şekil alması gerektiği konusunda izlediğimiz
yollarda da oldukça farklıyız. Kapitalizme karşı
ekonomik zaferin temel koşulu, “mülksüzleştirenlerin
mülksüzleştirilmesi”nin, eşit paylar şeklinde bile olsa,
küçük küçük bölünmelere dönüşmemesini sağlamaktır.
Her yeni paylaştırma küçük mülk sahiplerini çoğaltır;
ancak büyük kapitalist mülkiyet küçük mülkiyetten
doğar ve bu yolla zenginlerin mülklerinin paylaştırılması
zorunlu olarak aynı zengin sınıfın yeniden doğmasına
yol açar.
El konulan üretim araçlarının toplumsal ve kolektif
olarak sistematik ve örgütlü bir tarzda kullanılıp
kullanılmadığını görmek, küçük burjuvazinin ve dağınık
yığının işine yarayacak bir paylaştırma yapmamak işçi
sınıfına kalmıştır.
conatus
Ve bu da sadece mülksüzleştirmenin örgütlü bir biçimde,
proleter kurumların denetimi altında yapılmasıyla
mümkündür; aksi takdirde mülksüzleştirme bozguncu
bir görünüm alır ve bir bütün olarak toplumun
mülkiyetinde olması gereken şeylerin kolayca özel
bireyler tarafından temellük edilmesine dönüşür.
Rus toplumu –ve özellikle de sanayi ve tarım sanayisi–
kriz ve tam bir yıkım döneminden geçiyor. Bu muazzam
zorluklar, sadece üretici güçlerin net bir şekilde yıkıma
uğramasını değil, aynı zamanda bütün bir ekonomik
yapının ağır şekilde altüst oluşunu beraberinde getiriyor.
Sonuç olarak, işçilerin bütün üretim araçlarının,
konutların, talep edilen tüketici ürünlerinin tam bir
envanterini çıkarmaya ve bunları denetlemeye bugün
her zamankinden daha çok dikkat etmesi gerekiyor.
Böyle bir denetim, mülksüzleştirme sadece özel kişilerin
ya da grupların değil proleter iktidarın organlarının işi
olursa mümkün olabilir.
III
Anarşistlere sanki kabahatli, suçlu, haydutmuşlar vs. gibi
karşı çıkmaktan özellikle kaçındık. İşçiler için önemli
olan, öğretilerinde ve zararlı praksislerinin kökeninde
tehlikeli olanın ne olduğunu anlamalarıdır.
Argümanımızın odak noktasını gelişigüzel bir ağız
dalaşına çeviremeyiz. Şimdiye kadar söylenmiş
olanlar kendi içlerinde, kendi cepleri için el koyan
“mülksüzleştirici” grupları çoğaltanların neden tam
da anarşist gruplar olduğunu ve anarşistlerin neden
suçluları çektiğini açıklıyor. Devrimi kendi özel çıkarları
için sömüren yıkıcı unsurlar her yerde her zaman
bulunur. Ancak mülksüzleştirmenin kitle organlarının
denetimi altında geçekleştiği yerde, özel kâr durumunun
ortaya çıkması çok daha zordur.
Öte yandan, örgütlü kitle eylemlerine katılmaktan ilkesel
olarak uzak durulduğunda ve bunların yerine “kendi
kararlarını özerk ve bağımsız olarak kendi veren” özgür
grupların eylemi geçirilmek istendiğinde, bildiğimiz
sokak hırsızlarının eyleminden teorik ve pratik olarak
hiçbir farkı olmayan “mülksüzleştirmeler” için olabilecek
en iyi ortam yaratılmış olur.
Bireysel mülksüzleştirme ve el koymalar vs. sadece
bir üretim, dağıtım ve denetim aygıtının yaratılmasını
engelledikleri için değil, aynı zamanda bu eylemlere
girişenleri tamamen ahlaksızlaştırarak sınıf bilincinden
11
mahrum bıraktığı, bunları yoldaşlarla işbirliği için
kullanmamalarına ve tüm bunları tek bir grup ve hatta
tek bir “özgür birey” lehine terk etmelerine neden
olduğu için tehlikelidir.
İşçi devriminin iki yönü vardır: yıkıcı yönü ile yaratıcı
ve yeniden kurucu yönü. Yıkıcı yönü, her şeyin ötesinde
burjuva devletinin yıkılmasında kendini gösterir. Sosyal
demokrat oportünistler, proletaryanın iktidarı ele
geçirmesinin hiçbir biçimde kapitalist devletin yıkılması
anlamına gelmeyeceğini, böyle bir “ele geçirme” fikrinin
yalnızca birkaç insanın aklının ürünü olduğunu iddia
ediyor. Gerçeklikte iktidarın işçiler tarafından ele
geçirilmesi, ancak burjuvazinin iktidarının yıkılması
yoluyla bir gerçeklik haline gelebilir.
Anarşistlerin burjuva devletini yıkma çabasının içinde
olumlu bir rolü vardır; ama organik açıdan, “yeni bir
dünya” yaratma konusunda yetenekli değildirler ve
öte yandan proletarya iktidarı aldığında, en acil görev
sosyalizmi inşa etmek olduğunda, anarşistlerin, bu
kurucu etkinliğe düzensiz ve bozguncu eylemleriyle
aralıksız saldırmaları yüzünden, neredeyse sadece
olumsuz bir rolü vardır.
Komünizm ve komünist devrim; proletaryanın, üretken
anlamda aktif sınıfın büyük ölçekli üretim aygıtı yoluyla
ulaşmak istediği gayesi budur. Yoksul sınıfların öteki
bütün kesimleri ise, proletaryayı arkadan korudukları
ölçüde komünist devrimin aktörü haline gelebilirler.
Anarşi, proletaryanın değil, sınıfsız grupların, üretken
emekle hiç bağı olmayan atıl grupların ideolojisidir;
dilenci güruhlarının (lümpen proletarya), unsurları
işçilerin, harap burjuvazinin, düşkün aydınların, aileleri
tarafından sürülmüş ve yoksullaştırılmış köylülerin
arasından gelen bir insan grubunun, yeni bir şey, bir
değer yaratmaktan aciz, “el koymalarla” ele geçirdiklerini
zorla ellerinde tutan insanların ideolojisidir. Toplumsal
bir fenomen olarak anarşi budur.
Anarşi, kapitalist toplumun çözülüşünün bir ürünüdür.
Bu sefaletin gidişatı, toplumsal bağların parçalanması,
önceleri bir sınıfın üyesi olan insanların, artık
hiçbir sınıfa bağlı olmayan, “kendileri” için yaşayan,
çalışmayan ve bireyciliklerini koruyabilmek için hiçbir
örgütü tanımayan atomize “bireyler”e dönüşmesiyle
belirlenir. Barbar kapitalist rejimin ürettiği sefalet işte
budur.
Proletarya kadar sağlıklı bir sınıf, kendini anarşinin
kötü etkilerinden korumalıdır. Anarşi, ancak bu işçi
sınıfı parçalanırsa, aşırı uçlarının birinden ve bir
hastalık belirtisi olarak ortaya çıkabilir. Ve işçi sınıfı,
ekonomik olarak çözülmeye karşı mücadele ettiği gibi,
sonu anarşiye varacak olan ideolojik çözülmeye karşı da
mücadele etmelidir.
Nikolai Bukharin, Anarchy and Scientific
Communism, www.marxists.org/archive/bukharin/
works/1918/ps.htm
1
Burada yazar, Sovyet Rusya’da olanlara gönderme yapmaktadır.
conatus
12
13
TOPLUMSAL DEVRİM VE DEVLET
M i h a i l
B a k u n i n
İngilizceden çeviren: Ali Sümer
Bismarck’ın politik ve burjuva dünya için yapmış olduğu şeyi, Marx, bugün Avrupa
proletaryası içerisinde, sosyalist dünya için yapmak istiyor: Fransız inisiyatifini Alman
inisiyatifi ve hakimiyetiyle değiştirmek; ona ve takipçilerine göre, kendi düşüncesinden
daha yetkin bir Alman düşüncesi olmadığı için, Enternasyonal içinde bu düşüncenin
teorik ve pratik açıdan üstünlüğü ele almasının vaktinin geldiğine inanıyor. Bu mesele,
çağrısını kendisinin yaptığı, Eylül 1871’de Londra’da toplanan konferansın tek konusuydu.
Bu Marksist düşünce kesin olarak, 1848’de Marx ve Engels tarafından hazırlanan ve basılan
mülteci Alman komünistlerine ait meşhur manifestoda geliştirilmiştir. Bu, proletaryanın
devlet yoluyla kurtuluşu ve emeğin devlet tarafından örgütlenmesinin teorisidir.
Siyasi iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi, bu teorinin esas noktasıdır. Marx ve
Engels kadar vazgeçilmez insanların, siyasi iktidarı kutsayıp onaylayarak bütün ihtiraslara
kapı aralayan bir programın taraftarı olmaları gerektiği anlaşılabilir. Siyasi iktidar var
olacağından dolayı ister istemez, tebaa da olacaktır; bunların cumhuriyetçi bir tarzda
gelişen yurttaşlar olacağı doğrudur. Ama bunlar, yine de zorunlu olarak tebaa olacak ve
itaat etmeye zorlanacaklardır. Çünkü itaat olmadan iktidar olanaklı değildir. Buna cevaben,
onların insanlara değil, kendi yaptıkları yasalara itaat edecekleri söylenebilir. En özgür
ve en demokratik, ama politik olarak yönetilen ülkelerde yasaların ne kadarının insanlar
tarafından yapıldığını ve bu yasalara itaatin neyi ifade ettiğini herkesin bildiğini söyleyerek
bunu yanıtlayayım. Gerçeklerin yerine bile bile kurguları geçirmeye hevesli olmayan
herkesin çok açık bir biçimde fark edeceği gibi, böyle ülkelerde bile insanlar kendi yaptıkları
yasalara değil, kendi adlarına yapılan yasalara itaat eder ve bu yasalara uymak onlar için,
koruyucu ve yönetici azınlığın keyfi iradesini kabul etmekten ya da diğer bir deyişle özgür
köleler olmaktan başka hiçbir şey ifade etmez.
Bu programdaki başka bir ifade, insanların tamamıyla özgürleşmesini samimiyetle isteyen
biz devrimci anarşistlere son derece zıttır: Bahsettiğim bu ifade proletaryanın, bütün bir işçi
toplumunun,“yığın” olarak değil bir “sınıf ” olarak sunulmasıdır. Bunun ne anlama geldiğini
biliyor musunuz? Bunun anlamı, ne eksik ne de fazla, fabrika ve kasabalardaki işçilerden
oluşan ve kırsal kesimdeki proletaryayı oluşturan milyonları dışlayan ve Alman Sosyal
Demokratlarının beklentilerine göre, sözde büyük Halk Devletinin tebaası haline gelecek
conatus
14
olan yeni bir aristokrasidir. “Sınıf ”, “İktidar” ve “Devlet”,
her biri diğer ikisini ön varsayan ve hepsi birden şu
sözlerle özetlenebilecek üç ayrılmaz kavramdır: kitlelerin
siyasi olarak tabi kılınması ve ekonomik sömürüsü.
Burjuvazinin 18. yüzyılda soyluları tahttan indirmesi,
yavaşça kendi bedeni içerisinde massetmesi, kırsaldaki
ve kasabalardaki işçiler üzerindeki egemenliği ve
sömürüyü soylularla paylaşması gibi, bugün Marksistler,
şehirdeki proletaryayı burjuvaziyi devirmeye, onları
massetmeye ve kırsal kesimdeki proleterler üzerindeki
egemenliği ve sömürüyü burjuvaziyle paylaşmaya
çağırıyor. Eğer tarihin bu son dışlanmışları, daha sonra
ayaklanmaz ve bütün sınıfları, ünvanları, iktidarları tek
kelimeyle bütün devletleri yıkmaz ise.
Halbuki benim için proletaryanın çiçeği, Marksistlerden
farklı olarak, üst tabakayı, işçiler arasında en uygar ve
rahat olanları, Marksistlerin dördüncü bir hakim sınıf
oluşturmak için kullanmak istediği ve her şey büyük
proleter kitleler yararına düzenlenmediği oranda
gerçekten böyle bir sınıfı oluşturabilecek yarı-burjuva
işçileri ifade etmiyor. Çünkü görece rahatları ve
yarı-burjuva pozisyonları yüzünden, tüm toplumsal
ve politik önyargılar ve burjuvazinin sınırlı arzu ve
istekleri, bu üst tabaka işçilere ne yazık ki derin bir
şekilde nüfuz etmiştir. Proletarya içerisinde, en bireyci
ve en az sosyalist olanların bu üst tabaka olduğu açıkça
söylenebilir.
Proletaryanın çiçeği ile, her şeyin ötesinde, büyük
yığınları, uygarlaşmamış, yoksulluğa, sefalete, cehalete
“Sınıf ”, “İktidar” ve “Devlet”, her biri diğer
ikisini ön varsayan ve hepsi birden şu sözlerle
özetlenebilecek üç ayrılmaz kavramdır:
kitlelerin siyasi olarak tabi kılınması ve
ekonomik sömürüsü
conatus
sürüklenmişleri kastediyorum. Bay Engels ve Bay
Marx’ın, Engels’in arkadaşımız Cafiero’ya yazdığı
mektuptaki ifadeyle, çok güçlü bir devletin ataerkil
rejimine tabi kılmak istedikleri milyonları. Kuşkusuz
sadece yığınların yararı için kurulmuş diğer bütün
devletler gibi, bu yalnızca kendi kurtuluşları için
olacaktır. Ben, proletaryanın çiçeği ile, kesinlikle
devletlerin ebedi “besin kaynağından”, Bay Marx ve
Engels tarafından genellikle pitoresk ve aşağılayıcı
“lümpen proletarya” ya da “ayak takımı” ifadeleriyle
tanımlanan büyük halk yığınından, burjuva
uygarlığı tarafından neredeyse hiç kirletilmemiş
olmaları sayesinde, yüreklerinde ve arzularında,
ortak durumlarının getirdiği bütün ihtiyaçları ve
yoksulluklarında geleceğin sosyalizminin bütün
tohumlarını taşıyan ve bugün tek başına toplumsal
devrimi başlatma ve onu zafere ulaştırma gücüne sahip
yığınlardan bahsediyorum.
Bu açıdan bizle ayrışsalar da, Marksistler bizim
programımızı tamamen reddetmezler. Yalnızca, tarihin
yavaş ilerleyişini hızlandırmaya ve onun önüne geçmeye
çalıştığımız ve birbirini izleyen evrimlerin bilimsel
yasasını önemsemediğimiz için bizi kınarlar. Tinin
felsefi incelemesine adanmış kendi dünyalarından
bakarak, Almanlara özgü bir cüretle, asi köylülerin
kanlı yenilgisinin ve despot devletlerin 16. yüzyıldaki
zaferinin büyük bir devrimci gelişme olduğunu iddia
eden Marksistler bugün, sözde kasabalı işçilerin lehine
ve kırsaldaki işçilerin aleyhine yeni bir despotizm
kurarak kendilerini tatmin etme cüreti göstermektedir.
Siyasi iktidarı ele geçirme programını desteklemek
için, Marx’ın bütün sisteminin mantıksal sonucu olan
çok özel bir teorisi vardır. Her ülkenin siyasi durumu,
daima ekonomik durumunun ürünü ve doğru bir
ifadesidir der; ilkini değiştirmek için, yalnızca ikinciyi
dönüştürmek gereklidir. Marx’a göre, tarihsel evrimin
bütün sırrı buradadır. Siyasi, hukuki ve dini kurumların
ekonomik durum üzerindeki açık tepkisi gibi tarih
içindeki diğer unsurları göz önüne almaz. “Siyasi
köleliği, devleti yoksulluk üretir” der; ama “Siyasi
kölelik, devlet, yoksulluğu yeniden üretir ve kendi
varoluşunun bir koşulu olarak yoksulluğu devam ettirir;
bu yüzden, yoksulluğu yok etmek için devleti yok etmek
gerekir!” denerek bu ifadenin tersine çevrilmesine
izin vermez. Karşıtlarının yoksulluğun fiili nedeni
15
olarak siyasi köleliği, devleti suçlamasını yasaklayan
Marx’ın, Almanya’daki Sosyal Demokrat partide yer
alan arkadaşları ve takipçilerine, iktidarın ve siyasi
özgürlüklerin ele geçirilmesini, ekonomik kurtuluşun
mutlak ön koşulu olarak düşünmelerini buyurması
gariptir.
Marx ekolünün sosyologları, Engels ve Lassalle
gibiler, yoksulluğun, yığınların alçaltılmasının ve
köleleştirilmesinin nedeninin devlet olmadığını,
aksine yığınların sefil koşulları kadar, devletin despot
iktidarının da daha genel bir nedenin etkileri olduğunu,
ekonomik gelişmenin kaçınılmaz aşamalarından
birinin ürünü olduğunu söyleyerek bize itiraz ederler.
Tarihsel bakış açısından bu aşama, onların toplumsal
devrim dediği şeye doğru atılan büyük bir adımı, gerçek
bir gelişimi oluşturur. Öyle ki, Lassalle Almanya’daki
köylülerin 16. yüzyıldaki isyanının korkunç yenilgisinin
–Almanların yüzlerce yıllık kölelik tarihini başlatan
görülmüş en acı yenilgi– ve bunun zorunlu sonucu
olarak despot ve merkezi devletin zaferinin, devrim için
büyük bir zafer olduğunu söylemekte tereddüt etmez.
Çünkü Marksistlere göre, köylüler gericiliğin doğal
temsilcileriyken, modern ordu ve bürokratik devlet
–16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yavaşça başlayan
ama sürekli ilerleyerek, eski feodal toprak ekonomisini,
zenginliğin üretimine ya da diğer bir deyişle, insan
emeğinin sermaye tarafından sömürülmesine
dönüştüren toplumsal devrimin bir ürünü ve kaçınılmaz
refakatçisi olan– bu Devlet, bu devrimin esas koşuludur.
Aynı mantıkla hareket eden Engels’in, arkadaşlarımızdan
Carlo Cafiero’ya yazdığı mektupta, en ufak bir alay
olmadan, aksine gayet ciddi bir tarzda, hem Kral
Victor Emmanuel II’in hem de Bismarck’ın, kendi
ülkelerinde politik merkezileşmeyi sağlayarak devrime
büyük hizmetlerde bulunduğunu söylemesi bu şekilde
anlaşılabilir.
Aynı şekilde, Marx, insanlığın tarihsel gelişimindeki en
önemli unsurlardan birini, her ırkın ve her halkın kendi
doğası ve özgün karakteri olduğu gerçeğini görmezden
gelir. Bu doğa ve özgün karakterin kendisi doğal olarak
etnografik, iklimbilimsel, ekonomik ve aynı zamanda
tarihsel bir nedenler çokluğunun ürünüdür. Ancak
bu özgün karakterin, bir kere üretildikten sonra, her
ülkenin ekonomik durumundan ayrı ve ondan bağımsız
bir şekilde, ülkenin yazgısı ve hatta ekonomik güçlerinin
gelişimi üzerinde dikkate değer bir etkisi olur. Doğal
nitelikler diyebileceğimiz bu unsurlardan bir tanesi,
etkileriyle her halkın kendi tarihinde belirleyici bir rol
oynar. Bu unsur, isyan dürtüsünün, diğer bir deyişle
sahip olunan ya da korunan özgürlük dürtüsünün
yoğunluğudur. Bu dürtü, tamamen ilkel ve hayvani
bir gerçektir, her canlıda farklı oranlarda bulunabilir
ve bu canlıların enerjisi, yaşamsal gücü bu dürtünün
yoğunluğuyla ölçülür. İnsanda, onu harekete geçiren
ekonomik ihtiyaçların yanında, bu dürtü bütün insani
kurtuluşun en güçlü aracı haline gelir. Entelektüel ya da
ahlaki kültürden çok –her ne kadar birini ya da diğerini
harekete geçirse de– bir karakter meselesi olduğu
için, bu dürtü uygar halklarda bazen çok az miktarda
bulunur, ya önceki gelişimleri süresince bu dürtü
tükenmiş olduğu ya uygarlıklarının kendi doğası onları
baştan çıkarmış olduğu ya da son olarak, en başta bu
dürtüden başkalarına göre daha az nasiplenmiş oldukları
için.
Alman soyluları ve burjuvazisi, geçmişinde olduğu gibi
bugün de hâlâ böyledir.
Yüzlerce yıldır soyluların ya da burjuvazinin kurbanı
olan Alman proletaryası, bugün bu ulusun üst
sınıflarında kendini gösteren fetih ruhunun sorumlusu
olarak
gösterilebilir mi? Gerçekte, şüphesiz hayır. Fetihçi bir
halk zorunlu olarak köle bir halktır ve köleler her zaman
proletaryadır. Fetih bu yüzden, onların yararının ve
özgürlüğünün tamamen karşısındadır. Kendisine yakın
bir gelecekte vaat edilen bu pan-Alman devletinin, bu
cumhuriyetçi, sözde Halk Devletinin, ağır bir köleliğin
yeni bir biçiminden başka bir şey olmadığını anlamadığı
sürece, proletarya, ruhen bunun sorumlularından biri
olacak ve öyle kalacaktır.
En azından şu zamana kadar, proletarya bunu anlamış
görünmüyor ve şefleri, hatipleri ya da yazarlarından
hiçbiri, bunu onlara açıklama zahmetinde bulunmuyor.
Aksine hepsi, proletaryayı sonunda sadece kendi
köleliği ve bütün dünyanın eleştirisiyle karşılaşacağı bir
yola sokmaya çalışıyor. Ve proletaryanın, liderlerinin
emirlerine itaat ettiği, Halk Devleti denilen korkunç
hayalin peşinden gittikleri sürece, toplumsal devrim
yönünde hiçbir inisiyatifi olmayacaktır. Bu devrim
dışarıdan, büyük bir olasılıkla Akdeniz ülkelerinden
gelecek ve Alman proletaryası, bu evrensel etkiye
conatus
16
teslim olarak, tutkularını serbest bırakacak ve kendi
tiranlarının ve onların sözde kurtuluşunun egemenliğini
bir darbeyle devirecektir.
Marx’ın düşüncesi tam tersi sonuçlara ulaşır. Yalnızca
ekonomik sorunu dikkate alan Marx kendi kendine
şöyle der: En gelişmiş ve buna bağlı olarak toplumsal
devrim ihtimalinin en yüksek olduğu ülkeler, modern
kapitalist üretimin en üst seviyeye ulaştığı ülkelerdir.
Diğerlerini dışlamak suretiyle, toplumsal devrimi
başlatacak ve yönlendirecek olan yalnızca bu uygar
ülkelerdir. Bu devrim, ister barışçıl yolla isterse şiddet
yoluyla, hem siyasi hem de büyük ekonomik görevlerini
yerine getirebilmesi için oldukça güçlü ve merkezileşmiş
olması gereken devlet tarafından mevcut mülklerin
kamulaştırılmasına ve bütün sermaye ve toprağa el
konulmasına dayanacaktır. Devlet, disiplin altına
alınmış ve örgütlenmiş tarımsal işçi ordularını yöneten
ücretli memurları aracılığıyla toprağın işlenmesini
düzenleyecek ve idare edecektir. Aynı zamanda, mevcut
bankaları ortadan kaldırarak ulusal ticareti ve emeği
finanse eden tek bir banka kurulacaktır.
En azından görünüşte, böylesi basit bir örgütlenme
planının, özgürlükten çok adalet ve eşitlik isteyen –bu
ikisi özgürlükten ayrı düşünülebilirmiş gibi ahmakça
hayallere kapılan– işçilerin hayal gücünü ilk bakışta
ayartabileceği düşünülebilir. Sanki adalet ve eşitliği
elde etmek ve pekiştirmek için diğer insanlara ve her
şeyin ötesinde, insanlar tarafından seçilmeyi ve kontrol
edilmeyi istedikleri oranda yönetici gruplara bel
bağlanabilirmiş gibi. Gerçekte bu proletarya için, tek
tipleştirilmiş kadın ve erkek işçilerin bir davulun ritmine
göre yatıp kalktığı, çalıştığı ve yaşadığı bir kışla düzeni;
zekiler ve eğitimliler için bir yönetme ayrıcalığı; ulusal
bankaların uluslararası spekülasyonlarının enginliğine
kapılan tüccar kafalılar için de kârlı bir vurgun alanı
olacaktır.
Evde kölelik, uluslararası ilişkilerde ise aralıksız savaş
olacaktır; ta ki “aşağı” ırklar, biri burjuva uygarlığından
bıkmış olan, diğeri ise ondan neredeyse habersiz ve
içgüdüsel olarak onu küçümseyen bütün Latin ya da
Slav halkları, esasında burjuva bir ulusun ve kendisine
Halk Devleti dediği için daha da despot olan bir devletin
boyunduruğu altına girmeyi reddedesiye kadar.
Latin ve Slav işçilerinin tasavvur ettiği, arzuladığı ve
umut ettiği haliyle toplumsal devrim, Almanların ya da
conatus
Marksistlerin programından çok daha geniştir. Latin ve
Slav işçiler için toplumsal devrim, cimrice ölçülen ve
ancak çok uzak bir gelecekte gerçekleşebilir olan, işçi
sınıfının kurtuluşu sorunu değil, bütün proletaryanın;
yalnızca birkaç ülkenin değil, uygar olsun ya da olmasın
bütün ulusların tamamıyla ve gerçekten kurtuluşudur;
bu evrensel kurtuluş eyleminden başlayarak yola çıkan,
gerçekten halkın olan yeni bir uygarlıktır.
Ve kurtuluşun ilk ifadesi “özgürlükten” başka bir şey
değildir; bu, Marx ve yandaşları tarafından, ilk olarak
ele geçirilmesi onaylanan ve öğütlenen burjuva, siyasi
özgürlük değil, bugün herkesin taşıdığı, dogmatik,
metafizik, siyasi ve hukuki bütün prangaları yok eden,
tüm gardiyanlar, denetçiler ve idarecilerden kurtularak,
herkese, kolektiflere ve aynı zamanda bireylere
eylemlerinde ve gelişimlerinde tam otonomi sağlayan
insanlığın büyük özgürlüğüdür.
Kurtuluşun ikinci ifadesi dayanışmadır. Bu, hileyle ya da
güç kullanarak, herhangi bir hükümet vasıtasıyla halk
kitlelerine yukarıdan aşağı dayatılan Marksist dayanışma
değildir. Bu dayanışma, her bir bireyin özgürlüğünü
olumsuzlayan ve bu tam da bu yüzden arkasında kölelik
gerçeğinin saklandığı bir yalana, bir kurguya dönüşen
Marx, “Siyasi köleliği, devleti yoksulluk üretir”
der; ama “Siyasi kölelik, devlet, yoksulluğu
yeniden üretir ve kendi varoluşunun bir
koşulu olarak yoksulluğu devam ettirir; bu
yüzden, yoksulluğu yok etmek için devleti yok
etmek gerekir!” denerek bu ifadenin tersine
çevrilmesine izin vermez
17
bir dayanışma değildir. Aksine bu, her özgürlüğün
gerçekleşmesi ve onaylanması anlamına gelen, kökeni
herhangi bir siyasi yasadan değil, insanların içkin
kolektif doğasından gelen bir dayanışmadır. Dolayısıyla
bu dayanışma etrafında, hayatına doğrudan ya da dolaylı
etkisi olan bütün insanlar aynı derecede özgür olmadığı
sürece, hiç kimse özgür değildir. Bu gerçek, Robespierre
tarafından hazırlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nde
“bir kişinin köleliği herkesin köleliğidir” ifadesinde
mükemmel bir biçimde ortaya konmuştur.
Herhangi bir yapay ve otoriter kurumun sonucu
olmanın çok ötesinde, bizim istediğimiz dayanışma,
yalnızca toplumsal –ekonomik ve aynı zamanda ahlaki–
yaşamın kendiliğinden bir ürünü, ortak yararların,
isteklerin ve eğilimlerin özgür birliğinin bir sonucudur.
Bu dayanışmanın temelleri; eşitlik, –yasaların değil,
olguların zorlamasıyla zorunlu hale gelen– kolektif
emek, kolektif mülkiyet, yol gösteren bir ışık, deneyim
olarak bilgi ve öğrenme yani kolektif yaşam pratiği
ve nihai amaç olarak da İnsanlığın kuruluşu ve sonuç
olarak da tüm Devletlerin yıkılmasıdır.
Latin ve Slav halklarının çağdaş isteklerine karşılık
gelen, ilahi ya da metafizik değil, insani ve pratik tek
ideal budur. Onlar, tam özgürlük, tam dayanışma
ve tam eşitlik istiyor, tek kelime ile İnsanlık istiyor
ve geçici olsa bile bundan daha az hiçbir şeyle
yetinmeyecekler. Marksistler bu istekleri ahmakça
bulacaklardır; bu uzun süreden beri yapılıyor; ama
bu onları amaçlarından döndürmedi ve bu amacın
görkemini Marksist Sosyalizmin burjuva yavanlığına
asla değişmeyeceklerdir.
Hedeflerinin yetersizliği bir yana, tamamen
uygulanamaz olmasının zorluklarını belli eden Marksist
fikre göre gerçekleşmesi çok daha kolay olduğundan,
bu ideal pratiktir. Olası ve pratik şeyleri savunan zeki
ve mantıklı insanlara Ütopyacı dendiği daha önce
görülmüştür ve bugün Ütopyacı olduğu söylenenlerin
yarın pratik adamlar olarak tanınması da ilk defa
olmayacaktır. Marksist sistemin saçmalığı, Sosyalist
programın ölçüsüzce basitleştirilerek Burjuva radikaller
için kabul edilebilir hale getirilebileceğini ve böylece
onların, olan bitenden habersiz ve istenç dışı bir şekilde
toplumsal devrime hizmet etmelerinin sağlanabileceğini
umut etmesinde yatar. Burada büyük bir hata vardır;
tarihteki bütün deneyimler göstermiştir ki, iki tarafın
ittifakı her zaman daha gerici olanının lehine döner.
Bu ittifak, daha ilerici tarafı, programını zayıflatarak ve
çarpıtarak, manevi gücüne ve kendine güvenine zarar
vererek kaçınılmaz olarak güçten düşürürken, gerici
olan taraf her yalan söylediğinde kendine daha da sadık
kalmış olur.
Bana göre, Marksistlerin, ister devrimci ister reformist
olsun burjuva radikalizmi ile bütün flörtleşmeleri,
proletaryanın artan gücünün dağıtılması ve demoralize
edilmesi ve sonuçta da burjuvazinin kurulu gücünün
pekiştirilmesinden başka bir sonuca götüremez.
Mihail Bakunin, Social Revolution and the State,
Marxism, Freedom and the State içinde, http://
libcom.org/library/marxism-freedom-state-mikhailbakunin-5.
conatus
18
19
İŞÇİ SINIFININ RUHU: SOVYETLER
V o l k a n
Y a r a ş ı r
Halk komiteleri ya da “komün” tipi örgütlenmeler ilk olarak 1789 Fransız Burjuva Devrimi
günlerinde ortaya çıktı.
“Komünler” ve şubeleri başlangıçta merkezi hükümet tarafından yerel yönetim organları
olarak tasarlanmıştı.
1790-1793 devrim süreci bu örgütlenmeleri embriyon niteliğinde de olsa, halk
egemenliğinin cisimleştiği iktidar odakları haline getirdi.
Egemenlerin Convetion’un ve Kamu Selamet Komitesi’nin iktidarı karşısında Komünler
ikinci bir iktidarı temsil ediyordu. Sanculotte’ların yani Paris halkının iktidarını…
Komün kavramı evrensel anlamına 1871 Paris Komünü’yle kavuştu. Paris Komünü
uluslararası işçi hareketinin dönüm noktasıydı. XIX. yüzyıl işçi hareketinin en büyük
örneğiydi. İnsanlık tarihinde ilk kez proleter bir devrim gerçekleşiyordu. Ve Paris işçisi
“göğün fethine çıkıyordu”. Marx ve Engels, Komün’de proletarya diktatörlüğünün somut
biçimlenişini gördü. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasında komünü emeğin ekonomik
özgürleşmesinin politik biçimi olarak değerlendirdi.
Başta Komün deneyimi ve farklı tarihsel koşullarda ortaya çıkan Sovyet ve Konsey tipi
örgütlenmeler önceden tasarlanmadan doğan yapılardı.
Tarih sahnesine çıktıkları her yerde kitlelerin yaratıcı gücü ve özgürlük tutkularının
doğrudan ifadesi olarak doğdular.
Komün ya da Sovyet tipi örgütlenmeler kapitalizmin içinde bulunduğu krizi, kitlelerin
çıkarlarına uygun biçimde çözen ve işçi demokrasisinin olanaklarını yaratan yapılanmalar
oldu.
Ortaya çıkmalarının ön koşulu devrimci durumun varlığıydı. Praksis sürecinin, sınıf
mücadelesinin ürünü olan bu yapılar, devrimci teoriyle bütünleşecekti.
Bu tarz örgütlenmelerin birinci özelliği kitlelerin kolektif iradelerini doğrudan temsil
etmeleriydi. İkinci özelliği ise merkezi (burjuva) iktidarına karşı alternatif iktidar organı gibi
çalışmalarıydı.
Yani karşı hegemonyanın kurucu gücüne dönüşerek her türlü egemenlik ve tahakküm
ilişkilerini reddedip, kitlelerin öz inisiyatifini harekete geçirmeleriydi.
Sovyet tipi örgütlenmeler burjuva demokrasisinin dolaylı temsile dayanan parlamenter
conatus
20
işleyişinden farklı olarak, dolaysız temsile dayalı
doğrudan demokrasinin kurumları olarak hareket etti.
Kitlelerin yaratıcı ve yıkıcı gücünü açığa çıkardı, sıradan
insanların, muktedir olmalarını sağladı. Komünist
ütopyanın güncel biçim alışı olan Sovyetler, ekonomik
alan ve politik alan ayrımını fiilen aşarak, kitleleri kendi
geleceklerinin mimarı haline dönüştürdü.
1905 Devrimi ve Sovyetler
Paris Komünü’nün ilk örneği 20. yüzyılın başında
Rusya’da yaşandı. 1905’te kurulan Sovyetler, Paris
işçilerinin yükselttiği özgürlük ve eşitlik bayrağını Rus
topraklarına taşıdı.
1896 ve 1897’de başta Petersburg, Moskova ve diğer
bazı sanayi merkezlerinde yaşanan grevlerde doğan işçi
örgütlenmeleri Sovyetlerin ilk öncülü oldu.
Bu grevler kendiliğindenci bir karakterde doğmuştu.
Grevlerin yayılmasıyla bir dizi işçi örgütlenmesi ortaya
çıktı.
Grev kasaları ya da Grev Komiteleri bu yapılardan
biriydi. 1890’lı yılların başında Rusya’nın batı
bölgelerinde Yahudi işçiler tarafından kuruldu.
Bund’un* temelleri de bu komiteler aracılığıyla atılmıştı.
Grev komiteleri 1896-1897 kitle grevlerinde Merkezi
Rusya’da ortaya çıktı. Önceleri misyonları grevlerdeki
işçiler için fon oluşturmakla sınırlıydı. Daha sonra
grevleri yöneten odaklara dönüştüler. Faaliyetlerini
illegal olarak yürütmekteydiler. Komiteler en diri ve en
mücadeleci işçiler tarafından oluşturuldu. Bu yönleri
devrimci siyasal gruplarla işçi yığınları arasında volan
kayışı işlevi görmelerini de sağladı. Otokrasinin tüm
baskısına rağmen Grev Kasaları ve Grev Komiteleri
varlıklarını korudu ve 1905’ten sonra kurulacak
sendikalara temel oluşturdu.
Dayanışma Kasaları ya da karşılıklı dayanışma
dernekleri yasal örgütlenmelerdi ve gizli polisin
denetimi altındaydılar. Grevlere ya da grevdeki işçilere
hiçbir maddi yardımda bulunmadılar ve giderek
işlevsizleştiler.
Ayrıca 1880-1890’lı yıllardaki ilk grevlerde, kendilerini
temsil edecek hiçbir yapıya sahip olmayan işçiler,
aralarından temsilciler seçti. Bu seçilen temsilciler
conatus
işçilerin taleplerini fabrika yöneticilerine ve resmi
mercilere ileten örgütlenmelerdi. 1896-97’de kitle
grevlerinde de benzer bir gelişme yaşandı. 1901
Mayıs’ında Petersburg’ta işçi temsilcileri oluşumu
daha da yaygınlaştı. İşçi Temsilcileri sürekli baskı
görmelerine, gözaltına alınmalarına, tutuklanmalarına
rağmen varlıklarını koruyabildi. Hatta giderek daha
radikal işçiler, temsilci olarak seçilmeye başlandı.
1900’lere girilmesiyle işçi eylemleri ve direnişleri
yayıldı. Ekonomik taleplerin yanında siyasi talepler
de ileri sürülüyordu. Bu gelişmede işçiler arasında
faaliyet yürüten devrimci ajitatörlerin büyük rolü
oldu. Devrimci güçlerle işçi hareketinin kaynaşması
karşısında çarlık hükümeti hızla önlem alma ihtiyacı
duydu.1903’te işçi-işveren ilişkilerini düzenleyen bir
yasa çıkarıldı. Yasaya göre fabrikalarda işçiler arasından
seçilecek temsilcilerle, adına Yaşlılar Kurulu denilen bir
örgütlenmeye gidildi. Yasa temsilcilere bir iş güvencesi
getirmiyordu. İşverenin keyfi uygulamalarına açık bir
mevzuattı. Ayrıca vali tarafından temsilciler görevden
alınabilmekteydi.
İşçi hareketi ve sosyalist gruplar giderek bütünleşmeye
başlamıştı. Her grev, direniş ve gösteri işçilerle
devrimcileri kaynaştırıyordu. Çarlık hükümeti bu
durum karşısında tedirgin oldu. Yeni bir yönteme
başvurarak işçi sınıfı ve devrimciler arasında oluşmaya
başlayan bağı koparmak istedi. Daha önce yaptığı
provokasyon ve pogromlarla (Yahudi kıyımı) hedef
şaşırtabiliyor, korkuyu yayabiliyor, halk arasında şoven
duyguları körükleyebiliyordu. Çarlık, yeni bir stratejiyle
toplumsal mücadeleyi felç etmek istedi.
Zubatovizm ya da polis sosyalizmi olarak anılan bu
girişim Okhrana’nın (gizli polis) Moskova şubesi şefi
Zubatov’un fikriydi. Amaç işçilerin mücadelesini,
ekonomik mücadele içine hapsetmek ve işçileri siyasal
mücadeleden kopartmaktı.
Zubatov 1901’de Moskova’da Metal İşçileri Yardımlaşma
Derneği’ni kurdu. Yardımlaşma dernekleri kısa sürede
önemli sanayi merkezlerine yayıldı. Derneklere üye
sayısı iki yıllık bir zamanda 50 bin kişiye ulaştı.
Sosyalistler bir taraftan derneklerin niteliğini anlatıp,
eleştirirken öte taraftan bu yapılar içinde örgütlenmeyi
de ihmal etmiyorlardı. Yardımlaşma derneklerinin
giderek politikleşmesi üzerine Zubatovist oluşumlar,
çarlık hükümeti tarafından tasfiye edildi.
21
1905’e doğru çarlık Rusya’sında toplumsal gerilim
giderek artmaktaydı. İşçi hareketi gelişirken, “halklar
hapishanesi” olarak görülen Rusya’da farklı uluslar
ayaktaydı. Köylülerin toprak talepleri yükselmişti.
Rus-Japon savaşında Rusya’nın durumu kötüleşiyordu.
Bu gelişmeler rejime karşı muhalefeti artırıyordu.
Rejim her şeye karşın hiçbir yeniliğe sıcak bakmıyor
ve giderek içine kapanıyordu. Ülkede siyasal bir kriz
olgunlaşıyordu. Bu krizin patlaması için bir kıvılcım
yeterli olacaktı.
Kanlı Pazar
Zubatovcu sendikacılıktan sonra Petersburg’ta
“hayırsever” bir papaz olan Gapon’un başında
bulunduğu bir işçi derneği kuruldu. 1904’ün sonuna
doğru bu derneklerin sayısı 11’e ulaştı. Her derneğin 2-3
bin civarında üyesi vardı.
1904 Aralık ayında Petersburg’taki Putilov fabrikasında
4 işçi Gapon’un derneğine üye oldukları için işten atıldı.
3 Ocak 1905’te atılanların geri alınması için işçiler greve
başladı. İşçiler yardım istemek için Gapon’un derneğine
başvurdu. Yapılan toplantılar sonucunda işverene
verilecek bir talepler listesi oluşturuldu. Talepler kısaca
şöyleydi: Atılan işçilerin işe geri dönmesi, 8 saatlik
işgünü, asgari ücretlerin yeniden belirlenmesi, sağlık
önlemelerinin alınması.
Yapılan toplantılarda sosyalistler de etkin olmaya
başladı. Özellikle Menşevikler öne çıkmıştı. Talepler
listesi Gapon’un muhalefetine rağmen değiştirildi ve
siyasal içerik kazandırıldı. İşçilerin toplanma özgürlüğü,
köylülere toprak verilmesi, basın özgürlüğü, Rus-Japon
savaşına son verilmesi, kurucu meclisin toplanması
gibi siyasal talepler listeye eklendi. 135 bin kişi talepler
listesini imzaladı.
9 Ocak 1905’te Gapon ve işçiler ellerinde kutsal
resimlerle ve çarın portreleriyle kışlık saraya doğru
yürümeye başladı. Kitlenin sayısı 200 bine ulaşmıştı.
Ordu birlikleri yürüyüşçülere dağılmalarını söyledi.
Göstericiler dağılmadı. Açılan ateş sonucunda binlerce
kadın, erkek ve çocuk katledildi.
Kanlı Pazar, Rus halkı üzerine inanılmaz bir etki yarattı.
Toplumsal muhalefet güçlendi. Kanlı Pazar “Küçük
Baba” olarak görülen çar efsanesinin sonunu getirdi.
Özellikle işçi hareketi giderek yükseldi. Köylü hareketi
gelişti. Yoksul, yarı toprak kölesi milyonlar öfkeyle
ayağa kalktı. Ağustos ayında kurulan Köylü Birliği, Rus
köylüsünün ilk siyasal örgütü oldu.
İşçi sınıfının Ocak-Şubat ayında gerçekleştirdiği grevlere
katılım sayısı 150 bine ulaştı. Son on yılın en büyük
grev dalgası yaşanıyordu. Kafkasya’da, Polonya’da, Batlık
Kıyılarında işçi hareketi ve ezilen ulusların talepleri
birleşerek siyasallaşıyordu.
Ocak- Şubat grevleri bir dizi işçi örgütlenmesi yarattı.
Dalgasal bir şekilde gelişen ve yayılan grevlere hiçbir
siyasal yapılanma ve oluşum müdahale edemedi
ve yönlendirme olanağı bulamadı. İşçi hareketinin
dalgasal yükselişi karşısında bütün siyasi oluşumlar
atıl kalmıştı. Bu kendiliğindenci yükseliş beraberinde
yine aynı özelliklere sahip bir dizi (Temsilciler Meclisi,
İşçi Komisyonu, Grev Komitesi gibi) işçi örgütlenmesi
yarattı.
Bu örgütlenmeler geçici karakterdeydi. Grev anlarında
doğuyor, çalışmaya ve yaşam koşullarının düzeltilmesini
hedefliyorlardı.
1905’in ilk Sovyet’i Rusya’nın Manchester’i olarak
Sovyetler, kitlelerin yaratıcı ve yıkıcı gücünü
açığa çıkardı, sıradan insanların, muktedir
olmalarını sağladı. Komünist ütopyanın güncel
biçim alışı olan Sovyetler, ekonomik alan ve
politik alan ayrımını fiilen aşarak, kitleleri
kendi geleceklerinin mimarı haline dönüştürdü
conatus
22
kabul edilen, tekstil sanayinin merkezlerinden biri olan
İvanovo-Voznesensk’te kuruldu. Mayıs’ta başlayan 40
bin işçinin katıldığı grevde, işçiler 110 üyeli Sovyetler’in
kurulduğunu ilan etti. Sovyet, Temmuz ayına kadar
faaliyetlerini sürdürdü.
Ardından Kostroma’da 10 bin işçi greve çıktı ve
Grevci Temsilciler Meclisi oluşturuldu. Bu iki örnek
şehir çapında kurulan ve bütün iş kollarını kapsayan
Sovyetler’i temsil ediyordu. Eylül ayında Moskova’da
matbaa işçileri grevinde Matbaa İşçileri Sovyeti kuruldu.
Bu Sovyet oluşumu da iş kolu bazında bir örgütlenmeyi
ifade ediyordu.
Bu arada çarlık hükümeti, seçimlerin yapılması
Duma’nın toplanması için bir kararname çıkardı.
Japonya’yla Ağustos ayının sonunda barış anlaşması
imzalandı. Bu gelişmeler görünürde istikrarlı bir tablo
çizse de, Ekim ayında kendiliğinden başlayan genel grev,
bir devrim dalgasının habercisi oldu.
12 Ekim’de bütün sanayi kentleri ve işçiler genel
grevdeydi. Genel grevin en yüksek noktasında
Petersburg İşçi Temsilcileri Sovyeti kuruldu. Sovyet,
işçi hareketinin mücadele ve örgütlenme zenginliğinin
muhteşem örneklerinden biri oldu. Sovyet, Rus devrim
hareketinin en kritik bir momentini işaretliyordu.
O günleri fiilen Sovyet çalışması içinde yer alan Voline
şöyle anlatmaktadır: “Grevin başlamasında hiçbir siyasal
partinin, hatta hiçbir grev komitesinin rolü bile olmadı.
İşçiler kendi kendilerinin ‘şefi’ olarak, gönüllü bir atılım
içersinde fabrikaları ve şantiyeleri terk ettiler. Hareketi
bir kenarından bile yakalama fırsatını bulamayan
siyasi partiler tümüyle devre dışı kaldılar” (Voline, Rus
Devrimleri; Babil Yay., 2000., s. 38.).
Sovyet genel grevle ortaya çıkan bir ihtiyaca cevap
olarak doğmuştu. Başlangıçta Sovyet sınırlı bir görev
ifa ediyordu. Birkaç gün içinde işçilerin genel siyasal
temsilciliğini üstlenen bir örgüt mahiyeti kazandı. Hızla
“işçi parlamentosuna” dönüştü. “Böyle bir dönüşüm
ne önceden düşünülmüş ne de bilinçli önceden
hissedilmişti” (Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler;
Ayrıntı Yay., 1990., s. 82).
Moskova Sovyeti, Petersburg Sovyeti’nden sonra kurulan
en önemli Sovyet’ti. 180 bin işçiyi temsil ediyordu
ve 1905 ayaklanmasının ana yapılarından biri olarak
hareket edecekti.
Yıl boyunca Rusya’nın birçok şehrinde sovyetlerin
conatus
kurulması devam etti. Şehir sovyetlerinin dışında yaygın
biçimde semt sovyetleri kuruldu. Örneğin Moskova ve
Odessa’da şehir sovyeti, semt Sovyetlerinin üzerinden
şekillendi.
Şehir ve semt sovyetleri arasından işlev ve işleyiş
açısından hiçbir sorun çıkmadı. Doğal olarak kabul
edilen işleyişe göre şehir sovyetleri genel ve politik
sorunları çözüme bağlayacak kararlar aldı. Semt
sovyetlerleri ise bu kararları yürürlüğe koyan bir
misyonla hareket etti.
Sovyet toplantıları doğrudan demokrasinin somut
pratikleri oldu. Son derece heyecanlı ve yoğun geçen
bu toplantılar “sıradan” bir işçinin kolektif iradesini
yansıtıyordu. Sovyetler faaliyetlerini örgütlü bir şekilde
yürütmek için alt komisyonlar oluşturdu.
Devrimci Yapılar Sovyetlere Karşı Nasıl Tavır Aldı?
Sovyetler, “24 saatin içinde yer altından çıkmışlardı”.
“Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir
gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi
olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte
hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken dağınık
durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen;
proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren,
inisiyatif ve kendiliğinden bir özdenetim yeteneğine
sahip olan; ve hepsinden önemlisi, 24 saat içinde yer
altından çıkabilen bir örgütlenmeydi” (Troçki, 1905;
Tarih Bilinci Yay., 2000., s. 103).
Ve Sovyetlerin ikili bir işlevi vardı. Sovyetler bir yandan
özyönetim organı gibi işlev görürken öte yandan bir
devrim organı gibi hareket ediyordu.
Sovyetler aynı zamanda proletaryanın doğrudan
örgütlenmesiydi ve proletaryanın kendiliğinden oluşan
özsavunma örgütü olarak da hareket edecekti. Sovyetler
siyası yapılara karşı temkinli ve uzak durdu. Bu durum
Menşevik, Bolşevik ve Sosyalist Devrimci militanların
Sovyetlerde öncü rolü oynamasına engel teşkil etmedi.
Sovyetlerin, komünist bir dünyanın yaratılmasında
olağanüstü etkisi Rusya’da hiçbir siyasi güç ve önder
tarafından anlaşılmadı. Sovyetler siyasi bir araç olarak
değerlendirildi. Bu araçsallaştırma bazı sosyalist
23
gruplarca ya da bu gruplar içindeki eğilimler tarafından
en uç noktaya vardırıldı.
“Sovyet o kadar göz açıp kapayacak bir hızla ihtilalin
merkezi olmuştu ki gruplar ve hizipler Sovyet’in
önemini anlamayacak ya da kendilerini yeni duruma
ayarlayacak vakit bulamamışlardı. Kasım ayında artık
siyasi liderlerin hepsi Batı Avrupa’dan dönmüşlerdi; bir
Rus konvansiyonuna çok benzeyen bu alana hayret ve
korkuyla bakıyorlardı.” (Isaac Deutscher, Troçki Silahlı
Sosyalist; Ağaoğlu Yay., 1969., s. 169).
Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1903’te bölünmüştü. 1905
Devrimi gerçekleştiğinde kuramsal ve pratik olarak
hazırlıksızdı. İdeolojik sorunlar ve hizip kavgaları
örgütlenme sorununun önünde yer alıyordu. 1905
Devrimi hizipler arasında bir birleşme zemini yaratsa
da, böylesine bir adım atılamadı. 1905 Devrimi
gerçekleştiğinde ve Sovyet pratikleri ortaya çıktığında
(Bolşevik ve Menşevik) iki eğilim can alıcı sorularla
karşı karşıyaydı.
Menşevikler proletaryayı sınıf temelinde bir
araya getirmenin önemi üzerinde durmaktaydı.
Sınıfın partisini oluşturmanın ve sağlam bir yapıya
bürünmesinin gerekliliğine özel vurgu yapmaktaydılar.
Bu doğrultuda bir işçi kongresinin organize edilmesi
düşüncesine sahiplerdi.
Devrimci özyönetim düşüncesi bu dönemde ileri
sürülen bir fikirdi. Petersburg Sovyeti’nin kurulması
Menşeviklerin işçi kongresi ve komünler oluşturma
düşüncesini ve tasarısını somutlaştırdı. Bu anlamıyla
Sovyetlerin kuramsal öncülü olarak Menşevikler kabul
edilebilir.
Menşeviklere göre Sovyetler, devrimci bir partinin
oluşamadığı koşullarda işçi kitlelerinin mücadelesini
yönetmekle görevli örgütlerdi. Parti ulaşamadığı
kitlelere bu yolla ulaşacak ve bu kitleleri kazanabilecekti.
Sovyetler “büyük bir kitle partisinin kadrolarının
oluşacağı savaş alanıydı” (Oskar Anweiler, age., s. 110).
Bu anlayışın özü Menşeviklerin devrim ve
parti anlayışına, çalışma tarzı ve tarih tezlerine
dayanmaktaydı.
Bolşevikler’in Sovyetlere yaklaşımı ise ihtiyatlı
hatta olumsuzdu. Her ne kadar Bolşevik kadrolar
Sovyetlerin kuruluşlarına ve çalışmalarına katılsalar
da, parti yöneticileri, Sovyetleri siyaset dışı, Gaponist,
tehlikeli örgütlenmeler olarak görüyorlardı. Bazı
Bolşevik kadrolar Sovyetlerin işlevini sendikal boyutla
sınırlandırıyor, ancak bu işlevle Sovyetlerin mana ve
önem kazanacağını ileri sürüyorlardı. Petersburg Sovyeti
yürütmesinde Bolşevik fraksiyonun temsilcisi Radin
ise “Sovyet mi Parti mi?” sorusunu sorarak Sovyetlere
farklı bir bakış açısı getiriyordu. Radin Sovyetin bütün
proletaryayı birleştirecek eylemler yapabileceğini aktif
kitle eylemlerinin başında yer alabileceğini hatta kitle
grevi başlatabilecek ve yönlendirebilecek bir güce sahip
olabileceğini belirtti. Ama Sovyetlerin parti yerine
geçemeyeceğini, sınıf politikasına ancak partinin
önderlik edebileceğini açıkladı. Bundan dolayı sovyetin
hangi siyasi önderlik altında hareket ettiğini ilan etmesi
gerektiğini ileri sürdü.
Bolşevikler bu görüşlerin yanında, Sovyetlere son derece
sekter yaklaştı. Hatta Saratov’da olduğu gibi bazı yerlerde
Sovyet örgütlenmesine karşı çıktılar.
1905 Sovyetleri üzerine Lenin, özel olarak durdu.
Lenin, devrime ilişkin Menşeviklerin determinist
yorumuna karşın volantrist bir yorum yapmaktaydı.
Bu perspektif kendini Sovyet değerlendirmesinde
de gösterdi. Lenin, Sovyetleri “bir ayaklanma
organı”, “devrimci yeni iktidarın çekirdekleri” olarak
görmesi, bu anlayışa paralel bir çözümlemeydi.
Lenin, Menşeviklerin Sovyetleri devrimci özyönetim
örgütlenmeleri olarak görmelerini sert bir dille reddetti.
Lenin, ayaklanmanın başarıya ulaşması ve geçici
devrim hükümetinin kurulmasıyla ancak devrimci
özyönetim örgütlenmesinin (geçici devrim hükümetinin
conatus
24
bu misyonu üstlenmesiyle) gerçekleşebileceğini ileri
sürdü. Kısaca, devrimci özyönetimin ayaklanmanın
başlangıcında değil, son bölümde kurulabileceğini
vurguladı.
Lenin partinin yönetici rolüne özel önem veriyor, ve
bu rolün altını çiziyordu. Menşevikler için Sovyetler
işçi-kitle partisinin gelişiminde vazgeçilmez önem
taşıyorlardı. Bolşevikler ise Sovyetleri, iktidara yönelik
mücadele içersinde taktik bir araç oldukları ölçüde
önemli görüyorlardı.
Lenin 1905 Sovyetleri üzerine net açılımlar ve
tanımlamalar yaptı. Fakat bütün bu açılımlara rağmen
Sovyetlere yönelik kuramsal bir çerçeve ortaya
konulmadı. Ağırlıkla Sovyetler üzerine yorumlar, politik
ihtiyaçların gereği doğrultusunda yapıldı. 1906’da
-Petersburg Sovyeti’nin yıkılışından sonra- Lenin daha
ihtiyatlı bir tutum içine girdi. Sovyetleri siyaset dışı
örgütlenme olarak değerlendirip, mesafeli yaklaştı.
Lenin Sovyetler üzerine kuramsal açılımlarını asıl olarak
1917’de ifade etmeye başladı. 1905 tanımlamaları ve
izahları bir anlamda 1917’deki kuramsal açılımların
nüvesiydi.
Lenin 1907’de RSDİP’in 5. Kongresi’nde; partinin
proleter kitleler içinde yeterli çalışma yapması
ve yaygınlaşmasıyla Sovyet tipi örgütlenmenin
gereksizleşeceğini açıkladı. Hatta bu tür
örgütlenmelerin “anarko sendikalizm” tehlikesini
içinde barındırabileceğini ileri sürdü. Lenin 19051906 yıllarında önemle üzerinde durduğu ve işçi
demokrasisinin organları olarak gördüğü Sovyetler’i
1907’de partinin kitleler üzerinde etkili olmak için
kullandığı araçlar olarak değerlendirmeye başladı.
(Oskar Anweiler, age., s. 127)
Lenin 1907-1916 yılları arasında bu düşüncelerini
korudu. Az sayıda yaptığı Sovyetler üzerine
açılımlarında, ‘ayaklanma örgütleri’, ‘devrimci iktidarın
organları’ gibi tanımlamalarına devam etti. Kitle
grevlerinin baş gösterdiği ve ayaklanmaların geliştiği
ve başarı kazandığı dönemlerde Sovyet tipi kurumların
yararlı olacağını belirtti.
Lenin, Nisan Tezleri (1917) adlı çalışmasında, o
zamana kadar teorik içeriği doldurulmamış Sovyet
örgütlenmelerine ilişkin önemli çözümlemelerde
bulundu. Ve Rus Devrimi’nin yönelimi olan Kesintisiz
Devrimin teorik çerçevesini açıkladı.
conatus
1905 Sovyetleri pratiğinde önemli rol oynayan Marksist
kimliklerden biri Troçki’ydi. Troçki Petersburg Sovyeti
içinde yönetici olarak yer aldı. Sovyetler üzerine
düşüncelerini doğrudan deneyimlerine dayanarak
geliştirdi.
Troçki’nin Sovyetler üzerine görüşleri sürekli devrim
anlayışıyla bütünleşiyordu. Troçki Sovyetleri Menşevik
görüşe yakın bir tarzda değerlendirerek “proletarya
temsilcisi” ve “işçilerin devrimci özyönetim organı”
olarak gördü. Bir mücadele örgütü olarak ele aldı.
Lenin’in düşüncesine paralel olarak devrimin
gelişmesiyle Sovyetler’in ayaklanma örgütleri haline
gelebileceğini ileri sürdü. Sovyetler’in asıl görevinin
devrimci mücadelede proletaryanın birliğini sağlamak
olduğunu belirtti. Sürekli Devrim kuramına göre
proletarya Sovyetler aracılığıyla devrimci iktidarı
sağlamlaştıracaktı. Sovyetler “devrimci iktidarın ilk
çekirdeği”ni meydana getiriyordu.
Narodizmin mirasçısı olan Sosyalist Devrimci Parti
1901’de kurulmuştu. Sosyalist Devrimciler tarım
ve devrimci şiddet konusunda eski düşüncelerini
korumakla birlikte kapitalizmin gelişimi ve işçi sınıfının
devrimdeki yönetici rolüne özel vurgu yapmaktaydılar.
Sosyalist Devrimciler 1905 Devrimi’nde en az
Menşevikler ve Bolşevikler kadar rolü oldu. Ağırlıkta
kırsal kesimde ve çeşitli aydın grupları içinde aktiftiler.
Kanlı Pazar’dan sonra Sosyalist Devrimciler
sistematiklerini derinleştirdiler. Proletaryanın köylü
hareketini yönetmesi gerektiğini ve işçi ve köylülere
dayalı bir devrimci iktidarın kurulmasını savunmaya
başladılar. Toprağın toplumsallaştırılmasıyla Rusya’da
kapitalizmin olumsuzlukları geniş ölçüde yaşanmadan
eksiksiz bir sosyalizmin kurulabileceğini ileri sürdüler.
Sosyalist Devrimciler’in işçi kitleleriyle Menşevik
ve Bolşevikler’den daha az bağları bulunuyordu. Bu
durum Sovyetler’de diğer siyasal yapılara oranla etkisiz
kalmalarına neden oldu. Bütün Sovyet oluşumlarında
ve yürütme komitelerinin birçoğunda yer aldılar.
Buna rağmen hiçbir Sovyet’te geniş bir inisiyatif sahibi
olamadılar.
Birinci Duma’nın feshinden sonra Sosyalist Devrimci
Parti Merkez Komitesi Sovyetleri genel grevi yönetecek
ve işçileri ayaklanma aşamasına götürecek yapılar olarak
değerlendirdi. Aynı zamanda devrimci güçlerin birleşme
noktası olarak görüldü.
25
Sosyalist Devrimciler, Sovyetler’i her ne kadar taktik bir
araç olarak görseler de İşçi, Köylü, Asker Sovyetleri’nden
ilk bahseden oldular.
1906 yılında partiden aşırı sol bir fraksiyon koptu. Bu
yapı Maksimalist Sosyalist Devrimciler Birliği adını aldı.
Bu yapının ilk oluşumu kabul edilebilecek Devrimci
Sosyalist grup, 1905 yılında 1871 Paris Komünü’nden
esinlenerek komünalist bir çözüm ileri sürdü. “Devrimci
Komün nasıl örgütlenmeli” adı altında Sovyetler’in
kuruluşu ve işleyişini detaylı bir şekilde anlatan bir
çalışma yayımladılar. 1917 Sovyetleri’nin örgütlenişinin
bu çalışmaya uygun bir şekilde biçimlenmesi ilginçtir.
Maksimalistler, Devrimci Komünler Federasyonu’nu
savunmaktaydılar.
Anarşistlerin Sovyetler’e yaklaşımı maksimalistlere
benziyordu. Anarşistler de genel olarak Sovyetler
içinde etkili olamadılar. Sovyetler’in oluşumunu
heyecanla karşıladılar ve kendi anarşist ütopyalarıyla
özdeşleştirdiler. Sovyetler’in özyönetim yönünü
öne çıkarttılar ve işçilerin özgür birlikler halinde
örgütlenmesini savundular. Genel ayaklanma yönünde
düzenli propoganda yaptılar. Birçok taşra Sovyeti’nin
yürütme komitesinde yer aldılar. Özellikle 1906’dan
sonra, işverenlerin ücretleri dondurmasının karşısında
işçi yığınlarının içinde etkileri giderek arttı. Moskova ve
Odessa’da ciddi şekilde örgütlendiler.
Ekim Devrimi : 11 Tez + Sovyetler
kızıl ve kara bayrakları Fransız İhtilali’nin açtığı
muhteşem dönüşümlerin ürünleri olarak ortaya çıktı.
Ekim Devrimi ise her şeyden önce bir ezber bozmaydı.
Devrim, komünizme ulaşmayı gerekli maddi koşullara
bağlayan paradigmayı kırarak proleter devrimin
ertelenemezliğini ortaya koydu. Kapitalizmin yeterince
gelişmemesinden dolayı devrimin nesnel koşullarının
olmadığı düşünülen Rusya’da proletaryanın yaratıcı ve
yıkıcı gücü devreye sokuldu. Böylece devrim sorununda
politik öznelliğin öneminin altı çizildi.
Gramci’nin, bu bağlamda Ekim Devrimi’ni “Kapital’e
karşı devrim” olarak tanımlaması boşuna değildir.
Devrim, “tarihsel materyalizmin yasalarının o zamana
kadar inanıldığından çok daha esnek olduğunu ortaya
koydu (-muştu)”.
Ekim Devrimi bütün bu anlamlarıyla 11.Tez’in hayat
bulmasıydı. Kısacası Rus Devrimcileri 11.Tez’in “Tek
yol devrim” olduğunu kavramış, işçi sınıfının yaratıcı
gücüne inanmış ve bu gücün olağanüstü yıkıcılığını
açığa çıkarmışlardı.
Ekim Devrimi, 11.Tez’in realize oluşu kadar, Sovyet
pratiklerinin toplumsal bir maddi güç olmasıyla
kendisini ifade etti. İşçi hareketi 1907’den sonra dalgasal
bir gerileme dönemine girmişti. Yaşanan gericilik
şartlarında devrimci örgütler yeraltına çekilerek
varlıklarını korumaya çalıştılar. Sendikal yapılar şiddetle
dağıtıldı.
Bu dönemde özellikle öne çıkan siyasal yapı Bolşevikler
oldu. 1902’den sonra ileri sürdükleri kuramsal ilkelere
uygun biçimde örgütlenmeleri, gericilik koşullarında
hareketi ayakta tuttu. Parti kadroları inanç ve
19. yüzyılın anlamak için nasıl ki Fransız İhtilali’ne
“bakmak” gerekiyorsa, 20. yüzyılı anlamak için de Ekim
Devrimi’ne bakmak gerekir.
1789 Fransız İhtilali, İngiliz Sanayi Devrimi’nin bir
devamıdır ve burjuvazinin siyasi iktidarı ele geçirişini
simgeler. Aynı zamanda 1789 – 1848 yılları arasında
uluslararası düzeyde yaşanan büyük dönüşümün ve
alt üst oluşumun başlangıcıdır. Fransız İhtilali 19.
yüzyıldaki tüm sınıf ilişki ve çatışkıların referansı olduğu
gibi yüzyılın siyasetini ve ideolojisini oluşturdu. Ayrıca
Devrimin ortaya çıkardığı antagonizma işçi sınıfının
ilk iktidar deneyimi olan Paris Komünü’nü yarattı. 1848
Devrimleri’nin genel grevleri, sokak ve barikat savaşları,
conatus
26
disiplinleriyle ve her türlü mahrumiyete katlanabilme
güçleriyle örgütün ayakta kalmasını sağladılar. Bir
anlamda Bolşevikler karakteristik özelliklerini bu
dönemde kazandı. 1912 yılında Rus Sosyal Demokrasisi
içindeki Bolşevik ve Menşevikler kesin olarak
birbirinden ayrıldı. 1907’den 1914’e kadar işçi hareketi
yoğun bir durgunluk içindeydi. 1914’e girilmesiyle işçi
sınıfının mücadelesi yükselmeye başladı.1914 yılının
ilk altı ayında yoğun grevler yaşandı. Rusya hızla bir
devrimci bunalım içine giriyordu.
1. Paylaşım Savaşı’nın başlaması işçi hareketindeki
yükselişi engelledi. İşçi kitleleri içinde milliyetçi dalga
hızla yayıldı. Sanayi işçilerinin büyük çoğunluğu askere
alındı. Köylerden kopup gelen çoğunluğu kadın ve genç
yeni işçi kitlesi sanayi alanını doldurdu. 1915 yılında
Rusya’nın cephede aldığı yenilgiler, burjuva muhalefetin
devreye girmesini beraberinde getirdi. Yılın ortasından
itibaren işçi grevleri yeniden artmaya başladı. Öncelikle
ekonomik taleplerle başlayan grevler kısa zamanda
siyasal bir içerik kazandı. “1915 Eylül’ünde113 866, 1916
Ocak’ında 128 450 olan grevci sayısı 1916 Ekim’inde
197 134’e… ulaştı.” (Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler
Sovyetlerin, komünist bir dünyanın
yaratılmasında olağanüstü etkisi Rusya’da hiçbir
siyasi güç ve önder tarafından anlaşılmadı.
Sovyetler siyasi bir araç olarak değerlendirildi.
Bu araçsallaştırma bazı sosyalist gruplarca ya da
bu gruplar içindeki eğilimler tarafından en uç
noktaya vardırıldı
conatus
1905-1921, Ayrıntı Yay., 1990, s.144). Bu durum rejim
tarafından tehlikeli bir gelişme olarak algılandı.
Her türlü işçi örgütlenmesinin yasaklandığı koşullarda
(1915 yazında), Savaş Sanayi Komiteleri’nin kurulması
siyasal çevreler arasında tartışmalar yarattı. Bu komiteler
üretimi artırmak ve çarlık bürokrasisini işlevsizleştirmek
için devreye sokulmuştu. İki liberal burjuva partisi,
komitelerin kurulmasına öncülük etti. Komiteler bu
özelliğinin yanı sıra işçi hareketine yeniden örgütlenme
olanağı kazandırıyordu. İşçilerin Savaş Sanayi
Komiteleri’ne katılması devrimci yapıların tercihlerinde
zorlanmalarına yol açtı. Bolşevikler, komitelerin
emperyalist savaş amacı güttüğünü ileri sürerek boykot
edilmesi yönünde tavır alırken Sağ Menşevikler koşulsuz
destek verdiler. Enternasyonalist Menşevikler ise
savaş koşullarıyla birlikte örgütlenme alanları ortadan
kalkan işçi hareketinin yeniden şekillenmesinde bu
komitelerden yararlanılabileceğini ileri sürdüler. 1905’te
önerdikleri İşçi Kongresi’nin benzerinin yaratılması için
komitelerin işlevli olduğunu açıkladılar.
1916’da komiteler hızla radikalleşti. Yıl sonunda Savaş
Sanayi Komiteleri hükümet tarafından dağıtıldı.
1917 Şubat Devrimi
Rusya’da işçi hareketinin mücadelesinde Putilov
fabrikasının özel bir yeri vardır. Bu fabrikada 1905’te
yaşanan grev 1905 Devrimi’ni başlattığı gibi 1917’de
yaşanan grev de Şubat Devrimi’nin ilk kıvılcımı oldu.
18 Şubat günü dev Putilov fabrikasında çalışan işçiler
greve çıktı. İşveren, işçilerin bu tavrına karşılık 4 gün
sonra lokavt ilan etti. Lokavt hızla grevin yayılmasına
neden oldu. Grev havzadaki diğer fabrikalara sıçradı. 22
Şubat’ta greve çıkan işçi sayısı 200 bine ulaştı. 23 Şubat’ta
Petrograd’ta genel grev havası hâkimdi.
Birkaç gün içinde hareket grevden ayaklanmaya
dönüştü. Bu olağanüstü ve muhteşem kitle hareketi
yıkıcı bir dalga gibi yükseldi. Hiçbir devrimci siyasi
yapı devrime dönüşen hareketin yönetiminde ve
örgütlenmesinde rol almadı. Kitleler ekmek, barış ve
özgürlük istiyorlardı. Öfke patlamış, kitleler kolektif
olarak ayağa kalkmıştı. Rus otokrasisi yıkılmıştı.
27
“Devrim (sanki) kitlelerin mücadelesinin içinden
fırladı.” (Age., s.148)
Devrim güç ilişkilerinin biçim alışına göre kendi
kurumlarını yaratmaya başladı. Petrograd’taki grevin
genel greve dönüşmesinden birkaç gün sonra, neredeyse
aynı zamanda kendiliğinden Duma Komitesi ve İşçi ve
Asker Temsilcileri Sovyetleri kuruldu.
Duma Komitesi, Sovyetlerin inisiyatif zayıflığının
yarattığı zeminde burjuvazinin istek ve taleplerinin
organizasyonunu ve otoritesini simgelemekteydi.
Sovyetler ise başta işçi sınıfı olmak üzere ezilenleri
simgelemekteydi.
Sovyetlerin kurulması yönünde en belirleyici rolü
oynayan kesim, devrimle hapisten çıkan ve Savaş Sanayi
Komiteleri’ne seçilmiş merkezi işçi grubuydu.
Daha sonra var olan konjonktürel etkilerle Duma
Komitesi ve Petesburg Sovyeti arasında bir anlaşma
yapıldı. Bu anlaşmanın sonucu Geçici Hükümet’in
kurulmasına karar verildi.
Sovyet, Geçici Hükümet’e bir dizi şart koştu ve kendisini
“devrimci” demokrasinin kontrol organı olarak ilan etti.
Şubat Devrimi’nin yarattığı atmosferinin geçici olarak
birleştirdiği toplumsal ve siyasal güçler arasındaki
denge, ekmek ve barış taleplerinin yükselmesiyle birlikte
bozulmaya başladı. Çelişkiler giderek açığa çıktı.
Şubat Devrimi sırasında kurulan işçi ve asker
Sovyetlerinin bazıları birleşirken, bazıları bağımsız
kaldılar. Petrograd’da ise Sovyetler birleşik bir
örgütlenmeye gittiler.
Fabrikalarda işçiler, askeri garnizonlarda askerler,
doğrudan inisiyatifleriyle temsilcilerini seçtiler. Bu
seçimler bir yanıyla da devrimin kaderini ve yönelimi
ortaya koyuyordu. Yığınlar kendi devrimlerinin
organlarını hayatın içinde yaratıyor ve kuruyorlardı.
1905’in Sovyet pratiklerinin işçi sınıfının zihninde hala
canlılığını koruması, Sovyet örgütlenmelerine yönelimi
hızlandırmaktaydı. Özellikle Petrograd Sovyeti, Sovyet
hareketinin taşıyıcı gücü oldu.
Sovyet kurulduğunda son derece geniş katılımlı işçi ve
asker kurulu görünümündeydi. Başlangıçta geçici bir
kuruluş olan Sovyet iki ay gibi kısa zamanda oturmuş bir
alternatif yönetim aygıtına dönüşmüştü. (Age. , s.156)
Petrograd’da semt sovyetleri İşçi ve Asker Genel Konseyi
ile aynı zamanda kuruldu. En yetkili organ meclisti
ayrıca farklı işlevleri yerine getirmek için değişik alt
birimler, komiteler oluşturuldu. 1905’te Petrograd’da
kurulan Sovyet’ten farklı olarak 1917’de kurulan
Sovyet’te sosyalist akımların etkisi oldukça yoğundu.
Bunu hem meclis içinde hem de yürütme komitesinde
görmek mümkündü.
Sovyet’te asker temsilcilerinin ağırlığından dolayı
Sosyalist Devrimci Partinin ciddi bir gücü bulunuyordu.
İşçi temsilcileri içinde ise Menşevikler ve Savaş Sanayi
Komiteleri işçi grubu etkindi. Bolşevikler Sovyet’in
ilk kuruluş günlerinde son derece silik bir görünüm
vermekteydi. Bu durum yoğun ajitasyon faaliyetinden
sonra mayıs –haziran ayında değişmeye başladı. Eylül
ayına gelindiğinde Bolşevikler Sovyet’i denetleyecek bir
güce ulaştılar.
Sınıfın Yaratıcı Gücünün En Konsantre Hali: Sovyetler
Sovyetler, en üst noktaya ulaşan kitle hareketinin somut
bir sonucuydu. Sovyet hareketi kuramsal bir hazırlık
olmadan, varolan somut gerçeklere göre kendiliğinden
gelişti. Basit olanaklarla, hızla, her yerde kurulabilen
Sovyetler, işçi sınıfının birleşik gücünün yaratılmasında
en uygun ve etkin bir yapıydı
İşçi sınıfı Sovyetler gibi bağımsız bir örgütlenmenin
gerekliliğini reflekssel olarak hissediyordu.
Savaş ortamı, savaşın sonuçları, sınıf ilişki ve
çelişkilerinin geldiği aşamanın yarattığı toplumsal,
psikolojik durum, Sovyet ve benzeri örgütlenmelerin
gerekliliğini yakıcı olarak hissettirmekteydi.
Sovyetler 1905’ten farklı olarak, bir kitle grevinden
bağımsız ve ancak devrim başarıya ulaştıktan sonra
kuruldular. Devrim sonrası Rusya’nın siyasal ve
toplumsal düzlemde yeniden örgütleme sorunu
belirleyici olduğundan, Sovyetlerin çeşitli siyasal
akımların çatışma alanına dönüşmesi uzun sürmedi.
Önceleri hiçbir siyasal yapı Sovyetleri devrimci iktidar
organı olarak görmüyordu. Sovyetler ilk başlarda somut
ihtiyaçlar ve ihtiyaçlara cevap verme şekilleriyle; savaş
örgütü, devrimci propaganda örgütü, sürekli toplantı
örgütü gibi adlarla tanımlandı.
Fakat merkezi iktidarın ve yerel otoritelerin
çökmesinden sonra Sovyetlerin işlevleri ve içerikleri
conatus
28
kitleler tarafından daha iyi anlaşılır oldu. Bu süreç
deneme, yanılma ve biriktirerek öğrenme şeklinde
gelişti. Yoksa tanımlanmış ve programlanmış bir
içerikte olmadı. Sovyetler güçlerini ve kudretlerini işçi
sınıfından ve asker yığınlarından alıyorlardı. Kitleler
sınıf mücadelesinin içinde yaparak öğreniyor, öğrenek
yapıyordu. Sovyetler kitlelerin bir anlamda yaratıcı ve
yıkıcı gücünün en konsantre haliydi. Sıradan insanlar
kendi kaderlerinin efendisi oluyor, geleceği bugünden
kazanmanın adımlarını atıyor, tarihin yapıcıları olarak
sokaklarda, fabrikalarda, kışlalarda alternatif toplumsal
ilişkileri kuruyorlardı.
Sovyetler doğrudan demokrasinin organları olduğu
ölçüde bir taraftan kitle radikalizasyonunun aracı
haline geldi, öbür taraftan yığınları geleceği kuran bir
güce dönüştürdü. Sovyetlerin demokratik karakteri
bir anlamda bu yapının en belirleyici özelliğiydi.
Bu özelliğin deformasyonu hareketin içeriğinin
boşaltılmasından başka bir mana taşımayacaktı. Ekim
Devrimi’ne giden süreçte ve sonrasındaki temel problem
bu noktada düğümlenecekti.
Sovyet oluşumları mart ayı içinde hızla Rusya çapında
yayılmaya başladı. Taşrada ilk olarak işçilerin yoğun
olduğu sanayi merkezlerinde ve kalabalık garnizonların
bulunduğu bölgelerde kuruldu. Köylü Sovyetleri mart
ayında Moskova İşçi ve Asker Sovyetlerinin teşvikiyle
kuruldu ve hızla yayıldı. Sosyalist Devrimciler, Köylü
Sovyetlerinde ciddi oranda güçlüydü.
Ülke çapında Sovyetleri birleştirme çabaları da aynı ay
içinde başladı. Ay sonunda Moskova ve Saratov’da iki
bölgesel konferans toplandı.
29 Mart’ta 1. Bütün Rusya Sovyetler Konferansı
yapıldı. Toplantıya 600 delege katıldı. Asker temsilciler
çoğunluktaydı. Siyasal güç olarak da Sosyalist
Devrimcilerin ve Menşeviklerin ağırlığı bulunuyordu.
3 Haziran’da Bütün Rusya Sovyetleri 1. Kongresi
toplandı. 53 bölge, il ve şehirden birleşik Sovyet ile, 305
yerel Sovyet kongreye iştirak etti. Kongrede Sosyalist
Devrimciler ve Menşevikler en güçlü gruptu. Bolşevikler
ise azınlıktaydı.
31 Ağustos’ta Bolşevikler Petersburg Sovyeti seçimlerini
kazandı. Troçki, Sovyet başkanı seçildi. 5 Eylül’de
yapılan Moskova Sovyetinin seçimi de Bolşevikler
lehine gelişti. Ardından Kiev, Kazan, Bakü, Nikolaev gibi
kentlerde benzer gelişmeler yaşandı. Eylül başında 126
conatus
Sovyetin büyük çoğunluğu Lenin’in Nisan Tezleri’nde
ileri sürdüğü “Bütün İktidar Sovyetlere” sloganını
destekliyordu.
25 Ekim’de 2. Bütün Rusya Sovyetleri Kongresi toplandı.
Aynı gece Petrograd Sovyeti şehri ele geçirdi. Kongrede
402 işçi ve asker Sovyeti temsil edildi. 650 delege içinde
çok az bir farkla Bolşevikler çoğunluktaydı. Ardından
Sol Sosyalist Devrimciler geliyordu.(Hakkında bilgi
edinilen) 366 Sovyet’in 255’i “Bütün İktidar Sovyetlere”
sloganını, 81’i “Bütün İktidar Demokrasiye” ya da
“Kated’siz Koalisyon” sloganını destekledi, 30’u ise
kararsızdı. (Oskar Anweiler, age. ,s.262-263)
Bu durum Şubat Devrimi’nin en temel özelliği olan
ikili iktidarın sonu anlamına geliyordu. Ekim Devrimi
yığınların devrimi olarak gerçekleşiyor, işçi, köylü ve
asker Sovyetleriyle işçi sınıfı yıkıcı ve yaratıcı gücünü
ortaya koyuyordu.
İşçi sınıfı öz örgütlenmesi olan Sovyetler aracılığıyla
toplumsal bir maddi güç olarak; hiyerarşisiz,
merkeziyetçiliği reddeden, profesyonel bürokrasisi
olmayan, seçmenlerin temsilcilerini istedikleri an
değiştirebilecekleri bir demokrasi modelini hayata
geçiriyorlardı. Sovyetler iktidarı iktidarsızlaştıran
devrimci organlardı.
Sovyetlerin yanı sıra kurulan en önemli öz yönetim
organlarından biri Fabrika Komiteleriydi.
Fabrika Komiteleri: “Devrimin Çocukları”
Fabrika Komiteleri tarihi 1870 ve 1880’li yıllarda yapılan
grevlere dayanıyordu. Bu grevlerde taban örgütlenmeleri
grev komiteleri olarak şekillenmişti. 1905 Devrimi’nde
grev komiteleri işçi örgütlenmeleri içinde öne çıkan
yapı oldu. Devrimin yenilgisiyle işçi hareketi hızla
geri çekildi. Çarlık rejimi bütün işçi örgütlenmelerini
dağıtacak ve sınıfı atomize edecek politikalar izledi.
Uzun bir sessizlikten sonra işçi sınıfının mücadelesi
yükselmeye başladı. 1917 Şubat Devrimi Fabrika
Komiteleri’nin yeniden canlanmasını sağlayacaktı.
Ekim Devrimi’ne doğru hemen hemen bütün işyerlerinde
Fabrika Komiteleri kuruldu. Özellikle büyük ölçekli
fabrikaların yüzde 80’inde bu örgütlenmeler etkindi.
29
Fabrika Komiteleri somut ihtiyaçlar doğrultusunda hareket
etti: “8 saatlik mesai, parça başı ödeme yerine günlük ücret,
kadınlara eşit ödeme, işçilerin üstlerinin aranmaması,
yemek pişirmek için sıcak su, kantin ve tuvalet kurulması,
fabrikalarda havalandırma yapılması…(vb. talepler ileri
sürüldü)” (Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist
Demokrasi; Belge Yay., 1990., s. 30.)
Fabrika Komitesi, bir fabrikada bütün çalışanlarının
katıldığı toplantılar sonucu seçilen temsilcilerle
kuruluyordu. Temsilcilerin görev süresi altı aydı. Hemen
görevden alınabiliyorlardı. Komite üyelerinin hiçbirinin
ayrıcalığı yoktu. Fabrikadaki üretim sürecinin etkili bir
şekilde denetlenmesi amacıyla alt birimler, komisyonlar
oluşturulmaktaydı.
Fabrika komiteleri giderek radikalleşen işçi
mücadelesinin sonucu devrimci siyasi güçlerle bağlar
kurdu, çeşitli düzeyde destek verdi. Fabrika yönetiminin,
Fabrika Komitesinin onayı olmadan herhangi bir
konuda müdahale hakkı bulunmuyordu. Sabotaj ya da
lokavt gibi girişimlere karşı Fabrika Komiteleri devreye
giriyor, fabrika sahiplerini tasfiye edebiliyordu.
Fabrika Komiteleri Ekim Devrimi öncesi işçi denetimini
gerçekleştiren örgütlenmeler olarak hareket etti. Komiteler
üretim birimlerinde işçilerin iktidar organıydı. Ayrıca
komiteler aracılığıyla oluşturulan işçi milisleri devrimi
militanca savunuyordu. Fabrika Komiteleri üretim
birimlerinde yeni bir yaşamı örmeye başladı. İşçilerin
ailesini ve yaşadığı alanı kapsayan çeşitli çalışmalar yaptı.
Sovyetler burjuvazinin politik tasfiyesi yönünde faaliyet
yürütürken, ekonomik alandaki tasfiye eylemi Fabrika
Komiteleri aracılığıyla yürütüldü.
Sovyetler, devrim kavramına yeni bir içerik yükleyerek
komünizm ütopyasının güncel biçimi olarak şekillendi.
Fabrika Komiteleri de devrimin, yeni yaşamın kurucu
gücü olarak proletaryanın bütünüyle devreye girmesini
sağlayan örgütlenmelerdi. Üretimin denetlenmesi,
işçilerin ürettiklerine egemen olmaları ve üretenyöneten ayrımının ortadan kalkması Fabrika
Komitelerinin faaliyetleriyle gerçekleşmekteydi.
de politik-pratik düzeyde farklıydı.
Bolşevikler kendi içlerinde Sovyetler’e farklı anlamlar
yükledi.
Petersburg’un işçi semti olan Vrborg’daki komite, Şubat
Devrimi’nde çok önemli rol oynadı. Vrborg Komitesi,
Sovyet hareketini parti önderliğinin tezlerinin dışında
değerlendirerek, Sovyetleri destekledi ve yönlendirmeye
çalıştı. Komite, Geçici Devrimci Hükümet’in
oluşturulması amacıyla Sovyet çağrısı yaptı.
Petersburg Komitesi, gizli polisin operasyonlarından
darbeler aldığından dolayı istikrarsız bir görünüm
arz ediyordu. Geçici Hükümeti şartı destekleme
eğilimindeydi.
Rusya Bürosu, Geçici Hükümetin partinin çağrısı ile
kurulmasını savunuyordu. Pravda Yazı Kurulu ise Geçici
Hükümete koşulsuz destek vermekteydi.
Lenin yeni bir program önerdi. Nisan Tezleri adı verilen
bu program anarşist yaklaşımlar içermekteydi. Lenin
Nisan Tezleri’yle parlamenter cumhuriyetin, ordu, polis
ve bürokrasinin lağvedilmesini, toprakların köylülere,
fabrikaların işçilere bırakılmasını savunuyordu. Bunun
anlamı toplumsal devrimdi, tezlerin ikincisi zaten bu
durumu anlatıyordu ve bu tez kilit öneme sahipti.
“Bu günkü Rusya’da özgün olan şey, proletaryanın bilinç
ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı
burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından,
iktidarı proletaryaya ve köylülüğün yoksul katlarına
devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.” (Lenin, Nisan
Tezleri ve Ekim Devrimi; Sol Yay., 1992, s. 10.)
Buradan çıkan sonuç “İşçi Temsilcileri Sovyetleri’nin
Devrimci Güçlerin Sovyetlere Yaklaşımı
1905’te olduğu gibi, 1917 Sovyetleri’ne de devrimci
yapıların yaklaşımı hem ideolojik-teorik düzeyde hem
conatus
30
mümkün olan tek devrimci hükümet olduğu (-ydu)”.
Lenin kitleleri eğitilmesi sayesinde, Bolşeviklerin
Sovyetler’de çoğunluğu sağladığı anın devrimin ikinci
aşamasına, sosyalist aşamaya geçiş anı olacağını ima
ediyordu.
Tezler önce parti yönetimi tarafından itirazla karşılandı.
Ancak 1917 Nisan ayı sonunda yapılan 7. Parti
Konferansı’nda kabul edildi.
“Bütün iktidar Sovyetlere” şiarı Nisan Tezleri’nin özeti
ve Bolşevikler’in mücadele rotası olacaktı. Ama bu
slogana karşın Bolşevikler’in, Sovyetler’in iktidarı tek
başlarına kullanmayı hiç istememeleri bir paradokstu.
(O. Anweiler, age., s. 195.)
Menşevikler, 1905’ten beri Rus Devrimi’nin burjuva
karakterli olduğunu ileri sürüyorlardı. Menşeviklere
göre işçi sınıfının görevi bu devrimi desteklemek,
mümkün olduğu kadar yaymak ve bu süreçte sınıf
olarak güçlenmek, demokratik özgürlükleri kullanmak
ve nesnel ekonomik koşullar olgunlaştığında sosyalizme
geçmekti.
Menşeviklere göre bir “burjuva devrimi” söz konusu
olduğundan hükümetinde tamamen burjuva olması
gerekiyordu. Menşeviklerin gözünde Sovyetler’in
geleceği yoktu. Ancak devrimci savaş örgütü
olabilirlerdi.
Sosyalist Devrimciler, Sovyetlere daha konjonktürel ve
pratik ihtiyaçlar doğrultusunda yaklaşıyordu. Sosyalist
Devrimcilere göre Rus Devrimi çalışan halkın tüm
kesimlerinin demokratik ayaklanmasıydı. Geçici
Hükümet’e tam angajmanlı katılmayı reddediyorlardı.
Mesafeli bir tutum içindeydiler. Sosyalist Devrimciler
Sovyetlerin tüm emekçileri temsil etmediklerini
düşünüyordu. Parti önderlerinin çoğunun sürgünde
olması, yönetme tecrübelerinin bulunmaması, Sosyalist
Devrimcileri çekinceli bir tutum içine girmelerine
yol açtı, benzer bir tavrı diğer devrimci yapılarda
gösterdi. Hükümetin burjuvazi tarafından kurulması
hem kuramsal düzeyde hem de donanımsızlıktan
kaynaklanan nedenlerle onay görüyordu. (age. s. 183)
Bu süreçte Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti,
iktidar organı haline geliyordu. Sovyetler’deki çoğunluk
eğilimlerinin ise Sovyetler’in gücü ve niteliğine ilişkin
kuşkuları vardı.
Menşeviklerin önderi olan Martov özel bir tavır
geliştirdi. Martov, partisinin çoğunluğundan farklı
conatus
olarak Sovyetler’in rolünü önemsiyor ve bu rolü
yüceltiyordu. Martov, Enternasyonel Menşevikler diye
anılan grupla hareket etmekteydi. Kurucu meclis ve
Sovyetler’den oluşan bir birleşim tasarlıyordu. Bu görüşü
Ekim ayında Bolşevikler de savunmaya başladı.
Sol Sosyalist Devrimciler, Haziran ve Temmuz 1917’den
sonra bağımsız bir grup haline geldi. Sol Sosyalist
Devrimciler, burjuva koalisyonunu red tezinden
Sovyetler iktidarı tezine geçtiler. Eylül başında yapılan
konferansta Sovyet tabanlı bir hükümetin kurulması
önergesi benimsendi. Ekim ayında bu grup Lenin’in
“Tüm İktidar Sovyetlere” sloganına bütünüyle katıldılar.
“Tüm İktidar Sovyetlere” sloganı giderek kitlelerle
bütünleşti ve devrimin maddi gücüne dönüştü.
Fabrika Komitelerine Karşı Nasıl Tavır Alındı?
Devrimci siyasal yapılar, Fabrika Komiteleri’ne farklı
perspektiflerle yaklaştı.
Menşevikler, Şubat Devrimi’ni bir burjuva devrimi
olarak görüyordu. İşçiler bu devrimde önemli rol
oynamışlardı. Ama bunun temel nedeni burjuvazinin
zayıflığıydı. Kapitalist gelişmenin Rusya’da yeterli
düzeyde bir sanayi temeli sağlamasıyla, proletarya
öncü sınıf özelliği kazanabilecekti. Menşeviklere
göre işçi sınıfı o zamana ve koşullara kadar burjuva
demokrasisinin güçlenmesi için mücadele etmeliydi.
Menşevikler, devrim anlayışlarından dolayı işçi
denetimine ve bağımsız Fabrika Komiteleri’ne şiddetle
karşı çıktılar. Fabrika Komiteleri sadece üretimin
sürdürülmesiyle ilgilenmeliydi. Fakat üretime
ve fabrikalara el koymayı asla düşünmemeliydi.
Menşeviklere göre komiteler, sendikaların yerel yapıları
olarak işlev görmeli, toplu iş sözleşmeleri sendikalar
tarafından yürütülmeliydi. Menşevikler bu düşüncelerini
1. Petrograd Fabrika Komiteleri Konferansı’nda ve 1917
Haziran’ında yapılan 3. Rusya Sendikalar Konferansı’nda
açıkça dile getirdiler.
Rusya’da 1905’ten önce sendikalar yasadışıydı. 1905
Devrimi’nde yasal olarak kurulma ve çalışma olanağı
kazandılar. Ne var ki sendikal örgütlenmeler hem
ekonomik hem de siyasi olarak Sovyetler’in gölgesinde
31
kaldı ve oldukça etkisiz bir işçi örgütlülüğü olarak
faaliyet sürdürdü. Ülke çapında, devrim günlerinde
toplam 800 sendika kuruldu. Bunu 68’si Moskova’da,
80’e yakını ise Petrograd’da örgütlenmişti. Sendikalar işçi
sınıfı için bir çekim merkezi olamadı. Sınıfın çok küçük
bir kısmı sendikal örgütlenmenin içinde yer aldı.
1907’de Stolypin darbesiyle başlayan gericilik yıllarında
sendikalar dahil, tüm işçi örgütlenmeleri dağıtıldı. Baskı
ve şiddet sistematik olarak uygulandı. Sendikaların
faaliyetleri yasaklandı.
Savaş öncesi dönemde yeniden örgütlenme faaliyetlerine
başlayan sendikalar, asıl olarak Şubat Devrimi’nden
sonra gelişme gösterdi. Sendikal faaliyetler bütünüyle
yasallaşmıştı. Sendikalar hızla sanayi kentlerinde
örgütlenme şansı buldu. Mayıs ayında 2000 sendikaya
1.5 milyon işçi üye olmuştu, Ekim ayında bu sayı 2
milyona ulaştı.
Sendikalarda Menşeviklerin belirleyici bir ağırlığı vardı.
Sınıfı niceliksel olarak bir araya getiren sendikalar
son derece atıl, işlevsiz örgütlenmeler olarak devrim
şartlarında ortada öylece durmaktaydı. Bir nevi hayatın
içindeki “hayalet örgütlerdi”. İşçi sınıfının yaşamına ve
mücadelesine önemli katkıları olmadı. Her ne kadar
örgütlenmenin içinde geniş işçi yığınları yer alsa
da sendikalar bu yığınları şekillendiremedi. Ancak
çekirdek düzeyde sendika lideri öne çıktı ve 1917 Ekim
Devrimi’nde önemli rol oynadı.
Menşevikler, sendikalar üzerinde partinin bütünüyle
hakimiyetini yadsıyan bir tutum sergilerken, Bolşevikler
sendikaların bütünüyle partinin kontrolünde olmasını
savunuyordu.
Sendikal bağımsız Fabrika Komiteleri’ni yerel işgücünün
örgütleyicisi olarak görüyor, işlevlerini yerel sendika
hücreleri olarak sınırlıyordu.
1917 Haziran ayında yapılan Rusya Sendikaları
Konferansı’nda Menşevikler güçlerini korudu. Sendikalar
Merkez Konseyi’nde çoğunluğu ellerinde tutuyorlardı.
Fabrika Komiteleri (büyük bir kısmı) ilke olarak,
sendikalarla yakın işbirliği yapılmasını savunuyorlardı.
Çok az sayıda militan, sendikalara karşı reaksiyonel
bakıyordu. Sendikaları, işçi sınıfının birleşik gücünün
organizasyonu olarak görüyorlardı. Üyelerine sektördeki
sendikaya katılmaları yönünde basınç uyguluyorlardı.
Komitelerin varlığı, sendikaların etkinliğini artıran bir
faktör oldu.
Sendikaların Fabrika Komiteleri’ni denetleyen,
yönlendiren yaklaşımları, komiteler tarafından her
zaman şiddetle reddedildi. Fabrika Komiteleri doğrudan
etkinliklerini sistemli bir şekilde sürdürdü. Bağımsız
politik tavrını ve eylemlerini hayata geçirdi. Sendikaların
hegemonya kurma çabalarını boşa çıkardı. Sendikaları
yönlendirebilen bir güce sahip olan Menşevikler,
sendikaların Fabrika Komiteleri üzerinde hegemonya
kurması doğrultusunda politikalar izliyordu. Fabrika
Komiteleri işçi kitlelerinin radikalliğini taşıyan ve
örgütleyen bir yapıya dönüştükçe bazı sendikaların
yönetimlere müdahale etmeye başladı. Bu süreçte
Fabrika Komiteleri’nin sendikaların tahakkümünün
altına girmesi zaten mümkün değildi. Fabrika Komiteleri
gün geçtikçe radikal işçi örgütlenmelerine dönüştü.
Rusya’da Anarşist hareket içinde özellikle AnarkoSendikalistler, işçiler ve Fabrika Komiteleri içinde ciddi
oranda bir etkiye sahipti.
Fikri düzeyde Fabrika Komiteleri’ne yönelik en istikrarlı
ve doğru çözümlemeler Anarko-Sendikalistler’den geldi.
Mevcut sendikaları, işçi sınıfını ıslah etmek ve
uyumlulaştırmak ve kitle eylemlerini bastırmaya
yarayan, bürokratik kurumlar olarak görmekteydiler.
Emekçilerinin mücadelesinin ürünü olarak doğan
Fabrika Komiteleri’ni Rus işçi hareketi içinde
ortaya çıkan en iyi işçi organizasyonu olarak
değerlendiriyorlardı. Fabrika Komiteleri: “İşçilerin
örgütlenmesinde ve kapitalizme karşı mücadelede
muazzam bir rol oynamış bulunuyorlar…Kapitalizmin
Ekim Devrimi her şeyden önce bir ezber
bozmaydı. Devrim, komünizme ulaşmayı gerekli
maddi koşullara bağlayan paradigmayı kırarak
proleter devrimin ertelenemezliğini ortaya
koydu
conatus
32
sultasına öldürücü darbeyi vuracak örgütler (-dir).
Gündelik yaşamda, işletmelerin yaşamına ve üretimin
akışına rehberlik eden militan…örgütlerdir. Fabrika
Komiteleri, bu günün gereksinmelerini unutmadan
gelecekteki sosyalist üretimin yolunu döşemelidirler.”
(Paul Avrich, Rus Devriminde Anarşistler; Metis Yay.,
1992, s. 86.)
Anarko-Sendikalistler Fabrika Komiteleri’nin
güçlenip geliştirilmesinden yanaydı. Devrim
sonrasında tam kontrol, bu örgütlenmeler aracılığıyla
gerçekleştirilebilirdi. Anarko-Sendikalistler içinde
Maksimov’un liderlik yaptığı bir eğilim işçi sınıfının
tam kontrolü gerçekleştirebilecek bilgi ve donanıma
sahip olmadığından eğitilmelerinin üzerinde duruyordu,
özyönetimin başarılı bir şekilde uygulanması için bu
sürecin gerekli olduğunu ileri sürüyordu. Diğer eğilim
ise büyük üretim birimlerine ve finans kuruluşlarına
derhal el konulması taraftarıydı.
Anarko-Sendikalistler, işçi denetimi hakkında oldukça
sarih fikirlere sahipti. Devletçi ya da otoriter bir devrime
ya da işçi kontrolünün merkezileştirilmesine, kararların
“yukarıdan” alınmasına ve uygulanmasına şiddetle
karşıydılar.
Bu perspektifle Petrograd Fabrika Komiteleri
Konferansı’nda merkez konseyin kurulmasını sert bir
şekilde reddettiler.
Fabrika Komiteleri, hem kapitalist sistemi yıkmanın
aracıydı hem de gelecekteki özgürlükçü toplumun
nüveleriydi. Bu özelliğinin bozulması bir anlamda
devrimin kirlenmesi ve çürümesiydi.
Anarko-Sendikalistler sayısallıklarından çok daha fazla
Fabrika Komiteleri’nde etkinlik kurdular. Komitelerin
radikalleşmesinde önemli rol oynadılar.
Anarko-Sendikalistler, fırıncılar, nehir ulaşım, dok,
tersane işçileri, Donetz madencileri, gıda sanayi işçileri,
posta telgraf işçileri arasında geniş örgütlenme ağı
kurdular. Metal, tekstil işçileri, matbaacılar ve demiryolu
işçileri üzerinde de azımsanamayacak kadar etkileri
vardı. (Paul Avrich, age., s. 80.)
Anarko-Sendikalistler ile Anarko-Komünistler
arasındaki ideolojik-teorik, politik-pratik farklılıklar,
Rusya’da anarşist hareketin gelişmesini ya da işçi
hareketi içinde daha üst düzeyde nüfuz etmelerini
engelledi.
Bu farklılıklar, temel referanslar kadar teknolojiye
conatus
bakış, Batı’nın değerlendirilmesi ve üretim sürecine
ilişkin düşüncelerde kendini gösteriyordu. AnarkoKomünistler Slavcı bir özlemle, komünler federasyonunu
ileri sürüyor, terörü bir yöntem olarak benimsiyor ve
fabrikalara el koyma eylemleri gerçekleştiriyordu.
Anarko-Sendikalistler “Batılıların teknolojik
ilerlemesine hayrandı. Ancak…kitlesel üretime
(eleştirel yaklaşıyor), insanın merkezileşmiş bir sanayi
makinesinin dişleri arasına sıkışma tehlikesini (-de
görüyorlardı)…İşçilerin kendi kaderinin gerçekten
efendisi olabileceği merkezileşmemiş bir işçi örgütleri
toplumuna inanıyorlardı.” (Paul Avrich, age., s. 14.)
Bolşeviklerin Fabrika Komitelerine yaklaşımı farklılıklar
gösterdi. Lenin’in Nisan Tezleri’nden sonra, kuram ve
uygulamadaki çelişkiler ve belirsizlikler ortadan kalktı.
Lenin, devrimin ikinci aşaması olan sosyalist safhanın
başlaması çağrısında bulunsa da, arada geçiş dönemi
olmaksızın Rusya’da sosyalizmin başarılacağına
inanmıyordu. Devrim siyasi iktidarı proletaryaya
ve köylülere devredecekti. Sovyetler aracılığıyla
oluşturulacak bu iktidar, proletarya ve köylü devrimci
demokratik diktatörlüğüydü.
Lenin 1917 öncesinde üretim düzeyinde işçi kontrolüne
ve özyönetimine çok az vurgu yaptı. Lenin Rusya’ya
döndüğünde devrimci devletin temelini oluşturacak
Sovyetler aracılığıyla üretimi devletin kontrol etmesi
gerektiği üzerinde duruldu.
Ne var ki o dönemde Fabrika Komiteleri geniş çapta
üretimin denetlenmesi yönünde faaliyetler yürütüyordu.
Bolşevik işçilerin çoğu bu çalışmaların içinde aktif
olarak rol alıyordu. Parti organlarından hiçbir talimat
almaksızın devrimin gelişmesinde önemli katkılarda
bulundular. Öyle ki bu çalışmalar Bolşevikler’in işçi
sınıfı ve halk katmanları içinde hızla güçlenmesini
ve destek görmesini sağladı. Fabrika Komiteleri,
Bolşevikler’i destekleyen ilk ve en büyük kitle
örgütlenmesi oldu. (Carmen Siriani, age., 72-73).
30 Mayıs ile 5 Haziran arasında yapılan 5. Petrograd
Fabrika Komitesi Konferansı’nda Lenin, işçi kontrolü
ve Fabrika Komiteleri’nin en büyük savunucusuydu.
Delegasyonun büyük bir çoğunluğu Bolşevik’ti.
Bolşevik Parti, Fabrika Komiteleri Merkez Konseyi’nin
kurulmasını ve bu konseyin yerel komitelere karşı
sorumlu olmasını savundu.
Konferansa katılan temsilcilerin büyük çoğunluğu,
33
Fabrika Komiteleri’nin her düzeyde ve her şekilde
merkezileştirilmesine şiddetle karşı çıktı.
İşçiler ve işçi temsilcilerinin çoğunluğu bürokratik ve
merkezi kontrole karşıydı.
Bolşevikler’in ve Lenin’in, komitelerin işlevine yönelik,
farklı konjonktürlerde ayrı ayrı açılımları oldu.
Genel kanı Fabrika Komiteleri’nin yerine üretimin
denetiminin, işçi ve asker temsilcileri Sovyet’inin ve
sendikaların elinde olması doğrultusundaydı. (Carmen
Siriani, age., s. 75.) Bu yaklaşım Fabrika Komiteleri
militanlarınca hoşnutsuzlukla karşılandı.
Bolşevikler, 3. Rusya Sendikalar Konferansı’na
sundukları tezlerde, sendikalara ve Sovyetlere ayrı
ayrı işlev verdiler. Komiteler sendikalara, net bir
şekilde tabi yapılar olarak yeniden dizayn edildi.
Komiteler, sendikaların hücreleri olarak değerlendirildi.
Komiteler, sendikaların belirleyeceği alanlarda faaliyet
göstereceklerdi ve Fabrika Komiteleri Konseyi mali
destek almayacaktı.
Fabrika Komitelerine sınırlı işlevler verildi. Özellikle
işçi kontrolü sorununa mesafeli yaklaşıldı. İşçi
kontrolü konusunda Bolşevikler’in kafası karışıktı.
Bazen kuşku bazen de korkuyla yaklaşıyorlardı.
Bolşevikler, Fabrika Komiteleri’ni iktidarı ele geçirme
mücadelesinde önemli bir destek olarak gördüler. Bu
olağanüstü yapıları araçsallaştırdılar. Bolşevikler dahil,
Rus Marksistleri’nin işçi kontrolü kavramına yönelik
ayrıntılı çözümlemelerinin bulunmaması bu anlamda
düşündürücüdür.
Ekim Devriminin Problematiği: Devlet mi? Sovyet mi?
Ekim Devrimi nesnel koşulların sınırlılığını yıkan,
bir anlamda diyalektik gelişimin kapalılığını kıran bir
devrimdi.
Emeğin özgürleşmesi yönünde bu muazzam gelişme
kendi örgütlenmelerini de yaratmıştı. Sovyetler,
“sıradan” insanların bugünden yarını fethetme
organlarıydı. “Sıradan” insanlar kolektif bir güç olarak
geleceklerini bu yapılar aracılığıyla gerçekleştirdi.
Sovyetler başta işçi sınıfının yıkıcı gücünü açığa çıkardı.
Kitleler yıkıp yeniden yaratma gücünü Sovyetler
aracılığıyla gerçekleştirdi. Fabrika Komiteleri ise
geleceğin bugünden yaratılmasının somut ve yaşayan
örnekleri oldu. İşçi sınıfı bu komitelerle gündelik
yaşamını devrimcileştirdi. Komiteler işçi sınıfının
yaratıcı ve değiştirici gücünün muhteşem örnekleri
olarak faaliyet yürüttü. İşçilerin Fabrika Komiteleri’ne
“Devrimin Çocukları” adını vermeleri boşuna değildi.
Lenin, “Nisan Tezleri” ve “Devlet ve İhtilal” adlı
çalışmalarıyla devlet ve parlamentarizm karşıtlığını
açık olarak ortaya koyar. Paris Komünü’nden referansla
proletarya diktatörlüğü teorisini kurar.
Lenin; Marx, Engels, Kautsky, Buharin, Pannekoek gibi
sosyalistlerin devlet üzerine kuramsal açılımlarından
yararlanarak Devlet ve İhtilali kaleme aldı. Buharin’in
devlet ve sosyalizm üzerine çalışmaları ve Pannekoek’un
parlamenter sistemin yerine proleteryaya özgü
organların geçeceği yönündeki tahminleri (1912’lerde)
Lenin‘i besleyen materyaller oldu.
Özellikle Lenin, 1871 Paris Komünü Üzerine
çalışmalarında devlet karşıtı bir konumda duran Marx’ı
“yeniden keşfetmesi” devrimin “geleneksel” kurumları
yıkacağı yerlerini yenilerini yaratacağı yolundaki
inancını pekiştirdi. Yinede Lenin Sovyetlerle Marx‘ın
Paris Komünü yorumları arasında net olmayan, belirsiz
bağlar kurdu. Bunu 1917 öncesinde Paris Komünü‘nün
hatalarına yönelik yaptığı özel vurgularda görmek
mümkündür. Lenin’de 1871 ile 1905 ve 1917 arasında
sistematiğin kurulması 1917 Mart’ına dayanır. (Uzaktan
Mektuplar‘da bu bağlar kurulmuştur.) Nisan Tezleri’nde
ise Marx’ın komün konusundaki çözümlemelerine
göndermeler yapar. Sovyetleri komün benzeri
örgütlenmeler olarak tanımlar.
Yinede Devlet ve İhtilal’de ortaya konan Sovyet Sosyalist
conatus
34
Devleti’nin imgesi 1917’deki somut sovyetlerden
farklıydı.
Bolşevikler, Sovyetleri devrimci stratejilerinin parçası
olarak görüyordu. Sovyetler öz yönetimci bir yapı
olmaktan öte, bir eylem programı içerisinde ele
alınıyordu. Temel anlayış, Sovyetlerin devrimle ve
devrim için var olduğu yönündeydi. Halbuki devrim
ancak Sovyetler ve Sovyetler hareketi ile var olabilecekti.
Tarihsel süreç bu yönün doğruluğunu ortaya çıkaracaktı.
Devlet ve İhtilal’de çizilen Sovyet taslağı özünde iktidar
mücadelesini içermekte ve iktidara el konulmasının
haklılığını ortaya koymaktaydı. Kısaca Lenin’in devlet
felsefesi iktidar mücadelesine dayanıyordu. Sovyet
oluşumları bu manada Bolşeviklerin iktidarı ele
geçirmesi için birer araca dönüşüyordu.
Lenin için sosyalist devrim, Sovyetlerin iktidarı
alması ile ve Bolşevik Partisi’nin iktidarı ile özdeşti
ve bir birinden ayrılmaz özellikler taşıyordu. Bundan
dolayı Lenin, diğer devrimci yapılara son derece
ketum davrandı. Bolşevikler arasında hakim olan üç
sosyalist partinin koalisyon yapma düşüncesini şiddetle
reddetti. Böylesi yaklaşımları proletaryanın ve köylü
Bolşevik yönetim, üretim araçlarını devletin
kontrolüne geçirerek ve üretimi artırarak
yoksulluğu önlemeye girişmiş olsa da,
uyguladığı model üretim sürecindeki işçinin
yabancılaşmasına ve depolitize olmasına neden
olan otoriter bir yönelimdi
conatus
sınıfının devrimci demokratik diktatörlüğünün içinin
boşaltılması olarak değerlendirdi.
Özce Sovyetler bir anlamda Bolşevik yoruma tabi
tutularak partinin devrim stratejisinin tamamlayıcısı ve
iktidar mücadelesinin anahtarı olarak görülüyordu. 25
Ekim devrimci ayaklanması bu perspektifle gerçekleşti.
25 Ekim’de 2. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi’nin
toplandığı gece, Petrograd Sovyeti şehri ele geçirdi.
Ayaklanma tarihe “Kızıl Ekim” olarak geçti. Yığınların
devrimi hızla Rusya topraklarına yayıldı.
Çünkü; “Devrimci İşçilerin kapitalizmin temellerini
yıkması Ekim’den önceydi. Geriye kalan sadece
üst yapıydı. Eğer kapitalistlerin işçilerce bu
mülksüzleştirmeleri olmasaydı, burjuva devletin
imhası hiçbir şekilde başarılamazdı. Mülk sahiplerinin
direnişi çok daha güçlü olurdu. Diğer yandan, Ekim’deki
toplumsal devrimin amaçları sadece kapitalist gücün al
aşağı edilmesi ile sınırlı değildi. Toplumsal kendinden
yönetimin uzun pratik gelişme dönemi, işçilerin önünde
duruyordu”. (Piotr Archinov, İki Farklı Ekim, Asimetri
Yeraltı yayın.)
3. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi 28 Ocak 1918’de
toplandı. Toplantı devam ederken 2 Mart 1918’de Köylü
Sovyetleri Kongresi ile birleşme kararı alındı. Birleşik
Kongre’ye 942 delege katıldı. Lenin kongreye katılan 720
delegenin 434’ünün Bolşevik olduğunu yazdı.
Birleşik Kongrede devletin adı Rusya Sovyet Sosyalist
Federal Cumhuriyeti adı verildi. Sovyetler kendini en
yüksek iktidar organı olarak ilan etti.
Bu süreç bir yanıyla da Sovyetlerin devlete
ikame edilişiydi. Sovyetlerin devlet organlarına
dönüştürülmesi, içeriğinin boşaltılmasından başka bir
anlam taşımayacaktı. Kitlelerin yaratıcı gücünün en
konsantre hali olan Sovyetler, devletin aparatları haline
getirildi. İşlev ve işleyişleri deforme edildi. Bunun ilk
adımı Kızıl Ordunun kurulması ile atıldı. Daha sonra
ekonomik ve politik alanda benzer bürokratik ve otoriter
düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelere yaşanan
koşulların muazzam zorluğu “gerekçe” gösteriliyordu.
Aslında yapılan, devrimin kendisi olan ve kitlelerin
toplumsal ve ekonomik öz yönetim organları özellikleri
taşıyan Sovyetlerin işlevsizleştirilmesiydi. Doğrudan
demokrasinin temel yapıları böylece çökertiliyordu.
Bu durum bir iç çürümesiydi. “Sıradan” insanlar bu
yapılar aracılığıyla kendi kaderinin hakimi olurken,
35
bu muhteşem adım kırılıyor sıradan insanlar yine
“kaderlerine” razı olmaya zorlanıyorlardı. İşçi sınıfı
“ruhunu” kaybediyordu.
Benzer gelişmeler Fabrika Komiteleri’nde de yaşandı.
Ekim Devrimi sonrası Fabrika Komiteleri örgütlenmesi
daha da yaygınlaşmış ve güçlenmişti. Mart 1918’de
fabrikaların yüzde 83’de Fabrika Komiteleri faaliyet
yürütüyordu.
Devrim sonrasında Bolşevikler arasında üretimin
örgütlenmesi konusunda başlayan tartışmalar Rusya’da
“yeni” bir dönemin kapısını araladı. Bu süreç Sovyetlerin
olduğu gibi Fabrika Komiteleri’nin de geleceğini
belirleyecekti.
Kutsanan Emek ve “Eşitliğe” Kurban Giden Özgürlük:
Devletçi Sosyalizm
1918’de, henüz devrimin üzerinden bir yıl bile
geçmeden, acil konu olarak gündeme gelen emek süreci
tartışmaları büyük oranda bir zorunluluğun ifadesiydi.
Ancak Bolşeviklerin soruna yönelik ürettikleri çözüm,
emekçilerin politik yaşamdaki rolünü alt üst edecek bir
içeriğe bürünmekte gecikmedi.
Fabrika Komiteleri’nin etkinliği azaltılmaya çalışıldı.
Fabrika Komiteleri’nin etkisizleştirdiği sendikalar,
Fabrika Komiteleri’ne karşı savaş açtı. (paradoksi bir
biçimde Fabrika Komiteleri’nin sendikalara bağlı bir
alt organ gibi çalışmasını birkaç ay önce Menşevikler
savunmaktaydı.) Sendikalar sınıfın bağımsız örgütleri
olarak değil, devlet ve parti angajmanlı hareket ediyordu.
Bolşeviklerin büyük kısmı, emek sürecinin bugün
adına Taylorist diyebileceğimiz bir yönteme göre
örgütlenmesinden yana tavır koymuş ve bu yolla emek
verimliliğinin artırılmasını sağlamak istemişlerdi.
“Devrimden sonra, ekonomiyi idare edenlerin elinde iki
seçenek vardı: Üretim ya devletin elinde, yada işçilerin
elinde örgütlenecekti. Bolşevikler, bu seçeneklerden
ilkini gerçekleştirmek için, ikincisine karşı hareket
etmek zorundaydılar.” (Aileen O’Carroll, Bolşevik
Devrim: Özgürlük ve Devrim, Asimetri Yeraltı yayın.)
Fabrika Komiteleri, Bolşeviklerin bu kararına sert bir
şekilde karşı koymaktaydı. Taylorizm uygulamalarının
önündeki en büyük engel Fabrika Komiteleri
olarak görülmeye başlandı. 1918 yılı içinde Fabrika
Komiteleri’ne karşı savaş açıldı. Komiteler yıl sonunda
sendikalarla bütünleştirildi ve sendikaların alt organları
haline getirildi.
Özünde kapitalist iş örgütlenmesini muhafaza etme
dışında bir anlamı olmayan Taylorist modelin üretimin
ana birleşeni haline getirilmesi, beraberinde doğrudan
demokrasinin temel organları olarak faaliyet gösteren
Fabrika Komiteleri’nin tasfiyesi anlamı taşıyordu.
“İlerlemeyi”, “kalkınmayı” hedef olarak belirleyen
Bolşevikler, yoksulluktan kurtulmak ve “cahil işçi
kitleleri”ni aydınlatmak amacıyla rasyonel kabul
edilebilecek, yeni bir yapılanmaya gereksinim
duymaktaydı. Ancak kalkınma ve ilerleme projelerini
yaşama geçirmek için ödenecek bedel, kitle
inisiyatifinden vazgeçmek ve bu yolla bürokratik bir
modelin kurulmasını sağlamaktı.
Devrim sonrası yönetim, sanayi üretimini disipline
etme yönünde adımlar attı, işçilere parça başı ücret
ödemeyi gündemine aldı ve Fabrika Komiteleri’ni
işlevsizleştirerek yerine burjuva uzmanlarını getirdi.
Üretim araçlarının devlet mülkiyeti biçiminde yeniden
örgütlenmesi doğrultusunda düzenlemelere girdi. Devlet
mülkiyetiyle proletarya diktatörlüğünün, sosyalizmin
garantisi olacağına yönelik bu eğilim**, korkunç bir
trajediyi ortaya çıkardı. Taylorizm, özünde bir kapitalist
iş örgütlenmesi ve toplumsal değişim projesiydi. İşçi
sınıfının olası direnişlerini kırmayı amaçlıyordu. İşçiler
arasında rekabeti artıran ve işçilerin kolektif hareket
etmesini engelleyen bu sistem, kapitalist ülkelerde
uygulandığı gibi, çalışma zamanını olağanüstü biçimde
uzatıyor, işçinin günlük yaşamını fabrikadaki yaşam ile
sınırlıyor, üretimi artırabilmek için işçiyi makinenin bir
parçası haline getiriyordu.
Bolşevik yönetim, üretim araçlarını devletin kontrolüne
geçirerek ve üretimi artırarak yoksulluğu önlemeye
girişmiş olsa da, uyguladığı model üretim sürecindeki
işçinin yabancılaşmasına ve depolitize olmasına neden
olan otoriter bir yönelimdi. Sonuçta Ekim Devrimi’nin
asli öğesi ve yeni bir toplumun kurucu öznesi olan işçi
sınıfı, yeniden fabrikalara hapsedildi. Kendi kaderlerine
hakim olmak için yola çıkan işçiler, kendilerine sunulan
kaderin parçası haline geldiler. İşçi sınıfı hızla atomize
oldu, giderek yalnızlaştı ve yabancılaştı.
Fabrikanın yeniden örgütlenme süreci, aynı zamanda
conatus
36
“yeni” toplumun örgütlenme süreciydi. Toplum
fabrikalaşırken zihniyet dünyası da ona uygun
örgütlendi. Artık toplumu dönüştürme gücünü
“yitirmiş” bir sınıf ve onun adına hareket eden ve tüm
iktidarı kendinde toplayan merkezi otorite vardı.
Bu dönemde parti içerisinde bürokrasi uyarılarının
yapılması, tarihsel bir ironiydi. Bürokratikleşmenin
artması Bolşevikler arasında buna karşı önlemlerin
alınması tartışmasını gündeme getirdi. 1920 yılından
itibaren taban örgütlenmelerinin önemi vurgulanmaya
başlandı. Bu yönde adımlar atılmaya çalışıldı. Ancak
giderek güçlenen bürokrasi, bu sürecin bütünüyle
önünde engel oldu. İşçilerin kendilerini ifade etmeye
çalıştığı tüm toplumsallaşma biçimleri yok edildi. İşçiler,
makinenin bir parçası haline getirilip, bütün toplum
üniform modelde yeniden örgütlendi.
Bu süreç, bir gökkuşağı olan Ekim Devrimi’nin
zenginliğinin bitimi anlamına geliyordu. Devrimin
yarattığı muhteşem örgütlenmeler ve doğrudan
demokrasinin temel dinamikleri olan Sovyetler ve
Fabrika Komiteleri koşullar gerekçe gösterilerek tasfiye
ediliyordu. Kazanan Devletçi Sosyalizm olacaktı.
*Bund: Polonya, Litvanya ve Rusya Yahudi İşçileri Genel Birliği,
Yahudi, Marksist ve anti-siyonist işçi hareketinin en önemli
gücüydü.
**Lenin Rusya’da devlet kapitalizmi modelini, kapitalizmden
komünizme geçişin zorunlu bir aşaması olarak görüyordu.
Lenin, bu konuda Mikhail Larin’in 1. Dünya Savaşı yıllarında
devlet tarafından yönetilen Alman ekonomisi üzerine yazdığı
yazılardan yararlandı. Geçiş dönemini proletarya diktatörlüğü
altında devletin tekelci diktatörlüğü olarak tasarladı. Bu yaklaşım,
üretim ilişkilerinin bazı istisnalar dışında kapitalist karakterini
korumasını içeriyordu. Siyasi iktidar ise devrimci proletaryanın
elindeydi. Böylece toplumun bütün gereksinmelerini karşılamak
doğrultusunda üretim ve dağıtımın gerçekleştirileceği,
komünizme geçişin temelleri atılacaktı. Komünizm bu yönüyle
kapitalist toplumun temelleri üzerinde gelişen bir toplum olarak
tasarlanıyordu. Komünizme geçiş ya da dönüşüm aşamalı bir geçiş
olarak öngörülüyordu.
Devlet kapitalizmi; emeğin, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde
olduğu, sanayi üretiminin disipline edildiği verimliliğin her şart
altında esas alındığı bir iktidar işleyişiydi. Böylece sermayenin
üretici güçleri geliştirme kapasitesi ve işlevi devlet tarafından
üstleniyordu. Bu işleyişte özel mülkiyet yoktu, üretim araçlarına
proletarya adına devlet el koymaktaydı. Devlet planlaması ve
denetimi küçük ölçekli üretimin anarşisini engellediği gibi tüm
toplumun eşit iş ve eşit ücretle fabrikalaşmasını içermekteydi.
conatus
Lenin, ancak bunun gerçekleşmesiyle komünizme dönüşümün
sağlanabileceğini ileri sürüyordu.
Böylece devletin sönümlenmesi, toplumsal üretim araçlarının,
üretimin ve tüketimin denetlenmesini gereksiz hale getirecek
kadar gelişmesine bağlı kılınıyordu. Bütün bu tanımlamalar
özünde emeğin yaratıcı gücünü yok sayıyordu. Emeğin hayatı
yaratan ve yeniden üreten niteliği önemsizleştiriliyordu. Emek,
devlet mülkiyetine tabi tutuluyor ve tahakküm altına alınıyordu.
Emek kendini gerçekleştirebileceği maddi koşulları ve bu koşullar
üzerinde egemenliğini kaybediyordu. Devlet hakimiyetini heyula
gibi yaymayı başaracaktı. Sovyet ve Fabrika Komiteleri, emeğin
kendini bağımsız olarak gerçekleştirebilme, yaratıcı gücünü ortaya
çıkarma, geleceği bugünden kurmanın örgütleriydi. Aynı zamanda
emeğin komünalliğinin somut örnekleriydi. Mülksüzleştirmenin
temel gücü, komünizmin bugünden örülmesi ve bir gerçeklik olarak
kurulma dinamikleriydi.
KAYNAKÇA:
Marx, Engels, Lenin, Paris Komünü Üzerine; Sol Yay.,
1977.
Albert Soboul, 1789 Fransız İnkılabı Tarihi; Cem
Yay., 1969.
François Furet, Fransız Devrimini Yorumlamak;
Alan Yay., 1989.
Carmen Siriani, İşçi Denetimi ve Sosyalist
Demokrasi; Belge Yay., 1990.
Voline, Rus Devrimleri; Babil Yay., 2000.
Nikolay Buharin, Her Şey Nasıl Başladı; Epos Yay.,
2003.
Christopher Hill, Lenin ve Rus Devrimi; Evrensel
Basın Yay., 1991.
Aleksadr Kerenski, Kerenski ve Rus İhtilali; Ağaoğlu
Yay., 1967.
Lenin, 1905 Devrimi Üzerine Yazılar; Yöntem Yay.
E. H. Carr, Bolşevik Devrimi, 1. Cilt; Metis Yay.,
1989.
Marcel Liebman, Rus İhtilali; Varlık Yay., 1968.
Tony Cliff, Lenin, 1, 2, 3. Cilt; Z Yay., 1994-96.
Oscar Anweiler, Rusya’da Sovyetler; Ayrıntı Yay.,
1990.
Paul Avrich, Rus Devrimi’nde Anarşistler; Metis Yay.,
1992.
Lenin, Nisan Tezleri Ve Ekim Devrimi; Sol Yay.,
1992.
Lenin, Devlet ve İhtilal; Sol Yay., 1992.
Abraham Ascher, Rus Devrimi’nde Menşevikler;
Metis Yay., 1992.
37
Piotr Archinov, İki Farklı Ekim; A-4/ Asimetri Yer
altı yayın
Rudolf Rocker, Anarşizim ve Sovyetizim; A-4/
Asimetri Yer altı yayın
Andrew Flood, Rus Devrimi; A-4/ Asimetri Yer altı
yayın
Aileen O’Carroll, Bolşevik Deneyimi: Özgürlük ve
Devrim; A-4/ Asimetri Yer altı yayın
Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken, 2. Cilt; KaosMetis Yay., 1997.
Isaac Deutscher, Troçki Silahlı Sosyalist; Ağaoğlu
Yay., 1969.
K. Marx, F. Engels, Siyasi Yazılar; Hil Yay., 2004.
conatus
38
39
RUSYA EKONOMİSİNİN DOĞASI
R a y a
D u n a y e v s k a y a
İngilizceden çeviren: Münevver Çelik
Giriş: “Tek Bir Kapitalist Toplum”
Marx’ın kapitalist toplumu analiz etme yönteminin anlaşılması, değer yasasının verili
egemenliğinin, ki bu dünya pazarının yasasıdır, verili bir toplumun aşağıdaki birkaç
koşuldan biri veya hepsi birden hüküm sürmeye devam ettiği sürece kapitalist bir toplum
olarak kalacağını ortaya çıkardı: (1) [üretim] kesimlerinin alt bölümleri arasındaki değişim
doğrudan1, yani pazar deneyimi olmaksızın sağlandı; (2) üretim araçları üreten kesim ile
tüketim malları üreten kesim arasındaki ilişkiler öylesine planlandı ki, olağan herhangi bir
ticari kriz ortaya çıkmadı; ve son olarak, (3) buna rağmen sermayenin merkezileşmesi yasası
kendi sınırına ulaşmış olacaktı ve bütün sermaye “tek bir kapitalistin veya...tek bir kapitalist
toplumun”2 elinde toplandı.
Marx kesinlikle tarihsel olarak asla var olmamış katışıksız bir kapitalist toplumu analiz
ettiği için, Marx’ın analizi, her kapitalist toplum için ama sadece kapitalist toplum için
doğru olanı ileri sürer. Marx’ın öncelikle ilgilendiği şey, yani “tek bir kapitalist toplum”,
soyutlama değildi. Marx, aşırı gelişmenin bu toplumun hareket yasasını hiçbir şekilde
değiştirmeyeceği olgusu ile ilgilendi. Bu soyutlamayı analizinin bir noktasında yaptı; çünkü
bu soyutlamayla tekil bir kapitalist toplumun sınırlılıkları çok daha açıkça görülür hale
getirilebilirdi. Geleneksel kapitalist toplumdan tek temel ayrım, üretim yönteminde veya
üretim yasalarında değil, temellük etme yönteminde olabilirdi.
Rus Devlet Kapitalizmi: Verili Tek Kapitalist Toplum
I. Temellük Biçimi
Rus devlet kapitalizmi altında üretim araçlarının ve bunların rekabetçi pazarının ortadan
kaldırılmasından bu yana, temellük etme nasıl gerçekleştiriliyor?
Rusya’da üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması, herhangi bir ekonomik
conatus
40
işletme içinde birikime izin veren hukuk kavramından
kopmak demektir; çünkü devlet sadece “ulusal
sermaye”yi artırmayı hedefler. Yine de “rublenin
kontrol” edilmesinin sağlanması ile işletmelerin içsel
birikim yapmalarına izin verildi. Aslında, sermaye
birikiminde bu ilgiye yönelik teşvikler, Direktör
Fonunun (Director’s Fund) oluşturulması ile yaratıldı.
1940 yılında, içerideki birikim, sermaye yatırımının
yüzde 32.5’ini oluşturuyordu.3
Devlet sermayesinin bu aracıları, birikmiş olan
sermayenin mülkiyet hakkına sahip değilse, o zaman
üretim bir başka itici güç tarafından mı yönetiliyor?
1. Planlama karşısında ortalama kâr oranı
Rusya’nın kapitalist bir toplum olduğunu reddeden
Stalinistler, bunun en iyi kanıtı olarak Rusya’nın
“kapitalizmin ortalama kâr oranı yasasına” tabi olmadığı
konusunda ısrar ederler.4
“Kapitalizmin yasası”, ortalama kâr oranı değil, kâr
oranındaki düşmedir. Ortalama kâr oranı, sadece
işçilerden elde edilen artı değerin kapitalistler arasında
bölüşülmesi ile ilgili bir meseledir.5 Bu olgudan yola
çıkarak, “bu yüzden” Rusya’nın kapitalist bir ülke
olmadığı sonucuna varmak mümkün değildir. İşte
bu yüzden Stalinizmi savunanların yaptığı şey, büyük
tartışmalarla “kapitalizmin yasası”nı kâr oranının
düşmesi olmaktan çıkarıp, ortalama bir kârın yaratılması
biçiminde tahrip etmektir. Bu kişiler, kendilerine
teorik bir temel elde etmek üzere Marksizmi bu şekilde
yeniden revize ederek, Rusya’nın kapitalist olmayan
bir ülke olduğu “kanıtı”ndan söz etmeye başladılar:
Sermaye, en kârlı olduğu yerden ayrılmaz; ama orada
sermayeyi devlet yönetir. Bu yüzden, en büyük kârlar
hafif endüstriden elde edilmesine rağmen, Rusya’nın
ağır endüstri kurabileceği sonucuna vardılar. Diğer bir
deyişle, Amerika Birleşik Devletleri’nin, sermayenin en
kârlı alanlara kayması ile gerçekleştirdiği şeyi, Rusya
planlama yoluyla gerçekleştirmek durumundaydı.
Üstelik, Rusya’da kâr, klasik kapitalizmde taşıdığı
anlamı taşımaz. Hafif endüstriler, emeğin muazzam
üretkenliğinden dolayı değil, devlet tarafından dayatılan
ve bu endüstrilere tamamen hayali “kâr” sağlayan işlem
vergileri nedeniyle daha büyük kâr getirir. Gerçekte bu,
endüstrinin değil devletin ücret yoluyla işçiye verilen
“fazladan” her şeyi cebine indirmesinin aracıdır. Bu, ağır
conatus
endüstri kanalıyla yapılan şeyin aynısı olamaz; çünkü
işçiler ağır endüstrinin ürünlerini yiyemez. İşte, bu tür
“kâr”ın ne sermayeyi ne de sermayenin tekil aracılarını
çekmemesinin nedeni budur. Sorunun düğümü de
budur.
Sözcüklerin, kârın ve zararın, kesinlikle farklı bir
anlamı olduğu varsayıldığı için, sermayenin kendisi
yapmadığında, sermayenin tekil aracıları en “kâr”lı
girişimleri yapmazlar. Tam da aynı nedenden dolayı,
tersi klasik kapitalizmin niteliğiydi: Artı değerden tekil
aracılara düşen pay, ağır endüstride daha büyüktür. Bir
trilyon dolarlık tröstün yöneticisinin ücreti, tröstün
kâr elde edip etmemesine değil, temelde yönettiği
sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.
Kapitalizmin tarihi boyunca sıklıkla olduğu gibi,
devlet kapitalizmi de, rekabetçi, tekelci ve tekelci devlet
aşamaları yoluyla temellük biçiminde bir değişime yol
açar. Sermayenin tekil aracısının, kendi fabrikasında
söküp aldığı artı değeri doğrudan gerçekleştirmek için
zamanı yoktur. Kendi tekil sermayesi toplam sermaye
üzerinde baskı uygulayabildiği ölçüde, ulusal artı
değerin dağılımına katılmak zorundadır. Rusya’da bu
baskı, rekabet yoluyla değil devlet planlaması yoluyla
uygulanır. Ama kapitalistler, isterseniz devlet temsilcileri
deyin, arasındaki bu savaş veya uzlaşma, ulusal artı
değerde kanı ve teri donmuş olan proletarya ile hiç
ilgilenmez.6 İlgilendiği şey, patronun “işlevini” yerine
getiren kişi ile olan ilişkisidir.
2. Özel mülkiyet ve sermayenin aracıları
Sömürüye dayalı farklı ekonomik düzenleri ayırt
eden şey, ne mülkiyet hakkının adı ne de bireylerin
güdüleridir; tersine onları ayıran şey, kullandıkları
üretim yöntemi veya artı değer elde etme biçimidir.
Mülkiyet hakkı temel alınmış olsaydı, o zaman
Stalinistler şunu iddia etmekte haklı olurlardı: “Rusya’da
özel mülkiyet olmadığı için, insanın insan tarafından
sömürülmesi de yoktur.”
“Sosyalist ekonomi”nin görünüşte dayatılmasının
arkasında ne yazık ki “sınıfsız entelijansiya” vardır.7
Zenginler sınıfının özgül ağırlığı, toplam nüfusun sadece
yüzde 2.05’ni kapsar!
Devletin ve devlet endüstrisinin temsilcisi olarak
hareket eden bireyler, birikim sürecine katılmayı
reddetme konusunda teorik olarak özgürdürler, tıpkı
41
Amerika Birleşik Devletleri’nde bir kapitalistin kendi
fabrikasındaki üretim araçlarının yasal mülkiyet hakkını
bir imza atarak işçilere verme konusunda özgür olduğu
gibi. Amerika Birleşik Devletleri’nde bunu yapan
kapitalist, Catalina Adası’nda dinlenmeye çekilebilir
veya daha da kötüsü bir deliler evine gönderilebilir.
Rusya’da ise, “tasfiye edilir.” Ama bunu reddedemez.
İşçiye yabancılaşan ölü emeğin ve kendisini baskı
altında tutanların aracısı olarak, sermayenin temsilcisi
olarak hareket eder. İkisi arasındaki sınıf farkı, Rusların
tabiriyle “işlevsel” olarak adlandırdıkları fark, görünüşte
ifade edilir; geleneksel kapitalizm altında olduğundan
farklı bir anlam yoktur; biri lüks içinde yaşar, diğeri
sefalet içinde. Rusya’da sermayenin aracısının “kendi”
fabrikası olmadığı doğrudur. Ama kişisel mülkiyet,
sınırsız faiz getiren bono, lüks ev, kır evleri ve kişisel
ürünler satın alma hakkı tanınır. Devlet bonoları,
miktarının ne kadar büyük olduğu önemli değil, veraset
vergisine veya teberru vergisine tabi değildir. Bütün
kişisel mülkiyet biçimleri, sonraki nesillerin yönetimine
bırakılabilir. Proletarya için erişilmesi imkânsız
öğrenim harçları isteyen yüksek öğrenim kurumları,
ücretle çalışan bu fabrika yöneticilerinin çocuklarına
memnuniyetle kucak açar ve bu yönetici sınıfın
oğullarını ve kızlarını iyi pozisyonlara yerleştirmeyi
güvence altına alır. Ama bu yine de tamamen
fabrikadaki ilişkiye bağlıdır.
Bu, ne bürokrasinin kaprisi ne de rekabetçi kapitalizmde
işçi ücretlerini belirleyen tekil kapitalistin “iradesi”dir.
Bu, her ikisini de egemenliği altına alan değer yasasıdır.
Değer yasası, örneğin Rusya ekonomisinin hareket
yasası, zenginliğin kutuplaşmasına, sermayenin organik
bileşiminin artmasına ve bir uçta sefaletin diğer uçta
sermayenin birikmesine yol açmıştır. Bu, verili tek
kapitalist toplumdur, dünya kapitalizminin emekçinin
üretim araçları üzerindeki kontrolünü kaybetmesinden
kaynaklanan yasaları tarafından yönetilen bir
ekonomidir.
Peki ama, sadece özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla
yetinmeyip kapitalistler de mülksüzleştirilmiş olmasına
rağmen, bu nasıl ortaya çıkabildi?
II. Karşı-Devrim (1935-1937’ye Vurgu)
Bir yanda dünya pazarının durumu, diğer yanda
Avrupa’daki gelişkin proletaryanın devrim yapmada
başarısız olması ve dolayısıyla Rus proletaryasına
yardıma gelememesi göz önüne alındığında, kapitalizm
ve sosyalizm arasındaki geçiş aşamasının can vermesi
ve değer yasasının kendi egemenliğini tekrar kurması
kaçınılmazdı. Lenin’in katıldığı son parti kongresini
uyardığı gibi, “Rus pazarını ve tabi olduğumuz,
ilişkilendiğimiz ve kaçamayacağımız uluslararası pazarı”
açıkça incelemek zorunludur.
Karşı-devrim, elde silahlar hazır “resmi” bir görünüşte
değildi; bu yüzden onu fark etmek zordu. Aygıtların
bürokratikleştirilmesi ve proletaryanın devlet
üzerindeki politik kontrolünü kaybetmesinin yanı
sıra, üretim ilişkileri de bir dönüşüme uğruyordu.
Aslında bu dönüşüm, bir sınıf olarak bürokrasinin
güçlendirilmesinin temelinde yatan, değişen üretim
ilişkileriydi.
Üretim ilişkilerindeki ilk değişimler sezilebilir biçimde
ortaya çıkmadı. İş denetçileri, işçilerin çıkarlarını
Devletin ve devlet endüstrisinin temsilcisi
olarak hareket eden bireyler, birikim
sürecine katılmayı reddetme konusunda
teorik olarak özgürdürler, tıpkı Amerika
Birleşik Devletleri’nde bir kapitalistin kendi
fabrikasındaki üretim araçlarının yasal
mülkiyet hakkını bir imza atarak işçilere verme
konusunda özgür olduğu gibi
conatus
42
savunma konusunda başarısız oldu; çünkü Birinci Beş
Yıllık Plan’ın kabul edilmesiyle birlikte bütün kuruluşlar
devlet kuruluşu haline geldi ve otomatik olarak
“sosyalist” adıyla nitelendi. Yerinden edilen sendika
liderlerinin hepsi, önce Sol Muhalifler sonra da Tomsky
liderleri, kendi çıkarlarını “sosyalist” ekonominin
çıkarlarından üstün tutan kişilerin her türlü “sağ kanat
birleşme eğilimine” karşı seslerini çıkarmaya hazırlardı.
1931’de devlet, çalıştığı üretim alanındaki yöneticinin
izni olmadan işçinin iş değiştiremeyeceğini söylediğinde,
sendikalar seslerini çıkarmamak zorunda kaldılar.
1932’de, işçinin yiyecek karnesi ve barınma hakkı
fabrika yöneticisinin ellerine verildiğinde, sendikalar
“iş disiplini”nin kurulması için bir zorunluluk olarak bu
adımı selamladılar. Her işçinin “istisnasız” ekonominin
yönetimine katılabileceğini belirten ilk işçiler tarafından
kurulan İşçi Üretim Konferansları, nadiren toplanıyordu.
1934’te sendikalar, devletin idari makinesinin bir parçası
haline geldi.
Ama emeğin üretim araçları üzerindeki kontrolden
koparılması, işçilerin “bütün ulusa” ait üretim
araçlarının üzerinde kendiliğinden kontrol
sağlayabileceği anayasal görüşünden daha öte,
sadece yasal kararname ile gerçekleştirilemezdi.
Stalin, kendi yönetimini bir uçtan diğer uca şiddetle
sarsan ekonominin bu ikili doğasını önceden gördü.
Endüstriyi yönetenlere seslendiğinde şu sloganı ortaya
attı: “Benlik kaybına son.” Bu, endüstriyel terimlere
çevrildiğinde şöyle okundu: “İyi işe iyi ücret.” “İyi işe iyi
ücret” ifadesinin bir temele, ancak 1935’te ortaya çıkan
Stakhanovizm gibi bir devinimle hız kazanabilecek olan
parça başı iş sistemine ihtiyacı vardı.8
1. Stakhanovizm ve Stalinist kuruluş
Gelişmiş kapitalist ülkelerde, tek bir ülkede teknik
bileşimle bir karşılaştırmayı zorunlu hale getiren
sermayenin organik bileşimi, kitle tüketim maddelerine
yönelik üretim alanında zararı gerektirir. Tüketime
yönelik kıt malların proletaryanın zararına olacak
biçimde dağıtılmasının sonucu, değer üretiminin sadece
“doğal” sonucudur. Bu, kapitalist ekonominin hareketine
itici güç oluşturan belli bir ilişkiyi ortaya çıkarır.
Kapitalist toplumda işçilerin “eksik tüketimi” yalnızca
ahlaki bir sorun değildir. Bu, Marksizmin temelidir;
öyle ki, işçiler bir kere bu durumda olduklarında,
conatus
sabit sermayenin değişken sermaye ile ilişkisi belli
bir doğrultuda hareket eder. Küçük burjuvazi için
anlaşılması güç olan şey budur.
Parça başı çalışma sistemi, Marx tarafından kapitalist
üretim biçimine en uygun sistem olarak ifade edildi.
Stakhanovcu parça başı çalışma sistemi, Rusya’da
geçerli olan üretim biçimine çok uygundu. Günün
rekortmenleri, fabrikaya arka kapıdan değil ön kapıdan
memnuniyetle giriyorlardı; çünkü kendilerini fabrikanın
ön kısmındaki ofislerde görevlendirmişlerdi. Politik
bürokrat, bu “üretim entelijansiyası” içinde “meşru bir
mirasçı” buldu.
Stakhanovizm, yeni bir emek aristokrasisinin gelişmesini
mümkün kıldı. Fakat olan sadece bu değildi. Bir emek
aristokrasisi, yönetici klik için en iyi destek anlamına
geliyordu. Ama olan biten bundan da ibaret değildi.
Hayır, bürokratların “mirasçıları” için bir temel ve
besleyici bir ruh olarak Stakhanovizmle birlikte, üretim
süreci üzerindeki uzman bürokrasi, bir sınıf istikrarı ve
endüstri yöneticiliğinden gelen ödülün kaynağına sahip
olmayı hissetmeye başladı; proletarya diktatörlüğünün
yasal tasfiyesine doğru düşüncesizce hareket etti. Ekim
devrimine karşı yürütülen karşı-devrimi meşrulaştırmak
için, yeni sınıfın yeni bir kuruluşa ihtiyacı vardı.
1936 Stalinist Anayasası, entelijansiyayı, işçilerden
ve köylülerden ayrı özel bir “grup” olarak kabul etti.
Yeni bir yönetici sınıfın varlığının bu şekilde yasal
olarak tanınmasıyla birlikte, devlet mülkiyetinin
“hırsızlıklardan ve haksız temellükten” korunmasının
güvencesi ortadan kalktı.
Üstelik Anayasa, emeğin ücretinin Rus usulü ödenmesi
ilkesinin içinden yükseldi. “Herkese yeteneklerine göre”
ifadesi, “herkese emeğine göre” sloganına dönüştü.
Görünüşte anlamsız olan bu slogan, aslında emeğe
değerine göre ödeme yapmayı öngören geçerli kapitalist
yasayı ifade etmenin sadece bir yöntemiydi. Bu mutlak
ekonomik yasanın serbestçe işlemesini garanti altına
almak için, Ekim yönetiminden arta kalanları ortadan
kaldırmak zorunlu hale geldi, hatta bu sadece bazı
insanların hatırasında kalmış olsa bile.
2. Moskova Mahkemeleri
1937 Moskova Mahkemeleri, değişen üretim
ilişkilerindeki gelişmeyi gördüğümüz karşı-devrimin
doruk noktasıydı. Bir celladın ipi, elindeki silahları
43
yeterliydi; çünkü bu çatışmanın taraflarından sadece biri
silahlıydı. Ekim Devrimi ortadan kaldırıldı ve proleter
devlet, sadece ona öncülük etmiş olan Eski Bolşeviklerin
infaz edilmesiyle değil, aynı zamanda yeni sınıf için
üretim sürecinde temiz bir yer açarak devrildi. Bu yer,
söz konusu “sınıfsız entelijansiya” için, sadece orada
böyle bir sınıf var olduğunda ve üretim biçimi bu yeri
gelecek olarak adlandırdığında temizlenmiş olabilirdi.
Rus işçiler, fabrika yöneticiliği işinin, Rusların güzel bir
tabirle ifade ettikleri gibi, sadece “işlevsel” olmadığını
biliyorlardı. Fabrika yöneticisi bir patron gibi davranır;
çünkü o bir patrondur. Devlet, işçi devletine, ABD Çelik
Şirketi’nin bir çelik işçisine yakınlık gösterdiğinden daha
fazla yakınlık göstermez; çünkü her ikisi de aynı üretim
alanının “işçileri”dir. Karşı-devrim galip geldi.
Ama karşı-devrimin zaferine yol açan yasalar değildi. Bu
yasaların bir araya gelmesi, yalnızca Sovyet devletinde
ve üretim sürecinde emeğin rolündeki değişimlerin bir
araya toplanmasına tanıklık eder.
Karşı-devrim bir çocuk, hatta “Bolşevizm”in gayri
meşru çocuğu bile değildir. Karşı-devrim, “yeni” üretim
biçiminin, Stalin dışında, emperyalist dünya ekonomisi
tarafından döllenen, meşru bir ürünüdür. Bu ürün, her
şeyin üstünde keşfedilmesi gereken meşru yasalar değil,
üretim yöntemidir. Bu keşifte, her kapitalist ekonomide
olduğu gibi, mücadele halindeki iki büyük gücü, sermaye
ve emeği buluruz.
III. Emek
“Böyle bir rejimin (devlet kapitalizmi) ekonomik yasaları,
hiçbir gizem temsil etmeyecektir...” – Leon Troçki9
Marksist değer, dolayısıyla artı değer teorisinin içsel
niteliği, emek gücünün değer karşılığında alınan bir
meta olmasıdır.
1943’e kadar, Sovyet teorisyenler, kapitalist üretimin
egemen yasası olan değer yasasının, sosyalizmin
“değiştirilemez biçimde kurulmuş” olduğu Rusya’da
işlediğini inkâr ettiler. Ama 1943’te, bu ülkenin önde
gelen teorik dergisi olan Pod Znamenem Marxizma’da10,
bu durumu alaşağı eden dehşet verici bir makale
yayımlandı. Bu makalenin yazarları, politik ekonomi
öğretiminin birkaç yıllık bir aradan sonra yeniden
başlatıldığını belirttiler ve öğretmenlere politik ekonomi
“öğretirken” izlemeleri için kurallar önerdiler. Makaleye
şöyle üstünkörü bir bakış bile, ne yazık ki, bunun ters
yüz edilmiş bir öğrenim değil, aksine öğretilen politik
ekonomi olduğunu ortaya çıkarır.
Stalinist ideologlar, Rusya’da değer yasasının inkâr
edilmesinin, “şu tür kategorilerin [para, ücret vb.]
varlığını açıklamada baş edilemez zorluklar yaratmış
olduğunu” kabul ederler. Artık, değer yasasının
işlediğinin kabul edilmesi, peşinden zorunlu olarak
artı değer yasasının da işlediğinin kabul edilmesini
getirir. Yönetici sınıfların savunucuları gibi, bu kabul,
etmeyi reddettikleri bir kabuldü. İşte onların ikilemi
budur ve bu ikilem burada bizi ilgilendirmez.11 Bizi
ilgilendiren, aslında Rusya’da değer yasasının işlediğinin
ve dolayısıyla paranın “değerin fiyat olarak ifadesi”
olduğunun kabulüdür.
1. Değer ve fiyat
Bütün kapitalist ülkelerde ve Rusya’da para, tüketim
mallarının arz ve talebinde eşitlenen fiyatlar ve
ücretler yoluyla gerçekleşen zenginliktir; bu, işçinin
değerinin, kendi varoluşu ve türünün yeniden üretimi
için gerekli olan geçimlik mallarda içerilmiş olan
toplumsal olarak gerekli emek zamanına eşit olması
demektir. Tüketim mallarının üretimi yalnızca kitleleri
ayakta tutmaya yettiği sürece, fiyatlar, bütün tüketim
mallarının fiyatlarının toplamı ve ücretlerin toplamı
eşitlenene kadar yasal sınırlamalar yoluyla dirençle
karşılaşmaksızın kırılacaktır. Rusya’da fiyat sabitleme,
ne mal fiyatlarının stabilizasyonu ne de ücretlerin
stabilizasyonu ile kuruldu. 1935’te günlük yemek hakkı
uygulamasının ortadan kaldırılması, fiyatlarda, kişi
başına düşen çok düşük günlük fiyatlar altında işçileri
kıt kanaat geçinmeye zorlayan öylesine büyük bir
artışı beraberinde getirdi ki, artık hiçbir şekilde “tek
tip fiyatlar” var olamazdı. Bu yüzden devlet, ücretlerde
genel bir artışı kabul etmek zorunda kaldı; öyle ki, İkinci
Beş Yıllık Plan’ın sonunda ücretler planlananın yüzde 96
üzerindeydi.
Fiyatlar devlet tarafından sabitlendiğinden, “değer
yasasına göre değil, ‘planlı üretim’e dayalı hükümet
kararına göre”12 sabitlendiği yönündeki hatalı kavrayış,
fiyatlara egemen olan ekonomik yasanın dikkate
alınmasını engeller. Rusya’da her hangi bir fiyat listesi
hakkındaki nedensel bir araştırma bile, tüketici malları
üzerindeki muazzam vergi yüklerinden kaynaklı
conatus
44
sapmaları dikkate aldığında, fiyatların kazara ve
kesinlikle kullanım değerlerine uygun olmayan biçimde
sabitlenmediğini, “kolayca tanınan” kapitalist ülkelerde
hüküm süren aynı farklılaşmaları sergilediğini,
yani fiyatların değer yasası tarafından belirlendiğini
gösterecektir.13
2. Emek: “özgür” ve zorlanmış
Ölçü biriminin toplumsal olarak gerekli emek zaman
olduğu, varoluş biçiminin teknolojik devrim içinde
yutulduğu ve donmuş artı emek için duyulan iştahın
onun doymak bilmez doğasından kaynaklandığı bir
toplumda, şeylerin özü zamandır. Bu yüzden makine
çağı, bu aklı kendi maliyecisine, yani burjuvaziye
geçirmiştir: Üretim çarklarının hızla dönmesini
istiyorsan, “özgür emek”i kullan.
Sanki “gerçek” kapitalistler olmadıklarını ispatlamak
için, Rus yöneticiler bu basit aklı görmezlikten geldiler
ve ücretli köleliği, kanun koyucu yasalar aracılığı
ile düpedüz köleliğe çevirmeye giriştiler. Bütün
rejimin sarsıldığı, emeğin kargaşa çıkarmaya hazır
bir huzursuzluk içinde olduğu ve üretimin en düşük
düzeye indiği 1932’de, işçinin yiyecek kartını, işçiyi
işten atma ve bir gün bile işe gelmese evinden çıkarma
hakkına sahip olan fabrika yöneticisinin ellerine teslim
eden bir yasa çıkarıldı. Bu yasa, beklenen sonucun
elde edilmesini sağlamadı. İşçi fabrikaya gelmedi veya
geldiğinde mümkün olduğunca az üreterek hemen
ayrıldı. Endüstrinin emeğe ihtiyacı olduğu için, fabrika
yöneticileri, işçi işe gelmediği veya üretimi yavaşlattığı
gerekçesiyle işçiyi işten atmayı “unuttu”. 1933’e kadar
conatus
tarımda yaşanan kriz ve bunun sonucu olarak ortaya
çıkan işsizlik ve kıtlık, emeğin kente akmasına neden
olduğu kadar, endüstriyi yönetenlere de emeği “doğal”
burjuva yöntemlerle disipline etme olanağı sağladı.
1933’te yedek emek ordusu tamamlandı ve 1935’te
Stakhanovizmin üretim artışı ve parça başı iş sistemi
başarıldı.
Bu “doğal” yöntemler, doğal sonuçlar getirdi: sınıf
mücadelesi. Moskova Mahkemelerinin sahnelenmesi
sırasında İşçiler arasında patlamaya hazır olan ve
acımasızca bastırılan isyan, sonuçta sadece üretimde bir
kaosa ve işçilerin kitlesel biçimde kentten göç etmesine
yol açtı. 1938’de devletin çaresizliği arttı. 1932 yasası
yeniden canlandırıldı ve “üzerinde iyileştirmeler yapıldı.”
Bu, verimsizliği ispatlıyordu. 1940’ta “State Labour
Reserves” (Devlet Emek Rezervleri) yaratıldı ve bununla
birlikte “emek ıslah” kurumu geldi: Yasalara uymayan
işçiler, altı ay boyunca ücretlerinde yüzde 25 kesinti ile
çalışmak zorunda bırakıldı.
Devlet yöneticilerin iktidarında olduğundan,
yöneticiler değer üretiminin ihtiyaçlarına itaat
etmeleri için işçileri ekonomik olmayan araçlarla
zorlamanın kendi iktidarları dahilinde olduğunu
düşündüler. Üretimin devletleştirilmesi, işçilerin özgür
hareketinin sınırlandırılması ile sonuçlanmıştır. Emek
üretkenliğinde, sürekli genişleyen üretimin gerektirdiği
artışı başaramamıştır.
Üretimin, “özgür” emek anlamına gelen son derece
üretken emeğe duyduğu ihtiyaç ile rahatsız etmeyecek
biçimde bunu geliştirecek kanun koyucu yasaya
başvurmak arasında, bu sürekli iltimas ve mücadele
hareketi vardır. Bir yanda emekçi olarak zorlanan birkaç
milyon işçi hapse girerken, diğer yandan pek çok işçi
“yedek” işçi ordusuna katılmak üzere serbest bırakılır.
“Emeğin ıslahı” olgusu, emeği hapse atmaya başvurmak
ile fabrika içinde sürekli üretimi bir şekilde elde etme
ihtiyacı arasındaki uzlaşmanın bir sonucudur.
Emek de maharetini göstermiştir. Açıkça isyan
edemediği zaman, ya “gözden kaybolur” ya da üretimi
öylesine yavaşlatır ki, 1938’de üretim 1935’tekinden daha
düşük olur! Üretim artış oranının pratik bir durgunluğa
girdiği ve emek firesinin çok yüksek olmaya devam
ettiği dönemler başından beri olmuştu.14 Savaş sırasında
emek suçları o kadar yaygındı ki, devlet eğer Dördüncü
Beş Yıllık Kalkınma Planı’nı etkili biçimde uygulamaya
45
başlamak için yeterli emeğe sahip olmak istiyorsa, kendi
yasalarını göz ardı etmek zorundaydı. Bu yüzden bütün
emek suçluları için bir genel af çıkarmak zorunda kaldı.
Dolayısıyla devlet, yasal kararname ile ücretli köleliğin
düpedüz köleliğe dönüştürülemeyeceğini keşfederken,
işçi de kapitalist rekabetçi piyasadakiyle aynı türden15
bir “özgürlük”e sahip olduğunu, yani eğer kendi geçim
araçlarını elde etmek istiyorsa kendi emek gücünü
satmak zorunda olduğunu keşfetti.
3. İşsizlik ve işçilerin artan sefaleti
Nasıl ki emek gücünün tam değerinin ödenmiş olması
değer yasasının asıl temeli ise, yedek işçi ordusu da
sabit sermayenin değişen sermaye üzerindeki üstünlüğü
yasasının asıl temelidir. Üretimin artarak genişlemesi,
emek ordusunda mutlak bir artış anlamına gelir; bu
doğrudur; ama emeğin sermayeye çekici gelmesi veya
onun tarafından itilmesini yöneten yasa anlamında canlı
emeğin sabit sermayeye göre azalması olgusu hiçbir
suretle değişmez. Bu yüzdendir ki, Marx işsiz ordusunu
“kapitalist üretimin mutlak genel yasası” olarak
adlandırmıştır.
Rusya’da işsizlik 1930’dan itibaren resmi olarak ortadan
kaldırıldı. Ama 1933’te işsizlik yeniden ortaya çıktı;
tıpkı Rusların incelikle ifade ettikleri gibi, “işyerlerinde
planlara göre gerekli olandan çok daha fazla işçi var.”
Kıtlık içindeki kırsal bölgelerden göç aslında o kadar
büyüktü ki, işçi pasaportunu göstermek zorunluydu
ve pasaportu olmayan hiç kimsenin yaşamak için
büyük şehirlere girmesine izin verilmiyordu. 1935’te
Stakhanovizm ve 1937’deki kanlı Moskova Mahkemeleri,
resmi aksi yönde değiştirdi. Şehirlerden kıra doğru
kitlesel bir zorunlu göç vardı. 1939 nüfus sayımı, toplam
nüfusun yüzde 67.2’sinin kırsal nüfus olduğunu ve bu
114.6 milyonluk kırsal nüfusun da yüzde 78.6’sının
köylü olduğunu ortaya çıkardı. Amerika’da kırsal
nüfusun bu kadar ezici bir yüzdeye ne zaman sahip
olduğunu bulmak isteseydik, Amerikan İç Savaşı’ndan
önceki bir döneme geri gitmemiz gerekirdi.
Rusya az gelişmiştir, ama bu kadar mı az gelişmiştir?
Emeğin üretkenliği çok düşüktür, ama bu kadar
mı düşüktür? Yoksa bu, daha çok ülkenin kırsal
bölgelerinde gizlenen işsiz ordusu mudur? Gerçek
durumun ikincisi olduğu, Devlet Emek Rezervleri’nin
yaratılmasının ilanı sırasında, bizzat “Büyük
Önder” tarafından, artı emekleri için kolhozlara16
başvurduğunda ifşa edildi. Stalin, “Kolhozun kırdaki işçi
kesimlerini özgürleştiren makineleşme bolluğu kadar
talebimizi karşılayacak tam imkâna sahip olduğunu” dile
getirmiştir.
Rusya için, geleneksel kapitalizmde olduğu gibi, belli
bir tarihsel dönemde işsizlikten kaçınmak olanaksızdır;
çünkü bu tek kapitalist toplum her sinirini, fabrikalarını
çok daha gelişmiş üretici sistemler düzeyine çıkarmak
için kasıyor ve bunu yapmanın tek yolu, mümkün olan
en yüksek değeri üretmek için mümkün olan en az
canlı emek gücünü kullanmaktır. Bu yüzden Rus devlet
kapitalizmi, bütün hesabını, bir geçiş toplumunda
olduğu gibi emek zamanı miktarına değil, temel olarak
ücretler, yani işçinin değeri üzerine dayandırmak
zorundadır. Bu durum, daha sonra Rus ekonomisinin
az gelişmişliği nedeniyle şiddetlenmiştir; tıpkı Marx’ın
Kapital’in III. Cilt’inde17 işaret ettiği aşırı durum halini
almıştır. Üretimi artırmak üzere yeterli artı değer elde
etmek için, tarımsal nüfus kesimi, hane başına göre ücret
alır.18
İşçilerin koşulları sürekli kötüleşti. Beş Yıllık Plan’ın
başlangıcından itibaren, işçilerin reel ücretleri, Kısım
I’de gösterdiğim gibi, yarı yarıya düştü! Bu kesinlikle
rastlantısal değildir. Sermayenin organik bileşiminin
bu kadar yükselmesine neden olan, bu ekonominin
hareket yasasının kaçınılmaz sonucudur. Kendi ürününü
sermaye biçiminde üreten sınıf için yoksulluğun
katlanarak artması, sermaye birikiminin zorunlu
sonucudur.
IV. Sermaye
Marx, sermayenin bir şey değil, şeyler aracılığı ile
kurulan bir üretimin toplumsal ilişkisi olduğunu
söyler. Bu sömürü ilişkisini kuran aracılık, çok
iyi bilindiği gibi, doğrudan üreticilerden, yani
proletaryadan yabancılaşmış üretim araçları ve
proletaryayı bastıranlardır. Kapitalistin işçi üzerindeki
egemenliği, sadece “ölü emeğin canlı emek üzerindeki
egemenliğidir.” Sabit sermayenin değişen sermaye
üzerindeki bu büyük üstünlüğünün maddi olarak açığa
çıkması, üretim araçları üretiminin tüketim araçlarının
üretimi üzerindeki üstünlüğüdür. Kapitalist toplumda,
üretilen kullanım değerleri işçiler veya kapitalistlerin
tüketimi için değil, sermayenin tüketimi, yani üretken
conatus
46
tüketim veya genişletilmiş üretim içindir ve başka
türlüsü olamaz. İşçilerden sızdırılan artı değerin büyük
bir kısmı, bu genişletilmiş üretime geri döner.
Rusya’daki sömürücüler, artı değerin toplamda ürün
değeri ile emek gücünün değeri arasındaki fark
tarafından benzersiz şekilde belirlendiği olgusunun o
kadar farkındaydılar ki, 1941’deki Plan’da, işçilerin emek
üretkenliğinde her yüzde 12’lik artış için ücretlerde
sadece yüzde 6.5’lik bir artış alması net şekilde
kararlaştırıldı.
Voznessensky, bunu yüzsüzce şöyle ifade etti: “Emek
üretkenliği ile ortalama ücret arasındaki bu oran, düşük
üretim maliyeti ve sosyalist birikimin artışı için bir
zemin sağlar ve yüksek oranda genişletilmiş üretimin
gerçekleştirilmesi için çok önemli bir koşul oluşturur.”19
1. Tüketim araçları üretiminin zararına olacak
biçimde üretim araçları üretimi
Emek üretkenliği ile emeğin ücreti arasındaki büyük
farklılık, genişletilmiş üretimin içinde muazzam bir
orana ulaşır. Devlet Planlama Komisyonu Başkanı
Voznessensky’e göre,1929’dan 1940’a kadar fabrika ve
sermaye donanımı için 152.6 milyar ruble yatırıldı.
1937’deki bütün ulusal gelirin yüzde 26.4’ü sermaye
mallarına dönüştürüldü. 1942 yılı için yapılan plan,
ulusal gelirin yüzde 28.8’nin üretim araçlarına
yatırılması gerektiğini ilan etti. Rusya’da sermaye
mallarına giden üretimin oranı hakkında bir fikir
edinmek için, Amerika’da 1922-32 yılları arasındaki
on yıllık refah döneminde ulusal gelirin yüzde 9’unun
üretim araçlarının genişletilmesi için kullanıldığı
olgusuna bakılabilir.
Planlar başlatıldığı zaman, üretim araçları üretimi
toplam üretimin 44.3’ünü ve tüketim araçları üretimi
yüzde 55.7’sini oluşturdu. Birinci Plan’ın sonundan
itibaren, bu tersine döndü; böylece üretim araçlarının
üretimi yüzde 52.8, tüketim araçlarının üretimi yüzde
46.7 oldu. İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonunda oranlar
yüzde 57.5 ve yüzde 42.5 olarak gerçekleşti. 1940’ta
üretim araçlarının üretimi yüzde 61, tüketim araçlarının
üretimi yüzde 39’du. Bu, çağdaş kapitalizm için de
doğrudur.
“Kapitalist topraklara yetişmek ve yükselmek” sloganı,
var olan dünya ekonomisinin zorlayıcı motivasyonunun
yansımasıydı: Dünya pazarını kim yönetecek? Tüketim
conatus
araçları üretiminin lehine üretim araçları üretiminin
gelişmesinin sırrı burada yatar. “İşçi sınıfının
koşullarının daha da iyileştirilmesi” için “devletin
isteği”ne rağmen, kitlelerin giderek kötüleşen yaşam
standartlarının nedeni de burada yatar.
Tek bir kapitalist toplumun, bireysel kapitalistlerden
oluşmuş bir toplumu yöneten yasaların aynısıyla
yönetilmediğini varsayanların temel hatası, piyasada
olup bitenlerin sadece üretim sürecine içkin çelişkilerin
sonuçları olduğunu anlamadaki başarısızlıkta yatar.
Tek bir kapitalist toplum, sınırsız bir piyasaya sahip
değildir. Gösterdiğimiz gibi, tüketim malları piyasası,
yöneticilerin rahatlığı ve tam karşılığı ödendiğinde
işçilerin gereksinimleri ile katı biçimde sınırlıdır.
Krizin en derindeki nedeni, emeğin, piyasada değil
üretim sürecinde, kendisinden daha büyük bir değer
üretmesidir.
Eğer bütün sermaye devlet elinde yoğunlaşmazsa,
işçilerin (bazı Stakhanovcular için değil, bir bütün olarak
işçi sınıfı için) yaşam standardını yükseltmek mümkün
olmayacak mıdır?
Ne büyük bir yanılsama! Bunun gerçekleştiği an, bir
metanın üretim maliyeti, dünya piyasasını dolaşma
maliyetinin üzerine çıkar. O zaman iki şeyden biri olur:
Üretim durur; çünkü meta, değer üreten ekonominin
ucuz metası ile rekabet edemez ya da toplum geçici
olarak kendini yalıtsa bile, sonuçta topyekûn bir
emperyalist savaş olan kapitalist rekabetin var olan
biçimi içinde çok daha etkili kapitalist uluslar tarafından
yenilgiye uğrayacaktır.
Bizim özgün biricik kapitalist toplumumuz, son derece
modern fabrikalar ve gösterişli metrolar yapmayı
başarmıştır; ama işçi kitlelerinin yaşam standartlarını
artırmaktan da geri durmamıştır. Bunu yapamaz.
Sermaye buna izin vermez. Çünkü bu ekonomi sürekli
krizin içindedir.
2. Kriz, Rus markası
Dünyada dolaşan sermayenin değeri, kapitalist toplum
içinde sermayenin değerinin sürekli düşmesi anlamında
sürekli olarak düşüyor. Bürokratların kitabında bu değer
bütünüyle düşmeyebilir. Ama ürünün gerçek değeri,
dünya piyasasında yerini tutan ürünün değerinden
daha fazla olamayacağı için, Ford traktörü Stalingrad
traktörü ile aynı anda piyasaya girdiğinde, devlet kendi
47
markasının fiyatını düşürmek zorunda kalmıştır. Bu
durum, 1931’de Rusya dünya traktör üretiminin yüzde
90’nını ithal ederken kendi traktörünü maliyetinin
altında sattığında yaşanmıştır.
Bu olgu son derece önemli olmasına –ve Marx’ın, bütün
ekonomik kategorileri toplumsal kategori olarak ele
aldığı analizinin temelinde bu yatmasına– rağmen,
üretim sürecinde üretim araçları, kendi gerçek değerlerini
işçiyle olan ilişkileri içinde açığa çıkarır. Bu şu demektir;
eğer eskimeye yüz tutmuş makine imha edilmez ve
kullanılmaya devam edilirse, üretimin amiri işçiden hâlâ
dünya piyasası tarafından belirlenen toplumsal olarak
gerekli emek zamanda mal üretmesini beklediği için, işçi
daha da olumsuz etkilenir.
Planlama, emekçiye yaşamak için ihtiyaç duyduğu
minimum ödemeyi yapma ve dünya piyasasının değer
yasası tarafından yönetilen yasasız yasalarının içinde
üretken bir sistem olarak mümkün olduğunca ayakta
kalmak için işçiden maksimum artı değeri sızdırma
tarafından yönetiliyorsa, kapitalist ilişkilerin ne kadar
süredir var olduğunun ve toplumsal düzenin adının ne
olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bu yüzden Stalin için,
1936 Stalinist Anayasası, entelijansiyayı,
işçilerden ve köylülerden ayrı özel bir “grup”
olarak kabul etti. Yeni bir yönetici sınıfın
varlığının bu şekilde yasal olarak tanınmasıyla
birlikte, devlet mülkiyetinin “hırsızlıklardan ve
haksız temellükten” korunmasının güvencesi
ortadan kalktı
toplam sermayenin tekil bileşenlerini sürekli olarak bir
diğerine ve dünya piyasasına uyarlama zorunluluğu
nedeniyle, ani bir durgunluk ve kriz olmadan üretici
sisteme yol göstermek tamamıyla imkânsızdı. Stalin,
sıradan ticari kriz türünden kaçınmıştır. Ama diğer
yandan krizler geldiğinde, çok şiddetli ve yıkıcı
olmuşlardır. Tıpkı 1932’de, 1937’de olduğu gibi. Ve şimdi
de patlamak üzere olduğu gibi.
Dördüncü Beş Yıllık Plan, yeni bir tasfiye dalgasının
ortasında başlatıldı; ülke bir yandan sermaye
donanımının yüzde 25’ini, diğer yandan 25 milyon evi
kaybetmişti. Ve tüm bunların üzerine kurulan “barış”, en
son ve en büyük buluş olan atom enerjisi ile korunmak
zorundaydı. Bu, Rusya ekonomisini sürekli bir kargaşa
devleti içinde yaşatıyor. Bu kargaşanın arkasında değer
yasası, dolayısıyla dünya kapitalizminin parçalanmayla
debelenmesine yol açan artı değer vardır. Eğer bu
yasa, özüyle ve temel olarak kendini ortaya koymasıyla
Rusya’da da egemense, Rusya kapitalist toplum olmanın
dışında ne tür bir toplum olabilir ki?
Kısım II
Troçki, Rusya’nın temelde bir kapitalist devlet toplumu
olabileceği fikrini kabul etmedi, teorik olarak böyle bir
devlet akla uygun olsa bile gerçekte:
“Tarihte ilk defa, üretim araçlarının devlet elinde
toplanması, kapitalistlerin tröstleşme yöntemi ile değil,
proletaryanın toplumsal devrimiyle gerçekleşmiştir.”20
Tarihsel olarak devlet mülkiyetinin işçi devleti mülkiyeti
olarak ortaya çıktığı elbette doğrudur; ama bu ikisini
ayırmak için hiçbir neden ve Troçki’nin bu tarihsel
olguyu teorik bir soyutlamanın içinde dönüştürmesini
haklı çıkarmanın hiçbir yolu yoktur.
I. Tarih ve Teori
Sovyet devletinin ilk yıllarında, Lenin “geçişin
gerçekliği”ne bakmak yerine geçişi teorik bir soyutlama
içinde dönüştürmeyi deneyenlere karşı mücadele etti.
Sendikalar üzerine Troçki ile giriştiği tartışmada21 Lenin,
sendikaların “soyut tartışmalara sürüklenmemesi” ve işçi
devleti olduğumuz için işçilerin öncelikli ilgisinin üretim
conatus
48
olduğunu söylemenin yanlış olduğunun kavranması
konusunda uyardı. Lenin işçilerin şunu söyleme hakları
olduğu konusunda ısrar etti:
“...bize üretimle uğraşmak ve üretim süreçlerinde
demokrasi gösterisi yapmak hakkında bir masal
anlatıyorsunuz. Böyle bürokratik bir yönetim
kurulu, komite başkanı ile ilişkiye girerek değil,
başka türden kişilerle ilişki içinde üretimle meşgul
olmak istiyorum.”22
Lenin’in şöyle devam ettiğini unutmamalıyız:
“Her politik üst yapı (sınıflar ortadan kalkana ve
sınıfsız bir toplum yaratılana kadar kaçınılmaz
olan) gibi, bütün demokrasiler, genelde son
tahlilde üretime hizmet eder ve yine son tahlilde
verili bir toplumda egemen olan üretim ilişkileri
tarafından belirlenir.”23
Bir toplumsal düzenin analizinde üretim ilişkilerinin
önceliğine yapılan bu vurgu, Lenin’in Sovyetler Birliği
üzerine hem teorik hem de günlük tüm yazılarında
tıpkı kızıl bir iplik gibi işlenir. Buharin’le “Economics
of the Transition Period” (Geçiş Dönemi Ekonomileri)
üzerine girdiği tartışmada, Buharin’in kapitalist üretim
ilişkilerinin eski haline getirilemeyeceği varsayımına
ve bu yüzden kurulmuş olan işçi devletinin fiili
gelişme sürecini izlemedeki başarısızlığına itiraz
etti. Buharin, “Kapitalist üretim ilişkilerinin yıkımı
gerçekten verili hale gelir gelmez ve bu ilişkilerin eski
haline getirilmesinin teorik imkânsızlığı kanıtlanır
kanıtlanmaz...” diye yazdığında Lenin şunu hatırlattı:
“İmkânsızlıklar ancak pratik olarak gösterilebilir.
Yazar, teori ve pratik ilişkisini diyalektik bir
şekilde ortaya koymaz.”24
Lenin’e göre proletarya diktatörlüğü, bir geçiş durumu
olduğu için, kitlelerin tarihsel öncülüğüne ve uluslararası
duruma bağlı olarak, “ya sosyalizme ya da kapitalizme
bir geri dönüş” olabilirdi. Bu yüzden, her zaman
şunların farkında olmamız gerektiğini belirtti: (1)
İçeriden “sadece tek yol vardı... aşağıdan değişimler;
işçilerin kendilerinin ekonomik koşulların yeni ilkelerini
conatus
aşağıdan düzenlemelerini istedik.”25 (2) Dışarıdan,
“Rus piyasasının ve uluslararası pazarların bağlantılı
olduğunu ve bundan kaçamayacağımızı” unutmamalıyız.
“Dışarıdaki yoldaşlarımız kendi devrimlerini yapmak
için hazırlanırken”, yapabileceğimiz her şey zaman
kazandırır.
Lenin’in ölümünden sonra Troçki, kapitalizmin
restorasyonu olasılığına karşı uyarı yapan ilk kişiydi.
Yalnızca NEP’in durdurulamaz biçimde devam
ettirilmesinin, “planın bir bölümünde” kapitalizmin
eski haline dönülmesini beraberinde getirebileceği
konusunda ısrar etmekle kalmadı, özel temsilcilikler
ortadan kaldırıldıktan ve ulusal planlama kurulduktan
sonra bile, teslim olmak için bunu bir neden olarak
kullanan Sol Muhalefetçileri de acımasızca kınadı.
Rakovsky’nin şu tespitine katıldı:
“Teslimiyetçiler, sanayileşmenin ve
kolektifleştirmenin beklenenin tersi sonuçlar
getirmemesi için hangi aşamaların benimsenmesi
gerektiği üzerinde düşünmeyi reddederler...Temel
soruyu düşünmeyi bir yana bırakırlar: Beş Yıllık
Plan, ülkedeki sınıf ilişkilerinde hangi değişimlere
yol açacak”26
Rakovsky, eğer ekonomik yasalar, işçilerin katıldığı,
yalnızca proletaryanın kendi avantajları yönünde
kılavuzluk edebilecek bir başka plan geliştirilmesine
olanak tanımazsa, Ekim zaferinin eksik kalacağını
gördü. “Gözlerimizin önünde proletaryanın dışında
egemen bir sınıfın billurlaştığını ve bu tekil sınıfın
devindirici gücünün özel mülkiyetin, devlet iktidarının
tekil biçimi olduğunu”27 isabetli bir şekilde uyarmasının
nedeni buydu.
Bu düşüncenin açıklığı ve analiz yöntemi,
devletleştirilmiş mülkiyetin bir fetişizme dönüştürülmesi
sürecinde bertaraf edildi.
II. Devlet Mülkiyeti Fetişizmi
Troçki, kapitalist ilişkilerin eski haline dönme olasılığı
üzerine konuşmaya devam etti; fakat bu, “gözlerimizin
önünde” evrilen bir süreçten daha ziyade, hep olabilir
veya olabilecek bir şeydi. Bunun ikili bir nedeni vardı:
İlk olarak, Rusya’da karşı-devrim, proleter devletin
kurucularının zihinlerinde canlandırabilecekleri
49
tarzda gelmedi. Yani ne askeri bir müdahale ne de özel
mülkiyetin eski haline dönmesi söz konusuydu. İkinci
olarak, Almanya’da faşizmin zaferi, Sovyetler Birliği’ni
doğrudan tehdit ediyordu. Bu yüzden tarih, üretimin
devletleştirilmesinin karşı-devrimin yöntemleri
ile var olabileceğini gösterdiği zaman, devletleşmiş
mülkiyet=işçi devleti kavramı fetişizme dönüştürüldü!
Rusya da dahil olmak üzere her yerde yeni proleter
partilerin oluşumu için çağrı yaptık. Ama geçmişten
kopuşumuz net değildi. Hareketimiz, Rusya’daki iktidarı,
sadece toplumsal değil politik iktidarı isteyen proleter
bir parti oluşumunu anlamaya yönelen yeni bir teorinin
ayrıntılandırılması çalışması nedeniyle kısa bir kesintiye
uğradı.
Bütün fetişizmler gibi devlet mülkiyeti fetişizmi,
Troçki’nin, üretim ilişkileri içinde karşı-devrimin
izlediği yöntemi görmesini engelledi. Ekim Devrimi’nin
karşısında karşı-devrimin meşrulaştırılması, yani
Stalinist Kuruluş, Troçki tarafından sadece “mülk
sahibi yeni bir sınıfın doğumu için politik öncül
yaratan” bir şey gibi görüldü. Sanki sınıflar politik
öncüllerden doğuyormuş gibi! Kremlin’in yürüttüğü
korkunç tasfiyeler, Troçki’ye sadece “Sovyet toplumu
organik olarak bürokrasiyi dışlamaya yönelir”28 fikrini
kanıtladı. Çünkü Troçki için, Stalinist Rusya hâlâ bir
işçi devletiydi; Moskova Mahkemeleri’nin Stalinizmi
zayıflattığını düşünüyordu. Gerçekte, bu mahkemeler
Stalinist yönetimi sağlamlaştırdı.
Rusya’da bir işçi devleti olduğunu düşünmeye devam
ederek yaratılan ikilem, bürokrasiyi bir sınıf değil bir
kast olarak adlandırma yoluyla çözülmez. Soru şudur:
Bu grubun üretim sürecindeki rolü nedir? Bürokrasiyi
bir sınıf olarak değil kast olarak adlandırmak,
mülkiyetin üst yapıya ait alanında kalmak için yapılan
bir meşrulaştırmaya hizmet etmiştir. Bu yalnızca,
sömürücülere basit soyguncu maskesi altında gizlenme
olanağı sağlamıştır. Bu, kapitalizmin kötülüklerinin,
kapitalist sistemi oluşturan öğelerin değil, “kötü
kapitalistler”in ürünü olduğunu ileri süren küçük
burjuva algısından ne kadar ayrıdır?
Luxemburg, reformizme karşı mücadelesinde,
kapitalistler kavramının “üretimin bir kategorisi”
olmaktan “mülkiyet hakkı” olma yönünde geçirdiği
dönüşümün neye yol açabileceğini parlak bir şekilde
ifade eder:29
“Kapitalizm kavramını üretim ilişkilerinden
mülkiyet ilişkilerine taşıyarak ve girişimciler
hakkında konuşmak yerine basit bireylerden söz
ederek, [Bernstein] sosyalizm sorununu, üretim
alanından çıkarıp servet ilişkileri alanına –yani
Sermaye ve Emek arasındaki ilişkilerden çıkarıp,
yoksul ve zengin arasındaki ilişkilere– taşıyor.
Troçki, kendi adına, üretim yasaları analizinin yerine
bölüşümün sonuçlarına dair bir analiz koyar. Bu yüzden
şöyle yazar:
“Tüketim mallarındaki kıtlık ve onları elde etmek
için yürütülen evrensel mücadele, kendisine
bölüşüm işlevini atfeden polisi yaratır.”30
Fakat “tüketim mallarının kıtlığı”nı üreten nedir? Bu,
sadece ekonominin geri kalmışlığı değildir; çünkü aynı
geri kalmışlık Rusya’nın, üretim araçlarının üretiminde
gelişmiş kapitalist ülkelere üç aşağı beş yukarı ayak
uydurmasını engellememiştir. Üretim araçlarının
tüketim araçları ile ilişkisindeki oran, Rusya da dahil
olmak üzere kapitalizmin genel niteliği olarak, 61:39’dur.
Belirleyici ilişki, “tüketim mallarının kıtlığı” değil,
budur. Bu böyledir; çünkü ölü emeğin canlı emek
üzerindeki üstünlüğü yoluyla emekçi üzerinde kurulan
kapitalist egemenliğin göstergesi, bu ilişkidir.31
Troçki’ye göre, ulusallaştırılmış mülkiyetin varlığı
Rusya’yı yine de bir işçi devleti olarak tanımlamaya
devam etti; çünkü onun için “Ekim Devrimi’yle kurulan
mülkiyet ve üretim ilişkileri” hâlâ hüküm sürmekteydi.
Hangi ilişkiler: Üretim mi, yoksa mülkiyet mi? Bunlar
bir ve aynı şey değildir. Birisi temel, diğeri türetilmiştir.
Üretim ilişkisinin yasal bir ifadesi olan bir mülkiyet
ilişkisi, bu ilişkiyi, yasayla geçerli kılınmış olan fiili
üretim ilişkisine bağlı olsun ya da olmasın, bazen doğru
bazen yanlış anlamda, ifade eder. Devrim ve karşıdevrim dönemlerinde, yasal ifadeler kanunlarda hâlâ
korunmaya devam etmesine rağmen fiili üretim ilişkileri
bir dönüşüm geçirdiği zaman, devrim karşı-devrimle
eşitlenmeden üretim ilişkileri de mülkiyet ilişkileri ile
eşitlenemez!
Marksist değer yasası, sadece teorik bir soyutlama değil,
gerçek sınıf mücadelesinin bir göstergesidir. 1917’de
conatus
50
Rusya’da sınıf güçlerinin karşılıklı ilişkisi, proleter
devrim yöntemi yoluyla üretimin devletleştirilmesini
getirmiştir. Oysa Engels’in uzun zaman önce dikkat
çektiği gibi, kendinde ve kendisi yoluyla devletleştirme,
“sermayenin üretici güçlerinin karakterini ortadan
kaldırmaz”:
“[Modern devlet], ne kadar çok üretici gücün
yönetimini eline alırsa, bütün kapitalistlerin
gerçek kolektif bedeni haline o kadar çok gelir
ve o kadar çok vatandaşı sömürür. İşçiler; ücret
elde edenler, proleterler olarak kalır. Kapitalist
ilişki ortadan kalkmaz; tersine en uç sınırına
itilir. Ama en uç sınırda kendi karşıtına dönüşür.
Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti,
çelişkinin ortadan kaldırılması değildir; çözümün
conatus
öğelerini oluşturan teknik koşulları kendi içinde
barındırır.”32
Rus Devrimi yalıtılmış olarak kaldığı sürece, ne
devletleştirmenin belli bir yöntemini geliştirmek
–sosyalist devrim– ne de sermaye ve emek arasındaki
çelişkinin “çözümünün öğelerini oluşturan teknik
koşulların” yaratılması, değer yasasının gerçekten
ortadan kaldırılmasını garanti edebilirdi. Buna rağmen,
Rus Devrimi’nin yalıtılmışlığı, tarihi 1913’e geri
götürmedi. Burjuva devrimi, sırf onu kendi sosyalist
devrimine dönüştürmek için ilerleyen proletarya
tarafından tamamlandığı için, aynı zamanda tarihte
hiç görülmemiş bir mükemmellikle tamamlandı.
Bu, eski feodal kalıntıları ortadan kaldırdı, üretimin
anlamını ulusallaştırdı ve sosyalizm için gerekli “teknik
koşulların”–dolayısıyla Rusya’daki bugünkü iktidarın–
temelini kurdu.
Ama sosyalizm, dünya ölçeğinde olmazsa başarılamaz.
Sosyalist devrim, sadece başlangıçtır. Sosyalist üretim
ilişkilerinin kurulmasında daha büyük ve zor olan görev,
iktidarın zaferinden sonra başlar. Ekim devriminin
liderlerinin bıkmadan vurguladıkları gibi bu görev, tek
bir devletin sınırları içinde başarılamaz. Dünya devrimi
olmazsa veya en azından birkaç gelişmiş kapitalist
ülkede devrim gerçekleşmezse, değer yasası kendini
yeniden ortaya serer. Rus emekçisi, üretim süreci
üzerindeki kontrol payını kaybettiği andan itibaren,
yeni “teknik koşullar” Rus emekçisi üzerinde egemenlik
kurmaya başladı. Bu görünmeyen tarzda, Marx’ın “tek bir
kapitalist toplum”a dair yaptığı teorik soyutlama, tarihsel
bir gerçeklik haline gelir.
Almanya, faşist yöntemler kullanarak üretimin
devletleştirilmesini başardıktan hemen sonra, Japonya
da totaliter yöntemler kullanarak Beş Yıllık Planlar
yaptı. Her iki yöntem de, merkezileşmeyi en uç
sınırda gerçekleştiren, bilinen kapitalist yöntemlerdir.
Çekoslovakya, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, demokratik
yollarla devletleştirmeyi tamamladı. Eminiz hiç
kimse, buna “işçi devleti”, yozlaşma veya başka bir
şey demeyecektir. İşçi devletçiliği ile mülkiyetin
devletleştirilmesinin tanımlanmasından sonra ne olur?
Planlar suya düşer. Rus devletinin doğasının analiz
edilme biçimi ve bunun sonucunda, bütünleyici bir
parça olarak emperyalist savaşa halihazırda katılan
51
devletin, aynı zamanda Ekim Devrimi İnsanlarını
Rusya’nın savunulması için çağrıda bulunmaya sevk
ettiği koşulsuz savunma politikası, köklere bir ihanettir.
III. Bürokratik Emperyalizm ve Bürokratik
Kolektivizm
II. Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’nun karşı-devrimci
rolü, Rusya’da Dördüncü Enternasyonal’in teorisini
sarsmıştır. Koşulsuz savunma ile bir kırılma kaçınılmaz
olmuştur. Fakat dejenere olmasına rağmen, “işçi devleti”
Ordusunun emperyalist eylemi nasıl açıklanabilir?
Daniel Logan, yanıt bulmak için ciddiyetle şunu
araştırır:
“Stalinist bürokrasi, ne yazık ki, Sovyet
ekonomisini yıllık birikim fonu büyük miktarda
azalacak biçimde yönetiyor...Bu yüzden bürokrasi,
birikim oranının gülünç derecede düşeceği hatta
negatif olacağı korkusuyla, her yerde olabileceği
gibi, Sovyet ekonomisi üzerindeki dayatmasının
maliyetini gizlemek için üretim araçlarını ve
emek gücünü yağmalama yönünde kendini
zorlanmış hissediyor. Politik koşullar olanak tanır
tanımaz, bürokrasinin asalak karakteri, kendisini,
emperyalist yağmalama yoluyla açığa vurur.”
Troçki’nin açıklaması, Rusya’ya dair bürokratik olarak
yönetilen bir işçi devleti biçiminde yaptığı teorinin
içindeki kapatmanın tüm işaretlerini taşır. Söz konusu
açıklamanın içindeki hata, bu hatanın olgudan kaynaklı
bir hata olmaktan çok, yöntemdeki bir hata olduğunu
çok açık biçimde ortaya çıkarır. Yıllık birikim fonunun,
büyük oranda azaldığı doğru değildir; tersine alışılmış
durgunluk dönemlerine rağmen bu fon büyümektedir.
Yine de, yozlaşmış işçi devletçiliğinin boğucu atmosferi
içinde, birikim oranındaki düşüşü yıllık birikim
fonundaki düşüşle tanımlamak doğaldı; çünkü ikisi
arasındaki farkı kavramak, açıkçası, birikim oranındaki
düşüşün bütün kapitalist dünyanın karakteri olduğu
gerçeğinin zorla kabul edilmesi gerektiği anlamına
gelirdi. Bu, ekonominin bürokratik yönetiminin değil,
tersine değer yasasının ve bu yasaya eşlik eden kâr
oranlarının düşme eğiliminin bir sonucudur.
Bu, dünya kapitalizminin ilk aşamalarında, birikim
oranında kapitalistlerin “perhizinin” yol açtığı
büyümeden daha fazla bir düşüşe neden olan,
“bürokrasinin asalak karakteri” değildir. Dünyada var
olan düşüş, ki bu düşüş artı değerin toplam sermayeye
oranındaki düşüşü yansıtır, Marx’ın “kapitalizmin genel
çelişkisi” adını verdiği şeyin bir sonucudur. Bu genel
çelişki, çok iyi bilindiği gibi, emeğin artı değerin biricik
kaynağı olması ve daha büyük emek kitlesi elde etmenin
tek yönteminin de, canlı emekle karşılaştırıldığında
daha çok makine kullanılması ile gerçekleşmesi
olgusundan kaynaklanır. Bu, aynı anda hem sermayenin
merkezileşmesine hem de emeğin toplumsallaşmasına;
hem kâr oranında bir düşüşe hem de yedek işçi
ordusunda bir artışa neden olur.
Kâr oranındaki düşüş, üretimi yönetenleri, değer üretimi
yöntemini kendi taşıdığı virüsle birlikte uygulamaya
ve “karşı yönde hareket eden önlemler” araştırmaya
zorlar. Üretimi yönetenler, emperyalizmin içine düşerler,
üretimin devletleştirilmesi hastalığına tutulurlar veya
başlarına her ikisi birden gelir. Değer üretimi amacının
kendisi de bir o kadar emperyalist yağmanın nedenidir.
Troçki, Dördüncü Enternasyonal’e ikili bir miras bıraktı:
dünya proleter devriminin Leninist kavrayışı ve var
olan ikilemin ve parçalanmanın tohumlarını barındıran
Rusya’ya özgü bir konum. Rusya’ya özgü konumun
içinde tuzağa düşen Dördüncü Enternasyonal, kendi
mantıksal politik sonuçlarından kaçmayı arzu ediyor;
ama bunu Troçki’nin ileri sürdüğü öncüller ile ilişkiyi
kesmeden yapmak istiyor. Bu imkânsız.
Troçki, ulusallaştırılmış ekonominin gücünün, planlı
ekonomiye olanak tanıması olduğu konusunda her
zaman ısrarcı oldu. Troçki yandaşlarının savunmacılığı,
sonsuz dejenerasyonun içinde planlamanın birtakım
ilerlemeci öğelerini görmeye devam ediyor. Bu
savunmacı tutumla (bir yandan bürokratik emperyalizm
teorisini diğer yandan bürokratik kolektivizmi
yorumlayanları içeren ) ilişkisini kesen diğerleri,
Troçki’nin analizinin temel yöntemine mahkûm olarak
kalmış durumda. Aslında bu yöntem, Troçki’nin
kendisi bürokratik kolektivizmi “anlaşılması güç bir
kötümserliğin” teorisi olarak ele almasına rağmen,
bürokratik kolektivizme zemin hazırlamakta.
İşçi Partisi, kendisini Troçki’nin ulusallaştırılmış
mülkiyeti ilerlemeci olarak nitelemesine dayandırarak,
Rusya’yı bürokratik kolektivist bir toplum, karma
olmasına rağmen, “insanlık tarihinin kolektivist
conatus
52
dönemi”nin bir parçası olarak etiketlemiştir.33 Bu
kolektivizme şimdi, bürokratik kolektivist üretim
biçimine özgü emek niteliğinin biçimi olarak “köle
emeği” kavramı eklenmiştir.
“Köle emeği”nin bu “yeni” toplumun ekonomik hareketi
ile olan ilişkisi nedir? Hangi toplumsal gelişme bu
“kölelerin” devrim yapmasına yol açacak? Onları,
diyelim faşist bir devlet içindeki kapitalist proleterlerden,
ayıran şey ne? (Eğer varsa) birikimin sorunları neler?
Tüm bu sorular yanıtsız duruyor; doğrusu insan
toplumunun, ama köle emeğine dayalı bir insan
toplumun kolektivist döneminin parçası olan bir
toplumsal düzen teorisi yapmak güç olurdu. Bürokratik
kolektivizmin, teorilerinin önce yalnızca Rusya’da
uygulanabileceğinden yola çıkan yandaşları, şimdi
bürokratik kolektivizmin ağlarını tüm modern dünyanın
üzerine fırlatmakla tehdit ediyorlar. Bu, Troçki’nin
vurguladığı gibi, ancak “sermaye-toplumun içsel
çelişkilerine dayalı sosyalist programın bir Ütopya
olarak bittiğinin” kabul edilmesi ile son bulabilirdi.
Bürokratik kolektivizm, savunmacılıkla ilişkisini kesen
Dördüncü Enternasyonalcileri, dejenere olmuş işçi
devleti kavramını, “yeni ve kalıcı hiçbir şeyin henüz
ortaya çıkmadığı” olağanüstü toplum temelinde yine
de ellerinde tutmaya zorladı. Stalinist toplumdan “yeni
ve kalıcı” hiçbir şeyin çıkmadığı doğrudur; ama bunun
nedeni Stalinist toplumun dejenere bir işçi devleti olması
değildir. Bunun nedeni, Stalinist Rusya’nın, çökmeye yüz
Sanki “gerçek” kapitalistler olmadıklarını
ispatlamak için, Rus yöneticiler bu basit aklı
görmezlikten geldiler ve ücretli köleliği, kanun
koyucu yasalar aracılığı ile düpedüz köleliğe
çevirmeye giriştiler
conatus
tutmuş dünya kapitalizminin bir parçası olması ve kendi
can çekişmesinde dünya kapitalizminden daha fazla
ömrünün olmamasıdır.
Analizimiz, Sovyet planlamasının, kapitalist üretimin
temel hareketinin devletçilik yönünde acımasız bir
bürokratik tamamlanışından başka bir şey olmadığını
göstermiştir. Tıpkı International Resolution’da
Johnson’un, Johnson Minority adına partinin son
toplantısında sunduğu yazıda olduğu gibi. Yazar şöyle
yazmıştı:
“1936’dan beri Stalinist Rusya deneyimi,
proletarya dışında herhangi başka bir sınıfın
yürüttüğü planlamanın, kapitalist üretimin
hareket yasasını her zaman ters yüz edebileceği
fikrini iflas ettirmiştir. Planlama sadece, bu
yasalara kendiliğinden değil devletleştirme yoluyla
boyun eğmeye dönüşür...Değer üretiminin içsel
çelişkileri, örneğin kapitalist üretim tarafından
harekete geçirilen Stalinist Rusya, Almanya’yı
sadece aynı emperyalist programa başlamak
için yenilgiye uğratmıştır, ki bu program barış
zamanında Alman emperyalizminin ekonomik
ve politik yöntemlerini, doğrudan toprak işgalini,
insanların ve malzemelerin yağmalanmasını, en
büyük payı elinde tutan muzaffer emperyalizm
içinde şirket zincirleri oluşturmayı yeniden
üretmiştir.”34
Dördüncü Enternasyonal’de açıkça Troçki’nin
Rus devletini analiz eden yönteminden çıkan tek
seksiyon, Mexico’daki İspanya seksiyonu olmuştur.
Bu seksiyonun lideri G. Munis, çıkardığı son
broşürde35 Rusya’nın kapitalist bir devlet olarak analiz
edilmesini desteklemiştir. Munis’in ekonomik analizi
yeterli olmayabilir; ama planlama sorununu sabit
sermaye, değişen sermaye ve artı değer kategorileri
ve bu kategorileri kontrol eden toplumsal gruplar
anlamında kavrama çabasına giren Munis, dejenere işçi
devletçiliği kavramı ile ilişkisini kesme ve Dördüncü
Enternasyonal’in içinde Stalinist totalitarizm ve dünya
gelişiminin günümüz aşamasını açıklamaya yönelik
uygun bir teori geliştirmek için kararlı bir adım atmıştır.
Johnson Minority, Troçki’nin Rusya’nın konumu
hakkındaki hatasını, onu günümüzün Leninist-Troçkist
53
analizi anlamında yeniden gözden geçirerek başarılı
biçimde düzeltmiştir. Bizim açımızdan Rus deneyimi,
Marksizmin temel gerçeğini, yani çağdaş bir toplumda
özgürleşmiş proletaryaya dayalı bir ekonomi dışında,
hiçbir şekilde ilerlemeci bir ekonominin olamayacağı
gerçeğini somutlaştırmıştır. Proleter demokrasi, işçilerin
üretim üzerindeki kontrolüne dayalı, ekonomik bir
kategoridir. İşçiler ücretli kölelik ile zincirlendiği sürece,
kapitalizmin yasaları kaçınılmaz olarak işler.
Dördüncü Enternasyonal, bir toplumun köleleştirilmiş
emekle ilerici olabileceğini öğretirse, gerçek sosyalizm
doktrinine ciddi şekilde zarar verir. Avrupa’daki proleter
hareketin liderlerini kazanma görevinde, hem politik
hem de örgütsel olarak kendi ellerine kelepçe takar.
Devletleştirilmiş mülkiyetin işçi devleti ile eşitlenmesi,
Dördüncü Enternasyonal’e yolunu kaybettiren bir
fetişleştirmedir. Eğer savaşın ilk zamanlarında, devrimin
itici gücü Kızıl Ordu’nun yürüyüşünden gelmiş gibi
göründüyse, ki hareketin yönünü şaşırtan ve onun
parçalanmasına neden olan bir politika için bir miktar
özrün kırıntısı vardı, Stalinizmin Avrupa’daki en büyük
karşı-devrimci güç olduğu görüldüğünde, Dördüncü
Enternasyonal hangi mantıkla devrimcilerin “Kızıl
Ordu’nun varlığını hoş görmek”36 zorunda olmasını
mazur gösterebilir? Avrupa’da Kızıl Ordu’nun varlığını
hoş görmek, henüz doğmamış Avrupa devrimini
mahkûm etmektir!
Dördüncü Enternasyonal’in konumundaki son
dönemeç, Kızıl Ordu37 da dahil olmak üzere bütün
işgalci orduları geri çekilmeye çağırmak, doğru yönde
atılması gereken ilk adımdır. Fakat bu adım sadece
ilk adımdır, çok tereddütlü ve gecikmiştir; çünkü bu
ampirik olarak atılmıştır, Rus devletine özgü sınıfın
doğasına dair temel bir kavrayıştan dolayı değil. Rus
devletine özgü sınıfın doğası hakkındaki hatalı teoriden
kaynaklı politikaya eleştirel olarak bakmanın, sadece
bu politika üzerinde yeniden çalışmanın değil, teorinin
kendisi üzerinde yeniden çalışmanın tam zamanı. Bu,
Dördüncü Enternasyonal’i yeniden silahlandırmak ve
onun mümkün olduğunca dünya devrimci güçlerinin
öncüsü olarak yerini almasını sağlamak için acil bir ön
gerekliliktir.
Raya Dunaveyskaya, The Nature of the Russian
Economy, The New International, Aralık 1946Ocak 1947, http://www.marxists.org/archive/
dunayevskaya/works/1946/statecap.htm
Marx, Karl. Artı Değer Teorileri (Cilt II, Kısım II). Marksist
harekette bu sorun üzerine yürütülen tartışmalar, yazarın
Luxemburg’s Theory of Accumulation (New International, NisanMayıs, 1946 içinde) adlı yazısında ele alınmaktadır.
2
“Belli bir toplumda bu sınıra [aşırı merkezileşme], ister bireysel
kapitalistin isterse tek bir kapitalist toplumun [şirketin] elinde
toplansın, ancak tüm toplumsal sermaye tek elde merkezileşirse
ulaşılır.”– Karl Marx, Kapital, Cilt I, s. 692, Eden ve Cedar Paul
Çevirisi (Türkçe’de Kapital, Cilt I, s. 644, Sol Yayınları).
3
Analysis of Russian Economy, N.I., Ocak 1943.
4
Teaching of Economics in the Soviet Union, American Economic
Review, 1944.
5
“Çok iyi bilindiği gibi, tek bir kapitalist kâr biçimini alır; kendi
girişiminde çalışan işçiler tarafından yaratılan artı değerin bir
kısmını değil, bütün ülkede yaratılan toplam artı değerin oransal
olarak kendi sermayesine denk düşen kısmını alır. Birleşik “devlet
kapitalizmi” altında, eşit oranda kâr yasası, dolaylı yollarla –yani
farklı kapitalistler arasındaki rekabet ile– değil, dolaysız ve
doğrudan devlet işlemleri yoluyla gerçekleştirilebilir.” L. Troçki,
Revolution Betrayed (Türkçe’de L. Troçki, İhanete Uğrayan Devrim,
Yazın Yayınları).
6
“Kapitalistin bütün kârı cebe indirmesinin veya onu yasal olarak
talep eden üçüncü bir şahsa devretmesinin işçi açısından hiçbir
önemi yoktur. Kârın iki tür kapitalist arasında bölünmesinin
nedeni, bölünecek artı değerin, ki böylece daha sonra bir bölünme
olmaksızın kapitalistin yeniden üretim sürecinden hileyle elde ettiği
artı değerin varlık nedenleri haline gelir.” Karl Marx, Kapital, Cilt
III, s. 448 (Türkçe’de Cilt III, s. 335).
7
Kısım I, New International, Şubat 1943.
8
Kısım I (Ending Depersonalization and Creating Stakhanovism
üzerine bölüm), N.I., Şubat 1943, s. 53-54.
9
İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yayınları.
10
Under the Banner of Marxism, sayı 7-8, 1943. Rusça. İngilizce
çeviri için bkz. Teaching Of Economics in the Soviet Union,
American Economic Review’in içinde, 1944.
11
Kendi ikilemlerini çözmek amacıyla nasıl bir girişimde
bulunduklarını anlamak için, aynı konuda Raya Dunayevskaya’nın
A New Revision of Marxian Economics başlığıyla A.E.R’da
yayımlanmış yorumuna bakınız. Bu ülkedeki Stalinist
savunucuların bu makaleye yaptıkları saldırılar, aynı derginin
sonraki üç sayısında yayımlanmıştır. Dunayevskaya’nın Revision
or Reaffirmation of Marxism başlıklı yazısı ile verdiği sert yanıt ise
Eylül, 1945 sayısında yayımlanmıştır.
12
New International, Ekim, 1941.
13
Bu, Stalinistler tarafından sonunda kabul edilmiştir. Yukarıda
alıntılanan tezde şunu belirtmişlerdir: “Değer yasasının bilinçli
şekilde kullanılmasına dayalı maliyet hesabı, sosyalizm altındaki
ekonominin insan yönetimi için kaçınılmaz bir yöntemdir. Sosyalist
bir toplumda metaların değeri, meta üretiminde genişletilmiş olan
emek birimleri ile değil, metanın üretimi ve yeniden üretimi için
1
conatus
54
gerekli olan toplumsal emek miktarı ile belirlenir.”
14
Bkz. Kısım I (The Workers and the Law), New International, Şubat
1943, s. 52-53.
15
Franz Neuman, aynı tür “özgürlük”ün, Nazi Almanyasındaki
Alman işçi için de var olduğunu gösterir.
16
SSCB’de Stalin döneminde uygulamaya konan merkezi planlamaya
bağlı büyük tarım çiftlikleri (ç.n.).
17
s. 273.
18
Elde edilen istatistikler, “köylü başına” elde edilen istatistiklerdir.
Nüfus istatistikleri, “aile başına” hesaplanır ve çocuk emeğini gizler.
Kısım I, New International, Şubat 1943.
19
The Growing Prosperity of the Soviet Union, N. Voznessensky.
20
İhanete Uğrayan Devrim.
21
Troçki’nin tavrı ne yazık ki İngilizce’de yoktur. Shylapnikov da
dahil olmak üzere tartışmaya katılan tüm katılımcıların yazıları,
The Party and the Trade Unions, der. Zinovyev içinde Rusça’da
bulunabilir. Lenin’in tavrı İngilizce’ye çevrilmiştir ve Selected
Works (Seçme Eserleri), Cilt IX içinde bulunabilir. Biz de bu
çalışmaya referans verdik.
22
A.g.y., s. 19.
23
A.g.y., s. 52.
24
Lenin’in Buharin tarafından yazılan The Economics of the
Transition Period üzerine Uyarıları (Rusça, Leninski Sbornik, sayı
11 içinde).
25
Seçme Eserler, Cilt VII, s. 277.
26
Opposition Bulletin, sayı 7, 11-12/29. Rusça.
27
A.g.y., sayı 17-18, 11-12/30.
28
In Defense of Marxism, s. 13.
29
Reform and Revolution, s. 31-32.
30
In Defense of Marxism, s. 7.
31
Partimizde Marksist köktenciler hakkında yürütülen bütün
tartışma, kesinlikle bu ilişki üzerine odaklanmıştır. Sonraki
Workers Party Bulletin: Production for Production’s Sake, J.R.
Johnson; The Mystification of Marxism, J. Carter; ve A Restatement
of Some Fundamentals of Marxism, F. Forest.
32
Anti-Duhring, s. 312-13.
33
Bürokratik kolektivizm hakkında resmi parti tutumu, CarterGarrett’in tutumu ve Johnson’ın devlet kapitalizmi hakkındaki
tutumu ile beraber, Party’s Educational Department tarafından
hazırlanan The Russia Question adlı derlemede yer alır. Shachtman
tarafından yazılan parti tezi şunu belirtir: “Bürokratik kolektivizm,
şimdiye kadar toplumsal ilişkileri göz önüne alındığı için,
kapitalizme sosyalist türde bir duruma olduğundan daha yakındır.
Tıpkı kapitalizmin özel mülkiyetin uzun tarihsel parçası olması gibi,
bürokratik kolektivizm de insanlık tarihinin kolektivist döneminin
parçasıdır –görülmeyen, karma, reaksiyoner, ama yine de parça.
Bürokratik kolektivizmin toplumsal düzeni, kapitalizmin toplumsal
düzeninden, mülkiyetin yeni ve çok daha gelişmiş biçimine yani
devlet mülkiyetine dayanması ile ayrılır. Mülkiyetin bu yeni biçimi
–Bolşevik devriminin bir zaferi- ilerlemecidir; yani tarihsel olarak
özel mülkiyete üstün olduğu, Marksizm tarafından teorik olarak ve
onun pratik olarak sınanması ile gösterilmiştir.” (Bu metin The New
International, Ekim 1941 içinde basılmıştır.)
34
Bulletin of Workers Party, Cilt I, sayı 11, Aralık 1946. Bu sayı, aynı
zamanda uluslararası durum üzerine resmi parti görüşünü de içerir.
35
Los Revolucionarios ante Rusia y el Stalinismo Mundial, Editorial
Revolucion tarafından yayımlanmıştır.
conatus
36
37
Dördüncü Enternasyonal, Haziran 1946.
A.g.y., Ağustos 1946.
“Daha iyi bir yaşam olasılığına, yabancı bir yerde taptaze bir başlangıç
yapılabileceğine ilk inananlar biz değiliz, sonuncu olmayacağımız
da kesin. Hiçbir ideale sahip olmayanlar, bizi fena halde
küçümseyecekler. Ama daha iyi bir ortam adına kumar oynamanın
utanılacak bir yanı yok. Eğer bir daha kimse bizimle aynı duygulara
kapılmazsa, dünya çok daha yoksul bir yer olacak.”
Susan Sontag, Amerika’da, çev. Püren Özgören, Everest Yayınları,
2002, s. 247
conatus
56
57
KÜRESEL SERMAYE VE ULUSAL DEVLET1
J o h n
H o l l o w a y
İngilizceden çeviren: A. Serkan Mercan
“Sol” siyasetin şu anki ikilemleri, ister “komünist” ister sosyal-demokrat biçimiyle olsun, tek
ülkede sosyalizm mitinin tahripkârlığı ile yakından ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin ve Doğu
Avrupa rejimlerinin çökmesi; Çin’in artan oranda dünya piyasasıyla bütünleşmesi; dünyanın
farklı yerlerindeki birçok “sosyalist” rejimin değişen yönelimleri, Avrupa sosyal demokrat
partilerinin sağ kanat politikaları ile daha açık bir hale gelmiştir ki; bugün sosyalizmi ele
almanın olanaklı tek yolu onu küresel bir proje olarak düşünmektir.
Tabii ki bunun ne anlama geldiği ve nasıl başarılacağı kolayca açıklanamayabilir; fakat şu
açıktır ki, devlete dair katı kavramsallaştırmalar, böylesi bir proje tarafından üstesinden
gelinmesi gereken temel engeldir. Her zaman olduğu gibi, sosyalizmi kavramsallaştırma
yönünde herhangi bir teşebbüs, devletin önemini ve onun sermaye ile olan ilişkisini
ciddiyetle ele almak zorundadır; yine de daha önce hiç olmadığı kadar açıktır ki, bu ilişki
sadece küresel bir bağlamda anlaşılabilir.
Bu bölümü yazmaya beni doğrudan iten şey, “Refah Devletinin Krizi” üstüne Latin Amerika
Sosyal Bilimler Fakültesi’nde (FLACSO, Meksika) verdiğim bir dersten kalan deneyimdir.
“Refah Devleti”nin krizi hakkında konuşmak veya uluslararası bir ortamda “devletin”
reformundan bahsetmek; doğruca “Hangi devlet? Nerede?” sorularını ortaya çıkarmaktadır.
Hayatının çoğunu Avrupa’da geçirmiş birine göre buna ek bir soru daha vardır: “Devlet”
hakkında Avrupa’da geliştirilen fikirlerin; asıl referans noktası Paraguay, Bolivya veya
Arjantin devleti olan insanlarla ne kadar alakalıdır? Cevap, sadece bütünleşik bir dünyanın
parçalanmasına dair bazı kavramlar yoluyla bulunabilir.
Devlet
“Refah devletinin krizi” kavramı (veya “devletin reformu” kavramı, farklı devletlerdeki
bugünkü devletleri tartışmak için kullanılan diğer bir ifade biçimi) çoklukla, bizim farklı
devletlerin gelişimi içinde ortak olan bir şeyi tanımlıyor olduğumuzu gösterir. Ve bu
nedenle, tikel bir devlete yönelen bir analizin eksik olduğuna işaret eder. Devletler, oldukça
conatus
58
farklı, birbirinden ayrı varlıklar gibi görünür; ancak
biz bu ayrı görünen devletler arasında bir tür birlik
olduğunu varsaydığımız için, “devlet”in reformundan
veya “devlet”in krizinden ortada sadece bir tek devlet
varmış gibi bahsederiz. Ayrı olanların bir birliği olarak,
devletin birlikte-ayrılığı/ayrılıkta-birliği olarak farklı
devletlerin gelişimi ile farklı devletler çokluğu arasındaki
ilişkiyi nasıl anlayabiliriz?
Siyaset bilimi geleneğinde devlet, çoklukla
sorgulanmayan, temel bir kategori olarak ele alınır.
Devlet’in varlığı, herhangi bir tartışma başlamadan önce
verili olarak kabul edilir. Siyaset Teorisi geleneğindeki
(en azından İngiliz üniversitelerinde öğretildiği gibi)
otorite, haklar ve ödevler gibi kategoriler tartışılırken,
bir kategori olarak devlet zaten varsayılır. Çağdaş siyaset
çalışmalarında devlet faaliyetinin belirleyenleri, devletler
arası ilişkiler, yönetim biçimlerinin değişimi ve birçok
konu analiz edilir; fakat hepsi varsayılan bir başlangıç
noktasını, yani “devlet”i temel alır.
Siyaset disiplini içindeki çalışmaların ezici çoğunluğu,
belli bir devleti neredeyse kendi müstesna çerçevesinde,
siyasal gelişmeleri sanki tamamen ulusal terimlerle
anlaşılabilirmiş gibi analiz ederek ele alır. Bu
özellikle, teorisyenlerin ulusal yeterlilik miti içinde
debelendikleri Birleşik Devletler ve Avrupa’daki
çalışmalar için doğrudur: Örneğin, hem solda hem de
sağda, Thatcherizmi ve Reaganizmi, devlet ve sermaye
arasındaki ilişkide küresel bir değişimin parçası olarak
görmekten ziyade, tamamen ulusal bir olgu olarak
çözümlemek yaygındır. Böylesi analizler, sadece küresel
eğilimin nasıl anlaşılacağı sorusundan kaçınmakla
kalmayıp, eğer Thatcher, Major veya başkaları görevde
olmazsa daha iyi olacağı anlayışına dayanan bir görüşle,
ulusal devlet içindeki muhalefete odaklanmaktadır. Latin
Amerika’da insanlar, halihazırdaki değişikliklerin vuku
bulduğu dünya bağlamının son derece farkındadırlar;
fakat hâlâ sorgulanmayan “devlet” kategorisinin,
tartışmayı sınırlandıran ve tanımlayan bir durumu
mevcuttur.
Eğer devlet analiz için bir başlangıç noktası olarak
alınırsa, o zaman dünya bir ulus devletler toplamından
ibaretmiş gibi görünür. Tek bir devletin sınırlarının
ötesine geçen yönelimler ve gelişmeler, ya devletler
arası ilişkiler bağlamında (“uluslararası ilişkiler”in “alt
disiplin” geleneği içinde olduğu gibi) veya benzerlikler
conatus
kurularak tartışılır (“karşılaştırmalı siyaset”in “alt
disiplini”nde olduğu gibi). Her iki yaklaşım da, farklı
devletlerin birliğini anlatan bir kavramdan değil,
ayrılıklarını ifade eden bir kavramdan hareket eder:
Genel eğilimler sadece, ya doğrudan devletler arasında
ya da IMF gibi kurumlar dolayımıyla uygulanan
devletler arası iktidar ilişkileri ağının bir parçası
şeklinde veya fikirlerde, siyasal kurumlarda veya
toplumsal yapılarda devletler arasındaki benzerlikler
üzerinden anlaşılabilir. En son söylenene önemli bir
örnek, şimdilerde etkili karşılaştırmalı bir yaklaşım
olan düzenleme teorisidir ki, bu yaklaşım ulusal
olarak tanımlı Fordizm ve post-Fordizm kavramlarını
kullanır ve sonra benzerlikler kurarak bunların farklı
durumlarda uygulanabilirliklerini tartışarak ilerler.
Devletler arası baskılar, uluslararası kuruluşlardan
gelen baskılar, kurumsal ve teorik modalar, devletin
gelişiminin şekillendirilmesinde kesinlikle önemli
bir rol oynar; fakat bunlar, vuku bulan değişikliklerin
küresel boyutlarını ve derinliğini açıklama konusunda
yetersizdir. Örneğin, değişimleri IMF’den kaynaklı
baskılar ile açıklamak, soruyu açıkça farklı bir düzeye
taşır: IMF’nin etkisi ve politik yöneliminin ardında ne
bulunmaktadır? Benzer bir şekilde; değişimleri neoliberal fikrin etkisi üzerinden açıklamak, neo-liberal
düşüncenin böyle bir zamanda farklı ülkelerde böylesi
bir etkiye neden sahip olduğu sorusunu ortaya çıkarır.
Düzenlemecilerin Fordizm analizinde olduğu gibi, farklı
ülkelerde benzer sosyo-ekonomik değişikliklerin ortaya
çıkışına odaklanan karşılaştırmalı analizler, bizi daha
derine götürür; ama benzerlikler, manalı bir şekilde de
olsa üstünkörü ve yüzeysel olma eğilimindedir (Clarke
1988/1991): Kaçınılmaz olarak benzerlikler üstüne
kurulan bütünlük, teorize edilmeksizin ortada kalır.
Şu anda vuku bulan değişiklikleri yeterli bir şekilde
anlamak için, “devlet” kategorisinin ötesine geçmemiz
ya da daha iyisi devletlerin birliğini tartışmanın bir
yolunu bulmak için, farklı devletlerin ayrılığı/farklılığı
varsayımının ötesine geçmemiz gerekmektedir.
Burada, çevre ile merkez arasında çevrenin merkez
tarafından sömürüye maruz kaldığı iki kutuplu bir
ilişki bağlamında, tekil devletlerin eylemlerinin
anlaşılmasının önemi üzerinde ısrarla duran bağımlılık
teorisi, dünyanın bölünmez karakterini vurguladığı
ölçüde, kendini çekici bir alternatif olarak sunmakta.
59
Burada, tüm devletlerin iki kutuplu bir dünyanın
unsurları oldukları sürece, ayrı devletlerin birliği
kavramı mevcuttur. Yine de analiz, “merkez” ve
“çevre”, “merkez devletler” ve “çevre devletler” olarak
anlaşılması bakımından (veya Latin Amerika’da olduğu
gibi devlet grupları, krş. Marini, 1973) fazlasıyla devlet
merkezlidir. Bu anlamda, bağımlılık teorisi uluslararası
ilişkiler geleneği ile yakından ilişkilidir: Tekil devletler
üzerindeki dünya sisteminin öncelliğine vurgu
yapılmasına rağmen, dünya sistemi, temelde merkez
ülkelerin baskın aktörler olduğu ve bağımlılıktan tek
çıkış yolunun çevre ülkelerin2 çabalarından ibaret
olduğu bir uluslararası devlet sistemi olarak anlaşılır.
Ana akım gelenek içinde olduğu gibi, devlet dışsal
ve içsel arasında bir ayrışmayı tanımlar; bağımlılık
teorisindeki farklılık ise, vurgunun devlet faaliyetlerinin
içsel belirleyicileri yerine, dışsal olanlar üzerinde çokça
bulunmasıdır. Bu açıdan, çevre devletlerde süregiden
devlet reformları gibi gelişmeler, sadece merkez-çevre
ilişkisinden kaynaklanan dışsal zorlamalar gibi anlaşılır.
Toplumsal İlişkilerin Bir Biçimi Olarak Devlet
Her devlet, diğer devletlerden “ayrılığını”, kendi ulusal
egemenliğinin varlığını ilan eder. Sanki tek bir devlet
varmış gibi “devletin” krizinden veya reformundan
bahsetmemizi olanaklı kılan şeyi anlamak için bu
ayrılığı yumuşatmaya, kategori olarak devleti çözmeye
ihtiyacımız var.
Kategori olarak devleti çözmenin anlamı, devleti
kendinde bir şeymiş gibi değil, toplumsal bir biçim,
toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak anlamaktır. Aynı
fizikte olduğu gibi, enerji maddeye madde enerjiye
dönüşebildiğinden, görünüşlerine rağmen mutlak
bir ayrılık yoktur. Tıpkı toplumda mutlak ayrımlar,
katı kategoriler olmadığı gibi. Bilimsel düşünmek;
düşüncenin kategorilerini çözmek, tüm toplumsal
olguları toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak
anlamaktır. Toplumsal ilişkiler, insanlar arası ilişkiler
akışkandır, tahmin edilemez, istikrarsız ve sık sık
ihtiraslıdır; fakat toplumsal ilişkiler kendi otonomilerini,
kendi dinamiklerini kazanmış görünen, toplumun
Şu anda vuku bulan değişiklikleri yeterli bir
şekilde anlamak için, “devlet” kategorisinin
ötesine geçmemiz ya da daha iyisi devletlerin
birliğini tartışmanın bir yolunu bulmak için,
farklı devletlerin ayrılığı/farklılığı varsayımının
ötesine geçmemiz gerekmektedir
istikrarı için hayati önem taşıyan belli biçimler içerisinde
hareketsiz hale gelirler. Farklı akademik disiplinler,
bu biçimleri (devlet, para, aile) verili olarak alırlar
ve böylelikle onların zahiri katılıklarına, dolayısıyla
kapitalist toplumun istikrarına katkıda bulunurlar.
Bilimsel olarak düşünmek; disiplinleri eleştirmektir, bu
biçimleri çözmektir, onları biçim olarak anlamaktır ve
özgürce hareket etmek ise, bu biçimleri yok etmektir.
Öyleyse, devlet toplumsal ilişkilerin katılaşmış (veya
Marx’ın kavramını kullanırsak “fetişleşmiş”) bir
biçimidir. Bu, insanlar arası olarak görünmeyen insanlar
arası bir ilişkidir; toplumsal ilişkilere dışsal bir şey
biçiminde var olan toplumsal bir ilişkidir. Bu, devletler
arasındaki birliği anlamak için başlangıç noktasıdır:
Bütün devletler katılaşmıştır ve toplumsal ilişkilerin
görünüşte bağımsız biçimleridir.
Ama toplumsal ilişkiler neden bu şekilde katılaşır ve
bu, devletin gelişimini anlamak için nasıl bize yardımcı
olur? Bu, 1970’ler boyunca Batı Almanya’dan diğer
ülkelere yayılan, bir parça özgün ama son derece
önemli olan, “devlet türetme tartışması” olarak anılan
tartışmada ortaya atılan bir sorudur.3 Tartışma,
belirgin siyasal ve teorik açılımlar yapmadan son
derede soyut bir dille yürütülmesi anlamında kendine
özgüydü. Dilin çetrefilliği ve tartışmaya katılanların
tartışmanın çıkarımlarını geliştirememeleri (veya
conatus
60
farkında olmamaları) gerçeği, tartışmayı yanlış
anlaşılmaya açık hale getirmiştir ve bu yaklaşım,
devletin “ekonomik” teorisi olarak veya siyasal gelişimi
sermaye mantığının işlevsel bir ifadesi biçiminde
anlamaya çalışan –böylelikle sınıf mücadelesine hiçbir
alan bırakmayan– “sermaye mantığı” yaklaşımı olarak
anılarak itibarsızlaştırılmıştır. Bu eleştiriler, epey katkı
sunmuş olmasına rağmen, tartışmanın bir bütün
olarak önemi açıkça bunun [sermaye mantığı yaklaşımı
olarak anılarak ekonomik indirgemecilik yapıldığının
iddia edilmesinin, ç.n.] tam tersiydi: Devlet türetme
tartışması, devlet ve kapitalist toplum arasındaki
ilişkiye dair birçok tartışmayı sakatlamış olan ekonomik
belirlenimcilikten ve işlevselcilikten kopmak ve devleti
kapitalist toplumdaki toplumsal ilişkiler bütünlüğünün
bir uğrağı olarak tartışmak için temel sağlamıştır.
Devleti toplumsal ilişkilerin belli bir biçimi olarak
ele alan tartışmanın odağı, örneğin altyapı/üstyapı
modelinde (ve onun yapısalcı versiyonlarında) anlamını
bulan ekonomik belirlenimcilikten kesin bir kopuştur.
Altyapı/Üstyapı modelinde, ekonomik temel (tabii ki,
son tahlilde) devletin faaliyetlerini, devletin işlevlerini
belirler. Devletin işlevlerine odaklanmak, devletin
varlığını önceden varsayar: Altyapı/Üstyapı modelinde,
devlet biçimi hakkında, öncelikle toplumsal ilişkilerin
niçin bağımsız devlet biçimi içinde katılaşması
gerektiği hakkında soru sormanın imkanı yoktur.
Devlet biçimi hakkında soru sormak, devletin tarihsel
özgüllüğü sorusunu ortaya atmaktır: Toplumdan-ayrıbir şey olarak devletin varlığı kapitalizme özgüdür;
tıpkı “ekonomik” olanın aleni bir şekilde baskıcı olan
sınıf ilişkilerinden farklıymış gibi görünmesi gibi
(Gerstenberger, 1990). Sonrasında sorulacak soru ise şu
değildir: Ekonomik olan siyasal üstyapıyı nasıl belirler?
Bunun yerine şu sorulmalıdır: Toplumsal ilişkilerin
devlet biçiminde katılaşmasını (veya tikelleşmesini)
ortaya çıkaran kapitalist toplumsal ilişkilerde özgün olan
nedir?4 Buradan varılacak sonuç şu sorudur: Ekonomik
olanın ve siyasal olanın, aynı toplumsal ilişkilerin
farklı uğrakları olarak kurulmasına yol açan şey
nedir? Cevap, tabii ki kapitalizmin (herhangi bir sınıflı
toplumda olduğu gibi) üstüne kurulu olduğu toplumsal
antagonizmanın ayırt edici bir farklılığının olmasıdır.
Kapitalizmde toplumsal antagonizma (sınıflar arası
ilişki), aleni bir biçimde değil, emek gücünün piyasada
conatus
bir mal gibi alınıp satılması dolayımıyla gerçekleşen
bir sömürü biçimi üzerine kuruludur. Sınıf ilişkisinin
bu biçimi, emeğin “özgürlüğü” üzerine kurulu dolaysız
sömürü süreci ile zor kullanımını içeren ve sömürüye
dayalı bir toplum içinde düzeni sağlama süreci
arasındaki bir ayrılığı önceden varsayar (krş. Hirsch,
1974/1978).
Devleti toplumsal ilişkilerin bir biçimi olarak görmek,
açıkça devletin gelişiminin yalnızca toplumsal
ilişkiler bütünlüğünün gelişiminde bir uğrak olarak
anlaşılabileceği anlamına gelir: Devlet, kapitalist
toplumun antagonist ve kriz-eğilimli gelişiminin bir
parçasıdır. Kapitalist toplumsal ilişkilerin bir biçimi
olarak devletin varlığı, bu ilişkilerin yeniden üretimine
bağlıdır: Bu nedenle, devlet sadece kapitalist toplum
içindeki bir devlet değil, kapitalist bir devlettir; çünkü
onun süregiden varlığı, bir bütün olarak kapitalist
toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin tesis edilmesine
sıkı sıkıya bağlıdır. Devletin toplumsal ilişkilerin belli
veya katılaşmış bir biçimi olarak var olduğu olgusu,
devlet ve sermayenin yeniden üretimi arasındaki
ilişkinin karmaşık olduğu anlamına gelir: İşlevselci
yaklaşımda, ne devletin zorunlu olarak sermayenin
çıkarlarına hizmet edeceği ne de devletin kapitalist
toplumun yeniden üretimini güvence altına almak için
ne gerekiyorsa yapacağı varsayılabilir.
Toplumsal ilişkilerin katılaşmış bir biçimi olarak
devletten söz etmek, onun hem toplumdan ayrılığından
hem de onun toplumla olan birliğinden söz etmek
demektir. Ayrışma ve katılaşma (veya fetişleşme)
sürekli tekrar edilen bir süreçtir.5 Devletin varlığı,
toplumsal ilişkilerin belli boyutlarını ayıran, onları
“siyasal” olarak tanımlayan ve böylelikle “ekonomik”
olandan ayrı hale getiren daimi bir süreci kapsar.
Bu nedenle, toplumun üzerine kurulu olduğu
antagonizma parçalıdır: Mücadeleler, toplumun bir
bütün olarak yapısı hakkında sorular sormaya olanak
tanımayan, siyasal ve ekonomik mücadele biçimlerine
yönlendirilir. Geçen yıl Los Angeles ve diğer şehirlerdeki
ayaklanmalar, mevcut toplumun istikrarının sadece
acımasız/kaba şiddet kullanımına değil toplumun, sosyal
hoşnutsuzlukları siyasal düzenin kurulu prosedürleri
içine yönlendirebilmesine, sık sık sorunlu bir şekilde
tanımlanan mevcut düzenin reddedilme şekillerine
belli tanımlamaları dayatabilmesine bağlı olduğunun
61
yakın zamandaki bariz örnekleridir. Toplumsal
mücadeleler için tanımlamalar dayatma süreci, aynı
zamanda devletin kendisini de yeniden tanımlaması
sürecidir: Toplumsal ilişkilerin katılaşmış bir biçimi
olarak devlet, aynı zamanda toplumsal ilişkileri de
katılaştırma sürecidir ve yine bu süreç boyuncadır ki,
devlet sürekli olarak toplumdan ayrı bir düzey olarak
yeniden kurulur. İşte, tam da devletin bu varlığı, sürekli
bir mücadele sürecidir. Dolayısıyla devrim, devlet-karşıtı
örgütlenmenin, katılaştırmaya kafa tutan toplumsal
ilişkilerin gelişimini içerir (Holloway, 1980/1991, 1992).
Toplumsal İlişkilerin Küresel Bütünlüğünün Biçimleri
Olarak Ulusal Devletler
“Devlet” iki türlü çözümlenir: O, bir yapı değil,
toplumsal ilişkilerin bir biçimidir; toplumsal ilişkilerin
tamamen fetişleşmiş bir biçimi değil, toplumsal ilişkileri
biçimlendirme (fetişleştirme) sürecidir (ve dolayısıyla
sürekli kendini yeniden kurma sürecidir). Fakat tartışma
hâlâ “devlet” düzeyindedir: “Devletin” bir devlet değil,
bir devletler çokluğu olduğu olgusundan henüz söz
edilmedi. “Devlet türetme” yaklaşımının başka türden
hassasiyetleri olan eleştirilerinin (Barker, 1978/1991,
von Braunmühl 1974, 1978) işaret ettiği gibi, tartışma
“devleti sadece tekil olarak varmış gibi ele alır. Oysa
kapitalizm, devletlerin oluşturduğu bir dünya sistemidir
ve kapitalist devletin almış olduğu biçim ulus-devlet
biçimidir” (Barker, 1978/1991, s. 204).
Bu eleştiriler, bir düzeyde yanlış yönlendirilmektedir;
çünkü devlet türetme tartışması, tek bir devleti
anlayabilmek yerine “devlet olmayı” (statehood)
anlayabilmek veya daha iyi bir deyişle “siyasal olan”
ile uğraşmıştı. “Siyasal olanı” kapitalist toplumsal
ilişkilerin doğasından türetme, “devletin” sadece bir
devletler çokluğu biçimi içinde var olduğu olgusundan
soyutlanmıştır. Devlet ve toplum arasındaki genel ilişkiyi
analiz etme bağlamında, Picciotto’nun da işaret ettiği
gibi, “toplum ile onun içindeki sınıflar ve toplumun
içindeki devlet arasında bir korelasyonu varsaymak çok
uygundu.”6 Fakat uygun ya da değil, bu nokta hiçbir
zaman açık hale getirilmedi ve sonuçta “siyasal olan”
anlamında “devlet” (bundan sonra kısaca “siyasal olan”)
ile Meksika, Arjantin veya Alman devleti anlamında
“devlet” (bundan sonra kısaca “ulus[al] devlet” ) arasında
çok ciddi bir kafa karışıklığı oluştu.7 Bu, “siyasal olan”
kavramının fakirleşmesine sebebiyet vermiştir ve genel
teorik argüman bir kere böyle kurulunca; bu durum,
tartışmayı daha da ileriye götürmede kimi zorlukların
ortaya çıkmasına neden olmuştur.8
Siyasal olan ile ulusal devlet arasındaki bu ayrımı daha
açık hale getirmenin sonuçları nelerdir? Görüldüğü
üzere siyasal olan, kapitalist toplumsal ilişkiler
bütünlüğü içinde bir uğraktır. “Kapitalist toplumsal
ilişkiler bütünlüğü”, ancak küresel (dünya çapında)
bir bütünlük olarak anlaşılabilir. Sermaye, doğası
gereği, mekânsal bir sınır tanımaz. Kapitalizmi daha
önceki sınıfsal sömürü biçimlerinden ayıran şey,
işçinin “özgürlüğü”dür ve bu aynı zamanda sömürenin
de özgürlüğüdür (hem de daha gerçek anlamda bir
özgürlük). Serfler feodal bağlarından kurtulduklarında,
hayatta kalabilmenin araçlarını bulabilecekleri her yerde
gezme konusunda özgür hale geldiler: Artık belli bir
sömürü mekânına bağlı değillerdi; onları kabul edecek
bir sömürücü bulabildikleri takdirde seçtikleri her yere
gidebilir ve her yerde sömürülebilirlerdi. Buna ilaveten,
lord artık miras olarak sahip olduğu kölelere mecbur
değildi; bunun yerine servetini paraya çevirebilir ve
parayı sermaye olarak kullanarak dünyanın herhangi
bir yerindeki işçileri sömürebilirdi. İşçinin belli bir
sömürücüye bağımlılıktan, sömürücünün de belli bir
işçi grubuna bağımlılıktan kurtulması, coğrafi konumun
tamamıyla rastlantısal hale geldiği, sermayenin tüm
dünya geneline yayılabildiği toplumsal ilişkilerin
kurulması anlamına geldi. Kişisel bağların yok edilmesi,
aynı zamanda coğrafi sınırlılıkların da yok edilmesiydi.
Kapitaliste dönüşen lord, emeğin sömürülmesi için
parasının nerede kullanıldığını bilebilir veya bilemez:
Bu her koşulda konuyla ilgisizdir; çünkü tüm sermaye,
rekabet yoluyla kâr oranlarının eşitlenmesi aracılığıyla
tüm emeğin sömürüsünden pay alır. Sömürü ilişkileri
mekânda var olur; fakat mekân tanımlanmamış ve
sürekli değişkendir. Mekânın bu mutlak rastlantısallığı,
para olarak sermayenin varlığında ifadesini bulur. Para
sermaye nereye hareket ederse (yani sürekli), sermaye ve
emek arasındaki ilişkilerin mekânsal dokusu değişir.
Bu nedenle, kapitalist toplumsal ilişkilerin küresel
doğası, yakın zamandaki “uluslararasılaşmanın” veya
conatus
62
sermayenin “küreselleşmesinin”9 sonucu değildir.
Her iki kavram da, mantıksal ve tarihsel olarak öncel
olan bir ulusal toplumdan kopuşu varsayar. Böylesi
bir açıklamanın iddia ettiğinin yerine, bu durum,
özgür kapitalist ve özgür işçi arasındaki mekânsal
zorunluluktan kurtulmuş, para dolayımıyla gerçekleşen
bir ilişki olarak kapitalist toplumsal sömürü ilişkilerinin
doğasına içkindir. Kapitalist toplumsal ilişkilerin
mekânsal olmayan küresel doğası, korsanlık ve fetihler
ile gerçekleşen kanlı doğuşundan bugüne kapitalist
gelişimin temel özelliğidir.
Öyleyse, sermaye ve emek arasındaki ilişkinin bir uğrağı
olarak siyasal olan, küresel bir ilişkinin uğrağıdır. Ama
küresel bir devletin varlığında değil, görünüşte bağımsız,
toprakları ayrı ulus devletler çokluğunun varlığında
ifadesini bulur.10 Tarihsel olarak, sömürü ilişkilerinin
mekânsal kısıtlarından kurtulması, ulusal devletler
biçiminde toprağa dayalı yeni bir egemenlik biçiminin
gelişimiyle gerçekleşmiştir. Devletin tikelleşmesi, zor
kullanımının dolaysız sömürü ilişkilerinden ayrılması,
tam tersi bir hareket ile ifade bulmuştu: Sömürü ilişkileri
mekânsal bağlarından kurtuldukça, kapitalist sömürü
için gerekli desteği sağlayan zor kullanma, toprağa dayalı
yeni bir egemenlik tanımına kavuştu. Ortaya çıkan
ulusal devletlerin en önemli faaliyetleri, zorun bölgesel
olarak tanımlanması, yani yeni “özgür” olmuş işçilerin
hareketliliğinin, avareliği tanımlayan ve kontrol eden
kanunlar dizisi dolayımıyla bu devletler tarafından
sınırlandırılmasıydı.
Öyleyse siyasal olan, ülkesel olarak tanımlı birimlere
ayrılır: Siyasal olanı anlamak için esas olan bu
farklılaşma, eğer devlet ve toplum bitişik olarak
varsayılırsa ortadan kalkacak son derece önemli bir
unsurdur. Dünya ulus(al)-devletler, ulusal kapitalizmler
veya ulusal toplumlar toplamı değildir. Tersine, siyasal
olanın ulusal devletler şeklindeki parçalı varoluşu,
dünyayı görünüşte bağımsız birçok birime ayrıştırır.
Ulusal devlet ve siyasal olan arasındaki ayrım, bu
nedenle, toplumsal ilişkileri katılaştıran veya fetişleştiren
bir süreç olarak devlet kavramına yeni bir boyut
kazandırır. Küresel toplumun ulusal devletler şeklinde
ayrışması, ulusal sınırlar bir kez çizildikten sonra bitmiş
bir şey değildir. Tam tersine, tüm ulusal devletler, sürekli
tekrar eden küresel ilişkileri ayrıştırma sürecine angaje
olurlar: Ulusal egemenlik hakları, “ulusa nasihatler
conatus
verilmesi”, bayrak törenleri, milli marşların çalınması,
“yabancılara” karşı idari ayrımcılık ve savaş dolayımıyla.
Kısaca, devletin tam da bu varlığı, ırkçıdır. Toplumun
bu ulusal ayrışmasının toplumsal temelleri ne kadar
zayıfsa –Latin Amerika’da olduğu gibi– bunun ifade
biçimleri de o kadar aleni olur. Küresel toplumsal
ilişkilerin bu ayrışması, kapitalist tahakküme karşı
muhalefetin parçalanmasında, emeğin bir sınıf olarak11
ayrıştırılmasında son derece önemli bir unsurdur.
Öyleyse ulusal devlet, parçalanan küresel toplumun
son derece önemli bir biçimidir. Buradan bakınca,
devlet ile ilişkide olduğu toplum arasında toprağa
dayalı egemenlik anlamında temel bir uyuşmazlık
vardır. Picciotto’nun belirttiği, devlet ile toplum
korelasyonunun “uygun” olduğu varsayımı tamamen ve
çok ciddi bir yanlıştır. Eğer kapitalist toplumsal ilişkiler
doğası itibariyle küresel ise, demek ki her ulusal devlet
küresel toplumun, tüm dünya geneline yayılmış ülkesel
olarak parçalı bir toplumun bir uğrağıdır. “Zengin”
veya “yoksul” hiçbir ulusal devlet, küresel sermaye
ilişkisinin bir uğrağı olarak kendi varlığından kopuk
bir şekilde anlaşılamaz. “Bağımlı” ve “bağımlı olmayan”
devletler arasında sık sık yapılan ayrım ortadan kalkar.
Tüm ulusal devletler, tarihsel olarak ve tekrarlanan bir
biçimde kapitalist toplumsal ilişkiler bütünlüğü ile olan
ilişkileri yoluyla tanımlanır. Örneğin, devlet türetme
tartışmasında Evers tarafından kapitalist “çevre” ile ilgili
olan ve kendisinin geliştirdiği, “ekonomik olan ile siyasal
olan arasında toplumsal bir kimliğin olduğu” “merkez”
devletler ile böylesi bir kimliğin olmadığı “çevre”
devletler arasındaki ayrım (Evers, 1979, s.77-79) her
bakımdan geçersizdir. “Daha zengin” ülkelerdeki birçok
63
teorisyenin ulusal yönelimine rağmen, küresel sermaye
ilişkisinin bir uğrağı olarak ulusal devletin varlığını
kabul etmek, sözgelimi herhangi bir “çevre” ülke olarak
adlandırılan ülkedeki neo-liberalizmin yükselişinin
anlaşılması için ne kadar önemliyse, Britanya’da
Thatcherizmin anlaşılması için de o kadar önemlidir
(Bonefeld, 1993’te açıkça gösterildiği gibi).12
Bu, küresel sermaye ile tüm ulusal devletler arasındaki
ilişkinin aynı olduğunu söylemek anlamına gelmez.
Tam tersine, tüm ulusal devletler küresel bir ilişkinin
uğrakları olarak kurulmasına rağmen, o ilişkinin farklı
ve birbirine benzemez uğraklarıdır. Siyasal olanın
ulus devletlere parçalanması, her devletin kendine
özgü ülkesel bir tanımı olduğu ve bu nedenle de
bazı devletlerin kendi sınırları içerisinde kimilerini
(genellikle ama her zaman değil –Güney Afrika,
Kuveyt– çoğunluğunu) “vatandaş”, geri kalanları da
yabancı olarak tanımladığı insanlar ile kendine özgü
bir ilişkisi olduğu anlamına gelir. Bu ülkesel tanımlanış,
her bir devletin küresel kapitalizm ile farklı bir ilişkisi
olduğu anlamına gelir.
Bir yandan sömürü sürecinin (sermayenin para olarak
dolaşımı yoluyla) mekânsal olarak özgürleşmesi ile öte
yandan zor kullanımın mekânsal olarak tanımlanması
(ulus devletlerin varlığı) arasındaki çelişki, sermayenin
hareketliliği ve devletin hareketsizliği arasındaki zıtlıktan
kaynaklanır. Devletin ülkesel tanımı, her bir devletin
sermayenin hareketliliği ile kuvvetle çelişen bir şekilde
hareketsiz olması anlamına gelir. Ulusal devlet, ancak
bir zorlukla karşılaştığı vakit sınırlarını değiştirebilir;
oysa sermaye, dünyanın bir ucundan diğer ucuna
saniyeler içinde hareket edebilir. Ulusal devletler katı
bir haldeyken, sermaye akışkandır. Dünyada en büyük
kârların gerçekleşeceği neresi varsa oraya akar. Tabii ki,
bu akışın önünde, bu hareketliliği sınırlandıran engeller
vardır. Son derece önemli bir şekilde, sermayenin
yeniden üretimi; makinelerde, emek gücünde, toprakta,
binalarda, metalarda somutlaşan sermaye de dahil
olmak üzere, sermayenin üretken sermaye biçimindeki
(geçici) hareketsizliği ile ilişkilidir. Devlet düzenlemeleri
veya tekellerin varlığı gibi durumlar da sermayenin
serbest dolaşımını engeller; fakat sermayenin en genel ve
soyut biçimi olan para dolayımıyla, sermaye küreseldir,
akışkandır ve serbestçe dolaşabilmektedir. Para, ne
kişisel ne de ulusal bir hissiyat taşır.
Ulusal devletin sermayeyle olan ilişkisi, ulusal olarak
sabitlenmiş devletin küresel olarak hareketli sermayeyle
olan ilişkisidir. Bu terimlerle, hem ulusal devlet ve dünya
ilişkisi hem de ulusal devletler arasındaki ilişkiler kavra
msallaştırılmalıdır. Bu çok önemli; çünkü özellikle solda
yaygın bir şekilde devlet ve sermaye arası ilişki sanki
sermaye hareketsizmiş, belli faaliyetlere, mekânlara veya
insanlara bağlıymış gibi tartışılıyor. Bu, sanki sermaye
belli bir faaliyetle13 kısıtlanmışçasına, siyasal gelişimi
sermaye fraksiyonları (diyelim ki, tekstil sermayesi
ile kimya sermayesi veya banka sermayesi ile sanayi
sermayesi) arasındaki ihtilaflar üzerinden açıklayan
analizlerin artmasına, ya da daha güncel bir tartışmadaki
önemli bir noktaya isabetle, sanki sermaye dünyanın
belli bir bölümünde bir şekilde kısıtlanmışçasına
devletin,“ulusal sermaye” ve devlet arasındaki
kaynaşmanın, birliğin veya kenetlenmenin bir biçimi
olduğu zemininde yürütülen tartışmaların artmasına
sebebiyet verir. Devlet ve sermaye arasındaki bağlantı;
aile bağları, kişisel bağlantılar, askeri-sınai komplekslerin
varlığı üzerinden anlatılır ve bu bağlantılar devletin
kapitalist doğasını göstererek (Miliband, 1969’da olduğu
gibi) teorileştirilir veya devlet ve tekeller arasında bir
“kaynaşma” olduğu üzerinden (tekelci devlet kapitalizmi
teorilerinde olduğu gibi) veya “rekabetçi devletsermayelerinin” oluşumu olarak (devlet-sermayedar
teorilerinde, örneğin Barker, 1978/1991’de14 olduğu
gibi) veya klasik emperyalizm teorilerinde olduğu gibi
teorileştirilir. Tüm bu yaklaşımlar, bu tür bağlantıları,
sermayenin kesintisiz dolaşımı içindeki geçici uğraklar
olarak görmek yerine, sanki sermaye kişisel, kurumsal
ve yerel bağlantılar üzerinden anlaşılabilirmiş gibi ele
alır. Hiç şüphesiz sermaye grupları ve ulusal devletler
arasında kişisel, kurumsal, siyasal bağlantılar mevcuttur;
fakat “sermaye grupları” sermaye ile aynı değildir ve sık
sık, ulusal devletler kapitalist dostlarıyla olan ilişkilerini
kesmeye mecbur kalırlar ve sermayenin bir bütün olarak
yeniden üretilmesini güvence altına alacak çıkarların
korunması adına, onlara karşı [“ulusal sermayeye” karşı,
ç.n.] hareket ederler (krş. Hirsch, 1974/1978). Ulusal
devletin göreli hareketsizliği ve sermayenin son derece
yüksek hareketliliği, dünya sermayesinin belli bir parçası
ile bir ulusal devlet arasında böylesi basit bir ilişki
kurulmasını imkansız hale getirmektedir (Murray, 1971;
Picciotto, 1985/1991).
conatus
64
Dolayısıyla, devletler arası rekabet ve ulusal devletlerin
küresel sermaye ile olan ilişkilerinin değişen konumları,
ulusal sermayeler arası rekabet üzerinden layıkıyla
tartışılamaz. Tartışma, sermayenin hareketsizliğinden
değil hareketliliğinden başlamalıdır. Herhangi bir ulusal
devletin varlığının sadece dünya kapitalizminin yeniden
üretilmesine değil, bizatihi kendi sınırları içerisindeki
kapitalizmin yeniden üretilmesine bağlı olması
itibariyle; devlet, sermayeyi kendi sınırları içerisine
çekmeye çalışmalı ve bir kez çektiğinde kendi sınırları
içerisinde15 onu hareketsizleştirmelidir.16 Ulusal devletler
arası rekabetçi mücadele, ulusal sermayeler arası bir
mücadele değil, küresel sermayeyi kendine çekmek ve
ondan pay (küresel artı-değerden bir pay) almak için
devletler arasında bir mücadeledir. Bu amaca ulaşmak
için, ulusal devlet kendi sınırları içindeki sermayenin
yeniden üretilmesi veya uygun koşulların varlığının
(emek gücünün eğitimi, altyapı sağlama, hukuk ve
düzenin sağlanması dolayımıyla) sağlanması yönünde
çalışmalıdır; kendi sınırları içerisinde faaliyet gösteren
sermayeye, bu sermayenin hukuki sahiplerinin vatandaş
olup olmadıklarına bakmaksızın (ticaret politikaları,
para politikaları, askeri müdahaleler dolayımıyla)
uluslararası destek vermelidir.
Bu rekabetçi mücadelede, hegemonik ve madun
konumlar kurulur; fakat hegemonik bir konum,
devletleri, sermayeyi cezbetmek ve elde tutmak için
gerçekleştirilecek küresel rekabetten kurtarmaz.
Hegemonik ve madun konumların göreceliliği nihai
olarak, farklı devlet sınırları içerisindeki sermaye
birikimi için gerekli olan elverişli koşulların az ya da çok
var olmasına dayalıdır: Bu nedenledir ki, hegemonik
bir güç olan Britanya’nın uzun dönemli düşüşü ve
Birleşik Devletlerin uluslararası konumunun bugünkü
istikrarsızlığı söz konusudur. Sermaye birikimi için
gerekli koşullar, sırası geldiğinde emeğin sermaye
tarafından sömürüsü için gerekli koşullara bağlıdır;
fakat burada doğrudan bir ülkesel ilişki yoktur.
Sermaye, başka bir devletin sınırları içerisindeki
emek sömürüsünün sonucu olarak bir ulusal devletin
sınırları içerisinde birikebilir –tıpkı sömürgeci ve yenisömürgeci durumlarda olduğu gibi ve aynı zamanda,
devletlerin kendilerini sermaye birikimi sağlamak
için, vergi avantajları veya diğer teşvikler dolayımıyla
cezbedici mekânlar haline getirdiği durumlarda olduğu
conatus
gibi (Cayman Adaları ve Liechtenstein, bunun bariz
örnekleridir).
Ulusal devletler böylelikle, üretilen küresel artı-değerden
bir pay kapmak amacıyla sınırları dahilindeki bölgeyi
cezbedici hale getirmek (veya sermayeyi sınırları içinde
tutmak) için birbirleriyle rekabet ederler. Aralarındaki
antagonizma, “çevre” devletlerin “merkez” devletler
tarafından sömürüsünün bir ifadesi değil, küresel artıdeğerden bir pay kapmak (veya artı-değer üretimini
kendi sınırları içerisinde tutmak) için kendi sınırları
içindeki bölgeyi cezbedici hale getirmek adına kendi
aralarında giriştikleri (son derece eşitsiz) bir rekabetin
ifadesidir. Bu nedenle, tüm devletlerin emeğin küresel
sömürüsünden elde edecekleri bir çıkar vardır.
Bağımlılık teorisyenlerinin tartıştığı gibi, ulusal devletler
ancak sömürü üzerine kurulu, iki kutuplu bir dünyadaki
varlıkları hesaba katılarak anlaşılabilir. Fakat sömürü,
yoksul ülkelerin zengin ülkelerce değil küresel emeğin
küresel sermaye tarafından gerçekleştirilen sömürüsüdür
ve iki kutupluluk, bir merkez-çevre kutupluluğu değil
bir sınıf kutupluluğudur ki bu, varoluşlarına binaen
tüm devletlerin, sermayenin yeniden üretimine bağlı
olan devletler olarak, kapitalist kutba17 yerleştiği bir iki
kutupluluk durumudur.
Bu nedenle, ulusal devletler arası ilişki, dışsal bir ilişki
olarak ele alınırsa, kendini öyleymiş gibi sunsa dahi,
yeterince anlaşılamaz. Eğer, ulusal devlet, küresel
sermaye ilişkisinin bir uğrağı ise, ne küresel sermaye
ilişkisi (“uluslararası sermaye”) ne de diğer devletler
ona dışsal olarak anlaşılabilir. Bu nedenle, herhangi bir
ulusal devletin gelişimini anlamaya çalışırken mesele,
devlet gelişiminin “dışsal” belirleyicileri (bağımlılık
teorisinin gözdesi olan “çevre” devletler analizindeki)
ve “içsel” belirleyicileri (düzenleme teorisince tercih
edilen; Hirsch, 1992) arasında seçim yapmak değildir.
Devletin gelişimi, Dabat’ın (1992) izlediği çözümdeki
gibi, iç etkenli ve dış etkenli motor güçlerin bir
kombinasyonunun sonucu olarak anlaşılamaz. İç-dış,
içsel-dışsal, iç etkenli-dış etkenli arasındaki ayrım, ulusal
devletlerin görünüşte bağımsızlığını yeniden üretir
ve böylelikle, ulusal sınırların tanımladığı toplumsal
ilişkilerin son derece tehlikeli biçimde katılaştırılmasını
[fetişleştirilmesini, ç.n.] pekiştirir. Fakat bu, devletin
gelişimini açıklamak için yeterli değildir. Tüm ulusal
devletler, gündelik siyasetin önemli bir öğesi olarak
65
Devlet, sadece kapitalist toplum içindeki bir
devlet değil, kapitalist bir devlettir; çünkü onun
süregiden varlığı, bir bütün olarak kapitalist
toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin tesis
edilmesine sıkı sıkıya bağlıdır
içsel-dışsal ayrımını manipüle eder. IMF ile ilişkisi
olan tüm devletler, örneğin, bu ilişkilerin sonuçlarını
dışarıdan dayatılmış gibi sunarlar; oysa gerçekte bu
devletler, küresel ve “ulusal” siyasal çatışmanın ya da
tercihen ulusal ve küresel siyasal çatışmanın sürekli
entegrasyonun bir parçasıdır. Bu, 1976’da Britanya’ya
IMF tarafından “dayatılan” hükümler ve yakın zamanda
Venezüella devletinin toplumu sermaye birikimi
için daha uygun koşullar yaratacak şekilde yeniden
yapılandırmayı amaçlayan stratejisinin bir parçası olarak
Venezüella’ya “dayatılan” hükümler yönünden eşit
derecede geçerlidir. Küresel sermaye, Cochobamba’ya,
Zacatlan’a veya Tannochbrae’ye bile New York, Londra
veya Tokyo’ya olduğundan daha “dışsal” değildir;
varlığının biçimleri ve sonuçları muazzam bir şekilde
farklılaşsa bile.
Devletin gelişimini anlamak, içsel ve dışsal
belirleyicilerin bir analizi olarak değerlendirilemez.
Bunun yerine, ulusal devletin, küresel sermaye
ilişkisinin bir durağı olduğunu söylemenin ne anlama
geldiğini görmeye çalışmaktır. Daha belirgin bir şekilde
söylersek bu, belli bir ulusal devletin gelişiminin
ancak, kendisinin de içsel bir parçası olduğu kapitalist
toplumsal ilişkilerin gelişimi bağlamında anlaşılabileceği
demektir. “Kapitalist toplumsal ilişkilerin küresel
gelişimi”, ne mantıksal bir süreç ne de “orada olan”
bir şeydir; tersine, parçalı olmasına rağmen küresel
bir çelişkinin tarihsel sonucudur. Bu çelişkinin yapısı,
(nihai olarak, sermayenin emeğe bağımlılığının
biçimi, artı-değer üretim ilişkisi) kapitalist toplumsal
ilişkilere, kapitalizmin krizi eğiliminde ifadesini bulan
karakteristik bir istikrarsızlık kazandırır. Bunu, ulusal
devletlerin gelişiminin, birbirleriyle olan ilişkilerinin
ve küresel sermayenin bir uğrağı olarak varlıklarının,
sadece kapitalist sınıf mücadelesinin krize gebe gelişimi
bağlamında anlaşılabileceği takip eder (krş. Holloway,
1992).18 Bununla birlikte, herhangi bir ulusal devlet ile
küresel gelişme arasında karışık bir ilişki vardır. Tüm
ulusal devletlerin aynı küresel ilişkinin uğrakları olduğu
olgusu, yakın zamanda birçok ülkede gerçekleştirilen
“devletin reformu” adı altında ortak değişimlerle ifade
edilse bile, ulusal devletlerin küresel sermaye ile olan
farklı ilişkileri, küresel sermayenin gelişimi etrafında
vuku bulan mücadelelerin almış olduğu biçimlerin
ve dolayısıyla ulusal devletlerin gelişiminin muazzam
bir farklılık gösterebileceği anlamına gelir. Ve ortaya
çıkan yaygın bir gelişme (örneğin, devletin neo-liberal
reformu), yeniden yapılanma19 sürecinde küresel
sermayeyle yeniden tanımlanmış bir ilişki geliştirmek
için çok sayıdaki farklı (ve rekabet halinde) stratejiyi
gizler.
Devletin Reformu ve Küresel Aşırı Birikimin Ulusal
Siyaseti
Kapitalizm, durmak bilmeyen bir tahakküm biçimidir.
Feodalizmin çözülüşü, sömürücüleri belli çalışanlarla
olan bağlarından ve artık işlevsiz kalan bir sömürü
ilişkisinden kurtarmışsa eğer, bu aynı zamanda onları
(veya daha ziyade onların varlıklarını) yeni ve istikrarlı
bir sömürü ilişkisi için sonu gelmeyen bir araştırmaya
da zorlamıştır. Sermayenin tarihi, ileriye doğru sürekli
bir kaçışın, var olan sömürü ilişkilerinden, kendi
varlığının bağlı olduğu emek gücüne tahakküm etmenin
yetersizliklerinden sürekli kaçışın tarihidir. Bu kaçış
her daim vardır; fakat mevcut sömürü ilişkilerinin
yetersizliğinin (sermaye için) tezahür ettiği kriz
zamanlarında belli bir yoğunluk kazanır.
Sermayenin durmak bilmeyen hali, onun para
olarak varlığında ifadesini bulur. Para şeklinde var
olan sermaye, emeğin sömürüsünden elde edilecek
conatus
66
maksimum faydanın ve kârın peşine düşmek için
küresel olarak dolaşmakta özgürdür. Sermaye, elbette
sadece para olarak var olmaz: O farklı işlevsel biçimleri
dolayımıyla sürekli olarak hareket eder; burada para
olarak, öbür tarafta üretim araçlarında ve emek gücünde
içerilen üretken sermaye olarak veya meta olarak var
olur. Sermayenin her biçimi, mekânsal hareketlilik
anlamında farklı etkilere sahiptir. Sermayenin para
biçimi, Londra’dan Tokyo’ya saniyeler içinde seyahat
edebilir. Makinelerde, binalarda, işçilerde vb. içerilmiş
olan üretken sermaye biçimindeki sermaye, coğrafi
olarak daha az hareketliliğe sahiptir. Meta biçimindeki
sermaye, hareketlilik konusunda diğer iki biçimin
arasında bir yerde bulunmaktadır.
Sermayenin değişen biçimlerinde, üretimin belirleyici
bir rolü vardır; çünkü üretim artı-değerin ve dolayısıyla
sermayenin yeniden üretiminin ve genişlemesinin
tek kaynağıdır. Sermaye yine de, böylesi teorik
bakış açılarına kördür: Onun dur durak bilmez
hareketi içinde, hangi biçim ona en yüksek kârı ve
genişlemek için en iyi olanakları sağlıyorsa o biçime
bürünecektir. Dolayısıyla, mevcut üretim ilişkilerinin
yetersizliği, kendini üretimde kârlılığın düşüşü ve meta
piyasalarındaki doygunluk (“Marksist iktisatçıların”
–kavramsal bir çelişki olan– “iktisadi kriz” dediği şey)
olarak ifade ederse, o zaman sermaye para biçimine
bürünür. Sonuç, sermayenin hareketliliğinde kökten bir
değişiklik olacaktır.
Sermayenin hareketliliğindeki değişiklikler, ulusal
devletin gelişimi için yaşamsal öneme sahiptir. Sermaye
küresel olarak dolaşırken, ulusal devlet sabittir. Sermaye
küresel olarak dolaşır; ama ister bazı mali kuruluşların
hesabında ister bazı fabrikaların harcında ve tuğlasında
olsun, belli bir uğrakta mekânsal bir yere sahiptir. Farklı
devletler, sermayenin dolaşımını hareketsizleştirmek
ve onu cezbetmek için rekabet ederler. Belli ulusal
devletlerin küresel sermaye ile olan ilişkisi, bu rekabetçi
cezbetme-ve-hareketsizleştirme süreci dolayımıyla
gerçekleştirilir.
İlişki belki de, kontrol edilemeyen güçlü bir nehirden
en yüksek miktarda suyu yakalamak ve elde tutmak
için rekabete girişen bir depo dizisiymişçesine hayal
edilebilir. Metaforun terimlerini kullanırsak, ulusal
devletler, suyun basıncının, hızının, hacminin tümünü
kontrol edemezler. Bu ancak, suyun hareketinin ilk
conatus
olarak nereden sağlandığıyla anlaşılabilir. Ulusal
devletler, metafordaki depolar, ancak nehrin gücündeki
ve büyüklüğündeki değişikliklere karşılık verebilir.
Son on beş yılı geçkin bir süredir dünya genelinde,
devlet örgütünde ve kavramsallaştırmalarında ortaya
çıkan değişiklikler, sermaye nehrinin akışındaki radikal
değişime verilen bir cevaptır. Bu kökten değişim,
sermayenin krizinin, kendi temelindeki yetersizliğinden,
emek gücünü kendisine tabi kılmasındaki
yetersizliğinden şiddetle kaçışının ifadesidir.
İkinci Dünya Savaşı’nın ve savaş öncesi depresyonun,
bazı ülkelerde yaşanan faşizm deneyimleri ile birleşerek
neden olduğu yıkım, kapitalist küresel sömürü için
elverişli koşullar yarattı. Savaştan sonraki 25 yıla yakın
dönem genel olarak, kapitalist üretimin kârlılığı üzerine
kurulu, yüksek ve sürekli bir büyüme dönemiydi. Sonuç
olarak, sermayenin göreli istikrarı, dünyanın “ulusal
ekonomilerden” oluştuğu inancını vererek, ulusal devlet
ile küresel sermaye arasında belli bir ilişki biçiminin
gelişmesi için temel yarattı. Göreli istikrar aynı zamanda,
savaş sonrasında ulusal devletler arasındaki iktisadi
ilişkileri düzenlemek için uluslararası anlaşmaların
imzalanmasını mümkün kılan bir ortam yarattı: Bu
anlamda, sabit kur sistemini kurarak paranın ulusal
devletler arasında dolaşımını bir dereceye kadar
düzenleyen ve böylelikle ulusal devletleri sermayenin
küresel hareketinden bir derece izole eden bir anlaşma
olan Bretton Woods özellikle önemlidir (krş. Bonefeld,
1992). Üretken sermayenin göreli istikrarı üzerine
kurulan ve sermayenin hareketini kontrol etmek için
uluslararası politikalar ve düzenlemeler ile desteklenen
bu izolasyon, devlet-merkezli politikalar, diyelim ki
Keynesçi refah devleti politikaları veya ithal ikâmeci
politikalar için temel sundu. Aynı zamanda bu göreli
istikrar, ulusal devletler ve kapitalist gruplar arasında
–yukarıda tartışılan teorilerde kavramsal olarak
kurulan bir tür ittifak şekli (askeri-sanayi kompleks,
tekelci devlet kapitalizmi vb.)– ve yine devlet ile
bürokratikleşmiş emek hareketleri arasında, korporatist
siyasal gelişimin20 pek çok türünde bulunduğu gibi,
son derece istikrarlı ittifakların kurulmasını mümkün
kılmıştır. Devlet hakkında hâlâ yaygın olan birçok
teorik kavramsallaştırma, özellikle yukarıda tartışıldığı
şekliyle “devleti” dünyadan soyutlamak, bu dönemin
deneyimlerinden kaynaklanır ki, bu dönem aynı
67
zamanda “siyaset biliminin” ve genel olarak sosyal
bilimlerin hızla genişlediği bir dönemdir.
Ulusal devletin göreli izolasyonu, savaş sonrası uzun
büyüme döneminin bitmesiyle sona erdi. 1960’ların
ortasından beri, büyüyen istikrarsızlığın açık belirtileri
mevcuttur. Savaş sonrası dönem boyunca, üretimi
kârlı hale getiren koşullar zayıflıyordu: İşçilerin
sömürülmesine dair maliyetler (sıkça atfedildiği gibi
sermayenin organik bileşimi) artıyor; savaş deneyimi
yoluyla kurulan emek disiplini (ve genel toplumsal
disiplin) zayıflıyor; savaş sonrası gelişim modeliyle
ilişkili devlet bürokrasileri, sermaye için masraflı
olmaya başlıyordu. Üretime yatırım yapmak, sermayeyi
genişletmek için daha az güvenli bir araç haline gelmişti.
Sermayenin genişlemesinin zeminini oluşturan mevcut
sömürü ilişkilerinin yetersizliği, kendisini düşen
kârlarda ifade etmekteydi.
Bu koşullar sonucunda, sermayenin doğasında var
olan dur durak bilmezlik kendisini gösterdi. Sermaye,
yaşayabilmek için mevcut sömürü ilişkilerinden
kendini kurtarmak, halihazırda sömürülen işçilerin
bazılarını işten çıkarmak, diğerleriyle olan ilişkisini
yeniden yapılandırmak ve sömürülecek yeni insanlar
bulma arayışına girmek zorundaydı. Sermaye, kendi
kökenindeki yetersizlikten kaçar: Bu kaçış, sermayenin
paraya dönüşmesi ve kârlı genişleme araçları bulmak
için bu paranın harekete geçmesi biçiminde ortaya çıkar.
Bu süreç, sermayenin aşırı birikimiyle tanımlanabilir.
Büyüme yıllarında, hızlı bir sermaye birikim süreci
yaşanmıştı: Üretken yatırımda güvenli ve kârlı bir
pazar bulabilecek çok fazla sermaye birikmişti. Bu
gerçekleşince, sonrasında tıpkı arıların kovanda yeterli
bal kalmadığı vakit, daha da genişlemiş olan bir nüfusu
desteklemek için sürü halinde kovandan ayrılması gibi,
sermaye de sürü halinde ayrılmaya başlamıştır –bir
kısmı uyanır ve başka evler21 bulmak için uçmaya başlar.
Sermaye likit para biçimine bürünür ve kâr arayışı içinde
tüm dünyayı dolaşır. Kendini üretken yatırım içinde
harç ve tuğlaya, makineye ve işçilere hapsetmek yerine
spekülatif, sıkça kısa-dönemli genişleme araçları bulmak
için gezinir. Artık kârlı olmayan fabrikaların çoğu
kapanır, binalar ve makineler satılır, işçiler işten çıkarılır:
Boşta kalan sermaye, başka bir yerde üretken yatırıma
dönüştürülebilecek para haline gelir ve herhangi bir
yerde üretken yatırım için koşullar göreli olarak daha
tercih edilebilir olmadıkça, sermaye para olarak kalmayı
yeğler. Üretimdeki zorluklar kendilerini, hem üretken
sermaye kendini daha önce paraya çevirdiği ve faiz
elde etmek üzere borç olarak verdiği için para arzında
bir artış, hem de üretimde kalan sermaye zorlukları
borçlanarak aşmaya çalıştığı ve devletler artan toplumsal
gerilimi onların borçlarını artırarak uzlaştırmayı
denediği için para talebinde bir artışla ifade eder.
Üretim ilişkilerindeki kriz, sermayenin likit hale
gelmesiyle ortaya çıkar. Para biçiminde22 tutulan
sermaye ile üretken sermaye arasındaki ilişki, çok keskin
bir değişikliğe uğrar: Para üretime tabi görünmek
yerine, şimdi kendi içinde bir amaç olarak görünür.
Kaçınılmaz bir şekilde, sermayenin biçimindeki
değişim, ülkesel olarak sabitlenmiş ulusal devletler
ile sermayenin küresel hareketi arasındaki ilişkide
bir değişim anlamına gelir. Bu sıkça söylendiği gibi,
ekonominin “uluslararasılaşması” veya “küreselleşmesi”
değil, sermayenin küresel varoluş biçiminde bir
değişimdir. Daha önce göreli olarak istikrarlı olan
sermayenin dolaşımı, hızlı hareket eden23 bir sele
dönüşmüş ve bu sel, savaş sonrası dönemin kurumlarını
ve varsayımlarını silip süpürmüştü. Ve savaş sonrası
dünyayı çöküşe sürükleyen ilk dayanaklardan biri, sabit
dolar/altın paritesi üzerine kurulu sabit kur sistemi
olan Bretton Woods’tu. 1960’lı yıllar boyunca para
olarak Birleşik Devletler dışına sürülen (ve dışarıda
herhangi bir ulusal devletin düzenleyici gücü olarak
kullanılan) dolar miktarında görülen hızlı artış,
doların el altından çökmesine, 1971’de Bretton Woods
sisteminin terk edilmesine ve yerine değişken kur
conatus
68
sisteminin geçirilmesine yol açtı. 1970’ler ve 1980’ler
boyunca yeni teknolojinin uygulanması sonucunda
paranın hareket hızının artmasıyla birlikte dünya para
piyasalarının hızlı büyümesi ve bütünleşmesi, ulusal
devletlerin24 üzerinde çok sert sonuçlar meydana
getirdi. Ulusal devletler, sınırları dahilindeki sermayeyi
kendilerine çekmek ve elde etmek için çabalarlar:
Bunun anlamı, sermayenin yeni akışkanlığıyla yaşanan
kökten bir değişikliktir. Sermayeden aldıkları payı
artırmak için devletler arasındaki rekabet, tüm ulusal
devletleri, sermayeyi cezbetmek için kendilerine yeni
yollar bulmaya hızla mecbur bırakarak artar. Gerçek
şu ki, sermayenin yüksek bir kısmı kısa dönem kâr
elde etme esasına uygun bir şekilde yatırıldığı için
devletler, sermayeyi sınırları dahilinde25 tutacakları
koşulları sağlamak adına sürekli baskı altında tutulur.
Devletler, devlet olarak, sermayenin dur durak
bilmezliğine boyun eğmek zorundadır. Eski ideolojiler
gider: Paranın yeni kuralı, parasalcılık (monetarism)
arz-yönlü teori, neoliberalizm gibi yeni ideolojilerde
anlamlandırılır ki, bu yeni ideolojilerin tümü öyle ya da
böyle şunu söyler: Para hükmeder. Eski ittifaklar yok
olur. Para biçimindeki sermayenin hiçbir insan grubuna
ve belli hiçbir faaliyete bağlı olmadığı görüldüğü
andan itibaren, kapitalist gruplar ve devlet arasındaki
kurulu bağlar, bir engel olarak algılanmaya başlanır.
Sendikalar aracılığıyla kurulan korporatist tahakküm
modelleri de, bu zorlamanın idaresi altına girmiştir:
Küresel parayı cezbetmek için gerekli olan şey, yeni
conatus
bir iş örgütlenmesi, yeni bir “esneklik” ve eski sendika
yapılarıyla bağdaşmayan yeni bir disiplin, “boyun
eğmeyi öğrenme”nin yeni bir yoludur (krş. Pelâez ve
Holloway, 1990/1991). Canını dişine takmış bir şekilde
kendini genişletme arayışı içinde olan para, daha
önce özel kapitalist yatırımın kapalı olduğu alanları
açılmaya zorlar: Daha önce ulusal devletler tarafından
kontrol edilen tüm faaliyet alanları özelleştirilir; kârlı
bir barınak26 arayışındaki para seline açılır. Bunların
arasındaki en katı kale, Sovyetler Birliği bile açıldı ve
para tarafından yerle bir edildi.
Ve sonra borç geldi. Sermayenin para biçimine
bürünmesi; o paranın çoğunun borç para haline
getirilmesi, krediye ve borca dönüştürülmesi anlamına
gelir. Savaş sonrası büyümenin son yılları, borcun hızla
genişlemesi ile sürdürülmüştür. 1970’lerin sonunda,
kârlılık krizinin daha zengin ülkelerce hissedilmesinden
ve kemer sıkma politikalarının ilan edilmesinden sonra
para akışı, toplumsal gerilimleri kontrol altına almak
isteyen hükümetlere, kendisini borç haline çevirip
sunarak, özellikle Latin Amerika’ya doğru, güneye
doğru yöneldi. 1982’de Meksika hükümetinin yaşadığı
zorlukları ilan etmesinden sonra, Latin Amerika’nın
borç para vermek için güvenli bir yer olmadığı ortaya
çıktı ve para, Birleşik Devletler’deki sıkı parasal
kontrolü sona erdirerek ve tüketici borçlarında ve askeri
hükümet harcamalarında muazzam bir genişlemenin
hızla artmasını sağlayarak, tekrar kuzeye aktı. Hem
uluslararası hem de ulusal devletler içinde borçlanmayla
birlikte, yeni bir siyaset ortaya çıktı (Cleaver, 1989;
Holloway, 1990). Borcun büyümesi, ayrımcılığın
büyümesi anlamına gelir; kredi alabileceğine kanaat
getirilenler ve getirilemeyenler arası ayrımcılık,
kendisini hem ulusal devletler arasında hem de tüm
dünya toplumları içinde korkunç bir şekilde barizleştiren
yeni bir ayrım.
Ulusal devletler ve küresel sermaye arası ilişkideki
değişim, küresel kapitalist tahakküm biçimlerinde
çok önemli bir değişim anlamına gelir. Marazzi’nin
dediği gibi, “devlet gücünde dünya düzeyine –parasal
terörizmin faaliyet gösterdiği düzeye– doğru bir
değişim” söz konusudur. Ulusal devlet düzeyinde
alınan siyasal kararlar, şimdi daha doğrudan bir şekilde
sermayenin küresel hareketiyle27 bütünleştirildi. Bu
değişimin apaçıklığı kendi sorunlarını getirmektedir.
69
İlk kez İngilizce olarak Capital&Class, 52 (Bahar 1994) dergisinde
basılan bu bölüm; Perfiles Latinoamericanos, 1, FLACSO (Facultad
Latinoamericana de Ciencias Sociales), Mexico City’de (Aralık 1992)
İspanyolca olarak basılan makalenin düzeltilmiş halidir.
2
Benzer bir bağımlılık teorisi eleştirisi için bkz. Dabat (1992).
3
Devlet türetme tartışması ve yayılması üzerine bkz. Holloway ve
Picciotto (1978), Clarke (1991) (Büyük Britanya), Vincent (1975)
(Fransa), Perez Sainz (1981) (İspanya), Critias de la Economia
Politica (1979, 1980), Sânchez Susarrey (1986) (Meksika), Archilla
(1980), Rojas ve Moncayo (1980) (Kolombiya), Fausto (1987)
(Brezilya).
4
Devlet türetme tartışması, Pashukanis’in 1923’te sorduğu soruya
tekrar güncellik kazandırdı:
“Neden bir sınıf egemenliği, olduğu gibi görünmeye devam
etmemektedir –yani, nüfusun bir bölümünün diğer bir bölümüne
boyun eğmesi şeklinde? Neden bu egemenlik, resmi devlet
egemenliği şeklini alır? Veya aynı şekilde, neden devletin
baskı mekanizması, egemen sınıfın özel mekanizması şeklinde
oluşturulmamıştır? Neden egemen sınıftan ayrılmaktadır
–toplumdan ayrı, şahsi olmayan bir kamu otoritesi mekanizması
biçimini alarak?” (Pashukanis, 1923/1951, s. 185).
Bu soru, sonunda Pashukanis’in canına mâl oldu; çünkü bu soru,
aynı zamanda devletin özgün olarak toplumsal ilişkilerin kapitalist
biçimi olduğu anlamına gelmekteydi ki, bu da Stalin’in devletçi “tek
ülkede sosyalizm” kurma girişimi ile uygun düşmüyordu.
5
Jessop’ın yaptığı ve Hirsch’in en azından son çalışmasında yapmış
olarak göründüğü, devletin tikelleşmesinin kapitalizmin kökeninde
tamamlanmış bir süreç olduğu varsayılamaz. Böylesi bir yaklaşım,
kaçınılmaz bir şekilde işlevselciliğe götürür. Jessop’ın eleştirisi için
bkz. Holloway (1991).
6
“Marksist kapitalist devlet analizinde devlete, tek bir devlete
odaklanma eğilimi var olagelmiştir. Bu belki de, Marksist olmayan
yazından daha fazla Marksist yazında olan bir eğilimdir; çünkü
toplumun sınıf doğası üzerine yapılan Marksist vurgu, [devletin,
ç.n.] toplumun yapısı ile olan ilişkisinin tartışılmasını kaçınılmaz
kılar ve toplum ve içindeki sınıflar ve o toplumun içindeki devlet
arasında bir korelasyonu varsaymak uygun hale gelir.” (Picciotto,
1985/1991, s. 217).
7
Bu anlamda Barker (1978/1991, s. 208), benim Picciotto ile olan
makalemi (Holloway ve Picciotto, 1977/1991) “onların tüm makalesi
kapitalist sistem içinde var olan devletler ile olan ilişkisi yeterli bir
biçimde geliştirilmeyen (the) ‘devlet’ diye bir varsayım ile ilgilidir”
diye eleştirirken tamamıyla haklıdır.
8
Bu konuyla ilgili bir tartışma için bkz. Burnham (1992).
9
Capital&Class, 43 (1991)’in editoryal girişinde, “teori ve analizin
temel meselelerinin kapitalizmin küreselleşmesi tarafından ortaya
atıldığı” iddia edilir ve sormaya devam edilir: “Şimdi biz daha
‘küreselci’ bir analiz çerçevesi mi benimsemek zorundayız, ya da
ulus-devlet halâ kapitalist gelişimi ve değişimi, ve sosyalist hedefler
için mücadeleyi anlayabilmemiz için yeterli bir çerçeve sunmakta
mıdır?” “Temel mesele” şu ki, kapitalizmin küreselleşmesi diye
bir şey yok ve ulus-devlet anlama ve mücadele için hiçbir zaman
yeterli bir çerçeve sunmamıştır. Önemli olan ise, kapitalizmin
küresel doğasının biçimindeki değişimin, ulus-devlete yönlendirilen
geçmiş analizlerin hatalarını daha açık hale getirmesidir. Barker’ın
bu bölümün eski bir taslağına getirdiği yorumda belirttiği
gibi, “Şimdiki zamanı imleyen, dünya solunun baskın teori ve
1
Ama ulusal devletin sermayenin küresel hareketine
tabi kılınması, toplumun ulusal çözülüşünü daha zor
hale getirir ve yakın dönemde Venezüella hükümetinin
yaşadığı zorluklar, Thatcher’ın Britanya’daki düşüşü veya
Meksika’da Başkan Salinas’ın kendi vatansever “sosyal
liberalizm”ini hiçbir ulusal hassasiyeti tanımayan neoliberalizmden ayrıştıran konuşması gibi örnekler, değişik
şekillerdeki gerilimlerin artışına kanıttır.
Tüm bu anlatılanlarda, sermaye her şeye kadir görünür.
Para, sermayenin en kibirli ve küstah biçimidir. Tüm
dünya genelindeki başarıları (yaptıkları) oldukça
çoktur ve apaçık ortadadır. Bununla birlikte paranın
egemenliği, sermayenin zayıflığının ortaya çıkışıdır.
Sürü halinde kovandan ayrılan arılar da arının en
küstah ve kibirli biçimidir; fakat onlar kesinlikle
etrafta yeterli bal olmadığından dolayı böyle hareket
etmektedirler. Para hükmeder; çünkü üretim, sermaye
için cazip olmaktan çıkmıştır; fakat nihai olarak balı
üreten, kesinlikle ve kesinlikle üretimdir: Sermayenin
kendini genişletmesinin asıl kaynağı üretimdir.
Sermayenin azılı olan dur durak bilmezliği, mevcut
sömürü ilişkilerinin yetersizliğinin (sermaye için),
sermayenin varlığının bağlı olduğu emek gücünün
itaat ettirilmesindeki çapsızlığın en bariz göstergesidir.
Görünüşe rağmen, sermayenin durmayan hareketi,
emeği itaatkâr kılmadaki güçsüzlüğünün en bariz
göstergesidir. Bu, eski modellerin para tarafından sona
erdirilmesi, kapitalist sıhhatin yeniden düzenlenmesinin
anahtarı olan “devletin reformu” değil, sömürünün
yeniden örgütlenmesi, emek gücünün sermayeye
tabiyetinin yeniden yapılandırılmasıdır ve üretimin
örgütlenmesindeki tüm değişikliklere ve son 10-15
sene boyunca uygulanan sermayenin tüm saldırgan
politikalarına rağmen, bu amaca ulaştığı henüz kesin
değildir.
John Holloway, Global Capital and the National
State, Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi
içinde, çev. Ali Rıza Güngen, A.Serkan Mercan,
Otonom Yayıncılık, yayına hazırlanıyor.
conatus
70
eylemlerinin ister tamamen ulusal reformizm teorileri, ister
‘tek ülkede sosyalizm’, ya da ulusal-kalkınmacı-sosyalizm için
argümanlarda olsun, ulusal argümanları olağan karşıladığı bir
dönemden çıkmakta olduğumuzdur.”
10
Benzer bir bakış için Burnham (1992, s. 12).
11
Emeğin bir sınıf olarak yeniden terkip edilmesi (recomposition),
bunu takiben dolayısıyla, milliyetçiliğin tüm biçimlerinin
ve “yabancılara” karşı tüm ayrımcılığın, nasıl tanımlanırsa
tanımlansın kökten reddini de içermektedir.
12
Britanya söz konusu olunca, bu konunun dramatik bir örneği 16
Eylül 1992’deki “Kara Çarşamba” ve ondan kaynaklanan tüm siyasi
sonuçlar tarafından yaratılmıştır.
13
Fraksiyonculuk (fractionalism) hakkında gelecekteki eleştirilere
temel oluşturması için bkz. Clarke (1978).
14
Barker’ın devlet türetme tartışmasının limitleri konusundaki
eleştirileri temelde doğru olmasına rağmen, ulusal devletlerin
rekabet halindeki devlet-sermaye blokları üzerinden analiz
edilmesine gerek olduğu yolunda vardığı sonuç büsbütün yanlıştır.
15
Devrimci durumlarda bir devletin bu kısıtlamalardan
kurtulabilmesinin boyutu, burada girişilmeyen ayrı bir tartışma
gerektirecektir.
16
Korumacılık (protectionism), sermayeyi cezbetmek için tasarlanan
serbest ticaret politikalarının olduğu kadar sermayenin küresel
varlığının bir ifadesidir.
17
Ulusal devletler arasındaki çatışma ve işbirliği ilişkileri tartışması
için bkz. Burnham (1992).
18
Devletin uluslararasılaşması tartışmasında (1991) Picciotto’nun,
devletin uluslararası gelişimini ne sermaye kavramı ne de kriz
kavramı ile ilişkilendirmemesi şaşırtıcıdır. Bu, onun ekonomik
ve sosyal olan toplumsal ve sınıf ilişkileri ile sınıf ve halka ait
mücadeleleri birbirinden ayırmasına neden olur.
19
Tüm bunda, işlevselcilik olmamalı. “Kapitalist devlet” analizi
ile ilgili sorunlardan biri, sanki tek bir devlet varmış gibi, devletin
kapitalist devlet olduğu için sermayenin çıkarına olan fonksiyonları
icra ettiğini iddia eden işlevselci bir varsayıma kolayca düşülmesi
idi. Devlet türetme tartışmasından bahsedilirken işaret edildiği
gibi, bu, “devlet” düzeyinde meşrulaştırılamayacak bir sonuçtur;
fakat işlevselci iddianın güçsüzlüğü, sermayenin küresel olduğu
ve “devlet”in bir ulusal devletler çokluğu olduğu akılda tutulduğu
zaman daha açık hale gelir: Küresel sermayenin yeniden üretimi için
gerekli olanın bazı devlet veya devletlerin ihtiyaç duyulanı yapması
yoluyla sağlandığı varsayılamaz (Picciotto, 1985/1991). Sermayenin
krizlerini her zaman çözeceği varsayılamaz.
20
Bu birçok içsel bağlantı düzenlemecilerin Fordizm tartışmasında
analiz edildi; fakat düzenleme teorisi, ulusal küresel sermayeyi
değil ulusal devleti referans noktası (krş. Clarke, 1988/1991; Hirsch,
1992) olarak aldığı için bu konuların sermayenin hareketliliği ile
ilişkilendirilmesi başarılamadı. Düzenleme teorisinin ulusal devlete
yönelimi, belki de savaş sonrası dönemde emeğin küresel içeriminde
(global containment of labour) ulusal devletin hiçbir zaman
olmadığından daha fazla rol alması olgusunun yansımasıdır.
21
Bu bölümde, metaforlar utanmaksızın karışır. Fakat arılar ve
nehirler yeterlidir.
22
Bu yazının da dikkate değer bir biçimde borçlu olduğu, bu
paragraflarda tanımlanan süreçlerin daha detaylı bir incelemesi için
bkz. Bonefeld (1993).
23
Ulusötesi sermaye akımındaki değişikliğin ölçeği hakkında
conatus
bkz. Crook (1972, s. 6-9). Paranın uluslararası hareketinin
büyüklüğünün ölçeğini göstermek için verdiği rakamlar arasında:
“Son on yıl boyunca uluslararası banka kredi stoku (yani, sınır-ötesi
kredi artı yabancı döviz üzerinden çıkarılan yerli kredi) OECD’nin
Gayri Sâfi Milli Hasılasının %4’ünden %44’e yükselmiştir”; “her bir
günkü, türevler dahil yabancı döviz cirosu şu an kabaca 900 milyar
dolar… Bir merkez bankasının araştırması günlük net ciroyu 650
milyar dolar olarak hesaplarken –bu rakam, 1986 yılı için yapılan
önceki araştırmanın tahmininin iki katı– döviz ticareti Nisan
1989’dan bu yana 1/3’ten fazla artış gösterdi.”
24
Dünya Bankası veciz bir şekilde, “küresel piyasa ortamında güçsüz
politikalara karşı net-bir-şekilde-azalmış hoşgörü mevcuttur”
tespitini yapar (Fidler, 1992, s.v).
25
Meksika özelindeki baskının doğası, örneğin Meksika’ya sermaye
girişinin 1992’de GSMH’nin %8.4’ünün üzerinde olması ve bunun
1/3’ü ile 1/2’si arasında bir oranının kısa dönem finansman şeklinde
oluşmasından, yani “faiz farklılıklarından veya yabancı döviz
piyasalarındaki irrasyonelliklerden kâr kapma derdinde olan
ve yapılan yatırım ile ilgili algılanan risk artışında dolaşımdan
çekilmesi çok muhtemel olan ‘sıcak para’ olmasından çıkar
sanabilir.” Fidler (1993, s. ii-iii).
26
Bu “para seli” (torrent of money) kâr oranlarının eşitlenmesi
eğiliminin ifadesi olarak görülebilir. Yakın dönem eğilimler üzerine
bkz. Marks (1971, s. 195-6).
27
Bu gelişmenin bir etkisi, paradoksal bir şekilde, demokratik
siyasal biçimin sermayenin çıkarları ile uzlaştırılmasının kolay
hale gelmesidir. Bu, Cavarozzi vd.’nin (1991) önerdikleridir ki,
geçen yıllarda Latin Amerika’da demokrasinin gelişiminin neden
yoksulluk ve toplumsal eşitsizlik ile kol kola gittiğinin anlaşılması
için merkezi öneme sahiptir.
“Savaş çığlıkları bunlar...Savaaaaaş. Ülkenin yüreğini ağzına getirmek istiyorlar.
[Çöker iskemlesine] Korkan insan düşünemez. Düşünmeyen insanı amaçlıyorlar
bunlar. [Kıpırtısız kalır]”
Lillian Hellman, Güneyli Bayan, çev. Bilgesu Erenus, Güncel Yayınlar, 1984, s. 47
conatus
72
73
NEO-LİBERALİZM VE
SINIF İKTIDARININ RESTORASYONU
D a v i d
H a r v e y
İngilizceden çeviren: Akın Sarı
Başkan Bush, tekrar tekrar ABD’nin Irak halkına eşsiz “özgürlük” hediyesini bahşettiğini
öne sürüyor. “Özgürlük, bu dünyadaki her kadın ve erkeğe Yüce Kudretin hediyesidir”
ve “dünyadaki en büyük güce sahip olduğumuz müddetçe, özgürlüğün yayılmasına
yardımcı olma mecburiyetimiz var” diyor.1 Irak’a önleyici saldırının yüce başarısının
ülkeyi “özgürleştirmek” olduğu resmi nakaratı, ABD medyasının çoğunluğuna akseder ve
saldırı için verilen resmî nedenler (Saddam ve El-Kaide arasındaki bağlantılar, kitle imha
silahlarının varlığı ve ABD güvenliğine yönelik doğrudan tehditler gibi) yetersiz bulunmuş
olsa bile, savaşı desteklemeye devam etmek için kamuoyunun çoğunluğu açısından ikna
edici bir iddia gibi görünür. Ne var ki, özgürlük aldatıcı bir kelimedir. Matthew Arnold’un
seneler önce gözlemlediği gibi: “Özgürlük sürülecek çok iyi bir attır, ama bir yere sürmek
gerekir.”2 Kendilerine büyük bir yüce gönüllülükle verilmiş olan özgürlük atını sürmeleri
beklenen Iraklı insanlar, onu nereye sürecek?
ABD’nin bu soruya yanıtı, 19 Eylül 2003’te, Geçici Hükümet Koalisyonu’nun başı, Paul
Bremer, “kamu girişimlerinin tamamen özelleştirilmesini, Iraklı firmaların yabancılarca
tam mülkiyet hakkını, yabancı kârlarının tamamen ülkelerine geri gönderilmesini...
Irak bankalarının yabancı denetimine açılmasını, yabancı şirketlere ulusal muameleyi ve
neredeyse bütün ticaret engellerinin kaldırılmasını”3 içeren dört talimat ilan ettiğinde açıklık
kazandı. Talimatlar kamu hizmetleri, medya, üretim, silahlı kuvvetler, nakliyat, finans ve
inşaatçılık dahil ekonominin bütün alanlarına uygulanacaktı. Yalnızca petrol istisnaydı
(tahminen özel statüsünden ve bilhassa ABD denetiminin bir silahı olarak jeopolitik
öneminden ötürü). Ayrıca, söylemeye gerek yok, bu talimatlar emek pazarına da yayılırlar.
Grevler yasaklanır ve sendikalaşma hakkı sınırlanır. Son derece gerici bir yüksek “apartman
daire vergisi” de (ABD muhafazakarları tarafından uzun zamandır taşıdıkları bir tutku)
dayatılır. Bu talimatlar, Naomi Klein’ın işaret ettiği gibi, Cenova ve Lahey sözleşmelerinin
ihlaliydi; zira işgalci bir güç, işgal edilen bir ülkenin kıymetli mülklerini korumaya
mecburdur ve onları satmaya hiçbir hakkı yoktur.4 Ayrıca, Londra Economist dergisinin
Irak’a ilişkin “kapitalist düş” olarak adlandırdığı dayatmaya karşı dikkate değer bir direniş
vardır. ABD’nin tayin ettiği Geçici Hükümet Koalisyonu’nun bir üyesi olan Irak geçici ticaret
bakanı bile, “serbest pazar fundamentalizminin” zoraki dayatılmasını “tarihe aldırmayan
hatalı bir mantık”5 olarak tanımlayarak saldırdı.
conatus
74
Neo-liberal Dönemeç
ABD’nin açıkça Irak’a esas olarak güçle dayatmaya
çalıştığı şey, temel görevi kârlı sermaye birikimi
koşullarını kolaylaştırmak olan, dört dörtlük bir
neo-liberal devlet aygıtıdır. Bremer’in özetlediği
türden önlemler, neo-liberal teoriye göre, zenginliğin
yaratılması ve dolayısıyla bütün nüfusun refahının
iyileştirilmesi için hem zorunlu hem de yeterlidir.
Politik özgürlüğün pazarın ve ticaretin özgürlüğüyle
birleştirilmesi, çoktandır neo-liberal politikanın önemli
bir özelliği olmuştur ve bu, yıllardır ABD’nin dünyanın
geri kalanına karşı tutumunda egemendir. Örneğin 11
Eylül’ün birinci yıldönümünde, Başkan Bush New York
Times’ta yayınlanan bir köşede şunu ilan etti: “İlerleme
ve özgürlüğün birçok ulus içerisinde serpilebileceği bir
uluslararası atmosfer ve açıklık oluşturmak için, eşsiz
güç ve etki konumumuzu kullanacağız. Özgürlüğün
büyüdüğü barışçıl bir dünya Amerika’nın uzun
dönemli çıkarlarına hizmet eder, ebedi Amerikan
ideallerini yansıtır ve Amerika’nın müttefiklerini
birleştirir... Baskının, kinin ve yoksulluğun demokrasi,
kalkınma, serbest pazar ve serbest ticaret umuduyla yer
değiştirdiği adil bir barışı düşlüyoruz”; sondan ikisi,
“bütün toplumların yoksulluktan kurtulma yetisini
kanıtlamıştır.” Bush şöyle tamamlıyordu: “İnsanlık,
asırlık düşmanlıkların üzerinde özgürlüğün zaferini
sunma fırsatını elinde tutmaktadır. ABD, bu büyük
görevde başı çekme sorumluluğunu memnuniyetle kabul
eder.” Aynı dil, bundan hemen sonra Ulusal Savunma
Stratejisi Belgesi’nin önsözünde görüldü.6 Irak’a ve
dünyaya dayatılan, pazarın ve ticaretin özgürlüğü olarak
yorumlanan, bu özgürlüktür.
Bu noktada, neo-liberal devlet biçiminin ilk büyük
deneyiminin, Pinochet’nin 1973 “küçük 11 Eylül”
darbesinden sonra (Bremer’in Irak’ta tesis edilecek
rejimin duyurusundan neredeyse otuz yıl önce) Şili’de
olduğunu hatırlamak yararlı olacaktır. Darbe, Salvador
Allende’nin demokratik olarak seçilmiş solcu sosyal
demokrat hükümetine karşı, CIA ve ABD Devlet
Bakanı Henry Kissinger tarafından sıkı bir şekilde
desteklendi. Darbe, bütün toplumsal hareketleri ve
solun politik örgütlenmelerini vahşice bastırdı ve halk
örgütlenmelerinin bütün biçimlerini (daha yoksul
conatus
mahallerdeki toplum sağlık merkezleri gibi) parçaladı.
Emek pazarı, düzenleyici ve kurumsal kısıtlamalardan
(örneğin, sendika gücü) “kurtarıldı”. Ancak 1973’ten
itibaren, daha önce ekonomik yenilenmede Latin
Amerikalı girişimlere hakim olan (ve bir dereceye
kadar Brezilya’da 1964 askeri darbesinden sonra
başarılı olan) ithal ikameci politikalar itibardan
düşürüldü. Dünya ekonomisinin ciddi gerilemesinin
ortasında, açıktan açığa yeni bir şey davet edildi. O
zamanlar Chicago Üniversitesi’nde ders veren Milton
Friedman’ın teorilerine bağlılıklarından ötürü “Chicago
çocukları” olarak bilinen bir grup ABD’li iktisatçı, Şili
ekonomisinin yeniden kurulmasına yardım etmek için
toplantıya çağrıldı. Bunu, serbest pazar fikri etrafında,
kamu mülklerini özelleştirerek, doğal kaynakları özel
sömürüye açarak ve doğrudan yabancı yatırım ve serbest
ticareti kolaylaştırarak yaptılar. Yabancı şirketlerin
Şili’deki işlemlerden elde ettikleri kârları kendi ülkelerine
taşıma hakkı garanti edildi. İthal ikamecilik yerine
ihracat yönelimli büyüme desteklendi. Devlete ayrılan
tek sektör, temel kaynak olan bakırdı (Irak’taki petrol
gibi). Şili ekonomisinin büyüme oranları, sermaye
birikimi ve yabancı yatırımların yüksek dönüş oranları
bakımından sonradan canlanması, hem (Thatcher
yönetiminde) Britanya’da hem de (Reagan yönetiminde)
ABD’de sonraki daha açık neo-liberal politikalar
dönemecine model oluşturabilmeye kanıt sağladı.
Çeperde gerçekleştirilen vahşi bir deneyimin merkezde
politikaların oluşumu için bir model olması ilk defa
olmuyordu (Irak’ta şu anda oylamaya sunulan apartman
daire vergisiyle olduğu gibi).7
Bununla birlikte, Şili deneyimi kârların iyi
dağıtılmadığını gösterdi. Halk genel olarak berbat
bir şekilde yaşarken ülke ve yönetici elitler yabancı
yatırımcılarla birlikte yeterince iyi çalıştı. Bunda, bütün
projeyi yapısal olarak ilgilendirecek, zaman içerisindeki
neo-liberal politikaların yeterince direngen etkisi
söz konusuydu. Dumenil ve Levy, neo-liberalizmin
en başından beri nüfus içerisinde en zengin katman
yönünde sınıf iktidarının restorasyonunu başarmaya
dönük bir proje olduğunu tartışmaya girişir.
Avrupa’daki sosyal demokrat devlet ve ABD’deki sermaye
ve emek arasında toplumsal sözleşmeyi temellendiren
Keynesçi uzlaşma, 1950’lerin ve 1960’ların yüksek
büyüme yılları boyunca oldukça iyi işledi. Yeniden
75
bölüşümcü politikalar, sermayenin serbest hareketliliği,
kamu giderleri üzerindeki denetimler ve refah devletinin
inşası, sermaye birikiminin nispeten yüksek oranları
ve çoğu gelişmiş kapitalist ülkelerin elverişli kârlılığıyla
el ele gitmişti. Ancak 1960’ların sonunda, bu hem
uluslararası olarak hem de yurtiçi ekonomilerde
bozulmaya başladı. 1973’e kadar, Arap-İsrail Savaşı ve
OPEC petrol ambargosundan bile önce, uluslararası
ekonomik ilişkileri düzenleyen Bretton Woods sistemi
dağıldı. Küresel bir stagflasyon (ekonomik durgunluk ve
enflasyonun birlikte var olması) evresine eşlik eden ciddi
bir sermaye birikim krizinin işaretleri, çeşitli devletlerin
finansal krizi (Britanya, 1975-76’da Uluslararası Para
Fonu tarafından kurtarılmak zorunda kalmıştı ve devlet
giderlerindeki tasarruf neredeyse her yerde belirirken
New York City aynı yıl teknik olarak iflas etti) her yerde
gözle görülebilirdi. Sermaye birikimiyle sosyal demokrat
politikaları uyumlu kılmayı başarmanın geçerli bir yolu
olarak Keynesçi uzlaşma açıkça çöktü.8
Buna solun yanıtı, sermaye birikiminin iktidarlarına
meydan okumadan devlet denetimini ve ekonominin
düzenlemesini (eğer gerekirse kemer sıkma önlemleri,
ücret ve fiyat kontrolleri yoluyla emeğin ve toplumsal
hareketlerin arzularını frenlemek dahil) derinleştirmek
oldu. Bu yanıt (daha açık bir pazar-sosyalizmi yönünde
dönüşüm ve İtalya ve İspanya’da “Avrokomünizm”
düşünceleri ya da “Kızıl Bologna” gibi yerlerde sermaye
birikiminin yönetim ve idaresi açısından yenilikçi
deneyimlerle perçinlenme ümidiyle) Avrupa’da ittifak
halindeki sosyalist ve komünist partiler tarafından
geliştirildi. Sol bu programın akabinde, İtalya’da
iktidara yaklaşan ve Fransa ve İspanya’da bizzat devlet
iktidarını elde eden, dikkate değer bir halk gücü
topladı. ABD’de de bile, Demokrat Parti tarafından
kontrol edilen bir Kongre 1970’lerin başlarında
çevreyi, emeği, tüketiciyi ve sivil haklar meselelerini
ayarlayan muazzam bir düzenleyici reform dalgasını
kanunlaştırdı.9 Ancak genel olarak sol, geleneksel sosyal
demokrat çözümlerin ötesine gitmekte başarısız oldu ve
bunlar, 1970’lerin ortalarına kadar sermaye birikiminin
gereksinimleriyle bağdaşmazlığı kanıtladı. Sonuç, bir
yanda (kendi seçmenlerinin arzularına çoğunlukla
gem vurma konusunda pragmatik bir politikaya
kalkışan) sosyal demokrat güçler ve diğer yanda da
aktif sermaye birikimi için daha açık koşulların yeniden
oluşturulmasıyla ilgilenenlerin çıkarları arasındaki
tartışmanın kutuplaştırılması oldu.
Kapitalist toplumsal düzene yönelik tehditlere potansiyel
bir panzehir olarak ve kapitalizmin hastalıklarına
bir çözüm olarak neo-liberalizm, epeydir kamu
politikasının kanatlarında pusuya yatmıştır. Fakat,
Londra ve Chicago Üniversitesi’ndeki Ekonomik İlişkiler
Enstitüsü gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında beslenen
neo-liberalizmin, asıl sahneye çıkmaya başlaması,
özellikle ABD ve Britanya’da, ancak belalı 1970’li yıllar
sırasında oldu. Başı çeken iki savunucusunun, 1974’te
von Hayek’in ve 1976’da Milton Friedman’ın, iktisatta
Nobel Ödülü almasıyla saygınlık kazandı. Ve yavaş yavaş
pratik etkisini göstermeye başladı. Örneğin, Carter’ın
başkanlığı sırasında, ekonominin deregülasyonu,
1970’ler boyunca ABD’de etkili olan kronik stagflasyon
durumuna yanıtlardan biri olarak ortaya çıktı. Ancak
neo-liberalizmin gelişmiş kapitalist dünyada kamu
politikasını düzenleyen yeni bir ekonomik ortodoksi
olarak dramatik güçlenişi, 1979’da ABD ve Britanya’da
ortaya çıktı.
Pinochet’nin baskıcı devlet şiddeti yoluyla yaptığı şey,
Thatcher tarafından demokratik rızanın örgütlenmesi
yoluyla yapıldı. Bu noktada, Gramsci’nin, rıza ve
conatus
76
hegemonya devrim eyleminden önce –ki aslında
Thatcher’ın kendisi açıktan bir devrimciydi–
örgütlenmelidir yönündeki gözlemi son derece
yerindedir.
ABD emperyal geleneği, epeydir ve büyük ölçüde
Britanya, Fransa, Hollanda ve diğer Avrupa güçlerinin
emperyal geleneklerine karşı kendisini savundu.10
ABD, on dokuzuncu yüzyılın sonunda kolonyal
fethi düşlemesine rağmen, yirminci yüzyıl boyunca
sömürgeleri olmayan daha açık bir emperyalizm
sistemi geliştirdi. Bu paradigmanın örneği, ABD deniz
filolarının ABD çıkarlarını korumak için harekete
geçirildiği Nikaragua’da, 1920’ler ve 1930’larda
ortaya kondu; ancak kendilerini Sandino’nun başını
çektiği uzun ve güç bir gerilla isyanı içerisinde
buldular. Buna yanıt yerel güçlü bir adam bulmak –bu
durumda Somoza– ve kendisinin, ailesinin ve yakın
müttefiklerinin baskı yapabilmesi ya da muhalefeti
savuşturabilmesi ve kendileri için dikkate değer varlık
ve güç biriktirebilmesi için onlara ekonomik ve askeri
yardım sağlamaktı. Karşılığında, eğer gerekirse, gerek
ülke içerisinde gerekse de bir bütün olarak bölgede (bu
örnekte Orta Amerika) ABD çıkarlarını her zaman
destekleyecek ve kolaylaştıracaklardı. Bu, İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra ABD dayatmacılığında Avrupalı
güçlere dayatılan küresel sömürgeleşmeden çıkış evresi
boyunca harekete geçirildi.
New York yatırım bankaları yoluyla yeniden kullanıma
sokulan artı kaynakların dünya çapında yayılması bu
bağlamdaydı. Şimdiye kadar, savaş sonrası dönem
boyunca gelişen dünyaya akan ABD yatırımlarının çoğu,
esas olarak hammadde kaynaklarının sömürüsüyle
(petrol, madenler, tarım ürünleri) ya da belirli pazarların
işletilmesiyle (telekomünikasyonlar vb.) bağlantılı olan
doğrudan yatırımlardı. New York yatırım bankaları,
uluslararası açıdan her zaman aktif olmuştur; fakat
1973’ten sonra, doğrudan yatırımlara daha az odaklanan
yollarla daha da aktif hale geldiler.11 Bu, uluslararası
kredi ve finansal piyasaların liberalizasyonunu gerektirdi
ve ABD, neredeyse Volcker şokundan hemen sonra bu
stratejiyi aktif bir şekilde ilerletmeye ve desteklemeye
başladı. Yatırım bankaları, ilk olarak yabancı
hükümetlere doğrudan borç vermeye yoğunlaştı. Borçlar
ABD dolarıyla belirlendiği için, ABD faiz oranlarındaki
ılımlı bir ani yükseliş, savunmasız ülkelerin ödemesini
conatus
kolayca aksattı. New York yatırım bankaları, o zaman
ağır bir şekilde zarara uğradı. Bunun ilk önemli
örneği, Meksika’yı 1982-84’te borcunu ödeyememeye
sürükleyen Volcker şokunun ardından gerçekleşti.
Görevdeki ilk yılında ciddi bir şekilde Uluslararası
Para Fonu’ndan desteği çekme düşüncesine sahip
olan Reagan yönetimi, yapısal reformlar karşılığında
borcu erteleyerek güçlükleri çözmek için, ABD Maliye
Bakanlığı ve Uluslararası Para Fonu’nun güçlerini
birleştirmenin bir yolunu buldu. Bu elbette, IMF’nin
Keynesçilikten monetarist bir teorik referans yapısına
geçişini gerektirdi (ve bu, hızlı bir şekilde, IMF’nin
ekonomik teoride yeni Monetarist ortodoksi için küresel
bir etki merkezi yapılmasıyla başarıldı). Borcu yeniden
programlamaya karşılık, Meksika’nın refah giderlerinde
kesintiler, esnek emek yasaları ve özelleştirme gibi
kurumsal reformları, “yapısal düzenleme” olarak
bilinegelen bir prosedürü uygulaması gerekti. Meksika,
böylece kısmen neo-liberal devlet aygıtlarının büyüyen
kollarına itildi ve bundan böyle IMF, neo-liberal
politikaların birçok örnekte zorla dayatılmasında ve
desteklenmesinde dünya çapında anahtar bir araç oldu.
Meksika örneği, liberalizm ve neo-liberalizm arasındaki
kilit bir farklılığı gösterdi: Liberalizmde kötü yatırım
kararlarından doğan zararları borç verenler kabul
ederken, neo-liberalizmde geçim ve yerel halkın refahı
açısından sonuçları ne olursa olsun, borç alanlar devlet
ve uluslararası güçler tarafından borcun geri ödenmesi
bedelinin sorumluluğunu almaya zorlanır. Küresel
düzeyde finansal piyasalardaki bu yeniliklerle birlikte,
neo-liberalizmin sistemik biçimi esas itibariyle iyice
tamamlandı. Dumenil ve Levy’nin gösterdiği gibi, sonuç,
ABD’deki üst sınıflara, çok yüksek oranlarda kazancı
dünyanın geri kalanından pompalama olanağı verilmesi
oldu.12
ABD’de sınıf iktidarının restorasyonu, sınıf iktidarının
nasıl oluşturulacağı konusunda belli bir biçime dayalıdır.
Mülkiyet ile yönetim arasındaki (ya da kâr payları ve
kâr elde eden para sermayesi ile üretim örgütlenmesi
girişiminden kâr elde etmeye çalışan üretim/imalat
sermayesi arasındaki) bölünme, zaman zaman kapitalist
sınıflar içerisindeki finansçılar ve üreticiler arasında
çatışmalar üretmişti. Britanya’da, örneğin, hükümet
politikası çoğunlukla üretim kârının zararına karşı
uzun zaman öncelikle Londra’daki finansçıların
77
gereksinimlerine hizmet etti ve 1960’larda ABD’de,
finansçılar ve üretimciler arasındaki çatışmalar sık
sık su yüzüne çıktı. 1970’ler boyunca, bu çatışmaların
çoğunluğu ortadan kalktı. Büyük şirketler, otomobil
sektöründe olduğu gibi, üretimle uğraşsalar bile,
giderek daha fazla finansal yönelimli oldular. Mülkiyet
sahipleri ve yöneticilerin çıkarları, yöneticilere hisse
senedi satılması (stock option) yöntemi ile birleştirildi.
Üretimden daha ziyade hisse senedi değerleri, ekonomik
faaliyetin yönlendirici ışığı oldu ve daha sonra Enron
gibi şirketlerin çökmesiyle birlikte açıklık kazandığı
gibi, spekülatif ayartmalar ezici olabildi. Genel sonuç,
finansal çıkarların (mühendislerin değil muhasebecilerin
iktidarının) egemen sınıflar ve egemen elitler içerisinde
baskın çıkmasıydı.13 Neo-liberalizm, kısacası, her şeyin
finanslaştırılması ve sermayenin diğer grupları pahasına,
sermaye birikiminin güç merkezinin mülkiyet sahipleri
ve onların finans kurumları yönünde yeniden tayin
edilmesi demekti. Bu nedenle, finansal kurumların
desteklenmesi ve finansal sistemin bütünlüğü, giderek
küresel politikalara egemen olan neo-liberal devletler
kolektivitesinin (G7 olarak bilinen grup gibi) merkezi
ilgi odağı oldu.
İdeal Model Olarak Görülen Neo-liberal Devlet
Neo-liberal devleti ideal bir model olarak düşünün. Bir
savı bu yolla kurmanın bilindik tehlikeleri olmasına
rağmen, bu, yeni-muhafazakar devletin neo-liberal
devletten radikal bir kopuş mu yoksa sırf onun bir
devamı mı olduğunu sorgulamak konusunda ön
açıcı bir incelemeyi mümkün kılarken, neo-liberal
devleti önceleyen sosyal demokrat devletle farklılıkları
netleştirme avantajı da sağlar.
Esas olarak, neo-liberal devletin temel misyonu “iyi
bir iş atmosferi” yaratmaktır ve bu yüzden, istihdam
ya da toplumsal refah açısından sonuçları ne olursa
olsun, sermaye birikimi için koşulları en uygun hale
getirmektir. Tam istihdam ve bütün yurttaşların
refahının iyileştirilmesine adanmış sosyal demokrat
devletle olan bu farklılıklar, sermaye birikim oranlarının
elverişli ve daimi koşullarının muhafaza edilmesine
tabidir.
Neo-liberal devlet, bunun büyüme ve yeniliği teşvik
edeceğini ve yoksulluğun kökünü kurutmanın tek
yolu olduğunu ve uzun vadede kitlelere daha yüksek
yaşam standartları ulaştıracağını ileri sürerek, hedefi
ilerletmeye ve bütün ticaret kazançlarını (vergi
indirimleri ve diğer tavizlerin yanı sıra, eğer gerekirse
devletten altyapı sağlamak yoluyla) teşvik etmeye ve
kolaylaştırmaya çalışır. Neo-liberal devlet, sermaye
birikimi için bakir alanların açılmasının bir aracı olarak
değerli mülklerin özelleştirilmesinin yollarını aramak
konusunda özellikle gayretlidir. Daha önce devlet
tarafından işletilen ya da düzenlenen sektörler (nakliye,
telekomünikasyon, petrol ve diğer doğal kaynaklar,
kamu hizmetleri, sosyal konut, eğitim) özel sektöre
devredilir ya da devlet denetimi kaldırılır. Sermayenin
sektörler ve bölgeler arasında serbest dolaşımı, kâr
oranlarının yeniden canlandırılması açısından kritik
olarak değerlendirilir ve “ulusal çıkar” bakımından kritik
olan bölgeler hariç (her ne kadar bu elverişli bir şekilde
tanımlanabilse de) bu serbest harekete karşı bütün
engeller (planlama denetimleri gibi) kaldırılmalıdır.
Neo-liberal devletin parolası, bundan dolayı, (emek
pazarlarında ve yatırım sermayesinin işletmesinde)
“esnekliktir.” Fiilen piyasayı merkezileşmiş sermayeye
ve tekelci iktidara açarken rekabetin erdemlerinin
borazanlığını yapar.
Doğası itibariyle, neo-liberal devlet sermaye birikimine
kısıtlamalar koyan bütün toplumsal dayanışma
biçimlerine (sosyal demokrat devlette dikkate değer güç
kazanan sendikalar ya da diğer toplumsal hareketler
gibi) düşmandır. Refah sağlamaktan geri çekilir ve
sosyal demokrat devletin işleyişinde merkezi olan sağlık
hizmeti, kamu eğitimi ve sosyal hizmetler alanlarındaki
rolünü mümkün olduğunca azaltır. Sosyal güvenlik
ağı, olabilecek en az düzeye indirgenir. Bu, bütün
düzenleyici faaliyetlerin ya da hükümet müdahalesinin
ortadan kalkması demek değildir. Özelleştirilemeyen
kamu sektörlerinin “mesuliyet” ve “maliyet etkinliğini”
sağlayacak bürokratik kurallar gelişir (örneğin,
Margaret Thatcher Britanya’daki üniversiteler üzerinde
düzenleyici güçlü bir denetimin yolunu araştırdı ve
bunu başardı). Bütün riski kamu sektörleri tarafından
taşınan ve bütün kârı da şirket sektörü tarafından
alınan kamu-özel ortaklıkları desteklenir. Ticaret kârları
yasalaşır ve kendilerine fayda sağlamanın yolu olarak
conatus
78
Politik özgürlüğün pazarın ve ticaretin
özgürlüğüyle birleştirilmesi, çoktandır neoliberal politikanın önemli bir özelliği olmuştur
ve bu, yıllardır ABD’nin dünyanın geri kalanına
karşı tutumunda egemendir
kamu politikalarını belirler. Devlet, gerekirse kolektif
muhalefet biçimlerini bastırmak ya da dağıtmak için
baskıcı yasalara ve polisiye taktiklere (örneğin, antigrev gözcülüğü yasaları) başvuracaktır. Gözaltı ve polis
denetimi biçimleri artar (ABD’de hapsedilme, ıskartaya
çıkarılmış işçiler ve marjinalleştirilmiş nüfuslardan
yükselen sorunlarla uğraşmak için temel bir devlet
stratejisi oldu).
Dışsal bakımdan, neo-liberal devlet sınır ötesi sermaye
hareketlerine yönelik engelleri azaltmaya ve (hem
metalar hem de para sermayesi bakımından) bazen
rekabetçi ancak çoğunlukla tekelci olan sermaye
birikiminin küresel güçlerine pazarların açılması
yönünde (her zaman için, “ulusal çıkara aykırı” olan
herhangi bir şeyi reddetme şartına rağmen) çalışır.
Son derece kârlı ve hatta kimi durumlarda yenisömürgeci olan yeni kapitalist faaliyet alanları dışarıya
açılırken, aynı zamanda, uluslararası rekabet güçleri ve
küreselleşme ideolojisi, içerideki muhalefeti disipline
etmek için kullanılır. Bu alanda da, büyük kapitalist
şirket çıkarları, tipik olarak politika oluşturmanın yanı
sıra yeni uluslararası kurumsal düzenlemelerin (DTÖ
ya da IMF ve Uluslararası Banka Sözleşmeleri gibi)
yaratılmasında da hükümetle işbirliği yapar.
Neo-liberal devlet, özellikle finansal kurumlar
konusunda dikkatlidir. Onların yayılma etkisini
kolaylaştırmanın yanı sıra, neye mal olursa olsun
finansal sistemin ödeme gücünü ve entegrasyonunu
conatus
garantilemeye çalışır. Devlet gücü finansal
başarısızlıkları (ABD’nin 1987-88 birikim ve borçlar
krizi ile 1997-98 Uzun Vadeli Sermaye Yönetimi
yatırımlarında üç trilyon doların batması gibi)
kurtarmak veya gidermek için kullanılır. Yatırım
bankalarını uluslararası bakımdan borçların
ödenmemesi tehlikesinden korumak için, IMF
gibi kurumlar aracılığıyla iş görür ve aslında riske
ve uluslararası piyasaların belirsizliğine karşı,
yapabildiğinin en iyisini yaparak finansal çıkarları
garanti altına alır. Neo-liberal devletin finansal kârların
korunması yönündeki bu bağlılığı, finanslaşma süreçleri
etrafındaki burjuva sınıf iktidarının pekişmesini
destekler ve yansıtır. Finansal sistemin bütünlüğü ve
nüfusun refahı arasındaki çatışmada, neo-liberal devlet
birincisi seçecektir.
Son olarak, neo-liberal devlet, bu olguyu sık sık
gizlemeye çalışsa bile, tamamen anti-demokratiktir.
Elitlerin yönetişimi onaylanır ve geçmiş demokratik
ve parlamenter karar alımının merkeziliği pahasına,
yönetim için yürütme organı ve hukuki karar alımından
yana güçlü bir tercih yükselir. Temsili demokrasiden
geriye kalan her şey, ABD’de olduğu gibi, yasal olarak
para iktidarı tarafından çökertilmesine rağmen,
eğer tamamen çökertilmediyse, bastırılır. Tamamen
demokratik hükmün, hesap denetiminin, sorumluluk ve
denetimin dışında olan, ülke içinde merkez bankaları ve
yarı-devlet kurumları, uluslararası sahnede ise IMF ve
DTÖ gibi güçlü kurumlar yaratılır. Neo-liberal görüşe
göre, kitle demokrasisi “halk egemenliğiyle” eşitlenir
ve bu tipik olarak 1970’lerde üst sınıfların iktidarını bir
hayli tehdit etmiş olan sermaye birikimine yönelik bütün
engelleri üretir. Tercih edilen yönetişim biçimi, devlet
ve başlıca iş dünyası çıkarlarının sermaye birikimini
artırma amacı etrafında faaliyetlerini koordine
etmek için sıkı bir şekilde işbirliği yaptığı “kamu-özel
ortaklığı”dır. Sonuç, “kamunun” karar alma süreçleri
çok daha belirsizleşirken, düzenlemenin kurallarının
yazılmaya başlanmasıdır.
Neo-liberal devlet, kişisel ve bireysel bağımsızlık,
özgürlük ve sorumluluğun özellikle piyasadaki
önemini vurgular. Toplumsal başarı ya da başarısızlık,
bu yüzden (kapitalizme özgü olan sınıf dışlamaları
gibi) herhangi sistematik bir nitelikten ziyade, kişisel
girişimcinin erdemleri ya da başarısızlıkları bakımından
79
yorumlanır. Neo-liberal devletin kanunları içerisinde
muhalefet, tipik olarak bireysel insan hakları sorunu
ve sonuç olarak 1980’den bu yana gelişen her türlü
“haklar söylemi” ya da “radikal” ve muhalif siyasetin
asli alanı olarak sınırlanır. Sorunlara çözüm ve çareler,
mahkemeler yoluyla bireyler tarafından bulunmalıdır
(ve şirketlerin de yasal açıdan bireyler olarak
tanımlandığını hatırlayınız). Mahkemelere ulaşma,
sözde eşitlikçi fakat pratikte son derece masraflı olduğu
için, (yerine getirilmeyen pratikleri dava eden bir birey
ya da DTÖ kurallarını ihlalden ötürü ABD’yi dava eden
bir ülke olabilir –ki bu birkaç küçük yoksul ülkenin
yıllık bütçesine eşit olan bir milyon dolara mal olabilecek
bir prosedür) mahkeme sonuçları, paranın iktidarını
elinde tutanların lehine karar alma yönünde güçlü bir
eğilim gösterir. Yargıçlar içerisinde karar alımındaki
sınıf eğilimi, kesin olmasa bile mutlaka yaygındır.
Neo-liberalizmde birincil kolektif eylem araçlarının,
çeşitli haklar için seçilmemiş (ve birçok örnekte elitlerin
başı çektiği) taraftar grupları yoluyla tanımlanması ve
ifade edilmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Neo-liberalizm
altında büyüyüp çoğalan STK’lar, devlet aygıtının
dışında ve “sivil toplum” olarak adlandırılan ayrı bir
varlık içerisinde harekete geçen muhalefetin muhalif
siyasetin ve toplumsal dönüşümün güç odağı olduğu
yanılsamasına ivme kazandırmıştır.
Buna göre neo-liberalizmin, devleti ya da devletin belli
kurumlarını (mahkemeler gibi), son yıllarda hem sağdan
hem de soldan birçok yorumcunun ileri sürdüğü gibi,
konu dışı bırakmadığını açıkça görürüz. Bununla birlikte
devlet kurumlarının ve pratiğinin radikal bir yeniden
biçimlenmesi söz konusudur (özellikle baskı ve rıza
arasındaki denge, sermaye güçleri ve halk hareketleri
arasındaki denge ve bir yanda yürütme ve yasama gücü
ve diğer yanda parlamenter demokratik güç arasındaki
denge konusunda).
Bu “ideal-sembolik” açıklama aşırı derecede işlevcidir.
Bu yüzden, neo-liberalizm içerisindeki temel yapısal
çelişkileri göz önüne alarak resmi tamamlamak
önemlidir. Yeniden üretimi toplumsal düzen için temel
olan, egemen sınıf ilişkilerine oturtulmuş otoriter rejim
sistemi, bireysel özgürlükler idealiyle uyuşmazmış gibi
durur. Finansal sistemin bütünlüğü önemli olabilse bile,
sistemin içerisindeki işlemcilerin sorumsuz ve bencil
bireyciliği spekülatif değişkenlik ve kronik dengesizlik
üretir. Rekabetin erdemleri öne çıkarılmasına rağmen,
gerçek olan, birkaç merkezileşmiş çokuluslu şirket
içerisinde tekelci iktidarın artan kuvvetidir. Yine de
halk düzeyinde, ferdi kişinin özgürlüğü yönündeki itki
çok kolay cinnet getirebilir ve toplumsal anlamsızlık
üretebilir. Bu nedenle, egemen iktidar ilişkilerini
sürdürme ihtiyacı, kaçınılmaz olarak, bireycileştirilmiş
özgürlük yönündeki itkiyi engelleyen baskı ilişkilerini
üretir. Uluslararası arenada neo-liberalizmin rekabetçi
değişkenliği, hegemonik iktidarın sürekliliğini ve
statüsünü tehdit eder. Hegemonik bir iktidar, ABD
gibi, kendi hegemonyasını koruyan ekonomik ilişkiler
asimetrisini korumak için düzenlenmiş baskıcı
önlemlere ve eylemlere yol açabilir. Bütün bu çelişkilere,
neo-liberalizmin ilan edilmiş kamu hedefleri –herkesin
refahı– ve onun fiili sonuçları –sınıf iktidarının
restorasyonu– arasında tomurcuklanan uyumsuzluk
potansiyelini eklemeliyiz.
Bu çelişkili öğeleri daha sonra ele alacağız. Ancak,
açıkçası, neo-liberalizm politik ekonomik iktidarın
sabit ve uyumlu işlevsel bir biçiminden ziyade, dengesiz
ve gelişen bir birikim rejimi olarak görülmelidir. Bu,
onun içsel çelişkilerine potansiyel bir yanıt olarak yeni
muhafazakarlığı inceleme yolunu döşer.
Başarılar: Mülksüzleştirme Yoluyla Birikimin
Yeniden Canlanması
Eğer neo-liberalizmin temel başarıları üretkenlikten
ziyade yeniden bölüştürücü olduysa, o zaman ya halk
kitlelerinden üst sınıflara ya da savunmasız ülkelerden
zengin ülkelere refah ve geliri yeniden dağıtmanın
ve mülkleri transfer etmenin yolları aranmalıdır.
“Mülksüzleştirme yoluyla birikim” genel başlığı altında,
bu mekanizmaları başka bir yerde açıklamıştım.14
Bununla, Marx’ın kapitalizmin yükselişi boyunca
“ilksel” ya da “başlangıç” olarak değerlendirdiği birikim
pratiklerinin devamını ve çoğalmasını kastediyorum.
Bunlar, toprağın metalaşması ve özelleşmesini ve
(yakın zamanlarda Meksika ve Hindistan’da olduğu
gibi) köylü nüfusunun zorla tasfiyesini; çeşitli mülkiyet
hakları biçimlerinin ayrıcalıklı özel mülkiyet haklarına
dönüşümünü (ortak, kolektif, devlet vb.); emek gücünün
metalaşması ve alternatif (yerli) üretim ve tüketim
conatus
80
biçimlerinin bastırılmasını; mülklerin sömürge, yenisömürge ve emperyal temellük süreçlerini (doğal
kaynaklar dahil); vergilendirme ve mübadelenin,
özellikle toprağın piyasaya sürülmesini; (özellikle seks
endüstrisinde devam eden) köle ticaretini; ve tefecilik,
milli borç ve hepsinden önemlisi ilksel birikimin radikal
araçları olarak kredi sisteminin kullanımını içerir.
Devlet, tekelci şiddet ve yasallık tanımlarıyla, hem bu
süreçlerin desteklenmesinde hem de teşvik edilmesinde
önemli bir rol oynar. Bu mekanizmalar listesi uyarınca
şimdi, patentler ve entelektüel mülkiyet haklarından
kira alma ve bir nesil boyunca ya da daha çok sosyal
demokrat sınıf mücadelesi yoluyla kazanılan (emekli
aylıkları, ücretli izinler, eğitim ve sağlığa erişim gibi)
çeşitli ortak mülkiyet hakları biçimlerinin azalması ya
da yitip gitmesi gibi bir yığın ilave teknik ekleyebiliriz.
Örneğin, diktatörlük altındaki Şili’de öncülük edilen,
devletçe karşılanan bütün emeklilik haklarının
özelleştirilmesi önerisi, ABD’deki neo-liberallerin el
üstünde tuttuğu hedeflerden biridir. Dört temel öğe
ayırıyorum:
1. Özelleştirme
Bugüne kadar kamuya ait olan malların
Korporatizasyon, metalaştırılması ve özelleştirilmesi,
neo-liberal projenin biricik özelliği oldu. Bu projenin
temel amacı, bugüne kadar sınırsız bir kârlılık
hesabı ile bakılan bölgelerde, yeni alanları sermaye
birikimi için açmak olmuştur. Her türlü kamu hizmeti
(su, telekomünikasyon, ulaşım sistemi), sosyal
yardımlar (toplu konut, eğitim, sağlık hizmeti, emekli
maaşları), kamu kurumları (üniversiteler, araştırma
laboratuarları, cezaevleri gibi) ve hatta savaş hali
(Irak’ta silahlı kuvvetlerle birlikte çalışan “ordunun”
özel sözleşmecilerinin gösterdiği gibi), kapitalist
dünyada belli bir dereceye kadar özelleştirilmiştir. DTÖ
içerisinde TRIPS (Agreement on Trade Related Aspects
of Intellectual Property Rights–Ticaretle Bağlantılı
Fikri Mülkiyet Anlaşması) aracılığıyla oluşturulan
fikri mülkiyet hakları; genetik malzemeleri, tohum
plazmalarını ve başka bütün ürün çeşitlerini özel
mülkiyet olarak tanımlar. Kullanım kiraları, pratikleri bu
genetik malzemelerin gelişiminde önemli rol oynamış
olan nüfuslardan elde edilebilir. Biyo-hırsızlık yaygındır
ve dünya genetik kaynaklar stoku, birkaç büyük ilaç
conatus
şirketinin menfaati uğruna talan edilmektedir. Sermaye
yoğun tarımsal üretim biçimleri dışında hiçbir şeye
meydan vermeyecek şekilde, küresel çevre kaynaklarının
(toprak, hava, su) giderek tükenmesi ve doğal ortamın
giderek bozulması, doğanın bütün biçimleriyle
tümden metalaştırılmasının sonucu olmuştur. Kültürel
biçimlerin, tarihlerin ve entelektüel yaratıcılığın (turizm
yoluyla) metalaşması, tümden bir mülksüzleştirmeye yol
açar (müzik endüstrisinin, yerel kültüre ve yaratıcılığa el
koyarak onu sömürdüğü malumdur). Geçmişte olduğu
gibi, devletin gücü çoğu kez halk iradesine rağmen bu
tür süreçleri dayatmak için kullanılır. Emeği ve çevreyi
bozulmaktan korumak amacıyla tasarlanan düzenleyici
sistemlerin geri çekilmesi, hakların kaybına neden
olmuştur.
2. Finanslaşma
1980’den sonra başlayan güçlü finanslaşma dalgası,
spekülatif ve tamahkar tarzıyla dikkat çekti. 1983’te 2.3
milyar dolar olan günlük toplam finansal işlemlerin
cirosu, 2001’e kadar 130 milyar dolara yükseldi.
2001’deki bu 40 trilyon dolarlık yıllık ciro, uluslararası
ticareti ve üretken yatırım akışlarını desteklemek
için gereken tahmini olarak hesaplanmış 800 milyar
dolardan fazladır. Deregülasyon, finansal sistemin
spekülasyon, yırtıcılık, sahtekârlık ve hırsızlık yoluyla
yeniden bölüştürücü faaliyetin ana merkezlerinden
biri olmasını sağladı. Hisse senedi promosyonu, ponzi
planları, enflasyonu kullanarak mülkün değerinin
ortadan kaldırılması, şirket evlilikleri ve birleşmeler
yoluyla soygun yapma, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile
bütün halkı borç köleliğine, şirket dolandırıcılığına,
mülklere kredi ve sermaye dalavereleri yoluyla el
konulmasına dair hiçbir şey söylememeye mecbur
bırakan borç yükümlülüğü düzeylerini artırma –bütün
bunlar, kapitalist finansal sistemin merkezi özellikleri
oldu. Sermaye yöneticilerinin sermaye hissesi almak
için ödedikleri bedel sayesinde sermaye yöneticileri
ve sahiplerinin çıkarlarının birleştirilmesinden doğan
sermaye hisse değerlerinin önemi, bildiğimiz kadarıyla,
piyasada çoğunluğun aleyhine olacak biçimde belli bir
azınlığa yoğun servet sağlayan dalaverelere yol açtı.
Bunun dışında, yatırım fonları ve finansal sermayenin
diğer önemli kurumlarının gerçekleştirdiği spekülatif
akınlara da bakmalıyız; zira bunlar, farz edildiği gibi
81
kapitalist sınıfa “risk yayan” olumlu bir avantaj bahşetse
bile, küresel düzeyde mülksüzleştirme yoluyla birikimin
gerçek keskin ucunu biçimlendirdiler.15
3. Krizlerin yönetimi ve manipülasyonu
Neo-liberal finansal manipülasyonun büyük bir kısmını
karakterize eden spekülatif ve çoğunlukla hilekâr
boş lafın ötesinde, mülksüzleştirme yoluyla temel bir
birikim aracı olarak “borç kapanı” kaynağını içeren
daha derin bir süreç bulunur.16 Küresel düzeyde kriz
yaratımı, idaresi ve manipülasyonu, yoksul ülkelerden
zenginlere servetin yeniden bölüştürülmesi sanatına
evrildi. 1979’da aniden yükselen kâr oranları sayesinde,
Volcker borçlanan ülkelerin borç-kâr ödemelerinde
oranlamak zorunda kaldığı yabancı kârların oranını
yükseltti. İflasa sürüklenen Meksika gibi ülkeler, yapısal
anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. Küresel sermaye
birikimini dengede ve yolunda tutmak için kendi rolünü
“sübvansiyonları” düzenleyen asil bir lider olarak ilan
etmesine rağmen, ABD yerel kriz koşullarında kendi
üstün finansal gücünü işletmesi yoluyla Meksika
ekonomisini talan etmenin yolunu açabildi. Bu, her
yerde işleyen ABD Maliye Bakanlığı/ Wall Street/ IMF
kompleksinin uzmanlaştığı şeydi. 1990’larda Merkez
Bankası’ndaki Greenspan, Volcker’in benzer taktiğini
birçok defa hayata geçirdi. Ayrı ayrı her ülkede, 1960’lar
boyunca nadir olan borç krizleri, 1980’ler ve 1990’lar
boyunca çok sık görülür oldu. Bu borç krizleri, 1980’ler
ve 1990’lar boyunca hem sistemi rasyonalize etmek hem
de mülkleri yeniden bölüştürmek için çekip çevriliyor,
yönetiliyor ve kontrol ediliyordu.
Daha fazla birikim gerçekleştirmek üzere, her an
kullanılmaya hazır düşük ücretli bir artı emek havuzu
oluşturmak için kasti olarak yaratılan işsizlikle kurulan
benzeşim gerçektir. Değerli mülkler kullanımdan
kaldırılır ve değerlerini kaybeder. Likidite sahibi
kapitalistler bunları gasp etmeyi ve yeni bir soluk
kazandırmayı seçene kadar, atıl ve hareketsiz bırakılırlar.
Devlet müdahalesinin ve uluslararası kurumların
temel işlevlerinden biri, genel bir çürümenin ya da
halk isyanının ateşlenmesine meydan vermeden,
mülksüzleştirme yoluyla birikime fırsat tanıyan yollarla
krizi ve devalüasyonları çekip çevirmektir. Saldırı
altında olan ülkede (emperyal güçlerin askeri yardımıyla
desteklenen) komprador neo-liberal devlet aygıtının
görevi halk isyanının çıkmamasını sağlamak iken, Wall
Street/ Maliye Bakanlığı/ IMF kompleksi tarafından
yönetilen yapısal uyum programı genel bir çürümeye
dikkat eder. Ancak halk isyanının işaretleri süratle
ortaya çıkmaya başladı; ilk önce 1994’te Meksika’daki
Zapatista ayaklanması ve daha sonra Seattle’daki isyanla
başlayan küreselleşme karşıtı hareketle ortaya çıkmış
genel hoşnutsuzluk.
4. Devletin yeniden bölüştürme politikaları
Devlet, bir dizi neo-liberal kuruma dönüştürüldükten
sonra, sosyal demokrat hegemonya dönemi boyunca
meydana gelen üst sınıflardan alt sınıflara akışı
tersine çevirerek, yeniden bölüştürücü politikaların
başlıca ajanı haline gelir. Bunu ilk aşamada, toplumsal
ücreti destekleyen devlet giderlerinde kısıtlamaların
ve özelleştirme planlarının uygulanmasıyla yapar.
Özelleştirme, alt sınıflara faydalıymış gibi göründüğünde
bile, uzun vadede etkileri olumsuz olabilir. Örneğin,
ilk bakışta, Thatcher’ın Britanya’daki toplu konutun
özelleştirilmesi programı, alt sınıfların, artık nispeten
düşük bir maliyete kiradan mülk sahipliğine geçebildiği,
değerli mülk üzerinde kontrol sağlayabildiği ve kendi
servetlerini artırabildiği bir hediye gibi göründü. Ancak
devir başarıldığında konut spekülasyonu, neticede düşük
gelirli nüfusu Londra gibi kentlerde çepere gitmeleri
için kandırarak veya zorlayarak ve eski işçi sınıfına ait
conatus
82
toplu konut arsalarını yoğun parselleme merkezlerine
dönüştürerek, özellikle başlıca merkezi yerlerde ön plana
çıktı. Merkezi alanlarda satın alınabilir konutun yok
oluşu, birçok insanın evsiz kalmasına ve düşük ücretli
hizmet işlerinde çalışanlar açısından olağandışı uzun
değişikliklere neden oldu. 1990’lar boyunca neo-liberal
programın merkezi bir öğesi haline gelen Meksika’daki
ejidoların17 özelleştirilmesinin, Meksikalı köylülerin
beklentileri açısından, kır sakinlerini topraklarından
sökerek kentlerde iş aramaya iten benzer etkileri oldu.
Öte yandan Çin devleti de, mülklerin halk kitlelerinin
aleyhine küçük bir azınlığa bahşedildiği bir dizi gaddar
adımlar attı.
Neo-liberal devlet, ayrıca gelirler ve ücretlerden ziyade
yatırımlardan getiri sağlamak için vergi kanununda
revizyonlar, vergi kanunundaki (satış vergileri gibi)
geriletici öğelerin artırılması, devlet harcamalarının
kaldırılması ve tüketici ödentileri yoluyla herkese
(örneğin, yüksek öğrenimde) serbest erişim ve şirketlere
bir dizi vergi indirimi ve sübvansiyonun sağlanması
gibi başka türlü araçlarla yeniden bölüştürmenin
yollarını arar. Şu anda ABD’de federal, eyalet ve
mahalli düzeylerde var olan şirket refah programları,
şirket kazancı için (tarım ticaretine sübvansiyonlar
örneğinde olduğu gibi dolaylı şekilde ve askeri-sanayii
sektörü örneğinde olduğu gibi doğrudan bir şekilde)
çok büyük kamu paralarının yeniden idaresi anlamına
gelir, tıpkı mortgage faiz oranı indiriminin ABD’de üst
gelirli ev sahiplerine ve inşaat sanayine yönelik yoğun
bir sübvansiyonla işletilmesi gibi. Gözaltı ve polisiye
tedbirlerin artması, ABD örneğinde olduğu gibi, nüfus
içerisindeki itaatsiz öğelerin hapsedilmesi, yoğun
toplumsal kontrolün daha kötü bir rolünü gösterir.
Neo-liberalizme muhalefetin ve mülksüzleştirme
yoluyla birikimin daha güçlü olabildiği gelişmekte olan
ülkelerde, neo-liberal devletin rolü (bir çoğunun ABD
askeri yardım ve desteğini toplamak için şu anda rahat
bir şekilde “terörist” olarak gösterilebildiği) Meksika’da
Zapatistalar ya da Brezilya’da topraksız köylü hareketi
gibi muhalif hareketlere karşı düşük-düzeyli savaş
noktasına uzanan fiili baskıyı hemen öngörür.18
Neo-liberalizmin yeniden bölüştürücü taktikleri,
savunmasız nüfusların ve toprakların onurunu ve
toplumsal refahını mahveden ideolojik tartışmalarla
yaygınlaştırılır, karmaşıklaştırılır ve maskelenir. Küresel
conatus
adalet hareketi, mülksüzleştirme yoluyla hızlanan
birikim süreçlerinin sonuçlarını ve yöntemlerini
açığa vurmak için çok şey yaptı. Geriye, bu süreçlere
muhalefetin nasıl eklemlendiği ve daha iyi nasıl
eklemlenebileceği sorusu kalır.
Neo-liberalizm İçerisindeki Çelişkiler ve Muhalefetler
Neo-liberalizm, kendi içerisinde geniş bir muhalefet
kültürü üretti. Bununla birlikte muhalefet, neoliberalizmin temel varsayımlarının çoğunu kabul
etmeye ve içsel çelişkilere odaklanmaya meyillidir. Tipik
olarak bireysel hakları ve gerçekten özgürlükleri ele
alır ve bunları çoğunlukla politik, ekonomik ve sınıfsal
iktidarın otoriterliği ve keyfiliğiyle karşılaştırır. Bu,
neo-liberalizmin herkesin refahını ilerletme retoriğini
kabul eder ve neo-liberalizmi kendi sözlerinde başarısız
olmakla suçlar. Örneğin, neo-liberal programın en esaslı
ilk daimi paragrafını, DTÖ anlaşmasını ele alın. Amaç
şudur:
“Yaşam standartlarını, tam istihdamı artırmak, geniş
ve sürekli bir reel gelir ve efektif talep miktarı artışını
sağlamak ve çevreyi hem korumayı hem de muhafaza
etmeyi ve ekonomik kalkınmanın farklı düzeylerindeki
kendi ihtiyaç ve ilgileriyle uyumlu bir davranışla araçları
çoğaltmayı düşünen dünya kaynaklarının sürdürülebilir
kalkınma hedefi uyarınca en uygun kullanımını
mümkün kılarken malların ve hizmetlerin ticaretini ve
üretimini de yaygınlaştırmak.”19
Benzer sofu beklentiler, Dünya Bankası beyanlarında da
bulunabilir (“yoksulluğun azaltılması bizim en önemli
amacımızdır”). Bunların hiçbirisi, sınıf iktidarının
restorasyonunu ya da oluşumunu destekleyen fiili
pratiklere şüphesiz eşlik etmez.
İnsan hakları ihlalleri anlamında şekillenen muhalefetin
yükselişi, aşağı yukarı 1980’den beri özellikle hayret
vericidir. Bundan önce, Chandler’ın belirttiğine göre,
Foreign Affairs gibi seçkin bir dergi insan hakları üzerine
tek bir makale yayımlamadı.20 İnsan hakları meselesi,
1980’den sonra göze çarptı ve Tiananmen Meydanı’ndaki
olaylar ile 1989’da Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından
gerçekten patladı. Bu, neo-liberalizmin yörüngesiyle
tam olarak uyumludur ve iki hareket, karşılıklı olarak
83
birbirini kapsamıştır. Şüphesiz, politik-ekonomik
yaşamdaki temel ve özcü öğe olarak birey üzerindeki
neo-liberal ısrar, geniş bireysel haklar aktivizmine kapı
aralar. Ancak muhalefet, bağımsız ve açık demokratik
yönetim yapılarının yaratılması veya yeniden
oluşturulması yerine bu haklar üzerinde yoğunlaşarak,
neo-liberal tuzaktan kaçamayan yöntemler geliştirir.
Bireye yönelik neo-liberal ilginin eşitlik, demokrasi ve
toplumsal dayanışma için her türlü sosyal demokrat
düşünceyi gölgede bırakmasına imkan sağlanır. Sık
görülen hukuki eyleme başvurma, örneğin, parlamenter
güçlerden hukuki ve yürütme güçlerine neo-liberal
değişimi kabul eder. Ancak herhalükarda, gerek çoğu
burjuva demokrasisinde, eşitlik ve toplumsal adalet
hakları üzerinde özel mülkiyet hakları ve kâr oranını
onaylayan hukuki kararların bütünü bakımından
gerekse sınıf sadakatinin hukuksallığı bakımından
egemen sınıfın çıkarlarına aşırı eğilim gösteren hukuki
yollara ve mahkemelere düşmek, pahalıya mal olur ve
zaman kaybıdır. Hukuk, “kamu düzeni ihtiyaçlarını ifade
etmenin aracı olarak” siyasetin yerini alır. Chandler
şu sonuca varır: “Liberal elitin sıradan halka olan
hayal kırıklığı ve onları yasal hak tanınmış bireye daha
fazla odaklanmaya sevk eden politik süreç, davalarını
dinleyecek ve karar verecek yargıca icra ettirir.”21
En muhtaç bireyler kendi haklarının peşine düşmek
için finansal kaynaklardan yoksun oldukları için, bu
gayenin tek ifade edilebilme yolu savunma gruplarının
oluşumudur. Savunma gruplarının ve STK’ların
yükselişi, daha genel olarak örneğin haklar söylemi,
neo-liberal dönemece eşlik etti ve 1980’den bu yanan
harikulade bir şekilde arttı. STK’lar birçok örnekte,
bu tür faaliyetlerden devletin çekilmesiyle toplumsal
hükümdeki boşluğa el attı. Bu, STK’lar yoluyla bir
özelleştirme sürecine tekabül eder. Kimi örneklerde bu,
toplumsal hükümden devletin daha fazla çekilmesini
hızlandırmaya yardım eder gibi görünür. STK’lar
böylece, “küresel neo-liberalizmin truva atı”22 işlevini
görür. Ayrıca, bunlar demokratik kurumlar değildir.
Elitist, sorumsuz olmaya meylederler ve ne kadar
iyi niyetli olurlarsa olsunlar, korumaya ve yardım
etmeye çalıştıklarından uzak kalırlar. Çoğunlukla
gündemlerini gizlerler; devlet ve sınıf iktidarı üzerinde
doğrudan etki ya da müzakereyi tercih ederler. Tipik
olarak müvekkillerini temsil etmek yerine, onları
kontrol ederler. Kendileri adına konuşamayanlar adına
konuşmayı ister ve cüret ederler; hatta (insanlar bunu
kendileri yapamazmış gibi) adına konuştuklarının
çıkarlarını tanımlarlar; bununla birlikte, statülerinin
meşruluğu her zaman şüpheye açıktır.23 Örneğin,
örgütler evrensel bir insan hakkı olarak üretimde
çocuk emeğinin yasaklanmasını başarılı bir şekilde
kışkırttığında, emeğin hayatta kalmanın temeli
olduğu ekonomileri zayıflatabilirler. Uygulanabilir bir
ekonomik alternatif olmadan, çocuklar (bunun kökünü
kurutmanın peşine düşen bir başka savunma grubuna
havale edilerek) fuhuşa sürüklenebilir. “Konuşma
haklarında” varsayılan evrensellik ve STK’ların ve
savunma gruplarının adandığı evrensel ilkeler, politik
ekonomik yaşamın günlük pratikleri ve yerel özelliklere
yersiz gelir.24
Ancak bu özel muhalefet kültürünün son yıllarda bu
kadar çekicilik kazanmasının bir başka nedeni vardır.
Mülksüzleştirme yoluyla birikim, sanayii ve tarımda
ücretli emeğin yaygınlaşmasıyla olan birikimden çok
farklı bir dizi pratiği içerir. 1950’lerde ve 1960’larda
sermaye birikim süreçlerine egemen olan ücretli emeğin
yaygınlaşması, sosyal demokrat uzlaşmayı ortaya
çıkaran bir muhalefet kültürüne (sendikalarda ve işçi
sınıfının politik partilerinde cisimleşen) yol açtı. Öte
yandan, mülksüzleştirme parçalı ve tekildir –burada
bir özelleştirme, şurada çevresel tahribat, başka bir
yerde borçluluk yüzünden finansal bir kriz. Evrensel
ilkelere başvurmadan, bütün bu özgüllük ve tekilliğe
karşı koymak güçtür. Mülksüzleştirme, hakların
kaybedilmesine neden olur. Birleşik bir muhalefet
politikasının temeli olarak evrensel bir insan hakları,
onur, sürdürülebilir ekolojik pratikler, çevresel haklar vb.
retoriğine dönüş bu yüzdendir.
Bu hakların evrenselliğine başvurma, iki tarafı keskin bir
kılıçtır. Bu, kafalardaki ilerici amaçlar için kullanılabilir.
Uluslararası Af Örgütü, Sınır Tanımayan Doktorlar
Örgütü ve diğerlerinin harikulade bir şekilde temsil
ettiği gelenek, salt neo-liberal düşüncenin bir ilavesi
olarak ele alınamaz. Hümanizmin bütün tarihi (hem
Batı’nınki –klasik olarak liberal– hem de çeşitli Batılı
olmayan yorumları) bu bakımdan çok karmaşıktır.
Fakat birçok hak söyleminin kısıtlı hedefi (Af Örgütü
örneğinde, ekonomik haklara karşı sivil ve politik
hakların özel odak noktası olması) onların neo-liberal
conatus
84
çerçevede massedilmesini çok kolaylaştırır. Evrenselcilik
özellikle iklim değişimi, ozon deliği, canlıların doğal
ortamının yıkımıyla biyo-çeşitliliğin yok olması ve
benzeri küresel meselelerle uğraşır gibi görünmektedir.
Ancak bunun insan hakları alanı bakımından sonuçları,
dünyadaki politik-ekonomik şartların ve kültürel
pratiklerin çeşitliliği düşünüldüğünde, daha fazla
sorunsaldır. Üstelik, Bartholomew ve Breakspear’in
keskin tanımlamasını25 kullanırsak, insan hakları
meselelerini kafalamak çok kolaydır. ABD’de “liberal
şahinler” olarak adlandırılanlar, örneğin Kosova,
Doğu Timor, Haiti ve özellikle Afganistan ve İran’da
emperyalist müdahaleleri mazur göstermek için
insan haklarına başvurdu. Askeri hümanizmi, ABD
gibi “emperyalist bir güç özgürlüğü, insan haklarını
ve demokrasiyi korumak adına kendisini tek taraflı
bir şekilde tayin etmeyi sürdürdüğünde bile” mazur
gösterirler.26 Temel iddia, “uluslararası kurumların,
uluslararası ve yerel mahkemelerin, STK’ların ya
da etik komitelerin insanların ihtiyaçlarını seçilmiş
hükümetlerden daha iyi temsil ettiğidir. Hükümetler
ve seçilmiş temsilciler, seçmenlerine hesap verdikleri
için şüpheli olarak görülürler ve bu yüzden etik ilkeye
karşı hareket eden olarak, “özel” çıkar sahibi olarak
algılanırlar.27 İç işleri bakımından, etkiler hiç de daha az
gizlice gelişmez. Etki “hukuki karar alımının, seçilmemiş
özel kuvvetlerin ve etik komitelerin gelişiminin kamusal
Finansal kurumların desteklenmesi ve
finansal sistemin bütünlüğü, giderek küresel
politikalara egemen olan neo-liberal devletler
kolektivitesinin (G7 olarak bilinen grup gibi)
merkezi ilgi odağı oldu
conatus
politik tartışma yoluyla yasallaştırılmasını” sınırlamaktır.
Politik etkiler zayıflatıcı olabilir. “Bireysel izolasyon ve
atomize edilmiş toplumlarımızın pasifliğine meydan
okumak bir yana, insan hakları düzenlemesi sadece
bu bölünmeleri kurumsallaştırabilir.” Daha da kötüsü,
“insan haklarının etik söylemiyle donanan gerilemiş
toplumsal dünya vizyonu, diğer elit teoriler gibi, egemen
sınıfın öz-inancını desteklemeye hizmet eder.”28
Bu eleştirinin ayartması fevkalade sakat olduğu için,
bütün evrenselliklere başvurmaktan sakınmak ve sınıf
iktidarının restorasyonuna bir maske olduğu için soyut
ahlakın savunulamaz bir dayatması olarak haklara
ilişkin bütün imaları terk etmek söz konusudur. Her iki
sorun da ciddi bir şekilde düşünülmeyi hak etmesine
rağmen, bu alanı neo-liberal hegemonyaya terk etmenin
yersiz olduğunu düşünüyorum. Belirli durumlarda
hangi hakların isteneceği ve hangi evrenseller üzerine
savaş verileceği ve aynı zamanda nasıl evrensel ilkeler
ve hak kavramlarının oluşturulacağı üzerine bir
mücadele vardır. Bremer kararları, Irak’a belirli bir
haklar kavramını dayatır. Aynı zamanda Iraklıların
kendi kaderlerini tayin hakkını ihlal eder. İş gününün
uzunluğu üzerine mücadeleler kısmında, Marx şu ünlü
yorumu yapar: “İki hak arasında güç belirleyicidir.”
Eğer sınıf restorasyonu kendine özgü bir dizi hakkın
dayatılmasını isterse, o zaman bu dayatmaya direniş de
tamamen farklı haklar için mücadeleye başvurur.
Örneğin adaletin bir hak olarak pozitif anlamının, politik
hareketler içerisinde güçlü bir kışkırtıcılığı olmuştur:
Adaletsizliğe karşı mücadeleler, toplumsal değişim için
hareketleri bir hayli harekete geçirmiştir. Elbette sorun,
başvurabileceğimiz sayısız adalet kavramı olmasıdır.
Ancak analizler, belirli egemen toplumsal süreçlerin
belirli adalet ve haklar kavramına dayandığını ve
yarattığını gösteriyor. Bu tekil haklara meydan okumak,
bunların bulunduğu toplumsal süreçlere meydan
okumaktır. Diğer taraftan, bu eş zamanlı olarak hakim bir
haklar ve adalet kavramına bağlılığı değiştirmeden bazı
egemen toplumsal süreçlerden (pazar mübadelesi yoluyla
sermaye birikimininki gibi) toplumu bir başkasına
geçirmenin (siyasal demokrasi ve kolektif eylem gibi)
imkansız olduğunu kanıtlar. Haklar ve adalete dair bütün
idealist ayrıntıların güçlüğü, bu bağlantıyı gizlemeleridir.
Ancak bazı toplumsal süreçlerle ilgili gerçekçi
olduklarında toplumsal anlam kazanırlar.29
85
Örneğin, neo-liberalizmi düşünün. İki egemen iktidar
mantığının –devletin ve sermayenin mantığı– etrafında
kümelenen haklar.30 İlk önce devlet güçlerini ele alın.
Hakların her ne kadar evrensel olmasını istesek de,
bu hakların uygulanması devlet aygıtının korumasını
gerektirir. Eğer politik iktidar istekli değilse, bu haklar
nosyonu faydasız olur. Bu aşamada haklar esas olarak
türetilmiştir ve yurttaşlığa bağlıdır. Yargının mülkiliği
bundan sonra bir sorun haline gelir. Bu iki yolu da
keser. Devletsiz insanlar, kimlik cüzdansız göçmenler,
yasadışı göçmenler ve benzerlerinden ötürü çetin
sorunlar ortaya çıkar. Ulusal ve yerel devletin teritoryal
beyannamesi içerisinde dahil etme ve dışlama ilkelerini
tanımlayan kimin “yurttaş” olup olmadığı, ciddi bir
mesele olur. Devletin haklar konusunda egemenliği
uygulama şeklinin kendisi tartışmalı bir konudur; ancak
(Çin’in keşfettiği gibi) neo-liberal sermaye birikiminde
cisimleşmiş kurallarla bu egemenliğe konan sınırlar
vardır. Yine de, ulus devlet, yasal şiddet biçimleri
üzerindeki tekelciliğiyle kendi haklar ve hakların
yorumu paketini Hobbesçu modayla tanımlayabilir
ve ancak uluslararası anlaşmalarla gevşek bir şekilde
sınırlanabilir. ABD, başka bir yerden olan savaş
suçlarının kendi yurttaşları söz konusu olduğunda
reddettiği aynı mahkemelerin otoritesi tarafından adalet
önüne çıkarılmasında ısrar ederken, kendi haklarının
uluslararası sahada tanımlandığı gibi insanlığa karşı
suçlardan mesul tutulmasında ısrar eder.
Neo-liberalizm altında yaşamak, sermaye birikimi
için gerekli olan liberal haklar paketini kabul etmek
ya da boyun eğmek demektir. Bu haklar rejiminin
savunucuları, dünyada hemen herkesin oldukça uzak
olduğu “burjuva erdemleri” bu rejimin teşvik ettiğini
ileri sürer. Bunlar bireysel sorumluluğu ve mesuliyeti,
(çoğunlukla bu haklar rejimini devlet içerisinde
tanımlananlara karşı şiddetli karşıtlıkla sınıflandıran)
devlet müdahalesinden bağımsızlığı, pazarda ve yasa
önünde eşitlik fırsatını, girişim ve girişimci gayretlere
ödülleri, kişinin kendisi için ve kendine ilgi göstermesini
ve birçok konuyu kapsayan hem sözleşme hem de
mübadelenin özgür seçimine imkan tanıyan açık bir
pazarı gerektirir. Haklar sistemi, (kişinin haysiyetli
ve saygın muamele görmek ve kölelik gibi bedensel
baskılardan muaf olmak için kendi emek gücünü
özgürce satmayı taahhüt etmesini destekleyen) kişinin
kendi bedeni üzerindeki özel mülkiyet hakkı ve düşünce,
ifade ve konuşma özgürlüğü hakkına genişletildiğinde
çok daha ikna edici gibi görünür. Şunu kabul edelim:
Bu ikincil haklar çekicidir. Birçoğumuz ağırlıklı olarak
bunlara yaslanır. Ancak zengin masasından kırıntı
alıyormuş gibiyizdir. Açıklayayım:
Hiç kimseyi, neo-liberal haklar rejiminin adaletsiz
olduğuna felsefi savlarla ikna edemem. Ancak bu
haklar rejimine itiraz oldukça basittir: Onu kabul
etmek toplumsal, ekolojik ya da politik sonuçlarına
bakılmaksızın, sonsuz bir sermaye birikimi ve ekonomik
büyüme rejimi altında yaşamanın dışında hiçbir
alternatifimiz olmadığını kabul etmektir. Karşılıklı
olarak, sonsuz sermaye birikimi, eğer gerekirse,
neo-liberal haklar rejiminin coğrafi olarak şiddet,
emperyalist pratikler (Dünya Ticaret Örgütü, IMF ve
Dünya Bankası’nınkiler gibi) ya da (Çin ve Rusya’da
olduğu gibi) ilksel birikim yoluyla tüm yerkürede
genişletilmesi gerektiğini ima eder. Şu veya bu biçimde,
devredilmez özel mülkiyet ve kâr oranı hakları evrensel
olarak kurulacaktır. Bush, ABD’nin kendisini tüm
yerkürede özgürlük ve bağımsızlık alanını yaymaya
adadığını söylediğinde, kastettiği şey tam da budur.
Ancak bizim için geçerli olan haklar dizisi sadece
bunlar değildir. BM Tüzüğü’nde sarf edildiği gibi
liberal kavramlaştırmanın içerisinde bile konuşma
ve ifade, eğitim ve ekonomik güvence özgürlükleri,
sendikalar, örgütleme hakkı vb. ikincil haklar vardır.
Bu hakları uygulamak, neo-liberalizmin hegemonik
pratiklerine ciddi bir meydan okuma ortaya koyacaktır.
Bu ikincil hakları temel kılmak ve temel özel mülkiyet
ve kâr oranı haklarını ikincilleştirmek, büyük önemi
olan politik-ekonomik pratiklerde bir devrime neden
olacaktır. Ayrıca başvurabileceğimiz tamamen farklı
hak kavramları da vardır –örneğin, küresel ortak
kullanım alanlarına ya da temel gıda güvenliğine
erişim. “Eşit haklar arasında, güç belirler” ve hakların
uygun kullanımı üzerine politik mücadele, ana sahneye
alternatiflerin ve olasılıkların nasıl sunulduğunu,
ifade edildiğini ve nihayetinde dönüştürücü politikekonomik pratiklere gebe olduğunu çıkarır. Mesele,
Bartholomew ve Breakspear’ın ileri sürdüğü gibi, “kesin
olarak emperyalizmi [ki ben de burada neo-liberalizmin
kendisini ekleyeceğim] hedefleyen eleştirel kozmopolit
bir projenin parçası olarak insan hakları politikasını
conatus
86
onarmaktır.”31 Yine de, bu soruna sonuç üzerinden geri
döneceğiz.
Yeni Muhafazakar Yanıt
Çin tarihi üzerine kafa yoran Wang şunu ortaya atar:
“Teorik düzeyde, “yeni-otoritercilik”, “yenimuhafazakarlık”, “klasik liberalizm”, piyasa
radikalizmi, ulusal modernleşme... gibi tutarsız
anlatıların hepsinin neo-liberalizmin kuruluşuyla
bir şekilde yakın ilişkileri vardır. Bu terimlerin
birbirini (ya da kendi aralarındaki çelişkileri)
başarıyla yerinden etmesi, gerek Çin’de gerekse
de daha genel olarak çağdaş dünyada iktidar
yapısındaki değişimleri kanıtlar.”32
Otoritercilik, militarizm ve iktidarın hiyerarşik
anlayışı bakımından, muhafazakarlık elit yönetimin ve
demokrasi şüphesinin neo-liberal gündemiyle tamamen
uyumludur. Bu bakış açısından yeni muhafazakarlık,
sadece neo-liberalizmin kendisini örtmeye çalıştığı
otoritercilik örtüsünden sıyrılma gibi görünür. Ancak
yeni muhafazakarlık, neo-liberalizmin en merkezi
çelişkilerinden birine kendine özgü yanıtlar önerir.
Eğer Thatcher’ın ilk zamanlar ileri sürdüğü gibi,
“toplum gibi bir şey yoksa ve sadece bireyler varsa”, o
zaman bireysel çıkarların kaosu kolayca düzene galip
gelerek son noktayı koyabilir. Piyasanın, rekabetin
ve dizginsiz bireyciliğin (bireysel umutlar, arzular,
endişeler ve korkular; yaşam tarzı, cinsel alışkanlıklar ve
yönelimler, kendini ifade tarzları ve başkalarına yönelik
davranışların) anarşisi, giderek artan yönetilemezlik
gibi görünen bir durum yaratır. Bu, bütün dayanışma
sınırlarının yıkımına ve toplumsal anarşi ve nihilizme
yönelen bir duruma bile yol açabilir.
Bunu dikkate alarak, düzeni onarmak için bir derece
baskı kaçınılmaz gibi görünür. Yeni muhafazakarlar,
bireysel çıkarların kaosuna karşı bir panzehir olarak
askerileşmeyi tercih eder ve vurgularlar. Bu yüzden,
gerçek ya da hayali olsun, hem ülke içinde hem de
yurtdışında, ulusun devamlılığı ve bütünlüğüne karşı
tehditlere dikkat çekmeye daha çok meylederler.
conatus
ABD’de bu, ulusun içeriden ve dışarıdan düşmanlarla
kuşatılmış ve tehdit edilmiş olarak betimlendiği,
Hofstadter’ın “Amerikan politikasının paranoyak tarzı”
olarak bahsettiği tetiklemeye neden olur.33 Bu politika
tarzının ABD’de uzun bir tarihi vardır ve güçlü bir
milliyetçilik anlayışının serpilmesine dayanır. Antikomünizm (anarşizm, Çin ve göçmenler korkusu da
geçmişte bu rolü oynamıştı) yirminci yüzyıl boyunca
bunun için merkezi odak noktasıydı. Bu yüzden,
yeni muhafazakarlık yeni değildir ve İkinci Dünya
Savaşı’ndan beri, aralıksız askerileşmeden çıkarı olan
güçlü bir askeri-sanayii kompleksinde özel bir yer
edinmiştir. Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ABD
güvenliğine tehdidin nereden geldiği sorusunu ortaya
çıkardı. Dışarıdan radikal İslam ve Çin önde gelen iki
aday olarak ortaya çıktı ve içeriden muhalif hareketler
(Waco’da yakıp kül eden Hindistanlılar, Oklahoma
bombalamasına yardım eden militan hareketler, Los
Angeles’ta Rodney King’in dövülmesini takip eden
isyanlar ve son olarak 1999’da Seattle’da patlak veren
taşkınlıklar) daha şiddetli gözaltı ve kontrolle hedef
alındı. 11 Eylül olaylarında zirve yapan 1990’lar
sırasındaki radikal İslam’dan gerçekten ciddi bir
tehdidin ortaya çıkması, sonunda hem ülke içinde hem
de yurtdışında ulusun güvenliğini garantilemek için
askerileşme talep eden “teröre karşı daimi savaşın” ilanı
açısından ana ilgi odağı haline geldi.
Yeni muhafazakarların hepsi baskıcı güç kullanmaya
arzulu olsalar da, yine de, bununla birlikte, bir
derece rızanın gerekli olduğunun farkındadırlar. Yeni
muhafazakarlık, bundan dolayı politik bedenin sabit
merkezini oluşturacak bir ahlaki amaç, daha yüksek bir
değerler düzenini getirmeye çalışır. Dolayısıyla amacı,
neo-liberal ethos içerisindeki otoritercilik ile bireysel
özgürlükler arasındaki bariz çelişkiyi denetlemek ve neoliberalizmin belirgin olarak ürettiği bireysel çıkarların
kaosunun yol açtığı yıkıcı etkiye karşı koymaktır. Bu
hiçbir şekilde, egemen bir sınıf iktidarının restorasyonu
ya da kuruluşu hakkındaki neo-liberal gündemden
ayrı değildir. Fakat bu güç için merkezi ahlaki değerler
etrafında bir rıza havasının oluşturulması yoluyla
meşruluk arar. Bu hemen, hangi ahlaki değerlerin
merkezi olacağı sorusunu ortaya çıkarır. Örneğin, ABD
İnsan Hakları Beyannamesi’nde somutlaşan liberal
insan hakları sistemine başvurmak tamamen mümkün
87
olacaktır: Her şeye rağmen, insan hakları aktivizminin
amacı, Mary Kaldor’un ileri sürdüğü gibi, “yalnızca
insan haklarını korumaya yönelik müdahalenin yanı sıra
ahlaki bir topluluğun oluşturulmasıdır da.”34 Ancak bu,
askerileşmeye dönüşle birlikte tezat olacaktır.
ABD’de yeni muhafazakar harekette merkezileşen ahlaki
değerler en iyi, 1970’lerde hoşnutsuz beyaz işçi sınıfının
“ahlaki çoğunluğu” arasında kendi sınıf iktidarlarını
ve seçmen tabanlarını onarmayı amaçlayan elit sınıf
ve iş çevrelerinin çıkarları arasında oluşturulan özel
koalisyonun mantıksal bir sonucu olarak anlaşılabilir.
Ahlaki değerler kültürel milliyetçilik, ahlaki doğruluk,
Hıristiyanlık (özellikle Protestanlığın bir türü), aile
değerleri, yaşam hakkı meseleleri ve (feminizm,
gay hakları, olumlu eylem, çevrecilik ve bunun
gibi) yeni toplumsal hareketlere karşı antagonizma
üzerinde merkezileşti. Bu ittifak esas olarak Reagan
yönetimi sırasındaki taktik olmasına rağmen, Clinton
yıllarının iç düzensizliği, Bush cumhuriyetçiliğinin
ilk gündemine ahlaki değerler fikrini taşıdı. Bu şimdi,
yeni muhafazakar hareketin ahlaki gündeminin özünü
biçimlendirmektedir.
Bu ideolojinin kuvvetlenmesinin hem içeride hem de
uluslararası düzeyde etkileri oldu. Uluslararası sahnede,
“Amerikan değerlerinin” üstünlüğü yaygarası ve
bütün insanlığın “evrensel değerleri” olarak sunulması
kaçınılmazdır. Bu ABD’yi, dünya sahnesinde (güya
temsil ettiği varsayılan) “uygarlaşmış değerler” için
“savaş” (ki öyledir) veriyormuş gibi gösterir. Küresel
düzeyde ABD’nin kalkıştığı milliyetçilik pervasızlaşır ve
ahlaki savaş anlayışı, şiddetli mahşer inancıyla beraber,
ABD’deki Hıristiyan sağın kendi kaderinin temeli olarak
gördüğü özellikle İsrail-Filistin çatışması konusundaki
günlük diplomasiyi etkiler. ABD’deki ahlaki üstünlük
anlayışı, açık diyalog ve yurtiçinde ikna edici müzakere
olasılığı kapandığı ölçüde, aynı zamanda dünyanın geri
kalanına karşı antagonizmayı körükler.
Ancak, ABD’deki özel unsurlar başka herhangi bir
yerde olamasa bile, bu yeni muhafazakar dönüşü istisna
veya ABD’ye özgü olarak görmek yanlış olacaktır. ABD
içerisinde bu ahlaki değerler savı ağırlık olarak ulus, din,
tarih, kültürel gelenek ve benzeri düşüncelere başvurur
ve bu idealler hiçbir surette ABD’deyle sınırlı değildir.
Örneğin, Japonya ve Çin’de bu milliyetçi hassasiyetin
yükselişi son yıllarda ortaya çıktı ve her iki örnekte
de bu, neo-liberalizmin etkisi altındaki toplumsal
dayanışmanın eski sınırlarının dağılmasına bir çare
olarak görülebilir. Kültürel milliyetçiliğin güçlü akımları,
şu anda Avrupa Birliği’ni oluşturan (Fransa gibi) eski
ulus devletler içerisinde harekete geçiyor. Milliyetçilik
kuşatılmış bir ada devleti, Konfüçyüsçü değerler
ve en son uluslararası ticaret dünyasındaki mevcut
pozisyonuna uygun düşen karakteristik kozmopolit bir
etik düşüncesine dayalı ahlaki birlikleri anımsatırken,
piyasada neo-liberalizmi sert baskı ve otoriter devlet
gücüyle birleştirdi.
Açıkçası yeni muhafazakar hareketlerin
kuvvetlenmesinde tehlikeler vardır; her biri kendi
özel ve sözde üstün ahlaki değerlerini savunurken,
sert baskıcı pratikler kullanmaya hazırlandı. Neoliberalizmin çelişkilerine bir yanıt gibi görünen şey,
çok kolayca soruna dönüşebilir. Her ne kadar farklı
conatus
88
toplumsal oluşumlarda çok farklı şekilde temellense
de, aslında, yeni muhafazakar iktidarın yayılması,
eğer Huntington gibi birisinin yanlış bir şekilde dünya
sahnesinde kaçınılmaz olarak gördüğü uygarlıklar
çatışması değilse, çekişen belki de savaşan milliyetçilik
tehlikesinin işaretidir. Eğer bir kaçınılmazlık varsa, bu,
uygarlık farklarıyla ilgili ebedi hakikatlerden ziyade yeni
muhafazakarlığa dönüşten ortaya çıkar. “Kaçınılmazlık”,
bundan dolayı yeni muhafazakar çözümlerden
vazgeçerek, eğer tamamen neo-liberalizmin
çelişkilerinin yerini almayacaksa, karşı koymak için
başka alternatifler arayarak kolayca reddedilebilir.
Alternatifler
Bizim görevimiz, hem dünyayı anlamak hem de, Marx’ın
uzun zaman önce tartıştığı gibi, dünyayı değiştirmektir.
Fakat eğer herhangi bir toplumsal düzen kendi mevcut
koşulu içerisinde henüz potansiyel olan değişimleri
gerçekleştiremiyorsa ve bize miras bırakılan tarihsel ve
coğrafi koşulların dışında tarihimizi ve coğrafyamızı
yaratmayı ümit edemiyorsak, o zaman neo-liberalizmin
tarihsel coğrafyasıyla ve akabinde yeni muhafazakarlığa
dönüşün eleştirel yükümlülük görevi, mevcut alternatif
geleceklerin araştırılmasında yatar.
Bu tür bir hedefin iki önemli yolu vardır. Neoliberalizme karşı hareketlerin bolluğunu inceleyebilir ve
geniş-tabanlı muhalefet programının özünü çıkarmaya
çalışabiliriz. Ya da alternatifleri tanımlamak için
(benim burada giriştiğim türden) mevcut koşulumuzun
teorik ve pratik analizine başvurabiliriz. İkinci yolu
kullanmak, hiçbir şekilde mevcut muhalif hareketlerin
yanlış olduğunu ya da bir şekilde anlayışlarında
hatalı olduklarını varsaymaz. Aynı biçimde, muhalif
hareketler analitik bulguların davalarıyla alakasız
olduğunu varsayamaz. Bu iki yolun kullanımı arasındaki
diyaloga ön ayak olmak ve böylece kolektif anlayışların
olasılıklarını ve olası alternatiflerini derinleştirmek
görevdir.
Neo-liberalizm, kendi etki alanının hem içerisinde hem
de dışarısında bir muhalif hareketler alanı ortaya çıkardı.
Bu hareketlerin birçoğu, 1980’den önce egemen olan
işçi tabanlı hareketlerden radikal bir şekilde farklıdır.35
conatus
“Hepsi” değil, “birçoğu” diyorum. Geleneksel işçi tabanlı
hareketlerin iktidarının çılgın neo-liberal saldırıyla
çoğunlukla zayıflatıldığı ortam, gelişmiş kapitalist
ülkelerde bile kesinlikle yitmiştir. 1980’ler boyunca
Güney Kore ve Güney Afrika’da yükselen kuvvetli emek
hareketleri ve Latin Amerika’nın çoğunluğunda, işçi
sınıfı partileri eğer iktidarda değillerse de gelişiyorlar.
Endonezya’da büyük potansiyel önemi olan meşru
bir emek hareketi, kulak verilecek kadar mücadele
ediyor. Oldukça güvenilmez olmasına rağmen, Çin’de
emek karışıklığının potansiyeli yoğundur. Ve ABD’de
kültürel milliyetçilik, din ve çeşitli toplumsal hareketlere
karşıtlıktan ötürü kendi maddi çıkarlarına karşı sürekli
oy kullanan bu son kuşak boyunca işçi sınıfı kitlelerinin
sonsuza dek Cumhuriyetçilerin ve Demokratların
benzer dolaplarına kilitlenip kilitlenmeyeceği belli
değildir. Gelgeçlik göz önüne alındığında, gelecek
yıllarda güçlü bir anti-neo-liberal gündemle işçi-tabanlı
siyasete yeniden dönüşü ortadan kaldırmanın hiçbir
anlamı yoktur.
Ancak mülksüzleştirmenin yol açtığı birikime karşı
mücadeleler, oldukça farklı toplumsal ve politik
mücadele hatlarını kışkırtıyor.36 Bütün bunların nedeni,
kısmen bu tür hareketlere, onların politik yönelimine ve
tipik sosyal demokrat politikanınkinden belirgin şekilde
ayrı örgütlenme tarzlarına yol açan özel koşullardır.
Örneğin Zapatista isyanı, devlet iktidarını almaya veya
politik bir devrim yapmaya çalışmaz. Bunun yerine,
farklı toplumsal grupların özel ihtiyaçlarına bakacak ve
bunları geliştirmelerine imkan tanıyacak alternatifler
için daha açık ve pürüzsüz bir arayış içerisindeki
sivil toplumun hepsini ilgilendirecek daha kapsayıcı
politikalar bulmaya çalışır. Örgütsel olarak, öncülükten
sakınma ve bir politik parti biçimini almayı reddetme
eğilimindedir. Bunun yerine, yerli kültürlerin çeperden
ziyade merkez olacağı politik bir güç bloğu oluşturmaya
çalışan, devlet içerisinde bir toplumsal hareket olarak
kalmayı tercih eder. Böylece, devlet iktidarının teritoryal
mantığı içerisinde pasif bir devrime yakın bir şey
başarmaya çalışır.
Bütün bu hareketlerin etkisi, geleneksel politik
partilerden uzak politik örgütlenme alanını ve emek
örgütlenmesini bütün sivil toplum yelpazesini kat eden
daha az politik toplumsal eylem dinamiğine odaklı alana
kaydırmasıydı. Fakat odağında kaybettiği şeyi, mücadele
89
konusuyla bağlantısı anlamında kazandı. Gücünü
günlük yaşamın ve mücadelenin içerisinde yerleşmiş
asıl güçlüklerden aldı; ama böyle yaparak, çoğu kez
mülksüzleştirme aracılığıyla neo-liberal birikimin
makro-politikasının ne olduğunu anlamak konusunda
kendisini yerel ve tekil olandan sıyırmakta güçlük yaşadı.
Bu tür mücadelelerin çeşitliliği çekiciydi. Aralarında
bağlantılar hayal etmek bile güçtür. Hepsi dünyayı sarsan
ve 1980’ler boyunca ve sonrasında giderek manşetlerde
yer eden kısa süreli protesto hareketlerinin bir karışımı
ve parçasıydılar. Bu hareketler ve isyanlar, bazen büyük
çoğunlukla “düzen ve istikrar” adına hareket eden
devlet güçleri tarafından aşırı şiddetle ezildi. Bir başka
yerde, kapitalist güçler lehine böl ve yönet taktiklerinin
hakim olduğu bir dünyada yoğun toplumsal ve politik
düşmanlıklar üreten mülksüzleştirme yoluyla birikim
gibi, ırklar arası şiddet ve iç savaşlar ürettiler. Bir
devlete boyun eğen devletler, askeri olarak ya da kimi
örneklerde mülksüzleştirme yoluyla birikime meydan
okuyan aktivist hareketleri merhametsizce denetlemek
için baskı ve tasfiyeler sistemine yol gösteren (ABD’nin
başını çektiği, daha az rol oynayan İngiltere ve Fransa ile
birlikte) başlıca askeri aygıtların eğittiği özel kuvvetlerle
desteklendi.
Hareketlerin kendisi, alternatifleri göz önünde
bulunduran bir düşünce bolluğu sergiledi. Bazıları, neoliberalizmin ve yeni muhafazakarlığın ezici güçlerinden
tamamen ya da kısmen kopmaya çalışır. Diğerleri IMF,
DTÖ ve Dünya Bankası gibi güçlü kurumların reform
ya da dağıtılma yoluyla küresel toplumsal ve çevresel
adalet arar. Bazıları, halen “‘ortak kullanım alanları’nı
geri isteme” temasını vurgulayarak sömürgecilik ve
emperyalizmin acı tarihi boyunca verilen mücadelelerin
yanı sıra uzun zaman önceki mücadelelerin derin
devamlılığına işaret eder. Bazıları tamamen farklı
toplumsal ilişki türleri ve ekolojik pratikler yoluyla
canlandırılan yeni üretim ve tüketim sistemlerinin
beraberindeki yerel deneyimlere daha tevazu ile
bakarken, diğerleri neo-liberal düzenin dağınık ve
merkezsizleşmiş güçlerine karşı koymak için hareket
halinde bir çokluk ya da küresel sivil toplum içerisinde
bir hareket tasavvur eder. Ekonomik düzenin küresel
reformu doğrultusunda bir adım olarak devlet iktidarını
ele geçirme amacıyla inançlarını daha geleneksel politik
parti yapılarında ifade edenler de vardır. Bu farklı
hareketlerin çoğu, şimdi ortaklıklarını ifade etmek
ve neo-liberalizmin ve yeni muhafazakarlığın birçok
varyantına karşı koyabilen bir örgütsel güç inşa etmek
için Dünya Sosyal Forumu’nda bir araya geliyor. Burada
takdire değer ve ilham alınacak çok şey vardır.
Bunu bu şekilde ortaya koymak, ne proletaryanın
hareketli olduğu kayıp altın bir çağın nostaljisini
cilalamak ne de ille de tarihsel dönüşümün başlıca
aracısı olarak başvurabileceğimiz basit bir proletarya
kavramı olduğunu söylemektir. Terk edebileceğimiz
ütopyacı bir Marksist fanteziden oluşan proletarya
sahası yoktur. Sınıf mücadelesinin zorunluluğu ve
kaçınılmazlığına işaret etmek, sınıfın oluşum şeklinin
peşinen belirlendiği ya da belirlenebilir olduğunu
söylemek değildir. Sınıf hareketleri, kendi seçimleri
olan koşullar altında olmasa bile kendilerini yaratırlar.
Ve analizler, bu koşulların halihazırda ücretli emeğin
sömürüldüğü genişletilmiş yeniden üretim etrafında
yürütülen hareketlere doğru çatallandığını ve toplumsal
ücreti tanımlayan koşulların kültürlerin, tarihlerin
Neo-liberalizme muhalefetin ve mülksüzleştirme
yoluyla birikimin daha güçlü olabildiği
gelişmekte olan ülkelerde, neo-liberal devletin
rolü, Meksika’da Zapatistalar ya da Brezilya’da
topraksız köylü hareketi gibi muhalif hareketlere
karşı düşük-düzeyli savaş noktasına uzanan fiili
baskıyı hemen öngörür
conatus
90
ve çevrenin yıkım pratikleri yoluyla ilksel birikimin
klasik biçimlerinden direnişin merkezi olan finansal
sermayenin çağdaş biçimlerinin neden olduğu talanlara
kadar mülksüzleştirme yoluyla birikim etrafındaki
merkezi sorunlar ve hareketler olduğunu gösterir. Bu
farklı hareketler arasında organik bağ bulmak, acil bir
teorik ve pratik görevdir. Fakat analizler, bunun eşitsiz
coğrafi gelişmelerle derinleştirilerek belirlenmesinin
yanı sıra sermaye birikiminin zaman ve mekan
içerisinde artan ilişkiselliğine dayalı tarihsel-coğrafi
yörüngesi içerisinde oluşması gerektiğini gösterir. Bu
eşitsizlik, kültürel panoramada ve toplumsal dünyada
oluşturulan geçmiş gruplaşmalardan geriye kalanların
belirtisi ne kadar önemli olursa olsun, sermaye birikim
sürecinin aktif bir şekilde ürettiği ve desteklediği bir şey
olarak anlaşılmalıdır.
Ancak analizler, neo-liberal ve yeni muhafazakar
gündemlerde işletilebilir çelişkileri vurgular. Retorik
(herkesin faydasına) ve hayata geçirme (küçük bir
egemen sınıfın yararına) arasındaki boşluk, zaman
ve mekan boyunca artar ve toplumsal hareketler, bu
boşluk üzerinde yoğunlaşmak için çok şey yapmıştır.
Piyasanın rekabet ve dürüstlük olduğu düşüncesi,
giderek olağanüstü tekelleşme, merkezileşme, şirket
ve finansal gücün uluslararasılaşması gerçeğiyle
reddedilmektedir. Sınıf içerisindeki korkutucu artış
ve hem (Çin, Rusya, Hindistan ve Güney Afrika gibi)
devletler içerisindeki hem de uluslararası bakımdan
bölgesel eşitsizlikler, kusursuzlaştırılmış neo-liberal
bir dünya yolunda “geçici” bir şey olarak artık halının
altına süpürülemeyecek ciddi bir politik sorun meydana
getirir. Neo-liberalizm, ne kadar sınıf iktidarının
restorasyonu için başarılı bir projeyi maskeleyen
başarısız bir ütopya projesi olarak kabul edilirse, o kadar
eşitlikçi politik talepleri seslendiren ve ekonomik adalet,
dürüst ticaret ve daha fazla ekonomik güvence arayan
kitle hareketlerinin yeniden dirilmesine zemin hazırlar.
Neo-liberalizm altında haklar söyleminin yükselişi, aynı
zamanda sorunlar kadar fırsatlar da sunar. Geleneksel
liberal haklar nosyonuna başvurmak bile, özellikle
“teröre karşı savaşın” (ABD’den Çin ve Çeçenistan’a
kadar) her yerde sivil ve politik özgürlükleri azaltmanın
bir gerekçesi olarak kullanıldığı düşünüldüğünde,
yeni muhafazakar otoriterciliğin eleştirileceği güçlü
bir “direniş kudreti” oluşturabilir. Iraklıların kendi
conatus
kaderini tayin ve egemenlik haklarının tanınması için
artan çağrı, ABD emperyal tasarılarını denetlemenin
güçlü bir silahıdır. Ancak alternatif haklar paketi de
tanımlanabilir. Başka bir yerde yaşam fırsatı, politik
ortaklık ve “iyi” yönetim, doğrudan üreticilerin üretim
üzerindeki denetimi, insan bedeninin dokunulmazlığı ve
bütünlüğü, kısas korkusu olmadan eleştiriye kalkışma,
uygun ve sağlıklı bir çevre, gelecek kuşakların ortak
mülkiyet kaynaklarının kolektif kontrolü, uzamın
üretimi, varlık türü olarak statümüze içkin hakların
ve farklılık hakkını içeren bir haklar paketi ileri
sürmüştüm.37 Yaşamlarımızı biçimlendiren hakim
süreç olarak sonsuz sermaye birikiminin eleştirisi, bu
sürecin yapısında var olan bu özel hakların –bireysel
özel mülkiyet hakkı ve kâr oranı– eleştirisini gerektirir.
Farklı bir haklar paketi önermek, bu yüzden, bu tür
hakların içkin bir şekilde somutlaştırılabildiği hakim bir
toplumsal süreci belirtme zorunluluğunu beraberinde
getirir.
Benzer bir sav, kendi otoritesi ve meşruluğu için ahlaki
bir zemin arayışındaki yeni muhafazakarlık konusunda
da geliştirilebilir. Ahlaki topluluk ve ahlaki bir ekonomi
düşünceleri tarihsel olarak sola yabancı değildir ve
mülksüzleştirme yoluyla birikime karşı olan hareketlerin
birçoğu, ahlaki ekonomi terimleri açısından alternatif
toplumsal ilişkilerin oluşumunu bilfiil ifade etmektedir.
Ahlak, sadece medyanın hegemonyasında harekete
geçirilen gerici dini hak tarafından tanımlanacak ve
şirket-para iktidarının hakim olduğu bir politik süreç
yoluyla ifade edilecek bir alan değildir. Karmaşık ahlaki
savların kargaşasındaki restorasyona ya da egemen sınıf
iktidarına karşı konmalıdır. “Kültür savaşları” olarak
adlandırılan şey (geleneksel solun ileri sürdüğü gibi)
sınıf siyasetinde hoş karşılanmayan bir oyalanma olarak
kestirip atılamaz. Aslında, yeni muhafazakarlar arasında
ahlaki argümanın yükselişi, bireycileşen bir neoliberalizm altında sosyal çözülme korkusunun yanı sıra
neo-liberal bir dünyada yabancılaşmalara, ümitsizliğe,
dışlamalara, marjinalleştirmelere ve çevresel tahribata
karşı halihazırda harekete geçmiş geniş ahlaki karşıtlık
alanlarını kanıtlar. Bu ahlaki karşıtlığın kültürel ve daha
sonra politik direnişe dönüşümü, baştan savmak yerine
doğru bir şekilde okunması gereken, zamanımızın
alametlerinden biridir. Bu tür kültürel mücadeleler ile
sınıf iktidarının ezici kuvvetlenişini geri püskürtme
91
D.Chandler, From Kosovo to Kabul: Human Rights and
International Intervention, (London, Pluto Press, 2002), s. 89.
21
Chandler, A.g.e., s. 230.
22
T.Wallace, “NGO Dilemmas: Trojan Horses for Global Neoliberalism?”, Socialist Register (London, Merlin Press, 2003), 202219. STK’ların genel rolü hakkında genel bir inceleme için bakınız
M.Edwards and D. Hulme (eds.), Non-Governmental Organisations:
Performance and Accountability, (London: Earthscan, 1995).
23
L.Gill, Teetering on the Rim (New York: Columbia University
Press, 2000).
24
J.Cowan, M-B Dembour and R.Wilson (eds.), Culture and Rights:
Anthropological Perspectives (Cambridge: Cambridge University
Press, 2001).
25
A.Bartholomew and J. Breakspear, “Human Rights as Swords of
Empire”, Socialist Register (London, Merlin Press, 2003), 124-45.
26
A. g. e., s. 126.
27
Chandler, a.g.e., s. 27; 218.
28
A.g.e., s. 235.
29
D.Harvey, “The Right to the City”, forthcoming in R.Scholar (ed.)
Divided Cities (Oxford Amnesty Lectures)
30
Harvey, Yeni Emperyalizm, a.g.e.
31
Bartholomew and Breakspear, a.g.e., s. 140.
32
Wang Hui, a.g.e., s. 44.
33
R.Hofstadter, The Paranoid Style in American Politics and Other
Essays (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1996 edn.).
34
Chandler, a.g.e., 223.
35
B.Gills (ed), Globalization and the Politics of Resistance (New
York, Palgrave, 2001); T.Mertes (ed.) A Movement of Movements
(London, Verso, 2004; W.Bello, Deglobalization: Ideas for a New
World Economy (London, Zed Books, 2002); P.Wignaraja (ed.) New
Social Movements in the South: Empowering the People (London,
Zed Books, 1993); J.Brecher, T.Costello, and B. Smith, Globalization
from Below: The Power of Solidarity (Cambridge, Mass.: Southend
Press, 2000).
36
D.Harvey, Yeni Emperyalizm, a.g.e., bölüm 4.
37
D.Harvey, Spaces of Hope (Edinburgh: Edinburgh University
Press, 2000), bölüm 12.
20
mücadelesi arasındaki organik bağ, teorik ve pratik
incelemeyi gerektirir.
David Harvey, Neoliberalism and the Restoration of
Class Power, www.sum.uio.no/research/changing_
attitudes/humanism/harvey080604.pdf
G. W. Bush, “President Addresses the Nation in Prime Time Press
Conference”, 13 Nisan 2004, http://www.whitehouse,gov/news/
releases/2004/0420040413-20.html.
2
Matthew Arnold R. Williams’ın, Culture and Society, 1780-1850
(Londra: Chatto ve Windus, 1958), 118 eserinden alıntıdır.
3
A Juhasz, “Ambitions of Empire: the Bush Administration
economic plan for Iraq (and Beyond)”, Left Turn Magazine, No: 12,
Şubat/Mart 2004.
4
N. Klein, “Of course the White House fears free elections in Iraq”,
The Guardian, 24 Ocak 2004, 18.
5
T.Crampton, “Iraqi official urges caution on imposing free market”,
New York Times, 14 Ekim 2003, C5.
6
G.W. Bush, “Securing Freedom’s Triumph”, New York Times, 11
Eylül 2002, s. A33. The National Security Strategy of the United
States of America şu adreste bulunabilir: www.whitehouse.gov/nsc/
nss.
7
J.Valdez, Pinochet’s Economists: The Chicago School in Chile (New
York: Cambridge University Press, 1995).
8
P. Armstrong, A.Glynn and J.Harrison, Capitalism Since World
War II: The Making and Breaking of the Long Boom (Oxford: Basil
Blackwell, 1991).
9
A. g. e.
10
D.Harvey, The New Imperialism (Oxford: Oxford University Press,
2003) [Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest Yayınları, 2004];
N.Smith, American Empire, Roosevelt’s Geographer and the Prelude
to Globalization (Berkeley: University of California Press, 2003).
11
Panitch ve Gindin, A. g. e.
12
.Dumenil and D.Levy, “The Economics of US Imperialism at the
Turn of the 21st Century”, Unpublished MS, 2004.
13
D.Stockman, The Triumph of Politics: Why the Reagan Revolution
Failed, (New York: Harper-Collins, 1986)
14
D.Harvey, The New Imperialism (Oxford, Oxford University
Press, 2003), chapter 4 [Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, Everest
Yayınları, 2004].
15
Mali fonksiyonlar yoluyla yayılan risklerin önemi Panitch ve
Gindin’de vurgulanır. A. g. e.
16
Gowan, A.g.e.
17
Hükümetin insanların paylaştığı kamusal alanların kullanımını
desteklediği sistemin adı (ç.n.).
18
J. Stedile, “Brazil’s Landless Battalions”, T. Mertes içerisinde (ed.),
A Movement of Movements (London: Verso, 2004).
19
D.Rodrik, The Global Governance of Trade: As If Development
Really Mattered (New York, United Nations Development Program,
2001), s. 9.
1
conatus
92
93
NORM-ALİTEYLE İLGİLİ SORUN YA DA
KALICI OLAĞANÜSTÜ HALE İTİRAZ ETMEK
M a r c
N e o c l e o u s
İngilizceden çeviren: Sevim Özdemir
Bu makale giderek yaygınlaşan, 11 Eylül’den beri kalıcı olağanüstü hale ve hukukun
üstünlüğü ilkesinin terkine bir geçiş olduğu düşüncesine meydan okuyor. Makale, bu
düşünceyi, 21. yüzyıldaki tarihsel gelişmelerin, aslında olağanüstü hal yetkilerini, kapitalist
modernitenin bir yönetim aracı olarak hukukun egemenliğinin tam kalbine yerleştirdiğini
göstererek sorguluyor. Bu, “teröre karşı savaş”ta olağanüstü hal önlemleri anlayışımızı
yeniden düşünmemiz ve daha genel olarak hukukun üstünlüğü ve şiddet arasındaki ilişkiyi
yeniden ele almamız gerektiğini ileri sürüyor.
14/11
“9/11” olarak hızla İngilizceye geçen olaydan bu yana, sayısız insan suçlama ya da yargılama
olmaksızın Guantanamo Koyu’nda, Afganistan’daki tutuklama merkezi Bagram’da,
Irak’taki Ebu Garip cezaevinde hapsedildiler. Gözaltındayken, bazılarına işkence yapıldığı
ve çoğunun ise insanlık dışı muameleye maruz kaldığı açıkça ortada. Diğerleri, insan
hakları ihlalleriyle tanınan ülkelerdeki hapishanelere, cezaevlerine ve polis merkezlerine
nakledildiler. Aynı zamanda, liberal demokrasiler, disipline etmek ve cezalandırmak
için, son zamanlarda Britanya’da uygulanan “kontrol düzenlemeleri” gibi, yeni ve sıra
dışı yöntemler buldular. Bunun kadar korkunç olmasa da eşdeğerde öneme sahip bir
diğer gelişme, uluslararası hukukun yeni emperyal güç tarafından pek de önemsenmiyor
göründüğü sistematik yöntemler ve çoğu liberal demokratik ülkenin liberal hukukun ve
anayasal demokrasinin altını oyuyor göründüğü yeni politikaları ortaya koyuş tarzıdır.
Bu gelişmelere karşı olan birçok kişi tarafından ifade edilen şoka ve zulme karşılık, bize
istisnai zamanlarda yaşadığımız ve böyle zamanların istisnai yetkiler gerektirdiği söyleniyor:
anlatılmak istenen şey olağanüstü haldir. Dolayısıyla, içinde yaşadığımız dönem için kilit
tarih, saldırıların olduğu 11 Eylül gününden ziyade, üç gün sonrası, yani ABD Başkanı
Bush’un olağanüstü hal ilan ettiği 14 Eylül’dür.
Carl Schmitt’in çalışması üzerinde çalışanlar için, bu tarz bir deklarasyon küçük bir rastlantıdan
çok fazlasıdır. Kendilerini, siyasal solda radikal veya eleştirel teorisyenler olarak gören bu kişiler,
conatus
94
Schmitt’in egemenlik kavramını merkezi bir konuma
yerleştirerek ona yoğun bir ilgi gösterirler: egemen, istisnai
duruma karar verendir. Hal böyleyken, dünyanın en
güçlü devletinin, olağanüstü hal ilan ederek egemenliğini
beyan etmesinden başka ne, Carl Schmitt’in temel
problematiğinin ikna gücünü ispatlayabilirdi? Dolayısıyla
2001 Eylül’ünden bu yana geçen dönem, olağanüstü hal
teziyle ilgilenenler için bir manevra alanı oldu.1
Ama bu hikâye biraz karışıktır. Birçokları teröre karşı
savaşın belki de hiç bitmeyeceğini –en azından “bizim
ömrümüz boyunca”– ileri sürerken, 11 Eylül’den
haftalar sonra Dick Cheney, söz konusu olağanüstü
halin, hemen, siyasal manzaranın kalıcı bir özelliği
haline geldiğini söylüyordu; istisna aslında, artık kural
olmuştu. Bu olağanüstü halle normal dönemler yok oldu
deniliyor. Savaşa karşı, solun bu tepkisinin temelinde,
olağanüstü halin kalıcı hale geliyor göründüğü iddiası
vardır. Schmitt’in tematiğinin aksini savunanlar içinse,
standart araç Walter Benjamin’in şu tespitidir: “İçinde
yaşadığımız olağanüstü hal, istisna değil kuraldır.”
Buradaki etkin figür, Giorgio Agamben’in modern,
mülteci ve “çıplak yaşam” gibi ilgili temaların nomosları
olarak alınan kamp üzerine argümanını geliştirmek için
Schmitt’i kullanmasıdır. Agamben’e göre kamp; istisna,
kural olmaya başladığında açılan uzamdır. Dolayısıyla,
kamp –normal hukuki düzenin dışına yerleştirilmiş
bir alan– bir istisna mekânı ve aynı zamanda istisna
mantığının nihai ifadesidir. Şu durumda, istisna hali
artık norm haline gelmiştir. Agamben argümanını
“teröre karşı savaş”tan önce yürütüyordu; ama bu
olaydan sonra argümanını daha da ileri götürmüştür.2
Aynı tespitler, Michael Hardt ve Antonio Negri
için de yapılabilir. Ulusal ve uluslararası hukukun
artık istisnalarıyla –müdahaleyle temellenen bir
istisnalık– tanımlanabileceğini İmparatorluk’ta zaten
öne sürmüşlerdi. Müdahale şimdilerde uluslararası
politikada bir oyundur; ama “Müdahalenin arkasındaki
neden, kalıcı, temel adalet değerlerine dayanarak
meşrulaştırılan, bir olağanüstü hal ve istisna halidir.” Bu
yeni “İmparatorluk”ta bir yere askeri güç yığılmasının
meşruluğu, kalıcı istisna haline dayanır. Hardt ve Negri,
11 Eylül’den sonraki çalışmalarında, bunu daha ileri
götürerek, “istisna hali kalıcılaştı ve genelleşti; dış ve iç
ilişkilerin içine işleyerek istisna kural oldu” iddiasını
sürdürdüler.3
conatus
Buna benzer başka argümanlar da bulunabilir; ama
birkaç örnek yeterli olacaktır. Leo Panitch’e göre,
Kanada’daki yeni terörizme karşı kanun, “bir olağanüstü
hal yasası değil...ama olağan statüyle maskelenmiş
bir olağanüstü hal yasasıdır.” Bunun anlamı, “hukuk
devleti ilkesinin dışına çıktığımız” ve “geçici olanı
kalıcılaştırma, istisnai olanı normalleştirme çabası
içinde olduğumuzdur.” Jean Claude Paye, yeni antiterör önlemlerinin “normu altüst eden ve sapmaların
kural haline geldiği”, “olağanüstü hal prosedürlerinin
Anayasa’nın ve siyasal örgüt biçimi olarak kanunun
yerine geçtiği”, çok önemli bir kayma olduğunu ileri
sürerken, Statewatch’ın (Avrupa Sivil Özgürlükler
Ağı) üyesi olan Tony Bunyan, istisnai olanın acımasız
olanla birlikte norm haline geldiğini iddia ediyor.
Alex Callinicos, argümanında Agamben’in “Dicle’nin
kıyısında konuşlanan ürkütücü ordu aygıtı dünyaya
kalıcı olağanüstü hali kabul etmesini emrediyor”
sözlerini alıntılarken, bunun yanında benzer tespitler
Savas Michael-Matsas ve Vivienne Jabri tarafından
da yapıldı. Aynı düşünce ya da tema, ABD’deki siyahi
gruplar, olağanüstü hal güçlerini siyasette “yeni
paradigma” ve “yeni normallik” olarak tanımlayan
değişik sivil haklar ve özgürlükler için baskı grupları,
kampın sosyolojisine dair ilk ayrıntılı kitaba ve postkolonyal melankoli yazınından Schengen antlaşması
üzerine tartışmalara kadar diğer birçok çeşitli çalışma
için de önem arz ediyor.
Olağanüstülüğün kalıcılığı ya da istisna halinin kural
olduğu düşüncesi, artık solun standart pozisyonu haline
gelmiş görünüyor. Ve bu pozisyonun kalbinde bir tane
temel sav var: olağanüstülük, hukukun askıya alınmasını
içerir. Bir zamanlar liberal demokrasi bayrağını taşıyan
kilit devletler, hukukun üstünlüğüne ve temel haklara
bağlılıklarını terk etmiş görünüyorken, uluslararası
hukuk, devlet aklı ve ulusal güvenlik adı altında, bir
kenara bırakılmış görünüyor. Agamben, zorunluluk
halinin bir hukuk hali olmadığını ama kanunsuz bir
uzam olduğunu iddia eder. Genel kanı şu: İlan edilen
olağanüstü hal, yasal alana öyle aktarıldı ki artık
“kanunsuz bir dünyada yaşıyoruz” deniliyor; tutuklular,
bir yasal “kara delikte” ya da “yasallığın dışında kalan
alanın yasal eşleniğinde” yaşıyor. “Düşmanla savaşanlar”,
“savaş alanı tutukluları” veya “olağanüstü temsil” gibi
kategorilerin yasal statüye sahip olduğu söyleniyor ki,
95
bunun kadar açık bir şey de, bunların sadece “olağan”
ve “normal” hukukun terki nosyonunu güçlendirmeye
yardım etmesi.
Bu makalede, söz konusu kalıcı olağanüstü hal
nosyonuna karşı çıkmak istiyorum. Tarihsel olarak
bakıldığında, son zamanlarda olağanüstü hal durumuna
geçtiğimizi ileri süren argümanın zayıf bir argüman
olduğunu iddia ediyorum. İçinde bulunulan durum,
olağanüstü hal yetkileri açısından, tarihsel olarak
okunduğunda, kategorik olarak daha önce olanlardan
çok da farklı değil. Dolayısıyla, son zamanlarda, kalıcı
bir olağanüstü hale geçtiğimiz düşüncesi tarihsel
olarak naif bir düşüncedir. Ayrıca şunu da ileri sümek
istiyorum ki: Bu tarihsel naifliğin kökleri, daha çok
liberal demokraside hukukun doğasına ilişkin politik
yanlış kavramlaştırmada yatmaktadır; bu tip bir yanlış
kavramlaştırma, hukuk ve şiddet dikkate alındığında, bir
diğer ve çok daha fazla problemli bir naiflikte temellenir.
Anlatılmak istenen; eğer samimi olarak alternatifler
–küresel, yerel ve özellikle de politik– arıyorsak, bunun
normallik/olağanüstülük paradigmasının ötesine
bakmak zorunda olacağımız anlamına geldiği olacaktır.
Aden’den Zanzibar’a
“Olağanüstü Hal” elastik ve muğlak bir kavramdır. Tam
bir tanımlamaya izin vermez; sadece şiddetli etki yaratan
genel durumlara işaret eder. Bu elastiklik, onun aynı
zamanda ilgili nosyonlar ve “kuşatma durumu”, “alarm
durumu”, “hazır olma durumu”, “iç savaş durumu”,
“hakların askıya alınması”, “sıkıyönetim”, “kriz yetkileri”,
“özel yetkiler”, “sokağa çıkma yasağı” gibi terimlerle
tanımlanan durumlar silsilesini içermesiyle desteklenir.
Bu elastikliğe ve muğlaklığa rağmen, olağanüstü hal
yetkilerine ilişkin hükümler içermeyen anayasa yoktur.
Tekrar döneceğimiz bu gözlem politik bir söyleyiştir.
Askeri çarpışma ya da tehdit altında askeri çarpışmanın,
olağanüstü hal yetkilerinin yürürlüğe konmasının
ya da uygulanmasının yaygın olarak öne sürülen bir
nedeni olması şaşırtıcı değil. ABD Anayasası’nın,
isyanları bastırmak ve işgalleri engellemek için orduyu
görevlendirme yetkisini Kongre’ye vermesine (Madde 1,
Bölüm 8, Bent 15) ve güvenlik ile isyan durumlarında
hakların askıya alınması için yetki sağlamasına (Madde1,
Bölüm 9, Bent 2) karşın, Birleşik Krallık’ta 1914’te
Egemen sınıflar tarafından uygulanan kalıcı
olağanüstü hal, dolayısıyla, (küresel, yerel,
siyasi düzeyde) gerçek bir alternatif arayanlar
tarafından yürütülen gerçek bir olağanüstü hale
karşı mücadelenin bir parçasıdır
“halkın huzurunun korunması ve ülkenin savunması
için yönetmelik çıkarma” gücü veren Krallığı Savunma
Kanunu (DORA) Parlamentodan hızla geçirildi. Ama
eğer yasamayı ve olağanüstü hal yetkilerinin tarihini
çıkarırsak, bunların savaşın çok dışında oldukları
anlaşılan nedenlerle ya da milletler arasında askeri
savaş biçiminde anlaşmazlıkların olmadığı zamanlarda
kullanıldığını görürüz.
Olağanüstü hal yetkilerinin gerçek hikayesi, aşağı yukarı
savaş zamanı tedbirlerininkiyle aynıdır ve daha çok
da birbiriyle ilintili olan iki sürecin hikâyesidir. İlki,
olağanüstü hali kuran ve onu askeri anlaşmazlıkların
ve krizlerin ötesine götüren nedenlerin tanımının
genişletilmesidir. Ve ikincisi, olağanüstü hal yetkilerinin
kapsamındaki etkili artıştır. Bu durumda, savaş
zamanında yaşananların, olağanüstü hal yetkilerinin
artmasında büyük rol oynaması konusunda bir
sorun olmamasına rağmen, daha geniş tarihsel bir
perspektiften bakıldığında, bu tip bir bakışın, savaş
zamanı olağanüstü hal yetkilerindeki yeniliklerin
abartılması ve onların başka amaçlarla kullanıldığı
şeklinde anlaşılması riskini taşır. Özellikle de bu,
olağanüstü hal güçlerinin emeği kontrol etmek
ve endüstriyel huzursuzlukla baş etmek için nasıl
kullanıldığını hafife alır. William Scheuerman, bir
yandan olağanüstü hal yetkilerinin, emek gücünün
neden olduğu kargaşayı ve sosyalist ajitasyonu
bastırmak için kullanılmasının, olağanüstü halin şiddetli
çatışmalar içeren durumlar olarak sınırlı bir şekilde
conatus
96
anlaşılmasından kaynaklandığını savunur. Ancak, öte
yandan da, olağanüstü hal otoritesinin emekçi sınıflara
karşı politik bir araç olarak kullanılması, “olağanüstü
hal yetkilerinin, barış zamanındaki açık görevini
önceden belirtir.” Örneğin; 1916 ve 1917’de demiryolu
grevi tehlikesine karşın ilan edilen olağanüstü hal ve
bu dönemdeki diğer endüstriyel kargaşalar, ABD’yi
olağanüstü hal önlemlerini artırmaya iten Birinci Dünya
Savaşı kadar etkilemiştir –1917 yılı boyunca, dört binin
üstünde iş bırakma ve Dünya Sanayi İşçileri (Wobblies4)
tarafından organize edilen seferberlik. Ün salmış
olağanüstü hal yetkileri, kolayca savaş seferberliğinin
olağanüstü haline dönüştüler.
Dolayısıyla, “barış dönemleri” ve sivil toplumun
günlük işleyişi düşünüldüğünde, olağanüstü hal
yetkileri, muhalif emek hareketini düzene sokmak ve
radikal politik örgütlere boyun eğdirmek için sürekli
bir çabadan başka bir şey olarak görülmediklerinden
dolayı, aslında daha ilginç, politik olarak daha açıklayıcı
ve daha meydan okuyucudurlar. Örneğin; Britanya’da
DORA’nın yerine 1920’de çıkarılan Olağanüstü Hal
Yetkileri Kanunu (EPA) ile genişletilen yetkilerin,
1921’deki madenci grevinde ivedilikle kullanılmasının
yanı sıra, 1924’te Londra Nakliye Grevi süresince,
1926’da Genel Grevi yola getirmek için (grevin sadece
birkaç gün sürmesine rağmen) sekiz ay süresince, 1948
ve 1949 yıllarında liman işçileri grevi boyunca, 1955
demiryolu grevi süresince, 1966 denizci grevi, 1970
çöpçü, liman ve elektrik işçileri grevleri, 1972 maden
ve liman işçileri grevi, 1973 madenciler ve Glasgow
itfaiyecileri, 1975 Glasgow çöpçü grevleri ve 1977-78
itfaiyeci grevleri süresince de pratiğe dökülmüştür.
Askeri bir anlaşmazlıktan çok uzak olan bu örneklerde,
olağanüstü hal yetkileri, farklı bir savaş –sınıf
savaşı– için kullanıldı. Buna paralel olarak, EPA’nın
kullanımında (1921) “olağanüstü hal”de ilerlemek için
gerekli ilk kovuşturmaların, elbette ki 7 Mayıs 1921
tarihinde Komünist Parti bürolarındaki taşınabilir
(Moskova’ya gönderilmek için bekleyen Eleanor Marx
Aveling’in külleri hariç) hemen hemen her şeyin alındığı
baskınları da içeren, Komünistlerin kovuşturmaları
olacağı önceden belirtilmişti.
Sadece iki örnek daha verirsek –Weimar Cumhuriyeti
ve Amerikan New Deal’i5– olağanüstü hal yetkilerinin,
daha çok ekonomik düzenlemeler ve emek ilişkilerinin
conatus
politik yönetimi için kullanıldığını görürüz. Weimar
Anayasası’nın 48. Maddesiyle verilen olağanüstü hal
yetkilerinin, çoğunlukla anayasayı politik “aşırılıklar”dan
korumanın bir aracı olarak alınmalarına rağmen, erken
bir aşamada, 48. Maddenin, “kamu düzeni”, “asayiş” ve
“güvenlik” gibi ekonomik karakterde olabilen konular
temelinde, çok daha geniş bir kullanıma sahip olduğu
açık hale geldi. 1922’nin son aylarından itibaren baskın
olan, olağanüstü hal kanun ve kararnameleriydi. Birinci
Reich Şansölyesi Luther, 1928’de, 48. Madde üzerine
konuşmasında “maddenin –özellikle vergi koymak
gibi– ekonomik önlemlerin zorunlu olduğu, olağanüstü
durumlarda çok yararlı olduğu anlaşılmıştır” demiştir.
Ekim 1922 ile 1925 arasında altmış yedi kararname
çıkarıldığı tahmin ediliyor ki, bunların kırk dört
tanesi ekonomik, mali ve sosyal problemlere ilişkin
kararnamelerdi. Aynı şekilde, 1930’ların başındaki
ekonomik kötü gidiş süresince yaklaşık altmış
olağanüstü hal kararnamesi çıkarıldı ve bunların hemen
hemen hepsi ekonomik amaçlarla çıkarılmıştı. Nasıl
ölçüldüğüne bağlı olarak, Weimar döneminin yarısında
farklı farklı olağanüstü hal yetkileri kullanıldı.
New Deal döneminin büyük bir bölümü aynı
şekilde olağanüstü hal yetkileri altında geçti.Göreve
başlamasından iki gün sonra Roosevelt, ulusal
olağanüstü hale başvurdu; altın, gümüş ihracını ve döviz
üzerinden anlaşmaları yasaklayan bir “banka tatili”
ilan etti. Olağanüstü hal ideolojisi, Tarımsal Uyum
Yasası ve 1933’te çıkarılan ve Başkan’a “yaygın işsizliğin
ve endüstrinin düzensizliğinin bir sonucu olan ulusal
olağanüstü hal temelinde”, aşağı yukarı sınırsız bir
düzenleme yapma yetkisi veren Ulusal Sanayi İyileştirme
Kanunu’nu da içeren, 1930’lar boyunca çıkarılan
beyanname ve bildirileri destekledi.
Dolayısıyla, baktığımızda, son yüzyılda Batı
Demokrasilerinde olağanüstü hal yetkilerinin
kullanımında sabit bir ekonomik yönün olduğunu
görürüz. Ayrıca, Nasar Hüseyin olağanüstü hal
kavramının sömürgeci yönetim şeklinin içinde ne
ölçüde var olduğunu göstermiştir. Bunun belki de en iyi
örneği, Kenya’da 1952’den 1960’a kadar süren olağanüstü
haldir; bu süre zarfında, 1.5 milyonluk nüfusun üst
tabakası, yaklaşık olarak tüm Kikuyu nüfusu, gözaltına
alınmıştı. Ama zaten bunun çok fazla örneği bulunabilir.
1960 yılında Denys Holland, 1946’dan 1960’a kadar,
97
Aden’den Zanzibar’a sadece Britanya’ya bağlı ülkelerde
en az yirmi dokuz farklı nedenden dolayı olağanüstü
hal ilan edildiğini yazdı. Bunlar, 1939 ve 1956’da olduğu
gibi, ya Konsey tarafından çıkarılan Olağanüstü Hal
Kanunları Düzenlemeleri ya da geçici veya kalıcı
olabilen yerel olağanüstü hal yasaları aracılığıyla
ilan edildi ve bu kanunlar, insanların ve hareketin
kontrolüne, sokağa çıkma yasağına, toprakların ve
mülkiyetin kamulaştırılmasına, kanun geçirmeye,
yayınları yasaklamaya, politik örgütleri dağıtmaya,
normal kanun yapma prosedürünü askıya almaya ve
yargılamaksızın hapse atmaya izin veriyordu. Bu gibi
durumların genelde savaşla pek ilgisi olmadığını ve
tamamıyla ekonomik düzenleme ve sınıf savaşıyla ilgili
olduğunu yineliyorum: Örneğin; Kenya’daki olağanüstü
hal kanunu, Kikuyu’ların komünal projelerde yılda
dokuz gün ücretsiz çalışmalarını gerektirmesinin yanı
sıra yerleşim yerlerinde zorunlu emek kullanımını
da içeriyordu. Sömürgecilikten bağımsızlaşarak yeni
ulusların ortaya çıkması, daha önceki yönetildikleri
operasyonel mantıkta pek değişiklik yaratmadı.
Olağanüstü hal yetkilerinin bu yaygın kullanımı, birbiri
ardına düzenlenen resmi raporlarla doğrulanmıştır.
1978’deki bir çalışma, yüz elli ülkeden en az otuzunun
olağanüstü hal içinde olduğunu ortaya koyarken,
Amerikalar Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun
1963’te hazırladığı rapora göre, geçen on yılda Amerika
Devletleri Örgütü üyesi devletlerin yüzden fazlasında
olağanüstü hal ilan edildi. Uluslararası Hukuk Birliği’ne
sunulan 1986 Ara Dönem Raporu’nda, yaklaşık yetmiş
ülkenin aynı tarzda bir olağanüstü hale maruz kaldığı
belirtildi. BM için hazırlanan Despouy Raporu, Ocak
1985 ile Mayıs 1997 arasında dünyadaki devlet ya da
ülkenin herhangi yüz tanesinin –bu sayı Birleşmiş
Milletler üye sayısının yarısından fazladır– bazı
noktalarda olağanüstü hal altında olduğunu ortaya
koydu. Rapor, şuna dikkat çekiyor: “(Bu dönemde)
genişletilmiş ya da sınırlı olağanüstü hal ilan edilmiş
ülkeler bir dünya haritası üzerine yansıtılmış
olsaydı, ortaya çıkan alan, Dünya yüzeyinin yaklaşık
¾’ünü kaplıyor olurdu.”6 Uluslararası Hukukçular
Komisyonu’nun 1993’te belirttiği gibi, “Muhtemelen
hiç abartısız, yakın tarihin herhangi bir döneminde,
insanlığın dikkate değer bir bölümü olağanüstü hal
altında yaşamıştır.” Ama aynı zamanda, kriz, istisnai
durum, olağanüstü hal gibi durumlar, artık devletlerin
yaşamında ara sıra görünen olaylar değil, Roosevelt’in
olağanüstü hal önlemleri kapsamında, 1939’dan
itibaren altı yılda otuz dokuzuncu olağanüstü hali de
gören ABD’de olduğu gibi, egemen sınıfların sürekli
başvurdukları bir araç haline gelmişlerdir.
Walter Benjamin Senato’ya Gider
Altı yılda otuz dokuz olağanüstü hal? Bu çok fazla.
Politik egemenlik biçiminde bir değişiklik olmuşa
benziyor. Kongre üyesi Barton’un dediği gibi, “Bariz kötü
yönetim.” Ama aslında burada söz konusu olan kötü
yönetimden fazlası. Karşı karşıya olduğumuz şey bana,
kötü yönetim ve hatta kriz yönetimi gibi gelmiyor; daha
ziyade bu, yalnızca yalın, günlük politik yönetimdir
–modern kapitalist devletin normal işleyişidir. Ancak
önemli olan soru, bunun neden norm olduğu sorusudur.
Çünkü bu soru bizi, olağanüstü hal yetkilerinin kalbine,
hukukun egemenliğine ve şiddet kullanımına, başka
bir deyişle, kapitalist modernitenin politik idaresine
götürür. Bu ayrıca, teröre karşı savaş konusundaki son
dönem tartışmaları da aydınlatıyor. Ama buna konu
içinde değinelim.
1970’li yılların başında, olağanüstü hal yetkilerine
yönelik artan ilgi, Senato’yu “Ulusal Olağanüstü
Halin Sonlandırılması Özel Komitesi”ni kurmaya
sevk etti. Amaç, ABD’deki olağanüstü hal yetkilerinin
kullanımını incelemek ve bunlara son vermenin
yollarını bulmaktı. Nihayetinde Komite’den çıkan rapor
şöyle başlar: “3 Mart 1933’ten beri ABD, olağanüstü
hal yönetimi altında.” Ve şöyle devam eder: “1933’te
Başkan Roosevelt’in ilan ettiği ulusal olağanüstü hale ek
olarak, 16 Aralık 1950’de Kore Savaşı sırasında Başkan
Truman ve 23 Mart 1970’de ve 15 Ağustos 1971’de
Başkan Nixon olağanüstü hal ilan etmiştir.” Başka
bir deyişle, Rapor, sadece kırk yıllık olağanüstü hal
kanunlarına göre idare edilen Vietnam Savaşı’nın değil
tüm Amerika’nın aynı yetkilerle yönetildiğini ortaya
koydu. Komite, “bu olağanüstü hal ilanlarının Federal
Hukuk’un, Başkan’ın bunlara dayanarak, mülkiyete
el koyabileceği, üretim araçlarını organize ve kontrol
edebileceği, ürünlere el koyabileceği, ülke dışına askeri
güç gönderebileceği, sıkıyönetim ilan edebileceği, bütün
conatus
98
ulaşım ve iletişimi kontrol edebileceği, özel teşebbüsün
işleyişini düzenleyebileceği, seyahati sınırlayabileceği
ve birçok farklı yoldan tüm Amerikan vatandaşlarının
hayatlarını kontrol edebileceği, 470 hükmünü
güçlendirdiğini” kaydetti. Komite’nin de belirttiği gibi,
kırk yıllık olağanüstü hal süreci, hiçbir şekilde geçici bir
dönem olarak tanımlanamaz. Gerçekte, ABD “kalıcı”
bir olağanüstü hal yönetimindeydi. Profesör G. Casper’a
göre, duruşmalar süresince “artık normal zamanlarda
olan şeyler olmuyordu.”
Bu durum aynı zamanda, ironik bir şekilde aşağıdaki
Kanunda da görülebilir. Senato Raporu’ndan çıkan,
görünüşte, olağanüstü hal yetkilerine dayanarak
kullanılan yürütme otoritesini sınırlamak için
düzenlenen, Ulusal Olağanüstü Hal Kanunu (1976)
(NEA) ve 1977 tarihli, Uluslararası Olağanüstü
Ekonomik Yetkiler Kanunu idi. Var olan dört olağanüstü
hal ve olağanüstü hal yasalarının çoğunluğu 1978’de
sonlandırıldı ve yasama gücünü Başkan’a devreden
yeni prosedürler oluşturuldu. Ancak, olağanüstü
hal yetkilerini 20. yüzyıl boyunca garanti eden kilit
hükümler yerlerinde kaldı; yani Düşmanla Ticaret
Kanunu (1917) (TWEA) Bölüm 5 (b) ve Birleşik
Devletler Kanunu’nun olağanüstü halle ilgili önemli
bölümleri. TWEA, belirli mali pratikleri ve bankacılık
uygulamalarını düzenleyerek, düşmanla ticareti
tanımlayan, düzenleyen ve cezalandıran bir kanundu.
Birinci Dünya Savaşı bağlamında, Birleşik Devletler
sınırları içerisinde düşmanların olabileceği kabul
conatus
ediliyordu; ama TWEA geçirilirken Kongre, Kanun’un
hükümlerinin sadece “Birleşik Devletler vatandaşı
olmayanlar” için geçerli olduğunu garantilemeye
özen gösterdi. Vatandaşların düşman olamayacağı
kabul ediliyordu. Ne var ki, 9 Mart 1933’te, olağanüstü
hal yetkilerinin kullanılması kapsamında, hükümet,
“Birleşik Devletler’de yaşayan herkesi” içine alsın diye
kanunun 5. Bölümünü değiştirdi. Bölüm 5’in kapsamına
göre, artık Birleşik Devletler vatandaşı olanlar, ülkenin
düşmanlarından ayrı tutulmuyordu. NEA, kanunla
belirlenen hiçbir şeyin TWEA’nın 5. Bölümünü
ve bu bölümde sonradan yapılmış değişiklikleri
etkileyemeyeceğini içeriyordu. Federal Kanun’da yer
alan bu yasaların yanı sıra, ABD, kendi vatandaşlarının
günlük hayatını denetlemeye kadar giden, kalıcı bir
savaşta olduğunu fiilen ilan etti. Bunu doğrularcasına,
dört olağanüstü hal döneminde yetkileri sağlayan
NEA’nın sonlandırılmasının neredeyse hemen ardından,
Kasım 1979’da Birleşik Devletler büyükelçisinin
tutuklanması ve Tahran’da rehin tutulması üzerine,
ulusal olağanüstü hal ilan edildi. O zamandan beri,
en sonuncularını 11 Eylül sonrasında “teröre karşı”
savaş kapsamında yaşadığımız, otuzun üzerinde ulusal
olağanüstü hal ilanı vardır. Bu bağlamda, ABD’nin 20.
yüzyılın büyük bir kısmını ve 21. yüzyılın bu zamana
kadar geçen bölümünü olağanüstü hal yönetimi altında
geçirdiğini söylemek abartı olmaz.
Peki ABD bu konuda özel bir örnek mi? Araştırmalar,
ABD’nin tuhaf bir örnek olmaktan ziyade, devletlerin
normal rotasını takip ettiğini ileri sürüyor. Buna yine
birçok örnek verilebilir; ama birkaç tanesi yeterli
olacaktır. İzlenen plan şu ki, “istisnai” olaylarla başa
çıkmak için oluşturulan yeni olağanüstü hal yetki
biçimleri kalıcı ve normal hale gelerek son buluyorlar.
Bunun standart bir örneği, Britanya tarafından Kuzey
İrlanda’da uygulanan baskıcı stratejidir. 1922 tarihli
Sivil Otoriteler (Özel Kuvvetler) Kanunu (SPA), polise
ve İçişleri Bakanlığı’na geniş yetkiler verdi: sıkıyönetim
ilanı; örgütleri lağvetme; edebiyat sansürleri; toplantılara
katılmak veya onları yasaklamak; bireysel hareketleri
sınırlamak; herhangi bir aracı durdurmak, aramak ya da
araca el koymak; şüphe üzerine neden göstermeksizin
tutuklamak; sorgulama, araştırma ve tutuklama ve en
önemlisi de yargılamadan hapsetmek gibi. Bu kanun,
ilk olarak bir yıl için çıkarılmıştı ama 1928’e kadar her
99
yıl yenilendi; 1928’de geçerlilik süresi beş yıla uzatıldı
ve bu sürenin sonunda da kalıcı hale getirildi. Başka
bir deyişle, olağanüstü hal kanunları başından itibaren
Kuzey İrlanda’yı yönetmek için kilit bir mekanizma
olarak sabitleştirilip normalleştirildi. 1973 Kuzey İrlanda
Kanunu (Olağanüstü Hükümler Kanunu) (EPA) da
benzer şekilde, Muhafazakâr hükümet (üç yıl içinde
beşinci hükümet) tarafından, olağanüstü hal ilanının
ardından geçici bir önlem olarak geçirildi. Görünüşte
SPA’nın yerine koymak için yapılmış bir kanun
olmasına rağmen, gerçekte, SPA’da verilen yetkilerin
yanına jürinin mahkeme sisteminden kaldırılması
gibi hükümler de eklenerek yürürlüğe sokuldu. Kuzey
İrlanda Dışişleri Bakanı, Merlyn Rees, Kanun’un
olağanüstü hal hükümlerini içerdiğini ve kanun doğası
gereği geçici olduğundan olağanüstü hal döneminde
geçerli olduğunu” belirtti. Kanun 26 yıl yürürlükte
kaldı. 1974 Terörizmi Önleme Kanunu’nun da (Geçici
Hükümler) (PTA) hikâyesi aynıdır. Kanun bir yıllığına
çıkarıldı –İçişleri Bakanı Roy Jenkins, “hiç kimse bu
istisnai yetkilerin gerektiğinden bir dakika bile fazla
yürürlükte kalmasını istemez” dedi– 1975’te ve 1983’te
değiştirildi, 1984’te yeniden yürürlüğe kondu ve 1989’da
kalıcı hale geldi. Bunların toplu etkisi, olağanüstü hal
yetkilerinin fiili olarak politik alanın kalıcı bir özelliği
haline gelmiş olmasıdır. Dolayısıyla, Kuzey İrlanda’daki
kalıcı kriz, olağanüstü halin tanımı gereği istisnai olduğu
yönündeki nosyonun tamamen karşısında durur. İstisna
olmayı bir yana bırakın, Kuzey İrlanda’daki olağanüstü
hal bir normdu: “Kuzey İrlanda’nın yasal tarihine
ilişkin herhangi bir analiz, bu ülkenin olağanüstü hal
yönetimi dışında bir şey bilmeyen bir devlet olduğu
bilgisini verir.” Bu durumun kapsamı, ateşkes dönemi ve
sonrasında olağanüstü hal yetkilerinin tamamen sürmesi
olarak anlaşılabilir.
Gelgelelim, Kuzey İrlanda’daki olağanüstü hal kanunları,
hemen hemen Britanya’nın tamamına her zaman
uygulanabilir genel kanunlar haline geldi. Örneğin
PTA, Birleşik Krallık’ın tümüne uygulanır oldu. Bu,
özünde “özel olan yetkilerin” normalleşmesinin başlıca
örneğidir: Dün, belirli bir bölge için hazırlanan şey
bugün tüm ulusa uygulanır; dün istisnai olan bugün
normal hale gelir. Yine aynı şekilde, olağanüstü
yetkilerin olağan ceza hukukunun içine sızdığı
görülebilir: 2001 Terörizm Karşıtı, Ceza ve Güvenlik
Kanunu’nun (ATCS) Britanyalı olmayanlar için
duruşmasız tutuklama öneren 23. Bölümü, sadece
değişik olağanüstü hallerde sömürgelerde ve Kuzey
İrlanda’da uygulanan hapsetme prosedürlerinin
normalleştirmesi ve genişletilmesi iken, Ceza Adaleti
ve Kamu Düzeni Kanunu’nun (1994) Madde 34’ten
Madde 37’ye kadar olan bölümü, 1988’de sessiz kalma
hakkına ilişkin çıkarılan Cezai Delil Emri’nin (Kuzey
İrlanda) neredeyse harfi harfine aynısıdır. SPA’daki temel
önlemlerin birçoğu, bir şekilde Huzursuzluğu Kışkırtma
(1934), Kamu Düzeni ve çeşitli polis ve kamu düzeni
kanununa girerek, nihayetinde düzenli kanun haline
geldiler.
Kısaca, ABD ve Britanya’nın bu tarihsel resminin yanına,
daha geniş olarak 1945 sonrası dünya politikasında
dört şekillendirici politik dönüşümün zeminini
koyduğumuzda, bu işleyişin ne kadar yaygın olduğunu
net bir şekilde anlayabiliriz. Bunlar, Britanya ve ABD’den
örneklerle birlikte, olağanüstü hal yetkilerinin, ne
boyutta farklı ulusal ve siyasi bağlamlarda kapitalist
modernitenin sağlamlaştırılmasına içsel olduğunu
göstermek amacıyla, detaylı bir açıklamadan ziyade
durumu tasvir edici örneklerdir.
Birincisi, İsrail. İsrail devleti 1948’de kuruluşundan bu
yana sürekli bir olağanüstü hal yönetimi altındadır.
Olağanüstü halin başlangıçtaki geçici statüsü, hemen,
politik mitolojinin bir parçası olmak üzere muhafaza
edildi. 1948 tarihli Hukuk ve Yönetim Kanunu’nun
9. Maddesiyle belirlenen hukuki yapıya göre, bir
kez olağanüstü hal ilan edildikten sonra hükümet,
kararname ile yönetme, olağanüstü hal düzenlemelerine
göre birincil hukuk normunun herhangi bir bölümünün
uygulamasını değiştirme, askıya alma ya da düzeltme
yetkisine sahip oldu. Bu kapsamda, olağanüstü hal
düzenlemeleri (eğer Temel Kanun bu tarz bir kötüye
kullanmayı engelleyemiyorsa), Temel Kanun’un
hükümlerini değiştirebilir ya da askıya alabilirdi. Oren
Gross’un da gösterdiği gibi, 1922’nin “anayasal devrimi”
biraz değişti. Şu sıralar, hükümetin olağanüstü hal ilanını
yenilemek ve süreci daha etkili ve anlamlı hale getirmek
amacıyla, yıllık bir gözden geçirme çağrısı yapmak ve
hatta olağanüstü hali kaldırmak için hükümetin aşması
gereken ek yasal süreçler var. Ancak, gerçek anlamda bir
değişiklik söz konusu olmadı; olağanüstü hal kesintisiz
devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail’de olağanüstü hal
conatus
100
yönetimi normdur. “Bağımsızlık savaşı” döneminde,
geçici bir geçiş dönemi olarak başlayan şey, hızla İsrail
devletinin kalıcı bir özelliği haline geldi ve öyle kaldı.
İkincisi, Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı. Sharpeville
Katliamı, Güney Afrika’da silahlı direnişin başlangıcının
işaretini vermesiyle ve uluslararası toplumun belli
kesimlerinin, ırk ayrımcılığını politikalarla kınadığı yer
olmasıyla bilinir. Bu aynı zamanda, kalıcı olağanüstü
halin başlangıcıydı. Olağanüstü halin ilk döneminde
yaklaşık 11.503 kişi tutuklandı. Olağanüstü hal
ilanı, politik muhalefeti bastırmada başarılı olsa da,
ekonomik açıdan bir felaketti; çünkü bu durum,
yabancı yatırımcıların ülkenin politik istikrarına
yönelik inançlarını yitirmelerine neden oldu. Bunun
üzerine, ayrılıkçı rejim ilk olarak, “90 günlük tutuklama”
kanunu gibi, parlamento tarafından her yıl yenilenmesi
gereken geçici önlemler aldı. Yabancı yatırımcıların
bu önlemlerin “geçici” doğasından tatmin olmaları
üzerine, Hükümet daha bir arsızlaştı ve en sonunda
Güney Afrika hukuk sisteminin değişmez bir parçası
haline gelecek, daha sert olağanüstü hal önlemlerini
yürürlüğe koydu. 1965 Ocak’ında geri çekilmiş olsa
da, “90 günlük gözaltı” kanunu, hızlı bir şekilde “180
günlük gözaltı kanunu” ile yer değiştirdi. Bu, Güney
Afrika hukuk sisteminin değişmez bir parçası oldu;
1967 tarihli, terörist olmasından şüphelenilenlerin,
mahkemeye çıkmaksızın, süresiz gözaltına alınmalarına
izin veren Terörizm Kanunu ve 1976 tarihli önleyici
gözaltına almayı içeren İç Güvenlik Değişikliği Kanunu
ile genişletildi ve geliştirildi. Temmuz 1985’te ilan edilen
başka bir olağanüstü halin ardından, bu kanun, Haziran
1986’da yeniden yürürlüğe kondu ve daha sonra her yıl
yenilendi. Güney Afrika, bu kanunun olağanüstü hale
ilişkin hükümlerini resmen olağan kanunların içine
eklemeye başladı; öyle ki, ülkenin normal hukuku,
uluslararası insan hakları antlaşmalarını birçok noktada
ve yaygın olarak ihlal eden hükümlerden oluşuyordu.
Dolayısıyla, ayrılıkçı Güney Afrika’da “geçici” olağanüstü
hal diye bir şey yoktu.
Üçüncüsü, sömürgecilik sonrası. Kasım 1959’da, İngiliz
hükümeti Kenya’daki sekiz yıllık olağanüstü halin
kaldırıldığını ve olağanüstü hal düzenlemelerinin
hükümsüz kılındığını duyurdu. Ancak, Olağanüstü
Hal Düzenlemelerinin iptali, “normal”, barış zamanı
kanunlara geri dönüşü getirmedi. Hemen yarı-
conatus
olağanüstü hal yetkisi sağlayan iki yasa yapıldı ki,
bunların tam olağanüstü hal yetkilerinden pek de eksik
kalır yanı yoktu. Bu hükümler, Hükümete Kenya’nın
yönetim tarzında pek fazla değişiklik yapmadan
olağanüstü halin kaldırıldığını ilan etme olanağı sağladı.
Bu yöntem, hemen hemen tüm sömürgecilik sonrası
ülkelerde aynıdır, Malezya’nın bağımsızlık savaşından
beri içinde bulunduğu ve hiç kaldırılmayan Olağanüstü
Hal Yasası (1969) ile güçlendirilen kalıcı olağanüstü
halinden, Brunei’nin ilk 12 Aralık 1962’de ilan edilen ve
sürekli genişletilen olağanüstü haline kadar. BM İnsan
Hakları Komisyonu üyesi Kéba M’Baye’nin 1969’da
dediği gibi, “gelişmekte olan bu ülkelerin hepsi, sürekli
kargaşa ve ekonomik zorluk tehlikesi altındalar ve
kendilerini kalıcı bir olağanüstü hal içinde görüyorlar.”
Dördüncüsü, Latin Amerika rejimleri. Buradaki eşsiz
örnek, Paraguay’daki Stressner rejimidir. Amerikalar
Arası İnsan Hakları Komisyonu’nun hazırladığı 1978
“Paraguay’da İnsan Hakları Durumu Raporu”na
göre, Paraguay anayasasında kuşatma durumu ilan
etmeye ilişkin hüküm, söz konusu durumun devamlı
kullanılmasına yol açtı ki, bunun anlamı, olağanüstü hal
önlemlerinin aşağı yukarı sınırsız bir şekilde, kalıcı olma
noktasına genişletilmesidir. Pekala, tam tamına kalıcı
da değil: Her dört yılda bir olağanüstü hal, seçimlerin
yapılabilmesi için askıya alındı. Daha da kötüsü,
Amerikalar Arası Komisyon, Paraguay’da olağanüstü
halin tam olarak ne zaman başladığına ilişkin bilgi
toplamanın imkânsız olduğunu ortaya koydu. 1929 ve
1946 yılları arasında sürekli etkin bir olağanüstü hal.
1946’da altı aylık bir kesintinin ardından, olağanüstü
hal 1947’de tekrar yürürlüğe girdi ve 1987’ye kadar
da devam ettiği görülüyor. Paraguay, Latin Amerika
ülkeleri arasında tek değil. Despouy Raporu, Kolombiya
örneğinde, “değişik biçimlerde bir olağanüstü halin
hemen hemen hiç kesintiye uğramadan yaklaşık kırk
yıl sürdüğünü” kaydetti. Buna ek olarak, Rapora göre,
“Şili, Arjantin, Uruguay ve El Salvador, diğerlerinden
farklı olarak, uzun periyotlarda, askeri rejimler altında
kurumsallaşmış olağanüstü hal yönetimleri yaşadılar.”
Bu dört örnek, olağanüstü hal yetkilerinin farklı
rejim tiplerinde (ırkçı İsrail devleti, ayrılıkçı devlet,
sömürgecilik ve otoriter Latin Amerika rejimleri)
kullanımını göstermesi bağlamında ilgi çekicidir. Eğer
bunlara Britanya ve ABD örneklerini de eklersek,
101
olağanüstü hal yetkilerinin kapitalist modernitenin
sağlamlaştırılmasında hayati bir öneme sahip olduğu
açık hale gelir. Üstelik şu da açık hale geliyor ki,
olağanüstü hal yetkileri, onların ilk varoluşlarını sözüm
ona meşrulaştıran koşulların devamının çok ötesinde,
sürekliliklerini korumayı bir şekilde başarıyorlar. Bu
gerçek, olağanüstü halin ister sürekli olarak yeniden
yürürlüğe konmasıyla ister açıkça iptal edilmemesiyle
ya da nihayetinde hukuk kitaplarına olağan hukuk
olarak geçmesiyle olsun, değişmezdir. İlk başta
olağandışı görünen yetkiler olağanüstü hal himayesi
altında gelişmiş, çok çabukça ve kolayca olağan hukuk
sisteminin içine sızmıştır. Bu tarz bir normalleştirme,
sadece söz konusu yetkilere biçimsel bir yasal temel
sağlamakla kalmaz, aynı zamanda genel nüfus arasında
bir “olağanüstü hal zihniyeti” yaratan, daha geniş bir
siyasal kültür üzerinde fark edilir bir etkiye sahip olur.
Bu nedenle, olağanüstü hal yetkileri normal hukukun
içine sinsice kaydıkça, bu ikisini birbirinden ayırmak
hemen hemen imkânsız hale gelir.
Ve yine bu nedenle, baktığınız her yerde kalıcı
olağanüstü hal görebilirsiniz. BM’nin Ocak 1985 ve
Mayıs 1997 arasında farklı biçimlerde de olsa olağanüstü
hal yönetimi altında olduğunu keşfettiği yüz ülkenin
çoğu, BM’ye bu durumlarının kalıcı (fiili ya da meşru)
olduğunu ifade etti: Zambiya 1964’ten 1991’e, Zimbabwe
1965’ten 1990’a, Peru 1981’den bu zamana, Pakistan
1977’den 1985’e, Malezya 1969’dan bugüne, İrlanda
1976’dan 1995’e, Brunei 1962’den bu yana. Liste uzadıkça
uzar.7 Despouy Raporu’nda da belirtildiği gibi, istisnanın
kural olmasına yönelik eğilim, aslında dünya çapında
bir fenomendir. Gerçekten normal koşullarda geçen bir
dönemin olmadığı görülüyor. Ama eğer, tarihsel olarak,
hiç normal zaman yoksa, olağanüstü hal kavramının
kavramsal bir faydası var mı? Belki de “normal
zamanlar”, var olan en büyük mittir. Ve eğer öyleyse, bu,
11 Eylül’den sonraki durumumuzu kalıcı bir olağanüstü
hal olarak tanımlamaya yönelik, son zamanlardaki
hevese ilişkin ne söyler?
Normaliteye Karşı
varsayar. Argüman şöyledir: İlki, olağanüstü hal ya da
istisna hali yasal kara delikler yaratır veya temel hak
ve özgürlüklerin bir kenara bırakıldığı ve hukukun
üstünlüğünün askıya alındığı müphem hukuki statü
uygulamalarını meydana getirir. İkincisi, halihazırdaki
olağanüstü durum, süregiden teröre karşı savaş
nedeniyle şimdilerde kalıcı görünmektedir. Bunun
anlamı, hukukun olmadığı kalıcı bir kara delik içinde
olduğumuzdur. Ama bu zayıf bir iddiadır.
Başlangıç olarak, kara delik düşüncesi irdelenmelidir.
Var olan savaşı ele alırsak, Bush yönetimi, “biz bir hukuk
ülkesiyiz” ve “insanlarımıza hukuka bağlı kalmaları için
eğitim verildi” gibi söylemleri muhafaza etme sıkıntısı
içindedir. Bunun kısmen saf bir retorik olduğu kesin
ama önemli bir retorik; çünkü bunun anlamı, kanunu
çiğneyen asi bireylerin, eğer kimlikleri belirlenip
yakalanırlarsa cezalandırılacaklarıdır (kanuna göre ve
kanun tarafından). Bu klasik ve etkili numara –birkaç
çürük elma söylemi– siyasi liderler tarafından hukukun
destekçileri olarak kendi konumlarının korunması için
zaman zaman kullanılır: “Değerlerimize zarar veren ve
ülkemizin namına leke süren birkaç kişi...Suç işleyenlerle
mücadele edeceğiz” (Rumsfeld). İşte bu, “bakın ne kadar
da hukuka bağlıyız” demektir.
Aynı zamanda, devletler, sürekli olarak kanunsuz
görünen olağanüstü hal taktiklerini savunmak ve
anlatmak için hukukçular görevlendiriyor. Irak
Kalıcı olağanüstü halden şikayet edip yasal
düzene geri dönmeyi istemek yerine, bizim
amacımız, gerçek bir olağanüstü hal meydana
getirmek olmalıdır
Olağanüstü halin hukukun dışında veya ötesinde
olduğu iddiası, hukuk ve politika arasında bir ayrımı
conatus
102
savaşında ilgili olabilecek işgal kanunu görüşmelerinde,
Avam Kamarası’nda bu bağlamda ilginç bir iddia
gündeme geldi. “Irak olayında, temel amaç Güvenlik
Konseyi kararı biçiminde bir vekalet almaktı; çünkü
bu, işgal kuvvetleri, Lahey Düzenlemeleri ve IV.
Cenova Anlaşması ile belirlenen sınırlı hakların
ötesine geçmek isterlerse, yasal zorluklardan kaçmak
ve bunları var olan düzenlemelere göre değiştirmek
için gerekliydi.” Yasal zorluklardan kaçınmanın gerekli
olabileceği biliniyordu ve bir Güvenlik Konseyi kararı işi
kolaylaştırırdı. Buradaki kilit nokta, “yasal zorluklardan
kaçınmanın” gerçekleşmesinin onaylanmasıdır. Bu
kaçınma, gerçekten safsata olan birtakım görüşler
içerir –“savaş suçluları” veya “işkencenin” anlamı
konusundaki Cenova Anlaşmaları üzerine son
tartışmalar düşünülebilir– ama ne var ki bu hukuki bir
safsata: Hukuku hukukun içinden yorumlamak yönünde
ciddi çabalar içerir. Ve bu, tüm bunların ardından,
hukukçuların bize yapılmasının gerekli olduğunu
söyledikleri uygulamalardır. “Yasal zorluklardan
kaçınmak” için hukukun –uluslararası alanda egemen
güçler, yerel alanda egemen sınıflar tarafından–
manipüle edilmesi uzun bir geçmişe sahip. Ama bu
tarz manipülasyonlar, hukukun işlemediği anlamına
gelmez; aslında tam tersini ifade eder. Dolayısıyla,
olağanüstü hal adı altında gerçekleştirilen şu veya bu
uygulamanın hukuka uygun olup olmadığı tartışılabilir.
Ama sonuçta şu unutulmamalı ki, olağanüstü hal
mantığı ulusal güvenlik ve askeri gereklilik mantığıdır.
Ve bir ulusal güvenlik ve askeri gereklilik dünyasında,
aşağı yukarı her şey meşrulaştırılabilir. Dolayısıyla,
savaş kanunlarını şöyle bir incelemek, “yaygın söylemin
tersine de olsa, savaş kanunlarının bilinçli olarak,
insancıl değerlere rağmen, askeri gerekliliklere ayrıcalık
tanır şekilde formüle edildiğini” gösterir. Sonuç olarak,
“savaş kanunları, savaşın şiddetini sınırlamaktan ziyade
kolaylaştırmıştır.” 1990-91 Körfez Savaşı sırasında,
bilinçli olarak Irak askerlerini canlı canlı gömme
taktiğinin ve yine aynı savaşta Basra yolunda “Hindi
Avı”nın Pentagon ve uluslararası hukukçular tarafından
tamamen yasal olduğu savunuldu. Son Irak savaşında
uygulanan, mahkemeye çıkarmaksızın hapse atma ve
işkence gibi değişik olağanüstü hal pratikleri de benzer
biçimde savunuldu. Başka bir deyişle, “olağanüstü
koşullar” içinde yürütülen şiddet içeren hareketler,
conatus
hukuk aracılığıyla meşrulaştırıldı.
İşte bu nedenlerden dolayı, mahkemeler olağanüstü
hal yetkilerini kabul etmekten pek mutlu oluyor.
Örneğin, Kuzey İrlanda olayında, yeniden olağanüstü
hal kanunları yürürlüğe konduğunda, yine ne yasal bir
meydan okuma ne de normal kanun prosedürlerinin
ve anayasallığın bekçileri olarak kabul edilenlerden
gelen bir direniş söz konusu oldu. Bu, sadece Kuzey
İrlanda’ya özgü bir durum da değil. Dünya çapında tüm
devletlerin yargı kolu çoğunlukla olağanüstü yetkilerin
kullanılmasının öne sürülen “gerekçesini”, ki bu bir çok
insan hakları ihlalini de içerir, kabul etmiştir. Yüksek
Mahkeme’nin yaklaşık 70 bin Amerikan vatandaşının
gözaltına alınmasının yasal olarak kabul edilebilir
olduğu kararına vardığı Korematsu örneğinden, Batılı
güçler için Orta Doğu macerası olarak görülen daha
yakın zamanda gerçekleşen olaylara, olağanüstü
durum adı altında gerçekleşen hemen hemen her
şiddet kullanımı, yasal gerekçelerle temize çıkarıldı ve
meşrulaştırıldı. Bu durum sizi şaşırtmamalı; çünkü
gördüğümüz gibi, olağanüstü yetkiler kendiliklerinden
tamamıyla anayasaya uygundur. Daha önce de
belirtildiği gibi, var olan hiçbir anayasa, olağanüstü
hal yönetimi için hüküm içermez. Egemen sınıflar
hiçbir zaman, olağanüstü hal adı altında, temel hak ve
özgürlükleri askıya almaya izin vermeyen bir anayasa
üretecek kadar aptal olmayacaklardı.
Olağanüstü yetkileri hukukun askıya alınması açısından
eleştirmek, normalite ile olağanüstülüğü ve hukuk
ile şiddeti dengelemek yanlışlığını içerir. “Normal”i,
“istisnai” olarak addedilen “olağanüstü”den ayıran bu
yaklaşım, normalliğin ve olağanüstülüğün iki somut
ve ayrı fenomen olduğunu varsayan geleneksel görüşü
tekrarlar. Özsel olarak liberal olan bu paradigma,
kurallara göre yönetilen normal düzen diye bir şeyin
olduğunu ve olağanüstülüğün bu normallik için
bir “istisna” oluşturduğunu farz eder. “Olağanüstü
hallerin” güçlü bir yürütme ile yönetimi gerektirdiği,
bu durumlarda tartışmalara çok az yer olduğu
düşünülür ve bunlar hukukun görünüşte zorunlu olarak
ertelendiği ve dolayısıyla temel hak ve özgürlüklerin
askıya alındığı haller olarak tanımlanırken, “normal”
burada, güçler ayrılığıyla, sivil hak ve özgürlüklerin
güvenceye alınmasıyla, kamu politikaları ve hukuk
arasında süregiden bir tartışmayla ve hukukun
103
üstünlüğüyle eşleştirilir. Ama bu, son derece ideolojik
iki sava dayanır: İlkine göre, olağanüstü hal yönetimi
bir sapmadır; ikincisine göre ise, olağanüstü/olağanüstü
olmayan ikiliği ile anayasaya uygun/anayasa uygun
olmayan hareket ikiliği birbirlerine eşittir. Öyleyse,
liberalizm olağanüstü yönetimi normal anayasal
düzenden ayırmaya çalışır; böylece, bir olağanüstü halde
yürütmeye hareket yetkisini verirken Anayasa’nın asıl
biçimini korumak ister. Gelgelelim, tarihsel örnekler,
olağanüstü yetkilerin istisnai olmaktan ziyade “normal”
politik yönetimin bir parçası olduğunu gösterir.
Bu bağlamda, olağanüstü hal, şiddet uygulanması
ve hukukun üstünlüğünün getirdiği sınırlamaların
kaldırılması gerektiğinde, hukuk egemenliğinden doğan
bir durumdur. Burada, olağanüstülüğün soykütüğü
öğreticidir. “Olağanüstülük” sözcüğünün kökü “ortaya
çıkmak” düşüncesinden gelir.8 Oxford İngilizce Sözlük,
“ortaya çıkma”nın “batmış bir bedenin su yüzüne
çıkması” ve “dışarı çıkma süreci, saklanılan yerden,
belirsizlikten veya hapisten çıkma” anlamına geldiğini
belirtir. Bu verilen anlamların ikisi de “olağanüstülüğün”
anlamının var olan parçasıdır; ama ilk anlam şu sıralar
çok nadir kullanılır, ikincisi ise eskidir. Bunun yerine,
onun modern anlamı öne çıkmıştır, yani acil müdahele
gerektiren ani ve beklenmedik olay; politik olarak ise,
normal anayasanın askıya alınmasının gerekebileceği,
savaşa benzer bir durumu tanımlamak için kullanılan
terim. Ancak bu bize, “olağanüstülüğün” belli olaylar
sonucunda saklandığı yerden çıkmak düşüncesinden
geldiğini anlatır. Bu nedenle, “olağanüstülük” istisnadan
daha iyi bir kategoridir; burada “olağanüstülük”
gelişmekte olan, gelişen anlamını verir, ama istisna
(dışarıda tutulan) ex capere anlamını ima eder.
Olağanüstü yetkiler, hukukun üstünlüğü ilkesinin
dışında olmaktan ziyade içinden çıkar. Dolayısıyla bu
durumlar, modern devletin siyasi yönetimi açısından
hukukun üstünlüğü kadar önemlidir.
Ne var ki, tartışılması gereken çok daha geniş bir
argüman daha var. Kalıcı olağanüstü halin hukukun
askıya alınmasını içerdiği düşüncesi, direniş, “yasallığa”,
hukukun üstünlüğü ilkesine göre “normal” bir yönetim
tarzına, “geri dönüşü” içermelidir düşüncesini tetikler.
Ancak, bu basitçe yasal prosedürlerin –uluslararası ve
ulusal– insan haklarını devlet şiddetinden korumak
için oluşturulduğunun varsayıldığı ciddi bir yanlış
yargı içerir. “Hukuk”un kendisi büyük oranda
sorunsuz görülür. Bunun boyutu, başka bir yerde,
Hukukun iktidarın neden olduğu sorunlara evrensel
bir yanıt haline geldiği bir legal fetişizm çeşidi olarak
adlandırdığım şeydir. Hukuk, kendi dinamiklerine göre
ifade edilen, “bağımsız” ve “özerk” bir gerçeklikmiş gibi
davranılır. Bu da Hukukun, “hukukun üstünlüğünü”
sınıf egemenliği ve baskısındaki köklerinden soyutlayan,
hukukun egemenliğinin liberal çığırtkanlığında, bu
süreçlerin ideolojik mistifikasyonunu gizleyen, kendine
ait bir yaşamı olduğu yanılsamasını üretir. Hukukun
üstünlüğüne geri dönüşü istemek, olağanüstü yetkilerle
hukukun egemenliği arasındaki ilişkinin tarihini ciddi
biçimde yanlış okumak ve sonuçta, devlet şiddetiyle
mücadelede pek de radikal olmayan bir siyasetin içine
çekilmektir. İddiam, olağanüstü önlemlerin –devlet
şiddeti olarak–, hukukun üstünlüğünün içinden çıkan ve
onunla birlikte giden yetkilerin günlük kullanımının bir
parçası olduğu ve sosyal düzenin inşasında birleşik bir
politik stratejinin parçası olarak var olduğu yönündedir.
Dolayısıyla sorulması gereken, “Şiddeti nasıl hukuka
dayalı hale getiririz?” sorusundan ziyade, “Olağanüstü
hal önlemlerinin uygulanmasına hukukun izin
vermesinin nedeni nedir?” sorusudur. Bu, yasallık
ve olağanüstülük arasında varsayılan herhangi bir
birlikteliği reddeder ve daha ziyade, hukukun ve
modern devletin “normal” yasal koşullarının içine
conatus
104
olağanüstülüğün hangi boyutta işlediğini fark etmemizi
sağlar.
Olağanüstü yetkiler kalıcıdır; çünkü onlar normal
yönetim tarzının parçası ve temelidir. Bu bir kez fark
edildikten sonra, öne sürülen şiddet problemi tamamen
yok olur. Olağanüstü yetkiler, şiddet söz konusuyken,
bir şekilde hukukun askıya alınmasını içermez; ama
sistemin sürekli yeniden üretimi adına gerekli şiddet
kullanımını sağlamak için hukukla birleşmiştir.
Hukukun üstünlüğü, bizi şiddetten koruyacak, varoluşu
itibariyle ve barış dolu bir iyi olmaktan çok uzaktır;
daha ziyade, etrafımızı saran kan ve şiddet dolu dünya,
hukukun üstünlüğünün ürünüdür.
Bu bağlamda, Benjamin’in olağanüstü halin istisnadan
ziyade kural olduğuna ilişkin görüşlerine kısaca bir
dönüş yapmak doğru olur.
Baskı ve zulüm geleneği bize, içinde yaşadığımız
“olağanüstü halin” istisna değil kural olduğunu öğretir. Bu
kavrayışa uygun düşen bir tarih kavramına varmalıyız.
Böylece, gerçek olağanüstü hale neden olma yetimizi
açıkça göreceğiz ve bu faşizmle olan mücadelemizde bizim
pozisyonumuzu ilerletecektir.
Daha önce de belirttiğim gibi, bu görüş, son dönemki
durumu kalıcı olağanüstü hal olarak tanımlamak
isteyenler tarafından daha önce kullanıldı ve yine
kullanılıyor. Ama göz ardı edilen şey, kalıcı olağanüstü
hal hakkındaki bilgiyi, –o zamanki ya da şimdiki–
mevcut durumdan değil, ezilenlerin geleneğinden
öğrendiğimizdir. Olağanüstü yetkilerin neye benzediğini
bilmek istiyorsanız, ezilenlerin olağanüstü halin kalıcı
doğasını gösteren tarihini okuyun. Başka bir deyişle,
olağanüstü hali, uluslararası ilişkilerin güncel bir
okumasından ziyade, devlet iktidarını sınıf egemenliği
olarak alan tarihsel bir anlayış aracılığıyla anlamalıyız.
Ve bu argümanın politik anlamları vardır.
Eğer olağanüstü yetkiler hukukun ve şiddetin
kullanımının bir parçası (yani, şiddet olarak hukuk) ise
ve tarihsel olarak ezilenleri –ileri kapitalist ülkelerde
proleteryayı ve onun değişik mücadelelerini, gerici
rejimlerde halkın gerçek politikleşmesini, sömürge
sistemlerinde halk hareketini– hedef alıyorsa, ezilenler
“normal” hukuk kurallarına dönülmesi için değil,
Benjamin’in gerçek olağanüstü hal dediği şeye dönülmesi
conatus
için savaşırlar. Slavoj Zizek’in belirttiği gibi; “bir
devlet kurumu olağanüstü hal ilan ettiğinde, bunu
tanımı gereği, gerçek bir olağanüstü halden kaçınmak
ve ‘şeylerin normal gidişatına’ geri dönülmesi için
geliştirilen ayrı bir stratejinin parçası olarak yapar.”
Egemen sınıflar tarafından uygulanan kalıcı olağanüstü
hal, dolayısıyla, (küresel, yerel, siyasi düzeyde) gerçek
bir alternatif arayanlar tarafından yürütülen gerçek bir
olağanüstü hale karşı mücadelenin bir parçasıdır.
Kalıcı olağanüstü halden şikayet edip yasal düzene
geri dönmeyi istemek yerine, bizim amacımız, gerçek
bir olağanüstü hal meydana getirmek olmalıdır. Ve
bu, hukukun üstünlüğünü değil şiddeti gerektiren bir
görevdir. Benjamin’in ortaya koyduğu gibi, hukukun
şiddet tekeli iddiası, barış ve normalliği korumak
gibi bazı mitsel hukuki amaçlardan ziyade, “hukukun
kendini koruma amacı” ile açıklanabilir. Ama hukukun
elinde olmayan şiddet, onu sadece hukukun dışında
olmasıyla tehdit eder. Devlet tarafından değil, başka
siyasi amaçlarla kullanılan şiddet. “Eğer hukuk
dışı şiddetin varlığı, saf ve doğrudan şiddet olarak
garantilenirse, bu devrimci şiddetin, insanlar tarafından
uygulanan saf şiddetin en üst seviyede gösteriminin
olanaklı olduğunu kanıtlar.”9
Bu devrimci şiddet olasılığının ve onun gerekliliğinin,
olağanüstü yetkiler söz konusu olduğunda çoğunlukla
göz ardı edilmesi, çoğu solcunun, son birkaç yılda
hukukun üstünlüğü ilkesinde ne kadar az bir ilerleme
olduğuna bakmaksızın, politik şiddetten bahsetmeyi,
hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu daha rahat bir
dünya adına, nasıl da bıraktıklarının bir göstergesidir.
Ama eğer olağanüstü hal yetkilerinin tarihi bize bir
şey söyleyecekse, o da, devlet şiddetine karşı en az
etkili direncin hukukun üstünlüğünde ısrar etmek
olduğudur. Yasallığa başvurarak devlet şiddetine karşı
durmayı amaçlamaktan ziyade ihtiyacımız olan şey,
kalıcı olağanüstü hale, günlük hayatın parçası olan sınıf
iktidarına ve burjuva dünyasının hukukun üstünlüğü
ilkesine karşı, tüm araçlarımızı kullanarak bir karşı
politika geliştirmektir.
105
Birçok yorumcu, olağanüstü halden ziyade istisna halinden
bahsetmeyi seçti. Schmitt, tüm olağanüstü hallerin norm için bir
tehlike ya da egemene karşı bir meydan okuma oluşturmadığı
gerekçesiyle, “olağanüstü” kavramından ziyade “istisna”yı tercih
eder. Bu, bir anlamda doğrudur –bunu anlamak için, “doğal”
felaketlerde ilan edilen olağanüstü halin düşünülmesi yeterlidir.
“Olağanüstü hal”, politik ve insancıl acil durumları birleştirme
eğiliminde olan müdahaleci insancıllığın da anahtar terimi haline
gelmiştir. Agamben, olağanüstülük yerine, istisnanın, kamp
tematiğinin altında yatan, “dışarıda tutulan” (ex capere) anlamına
geldiğinden hiç şüphesi olmadığı için istisnayı tercih eder. Ama yine
de Agamben, hâlâ istisna ve olağanüstülük arasında bocalamaktadır.
Makalenin sonuna doğru değineceğim politik nedenlerden dolayı,
birkaç yer dışında “olağanüstülüğü” kullanacağım.
2
Giorgio Agamben, Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life
(1995), [Türkçe’de Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev.: İsmail
Türkmen, Ayrıntı Yay., 2001]; Means Without End: Notes on
Politics, çev.: Vincenzo Binetti ve Cesare Casarino (Minneapolis:
University of Minnesota Press, 2005); State of Exception [Türkçe’de
İstisna Hali, çev.: Kemal Atakay, Otonom Yay., 2006]. Ayrıca bkz.
“Form-of-Life”, Paolo Virno ve Michael Hardt (der.), Radical
Thought in Italy: A Potential Politics [Türkçe’de “Yaşam-biçimi”,
İtalya’da Radikal Düşünce ve Kurucu Politika, çev.: Selen Göbelez ve
Sinem Özer, Otonom Yay., 2005 içinde].
3
Michael Hardt and Antonio Negri, Multitude: War and Democracy
in the Age of Empire [Türkçe’de Çokluk: İmparatorluk Çağında
Savaş ve Demokrasi, çev.: Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., 2004].
Agamben’le bu bağlantı, Negri tarafından İstisna Hali’nin yeniden
gözden geçirilmesinde biraz daha ileri götürülmüştür. Burada Negri,
istisna hali ile kurucu iktidar arasında bir fark olmadığını söyler ve
istisna halini yakın zamandaki kalıcı iç savaşla ilişkilendirir. ‘The
Ripe Fruit of Redemption’, II Manifesto, 26 Temmuz 2003, çev.:
Arianna Bove ve http://www.generation-online.org/t/negriagamben.
htm- adresinden ulaşılabilir. 23 Eylül 2005’te siteye kondu.
4
Dünya Sanayi İşçileri adıyla bilinen sendikanın “lakabı”.
Kelimenin kökeni, iki tarafı da kesici olan testere için kullanılan
“wobble saw”dan gelmektedir. Bu lakabın, göçmenleri bünyesine
alan ilk sendika olan IWW’nin yanlış telaffuzundan kaynaklandığı
söylenmekte (ç.n.).
5
Yeni Düzen. 1929 dünya ekonomik krizinin etkisinden kurtulmak
amacıyla ABD başkanlarından Franklin Roosevelt’in seçim
kampanyasında ortaya attığı ve 1933 yılında uygulamaya koyduğu,
1945’e kadar süren önlemler paketi (ç.n.).
6
BM Özel Raportörü Mr. Leandro Despouy tarafından, İnsan
Hakları ve Olağanüstü Hal Sorunu üzerine hazırlanan Rapor,
Birleşmiş Milletler, 1997, paragraflar: 180-1 (Bundan sonra,
makalede ‘Despouy Raporu’ diye geçecek). Bir yıl öncesindekinden
ayrı bir raporda, aynı Özel Raportör 1985’ten beri 87 devletin
olağanüstü hal ilan ettiğini buldu. Birleşmiş Milletler, Ekonomik ve
Sosyal Konsey, The Administration of Justice and the Human Rights
of Detainees: Questions of Human Rights and States of Emergency
(United Nations, 1996).
7
Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin uzun ve
sıkıntı verici listesine bakınız, The Administration of Justice and the
Human Rights of Detainees: Questions of Human Rights and States
of Emergency (United Nations, 1996).
8
Yazarın burada İngilizce’de olağanüstü (emergency) ile ortaya
1
çıkmak (to emerge, emergence) sözcükleri arasındaki etimolojik
ortaklıktan yola çıkarak ortaya koyduğu bağ, maalesef Türkçe’de
kurulamamakta (ç.n.).
9
Walter Benjamin, “Critique of Violence” (1921), çev.: Edmund
Jephcott, Selected Writings içinde, Cilt 1: 1913-1926, der. Marcus
Bullock ve Michael W. Jennings (Cambridge, MA: Belknap/Harvard,
1996), s. 239 [Türkçe’de kısmen Conatus Çeviri Dergisi, sayı 2,
Temmuz-Ekim 2004, s. 113]. Aksine, Schmitt’e göre, egemen normal
olarak geçerli kabul edilen yasal sistemin dışında kalabilir ama ne
olursa olsun ona aittir (Political Theology, s. 7). Dolayısıyla Schmitt,
her ne şekilde olursa olsun yasal bir sisteme olan ihtiyacı reddetmez.
Schmitt’te yasallığın kendisi bir sorun değildir.
conatus
106
107
L e o
KAPİTALİST EMPERYAL
DEVLET TEORİSİNE DOĞRU
P a n i t c h
v e
S a m
G i n d i n
İngilizceden çeviren: Sinem Özer
I
Bugün emperyalizm anlayışımızı geliştirmek istiyorsak, sermayenin küresel genişleme
yönündeki eğilimine uygun devlet biçimlerinin tarihsel gelişimine daha fazla dikkat
göstermeliyiz. Önemli olan soru şudur: Kapitalist toplumsal ilişkilerin, piyasaların ve özel
mülkiyet haklarının yayılması, örgütlenmesi ve toplumsal formasyonlar içinde güvence
altına alınması, hangi devletler arası ilişkiler ve mekanizmalar yoluyla gerçekleşmektedir?
Bu sorunun yanıtı, ancak genişletilmiş bir devlet teorisi yoluyla bulunabilir.
Emperyalizme ve onun sterilize edilmiş kuzeni küreselleşmeyle olan ilişkisine dair
geliştirilen çağdaş Marksist analizler, devletleri küresel kapitalizmin oluşumuyla ilişkili
olarak teorileştirmekte eksik kalmıştır. Bugün pek çok Marksist, emperyalizmi hâlâ
sermayenin birimleri arasındaki rekabetin devletler arasına yayılması olarak görüyor ve
bunu birikim krizleri, artı değerin asimetrik aktarımı ve uluslararası düzeyde değere el
koyma bağlamına oturtuyor. Bu bakış, ekonomi-devlet ilişkisine dair alt yapı-üst yapı
temelinde bir yaklaşımı güçlendirerek ayrıntılı bir devlet teorisini büyük oranda gereksiz
kılıyor ve elbette ilginç olmaktan çıkarıyor. Bu arada, Marksist çerçeve içinde küreselleşmeye
dair geliştirilen yeni yaklaşımlar, ulus devletin giderek yersiz hale geldiğini söylemekte
olan koroya katılırcasına bir devlet teorisine duyulan ihtiyaçtan kaçınıyor. Bir uçta,
ulusüstü kapitalist sınıfın teorisyenleri sermayenin küreselliğine denk düşen ulusüstü
bir devletin oluşumunu varsayarken, diğer uçta, sınırsız bir dünyada merkezsiz bir güç
anlayışını benimseyenleri görüyoruz (Hardt ve Negri’ye göre “İmparatorluğun temel
ilkesi”, “iktidarının fiili ya da tespit edilebilir bir yere ya da merkeze sahip olmamasıdır”
ve bu da onları, “bugün ABD, aslında hiçbir ulus devlet emperyalist projenin merkezini
oluşturamaz” görüşünde ısrar etmeye götürüyor).1 Devletlerin, küreselleşmenin pasif
kurbanları olmak yerine nereye kadar bunun yaratıcısı oldukları ve uluslararası mülkiyet
haklarının yasallaşmasını sağlamak için sermaye kontrollerini kaldırarak ve “serbest ticaret”
anlaşmalarını uygulamaya sokarak ne ölçüde küreselleşmeyi güçlendirdiği konusunda genel
bir azımsama söz konusu. Bunun sonucu olarak da, sermayenin küreselleşmenin içindeki
pek çok devlete olan bağımlılığı yeterince anlaşılmamakla kalmıyor, aynı zamanda küresel
kapitalizmin oluşumunda Amerikan devletinin rolü de önemsizleştirilmiş oluyor.
conatus
108
Bugün küreselleşmeyi ve emperyalizmi anlamayı
sağlayacak uygun bir kavramsal çerçeve oturtabilmek
için, kapitalist devletleri üç boyut üzerinden
teorileştirmekle başlamamız gerekiyor. İlk boyut,
devletlerin birikimle olan ilişkisini içerir. Kapitalizmde
siyasalın ekonomik olandan ayrılığı, devletlerin üretimin
örgütlenmesinde, artı değere el konulmasında ve yatırım
işlevlerinde doğrudan yer almasından uzak durmasını
içerir. Ancak aynı zamanda, yukarıda sayılanların
tümünün içinde işlediği rekabet, meta ve kredi ilişkileri
için gerekli hukuki, düzenleyici, kurumsal çerçeve
ve alt yapının tesisine ek olarak, devletler emeksermaye ilişkilerinin denetiminde, makroekonominin
yönetiminde doğrudan yer alır ve son kredi mercii
olarak işlev görür. Devletler bunları yapmadığı sürece
kapitalizm var olamaz; devletler, kendi vergi kaynakları
ve meşruiyetlerinin maddi temelleri açısından özel
birikime olan bağımlılıkları yüzünden bunları yapmak
zorunda kalır. Kapitalist devletlerin birikimle ilişkili
olarak oynadıkları rolün sadece birikim sürecinden
kaynaklanan taleplere ve çelişkilere tepkisel bir yanıt
olmadığını vurgulamak önemlidir. Kapitalist devletler,
kapitalist birikimi geliştirme ve yönetebilme konusunda
inisiyatif alma kapasitelerini, gelecekteki sorunları
öngörmek ve sınırlamak için gerekli bir kurumsal
öğrenme ve uzmanlık geliştirme süreci yoluyla geliştirir.
Kapitalist devletlerin “göreli özerkliği”ni bu açılardan
değerlendirmeliyiz. Söz konusu olan, devletlerin
kapitalist ekonomiden ya da kapitalist sınıflardan
özerkliğinden ziyade, kapitalist devletlerin bir bütün
olarak sistem adına davranabilmek için belli kapasiteler
geliştirmeleri ve aynı zamanda da kendi meşruiyetleri ve
yeniden üretimleri açısından bütünsel birikim sürecine
bağımlılıklarının bu kapasiteleri sınırlandırmasıdır
(görelileştirmesidir). Ancak her zaman
sorunsallaştırılması ve tarihsel materyalist araştırmanın
konusu haline getirilmesi gereken şey, belli devletlerin
geliştirmiş oldukları kapasitelerin gerçek dizisinin ne
olduğu ve bunun nasıl ve ne zaman gerçekleştiğidir. Bu
olmadan, kapitalist krizlere dair geliştirilen analizler tek
yönlü kalacak ve buna dayandırılan öngörüler de aldatıcı
olacaktır.
Kapitalist devletin ikinci boyutuna, yani politik yönetim
biçimine değinmeden böylesi bir araştırma mümkün
olamayacaktır. Burada kapitalizmde devletlerin
conatus
toplumdan ayrılması, politik yönetimin sınıf yapısından
anayasal olarak uzaklaşması sonucunu verir. Bu ayrım,
aynı zamanda sınıf çıkarlarının örgütlenmesine,
karşıt sınıflar ve devlet karşısında ifade ve temsil
edilebilmelerine olanak tanır. Mülk sahiplerine liberal
bir politik çerçeve sağlayan hukukun üstünlüğünün
gelişimi bunun çok önemli bir parçasıdır; ancak liberal
hakları evrenselleştirme yönünde demokratik talepler
ortaya çıktıkça, liberal demokrasi sonunda kapitalist
devletin model biçimi haline gelmiştir. Her zaman
sorunsallaştırılması gereken şey, sınıfsal güç dengesi ve
toplumsal aktörler ve devlet aktörleri arasındaki ilişkiler
ışığında devletin özerkliğinin ne kadar göreli olduğu,
bunun devletin meşruiyeti ile nasıl ilgili olduğu ve devlet
kurumlarının kapasitelerini birikimle ilgili olarak nasıl
şekillendirdiği sorularıdır.
Birinci ve ikinci boyut tartışmasında zımni olarak
bulunan üçüncü boyut ise, kapitalist devletin toprağa
dayalı ulusal biçimidir. Kapitalizm, belli bölgesel
alanlardaki ekonomik bağlantıların derinleşmesi
yoluyla gelişmiştir ve aslında kapitalizmin gelişimi,
çeşitli devletlerin sınırlarını kurduğu ve bunların içinde
modern ulusal kimliklerini tanımladıkları süreçten
ayrılamaz. Hatta yoğun ulusal bağlar olmasaydı,
uluslararası bağlar da asla olmazdı. Birikimin
uluslararası alanı ile devletlerin ulusal alanı arasında
çözülemez bir çelişki olduğunu varsaymamalıyız.
Devletler, uluslararası ekonomik sahnede daima aktif rol
almışlardır. Sorunsallaştırılması gereken şey, devletlerin
yaptıklarının değer yasasının ve hukukun üstünlüğünün
uluslararası düzeyde genişlemesiyle ve dahası diğer
devletlerin yaptıklarıyla karşılıklı olarak tutarlı olup
olmadığıdır. Bu bakış açısı, kapitalist devletlerin ulusal/
toprağa dayalı biçimiyle uluslararası kapitalist birikim
arasındaki gerilimleri ve sinerjileri incelemeye olanak
verir. Bunlar, devletler arasındaki ideolojik, politik ve
ekonomik ilişkilerden bağımsız olarak araştırılamaz.
Kapitalizm ve emperyalizm arasındaki ilişkinin
analize girmesi gereken yer burasıdır. Geniş topraklar
ve insanlar üzerindeki emperyal politik egemenliğin
uzun tarihi, kapitalizm altında ekonomik olanın
siyasaldan ayrılmasıyla birlikte yeni bir biçim alır.
Bu yeni emperyalizm, kapitalizmin içsel genişleme
eğilimine indirgenemez (eşitsiz gelişim yoluyla olsa
dahi). Emperyalizmi topraklar ve insanlar üzerinde
109
genişleyen politik egemenlik olarak gören bakışa bağlı
kalırsak, kapitalist emperyalizm tanımı, kapitalist
devletlerin değer yasasının ve kapitalist toplumsal
ilişkilerin uzamsal yayılımında oynadıkları özgün role
işaret eder. Bu elbette, öncelikle toprakların genişlemesi
ve sömürgecilik yoluyla gerçekleşti; ancak kapitalizm
öncesi toplumsal güçler de burada önemli bir rol
oynadı ve buna formel emperyal egemenliğe içsel
dışlamalar eşlik etti. Tarihsel materyalist araştırmaya
konu edilmesi gereken şey, liberal demokratik biçimleri
içinde ulusal/toprağa dayalı kapitalist devletlerin
sonunda nasıl evrenselleştiği (ve 20. yüzyılın ortaları
itibariyle uluslararası kurumlara ve uluslararası
hukuka nasıl içerildiği) dahil olmak üzere, ekonomik
olanın siyasaldan ayrılığının uluslararası düzeye nasıl
genişletildiğidir. Ve şimdi iddia edeceğimiz üzere, bu
süreç, belli kapitalist devletlerin (ulusal burjuvazilerin
uluslararası kapitalist birikim için gerekli politik ve
hukuki koşulları yaratmasıyla eş zamanlı olarak)
kapitalizmin uluslararası düzeyde genişlemesini
ve yeniden üretimini sağlayacak politik ve hukuki
koşulların yaratılması süreci içinde –burada da göreli
özerklik işler– sorumluluk aldığı yeni bir tür enformel
emperyalizmin gelişimi altında gerçekleşmiştir. Küresel
kapitalizmin oluşumunda bu süreç temel bir öneme
sahipti. Şimdi bunun tarihine dönelim.
II
Avrupa’nın mutlakiyetçi devletlerinden doğan
merkantilist imparatorluklar, kapitalizmin doğuşunda
mevcuttu. “Kapitalizmin mantığının yönlendirdiği
bir emperyalizm biçimini ilk yaratan devletin sadece
İngiltere olduğu” söylendiğinde bu, “sadece değişimden
değil rekabetçi üretim içinde değer yaratımından
–kapitalist mülkiyet ilişkilerinin sömürgelere ihracı
dahil olmak üzere– doğan kâr güdüsünü izleyen
kapitalist ilkeler üzerine oturan bir imparatorluk
anlayışı”nı dile getirir.2 Ancak başka bir şeyi daha
vurgulamak gerekiyor. İngiliz devleti, sömürgeci
imparatorluğunu 19. yüzyıl boyunca yaymakla birlikte,
İngiliz imparatorluğunun yayılma alanı dışında kalan
bölgelerde yabancı yatırımı, ikili ticareti ve “dostluk”
anlaşmalarını destekleyebilmesini sağlayan yeni bir tür
“enformel emperyalizm”e de öncülük etti ve hatta diğer
sermayelerin bu piyasalara girişinin önünü açmak için
Emperyalizme ve onun sterilize edilmiş
kuzeni küreselleşmeyle olan ilişkisine dair
geliştirilen çağdaş Marksist analizler, devletleri
küresel kapitalizmin oluşumuyla ilişkili olarak
teorileştirmekte eksik kalmıştır
de hazırda bekledi. Bunun yanı sıra İngiliz devleti, değer
yasasının uluslararası düzeyde işleyebilmesi için gerekli
temel koşulların yaygınlaşmasında –serbest ticaret
politikasından altın standardına– öncü bir rol oynadı.
Toprağa dayalı, kapitalizm öncesi emperyalizmlerden
modern kapitalist emperyalizme çığır açıcı geçişin
tohumları burada atılır.
Böylelikle, “kapitalizmin zorunlulukları ile toprağa
dayalı emperyalizmin gerektirdikleri arasındaki
sürekli gerilim, İngiliz imparatorluğunu sonuna kadar
şekillendirmeye devam etti.”3 Açık piyasalar, İngiltere’nin
sömürgeleriyle olan ilişkisini nitelemekten epey uzaktı
ve daha önemlisi, serbest ticareti genelleştirmek ve
sürdürmekte zorlanılıyordu; bunun bir nedeni, diğer
devletlerin hem kendi piyasalarını koruyarak hem
de kendi sömürgelerini kurarak İngiliz kapitalizmine
yetişmeye çalışmaları ve aynı zamanda da İngiliz
devletinin, hakimiyetine yönelik meydan okumaları
içerme ya da engelleme kapasitesini uzun süredir
yitirmiş olmasıydı. Başka bir deyişle, ekonomik olanın
siyasaldan ayrılığının uluslararası düzeyde alacağı
biçim, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarındaki
büyük kapitalist küreselleşme dalgası sırasında henüz
tamamlanmamıştı. Kapitalist devletler, sınırlarının
ötesindeki birikim ve politik egemenlik süreçleri
karşısında bağımsız tutumlar geliştirdiler (örneğin,
rakipler karşısında piyasaları gümrüklerle, ticaret yolları
üzerindeki denetimle, askeri müdahalelerle ve özellikle
de emperyal dışlama yoluyla sınırlandırarak ulusal
conatus
110
üstünlüklerini korumaya çalışmak gibi). Sömürgeciliğin
genişlemesi, politik egemenlik biçimi olarak liberalizme
ve demokrasiye karşı direnişler ve her bir devletin
birikime ilişkin bağımsız tutumu kapitalist devletin üç
boyutu açısından da ciddi çelişkilere neden oldu. Sonuç
emperyalistler arası rekabet oldu.
O zamanki Marksist emperyalizm kuramları, bu
çelişkileri çözümsüz çelişkiler olarak gördüler.
Emperyalizm kavramını, kapitalizmin, içeride (finans
kapital yoluyla) ve dışarıda (emperyalistler arası rekabet
yoluyla) rekabetin politikleşmesiyle birlikte aşırı birikim
olgusuyla ayırt edilen bir aşamasını nitelendirmek
için kullandılar. Emperyalizmi kapitalizmin bir
aşaması olarak tanımlamaları, genel ve tarih üstü bir
emperyalizm teorisinin tehlikelerinden kaçınmalarına
olanak verdi. Ancak paradoksal biçimde, emperyalizm
konjonktürel olarak anlaşıldığında (emperyalistler arası
rekabet), tarihsellik geleceğin asla kaçınamayacağı teorik
bir fundamentalizme (kapitalizmin “en yüksek” aşaması)
kapatılmış oldu. Bu teorisyenlerin geleceği önceden
görebilmelerini beklemek haksızlık olacaktır. Ancak
daha az katı ve devleti kavramlaştırmak konusunda
daha yeterli bir formülasyon, başka olanaklara kapı
açabilirdi.4 Lenin, özellikle de Kautsky ile tartışmasında
kapıyı kapattı ve gelecek Marksist nesiller de kapıyı
tekrar açmakta çok yavaş kaldı. Kautsky, en azından
başka sonuçlar olabileceği sorusunu gündeme getirirken
kafasındaki şey, yalnızca “genel çıkarları”na uygun olarak
davranan kapitalist devletlerin diplomasisiyle sınırlıydı
ve Lenin bu anlayışı –belli bir haklılık payıyla– özsel
değil spekülatif buluyordu. Üstelik o zamanki bütün
emperyalizm teorisyenleri (Schumpeter ve Buharin
dahil) daha tarihsel bakabilseydi ve –serbest ticaret
ve emperyalizm arasında yanlış bir ikilik üzerinden
tanımlamak yerine– İngiliz imparatorluğunun enformel
“serbest ticaret emperyalizmi”ni araştırmış olsaydı, daha
umut vaat eden teorik bir miras devralmış olabilirdik.
İkinci Dünya Savaşı süresince ve sonrasında Amerikan
devleti, serbest dünya ticaretinin ve pürüzsüz bir
sermaye birikiminin yaratılması yoluyla uluslararası
kapitalist düzenin parçalanmışlığının üstesinden
gelmenin sorumluluğunu aldı. Ancak amaç her ne
kadar ekonomik idiyse de, aktif güç politikti. Küresel
kapitalizmin oluşumu, Amerikan devletinin etkililiği
ve kapitalist devletlerin ulusal ve uluslararası boyutları
conatus
arasındaki gerilimleri hafifletme kapasitesinin gelişimi
söz konusu olmasaydı mümkün olamazdı. Bu iddialı
tarihsel projenin, yeni bir gücün yükselişi ya da basitçe
Amerikan sermayesinin uluslararası yayılımının
ötesinde algılanabilmesi çok önemlidir. Bu sırada çok
daha ayırt edici bir şey ortaya çıkmaktaydı: Amerikan
devleti, devletlerin ve aralarındaki ilişkilerin yeniden
yapılanması yoluyla değer yasasının evrenselleştirilmesi
yönündeki itkiyi gözetmekle gerçekten küresel bir
kapitalizmin oluşumunda kendini bilen bir özne olarak
hareket ediyordu.
Amerikan imparatorluğu yoktan var olmadı.
Batı yarımküresinde bunun kökleri, Jefferson’ın
“yaygın imparatorluk ve öz yönetim” dediği
yoldan, cumhuriyetin kuruluşu ve bölgesel olarak
genişlemesine kadar gider.5 İmparatorluk, içte Monroe
doktrini ile birlikte dinamik bir kapitalist gelişmenin
eklemlenmesi yoluyla, 19. yüzyıl boyunca gelişti. Birinci
Dünya Savaşı’nın sonunda Woodrow Wilson’ın bu
yarımküredeki (büyük oranda) enformel emperyalizmi
küresel düzeyde yayma emellerine rağmen, Amerikan
devletinin emperyal etki alanını küreselleştirmeye
yetecek bir kapasiteye erişmesi ancak Büyük Bunalım,
New Deal ve İkinci Dünya Savaşı gibi zorlu deneyimlerle
mümkün oldu. Amerikan devletinin İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra yaptığı gibi, potansiyel ekonomik
rakiplerini yeniden dirilmeleri için (düşük faizli borçlar,
doğrudan yardımlar, teknolojik yardım, elverişli ticaret
koşulları ve ortak bir uluslararası istikrarın yaratılması
yoluyla) desteklemeye girişen böyle büyük bir gücün
tarihte bir örneği daha yoktur. Bu durum, emperyalizme
dair eski Marksist kuramlaştırmanın görüş alanının
tamamen dışındaydı.6
Bunu anlamak için gerekli olan şey, devletin
uluslararasılaşmasını değerlendirebilmekti. Bu,
kapitalist devletlerin uluslararası kapitalist düzenin
yönetimine katkıda bulunabilmek için içteki kapitalist
düzenin yönetimini koordine etme sorumluluğunu
üstlenmelerini gerektiriyordu. Hakim olduğu yeni
uluslararası finans kurumları yoluyla dolaysız ya da
dolaylı olarak bu koordinasyonu himaye eden Amerikan
devleti açısından, bunun çok özgün bir anlamı vardı:
Amerika’nın ulusal çıkarı, böylelikle küresel kapitalizmin
yeniden üretimi ve yaygınlaşması açısından tanımlanır
hale gelmişti. Bu devlet hâlâ Amerika’daki toplumsal
111
oluşuma özgü toplumsal güçlerin bir dizilişini
temsil ettiği oranda, bu durumun ürettiği gerilimler
Amerikan kapitalist sınıfın hakim kesimlerinin giderek
küreselleşen birikim stratejileri yoluyla hafifletiliyordu.
Küresel kapitalizm içinde Amerikan devletinin yeni rolü,
1950’de Ulusal Güvenlik Konseyi’nin gizli belgesinde
(NSC-68) Amerikan sisteminin ayakta kalabileceği ve
gelişebileceği bir dünya ortamının kurulması açısından
açıkça ifade edilmişti. “...Sovyetler Birliği olmasaydı da
aynı sorunla karşı karşıya kalırdık...uluslar arasında
bir düzenin olmayışı giderek daha dayanılmaz hale
geliyor.”7 Elli yıl sonra, Başkan George W. Bush’un
2001 Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni (bu metin, Sovyetler
Birliği’nin çöküşünün ardından emperyal devletçiliği
Amerikan politikalarının rehber ilkesi haline getirmek
amacıyla 1990’larda Yeni Bir Amerikan Yüzyılı Projesi’ni
kuran Cumhuriyetçi entelektüeller tarafından yazıldı)
açıklarken kullandığı sözler bunlardan çok farklı değildi;
ancak artık herkesin duyabilmesine açıktı.8
Amerikan devletinin bu adı konmamış yeni
emperyalizminin bu kadar uygun düşmesi, elbette
dünyadaki hakim kapitalist ekonomideki birikimle olan
ilişkisiyle ilgiliydi. Ancak bu aynı zamanda içteki siyasal
yönetim biçiminin Amerikan devletine dünya çapında
kazandırdığı meşruiyetle de ilişkiliydi. Kapitalizmin
yeniden üretimi ve 20. yüzyılın ikinci yarısındaki
nihai “küreselleşmesi”, Amerikan devletinin “uluslar
arasındaki düzeni” denetleme rolünün meşruiyetinin
genişlemesine dayanıyordu. Liberal demokratik fikirler
ve kurumlar, Amerika’nın askeri müdahalelerinin bile
insan hakları, demokrasi ve özgürlükle ilgili olduğu
iddialarına itibar kazandırıyordu. İdari, hukuki ve
anayasal biçimlerinin ve özellikle de kültürel, politik ve
hukuki niteliklerinin cumhuriyetin ötesinde yeniden
üretilebilmesi taklitçileri cesaretlendirirken, dünya
devletlerini ABD’nin hayalinde olduğu gibi yeniden
yaratma yönündeki hevesleri besledi.
III
Yeni enformel Amerikan imparatorluğunun liberal
demokratik meşruluğu, Marksistler arasında dahil,
emperyalizmden ziyade hegemonya teriminin yaygın
olarak kullanılmasına yol açtı. Ancak İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonraki Amerikan gücünün doğasının
ölçüsünün sadece hegemonya kavramıyla anlaşılıp
Diğer devletler liberal demokratik devlet
biçimini aldıkça ve Amerikan devleti küresel
kapitalizmi bu devlet yoluyla gözetim altına
aldıkça, kendine özgü bir emperyal politik
yönetim biçimi ortaya çıkıyor
anlaşılamayacağı şüphelidir. Tıpkı Gramsci’nin
hegemonya kavramını kullanışının, yönetici sınıf
kavramını yerinden etmeyip belli yönetici sınıflar
açısından belirli ancak değişken bir yönetsel niteliğe
gönderme yapması gibi, hegemonya kavramının da
imparatorluk kavramını yerinden etmemesi gerekir. Bu
kavramsal yer değiştirme, bazen Amerika’nın yapısal
gücünün ölçeğinin, kapsamının, alanının ve de emperyal
statüsünü yeniden üretme kapasitesinin azımsanmasına
götürür. Bu özellikle de, diğer gelişmiş devletlerle
arasındaki ekonomik fark kapanmaya ve Amerikan
liderliğine dair ideolojik rahatsızlıklar ifade edilmeye
başlandığında, Amerikan hegemonyasının çöküşüne
dair sonuçlar çıkarmakta fazlasıyla aceleci davranma
eğiliminde görülebilir.
Bu eğilim 1960’larda oldukça yaygındı. Avrupa’nın ve
Japonya’nın ekonomik iyileşmesi, pek çok kişiyi geçen
yirmi yılın, yeni bir Amerikan dünya düzeninin temelini
oluşturmaktan ziyade savaş sonrası dönemin özgün
koşulları içinde geçici bir düzenleme olduğunu öne
sürmeye götürdü. Daha önceleri, savaş sonrası dönemin
hemen başında “davet üzerine gelen imparatorluk”tan
bahsetmeye hazır olanlar, 1970’lerde ABD’ye
imparatorluk denemeyeceğine ikna olmuşlardı.9 Ancak
Avrupa ve Japonya, ABD’yle aralarındaki ekonomik
farkı kapatırlarken Amerikan imparatorluğuyla daha sıkı
conatus
112
biçimde iç içe geçmiş, bütünleşmiş ve ona bağımlı hale
gelmişlerdi. Burada önemli olan, uluslararası sermaye
akışlarının doğasındaki değişimdi. İngiliz imparatorluğu
zamanında sermaye akışları hakim biçimde portföy
yatırımları (örneğin, hükümetlere alt yapı yatırımları
için borç vermek) şeklini alırken, artık hakim sermaye
akışı (temel olarak ABD’den gelen) doğrudan yabancı
yatırımlarla gerçekleşir hale geldi. Bu yatırımlar, aynı
zamanda çeşitli sınırlar arası entegre üretim ağlarının
kuruluşuyla ayırt ediliyordu.
Bu iç içe geçiş/bütünleşme, Amerikan sermayesinin artık
diğer toplumsal oluşumlar içinde maddi bir toplumsal
güç olarak var olduğu anlamına geliyordu. Bunun,
toplumsal ilişkiler üzerinde finans akışları üzerinde
olduğundan çok daha derin bir etkisi vardı; çünkü
mülkiyet hakları ve çalışma ilişkilerine etki ediyor ve
yerli bankalar, sunucular ve alıcılarla doğrudan ilişkileri
içeriyordu. Üstelik entegre üretimi sağlayabilmek
için serbest ticaret ihtiyacını güçlendirerek geç 19.
yüzyıldaki gibi korumacı istekleri de sınırlıyordu.
Dolayısıyla, eldeki seçenekler dizisini ister istemez
şekillendiren savaş sonrası politik ve askeri ilişkilerin
ötesinde, doğrudan Amerikan yatırımlarının bu etkisi;
Amerikan yatırım şirketlerinin girişimleri, Amerikan
danışmanlık şirketlerinin arayışları, Amerikan
iş okullarının gayretleri, hukuk ve muhasebede
Amerikan standartlarının yaygınlaşmasını beraberinde
getirmesiyle birlikte daha da güçlendi. Tüm bunlarla
birlikte iç sınıf güçlerinin ve ulus devletlerin yeni
yönelimleri ve yeniden yapılanması, sadece Sovyet ve
Çin “yayılmacılığı”ndan korunmak için değil, üçüncü
dünyadaki yatırımlarının güvenliği için de ABD’ye
bağımlı hale gelmeleriyle daha da hızlandı.
ABD ve diğer gelişmiş kapitalist devletler arasında,
savaş sonrası büyüme döneminin sonunda uluslararası
rekabetin yeniden canlandığı bir bağlamda ortaya
çıkan gerilimler, Amerikan hakimiyetine karşı
çıkmaktan ziyade savaş sonrası düzenlemelerin
şartları ve mekanizmalarının yeniden müzakeresi
ekseninde yaşanıyordu. Üstelik 1970’lerdeki ekonomik
krizin çözülüşü, Amerikan devletinin 1970’lerin
sonunda ve ilerleyen yıllarda, kendi emperyal rolünün
maddi temelini neoliberalizm aracılığıyla yeniden
kurabilmek için attığı ciddi adımlarla mümkün
olmuştu. Neoliberalizmin mekanizmaları (enflasyonist
conatus
olmayan bir disiplin, piyasaların serbestleşmesi ve
genişlemesi) ekonomik olabilir; ancak neoliberalizm
temel olarak sınıflar arası güç dengesini değiştirmenin
politik bir stratejisiydi. Tabi sınıfların daha önceden
başarmış olduğu ve 1960’lardaki yeni demokratik
baskılar sayesinde daha da hızlanan reformlar,
1970’lerin kriz ortamında artık birikimin önünde engel
olarak görülüyordu. Neoliberalizm, sadece önceki
kazanımların tersine çevrilmesini değil, bunların
kurumsal temellerinin zayıflatılmasını içeriyordu ve bu
da, ABD’deki devlet organlarının hiyerarşisinde, içte
New Deal kurumları ve dışarıda Dışişleri Bakanlığı’nın
aleyhine Hazine ve Merkez Bankası’na öncelik veren bir
değişimle birlikte gelişmişti.
Elbette ABD neoliberal politikalar getiren tek ülke
değildi; ancak Amerikan devleti kendini bu yöne
evrilttiğinde yeni bir statüye sahip oldu. Kapitalizm
artık, a) Amerikan egemenliği için üretken tabanın
yeniden canlandırılması, b) diğer gelişmiş ülkelerde kâr
koşullarını yeniden oluşturabilecek yeniden üretilebilir
bir model, c) küresel kapitalizmi bütünleştirebilmek için
113
hukuksal ve aynı zamanda ekonomik koşullar vaat eden
ve aktaran “yeni bir toplumsal yönetim biçimi” altında
işliyordu.10 Bu, hem uluslararası ekonomik anlaşmaların
serbest sermaye akışını, yabancı ve yerli sermayeye aynı
şekilde muamele edilmesini gerektirmesiyle birlikte
“disiplinci neoliberalizmin anayasalaşmasını” hem de
iş dünyasındaki Amerikan hukuku uygulamalarının
dünya çapında yayılmasıyla birlikte “ticaret hukukunun
Amerikanlaşması”nı içeriyordu.11
Amerikan imparatorluğunun neoliberal yeniden
kuruluşunun 1990’larda iyice sağlamlaşmasıyla birlikte,
savaş sonrası dönemin sadece emperyalistler arası
rekabetin iki evresi arasındaki geçici bir ara olmadığı
açık hale geldi. Amerikan askeriyesi, hâlâ diğer bütün
devletlerden daha genişti ve Sovyetler Birliği’nin
çöküşünden sonra bile, diğer askeri güçler bilgi akışı,
teknolojik anlaşmalar ve stratejik koordinasyonun
kaçınılmazlığından dolayı ABD’yle daha sıkı bütünleşti
ve ona daha bağımlı hale geldi. Amerikan sanayi ve
finans sermayesi Avrupa ve Asya’ya daha da çok nüfuz
ederken, Avrupa ve Japon sermayeleri ABD’ye giderek
daha fazla yatırım yaptı ve neoliberalizmin içeride ve
dışarıda tanımladığı rekabet alanını büyük oranda
benimsedi. ABD’nin ekonomik büyümesi, Avrupa
ve Japonya’nınkini aşmakla kalmadı; bunun yanı
sıra, ABD’deki doğrudan yatırımlar ve aynı zamanda
ABD’yle ticaret yoluyla beslenen Amerikan piyasalarına
bağımlılık, Avrupa ve Asya’daki üretim ve tüketim
kalıplarının yönelimini daha da şekillendirmiş oldu.
Kapitalistler arasında ilişkilerin derinleşmesi, daha
derin yeni etkilere yol açtı (örneğin, ABD otomobil
endüstrisindeki Japon ve Alman yatırımları ve içte ne
kadar zayıf olursa olsun, General Motors’un Chaebols’un
yapamadığını yaparak Güney Kore otomobil
endüstrisini yeniden yapılandırması).
Bu bütünleşme bağlamında, ABD Merkez Bankası,
Economist’in yakın zamanda dikkat çektiği üzere,
“aslında likidite sağlama ve küresel faiz oranlarındaki
değişikliklerin tabanını belirlemedeki rolü açısından
dünyanın merkez bankası” olarak ortaya çıktı.12 Bu
gelişimin koşullarının temelleri, Bretton Woods dönemi
boyunca uluslararası finansın büyümesi içinde atılmıştı,
özellikle de Wall Street yatırım şirketlerinin Londra’daki
yeni euro-dolar piyasasına hakim olmaya başlamasıyla
birlikte. 1970’lerin ortalarında New York’ta meydana
gelen ilk finansal deregülasyon “patlaması”, bu gelişim
temelinde gerçekleşmiş ve neoliberal dönemi başlatan
Volcker Şoku’ndan sonra, hem iç hem uluslararası
finans piyasalarının patlamasına yol açmıştı. 1970’lerin
sonunda, Wall Street’in ABD’den dışarıya sermaye
akışlarını yönlendirdiğini hatırlamak gerekiyor.
Kapitalist (Amerikan kapitalizmini güçlendirdiği
oranda finansı temsil etmesi anlamında) ve emperyal
(küresel sorumlulukları içinde finansı düzenlemeye
dayanan) bir devlet olarak Amerikan devletinin tepkisi,
Amerikan ekonomisinde imalat sektörünün ciddi
bir şekilde yeniden yapılandırılmasına yol açtı. Wall
Street’in giderek derinleşen finans piyasalarıyla birlikte
bu, dünyadaki tasarrufların ABD’ye akmasını getirirken
Amerikan yatırım bankalarının artan uluslararası
rolü, Asya ve aynı zamanda da Avrupa’da şirket
evliliklerine aracılık etti; endüstriyel ve finansal yeniden
yapılanmalarının doğası üzerinde daha da etkili oldu.
Wall Street ve Amerikan devletinin karşılıklı olarak iç içe
geçmesi imparatorluğu güçlendirdi.13
Amerikan imparatorluğunun özgün kapitalist doğası,
kapitalist devletin daha önce tartışılan üç boyutunun
uluslararası yayılımında ifade bulur. Ekonomik ve
politik olan arasındaki içteki ayrım uluslararası alana
taşındıkça, “enformel” bir imparatorluktan bahsetmek
mümkün hale geliyor. Diğer devletler liberal demokratik
devlet biçimini aldıkça ve Amerikan devleti küresel
kapitalizmi bu devlet yoluyla gözetim altına aldıkça,
kendine özgü bir emperyal politik yönetim biçimi
ortaya çıkıyor. Ve her devlet küresel birikim adına
sorumluluğunu kabul ettikçe, ulus devletlerin toprak
temeli küresel kapitalizmin toprak-aşırı oluşumu içinde
eritiliyor. Tartışma şöyle özetlenebilir:
i) Amerikan imparatorluğunun savaş sonrası ortaya
çıkışı, uluslararası kapitalizmin önceki parçalanmışlığı
yerine, sınırsız birikime dayalı içermeci liberal bir
dünya hedefine yönelik politik bir projeyi temsil eder.
Tamamen küresel bir kapitalizmin oluşumuna yönelen
ilk imparatorluk buydu. Yeni uluslararası kurumların
yaratılışı, prototip bir uluslararası devletin ortaya
çıkışının ifadesi değildi; bu kurumlar, ulus devletler
tarafından kurulmuş ve yeni Amerikan imparatorluğuna
içerilmişti.
ii) Keynesçi toplumsal yönetim biçimi ve 1945’lerde
benimsenen uluslararası ekonomik yönetim 1970’lerde
conatus
114
krize girdi; ancak enformel Amerikan imparatorluğuna
diğer ileri kapitalist ülkelerden herhangi bir ciddi
itiraz gelmedi. Amerikan devletindeki neoliberal
dönüşüm ve bunun sonradan evrenselleşmesi, dünya
devletlerinin ekonomik rekabet edebilirliğe, sermayenin
serbest dolaşımına ve kapitalist toplumsal ilişkilerin
derinleşmesine daha iyi uyum sağlayabilmek için
yeniden yapılanmasını gerektirdi. Hem finans piyasaları
hem de uluslararası finans kurumları, bu süreçlerin
kolaylaştırılmasında ve Amerikan emperyal gücünün
pekiştirilmesinde önemli bir rol oynadı.
iii) Küresel imparatorluğun tepesindeki Amerikan
devleti, Amerikan sermayesinin özgül çıkarlarının
temsilcisi olmasının ötesinde küresel kapitalizmin
oluşumu ve yönetiminin sorumluluğunu üstlenmiştir.
Bunu yapabilmesi de, sadece Amerikan devletinin
içsel kapasitelerinin bir sonucu değildir. Çokuluslu
Amerikan şirketleri, Amerikan devletinin kapasitelerini
güçlendiriyor ve aslında Amerikan emperyal gücü onlar
aracılığıyla nüfuz ediyor. Aynı zamanda sermayenin
uluslararası düzeyde iç içe geçişi, ulusal burjuvazilerin
özerkliğinin altını oyarken onları enformel Amerikan
imparatorluğuna meydan okuyan stratejilerin düşmanı
haline getiriyor.
iv) Diğer egemen devletler aracılığıyla yürüyen
Amerikan emperyal yönetim biçimi, bu devletlerin
seçeneklerinin de yapılanmasını beraberinde getiriyor;
öyle ki bu devletler yeniden üretimlerini, küresel
sermaye birikiminin ve “uluslararası düzen”in devamı
için gerekli koşulların yeniden üretimine katkıda
bulunma sorumluluğunu üstlenmekle özdeşleştiriyor.
Yeni emperyalizm içinde en yoğun kurumsal ve
ekonomik bağlar (daha önce en yoğun ilişkileri kendi
sömürgeleri olan eski emperyal devletler de dahil
olmak üzere) gelişmiş kapitalist ülkeler arasında
gelişmiştir. Bu devletler, üçüncü dünya bağımlılığının
yeniden üretiminden yararlanmaya devam etmiştir;
ancak enformel Amerikan imparatorluğu içindeki
statüleri, emperyal pratiklere girişebilme konusundaki
özerkliklerini de sınırlandırmıştır.
IV
Bush’un üst düzey danışmanlarından biri, yakın
zamanda şöyle dedi: “Artık bir imparatorluğuz ve
harekete geçtiğimizde kendi gerçekliğimizi yaratıyoruz.
conatus
Ve siz bu gerçeklik üzerine çalışırken...yeni gerçeklikler
yaratmak üzere yeniden harekete geçmiş olacağız...
Bizler tarihin aktörleriyiz...ve siz, hepiniz sadece bizim
yaptıklarımız üzerine çalışmakla yetineceksiniz.”14
Böylesi bir küstahlığa karşı, tarihsel bir aktör kadar güçlü
Amerikan devletinin bile, tarihi kendi tercih edemediği
koşullar altında yarattığını kendimize hatırlatmak faydalı
olabilir. Haklı olarak, Amerikan emperyal yönetimini
bu noktaya kadar getiren koşullar yeniden mi üretiliyor,
yoksa bunların altı mı oyuluyor gibi sorular geliyor. Bu
soruların, emperyalizm kavramını güncel konjonktür
içinde kullanırken emperyalistler arası rekabetin geri
döndüğüne dikkat çeken ve aynı zamanda Amerikan
devletinin emperyal doğası gibi çöküşün eşiğindeki
Amerikan imparatorluğunun da gecikerek anlaşıldığını
öne süren Marksistlerden gelmesi hiç şaşırtıcı değil.
Daha önce öne sürdüğümüz çerçeve içinde bunu nasıl
değerlendirmeliyiz?
Herhangi bir tarihsel perspektifte, böylesi bir etkiye
sahip bir imparatorluğun gücünün sadece birkaç
on yılda tasfiye olacağı fikri en azından ihtimal dışı
görünür. Bu daima, Amerikan gücünün çöküşüne dair
1960’lar kadar erken bir tarihten itibaren geliştirilen
ve 1970’ler, 1980’ler boyunca yaygınlaşan iddiaların
miadını doldurduğu izlenimini yaratmıştır. Peki ya
bugün? İmparatorluğun maddi temelinden başlamak
gerekirse, birkaç olguya değinmek iyi olabilir:
• 1973’ten önceki yirmi “altın yılda”, Amerikan
ekonomisinin gerçek büyüme oranı (GSYİH) %3.8’di;
son yirmi yıldaki (1984-2004) büyüme oranı ise %3.4;
yani altın çağdan önceki bütün dönemlerdeki (1830’dan
1870’e, 1870’ten 1913’e, 1913’ten 1950’ye) büyüme
oranından daha yüksek bir oran.
• Savaş sonrası dönemde (1950-1973), ABD imalat
sektöründeki üretkenlik oranı ortalama olarak %2.5’ti;
1980’lerin başından itibaren bu oran (1981-2004), emek
tasarruflarındaki büyümenin ötesine geçerek %3.5’e
ulaştı.
• 1981’de, ABD araştırma ve geliştirme faaliyetleri
için neredeyse Japonya, Almanya, İngiltere, İtalya
ve Kanada’nın toplamı kadar yatırım yaptı. 2000 yılı
itibariyle, ABD harcamaları daha hızlı büyüdüğü için G7
ülkelerinin toplamından daha fazla harcaması vardı.
• ABD’nin küresel yüksek teknoloji üretimindeki payı
115
(uzay, ilaç, bilgisayarlar ve ofis makineleri, iletişim
donanımı ve bilimsel –tıbbi, duyarlı ve optik– araçlar),
1980 ile 2001 arasında göreli olarak %32’de seyrederken
Almanya’nınki yarıya (%5’e), Japonya’nınki ise üçte
birine (%13’e) inmişti. Çin ve Güney Kore ise, yaklaşık
%1’den sırasıyla neredeyse %9’a ve %7’ye yükselmişti.
• 1980’lerden bu yana, ABD’nin ihracat hacmi herhangi
bir G7 ülkesinden daha hızlı büyüdü. 1987 ve 2004
arasında, G7 ülkelerinin yıllık ortalama ihracat hacmi
%4.5’ten %5.8’e yükselirken ABD’ninki ortalama olarak
%6.8’e çıktı.
• Amerikan şirketlerinin (ticaret hesaplarına katılmayan)
yurt dışındaki satışları, 2002’de 3 trilyon dolar
değerindeydi ve ABD’den yapılan ihracat toplamının iki
katından fazlaydı.
• Vergiler düşüldükten sonraki şirket kârlarının
Amerikan GSYİH’sindeki payı, şu anda 1945’ten bu yana
en yüksek düzeye ulaşmış durumda.
Her ne kadar Amerikan imparatorluğunun çöktüğünü
öne sürenleri var olan konjonktür içinde ikna
edici olsa da, bu olgular hiçbir şeyi “kanıtlamaz”.
Ancak söz konusu olan daha önemli bir meseledir.
Ekonomik kategoriler bağlamdan bağımsız değildir.
İmparatorluğun asimetrilerinin ticaret hesapları, mali
açıklar, sermaye akışları, uluslararası borç ve paranın
değerine dair yorumlara ve değerlendirmelere bir
faktör olarak katılması gerekir. “Normal” devletler
için krizle yüklü görünen bir şey, emperyal devlet
açısından zorunlu olarak aynı sonucu içermez. Bugün
Amerikan imparatorluğunun sürdürülebilirliği
sorunu, bu dikkate alınmadan yanıtlanamaz; bu,
bugün Poulantzas’ın Amerika’nın çöküşüne dair,
kendi içlerinde düşünüldüğünde çok fazla anlam ifade
etmeyen ve sınıf mücadelesini göz ardı ettikleri oranda
kendilerinden ancak keyfi olarak anlam çıkartılabilecek
olan “ekonomik kriterle” (büyüme oranları, GSYİH
artış oranları vs.) sınırlı iddiaları reddettiği 1970’lerde
olduğundan daha da imkansızdır.
Bugün Amerikan gücünün çöküşüne işaret etmek
üzere kullanılacak temel ekonomik kriterin
değerlendirilmesinde bunun mutlaka akılda tutulması
gerekir. Amerika’nın ticaret açığı (GSYİH’nin yüzde
altısı) bugüne kadarki en yüksek düzeyinde. Ancak bu
bize, sonunda bazı düzeltmelere gidilmesi gerektiğinden
başka ne anlama geliyor? Son çeyrek yüzyıldır süren
ticaret açığı, bugün ticaret açıklarının ABD için diğer
devletlerden farklı bir anlam taşıdığını gösterir. ABD
örneğindeki sorun, yukarıdaki ihracat büyümesine
ilişkin rakamların gösterdiği üzere, rekabet gücünde
genel bir kayıp meselesi değildir. Ticaret açığı daha
ziyade, büyük bir kısmı, iş dünyasına düşük maliyetli
girdi sağlaması ve işçilere daha ucuz meta sağlayarak
emeğin yeniden üretim maliyetini düşürmesi ve öte
yandan da ücretler üzerindeki rekabetçi baskıyı daha da
yoğunlaştırması sayesinde sermayeye yarayan Amerikan
ithalatının devasa hacminin bir sonucudur.
Ticaret açığının sınırlayıcı etkisi, bu açığın faiz
oranlarında aşırı artışlar olmadan ve/veya yerel
paranın zayıflamasına izin vermeden nereye kadar
sürdürülebileceği sorunundan gelir. Şimdiye kadar
yabancı yatırımcılar ve merkez bankası üyeleri, gerekli
finansmanı sağlamaya hep hazır oldular. Bu zorunlu bir
koruma değil, yapılandırılmış bir öz çıkar sorunudur.
Özel yatırımcılar, göreli olarak hâlâ dinamik olduğu,
iyi geri dönüşler ve yüksek güvenceler sağladığı için
Amerikan ekonomisine girmeye devam ediyor. Yabancı
merkez bankaları, kendi adlarına, doların hızlı bir
şekilde düşmesi ya da artmasını engellemekte çıkarları
olduğu için, ABD Hazinesi hisselerini tutmayı istiyor.
Küresel kapitalizmin oluşumu, Amerikan
devletinin etkililiği ve kapitalist devletlerin
ulusal ve uluslararası boyutları arasındaki
gerilimleri hafifletme kapasitesinin gelişimi söz
konusu olmasaydı mümkün olamazdı
conatus
116
Bu da, kendi ekonomilerinin ABD’ye yapılan ihracatlara
bağımlılığının ve ABD yabancı yatırımlarının pek
çok yerde yol açtığı daha derin yapısal bütünleşmenin
bir yansıması. Ancak burada işleyen diğer bir
etken de, tanımlamış olduğumuz şekliyle devletin
uluslararasılaşmasıdır ve bu özellikle de bütün merkez
bankalarının, Amerikan dolarının herhangi bir şekilde
çöküşünün meydana getirebileceği küresel ekonomik
krizden kaçınmak için üstlendiği sorumluluklar
açısından görülebilir.
Amerika’nın mali açığı görünüşte ulusal bir meseleyken,
belirgin olarak uluslararası ve emperyal boyutlara
sahiptir. Finansal piyasaların Bush yönetiminin mali
disipline yeterince ilgi göstermemesine tepki göstermesi,
en azından yakın bir zamana kadar pek görülmemiştir.
Bir yönüyle bu ticaret açığıyla paraleldir ve küresel
ekonominin Amerikan ekonomisinin sağladığı itkiye
yapısal bağımlılığının ve küresel özel yatırımcıların
özellikle de vergi dostu Cumhuriyetçi bir yönetim
altındaki Amerikan ekonomisine duydukları güvenin
bir yansımasıdır. Bununla birlikte, finansal piyasaları
en çok ilgilendiren “mali disiplin”, devletlerin toplumsal
programlarını korumak ve genişletmek yönündeki
baskılara rıza gösterip göstermemeleri ile ilgilidir ve
Amerika örneğinde, özellikle bu tür baskılar zayıf
kalmış ve halihazırdaki yönetim bunlara epey direnç
göstermiştir. Dolayısıyla mali açıktaki artış (emperyal
bir zorunluluk olarak sunulan) savaş maliyetlerinin
ve (sınıflar arası güç dengesinin çarpıklığının bir
yansıması olarak) zenginler üzerindeki vergilerin çarpıcı
biçimde düşürülmesinin bir sonucu olduğu oranda,
finansal piyasalar buna müsamaha etmeye hazırdır.
Amerikan devletinin küresel tasarruflara düşük faiz
oranlarıyla ulaşabilmesinin net sonucu, imparatorluğun
maliyetlerinin küresel olarak paylaşılmasıdır.
Doğrudan yatırım akışı açısından, bazı ülkeler için
sermayenin dışa akışı ulusal ekonomilerinin temeli
açısından bir kayıp anlamına gelebilirken, dışarıdan
sermaye akışı da “egemenlik”lerine bir tehdit olarak
görülebilir. Net sermaye ihracatı düzeyi ve imalatın
yerleşimi üzerinden ölçüldüğünde, ABD bugün –üçüncü
dünya ülkelerinden hem sermaye hem de imalat
malları ithalatıyla– dünyadaki hem en az emperyal
hem de en bağımlı ülkesi gibi görünüyor. Ancak
ekonomik akışların, imparatorluğun geniş bağlamı
conatus
dışında bir anlamı yoktur. Örneğin, hem Kanada’daki
ABD yatırımları hem de ABD’deki Kanada yatırımları
Amerikan emperyalizminin ifadesidir: bir yandan
Amerika’nın Kanada’daki toplumsal ilişkilere nüfuz edişi
ve öte yandan da Kanada işverenlerinin imparatorluğun
merkezinde ve Amerikan devletinin koruması altında
olmak yönündeki kararlılığı (örneğin, mülkiyet hakları
ve çalışma ilişkileri rejiminden faydalanmak, Amerikan
piyasalarına erişim ve olası koruyucu tedbirlere karşı
güvende olmak gibi). Aynı şey, sadece ABD’deki Meksika
yatırımları için değil, İngiliz, Alman ve Japon yatırımları
için de geçerlidir.
Amerikan devleti için yurt dışındaki ABD yatırımlarının
durmak bilmez yayılışı imparatorluğun bir uzantısıdır:
Amerikan şirketleri, şu anda deniz aşırı ülkelerde
neredeyse on milyon işçi çalıştırıyor. Dışarıya sermaye
akışı, şirket bonoları gibi, içeriye kısa dönemli borç
akışları ile desteklenirken içe doğrudan yabancı
yatırım akışı Amerika’nın ulusal kapasitesi için olumlu
bir katkıdır. 1980’lerin başında neoliberalizmin
benimsenmesiyle birlikte ABD’deki yabancı yatırımların
değeri 1988’de iki katına çıkarken, 1997’de ve 2004’te de
yine ikiye katlanmıştır. Amerikan imparatorluğunun
İngiliz imparatorluğundan farkı çarpıcıdır. 1870 ve
1914 arasında İngiltere, GSYİH’nin %4’ünü dünyanın
geri kalanına ihraç ederek kendi ekonomisini üretken
yatırımdan yoksun bırakmış ve sonunda bunun bedelini
küresel üretimde gerilemesiyle ödemiştir. Öte yandan
ABD, içe çok daha büyük akışlar almakta ve bunları
sadece tüketime değil aynı zamanda yeni teknolojiler
ve geliştirilmiş olan teknolojilerin yaygınlaştırılması
dahil, iç yatırımlara yönlendirmekte. Yine dünya
tasarruflarının bu kadar büyük bir kısmını çekebilme
ve işletebilme kapasitesi, ki bu tasarrufların bazısı
dışarıda ABD yatırımı olarak geri döner, imparatorluğun
zayıflığını değil yapısal gücünü yansıtır.
Tüm bunların merkezinde Amerikan doları yer alır. Son
birkaç yılda dolara talep olsaydı, bu Amerikan devletinin
ayrıcalıklı asimetrilerinin tükenişinin habercisi
olabilirdi. Ancak finansal piyasalarda bir aksamaya
neden olmaksızın, dolarda özellikle euro karşısında
ciddi bir devalüasyonun gerçekleşmiş olması, oldukça
farklı bir şeye işaret ediyor. Bazı merkez bankalarının
rezervlerini dolardan uzaklaşarak çeşitlendirmeleri
devam etse bile, alternatif bir küresel para birimine
117
keskin bir geçiş pek mümkün görünmüyor; çünkü euro
dahil hiçbir para biriminin ne bu rolü üstlenebilecek
kapasitesi ne de niyeti var. Avrupa Merkez Bankası’nın
şu sıralar istediği en son şey –hem öncelikli nedenlerden
dolayı hem de uzun dönemli sorumluluklar açısından–
euronun dolar karşısında daha fazla değer kazanmasıdır.
Üstelik bütün merkez bankaları, doların sadece ana
küresel para rezervi olarak değil, aynı zamanda finansal
varlıkların değerinin (uzun dönemli kamu ya da özel
bonoların piyasaya sürülebilmesi için de) ana stoku,
malların ve hizmetlerin faturalanmasında ve diğer para
birimlerinin değişilmesinde temel para birimi olarak
gördüğü işlev düşünüldüğünde, dünyayı dolardan
uzaklaştırmanın doğurabileceği küresel istikrarsızlıktan
kaçınmak istiyor.
Paranın değerindeki değişimlerin, imparatorlukların
yükselişi ya da düşüşünü belirlediği ya da bunun
uygun bir ölçüsü olduğu fikri, mali bir yanılsama
biçimidir. Ancak bu tür anlayışların arkasında gizlenen,
Amerikan imparatorluğunun gücünün bütünleyici
bir parçası olarak tanımladığımız ekonominin
finansallaşması olgusunun, aslında Amerika’nın
emperyal çöküşünün bir belirtisi olduğu iddiasıdır.
Pek çok Marksist açısından, teorik tartışma genellikle,
üretken ekonomideki bir aşırı birikim krizi fikrinden
başlayıp, kârların ve tasarrufların üretken olmayan
finansal varlıklara yönelmesi fikrine doğru ilerler. Aşırı
birikimin kapitalizmin içsel bir koşulu olduğunu kabul
edebiliriz. Sermaye birimleri piyasa payı için rekabeti bu
mekanizma yoluyla sürdürür. Diğerlerinin planlarına
dair mükemmel bir bilgiye sahip olunsa da bir şirket,
diğer şirketlerin kesinti yapmak zorunda kalacağını
umut ederek, piyasanın toplam beklentisinden daha
fazla üretir. Sermayenin bir kısmı değer kaybettiği için
aşırı birikim, tekrar baş göstermek üzere, hafifletilir.
Ancak bu durum kendi içinde, 1930’larda olduğu
gibi birikimde kendi kendini güçlendiren sürekli bir
kırılma anlamında yapısal bir krize götürmez. Ve
bunun daha az ölçüde gerçekleştiği 1970’lerde kriz bu
sefer, kapitalist küreselleşmenin 1930’larda olduğu gibi
kesintiye uğramasına değil daha da ivme kazanmasına
neden oldu. Daha önce öne sürdüğümüz gibi bu daha
ziyade, hem Amerikan devletinin rolü hem de finansın
gelişimiyle ilgilidir. Üstelik 1970’lerden bu yana finans,
kârlı olmayan iş alanlarının değer kaybetmesi yönündeki
sıradan baskıları yoğunlaştırmış; birleşmelerin ve
satın almaların patlaması, sermayenin dışarı çıkabilme
kapasitesini genişletmiştir. Bu durum, insanların işsiz
kalarak gelirlerini kaybetmelerine ve birçok topluluğun
parçalanmasına neden olmuştur; ama aynı zamanda da
birikimde pekala kriz olarak değerlendirilebilecek ciddi
kesintilerden kaçınılmasına da yardım etmiştir.
ABD’nin kendi krizini küresel tasarruflar üzerindeki
ayrıcalıklı hak iddiaları yoluyla kaydırdığı yönünde
bazen öne sürülen argüman da ikna edici değildir.
ABD aslında, yüksek miktarda ithalat ve ticaret açıkları
yoluyla başka bir yerde büyümeyi teşvik etmektedir.
Avrupa ve Japonya’nın büyümesi her ne kadar geri
kalsa da, bunun nedeni küresel likidite sıkıntısı değildir.
Daha ziyade Avrupa küresel fonlara erişim konusunda
bir şekilde dezavantajlı olsa da, bunun tek anlamı işçi
sınıfı üzerindeki baskının içteki yatırımları korumak ve
yabancı yatırım çekebilmek için artırılacağıdır. Sonuçta
“ihraç” edilen, ABD’den kaydırılan bir kriz değil,
Amerika’daki emeğin zayıflığıdır.
Elbette bazıları ABD’deki finans gücünün kendisini,
yeni bir krizin kaynağı olarak görüyor: Finansın artı
üzerinde daha fazla hak talep etmesiyle birlikte, yeniden
yatırım için geriye daha az artı kalıyor. Artının sadece
dar anlamıyla üretken sektörde yaratıldığını kabul
etsek de, bu argümanla ilgili sorun, artının finans ve
sanayi arasında, daha güçlü olan finans piyasalarının
olası dinamik etkileri aleyhinde bir dağılıma aşırı
vurgu yapmasıdır. Toplam artı, finansın şirketleri
üretimi yeniden örgütlemek, sermayeyi daha az kârlı
sektörlerden diğer sektörlere kaydırmak, teknolojiyi
diğer sektörlere de yaymak ve yeni şirketlere girişim
sermayesi sağlamak için likidite yaratmak konusunda
disipline ettiği ölçüde artırılabilir. Öyleyse finansın payı
artsa da, yeniden yatırım için geriye kalan net miktar
tersi durumda olacağından daha yüksek olabilir. Bunlar,
sadece artı yaratma sürecine yapılmış “eklentiler”
değildir; Amerikan ekonomisinin son yıllarda içeride ve
dışarıdaki büyümesinin en dinamik bazı boyutlarını da
yansıtır. Üstelik finansal kurumlar, üretim sektöründeki
rekabetçi baskılar ve rekabet olanaklarına karşılık
olarak, üretim ve finans arasındaki çizgileri (silmese
bile) bulanıklaştıran bazı görevler üstlenmişlerdir.
Bu görevler, daha önce üretim sektörünün içerdiği ve
(üretim sektöründeki pek çok şirket finansal faaliyetlere
conatus
118
de girişirken) daha sonra taşerona verilen işlevleri (maaş
ödemeleri, muhasebe, planlama) kapsar. Buna, finansın
bilgisayarlaşma ve telekomünikasyon alanındaki
devrimci değişimlerin gelişimi ve yayılmasındaki rolü de
eklenmelidir.
Küresel birikimin sürekli genişlemesinin temel
koşullarından biri risk yönetimidir. Finansın rolünün
spekülatif olarak değerlendirilerek yararsız ve verimsiz
addedilişi (elbette bu büyük oranda böyledir), kapitalizm
dışı bir bakış açısından yararlı olan ile kapitalizm
içinde esas olan arasındaki ayrımın kaçırılmasına
neden olur. Finansal piyasalardaki türev devrimi,
spekülatif olanın, risk yönetimine katkıda bulunduğu
oranda zorunlu olarak verimsiz olmadığını gösterir.
Nasıl ki ulaşım üretim maliyetlerini artırdığı halde
küresel birikim için bir ön koşulsa, finansal piyasalar
da sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için
temel olan yeni riskler ve maliyetler doğurur. Küresel
birikimin ön koşullarından bir diğeri de, ABD Merkez
Bankası’nın genel küresel likiditenin sağlanmasında
oynadığı merkezi roldür. 1990’ların başından beri her
finansal sarsıntıda ve durgunluk belirtisi görüldüğünde
likidite sağlamasıyla, sadece Amerika’daki talebin
sürdürülmesini değil aynı zamanda likiditenin bütün
conatus
dünyada yüksek tutulmasını sağlamıştır. Bu da, Merkez
Bankası’nın politikalarıyla desteklenen Amerikan
piyasasına ihraç etmek amacıyla, büyük miktarlarda
Asyalı emeğin üretime sokulmasına yardımcı olmuştur.
Bu, ABD’nin son ithalatçı ve dolayısıyla da küresel bir
“makro-dengeleyici” olarak davranabilmesine ve bunun
sonucu olarak da imparatorluğun finansal yüklerinin
uluslararası olarak paylaşılmasına olanak tanımıştır.
Bu finans kapital ve bunu koruyan ve yöneten politik
kurumlar, sonuç olarak hem küresel artının artışında
hem de bu artının imparatorluğun yönetimini ve
yeniden üretimini destekleyecek şekilde dağıtılmasında
yardımcı olmuştur.
V
Neoliberal dönemde Amerikan imparatorluğunun
başarılı şekilde yeniden kuruluşu, şimdi göreceğimiz
gibi, küresel kapitalizmin ya da Amerikan gücünün
çelişkilerinin ve sınırlarının olmadığı anlamına
gelmez. Ancak bu çelişkilerin Amerikan devletinin
ve kapitalistlerin bunlarla başa çıkma kapasiteleri, bu
çelişkilerden faydalanarak bunları yeni politik açılımlara
dönüştüren karşıt güçlerin kapasiteleriyle birlikte
ele alınması gerekir. İşçileri daha çok sıkıştırmak ve
sermayeyi daha da güçlendirmek için gerekli zaman ve
politik alan düşünüldüğünde, bu çelişkilerin katlanması
olanaklı hale gelir. Sermayenin ve devletin bu çelişkileri
içerebilme becerisini sınırlandırabilecek bir işçi sınıfı
olmadığında ve krizlerin yönetiminde kapitalist devletler
arasında işbirliği devam ettiği sürece, sistem ara sıra
sendeleyecek, ama var olmaya devam edecektir.
Kısacası çelişkiler ve krizler, sınıftan ve imparatorluktan
ayrı düşünülemez. Amerika’nın ciddi ekonomik krizlere
girerek çökeceğine dair uğursuz tahminlerde bulunarak
kendimizi ve başkalarını heyecanlandırmamalıyız.
Kapitalizmi ve imparatorluğu lanetlemek için, işlerin
daha kötüye mi gitmesi gerekiyor gerçekten? İşlerin
daha da kötüye gideceği korkusunun, o kadar da kötü
olmayan bir geçmiş için duyulan umarsız özlemden
doğan bir nostaljiyi değil de siyaseti kolaylaştıracağına
mı inanıyoruz gerçekten? Var olduğu haliyle dünya
değişim diye bağırıyor ve asıl mesele, dünyayı
dönüştürene kadar var olan güçlere karşı çıkma
kapasitesini ve güvenini oluşturacak alternatif politik
kurumların yaratılıp yaratılamayacağı meselesidir.
119
Küresel bir kapitalizmi yönetmenin karmaşıklığının,
Amerikan imparatorluğunun yerel ve sektörel krizlerin
oluşmasına engel olamayacağı anlamına geldiğine
kendimiz de inanıyoruz. Bu yönetim ancak karmaşık
olabilir; çünkü bunun, neoliberal yönetim biçimine
eşlik eden finansal kırılganlığa rağmen başarılması
ve bir devletler çokluğu aracılığıyla (her bir devletin
kendi içindeki güç dengelerinin her şeyi daha da
karmaşıklaştırmasıyla birlikte) gerçekleştirilmesi
gerekiyor. Ancak geçtiğimiz çeyrek yüzyılda da olduğu
gibi, bu krizleri içerebilme kapasitesinin de tükendiğine
ikna olmuş değiliz. Çin’in Amerikan imparatorluğuna
rakip bir güç olma potansiyelini reddediyor da değiliz.
Ancak bu potansiyel ile bu potansiyelin gerçekleşmesini
(ki her şekilde bu uzun zaman alacak) birbirine
karıştırmamalıyız. Finans rezervlerinin Asya’da birikiyor
olması, kendi içinde küresel gücün merkezinde bir
kayma olduğunu göstermez: Kaynakların toplanması ile
bu kaynakların nasıl kullanılacağını şekillendirebilecek
yapısal bir güce sahip olmak farklı şeylerdir.
En önemli çelişkilerin Amerikan imparatorluğunun
politik meşruiyeti ile ilgili sorunlardan çıktığını
düşünüyoruz. Amerikan imparatorluğu, kapitalizm
içindeki belli bir çelişkiden doğmuştur: Kendi sınırları
içinde hukukun üstünlüğünün ve değer yasasının
gelişimine katkıda bulunan devletler, uluslararası
düzeyde kendi genişlemelerinin önünü kesmiştir.
Ancak devletlerin, uluslararası alanda Amerikan
imparatorluğunun himayesi altında ve dünyadaki
devletlerin uluslararasılaşması yoluyla genişlemeleri
daha da büyük bir çelişki yaratıyor: Özellikle
neoliberalizm koşullarında değer yasasının dayattığı
uluslararası disiplin, devletlerin meşrulaştırma işlevlerini
sürdürdükleri kendi sınırları içindeki alanın altını
daha da oyuyor. Birçok üçüncü dünya ülkesinde çelişki
daha da derindir: Uluslararası bütünleşme, hukukun
üstünlüğünün ve değer yasasının kendi sınırları içinde
ortaya çıkabilmesi için daima önemli bir koşul olan
ulusal birliğin gelişimine engel oluyor. Uluslararası
değer yasasının baskısı altında ulusal gelişmenin bu
şekilde engellenmesi, uluslararası finans kurumlarının,
Güney’in uluslararasılaşmış devletlerinin ve son olarak
da emperyal rolü giderek saklanamaz hale geldiği için
Amerikan imparatorluğunun kendisinin meşruiyetinin
altını oyuyor.
Neoliberalizmin yalan vaatleri daha tam ve yaygın
biçimde ortaya çıktıkça, emperyal istikrar açısından
bu durum daha da sorunsal hale geliyor. Bu
sorunun en keskin yaşandığı yer, büyümeye rağmen
neoliberal küreselleşmenin genel bir gelişme yolu
öneremediği Asya’daki üçüncü dünya ülkeleridir.
Bu, sadece uluslararası finans kurumlarının değil
aynı zamanda ABD’nin bunların üzerindeki açık
liderliğinin ve kendi hükümetlerinin bu kurumlarla
anlaşmasının meşruiyetini de ortadan kaldırıyor. Bu,
genel bir direnişin (ve birinci dünyanın dayanışmacı
desteğinin) önünü açıyor. Üstelik Amerikan devleti,
ekonomik baskılar yoluyla dize getirmekte ve yeniden
yapılandırmakta zorlandığı “şer” devletlerine askeri
güçle doğrudan müdahale etmenin cazibesine (ki bu
Komünizmin çöküşünden bu yana daha da arttı) her
kapıldığında, bu, imparatorluğun meşruiyeti sorununu
daha da büyütüyor. Bugün küresel adalet hareketinin
gündemine sadece küreselleşmeyi değil Amerikan
emperyalizmini sokan durum budur.
İmparatorluğun merkezinde yer alan ileri kapitalist
ülkeler içinde de, özellikle de neoliberal yeniden
yapılanmanın yapısal engellere (bu engeller ister Japon
bankalarının isterse Avrupa’daki emeğin direnişi
biçimini alsın) çarpıyor olmasından dolayı meşruiyet
sorunları yaşanıyor. ABD’nin kendisi açısından ise
imparatorluğun maliyeti (Amerikan dolarını elinde
tutan diğer devletler yoluyla) her ne kadar uluslararası
düzeye aktarılsa da, maliyetin bir kısmı hâlâ Amerikan
işçileri ve toplulukları üzerinde baskı yapacaktır.
Buradaki soru, sosyal güvenlik üzerine tartışmaların –
Wall Street’in açgözlülüğünün ötesinde– imparatorluğun
yüklerine kadar genişletilip genişletilmeyeceğidir.
Amerikan imparatorluğunun –“yeni gerçeklikler
yaratmak”tan gelen– kibri, ABD’nin kendi içindeki sınıf
mücadelelerine ilham verebilecek dışarıdaki direniş
potansiyelini hafife almasıyla birlikte, sadece dışarıda
aşırı yayılmasını değil aynı zamanda içeride aşırı güven
yaratabilmesini sağlayabilir.
Leo Panitch ve Sam Gindin, Towards a Theory of the
Capitalist Imperial State, Nisan 2005, marxsite.com/
Towards a Theory of the Capitalist Imperial State
1April2.pdf
conatus
120
Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları,
2001. Ulusüstü devlet argümanı için bkz. W. Robinson, A Theory of
Global Capitalism: Production, Class and State in a Transnational
World , Baltimore: Johns Hopkins University Press, 2004.
2
Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Epos Yayınları,
2006.
3
A.g.e.
4
Buharin’in analizi Lenin’inkinden daha zengindir; ancak
“ulus devletler arasındaki mücadele...”den başlamış olmasına
rağmen, devlet analizi indirgemeci ve üstünkörü kalır. Buharin,
Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Bağlam Yayınları, 2005.
5
Bkz. ‘Global Capitalism and American Empire’, Socialist Register
2004, London: Merlin, 2003, s. 10.
6
Arrighi’nin 1970’lerin sonunda işaret ettiği üzere, “klasik
emperyalizm teorileri, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana dünyatarihsel olayları, eğilimleri ve gelişim eğilimlerini yorumlamada
ilgisiz kalmaktadır.” The Geometry of Imperialism, London: NLB,
1978, s. 160. Emperyalistler arası rekabet olasılığının üstünü örten
bir dönemdeki Amerikan hakimiyeti bağlamında, Marksistler
tarafından önceleri, çevreyi etkileyen gelişmiş kapitalist dünya
içindeki bir rekabet ilişkisi olarak anlaşılan “emperyalizm” yeniden
tanımlandı ve böylelikle merkez-çevre ilişkisi emperyalizmin özü
haline geldi. Ancak burada da devletin teorileştirilmesi yetersiz
kalır. Odak noktası, azgelişmişliği üreten ekonomik süreçlerdi ve
birinci dünya içinde birliğin nasıl sağlandığına, üçüncü dünya
devletleri ve toplumlarının küresel birikime hangi mekanizmalarla
uyum sağladığına, Amerikan devletinin bu süreçleri başlatmak
ve koordine etmekteki merkezi ve özgün rolüne neredeyse hiç ilgi
gösterilmedi.
7
William Appleman Williams, Empire as a Way of Life (New York:
Oxford University Press, 1980) içinden alınmıştır, s. 189.
8
Bkz. ‘Rebuilding America’s Defenses: Strategy, Forces and
Resources for a New Century’, A Report of the Project for the
New American Century. http://www.newamericancentury.org/
publicationsreports.htm; ve The National Security Strategy of the
United States of America (Falls Village, Connecticut: Winterhouse,
2002).
9
G. Lundestad, ‘Empire by Invitation? United States and Western
Europe 1945-52’, Journal of Peace Research 23 (3), Eylül 1986. Bkz.
1990’ları “yeniden davet”ler açısından tanımladığı United States and
Western Europe since 1945 (Oxford: OUP, 2004).
10
Bkz. Greg Albo, ‘Contesting the New Capitalism,’ and our ‘EuroCapitalism and American Empire’, David Coates, der. Varieties of
Capitalism, Varieties of Approaches içinde, (New York: Palgrave,
2005).
11
Bkz. Stephen Gill, Power and Resistance in the New World Order
(New York: Palgrave, 2003) ve Saskia Sassen, Losing Control?
Sovereignty in an Age of Globalization (New York: Columbia, 1996).
12
‘Still Gushing Forth: The World Economy is awash with liquidity,
pumped by America’, The Economist, 3 Şubat 2005.
13
Bkz. L. Seabrooke, US Power in International Finance, New York:
Palgrave, 2001.
14
New York Times Magazine, 17 Ekim 2004.
1
conatus
“Ona, hakikat aşıklarının fırtınalı ya da çamurlu sulardan
korkmayacağını öğretmeye çalışıyorum. Asıl korkulması
gereken sığ sulardır.”
Irvin D. Yalom, Nietzche Ağladığında, çev. Aysun
Babacan, Ayrıntı Yayınları, 1997, s. 228
conatus
122
123
KÜRESELLEŞME VE DEMOKRASİ
M i c h a e l
A n t o n i o
H a r d t
N e g r i
İngilizceden çeviren: Selen Göbelez
“Sonra İsa adama, ‘Adın ne?’ diye sordu.
‘Adım Tümen. Çünkü birçoğuz’ diyerek yanıt verdi adam.”
Marcos 5:9
Hakim olan modern demokrasi nosyonu ulus-devletle yakından ilişkilidir. Demokrasinin
günümüzdeki durumunu incelemek için, önce ulus-devletin değişen gücü ve rolüne
bakmamız gerekir. Birçok teorisyen, “küreselleşme” kavramı altında gruplandırılan çeşitli
olguların ulus-devletlerin gücünü aşındırdığını ve hatta tamamen ortadan kaldırdığını iddia
ederken birçokları da bu saptamaya itiraz etmektedir.1 Sıklıkla bu, ya/ya da şeklinde bir
önerme olarak ortaya konur: ya ulus-devletler hâlâ önemlidir ya da yeni bir küresel düzen
vardır. Aslında her ikisi de doğrudur. Küreselleşme çağı ulus-devletin sonunu getirmemiştir;
ulus-devletler ekonomik, politik ve kültürel normların kurulması ve düzenlenmesinde
hâlâ son derece önemli işlevler üstlenmektedir. Ancak ulus-devletler, egemen otorite
konumundan çıkarılmıştır. Egemenlik kavramı ve pratiklerine mercek tutmak, bu tartışmayı
açıklığa kavuşturacaktır.
Günümüz küresel düzenlemesini adlandırmak için İmparatorluk kavramını öneriyoruz.
İmparatorluk, her şeyden öte, ulus-devlet egemenliğinin ardından gelen yeni bir egemenlik
biçimine, hiçbir sınır tanımayan ya da daha doğrusu yalnızca esnek, akışkan sınırları
tanıyan, sınırsız bir egemenlik biçimine gönderme yapar. İmparatorluk kavramını,
İmparatorluğun birbirini takip eden üç klasik yönetim biçimini –monarşi, aristokrasi
ve demokrasi– tek bir egemen yönetimde birleştirerek onların yerini alan antik Roma
örneğinden ödünç alıyoruz. Günümüz İmparatorluğu aslında monarşiktir ve bu en çok da,
atom silahları ve üstün askeri teknolojisi ile Pentagon dünyaya hükmettiğinde gördüğümüz
gibi, askeri çatışma dönemlerinde belirginleşir. DTÖ, Dünya Bankası ve IMF gibi ulusüstü
ekonomik kurumlar da, küresel işleyiş üzerinde monarşik bir hakimiyet uygularlar. Ne var
ki, İmparatorluğumuz aynı zamanda aristokratiktir de, yani sınırlı bir elit aktörler grubu
tarafından yönetilir. Ulus-devletlerin gücü burada merkezidir; çünkü birkaç hakim ulusdevlet, küresel ekonomik ve kültürel akışı bir tür aristokratik yönetim yoluyla idare eder. Bu
conatus
124
ulusların aristokrasisi, örneğin G8’ler toplandığında ya
da BM güvenlik konseyi yetkesini kullandığında açıkça
ortaya çıkar. En büyük ulusötesi şirketler de, uyum
içinde ve çatışmalı olarak bir tür aristokrasi oluştururlar.
Ve son olarak İmparatorluk, her ne kadar aşağıda da
göstereceğimiz gibi bu temsiliyet iddiası yanılsamalı olsa
da, küresel olarak insanları temsil ettiğini iddia etmesi
anlamında demokratiktir de. Hakim olanlar ve bağımlı
olanlarla birlikte tüm ulus-devletler grubu, kendi
halklarını bir şekilde temsil ettikleri varsayıldığı oranda
temel bir rol üstlenirler. BM genel meclisi, belki de bu
ulusların demokrasisinin en önde gelen sembolüdür.
Ulus-devletlerin aslında halklarını yeterince temsil
etmediklerini fark ettiğimizde, demokratik ya da temsili
kurumlar olarak Sivil Toplum Kuruluşlarına (STK)
başvurabiliriz. Demokratik ya da temsili mekanizmalar
olarak çok çeşitli olan STK’ların işleyişi, burada tüm
yönleriyle ele alamayacağımız çok karmaşık ve önemli
bir sorudur. Kısaca İmparatorluk, kendi mantığı içinde
bütün bu üç klasik yönetim biçimi ya da düzeyini
(monarşi, aristokrasi ve demokrasi) kapsayan tek bir
egemen öznedir. İmparatorluk, diğer bir deyişle, kendi
kuruluşu içinde farkı içerme ve idare etme yeteneği
açısından diğerlerinden farlı bir egemenlik biçimidir.
Bu perspektiften baktığımızda, ulus-devletlerin işlevleri
ve yetkelerinin ortadan kalkmadığını görürüz. Belki
de, ulus-devletlerin birincil işlevlerinin –paranın
regülasyonu, ekonomik akış, nüfus göçleri, yasal
normlar, kültürel değerler, vb.– önemini koruduğunu,
ama küreselleşme süreçleri sonucunda dönüştüğünü
söylemek daha doğru olacaktır. Niteliksel anlamda
radikal değişimin daha çok egemenlik açısından
olduğunu görmek lazım. Ulus-devletler, artık modern
dönemde olduğu gibi egemen ya da en yüksek otorite
rolünü iddia edemezler. İmparatorluk, artık nihai otorite
olarak ulus-devletlerin üzerinde durur ve aslında yeni
bir egemenlik biçimi sunar.
Ancak bunun yalnızca hakim ulus-devletler bakış
açısından büyük bir tarihsel değişim olduğunu
vurgulamamız gerekir. Bağımlı uluslar hiçbir zaman
gerçekten egemen olmamışlardı. Birçok ulus-devlet için
moderniteye giriş, ulusun üstlenebileceği herhangi bir
egemenliğin altını oyan ekonomik ve politik bağımlılık
ilişkilerine girmek demekti. Egemenlik biçimindeki bu
geçiş –ulus-devlette konumlanan modern egemenlikten,
conatus
günümüz postmodern emperyal egemenliğine geçiş–
yine de hepimizi etkiler. Ulusal egemenliğin hiçbir
zaman bir gerçeklik olmadığı yerlerde bile İmparatorluğa
geçiş, düşünme biçimlerimizi ve politik olanaklarımızın
menzilini dönüştürmüştür. İmparatorluk ışığında,
politik felsefenin tüm kilit kavramlarını yeniden ele
almalı ve düşünmeliyiz.
Gerçekleşmemiş Demokrasi,
Gerçekleştirilemez Demokrasi
Bu, bizi her şeyden önce demokrasi kavramına götürür.
Hakim modern demokrasi nosyonu, başta belirttiğimiz
gibi, ulusal sınırların içindeki ve ulusal egemenliğe
bağlı temsiliyet kurumları ve yapılarına dayalıydı.2
Demokratik ulusal kurumlarda temsil edilen halktı ve
dolayısıyla modern ulusal egemenlik halk egemenliği
biçimini alma eğilimindeydi. Diğer bir deyişle, ulusun
egemen olduğu iddiası halkın egemen olduğu iddiası
ile özdeşleşme eğilimindeydi. Peki halk kim ya da
nedir? Halk doğal ya da ampirik bir varlıktır; tüm
bir nüfusu toplayarak ya da hatta ortalamasını alarak
halkın kimliğine ulaşılamaz. Halk, aksine, nüfustan
bir birlik yaratan bir temsildir. Burada üç öğe merkezi
önem taşır. İlk olarak, Hobbes ve tüm modern geleneğin
vurguladığı gibi, halk birdir. Halk ancak bir özdeşlik,
bir birlik olarak egemen olabilir. İkincisi, halkın
kuruluşunun anahtarı temsiliyettir. Halkın ampirik
çoğulluğu, temsiliyet mekanizmaları yoluyla özdeş
kılınır –ve burada temsiliyet kavramının hem politik
hem de estetik anlamlarını dahil etmemiz gerekir. Son
olarak, bu temsiliyet mekanizmaları bir ölçü nosyonu ve
koşuluna dayalıdır –burada ölçü ile, niceliğin ölçülebilir
olmasından çok sınırlandırılabilmesini kastediyoruz.
Sınırlandırılmış ya da ölçülmüş bir çoğulluk, bir birlik
olarak temsil edilebilir, ama ölçülemez, sınırsız olan
ise temsil edilemez. Halk kavramının ulusal sınırlarla
tanımlanan bir alanla yakından ilişkili olmasının bir
nedeni budur. Kısaca, halk ne doğrudan ne de ebedi
ve ezeli bir kavramdır, belli bir toplumsal oluşum ve
tarihsel döneme özgü karmaşık bir sürecin sonucudur.
Bu karmaşık durumu bir anlığına basitleştirebilir ve
seçim sürecinin en azından ideolojik olarak en önemli
125
parçası olduğu yalnızca kurumsal, politik temsiliyet
mekanizmalarını ele alabiliriz. Örneğin, “bir kişi, bir oy”
nosyonu, çeşitli modern halkçı temsiliyet ve egemenlik
tasarılarının meylettiği ideallerden birisiydi. Burada
bu halkçı temsil tasarısının her zaman için eksik ve
aslında büyük oranda yanılsamalı olduğunu söylemeye
bile gerek yok. Modern demokratik toplumlarda, halkçı
temsiliyet mekanizmalarının zaten uzun süredir çok
önemli eleştirileri yapılmakta. Seçimleri, yönetici sınıfın
hangi üyesinin bir sonraki iki, dört ya da altı yıl için
kötü bir şekilde temsil edeceğini seçme fırsatı olarak
tanımlamak belki de bir abartmadır; ama bunun içinde
kesinlikle bir miktar gerçeklik yatar ve oy kullananların
sayısındaki düşüş, şüphesiz seçim kurumları yoluyla
halkçı temsiliyetin krizinin bir belirtisidir. Ne var ki, biz
bugün halkçı temsiliyetin çok daha temel ve kökten bir
şekilde altının oyulduğunu düşünmekteyiz.
İmparatorluğa geçişte ulusal uzam tanımı kaybolur,
ulusal sınırlar (hâlâ önemli olmakla beraber)
göreceleşir ve hatta ulusal tahayyüller istikrarsızlaşır.
Ulusal egemenliğin yerini yeni ulusüstü gücün yani
İmparatorluğun otoritesi aldıkça, politik gerçeklik
ölçüsünü kaybeder. Bu durumda, halkı temsil etmenin
imkânsızlığı gittikçe açık bir hale gelir ve dolayısıyla halk
Küreselleşme çağı ulus-devletin sonunu
getirmemiştir; ulus-devletler hâlâ ekonomik,
politik ve kültürel normların kurulması ve
düzenlenmesinde son derece önemli işlevler
üstlenmektedir. Ancak ulus-devletler, egemen
otorite konumundan çıkarılmıştır
kavramı buharlaşmaya başlar.
Kurumsal, politik perspektiften bakıldığında, emperyal
egemenlik herhangi bir halk egemenliği kavrayışı ile
bağdaşmaz ve hatta onu reddeder. Örneğin, Dünya
Bankası, IMF ve DTÖ gibi ulusüstü ekonomik kurumları
ele alalım. Büyük oranda bu kurumların gerektirdiği
koşulluluk, ekonomik ve toplumsal politikalara dair
kararları ulus-devletlerin elinden alır. En bariz olarak
bağımlı ulus-devletler ama aynı zamanda hakim olanlar
da bu kurumların hakimiyetine tabidir.3 Bu ulusüstü
ekonomik kurumların, –örneğin, bir şekilde halklarını
temsil eden kimi ulus-devletlerin bu kurumlara temsilci
atamasında olduğu gibi– en belirsiz ve soyut anlamı
dışında halkı temsil etmediği ve edemeyeceği açıktır.
Eğer bu tür kurumlarda temsiliyet aranırsa, kaçınılmaz
olarak her zaman için bir “demokrasi açığı” olacaktır.
Yani, bize göre bu kurumların halkçı temsilden bu denli
tecrit edilmiş olmaları hiç de rastlantı değildir. Bunlar,
halkçı temsil mekanizmalarının dışında tutuldukları
oranda tam olarak işleyebilirler.
En iyi liberal Avro-Amerikalı küreselleşme
kuramcılarından bazıları, küresel sistemi
reforme etmemiz ve demokratik politik yönetim
mekanizmalarını güçlendirmemiz gerektiğini ileri
sürmekte; ama onlar bile, bu tür ulusüstü kurumların
halkçı anlamda bir temsiliyeti üstleneceğini hayal
etmemekte. Temel engellerden birisi, böylesi bir
kavrayışta halkın kim ya da ne olduğunu belirleme
problemidir. Muhtemelen insanlığın bütününü
birleştirmek üzere, herhangi bir ulusal ya da
etnik kavrayışının ötesine geçen bir küresel halk
nosyonunun geliştirilmesi gerekir ki, bu, böylesi liberal
kuramsallaştırmaların tümünün kapsamının oldukça
dışında bir çaba olacaktır.
O zaman Robert Keohane, Joseph Stiglitz, David
Held, Richard Falk ve Ulrick Beck gibi önde gelen
çeşitli liberal reformculara göre demokratik reformu
oluşturan nedir? Aslında bu literatürde, demokrasi
kavramının ne denli yaygın kullanıldığını ve ne kadar
evrensel bir şekilde amaç olarak kabul edildiğini
görmek çarpıcıdır. Demokratik reformun en büyük
bileşenlerinden birisi daha çok şeffaflıktır –Glasnost
ve Perestroyka’yı, belki de küreselleşme çağı için bir
Gorbaçov projesi olarak anlamamız gerekir. Ne var
ki, şeffaflığın kendisi demokrasi değildir ve temsiliyeti
conatus
126
oluşturmaz. Bu literatürün hemen her yerinde sürekli
bulunan bir başka kavram ise, (sıklıkla “yönetişim”
nosyonu ile eşleştirilen) “hesap verebilirlik”tir. Hesap
verebilirlik kavramı, halkçı temsil mekanizmalarıyla
ilişkili olabilirdi; ama bu söylemlerde değildir. “Kime
karşı hesap verebilir” diye sorulabilir ve işte o zaman, bu
reformcuların, küresel kurumları küresel (ya da hatta
ulusal) bir halka hesap verebilir kılmayı önermediklerini
görürüz –halk kesinlikle yoktur. Aksine reform, küresel
kurumları diğer kurumlara, özellikle de uzmanlar
topluluğuna hesap verebilir kılmayı içermektedir. Eğer
IMF, ekonomi uzmanları karşısında daha şeffaf ve
hesap verebilir olsaydı, IMF’nin 1990’ların sonlarında
Güneydoğu Asya’da dikte ettirdikleri gibi sonu felaketle
biten politikaları uygulamasının önüne geçilebilirdi.
Bu tartışmalarda “hesap verebilirlik” ve “yönetişim”
kavramlarının kullanımına dair en merkezi ve ilginç
şeylerden biri ise, politik ve ekonomik dünyaların her
ikisinde de bu kavramların rahatça dolanıp durmasıdır.
Hesap verebilirlik ve yönetişim, kapitalist şirketlerin
teorik kelime dağarcığı içinde uzun süredir merkezi
kavramlar olagelmişlerdir.4 Hesap verebilirlik ve
yönetişim, demokratik kontrolün halkçı ya da temsili bir
biçimini kurmaya değil, ekonomik verimlilik ve istikrarı
güvence altına almaya yönelmiş gibi görünmekte. Sonuç
olarak, “demokrasi” kavramı literatürde sürekli bulunsa
da, modern liberal biçimi içinde bir küresel demokrasi
versiyonu –yani halkçı bir temsiliyet olarak–gündemde
bile değildir. Aslında, bu teorisyenleri küresel bir
temsiliyet tasarısını tahayyül etmekten alıkoyan en
büyük kavramsal engel tamamen halk kavramı gibi
görünmekte. Küresel halk kimdir? Bugün halkı siyasal
bir özne olarak kavramak ve dahası kurumsal olarak onu
temsil etmek imkânsız görünmekte.5
Bu kurumların demokratik reformu sorusu üzerine
düşünmeyi, yalnızca reformist teorisyenlerin
argümanlarını ciddiye almak için değil, aynı zamanda
ve daha da önemlisi, DTÖ, Dünya Bankası ve IMF’ye
karşı protesto hareketlerinin çeşitli kesimlerinde de
bu söylem oldukça yaygın olarak bulunabildiği için
önemsedik. Kimi gruplar, örneğin sendika ya da
STK’ların da temsiliyetini talep ederek bu kurumların
kendi karar alma süreçlerinde daha geniş bir içerme
ve temsiliyet istemekteler. Bu tür taleplerin kimi
olumlu sonuçları olabilir; ama nihai olarak üstesinden
conatus
gelinemez engellerle karşı karşıya kalacaklardır. Bizim
argümanımız, tüm bunları çok daha genel bir düzleme
sıçratır. Eğer demokrasiyi, halkı temsil eden egemen
bir otorite olarak kavrıyorsak, o zaman emperyal çağda
demokrasi yalnızca gerçekleşmemiş değil, aynı zamanda
gerçekleştirilemezdir de.
Çokluğun Demokrasisi
Bu yüzden, günümüze uygun bir demokrasiyi keşfetmek
için, temsiliyete dayanmayan ya da farklı şekilde temsili
olan yeni demokrasi biçimlerini incelememiz gerekir.
Modern demokrasi nosyonunun ulusal egemenlikle ve
sabit bir ulusal mekânla yakından bağlı olduğunu, kısaca
modern nosyonun ölçüye dayandığını daha önceden
belirtmiştik. Şimdi de, dikkatimizi denklemdeki diğer
öğe olan halkı daha fazla incelemeye yöneltelim. Daha
önce söylediğimiz gibi, halk temsiliyetin bir ürünüdür.
Modern siyaset teorisinde halk, Hobbes’tan Rawls’a
kadar tüm modern liberal kuramcıların açıkladığı
üzere, burjuva toplumunun temel sözleşme eyleminin
ürünü olarak en güçlü biçimde şekillenir. Sözleşme,
nüfustan birleşik bir toplumsal beden oluşturur. Ne var
ki, bu sözleşme eylemi ise mevcut değildir, yanıltıcıdır
ve hükmü geçmiştir. Sözleşme, hiçbir antropolojik
ya da tarihsel olgu onun gerçekliğini varsaymamızı
sağlamadığı için mevcut değildir. Aksine sözleşme,
temeline dair herhangi bir hatırayı reddeder ve bu,
kesinlikle onun şiddetinin, farkı kökten bir şekilde inkâr
edişinin bir parçasıdır. Sözleşme ikinci olarak, onu
biçimlendiren özneler aslında eşit değilken kurduğu
halkın eşit olarak sunulması anlamında yanıltıcıdır;
onu temellendiren adalet ve meşruiyet kavramları,
nüfusun geri kalanı üzerinde tahakküm ve sömürü
gücü uygulayan en güçlülere hizmet eder. Sözleşme
yoluyla oluşan böylesi bir halk kavramı, son olarak
da, sermaye tarafından düzenlenen bir topluma bel
bağladığı için hükmü geçmiştir: Sözleşmecilik, halk ve
sermaye aslında çoğulluğu birliğe, farkları türdeş bir
bütünlüğe, nüfusun tüm tekil yaşamlarının zenginliğini,
bazılarının yoksulluğuna ve diğerlerinin iktidarına
dönüştürme işlevi görür; fakat bu artık işlemez: Emek,
127
ihtiyaçlar ve arzular, değerin kuruluşunun, hayal
gücünün özgürleşmesinin ve toplumun örgütlenmesinin
riskleriyle karşılaştığında, sermayenin komutasını
memnunluk veren bir avuntu ve bir güvenlik kaynağı
olarak kabul edecek kadar perişan olduğu oranda,
bu işliyordu. Ancak bugün işler değişmiştir. Bugün
söz konusu olan, bizim devasa zekâmız ve elbirliği
gücümüzdür: Bizler güçlü özneler çokluğuyuz, zeki
canavarlar çokluğuyuz.
Bu yüzden, kavramsal merceğimizi halktan çokluğa
çevirmemiz gerekmekte. Çokluk, sözleşmeci terimlerle
–ve genel olarak da aşkınlık felsefesinin terimleriyle
kavranamaz. En genel anlamda, çokluk temsiliyete
meydan okur; çünkü birçoktur, sınırsızdır ve ölçüsüzdür.
Halk, bir birlik olarak temsil edilir; fakat çokluk,
modernitenin erekselci ve aşkın rasyonalizmlerinin
karşısında duran koca bir canavardır. Halk kavramının
aksine, çokluk kavramı tekil bir çoğulluktur, somut bir
evrenselliktir. Halk sosyal bir gövde oluşturuyordu; ama
çokluk yaşamın canlı bedenidir. Eğer çokluğu bir yanda
halkla karşı karşıya koyuyorsak, diğer yanda da kitleler
ya da yığınlarla karşı karşıya koymamız gerekir. Kitleler
ve yığınlar sıklıkla, tam da bu kadar kolaylıkla manipüle
edildiği için tehlikeli ve şiddetli olan, irrasyonel ve
edilgen bir toplumsal gücü ifade etmek için kullanılır.
Aksine, çokluk ise etkin bir toplumsal aktördür –eyleyen
bir çoğulluktur. Çokluk, halk gibi bir birlik değildir;
ama kitleler ve yığınların aksine onun örgütlü olduğunu
görürüz; aktif, kendi kendine örgütlenen bir faildir.
Çokluk kavramının bir büyük avantajı da, kitlelerin
korkusuna dayanan tüm modern argümanları ve hatta
sıklıkla bizi kendi tahakkümümüzü kabul etmeye
ve hatta bunu istemeye zorlama konusunda bir tür
şantaj işlevi gören çoğunluğun tiranlığı hakkındaki
argümanları da bertaraf etmesidir.
İktidarın perspektifinden ise çokluk ile ne yapılabilir?
Aslında onunla yapılacak hiçbir şey yoktur; çünkü
öznenin birliği (halk), bileşiminin biçimi (bireyler
arasındaki sözleşme) ve yönetim tarzı (ayrı ayrı ya
da birleşik olarak monarşi, aristokrasi, ve demokrasi)
arasındaki bağ paramparça olmuştur. Maddi
olmayan emek-gücü ve elbirliği içindeki canlı emeğin
hegemonyası yoluyla üretim tarzının kökten değişimi
–bu ontolojik, üretken, biyopolitik devrim– “iyi
yönetimin” parametrelerini altüst etmiş ve kapitalizmin
baştan beri hayal ettiği kapitalist üretim için işleyen bir
topluluk yönündeki modern tasavvuru yıkmıştır.
Kısa bir parantez açalım. Modernitenin bir devrim
biçiminde ortaya çıktığı on beşinci ve on altıncı yüzyıllar
arasında, devrimciler kendilerini canavar olarak hayal
etmişlerdi. Gargantua ve Pantagruel, çağlar aşıp bize
gelerek daha özgür olma yönündeki devasa görevi bize
öneren özgürlük ve icadın en uç örnekleri ve devlerin
simgesi görevini görebilirler. Bugün doğa ve tarihi, emek
ve politikayı, sanat ve icadı, “genel zekâ”nın, maddi
olmayan emeğin hegemonyasının, çokluğun soyut
etkinliğinin, yeni tutkularının doğuşunun insanlığa
sunduğu yeni gücü göstermek üzere bir araya getirecek
yeni devlere ve canavarlara ihtiyacımız var. Yeni bir
Rabelais’ye ya da gerçekte birçok Rabelais’ye ihtiyacımız
var.
Spinoza ve Marx, çokluğun demokrasisinden ya da
daha doğrusu artık monarşi ve aristokrasinin yanı
sıra klasik yönetim biçimlerini içine alan demokrasi
ile hiçbir alakası olmayan bir demokrasi biçiminden
bahsediyorlardı. Spinoza’nın savunduğu demokrasi
–sınırsız ve ölçülemez olması anlamında mutlak–
mutlak demokrasi dediği bir şeydi. Dolayısıyla Spinoza,
toplumsal sözleşme ve sınırlı toplumsal bedenleri bir
kenara atmıştı. Mutlak demokrasinin, klasik yönetim
biçimlerinin teorisinin (ve mistikleştirici pratiklerinin)
dışında olduğunu söylediğimizde, aynı zamanda
demokrasiyi emperyal kurumların reformu yoluyla
gerçekleştirme yönündeki herhangi bir çabanın da
boş ve nafile olacağını kastediyoruz. Dahası, çokluğun
demokrasisini gerçekleştirmenin yegâne yolunun da
devrim yolu olduğunu kastediyoruz. Peki emperyal
dünyaya uygun bir devrimci demokrasi çağrısı yapmak
ne anlama gelir? Bu noktaya kadar, sadece bunun ne
olmadığı üzerinde durduk. Bu, artık ulus kavramına
bağlı bir şey değildir (bilâkis, artan şekilde ulusa karşı
mücadelelerle tanımlanmaktadır). Ayrıca, bunun halk
kavramına denk düşen bir şey olmadığını ve aslında
farklı olanı da bölünmez bir birlik olarak temsil etme
yönünde bir girişime karşı durduğunu da gördük. Bu
noktada, çokluğun demokrasisini anlamamıza yardım
etmesi için başka kavramlara bakmamız gerekmekte.
Çokluğun mutlak demokrasisinin yeni içeriğini ele
alırken, karşı-güç kavramı temel görünmekte.
conatus
128
Modern Karşı-Güç ve
Modern Ayaklanmanın Paradoksları
Karşı-güç kavramı, esasen üç öğeden oluşur: direniş,
ayaklanma ve kurucu güç. Gelgelelim, hakim
demokrasi kavramı gibi hakim karşı-güç kavramının da
modernitede ulusal uzam ve ulusal egemenlik tarafından
tanımlandığını görmek önemlidir. Bunun sonucu ise,
modern dönemde –en azından Fransız Devrimi’nden
itibaren ve uzun sosyalist ve komünist ajitasyon evresi
boyunca– karşı-gücün üç öğesinin (direniş, ayaklanma
ve kurucu güç) birbirine dışsal olarak görülme
eğiliminde olması ve dolayısıyla farklı stratejiler ya da
en azından devrimci stratejinin farklı tarihsel uğrakları
işlevi görmesi olmuştu. Öğeler bir kez böyle bölündü
mü, bütün bir karşı-güç kavramı, öğelerinden birine,
ayaklanma kavramı ya da gerçekten iç savaş kavramına
indirgenmeye yüz tuttu. Lenin’in politik düşüncesi bu
açıdan örnek teşkil eder. Lenin için karşı-güç –yani,
onun sözleriyle proleter iktidarın burjuvaziye karşı
yükselişinden oluşan iktidarın ikiliği– ancak kısa bir süre
için, kesin olarak isyan döneminde varolabilirdi. Lenin
için esas olarak sendikal ücret mücadelesi biçimini alan
direnişin önemli bir politik rolü vardı; ama bu, devrimci
süreçten temel olarak ayrıydı. Kurucu güç ise Lenin’in
bakışında ortadan kalkma eğilimindeydi; çünkü kurucu
gücün her gelişmesi, doğrudan yeni devletin bir öğesi
haline geliyordu, yani yeni bir kurulu güce dönüşüyordu.
Dolayısıyla, Lenin için devrimci karşı-güç kavramından
geriye kalan, asıl olarak burjuvazinin diktatörlüğüne karşı
büyük isyan, ya da gerçekte iç savaş, gücüydü.
conatus
Modern karşı-güç nosyonunun nasıl ayaklanmaya
indirgendiğini görür görmez, modern ayaklanmanın
koşulları ve kaderine daha yakından bakmalıyız.
Paradoksal ve trajik olarak, modern komünist
ayaklanma kazanmayı başardığında bile, aslında
kaybetmişti; çünkü derhal birbirini izleyen ulusal ve
uluslararası savaşların içine hapsolmuştu. En sonunda,
ulusal ayaklanmanın gerçekte bir yanılsama olduğu
netleşir.
Paris Komüncüleri, 1871’de tüm modern komünist
ayaklanmaların modelini ortaya koydular. Onların
örneği, kazanma stratejisinin uluslararası savaşı iç savaşa
–ulusal, sınıf savaşına– çevirmek olduğunu öğretmişti.
Uluslararası savaş, ayaklanmayı başlatma olanağının
koşuluydu. Paris’in kapılarında Prusyalılar, yalnızca
Louis Bonapart’ın İkinci İmparatorluk’unu devirmekle
kalmadı, Thiers ve Cumhuriyet’in yıkılmasını da
mümkün kıldı. Silahlı Paris silahlı devrimdir! Kırk yıl
sonra, Bolşeviklerin de ayaklanmanın koşulu olarak
Avrupa içi bir savaşa, yani 1. Dünya Savaşı’na ihtiyacı
vardı. Ve bir kez daha, ulusal düşman olan Almanlar
olanağın bir koşulu gibi davrandı. Bolşevikler de,
uluslararası savaşı iç savaşa çevirdi.
Modern ayaklanma trajedisi, ulusal iç savaşın doğrudan
ve zorunlu olarak uluslararası savaşa –ya da gerçekte
birleşik uluslararası burjuvaziye karşı bir savunma
savaşına– dönüşmesidir. Adamakıllı bir ulusal iç savaş,
ulusal bir zafer, yalnızca yeni ve sürekli bir uluslararası
savaşa yol açtığı sürece gerçekten mümkün değildir.
Bu nedenle, muzaffer ayaklanmayı hapseden ya da onu
sürekli bir askeri rejime doğru çarpıtan, ulusal komünist
ayaklanmayı mümkün kılanla tamamen aynı koşullardır
­–yani, uluslararası savaştır. Paris Komüncüleri bu ikili
çıkmaza sıkışmışlardı. Marx, Komün’ün hatalarını
açıkça gördü; ama önlerindeki diğer seçeneklerin de eşit
şekilde hatalı olacağını göstermedi. Tercih ya Merkez
Komiteye tüm iktidarı verip Versailles’da burjuvazinin
ordusuna karşı yürümek –yani askeri bir rejim
olmak– ya da yenik düşüp katledilmekti. Versailles’da
da zaferle sonlanmayacaktı. Prusya ve İngiltere yönetici
sınıfları buna izin vermezdi. Komün’ün zaferi, bitmek
bilmeyecek bir uluslararası savaşın başlangıcı olurdu.
Sovyet zaferi ise bu açmazı doğruladı. Rusya’daki askeri
zafer, yani ulusal burjuvazinin tamamen yenik düşmesi,
yetmiş yıl sürecek uluslararası (önce sıcak sonra da
129
soğuk) bir savaşı başlatmaktan öteye gitmedi.
Soğuk Savaş sırasındaki ayaklanma da aynı yapının
altında işledi; ama sadece, uluslararası savaşı özsel
biçimine indirgeyerek modeli geliştirdi. Soğuk Savaş,
modern ayaklanmanın koşullarını sürekli bir biçime
sabitledi. Bir yanda, halihazırda sınıfsal terimlerle
kodlanmış sürekli bir uluslararası savaş hali vardı. İki
karşıt güç arasındaki temsili yapı, tüm yeni hareketlere
kendi kodlarını dayattı. Alternatif ise, bir ayaklanma
hareketi süper güçlerden birinin yardımını isteyecek
ya da onları birbirine kırdıracak olduğundan, maddi
terimlerle belirleniyordu. Ulusal ayaklanma formülü
hazır reçeteydi. Ama aynı şekilde hazır ve kaçınılmaz
olan ise ulusal ayaklanmanın sınırlarıydı. Hiçbir hareket
Soğuk Savaş alternatifinden kaçamazdı. Kendilerini esas
olarak sınıfsal terimlerle ifade etmeyen isyan hareketleri
bile –Asya ve Afrika’da sömürge karşıtı hareketler, Latin
Amerika’da diktatörlük karşıtı hareketler, ABD’de siyah
hareketleri– kaçınılmaz bir şekilde büyük çekişmenin
bir tarafında temsil edilmek zorunda kalıyordu.
Soğuk Savaş sırasındaki ulusal ayaklanma nihai olarak
yanılsamalıydı. Galip gelen ayaklanma ve devrimci ulus,
sonuç olarak büyük Soğuk Savaş satranç oyununda
sadece bir piyondu.
Bu modern ayaklanmaların kısa tarihinden çıkan
sonuçların günümüzdeki anlamı iki olgu, ya da
daha doğrusu iki yönü olan bir olgu merkezinde
toplanır. Bir yanda, bugün ulusal egemenliğin çöküşü
ve İmparatorluğa geçişle modern ayaklanmanın
düşünülmesini ve zaman zaman uygulanmasını
sağlayan koşullar ortadan kalkmıştır. Bu yüzden, bugün
ayaklanmayı düşünmek bile imkânsız görünüyor. Öte
yandan, ortadan kalan bir diğer şey de, aynı zamanda
modern ayaklanmayı ulusal ve uluslararası savaşlar
arasındaki bitmek bilmeyen oyuna hapseden koşulun
kendisidir. Dolayısıyla, bugün ayaklanma sorusunu
ele alırken hem büyük bir zorluk hem de muazzam bir
olanakla karşı karşıyayız. Şimdi geriye, karşı-güce dair
daha genel bir değerlendirmeye geçelim.
Canavarın Teninin Karşı-gücü
Ulus-devlet egemenliğinin bugünkü zayıflamasıyla
beraber bir kez daha bir bütün olarak karşı-güç
kavramını, kavramsal temellerine geri dönerek
incelemek mümkündür. Bugün direniş, ayaklanma
ve kurucu güç arasındaki ilişki mutlak olarak sürekli
bir ilişki olma olanağına sahiptir ve bu uğrakların her
birinde icat gücünü ifade etme olanağı vardır. Diğer
bir deyişle, üç uğrağın her biri (direniş, ayaklanma ve
kurucu güç) ortak bir politik ifade aracı oluşturarak
birbirine içsel olabilir. Bu karşı-gücün içinde (ve ona
karşı) harekete geçtiği bağlam, artık ulus-devletin sınırlı
egemenliği değil, İmparatorluğun sınırsız egemenliğidir;
bu yüzden karşı-güç de sınırsız ve ölçüsüz bir şekilde
düşünülmelidir.
Burada yeni ve heyecan verici bir teorik ve politik
sorunsalla karşı karşıyayız. Günümüz emperyal
koşullarında direniş, ayaklanma ve kurucu güç
kavramlarını –ve içsel bağlantılarını, yani bunların
karşı-güç kavramı ve pratiğindeki birliklerini–
yeniden düşünmeliyiz. Çağdaş teorik üretim alanına
baktığımızda, bu alanda çalışmak üzere kimi araçlarımız
olduğunu görürüz. Kesinlikle Michel Foucault’nun
direniş kavramını geliştirmesinin yanı sıra onun
çalışmasını takip eden diğer çalışmalar, örneğin
antropolog James Scott’ın güçsüzlerin silahı nosyonu
ve mikropolitik direniş üzerine tüm diğer çalışmalar,
bu sorunsala dair araştırmaların temeli olmalıdır. Tüm
bu çalışmaların en büyük sınırı, direnişin ayaklanma ve
kurucu güçle içsel bağlarını keşfedememiş olmalarıdır.
Diğer bir deyişle, direniş güçlü bir politik silah olabilir;
ama tecrit edilmiş, bireysel direniş eylemleri iktidar
yapılarını dönüştürmeyi asla başaramaz.6 Gelgelelim
bugün karşı-gücün diğer iki bileşeni tamamen
gelişmemiş bir şekilde durmaktadır. Bir ayaklanma
kolektif bir isyan hareketidir; ama peki bugün
ayaklanmanın terimleri nelerdir ve bugün nasıl pratiğe
geçirilebilir? Ayaklanmayı bugün, modern dönemde çok
kere olduğu gibi doğrudan iç savaşa çeviremeyeceğimiz
açıktır, eğer ki “iç savaşla” ulusal uzam içinde bir
savaşı kastediyorsak. Ayaklanma, aslında hâlâ tek bir
toplumda tahakküm altında olanların yönetenlere
karşı bir savaşıdır; ancak o toplum artık sınırsız bir
küresel toplum, bir bütün olarak emperyal toplumdur.
İmparatorluğa karşı böylesi bir ayaklanma nasıl pratiğe
sokulabilir? Bunu kim sahneye koyacaktır? Direnişin
mikropolitikası ile emperyal ayaklanma arasındaki içsel
bağ nerdedir? Ve bugün kurucu gücü, yani yeni bir
conatus
130
toplumsal ve politik kuruluşun ortak bir şekilde icadını
nasıl kavramalıyız? Son olarak, direniş, ayaklanma
ve kurucu gücü, üçünün de birlikte tam bir karşı-güç
ve yeni bir alternatif toplumsal oluşumu kurduğu
tek bir bölünmez süreç olarak düşünmeliyiz. Bunlar
devasa sorulardır ve bunları yanıtlamanın daha ancak
başındayız.
Doğrudan bunlarla yüzleşmektense, pozisyonumuzu
değiştirip tüm bir sorunsala farklı bir perspektiften
yaklaşmalıyız. Akla uygunluğun prangalarından
kurtulmanın, demokrasi ve toplum üzerine düşünmenin
yaygın biçimlerini kırmanın ve daha yaratıcı ve özgün
perspektifler geliştirmenin yollarını bulmalıyız. Karşıgücün, üç öğesinin –direniş, ayaklanma ve kurucu güç–
en yakından tekabül ettiği en esaslı temeline bakarak
başlayalım. Karşı-gücün birincil materyali, cisimsel ve
zihinsel yönlerin çakıştığı ve birbirinden ayırt edilemez
olduğu ortak canlı töz olan tendir. Maurice MerleauPonty, “ten, madde değildir, zihin değildir, töz değildir”
diye yazar. “Onu tanımlamak için su, hava, toprak
ve ateşten bahsetmek için kullanıldığı anlamda, yani
genel bir şey ... nerede bir varlık parçası varsa bir varlık
tarzı getiren bir tür cisimleşmiş ilke anlamında eski
‘öğe’ terimine ihtiyaç duyarız. Ten bu anlamda Varlığın
bir ‘öğe’sidir.”7 Ten salt bir potansiyeldir; yaşamın
biçimlenmemiş maddesi, varlığın bir öğesidir. Ancak
teni, tüm niteliklerinden soyulmuş bir yaşam biçimini,
negatif bir yaşam sınırını düşünen çıplak yaşam
nosyonuyla karıştırmamaya dikkat etmek gerekir.8 Ten
öteki yöne, yaşamın doluluğu yönüne yönelmiştir. Biz
ten olarak kalmayız; ama ten bir varlık öğesidir; sürekli
olarak tenimizden bir yaşam biçimi oluştururuz.
Yaşam biçimlerinin gelişiminde, kendimizi bedenler
çokluğu olarak keşfederiz ve aynı zamanda her
bedeninin kendisinin bir –moleküller, arzular, yaşam
biçimleri, icatlar– çokluğu olduğunu fark ederiz. Her
birimizin içinde bir şeytanlar, ya da belki de melekler
tümeni yatar –çokluğun temeli, sıfır noktası budur.
Tene etki uygulayan ve ona biçim veren icat güçleridir,
mekânın melezleşmesini ve doğanın başkalaşımlarını bir
arada dokumak üzere tekillikler yoluyla işleyen güçlerdir
–kısaca, varoluş tarzları ve biçimlerinde değişiklik
yaratan güçlerdir.
Bu bağlamda karşı-gücün üç öğesinin (direniş,
ayaklanma ve kurucu güç) her bir tekillikten ve
conatus
Bugün halkı siyasal bir özne olarak kavramak
ve dahası kurumsal olarak onu temsil etmek
imkânsız görünmekte
çokluğu oluşturan bedenin her hareketinden birlikte
yayıldığı açıktır. Direniş eylemleri, kolektif isyan
hareketleri ve yeni bir toplumsal ve politik kuruluşun
ortak icadı, sayısız mikropolitik döngüden geçer –ve
böylelikle çokluğun teninde yeni bir güç, bir karşı-güç,
İmparatorluğa karşı bir canlı beden nakşedilmiştir.
Emperyal iktidarın yarıklarının içinden ve emperyal
iktidarın kendisine karşı sürekli olarak ortaya çıkan
yeni barbarlar, canavarlar ve güzel devler işte burada
doğarlar. İcadın gücü devasadır, canavar gibidir;
çünkü ölçüsüzdür. Her gerçek icat eylemi, yani normu
yeniden üretmeyen her eylem canavar gibidir. Karşıgüç, aşırı bir güç selidir ve bir gün sınırsız ve ölçülemez
olacaktır. Bu sel ile sınırsız olan arasındaki gerilim, ten
ve karşı-gücün devasa özelliklerinin büyük bir önem
kazandığı yerdir. Biz (direnen, ayaklanan ve kurucu)
canavarların tam bir tezahürlerini beklerken, emperyal
sistemin, yani çokluğun güç istencinin günümüzdeki
bastırılış biçiminin bu noktada sürekli olarak kriz
tarafından kasıp kavrulmuş bir şekilde, darağacında,
kenarda köşede ve istikrarsız olduğuna dair farkındalık
giderek artar (Kenar, fark ve çıplaklığa dair zayıf
felsefeler, emperyal hegemonyanın bedbaht bilinci ve
gizemleştirici örnekleri olarak burada ortaya çıkar).
Buna karşı, icat gücü (ya da gerçekten karşı-güç) tenden
ortak bedenler yaratır. Bu bedenlerin, Hobbes ve diğer
modern devlet kuramcılarının Leviathan’dan kutsal bir
aygıt, yani el koyucu burjuvazinin pitbullunu yaratırken
hayal ettikleri kocaman hayvanla hiçbir ortak noktaları
yoktur. Bugün ele aldığımız çokluk, aksine, her biri akıl
ve duygulanımın entelektüel ve maddi güçleriyle kesişen
bedenler çokluğudur; insanı makineden ayıran eski
sınırlara aldırmaksızın, özgür bir şekilde hareket eden
cyborg bedenlerdir. Çokluğun bu çoklu bedenleri yeni
131
Küreselleşmenin ulus-devletlerin gücünü azaltmadığı ve
küreselleşmenin bu anlamda bir efsane olduğu yönündeki en
ayrıntılı ve etkili argümanı Paul Hirst ve Grahame Thompson
sunar. Globalization in Question: The International Economy and
the Possibilities of Governance, 2. Baskı. (Cambridge, Eng.: Polity,
1999). [Küreselleşme Sorgulanıyor, çev.: Çağla Erdem-Elif Yücel,
Dost Yayınevi, 1998.]
2
Bu, David Held, Democracy and the Global Order (Stanford:
Stanford University Press, 1995) kitabının temel argümanıdır.
3
Birçok yazar, karar alma sürecinin ulusal kurumlardan ulusüstü
kurumlara geçişini ekonomik olanın siyasal olan üzerindeki
tahakkümü olarak nitelendirip figan eder (ulus-devletin siyaseti
yürütmenin yegâne bağlamı olduğu varsayımı ile). Bu yazarların
çoğu, ekonomik pazarları toplumsal pazarların içine yeniden
oturtma yönündeki argümanda Karl Polanyi’nin çalışmasına
başvurur. Bkz. örneğin James Mittleman, The Globalization
Syndrome (Princeton: Princeton University Press, 2000) ve John
Gray, False Dawn (New York: The New Press, 1998). [Sahte Şafak,
çev.: Gül Çağalı Güven, Om Yayınevi, 1999]. Bizce, ekonomik
olanı ve politik olanı bu şekilde ayırmak ve politik olanın özerkliği
konusunda ısrar etmek bir hatadır. Ulusüstü ekonomik kurumların
kendileri de politik kurumlardır. Temel fark ise, bu kurumların
halkçı temsili göz önünde tutmamalarıdır.
4
Çağdaş küreselleşme tartışmalarında hesap verebilirlik kavramının
analizleri için Craig Borowiak’a minnettarız.
5
Bu bakış açısından, politik bir Avrupa inşa etme projesi
kimilerine küreselleşme çağında demokrasi bulmacasının bir
çözümü gibi görünebilir. Buradaki hipotez, kıtanın ulusun yerine
geçebileceği ve temsili demokrasi mekanizmalarını yeniden
canlandırabileceği yönündedir. Ancak bu, bize yanlış bir çözüm
gibi görünmekte. Tutarlı bir özne olarak Avrupa halkı kurumsal
açıdan temsil edilebilse de, politik bir Avrupa egemen bir otorite
iddiasında bulunamaz. Bölgesel güçler, ulus-devletler gibi, yalnızca
İmparatorluğun nihai egemenliği altında işleyen öğelerdir.
6
Bize göre, direniş kavramını moleküler devrim kavrayışına
doğru itme konusunda en ileri giden kişi, özellikle Deleuze ile
çalışmasında, Félix Guattari olmuştur.
7
Maurice Merleau-Ponty, The Visible and the Invisible, der.
Claude Lefort, çev. Alphonso Lingus (Evanston, Ill.: Northwestern
University Press, 1968), s. 139. Aynı zamanda Antonin Artaud’nun
ten kavramına bakın: “Entelektüel çığlıklar vardır, benliğin
derinliklerinden gelen çığlıklar vardır. Ten ile kastettiğim budur.
Düşüncemi yaşamımdan ayırmıyorum. Dilimin her titreyişinde,
tenimdeki tüm düşünce patikalarının yeniden izini sürüyorum.”
Antonin Artaud, “The Situation of the Flesh”, Selected Writings, çev.
Helen Weaver (Berkeley: University of California Press, 1998), s. 110.
8
Bkz. Giorgio Agamben, Homo Sacer, çev. Daniel Heller-Roazen
(Stanford: Stanford University Press, 1998).
1
yaşam biçimlerinin, yeni dillerin, yeni entelektüel ve
etik güçlerin bitmek bilmeyen icadını sahneye koyarlar.
Çokluğun bedenleri, sürekli olarak onu İmparatorluğun
örgütlenmesi içinde denetlemeye çalışan kapitalist
mantık içinde elde edilemeyecek canavarlar gibidir.
Sonuç olarak, çokluğun bedenleri, disiplin ve
normalleştirme güçlerine karşı hissiz, ama yalnızca
kendi icat güçlerine karşı duyarlı tuhaf bedenlerdir.
İmparatorluk çağında karşı-gücün oluşumunun
anahtarı olarak icat güçlerine işaret ettiğimizde,
ayrıcalıklı bir sanatçılar ya da filozoflar topluluğuna
gönderme yapmayı kastetmiyoruz. İmparatorluğun
politik ekonomisinde icat gücü, üretimin genel ve ortak
bir koşulu haline gelmiştir. Maddi olmayan emek ve
genel zekânın kapitalist ekonomide hakim bir konuma
oturduğunu iddia ettiğimizde kastettiğimiz budur.
Eğer daha önce ileri sürdüğümüz gibi, modernite ve
Avrupa tarihinin bize miras bıraktığı hakim demokrasi
biçimi –halkçı, temsili demokrasi– gerçekleşmemiş
olmakla kalmayıp aynı zamanda gerçekleştirilemez ise, o
zaman bizim alternatif bir çokluk demokrasisi önerimiz
de ütopyacı bir hayal olarak görülemez. Eski demokrasi
nosyonunun gerçekleştirilemezliği aksine bizi ileri
götürmelidir. Bu, aynı zamanda emperyal tahakkümün
tamamen içinde ve tamamen ona karşı olduğumuz ve
hiçbir diyalektik patikanın mümkün olmadığı anlamına
da gelir. Şimdi bize kalan tek icat, yeni bir demokrasinin,
sınırsız ve ölçüsüz mutlak bir demokrasinin icadıdır.
Yalnızca eşit bireylerin değil, elbirliğine, iletişime,
yaratıcılığa eşit şekilde açık güçlerin, güçlü çoklukların
demokrasisi. Burada önerilecek programlar yoktur –ve
kim yirminci yüzyıl sona erdikten sonra bugün hâlâ
böyle bir şeyi yapmaya kalkışabilir ki? Tüm modern
kahramanlar –rahipler, gazeteciler, vaizler, politikacılar–
emperyal gücün işine yarayabilir; ama bizim işimize
yaramaz. Hepimizin içindeki felsefi ve sanatsal öğeler,
ten üzerinde çalışma pratikleri ve onun indirgenemez
çeşitliliği ile, sınırsız icadının gücü ile uğraşma –bunlar
çokluğun belli başlı özellikleridir. Gerçekleşmemiş
demokrasimizin ötesinde, gerçekleştirilmeyi bekleyen
ortak bir yaşam vardır. Belki de çokluğun tenini ve
zekâsını kaynaştırarak, muazzam bir sevgi cesareti
yoluyla yeni, taptaze bir insanlık yaratabiliriz.
conatus
132
133
DÜNYA: 2003 MAYIS’INDA YEDİ DÜŞÜNCE
Y a r d ı m c ı
K u m a n d a n
M a r c o s
İngilizceden çeviren: Öznur Karakaş
Giriş
İktidarın takvimi çözülür; büyük medya şirketleri, dünyanın siyasi sınıfı tarafından sahneye
konan ve teşvik edilen saçmalıklar, trajediler arasında bocalarken, aşağılarda, sallanmakta
olan modern Babil Kulesi’nin temellerinde hareketler dur durak bilmiyor; bunlar halen
sendeleseler bile, bir ayna yahut mercek gibi sözü ve eyleme kudretini tekrar ele geçirmeye
başlıyorlar. Yukarıdan ihtilaf siyaseti buyuruladursun, dünyanın temelinde ötekiler
birbirleriyle ve farklı oldukları için aşağıda olan diğer ötekilerle buluşuyor.
Sözü bir ayna ve mercek olarak yeniden inşa etme çabasının bir parçası olarak Zapatista
Ulusal Kurtuluş Ordusu, dünyadaki toplumsal ve siyasi hareketler ve örgütlerle yeniden
diyalog kurmakta. Başlangıç olarak Meksika, İtalya, Almanya, İsviçre, İspanya devleti,
Arjantin ve Amerika Topluluğu’ndan erkek ve kız kardeşlerle birlikte ortak bir tartışma
gündemi oluşturmak için.
Bu ne siyasi ve programatik sözleşmeler ne de yeni bir Enternasyonal kurma çabası...
Kuramsal kavramları birleştirmek ve anlayışları standartlaştırmakla da bir ilgisi yok.
Yalnızca ortak tartışma noktaları bulma ya da kurma çabası... Farklı yerlerden görülen ya da
deneyimlenen kuramsal ve pratik imgeler inşa etmek gibi bir şey bu.
Bu encuentro çabasının bir parçası olarak EZLN şu yedi düşünceyi ortaya koymaktadır. Bu
görüşleri zaman ve mekân ufuklarına sabitlemek, bizim için kuramsal, pratik ve hepsinden
önemlisi evrensel tahayyül sınırlarımızın farkına varmak demek. Bu da, tartışmak üzere bir
dünya gündemi oluşturmaya ilk katkımız olsun.
Görüşlerimize sayfalarında yer verdiği için Meksikalı Rebeldia dergisine minnettarız. Aynı
şekilde İtalya, Fransa, İspanya devleti, Amerika Topluluğu ve Latin Amerika’da görüşlerimize
yer veren yayınlara da...
I. Kuram
Siyasi ve toplumsal hareketlerde kurama (ve kuramsal analize) atfedilen önem aşikârdır.
Ancak böylesi açık seçik olan her şey aslında bir sorunu gizler. Burada gizlenense, kuramın
conatus
134
pratiğe etkileri ve pratiğin kuramsal “yankıları”...
Burada “kuramcıyı” ya da “kuramsal analiz yapan kişiyi”,
“entelektüel” ile bir tutmuyorum. Bu ikincisi çok daha
geniş bir kavram. Kuramcı bir entelektüeldir; ancak bir
entelektüel her zaman kuramcı değildir.
Entelektüel (ve dolayısıyla kuramcı), hareketler üzerine
görüş bildirme hakkını kendinde görür. Bu hakkı değil,
görevidir onun. Kimi entelektüeller, daha da ileri giderek
“iyi”, “kötü” unvanları dağıtıp düşüncenin ve eylemin
yeni “siyasi komiserleri” haline gelirler. “Yargıları”, içinde
bulundukları ve bulunmak hevesinde oldukları konumla
ilintilidir.
Biz bir hareketin, kendisine yöneltilen yargıları “geri
çevirip” entelektüelleri hareketi tanımlayışlarına göre
“iyi” ya da “kötü” olarak sınıflandırmasını doğru
bulmuyoruz. Entelektüel karşıtlığı, kendini savunmanın
yanlış anlaşılmış bir biçiminden başka bir şey değildir;
bu yüzden, hareketin “ergenlik çağında” olduğunu
gösterir.
Biz sözün izler bıraktığına, izlerin yönleri tayin ettiğine,
yönlerinse tanımlar ve sorumluluklar gerektirdiğine
inanıyoruz. Sözünü bir hareketin lehine veya aleyhine
adayanların, yalnızca bu hareket üzerine konuşma
değil, aynı zamanda amaçlarını akıllarının bir köşesinde
tutarak onu “bileme” sorumluluğuna da sahip olduğunu
düşünüyoruz. “Ne için” ve “neyin karşısında” soruları,
her daim söze eşlik etmelidir. Hareketi susturmak ya da
sesini alçaltmak için değil, onu tamamlamak, etkili hale
getirmek için... Yani söylediği şeyin duyması gerekenler
tarafından işitilmesini sağlamak için...
Bir toplumsal ve siyasi hareketin içinden kuram
üretmekle, akademiden kuram üretmenin farklı şeyler
olduğunu düşünüyoruz. Burada “akademi” derken
sterillikten ve (aslında var olmayan) bir “bilimsel
nesnellikten” söz etmiyorum; yalnızca bir hareketin
“dışından” düşünmenin ve entelektüel üretimde
bulunmanın yerinden bahsediyorum. Burada “dışında
olmak”, “sempati” ya da “antipati”nin olmadığı anlamına
gelmiyor. Yalnızca bu entelektüel üretimin hareketin
içinden değil, daha çok üzerinden geldiğini gösteriyor.
Böylece akademik analiz yapan kişi, geçmiş ve mevcut
hareketlerin iyi ve kötü yönlerini, akıllıca adımları ve
hatalarını değerlendirir ve yargılar; bununla da kalmaz,
hareketin gideceği yöne ve kaderine ilişkin kehanetlerde
bulunur.
conatus
Bazen bazı akademisyenlerin bir hareketi yönlendirmeye
giriştikleri olur; yani, hareketin kendi yönergelerini
takip etmesi gerektiğini düşünürler. Böylece
akademisyenin harekete esas yaklaşımı, hareketin ona
“uymadığı yönündedir”. Hareketin bütün hatalarının
temelinde, akademisyen için açık olan şeyleri
görmekten uzak olması yatmaktadır buna göre. Bu
masa başı akademisyenleri arasında bellek eksikliği
ve samimiyetsizlik (elbette her zaman olmamakla
birlikte) yaygındır. Bir gün bir şey der, bir tahminde
bulunurlar; bir başka gün bunun tam tersi gerçekleşir;
ancak akademisyen belleğini yitirmiştir; bir önceki sefer
dediklerini yok sayıp kuram oluşturmaya devam eder.
Üstüne üstlük, okuyucularına ve dinleyicilerine saygı
göstermek gibi bir kaygısı olmadığından dürüstlüğünü
de yitirmiştir. Asla “dün böyle demiştim ama tam tersi
oldu, hata yaptım” demez. Medyanın “bugününe” takılı
kalan masa başı akademisyeni, “unutma” fırsatına
sığınır. Bu akademisyen, aslında kuramsal abur cubur
üretmektedir. Yani ürettiği şey dikkat çektiği halde,
besleyici olmaktan uzaktır.
Bazense hareket, kendiliğindenliğinin yerine bir
akademinin kuramsal himayesini koyar. Bu durumda
çözüm, genellikle yetersizliğin kendisinden bile daha
zararlıdır. Akademi hata yaparsa “unutur”; hareket
hata yaparsa yenilir. Zaman zaman hareketin önderliği,
kendisine arka çıkan, pratiğinin tutarlılığına destek
olan “kuramsal bir mazeret” arar. Hareket bu durumda,
işte bunu sağlamak için akademiye başvurur. Böyle
durumlarda kuram, eleştirel olmaktan uzak, retorik bir
müdafaadan başka bir şey değildir.
Bizler, hareketin (savunma değil) kendi kuramsal
görüşlerini üretmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ancak
bu şekilde, masa başı kuramıyla oluşturulması imkânsız
olan, kendi hareketinin dönüştürücü pratiklerini
kurama içerebilir. Hareketlerin ve örgütlerin içinden,
onlarla birlikte çözümlemeler yapan ve kuramsal görüş
bildirenleri dinlemeyi, onlarla tartışmayı tercih ediyoruz.
Dışarıdan ve daha da kötüsü hareketin kendisinin
pahasına düşünce üretenleri değil... Yine de kimin
konuştuğuna değil nereden konuştuğuna dikkat ederek,
bütün yorumları göz önünde bulundurmaya çalışıyoruz.
Kuramsal düşüncelerimizde, eksiksiz ya da kaçınılmaz
olaylardan değil de eğilimlerden bahsederiz biz. Henüz
homojenleşmemiş ve hegemonik hale gelmemiş,
135
ama geri döndürülebilir (ve döndürülmesi gereken)
eğilimlerdir bunlar...
Zapatistalar olarak kuramsal fikirlerimiz, genelde
kendimiz üzerine değil içinde hareket ettiğimiz gerçeklik
üzerinedir. Bunlar doğası gereği yaklaşık fikirlerdir
ve zamanla, mekânla, kavramlarla ve bu kavramların
yapısıyla sınırlıdırlar. İşte bu yüzden, söylediğimiz
ve yaptığımız şeylerde evrensele ve sonsuza ulaşma
çabalarından uzak duruyoruz.
Zapatismo üzerine sorulan soruların cevapları, kuramsal
görüşlerimizde değil pratiğimizde saklıdır. Bizim
açımızdan pratik, çok ağır ahlaki ve etik bir yük taşır.
Yani biz, (her zaman başarılı olamasa da) hem kuramsal
çözümlemelerimize hem de her şeyden önemlisi
görevimiz olduğunu düşündüklerimize uygun olarak
eylemeye çalışıyoruz. Biz her zaman tutarlı olmaya
çalışıyoruz. Belki pragmatik (“kuramsız ve ilkesiz
davranış”ın bir diğer adı) olmayışımızın nedeni budur.
Öncüler, bir şeyi ya da birini yönetme gerekliliği
hisseder. İşte bu bağlamda, akademik kuramcılarla
birçok açıdan benzerlik gösterirler. Öncüler yönetmek
için yola çıkar, bunun için çalışırlar. Hatta bazıları, siyasi
çalışmalarında hatalarının ve sapmalarının bedelini
üstlenmeye gönüllüdür. Akademisyenlerse değil...
Biz, görevimizin başlatmak, takip etmek, eşlik etmek,
kendimiz de dahil olmak üzere birileri ya da bir şey için
alanlar bulmak ve açmak olduğunu düşünüyoruz.
Bir ulus veya gezegendeki farklı direnişlere doğru çıkılan
bir yolculuk, yalnızca keşif amaçlı olsa dahi sadece
bir envanter değildir. Orada kişi, belki şimdiden çok
geleceği sezer.
Bu yolculuğun bir parçası olanlar, bu envanteri
gerçekleştirenler sosyal bilimler masasının başında
ekleme çıkarma yapanların göremeyeceği şeyleri
keşfedebilirler. Yolcuyu ve gidilecek yolu kavramak için,
doğru, ancak asıl önemli olan yolun ta kendisidir, yön
ve eğilimdir. Fark ederek ve çözümleyerek, tartışarak
ve münakaşa ederek yalnızca olup biteni bilmeyi ve
anlamayı değil, aynı zamanda –ve hepsinden önemlisi–
bu var olanı denemeyi ve dönüştürmeyi amaçlıyoruz.
Bu güç aslında ekonomik, ideolojik ve toplumsal gücü
dikkate almakla beraber, bunlarla ilişkisinde görece
bir özerkliğe sahip olmuştur. İşte bu görece özerklik,
ona “ileriyi görme” ve ulusal toplumları da bu geleceğe
doğru yönlendirme kabiliyeti sağlamıştır. Bu gelecekte,
ekonomi bir güç olmaya devam etmekle kalmamış, en
önemli güç halini almıştır.
Siyaset sanatında polisin sanatkârı, yani yönetici,
askeri olanlar da dahil olmak üzere bilimde ve insan
sanatlarında bilgi sahibi olan, uzmanlaşmış bir liderdir.
Yönetme bilgeliği, devleti yönlendirmede farklı
kaynakları uygun şekilde idare edebilmekten geçer. Bu
kaynaklardan birine ya da diğerine daha fazla veya daha
az başvurulması, farklı hükümet şekillerini ortaya koyar.
Dengeli idare, siyaset ve baskı; ileri bir demokrasi. Daha
fazla siyaset, daha az idare ve gizli baskı; popülist bir
rejim... Daha fazla baskı, siyaset ve idare yoksunluğu;
askeri diktatörlük...
O zamanki uluslararası işbölümünde devlet adamları (ve
Zapatismo üzerine sorulan soruların cevapları,
kuramsal görüşlerimizde değil pratiğimizde
saklıdır. Bizim açımızdan pratik, çok ağır ahlaki
ve etik bir yük taşır. Yani biz, hem kuramsal
çözümlemelerimize hem de her şeyden önemlisi
görevimiz olduğunu düşündüklerimize uygun
olarak eylemeye çalışıyoruz
II. Ulus Devlet ve Polis
Ulus Devletlerin tükenmeye yüz tutmuş tarihinde
siyasi sınıf, karar-alma gücüne sahip sınıf olmuştur.
conatus
136
devlet kadınları) gelişmiş kapitalizme aittirler. Deforme
olmuş kapitalizmle yönetilen ülkelerin hükümetleri
haydutlardan ibarettir. Askeri diktatörlük modernitenin
asıl yüzünü gösterir; bu kana susamış, hayvani bir
yüzdür. Demokrasiler, bu vahşi özü gizlemeye yarayan
bir maske olmakla kalmamış, aynı zamanda Ulusları
paranın daha iyi gelişme imkânları bulabileceği yeni
bir döneme hazırlamıştır. Küreselleşme yani dünyayı
dünya-çapına ulaştırmak, yalnızca dijital teknolojik
devrimle belirlenmemiştir. Paranın her daim hazır
bulunan enternasyonal tasarımları, amacına ulaşmasının
yani tüm gezegeni kendi mantığına uygun olarak
fethetmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmaya
yarayan araçları ve koşulları bulmuştur. Bu engellerden
biri yani sınırlar ve Ulus Devletler, bir (dördüncü)
Dünya Savaşı’nı yaşamış ve yaşamaktadır. Ulus Devletler,
bu savaşa ekonomik, siyasi, askeri, ideolojik kaynakları
ve son zamanlarda yaşadığımız savaşların ve serbest
ticaret anlaşmalarının da gösterdiği gibi hukuki koruma
olmaksızın karşı durmaya çalışmaktadır.
Tarih, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve sosyalist bloğun
yenilgisiyle son bulmadı. Yeni Dünya Düzeni, halen
paranın savaşında bir amaç... Ancak şu anda, ölüm
sancıları içinde yardım eli uzanmasını bekleyerek savaş
alanında yatıyor Ulus Devlet.
Belli başlı karar alma aşamalarında siyasi sınıfın yerini
alan idari kolektife “İktidar topluluğu” diyoruz. Bu
grup, yalnızca ekonomik güce ve de sadece tek bir ulus
içinde ekonomik güce sahip değildir. (“Anonim toplum”
modeline göre) organik olarak bir araya gelmekten
ziyade, bu “İktidar topluluğu” Ulus Devletlerden
ve bunların siyasi sınıfından arta kalan boşluğu
doldurmaya çalışıyor. “İktidar topluluğu” finansal
kurumları (ve böylece bütün ülkeleri), medyayı, sanayi
ve ticaret kuruluşlarını, eğitim kurumlarını, orduları,
kamusal ve özel güvenlik kuvvetlerini kontrol etmekte.
“İktidar topluluğu”, ulusüstü bir hükümete sahip bir
Dünya Devleti istemektedir; ancak bunu inşa etmeye
girişmez.
Küreselleşme, insanlık adına travmatik bir deneyim
olmuştur, doğru; ancak bu özellikle de iktidar topluluğu
için geçerlidir. Herhangi bir arabuluculuk olmaksızın
barrios’lardan ve topluluklardan Hiper-Polis’e, yerelden
küresele geçiş yapmanın yükü altında ezilen iktidar
topluluğu, ulusüstü hükümet kurulurken bir kez daha
conatus
çoktan solmakta olan Ulus Devlete sığınıyor. İktidar
topluluğunun Ulus Devleti, yalnızca oldukça şizofrenik
bir canlılık izlenimi veriyor. Ulus Devletin metropolisi,
bir hologramdan başka bir şey değildir.
Onlarca yıldır istikrarın göstergesi olarak korunan
Ulus Devletler yavaş yavaş yok olurken, küreselleşme
tarafından üretilmekle kalmayıp aynı zamanda yine
onun tarafından vurgulanan boşluğu doldurmaya
çabalayan dogmalarla beslenen hologramları varlığını
koruyor. Dünyayı zamansal ve mekânsal olarak dünyaçapında yeniden kurmak, İktidar açısından halen
yönlendirilmesi gereken bir şey. “Ötekiler” artık başka
yerde değil, her zaman her yerde... Ve İktidar için
“öteki” bir tehdit. Bu tehditle ne şekilde başa çıkılacak?
İşte ulus hologramını dirilterek ve “ötekini” saldırgan
ilan ederek. Sayın Bush’un Afganistan ve Irak savaşları
lehine sunduğu argüman, bu iki devletin Kuzey Amerika
“ulusunu” tehdit etmeleri değil miydi? Ancak CNN
tarafından yaratılan “gerçekliğin” dışında, Kabil’de ve
Bağdat’ta dalgalanan bayraklar, yıldızlar ve çizgilerden
ibaret değil, çokuluslu şirketlerin flamaları...
Ulus Devlet hologramında modernitenin o eşsiz
“bireysel özgürlük” yanılsaması, sırf küresel olduğu
için daha az baskıcı olmayan bir hapishanede mahkûm
düşmüş. Birey o derece bulanıklaşmış ki, dünün
kahramanlarının hayalleri dahi biraz olsun ayakta kalma
umudu taşımıyor. “Kendi kendini kuran” adam diye
bir şey yok artık “Kendi kendini kuran bir şirketten”
bahsetmek de imkânsız olduğuna göre, sosyal beklentiler
akıntıya kapılmış sürüklenmekte. Umut nerede?
Sokaklar için, barrio için savaşmak mı yeniden? Hayır.
Parçalanma o derece acımasız ve amansız ki, bunun gibi
en ufak kimlik birimleri bile istikrarını koruyamıyor.
Memleket? Nerede, nasıl? Televizyon kraliçe edasıyla
ön kapıdan evlerimize daldığında, internet siberalemin
yarıklarında ilerleyerek yolunu bulmaya başlamıştı
bile. Gezegendeki evlerin hemen hepsi, Irak’ı işgal eden
İngiliz ve Kuzey Amerika bölüklerinin istilası altında.
“Tanrı’nın kutsal eli” unvanını kendine mal eden Ulus
Devlet, yalnızca televizyonda, radyoda, bazı gazetelerde
ve dergilerde, bir de sinemada varlığını koruyor.
Büyük medya konsorsiyumlarının rüya fabrikalarında
başkanlar zeki ve sempatiktir; adalet her zaman kazanır.
Toplum zorbayı yener; keyfi görünümlü isyan kolayca
ve etkili bir biçimde bastırılır; ulusun toplumuna “ve
137
sonsuza dek mutlu yaşadılar” sonu vaat edilir. İşler
gerçekte tam aksidir oysa.
Hani nerede Afganistan savaşının kahramanları? Hani
Irak işgalininkiler? 11 Eylül 2001’in kahramanları vardı,
bu peygambervari çılgınlığın kurbanlarını kurtarmak
için mücadele eden New York kentinin itfaiyecileri ve
sakinleri... Ama asıl kahramanlar İktidarın pek işine
yaramıyordu; işte bu yüzden bu kadar kolayca unutulup
gittiler. İktidar için işgal eden, yakıp giden gerçek
“kahramandır”, kurtaran, yaratan değil. New York’ta ikiz
kulelerin yıkıntısında çalışan küllerle kaplı itfaiyecinin
yerini, Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in heykelini yere çalan
tank aldı.
Modern polis (ekonomik, kültürel, dini ve politik
ilişkiler içindeki kentsel bir alana vurgu yaptığımı
belirtmek için, burada “şehir” kelimesi yerine “polis”
kelimesini kullanıyorum) ile Klasik polis (Plato)
arasındaki yegâne bağ, yüzeysel ve anlamsız koyun
(halk) ve çoban (yönetici) imgeleridir.
Ancak modernite, bu Platonik imgeyi tamamen
dağıtmıştır. Artık bu, endüstriyel bir kompleks halini
almıştır: Kimi koyunlar kırpılır, kimileri de yiyecek elde
etmek için kurban edilir. Yine bazı “hasta” koyunlar,
hastalıklarını geri kalanlara bulaştırmasınlar diye tecrit
edilir, ortadan kaldırılır ve “yakılır.”
Neoliberalizm kendini, polis dediğimiz bu mezbaha/ağıl
karışımı için en iyi yönetim şekli ilan etmiştir; ancak
verimliliğin yalnızca bütün bir gezegende polis’lerin
sınırlarını yok sayarak ve bunları genişleterek (bu da
işgal demek) sağlanabileceğini de eklemeden geçmez.
Alın size Hiper-Polis.
Ancak görünüşe göre, “yönetici” (yöneten kişi/çoban)
aklını yitirmiş ve sahip hepsini yiyemeyecek dahi olsa,
yarına ne kırpılacak ne de kurban edilecek koyun
kalmayacak dahi olsa, bütün kuzuları kurban etme
kararı almış. Yaşlı politikacı, yani öncekinden önceki,
(burada “İsa’dan önce”sini değil, 20. yüzyılın sonunu
kastediyorum) sürünün büyümesi için gerekli koşulları
sağlama konusunda uzmanlaşmış; böylece birçok şey
için yeterli koyuna sahip olunduğundan hiç biri isyan da
etmeyecek.
Neo-politikacı, artık “iyi yetiştirilmiş” bir çoban değil.
Kendisine verilen sürü kadarını yemekle yetinen, ancak
temel görevlerini terk etmiş, artık bir koyun derisi
arkasına dahi saklanmayan aptal ve cahil bir kurt.
Sürünün kaybolması ya da ayaklanması fazla sürmez.
Bunun modern polisin ağılının/fabrikasının/
mezbahasının “insanileştirilmesinden” ziyade, bu
mantığı ortadan kaldırmakla ilgili olduğunu düşünemez
miyiz? Koyun derisini kaldırdığımızda, koyunlar
olmaksızın bu “çoban/kasap/yün kırpıcı”nın gereksiz
olmakla kalmayıp bizim için bir engel teşkil ettiğini fark
edemez miyiz?
Geniş anlamda Ulus Devletlerin mantığı şöyleydi: Bir
polis-şehir bir bölgede bir araya gelir (tersi değil), bir
dizi polisten bir il oluşur, bir dizi ilden bir ulus oluşur.
Bu yüzden polis-şehir Ulus Devletin ana hücresidir ve
Polisin başkenti kendi mantığını polisin geri kalanına
dayatır.
Ulus Devleti bir araya getiren faktörler olduğu gibi
(bölge, dil, para birimi, hukuki-siyasi bir sistem, kültür,
tarih vs.), bu polisi kendi içinde bir araya getiren
bir ya da daha çok faktörden oluşan bir tür ortak
neden de vardır. Bu faktörler, küreselleşmeyle birlikte
–yalnızca sembolik anlamda değil– yok olmuş, havaya
uçurulmuşlardır.
Peki Ulus Devletin günümüzde neredeyse kaybolmaya
varan bu düşüşünde polisin konumu nedir? Hangisi
daha önce gelmektedir? Polis mi Ulus Devlet mi?
Hangisinin düşüşü önce gerçekleşmiştir? Bunun
bir önemi yok, en azından şu anda ifade etmekte
olduğum anlamda. Hangisinin çözülmesinin (ve bu
yüzden de kaybolma eğiliminin) bir diğerininkinden
kaynaklandığından bahsetmiyorum ben.
Polis de, tıpkı Ulus Devlet gibi kendisini bir araya
getiren şeyleri kaybetti. Her Polis, birbirinden farklı
olmakla kalmayıp bazen birbirinin karşısında yer alan,
düzensiz, kaotik bir parçalanmadan, üst üste bindirilmiş
polislerden başka bir şey değildir.
Paranın İktidarı kendi heybetini ve refahını yansıtan,
kendini etrafını saran, onu tehdit eden bir “öteki”
polisten (“ötekilerininkinden”) koruyacak özel bir
alana ihtiyaç duyar. Bu “öteki” polisler, geçmişin barbar
toplumlarına benzemez. Paranın Polisi, bunları bir araya
getirmek ister. Onlardan korktuğu kadar onlara ihtiyaç
da duyar.
Daha önce Ulus Devletler varken (ya da bunlar hâlâ
birbirleriyle toprak kavgası içindeyken) bugün artık
düzensiz Polis yığınlarından başka bir şey yok. Paranın
Polisleri, “iktidar topluluğunun” dünya üzerindeki
conatus
138
“evleri.” Ancak önceleri Ulus devletlerin iç yaşantılarını
ve birbirleriyle ilişkilerini (uluslararası hukuki yapı)
düzenleyen hukuki ve kurumsal bir sistem varken, artık
böyle bir şey söz konusu değil.
Uluslararası hukuki sistem, artık devri kapanmış bir
kavram; artık bunun yerini, sermayenin kendiliğinden
“hukuki” sistemi işgal etmekte. Bu da, savaş da dahil
olmak üzere her yolu mubah sayan vahşi acımasız bir
rekabet.
Şehirlerin kamusal güvenlik programları, hiçbir şeyi
olmayanlar karşısında her şeyi olanları korumaktan
başka ne yapar? “Mutatis mutandis1”, ulusal güvenlik
programları, artık diğer uluslarla karşı karşıya gelirken
ulusal olma özelliğini korumuyor; artık bunlar, her yerde
herkese karşılar. Sefalet çemberinin ortasında kalmış –ve
bunun tarafından tehdit edilen– şehir imgesi ve diğer
ülkeler tarafından taciz edilen ulus imgesi dönüşüme
uğramaya başladı. Yoksulluk ve muhalefet (kaybolma
terbiyesi almamış o “ötekiler”) artık dışarıda değil; ülkelerin
metropollerinin her yerinde bunlara rastlamak mümkün.
Ulusal yeniden örgütlenmenin provası ya da “eğitimi”
adına polisin hükümetleri, parçaları tarafından
yürütülen “yeniden örgütlenmenin” işe yaramadığından
bahsediyorum. Çünkü bu, yeniden düzenlemeden ziyade
“zararlı” parçaları tecrit etmek ve bunların taleplerinin,
mücadelelerinin ve direnişlerinin para polisi üzerindeki
olası etkilerini hafifletmekle ilgili bir şeydir.
Şehri yönetenlerin tek yaptığı, ulusal çözülme sürecini
idare etmeye terfi etme ümidiyle polisin çözülme
sürecini idare etmek.
conatus
Şehirlerde alanların özelleştirilmesi, kendi kurallarını
ihlal eden korkudan başka bir şey değil. Polis, anarşik
adalardan oluşan bir alana dönüştürülüyor. Bu
azınlığın “bir arada var olması”, yalnızca “ötekine”
karşı besledikleri ortak korkunun bir sonucu. Çok yaşa
özel sokaklar! Özel mahallelerin yerini, özel şehirler,
eyaletler, uluslar alacak ve bütün dünya özelleştirilecek;
yani “ötekilerden” arındırılacak, korunacak. Ancak bu
süreçte, zengin mahallelerin de bir diğer “öteki” halini
alması uzak değil.
Nükleer savaşın beceremediğini şirketler yapabilir.
Kendini refaha kavuşturanlar da dahil olmak üzere her
şeyi yok etmek! Kendisi de dahil olmak üzere hiçbir
dünyanın uymadığı bir dünya... İşte Ulus Devletin
yıkıntısından yükseltilen Hiper-Polis’in projesi...
III. Politika
Artık polisleri, ulusları, toplumları bir arada tutan hiç
mi ulusal neden kalmadı? Yoksa artık bu nedenleri
besleyebilecek politikacılar mı kalmadı? Politikanın
gözden düşmesi bundan çok daha fazlasını içinde
barındırıyor; bu nefretle, acıyla ilgili bir şey. Ortalama
vatandaş, politik sınıfın zorbalıklarına karşı beslediği
ilgisizlikten oldukça “etkili” hale gelen reddetme
yollarına doğru kayıyor. “Sürü”, bu yeni mantığa
direniyor.
Geçmişin politikacısı ortak ödevi tanımlamıştı.
Modern politikacı bunu yapmaya çalışıyor; ancak
sürekli başarısız oluyor. Peki neden? Belki de prestijinin
kaybolmasına neden olan bizzat kendisidir, ya da daha
doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse bir nedeni kötüye
kullanmak yerine, bir mesleği kötüye kullanmıştır.
Referans noktası olarak gerçekliği yitiren modern politik
sınıf, emellerinin değil gündelik takviminin boyutlarına
dayalı bir hologram üretmekte. Bir halkı yönetenler bir
şehri, eyaleti, ulusu, tüm dünyayı yönetmekten el çekmiş
değil. Onlar için nüfusu belirleyen kendi bugünleri;
bir sonraki adım için gelecek yılki seçimleri beklemek
zorundalar.
Daha önceleri Ulus Devletin “ileriyi görebilme” ve
sermayenin “hızla” yeniden üretilmesinin gerekli
koşullarını sağlayabilme ve periyodik olarak içine
düştüğü krizlerden çıkmasına yardımcı olabilme becerisi
139
vardıysa bile, temel dayanaklarının yok edilmesi bu
görevi yerine getirmesini artık engelliyor.
Sosyal gemi “sürüklenmekte”; sorun yalnızca ortalarda
yetenekli bir kaptanın bulunmayışı değil. Belli ki birileri
dümeni yürütmüş; gemi artık bir tarafa dönmüyor.
Para dinamitse, politikacılar da bu yıkımın “araçlarıydı”.
Ulus Devletin dayanaklarını yok ederek, geleneksel
politikacılar aynı zamanda onun mazeretlerini de yok
etmiş oldular. Politikanın o çok güçlü atletleri, şaşkın ve
şüphe içinde Devlet yönetme sanatının ne olduğundan
haberdar bile olmayan bir mağaza sahibine bakıyorlar.
Bu mağaza sahibi onları yenmedi bile, sadece yerlerini
aldı.
Geleneksel politik sınıf, Ulus Devletin dayanaklarını
yeniden inşa etmeyi beceremiyor. Bir av gibi bir ülkenin
kalıntılarından besleniyor; paranın imparatorluğunun
üzerinde yükseldiği çamurdan ve kandan besleniyor. O
beslenedursun, Bay Para masada onu bekliyor.
Serbest piyasa korkunç bir metamorfoz geçirdi: Artık
hangi alışveriş merkezine gitmek istediğini seçmekte
özgürsün; ama alışveriş aynı alışveriş, marka da öyle...
Tüccar zorbalığının o sahte ilksel özgürlük fikri, “serbest
arz ve serbest talep” parçalanmış durumda.
“Batı demokrasisi”nin dayanakları yerle bir oldu. Bu
yıkıntıda kampanyalar ve seçimler düzenleniyor. Seçim
pirotekniği yükseklerde ışıldıyor; o derece yüksekte
ki, politikanın üzerini kaplayan yıkıntıları biraz olsun
aydınlatmayı başaramıyor.
Aynı şekilde hükümetlerin omuriliği, hikmeti hükümet
artık bir işe yaramıyor. Artık politikayı yönlendiren
piyasanın mantığı... Piyasa uzmanları iktidarın yeni
mantığından daha iyi anlıyorlarsa, politikacıları kim ne
yapsın?
Politikacının, yani devlet görevlilerinin yerini müdürler
aldı. Böylece Devletin vizyonu bir pazarlama vizyonu
olarak yeniden oluşturuldu (müdür, şirketin başarısının
kendi başarısı olduğunu “sanan” geçmişin patronundan
başka bir şey değil) ve yalnızca uzaklık olarak değil aynı
zamanda büyüklük olarak da ufku daraldı.
Yasa yapıcılar, temsilciler ve senatörler değil artık; bu işi
danışman “lobileri” gerçekleştiriyor.
Geleneksel politikacılar ve bunların entelektüelleri, yani
dullar ve yetimler, saçlarını yoluyorlar (hala kaldıysa
tabii) ve fikirler pazarına sunmak üzere tekrar tekrar
yeni mazeretler sayıp döküyorlar, ama nafile. Orada
zaten fazlasıyla satıcı var ve ortada hiç alıcı yok.
Direniş mücadelelerinde yüzünü geleneksel politik sınıfa
dönmek hoş bir nostalji. Yüzünü neo-politikacılara
dönmekse şizofrenlik. Orada belki de bir şeyler olur
üzerine bahse tutuşmaktan başka yapılacak hiçbir şey
yok.
Dümenin var olduğunu ve buna sahip olmak için
mücadele edilmesi gerektiğini hayal etmeye kendini
adamışlar var. Sonra bir yerlerde bırakılmış olduğunu
bilip de o dümeni arayanlar var. Ve sonra bir ada
kuranlar var. Kendi kendini tatmin etmek için bir
sığınak olsun diye değil, başka başka adaları bulmak için
bir gemi olsun diye...
IV. Savaş
İktidar topluluğunun içinde bulunduğu postmodern
stres halinde savaş, psikolog kanepesi vazifesi görüyor.
Ölümün ve yıkımın katarsisi yatıştırıyor, ancak
iyileştirmiyor. Günümüz krizleri dününkilerden de kötü.
Bu yüzden, iktidarın buna karşı sunduğu radikal çözüm,
yani savaş, daha önceki zamanlardakinden çok daha
kötü.
Şimdi küreselleşme, insanlık tarihinin en büyük
sahtekârı, kendini meşru gösterme çabasına girme
edebini dahi göstermiyor. Kelimelerin ve bunlarla
birlikte mantıki argüman geliştirmenin ortaya çıkışından
bin yıllar sonra, kaba kuvvet yine belirleyici ve tayin
edici konumunu işgal etti.
İktidarın yerini sağlamlaştırma tarihinde, insanlığın
uyum içinde yaşama kabiliyeti, yerini bir arada
yaşamaya bırakmış. Savaşta bir arada yaşama. Egemen
olan-tabi olan ikilemi, dünya toplumunu tanımlayan şey
şimdi ve küresel toplumun en dağınık parçaları için bile
yeni “insanlık” kriteri olma çabasında.
Ulus Devlet hologramında devlet adamlarından
artakalan boşluğu müdürler ve fırsatçılar dolduruyor.
Sermayenin aşikâr düzenindeyse, şirket askerleri (Sun
Tzi’yi okuyup uygulamakla kalmayıp onun hareketini
ve manevralarını devam ettirmenin maddi araçlarına
da sahip olan yeni bir nesil) pazarlama stratejilerinin bir
parçası olarak askeri savaş (bunu ekonomik, ideolojik,
conatus
140
psikolojik, diplomatik ve diğer savaş türlerinden
ayırmak için) çıkarıyorlar.
Pazar yerinin mantığı (ne pahasına olursa olsun daha
fazla kâr elde etme) eski savaş mantığına dayatılıyor
(düşmanın savaşma gücünü yok et). Uluslararası
yasama yoluna çıkıyor; ya yok sayacaksın ya yok
edeceksin. Makul gerekçelerin zamanı değil artık.
Artık savaşın “ahlaki” ve “politik” gerekçeleri bile pek
de vurgulanmıyor. Uluslararası kurumlar işe yaramaz,
külfetli anıtlar.
İktidar topluluğu için insanlar ya müşteridir ya da suçlu.
İlkinin aleladeliğini garanti altına almak ve ikincisini yok
etmek için, politikacılar iktidarın gayri meşru yüzüne
yasal bir kılıf uyduruyorlar. Savaşların artık kendilerini
“meşru kılması” ya da kendilerine “arka çıkması” için
hukuka ihtiyaçları kalmadı. Savaş ilan edecek ve emri
verecek politikacılar olsun yeter.
gitmelerini sağlayabilir. Peki, hangi yöne? Kârın
olduğu yöne. Bu mantık çerçevesinde para kendini
hızlı, büyümekte olan ve sürekli kârı garanti altına alan
koşullara doğru yönlendirecektir. Daha az yoksa daha
çok kâr olan yöne mi yönelecektir? Evet, şirketler bir
eğilim olarak diğer bir şirkete karşı ilerleyecektir.
Irak savaşının sonuçları, büyük şirketlerin karşı karşıya
kaldıkları krizi çözebilecek mi? Hayır, ya da hemen
değil. Ulusötesi olma amacı taşıyan Ulus Devletin
beklentileri açısından bir çatışmanın taktiksel etkilerinin
ömrü ancak bir televizyon reklamınınki kadar.
Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları, “Irak savaşını
zaten kazandık” diyeceklerdir. “Ya şimdi?” Başka bir
savaş mı? Nerede? Yeni dünya düzeni bu mu? Yalnızca
televizyon reklamları tarafından bölünen, her zaman ve
her yerde bir savaş...
Amerika Birleşik Devletleri hükümeti Hiper-Polis’in
“polis memurluğu” rolünü kendine mal ettiyse, nasıl bir
düzen kurmak istediğini, hangi mülkiyeti savunması
gerektiğini, hangi suçluları hapse tıkması gerektiğini ve
davranışlarına tutarlılık kazandıracak, onları koruyacak
yasaların neler olduğunu sorgulamak gerek. Yani iktidar
topluluğunun kendini sakınması gereken “ötekiler” kim?
Savaş yürütmek için askeri generalden daha beteri
yoktur; işte bu yüzden, daha önceleri büyük generaller,
savaş galipleri (yoksa savaşta savaşanlar değil) politikacı,
devlet adamlarıydı. Ama artık ortalarda bunlardan
kalmadıysa, günümüz dünyayı fethetme savaşını kimler
yürütüyor? Aklı başında hiç kimsenin Irak savaşını
Bush’un ya da Rumsfeld’in yönettiğini düşündüğünü
sanmıyorum.
Yani bu savaşı yürütenler ya askerler ya değil. Eğer
öyleyse, sonuçlarını kısa bir süre içinde görmeye
başlarız. Ordu, düşmanını tamamen yok edene kadar
tatmin olmaz. Diğer bir tabirle yenmek değil de yok
etmek, işini bitirmek, imha etmek... Bu yüzden, bu
krizin çözümü daha büyük bir krizin, kelimelerle tarif
edilemez bir dehşetin başlangıcı.
Eğer asker değilse kim yürütüyor peki bu savaşı?
Biri kalkıp şirketler diyebilir. Ancak şirketlerin de
bireylerin üzerine uyguladıkları, onları yönlendirdikleri
kendilerine has bir mantığı var. Hayat ve zekâ sahibi
bir canlı gibi şirketler, üyelerinin şu ya da bu yöne
V. Kültür
conatus
Savaşın kanepesine uzanmış İktidar topluluğu, kendi
kompleksleriyle ve hayaletleriyle baş başa. Bunların
pek çok adı ve pek çok yüzü olmasına karşın, ortak
bir paydaya sahipler: “öteki”. Küreselleşme öncesi
zaman ve mekân olarak çok uzaklarda olan bu “öteki”,
Hiper-Polis’in düzenden yoksun yapılanmasıyla iktidar
topluluğunun arka bahçesine taşındı.
“Ötekinin” kültürü, küçümsenen bir ayna halini alıyor.
İnsanlık dışı vahşiliğiyle gücü yansıttığı için değil,
“ötekinin” tarihini anlattığı için. “Farklı olan” gücün
“ben”ine bağlı olmamakla kalmıyor; aynı zamanda
bu fark, “ben”in varlığının farkında olmaksızın, onun
gelecekteki görünümünü tahayyül bile etmeksizin
kendine ait bir tarihe ve görkeme sahip.
İktidar topluluğu içinde uyum içinde yaşayan insanın,
onun kolektif bir varlık olarak yenilgisi bireysel
başarıların arkasına gizlenmiş durumda. Ancak bu ikinci
durum da başarının da “ötekinin,” yani kolektif varlığın
yenilgiye uğratılmasıyla mümkün olduğunu gizlemekte.
On yıllarca kolektif, iktidarın tahayyülünde kötünün,
keyfiliğin, huysuzluğun, vahşiliğin, acımasızlığın
ifadesiydi. “Öteki”, (kefaret değil itaat vaaz eden)
iktidarın yeni “İncil”indeki asi Lucifer’in yüzü oldu; onu
bir kez daha cennetten kovmak gerek. “Akıllı bombalar”,
ışıldayan kılıcın rolünü oynuyor.
141
“Ötekinin” yüzü onun kültürü. Farkı burada yatıyor.
Bir ulusta dil, inanç, değerler, gelenekler, tarih kolektif
beden haline getirilir ve bu da, kendini diğerlerinden
ayırmasına ve diğerleriyle bu ayrım temelinde
ilişkilenebilmesine yarar. Kültürsüz bir ulus, yüzü
olmayan bir varlık gibidir; yani gözleri, kulakları, burnu,
ağzı ve beyni olmayan bir varlık.
“Ötekinin” kültürünü yok etmek, onu yok etmenin
en eksiksiz yolu. Irak’ın kültürel zenginliklerinin
yağmalanması, işgalci orduların ihmali ya da
ilgisizliğinin bir sonucu değil, savaş planındaki askeri
eylemlerden biri.
Büyük savaşlarda, büyük zorbalıklar ve soykırımlar
özelikle kültürel yıkımı hedef alır. Hitler’in ve Bush’un
kültürel fobilerinin benzerlikleri, ortak çılgınlık
semptomları göstermelerinin bir sonucu değil. Bu
benzerlik, birini batırırken diğerini çıkaran, dünyayı
dünya-çapında kılma projelerinde yatıyor.
Kültür, Ulus Devletin hâlâ nefes almasını sağlayan pek az
şeyden bir tanesi. Kültürün yok edilmesi öldürücü darbe
olacak. Kimseler cenazeye katılmayacak, bilgisizlikten
değil “reytingler” yüzünden.
Tarih, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla ve
sosyalist bloğun yenilgisiyle son bulmadı. Yeni
Dünya Düzeni, halen paranın savaşında bir
amaç... Ancak şu anda, ölüm sancıları içinde
yardım eli uzanmasını bekleyerek savaş alanında
yatıyor Ulus Devlet
VI. Manifestolar ve Gösteriler
Yeni yüzyıla damgasını vuran savaş hali, ne ikiz
kulelerin yıkılması ne de Saddam Hüseyin’in heykelinin
zarafetten, görkemden uzak bir şekilde alaşağı edilmesi.
21. yüzyıl, insanlığa özünü yeniden kazandıran, onu tek
bir amaç etrafında bir araya getiren küresel “SAVAŞA
HAYIR” sloganıyla başladı. Gezegen, daha önce insanlık
tarihinin şahit olmadığı bir “HAYIR” ile sallandı.
Türlü önemdeki entelektüelden tutun da, dünyanın
unutulmuş köşelerinin okuma yazma bilmeyen
sakinlerine kadar bu “HAYIR” toplulukları, kasabaları,
villaları, eyaletleri, ülkeleri ve kıtaları birbirine bağlayan
bir köprü oldu. Manifestolarda ve gösterilerde, bu
“HAYIR” gücün karşısında mantığın savunulmasını
arıyordu.
Bu “Hayır”ın sesi Bağdat’ın işgaliyle kısmen kısılmışsa
da, yankıları zayıflıktan ziyade umut belirtisi. Ancak
bazıları, kuramsal alana geçerek “savaşı durdurmak
için ne yapmalıyız” sorusunun yerine “bir sonraki işgal
nerede” sorusunu sormaya başladı.
Kimileri, ABD hükümetinin Küba’ya karşı bir şey
yapmayacağına yönelik ifadesinin Karayip Adaları’na
karşı bir Kuzey Amerika askeri harekâtından korkmaya
gerek olmadığını kanıtladığına inanıyor. Kuzey Amerika
hükümetinin Küba’yı kuşatma ve işgal etme arzusu
gerçektir; ancak bu arzudan daha öte bir şey. Rotalar,
zaman, ihtimaller, aşamalar, kısmi ve bunu müteakip
amaçlar çoktan belirlenmiştir. Küba, yalnızca işgal
edilmesi gereken bir toprak değildir. O, her şeyden önce
bir tahkir. Neoliberal modernitenin lüks otomobilinde
dayanılamaz bir çöküntü. Bu planlar gerçekleştirilirse,
şu anda Irak’ta olduğu gibi amacın ne Bay Castro Ruz’u
devirmek ne de politik bir rejim değişikliği getirmek
olduğu görülecektir.
Küba’nın (ya da dünya coğrafyası üzerinde herhangi
başka bir yerin) istilasının ve işgalinin, Ulus Devletlerin
(belki de Latin Amerika’da kalan son ulus devletin)
kendi iç işlerini kontrol altında tutmak için yaptıklarına
“şaşıp kalan” entelektüellere ihtiyacı yok.
Kuzey Amerika hükümeti, BM’nin ve birinci dünya
hükümetlerinin soğuk retlerinden biraz olsun rahatsız
olmamışsa, gezegenin her yanından milyonlarca
insanın kesin kınamasından da endişe duymamışsa,
entelektüellerin karşı çıkışları ve yüreklendirmeleri
conatus
142
bunu ne teşvik edebilir ne de engelleyebilir (Küba’dan
bahsederken, İsrail askerlerinin “kahramanca”
davranışının ne olduğu ortaya çıktı: Bir Filistinliyi
ensesinden vurarak idam etmişler. Filistinli 17 aylıktı.
Altına öfkeli imzalar iliştirilmiş bir bildiri, manifesto
yayınlandı mı? Ne bu, seçici korku mu? Kalbin bitkinliği
mi? “Nerede ve her kim olurlarsa olsunlar onları
kınıyoruz” lafları aşağıdakilerin boğazlarına kendi
dayadıkları terörün her bir zerresini içermeye kadir mi?
Bir kez “hayır” demek yeterli mi?).
Protesto gösterileri ne kadar büyük ve sürekli olsa da,
ABD’nin kendi içinde bile olsa, onları durdurmaya
yetmez.
TEK BAŞINA YETERLİ DEĞİL demek istiyorum.
Esas mesele ezilenlerin direnme kapasiteleri, direniş
çeşitlerini birleştirebilme zekâsı ve her ne kadar kulağa
“öznel” gelse de ezilenlerin karar-alma kapasiteleri.
Fethedilecek toprakların, bu ister Suriye, Küba,
İran, Irak, ya da güneydoğu Meksika dağları olsun,
böyle bir zamanda kendilerini direniş topraklarına
dönüştürebilmeyi başarmaları lazım. Burada hendek,
silah, tuzak ve güvenlik sistemlerinin sayısından
bahsetmiyorum (bunlar yine de gerekli olmakla birlikte);
demek istediğim bu insanların direnme istekliliği (buna
kimileri “ahlak/maneviyat” da diyebilir).
VII. Direniş
Krizler farkına varılmalarından önce gelir; ancak bu
krizlerin sonuçları ve çözümleri üzerine görüş bildirmek
politik eyleme dönüşür. Politik sınıfı reddetmek, politika
yapmayı reddetmek anlamına gelmez; bu, politika
yapmanın yalnızca bir yoludur.
İktidarın o çok kısıtlı ufkunda, politika yapmada yeni bir
yöntemin kendini göstermemiş olması gerçeği, dünya
toplumunun birkaç ya da pek çok parçasında da bunun
gerçekleşmediği anlamına gelmez.
İnsanlık tarihindeki bütün direnişler, sadece saldırı
arifesinde değil saldırı gecesinde de etkisiz olmuşlardır;
ancak bunu böyle görürsek zaman onların yanında
olacak demektir.
Pek çok heykel indirilebilir; ancak nesillerin azmi
korunup cesaretlendirildiği takdirde, direnişin
conatus
zaferi imkânsız değildir. Bu zaferin ne kesin bir
tarihi ne de o yorucu geçit törenleri olacaktır; ancak
kendi mekanizmasını yeni dünya düzeni projesine
dönüştürmeye çalışan aygıtın öngörülebilir düşüşü
nihayet tamamlanacaktır.
Kutsal bir umut vaaz ettiğim yok; sadece biraz dünya
tarihi, biraz da ulusal tarih hatırımda.
Kazanacağız, ne kaderimizde ne saygıdeğer
isyanlarımızda ya da devrimci kütüphanelerimizde yazılı
olduğu için; kazanacağız, çünkü bunun için çalışıyoruz,
savaşıyoruz.
İşte bu yüzden, kendi ötekiliği içinde dünyanın başka
bir yerinde mücadele eden ötekinin saygıyı, kendisinden
çok şey öğrenilebileceğinin hatırda tutulmasını sağlamak
için tevazuu hak etmesinin; kopyalamak yerine üretmek
bilgeliğine, kibirden uzak, kendi ufuklarının ve bu
ufuklara hizmet edecek araçların farkında olan bir
kuram ve pratiğe saygı duyulmasının gerekmesinin
nedeni işte budur.
Var olan heykelleri taşlaştırmak için değil, bunların
yalnızca üzerine kuşlar pislesin diye var olduğu bir
dünya kurmak için.
Pek çok direnişin kendine yer bulduğu bir dünya için...
Uluslararası bir direniş oluşturmak için değil, çok renkli
bir bayrak, pek çok melodiyi içinde barındıran bir
tını için... Şimdi kulağa ahenksiz geliyorsa, bilin ki bu,
aşağıdakilerin takvimi hâlâ her notanın kendi yerini,
kendi tınısını ve her şeyden önemlisi diğer notalarla
arasındaki bağı bulduğu akordu tutturmaya çalıştığı
içindir.
Tarihin sonuna çok var. Gelecekte uyumlu biraradalık
mümkün olacak. Bir diğerine üstün gelmeyi amaçlayan
savaşlar değil, insanlara ortak bir amaç ve neoliberalizme
karşı ayakta kalma umudu veren bu “hayır” sayesinde...
Güneydoğu Meksika dağlarından
İsyancı Yardımcı Kumandan Marcos
Subcomandante Insurgente Marcos, The World:
Seven Thoughts In May of 2003, www.nettime.org/
Lists-Archives/nettime-l-0307/msg00014.html
1
[Lat.] Gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra.
143
conatus
144
145
İKTİDAR OLUŞUMLARININ AYRILMAZ BİR
PARÇASI OLARAK SERMAYE
F é l i x
G u a t t a r i
İngilizceden çeviren: Volkan Kocagül
Sermaye, soyut bir kategori değildir; belirli sosyal oluşumların hizmetindeki semiyotik
bir uygulayıcıdır. İşlevi, dünyanın tüm ekonomik güçlerini oluşturan gelişmiş endüstri
toplumlarının, güç ilişkilerinin ve akışların doğasında bulunan iktidar oluşumlarının
kaydedilmesi, dengelenmesi, düzenlenmesi ve üst-kodlanmasıdır. İktidarın
sermayeleştirilmesi sistemleri, arkaik toplumların çoğunda bulunabilir. Bu iktidarlar
çoklu formlar alabilirler: prestij sermayesi gibi, bir bireyde, bir nesepte, bir etnik grupta
vücut bulan sihirli gücün sermayesi gibi. Ama, bu çeşit bir sermayeleşmenin genel bir
semiyotikleşme prosedürü, sadece kapitalist üretim biçimi altında özerk hale gelmiş gibi
görünmektedir. Bu durum, aşağıdaki iki eksende gelişmiştir:
– İktidarı ölçme ve kayıt altına almaya yönelik genel bir sisteme tabi hale gelmiş yerel
iktidarın semiyotikleşme biçimlerinin yurtsuzlaşması.
– Bunun ardından gelen sistemin hegemonik iktidar oluşumunda yeniden yurtlanması:
Ulus-devletlerin burjuvazisi.
Para, muhasebe, borsa ya da diğer dillerle ifade edilen ekonomik sermaye her zaman, son
tahlilde, birbiri ile somut bir zeminde karşılaşan iktidarlara yönelik farksal ve dinamik
değerlendirme mekanizmalarının dayanır. Bu nedenle, doğası ne olursa olsun sermayeye
yönelik etraflı bir tahlil, örneğin cinsel ya da yerel öğelerin (hediyeler, kazanılmış avantajlar,
“ikincil kârlar”, cep harçlığı, toptan alımlar vb.) yanı sıra kredi, yatırım, endüstri nakli,
birleşmeler vb. işlemler görüntüsü altında, gerçekte ekonomik-stratejik karşılaşmalardan
başka bir şey olmayan devasa uluslararası işlemler gibi az ya da çok parasallaşmış hizmetleri
ele alırken son derece çeşitli bileşenleri hesaba katmak zorunda olacaktır. Bu bakımdan,
sermayeye genel eşdeğer ya da sabit parite sistemlerine bağlı kurlar vb. olarak yapılan
herhangi bir aşırı vurgu, kapitalist itaat ve bağımlılık süreçlerinin gerçek doğasını sadece
maskeleyebilir; ki bu süreçler sosyal ve mikro-sosyal güç ilişkilerini, güç kaymalarını
bir sosyal oluşumun diğeri ile ilişki içinde öne çıkma ya da geri çekilmelerini ya da bir
zemin kaybı hissi yaratma anlamına gelen enflasyonist beklentilere ya da sonuçta sadece
gün ışığında ortaya çıkacak, fark edilemeyen el koymalara yönelik kolektif tavırları içerir.
Referans standartları hesaplama ya da göreli tanımlama, geçici düzenleme işlevi dışında
bir işleve sahip değildir. İktidarların gerçek ölçümü sadece, yerel sosyal koordinatlarla
conatus
146
sınırlı iktidar oluşumları ya da (maddi ya da
semiyotik) üretken ajanlardan direkt olarak beslenen
semiyotikleşme biçimlerine dayanabilir.
1.Makinesel Emek ve İnsan Emeği
Kapitalist piyasada satılan emeğin değeri niceliksel
(emek-zamanı) ve niteliksel (emeğin ortalama
niteliği) faktörlere dayanır. Emeğin değeri, makinesel
itaate1 dayalı bu ikinci boyutta bireysel terimlerle
tanımlanamaz. Çünkü, ilk olarak, insan performansının
niteliği özel bir makinesel çevreden ayrı tutulamaz.
İkinci olarak, bunun yetkinliği, her zaman kolektif bir
toplumsallaşma ve oluşum failine bağlıdır. Marx, sıklıkla
işten “kolektif işçi”nin sonucu olarak bahseder; fakat
onun için, bu sadece istatistiksel bir birim olarak kalır.
“Kolektif işçi”, ortalama toplumsal emeğe dayanan bir
hesaplama sonucu ortaya çıkan soyut bir kavramdır.
Bu işlem Marx’ın, emek-değerinin hesaplanmasındaki
bireysel farklılıkların üstesinden gelmesini sağlar; ki
böylece üretim için gerekli emek-zamanı ve söz konusu
işçilerin miktarı gibi tek anlamlı, niceliksel faktörlere
endekslenmiş olur. Bu noktadan itibaren, bu değer iki
kısma ayrılabilir:
– Emeğin yeniden üretimi için gerekli olan emeğe
karşılık gelen miktar,
– Kapitalizmin hesaplama pratiğine karşılık gelebilecek
olan artı-değeri oluşturan miktar.2
Bu tür bir artı-değer kavramsallaştırması, kapitalizmin
hesaplama pratiğine karşılık gelebilir; ama gerçekte
nasıl iş gördüğünü kesinlikle yansıtmaz, özellikle
de modern sanayide. Bu “kolektif işçi” kavramı, bir
soyutlamaya indirgenmemelidir. Emek-gücü kendini
daima, toplumsal ilişkileri üretim araçlarıyla ve insan
emeğini de makine emeği ile sıkı bir şekilde birleştirerek,
somut üretim düzenlemeleri üzerinden ortaya koyar.
Bu nedenle, Marx’ın sabit sermaye (üretim araçlarına
bağlı sermaye) ve değişken sermaye (çalışma araçlarına
bağlı sermaye) olarak ikiye ayırdığı organik sermaye
bileşimine ait şematik karakter yeniden sorgulanmalıdır.
Marx, sermaye değerindeki bileşimi (sabit ve değişken)
onun teknik bileşiminden ayırmak için, sermayenin
conatus
değerlenmesinde kullanılan üretim araçlarının gerçek
kitlesini bunların uygulanması için toplumsal olarak
gerekli nesnel çalışma miktarıyla karşılaştırır. Bu
karşılaştırma, gösterge-değerinden maddi ve toplumsal
güç ilişkilerine kadar gider. Makineleşmiş emekteki
ilerlemeler nedeniyle, kapitalist üretim tarzı kaçınılmaz
olarak, sabit sermayeye oranla değişken sermayede
nispi bir azalmaya yol açar. Marx buradan, kapitalizmin
tarihsel yazgılarından birini, kâr oranlarını düşme
eğilimi yasasını türetir. Fakat üretim düzenlemelerinin
gerçek bağlamında, bir kısmı bir anlamda kapitalist
tarafından çalınan ortalama toplumsal emek miktarına
dayalı Marksist mutlak artı-değer hesaplaması
kesinlikten uzaktır. Bu zaman faktörü, aslında birçok
sömürü parametresinden sadece bir tanesidir. Bugün
bilinmektedir ki, bilgi sermayesi yönetimi, emeğin
örgütlenmesine katılım derecesi, şirket ruhu, kolektif
disiplin vb. de sermayenin üretkenliği hakkında
belirleyici bir öneme sahip olabilir. Bu bakımdan, belirli
bir sektörde, bir saatlik ürün yaratan toplumsal ortalama
düşüncesi fazla bir anlam taşımaz. Herhangi bir nedenle
“üretken entropi”nin bölgesel bir azalma gösterdiği her
yerde, kolektif işçi direnişi, örgütsel bürokrasi vb.’nin
yavaşlatmalarına rağmen, şeyleri ilerleten ve bir endüstri
dalında ya da bir ülkede bu çeşit bir ortalamayı yöneten
aslında takımlar, atölyeler ve fabrikalardır. Diğer bir
deyişle, kapitalist kâr alanının büyüklüğünü sınırlayan
şey; eğitim, yenileştirme, iç yapılar, sendika ilişkileri vb.
gibi karmaşık düzenlemelerdir; basitçe emek-zamanına
el koyma değildir. Aslında Marx, emeğin bileşenleri olan
makinesel emek, zihinsel emek ve kol emeği arasındaki
artan farklılaşmayı mükemmel bir şekilde saptamıştı.
Grundrisse’de, bilgi toplamının “dolaysız üretici güç”
haline dönüşme eğiliminde olduğunu vurgulamıştı. Bu
nedenle, emek-zamanına dayanan değer ölçümünün
saçma ve geçişli karakterde olduğunda ısrarlıydı.
Devam etmeden önce, bu paralelliğin hassas noktasını
ifade edelim: Aslında günümüzde emek-zamanının
ölçümüne ait kesin kurallar kayboluyormuş gibi
görünse de, aynı durum değişim-değeri yasası için
geçerli değildir. Kapitalizm, emek-zamanına ait kesin
kurallar olmadan hayatını sürdürebiliyor gibi görünse
de, sadece devrimci toplumsal dönüşümlerin sonucu
gerçekleşebilecek olan değişim-değeri yasasının ortadan
kalkması durumunda, kapitalizmin varlığını devam
147
ettirebilmesi hayal bile edilemez. Marx, boş zaman-iş
karşıtlığının kaldırılmasının, artı-değer üzerindeki işçi
kontrolü ile geleceğine inanıyordu.3 Ne yazık ki, bizatihi
kapitalizmin emek-zamanı ölçümünü gevşeteceğini
ve boş zamanı daha iyi sömürmek için daha “açık” bir
boş zaman politikası ve formasyonu uygulayacağını
düşünmek oldukça akla yakındır (bugün kaç işçi, çalışan
ve üst düzey personel akşamlarını ve hafta sonlarını
tanıtım hazırlamak için harcıyor). Emek-zamanına
dayanan değer ölçümünün yeniden düzenlenmesi,
Marx’ın varsaydığı gibi, sınıfsız toplumun ayrıcalığı
olmayacaktır. Ve gerçekte ulaşım, şehir hayatı, ev hayatı,
evlilik hayatı biçimlerine, medya, boş vakit endüstrisi
ve hatta hayal endüstrisine bakıldığında, herhangi
birinin kapitalizmin pençesinden bir saniyeliğine bile
kurtulamadığı görülmektedir.
Kimse, bir işçiye sadece “ortalama toplumsal emek”
süresi için ücret ödemez; bunun yerine işçiye emri
altında ve hizmetinde olması için ücret öder; işçinin
fabrika içindeki varlığı süresince var olan iktidar
uygulamalarını aşan bir iktidar için işçiye ödeme
yapar. Burada göz önünde tutulan şey, bir pozisyonun
doldurulmasıdır, üretim ve toplumsal oluşumların
düzenlenmesini kontrol eden işçiler ve sosyal gruplar
arasındaki iktidar oyunlarıdır. Kapitalist, artık
zamanı gasp etmez; gasp ettiği şey, karmaşık niteliksel
süreçlerdir. O emek-gücünü satın almaz; satın aldığı
şey, üretici düzenlemeler üzerindeki güçtür. Örneğin
bir kaldıracı hareket ettirmek ya da güvenlik lambasını
izlemek gibi görünüşte en çok devamlılık isteyen emek,
daima (dile, geleneklere, kurallara ve hiyerarşiye ait bilgi;
artan soyutlama; yol ve etkileşim süreçlerine hakimiyet...
gibi üretim düzenlemelerine içkin) çoklu bileşenleriyle
beraber önceden oluşmuş bir semiyotik sermayeyi
gerektirir. Daha önce böyle olmuş olsa bile, çalışma artık
sadece bir malzeme, üretimin hammaddesi değildir.
Diğer bir deyişle, insan emeğine dahil olan makinesel
itaat oranı asla bu şekilde nicelenebilir değildir. Öte
yandan, öznel tabiyet, kesinlikle çalışma durumuna
ve diğer toplumsal fonksiyonlara içkin toplumsal
bir yabancılaşmadır. Bu, aslında sermayeye atfedilen
fonksiyondur.
Bir tarafta emek-değeri ve onun artı-değerdeki rolü
problemi, diğer yanda artan makineleşme sayesinde
üretkenlikte ortaya çıkan artışın kâr oranına etkisi
Ücret sistemi sayesinde kapitalizm, her şeyden
önce bütün toplumun kontrolünü hedefler. Ve
tekrar tekrar, her şart altında değişim değeri
oyununun her zaman toplumsal ilişkilere bağlı
olduğu görülür
problemi sıkı bir ilişki içindedir. İnsan zamanı, giderek
artan bir şekilde makine zamanıyla yer değiştirir.
Marx’ın belirttiği gibi, makineleşmiş emeğe uygun
hale getirilen artık insan emeği değildir. Aslında,
ekonominin en modern dallarında, üretim hattı
ve Taylorizmin çeşitli biçimleri, üretim güçlerine
özgü itaat süreçlerinden çok genel toplumsal boyun
eğme metotlarına daha fazla bağımlı hale geliyor
gibi görünmektedir.4 Emek-zamanının bu Taylorist
yabancılaşması, çalışma durumuna boyun eğmenin
bu neo-arkaik biçimleri, ilkesel olarak genel eşdeğer
anlamında ölçülebilir durmaktadır. Ortalama
toplumsal emeğin kontrolü, teorik olarak, her zaman
güçlerin değişim-değerinde vücut bulur (Senegalli
bir köylünün biçimsel yabancılaşma zamanı, bir
IBM çalışanı ya da Maliye Bakanlığı’nda çalışan bir
memurla karşılaştırılabilir). Fakat insan uzuvlarının
itaatinden üretici düzenlemelere kadar, makinesel
zamanın gerçek kontrolü, böylesine genel bir eşdeğer
üzerinde temellendirilemez. Çalışma durumunun
süresi, yabancılaşma süresi, hapishanede ya da fabrikada
hapsedilme süresi ölçülebilir; fakat bütün bunların birey
üzerinde yaratacağı sonuçlar ölçülemez. Bir fizikçinin
laboratuardaki bariz emeği ölçülebilir; fakat üzerinde
çalıştığı formüllerin üretken değeri ölçülemez. Somut
bir şekilde kullanım değerlerinin üretimine tahsis
edilen soyut Marksist değer, tüm insan emeğini üstkodlamıştır. Fakat kapitalizmin halihazırdaki hareketi,
bütün kullanım-değerlerini değişim-değerlerine çevirme
eğilimindedir; tüm üretici emek, makineleşmiş emek
conatus
148
ile tanımlanır. Değişim sürecinin kutuplarının kendisi,
makineleşmiş emeğin saflarına geçmiştir; bilgisayar
iletişimi, kıtaları aşar ve müdürlere değişimin şartlarını
dikte eder. Otomatikleşmiş ve bilgisayarlaşmış üretim,
artık tutarlılığını temel insan faktöründen almaz; bunun
yerine tutarlılığını bütün insan faaliyetlerini kat eden,
dağıtan, minyatürleştiren, belirleyen ve bertaraf eden bir
makinesel filum’dan5 alır.
Bu dönüşümler, yeni kapitalizmin tamamen eskisinin
yerini aldığı anlamına gelmez. Eski ve yeni kapitalizmin
yer değiştirmesinden ziyade, kapitalizmin farklı
seviyelerinde:
– bir tarafta ulus-devletler üzerinde yurtlanmış, birliğini
parasal ve finansal semiyotikleşme biçimleri ile sağlayan
geleneksel parçalı kapitalizmleri kapsayan,6
– ve diğer tarafta artık finansal ve parasal sermayenin
özgün semiyotikleşme biçimlerine dayanmayan, fakat
bunun yerine itaatin teknik-bilimsel, makro-sosyal ve
mikro-sosyal ve de kitlesel medya süreçleri kümesine
dayanan Bütünleşmiş Küresel Kapitalizm biçimini
kapsayan,
bir birlikte var olma, tabakalaşma ve hiyerarşileşme söz
konusudur.
Marksist artı-değer formülü, esasında parçalı
kapitalizmlerle ilişkilidir. Bu formül, yakın zamandaki
gelişmeleri betimleyen çifte minyatürleştirme ve
küreselleşme hareketini hesaba katmaz. Örneğin,
tamamen otomatikleşmiş bir endüstri koluna ait uç
bir örnekte, artı-değeri neyin oluşturduğu görülemez.
Eğer Marksist denklemlere sıkı sıkıya bağlı kalınırsa
artı-değeri oluşturan şey ortadan kaybolur, ki bu da
saçmadır. O halde artı-değeri oluşturan şey, yalnızca
makinesel emeğe mi atfedilmelidir? Neden olmasın?
Makinesel artı-değerin, bakım ve yenileme masraflarının
ötesinde makineden talep edilen artı emeğe karşılık
geleceği bir formül ortaya konabilir. Fakat sorunun
niceliksel kısmını tekrar düzenlemeye çalışmak, bizi
fazla uzağa götürmez. Gerçekte, böylesine bir durumda
–ve ayrıca sabit sermayeye oranla değişken sermayedeki
ciddi azalma durumlarında– artı-değerin elde edilmesi,
çoğunlukla şirket ve müdür-çalışan ilişkilerinden
kendini sıyırır ve bütünleşmiş kapitalizmin ikinci
formülüne döner.
“Emek sömürüsünün gerçek derecesini”, artı-değer
oranını ve değişken sermaye ile sınırlı artı emek
conatus
zamanını eşdeğer olarak koyan, Marx tarafından öne
sürülmüş bu çifte eşitlik, aslında bu şekliyle kabul
edilemez.
Kapitalist sömürü, insanlara makine gibi davranma
eğilimindedir ve onlara, makinelere yaptığı gibi
tamamen niceliksel bir tarzda ödeme yapma
eğilimindedir. Fakat daha önce gördüğümüz gibi,
sömürü bunun ötesindedir. Kapitalistler, Sermaye
standardına da bağlı olarak diğer birçok kârı ve diğer
birçok artı-değeri çeker. Kapitalizm “toplumsal olan”la
sömürülenlerin ilgilendiği kadar ilgilenir. Ama onun
için makinesel olan, toplumsal olandan önce gelip
onu kontrol etmeliyken sömürülenler için aksine
makine, toplumsal olana hizmet etmelidir. İnsanları
makinelerden ayıran asıl şey, insanların kendilerinin
pasif olarak sömürülmesine izin vermemeleridir.
Var olan koşullarda sömürünün ilk olarak makinesel
düzenlemelerle ilgili olduğu, insanlar ve onlara ait
yeteneklerin bu düzenlemelerin bir parçası haline
geldiği kabul edilebilir. İkinci olarak, toplumsal güçler,
makinesel ürünün bu mutlak sömürüden ayrılması için
mücadele içine girerler. İşçinin varlık kriterinin göreli
olmasından dolayı –“minimum geçim düzeyini”, yani
emeğin yeniden üretilmesi için gerekli emek miktarına
karşılık gelen değer dilimini nasıl değerlendireceğiz?–
ekonomik ve toplumsal malların tahsisi ile ilgili bütün
sorular, aslında politik problemler haline gelmiştir.
Fakat kavram olarak “politik”; çeşitli yaşam biçimlerini,
deneyimleri, konuşmaları, gelecek tasarımlarını, tarih
ezberlerini vb. içerecek şekilde genişletilmelidir.
İşçilerin boyunduruk altına alınmasının, sadece
“ortalama toplumsal emeğin” niceliksel faktörünü
marjinal olarak kapsadığını gösterdikten sonra, sömürü
oranını Marksist artı-değer oranından “çekip çıkarmaya”
çalıştım. Böylelikle sömürü oranını, Marx’ın artı-değer
oranı kavramına yakın bir şekilde bağlı olan kâr oranı
kavramından da örtülü olarak uzaklaştırmış oldum.7
Bu ayrım, devlet tarafından sübvanse edilen sektörlerde
sık sık görülen ve Marksist formüle göre de teorik
olarak negatif artı-değer üretmesi beklenen, şirketlerin
“zararına satış” dedikleri şeyin kayda değer bir kâr
üretmesi gerçeği tarafından doğrulanmaktadır. Üçüncü
Dünya’nın, uluslararası hammadde piyasası aracılığıyla
“uzaktan” sömürüldüğü günümüzde kâr, şirket dışı
olmamakla birlikte ulus dışı olan faktörlere bağlı olabilir.
149
Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, ileri sürülmüş
olan kâr oranının düşme eğilimi yasası, mevcut politikekonomik alanda işlerliğini yitirmiştir. Ulus-ötesi
mekanizmalar o kadar önem kazanmıştır ki, sabit
sermaye anlamındaki mekanik emeğin yerel büyüme
oranına bağlı artı-değere, yerel bir oran belirlemek artık
imkânsızdır.8
2.Bütünleşmiş Küresel Kapitalizmin Organik Bileşimi
Marx’ın düşündüğünün aksine, Sermaye (bütün
kullanım değerinin üretimi ve sirkülasyonu biçimlerini
kontrol ederek) kendisini değişim değeri ölçümünün
kör bir biçimine hapseden formülasyondan sıyrılmayı
başardı.9 Kapitalist değerlenme, kâr oranının düşme
eğiliminden aşırı üretim krizlerine kadar, kapitalizmi
ölümcül sonuna götüren, hatta onu bütünüyle
izolasyona iten makinesel kansere hâlâ yakalanmamıştır.
Sermayenin semiyotikleştirilmesi, somut iktidarın
değerlenmelerini ölçmek, manipüle etmek ve
konumlandırmak için şimdi çok daha fazla araca
sahiptir; artık sadece varlığını sürdürmekle kalmaz,
bunun yanında hızla çoğalır. Hangi kılığa girerse girsin,
Sermaye rasyonel değil, hegemonyacıdır. Toplumsal
oluşumları uyumlulaştırmaz; sosyo-ekonomik
farklılıkları körükler. Sermaye, bir kâr hareketi
olmazdan önce bir iktidar hareketidir; fakat kendini
tepeden dayatır. Sermaye daha önce, Marx’ın ifade ettiği
şekliyle, “bir ülkenin toplam toplumsal sermayesi”ne
dayanıyorken10 günümüzde tüm ekonomik sektörlerin,
bilim ve teknolojinin, gelenek, görenekler vb.’nin
genel bir yurtsuzlaşması hareketine dayanmaktadır.
Onun semiyotik varlığı sistematik olarak, baskın güç
oluşumları üzerinde diyagramlaştırdığı ve yeniden
yurtlandırdığı teknik ve toplumsal dönüşümlere aşılanır.
Sadece ticaret, banka ya da finans faaliyetlerinden
parasal kâr elde etmeye odaklanmış gibi göründüğü
zamanlarda bile, Sermaye –en dinamik kapitalist
sınıfların bir ifadesi olarak– zaten bir yıkım ve
yeniden yapılanma siyaseti izliyordu: geleneksel
köylülüğün topraktan bağları kesilerek (yersiz)yurt
suzlaştırılması, şehirli bir işçi sınıfının yaratılması,
eski ticaret burjuvazisine ait malların ve zanaatların
kamulaştırılması, bölgesel ve ayrılıkçı “arkaizmlerin”
tasfiyesi, sömürgeci yayılma vb.11
Sonuç olarak, burada sadece Sermaye siyasetini akla
getirmek yeterli değildir. Sermaye, birbirine bağlı
politik, sosyal ve teknik-bilimsel öğelerden başka bir
şey değildir. Bu genel diyagramatik boyut, Sermayenin
küreselleşmesi için bir zemin vazifesi gören devlet
kapitalizminin büyümesi ile daha açık bir şekilde ortaya
çıkar. Ulus-devletler, çok boyutlu sermayeyi manipüle
ederler: bazı sosyal kategorileri “çizgi”’ye dahil etmek
için gerekli parasal yığınlar, ekonomik göstergeler,
nicelikler, insanları bir yerde tutmaya yarayan sınırlayıcı
akışlar... Ulusal çerçevelerle sınırlanmış olsun ya
da olmasın, kapitalizme ait bir çeşit kolektifleşme
söz konusudur. Ama bu, kapitalizmin yozlaşmakta
olduğu anlamına gelmez. Semiyotik bileşeninin
sürekli zenginleşmesi sayesinde12 ücretli emek ve
parasallaştırılmış malların ötesinde, daha önce hem
evsel hem de libidinal13 anlamda yerel ekonomilerle
sınırlı çoklu iktidar birimlerinin kontrolünü de ele
geçirir. Günümüzde her bir tekil –paradan ve sosyal
iktidardan– kapitalist kâr elde etme hareketi, herkesi
ilgilendiren bütün iktidar oluşumlarını kapsar.
Kapitalist şirket ve ücretli çalışma durumu, kendisi de
doğrudan üretilmiş ve Sermayenin kontrolü altında
yeniden üretilmiş olan toplumsal dokudan ayrılmaz
bir hale gelmiştir. Kapitalist şirket nosyonunun kendisi,
kolektif donanımları ve çalışma durumu nosyonunun
yanı sıra, ücret-dışı faaliyetleri içerecek şekilde
conatus
150
genişletilmelidir. Bir şekilde, ev hanımı evinde, çocuk
okulda, tüketici süpermarkette ve televizyon izleyicisi
televizyon karşısında bir çalışma durumuna sahiptir...
Fabrikadaki makineler kendi kendilerine çalışıyor gibi
görünmektedir; ama aslında hemen yanı başlarında
duran bütün toplumun kendisidir. Günümüzde çoklu
kurumlar ve kolektif donanımlarca uygulanan ertelenen
ücretlere, kârlara ve sosyal maliyetlere dair çoklu
sistemler, şirketteki para dolaşımının yeniden üretimini
etkilemekteyken, şirket maaşlarını bu sistemlerden
bağımsızmış gibi değerlendirmenin hiçbir dayanağı
yoktur. Söyleyeceklerimize, şu esas noktayı da ilave
edelim: Kapitalizm ücretli işçileri sadece onların
emek-zamanının ötesinde, onların “boş” vakitlerinde
sömürmekle kalmaz; bununla birlikte onları, kendi
eylem alanları içinde boyun eğenleri sömürmekte
bir aktarıcı olarak kullanır: astlarını, ücretli olmayan
akrabalarını, karılarını, çocuklarını, yaşlı insanları,
onlara muhtaç herkesi.
Her zaman şu temel düşünceye geri dönüyoruz: Ücret
sistemi sayesinde kapitalizm, her şeyden önce bütün
toplumun kontrolünü hedefler. Ve tekrar tekrar, her şart
altında değişim değeri oyununun her zaman toplumsal
ilişkilere bağlı olduğu görülür –tersi değil. Enflasyon
gibi mekanizmalar, toplumsal olanın ekonomik olana
yaptığı sabit tecavüzleri gösterir. Normal olan fiyat
dengesi değil enflasyondur; çünkü mesele, sürekli evrim
halinde bulunan güç ilişkilerini ayarlamaktır (satın alma
gücü, yatırım gücü, çeşitli toplumsal formasyonlara
ait uluslararası değişim gücü). Ekonomik artı-değer,
emekle, makinelerle ve toplumsal alanla iştigal eden
iktidar artı-değerine kesin bir şekilde bağlıdır; iktidara
ait sermayeleştirme göstergelerinin genel bir tarzı olarak
Sermayenin yeniden tanımlanması, sonuç olarak onun
teknik bileşiminin yeniden tanımlanması anlamına gelir.
İkinci tanımlama, artık canlı emek ve üretim araçları
içinde kristalleşmiş emek gibi iki temel veriye dayanmaz;
bunun yerine birbirine indirgenemeyen en az dört
bileşenle tanımlanır:
1) Sermayenin varlığını sürdürmesine olanak
sağlayan kapitalist güç oluşumları; mülkiyeti, sosyal
tabakalaşmayı, maddi ve toplumsal malların tahsisini
garanti eder (hangi mal olursa olsun bir malın
değeri polisin, hukukun, vs... baskıcı donanımlarının
güvenilirliğinden ayrılmaz ve hatta var olan düzen
conatus
lehinde belli derecelerde var olan popüler konsensüsten
ayrılmaz).
2) Sabit sermayeyi oluşturan üretici güçlerin makinesel
düzenlemeleri (makine, fabrika, nakliye, hammaddelerin
depolanması, teknik-bilimsel bilgi sermayesi, makinesel
itaat ve eğitim, laboratuarlar vb.). Bu, üretici güçlerin
klasik alanıdır.
3) Kapitalist güç tarafından boyunduruk altına alınan
kolektif emek-gücü ve toplumsal ilişkilerin tümü.
Kolektif emek-gücü, burada artık makinesel itaat
anlamında değil, bunun yerine toplumsal yabancılaşma
anlamında ele alınır. Kolektif emek burjuvazi ve
bürokrasiye boyun eğer; ama aynı zamanda toplumsal
kategoriler için de (kadınlar, çocuklar, göçmenler,
cinsel azınlıklar vb.) boyunduruk altına alınmasının bir
faktörü olmuştur. Bu, üretim ilişkilerinin ve toplumsal
ilişkilerin alanıdır.
4) Donanımların ağı, Devlet aygıtları ve Devlet-üstü
güç, medya. Hem mikro-sosyal hem de dünya ölçeğinde
dallanıp budaklanan bu ağ, sermayenin asli bileşeni
olmuştur. Bu ağ üzerinden, sermaye, önceki üç bileşene
içkin olarak iktidarın sektörel sermayeleştirmesini elde
eder ve birleştirir.
Tüm iktidar oluşumlarının semiyotik bir uygulayıcısı
olarak Sermaye, bu dört bileşenin üzerinde gelişeceği,
(yersiz)yurtsuzlaşmış bir yazı yüzeyi oluşturur. Fakat
şunu vurgulamalıyım ki, bu sadece bazı şeylerin
temsil edileceği, çeşitli bakış açılarının diğerleri ile
yüzleştirileceği bir çeşit parlamenter tiyatro değildir.
Bununla birlikte, Sermaye, sosyal ve makinesel
151
düzenlemelerin sıralanmasına ve bunları ilgilendiren
tüm olası işlemlere dahil olduğu ölçüde, bu yazı yüzeyi
doğrudan bir üretim faaliyeti olacaktır. Sermayenin
özel diyagramatik işlevi –yani, sadece betimsel olmayıp
bununla birlikte işlemsel olan işlevi– öbür türlü
sadece yukarıda sayılan bileşenlerin bir yığını olarak
beliren şeye asli bir şeyler “katar”. Semiyotik soyutlama
seviyesinin diyagramatizm seviyesine yükselmesi,
Bertrand Russell’ın mantıksal tipler teorisinde
tanımladığı bir küme ile elemanları arasındaki temel
süreksizliği akla getirebilir. Ancak sermayeyle birlikte
süreksizlik sadece mantıksal değil, aynı zamanda
makineseldir de; sadece gösterge akışlarından değil,
maddi ve toplumsal akışlardan da kaynaklanır. Aslında,
Sermayeye özgü diyagramatizmin azaltma-oranı
gücü, kapitalizme ait çeşitli somut düzenlemelerin
(yersiz)yurtsuzlaştırıcı “dinamizmi”nden ayrılamaz. Bu,
kapitalist çelişkiler içinde ya da arasında temellenen
reformist politik perspektifleri bağlam dışına iterken
kitlelerin baskısına karşılık onun insanileştirme yönünü
vurgulayan perspektifleri doğru kabul eder. Örneğin,
çokuluslu şirketleri ulusal kapitalizmler ile, ya da
Alman-Amerikan Avrupa’yı eski Avrupa ile, “Batı”
liberalizmini Sovyetler Birliği’ndeki sosyal kapitalizm
ile çatıştırmak beyhudedir. Kapitalizm, bu çelişkiler
üzerinden gelişir; bunlar, sadece (yersiz)yurtsuzlaşmayı
destekleyen testlerdir. Devrimci bir alternatif, öyle
bir şey varsa, kesinlikle bu tip temeller üzerine inşa
edilemez.
3.Sermaye ve Öznel Yabancılaşmanın İşlevleri
Sermaye göstergeleri aracılığıyla güç kullanımı,
toplumsal dilimlerin üstünden gelen bir kontrolle ve
her bir bireysel hayatın zapt edilmesi ile beraber ilerler.
Sözcelenmesi bireyselleştirilmiş olsa bile, kapitalist
öznellikten daha az bireysel bir şey yoktur. İnsan
faaliyetleri, düşünceleri ve duygularının Sermaye ile
üst-kodlanması, ayrı ayrı ele alınan öznelleştirme
biçimlerini birbiri ile eşdeğer ve birbirini yankılar hale
getirir. Öznellik, deyim yerindeyse, ulusallaştırılır. Arzu
değerleri, değişim-değerleri ile ilişkili olarak kullanım
değerlerinin sistematik bağımlılığı üzerinde temellenmiş
bir ekonomide, bu karşıtlık anlamsız hale gelecek kadar
yeniden düzenlenir. Bir sokakta ya da kırda “serbestçe”
dolaşmak, temiz hava almak ya da biraz yüksek sesle
şarkı söylemek, kapitalist bakış açısından ölçülebilir
faaliyetler haline gelmiştir. Meydanların, doğal parkların
ve serbest dolaşımın bir sosyal ve endüstriyel maliyeti
vardır. Sonuç olarak, kapitalizmin özneleri, tıpkı
kralın tebaası gibi, varlıklarını sadece genel eşdeğerlik
anlamında hesaplanabilir varlıklar olarak tasarlarlar:
burada önerdiğim genişletilmiş tanıma göre, Sermaye
olarak. Kapitalist düzen bireylerin, sadece değişim
sistemi için, tüm değerlerin dönüştürülebilir olduğu
genel bir sistem için var olmalarını ister; öyle ki,
bireylerin en küçük arzuları bile bencilce, tehlikeli ve
suçmuş gibi hissedilir.
Toplumsal alanın tamamen kapsanması anlamına
gelen bu çeşit bir boyun eğdirme işlemi, doğrudan en
ufak farklılıkları “hedef ” alıyorken, dışarıdan yapılan
sosyal kontrolle tatmin olamaz. Sermaye tarafından
konuşlandırılan genel değerler piyasası, hem içeriden
hem de dışarıdan ilerleyecektir. Sadece ekonomik olarak
tanımlanabilen değerlerle değil, bununla birlikte zihinsel
ve duygusal değerlerle de ilgilenecektir. Bu boyun
eğdirmenin dışarısıyla içerisi arasında birleşme noktası
oluşturması; Devlet, Devlet-ötesi, ve medya aygıtları gibi
kolektif donanımların çok-merkezli ağına bağlı olacaktır.
Semiyotikleştirme gücüne ait yerel biçimlerin genel
dönüştürülebilirliği, sadece merkezi emirlere itaat etmez;
bunun yanında, Devlet gücüne yakın ya da doğrudan
devlete bağlanmış “semiyotik yoğunlaştırıcılara”
da itaat eder. Asli işlevlerinden biri, her bir bireyin
egemen düzene ait kontrol, baskı ve modelleştirme
mekanizmalarını varsaymasını sağlamaktır.14
Bütünleşmiş Küresel Kapitalizm bağlamında, UlusDevletlerin merkezi gücünün aynı zamanda hem her
şey hem de hiçbir şey olduğu düşünülebilir. Gerçek
ekonomik verimlilik göz önüne alındığında hiçbir
şeydir, ya da çok bir şey değildir. Modelleştirme ve
sosyal kontrol göz önüne alındığındaysa her şeydir, ya
da neredeyse her şeydir. Paradoks, bir noktaya kadar,
Devlet aygıtlarının, donanımlarının ve bürokrasinin
Devlet gücünden kurtulma eğiliminde olmasında
yatar. Bu aslında, Devleti uzaktan manipüle eden ve
yönlendiren bir ağdır; onun gerçek muhatapları “sosyal
partnerler”, baskı grupları, ve lobilerdir. Devletin
gerçekliği bu nedenle, sınıf ve üretim ilişkilerinde gayet
conatus
152
belirsiz bir yer işgal eden Devlet ve Devlet-ötesi yapılarla
çakışma eğilimindedir; çünkü Devlet ve Devlet-ötesi
yapılar, bir tarafta gerçek yönetim pozisyonlarını kontrol
edip egemen düzenin sürdürülmesine etkili bir şekilde
katkıda bulunurlar; diğer taraftaysa işçi sınıfının çeşitli
bileşenlerinin yer aldığı aynı zemin üzerinde kapitalist
sömürünün nesnesi olurlar.
Marx’a göre, öğretmen üretken bir işçiydi; çünkü
öğrencilerini patronlar için çalışmaya hazırlıyordu.15
Fakat günümüz öğretmeni, bu görevi sonsuz şekilde
genişletmiştir. Bu kapitalist ağ sayesinde öyle bir eğitim
ve sosyalleşme yaratır ki, “kolektif düzenlemeler”
yığınını maddi üretim, socius, semiyotikleşme ve itaat
biçimleri gibi özerk alanlara ayırmak oldukça temelsiz
kalır.
Teknokrasileri karakterize eden üretim ve baskı
arasındaki aynı belirsizlik ve zıtlık, çalışan kitleler
arasında da görülebilir: İşçiler, tüketim malları
üstünde çalışırken aynı zamanda kendileri üzerinde
de çalışırlar. Birçok şekilde, hepsi kontrol ve baskı
üretimine katılırlar. Aslında, daha önce gördüğümüz
gibi, bir birey aynı gün içerisinde rol değiştirmeyi asla
durduramaz: Büroda veya atölyede sömürülür; daha
sonra, ailesi içinde ya da karı-koca ilişkileri içinde bir
sömürücüye dönüşür. Socius’un tüm seviyelerinde,
yabancılaşma vektörlerinin ayrılmaz bir karışımı
bulunur. Örneğin, işçiler ya da ilerlemiş bir sektörün
sendikaları, kendi endüstrilerinin ulusal ekonomi
içindeki pozisyonunu tutkulu bir şekilde savunacaklardır
ve bunu, endüstrilerinin yarattığı kirliliği dikkate
almadan ya da üretilen jet uçaklarının Afrika nüfusu
üstüne bomba yağdırıp yağdırmadığına bakmadan
yapacaklardır... Sınıf sınırları, “mücadele cepheleri”
bulanık hale gelmiştir. Bunların yok olduğu söylenebilir
mi? Hayır. Fakat sonsuz bir şekilde çoğalmışlardır; hatta
direkt karşılaşmalar olduğunda, çoğunlukla “örnek
karaktere” bürünürler; birinci amaçları medyanın ilgisini
çekmektir; buna karşılık, medya da onları dilediği gibi
kullanır.
Emek gücünü şekillendiren mekanizmaların temelinde
ve ideoloji ve etkilerin örtüştüğü bütün seviyelerde,
kapitalist donanımın makinesel duyargaları görülebilir.
Vurgulamak istediğim şey, bunların bir ideolojik aygıt
ağı yaratmadıkları, fakat bunun yerine sadece işçileri
kapsamakla kalmayan, aynı zamanda sürekli olarak
conatus
ve her yerde üretimle meşgul olan kadınlar, çocuklar,
yaşlı insanlar, marjinaller vb. gibi çokluğun dağınık
bileşenlerini kuşatan bir megamakine yarattığıdır.
Örneğin günümüzde, doğumdan itibaren aile, televizyon
ve sosyal hizmetler sayesinde, bir çocuk çalışmaya
programlanır ve çocuğa ait çeşitli gösterge biçimlerini
gelecekteki üretici ve sosyal fonksiyonlara uyarlayan bir
yaklaşımla, bu çocuk karmaşık oluşum süreçlerine dahil
edilir.
Günümüzde, işletmelerin yönetiminde endüstriyel
devamlılık düşüncesi çok büyük öneme sahiptir.
Devletin genel “sosyal devamlılık” rolünü üstlendiğini
söylemek yeterli midir? Bana göre, bunu söylemek
tamamen yetersiz olacaktır. Hem Doğuda hem de Batıda
Devlet, Sermayenin asli bileşenlerine bağımlıdır –bu
noktada, eşzamanlı olarak Sermayenin organik bileşeni
ve Devletin tanımını vermek şartıyla iki çeşit Devlet
kapitalizminden söz etmek mümkündür. Kapitalist
donanım ağının işlevi (ki bu donanım bir noktaya
kadar medyayı, sendikaları, dernekleri vb.’yi de içerir),
Sermayeyi, değişim değerleri ve güç değerlerinin sosyal
Sermayesi ile homojen bir hale getirmektir. Bu donanım
ağı kolektif davranışları, yönetim modellerini, sistemin
“iyi davranış” fikri ile uyuşan her tür içeriği idare ettiği
kadar, satın alma gücünü dağıtmakta kullanılan ya
da yine uluslararası ölçekte bir omurga vazifesi gören
devasa askeri-endüstriyel komplekslerin finansmanında
kullanılan yasal ve finansal araçları, çeşitli sosyal ve
endüstriyel alanlardaki yatırımları idare eder.
Bu alanların her birini kusursuz kategoriler olarak ele
almamak gerekir. Son tahlilde ve her fırsatta, toplumsal
olarak hakim oluşumlar tarafından manipüle edilmiş
aynı Sermayeyi buluruz: Bilgi Sermayesi, emekgücünün üretici çevreye adaptasyonu ve teslimiyeti
sermayesi, daha genel olarak tüm nüfusun şehirlikırsal çevreye adaptasyonu ve teslimiyeti sermayesi,
bilinçaltında kendini sisteme ait modellerin yerine
koyma (içe yansıtma) sermayesi, baskı ve askeri güç
sermayesi. Tüm bu semiyotikleştirici iktidar biçimleri,
çağdaş sermayenin organik bileşimine tamamen dahil
olmaktadır.
Dolayısıyla, genel kapitalist değerler piyasasının gelişimi,
bu gelişimi süreklileştiren çok-merkezli donanımların
ve Devlet donanımlarının çoğalması, Ulus-Devletler
–ki genellikle bunu güçlendirme eğilimindedir, hatta
153
bunu tamamlar– üzerinde yoğunlaşmış çelişen güçler
olmaktan uzaktır. Gerçekte, bu yolla sermayeleştirilen
şey, iktidarın imgesi olarak kullanılan ve üretim ve
ekonomi alanlarındaki gerçek iktidardan çok daha
fazla iktidar olan bir iktidardır. Çok çeşitli şekilde,
Devlet ve onun sayısız kolları, kitlelerin günlük
hayatlarını ve sosyal ilişkilerini az ya da çok yapay
olarak düzenlemelerine olanak sağlamak için gerekli
boş alan ve koordinatların minimumunu yeniden
yaratma eğilimindedir. Ancak, eski ve yeni yurtlanma
biçimlerinden kurtuluş, bütünleşmiş küresel kapitalist ağ
sistemine bağlanmak demektir.16
Çağdaş sermaye alanları, artık yerel mıntıkalara,
kastlara, etik, dinsel, korporatif, kapitalizm öncesi
geleneklere bağlı değildir; Ulus-devletler çağındaki
büyük şehirlere, endüstriyel kentlere ve parçalı
kapitalizmin sınıf ilişkilerine ve bürokrasilerine de
giderek daha az bağlanmaktadır. Mekânlar, fiziksel
ölçekte ve mikro-sosyal olarak inşa edildiği kadar,
dünya çapında da inşa edilir. “Bir şeye ait olma”
hissi, “yaşam-tasarımı” olarak aynı üretim hattından
kaynaklanıyormuş gibi görünmekte. Bu şartlar altında,
neden Devletin uzaktan kurallar koyarak sosyal
piramidin en tepesinde yer alamadığını, ama bunun
yerine sürekli kendine ait hiyerarşi formüllerini,
ayrımları, fonksiyonel reçeteleri, özel niteliklerini
değiştirerek sosyal dokuyu şekillendirmek ve yeniden
oluşturmak için sonsuz bir şekilde müdahale etmek
zorunda olduğunu anlamak kolaydır. Küresel kapitalizm,
baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Bu kapitalizm, her
şeyi kullanmak zorundadır ve artık kendi bağımsızlığını
sınırlayan ulusal geleneklerle, yasama kararlarıyla ya da
formel de olsa bağımsızlıkla ve hakimlik makamı gibi
kurumlarla uğraşma lüksü yoktur.
Bu araçların minyatürleştirilmesi, makinesel tekniklerin
çok uzağındadır. “Görünmez” (yersiz)yurtsuzlaşmış
kısmı korkunç derecede etkili olan bu minyatürleştirme,
kapitalist mekanizmaya eklenmiş temel algısal, duyumsal,
duygulanımsal, bilişsel, dilbilimsel vb. davranışların
temel işleyişi üzerine tüm ağırlığıyla çöker. Kitlelerin
boyun eğmesini ideolojik kandırmaca ya da kolektif
mazoşist tutku olarak alan teorik açıklamaları kabul
edemeyiz. Kapitalizm, bireyleri içeriden yakalar. İmgeler
ve fikirler aracılığıyla yabancılaşma, bireylerin temel
semiyotikleşme tarzlarına ait genel kölelik biçimlerinin,
hem bireysel hem de kolektif olarak, sadece bir yüzüdür.
Bireyler arzunun normalleştirilmesi ve algı biçimleriyle
“donatıldıkları” gibi, aynı zamanda fabrikalar, okullar
ve sınırlarla da donatılmışlardır. İşbölümünün dünya
çapında genişlemesi, küresel kapitalizm anlamında
yalnızca üretici güçleri tüm sosyal kategoriler ile
birleştirme girişimi değil, bununla birlikte sürekli bir
yeniden oluşturma, kolektif işgücünün sürekli yeniden
keşfi girişimidir. Kapitalizm ideali, artık tutkulara sahip,
belirsizliğe eğilimli, tereddüt etmeye ve reddetmeye yatkın
bireylerle kendini yormayacaktır; bunun yerine insan
İleri sürülmüş olan kâr oranının düşme eğilimi
yasası, mevcut politik-ekonomik alanda
işlerliğini yitirmiştir. Ulus-ötesi mekanizmalar
o kadar önem kazanmıştır ki, sabit sermaye
4.Sermaye ve Makinesel Köleliğin İşlevleri
Kapitalist iktidar, geleneksel doğrudan baskı sistemlerine,
her bir bireyin aktif suç ortaklığı olmasa bile en azından
pasif rızasını gerektiren kontrol mekanizmalarını
eklemeye devam eder. Fakat eylem araçlarının böylesine
genişletilmesi, ancak bunların insan eylemlerini ve
hayatın iç kaynaklarını işe karıştırması ile mümkündür.
anlamındaki mekanik emeğin yerel büyüme
oranına bağlı artı-değere, yerel bir oran
belirlemek artık düşünülemez
conatus
154
robotlarla uğraşacaktır. Sadece iki tip ile ilgilenmeyi tercih
eder: ücretli ve sübvanse edilmiş olanlar. Onun amacı,
eğer baskı altında tutmuyorsa, kendi güç aksiyomatiğinin
ve teknolojik buyruklarının dışında yer alan bir şeylerin
peşi sıra hareket eden tüm sınıflandırmaları etkisiz
hale getirmek ve silmektir. Zincirin sonunda erkekleri,
kadınları, çocukları, yaşlıları, zengin ve fakirleri, kol
emeği işçilerini, entelektüelleri vb. “yeniden keşfettiği”
zaman, onları kendi kriterlerine göre yeniden tanımlamak
için, onlara kendi kendilerini yeniden yaratıyorlar
izlenimi verir.
Fakat kapitalist makinesel kölelik, tamamen en işlevsel
seviyelerde –duyumsal, duygulanımsal ve pratik– işin
içine karıştığı için, kendi sonuçlarına dönmeye ve Marx
tarafından doğru bir şekilde kavranmış olan yeni tip bir
makinesel artı-değere öncülük etmeye eğilimlidir (insan
türü için alternatiflerin genişlemesi, arzu ve yaratıcılık
ufkunun sabit bir şekilde yenilenmesi).17 Kapitalizm,
insan türü tarafından taşınan arzuların gücünü
yakalamayı talep eder. Makinesel kölelik aracılığıyla
bireylerin kalbine yerleşir. İşçi elitlerinin sosyal ve
politik entegrasyonunun sadece maddi çıkarlara değil,
bununla birlikte, bazen derin bir şekilde, mesleklerine,
teknolojilerine ve makinelerine olan bağlılıklarına da
dayandığı doğrudur... Daha genel olarak, kapitalizm
tarafından gizlenen makinesel çevrenin büyük halk
kitlelerine karşı kayıtsız olmaktan uzak olduğu açıktır
ve bunun sebebi de, sadece reklamların ayartması ya
da bireyler tarafından tüketim toplumunun nesne ve
fikirlerinin içselleştirilmesi değildir. Bazı makineler,
insan arzusunun özüne aitmiş gibi görünürler. Sorun,
neyin makinesi ve ne için olduğunu bilmektir.
Makinesel kölelik, toplumsal boyun eğme ile çakışmaz.
Kölelik olgunlaşmış kişilerle, kolayca manipüle edilen
öznel temsiliyetlerle ilgilenirken, makinesel kölelik,
arzunun moleküler ekonomisi tabakalaşmış sosyal
ilişkiler içinde daha zor içselleştirildiği için, insan-altı ve
toplumsal-altı bileşenleri biraraya getirir.18 Kapitalizm;
algısal işlevlerle, duygulanımlarla, bilinçaltı davranışlarla
doğrudan ilgilenerek, sosyolojik olarak konuşmak
gerekirse, işçi sınıfının daha ötesindeki bir alanı, emekgücü ve arzu alanını sahiplenir. Bundan dolayı sınıf
ilişkileri farklı bir şekilde gelişme eğilimindedir. Sınıf
ilişkileri, artan bir şekilde karmaşık stratejilere dayanır
ve daha az kutuplaşmıştır. Örneğin, Fransız işçi sınıfının
conatus
kaderi sadece doğrudan patronlarına bağlı değil, ayrıca
Devlettekilere, Avrupa’dakilere, Üçüncü Dünya’dakilere,
çokuluslu şirketlerdekilere; başka bir alanda da, göçmen
işçilere, kadın emeğine, güvencesiz ve geçici işlere,
bölgesel çatışmalara vb. bağlıdır.
Burjuvazinin doğası değişmiştir. Artık, en azından
modernist kısımlarında, ister bireysel ister kolektif olsun
kişisel üretim araçları sahipliğini gayretli bir şekilde
savunma çabası içinde değildir. Bugün burjuvazinin
sorunu, kolektif ve küresel olarak makinelerin ve
sosyal donanımların temel ağını kontrol etmektir.
Burjuvazinin gücü buradan gelir; sadece parasal gücü
değil, aynı zamanda sosyal, libidinal, kültürel vb.
güçleri de. Mülksüzleştirmeye karşı dayandığı alan
burasıdır. Ve bu açıdan, uyum sağlama ve tamir etme
konusunda, özellikle Doğu sosyal-kapitalist rejimlerinin
yenilenmesi konusunda, şaşırtıcı bir hüner sergilediğini
kabul etmek gerekir. Burjuvazi, özel kapitalizm
konusunda zeminini yitirmektedir; fakat Devlet
kapitalizmi, kolektif donanımlar, medya vb. konusunda
zemin kazanmaktadır. Sadece Devletin, bürokrasi ve
aygıtların, teknokratların, uzmanların, öğretmenlerin
yeni sektörlerini birleştirmekle kalmaz; bir tabakadan
diğerine, bütün nüfusu işin içine sokmayı başarır.
Kapitalist sınıfların, herkesi ilgilendiren bütün
insan faaliyetlerini emsalsiz bir semiyotik eşdeğere
dönüştürme çabası içindeyken karşılaşacağı sınırlar
ne olacaktır? Böylesine genelleşmiş bir kirlilik sistemi
içinde, devrimci mücadele hangi noktaya kadar
mümkündür? Şüphesiz ki, bu sınırlar geleneksel
devrimci hareketler arasında bulunmayacaktır. Devrim
mücadelesi, sadece görünür politik söylem seviyesinde
değil, ayrıca çok daha moleküler bir düzlemde
dünyadaki herkesin sistematik kontrolü içinde,
arzunun dönüşümlerinde, sanatsal ve tekno-bilimsel
dönüşümlerde sonuna kadar sürdürülmelidir. Bugün
kapitalizm, Çin’le entegre olarak, gücünün zirvesindedir;
ama belki de, aynı zamanda kırılganlığının en uç
seviyesine yaklaşmak üzeredir. Kapitalizmin genel
bağımlılık sistemi öyle bir durumdadır ki, işleyişindeki
en ufak pürüz, kontrol edemeyeceği etkiler yaratabilir.
Félix Guattari, Capital as the Integral of Power
Formations, der. Sylvere Lotringer, Soft Subversions
içinde, New York 1996.
155
İtaat, sibernetik anlamında kullanılmıştır.
Marx, artı-değeri şu terimlerle ifade eder: “Ben, işgününün basitçe
uzatılmasıyla üretilen artı-değere mutlak artı-değer diyorum ve
bununla birlikte gerekli emek zamanının kısaltılmasından ve
böylelikle işgününün iki kısmının büyüklüklerindeki değişmeden
doğan artı-değere de nispi artı-değer diyorum.”
Artı-değer oranı aşağıdaki formülle ifade edilir:
Nispi artı değer = artı değer/değişken sermaye
= artı değer/işgücü değeri = artı emek/gerekli emek
Marx, devam eder: “İlk iki formül değer ilişkisini ortaya koyarken,
üçüncü formül bu değerlerin üretildiği zaman aralıklarını ifade
eder.”
3
“Eğer gerçek zenginlik her bireyin üretici gücünün tam olduğu
durumsa, standart ölçüm emek-zamanı cinsinden değil, mevcut
zaman cinsinden ifade edilecektir. Zenginliğin ölçüsünü emek
zamanı olarak almak, mevcut zamanı yoksulluk üzerine kurmak
demektir. Bu da demek oluyor ki, boş zaman sadece fazla mesaiye
direnme ile mümkün olur. Bu durum, tüm zamanın geçici emek
talebine indirgenmesidir ki, burada işçi bir araç konumuna
düşürülür.” (Marx, Pleiade, c. 2, s. 308)
4
Farklı bir bakış açısından, Amerika’daki davranışsalcılığın
bugünkü zaferinin “bilimlerin ilerlemesinden” değil, sosyal kontrole
ait daha katı yöntem sistematizasyonlarından kaynaklandığı
görülebilir.
5
Guattari, makinesel filum kavramını, bir şeyde var olan dinamik ve
dönüşümsel gücü ifade etmek için kullanır (y.n.).
6
“Merkantilist devrim” üzerine düşündüğüm gönderge gibi
görülecektir; özellikle Thomas Mun’un muhteşem kitabı
–İngiltere’den Doğu Hindistan’a Ticaretin Söylemi– ki bu
kitap Marx’a göre merkantilizmin geldiği sistemden bilinçli bir
kırılmasını temsil eder. Mun’un kitabı, merkantilizmin incili haline
gelecektir.
7
Marx’a göre, belirli bir toplumda toplam sermayenin organik
bileşimindeki dengesizliği yaratan şey, sabit sermayeye oranla
(makineler ve fabrikaların biraraya toplanması yüzünden) değişken
sermayenin artan bir şekilde ve nispi olarak azalmasıdır. “Bunun
doğrudan sonucu, sömürünün değişmeden kaldığı hatta arttığı
yerde, artı-değer oranının kendini azalan kâr oranında ifade
etmesidir.” (Marx, Pleiade, c. 2, s. 1002)
8
Devlet ile de görüştükten sonra, çokuluslu bir şirket azgelişmiş
bir bölgede süper-modern bir fabrika açacaktır. Sonra, politik
nedenlerden ya da “sosyal istikrarsızlık” yüzünden veya karmaşık
satış geliştirme yöntemlerine dayanarak fabrikayı kapatmaya karar
verecektir. Bu tip durumlarda, büyümeyi sabit sermaye cinsinden
değerlendirmek imkânsızdır.
Başka bir alanda, farz edelim çelik üretiminde, ultra-modern bir
endüstri kolu, sadece ekonomik ve sosyal gelişmenin toplamını
ilgilendiren temel tercihleri ifade eden piyasa sorunları ya da
teknolojik seçimler yüzünden çözülecek ya da bir ayarlamaya maruz
kalacaktır.
9
Birçok antropoloğun arkaik toplumlar için göstermiş olduğu gibi,
açık değişim her zaman gerçek güç ilişkilerine bağlıdır. Değişim, her
zaman iktidar tarafından araçsallaştırılır. Cf.E.R.Leach, Critique of
Anthropology.
10
Marx, Pleiade, c. 1, s. 102.
11
Bununla beraber, bu genel (yersiz)yurtsuzlaşma hareketi az ya da
çok yurtlanmış arkaik tabakaların varlığını sürdürmesine izin verir
1
2
ya da sıklıkla işlevlerini dönüştürerek onlara başka bir soluk verir.
Bu anlamda, altının değerindeki gerçek “sekme” şaşırtıcı bir örnek
oluşturur. Birbiri ile uyumlu, ama iki karşıt yönde çalışıyormuş
gibi görünür: bir tarafta, semiyotik bir kara delik olarak, ekonomik
istikrar ve yasak; diğer tarafta, diyagramatik bir iktidar uygulayıcısı
olarak: 1) kendi semiyotik müdahalelerini “iyi yerlerde” ve “doğru
zamanda” gerçekleştirme kabiliyetini kanıtlamış olanlar için, 2)
kilit ekonomik sektörlerde “gece vakti” iktidarın soyut güvenini
şırınga etme kabiliyetine sahip olanlar için. Diyagramatik fonksiyon
üzerinde, semiyotik kara delikler vb., L’inconscient machinique
(Paris: Editions Recherches, 1979).
12
Altının, itibari paranın, kredi parasının, malların ve dürüstlük
sıfatlarının vb.’nin ötesinde, Sermaye bugün kendisini bilgi ve
medyayı kapsayan tüm türlerin iktidarına ait semiyotik işlemler ve
manipülasyonlar aracılığıyla ifade eder.
13
Libidinal ekonomi: Jean François Lyotard’ın insan varlığındaki,
aklın ve mantığın işleyişine karşı koyup, direnç gösteren itkiler
için kullandığı terim. Lyotard, Freud gibi psikanalistler tarafından
ortaya konan bilinçaltı yaşantı, itki ve dürtülerin bir benzeri olarak
değerlendirilmeleri gereken bu itki ve dürtülerin, özgürce ifa­desini
daha açık bir biçimde savunup, onla­r ın kaotik ve toplumsal olarak
düzen bozucu et­k isine dikkat çeker (y.n.).
14
Bu; idarenin, polisin, adaletin, Gelir İdaresi Başkanlığının,
menkul kıymetler borsasının, ordunun vb.’nin rolüne paralel olarak
okulların, sosyal hizmetlerin, sendikaların, sporun, medyanın
vb.’nin rolüdür.
15
Marx, Pleiade, c. 1, s. 1002.
16
Bu seviyede, nispi bir yeniden yurtlanma görülür. Hiçbir
şekilde Amerika Birleşik Devletleri’nin ekonomik alt-birimlerine
indirgenebilir olmayan ve nesnel olarak kozmopolit bir yapı arz eden
çokuluslu şirketler, yine de çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri
vatandaşları tarafından yönetilir.
17
Marx’ın diyalektik mekanizması, zaman zaman onu bu tip
dönüşümlerin sözde-kendiliğinden ve istem dışı üretimini
düşünmeye sevk etmiştir: “Burjuva ekonomisi parça parça
gelişirken, olumsuzlaması da bu sistemin nihai genişlemesi kadar
gelişir. Burada mevcut üretimi düşünüyoruz. Burjuva toplumunu
bir bütün olarak göz önüne alırsak, toplumsal üretimin nihai
sonucunun toplumun kendisi olduğunu, ya da bir başka deyişle
toplumsal ilişkileri içinde insanın kendisi olduğunu görürüz.”
18
Böyle bir önerme, arzunun kısmen farklılaşmamış enerjik itki
olarak değil, sadece çok ayrıntılı (yersiz)yurtsuzlaşmış makinesel
kümelerin sonucu olarak tasarlanması halinde mümkündür.
conatus
156
157
ARZU VE ZEVK1
G i l l e s
D e l e u z e
İngilizceden çeviren: Eylem Canaslan
Önsöz (François Ewald)
Aşağıdaki metin, sadece yayımlanmamış bir metin olmakla kalmaz. Özel, gizli ve mahrem
bir ton da taşır. Gilles Deleuze’ün, bana Michel Foucault’ya vermek üzere 1977’de teslim
ettiği, A’dan H’ye kadar sınıflandırılmış bir dizi nottan oluşmaktadır.
Foucault, cinsel özgürleşme mücadelelerinin kendisini yansıttığı kategorilerin hareketlerini
tartışmaya açtığı Cinselliğin Tarihi kitabının ilk cildi olan Bilme İstenci’ni yeni yayımlamıştı.
Pek anlaşılmadan kalan kitabın alımlanışı, yüzünü çoktan L’usage de plaisirs ve Souci de
soi’nın (Cinselliğin Tarihi’nin ikinci ve üçüncü ciltleri) problematiği olacak olan bir şeye
dönmüş ve kendisini bunu ortaya çıkarmaya vakfetmiş olan Foucault’daki bir çeşit krize de
denk gelmekteydi.
Arkadaşında bir acı olarak algıladığı bu duruma duyarlı olan Gilles Deleuze de, Foucault ile
yakınlıkları ve ayrışmalarını belirttiği bu notları yazdı. Bir eleştiri ya da polemik olmayan
bu notlar, kopmuş olan bir diyaloğu yeniden kurmaya yönelik, arkadaşlığın içtenliğiyle dolu
olan bir davettir.
Gilles Deleuze ve Michel Foucault, 1962 yılında Jules Vuillemin’in evinde ClermontFerrand’ta tanışmışlardı. Deleuze, Nietzsche ve Felsefe’yi yeni yayımlamıştı; Foucault ise, ders
verdiği Clermont-Ferrand’ta (Roger Garaudy yerine) Deleuze’e kadro verilmesinin yollarını
arıyordu. Bu tanışma, uzun yıllar sürecek bir arkadaşlığın başlangıcıydı.
Deleuze, Foucault’yu, organizasyonunu üstlendiği, Nietzsche’ye ithaf edilen Royaumont
Kolokyumu’na davet etti. Birlikte, Gallimard Yayınevi’nin Nietzsche kitapları Colli-Montari
baskısının sorumluluğunu üstlendiler. Deleuze, Fark ve Tekrar [Différence et Répétition] ile
Anlamın Mantığı’nı [Logique du Sens] yayımladığında, Foucault, Le Nouvel Observateur’da
bu kitaplar üzerine yorumlar ve Critique’te “bir gün belki de yüzyılımız Deleuze yüzyılı
olacak” sözüyle ünlenen bir makale yazdı. Deleuze de, Critique’te Bilginin Arkeolojisi
üzerine bir yazı yazdı. 68 Mayısı sonrası dönemde, Foucault’nun yanında yer alarak
Groupe Information Prisons’a (G.I.P) [Hapishane Haber Alma Grubu] katıldı. 70’lerin
başlangıcında, yargı karşıtı gösterilerde biraraya geldiler. “Olağanüstü derinlikteki yeni
nosyonlar ve şaşırtıcı kavramlar” içeren L’Anti-Oedipe’in 1972’de yayımlanışı, Deleuze’ü 68
sonrası dönemin en önemli düşünürlerinden biri olarak öne çıkardı.
conatus
158
L’Anti-Oedipe’in yayımlanışından sonra, L’Arc dergisi bir
sayısını Deleuze’e ayırarak, entelektüelin yeni konumu,
çalışması ve mücadeleyle olan ilişkisi üzerine ortak
noktalarını belirtmeleri için iki filozofu yan yana getirdi.
L’Anti-Oedipe, Gözetleme ve Cezalandırma [Surveiller et
Punir] üç yıl önce yayımlanmıştı ve sonrasında kendi
Oedipus (La Vérité et les formes juridique)2 versiyonunu
sunacak ve bu temayı ileride de birkaç defa ele alacak
olan Foucault için dikkat çekici bir çalışmaydı. 1977’de
Foucault, L’Anti-Oedipe’in Amerika baskısına, kendi son
çalışmalarında da bulunan kategorilerle “Faşist-olmayan
yaşama giriş” olarak sunduğu bir önsöz yazar. Deleuze
de, Gözetleme ve Cezalandırma üzerine Critique’te
(no. 343) bir yazı yazar. Ve diyalog kesilir. Foucault,
Deleuze’ü bir daha hiç görmeyecektir.
Foucault’nun, Haziran 1984’te hastaneye yatırıldığında,
son isteklerinden biri de Deleuze’ü yeniden görmekti.
Bu notlar, Foucault-Deleuze alışverişinin son
metinleridir; cevapsız kalmış bir çağrıdır. Bunlarda, iki
insan arasındaki arkadaşlığın ötesinde, iki filozofun
diyaloğundan beklenebilecek her şey bulunabilir.
A
Gözetleme ve Cezalandırma’nın (GC) temel tezlerinden
biri, iktidar dispozitifleri ile ilgiliydi. Bu, bana üç açıdan
çok önemli görünüyor:
– Kendisinde taşıdığı ve “solculuk” açısından taşıdığı
önem: bütün devlet teorileri karşısında, böyle bir iktidar
kavramlaştırmasının taşıdığı derin politik yenilik.
– Michel açısından taşıdığı önem: çünkü bu
kavramlaştırma, Michel’in Bilginin Arkeolojisi’nde (BA)
bulunan söylemsel ile söylemsel-olmayan formasyonlar
ikiliğinin ötesine gidebilmesine ve bu iki formasyonun
kendilerini parça parça (birbirlerine indirgenmeden ya
da birbirlerine benzemeden vb.) nasıl dağıttıklarını ve
eklemlediklerini açıklayabilmesine izin vermişti. Bu,
bunların arasındaki ayrımı saklamak değil, aralarındaki
ilişkinin kavranmasıyla ilgiliydi.
– Kesin bir sonuca ulaşmak açısından taşıdığı önem:
İktidar dispozitifleri, baskı ya da ideoloji yoluyla
ilerlemiyordu. Böylece, herkesin şu ya da bu şekilde
kabul etmiş olduğu bir alternatiften bir kopuş söz
konusuydu. Baskı ya da ideoloji yerine, BA, bir
normalleştirme ve disiplinler kavramı geliştirdi.
conatus
B
Kanımca iktidar dispozitifleri üzerine olan bu tez,
çelişik olmayan fakat farklı olan iki yönelime sahiptir.
Her koşulda bu dispozitifler, bir devlet aygıtına
indirgenemez idiler. Fakat bir yönelime göre, bunlar bir
yayılmış, heterojen çokluktan, mikro-dispozitiflerden
oluşmaktaydı. Diğer yönelime göreyse, bunlar
bir diyagrama, tüm toplumsal düzene içkin olan
(görülmeden görme işleviyle tanımlanmış, verili çokluğa
uygulanabilen panoptik gibi) bir tür soyut makineye
gönderme yapmaktaydılar. Bu bakış, her ikisi de eşit
öneme sahip olan iki yönelimli bir mikro-analize
benziyordu; çünkü ikinci yönelim Michel’in ”yayma”yla
tatmin olmadığını göstermekteydi.
C
Bilme İstenci’nde (Bİ) ise, GC’ye göre yeni bir adım atılır.
Bakış açısıysa tümüyle aynı kalmıştır: ne baskı ne de
ideoloji. Fakat kısaca özetlersek, iktidar dispozitifleri
artık normalleştirmeyle yetinmezler; kuruculuğa
(cinselliğin kuruculuğuna) meylederler. Bilgiyi
oluşturmayla yetinmezler; hakikati (iktidarın hakikati)
kurarlar. Artık her şeye karşı negatif olan “kategoriler”e
(delilik, hapsetme nesnesi olan suçluluk) değil, pozitif
bir kategoriye (cinsellik) göndermede bulunurlar. Bu son
nokta, Quinzaine’deki mülakatta3, 5. sayfanın başında
doğrulanmıştır. Bu bağlamda, Bİ’deki analizde yeni
bir adım olduğu kanısındayım. Tehlike ise şu: Michel,
burada “kurucu özne” analojisine geri mi dönüyor ve
ondan yeni bir hakikat kavramı oluşturmuş olsa da, bu
hakikat kavramını neden yeniden diriltiyor? Bunlar
benim kendi sorularım değil; fakat Michel bu noktaları
açıklamadıkça, bu yanlış soruların da sorulmaya devam
edeceği kanaatindeyim.
D
Benim ilk sorum ise, Michel’in GC’de geliştirdiği mikroanalizin doğasıyla ilgili. “Mikro” ile “makro” arasındaki
fark, elbette büyüklükle ilgili, mikro-dispozitiflerin
küçük gruplar üzerine olmasıyla ilgili değildi (ailenin
diğer oluşumlardan daha az yayılımı yoktur). Bu ayrıca,
devlete içkin olan mikro-dispozitifler de olduğu için ve
Devlet aygıtının parçaları mikro-dispozitiflerin içine
nüfuz ettiği için, dışsal bir düalizmle de ilgili değildi. Bu
iki boyutun tam bir içkinliği söz konusuydu. Öyleyse,
159
bu iki boyutun arasındaki farkı ölçek farkı olarak mı
anlayacağız? Bİ’nin bir sayfası (s. 132) bu yorumu
açıkça tartıştırır. Fakat bu sayfa, makroya stratejik
model, mikroya da taktik model olarak atıfta bulunur
gibidir. Michel’in mikro-dispozitiflerinin stratejik bir
boyut taşıdığını düşündüğümden dolayı (özellikle
de bu dispozitiflerin ayrılamayacağı bu diyagram
göz önünde bulundurulduğunda), bu durum canımı
sıkmaktadır. Diğer bir yönelim de, mikroyu belirleyen
“güç ilişkileri”dir. Özellikle Quinzaine’deki mülakatla
karşılaştırın. Fakat ben, Michel’in henüz bu noktayı
geliştirmemiş olduğunu düşünüyorum: Onun ilk güç
ilişkileri kavramlaştırması, güç ilişkisi dediği şeyin,
diğerleri gibi bu kavramın da yeni olması gerekir.
Her durumda türde bir farklılık, mikro ile makro
arasında bir heterojenlik vardır. Bu ikisinin birbirlerine
içkinliğini dışlamayan bir farklılık. Fakat sonuç olarak
benim sorum şu olacaktır: Türdeki bu farklılık hâlâ
iktidar dispozitiflerinden bahsetmemize müsaade
ediyor mu? Michel’in dediği gibi, mesele Devleti
minyatürleştirmek olmadığından, Devlet nosyonu
mikro-analiz düzeyinde uygulanabilir değildir. Fakat
iktidar kavramı daha fazla uygulanabilir midir, bu da
bütünsel bir kavramın minyatürleştirilmesi değil midir?
Buradan Michel’le aramdaki temel farka geliyorum.
Félix Guattari’yle arzulayan-düzenlemelerden
[assemblage-agencement] bahsettiysek, bu mikrodispozitiflerin iktidar terimiyle tarif edilebileceğinden
emin olmamamdandır. Bence, arzulayan-düzenleme
kavramı, arzunun asla “doğal” veya “kendiliğinden”
bir belirlenim olmadığını gösterir. Örneğin feodalizm;
hayvanlarla (atlar), yerküreyle, yurtsuzlaştırmayla
[deterritorialisation] (şövalye savaşları, Haçlı Seferleri),
kadınlarla (şövalye aşkı) vb. olan yeni ilişkileri harekete
geçiren bir düzenlemedir. Tümüyle çılgınca olan bu
düzenlemeler, her zaman tarihseldirler. Kendi adıma
arzunun bu heterojenlikler düzenlemesinde, bu türden
bir “ortakyaşarlık”ta dolaştığını söylemem gerekir: Arzu
hep verili bir düzenlemeyle, birlikte işleyişle birdir.
Elbette arzulayan-düzenleme iktidar dispozitiflerini
(örneğin feodal iktidarlar) içinde barındıracaktır;
fakat bunlar, düzenlemenin farklı bileşenleriyle ilişkili
olarak konumlandırılmalıdır. Bir eksen takip edilerek,
arzulayan-düzenleme içerisinde şeylerin durumları
ile sözcelemeler [enunciation] ayırt edilebilir (ki bu
Kaçış hatları zorunlu olarak “devrimci” değildir;
fakat bunlar, iktidar dispozitiflerinin tıkayacağı
ve donduracağı şeylerdir
da Michel’in tarif ettiği iki tür oluşumun farkıyla
uyumludur). Diğer eksen takip edildiğinde, yurtlanmalar
[territorialisation] ya da yeniden-yurtlanmalar ile bir
düzenlemeyi alıp götüren yurtsuzlaştırma hareketleri
(örneğin Kiliseyi, şövalyeliği ve köylüleri alıp götüren
bütün hareketler) ayırt edilebilir. İktidar dispozitifleri
yeniden yurtlanmaların işlediği her yerde, en soyut
olanlarında bile ortaya çıkacaktır. Bu nedenle,
düzenlemelerin bir bileşenidir. Fakat düzenlemeler,
aynı zamanda yurtsuzlaştırma uçlarını [pointes]4 içerir.
Kısacası, iktidar dispozitifleri düzenlemez [motivateagenceraient] ya da kurmaz; daha ziyade kendi
boyutlarına göre iktidar oluşumları arasına arzulayandüzenlemeler üşüşür. Michel için önemli olmayan,
fakat benim için önemli olan soruyu cevaplamama izin
veren budur: İktidar nasıl arzulanabilir? İlk fark şudur
ki, iktidar bir arzu duygulanımıdır (arzunun asla “doğal
bir gerçeklik” olmadığını söylemiştik). Bunların hepsi
yaklaşıktır: Yurtsuzlaştırma ve yeniden-yurtlanma
hareketleri arasındaki ilişkiler, burada anlattığımdan
daha karmaşıktır. Fakat tam da bu anlamda ben, arzuyu
daha öncelikli ve mikro-analizin bir öğesi olarak
görüyorum.
E
Bana çok temel görülen bir meselede Michel’i takip
etmeyi hep sürdürdüm: ne ideoloji ne de baskı –örneğin,
sözcelerin [énoncés] ya da daha ziyade sözcelemelerin
ideolojiyle bir ilgisi yoktur. Arzulayan-düzenlemelerin
baskı ile bir ilgisi yoktur. Fakat açıktır ki, iktidardispozitifleriyle ilişkili olarak Michel’in kesinliğine sahip
değilim; bunların benim açımdan muğlak olmasından
dolayı, müphemliğe düşüyorum: GC’de, Michel bunların
normalleştirdiğini ve disipline ettiğini söyler; ben ise,
bunların kodladığını ve yeniden yurtlulaştırdığını
conatus
160
söylerdim (burada kullanılan kelimelerden daha büyük
bir farkın söz konusu olduğunu zannediyorum). Fakat
iktidardan ziyade arzuya verdiğim öncelik ya da iktidar
dispozitiflerinin benim için ikincil olması göz önünde
bulundurulduğunda, bunların işleyişlerinin hâlâ baskıcı
bir etkisi vardır; çünkü bunlar, doğal olarak verili bir
şey olarak arzuyu değil ama arzulayan-düzenlemelerin
uçlarını ezerler. Bİ’nin en güzel tezlerinden birini
alıyorum: Cinsellik dispozitifi, cinselliği cinsiyete
indirger (cinsiyet farklılığına vb.; bu tarz indirgemeler
psikanalizde bolca bulunur). Ben burada, tam da mikro
ve makronun sınırında bir baskı etkisi görmekteyim:
Tarihsel olarak değişebilen ve belirlenebilen bir
arzulayan-düzenleme olarak cinsellik, yurtsuzlaştırma,
akış ve kombinasyon uçlarıyla, molar bir aşamaya,
“cinsiyet”e indirgenir; ve bu indirgeme süreçleri baskıcı
olmasa bile, düzenlemeler sadece potansiyelliklerinde
değil mikro-gerçekliklerinde de kırıldığı ölçüde,
(ideolojik olmayan) etki baskıcıdır. Bunlar, artık onları
tümüyle değiştiren ya da bozan fanteziler dışında var
olamazlar, ya da utanç dolu şeyler olarak var olurlar.
Beni çok ilgilendiren küçük bir problem: Neden bazı
“bozukluklar” utanca diğerlerinden daha duyarlıdır
(örneğin, altını ıslatma ya da iştahsızlık utanca o kadar
duyarlı değilken)? Böylece, belli bir baskı kavramına
ihtiyaç duyuyorum; baskı kendiliğindenliği zorladığı
için değil, kolektif düzenlemelerin birçok boyutu olduğu
ve iktidar dispozitiflerinin bu boyutlardan sadece biri
olabileceği için.
F
Diğer bir temel nokta: “Ne baskı ne ideoloji” tezinin
bir bağıntısının olduğuna, hatta belki de bu tezin
kendisinin bu bağıntıya bağımlı olduğuna inanıyorum.
Toplumsal bir alan, kendi çelişkileriyle tanımlanmaz.
Çelişki nosyonu, iktidar dispozitiflerinde, “karşıtların”
[contradictoires] (örneğin iki sınıfın, burjuvazinin ve
proletaryanın) etkin bir suç ortaklığını halihazırda ima
eden geniş çaplı, uygun olmayan bir nosyondur. Ve
aslında bana öyle geliyor ki, Michel’in iktidar teorisinin
bir diğer büyük yeniliği de budur: Bir toplum kendisiyle
çelişmez, ya da çok zor çelişir. Fakat Michel şu cevabı
verir: Toplum kendisini stratejileştirir; strateji takınır.
Bunu çok güzel buluyorum, aradaki yoğun farkı
(strateji/çelişki) açıkça görüyorum; bu bakış açısından
conatus
Clausewitz’i yeniden okumalıyım. Fakat bu fikir beni
rahat hissettirmiyor.
Kendi payıma şunu söyleyebilirim: Bir toplum, bir
toplumsal alan kendisiyle çelişmez; fakat öncelikli
olan şey, toplumun ya da toplumsal alanın ilk önce
toplumun bütün taraflarından kaçmasıdır; kaçış
hatları önceldir (“öncellik” kronolojik olmasa bile).
Toplumsal alanın dışında olmaktan ya da onu terk
etmekten bahsetmiyorum; fakat kaçış hatları onun
rizomunu, kartografisini oluşturur. Kaçış hatları,
yurtsuzlaştırmalarla bir ölçüde aynı şeydir: Doğaya bir
dönüş anlamına gelmezler; arzulayan-düzenlemelerdeki
uçlardır bunlar. Feodalizmde öncelikli olan şey, önceden
varsayılan kaçış hatlarıdır; keza 10.-12. yüzyıllar ve
kapitalizmin oluşumu için de. Kaçış hatları zorunlu
olarak “devrimci” değildir; fakat bunlar, iktidar
dispozitiflerinin tıkayacağı ve donduracağı şeylerdir. 11.
yüzyılda hız kazanan bütün yurtsuzlaştırma hatları: son
istilalar, yağmacı göçebeler, Kilisenin yurtsuzlaştırılması,
köylü göçleri, şövalyeliğin dönüşümü, teritoryal
modelleri giderek terk eden şehirlerin dönüşümü,
kendisini yeni dolaşımlara sokan paranın dönüşümü,
şövalye aşkını da yurtsuzlaştıran saraylı aşkı temalarıyla
birlikte kadınların durumundaki değişim vb. Kaçış
hatları, bunların birleşimleri, yönelimleri, kavuşmaları
ve ayrılmaları bakımından, strateji ancak ikincil olabilir.
Burada bir kez daha arzuyu öncel görüyorum; çünkü
arzu tam da kaçış hatlarındadır, akışların birleşmesinde
ve ayrılmasındadır. Onlarla kaynaşır. Bana öyle geliyor
ki Foucault, benim için hiç de aynı statüyü taşımayan
bir problemle karşılaşıyor. Eğer iktidar dispozitifleri
bir şekilde kurucuysa, bunlara karşı gelebilecek tek
şey “direniş” olaylarıdır ve sorun, tam da bu direniş
olaylarının statüsüyle ilgilidir. Aslında bunlar baskı
karşıtı ya da ideolojik olmazlar. Bİ’nin iki sayfasının
önemi buradan gelir. Michel bu sayfalarda şöyle söyler:
Bana bu olayların bir illüzyon olduğunu söylemeyin.
Öyleyse Michel bunlara nasıl bir statü verecektir? İşte
bazı açılımlar:
– Bİ’den (s. 126-7): Direniş olayları dispozitiflerin tersine
çevrilmiş imgeleri olduğunda, bunlar dispozitiflerle aynı
karakteri taşıyacaktır –yayılma, heterojenlik vb., bunlar
karşılıklı olurlar; fakat bu açılım bana bir kaçış bulmakla
beraber, kaçışları bloke ediyor gibi görünmektedir.
161
– Politique Hebdo5 mülakatındaki açılım: Eğer iktidar
dispozitifleri hakikati kuruyorlarsa, eğer bir iktidar
hakikati varsa, bir karşıdan-strateji olarak, iktidarlara
karşı bir tür hakikat iktidarı olmalıdır. Michel için,
entelektüelin rolü problemi buradan kaynaklanır. Ve
de hakikati yeniden ele alış tarzı... Hakikati iktidara
bağımlı hale getirerek bu kavramı tümüyle yenilediği
için, Michel bu yenilemede iktidara karşı dönebilecek
bir materyal bulabilir mi? Fakat burada bunun nasıl
olacağını göremiyorum? Bunun için, Michel’in mikroanalizi düzeyinde bu yeni hakikat kavramlaştırmasını
yeniden ele almasını beklemek zorundayız.
– Üçüncü açılım, zevkler olurdu; beden ve onun
zevkleri. Burada da aynı şeyi bekliyorum: Zevkler
karşıdan-iktidarları nasıl diriltirler ve Michel bu zevk
nosyonunu nasıl kavrıyor? Bana öyle geliyor ki, burada
Michel’in tümüyle yeni bir anlamda kullandığı, fakat
henüz geliştirmediği üç nosyon var: güç ilişkileri,
hakikatler ve zevkler.
Bunlar, Michel’in kendi araştırması içinde önceden
çözüldüğünden, Michel için belirmeyen, fakat benim
için varlığını sürdüren bazı problemler. Tersinden,
kendimi cesaretlendirmek için, kendime, tezleri ve
taşıdığı hissiyat sayesinde Michel için beliren bazı
sorunların da benim için belirmediğini telkin ediyorum.
Kaçış hatlarının ve yurtsuzlaştırma hareketlerinin,
kolektif tarihsel belirlenimler olarak, Michel’in
çalışmalarında bir denkliğinin olmadığı izlenimine
sahibim. Direniş olaylarının statüsüyle ilgili benim
açımdan bir problem yok: Çünkü kaçış hatları öncel
belirlenimlerdir; çünkü arzu toplumsal alanı işler kılar;
kendisini hem bu düzenlemeler tarafından üretilmiş
bulan hem de bu düzenlemeleri tıkayan ya da ezen
iktidar dispozitifleridir. Michel’in kendilerine marjinal
diyenler karşısında duyduğu dehşeti paylaşıyorum:
Delilik, suç, sapıklık, uyuşturucu romantizmi; bunlar,
benim için de tahammül edilemez. Fakat bence kaçış
hatları, yani arzu düzenlemeleri marjinal öğeler
tarafından yaratılmaz. Tersine, marjinal öğeler, bir
devreyi, bir turnuvayı, yeniden kodlamayı tamamlamak
üzere, toplumu bir uçtan diğerine kat eden nesnel
hatlarda, kendilerini oraya buraya yerleştirirler. Bu
yüzden de, direniş olaylarının statüsü gibi bir soruya
ihtiyaç duymuyorum: eğer birincil olarak bir toplum
her şeyin kaçtığı, her şeyin yurtsuzlaştırdığı bir şey ise.
Bu yüzden de entelektüelin statüsü ve politik sorun,
teorik olarak, benim ve Michel için aynı olmayacaktır
(arada nasıl bir fark gördüğümü birazdan söylemeye
çalışacağım).
G
Son görüşmemizde Michel bana, sevecenlik ve
muhabbetle dolu bir şekilde, şöyle bir şey söylemişti:
Arzu kelimesine dayanamıyorum; sen bunu farklı bir
tarzda kullanıyor olsan da arzu=yoksunluk olduğunu
ya da arzunun bastırılan olduğunu düşünmekten ya da
yaşamaktan kendimi alamıyorum. Ve şunu eklemişti:
Benim “zevk” dediğim şey, belki senin “arzu” dediğin
şey; fakat her koşulda, benim arzudan başka bir
kelimeye ihtiyacım var.
Açıktır ki, burada yine seçilen kelimelerin ötesinde
bir şey var. Çünkü ben de “zevk” kelimesine pek
dayanamıyorum. Peki neden? Bence, arzu bir
yoksunluktan oluşmaz, ne de doğal bir verilmişliktir;
o ancak işleyen heterojen öğelerin bir düzenlemesidir;
yapının ya da tekvinin aksine, arzu süreçtir; duygusallığa
karşıt olarak duygudur; öznelliğe karşıt olarak vakadır
[haecceity] (bir günün, bir mevsimin, bir yaşamın
bireyliği); şey ya da kişiye karşıt olarak olaydır. Her
şeyden öte, sadece yoğunluklar, eşikler, gradyanlar ve
akışlar bölgesinin tanımladığı bir içkinlik düzleminin
ya da “organsız bir bedenin” kuruluşu demektir. Bu
beden, kolektif ve politik olduğu kadar biyolojiktir
de; yurtsuzlaştırma düzenlemeleri kendilerini bu
beden üzerinde meydana getirirler ya da yok ederler;
düzenlemelerin yurtsuzlaştırmasını ya da kaçış hatlarını
taşıyan bu bedendir. Değişir (feodalizmin organsız
conatus
162
bedeni ile kapitalizminki aynı değildir). Buna organsız
beden dememizin nedeni, bunu her türlü organizasyon
tabakasının karşısına, organizma tabakasının karşısına
ve bir o kadar da iktidar organizasyonlarının karşısına
koyabilmek içindir. İçkinlik düzlemini ya da alanını
parçalayacak olan ve organsız bedeni her seferinde
tabakalandırarak arzuya başka türden bir “plan” [plan]
yükleyecek olan bedenlerin organizasyonları kümesidir.
Bunu bu kadar karışık anlatmamın nedeni, Michel’le
bağlantılı olarak benim için bazı problemlerin ortaya
çıkmış olmasıdır:
Zevke pozitif bir değer veremem; çünkü zevk bence
arzunun içkin sürecini kesintiye uğratır; bence zevk,
tabaka ve organizasyon tarafına yakındır; arzu ise, aynı
hareket içerisinde içsel olarak yasaya bağlı ve dışsal
olarak zevk tarafından kesintiye uğratılmış olarak
sunulur. Her iki durumda da, arzuya uygun içkinlik
alanının olumsuzlanması söz konusudur. Eğer Michel,
Sade’a belli bir önem atfeder ve ben de tersine Masoch’a
bağlı kalırsam, kendime ortaya çıkan bu durumun
tesadüfi olmadığını söyleyebilirim.6 Benim mazoşist
ve Michel’in de sadist olduğunu söylemek burada
yetmez. Bu iyi olurdu, ama doğru olmaz. Masoch’ta beni
ilgilendiren şey acı değil zevkin, arzunun pozitifliğini
ve onun içkinlik alanının kuruluşunu bozuvermesidir
(keza, ya da daha ziyade başka bir şekilde, saraylı
aşkında –arzunun hiçbir şeyden yoksun olmadığı
ve kendini gelip bu süreci kesintiye uğratabilecek
zevklerden mümkün olduğunca koruyan bir içkinlik
alanının ya da organsız bedenin kuruluşu). Bana öyle
Mikro-analizin (yayılma, heterojenlik, parçalı
karakter) haklarını koruyarak, “Devlet”, “parti”,
totalizasyon ve temsili tip olmayan birleştirici
bir ilke nasıl bulunabilir?
conatus
geliyor ki zevk, bir kişi ya da özne için, onları alt eden
bir süreçte “kendilerini yeniden bulma”nın tek aracıdır.
Zevk, yeniden yurtlulaştırmadır. Bence aynı şekilde arzu
da, yoksunluk yasasıyla ve zevk normuyla ilişkilidir.
Diğer yandan, Michel’in iktidar dispozitiflerinin bedenle
dolaysız ve doğrudan bir ilişkisinin olduğuna dair
görüşü temeldir. Fakat bence bu, iktidar-dispozitiflerinin
bedenler üzerine bir organizasyon yüklediği ölçüde
böyledir. Organsız beden, yurtsuzlaştırmanın yeri ya da
failidir (ve arzunun içkinlik düzlemi buradadır); bütün
organizasyonlar, Michel’in “biyo-iktidar” dediği bütün
sistem, bedenlerin yeniden yurtlulaştırılmalarını işletir.
Gerçekten böyle eşlemeler düşünebilir miyim? Benim
“organsız beden-arzular” dediğim şey, Michel için
“beden-zevkler” midir? Michel’in bana söylediği “bedenet” ayrımını, “organsız beden-organizasyon” ayrımıyla
ilişkilendirebilir miyim? Bİ’de, direniş güçlerine olanaklı
bir statü veren yaşam üzerine çok önemli bir sayfa var
(s. 190). Bence bu yaşam tam da Lawrence’ın bahsettiği
gibi, Doğa olmayan bir yaşam; tam da belirlenmiş bütün
düzenlemeler karşısında arzunun değişken içkinlik
düzlemi. Lawrence’daki arzu kavramlaştırması, kaçısın
pozitif hattıyla ilişkili olarak. (Küçük bir detay: Michel’in
Bİ’nin sonunda Lawrence’ı kullanış şekli, benim onu
kullanış tarzımın tersidir).
H
Michel, bizi ilgilendiren problemde bir ilerleme
kaydetti mi: Mikro-analizin (yayılma, heterojenlik,
parçalı karakter) haklarını koruyarak, “Devlet”, “parti”,
totalizasyon ve temsili tip olmayan birleştirici bir ilke
nasıl bulunabilir?
İlk önce iktidar için: GC’deki iki yönelime geri
dönersek, bir yanda mikro-dispozitiflerin yayılmış
ve parçalı karakteri, diğer yanda ise bütün toplumsal
alanı kaplayan makine ya da soyut diyagram. Bana
öyle geliyor ki, GC’deki problem şudur: mikro-analizin
bu iki aşaması arasındaki ilişki. Bİ’de bu soru biraz
değişir: Burada, mikro-analizin iki yöneliminden biri
mikro-disiplinler, diğeri ise biyo-politik süreçler olur
(s. 183 vd.). Benim de, C başlığı altında söylemeye
çalıştığım şey buydu. GC’de, kapsayıcı bir Devlet
vakasına indirgenemeyecek olan diyagramın, belki
de küçük-dispozitiflerin mikro-birleşimini etkilediği
görüşü hâkimdi. Öyleyse bundan şunu mu anlayacağız:
163
Bunun işlemesini sağlayan şey, biyo-politik süreçlerdir.
Diyagram nosyonunu çok zengin bulduğumu kabul
etmeliyim: Michel bunu yeni alanda da bulacak mı?
Fakat direniş hatları tarafında, ya da benim kaçış
hatları dediğim tarafta ilişkileri ya da bağlanmaları,
kavuşmaları ve birleşme süreçlerini nasıl kavrayabiliriz?
Verili bir anda düzenlemelerin oluşturduğu ve kaçış
hatlarını izledikleri kolektif içkinlik alanının da gerçek
bir diyagrama sahip olduğunu söylerdim. Öyleyse,
bağlanma hatlarını ya da yurtsuzlaştırma uçlarını
işleterek bu diyagramı etkili kılan karmaşık düzenlemeyi
bulmamız gerekiyor. Ben işte bu bağlamda, Devlet
aygıtından ya da askeri kurumlardan farklı olduğu
kadar iktidar dispozitiflerinden de farklı olan bir
savaş-makinesinden bahsediyorum. Dolayısıyla, bir
yanda iktidar diyagramı olarak Devlet (organizasyon
düzlemi olarak diyagramın mikro-verilenini etkin
kılan molar bir aygıt olarak Devlet) ve diğer yanda da
kaçış hatları diyagramı olarak savaş makinesi (içkinlik
düzlemi olarak diyagramın mikro-verilenini etkin
kılan düzenleme olarak savaş-makinesi). Bu noktada
duracağım; çünkü burası, birbirinden oldukça farklı iki
tür düzlemi, düzenlemelerin içkin düzlemine karşı bir
tür aşkın organizasyon düzlemini harekete geçirebilir ve
böylece, önceki problemlerle yeniden karşılaşmış oluruz.
Ve burada, kendimi Michel’in mevcut araştırmasıyla
bağlantılı olarak nasıl konumlandıracağımı artık
bilmiyorum.
Ek: Düzlem ya da diyagramın iki karşıt durumunda beni
ilgilendiren şey, bunların, çok farklı biçimler içerisinde,
tarihsel karşılaşmasıdır. Bir durumda, doğa tarafından
saklanan, fakat görülebilir her şeyi görünür kılan bir
organizasyon ve gelişme düzlemi vardır; diğer durumda
ise, artık sadece hız ve yavaşlığın, her şeyin görüldüğü
ve duyulduğu vb., gelişmenin olmadığı bir içkinlik
düzlemi vardır. Birinci düzlem Devletle özdeş değildir,
fakat onunla bağlantılıdır; ikincisi ise tersine bir savaşmakinesiyle, bir savaş-makinesi düşüyle bağlantılıdır.
Örneğin, Cuvier ve de Goethe, birinci tür düzlemi doğa
düzeyinde kavrarlar; Hyperion’daki Hölderlin, daha çok
da Kleist, ikinci türü kavrarlar. Birden, karşımızda iki tür
entelektüel durur. Michel’in, entelektüelin konumuyla
ilgili söyledikleriyle karşılaştırıldığında, bu bağlamda
söyledikleri. Ya da müzikte, birbiriyle karşılaşan
iki titreşim düzlemi kavramlaştırması. Michel’in
çözümlediği şekliyle iktidar-bilgi bağlantısı şu şekilde
açıklanabilir mi: İktidarlar, birinci türden bir düzlemdiyagram gerektirirler (örneğin, Antik Yunan şehri ve
Öklid geometrisi). Fakat tersinden, karşıdan-iktidar
tarafında ve bir ölçüde de savaş-makineleriyle ilişkili
olarak, başka türden bir düzlem, bir tür “minör” bilgiler
(örneğin, Arşimet geometrisi, Devletin savaşacağı
katedral geometrileri); direniş hatlarına uygun olan
bütün bilgi, diğer bilgiyle aynı biçime sahip olmayan
bilgi...
Gilles Deleuze, Desire and Pleasure, Fransızcasından
çev. Melissa McMahon, http://slash.autonomedia.org/
article.pl?sid=02/11/18/1910227 Metnin Fransızca
aslı için bkz. “Désir et plaisir”, Magazine littéraire
325, Ekim 1994, pp. 59-65.
Fransızca özgün metin: “Désir et plaisir”, Magazine littéraire 325,
Ekim 1994, s. 59-65.
2
Söylenmiş ve Yazılmışlar [Dits et écrits] no. 139, s. 553. Foucault
ile Deleuze arasındaki alışverişle ilgili olarak bu giriş yazısında
bahsedilen diğer metinler ise, Söylenmiş ve Yazılmışlar’ın dört
cildinde de bulunabilir.
3
“Les rapports de pouvoir passent a’l’intérieur des corps” (Lucette
Finas ile mülakat), La Quinzaine Littéraire, no. 247, 1-15 Ocak 1977.
4
Bkz. Söylenmiş ve Yazılmışlar, no. 197, III, s. 288 [Uçlar, dört
kenardır; matematiksel anlamdaki “nokta”dan ziyade, bir şeyin
sınırı olarak anlaşılmalıdır.
5
La fonction politique de l’intellectuel”, Politique Hebdo, 29 Şubat-5
Aralık 1976, bkz. Yazılmışlar ve Söylenmişler, no. 184, III, s. 109.
6
Deleuze, Presentation de Sacher-Mosoch: la Vénus à la fourrure
(Editions de Minuit, 1967).
1
conatus
164
165
İKTİDAR VE DEVLET
J o h n
H o l l o w a y
İngilizceden çeviren: Haşim Kılıç
Bu metin, Holloway’in, 16 Ekim
2004’de Londra’daki Avrupa
Sosyal Forumu’nda yapılan
“Toplumsal Dönüşüm için
Stratejiler” başlıklı tartışmadaki
konuşmasının yazılı halidir. Phil
Hearse, Fausto Bertinotti ve Hilary
Wainwright tartışmanın diğer
konuşmacılarıydı.
1. İki temel nokta üzerinde hemfikir olduğumuz için burada
olduğumuzu varsayıyorum. İlk olarak, kapitalizm insanlık için bir
yıkımdır ve bizim acilen radikal toplumsal bir değişikliğe, devrime
ihtiyacımız var. İkinci olarak, biz böyle bir değişikliğin nasıl
gerçekleşeceğini bilmiyoruz. Fikirlerimiz var ama kesinliklerimiz
yok. Hepimizin aynı hareketin parçaları olduğumuzu kavrayarak ve
farlılıklarımıza saygı göstererek tartışmamızın önemli olmasının nedeni
budur.
2. Bu tartışmada biz neredeysek oradan, kafası karışık bir hareketten,
isyanların ahenksiz seslerinden, bu sosyal forumdaki gevşek
birliktelikten başlayacağız. Sorun nasıl devam etmemiz gerektiğidir.
Biz parti olarak mı örgütlenmeliyiz? Mücadelelerimizi devlet üzerine
ve devletin içinde etki kazanmak ya da devlet iktidarını fethetmeye
mi odaklamalıyız? Yoksa bir alternatif inşa ettiğimiz ve edebileceğimiz
sürece devlete sırtımızı mı dönmeliyiz? Mümkün olduğunca devlete
sırtımızı dönmemiz gerektiğini iddia ediyorum.
3. Bu nasıl örgütleneceğimiz ve nereye gittiğimiz üzerine bir sorudur.
Devlet bir örgütlenme biçimi, işleri yürütmenin belli bir tarzıdır.
Bir örgütlenme olarak devlet, toplumun geri kalanından ayrılan bir
örgütlenmedir. Devlette çalışanlar (politikacılar, devlet memurları ya
da kamu görevlileri) toplum adına, kendi anladıkları biçimde toplum
yararına çalışırlar. Bazıları diğerlerinden daha iyidir (Bertinotti’nin
Berlusconi’den daha iyi olduğundan şüphem yok), fakat hepsi bizim
adımıza çalışır. Başka bir ifadeyle, bizi dışlarlar. Bir örgütlenme biçimi
olarak devlet, bizi dışlamanın bir yöntemi, kendi kaderimizi tayin
olanağımızın yadsınmasıdır. Bir kere dışlandığımızda, onların yapıp
ettikleri üzerinde gerçek bir kontrolümüz yoktur. Temsili demokrasi
conatus
166
bize devletin ne yaptığını denetleme hakkını vermez,
bizim dışlanmamızı meşrulaştırır ve güçlendirir. En kötü
zalimliklerin çoğu demokrasi adıyla haklı gösterilir.
Mücadelelerimizi devlet üzerine yoğunlaştırdığımızda,
devletin bizi belli bir yöne götürdüğünü anlamak
zorundayız. Her şeyden önce devlet, mücadelelerimizi
toplum adına toplum namına yürütülen mücadelelere
dönüştürerek, mücadelelerimizin toplumdan ayrılmasını
dayatmaya çalışır. Devlet liderleri kitlelerden,
temsilcileri temsil edilenlerden ayırır, bizi farklı bir
konuşma ve düşünme biçimine sürükler. Devlet bizi
gerçeklik ile bir uzlaşma sürecine çeker, bu gerçeklik
sömürü ve adaletsizlik, ölüm ve yıkım üzerine kurulan
bir toplumsal örgütlenme şekli olan kapitalizmin
gerçekliğidir. Devlet merkezli solun tarihinde anahtar
bir kavram vardır, bu kavram ihanettir. Tekrar ve tekrar
önderler harekete ihanet ettiler, ancak bu onların kötü
insanlar olmalarından ziyade bir örgütlenme biçimi
olarak devletin onları hareketten ayırmasından ve
sermaye ile bir uzlaşma sürecine çekmesinden dolayı
kaçınılmazdır. İhanet, bir örgütlenme biçimi olarak
devlet içerisinde zaten verilidir.
Buna direnebilir miyiz? Evet, elbette direnebiliriz ve
bu her zaman olan bir şeydir. Biz, devletin hareketin
daimi temsilcilerini ya da liderlerini tanımlamasına ve
devletin temsilcileri ile hareketin vekillerinin gizlilik
içinde görüşmeler yapmasına karşı çıkabiliriz. Ancak bu
bizim örgütlenme biçimlerimizin devletin örgütlenme
biçiminden çok farklı olduğunu, aralarında herhangi bir
simetri olmadığını anlamak demektir. Devlet, [birileri]
“adına” bir örgütlenmedir, biz, ne istediğimizi, neye
karar vereceğimizi, neyin gerekli olduğunu ya da neyi
arzuladığımızı açık seçik ifade etmemize olanak sağlayan
bir örgütlenme, kendi kaderimizi tayin etmenin bir
örgütlenmesini, bir konsey ya da komünal örgütlenme,
komün-izm istiyoruz.
Kendi kaderimizi tayin isteğimizi nasıl örgütlememiz
gerektiğine dair herhangi bir model yoktur. Bu her
zaman deneyim ve keşif meseledir. Açık olan şu ki bir
örgütlenme biçimi olarak devlet kendi kaderini tayin
etmenin karşısında hareket eder. Bu iki örgütlenme
biçimi birbirleri ile bağdaşmaz.
Devlet dediğimde partileri ya da temel odağı devlet
olan herhangi bir örgütlenmeyi kastediyorum. Bir
örgütlenme biçimi olarak parti devlet biçimini
conatus
yeniden üretir; dışlar, liderler ve kitleler arasında,
temsilciler ile temsil edilenler arasında ayrımlar yaratır;
devlet iktidarını ele geçirmek için devletin zamanını
benimser. Başka bir deyişle, mücadelemizin özü
olduğunu düşündüğüm toplumsal kaderimizi tayin
etme isteğimizin tersine gider. Dikkat edin Fausto,
Daniel ve Hilary’e partinin doğru bir örgütlenme
yolu olmadığını söylüyorum. Sizleri sevmediğimi ya
da sizlerle işbirliği yapmayacağımı, farklı bir yoldan
giden mücadelelerin bu yüzden (Venezüela’nın
durumu gibi) suçlanması gerektiğini söylemiyorum.
Söylediğim basitçe, parti örgütlenmesinin ya da devlet
iktidarının hedeflenmesinin ileriye yürümek için yanlış
bir yol olduğu düşüncesidir, çünkü parti dışlayan ve
hiyerarşilere yol açan, neoliberal kapitalizme karşı
varolan hareketin özünü oluşturan kendi kaderimizi
tayin isteğimizin anarşik çoşkusunu zayıflatan ve
bürokratikleştiren bir örgütlenme biçimini gerekli kılar.
4. Devlete sırtımızı çevirmek ne anlama gelir. Bazı
durumlarda, devletten hiçbir talepte bulunmayarak
kendi alternatiflerimizin inşasını sürdürerek devleti
bütünüyle ihmal etmek anlamına gelir. Zapatistaların
geçen yılki yön değişikliği, devlete özgü toplum ve
yönetim ayrımından kaçınmaya çalışan bir bölgesel
yönetim oluşturmaları (Juntas de Buen Gobierno
oluşumları) içinde bulunduğumuz anda bunun en açık
örneği olabilir.
Diğer durumlarda devlete bütünüyle sırt çevirmek
zordur, çünkü öğretmen, öğrenci, işsiz ne olursak
olalım yaşamak için onun kaynaklarına ihtiyacımız
var. Çoğumuz için devlet ile tüm bağları koparmak
güçtür. Bu durumda, önemli olan, bir örgütlenme
biçimi olarak devletin bizi belli yönlere, kapitalizm
ile uzlaşmaya götüreceğini anlamaktır ve devlet ile
bağlantımızı nasıl şekillendireceğimizi, şeyleri yapmanın
belli bir biçimi olarak devletin karşısına ve ötesine
nasıl geçebileceğimizi düşünmektir, hiyerarşilerin
kurulmasını kabul etmeyi reddederek, devlet ile
kurulan ilişkinin bir sonucu olan mücadelelerimizin
parçalanmışlığını, devletin dilini, mantığını ve belki
hepsinden öte zamanını, bize zorla dayattığı zaman ve
ritimleri reddederek. Devletin mantığına düşmeden,
kendi hareketimiz içerisinde onun mantığını yeniden
üretmeden devlet ile nasıl uğraşabiliriz? Pratikte bu her
167
zaman zor bir meseledir; çünkü pratikte belli somut
amaçları başarmanın mantığına kapılarak bunun bir
bütün olarak hareketin dinamiği üzerindeki etkilerini
unutmak çok kolaydır. Hilary’nin kitabında yer alan
birçok mücadeleye saygı duymama rağmen ben sorunun
devletin geri alınması olduğunu düşünmüyorum,
üstelik devletin geri alınması fikrinin yanlış olduğunu
düşünüyorum: Devlet bize yabancı bir örgütlenme
biçimidir, bizim değildir ve olamaz da.
5. Bunların tümü içinde zaman sorunu ve zaman
hakkında nasıl düşündüğümüz çok önemli. Bir yandan
devlet, seçimlerin ritmi ve neredeyse hiçbir şeyi
değiştirmeyen rejim değişiklikleri ile daima bize kendi
zamanını dayatır. “Bir sonraki seçime kadar bekle ve
ondan sonra bir şeyleri değiştirebilirsin; eğer şimdi bir
şeyler yapmak istiyorsan bir sonraki seçim için hazırlan
ve partiyi inşa et”. Öte yandan, Leninist devrimci gelenek
bize “Bir sonraki devrimci durumu ya da uzun dalganın
bir sonraki sonunu bekleyin, biz iktidarı ele geçirene
kadar bekleyin, o zaman toplum değişecek, bu zaman
zarfında partiyi inşa edin” diye seslenir.
Fakat biz bekleyemeyeceğimizi biliyoruz. Kapitalizm
bizi ve dünyayı bekleyemeyeceğimiz kadar hızla yok
ediyor. Biz seçim için bekleyemeyiz ve de devrim
için, öyle ya da böyle devlet iktidarını ele geçirinceye
kadar bekleyemeyiz, bu yıkıcı dinamiği bugün
parçalamayı denemeliyiz. Reddetmeliyiz. Kapitalizm
kötüler, Bush’lar, Blair’ler ve Berlusconi’ler tarafından
yaratıldığı için varlığını sürdürmüyor. Bir ya da iki
yüzyıl önce yaratıldığı için varlığını sürdürmüyor.
Kapitalizm yaşıyor, çünkü onu biz yaratıyoruz.
Eğer yarın kapitalizmi yaratmazsak, kapitalizm de
artık var olmayacak. Biz yarattığımızdan dolayı
kapitalizm varlığını sürdürüyor, ve onu yaratmaya son
vermeliyiz, onu reddetmeliyiz. Bunun anlamı zamanın
parçalanması, sürekliliğin kırılmasıdır, bir şeyin sırf dün
varoldu diye bugün varolmadığını anlamaktır, o yalnızca
biz yaratırsak varolur.
Devlete alternatiflerimiz hakkında düşünürken,
reddimiz bir kilit noktası olmalı. Fakat bu yetmez.
Kapitalizmi üretmeyi reddetmeye devam edebilmek için
yaşamımızı sürdürmek için alternatif bir yolumuzun
olması gerekir. Reddedişimiz, farklı bir dünyanın, yeni
ortaklıkların ve işlerin yürütülmesinin farklı bir tarzının
yaratılması ile el ele gitmeli. Reddimizin burada ve şu
andalığının arkasında başka bir zamansallık, farklı bir
dünyanın sabırla kuruluşu olmalı. Bunun için herhangi
model yok. Tek model, deneyimlerin çeşitliliği ve
kapitalizme karşı direniş hareketinin buluşları. Devlet
iktidarının ele geçirilmesine odaklanmamış, partiye
kanalize olmamış, bu çeşitliliğe, mücadelelerin bu
ahenksiz sesleri ve deneyimlerine saygı gösterilmeli.
Sorun iktidarın ele geçirilmesi değil, kendi gücümüzü,
işlerimizi farklı bir biçimde yapabilme gücümüzü, başka
bir dünya yaratabilme gücümüzü kurmaktır.
conatus
168
169
HAREKET OLARAK VATANDAŞLIK:
GÖÇMENLER, TOPLUMSAL DENETİM VE DEVLET EGEMENLİĞİNİN YIKILIŞI
F r a n c o
B a r c h i e s i
İngilizceden çeviren: Akın Sarı
Uluslararası göç süreçleri uzun bir süre, göçmenlerin öznelliğini, ülkelerde ve göç veren
yerlerdeki yoksulluk ve toplumsal çürümeyle bağlantılı “itici” faktörlerin ya da göç
alan toplumlarda görülen ekonomik fırsatlarla alakalı “çekim” faktörlerinin açıklayıcı
gücü altında kapsayan ve “kuzey-güney” eşitsizliklerini vurgulayan ana akım akademik
incelemelerin prizmasından değerlendirildi. Göçmenlerin öznelliği, genellikle bireysel
girişimcilik ya da göçmenlerin hedef ülkede toplumsal eklemlenme talebini güçlendiren
“toplumsal sermaye” olarak harekete geçirilen sınır-ötesi bağlantılar biçimi altında tanınır.
Bu görüşlerde, göç alan toplumlar ve ülkelerin politik sistemi hiçbir zaman göçmenlerin
öznelliği bakımından sorgulanmaz. Uluslararası göç, olsa olsa, zengin ülkelerdeki toplumsal
“bütünleşme”nin ve kültürel “toleransın” sınırlarını test eden bir toplumsal süreç olarak
görülür.
Bu yüzden, bu ülkelerdeki sol hareketler ve örgütler göçe dair yanıtlarını çoğunlukla,
söz konusu olan göçmenlerin sosyo-ekonomik ve “kültürel” tanınması olduğunda,
ulusal sınırların esnekliğini ve değişebilirliğini tartışmayı hedefleyen yollardan ifade
etti. (“Çokkültürlülük” üzerine pek çok tartışmada ifade edilen) bu görüş aynı zamanda
yabancıların temelden ötekiliğini ve bu ötekiliği, göç alan “ulus”un ritüelleri ve kolektif
kimlikleriyle bağdaştırmak için başvurulan devlet sınırlarının ve egemenliğinin
değişmezliğini kabul eder. Ana akımın ve kurumsal solun, devletin kurumsallık alanını
ve göçmenin içsel ötekiliğini kavramsal olarak öncelemek konusunda, bu meselelere
sınırların sağlamlaştırılması ve ulusal vatandaşlığın baskıcı ve seçkinci mekanizmalarının
tanımlanmasıyla karşılık verme eğilimindeki sağ-kanat hareketlerle ve söylemlerle nasıl
ortaklaştığına dikkat edilmelidir. Ne var ki her iki görüş de, esas itibariyle nesnel ve
değişmez anlamını korumakla birlikte, özellikle kendini “adapte etme” (yani az çok yeniliğe
açık olmak, daha geniş ve daha katı göç kotalarını tanımlamak, az çok kültürel tanınma
sağlamak) kapasitesi bakımından sorgulanan bir devlet egemenliği kavramı açısından
göçmenleri bir “sorun” olarak görmek konusunda birleşir. Bu giriş vesilesiyle, uluslararası
göçlerin Batılı kapitalist toplumlar üzerindeki etkisinin, kimin vatandaş olup olmadığına
ve vatandaşın hangi kaynaklara sahip olabileceğine karar vermek açısından, bu toplumların
sınırları tanımlama ve vatandaşlık haklarına erişimi düzenleme kapasitelerini nasıl
conatus
170
sorguladıklarını vurgulamak istiyorum.
Avrupalı kurumsal sol içindeki birçok emek hareketine
ve partilere göre, göçmenler esas itibariyle daha
fazla vatandaşlık hakkı, daha fazla yetki tanınmasını
isteyen bir grup insandır –insanların akışıdır. Avrupa
Birliği’nin geleceği üzerine tartışmalarda bu, şu veya
bu şekilde şekillenmekte olan Avrupa’nın kuruluşuna
dahil edilecek, Avrupalı uzamın kurumsallaşması içinde
tanınacak bir talebe dönüşür.
Bu yaklaşıma yanıt olarak bir soru ortaya atılabilir:
Mevcut uluslararası ve küresel göç süreçleri, mevcut
Avrupa kurumları bakımından var olan vatandaşlık
haklarının genişlemesini mi gerektirir yoksa bu göç
süreçleri, Avrupa Birliği gibi kurumların ileri sürdüğü
“vatandaşlık” anlayışını radikal bir şekilde sorgulayan
ve alt üst eden toplumsal dinamikler ve hareketler
midir? Göçmenlik kurulu tüzel bir vatandaşlık tanımına
içerilmeyi mi gerektirir, yoksa esas itibariyle bu tüzel
tanımın asıl temeline karşıt öznellikleri ve ihtiyaçları mı
ifade eder?
Kanımca bu sorular, “terör”le anıştırılan her türlü
muhalefetin bastırılması ve güvenliğin yaygın olarak
askerileşmesiyle ayırt edilen küresel bir güvenlik
devletinin doğuşunun damgasını vurduğu bir bağlamda
acil olarak yanıtlanması gereken yerinde sorulardır.
Bu değişimler vatandaşlığın anlamını etkileyici
bir şekilde sorgular ve aynı zamanda Avrupa ulusdevletinin tarihsel seyri içinde merkezi bir öğe oluşturan
vatandaşlık ve devlet egemenliği arasındaki bağın
krizine dikkat çeker ve bu krizi derinleştirir. Bu bağ,
özellikle refah devleti pratiğinden beslenen yirminci
yüzyıl liberal ve sosyal demokrasisinin toplumsal olarak
içerme (yani vatandaşlık haklarını genişleten devlet
egemenliği) ideolojisinde bir karşılık bulurken mevcut
durumda devlet egemenliği, daha dışlayıcı ve baskıcı
olmak suretiyle küresel kapitalist düzenin çatlaklarında
yaşamını sürdürür.
Devlet egemenliğinin uygulanışının artarak
askerileşmesi ve ülke içinde toplumsal dışlamanın ve
ülke dışında savaşın idaresi için hukuki tekniklerin
uygulanmasına dayanması, devlet egemenliğinin
uygulanışı ve devlet sınırları içinde yaşayan insanların
vatandaşlık haklarına erişimi arasındaki ilişkileri
önemli oranda değiştirdi. Yirminci yüzyıl kapitalist
demokratik-temsili devleti meşrulaştıran eski mit, devlet
conatus
egemenliğinin uygulanışının özellikle ulusal sakinler
açısından toplumsal vatandaşlığın yayılmasına bağlı
olduğu fikrine dayanıyordu. Devlet egemenliğinin
uygulanışı aynı zamanda –toplu konut, sağlık bakımı,
sosyal güvenlik ve bunun gibi- görece metalaşmamış
sosyal hizmetlerin tedarik edilmesinin işçi sınıfının
kapitalist devlete meydan okumalarına karşı iştoplum sürekliliği yoluyla verilmiş bir yanıt olması
açısından da toplumsal vatandaşlığa bağlanmıştı. Bir
başka deyişle, isyan hareketleri, itaatsizlik ve ücretli
emek disiplininin reddi; emek piyasasındaki bireysel
pozisyondan bağımsızlaştırılmış ve metalaştırılmamış
bir haklar ve kaynaklar alanı, tabandan gelen
“ortak [mülk]”(common)1 taleplerine bağlanmıştı.
Üretken istihdamın genişlemesini destekleyen devlet
politikalarıyla birlikte, egemenlik ve toplumsal
vatandaşlık arasındaki bağ; devlet kurumlarının,
“toplumsal içerme”nin yaygınlaştırılması bahanesi
altında, işçilerin ve toplulukların alt üst edici “ortak
[mülk]” taleplerini ücret temelli haklar ve üretkenlik
anlaşmaları altında yeniden massetmek yönündeki
çabasının ifadesiydi.
Küresel neo-liberalizmin geçen otuz yılı, eş zamanlı
olarak, bireysel ekonomik refahın küresel pazar
güçlerine havale edilmesi, ulusal düzeydeki toplumsal
mücadeleler içinde kurulan “ortak[mülk]”lerin
giderek metalaştırılması ve finans sermayesinin
serbest hareketinin önündeki engeller kaldırılırken
insanların hareketinin önündeki fiziksel engelleri
güçlendiren toplumsal kontrol mekanizmalarının
devamı bakımından devletin imtiyazlarının yeniden
tanımlanması gibi farklı yollardan egemenlikvatandaşlık bağını değiştirdi. Sonuç olarak, devlet
egemenliğinin etkisinin amacı, toplumsal içermenin
sınırlarının genişlemesinden toplumsal dışlamanın
giderek baskıcı bir tarzda idaresine ve örgütlenmesine
dönüştü. Toplumsal içerme ve dışlama bu değişen
senaryoda aynı madalyonun ters yüzlerine dönüşmüş,
ulus devletin, kapitalist küreselleşmenin ucuz emeğe
indirgediği yeni çoklukları sürekli olarak savunmasız
ve güvencesiz bir durumda tutmaya dikkat ederek,
sosyal haklara erişim açısından yeni hiyerarşiler
tanımlamasını sağlayan ideolojik bir sürekliliğin iki ucu
haline gelmiştir. Giderek daha fazla kaynağın sosyal
hizmetlerin ve toplumsal refahın desteklenmesinden,
171
tüzel, polisiye, askeri alanlarda olduğu gibi, devletin
baskıcı işlevlerine doğru kaydırılması bu daha geniş
yeniden yönelimin bir yansısıdır.
Uluslararası göç süreçleri aslında, devlet egemenliğinin
uygulanış mekanizmaları ve yöntemlerinin yeniden
tanımlanmasını doğrudan sorgulayan mücadeleler
olarak göçmen mücadelelerini politikleştiren bu aynı
değişimler tarafından etkilenir. Avrupa Birliği özelinde,
giderek yoksulluğun suç konusu haline getirilmesine
ve toplumsal hareketlerin polis zoruyla bastırılmasına
başvuran güvenlik yönelimli aynı üye devletler;
toplumsal gerilimleri içermenin bu otoriter yöntemlerini
göçmenler üzerinde denemişlerdir. Bu yöntemlerin
başlıca hedefi, güvencesizliklerini ve güvenlikten
yoksunluklarını daha da artıran yeni bir emek disiplini
ile -İtalya örneğinde geçen ifadeyi kullanmak gerekirse“geçici kalıcılık merkezlerinin” hücrelerinde hiçbir yasal
koruma olmaksızın idari olarak göz altında tutulma
arasında bir seçim yapmak zorunda kalan, sayıları
giderek artan göçmen nüfuslardır.
Oluşum halindeki Avrupa politik alanında
“ortak [mülk]”lerin yeniden ticarileştirilmesi ve
özelleştirilmesinin anlamı; herhangi bir sosyal haktan
faydalanmanın, aktif nüfusun giderek büyüyen bir
kesimi için hiçbir iş güvenliği, adil ücret olmaksızın,
sosyal güvenlik korumalarının giderek azaldığı ve
yetersiz kaldığı son derece esnek ve istikrarsız işlere
girmeye bağlı hale gelmesidir. AB’nin dışından gelen
göçmenlerin en çok istihdam edildiği işler bunlardır.
Emek disiplini yerli nüfusun çoğunluğunun haklarının
tüzel yeniden yapılanmasında merkeze otururken,
göçmenlere gelindiğinde bu, tamamen bir iş bulmaya
ve bu işi yitirmemeye bağlı olarak, sivil haklara ve temel
kişilik haklarına erişim için bile bir koşul haline gelir.
Dolayısıyla bu düzen içinde, haklardan faydalanma iş
sözleşmesi bittiğinde sona erer. İtalya örneğinde bu,
esas itibariyle oturma izni temelli tüzel hakları göçmen
emek gücünün satın alındığı ve satıldığı sözleşmeye tabi
kılan contratto di soggiorno ya da “oturum sözleşmesi”
fikrinde çarpıcı biçimde görünür. İtalya’da, bu ikisi
arasındaki kopmaz bağı tanımlayan ve önceki sol-kanat
yöneticilerin başını çektiği 2002 “Bossi-Fini” Yasası,
ırkçı Güney Afrika rejiminin “içe akışları kontrol”
sistemlerinde “göçmen emeği”ni tüzel-bürokratik bir
kategori olarak kuran mantığına benzer bir mantığı
yeniden üretir. Ayrıca Güney Afrika’da, “beyaz” kent
alanlarında sınırlı oturum hakları, özellikle zamansal
açıdan sınırlandırılmış ve Afrikalı göçmen işçilerin
sabit-süreli sözleşmeler altında iş bulabilme kapasitesine
bağlı hale getirilmişti.
Güney Afrika örneğinde, ücretli emek disiplininin
yeniden dayatılması yönünde artan baskıcılık, daha
derin bir düzeyde, AB’de benimsenen mevcut ekonomik
modellerin mantığıyla kafa karıştıran bir benzerliğe
sahip bir sistemin mantıki sonucuydu. Aslında, her iki
sistemde de, göçmenlerin “yasallaşması” kaçınılmaz
olarak alıcı emek pazarlarının emme kapasitesinden
faydalanabilecek kadar şanslı bir azınlığa ayrılan
hukuki bir statüyken, sermayenin küresel ölçekte
kendilerine çektirdiği eşitsizlik ve baskıya yanıt olarak
göç eden çoklukların çoğunluğu, hukuki korumadan
sürekli olarak dışlanma ve yasa dışılıkla karşı karşıya
kalıyor. Yasa dışılık -göçmen akınlarının “doğal” ve
içsel bir boyutu olmak bir yana- göçmen emek gücünü
Mevcut uluslararası ve küresel göç süreçleri,
mevcut Avrupa kurumları bakımından var
olan vatandaşlık haklarının genişlemesini mi
gerektirir yoksa bu göç süreçleri, Avrupa Birliği
gibi kurumların ileri sürdüğü “vatandaşlık”
anlayışını radikal bir şekilde sorgulayan ve alt
üst eden toplumsal dinamikler
ve hareketler midir?
conatus
172
kaçınılmaz bir savunmasızlığa mahkum ederek ve
pazarlık gücünü azaltarak, hakkın evrenselliğine dair
herhangi bir görüntü yaratmaktan kaçınan ve bu hakları
girişimlerin değişen değerlenme gereksinmelerine
bağımlı kılan hukuki bir ölçütün sınırlı uygulanışının
doğrudan bir sonucudur. O halde İtalya’da göç-karşıtı
kanunların ve katı kota sistemlerinin önde giden
savunucularının, savunmasız, örgütsüz ve çoğunlukla
kayıt dışı göçmen işgücü istihdam eden, Kuzey sanayii
bölgelerindeki küçük-orta girişimciler olması tesadüf
değildir.
Göçün suç konusu haline getirilmesi sorunu, sadece belli
bir grup nüfus üzerinde toplumsal kontrol tekniklerinin
uygulanışına bağlı değildir. Göçmenlerin suç konusu
haline getirilmesi, devletin, egemenliğin son etkin kalesi
olarak kendi sınırlarına meydan okuyan girişimleri
idare etmesinin sıradan bir yolu, normal bir durum
haline geliyor. Göçmen bir azınlık istihdam temelinde
düzenlenebilmesine rağmen, kitlesel ölçekte yasa dışılık
Avrupa’nın birleşik kurumsal alanında göçmenlerin
deneyiminin asgari ortak paydası olarak kalıyor.
Kendi imtiyazlarını büyük ölçüde baskı ve ücretli
emeğin dayatılması biçiminde tanımlayan bir devlette
suçun konusu haline getirebilme sürecinin devam
ettirilebilmesinin koşulları, göçmenlere sadece mevcut
devlet ve devlet-ötesi kurumsal düzen içersinde daha
fazla vatandaşlık hakkı talep eden bir grup insan olarak
bakan genel kurumsal sol inançları sorunsallaştırıyor
ve bunlara katılabilmeyi sınırlandırıyor. Üstelik, bu
anlayış, AB’nin ve onun üye devletlerinin mevcut
kurumsal çerçevesinin, yirminci yüzyıldaki Avrupa
anayasalcılığı deneyimini şekillendiren evrenselci resmi
noktaları yansıtan vatandaşlık hakları sağlamak üzere
tasarlanmadığını gözden kaçırır. Avrupa göç politikaları
üzerine yürütülen tartışmalar daha ziyade, ulusal-temelli
olmayan taleplere gelindiğinde, bu tür bir evrenselciliğin
sınırları ve çelişkilerini saklar.
Dolayısıyla Avrupa’nın politik-kurumsal bir uzam
olarak genişlemesi, bunun altında yatan coğrafyada
yaşayan insanların vatandaşlık haklarının genişlemesiyle
çakışmaz. Toplumsal süreçler olarak göç süreçleri ile
statik tüzel bir kurgu olarak vatandaşlık düşüncesi
arasındaki temel çelişki, AB vatandaşlık politikalarının
çözülmemiş ikileminin merkezinde yer alır. Öte yandan,
bu bana göre göçe radikal şekilde farklı bir yoldan
conatus
bakabilmenin yolunu açan bir çelişkidir.
Yani göç, aslında salt varlığı –aslında sınır geçme
eyleminin kendisi- artık ücretli emek disiplinine, bir iş
bulmaya ve bunu elinden kaçırmamaya bağlı olmayan
yeni bir vatandaşlık hakları talebini gerektiren gerçek
bir toplumsal harekete dönüşür. Göç, varolan hak
kavramına meydan okuyan ve onu tanımlayan ve -açıkça
bizzat göç alan ülkelerdeki toplumların neoliberal
yeniden yapılanma yıllarında kendilerinden alınan
hakları, ulus-devlet kurumsallığının dar sınırlarını
aşan mücadeleler içersinde, geri almaya başlamasını
sağlayabilecek- bir yeni “ortak[mülkler]” talebine,
metalaştırmanın çözülüşüne dayanan yeni bir sosyal hak
anlayışı talep eden bir toplumsal harekettir.
Bu göç anlayışı ve bugünlerde mevcut Avrupalı
hareketlerin uğruna mücadele ettiği şey arasındaki
bağlar potansiyel bakımdan muazzamdır, zira göçü
bu şekilde anlamak onu doğrudan, temel gelir
mücadelelerine ya da sadece göçmenler için değil
bütün vatandaşlar için piyasa dışı, ücretli olmayan
ve metalaştırılmamış türden gelirler için verilen
mücadelelere bağlar.
Artık emek pazarına ve istihdam sözleşmesinde
cisimleşen meta biçimine bağlı olmayan bir haklar
alanının genişlemesi süreci içinde, göçmenlerin özgün
mücadeleleri; pratiğe çevrilmesi yeni dışlamalar ve
seçicilikle aynı anlama gelen, haklar üzerine liberal
söylemin itibarını gittikçe daha da yitiren evrenselciliğine
meydan okuyan yeni bir evrenselliğin nüvesini taşır.
173
Bu noktada son bir soru ortaya çıkar: Peki ya göçmenler
kendilerini bu açılardan algılamazsa? Ya taleplerini
ifade biçimleri ağırlıklı olarak, yasalcı biçimler içinde ve
dışlayıcı, kısmi dayanışma biçimlerinde ifadesini bulan
topluma daha da dahil olabilme arzusunu yansıtırsa?
Ne var ki bu sorun özel olarak göçmen mücadelelerinde
ortaya çıkmaz, zira bu sorun anti-kapitalist hareketlerin
seyrinde ve geçen yüzyılın örgütlü işçi sınıfında da
hiç eksik olmamıştır. Ezilenlerin öznelliği ille de
oluşturdukları bilinç biçimleriyle uyuşmaz ve bu
bakımdan ilerleyebilmek için kestirme bir yol, teamüle
uygun reçeteler, “doğru” bir parti çizgisi yoktur.
AB’ye üye olmayan devletlerden gelen göçmenlerin
çoğunun öznelliği, kendileri ile göç alan devletin yasal
yapısı arasında çoğunlukla doğrudan aracılık eden
polis güçlerinin vahşiliği ve devlet bürokrasilerinin
keyfiliğiyle kırılan, mütevazı bir yaşam için beslenen
günlük umutlarla biçimlenir. Genellikle bunu,
gözaltı merkezleri ve sınır dışı edilme deneyimleriyle
şiddetlenen adaletsizlik, şiddet ve yoksunluk duygusu
izler.
Ve yine de bütün bunlara politik bakımdan
muhafazakar, hatta gerici biçimlerle karşılık verilebilir.
Dar topluluk tanımları, şovenist kimlikler ve günlük
cinsiyetçilik toplulukların oluşum biçimlerinin
parçasıdır ve bunlar aynı zamanda göçmenlerin
dışında, her çeşit toplumsal hareket örneğinde olduğu
gibi bir çekişme alanına dönüşür. Soruna yanıt soyut
biçimde hipotezleştirilemez: Bu daha ziyade göçü devlet
egemenliği ve ücretli emek karşısında bir toplumsal
hareket olarak görmenin, bizzat göçmen toplulukları
içinde bir birleşme ve mücadele noktası haline gelip
gelmemesine bağlıdır.
Franco Barchiesi, Citizenship as Movement.
Migrations, Social Control and the Subversion
of State Sovereignty, www.commoner.org.
uk/09barchiesi.pdf.
Paris’te düzenlenen 2003 Avrupa Sosyal Forumu’nda
sunulan metnin gözden geçirilmiş halidir.
[İng.] Halkın ortak malı olan yer, herkesin üzerinde hakkı olduğu
ve herkes için ulaşılabilir olan şey. (ç.n.)
1
conatus
174
175
KÜRESEL NEOLİBERAL SERMAYE, YENİ
ENTERNASYONALİZM VE ZAPATİSTALARIN SESİ
M a s s i m o
d e
A n g e l i s
İngilizceden çeviren: Barış Şannan
Giriş
Farklı hareketlere ait çok sayıda emek, çevre, insan ve vatandaşlık hakları eylemcisi, yaklaşık
son on yıldır gittikçe daha farklı uluslararası eylem biçimlerine yöneliyor. Bu, özellikle
sermayenin küreselleştiren süreçlerinin düzey ve hızı ve bunun ücretler, iş ve çalışma
koşullarının yoğunluğu üzerindeki etkisi; sosyal harcamalardaki ağır küresel kesintileri
ikame etmek için ücretsiz kadın emeğinin artışı; çoğu zaman Nijerya’da Shell, Kolombiya’da
BP gibi çokuluslu şirketlerle eşgüdüm içinde sürdürülen insan hakları ihlalleri; uluslararası
köle ticareti ve ulusötesi şirketlerin üretim çevrimine dahil edilmiş çocuk emeğinin
kullanımı; varoluşumuzun, yeniden üretimimizin ve doğamızın çevresel koşullarının
durmaksızın yıkıma uğratılması vs. düşünüldüğünde hiç de anlaşılmaz değil.
Uluslararası eylemlilikteki bu artış yaygın olarak biliniyor ve burada daha fazla
vurgulanmasına gerek yok. Ne var ki bu uluslararası pratiklere, bir kampanyanın salt belli
amaç ve hedefleriyle ilişkili araçsallıklarının ötesinde ne tür bir anlam verebileceğimiz, bana
göre gündemdeki birçok tartışmada yeterince ele alınmayan bir konu. Diğer bir deyişle,
tüm dünyayı bir grev alayına çeviren bu son derece farklı hareketlerin çeşitli pratiklerinde
bir örüntü ya da eğilim, dahası ortak bir hat tasavvur edebilir miyiz? Bu ortak hattın anlamı
nedir? Bu gelişmelerin temsil ettiği “‘şimdi’deki gelecek”, varsa, nedir? Bu hareketlerin
somut pratikleri ne tür bir dünyaya ve ne tür bir yaşama işaret ediyor? Bu sorular; şayet bir
özgürleşme söylemi, hem neoliberal sağ hem de neoliberal sol tarafından tasarlanan tek olası
geleceğe meydan okumakla kalmayan, ama aynı zamanda kökünü gerçek hareketlerde bulan
bir umut imgesi ve farklı bir dünya vizyonu kazanmak ve seslendirmek istiyorsak temel
öneme sahip. Üçüncü bölümde, ortak bir hattın geliştiğini ve yeni bir enternasyonalizmin
kendini oluşturmakta olduğunu iddia ediyorum. Bu yeni enternasyonalizm kökenini,
küresel ekonomi bağlamında karşılıklı etkileşim halindeki farklı hareketlerde pratik bir
zorunluluk olarak bulur, yoksa önceden tasarlanmış bir fikri uyarlamak değildir.
Son olarak dördüncü bölümde, bir bütün olarak aldığımızda bu hareketlerin politik
vizyonları üzerine görüşler sunuyorum. Uluslararası düzeydeki birçok hareket arasında,
eskisinin içinden geliştirdikleri farklı bir dünya vizyonunu belki de en açık ve sistematik
biçimde seslendirenler Zapatistalar. Bu hareket, bize günümüz dünyasının mücadele
conatus
176
koşullarına ve yeni pratiklerin aldığı kurucu
yönelimlere ilişkin önemli önseziler sunuyor.
Dolayısıyla, Zapatistaların hem pratikte hem de
düşüncede enternasyonalizmi kullanmalarını ve buna
dair anlayışlarını nasıl anladığımı tartışacağım. Bu
referans noktası, temel önemini kanımca çok açık
ve geleneksel bir nedende buluyor: Zapatistaların
enternasyonalizminin kökleri, uluslararası düzeyde
süren günümüz sınıf mücadelesinin maddi koşullarında
yatmaktadır. Bir sonraki bölümde, bu maddi koşullara
şekil veren küreselleşme süreçlerinin genel teorik
boyutlarını kısaca tartışacağım.1
1. Sermayenin Neoliberal Stratejileri ve Alternatif
Vizyonların Oluşumu
Savaş sonrası çeşitli Keynesçi gelişme stratejilerinin
çöküşünün ardından, son yirmi yılda küresel ekonomi,
neoliberal stratejilere tabi kılındı. Bu, farklı biçimlerde
de olsa dünya ekonomisinin hem Kuzey hem de Güney
ülkelerinde sermaye birikiminin klasik parametrelerine
yönelik stratejilerin uygulamaya konması anlamına
geldi: İnsanlar, (1) ne kadar ve hangi koşullarda
çalışmakta; (2) üretilmiş toplumsal servete ne ölçüde
ve hangi koşullarda ulaşabilmekte.2 Bu iki farklı
koşulun karşılıklı etkileşiminin ayrıntılı bir analizine
ve onların sermaye birikimi tanımlarına girmeksizin
şu kadarını söyleyelim ki, bu iki parametre emek
piyasasının deregülasyonu, kemer sıkma politikaları,
özelleştirmeler, sosyal harcamalarda kısıntılar gibi çeşitli
politikalar aracılığıyla hedef alındı. Bu iki parametrenin
terimleriyle anlaşıldığında, neoliberal stratejinin anlamı
şudur: 1. üretim merkezlerinin küresel düzeyde genel bir
parçalanması ve dağıtılması, ve ulusal düzeyde emeğin
esnekleştirilmesi; 2. küresel ekonomiye dahil tüm
ülkelerde ihtiyaçların karşılanması için toplumsal servete
erişimdeki görece ya da mutlak azalma. Neoliberal
stratejinin bu iki eksenini, son yirmi yılda uygulanan
çok sayıda somut politikada görmek mümkün. NAFTA,
AB, ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği), DTÖ
vs. gibi, her biri belli bir kıtasal birleşme ve ulusüstü
eşgüdüm düzeyine işaret eden kurumsal adlar altında
tanınabilecek “serbest ticaret,” ulusal ekonomilerin
artarak “küresel rekabete” açılmasını gerektirdi ki, bu da
temelde bir ülkedeki insanların büyük çoğunluğunun
emek yoğunluğunu artırmak, çalışanın iş güvencesinde
conatus
azalma vs. (1. parametre) yönünde küresel bir baskıya
maruz bırakılması, sosyal harcamalarda azalma ya
da katı bir denetim (sağlık, eğitim, besin destekleri),
düşük maaş (ya da enflasyonun altında bir maaş artışı)
vs. (2.parametre) anlamına geldi. Güney ülkelerinin
ağır borç yüküyle birlikte finansal sermayenin küresel
ölçekte serbestleşme eğilimleri, bütün ülkelerdeki
nüfusun büyük bir bölümüne kemer sıkmayı dayatan ve
bunu küresel piyasanın “nesnel”, “dışsal”, yüzü olmayan
disiplini olarak sunan disiplinci bir araç olarak iş görür.
Dolayısıyla küresel kapitalizmin finansal boyutu,
herkesin yaşamını etkileyen bu iki temel parametre
üzerinde oynamak yönündeki daha derinden işleyen
neoliberal stratejinin önemli bir unsuru.
Bu stratejilerin sonucu olan insani parçalanma ve
atomizasyon, yeni mikroelektronik ve enformasyon
teknolojilerinin yaygın kullanımlarının da katkısıyla
yeni bir kapitalist entegrasyon sürecinin, küresel bir
fabrikanın kuruluşunu hedefleyen küresel kapitalist
üretim ağının koşulu olmuştur. Dolayısıyla, bir yandan
parçalanma ve atomizasyon, bir yandansa küresel
fabrikaya entegrasyon aynı sürecin iki yüzü.3 Neoliberal
stratejiler, tüm dünyayı küresel bir fabrikaya çevirme
çabasında bir yandan bireylerin ve nüfusların bölgeler,
uluslar ve kıtalar ötesinde daha büyük ölçek ve derecede
küresel olarak birbirine bağlılığını artırırken birincil
amaç olarak sermaye birikimini hedefler. Öte yandan
bu küresel fabrika da, içindeki her birim, bireyler ve
bireylerden oluşan üretim ağları (topluluklar, bölgeler,
ülkeler ve kıtalar), baskın işlevi ağın kendisine ve sınırsız
kâr güdüsüne hizmet etmek olan gayri şahsi ağların
yalıtılmış ve atomize noktaları olarak karşımıza çıkar.
Atomizasyon ve parçalanma (ve buna karşılık gelen
kapitalist entegrasyon), tarihi aşaması ne olursa olsun
tüm kapitalist üretimin temel görünümleridir (Marx,
1844). Üretimin ana hedefi ihtiyaçların giderilmesi
olmaktan çıkıp para kazanmaya döndüğünde, insani
ihtiyaçların hem tanımlanması hem de gerçekleştirilmesi
paraya (bir nesne) tabi kılınmış olur ki, insanların
kendisine ait olması gereken kararlar da para tarafından
alınır. Ne var ki akıldan çıkarmamamız gereken şey şu
ki, kapitalist gelişimin her farklı aşamasında sınırsız
para kazanma etkinliğinin özgün biçimi aynı zamanda
kendi yıkılışının, yani parçalanma ve atomizasyonun
aşılmasının koşullarını da hazırlar. Sözgelimi Fordist
177
dönemin büyük fabrikası, yalnızca bireyleri üretim
bandının beyinsiz uzantıları haline sokan bir üretim
süreci yoluyla (parçalanma ve atomizasyon) kalifiye
işçilerin kolektif gücünü (bağlarını) kırma stratejisinin
bir sonucu değildi; aynı zamanda kendi yaşam ve
çalışma koşulları temelinde atomizasyonu ve yalıtılmayı
aşan ve yeni mücadele biçimleri icat eden, yeni rüyalar
deneyimleyen, yeni talepler ve beklentiler belirleyen
endüstriyel bir işçi sınıfının yeniden toparlanmasına
(bağlanmasına) neden oldu.
Dolayısıyla bu anlamda ve genel olarak atomizasyonu
ve parçalanmayı aşma girişimini, sınıf mücadelesinin
temel belirleyeni olarak tanımlayabiliriz. Burada
sınıf, sosyolojik anlamda (gelir, beğeni, ücret ya da
ücret dışı gelir kaynağı, çalışma sanayii sektörü,
hizmet, tarım gibi kriterlerle) değil, bir ağ, kendini
kuran ve kendini kurarken aynı zamanda kendini
ne için kurduğunu da tanımlayan bir kolektif olarak
anlaşılmalı. Kendisini kapitalist üretim ağının ötesinde
kuran bir ağ. Dünyadaki tüm toplumsal hareketlerin
zengin tarihi, özellikle Marksist gelenekte sınıf olarak
bilinegelen bu kolektif kurma etkinliğinin, ihtiyaçların
ve kimliklerin bu akıcı biçimlenişinin, radikal toplumsal
dönüşümün toplumsal gücünün yeniden ve yeniden
tanımlanmasının sonsuz örnekleriyle dolu.4
Bu sınıfın karakteristikleri, kapitalist özlü gayri şahsi
ağlardan temelde iki nedenle farklı: İlkin ağın farklı
noktaları (bireyler, topluluklar), paranın aracılığı
olmaksızın birbirleriyle doğrudan ilişki içerisinde;
ikincisi, bu ağın temel hedefi para yaratmak değil,
ihtiyaçların tanımlanması, gerçekleştirilmesi ve
savunulması. O yüzden şurası açık ki, kendini kurma
edimi, sermayenin zorladığı atomizasyonun ve
parçalanmanın aşılması, yani bir başkaldırı ve altüst
etme edimi.
Kapitalist üretim tarzının tüm tarihi boyunca, bir
yandan sermayenin belli bir ağ-kurma biçimiyle (yani
yerel, bölgesel ve kıtasal düzeylerdeki uzantılarıyla
küresel fabrika) empoze ettiği parçalanma ve
atomizasyonla diğer yandan sınıf kuruluşu biçiminde bir
alternatif ağ kurma süreci at başı gider.5 Bu girişimlerin
elbette, küresel fabrikanın özgül varoluş koşullarıyla da
verili olan, maddi bir temeli var. Dolayısıyla, günümüz
sınıf oluşumuna ilişkin bir kavrayış edinebilmek için,
halihazırdaki neoliberal stratejilerin empoze ettiği
güncel parçalama ve atomizasyon biçimlerinin stratejik
anlamını değerlendirebilmemiz gerekiyor. Bu stratejik
anlam, birbiriyle ilişkili iki eksene oturur. Birincisi,
kapitalizmin tarihinde her zaman var olan, günümüz
neoliberal stratejisinin temeli olarak küresel fabrikanın
yaygınlaştırılması, güçlendirilmesi ve pekiştirilmesi.
Küresel fabrikayı kuran bu ağın noktaları, entegrasyon
düzeyine bağlı olarak tanımlanabilir: kıtaların, ülkelerin,
bölgelerin, kentlerin, mahallelerin ya da bireylerin
entegrasyonu. Ayrıca entegrasyonun farklı düzeyleri
üst üste biner: Bölgelerin entegrasyonu ulusal sınırları,
bireylerin entegrasyonu kıtasal sınırları keser vs.
Günümüz neoliberal stratejilerinin ikinci tamamlayıcı
ekseniyse, kendine mutlak güç atfeden bir bütünün
(küresel ekonomi) farkındalığının yaygınlaştırılması,
güçlendirilmesi ve pekiştirilmesidir. Bu farkındalık,
genelde eş giden bir güçsüzlük hissine, küresel
fabrikanın ağındaki her bir üretici noktanın bir “hiç
kimse” koşuluna indirgenmesine bağlanır. Çağımızın bu
sağduyusu, hem medya tarafından hem de tüm kürede
yaşayan insanların hayatlarında felaketler yaratan
finansal sermayenin açık ve sürekli hareketleriyle
durmaksızın yeniden üretilir. Bu sağduyu bireylerin,
toplulukların, bölgesel, kıtasal ve ulusal ağların
oynayabileceği tek oyunun rekabet oyunu olduğunu vaaz
Tüm dünyayı bir grev alayına çeviren bu son
derece farklı hareketlerin çeşitli pratiklerinde
bir örüntü ya da eğilim, dahası ortak bir hat
tasavvur edebilir miyiz? Bu ortak hattın anlamı
nedir? Bu gelişmelerin temsil ettiği “‘şimdi’deki
gelecek” nedir?
conatus
178
eder: Kimliksiz ama sonsuz güçlü bir Leviathan olarak
beliren küresel fabrika, başka bir “oyuna” izin vermez.
Dolayısıyla bugünün sermaye temelli küreselleşme
örüntülerinin maddi ve kültürel çerçevesi içinde bir
iktidar mantığı işlenir durur: A. Küresel fabrika (sonsuz
birikim güdüsü ve ihtiyaçlarıyla) her şeydir. B. Bireyler
(topluluklar, mahalleler, bölgeler) küresel fabrika
içindir. C. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) hiç
kimsedir ve arzu ve ihtiyaçları hiçbir şeydir.
A. Küresel fabrika (sonsuz birikim güdüsü ve
ihtiyaçlarıyla) her şeydir. Her bir ulus-devlet
çerçevesinde, bu öncül, özünde ulus-devletin küresel
sermayeyi mümkün olduğunca çekmesi ve tutması
gerektiği anlamına gelir (Holloway, 1996). Ulus-devlet,
ancak küresel fabrikanın bir noktası olarak oyuna dahil
olabilir. Oyun, ulusal rekabetçilik oyunudur ve daha
önce tanımlanan 1. ve 2. birikim parametrelerinin
zorla yerleştirilmesiyle tanımlanır. Ulus-devlet,
küresel finansal sermayeyi çekmek için kemer sıkma
politikalarını zorlayan, küresel sanayii sermayesini
çekmek için emek piyasasını deregüle eden, finans ve
sanayii sermayesini çekmek için toprak ve sosyal hizmet
özelleştirmeleriyle serbest ticaretin gerekliliklerini yerine
getiren bir aygıta dönüşür. Her ulus-devlet küresel
fabrikanın bir noktası olduğu ölçüde, küresel fabrika
onları karşı karşıya getirerek hayatta kalır.
B. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler) küresel
fabrikaya hizmet etmek içindir. “Yeter” kavramı olmayan
(yeterli kâr, yeterli birikim, yeterli sefalet, yeterli ticaret,
yeterli savaş, kirlilik) bir makineyi besleyen bireyler ve
çeşitli ağların daha farklı bir rolü olabilir mi? Elbette
insanların birikimin gerektirdiklerinden farklı ihtiyaç
ve arzuları vardır. Neticede insandır onlar. Fakat birinci
öncülle biçimlenmiş her strateji, ötekiliği elenecek ya da
sindirilecek bir engel olarak görmeden edemez.
Sonuç: C. Bireyler (topluluklar, mahalleler, bölgeler)
ve onların arzu ve istekleri önemsizdir. Bireyler ve
toplulukların arzuları ve ihtiyaçları olsa da ve bunlar son
derece net bir biçimde tanımlanabilir olsa da (yiyecek,
sağlık, barınma, toprak, eğitim), A ve B’den çıkan sonuç,
yalnızca küresel fabrikayı beslemek için var olduklarıdır.
İşsiz ve fakir de olsa kişi küresel fabrikayı besler; zira
işsiz çalışanın daha çok çalışması ve daha az kazanması
için bir baskı olur; aşırı yoksulluk, aynı durumda
olmayanlara bir uyarı işlevi görür. İnsanların ihtiyaç
conatus
ve arzuları, ancak küresel fabrikanın amacına hizmet
ettiği ölçüde karşılanır. Küresel fabrika çerçevesinde,
insanların yeni ihtiyaç ve arzular yaratmaları ya da
eski ihtiyaçlarını birikimin iki temel parametresiyle
uyumlu olmayan bir biçimde yeniden formüle etmeleri,
ya bunların metalaştırma (yeninin eski biçime
dönüştürülmesi) aracılığıyla birikim mekanizmalarına
dahil edilmesi ya da yeninin apaçık biçimde
bastırılmasıyla karşılanır. Kapitalist sürecin dışında,
bireyler hiç kimsedir ve ihtiyaçlar söz konusu değildir.
Vurgulamak istediğim şu ki, bu mantık içinde umuda
yer yoktur. A ve B öncüllerini kabul ettiğimiz anda C
sonucu, dolayısıyla da güçsüzlük ve hiçliğin kabulü ve
aynı zamanda insanların bu akıl yürütmeye uymayan
hayalleri, ihtiyaçları, arzuları ve toplumsal pratikleri olan
varlıklar olarak bir görünürlükleri kalmadığı sonucu
da zorunlu olarak çıkar. Bu iktidar mantığıyla bağı
koparmak, bir sıçrama yapmak demektir. İnsanların
mücadeleleri, bu C vargısından kopmakla, ihtiyaç ve
arzularını halihazırda geçerli olan birikim sürecinin
dışında tanımlamalarıyla başlar. Bunu yapmakla bir
araya gelir ve yeni bir ağ inşa ederler; doğası farklı
bir toplumsal elbirliği ve mücadeleler örüntüsü
biçimlendirirler. Birbirlerini bir üretim makinesinin
ölü noktaları olarak değil insanlar, toplumsal bireyler
olarak görürler. Bunu yapmakla B öncülünün dışına
çıkarlar. Fakat en zoru, sayısız maddi ve ideolojik silah
yoluyla bize sürekli olarak sonuçta aslolanın küresel
fabrika olduğunu hatırlatan birinci öncülün üzerinden
sıçrayabilmektir. İktidarın bize sunduğu bakışın ötesinde
yeni bir bakışa hayat vermek demektir bu ve aynı
zamanda bu hayat verme sürecinin hem yerel hem de
küresel mekânda toplumsal ilişkileri kucaklayabilecek
bir alternatif olarak kurulması gerektiği anlamına
gelir. Bana öyle geliyor ki, bu bakış ve kuruluş pratiği
gerçekleşme sürecinde –bunların bazı ana çizgilerini
vermeye çalışacağım.
2. Enternasyonalizmin Eski ve Yeni Biçimleri
Yeniyi anlamak için eskiye dair bir fikrimiz olmalı.
Burası elbette, emek ve diğer mücadelelerin tarihinin
farklı enternasyonalizm biçimlerinin nüanslarını uzun
uzadıya gözden geçirmemizin yeri değil. Dolayısıyla,
eski ve yeni enternasyonalizmi iki kriter aracılığıyla
karşılaştırmayı öneriyorum: mücadelenin ulusal ve
179
Tablo1: Eski ve Yeni Enternasyonalizm Arasında Bir Karşılaştırma
uluslararası boyutu arasındaki ilişki, emek ve diğer
mücadeleler arasındaki ilişki. Aşağıdaki tablo tartışmayı
özetliyor:
Eski enternasyonalizm pratiklerinde, genel olarak
mücadelenin uluslararası boyutunun ulusal boyutun
stratejik amaçlarına tabi kılındığını görürüz. Toplumsal
hareketlerin “politik” mücadeleleri olsun sendikaların
“ekonomik” mücadeleleri olsun (uygun olmasa da
kullanışlı bir sınıflandırma, zira eski enternasyonalizm
pratiğinde temellenen bir inancı yansıtır) mücadelenin
doğrudan hedefi öncelikle ulusal bir hedefti ve
bununla ilişkili enternasyonalizm bunun bir aracıydı.
Mesela sosyalistler iktidarı ulusal olarak ele geçirmek,
sendikalarsa ulusal patronlara karşı ücretlerin artırılması
amacındaydı.
Bu enternasyonalizm, sermayenin küresel karakterinin
ticaretle sınırlı olduğu ve birçok durumda üretimi
içermediği bir dönemin koşullarını yansıtmaktaydı.
Dahası, finansal sermayenin uluslararası hareketliliği çok
daha yavaştı ve bu yüzden disipline edici bir araç olarak
dünyadaki değerlenme süreçlerinin koşulları üzerinde
daha az etkiliydi. İşçi sınıfları, ülkelerinde kendilerini
korumak ve amaçlarını yerel ölçülerde geliştirmek için,
böyle bir enternasyonalizm biçimine dayanıyorlardı.
Sözgelimi İngiliz işçileri, “enternasyonalizmi İngiliz
işverenlerinin grev kırıcılar ithal etmesine karşı
direnmek için öğrendiler” (Milner, 1990: 18-19). Birinci
Enternasyonal günlerinde, ülkeler arası işçi dayanışması
bir tehdit olarak bile görülmekteydi:
“Cenevre inşaat işçileri, bir lokavt sırasında
yardım için Enternasyonal’e başvurmuşlardı.
İşverenler, işçilerin hem ücret artışı hem de
çalışma saatinin 10 saate indirilmesi taleplerini
panik içinde kabul etmişlerdi. Fabrikalarında
yabancı işçi ikame etme hayalleri sekteye uğratılan
işverenler kaygılanırken, Enternasyonal’in işçiler
arasındaki prestiji tavana vurdu ve efsanesi
yaygınlaştı.” (Milner, 1990: 26)
Bu bağlamda Marx ve Engels’in 1.Enternasyonali,
çoktan gerçekleşmekte olan bir sürece bir referans
noktası ve örgütlülük kazandırma işine girişti. Birinci
Enternasyonal “işçileri grevlere sürmedi, grevler
işçileri Enternasyonal’e sürdü.” Böylece Enternasyonal,
aynı sürecin bir parçası olarak bir yandan ulusal
örgütlenmelere bir yandan da uluslararası dayanışmanın
gelişmesine yardım etmekteydi.” (a.g.e.)
Burada önerildiği biçimiyle enternasyonalizmi, araçsal
enternasyonalizm olarak niteleyebiliriz. Birincil amaç,
her bir ülkedeki işçilerin daha iyi ücretler ve çalışma
koşulları için patronlarına karşı verdikleri savaşın önünü
açmak (bu, enternasyonalizmin sendikacı versiyonu)
ya da çeşitli ülkelerde politik gücün ele geçirilmesiydi
(sosyalist versiyon). Bu enternasyonalizm olmaksızın,
bir ülke işçileri diğerleriyle karşı karşıya getirilebilirdi.
Dayanışma, saf haliyle ve basitçe ortak bir sempati ve his
neticesinde dıştan bir yardım olarak anlaşıldığında, bu
tür bir enternasyonalizmin zorunlu yan-ürünüydü.
conatus
180
Eski enternasyonalizmin diğer bir karakteristiği, işçi
hareketinin merkeziliği ve diğer hareketlerin kendisine
tabi kılınması biçiminde tezahür eden, farklı sorunlar
ve hareketlerin görece ayrılığıydı (bu, hem ulusal hem
de uluslararası anlamda geçerliydi). Sözgelimi Lorwin
(Milner, 1990: 15’ten alıntı), enternasyonalizmin beş
farklı biçimine (insani, pasifist, ticari, sosyal-reformcu ve
sosyal-devrimci) işaret eder. Bu, tabii ki oldukça eski ve
yetersiz bir sınıflandırma. Sözgelimi, diğerleri arasında
çevresel enternasyonalizmi nasıl sınıflandırmalı?
Ne var ki bizim için asıl nokta, yazara göre, ilk üç
tür enternasyonalizm “çeşitli toplumsal sınıfları ve
entelektüel akımları ilgilendiren kampanyalar”a yol
açarken, son ikisinin “temelde emek ve sosyalizm
hareketleri”yle ilişkili olmasıdır. Bu sınıflandırmada,
örtük olarak bir önem hiyerarşisi bulunmaktadır.
Dolayısıyla dayanışma, eski enternasyonalizmin ana
karakteri olarak göze çarpmakta. Dayanışmayı, burada
sınır ve sorunları aşan bir birlik olarak anlıyoruz. Birlik,
genelde bir amaca aracı olarak formüle edilmiştir. Ne
var ki amacın doğası, birleşme sürecinin (yeniden
bileşim) dışında tanımlanmıştır. Amaç, ulusal hareketin
bir kesimi tarafından tanımlanır ve kendini bu kesimle
ilişkili gören her kim varsa sesleri kesilirdi. Destekleri,
yardımları ve parasal katkıları, kendilerini bir amaca
feda etmeleri ve bu amacın sağlanması için eleştiriden
kaçınmalarından ayrı düşünülemezdi. Bu mistik bir
pratiktir; zira amacının duyulara apaçık gelmeyen bir
gerçekliği vardır ve kendini gerçek hareketin dışında
konumlandıran entelektüeller tarafından tanımlanmıştır.
conatus
Farklı olanın birliğini kurma sürecini dışsal bir amaca
tabi kılan bu mistik pratik, bugün de hâlâ yaygındır ve
herhangi bir eylemci bir kampanya grubunun stratejik
taleplerini sorgulayıp mistik zırhına her meydan
okuduğunda kendini belli eder. Sözgelimi, Birleşik
Krallık merkezli Maastrich karşıtı bir kampanya grubu
“tam istihdam” talebini, farklı seçim bölgelerinin
birliğini sağlayabilecek genişlikte, dahası güçlü bir
çalışma ahlakına dayanan geleneksel bir sosyalizm
fikriyle “uyumlu” bir talep olarak görebilir. Bu talebe,
yalnızca genel düzeyde kapitalist birikim eğilimiyle
uyumlu olduğunu belirterek değil, ayrıca daha spesifik
ve stratejik boyutta kapitalist çalışmadan ve piyasadan
umduğunu bulamayanları bir araya getirmeyeceğini
söyleyerek karşı çıkanlar susturulur ve birlik yolunda
harcanması gereken çok değerli örgütleme zamanını
boşa harcamakla suçlanırlar.
Neyse ki işler değişiyor ve hepimiz birleşmenin yalnızca
belli bir fikre göre ölçülen sonuçlarını değil, bu sürecin
biçimlerini, amaçlarını ve mekanizmalarını düşünmek
zorunda kalıyoruz. Fikirlerin kendileri de gerçek
durumlardan doğar ve beslenirler. Yakın zamandaki
küreselleşme süreçleri geleneksel emek stratejilerinin
çöküşüne yol açarken, birçoğu uluslararası bağlantıları
kullanan çok sayıda (farklı) ses de uluslararası arenada
boy göstermeye başladı. Yeni bir enternasyonalizm,
kendini oluşturma sürecinde gibi görünüyor. (Ve) pek
çok kişi bu enternasyonalizmi yine ulusal stratejilerin bir
aracı olarak görse de, bence bu yeni enternasyonalizmin
karakteri daha radikal bir yönelim taşımakta. İlkin
birçok durumda eski fikir ve kavramlara bağlı kalsa
da, bu yeni enternasyonalizm örgütlenme zemininde
bir referans olarak “ulusal” boyutunu kaybederken,
bir alternatifin tanımlanma zeminindeyse yerel,
bölgesel ve ulusal mücadele doğrudan küresel bir
karakter kazanıyor. Sermayenin küreselleşme süreci,
dünyadaki farklı halkların karşılıklı bağımlılığını ve
dolayısıyla sermaye karşısındaki zayıflıklarını gittikçe
uluslararası düzeyde dışa vururken, bu aynı insanlar,
kendi pratikleriyle ulusal ve uluslararası ayrımını
dönüştürüyor ve bu ayrımı daha az belirgin ve önemli
kılıyor.6 Ayrıca devletlerin işlevleri ulusüstü yapılara
devredildikçe, bu yapılara (IMF/DB/DTÖ vs.) karşı
yürütülen mücadele, ulusal ve uluslararası ayrımını
bulanıklaştırıyor.
181
Yeni enternasyonalizmin diğer karakteristiği, tabandan
emekçi eylemciler, militan çevreciler, insan hakları
grupları, kadınlar vs. arasındaki diyaloğu artırıp
hızlandırması ve yaygınlaştırması. Nasıl Liverpool
rıhtım işçileri Reclaim the Streets (İngiliz doğrudan
eylemci çevreci grup) eylemcilerinin desteğini aldıysa,
refah devletinden yapılan kesintilere insan hakları gibi
temellerden karşı durulabilir; böylece daha geniş bir
koalisyon mümkün olabilir. NAFTA karşıtı kampanya,
bu farklı ruhların biraraya gelişlerini temsil etti ve tarihte
ilk kez, ABD işçi bürokrasisini ABD dış politikasıyla
arasına bir mesafe koymaya zorladı. AFL-CIO’nun
Latin Amerika ve diğer üçüncü dünya ülkelerindeki
ilerici hareketleri ve birlikleri desteklemek konusundaki
geleneksel başarısızlığı, ABD’li patronların bu ülkelerin
işçileriyle Amerikan işçilerini birbirlerine kırdırmasına
hizmet etmiştir.
Diğer alanlardaki birçok mücadele, uluslararası bir
ton kazanmaya başladı. Çevre, cinsiyet, yerel halklar,
çokuluslu şirketler, Üçüncü Dünya Borçları/IMF/
Dünya Bankası’na karşıtlık alanlarında militanların
mücadeleleri. Yerel ve küresel düzeyde böylesine
farklı seslerin yükselmesi; üretim, finans ve ticaretin
küreselleşme süreçlerinin “ulusal alternatifler” belirleme
konusunda yarattığı güçlükleri telafi etmekten fazlasını
olanaklı kılabilmeli.
Bu yeni enternasyonalizm pratiği, ki tekrar etmeliyim
oluşum sürecindedir ve hiçbir biçimde tamamlanmış
değildir, birlik ve dayanışma nosyonlarının önemli
ölçüde dönüşüme uğradığına işaret eder gibidir.
Çoğu kez otonominin zayıflatılması anlamına gelen
eski birlik çağrısı, yerini tüm otonomiler nazarında
birleşik eylemin karakteristiklerini ve parametrelerini
tanımlayan süreğen bir pratiğe bırakmakta. Ayrıca
enternasyonalizm, gittikçe uğruna savaşılacak bir ideal
olmaktan çıkıp tabandan gelen stratejik ve örgütsel
bir gereklilik, ihtiyaç halini alıyor.7 Dolayısıyla,
eski dayanışma paradigmasındansa farklı grup ve
hareketlerin birbirleriyle iletişime geçmelerinin daha iyi
bir tarifini, yerli bir kadının, halkıyla dayanışmaya gelen
insanlara söylediği şu sözlerde buluyoruz:
“Eğer buraya bana yardım etmeye geldiyseniz
Boşa vakit tüketmeyin
Özgürleşmeniz benimkine bağlı
Diye geldiyseniz
O zaman hadi birlikte çalışalım”
Bu ifadelerde hem araçsal desteğin reddi, hem
otonominin vurgulanması, hem de başkalarıyla ilişkiye
geçmede açıklık bir aradadır. Burada aynı zamanda,
yerli bir kadın ve batılı bir eylemci gibi görünüşte
çok uzak öznelerin birleşip yeni toplumsal ilişkiler
kurabildiklerinin iması var. Bugüne dek bu yeni
enternasyonalizm, belki de daha incelikli bir ifadesini
Chiapas’taki bir yerli toplulukta buldu; EZLN’nin,
yani Zapatistaların öyküleri, masalları, konuşmaları ve
bildirilerindeki sesinden bahsediyorum...
3. Zapatistaların Enternasyonalizminin Kökleri
3.1. Zapatistalar kimdir?
1 Ocak 1994 günü, yani Avrupa’dan yasadışı
göçmenlerin Amerika kıtasını işgalinin başladığı
tarihten 502 yıl sonra, Amerika Birleşik Devletleri mal
ve sermayesinin hiçbir sınırlama olmaksızın serbestçe
ve yasal olarak Meksika’ya girebileceği deklare edildi.
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA)
uygulamaya konduğu gün. Aynı gün, yüzlerinde kar
maskeleri, ellerinde silahlarıyla yerlilerden oluşan
bir halk ordusu, San Cristobal ve Chiapas’ın diğer
kentlerine girip şehir meclisinin balkonundan devrim
yasalarını ilan ettiler. Yeni yıla uyanan dünya, uykulu
gözler ve akşamdan kalma kafalarla EZLN’yle, Zapatista
Ulusal Kurtuluş Ordusu, kısaca Zapatistalarla tanıştı.
Amaçları, eski sosyalist gelenekteki gibi, sosyalist devlet
ya da planlı bir ekonomi ya da sözüm ona bilinçsiz bir
halkı bilinçlendirmek değil, onurlu bir yaşam ve yeni
bir dünyanın inşası gibi basit bir görevi üstlenmekti.
Ne var ki, bu yeni dünyanın neye benzeyeceğini
söyleyemedikleri gibi, sizin ya da benim için bir planları
da yoktu. Aslında istedikleri, sizin ve benim onlarla
konuşmamız ve birlikte, ihtiyaçlarımızı ve arzularımızı
karşılayacak bir dünyanın yolunu açmaktı.
Silahlanan yerli halk Latin Amerika’nın yoksul,
Meksika’nınsa en yoksul bölgesindendi. Fakat dünyaya
kahve ihraç ediyor ve tüm Meksika’ya enerji sağlıyordu
(elektriğinin yüzde 10’unu ve hidroelektrik enerjisinin
yüzde 90’ını). Gelişen biyoteknoloji endüstrisinin bilgi
bankası sayılabilecek, içinde Lacandon gibi Kuzey
conatus
182
Amerika’da kilometrekareye en çok bitki ve hayvan
türünün düştüğü, dünyadaki sayılı ormanlardan
birini barındıran, biyo-çeşitliliğin en önemli stratejik
rezervlerinden birine sahipti. Dünyadaki en stratejik
potansiyel alanlardan biri olmasını sağlayan devasa bir
petrol rezervine sahipti. Ve bu bölgede nüfusun yüzde
80’i yetersiz beslenirken, yüzde 50’si içme suyundan,
yüzde 66’sıysa bir katı atık sisteminden yoksundu. Yine
insanların büyük çoğunluğunun kahve, tortilla, mısır
ve fasulye gibi günlük besinlerini, turistlere ya da eski
yatırım sistemininkine benzer ya da ondan daha kötü
koşullar altındaki (Coletosların sahip olduğu) yerel
dükkanlara sattıkları elişi ürünlerden (1 bilezik=20 pens;
bunlardan 4 adet yapmak, bir kadının bir gününü alır)
ya da zengin Rancherosların yanına çok az paralara
gündelik işe giderek kazandıklarıyla karşılamaya
çalıştıkları bir bölge. Geçinebilmenin alternatif ya da
tamamlayıcı yollarından biri, tarihsel olarak toprak
üzerinde kolektif mülkiyet olmuştur.8
Kolektif mülkiyetteki toprağın önemi, yalnızca
toplulukların ekonomik olarak ayakta kalmalarının
(gittikçe tehdit altına giren) temeli olmasından
ileri gelmiyor. Bu aynı zamanda, insanlara belli bir
ölçüde otonomi veriyor ve bir topluluğun, köyün
ya da bölgenin aldığı kararların herkesin yaşamını
ortaklaşa etkilemesini sağlayan yerel kolektif
demokrasinin geleneksel biçimlerinin maddi temelini
de belirliyor. Kararlar, ihtiyacı olan bir çocuğun
hastaneye gönderilmesinden, hükümetin herhangi
bir müzakerede son teklif olarak masaya koyduğu
önerinin reddedilmesine kadar çok çeşitli olabilir.
Kararlar, Batı demokrasilerinden çok farklı biçimlerde
alınır. Birbirlerinden zorla ayrılmış bireylerin beş yılda
bir oy vermek için mistik biçimde bir araya gelmeleri
değildi söz konusu olan. Demokrasiden anladıkları
oylama değil, konsensüs arayışıydı. Konsensüs arayışı,
zaman ve dinleme yeteneği gerektirir. Ama azınlıklar ve
çoğunluklar üretmez; zaferler ve yenilgilere, hınç ya da
kibre yol açmaz. Onlardan ortak topraklarını alır, yaşam
şartlarını daha da zorlaştırırsanız, yerel demokrasinin
üzerinde yeşereceği koşulları, farklı bir yaşam pratiğinin
olanağını da ortadan kaldırmış olursunuz. NAFTA’nın
uygulamaya geçişiyle ilişkili üç silahın ortaya çıkardığı
durum budur.
İlkin kurumsal silah. NAFTA anlaşmalarına eşlik
conatus
eden piyasa ve rekabet mantığı, diğer şeylerin yanı
sıra Meksika’nın, yüksek ölçüde makineleşmiş
Amerikan çiftliklerinden gelen ucuz mısırın işgaline
kendini hazırlaması gerektiği anlamına geliyordu. Bu
elbette, toprak mülkiyetinin birkaç büyük çiftliğin
elinde yoğunlaşması, makineleşme ve bu sayede
Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabetine karşı
koymayı sağlayacak bir üretkenlik artışıyla mümkün
olabilirdi. Bu bildik bir öykü. Fakat mısır, Meksika’daki
insanların büyük bir çoğunluğunun temel besini değil
sadece. Mısır, aynı zamanda Compesinosların büyük
bölümünün ve Chiapas, Guerrero, Tabasso ve diğer
Meksika eyaletlerindeki yerel halkın temel gelir kaynağı.
Mısırın büyük bölümü, kökleri Maya uygarlığına
dek giden ve yüzyıl başında Meksika devriminin
bir sonucu olarak ortaya çıkan, ortak topraklarda
Compesinoslar tarafından yetiştirilir. Meksika tarımının
“modernleştirilmesi”, köylülerin ortak topraktan
mülksüzleştirilmesiyle bu toprakların parçalanması ve
piyasada satılmasından geçer. Meksika anayasasının 27.
maddesinin, NAFTA ve küresel rekabetle uygun olarak,
yürürlükten kaldırılmasının anlamı budur.9
İkinci olarak ekonomik silah. Meksika nüfusunun
çoğunluğu için genel geçim koşulları kötüleşirken,
bundan en çok etkilenen yerel halk olmaktadır. Chiapas
yerel halkının geliri, fiyatlar üzerinde çokuluslu tarım
işletmelerinin hakim olduğu uluslararası piyasaya
endeksli kahve üretiminden gelir. Meksika, yüzde
60’ını yerel halkın oluşturduğu 280 bin üreticisiyle
kahve ihracatında dünyada dördüncü büyük ülke.
Bu üreticilerin yüzde 70’ten fazlası, yani 200 bini,
iki hektardan küçük çiftliklerde çalışmakta. Fiyatları
düşük tutan yoğun küresel rekabet ve çokuluslu tarım
işletmelerinin baskısı altında, küçük üreticilerin gelirleri
temel ihtiyaçlarını karşılamakta gittikçe yetersiz kalıyor.
Dahası, neoliberal dogmaların etkisiyle tüm alanlarda
sosyal harcamaların kesilmesi ve kısılması, kahve
üreticilerinin büyük bir kısmı için temel ihtiyaçlarını
elde etmek konusunda piyasadan başka bir seçenek
kalmadığı anlamına geliyor.
Diğer yandan, (Chiapas bölgesinde değilse de başka
bölgelerde) diğer gelir kaynağı olan mısırın fiyatı
toptancı piyasasında düşmeye başladı. Halihazırda bir
ton mısırın piyasa fiyatı 100 pound, yani kilosu 10 pens.
Nüfusun en yoksul kesimi için, makine olmaksızın
183
bir ton mısır üretmek çok uzun saatler alıyor. Mısır
fiyatında, ABD tarım işletmelerinin piyasaya serbest
girişinin sonucu ortaya çıkan düşme, anayasanın
27. maddesinin iptal edilmesiyle aynı doğrultuya
işaret ediyor –yani ortak toprağın yok edilmesi ve
yerel kimliğin ve kültürün terk edilmesi. İnsanların
yeni anayasanın ve piyasanın buyruklarına boyun
eğmekten başka bir seçenekleri de var –o da, Chiapas’ın
yerel halkının ve Meksika’nın her tarafından grup ve
hareketlerin dediği gibi “ya Basta!”, “artık yeter!” demek.
Bu gerçekleştiğinde, neoliberal stratejiler (kapitalizmin
tarihindeki her birikim stratejisi gibi) zaten hiçbir
zaman kendiliğinden gelişmeyen ve her zaman dayatılan
piyasayı tahkim etmek için güce başvuracaktır. Askeri
eylemler, cinayetler, tecavüzler, gözetlemeler, hapishane,
işkence, bunların hepsi çok iyi belgelenmiştir.
3.2. Küreselleşme ve Zapatistaların enternasyonalizmi
Küresel sermayenin mantığında yerleşik olan bu
üç silaha, Zapatistalar tamamen farklı türde bir
enternasyonalizmle yanıt verdiler. Bu iddia, soldan
birçok kişinin onların “ulus” ya da Meksika ulusu
terimlerini sık sık kullanmaları nedeniyle vurguladıkları
“ulusalcılık” nosyonu düşünüldüğünde, kesinlikle
tartışmalı ve paradoksal görünebilir. Burada bu
tartışmaya girip Zapatistaları bu saldırılara karşı
savunacak değiliz. Ne var ki, birkaç noktayı mutlaka
belirtmeliyiz.
3.2.1 Zapatistaların “ulusalcılığı” üzerine
Zapatistaların sürekli bir biçimde “ulus” a gönderme
yapmaları, an azından üç biçimde anlaşılabilir. İlkin, bir
“ideal”e, yerli toplulukların bir parçası olmaları gereken
bir bütüne yaptığı gönderme anlamında. Yalnızca
kendi kaderlerini belirleme koşulunda ve ölçüsünde
bu bütünün parçası olabilirler –ne var ki bu koşul,
“bütün”, dışsal şeyler (para, polis gücü vs.) aracılığıyla bir
arada tutulduğu ölçüde olumsuzlanır. Dolayısıyla yerel
topluluğun görünürlüğünün olmaması (ve bu noktada,
bizim çoğunluğumuzu oluşturan tüm azınlıkların
görünmezliği), bütünden ayrılmalarının ya da bütüne
organik olmayan bir biçimde, “makinenin bir dişlisi”
gibi bağlanmalarının bir sonucudur. Onların görünürlük
talepleri, organik bir bağın kurulması talebidir –hiçbir
şey bizim için değil, her şey herkes için. Zapatistalar
Sınıf, sosyolojik anlamda değil, bir ağ, kendini
kuran ve kendini kurarken aynı zamanda
kendini ne için kurduğunu da tanımlayan bir
kolektif olarak anlaşılmalı. Kendisini kapitalist
üretim ağının ötesinde kuran bir ağ.
bu bütüne “ulus” diyor, Marx’ın ise Res Publica,
gerçek demokrasi ya da komünizm demesi gibi; ama
bunların hepsi aynı anlama gelir: insanların birbirini
insanlar olarak görmesi ve bu yüzden kendi kendilerini
yönetmeleri.
İkinci olarak, “ulus” dedikleri şey ulusal sınırlar ya da
ırksal nitelikler tarafından değil, yıkıcı bir yakınlıkla
tanımlanır. Sıkça tekrarlanan bir imge, dünyadaki
herkesin kalplerinde bir parça Meksika olduğu ve kendi
mücadelelerini ve vizyonlarını paylaştıkları imgesidir.
Ulus etrafında dönen bu söylem, üçüncü bir anlam
kazanır. Hükümet, ancak kendini genel çıkarı özel
çıkarlar karşısında koruyabilen bir kurum olarak
sunabildiği ölçüde bir meşruiyet iddia edebilir.
Zapatistaların ulus retoriğini kullanma biçimleri, bu
temel meşrulaştırma aracına meydan okur. Onlar için
genel çıkar insanlığın çıkarıdır, sermayenin değil.
Ayrıca şuna da işaret edilmeli ki, şayet aşağıdaki
bölümde Zapatistaların içsel enternasyonalizmi
argümanım doğruysa, (tepkisel bir retorik olarak)
onların ulusalcı olduğu suçlamaları daha baştan
zeminini kaybeder ve onların söylemindeki
“ulus” terimine vereceğimiz anlam, genel olarak
anlaşıldığından daha zengin olmak durumundadır.
Bu anlam, egemenlik iddiaları her zaman “ulusdevlet”inkilerle çatışma içinde olmuş yerli “ulusların”
son iki yüz yıldır sürdürdükleri özgürleşme, otonomi ve
kimlik retoriğine daha yakındır.
conatus
184
3.2.2. Zapatistaların özgürleşme retoriği
İkinci bölümde küresel bir fabrikanın kurulmasıyla ilgili
halihazırdaki neoliberal stratejinin iki ayağı olduğunu
belirtmiştim: a) atomize düğüm noktalarının oluşumu
(bireyler, topluluklar, bölgeler, ülkeler, kıtalar vs.) ve
kapitalist birikim adına bunların işlevsel entegrasyonu;
b) bununla birlikte, bireylerin ve bireylerden oluşan
ağların ona göre “hiç kimse” ya da “görünmez”
olarak tanımlandığı karşı konulmaz bütüne (küresel
ekonomiye) dair farkındalığın yaygınlaştırılması ve
dayatılması. Başka bir deyişle, birikimin gereklilikleri
tarafından dayatılan alanın ötesinde, burada
yaygınlaştırılan ideoloji insanın güçsüzlüğü ideolojisidir.
Zapatistaların yazıları, hem küresel fabrikayı oluşturan
işbölümünün parçalanmış niteliğinin farkındalığını
hem de bunun sonucu olan (iktidar mantığının
dayattığı bir koşul olarak) görünmezlik koşulunun
gerçekleşmesini içerir. Ne var ki onların mücadelesi,
aynı zamanda iktidarın ve toplumsal fabrikanın
bugünkü parçalanmışlığından yola çıkarak geliştirilen
alternatiflerin vizyonuna alternatif olabilecek bakışlar
sorusunu gündeme getirir.
Chiapas’tan gelen mesajın gücü bu görünmezliğin,
tüm bir nüfusun devasa küresel üretim makinesi
içinde tamamen atomizasyonu ve parçalanmasının,
Meksika’nın güneydoğusundaki Mayaların bir
karakteristiği olmadığı gerçeğinde yatar. Bu, küresel
fabrikayla ilişkileri çerçevesinde anlaşıldıkları ölçüde,
gittikçe her birey ve halkın (farklı biçimlerde ve
bağlamlarda da olsa) varoluş koşulu haline gelmekte.
Neoliberalizm, yeryüzü ölçeğinde yaşamın her yüzeyinin
zorla metalaştırılması ve piyasalaştırılmasıdır ve bu
metalaştırma, özünde atomizasyon ve görünmezlik
demektir. Kendi parçalanma ve görünmezlik
deneyimlerinden hareketle, Chiapas’ın yerli halkı
yepyeni bir enternasyonalist pratik ve teorik bakışla
yanıt veriyor. Ancak gördüğümüz gibi bu yanıt,
yerkürenin tamamındaki toplumsal hareketlerde paralel
pratikler ve bakışlar buluyor. Ne var ki Zapatistalar,
sadece neoliberalizme karşı mücadele etmekle kalmıyor,
aynı zamanda alternatif bir vizyonun özsel unsurları ve
mücadelelerin koşulu üzerine de teorik bir çalışmanın
üretimi, geliştirilmesi ve yayılması çabasını da
durmaksızın sürdürüyorlar. Dolayısıyla onların mesajını
okumak, günümüzün diğer özgürleşme pratiklerini
conatus
anlayabilmek bakımından son derece önemli.
Eski bir ikiliği kullanırsak, sanırım Zapatistaların
enternasyonalizminin biri nesnel, diğeri öznel iki
kökü var. İlk olarak, küreselleşme süreci neoliberal
politikalarla son yirmi yılda hızlandı. Bu sürecin
paradoksal sonucu, bir yandan yeryüzündeki farklı
halklar arasındaki karşılıklı bağımlılığı artırması, ama
aynı zamanda yalıtılmışlığı, karşılıklı yabancılaşmayı
ve umursamazlığı körüklemesi oldu. Bu tipik sermaye
birikim sürecinde yeni bir şey yok –yalnızca ölçek şimdi
küresel düzeyde.10 İkincisi, politik olarak mütevazı,
ama son derece önemli olan şöyle bir gerçek fark edildi:
Bu koşullar altında özgürleşme, ancak sermayenin
bütünleşmeye verdiği anlama meydan okuyarak,
parçalanmış ve küresel fabrikada tekrar entegre edilmiş
her ne varsa yeni bir biçimde (birbirine) bağlanması
yoluyla ve karşılıklı-bağımlılığı piyasanın dışsal ve
yabancı gücünün elinden alıp bir özgürlük edimine
çevirmekle mümkün olacaktır. Ne var ki bu bağlanma,
herkesi bir nedene tabi kılan soyut bir birlik zemininde
(“birleş ve savaş”, “neden?” sorusunun yanıtını
devrimden sonraya bırakırken, yanıtın şimdi bir elit
tarafından kararlaştırıldığını ima eder) sağlanamaz.
Birliğin temeli homojenlik değil, tam tersine farklılıktır.
Zapatistaların çağrısı, “herkesin farklı olduğu için eşit
olduğu” (Major Ana Maria, 1996: 28), içinde bir sürü
farklı dünya barındıran bir dünya içindir. Farklılıkların
ve otonominin, sermayenin yaşamın her yüzünü
aynı birikim mantığına tabi kılarak tektipleştiren
iktidarına karşı kendini koruyabildiği bir dünya. Şimdi,
Zapatistaların enternasyonalizminin bu iki veçhesini
daha ayrıntılı olarak görelim.
Zapatistalara göre küreselleşme, insanlığa karşı
verilen ve amacı dünyanın paylaşımı olan bir dünya
savaşıdır. Yeni bir dünya savaşı patlak verdi, ama bu
sefer tüm insanlığa karşı. Tüm dünya savaşlarında
olduğu gibi, amaçlanan dünyanın yeniden paylaşımı.
Marcos’un, “iktidarı iktidarda, yoksulluğu da
yoksullukta yoğunlaştırmak” dediği bu paylaşımın
karakterini hepimiz çok iyi biliyoruz. Ne var ki,
küreselleşen ekonominin dinamiği üzerine yapılan
ve Marx’ın, Kapitalist Birikimin Genel Yasası dediği
şeye çok benzeyen bu düşünüş, Zapatistaların
elinde küreselleşmenin (birikimin) yasalarının
analizinden çok, bu yoksulluğun öznelerinin kim
185
olduğu üzerine odaklanır. Böylece bize, sermayenin
geliştirdiği stratejilerden çok, politik etkinliğin
yönelimlerini tanımlama fırsatı verir. “Dünyanın bu
yeni paylaşımı”nın, ilk bakışta yalıtılmış azınlıklar
olarak görülen, ama sonra, argüman çizgisinden sihirli
bir dönüşle, kendilerini oldukları gibi, yani dünya
nüfusunun en büyük çoğunluğu olarak gösterebilenleri
dışlama gücü vardır:
“Dünyanın bu yeni paylaşımı, ‘azınlıkları’ dışlar.
Yerli halklar, gençler, kadınlar, homoseksüeller,
lezbiyenler, beyaz olmayanlar, göçmenler, işçiler,
köylüler; dünyanın temellerini oluşturan bu
çoğunluk, iktidara gözden çıkarılabilir şeyler gibi
görünür. Dünyanın yeni paylaşımı, çoğunlukları
dışlar.” (DOR1)
Bu çoğunluk nedir? Ona ne isim vermeli, onu nasıl
tanımlamalı? Çoğunluk azınlıklardan oluşur; ancak
azınlıklar yalıtıldıkları, küresel fabrikanın atomize
edilmiş düğüm noktaları oldukları ölçüde azınlıktır.
Marcos (daha doğrusu onun alt-beni Don Durito), başka
bir yerde bu noktayı geliştirmek için askeri bir analojiye
başvurur –söz konusu bağlamda, Meksika’nın ulusal
gerçekliğine gönderme yapsa da. Aşağıdaki yorumların
yapıldığı ya da gönderme yaptığı bağlamı çok fazla
vurgulamayıp (Meksika Parti Devleti) genel nitelikleri ve
dünya ekonomisindeki ülkelere genel uygulanabilirlikleri
üzerinde duracağım. Burada, azınlığın ve parçalanmanın
anlamını arıyoruz.
Muhalefet güçlerinin parçalanmış olması, Parti-Devlet
sisteminin saldırılara direnmesini sağlamakla kalmaz;
aynı zamanda muhalefeti yanına çekerek zayıflatmasını
da sağlar. Parti-Devlet sistemi, kendisine karşı gelen
güçlerin radikalizminden değil, yalnızca onların nihai
birliğinden çekinir. Rejime karşı olan politik güçlerin
ayrışması, Parti-Devlet’e muhalefetteki politik “adaları”
ele geçirmek için müzakere etme ya da savaşma olanağı
verir. (BOM)
Azınlığı tanımlayan parçalanmadır. Azınlık, geri
kalandan kesilip alınmış olandır. Böylece bütünlük,
yalıtılmış birey ve gruplardan müteşekkil basit bir
azınlıklar kümesi olarak görünür. Modern ana-akım
iktisat ve sosyolojide (de) toplum bütününün piyasa
içindeki yalıtılmış bireyler, azınlıklar kümesi olarak
tanımlanması ilginçtir. Dolayısıyla toplum piyasanın,
piyasa da toplumun aynasıdır. İktisat ve sosyolojinin
(bir berber dükkanındaki paralel aynaların birbirini
yansıtması gibi) ön-kabulü, insanların toplumsal
örgütlenmesinin, parçalanma ve yalıtılma üzerine kurulu
olduğu anlayışıdır. Bu bir “güçler ekonomisi”, bir savaş
hukuku işleten iktidardakiler tarafından desteklenir. Bu
savaş hukukunda, yaygın, her yere nüfuz eden düşman,
merkezileşmiş güçler tarafından alt edilerek, küçücük
çekirdekler halinde oraya buraya saçılır, birbirlerinden
yalıtılır. Bu muhalefet çekirdekleri, BİR değil BİRÇOK
düşmana karşı savaştıklarını düşünür; diğer bir deyişle
onları benzeştiren değil (savaştıkları düşman, PartiDevlet), farklı kılan şeyler (politik önermeleri) üzerine
vurgu yapar. (BOM, s. 5)
Farlılıkta elbette bir sorun yoktur. Tam tersine,
farklılık insan iletişiminin temelidir. Ayrıca, kültürel
tektipleşmeyi amaçlayan ve piyasa hegemonyasını olası
toplumsallaşma biçimlerine dayatmaya çabalayan bir
toplumda farklılık, kimlikleri tehdit altına alınmış
öznelerin politik yeniden bileşimi için hayati bir
zemin sunar. Burada önemli olan, “başka dünyalarla”
nasıl bağlantılar inşa edileceği, onlarla nasıl bir
titreşim yakalanabileceğine dair bir çaba ve düşünüm
olmaksızın, salt ve özellikle farklılık üzerine yapılan
vurgunun; yalıtılmayı, gettolaşmayı, parçalanmayı
ve atomizasyonu yeniden ürettiğini ve bunun
iktidardakilerin ekmeğine yağ sürdüğünü görmektir. Bu
farklı “muhalefet çekirdeklerinin” perspektiflerinden,
sömürü ve baskı deneyimi tek tek alındıklarında, belli
ve özgül bir biçim altında (ırkçılık, cinsiyetçilik, para
vs.) kendini apayrı bir deneyimmiş gibi sunar. “Risk”
oyununu oynamış herkesin bileceği gibi, bir “muhalefet
çekirdeği” kuşatıldığı anda daha fazla takviye edilemez
ve Kaptan Picard’ın baş-düşmanları Borglar gibi
söyleyecek olursak, direnmek nafile olur. Dolayısıyla
iktidar, bir iktidar çoğulluğu olarak görünüyor ve ne
kadar baskı varsa, bir o kadar muhalefet çekirdeği vardır.
Amacını (sınırsız büyümek) sürdürmek için sermayenin
sürekli olarak başvurduğu ücret hiyerarşisi, birçok
baskı biçimiyle yeniden üretiliyor. Fakat bu baskılar
aynı sonuca varır: onursuz yaşam koşulları, güce güç,
yoksulluğa yoksulluk. Zapatistaların enternasyonalizm
kavramı ve pratiği, kendilerini (Chiapas’ın yerli halkı
olarak) baskıya maruz kalanlardan biri, seslerden
conatus
186
biri, mücadelelerden biri, onurunu ifade edenlerden
biri olarak görmelerinden gelir. Ve birçok azınlıktan
biri olarak, içinde bulundukları kuşatmayı kırma
gereksiniminden doğar. Kuşatma, farklı muhalefet
çekirdekleri arasında iletişim kurmakla kırılacaktır.
Burada iletişim araçsal olarak, dünyanın farklı
bölgelerindeki eylemcilerin isyancılarla dayanışmasını
sağlayacak bir araç olarak görülmemeli (bu, dayanışma
öykünün bir parçası olsa da). Ne de salt bir bilgi değiştokuşu olarak görülmeli (bu da öykünün bir parçası
olsa da). Bu iletişimin esası aynı zamanda bir ortaklık,
bir komün “uğrağı”, ortak olanın bir ifadesi ve pratiği
olmasıdır. Ortak olan, negatif bir biçimde tanımlanmaz.
Bu önemli; çünkü genelde ortak olanın, dolayısıyla bir
politik kimliğin tanımı, birincil olarak bir şeye “karşı”
yapılır. Bu, yerini burada pozitif bir karaktere bırakır
ve üç adı vardır: onur, umut ve yaşam. Küreselleşme,
insanları parçalayıp yalıtırken (bir yandan da karşılıklı
bağımlılıklarını paradoksal biçimde artırırken) onur,
politik bir varlık olarak bir kimsenin dünyadaki
konumunu geri almasıdır. Kuşatmayı kıracak olan köprü
onurdur.11
“Onur, milliyeti olmayan o ulustur; aynı zamanda
bir köprü olan o gökkuşağıdır; içinde hangi kanın
dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır;
sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi
itaatsizliktir.”
Umut, iktidarın bakışına indirilen tokattır; “tek
düşüncenin” reddidir; alternatifsizlik ve seçeneksizliğin,
piyasacı kaba realizmin, arzuları çevreleyen sahte
sınırların reddidir.
Umut, konformizmin ve yenilginin reddidir. (DOR 1)
conatus
Son olarak, yaşam, kendilerini bir toplumun üyesi olarak
gören, birbirine bağlı toplumsal bireylerin yaşamından
başka bir şey değildir. Yaşam, ihtiyaçların giderilmesi,
ama aynı zamanda tanımlanmasıdır; öz-yönetim,
otonomi, özgürlüktür. Yaşam, insanlar arasında bir
ilişki demek olan adalettir. Kısaca yaşam, yönetmek
ve kendimizi yönetmek hakkı, başkalarının köleliği
üzerinde yükselmeyen bir özgürlükle düşünmek ve
eylemek, adil olanı vermek ve almaktır. (DOR1)
Birbirlerine köprüler atan bu farklı muhalefet
çekirdeklerinin ortak noktalarının taşıdığı bu üç temel
karakteristiğin çarpıcı yanı, kelimenin geleneksel
anlamıyla salt bir “çıkar,” bir getirisi olacağı için
peşinden gidilen bir hedef olmamasıdır. Ortak olan,
gelecekte yaşantılanacak bir şey değildir. Ortak olan,
şimdi ve burada yaşanandır: onur, umut ve hayat. Bu üç
temel kavramın, Zapatistaların enternasyonalizminin
temel boyutları olduğunu düşünüyorum. Bunlara daha
ayrıntılı olarak bakalım.
Onur
Çağımız toplumunda onur nedir? Kapitalist tabiyet
ilkesine göre inşa edilmiş, hayatın tüm duyumsal
veçhelerinin (aşk, nefret, haz, acı...) bir şeye, bir araca
dönüştüğü bir toplumda nasıl ifade bulur? Kumandan
Tacho, onurun hükümet müzakerecileri için, Zapatista
delegasyonuna aktardıkları üzere, ne anlama geldiğini
şöyle anlatıyor:
“...onurun ne anlama geldiği üzerine
çalıştıkları, onur üzerine birbirlerinden görüş
olarak çalışmalar yaptıklarını söylediler.
Onurdan anladıklarının başkalarına hizmet
etmek olduğunu belirttiler. Bizim onurdan
ne anladığımızı sordular. Biz de onlara,
araştırmalarına devam etmelerini söyledik. Bu çok
gülünç geldi bize ve de onların önünde güldük.
Neden diye sordular ve onlara, büyük araştırma
merkezleri olduğunu ve en üst standartta
incelemeler yaptıklarını, bunu kabul etmezlerse
ayıp olacağını söyledik. Onlara, bizce onurun ne
demek olduğunu anlaşmayı imzaladığımız zaman
söyleyeceğimizi belirttik.” (La Jornada, 10/6/1995)
187
İlginç olan şu ki, Meksika hükümetinin onur anlayışı,
ırkçılığın bilimsel olarak rasyonalize edilmesini üstlenen
yazarlarınkine çok benziyor; Bell eğrisi:
yanındaki insanları ister istemez birbiriyle rekabet içine
soktuysa, onur için savaşmak ulusal sınırlar içerisine
hapsedilemez. Marcos’un sözleriyle:
“Ekonomik açıdan ve toplumumuzun gidişatında
ciddi bir değişiklik dışında, birçok kişi insanlık
onurunun temelini oluşturan “dünyaya ondan
aldığından daha fazlasını verme” işlevini yerine
getiremez.” (Murray & Herrnstein, 1994)
“Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda
bir köprü olan o gökkuşağıdır, içinde hangi kanın
dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır;
sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi
itaatsizliktir.” (DOR1)
Bu mutlak tanımlamadan hareketle yalnızca ücretli
emek, çocuk emeği, angarya ve kişinin “dünyaya
ondan aldığından daha fazlasını vermeye zorlandığı”
her durum, insanlık onurunun bir ifadesi sayılacaktır.
Marx’ın Kapital’i, işçilerin sömürüldükçe nasıl onur
kazandıklarının anlatısı olacaktır!
Öyleyse, iktidarın onur tanımı, bir sömürü ve baskı
koşulunun onur olarak kabul edilmesidir. Her toplumsal
ilişkiyi ölçülebilir ve niceliksel kılma telaşı içindeki
iktidar, onuru öz-belirlenimden soyutlayarak tanımlar.
Değişim değeri üzerine temellenmiş bir toplumda, onur
(yani öz-değer, kendi değerini bilip tanımak) yalnızca
değere (sahte bir zenginliğe) ulaşmakla mümkün olur.
Kapitalist birikimin gereklerinin dayattığı şekliyle
kişinin kendisine verilmiş rolü kabulüne dayanan bu özdeğer hissine ve kişinin değerinin bilinip tanınmasına,
bu kişinin çalışmaya ve piyasa makinesine tabiyetiyle
belirlenen şeysel onur diyorum. Bunun, insan onurunun
çok uzağında olduğuna inanıyorum. Şeysel onur,
kişinin para, statü, iş ve iktidar gibi dışsal kanıtlarla bir
kişi olduğunu kanıtlamasını gerektirir. Bu tür dışsal
kanıtların yokluğunda, kişi görünmez olur ve dolayısıyla
onurlu bir özne olamaz. Oysa tam tersine, insan onuru
dışsal verilere ulaşılmakla elden ele geçmez –ölü
nesnelerin insan yaşamını yönetmesine izin vermez.
İnsan onuru, şeyleri insan ürünleri olarak görmektir
–insana hükmeden güçler olarak değil. Dolayısıyla
kişi, insani bir girişimin parçası olduğu ölçüde bir
kişi olur, insan topluluğu içindeki yerini aktif olarak
sahiplendiğinde, paranın egemenliğinin kopardığı,
diğer insanlarla olan doğrudan bağlarını yeniden
sahiplendiğinde. Yani insan onuru paranın, sermayenin,
piyasanın ve rekabetin aracılığını es geçmek ve insanlar
arasında doğrudan bir karşılıklılığı vurgulamaktır.
Eğer onur buysa ve küreselleşme dünyanın dört bir
Onur bir köprüdür, insanlıktan yana olmaktır.
Bizimki gibi insanın sürekli kapitalizmin egemenliği
ile yüz yüze geldiği bir toplumda insan onuru,
şeyler tarafından dolayımlanmamış doğrudan insan
ilişkilerinin kuruluşu, genellikle mücadeleye götürür.
Atomize öznelerin biraraya gelerek birbirlerini “bir
kimse” olarak tanımaları burada gerçekleşir. Dolayısıyla
mücadele anı, en başta insanın tanınma ve pozitif
tanıma uğrağıdır. İkincisi, sermaye egemenliğinin
küresel karakteri, zorunlu olarak bu insani tanınma ve
tanıma sürecini küresel ücret hiyerarşisi boyunca küresel
düzeye taşır.
Umut
Umutsuzluk, şeysel onurla el ele giden, statükoyu
geçerli tek yaşam tarzı olarak kabul eden herhangi
bir alternatif tahayyül edemeyen bir tutumdur.
Dolayısıyla umutsuzluk, şeysel onuru tanımlayan
çemberin kenarında bırakılmış olan toplumsal öznelerin
tamamen görünmez kılınmasına yol açan statüdür.
Umutsuzluğun ağza alınması, alternatifsizlikle el
ele gider. İktidar çevreleri, küresel ekonomi içinde
sadece insani onurdan değil, insani onur için gerekli
basit maddi koşullardan bile yoksun milyonlarca
erkeğe, kadına ve çocuğa ne söyleyebilir ki? Sadece
tek bir şey: Kendini neoliberalleştirmeye devam et!
Yani ihtiyaçlarını ve arzularını piyasanın gereklerine
tabi kılmaya, ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli
araçlara dünyanın öte tarafındaki adsız kardeşlerinle
rekabet üzerinden ulaşmaya devam et; yıllarca süren
mücadeleler, nesiller boyu isyanlarla elde ettiğin
haklarını ve kazanımlarını terk etmeye daima hazır
ol. Bugün sermaye egemenliği, hiçbir mistifikasyon
ve savunmacı bir eklentisi olmaksızın gücünü en saf
haliyle ortaya koyuyor. Ne görüyorsak onu alıyoruz.
conatus
188
Hayatın her yönünün sınır tanımayan bir şekilde
metalaştırılmasını kabullenmek, her tür alternatif
bakışın, virtüele dair herhangi bir sezginin,12 insanların
birbirleriyle alternatif biçimde ilişkilenebilmelerinin
olumsuzlanması anlamına gelir. Neoliberalizm, sınırların
ekonomik koşullardan kaynaklandığı ve bu ekonomik
koşulların da alternatiflere yer bırakmayan şeyler olduğu
inancı ile el ele gider. Keynesçi dönemde ilerlemenin
tek yolunun devlet olması gibi, piyasa gidilebilecek tek
yoldur. Piyasada arz ve talep hakimdir ve bizim de buna
uymamız gerekir. Hükümet müdahalesi, politikaları
inanılır bulunduğu ölçüde etkilidir. Ancak politikaların
inanılır bulunabilmesi için, etkin olarak görülmeleri
gerekir.13 Etkili görülebilmeleri için de piyasayı
güçlendiriyor olmaları gerekir. Bu totoloji, iktidar
totolojisidir. Bu çemberden kaçış yoktur, umut yoktur.
Umutlu olabilmek için, bu çemberi kırmamız gerekir.
Tarih diye bize yeni bir yalan yutturuluyor. Umudun
yenilgisi, onurun yenilgisi, insanlığın yenilgisi
hakkındaki yalan. İktidarın aynası bize dengeli bir
terazi sunuyor: kinizmin zaferi, köleliğin zaferi,
neoliberalizmin zaferi hakkındaki yalan (DOR1).
İktidarın gerçeklik anlayışı, kapitalist birikim için gerekli
temel varsayımlara dayanan sınırlı bir bakışı ifade
ettiği ölçüde, yalandan başka bir şey değildir. Bunları
reddedersek, sonsuz sayıda alternatif mümkündür.
Piyasanın kurallarını kabullenmekten, ikinci bölümde
tartıştığımız iktidar mantığından sıyrıldığımızda, insani
varlıklar olarak kendimizi güçlendirmeyi tahayyül
ettiğimizde, başka bir deyişle boyun eğmediğimizde,
umutsuzluğun yerini umut alır. Dolayısıyla burada
Zapatista enternasyonalizminin, ilkiyle doğrudan alakalı
ikinci bir anlamı yatar. Neoliberalizmi temsil eden
terör enternasyonaline karşı, umudun enternasyonalini
yükseltmemiz gerekir. Neoliberalizm dünya nüfusunu
piyasalaştırıyor ve metalaştırıyorsa, doğrudan bağların
kurulması, enternasyonal umudun kurulması ve
dolayısıyla da yeni bir dünyanın inşası anlamına gelir.
Hayat, öz-yönetim ve Zapatistaların iktidar anlayışı
Zapatistaların belgelerinde hayat; öz-yönetim, kendi
kaderini tayin etme, otonomi, özgürlük olarak
tanımlanır. İlginç olan şu ki, dünya üzerindeki en
yoksul topluluklardan biri olan bu insanlar, bu politik
ihtiyaçları göz ardı etmemekle birlikte, bunları
conatus
kendi maddi ihtiyaçlarının koşulu ve bütünleyici bir
parçası haline getiriyorlar. Geleneksel sol söylemde
ihtiyacın maddiliği, bu ihtiyaçların nasıl tanımlandığı
ve giderildiği meselesinden hep önce gelmiştir. Bu,
ihtiyaçların nesnelliğini öncelleyen –çünkü bu nesnellik,
ideolojik bir aygıttan bağımsız tanımlanabilir– postMarksizmin, geleneksel solun ve sendikacılığın pek çok
biçimi için de geçerlidir. Dolayısıyla, bugün örneğin
Avrupa’daki işsizlerin toplumsal zenginliğe erişim
yönündeki gerçek ihtiyaçları, özellikle İngiltere’deki
solun büyük bir bölümü tarafından “tam istihdam”
talebiyle, gerçek bir ihtiyacı kapitalist birikime uygun
biçimlere sokan bir taleple ifade ediliyor. Emek
hareketinin resmi kurumlarında ve diğer politik
örgütlenmelerde hâlâ hakim olan bu gelenek, ihtiyaçları
salt gereklilik, dolayısıyla da toplumsal ihtiyaçları
toplumsal gereklilik olarak tanımlıyor. Genel olarak bu
toplumsallık, ihtiyaçların karşılanmasının gelişimi için
üretici güçlerin gelişme düzeyine indirgeniyor.
Zapatistalar için, bu tamamen farklı bir meseledir.
NAFTA, bir “idam cezası” anlamına geldiği oranda yerli
topluluklar için bir tehdittir. Bu yerli topluluklardaki
insanlar yeni göçmen işgücüne dönüşerek bu idam
cezasından kaçmayı başarabilse de, NAFTA’yla ölen
aslında toplumsal bir varlık olarak yerli bireyin
gelişiminin ve büyümesinin koşulu olan kültürüdür. Bu
yüzden hayatın korunması, onlar için bireyler olarak
maddi varoluşlarının korunmasından daha fazla anlam
ifade ediyor. Örneğin, yerli kültürün savunulması
müzede korumaya benzemez; öz-yönetim pratiklerinin
içinde yaşanabileceği sembolik, maddi ve manevi
çerçevenin savunulmasına karşılık gelir. Bu bağlamda,
kendi topluluklarındaki ataerkilliğe karşı mücadele
eden yerli kadınların isteklerinin gösterdiği üzere, bu
kültürün kendisi de değişebilir.
Buradan entelektüellerin bir bölümü tarafından “nesnel”
olarak tanımlanamayacak bir ihtiyaç anlayışı doğar;
aksine bu, toplumsal ve öznel bir tanımlama sürecini
gerektirir.14 İhtiyacı kuran şeyin maddi ve ideal boyutu
bulanıklaşır: Toprak ve özgürlük, birbirinden ayrı
talepler değildir, alışveriş listesinde herhangi bir madde
değildir; bunlar, aynı şeyin parçalarıdır. Dolayısıyla
meşhur savaş ilanında dendiği gibi: “Sizden iş, toprak,
barınak, yiyecek, sağlık bakımı, eğitim, bağımsızlık,
özgürlük, demokrasi, adalet ve barış için mücadele
189
eden bu plana katılımınızı ve karar vermenizi istiyoruz.”
Ve El Despertador Mexicano’nun (31 Aralık 1993) ilk
sayılarının birinde, başkalarının gerçekleştirmesini
beklemeden bu ihtiyaçların nasıl karşılanabileceği ile
ilgili şöyle denir: “Zorunluluklar bizi bir araya getirdi
ve ‘Artık yeter!’ dedik. Başkalarının bizim sorunlarımızı
çözmesini bekleyecek vaktimiz yok, bunu istemiyoruz.
Örgütlendik ve bizim olan şeyi istemeye karar verdik...”
Toprak ve özgürlük, ekmek ve onur. Gerekli miktarda
ekmek dağıtarak bir nüfusu besleyebilirsiniz. Bu,
yiyecek ihtiyacını karşılamanın bir yolu değil midir?
Zapatistaların dile getirdiği ihtiyaç, ekmek ve aşağılanma
değil. Ekmek ve onur istiyorlar. Sağlık bakımı ve
yolsuzluk değil. Sağlık bakımı ve otonomi. Zalimleri,
emperyalizmi, yerli kültürlerin ortadan kaldırılmasını
meşru kılan okullar ya da eğitim değil. Eğitim ve kendi
kaderini tayin edebilme. Maddi şeyler için talep, yerli
toplulukların kendileri tarafından tanımlandığı için,
özgürlük ve adalet talebinden ayrılamaz ve dolayısıyla
öz-yönetimden ve kendi kaderini tayin etmekten de,
yeni insani ilişkilerden de ayrılmaz.
Hayat, Zapatistalar için öz-yönetimdir (hayatın, hayatın
her yönünün idare edilmesine aktif olarak katılmaktır.
“Her yemek pişiren yönetebilir!”).
Hayat, kendimizi yönetme hakkı, başkalarının köleliği
pahasına olmadan özgürce düşünme ve eyleme hakkı,
adil olanı alma ve verme hakkıdır. (DOR1)
Bu, yerel düzeyde doğruydu, küresel düzeyde de
doğrudur. Uluslararası düzeye taşınmış bu hayat anlayışı,
“umudun bürokrasisi, karşıt görüntümüz, bizi yok
etmeye çalışan şey” değil, umudun enternasyonalidir.
Onur, umut ve hayat bu yeni devrimci
enternasyonalizmin öğeleri iseler, o halde
enternasyonalizm sermayeye karşı mücadelede araç
değil, insanlığın kuruluşu için bir başlangıç noktasıdır.
Bu bağlamda sermayeye karşı mücadele bir artık olur;
insanlığın kuruluşuna karşı güç toplamaya çalışan
sermayedir. Eski devrimci pratik sömürü, yoksulluk
ve sefalet koşulundan yola çıkar ve şöyle yanıt verir:
Devrim. Burada devrim, kitlelerin, parti planları ile aynı
şey olarak anlaşılan, umutlarını gerçekleştirmek olarak
anlaşılıyordu. Enternasyonalizm (ve parti) bu yanıt, bu
gerçekleştirme fikri için bir araçtı. Zapatistaların pratiği
de aynı yoksulluk, sömürü ve sefaletten, ve bu yoksulluk,
baskı ve sömürüye karşın insanların onurlu varlıklar
olduğu, kendileri için umut edebilecekleri ve kendilerini
yönetebilecekleri gerçeğinden yola çıkar: İhtiyaçlarımızla
başa çıkabilmek için ne yapmamız gerekir? Dolayısıyla
“devrim, bir yanıttan ziyade bir soru olarak yeniden
tanımlanır” (Holloway, 1997); merkez komiteye bağlı
birkaç aydın tarafından önceden verilmiş bir yanıttan
ziyade, komünal biçimde kendini güçlendirme sorusu
olarak. Hayat “devrim sonrası”na ertelenemez ve soru
sorarken yürür ve karşımıza çıkan sorunlarla uğraşırız
(sorarak yürüyoruz). Ve soru sorarken karşılaştığımız
engellerin ötesine geçmek için mücadele ederiz. Soru
sorarken dans eder ve şarkı söyler; böylece politikayı
fedakâr ve profesyonel ciddiyetin yabancılaşmış
mantığından arındırır. Politika, bir bütün olarak insani
bir mesele haline gelir.
Örneğin EZLN’nin EPR (Devrimci Halk Ordusu’na),
Guerrero merkezli bir gerilla grubuna yolladığı bir
bildiride, Zapatistalar kendilerine göre iki oluşum
arasındaki farkları dile getirir. Bence bu farklar,
“Zapatistaların politikaya devrimci bir şekilde el
koyuşları” (Moreno, 1995) ile devletin (ister devrimci
ister reformist araçlarla olsun) ele geçirilmesine dayalı
geleneksel politika anlayışı arasındaki farklardır:
“Aradığımız, ihtiyaç duyduğumuz, istediğimiz, partisi ve
örgütü olmayan bütün insanların, iktidar ele geçirmek
için değil iktidarı uygulamak için, ne istedikleri üzerinde
anlaşmaları ve bunları (tercihen barışçıl ve sivil yollarla)
elde etmek için örgütlenmeleridir. Biliyorum, bunun
ütopik ve çok da ortodoks olmadığını söyleyeceksiniz;
ancak Zapatistaların varoluş biçimi budur.” (Marcos, 29
Ağustos 1996)
Politika anlayışları bu kadar basittir: partisi ve örgütü
olmayan insanların, ne istediklerine ve bunları nasıl
elde edeceklerine karar vermeleri. Ancak bu basitlik,
aslında cevabı olmayan bir sürü önemli soru için de bir
başlangıçtır ve sadece ortak iletişim ve mücadele içinde
olan insanlar, bu soruları sorup cevap bulmayı umabilir.
4. Sonuç: Zapatista Enternasyonalizminin Etkisi
Zapatista enternasyonalizmi, pratikte farklı biçimler
alır: karşılıklı olarak hareketlerin onur için verilen
aynı mücadelenin parçası olarak tanınmasından
sembolik dayanışmanın ifadesine kadar, tamamen
conatus
190
farklı koşullar içinde mücadele eden toplumsal özneler
ile kendi hareketlerini özdeşleştirmekten insanlık
için ve neoliberalizme karşı, farklı mücadeleler
arasında dolaşımı sağlamak ve ağlar oluşturmak için
stratejiler geliştirmek adına iki kıtalararası buluşmanın
(Encuentros) tetiklenmesi ve teşvik edilmesine
kadar. İlki 1996 yazında Chiapas’ta, ikincisi ise 1997
yazında İspanya’da düzenlenen bu iki buluşma da,
hem anlayış hem de örgütlenme açısından Zapatista
enternasyonalizminin üç koordinatının (onur, umut ve
yaşam) ve Zapatistaların devrimci pratik anlayışının
temel unsurunun (sorarak yürüyoruz) izini taşıyordu.
İlk olarak böyle bir buluşma, dünyanın ezilenleri
kendilerini onurlu özneler olarak sunduğu oranda
mümkündür. Dolayısıyla onur, küresel piyasada yüz yüze
kaldığımız atomizasyona karşıt olarak farklı çekirdekler
arasında bir köprü işlevi görür. İkincisi, umut, piyasanın
uymacılığı ve yenilgiciliğine karşı bir vizyon (ya da
vizyonlar) iddiasıdır. Bu temelde Encuentros’un
farklı katılımcılarını birleştiren etken, alternatif bir
vizyonun paylaşımı değildi. Paylaştıkları şey, alternatif
vizyonların mümkün ve gerçek olduğu iddiasıydı.
Üçüncüsü, Encuentros’ta hayat, iktidarın ve şeylerin
(piyasanın) egemenliğine karşı öz-yönetim olarak
görülür. Bu temelde Encuentros’ların öncülleri, lojistiği
ve yapısı öz-yönetim yoluyla kuruldu. Buluşmanın
genel prosedürlerinin tanımlanması ve büyük oranda
farklı toplantılara katılan insanlar tarafından belirlenen
usullerin örgütlenmesi sürecinde de öz-yönetim vardı.
Her iki Encuentros’un en iyi sonucu, ağların, hem
zaman içinde ne kadar değerli oldukları anlaşılacak
olan küresel ağların hem de farklı deneyimlerden gelen
politik ve örgütsel yeteneklerin iç içe geçmesi oldu.
Örneğin, İtalya’dan ve İngiltere’den doğrudan eylemci
çevreciler bir araya gelerek felsefelerini, taktiklerini ve
yeteneklerini paylaştılar. Ayrıca her bir masa, sonunda
bir bildiri yayımladı. Farklı masalardan üretilen farklı
belgeler, içeriklerinden bağımsız olarak, çok kısa bir
süre içinde ifade edilen farklı pozisyonları sentezlemek
konusunda gösterilen inanılmaz çabayı gösteriyordu.
Kuramsal açıdan belli sınırların olabileceği ya da farklı
belgeler ve hatta aynı belge içinde bile bazı çakışmaların
ve çelişkilerin olabileceğini söylemeye gerek bile yok.
Ancak düzeltmek, son halini vermek ve pürüzleri
gidermek için önümüzde uzun bir zaman var. Önemli
conatus
olan şu ki, her biri ne istediğimizi ve bunu nasıl elde
edeceğimizi anlamak konusunda gösterilen kolektif
çabanın bir adım daha ileriye götürülmesi demek
olan bu belgeler, birer başlangıç noktası. Bir adım ileri
demek, bir ay önce olduğumuz yerden epey ileri gitmek
demektir.
Ancak bu kadar farklı yerlerden gelen bu kadar
çok insanın bu buluşmaları gerçekleştirmiş olması,
bu kadar farklı görüşün biraraya gelerek birbiriyle
ilişkilenmiş olması; Zapatistaların, mücadelelerin
enternasyonalleşmesi sürecinin bir niteliği haline gelmiş
olan, köprüler kurma ve “buluşma” sürecinin katalizörü
olarak işlev gördüğünün bir göstergesi. Bu anlamda
Zapatistaların mesajının gücü, icat etmiş oldukları şeyin
kendisinden ziyade onlardan bağımsız olarak zaten
gelişmekte olan bir sürece –kendilerine özgü bir tarzda–
ses verebilmiş olmalarından geliyor. Kanımca, dünyanın
pek çok yerinden insanların Zapatista mücadelesinden
ilham almış olmasının nedeni budur. Dünyanın farklı
yerlerinden insanlar, Zapatistaların mücadelesinin
–ve bu mücadeleye eşlik eden öykülerin, vizyonların,
politik yöntemlerin, insani etkileşimlerin– kelimenin
tam anlamıyla kendi mücadeleleri olduğunu doğrudan
anlayabildi.
Massimo de Angelis, Global Neoliberal Capital, New
Internationalism and the Zapatistas’ Voice, Ocak
1998, http://libcom.org/library/zapatistas-voicemassimo-de-angelis
191
Bu maddi koşullar, sadece Zapatistaların pratiğinin internet
teknolojisi olmadan mümkün olmayacağı gerçeğiyle ilgili
değildir. Bunun nedenlerinin açık olduğunu düşündüğüm için,
burada daha fazla açmayacağım. Vizyon ve umudun ölü şeylerde
bulunamayacağını söylemek yeterli; bilgisayarlarda, telefon
hatlarında ve dünyanın etrafına yayılmış terminallerde vizyon ve
umut bulamayacağımız açıktır. Ancak enformasyon teknolojisinin
mücadele ağlarının kuruluşu açısından taşıdığı önem, haklı olarak
giderek daha fazla görülüyor. Enformasyonun hızlı bir şekilde
yayılması sayesinde kampanyalar, destekler ve baskı daha kolay
örgütleniyor. Propaganda ve enformasyonun dolaşımı açısından
internetin bu araçsal kullanımı elbette önemli; ancak bunun dikkatli
bir şekilde nitelendirilmesi gerekiyor. Sadece böyle bir teknolojinin
hazırda bulunup bulunmadığını göz önünde tutmak yetmez
(Güney’de Kuzey’de olduğundan daha az yaygındır). Aynı zamanda
politik ve kültürel farklılıklarla birlikte dünyadan farklı hareketlerin
ifade ettiği ihtiyaçların ve isteklerin farklılığı da, karşılıklı olarak
birbirini anlamanın ve destek olmanın önünde engel olabilir ve
hatta birbiriyle çatışan taleplere götürebilir (Örneğin, istihdam artışı
talebi, çevreye saygı ve yerli otonomi talepleriyle çatışabilir; insan
hakları talebi, askeriyeyi besleyen sanayi sektörlerindeki işlerin
korunması talebiyle çatışabilir vs.). Dolayısıyla “İnternet demokrasi,
devrim ve kendi kaderini tayinle ilgili tartışmalar için yeni alanlar
açabilir; ancak var olan farklılıklara bir çözüm sunamaz; bu, sadece
çözüm arayışını hızlandırmanın bir aracıdır” denilebilir. (Cleaver,
1996/97: 5)
2
Bu iki parametre etrafında, farklı alanlarda farklı stratejiler
bulunabilir: Emek piyasası, çalışma saatleri, iş sözleşmeleri, iş
güvenliği, toprağa erişim gibi etkenlerin hepsi birinci parametreyi
etkiler; ücret, borçlar, kamu harcamaları ikinci parametreyi
etkilerken grev hakkı, ifade özgürlüğü, demokrasi biçimi gibi
etkenler iki parametre üzerinde de etkilidir.
3
Ana Esther Cecena (1997: 38) da bunu şöyle söyler: “Üretim
ancak işçileri, ham maddeleri ve toprağı birleştiren bir sekanstan
sonra tekrar kurulabilir...ancak bunları bu ağ içinde birleştirirken
ekonomi onları kolektiflerden ayırır ve bireysel rekabete tabi kılar.”
4
Ana akım Marksist gelenekler, bu kavramın akıcılığını reddetmiş
ve bunu ölü sabit kategorilerle katılaştırmıştır. Dolayısıyla oluşum
sürecinin (sadece sınırsız kâr yapma etkinliğine dayalı bir yaşam
tarzına karşıt olarak değil, aynı zamanda sermayenin ötesinde yeni
yaşam tarzlarının kurucusu olarak kolektif öznelerin oluşumunun)
kendisine odaklanmak yerine, bu gelenek “sınıf”ın ne olduğunu
tanımlarken sabit kategoriler (örneğin ücretli emek, kol emeği
vs.) kullanır ve bunun, politik ve örgütsel faaliyet açısından yıkıcı
sonuçları olur.
5
1930’larda ABD’de olduğu gibi bir sendika kurma alternatif bir ağ
kurmanın bir örneğidir. Hükümetin bekar annelere yapılan refah
yardımlarını kesmesine karşı İngiltere’de 1997’de kurulan kadın
kolektifi de bunun bir örneğidir. Brezilya’da 1980’lerde topraksız
köylülerin toprak işgalleriyle sürdürdüğü toplumsal hareketin
inşası ise başka bir örnek. Aşağıdan gelen bu ağlar, sermayenin
içerme stratejilerinin hedefi haline gelebilir. Örneğin, ABD’de taban
militanlığı ile kurulan sendikalar, 1950 ve 1960’larda dikey olarak
yapılanan sendika bürokrasilerine dönüşmüş ve Keynesçi birikim
stratejisinin temel kurumları haline gelmiştir.
6
Bu ayrımın ortadan kalkmasının örneklerinden biri, 1994’ten
önceki birkaç yılda başlayan anti-NAFTA mücadele dalgasında
1
bulunabilir; Avrupa’da toplumsal dışlanmaya ve işsizliğe karşı
örgütlenen koalisyon, İnsanlık için ve Neoliberalizme Karşı
Kıtalararası Buluşma’nın birincisini ve ikincisini örgütleyen
komitelerin yayılarak çoğalması (ve böylelikle doğrudan
demokrasiyi öğrenmeleri ve deneyimlemeleri) vs. Emek
cephesinden Brecher ve Costello (1994), yeni emek aktivizminin
örgütlenişinin şu pratiklere dayandığını belirtiyor: a. İşçiler
arasında birebir değişimler, b. sınırlar arası örgütlenme, c. emek
hakları, d. uluslararası grev desteği, e. küresel emek iletişimi
(internet vs.). Ayrıca LaborNet de çevre hareketi, barış hareketi
ve insan hakları hareketi gibi toplumsal hareketlerin netlerine
bağlanır. Emeğin iletişimi konusunda uzman olan Waterman,
internetin emek hareketi ve toplumsal hareketler tarafından
artan kullanımının bir “iletişim enternasyonalizmi”nin, onun
deyişiyle “5. Enternasyonal”in kuruluşunu sağladığını öne sürüyor.
Ayrıca bu örnekte de, ulusal ve uluslararası arasındaki ayrımın
bulanıklaşması, hareketin kendi pratiğinden açıkça görülebiliyor.
7
Neredeyse otuz yıl önce, İtalyan Marksistlerinden Mario Tronti’nin
bunu bu kadar açık biçimde öngörebilmiş olması çarpıcıdır: “...
yeni enternasyonal artık partilerin değil, sınıfların, öncelikle de
uluslararası işçi mücadelelerinin enternasyonali olacaktır. Bu artık
uğruna savaşılması gereken bir ideal değildir, ne de işçileri bu ideal
için savaşmaya ikna etmeye çabalayan liderliğin bir organı; bu
sadece politik bir gerçek, mücadeleler aşağıdan geldikçe aşağıdan
gelen ve yukarıdan gelen bu mücadelelerin uluslararası stratejilerine
denk düşen örgütsel bir ihtiyaçtır. Sınıf mücadelesinin uluslararası
boyutunun, sermayenin dünyadaki gelişiminin bize dayattığı bir şey
olduğunu anlamalıyız.” (Tronti, 1968: 525-526)
8
Chiapas’taki ekonomik ve toplumsal hayat koşullarının arka
planının analizi için bkz. Yardımcı Komutan Marcos (1992); Ceceña
& Barreda (1995).
9
Neoliberal güçler ve Meksika tarımı arasındaki ilişki için bkz.
Gates (1996).
10
Bu temel olarak, bireylerin insani güçlerini karşılıklı bağımlılık
yoluyla ifade etmesinden ziyade, karşılıklı bağımlılığın bireylere
kendini dışsal bir güç olarak gösterdiği anlamına gelir.
11
Zapatistalarda onurun oynadığı rolün ayrıntılı analizi için bkz.
John Holloway (1997).
12
Gilles Deleuze üzerine mükemmel çalışmasında, Michael Hardt,
Deleuze’ün virtüel olanla olanaklı olan arasındaki karşıtlığa ilişkin
Bergson yorumu üzerine eğilir. Temel nokta şudur ki virtüel olan
gerçektir, olanaklı olan ise değil. Dolayısıyla Deleuze’ün noktası,
varlığın hareketinin olanaklı-gerçek arasındaki ilişkiden ziyade
virtüel-aktüel arasındaki ilişki açısından anlaşılmasıdır. Virtüel
olanı “aktüelleştirmek” hareketi daima yaratıcı bir harekettir,
olanaklı olanı “gerçekleştirme” hareketi ise değildir; çünkü olanaklı
olanın tanımlanmasıyla önceden belirlenmiştir.
13
Bkz. Ilene Grabel (1997: 5).
14
İhtiyaçlar üzerine karşıt bir görüş için bkz. Doyal and Gough
(1991).
conatus
192
Referanslar
Brecher, Jeremy & Tim Costello. 1994. Global village or
global pillage: economic reconstruction from the bottom
up. Boston: South End Press.
Ceceña, Ana Esther & Andrés Barreda. 1995. Chiapas y
sus recursos estratégicos. Chiapas, No. 1, Mexico D.F.:
Instituto de Investigaciones Económicas.
Cleaver, Harry. 1997. The Zapatistas and the Electronic
Fabric of Struggle. John Holloway (der.), The Chiapas
Uprising and the Future of Revolution in the Twenty-First
Century içinde. Forthcoming.
Dalla Costa, Mariarosa. 1995. Development and
Reproduction. Common Sense, No. 17.
De Angelis, Massimo. 1996. La Realidad in Europe:
an Account of the first European Meeting against
Neoliberalism and for Humanity. Common Sense, No.
20.
De Angelis, Massimo. 1997. The Autonomy of the
Economy and Globalisation. Common Sense, No. 21.
Doyal, Len & Ian Gough. 1991. A Theory of Human
Need. Londra: Macmillan.
Gates, Marylin. 1996. The Debt Crisis and Economic
Restructuring: prospects for Mexican Agriculture.
Gerardo Otero, Neo-liberalism Revisited. Economic
Restructuring an Mexico’s Political Future içinde. Oxford:
Westview Press.
Grabel, Ilene. 1997. Coercing Credibility: Neoliberal
Policies and Monetary Institutions in Developing and
Transitional Economies. The Political Economy of
Central Banking adlı konferansta sunulan metin.
Londra: University of East London, 16 Mayıs.
Hardt, Michael. 2002. Gilles Deleuze. Felsefede Bir
Çıraklık. Birey Yayınları, İstanbul.
Herrnstein, Richard J. & Charles Murray. 1994. The bell
curve : intelligence and class structure in American life.
New York: Free Press.
Holloway, John. 1996. The Concept of Power of the
Zapatistas. Common Sense, No. 19.
Holloway, John. 1997. ‘Dignity’s Revolt’, in J. Holloway,
E. Pelaez (der.), Dignity’s
Revolt: Reflections on the Zapatista Uprising Londra:
Pluto Press.
Lee, Eric. 1997. The Labour Movement and the Internet.
The New Internationalism. Londra: Pluto.
Mayor Ana Maria. 1996. Detrás de nosotros estamos
conatus
ustedes. EZLN, Crónicas intergaláticas. Primer
Encuentro Intercontinental por la Humanidad y contra
el Neoliberalismo içinde. Chiapas, Mexico.
Marx, Karl. 1975. Kapital. Cilt 1. Sol Yayınları.
Milner, Susan. 1990. The dilemmas of internationalism:
French syndicalism and the international labour
movement. New York: St. Martin’s Press.
Moreno Alejandro 1995. Expropriacion revolucionaria
de la politica. La Guillotina, No. 31, Ağustos/Eylül.
Navarro Luis-Hernández. 1996. Café: la pobreza de la
riqueza. La Jornada, 17 Eylül.
Yardımcı Kumandan Marcos. 1992. Chiapas: The
Southeast in Two Winds. In Zapatistas!. Documents of
the New Mexican Revolution. New York: Autonomedia.
1995.
Yardımcı Kumandan Marcos. 1997. The Seven
Loose Pieces of the Global Jigsaw Puzzle. Le Monde
Diplomatique, Temmuz 1997.
Tronti, Mario. 1968: Internazionalismo vecchio e nuovo.
Contropiano No. 3.
Wearne Phillip. Return of the Indian. Conquest and
Revival in the Americas. Londra: Cassel.
Zapatistas!. 1995. Documents of the New Mexican
Revolution. New York: Autonomedia.
Diğer referanslar
Birinci Realidad deklarasyonu (declaration of la
Realidad) metinde kısaltılarak DOR1 olarak ifade
edilmiştir. İngilizcesi için bkz. http://www.actlab.utexas.
edu/~zapatistas/declaration.html.
193
conatus
196
197
“PRUSYA KRALI VE TOPLUMSAL REFORM: BİR
PRUSYALI” MAKALESİ ÜZERİNE ELEŞTİREL NOTLAR1
K a r l
M a r x
İngilizceden çeviren: Sinem Özer
Vorwarts! No.63, 7 Ağustos 1844
“Vorwarts!” adlı derginin 60. sayısında, “Bir Prusyalı” imzasıyla “Prusya Kralı ve Toplumsal
Reform” başlıklı bir yazı yayımlandı.
Sözü edilen Prusyalı, Prusya Krallığı Konseyi’nin Silezya’daki işçi ayaklanması2 konusunda
verdiği emrin içeriğini bildirerek başlıyor ve aynı emir üzerine Fransız gazetesi La
Reforme’un3 görüşlerine yer veriyor. Prusyalıya göre, La Reforme bu konsey emrinin Kralın
“paniğinden ve dini duygularından” kaynaklandığını düşünüyor. Hatta gazete bu belgeyi,
burjuva toplumunda eli kulağında olan büyük reformlara dair bir öngörüyü barındırdığı için
selamlıyor. Bunun üzerine “Prusyalı” La Reforme’a aşağıdaki vaazı veriyor:
“Ne kral ne de Alman toplumu ‘reforma dair bir öngörüye’4 sahip değildir; hatta
Bohemya ve Silezya’daki ayaklanmalar bile böylesi duygulara neden olmamıştır.
Almanya gibi politik olmayan bir toplumda fabrika bölgelerinin münferit sefaletini,
bırakın bütün bir uygar dünyaya bir felaket olarak duyurmayı, evrensel bir kaygı
olarak bile sunmak mümkün değildir. Almanlar söz konusu olduğunda, bu olaylar
yerel yiyecek ve su kıtlıkları ile aynı kategoride alınır. Buna uygun olarak kral bu
durumu idarenin ya da hayırseverlik kurumlarının bir başarısızlığı olarak görür. Bu
yüzden ve gücü olmayan dokumacılarla uğraşmak için birkaç askeri birlik yeterli
olacağından, fabrikaların ve makinelerin imha edilmesi kralı ya da otoriteleri
‘panikletmez’. Konsey emrinin dini duygularla da ilgisi yoktur; aksine bu emir,
Hıristiyan devlet adamlığının ve önerdiği tek çözümün, yani ‘Hıristiyan kalplerin
iyi niyetleri’nin önündeki hiçbir engeli tanımadığı doktrinin vakur bir ifadesidir.
Yoksulluk ve suç iki büyük kötülüktür, kim bunları tedavi edebilir? Devlet ve devlet
otoriteleri? Asla. Sadece bütün Hıristiyan kalplerin birliği bunu başarabilir.”
Sözü edilen Prusyalımız, kralın birçok nedenden dolayı “paniklediğini” inkar eder; bu
nedenlerden biri de, hiç gücü olmayan dokumacılarla uğraşmak için sadece birkaç askeri
birliğe gerek olmasıdır.
conatus
198
Bunun anlamı şudur: Kadeh kaldırmalar ve şampanya
köpükleri içinde geçen liberal ziyafetlerin bir krallık
emrini gerektirdiği (örneğin Dusseldorf ziyafetinde5
gördüğümüz gibi), bütün bir liberal burjuvazinin
basın özgürlüğü ve anayasa arzusunun tek bir askerin
bile yardımı olmadan bastırılabildiği, pasif itaatin bir
emir olduğu bir ülkede hiç gücü olmayan dokumacılar
karşısında silahlı birliklerin çağrıldığı bir olay ve
gerçekten de dehşete düşüren bir olay söz konusu olabilir
mi? Ve ilk karşılaşmada, güçsüz dokumacılar zafer
kazanmasını bildiler. Ancak destek kuvvetleri geldiğinde
bastırılabildiler. Sırf bütün bir ordunun yardımı olmadan
yenilgiye uğratılabiliyorlar diye, işçilerin kitlesel
ayaklanması daha az tehlikeli sayılabilir mi? Keskin
zekâlı Prusyalımızın, Silezyalı dokumacıların isyanıyla
İngiliz işçilerin ayaklanmalarını karşılaştırması gerekir.
O zaman Silezyalıların güçlü dokumacılar olduğu ortaya
çıkar.
Politika ile toplumun kusurları arasındaki genel ilişkiyi
göz önünde bulundurmak, bize dokumacıların kralda
neden büyük bir paniğe yol açamadığını açıklamamızı
sağlayacak. Ancak şimdilik, ayaklanmanın ilk elden
Prusya kralına değil burjuvaziye yöneldiğine işaret
etmekle yetinelim. Bir aristokrat ve mutlak bir kral
olarak Prusya kralı, burjuvaziden hiç hoşlanmaz ve eğer
burjuvazinin itaatkarlığı ve beceriksizliği proletaryayla
olan gergin ve zorlu ilişkisi yüzünden daha da artarsa
çok daha az endişelenecektir. Benzer şekilde, Ortodoks
bir Katolik de Ortodoks bir Protestan’a bir ateistten
duyduğundan daha fazla düşmanlık duyar, tıpkı bir
meşru tevali taraftarının6 bir komünistten daha ziyade
bir liberalden hoşlanmaması gibi. Bunun nedeni, ateistin
Protestanlara nazaran Katoliklere ya da komünistlerin
liberallere nazaran meşru tevali taraftarlarına daha yakın
olması değildir; aksine bunlar birbirine daha uzaktır,
çünkü birbirlerinin çıkar alanlarına girmezler. Bir
politikacı olarak Prusya kralının doğrudan politik rakibi
liberalizmde bulunabilir. Kral açısından proletaryanın
karşıtlığı, proletaryanın krala olan karşıtlığından daha
fazla değildir. Bunun anlamı şu ki, eğer proletarya
böylesi antipatileri ve politik karşıtlıkları ortadan
kaldırmayı ve bütün politik güçlerin düşmanlığını
üstüne çekmeyi başarabilmişse, o zaman belirli bir güç
kazanmış demektir. Son olarak, kralın ilginç ve önemli
olaylar yönündeki arzusu iyi bilinir ve kendi sınırları
conatus
içinde böylesi “ilginç” ve “çok tartışmalı” bir yoksulluk
meselesi olduğunu keşfetmiş olmak ve kamuoyunun
gündemine girmek için başka bir fırsat yakalamış olmak,
kral için gerçekten de hoş bir sürpriz olmuş olmalı. Artık
kendisinin de “kendi” Prusya Krallığı yoksulluğuna sahip
olduğu haberi, onu kim bilir ne kadar sevindirmiştir.
“Prusyalımızın” Krallık Konseyinin emrinin nedeninin
“dini duygular” olduğunu inkar etmesi çok daha
talihsizdir.
“Dini duygular” neden Konsey emrinin kaynağı
değildir? Çünkü bu emir, “Hıristiyan devlet adamlığının”
ve “önerdiği tek çözümün, yani Hıristiyan kalplerin iyi
niyetlerinin...önündeki hiçbir engeli tanımadığı” bir
doktrinin vakur bir ifadesiydi.
Dini duygular, Hıristiyan devlet adamlığının kaynağı
değil midir? Bütün dertlerin evrensel çözümünün
Hıristiyan kalplerin iyi niyetlerinde olduğunu söyleyen
bir doktrin dini duygular üzerinde temellenmez mi?
Dini duyguların ifadesinin, eğer vakur bir ifade ise,
dini duyguların ifadesi olmaktan çıktığı doğru mudur?
Daha ileri gideceğim! “Devletin ve devlet otoritelerinin”
“büyük kötülüklere çare bulmak” konusundaki
kabiliyetini tartıştıran ve çareyi “Hıristiyan kalplerin
birliğinde” gören herhangi bir dini duygu, en aşırı
anlamıyla kibirli ve esrik bir duygu demektir. Ancak aşırı
derecede esrik dini duygular, kötülüğü –Prusyalımızın
yaptığı gibi– Hıristiyan ruhun eksikliğinde bulabilir.
Böylesi duygular, otoritelerin Hıristiyan ruhun
yeniden canlanabilmesinin tek aracı olan “öğütlere”
başvurmasını önerebilir. “Prusyalıya” göre, Hıristiyanlık
duygusu Konsey emrinin tek amacıdır. Dini duygular
–elbette esrik olduğunda, yani vakur olduğunda
değil– kendisinin tek iyi olduğunu sanır. Bir kötülükle
karşı karşıya geldiğinde bunu kendi yokluğuna atfeder;
çünkü eğer tek iyi kendisiyse, o halde tek başına iyi
olanı yaratabilir. Dolayısıyla dini duygularla dikte
edilen bir Konsey emri, mantıksal olarak dini duygulara
hükmeder. Vakur dini duygulara sahip bir politikacı,
kendi “şaşkınlığının...çaresini...Hıristiyanlık duygusunu
yeşertebilmek için sofu bir vaizin öğütlerinde” aramaya
kalkmaz.
O halde “Prusyalımız”, nasıl oluyor da Reforme
gazetesine konseyin emrinin dini duygulardan
kaynaklanmadığını göstermeye çalışıyor? Hem de
onu dini duygulardan kaynaklanan bir şey olarak tarif
199
ederek. Böylesi mantıksız bir zihinden, toplumsal
hareketlere dair öngörüde bulunması nasıl beklenebilir?
Şimdi onun Alman toplumunun işçi hareketiyle ve genel
olarak toplumsal reformla ilişkisi üzerine gevezeliklerini
dinleyelim.
“Prusyalımızın” yapmayı beceremediği şeyi yapalım ve
“Alman toplumu” ifadesinin kapsadığı çeşitli kategorileri
birbirinden ayırt edelim; hükümet, burjuvazi, basın
ve son olarak da işçilerin kendisi. Burada üzerinde
durduğumuz farklı kitleler işte bunlardır. “Prusyalı”,
bunları tek bir kitle içinde birleştiriyor ve sonra da
onları kendi yüce duruş noktasından toptan mahkum
ediyor. Ona göre Alman toplumu, “kendi reformunun bir
öngörüsüne bile sahip değil.”
Bu güdüde bu kadar eksikliği hissedilen nedir? Çünkü
diyor Prusyalı,
“Almanya gibi politik olmayan bir ülkede fabrika
bölgelerinin münferit sefaletini, bırakın bütün
bir uygar dünyaya bir felaket olarak duyurmayı,
evrensel bir kaygı olarak bile sunmak mümkün
değildir. Almanlar söz konusu olduğunda, bu
olaylar yerel yiyecek ve su kıtlıkları ile aynı
kategoride alınır. Buna uygun olarak, kral bu
durumu idarenin ya da hayırseverlik kurumlarının
bir başarısızlığı olarak görür.”
Dolayısıyla “Prusyalı”, işçilerin kötü durumuna dair bu
absürd yorumu politik olmayan bir ülkenin kendine
özgü doğasına dayanarak yapar.
İngiltere’nin politik bir ulus olduğu teslim edilecektir.
Dahası İngiltere’nin bir yoksulluk toplumu olduğu da
teslim edilecektir; işin kökeni İngiltere’dir. Dolayısıyla
İngiltere’deki durumun incelenmesi, politik bir toplumun
yoksullukla ilişkisini keşfetmenin en iyi yoludur.
İngiltere’de işçilerin sefaleti münferit değil evrensel bir
olgudur, fabrika bölgeleriyle sınırlı değildir ve kırsal
bölgelere kadar uzanır. İşçi hareketi çocukluk çağını
aşmıştır ve yaklaşık bir yüzyıldır dönemsel olarak
tekerrür etmektedir.
O halde İngiliz burjuvazisinin, hükümetinin ve basınının
yoksulluğa dair bakışı nedir?
İngiliz burjuvazisi yoksulluğu bir politika hatası
olarak gördüğü oranda, liberaller muhafazakarları,
muhafazakarlar ise liberalleri suçlar. Liberallere göre
Devlet asla, Prusyalının kralından beklediği
gibi, toplumsal kötülüklerin kaynağını “devlette
ve toplumun örgütlenmesinde” görmez...Radikal
ve devrimci politikacılar bile, kötülüklerin
nedenlerini devletin doğasında değil, yerine
başka bir biçimini geçirmek istedikleri belirli
bir devlet biçiminde bulur
yoksulluğun ana nedeni, toprak mülkiyeti tekeli ve tahıl
ithalatını yasaklayan yasalardır. Muhafazakar bakış
açısına göre ise sorun liberalizmden, fabrika sisteminin
yarattığı rekabetten ve fazlalıklardan kaynaklanır. Her iki
parti de yoksulluğun nedenini, politikanın kendisinde
değil diğer partinin politikasında bulur. Hiçbir parti,
toplumun bir bütün olarak reforme edilmesini hayal bile
etmez.
İngilizlerin –İngilizler derken İngiliz burjuvazisini
ve hükümetini kastediyoruz– yoksulluğa dair
kavrayışlarının en belirleyici ifadesini İngiliz Ekonomi
Politiği’nde, başka bir deyişle İngiltere ekonomisinin
durumunun bilimsel yansımasında buluruz.
Kinik Ricardo’nun öğrencisi ve İngiliz iktisatçılarının
en iyilerinden ve en ünlülerinden biri olan MacCulloch,
sadece şeylerin bugünkü durumuna aşinadır; ancak
burjuva toplumunun hareketi ile ilgili kapsamlı bir
görüşe sahip değildir. Bir açık toplantıda, alkışların
arasında Bacon’ın felsefe için söylediği şeyi ekonomi
politiğe uygulama cesaretini göstermişti:
“Yargısını doğru ve yorulmak bilmez bir bilgelikle
askıya alan, yavaş yavaş ilerleyen ve çalışmanın
conatus
200
seyrini sekteye uğratan dağ gibi engellerin sırasıyla
üstesinden gelebilen kişi, zamanla bilginin
doruğuna ulaşarak dinlenebilir, taze bir hava
soluyabilir, doğayı bütün bir güzelliği içinde
görebilir ve bu sayede çalışmanın son ayrıntılarına
kolay bir yoldan varabilir.”7
İngiliz bodrum katlarının bulaşıcı atmosferinin taze
havası! İngiliz yoksullarının şahane paçavralarının, işten
teni pörsümüş ve solmuş kadınların, gübre yığınları
üzerinde yatan çocukların, fabrikaların mekanik
monotonluğu içinde çok çalışmaktan bodur kalmış
ucubelerin muhteşem doğal güzelliği. Çalışmanın
en büyüleyici son ayrıntıları: fahişelik, cinayetler ve
darağaçları.
İngiliz burjuvazisinin yoksulluğun tehlikelerinin
bilincinde olan kısmı bile, hem tehlikeleri hem de
bunların çarelerini sadece münferit sorunlar olarak
görmekle kalmaz; –eğer açık açık söyleyecek olursak–
bunları çocukça ve absürd bir biçimde ele alır.
Bu yüzden, örneğin, “İngiltere’de Eğitimin Geliştirilmesi
için Alınan Son Tedbirler” adlı makalesinde Dr. Kay,
bütün bir sorunu eğitimin ihmal edilmesine indirger.
Nedenini tahmin etmek zor değil! Kay, işçilerin eğitim
yetersizliğinin “ticaretin doğal yasalarını”, yani zorunlu
olarak onları yoksulluğa düşüren yasaları anlamalarını
engellediğini öne sürer. Bu yüzden işçiler isyan eder. Ve
bu isyan, “İngiliz sanayisinin ve ticaretinin zenginliğine
gölge düşürebilir, iş adamları arasındaki karşılıklı güveni
zedeleyebilir, politik ve toplumsal kurumların istikrarını
azaltabilir.”
İngiliz burjuvazisi ve basını yoksulluk, yani İngiltere’nin
ulusal salgını konusunda aklını işte bu denli yitirmiş
durumdadır.
Bir anlığına, “Prusyalımızın” Alman toplumuna
yönelttiği eleştirinin haklı olduğunu varsayalım.
Bunun açıklamasının Almanya’nın politik olmayan
doğasında bulunabileceği doğru mudur? Ancak ya eğer
politik olmayan Almanya’daki burjuvazi, genel olarak
anlamı, kısmen zaman içinde periyodik olarak tekerrür
etmesiyle, kısmen alanının genişlemesiyle ve kısmen
de kendisini ortadan kaldırmaya dönük her çabanın
başarısız olmasıyla birlikte daha da görünür hale gelen
evrensel sefaletin genel önemi üzerinde açık olmayı
başaramıyorsa.
conatus
“Prusyalı”, Almanya’nın politik olmayan doğasını daha da
yermeye devam ediyor; çünkü Prusya Kralı yoksulluğun
nedenini “idarenin ve hayırseverlik kurumlarının
başarısızlığına” oturtuyor ve bu yüzden de yoksulluğa
çare bulması için idari ve hayırsever tedbirlere bel
bağlıyor.
Bu çözümleme Prusya kralına özgü müdür? Yoksulluğa
karşı büyük ölçekli bir girişimin varlığından
bahsedilebilecek olan tek ülke olan İngiltere’ye kısaca
tekrar bakalım.
Şu anki İngiliz Yoksulluk Yasaları, Elizabeth
dönemindeki 43 nolu yasaya dayanır. Bu yasa
yoksullukla uğraşmak için ne öneriyor? Papazları
kendi yoksul işçilerini desteklemeye zorlamak,
yoksullara yardım için toplanan yerel vergiler, yasal
hayır kurumları. İdarenin bahşettiği hayırseverlik:
İki yüzyıldır uygulanmakta olan yöntem zaten budur.
Uzun ve acı deneyimlerden sonra, 1834’teki yasa
değişikliğinde Parlamento nasıl bir görüşü sahiplenir?
Bu tasarı, yoksulluğun ürkütücü derecede artışının
“idare zafiyetinin” bir sonucu olarak açıklanmasıyla
başlar.
Bu yüzden yoksullara yardım için toplanan yerel
vergilerin yönetiminin, farklı kilise bölgelerinden
belirlenecek memurlar tarafından reforme edilmesi
öngörülür. Merkezi bir idare altında, yaklaşık olarak
20 kilise bölgesinden oluşacak olan bir birlik kurulur.
Belirlenmiş bir günde, vergi mükellefleri tarafından
seçilmiş olan memurlardan oluşan Muhafızlar Kurulu
birliğin merkezinde toplanır ve yardım alabilme
şartlarını düzenler. Somerset House’daki Merkez
Komite’den ya da bir Fransızın (Eugen Buret) uygun
biçimde icat ettiği gibi Yoksulluk Bakanlığı’ndan gelen
hükümet temsilcileri, bu kurullara başkanlık eder ve
bunları denetler. Bu şekilde yönlendirilen sermaye
miktarı, Fransa’daki Savaş Bakanlığı’nın ihtiyaç duyduğu
sermaye kadardır. Dolayısıyla yerel büroların sayısı
500’e yaklaşır ve bu büroların her biri en az 12 memur
çalıştırır.
İngiliz Parlamentosu idarenin biçimsel reformuyla
yetinmez.
İngiltere’deki ağır yoksulluk koşullarının ana nedeninin
Yoksulluk Yasası’nın kendisinde olduğu düşünülür.
Hayırseverliğin, toplumsal kötülüklerle başa çıkmanın
bu yasal yolunun kendisinin toplumsal kötülüklere yol
201
açtığı keşfedilir. Genel anlamda yoksulluğun, Malthus’un
teorisine uygun biçimde, sonsuz doğa yasalarından biri
olduğu varsayılır:
“Nüfus hiç durmaksızın artarak elde var olan
geçim araçlarını aşma riskini taşıdığı için,
hayırseverlik tam bir ahmaklık ve sefalete
davetiye çıkarmaktır. Dolayısıyla devlet, sefaleti
kendi kaderine bırakmaktan ve en çok muhtaç
olanların ölmesini kolaylaştırmaktan başka bir şey
yapamaz.”
İngiliz parlamentosu, bu hayırseverlik teorisi ile
yoksulluğun işçilerin kendilerinin yol açtığı bir sefalet
durumu olduğu ve bunun sonucu olarak da yoksulluğun
önlenmesi gereken bir talihsizlik değil, bastırılması ve
cezalandırılması gereken bir suç olduğu yönündeki
görüşü birleştirmiştir.
Bu sayede yoksullara yardım evleri kuruldu, yani muhtaç
durumda olanları açlıktan ölmekten kaçacak bir yer
aramaktan caydıracak şekilde düzenlenmiş yoksul evleri.
Bu evlerde hayırseverlik, burjuvazinin, kendisinden
hayırseverliğini dileyecek kadar çaresiz kalmışlara karşı
duyduğu kinle dahiyane biçimde birleştirilmiştir.
İngiltere, yoksulluğu ilk önce hayırsever ve idari
tedbirlerle ortadan kaldırmaya çalıştı. Sonradan
yoksulluğun giderek artmasını modern sanayinin
kaçınılmaz sonucu olarak değil, daha ziyade İngiliz
Yoksulluk Yasası’nın bir sonucu olarak görmeye başladı.
Evrensel ihtiyaç durumunu, sadece İngiliz yasasının
özgün bir niteliği olarak yorumladı. Daha önce
hayırseverliğin olmamasına bağlanan durum, artık aşırı
hayırseverliğe atfedilir oldu. Son olarak ihtiyaç, muhtaç
ve cezayı hak etmiş olanların hatası olarak görüldü.
Yoksulluk deneyiminden politik İngiltere’nin
çıkarabildiği genel ders şöyle özetlenebilir. Tarihin
seyri içinde ve tüm idari tedbirlere rağmen, yoksulluk,
dallanıp budaklanan ve giderek yaygınlaşan idari bir
sistemin, ancak artık yoksulluğu yok etmeyi değil
sadece disiplin altına almayı ve sürdürmeyi hedefleyen
bir sistemin kaçınılmaz olarak nesnesi haline gelmiş
olan ulusal bir kuruma dönüşmüştür. Bu idari sistem,
yoksulluğu pozitif tedbirler yoluyla kaynağında
durdurmak yönündeki bütün girişimleri terk
etmiştir; kendisini sadece, bürokrasinin önüne birden
çıkıverdiğinde yoksulluk için büyük bir nezaketle bir
mezar hazırlamakla sınırlandırmıştır. İdari ve hayırsever
tedbirlerin bırakın ötesine geçmeyi, İngiliz devleti çok
daha ilkel bir pozisyona gerilemiştir. İdari bahşişlerini
sadece, yakalanmayı ve hapse atılmayı göze alacak kadar
çaresiz olmaktan kaynaklanan yoksulluğa dağıtır.
Şimdiye kadar “Prusyalı”, Prusya kralının sahiplendiği
yöntemin herhangi bir özgün yanını göstermeyi
başaramadı. Ancak neden şimdi bu büyük adam,
az görülür bir naiflikle bu kadar hayrete düşüyor?
“Kral, neden tek bir hamlede bütün yetim çocukların
eğitilmesini buyurmuyor?” Neden ilk önce planlarını ve
önerilerini istemek üzere otoritelere dönsün ki?
Bu çok zeki “Prusyalımız”, Prusya kralının diğer
davranışlarının olduğu gibi bu davranışının da hiç özgün
olmadığını fark ettiğinde yeniden sakinleşebilir. Aslında
kral, zaten devletin başındakiler için açık olan tek yolu
takip ediyor.
Napolyon dilencilikten tek bir hamlede kurtulmak
istemişti. Memurlarına, bütün bir Fransa’da dilenciliğin
kaldırılmasına yönelik planlar hazırlamalarını buyurdu.
Ancak proje ertelendi; Napolyon sabrını yitirmeye
başladı, İçişleri Bakanı Cretet’e yazdı ve ona bir ay içinde
dilenciliği ortadan kaldırmasını emretti. Şöyle diyordu:
“Hiç kimse, gelecek nesillere bizi hatırlatacak
izler bırakmadan hayatı terk etmemelidir. Bilgi
toplamak için bir üç ya da dört ay daha istemeyin;
genç avukatlara, zeki valilere, yolları ve köprüleri
inşa edebilecek uzman mühendislere sahipsiniz.
Hepsini harekete geçirin; rutin büro işlerinin uyku
getiren atıllığına düşmeyin.”
Birkaç ay içinde her şey hazırdı. 5 Temmuz 1808’de,
dilenciliği ortadan kaldıran yasa yürürlüğe girdi. Ancak
hangi araçlarla? Hızla ceza kurumlarına dönüşen,
böylelikle de yoksulların sadece bir polis mahkemesi
yoluyla ulaşabildiği depolar aracılığıyla. Buna rağmen,
yasama organı üyelerinden M. Noailles du Gard şöyle
diyebilmişti:
“Muhtaç olanlara barınak, yoksullara geçim
araçları sunan kahramanlara sonsuz şükranlarımı
sunuyorum. Çocukluk artık terk edilmeyecek,
yoksul aileler kaynak sıkıntısı çekmeyecek, işçiler
conatus
202
işsiz ve ödülsüz kalmayacak. Nos pas ne seront plus
arretes par l’image degoutante des infirmites et de
la honteuse misere. [Korkunç hastalık manzaraları,
utanç verici sefalet artık bize köstek olmayacak.]”
Bu methiyede gerçeği ifade eden tek şey, sondaki kinik
cümledir.
Eğer Napolyon danışmak için avukatlarına, valilerine ve
mühendislerine dönebiliyorsa, Prusya kralı neden kendi
otoritelerine dönemiyor?
Napolyon, neden tek bir hamleyle dilenciliğin ortadan
kaldırılmasını buyuramadı? Bu soru, Prusyalımızın
“Neden kral tek bir hamlede bütün yetim çocukların
eğitilmesini buyuramıyor” sorusu kadar geçerli bir
sorudur. “Prusyalı” kralın buyurmak zorunda olduğu
şeyi gerçekten anlıyor mu? Proletaryanın ortadan
kaldırılmasının ötesinde bir şey yoktur. Çocukları
eğitebilmek için, önce onları besleyebilmeniz ve onları
hayatlarını kazanma ihtiyacından kurtarmanız gerekir.
Geleceğin bütün bir proletaryasının beslenmesi
ve eğitimi, proletaryanın ve yoksulluğun ortadan
kaldırılması demektir.
Bir seferliğine, Kongre yoksulluğun ortadan
kaldırılmasını buyurabildi; elbette “Prusyalının” kraldan
beklediği gibi “tek bir hamlede” değil, ancak Kamu
Güvenliği Komitesine gerekli planları ve önerileri
hazırlamasını emrettikten ve bu komite Kurucu Meclisin
Fransa’daki yoksulluk durumuna dair yaptığı geniş
araştırmadan yararlandıktan ve Barer yoluyla “Livre de
conatus
beinfaisance nationale” (Ulusal Hayırseverlik Kayıtları)
oluşturulmasını teklif ettikten sonra. Kongre kararı
neyi başarmıştı? Dünyadaki kararlara sadece bir tanesi
daha eklenmişti ve bir yıl sonra açlık çeken bir kadın
Kongre’yi soru yağmuruna tutmuştu.
Ancak Kongre azami politik enerjinin, politik gücün ve
politik anlayışın bir ifadesiydi.
Dünyadaki hiçbir hükümet, tek bir hamlede ve
otoritelere danışmadan yoksullukla ilgili bir buyruk
çıkarmamıştır. Hatta İngiliz parlamentosu, denenmekte
olan farklı idari çözüm yollarını keşfedebilmek için
Avrupa’daki bütün ülkelere elçiler göndermiştir. Ancak
yoksulluğu ciddiyetle ele alma çabasında, her hükümet
kısa bir sürede hayırsever ve idari tedbirlere çarpmış ya
da bundan daha da ilkel bir konuma gerilemiştir.
Devletler başka türlüsünü yapabilir mi?
Devlet asla, Prusyalının kralından beklediği gibi,
toplumsal kötülüklerin kaynağını “devlette ve toplumun
örgütlenmesinde” görmez. Politik partilerin olduğu
yerde her bir parti, toplumun her kusurunu kendisi
yerine rakibinin devlet yönetiminde bulunmasına bağlar.
Radikal ve devrimci politikacılar bile, kötülüklerin
nedenlerini devletin doğasında değil, yerine başka bir
biçimini geçirmek istedikleri belirli bir devlet biçiminde
bulur.
Politik bir bakış açısından, devlet ve toplumun
örgütlenmesi iki farklı şey değildir. Devlet, toplumun
örgütlenmesidir. Devlet, toplumsal hoşnutsuzlukların
varlığını kabul ettiği oranda bunların kökenini, ya
insan iradesinin üzerinde hiç kontrolü olmadığı
doğa yasalarına ya da devletten bağımsız olan özel
hayata, kendisine bağımlı olan idarenin işleyişindeki
bozukluklara oturtur. Dolayısıyla İngiltere yoksulluğu,
nüfusun her zaman elde var olan geçim araçlarının
miktarını aşmak zorunda olduğunu söyleyen doğa yasası
ile temellendirir. Başka bir bakış açısından, yoksulluğu
yoksulların kötü niyetinin bir sonucu olarak görür.
Tıpkı Prusya kralının, yoksulluğu zenginlerin Hıristiyan
olmayan duyguları açısından açıklaması ve Kongre’nin
ise, yoksulluğu mülk sahiplerinin karşı devrimci ve
şüpheli tavırları açısından açıklaması gibi.
Bu yüzden İngiltere yoksulları cezalandırıyor, Prusya
kralı zenginlere öğüt veriyor ve Kongre mülk sahiplerini
suçluyor.
Son olarak bütün devletler, nedeni idarenin tesadüfi
203
ve iradi kusurlarında bulur ve bu yüzden de idari
tedbirlerde çare aranır. Neden? Çünkü idare, devletin
örgütleyici aktörüdür.
İdarenin hizmetleri ve iyi niyetleri ile sahip olduğu
araçlar ve güç arasındaki çelişki, devlet kendisini
ortadan kaldırmadıkça yok edilemez; çünkü devlet bu
çelişki üzerine kuruludur. Kamusal ile özel hayat, genel
ve özel çıkarlar arasındaki çelişki üzerine kuruludur.
Devletin gücünün kapsamı sivil hayat ve işin başladığı
yerde bittiği için, devlet kendini biçimsel ve negatif
etkinliklerle sınırlamalıdır. Gerçekten de sivil hayatın,
özel mülkiyetin, ticaretin, sanayinin, sivil hayatta
farklı gruplar arasında süregiden karşılıklı yağmanın
toplumsal olmayan doğasını düşündüğümüzde,
idareyi yöneten doğa yasasının beceriksizlik olduğu
açık hale gelir. Çünkü, köleci sivil toplumun antik
uygarlıktaki devletin doğal temeli olması gibi, sivil
toplumun parçalanması, ahlaksızlığı ve köleliği de modern
devletin doğal temelidir. Devletin varoluşu köleliğin
varoluşundan ayrılamaz. Antik uygarlıktaki devlet ve
kölelik –yani açık ve samimi klasik antitezler– modern
devlet ve acımasız modern iş dünyası –yani mutaassıp
Hıristiyan antitezi– kadar birbirine sıkıca bağlı değildir.
Eğer modern devlet, idaresinin beceriksizliğini ortadan
kaldırmayı arzu ediyorsa, bugünkü özel hayatı da
ortadan kaldırmak zorundadır. Ve özel hayatı ortadan
kaldırabilmek için kendisini ortadan kaldırmalıdır;
çünkü devlet, sadece özel hayatın antitezi olarak var olur.
Ancak yaşayan hiçbir kişi, varoluşunun kusurlarının
kendi yaşamının ilkesine, özsel doğasına dayandığını
kabul etmez; aksine bunların kendi yaşamının dışındaki
koşullara oturtulması gerekir. İntihar doğaya aykırıdır.
Dolayısıyla devlet kendi idaresinin, başka bir deyişle
kendisinin özgül beceriksizliğine inanmaz. Sadece
idaresinin biçimsel ve rastlantısal kusurlarını algılar
ve bunlara çare bulmaya çalışır. Eğer bu müdahaleler
işe yaramazsa o zaman bu, toplumsal sorunların
insandan bağımsız doğal kusurlar olduğunu, Tanrının
bir yasası olduğunu ya da özel bireylerin iradesinin
idarenin iyi niyetlerini yarı yarıya karşılamaya bile
yetmeyecek kadar yozlaşmış olduğunu gösterir. Bunlar
ne kadar da münasebetsiz insanlar! Özgürlüğe sınırlar
getirdiğinde hükümetle ilgili homurdanır dururlar, hem
de hükümetten bu özgürlüğün kaçınılmaz sonuçlarını
engellemesini beklerler!
Bir devlet ne kadar güçlü ise ve dolayısıyla bir toplum
ne kadar daha politikse, toplumsal sorunları yöneten
genel ilkeyi ve bunların nedenlerini devlet ilkesine,
başka bir deyişle devletin etkin, öz-bilinçli ve resmi
ifadesini oluşturduğu fiili toplumsal örgütlenmeye
bakarak açıklamaya o kadar daha az eğilimlidir. Politik
anlayışın sadece politik anlayış olmasının nedeni,
düşüncesinin politikanın sınırlarını aşmamasıdır. Bu
anlayış, ne kadar keskin ve canlı ise, toplumsal sorunları
anlayabilmek konusunda o kadar yetersizdir. Politik
anlayışın klasik dönemi Fransız Devrimi’dir. Devlet
ilkesini bütün toplumsal sorunların kaynağı olarak
tanımlamak bir yana, Fransız Devrimi’nin kahramanları
toplumsal sorunları politik sorunların kaynağı olarak
görüyordu. Dolayısıyla Robespierre, aşırı zenginliği
ve aşırı yoksulluğu saf demokrasinin önünde bir engel
olarak gördü. Bu yüzden, Spartalılara özgü evrensel
bir kanaatkarlık sistemi kurmak istedi. Politikanın
ilkesi iradedir. Politik anlayış ne kadar tek yanlı ise
–başka bir deyişle ne kadar mükemmel ise– iradenin
muktedirliğine inancı o kadar tamdır; iradenin doğal
ve ruhsal sınırlarını anlamaktan ne kadar uzak ise
toplumdaki kötülüklerin asıl kaynağını keşfetmek
konusunda o kadar yetersiz kalır. “Prusyalının”, “politik
anlayışın...Almanya’daki toplumsal ihtiyacın köklerini
açığa çıkarmayı amaçladığını” öne sürerken kendini boş
hayallere kaptırdığını kanıtlamak için daha fazla bir şey
öne sürmeye gerek yok.
Prusya kralından Kongre’nin ve Napolyon’un birlikte
bile sahip olmadığı bir güç ortaya koymasını beklemek
saçmalıktır; kraldan bütün politik sınırları kesen bir
vizyon, zeki “Prusyalımızın” da tıpkı kralı gibi sahip
olmadığı bir vizyon edinmesini beklemek saçmalıktır.
Bildirinin bütünü, “Prusyalımızın” da kabul ettiği gibi
daha da saçmadır:
“Güzel sözler ve güzel duygular ucuzdur,
öngörü ve başarılı adımlar ise değerlidir, bu
durumda değerli olmanın da ötesinde oldukça
bulunmazdırlar.”
Eğer oldukça bulunmazlarsa, verili bir durumda mümkün
olan her şeyi yapmaya çalışan herkesin çabalarını
kabul edebilmeliyiz. “Ucuz”, “değerli”, “değerli olmanın
ötesinde”, “bulunmaz” gibi bir ticari jargonun “güzel
conatus
204
sözler” ve “güzel duygular” kategorisine girip girmediğini
belirlemeyi ise okuyucunun nezaketine bırakıyorum.
“Prusyalının” Alman hükümeti ve Alman burjuvazisi
–bu ikincisi muhtemelen “Alman toplumuna”
dahil edilmeli– hakkında işaret ettiği şeylerin iyi
temellendirilmiş olduğunu kabul etsek bile, bu gerçekten
de toplumun bu kesiminin kafasının Almanya’da
İngiltere ve Fransa’da olduğundan daha karışık olduğu
anlamına gelir mi? Örneğin, kafa karışıklığının
sistemin içine inşa edildiği İngiltere’de olduğundan
daha büyük bir kafa karışıklığı olabilir mi? Eğer bugün
İngiltere’nin her yerinde işçi ayaklanmaları patlak verse,
burjuvazi ve hükümet 18. yüzyılın üçüncü çeyreğinde
izleyebilecekleri yollardan daha iyi yollar bulabilir mi?
Tek çözümleri fiziksel zordur ve fiziksel zorun etkililiği
yoksulluğun büyümesi ve proletaryanın anlayışının
gelişmesine göre geometrik oranla düştüğü için,
İngilizlerin kafa karışıklığı da geometrik oranda artar.
Son olarak, Alman burjuvazisinin Silezya’daki
ayaklanmanın genel önemini hiç anlayamadığı olgusal
olarak yanlıştır. Pek çok şehirde, yöneticiler ustaları
yanlarına çekmek için çabalıyor. Bütün liberal Alman
gazeteleri, liberal burjuvazinin organları emeğin
örgütlenmesi, toplumun reformu, tekellerin ve rekabetin
eleştirisi ile ilgili laflarla dolup taşıyor. Bunların hepsi
işçi hareketinin bir sonucu. Trier, Aachen, Cologne,
Wessel, Mannheim, Breslau ve hatta Berlin gazeteleri,
Prusyalımızın da gerçekten yararlanabileceği,
toplumsal sorunlar üzerine oldukça makul yazılar
yayımlıyor. Gerçekten de Almanya’dan gelen mektuplar,
burjuvazinin toplumsal fikirlere ve eğilimlere direnç
göstermemesi karşısındaki şaşkınlığı ifade ediyor.
Eğer “Prusyalı” toplumsal hareketlerin tarihi konusunda
daha fazla deneyim sahibi olsaydı, soruyu tersten
sorardı. Neden Alman burjuvazisi, münferit ve kısmi
sorunlara böyle göreli bir evrensel önem atfediyor?
Proletaryanın politik burjuvazinin kinine ve kinizmine
böylesi maruz kalması gerektiğini, politik olmayan
burjuvazinin ise proletaryaya böylesi sempati duyması ve
direnç göstermemesi gerektiğini nasıl açıklayabiliriz?
Vorwarts! No.64, 10 Ağustos 1844
Prusyalının Alman işçileri ile ilgili kehanette bulunur
gibi ettiği sözlere gelelim:
conatus
“Alman yoksullar (Prusyalının zekice gözlemlediği
gibi) zavallı Almanlardan daha zeki değildir;
başka bir deyişle evlerinin, fabrikalarının ya da
oturdukları bölgenin ötesine asla bakmazlar:
Siyasetin her yana yayılan ruhu onlara hiç
dokunmamıştır.”
Alman işçilerinin durumunu İngiliz ve Fransız işçileri
ile karşılaştırabilmek için Prusyalı, Fransız ve İngiliz işçi
hareketinin ilk oluşumunu ve başlangıcını yeni doğmuş
olan Alman işçi hareketi ile karşılaştırmış olmalıydı.
Bunu yapmayı başaramıyor. Dolayısıyla iddiasının
bütünü, örneğin Almanya’da sanayinin İngiltere’ye göre
daha az gelişmiş olduğu ya da hareketin başlangıcının
sonraki gelişiminden farklı göründüğü gibi vasat
gözlemlerle aynı değeri taşıyor. Alman işçi hareketinin
özgün doğası üzerine konuşmayı istemişti; ama konu
üzerine söylediği tek bir sözcük bile yok.
Meseleyi doğru bir görüş açısından ele almalı. Böyle
olmuş olsa, hiçbir Fransız ya da İngiliz ayaklanmasının
Silezyalı dokumacıların isyanının taşıdığı teorik ve
bilinçli karakteri taşımadığını görmüş olurdu.
Dokumacıların Şarkısı [Heinrich Heine tarafından
yazıldı], bu cesur savaş çığlığı evden, fabrikadan ya da
yaşanılan bölgeden bahsetmez bile; aksine bu şarkıda
proletarya, özel mülkiyet toplumuna karşıtlığını en
kararlı, saldırgan, amansız ve güçlü biçimde ifade
eder. Silezya isyanı, Fransız ve İngiliz işçilerininkinin
bittiği yerde başlar, yani proletaryanın doğasına dair
bir anlayışla. Bu üstünlük, olayın bütününe damgasını
vurur. Sadece işçilerin rakibi olan makinelerin tahrip
edilmesiyle kalınmaz; muhasebe defterleri, mülkiyet
hakları da ortadan kaldırılır ve diğer bütün hareketler
saldırılarını görünür bir düşmana, yani sanayicilere
yönlendirirken Silezyalı işçiler gizli düşmana,
bankacılara yönelmişlerdir. Sonuç olarak, İngiliz
işçilerinin ayaklanmalarının bir teki bile böylesi bir
cesaretle, öngörüyle ve dayanıklılıkla sürdürülememiştir.
Alman işçilerinin eğitim düzeyi ve kapasitesiyle ilgili
olarak, burada Weitling’in, uygulamaya geçtiğinde ne
kadar kusurlu olursa olsun, teorik bir bakış açısından
Proudhon’u aşan dahiyane yazılarına değinmek
istiyorum. Burjuvazinin kurtuluşu, yani politik
kurtuluşu üzerine burjuvazi –bütün filozofları ve
düşünürleri ile– Weitling’in “Uyumun ve Özgürlüğün
205
Güvenceleri”nin yanına ne koyabilir gerçekten? Alman
politik literatürünün mütevazı ve ağırbaşlı aleladeliğini
Alman işçilerinin bu muazzam ve dahiyane edebi
çıkışı ile karşılaştırdığımızda, proletaryanın bu devasa
çocuk şovlarını Alman burjuvazisinin yırtık pırtık
ayakkabılarının cüceliği ile karşılaştırdığımızda,
bu Alman Cinderella’sını capcanlı bir geleceğin
beklediğini öngörebiliriz. İngiliz proletaryasının Avrupa
proletaryasının iktisatçısı, Fransız işçisinin ise politikacısı
olması gibi Alman proletaryasının da teorisyeni
olduğunu teslim etmeliyiz. Almanya’nın toplumsal
devrim kapasitesinin politik devrim konusundaki
yeteneksizliği kadar klasik olduğu teslim edilmeli. Nasıl
ki Alman burjuvazisinin acizliği Almanya’nın politik
acizliği demekse, Alman proletaryasının –Alman
teorisinden ayrı olarak– kapasitesi de Almanya’nın
toplumsal kapasitesi demektir. Almanya’nın felsefi
ve politik gelişimi arasındaki eşitsizlik olağandışı bir
şey değildir. Bu zorunlu bir eşitsizliktir. Felsefi bir
ulus, kendi doğasıyla uyum içinde bir praksisi ancak
sosyalizmde keşfedebilir ve kendi kurtuluşunun etkin
aktörünü ancak proletaryada bulabilir.
Ancak şu anda, “Prusyalıya” Alman toplumu ve
toplumsal devrim arasındaki ilişki üzerine ders verecek
ve bu ilişkinin bir yandan Alman burjuvazisinin
sosyalizme karşı dermansız tepkisini ve öte yandan
da Alman proletaryasının sosyalizme dair dahiyane
yeteneklerini açıkladığını gösterecek ne zamanım ne
de isteğim var. Bu olguyu anlamak için gerekli olan
ön bilgileri, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’ne
yazdığım Giriş’te bulabilir.
Dolayısıyla Alman yoksullarının zekiliği, zavallı
Almanların zekâsına ters orantılıdır. Ancak, her şeyi
toplum önünde üslup denemeleri yapmanın fırsatı
olarak gören insanlar, bu tür biçimsel etkinliklerle
içeriğin tahrifine yol açarlar ve tahrif edilmiş içerik,
biçime vülgerliğin damgasını vurur. Dolayısıyla
“Prusyalının” Silezya’daki isyanı biçimsel bir antitez
içinde tartışma çabası, onu hakikatin en büyük
antitezine götürür. Silezya isyanının ilk patlak vermesi
karşısında, hakikati düşünen ve seven hiç kimse bu
olayda disiplinli öğretmen rolü oynamayı ilk görevi
olarak göremez. Aksine görevi, olayın özgün karakterini
keşfedebilmek için üzerine çalışmak olmalıdır. Elbette
bu bilimsel bir anlayışı ve belli bir insanlık sevgisini
gerektirirken, diğer yoldan gitmek sadece kendi kendini
aşırı sevme duygusuyla dopdolu bir hazır anlatım
biçimini gerektirir.
“Prusyalı”, Alman işçilerine neden bu kadar
küçümseyerek bakıyor? Çünkü “bütün sorunun”
–işçilerin kötü durumunun– “politikanın her yana
yayılmış ruhundan henüz hiç nasibini almamış” olmak
olduğuna inanıyor. Politikanın ruhuna duyduğu aşkı
şöyle ifade ediyor:
“İnsanın topluluğundan ve düşüncelerinin
ise toplumsal ilkelerden feci yalıtılmışlığının
körüklediği bütün isyanlar, kan revan ve
anlayışsızlık içinde sindirilmeye mahkumdur.
Ancak ihtiyaçlar anlamayı zorladığında ve
Almanyalının politik anlayışı toplumsal ihtiyacın
köklerini keşfettiğinde Almanya’da bile bu
olaylar büyük bir ayaklanmanın belirtisi olarak
görülecektir.”
Her şeyden önce, “Prusyalının” biçemsel bir yorumda
bulunmamıza izin vermesini umuyoruz. Prusyalının
antitezi eksik kalmıştır. İlk bölüm şunu öne sürer:
İhtiyaçlar anlamayı zorladığında. İkinci bölüm ise şöyle
devam eder: Politik anlayış toplumsal ihtiyacın köklerini
keşfettiğinde. Antitezin ilk bölümünün basit anlayışı,
birinci bölümdeki basit ihtiyacın sonradan toplumsal
ihtiyaca dönüşmesi gibi, ikinci bölümde politik anlayışa
dönüşür. Biçem ustamız, antitezinin iki yarısına neden
bu kadar dengesiz ağırlık verir? Bu konu üzerinde
düşündüğünü sanmıyorum. Esas dürtüsünü ona
açıklamalıyım. Eğer “toplumsal ihtiyaç politik anlayışı
üretir ve politik anlayış toplumsal ihtiyacın köklerini
keşfettiğinde” demiş olsaydı, hiçbir tarafsız okuyucu bu
antitezin mantık dışı olduğunu görmeden edemezdi.
Politik bir bakış açısından, devlet ve toplumun
örgütlenmesi iki farklı şey değildir. Devlet,
toplumun örgütlenmesidir
conatus
206
İlk olarak, herkes adı belli olmayan yazarın, en basit
mantığın bile gerektireceği şekilde, toplumsal anlayışı
toplumsal ihtiyaçla ve politik anlayışı da politik ihtiyaçla
neden ilişkilendirmediğini sorardı. Ancak asıl konuya
gelelim!
Toplumsal ihtiyacın politik anlayışı ürettiği tamamen
yanlıştır. Aslında, politik anlayışın toplumsal zenginlikle
üretildiğini söylemek daha doğru olur. Politik anlayış
tinsel bir şeydir, yani zaten kadifenin üstünde oturan
kimseye verilen bir şeydir. Prusyalımız, bir Fransız
iktisatçısı olan M. Michael Chevalier’in konu üzerine
söylediklerini dikkate almalı:
“1789’da burjuvazi ayaklandığı sırada, özgürlüğü
ile ilgili eksik olan tek şey yönetime katılma
hakkıydı. Kurtuluş; kamu işlerinin, yüksek sivil,
askeri ve dini görevlerin bunları tekelinde tutan
ayrıcalıklı sınıfın elinden alınması anlamına
geliyordu. Zengin ve aydınlanmış, kendine yeterli
ve kendi işlerini idare edebilir olması sayesinde
burjuvazi, keyfi yönetimin pençelerinden
kurtulmak istiyordu.”
Prusyalıya, politik anlayışın toplumsal ihtiyacın
kaynağını keşfetmek konusunda ne kadar yetersiz
olduğunu zaten göstermiştik. Bu konu üzerindeki
düşüncesi üzerine son birkaç söz edelim. Bir ulusun
politik anlayışı ne kadar gelişmiş ve kapsayıcı ise,
proletarya da bütün enerjisini –en azından hareketin
ilk aşamalarında– anlamsız ve sonu olmayan, kana
bulanan ayaklanmalarda o kadar çok heba eder. Çünkü
politik açıdan düşünür, iradeyi bütün kötülüklerin
anası olarak görür; gücü ve devletin belli bir biçiminin
devrilmesini ise evrensel çare olarak düşünür. Kanıt:
Fransız proletaryasının ilk isyanları.8 Lyon’daki işçiler,
amaçlarının tamamen politik olduğunu düşündüler,
kendilerini sadece cumhuriyetin askerleri olarak
gördüler; oysa gerçekte sosyalizmin askerleriydiler.
Dolayısıyla politik anlayışları toplumsal sefaletlerinin
köklerini sakladı, gerçek amaçlarına dair düşüncelerini
çarpıttı; politik anlayışları toplumsal dürtülerini kandırdı.
Ancak “Prusyalı” anlayışın sefaletin bir sonucu olmasını
bekliyorsa, “kan içinde sindirilme” ile “anlayışsızlık
içinde sindirilme”yi neden özdeşleştiriyor? Eğer sefalet
anlayış geliştirmenin bir aracıysa, o halde kanlı bir kıyım
conatus
bir amacın çok aşırı bir aracı olmalıdır. Bu durumda
Prusyalının, kan revan içinde sindirilmenin anlayışsızlığı
engellediğini ve anlayışa taze bir soluk kazandırdığını
iddia etmesi gerekir.
Prusyalı ise, “insanın topluluğundan ve düşüncesinin
toplumsal ilkelerinden yalıtılması” ile körüklenen
ayaklanmaların sindirileceğini öngörüyor.
Silezya ayaklanmasında düşüncelerin toplumsal
ilkelerden ayrılığının söz konusu olmadığını gösterdik.
Geriye “insanın topluluğundan feci yalıtılmışlığı”
kalıyor. Burada toplulukla kastedilen politik topluluk,
devlettir. Bu, politik olmayan Almanya hakkındaki eski
bir nakarattır.
Ancak istisnasız bütün isyanlar, köklerini insanın
topluluğundan feci yalıtılmışlığından almaz mı? Her
isyan zorunlu olarak yalıtılmışlığı varsaymaz mı? Eğer
Fransa vatandaşları feci bir şekilde topluluklarından
yalıtılmış olduklarını hissetmeseydi, Fransız Devrimi
gerçekleşir miydi? Amaçları bu yalıtılmışlığın ortadan
kaldırılmasıydı.
Ancak işçilerin yalıtılmış bulundukları topluluk, hem
gerçeklik hem de kapsam açısından politik topluluktan
oldukça farklıdır. Kendi emeğinin işçiyi ayırdığı topluluk
hayatın kendisidir, fiziksel ve ruhsal hayat, insan ahlakı,
insan etkinliği ve insan doğasıdır. İnsan doğası, insanın
gerçek topluluğudur. İnsanın bu doğadan feci bir
şekilde yalıtılması, politik topluluktan yalıtılmasından
karşılaştırılamayacak kadar nasıl daha geniş kapsamlı,
dayanılmaz, berbat ve çelişkili ise, bu yalıtılmışlığın aşılması
ve hatta buna karşı herhangi bir kısmi tepki ya da isyan
da o kadar güçlüdür; tıpkı insanın vatandaştan ve insan
hayatının da politik hayattan daha önemli olması gibi.
Dolayısıyla bir sanayi ayaklanması ne kadar sınırlı olursa
olsun kendi içinde evrensel bir ruh taşır ve tersine politik
bir ayaklanma ne kadar evrensel olursa olsun muazzam
görüntüsü açtığı daracık çatlağı gizler.
“Prusyalı”, aşağıdaki cümleyle yazısını ona yakışacak
biçimde bitirir:
“Politik bir ruhu olmayan bir toplumsal devrim
(başka bir deyişle bütünlük açısından onu
örgütleyecek temel bir öngörüsü olmayan bir
devrim) imkansızdır.”
Görmüş olduğumuz gibi toplumsal bir devrim bütünsel
bir bakış açısına sahiptir; çünkü –tek bir fabrika
207
bölgesiyle sınırlı olsa bile– insanın insanlığını yitirmiş
bir hayata karşı çıkışını temsil eder; çünkü özgün ve
gerçek bireyden hareket eder; çünkü birey insanın gerçek
topluluğundan, insan doğasından ayrı düştüğü için
tepki gösterir. Aksine, devrimin politik ruhunu veren,
politik iktidara sahip olmayan sınıfların devletten ve
iktidardan yalıtılmışlıklarına son verme istekleridir.
Politik devrimin bakış açısı devletin, yani ancak gerçek
hayattan ayrılmış olmasıyla var olabilen ve evrensel
idea ile insanın bireysel varoluşu arasında örgütlü bir
antitezin olmadığı bir durumda asla düşünülemeyecek
olan soyut bir bütünlüğün bakış açısıdır. Politik ruhun
sınırlı ve çelişkili doğasına uygun olarak bu ruhun ilham
ettiği devrim, toplum içinde toplum pahasına egemen
bir grubun oluşmasını örgütler.
Prusyalıya, “politik ruhu olmayan toplumsal devrimin”
doğasının sırrını açıklayalım. Dolayısıyla, laflarının bile
politik dar görüşlülüğün ötesine geçemediği sırrını da
ona açıklamış olalım.
Eğer “Prusyalı” bir yandan toplumsal devrime toplumsal
bir ruhtan ziyade politik bir ruh atfederken öte yandan
da “toplumsal” devrimle politik devrime karşıt olarak
“toplumsal” olan bir devrimi kastediyorsa, politik
bir ruhu olan “toplumsal” bir devrim çok parçalı
bir saçmalıktan başka bir şey değildir. Ya da “politik
ruhu olan toplumsal bir devrim”, çoğunlukla “politik
devrim” ya da “salt ve basit bir devrim” denilen şeyi
başka sözlerle ifade etmekten başka bir şey değildir. Her
devrim, toplumsal bir nitelik taşıdığı oranda eski toplum
düzenini çözer. Her devrim, politik bir nitelik taşıdığı
oranda eski egemen iktidarı alaşağı eder.
“Prusyalı”, bu tekrar ile saçmalık arasında bir tercih
yapmalı. Ancak politik ruhu olan toplumsal bir devrim
ister bir tekrar isterse bir saçmalık olsun, toplumsal
bir ruhu olan politik bir devrimin ussallığı konusunda
hiç şüphe yoktur. Bütün devrimler –var olan egemen
iktidarın yıkılması ve eski düzenin çözülüşü– politik bir
eylemdir. Ancak, devrim olmadan sosyalizm mümkün
olamaz. Devrim, yıkıma ve çözmeye ihtiyaç duyduğu
kadar bu politik eyleme de ihtiyaç duyar. Ancak
örgütleyici işlevi başlar başlamaz ve amacı, ruhu ortaya
çıkar çıkmaz sosyalizm politik maskesini çıkarıp kenara
fırlatır.
Tek bir gazete yazısında saklı bulunan hataların
ördüğü ağı yırtabilmek için böylesi uzun bir toparlama
gerekliydi. Her okuyucu, böylesi edebi dalaverelerle
uğraşabilecek kadar eğitimli olmayabilir ya da buna
zamanı olmayabilir. Bunu düşünürsek, adı belli olmayan
“Prusyalımız” okuyucu kamuoyuna, politik ve toplumsal
meseleler üzerine yazmayı bırakıp, Almanya’nın
durumuyla ilgili şatafatlı sözler etmekten vazgeçip
kendini kendi üzerine bir vicdan muhasebesi yapmaya
adamayı borçlu değil midir?
Karl Marx, Critical Notes on the Article “The King of
Prussia and Social Reform. By a Prussian”
Vorwarts!, No.63, August 7 1844, www.marxists.org/
archive/marx/works/1844/08/07.htm
Marx’ın notu: Bazı özel durumlar, beni bu makalenin Vorwarts!’a
yazdığım ilk yazı olduğunu belirtmeye zorunlu bırakıyor.
Bu iki bölümlük makale, Marx’ın eski yayımcısı Arnold Ruge’a,
yani Vorwarts!’ın 60. sayısında Silezyalı dokumacıların isyanını
genel olarak önemsemeyen ve sorunlara müdahale etmek için
devletin girişimiyle reformlar yapılmasını isteyen adı bilinmeyen
“Prusyalı”ya bir yanıt olarak yazıldı. Marx bu makaleyi, Ruge’dan
kopuşunu açıklığa kavuşturmak, Ruge’un devlet reformu yönündeki
düşüncelerini eleştirmek ve adı bilinmeyen “Prusyalı”nın kendisi
olmadığını netleştirmek için yazmıştı. (Marx’ın doğduğu Ren
bölgesi, Napolyon savaşlarından sonra Prusya’ya verilmişti.) Her iki
bölüm de, Paris’te Temmuz 1844’te yazıldı.
2
Silezyalı dokumacıların 4-6 Temmuz günlerindeki isyanı,
Almanya’nın gördüğü tarihe geçmiş ilk işçi-kapitalist mücadelesiydi.
3
La Reforme: Paris’te 1843-50 arasında yayımlanan demokratik
cumhuriyetçi gazete.
4
Marx: Şu biçem ve gramer saçmasına dikkat edin: “Ne kral ne
de Alman toplumu reformuna dair bir öngörüye sahip değildir.”
(Buradaki reform neyin reformu?)
5
Dusseldorf ziyafeti: Prusya hükümeti görevlileri, liberaller
tarafından Yedinci Flaman Parlamentosu’nu kutlamak için
Dusseldorf’ta düzenlenen görkemli bir ziyafete katılmışlardı.
18 Temmuz 1843’te, Prusya Kralı IV. Frederick William, devlet
görevlilerinin böylesi olaylara katılmasının yasaklanmasını
buyurmuştu.
6
Özel anlamıyla, Fransız krallığı üzerinde hak iddia eden Bourbon
hanedanın eski kolunu savunanlar (ç.n.).
7
Marx burada Bacon’ı, John Ramsay MacMulloch’un “Ekonomi
Politiğin Yükselişi, Gelişimi, Özgün Amaçları ve Önemi Üzerine
Söylev” adlı kitabının Fransızca çevirisinden alıntılıyor.
8
Fransız proletaryasının ilk isyanları derken, Lyon işçilerinin Kasım
1831 ve Nisan 1834’teki ayaklanmalarına gönderme yapılıyor.
1
conatus
208
209
MARX, ANARŞİZMİN TEORİSYENİ
M a x i m i l i e n
R u b e l
Fransızcadan çeviren: Eylem Canaslan
Ne teorisinin sınırlarını ve dökümünü ortaya koyabilmiş, ne de bu teorinin normlarını
ve uygulama alanını tanımlamış çömezlerinin yüzünden, Marx sonunda mitolojik bir
dev figürü, kendi kaderini demirde döven homo faber’in alim-i mutlaklığının ve kadir-i
mutlaklığının figürü haline geldi.
Bu ekolün tarihi yazılmayı beklemektedir, fakat en azından bu ekolün kaynağını bilmekteyiz:
Marx’ın eserleri bütünlüğü içersinde hâlâ ulaşılabilir olmadığı ve bazı yazılar henüz
basılmadığı halde, yanlış tanınmış ve kötü bir biçimde yorumlanmış olan bir düşüncenin
kodifikasyonu olan Marksizm doğdu. Böylece Devlet doktrini ve parti ideolojisi olarak
Marksizm, Marx’ın toplumsal teorisinin bilimsel temellerini ve etik yönelimlerini en açık
ve en bütünlüklü olarak ortaya koyduğu yazıların gün yüzüne çıkmasının önüne geçti.
Temel ilkeleri tarihsel dramın kahramanlarınca bilinmeyen bir düşünceyi yardıma çağıran
derin sarsıntılar, Marksizmin, bu yüzyılın en trajik değilse bile en büyük yanlış anlaması
olduğunu göstermeye yeterdi herhalde. Fakat aynı zamanda, toplumların değişiminin ve
toplumsal dönüşümlerin devrimci fikirler ya da ahlaki ilkelerce değil, insani ve maddi
güçler tarafından başlatıldığına, fikirler ve ideolojilerin genellikle, kargaşa dönemlerinin
lehine sonlandığı sınıfın çıkarını farklı bir kılığa sokmaktan başka bir işe yaramadığına
dair Marx’ın benimsediği tez de göz önünde bulundurulabilir. Siyasal Marksizm bir yandan
kendini Marx’ın bilimi olarak tanımlayıp, bir yandan da iktidar ve sömürü ideolojilerinin
maskesini düşürmek için bir silah olan eleştirel analizden kaçınamaz.
Bir efendiler sınıfının hakim ideolojisi olan Marksizm, Marx’ın ve seleflerinin anladığı
anlamda sosyalizm ve komünizm kavramlarının yerine, gerçekliğin tam bir yadsınması
olan bir gerçeklik imgesi geçirerek, bu kavramların içini, onların asıl içeriklerini boşaltmayı
başardı. Bu iki kavrama sıkı sıkıya bağlı olduğu halde, bir üçüncü kavram olan anarşizm,
bu yanıltıcı kaderin elinden kurtulmuş gibi görünmektedir. Marx’ın belli anarşistlere
çok az sempati beslediği bilinmesine rağmen, Marx’ın yine de Devletin ortadan kalkışı
ideali ve hedefini paylaştığı genellikle göz ardı edilir. Öyleyse Marx’ın işçi sınıfının
özgürleşmesi davasını benimserken, başlangıçta sosyalizm ya da komünizm geleneğinden
ziyade, doğrudan anarşizm geleneği içinde konumlandığını anımsamak yerinde olacaktır.
Ve Marx’ın en sonunda kendisini komünist olarak adlandırdığı sırada, bu unvan onun
conatus
210
gözünde o dönem geçerli olan, mevcut olan komünizm
fikirlerinden biri değil, varolan doktrinlerden miras
kalan bütün devrimci öğeleri ve geçmişin mücadele
deneyimlerini bünyesinde toplayan ve kurulmayı
bekleyen bir düşünce hareketi ve eylem tarzı idi.
Buradan itibaren Marx’ın, komünizm sözcüğünün
altında bir anarşizm teorisi geliştirdiğini; ya da daha
iyi bir ifadeyle, anarşist ütopyanın rasyonel temellerini
atan ve bunun nasıl gerçekleşeceğini tarif eden ilk ismin
Marx olduğunu göstermeyi deneyeceğiz. Bu yazının
sınırlarını göz önünde bulundurarak, bu tezleri sadece
tartışma başlığının altında sunacağız. Bu yüzden de
alıntılar yoluyla metinsel delile başvurma minimumda
tutulacak ve bu alıntılar daha ziyade temel argümanı
vurgulamak için kullanılacak: Marx, anarşizmin
teorisyenidir.
I
1875’in şubatında Brüksel sürgününün hemen
öncesinde Marx Alman bir editörle Paris’te bir sözleşme
imzaladı ve birkaç ay içersinde, politikanın ve politik
ekonominin eleştirisi başlığını taşıyacak ve iki ciltten
oluşacak bir eser yetiştirmeye koyuldu. Ne var ki,
böylece tüm yaşamını dolduracak bir görevi kabul
etmiş olduğunu ve uzun bir fragman haricinde bu eseri
tamamlayamayacağını bilmiyordu.
Konu seçimi tesadüfi değildi. Bir üniversite kariyerine
dair tüm ümitlerini kaybettikten sonra, Marx, felsefi
çalışmalarının sonuçlarını, politik gazeteciliğe taşımıştı.
Rheinische Zeitung’daki makaleleri, Marx’ın insanın özü
ve insan doğasının parçası olarak, fakat aynı zamanda
rasyonel özgürlüğün gerçekleşmesi olan, “tüzel, ahlaki
ve politik özgürlüklerin kendi gerçekleşmelerini
bulmaları gereken ve birey-vatandaşların Devlet’in
yasalarına uyarak kendi akıllarının, insan aklının doğal
yasalarından başka bir şeye uymuş olmadıkları büyük bir
organizma olan” Devlet’in özgürlüğü olarak kavradığı bir
özgürlük adına Prusya’daki basın özgürlüğü için verilen
mücadelenin başını çekiyordu (Rh. Z. 10-7-1842). Fakat
Prusya sansürü, çalışmalarını münzevice sürdüren,
hiç gecikmeden Devlet’in gerçek doğasını, Hegel
felsefesinin etik ve rasyonel geçerliğini sorgulayacak
olan filozof gazeteciyi susturmuştu bile. Fransa’daki,
Büyük Britanya’daki ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki
conatus
burjuva devrimleri tarihi üzerine çalışmalarla
zenginleşmiş olan bu tefekkürlerin ürünlerini biliyoruz.
Yine tamamlanmamış ve basılmamış bir eser olan
Hegelci Devlet Felsefesinin Eleştirisi (1843) ve iki polemik
yazı: Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Giriş ve
Yahudi Sorunu Üzerine (1844). Aslında bu iki yazı,
Marx’ın, modern toplumun muzdarip olduğu ve yeni bir
devrim bunları ortadan kaldırmadığı sürece muzdarip
olmaya da devam edeceği kötülüklerin ve illetlerin
kaynağı olarak gördüğü iki toplumsal kurumu ilk ve son
kez dile getirdiği ve mahkum ettiği tek bir manifestodur:
Devlet ve Para. Marx burada, aynı zamanda, bu iki
kurumun başlıca kurbanı olduktan sonra, bunların
hükümdarlığına son vererek, politik ya da ekonomik
bütün sınıf tahakkümü biçimlerine son vermiş olacak
olan gücü, modern proletaryayı da yüceltir. Bu
proletaryanın öz-özgürleşmesi, insanın evrensel olarak
özgürleşmesidir, insanın kendisinin hepten yitiminden
sonra kazandığı hepten zaferdir.
Devletin ve Paranın reddedilmesi, tıpkı özgürleştirici
sınıf olarak proletaryanın olumlanması gibi,
Marx’ın entelektüel gelişim sürecinde, politik
ekonomi çalışmalarını önceler. Bu başlıklar aynı
zamanda daha sonrasında materyalist bir tarih
kavramlaştırmasına ulaşmasında yardımcı olacak
“temel hattı” keşfetmesinden de öncedir. Bir yandan
Hegel’in hukuk ve siyaset felsefesinden kopuşu, bir
yandan da burjuva devrimleri üzerine yaptığı eleştirel
çalışmalar Marx’ın, gelecekteki toplumsal teorisinin
etik şartlarını tümüyle ortaya koyabilmesine olanak
sağlamıştır. Politik ekonomi eleştirisi de ona bilimsel
bir temel sağlayacaktır. Burjuva Devletinin ve onun
yönetim gücünün oluşumunda demokrasinin ve
yasama gücünün devrimci rolünü kavrayan Marx,
Amerikan demokrasisindeki devrimci virtüelliklerin
basiretli gözlemcileri Alexis de Tocqueville’in ve Thomas
Hamilton’un aydınlatıcı analizlerini, bir zamanlar bu
işin ustası Sait-Simon’un “en kalabalık ve en yoksul”
dediği sınıfın devrimci hareketinin bilinçli amacı olan
anarşist bir ütopyaya, rasyonel bir temel hazırlamak
için kullanmıştır. Devletin eleştirisi, Marx’ın tüm siyasi
otorite biçimlerinden özgürleşmiş bir toplum olanağını
tasarlayabilmesini sağlamıştır ve böylelikle Marx,
Devletin maddi temellerini tedarik eden ekonomik
sistemin eleştirisine girişmek zorunda kalmıştır.
211
Paranın etik bir biçimde reddedilişi aynı zamanda
politik ekonomi analizini, birkaçının zenginleşirken
diğerlerinin yoksullaştığı sisteminin eleştirisini
gerektirdi. Başlamak üzere olduğu bu araştırmayı,
daha sonra “burjuva toplumunun anatomisi” olarak
adlandıracaktı ve kendini bu sosyolojik anatomi
çalışmasına vererek metodolojisini biçimlendirecekti.
Ardından Hegelci diyalektiği yeniden keşfetmesi, ona
altı “başlık” ya da kitap” altında “Ekonomi” planını
kurmasında yardım etti: Sermaye, toprak temelli
mülkiyet, ücretli emek; Devlet, dış ticaret, dünya pazarı
(bkz. Politik Ekonominin Eleştirisine Önsöz, 1859).
Aslında, bu çifte araştırma temaları “üçlüsü”, on dört yıl
öncesinden yazmaya niyetlendiği ve hem ekonominin
hem de politikanın eleştirisini içeren eserindeki iki
soruna tekabül etmektedir. Marx çalışmalarına kapitalist
üretim tarzının eleştirel analizinden başladı, fakat Marx
sadece bu çalışmasını bitirmek için değil, aynı zamanda
başlıkların ilk üçlüsünü bitirdikten sonra Devlet üzerine
kitabına başlamak için de yeterince uzun yaşamayı ve
çalışabilmeyi umuyordu. Anarşizm teorisi, Marx’ta,
buna dolaylı bir kanıt bulma ihtiyacı bile hissetmeden,
bilinen ilk öncüsünü bulmuştu. Yüzyılın yanlış anlaması
olan Marksizm, yani Devlet ideolojisi ise, Marx’ın
bıraktığı bu boşluktan doğmuştur. Sosyalist ismini
taşıyan bir devlet aygıtının efendilerinin, Marx’ı Devlet
sosyalizmini ya da Devlet komünizmini, hatta “otoriter”
sosyalizmi savunanların saflarına dâhil etmelerine izin
veren şey de budur.
Elbette bütün devrimci öğretiler gibi Marx’ın eserleri
de muğlâklıklardan muaf değildir. İşte Marx’ın pek
de dürüst olmayan bazı çömezleri bu muğlak öğeleri
büyük bir hünerle suiistimal ederek ve ustanın bazı
kişisel tavırlarına baş vurarak, onun eserlerini, taşıdığı
temel doğruluğu ve açıkça beyan edilmiş hedefini
düşündüğümüzde bu eserlerin tümüyle yadsınması
anlamına gelen doktrinlerin ve de eylemlerin hizmetine
sokmayı becermişlerdir. İnsani ilişkiler düzeninde on
yıllardır süren gerileme yüzünden bütün teorilerin
ve değerlerin, sistemlerin ve projelerin sorgulanmaya
açıldığı bir çağda, kendi araştırmasının sınırlarının
bilincinde olan ve eleştirel bir öz-öğrenim ve devrimci
öz-özgürleşme şartlarını, işçi hareketinin sürekli ve
temel prensibi haline getiren bir ismin manevi mirasını
üstlenmek önemlidir. Gelecek kuşaklar artık haklı
davasını savunamayacak olan bir merhumu yargılamak
gibi ağır bir sorumluluğun altına girmek zorunda
değiller. Öte yandan yüzünü tümüyle geleceğe, şüphesiz
bizim feci şimdimiz olmuş, fakat hâlâ yaratılmayı
bekleyen bir geleceğe dönmüş bir öğretiyi üstlenmek ise
bize düşüyor.
II
Tekrar söylüyoruz: Ekonomi planı içersinde
öngörülmüş olmasına rağmen yazılmamış olan Devlet
üzerine “Kitap”, ancak Devletten özgürleşmiş bir
toplum teorisini, anarşist toplum teorisini içerebilir.
Marx doğrudan bu çalışmaya yönelemedi, fakat
teorik çalışması süresince hazırladığı ve yayımladığı
materyaller ve çalışmalar onun tasarladığı çalışmanın
içeriğiyle ilgili bu tezi öne sürmemize ve genel yapısı
hakkında fikir sahibi olmamıza olanak sağlıyor. İlk
üçlemenin başlıkları politik ekonominin eleştirisiyle
kaynaşmış olsa da, ikinci üçlemede esas itibarıyla
politikanın eleştirisi ortaya konulacaktı. Sermayenin
eleştirisinden itibaren Devletin eleştirisi modern
toplumun politik evriminin belirlenimini ortaya
koymak durumundaydı. Tıpkı Kapital’in amacının
“modern toplumun ekonomik hareket yasalarını ortaya
sermek” olması gibi (bkz. Kapital’in önsözü, 1867).
Marx’ın Politik Ekonominin Eleştirisi (1869)’den önce
yayımlanmış ve yayımlanmamış yazılarında sermaye
eleştirisini geliştirirken onu yönlendiren tezler ve
Devlet doktrini ve parti ideolojisi olarak
Marksizm, Marx’ın toplumsal teorisinin bilimsel
temellerini ve etik yönelimlerini en açık ve en
bütünlüklü olarak ortaya koyduğu yazıların gün
yüzüne çıkmasının önüne geçti
conatus
212
normları bulduğumuz gibi, keza bu yazılardan Devlet
üzerine eleştirisini geliştirirken onu yönlendirmiş
olabilecek tezler ve normları da bulup çıkartabiliriz.
Bununla birlikte, Marx’ın politika üzerine düşüncesinin
tümüyle sınırları çizilmiş, detaylarda hiçbir
modifikasyona izin vermeyen bir yapısı olduğunu ya
da her türlü teorik katkıya kapalı olduğunu düşünmek
yanlış olur. Bilakis, eğer Devlet sorunsalı onun peşini
hiçbir zaman bırakmadıysa, bunun nedeni sadece
Marx’ın şaheserini tamamlamadaki manevi bağlılığını
sürdürmeyi başaramamış olması değil, her şeyden önce,
Eylül 1864’te Uluslararası İşçi Birliği’ne katılmasıyla ve
bu tarihten itibaren sürekli olarak buradaki polemiklerle
ve özellikle bir yandan Fransa ile Prusya’nın, diğer
yandan da Rusya ile Avusturya’nın Birlik üzerindeki
hegemonya rekabeti gibi politik gelişmelerle birlikte,
bu sorunun Marx’ın kafasında sürekli olarak
muğlâklıklarını devam ettirmiş olmasıdır. Tarihin
sahnesinde iki büyük toplumsal olay ortaya çıktığında,
artık Viyana Anlaşması’nın Avrupa’sı da sadece bir
kurgudan ibaret kalmıştı: ulusal özgürlük hareketleri
ve işçi hareketleri. Salt teorik bir bakış açısından
bağdaştırılması zor olan ulusal savaşım ile sınıf savaşımı,
Marx ve Engels’in önüne karar vermelerini gerektiren
ve çözümü onları asıl devrimci ilkeleriyle çelişkiye
düşürebilecek teorik problemler getiriyordu. Engels,
ulusal varoluş elde etme tarihsel hakkını talep edip
etmediklerine göre, halklarla uluslar arasında bir ayrım
gözetme gibi özel bir nokta ortaya koydu. Tarihsel
gerçeklik anlayışları bu iki omuzdaşı, o dönemde onlara
saf bir soyutlama ve katışıksız bir ütopya gibi gelmiş
olması muhtemel olan Prodhoncu federalizm anlayışını
izlemekten alıkoydu. Öte yandan modern proletaryaya
atfedilen evrenselcilikle pek de bağdaşmayan bir
ulusalcılığa düşme riski de büyüktü.
Federalizmi istemesi bakımından Proudhon anarşizme
Marx’tan daha yakın görünse de, Proudhon’un
sermayeyi ve Devleti ortadan kaldırması gereken
reformlar bütününü düşündüğümüzde bu tablo
değişir. Kutsal Aile’de (1845) Proudhon’a yönelik
nerdeyse abartılı övgüler bizi yanıltmamalıdır. Bu
tarihlerden itibaren iki düşünür arasındaki teorik
ayrışma derinleşmeye başlamıştı ve Fransız sosyalistin
hakkını teslim etmek için yapılan övgülerde menzili
geniş bir şerh söz konusuydu: Proudhon’un mülkiyet
conatus
eleştirisi burjuva ekonomik sistemine içkindi ve ne
kadar değerli olursa olsun, eleştirilen sistemin toplumsal
üretim ilişkilerini temelden sorgulamıyordu. Bilakis,
Proudhoncu doktrindeki ekonomik kategoriler,
sermaye kurumlarının teorik ifadelerini sistematik bir
biçimde muhafaza ediliyordu. Proudhon’un en büyük
faydası, ekonomi biliminin doğasındaki çelişkileri
açığa çıkarmak ve burjuva ahlakının ve hukukunun
ahlaksızlığını ifşa etmek olmuştur. Düşüncesinin
zayıf noktası ise kapitalist ekonominin kategorilerini
ve kurumlarını kabul etmesi ile reform ve çözümler
programında burjuva sınıfının ve onun politik gücünün
tahakküm araçlarına itibar etmesi olmuştur: ücret,
kredi, bankalar, trampa, fiyat, değer, kâr, faiz, vergiler,
rekabet, tekel. Olumsuzlama diyalektiğini, hukukun
ve tüzel sistemlerin gelişimi analizinde uyguladıktan
sonra, eleştirel olumsuzlama yöntemini kapitalist
ekonomiye uygulamaktan sakınıp, yolun yarısına
kadar gelebilmiştir. Böyle bir eleştirinin önünü açan
Proudhon’dur, fakat yeni bir yöntem yaratan, emeğin
sermayeye ve Devlete karşı savaşında bunu bir silah
olarak kullanmayı deneyen ise Marx olmuştur.
Proudhon ekonomiyi ve burjuva hukukunu, burjuva
ahlakı adına eleştirmiştir; Marx ise kapitalist üretim
biçimi eleştirisini, yargı kıstaslarının oldukça farklı bir
toplum tasavvurundan alındığı proletarya etiği adına
yapacaktır. Bunu yapmak için de Proudhon’un –ya da
daha ziyade Hegel’in- olumsuzlama mantığını sonuna
kadar götürmek yeterliydi. Proudhon’un düşlediği adalet
ancak adaletin olumsuzlanmasıyla gerçekleşebilirdi,
tıpkı felsefenin ancak felsefenin olumsuzlanmasıyla
gerçekleşmesi, yani nihayet insanlığın toplumsal
ve toplumun da insani olmasını sağlayabilecek bir
toplumsal devrimle. Bu insanlığın tarih öncesinin
sonu ve bireysel yaşamın başlangıcı, evrensel yetilerle
tümüyle gelişmiş insanın ortaya çıkışı ve tam insanın
gelişi olacaktır. Proudhon’un, burjuva kurumlarının
“iyi yanları”nı kurtarma derdinde olan gerçekçi
ahlakının karşısına Marx, gerekliliklerin, insanlığın
ihtiyaçlarını karşılamak için yeterince gelişmiş bilim
ve teknolojinin sağladığı olanaklarla ölçüldüğü bir
ütopyanın etiğini koymuştur. Sınıfların ve iş bölümüne
dayanan ve ütopyacıların önerdiği elbirliğine düşman
olan toplumsal kategorilerin varlığına itibar eden
bir anarşizmin karşısına, Marx toplumsal sınıfları
213
ve iş bölümünü reddeden bir anarşizmi ve ütopyacı
komünizmden özgürleştirici rolünün bilincinde olan
ve üretim güçlerinin sahibi olmuş bir proletaryanın
gerçekleştirebileceği her şeyi devralan bir komünizmi
koymuştur. Bununla birlikte, bu farklı araçlara karşın
–özellikle de, göreceğimiz gibi, politik araçlara dair farklı
değerlendirmelere karşın- bu iki tür anarşizm, Komünist
Manifesto’da tanımlanan şu ortak amacı hedeflemiştir:
“Sınıflarıyla ve sınıf antagonizmalarıyla birlikte eski
burjuva toplumunun yerini, kişinin özgür gelişiminin,
herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik
alacaktır.”1
III
Marx gelecek için reçeteler vermeyi reddetti, fakat
bundan daha iyisini –ya da daha kötüsünü- yaptı:
Tarihsel zorunluluğun, insanlığı, -kör bir kader gibinihai bir dilemmayla karşılaşacağı bir kriz durumuna
götürdüğünü göstermek istedi: İnsanlık ya kendisinin
yaptığı teknik keşifler tarafından yıkılacaktı ya da
tarihte yaşanmış olan tüm yabancılaşma ve kölelik
biçimlerini sonlandıracağı bir bilinç sıçraması sayesinde
kurtulacaktı. Sadece bu dilemma kaçınılmazdı;
gerçek seçim ise var olan düzeni reddetmek için ve
eskisinden farklı bir varoluş biçimi kurmak için her
türlü sebebi olan toplumsal sınıfa kalmıştır. Modern
proletarya, virtüel olarak, evrensel olan bu kurtarıcı
rolü üstlenebilecek maddi ve etik güçtür. Bununla
birlikte, bu virtüel güç, burjuva devri tamamlanmadan
gerçekleşmeyecektir, çünkü burjuva devrinin de
tamamlaması gereken tarihsel bir misyonu vardır. Eğer
burjuvazi bu misyonu gözden kaçırırsa onun ideologları
ona bu rolü hatırlatmak zorundadır. Sanayileşmiş
ülkelerin burjuvazisi, dünyayı kendi istedikleri gibi
bir hale getirirken, giderek kendi politik ve ekonomik
hakimiyetleri altına aldıkları toplumları bir yandan
burjuvalaştırıp, bir yandan da proleterleştirirler.
Proletaryanın çıkarı açısından, burjuvazinin bu fetih
araçları, sermaye ve Devlet, kölelik ve baskı araçlarından
başka bir şey değildir. Kapitalist üretim ilişkileri ve
dolayısıyla kapitalist Devletler küresel ölçekte tümüyle
kurulduğunda, küresel pazarın kendi iç çelişkileri,
sermaye birikiminin sınırlarını açığa çıkaracak ve
köleleştirilmiş toplumların temellerini tehlikeye sokan
sürekli bir krizi kışkırtıp, insanlığın varoluşunu tehdit
eden bir boyuta varacaktır. Ve böylece, yeryüzünde
proleter devrimler çağının çanları çalacaktır…
Çok da cüretkâr olmayan bir tahmin yürütme, Marx’ın
modern toplumun ekonomik hareket yasasını açığa
çıkarmak için uyguladığı diyalektik metodun nihai
sonucunu görebilmemize yeter. Bu soyutlamayı Marx’ın
metodoloji üzerine farklı dönemlerde yazdıklarından
bulup çıkarabiliriz. Marx’ın politik çalışmalarında bize
en çok önerdiği hipotezin, uzun bir kapitalist ekonomi
ve burjuva uygarlığı geçmişine sahip olan ülkelerdeki
proleter devrimlerin giderek dünyanın geri kalanını da
kapsayacak bir gelişim sürecinin, dalga dalga yayılan bir
devrimin hızlandıracağı tarihsel bir sürecin başlangıcını
imleyeceği olduğu da bir o kadar doğrudur. Öngörülen
hipotez ne olursa olsun, şu olgu kesindir: Marx’ın
toplumsal teorisinde devrim için üçüncü bir yol yoktur:
Gelişmiş bir kapitalizm ve burjuva demokrasisi tarihine
sahip olmayan ülkelerin, uzun bir kapitalist ve burjuva
tarihi olan ülkelere proleter devrimin yolunu göstereceği
bir üçüncü yol yoktur.
Tarihin materyalist bir biçimde kavranışının temel
gerçeklerini burada özellikle vurguluyoruz, çünkü
1917 devrimiyle doğmuş olan Marksizm miti cahil
ruhlara –ki bunlar çoğunluktaydı- tümüyle başka bir
devrim fikrini işlemiştir: İnsanlık sanayileşmiş ülkelerin
hakimiyetindeki kapitalist dünya ile “proleter” bir
devrimi takiben dünyanın ikinci gücü olma mertebesine
ulaşmış SSCB’nin model olduğu sosyalist dünya
olmak üzere iki sisteme bölünmüştür. Gerçekte ise
Rusya’nın endüstrileşmesi yoğun bir proleter nüfusun
yaratılması ve sömürülmesi sayesinde gerçekleşmiştir,
sömürünün ortadan kaldırılması ve proletaryanın
zaferiyle değil. “Proletarya diktatörlüğü” varsayımı yeni
efendilerin kendi iktidarları için empoze ettikleri fikir
cephaneliğinin bir parçasıdır; on yıllarca süren dünya
çapında ulusalcı ve militarist bir barbarlık, “sosyalist
Ekim” mitinin kurbanı olmuş bir entelijansiyanın kafa
karışıklığını açıklamaktadır.
Bu tartışmayı burada daha fazla derinleştiremeyeceğimiz
den dolayı, temel görüşümüzü başka bir şekilde yeniden
ifade ediyoruz: Ya materyalist bir toplumsal gelişme
teorisinin belli bir bilimsel geçerliği vardır –Marx tabi
ki buna inanmıştı-, ki böyleyse “sosyalizm” bir mitten
ibarettir; ya da sosyalist dünya gerçekten vardır; ki
bu durumda da Marx’ın benimsediği teorilerin hiçbir
conatus
214
geçerliği yoktur. Birinci varsayımda sosyalist dünya
miti mükemmel bir şekilde açıklanabilir: Bu mit, gerçek
doğasını gizlemek için “ilk işçi devleti” tarafından ustaca
örgütlenmiş bir ideoloji kampanyasının ürünüdür.
İkinci varsayımda ise, dünyanın nasıl sosyalist olacağına
dair materyalist teori kesinlikle çürütülürken, Marx’ın
öğretisinin etik ve ütopyacı talepleri ise doğrulanmış
olur. Diğer bir ifadeyle, bir bilim insanı olarak tarih
tarafından çürütülen Marx, bir devrimci olarak zafer
kazanmış olur.
“Reel sosyalizm” miti, tarihte şimdiye kadar görülmüş
en güçlü tahakküm ve sömürü toplumlarından birini
ahlaki açıdan geçerli kılabilmek için kurgulanmıştır.
Bu toplumun doğasındaki problem, sosyalizmin,
komünizmin ve anarşizmin entelektüel mirasını
oluşturan bütün teoriler, doktrinler ve fikirler hakkında
en bilgili olanları bile yanılttı. Fakat toplumda köklü
bir değişiklik arayan bu üç fikir hareketi –ya da
akımı- arasında, anarşizm bu tür saptırmalardan
en az etkileneni oldu. Gerçek bir devrimci praksis
yaratmamış olan anarşizm, diğer iki ekolün maruz
kaldığı politik ve ideolojik bozulmalardan kendisini
conatus
koruyabildi. Arzulanan düşlerden ve geçmişe duyulan
hasretten doğan anarşizm, her türlü otoritenin radikal
bir eleştirisi biçimini aldı ve özellikle de materyalist
tarih teorisinin içine dahil oldu. Bu tarih anlayışı, temel
olarak, sürekli bir toplumsal antagonizmalar etabından
toplumsal uyumun ve bireysel gelişimin gerçekleştiği
bir varoluş tarzına geçişi öngören tarihsel bir evrim
görüşüdür. Oysa Marx öncesi radikal ve devrimci
doktrinlerdeki ortak amaç, tıpkı anarşist ütopyanın
sözcülüğünü yaptığı toplumsal eleştiri gibi, Marx’ın
savunduğu anarşist komünizmin ayrılmaz bir parçası
haline gelmiştir. Marx’la birlikte ütopik anarşizm, bütün
insanlığı kapsayan öz-özgürleşme olarak işçi hareketine
dair diyalektik bir kavrayışla birlikte, yeni bir boyut
kazanmıştır. Şüphesiz Marx’ın öğretisine ve politik
etkinliğine bariz bir şekilde damgasını vuran temel
muğlaklığın kaynağı, bilimsel olma iddiası taşıyan ama
aslında natüralist olan bir teoride, diyalektik öğenin
yarattığı düşünsel gerilimdir. Teorisyen olduğu kadar
militan da olan Marx, politik etkinliğinde komünist
anarşizmin araç ve amaçlarının birbirine uygun olmasını
her zaman gözetmemiştir. Bir militan olarak kimi kez
yanılmış olması, Marx’ın anarşizmin teorisyeni olduğu
gerçeğini ortadan kaldırmaz. Öyleyse, Feuerbach’ın
materyalizmi (1845) için geliştirdiği etik tez, Marx’ın
kendi teorisine de uygulanabilir:
“Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip
atfedilemeyeceği sorunu, teori sorunu değil, pratik
bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin
gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini
pratikte kanıtlamalıdır.”2
IV
Devletin ve kapitalizmin en kalabalık ve en yoksul
toplumsal sınıf tarafından reddedilişi, Marx’ta diyalektik
bir tarihsel zorunluluk olarak gösterilmeden önce etik
bir buyruk olarak görülür. Marx’ın Fransız devrimi
eleştirilerinde göründüğü ilk biçimiyle, bu yapılması
gereken kesin seçimdir: Marx’a göre bu insanlığın
ulaşmaya çabalaması gereken amaçtır; yani politik
özgürlüğün ötesine giden insani özgürlük. O dönemki
tek örneği ABD olan en özgür devlet bile insanı bir
köleye çevirmiştir, çünkü tıpkı dindar bir insanın kendi
kutsallığını yüklediği İsa gibi, bir aracı olarak insan ve
215
onun özgürlüğünün arasına girmiştir. Politik olarak
özgürleşmiş bir insan hayali bir egemenliğe katılmaktan
fazlasını yapıyor olmaz. İnsan, haklarından yararlanan
egemen bir varlık olarak ikili bir varoluş taşır: politik
topluluğun vatandaşı ve burjuva toplumunun tekil üyesi,
yani biri semavi biri de cismani iki varoluş. Vatandaş
olarak insan politikanın göğünde, eşitliğin evrensel
krallığında, egemen ve özgürdür. Bir birey olaraksa,
gerçek yaşamda, burjuva yaşamında değeri azalmıştır,
diğer bir insan için bir araçtan başka bir şey değildir.
Özel mülkiyet, kültür ve din kurumları gibi dış güçlerin
elinde oyuncak olmuştur. Politik Devletten ayrılmış olan
burjuva sivil toplumu egoizmin, herkesin herkese karşı
savaşının, insanın insandan kopartılmasının alanıdır.
Politik demokrasi, din özgürlüğünü güvence altına
alarak insanı dinden özgürleştirmemiştir. Keza mülkiyet
hakkıyla da mülkiyetten özgürleştirmediği gibi. Benzer
bir şekilde, herkese istediği mesleği seçme özgürlüğü
getirildiğinde de mesleki kölelik ve egoizm sürdürülmüş
olur. Çünkü burjuva toplumu kirli ticaret ve kâr dünyası,
para hükümdarlığıdır, politikayı, yani Devleti hükmü
altına almış evrensel güçtür.
Marx’ın başlangıçtaki tezi özet olarak böyledir: Devlet ve
sermayenin eleştirisi olarak Marx’ın düşüncesi sosyalizm
ya da komünizmden çok anarşizme aittir. Henüz bilimsel
bir yön taşımıyorken, tarihsel zamanın bağlamına
uygun olarak bir şeyler yapmanın gerekliliğini
vurgulayarak, kendisini insanın kaderine dair örtük etik
bir kavramlaştırma ile tanımlamış ve beslemiştir. Bu
yüzden de kendisini, insanı egoist bir monat ve soyut bir
vatandaş konumuna indirgeyen politik özgürleşmenin
eleştirisiyle sınırlandırmayarak, aynı zamanda
ulaşılacak amacı ve bu amacı gerçekleştirecek araçları da
göstermiştir.
“Gerçek, bireysel insan, ne zaman soyut yurttaşı
kendinde yeniden soğurup, bireysel insan olarak,
günlük yaşamında, özel işinde ve özel durumunda
türsel varlık3 olursa, ne zaman insan kendi
güçlerini toplumsal güçler olarak tanır, örgütler
ve böylece toplumsal gücü kendisinden politik güç
biçiminde ayrılmazsa, işte ancak o zaman insani
özgürleşme tamamlanmış demektir.”4
Marx kendi özgün yolunu soyut vatandaşın teorisyeni
ve Hegel’in öncüsü Rousseau’nun Toplumsal Sözleşme’si
üzerine çalışarak bulmuştu. Bu iki filozofun ileri
sürdüğü yabancılaşmayı sadece kısmen reddettikten
sonra, bireyi yetilerinin tamlığında ve varlığının
bütünlüğünde yeniden oluşturacak olan insani ve
toplumsal özgürleşme görüşüne ulaştı. Yabancılaşmayı
kısmen reddetmişti, çünkü tarihin bu aşaması yok
olamazdı ya da iradi bir edimle yok edilemezdi. Politik
özgürleşme “büyük bir ilerleme” idi, hatta insani
özgürleşmenin kurulu düzen içindeki en son biçimiydi
ve bu düzeni yıkıp insanın gerçek özgürleşmesini
başlatmanın bir aracı olarak işlev görebilirdi. Diyalektik
olarak çatışkılı olan araç ve amaç, devrimin taşıyıcısı ve
öznesi haline gelen modern proletaryanın bilincinde etik
bir biçimde örtüşür. Toplumun bütün bozulmuşluklarını
ve bilinen suçlarını bünyesinde barındıran proletarya,
yaşadığı evrensel sefaletin sonucu olarak evrensel
bir nitelik taşır. Toplumun bütün kesimlerini
özgürleştirmeden kendisi özgürleşemez ve bu
özgürleştirici etik şartlar gerçekleştirdiğinde, proletarya
olarak kendisini de ortadan kaldırmış olur.
Marx’ın felsefenin “başı” ve düşünsel silahı,
proletaryanın da “kalbi” olduğu özgürleşmeden
bahsettiği yerde, onun metafizik bir spekülasyondan
değil bir varoluş probleminden bahsettiğini vurgulamak
için, biz de etikten bahsetmeyi tercih ediyoruz: İnsanlar
dünyanın bir karikatürünü yorumlamayı bırakmalı,
ona insani bir yüz vererek onu değiştirmelidir. Hiçbir
spekülatif felsefe insana kendi varoluş problemlerinin
çözümü için bir şey öneremez. Marx bu yüzden devrimi
kategorik buyruk olarak almış ve uslamlamasını bir
tarih felsefesine ya da sosyolojik bir teoriye değil,
normatif bir etiğe göre yapmıştır. Kendisini insanlığın
ve toplumun yeniden oluşumuyla ilgili salt etik bir
istekle sınırlandıramadığından ve sınırlandırmak
istemediğinden dolayı, Marx’ın ilgisini tek bir bilim
çekmiştir: Sermayenin yasalarına göre varoluş
araçlarının üretiminin bilimi.
Politik ekonomi çalışması, Marx açısından, o dönemden
itibaren kendisinin bütün “burjuva” varoluşunu
adayacağı kavga için bir araç niteliğinde oldu. O döneme
kadar sadece bir önsezi ve etik bir seçim olan çalışmaları,
ekonomik gelişim teorisi ve toplumsal belirlenimlerin
incelenmesi haline geldi. Fakat aynı zamanda, amacı
conatus
216
modern proletaryanın varoluş koşullarından türeyen
buyrukları ve normları pratiğe dökmek olan toplumsal
hareketin de içinde olmak gerekiyordu. Devletsiz,
sınıfsız, para değişimi, dini ve entelektüel korkuları
olmayan bir toplum teorisi de, komünist ve anarşist
toplum biçimlerine giden adımların oluşturduğu
toplumsal evrim sürecini ortaya seren çözümleme
de, kapitalist üretim biçiminin teorik bir eleştirisini
gerektiriyordu. Çalışmalarının daha ilersinde Marx
şunları yazacaktı:
“Bir toplum kendi hareketinin doğal yasalarını
ortaya çıkarmak için doğru yola girmiş olsa bile
[…] bu toplum normal gelişmesinin birbirini
izleyen aşamalarının ortaya koyduğu engelleri,
ne gözüpek sıçrayışlarla ortadan kaldırabilir
ne de meşru yasalarla ortadan kaldırabilir.
Bunlarla ancak doğum sancılarını kısaltabilir ve
azaltabilir.”5
Kısacası, Marx önceden sezgisel olarak ikna olduğu
ve etik olarak zorunlu gördüğü bir şeyi bilimsel olarak
kanıtlamaya girişecekti. Sermayenin, emeği ve ürünlerini
komuta etme gücü olarak, kapitalistin kişisel ve insani
özelliklerinden değil mülkiyet sahibi olmasından gelen
güç olarak sosyolojik bir açıdan çözümlenmesi, ilk
ekonomi politik eleştirisi girişiminde belirdi. Ücret
bir kölelik biçimiydi, ücretten doğan her türlü otorite
de ancak kölelik için ödenen daha makul bir karşılık
olabilirdi.
“Proudhon’un istediği ücret eşitliği bile, güncel
işçinin kendi emeği ile ilişkisini, bütün insanların
emek ile ilişkisine dönüştürmekten başka bir
sonuç vermez. Toplum o zaman soyut bir kapitalist
olarak tasarlanmış bulunur.”6
Ekonomik kölelik ve politik uşaklık bir arada var olur.
Politik özgürleşme, insan haklarının modern Devlet
tarafından tanınması, antik dönemin Devleti tarafından
köleliğin tanınmasıyla aynı öneme sahiptir (Kutsal
Aile, 1845). İşçi, ücretli işinin olduğu gibi kendi egoist
ihtiyaçlarının da kölesidir ve bu ihtiyaçları yabancılaşmış
olarak yaşar. İnsanlık durumu temsili ve demokratik
Devlette de, anayasal monarşide olduğu gibi politik
conatus
köleliliğe maruz kalır. Burjuva toplumda kölelik en
büyük özgürlük biçimini alsa bile, “modern dünyada
herkes topluluğun hem bir üyesi hem de kölesidir”
(a.g.y.). Bireysel özgürlüğün güvenceleri olarak görülen
mülkiyet, din ve ücretli çalışma aslında bu kölelik
durumunu kutsallaştıran kurumlardır. Robespierre,
Saint-Just ve onların takipçileri başarısızlığa uğradı,
çünkü özgürleşmiş uşaklığa dayanan modern temsili
Devleti, yani evrensel rekabet, dizginsiz özel çıkarlar
ve yabancılaşmış bireylerden oluşan burjuva toplumu,
gerçek köleliğe dayanan antik toplumla karıştırdılar.
Devleti kendinde bir erek ve burjuva yaşamını da
kendi politik ihtiraslarının bir aracı olarak görmek
Napolyon’un işine geldi. Fransız toplumunun egoizmini
doyurmak için, sürekli devrim yerine sürekli savaşı
kurumsallaştırdı. Onun yenilgisi, 1789 rüyalarını,
ancak1830’da gerçekleştirebilen liberal burjuvazinin
zaferini onaylamış oldu. Böylece burjuvazi, anayasal
temsili Devleti, kendi ayrıcalıklı iktidarının ve özel
çıkarlarının resmi ifadesi haline getirdi.
Bonapartizm sorunu, Fransız toplumunun ekonomik
gelişimini olduğu kadar politik evrimini de devamlı
gözlemleyen Marx’ın kafasını sürekli meşgul etmişti.
Fransız Devrimi’nin politik zihnin klasik dönemini
oluşturduğuna ve Bonapartist geleneğin, Fransa’nın iç ve
dış politikasının bir sabiti olduğuna inanıyordu. Ayrıca,
görünüşte Devlet teorisinin metodolojik ilkeleriyle
çelişen, fakat aslında başlangıçtaki anarşist görüşü
değiştirmeyen bir modern Sezarizm teorisini de ana
hatlarıyla oluşturdu. Çünkü tam da kendi materyalist
tarih anlayışını geliştirmeye hazırlandığı sırada, onu
en radikal anarşistlerden birini yapacak bir Devlet
kavramlaştırması geliştirmişti.
“Devletin varoluşu köleliğin varoluşundan
ayrılamaz […]. Bir devlet ne kadar güçlü ise ve
dolayısıyla bir toplum ne kadar daha çok politikse,
toplumsal sorunları yöneten genel ilkeyi ve
bunların nedenlerini devlet ilkesine, başka bir
deyişle devletin etkin, öz-bilinçli ve resmi ifadesini
oluşturduğu fiili toplumsal örgütlenmeye bakarak
açıklamaya o kadar daha az eğilimlidir […]”
(Vorwärts, 1844).
217
Fransız Devrimi örneği, Marx’a yakın dönemde
sadece Alman İdeolojisi’nde kısmen beliren, fakat daha
ilerde İkinci İmparatorluk ve 1871 Komün’ü üzerine
yazdıklarında bulunabilecek bir politik sosyoloji ileri
sürmesi için yeterince ikna edici göründü:
“Devlet ilkesini bütün toplumsal sorunların
kaynağı olarak tanımlamak bir yana, Fransız
Devrimi’nin kahramanları toplumsal sorunları
politik sorunların kaynağı olarak görüyordu.
Dolayısıyla Robespierre aşırı zenginliği ve aşırı
yoksulluğu saf demokrasinin önünde bir engel
olarak gördü. Bu yüzden evrensel bir Spartalı
alçakgönüllük sistemi kurmak istedi. Politikanın
ilkesi iradedir.” (a.g.y.)
Yirmi yedi yıl sonra, Marx Paris Komünü konusuyla
ilgili olarak Bonapartist Devletin temsil ettiği politik
mutlakıyetçiliğin tarihsel kökenlerine geri döndüğünde,
Fransız Devrimi’nin merkeziliğinde, monarşist
geleneklerin devamını görecekti:
“Sürekli ordu, polis, bürokrasi, din adamları ve
yargıçlar gibi, sistemli ve aşamalı bir işbölümü
planına göre biçimlendirilmiş ve her yerde
var olan organlarıyla, merkezi devlet iktidarı,
doğmakta olan burjuva topluma, feodalizme karşı
giriştiği savaşımlarda güçlü bir silah hizmeti
gördüğü mutlak monarşi çağına kadar çıkar. […]
Görevi ulusal birliği kurmak (bir ulus yaratmak)
olan Birinci Fransız Devrimi, mutlak monarşinin
başlattığı Devlet iktidarının merkezileşmesi
ve örgütlenmesi girişimini devam ettirmek
ve bu iktidarın alanını, vasıflarını, araçlarını,
bağımsızlığını ve gerçek toplum üzerindeki
doğaüstü hakimiyetini arttırmak zorunda kaldı.
[…] Toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerin
ürünü olan her türlü küçük bireysel çıkar,
toplumun kendisinden koparıldı, toplumdan
bağımsız bir hale getirildi ve tümüyle hiyerarşik
görevlerdeki devlet rahiplerince idare edilen
Devlet çıkarı biçimi altında toplumun karşısına
konuldu.”7
Devletin ve Paranın reddedilmesi, tıpkı
özgürleştirici sınıf olarak proletaryanın
olumlanması gibi, Marx’ın entelektüel gelişim
sürecinde, politik ekonomi çalışmalarını önceler
Devlet iktidarının bu ateşli reddi, Marx’ın, Hegel’in
ahlak ve siyaset felsefesiyle karşılaşmasından bu yana,
on beş yıl bağımsız ve profesyonel gazetecilik yılları
ile Uluslararası İşçi Birliği’ndeki yoğun etkinliği de
dahil olmak üzere materyalist tarih teorisini geliştirdiği
dönem boyunca, bu alanda yaptığı bütün çalışmaları
ve geliştirdiği eleştirel düşünceyi özetler. Komün, Marx
için, Ekonomi çalışmalarının altı kitabından birini
ayırdığı sorun üzerine [devlet sorunu] geliştirdiği
düşüncelerine son halini vermek için, Komünist
Manifesto’da duyurulan özgür insanların özgür
birliğinin, taslak halinde de olsa bir resmini vermek için
bir fırsat niteliğindeydi.
“Öyleyse Komün herhangi bir devlet biçimine
(hukuki, cumhuriyetçi, emperyalist) karşı
girişilen bir devrim değil, doğrudan doğruya
Devlete karşı, toplumun varlığının hunharca
yok edilmesine karşı bir devrimdir. Komün,
insanların kendilerinin yarattığı gerçek toplumsal
yaşamlarının yeniden canlanmasıdır.” (a.g.y.)
V
Feodal rejimdeki serflerin özgürleşme biçimiyle modern
işçilerin özgürleşmesini karşılaştıran Marx, serflerin,
proleterlerden farklı olarak, onlara önerilen varoluş
koşullarını özgürce geliştirmek zorunda kaldıklarını
ve sonuç olarak ancak “özgür emek”e varabildiklerini
belirtmiştir. Proletarya ise, tersine, kendisini birey olarak
olumlayabilmek için, tam da kendi varoluş koşulunu
conatus
218
ortadan kaldırmak zorundadır; çünkü kendisiyle özdeş
bir şekilde tüm toplumun gereksindiği gibi, ücretli
emeği ortadan kaldırmaktan başka yolu yoktur. Ve
Marx, bundan böyle teorik çalışmalarının olduğu kadar
komünist ve militanca eylemlerinin de temel kökü
olacak olan şu pasajı ekler:
“Proleterler, toplum bireylerinin şimdiye kadar
topluluğun tümünün ifadesi olarak seçmiş
oldukları biçim ile doğrudan bir karşıtlık içinde,
yani devlet ile karşıtlık içinde bulunmaktadırlar.
Bu yüzden de, kendi bireyliklerini
gerçekleştirebilmeleri için Devleti ortadan
kaldırmaları gerekmektedir.”8
Proudhon’dan ziyade Bakunin’in anarşizm anlayışına
yakın olan bu formül ne olayların sıcaklığıyla ağızdan
çıkıvermiş bir ifade ne de işçilerin önünde nutuk
çeken bir politikacı retoriğidir. Bu formül devrimci
talebin, anarşist komünün “tarihsel zorunluluğu”nu
göstermeye çalışan bir teorik birikimin mantıksal
sonucudur. Diğer bir ifadeyle, Marx’ın teorisinde “insani
toplumun” belirişi uzun bir tarihsel sürecin sonucu
olarak görülmüştür. Sonunda, endüstriyel toplumlardaki
nüfusun büyük bir çoğunluğunu oluşturan ve böylelikle
yaratıcı bir devrimci görevi gerçekleştirebilecek olan
toplumsal sınıf ortaya çıkacaktır. Marx bu gelişimin
mantığını ortaya sermek için, bir yanda bilimsel gelişim
–özellikle de doğa bilimlerindeki gelişim- ve tüzel ve
politik kurumlar ile diğer yanda toplumsal sınıfların
antagonist hareketi arasında nedensel bir bağ kurmaya
girişmiştir. Engels’in aksine Marx, geleceğin devrimci
dönüşümünün, insanları, nesneleri ve bilinçleri altüst
eden bir doğal felaket gibi, geçmişteki devrimlerle
aynı şekilde olacağını düşünmemiştir. Modern işçinin
belirişiyle birlikte, insanlık tarihin gerçek döngüsünü
başlatmıştır ve aklın yoluna girerek yaratıcı yetileri
dahilinde kendi kaderini çizebilecek ve rüyalarını
gerçekleştirebilecek hale ulaşmıştır. Bilimde ve
teknolojideki kazanımlar bu sonucu olanaklı kılmıştır,
fakat proletarya, burjuvazi ve onun sermayesinin bu
gelişimi bir yıkıma sürüklememesi için her zaman
müdahil olmak zorundadır.
conatus
“Bilimdeki zaferlerin, erdemlerin kaybı ile satın
alındığı görülüyor. İnsanlık, doğaya hükmettikçe,
kendisi de ya diğer insanların ya da yine kendi
rezilliğinin kurbanı haline geliyor” 9
Öyleyse proleter devrim politik bir macera değildir.
İnsanlığın toptan bir yeniden oluşumunun zorunlu
ve olanaklı olduğunun bilincinde olan bir toplumun
çoğunluğunun katıldığı evrensel bir girişim olmalıdır.
Sermayenin köleleştirici tehdidi ve pazarı bütün dünyaya
yayıldığında, tarih dünya tarihi haline gelmiş demektir.
Bunun sonucu olarak da insan ilişkilerinin ve toplumsal
kurumların temelden ve tümüyle değişmesi yönünde
kitlesel bir bilinç ve irade ortaya çıkması gereklidir.
Dünya ölçeğinde bir barbarlık insanların hayatta
kalmasını tehdit ettiği sürece, komünist ve anarşist
ütopyalar da, insanlığa insanlığın kaderini yenilemeye
yönelmiş bir aklın ve imgelemin ilkelerine uygun bir
yaşamın tadını sunabilecek rasyonel projelerin ve pratik
reformların düşünsel kaynağı olacaktır.
Engels’in düşündüğü gibi, zorunluluk alanından
özgürlük alanına doğru bir sıçrayış yoktur ve de
kapitalizmden anarşizme doğrudan bir geçiş söz
konusu olamaz. Kapitalist üretim biçiminin getirdiği
ekonomik ve toplumsal barbarlık, sömürülmüş ve
yabancılaşmış çoğunluk adına ve yararına hareket eden
ve düşünen, profesyonel devrimcilerden oluşan bir elit
tarafından hazırlanan, örgütlenen ve de yürütülen bir
politik devrim yoluyla ortadan kaldırılamaz. Burjuva
demokrasisi koşullarında bir sınıf ve bir parti olarak
biçimlenen proletarya, bu demokrasiyi ele geçirmek
için mücadele ederek kendisini özgürleştirir; o zamana
kadar “aldatma aracı” olan genel oy hakkını bir
özgürleşme aracına dönüştürür. Modern toplumun
büyük çoğunluğundan oluşan sınıf, yabancılaştırıcı
politik eylemi, sadece politikayı mağlup etmek için
kullanır, Devlet iktidarını da, bunu daha önceki hakim
azınlığa karşı kullanmak için ele geçirir. Politik iktidarın
ele geçirilmesi, doğası gereği “burjuva” bir edimdir;
ancak böylesi bir altüst oluşun faillerinin ona yüklediği
devrimci amaç sayesinde proleter bir eylem haline gelir.
Marx’ın, jakoben anlamda bir elit tarafından uygulanan
diktatörlükten farkını koymak için çekinmeden
“proletarya diktatörlüğü” dediği tarihsel dönemin
anlamı da budur. Elbette Marx, üretim ve tahakküm
219
biçiminin tarihsel gelişiminin sırrını keşfetmenin
faydasında ısrar ederken, öğretisinin profesyonel
devrimciler ve proletarya diktatörlüğünü kişileştirme
hakkını kendinde bulan politikacılar tarafından
yolundan saptırılacağını tahmin edemezdi. Aslınca
o sadece, proletaryası kendi kurumlarını yaratmak
ve bizzat kendisini hakim sınıf kılmak için, burjuva
demokrasisi dönemini kullanabilmiş olan ülkelerdeki
toplumsal geçiş biçimini öngörebildi. Kapitalizmin
dünyaya hükmedebilmesi için gerekli olan ve yüzyıllarca
süren şiddet ve yozlaşmayla karşılaştırıldığında, sermaye
birikimi ve devlet iktidarının yoğunlaşması, kitlesel bir
proletaryayı, nicelik olarak daha zayıf bir burjuvaziyle
karşı karşıya getirdiği oranda, anarşist topluma geçiş
süreci daha kısa olacak ve daha az şiddet içerecektir.
“Kişisel emekten doğan dağınık özel mülkiyetin,
kapitalist özel mülkiyete dönüşmesi; halen
toplumsallaşmış üretime fiilen dayanan
kapitalist özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete
dönüşmesinden kuşkusuz kıyaslanamayacak
kadar daha uzun süreli, daha şiddetli ve çetin bir
süreçtir. Birincisinde, halk yığınlarının birkaç
gasp edici tarafından mülksüzleştirilmesi söz
konusuydu, ikincisinde ise birkaç gasp edicinin
halk yığınları tarafından mülksüzleştirilmesi söz
konusudur.”10
Marx geçiş teorisini detaylı bir şekilde ele almamıştır;
hatta çalışmalarının içindeki çeşitli teorik ve pratik
taslaklarda bu konuda farklı görüşler bile bulunabilir.
Yine de, bu farklı, hatta çelişkili ifadeler boyunca, böylesi
bir teorinin tutarlı bir şekilde yeniden inşasına müsaade
eden bir biçimde temel bir ilkenin değişmeden kaldığı
görülür. “Marksizm”in Marx ve Engels tarafından
kurulduğuna dair mitin en zararlı yanı belki tam
da bu noktada ortaya çıkar. Marx proletaryanın özetkinliğini bütün hakiki sınıf eylemlerinin ve politik
iktidarın ele geçirilmesinin ön kabulü olarak görmüşken;
Engels, özellikle de Marx’ı kaybettikten sonra, işçi
sınıfı hareketinin oluşumunda şu iki öğeyi birbirinden
ayırmıştır: proletaryanın sınıf eylemi – Selbsttätigkeit–
ile parti siyaseti. Marx komünist ve anarşist özöğrenmenin, her türlü yalıtılmış politik edimin ötesinde,
işçilerin devrimci etkinliğinin tamamlayıcı bir parçası
olduğunu düşünüyordu: Burjuvazinin iktidarı yeniden
ele geçirme girişimlerine karşı direnmenin bir aracı
olarak politik iktidarı ele geçirmek ve uygulamak için
hazır olması gereken proletaryadan başkası değildi.
Proletarya, kendi hakkını savunmak ve gerçek insani
toplumu yaratarak toplumu dönüştürme projesini
gerçekleştirmek için geçici ve bilinçli olarak kendisini
maddi bir güce çevirmek zorundadır. İşçi sınıfı –“üretim
araçları içersinde en üretken güç olan üretici sınıfı”kendisini, ortadan kaldırmanın ve yeniden yaratmanın
gücü olarak olumlamak için mücadele ederken, yaratıcı
olumsuzlamanın diyalektik projesini de üstlenir.
Proletarya, politikayı gereksiz hale getirmek için,
politik yabancılaşma riskini üstlenir. Böyle bir projenin
Bakunin’in yıkıcı tutkularıyla ya da Coeurderoy’un
anarşist vahiyleriyle ortak bir yanı yoktur. Amacı ezilmiş
ve sömürülmüş kitlelerin virtüel üstünlüğünü gerçek
haline getirmek olan böyle bir projede estetikçiliğin
yeri yoktur. Marx niceliklerin gücünü Proudhoncu
anarşizmden çok farklı olan bir devrimci ruhla
birleştirmiş olan Uluslararası İşçi Birliği’nin, böylesi bir
mücadele örgütü haline gelebileceğini düşünüyordu.
Marx AIT (Uluslararası İşçi Birliği)’ne katıldığında,
politika karşıtı bir anarşizmin ancak politik bir hareketle
elde edilebileceğini belirterek Proudhon’a karşı 1847’de
aldığı konumu devam ettirdi:
“Bu eski sınıfın yıkılmasından sonra yeni bir
politik iktidarla sonuçlanacak yeni bir sınıf
egemenliği mi demektir? Hayır. […] İşçi sınıfı
kendi gelişim hareketi içinde, eski sivil toplumun
yerine sınıfları ve onların antagonizmalarını
dışta bırakacak bir birlik koyacaktır ve bu
anlamıyla, politik iktidar diye bir şey artık
kalmayacaktır, çünkü politik iktidar sivil
toplumdaki antagonizmanın resmi ifadesinden
başka bir şey değildir. Öte yandan proletarya ve
burjuvazi arasındaki antagonizma bir sınıfın
öteki sınıfa karşı savaşımıdır ve bunun en yüksek
ifadesi toptan bir devrimdir. Gerçekten de, sınıf
karşıtlıkları üzerine kurulmuş bir toplumun nihai
akıbeti olarak, vahşi çelişkiyle, bedenin bedenle
çarpışması ile son bulmasında şaşılacak bir şey var
mı?”11
conatus
220
Marx’ın buradaki görüşleri her türlü idealist yoruma
karşı oldukça gerçekçi bir görüştür. Marx’ın geleceğe
seslenişi, işçileri politik olarak mücadele ederken
devrimciliğe sadık kalmaya çağıran normatif bir
projenin dile getirilişi olarak, doğru bir biçimde
anlaşılmalıdır. “İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir
şey” (J.B. Schweitzer’a mektup, 1865). Bu, keskin
diyalektiğiyle, Proudhon ya da Stirner’in aksine, keyfi
paradoksun ve sözlü şiddetin sistematik kullanımıyla
insanları etkilemeyi reddeden bir düşünürün dilidir.
Her şey araç ve amaçların gösterilmesi sayesinde
halledilemese de, bu yöntemin en azından yabancılaşmış
emeğin kurbanlarını, birlikte kolektif bir yaratımı
üstlenerek kendilerini anlamaları ve eğitmeleri yönünde
cesaretlendirme gibi bir faydası vardır. Bu anlamda
Marx’ın çağrısı güncelliğini korumaktadır, Marksizmin
zaferine rağmen, hatta bu zafer yüzünden. 12
Burada belirtiklerimizden, Marx’ın toplumsal teorisinin,
moral bir kod ya da ideal bir toplum yaşamını
gerçekleştirmeye çalışan bir devrimci politik-pratik
değil, açıkça tarihsel bir hareketin nesnel analizini ortaya
koyma çalışan bir teori olduğu; iktidar meraklısı elitlerin
ya da partinin kullanımına açık bir normlar toplamı
değil, şeyleri ve bireyleri kapsayan bir gelişim sürecinin
ifşası olduğu sonucu ortaya çıkar. Öte yandan bu, biri
keskin bir biçimde belirlenmiş, diğeri ise anarşist bir
toplumun hayali hedefine doğru özgürce yönelen çifte
bir teorik yörüngesi olan bir teorinin sadece dışsal ve
açıklanmış olan yönüdür.
“19. yüzyıldaki toplumsal devrim şiirselliğini
geçmişten değil sadece ve sadece gelecekten
alacaktır. Kendisiyle, ancak, kendisini geçmişteki
bütün hurafelerden kurtardığında ilgilenebilir.”13
Geçmiş, geri döndürülemez bir zorunluluktur, her türlü
analiz aracıyla donanmış olan gözlemci de algılanan
olaylar zincirini açıklayabilecek konuma sahip olan
kişidir. İnsanlığın peygamberleri ve hayalleri yoluyla
beslediği tüm rüyaların gerçekleşeceğini ummak
boşuna olsa bile, gelecek, en azından, insanlara kendi
yaşamlarını tüm toplumsal alanlarda süre giden
bir kölelik durumuna sokmuş olan kurumların yok
oluşunu gösterebilir. Bu, kabaca söylersek, aşağıdaki
şu satırları yazarken kendisini açıkça “anarşist” olarak
conatus
konumlandıran Marx’ın öğretisindeki teori ile ütopya
arasındaki bağlantıdır.
“Bütün sosyalistler anarşizmden şunu anlar:
Proleter hareketin amacı, yani sınıfların ortadan
kaldırılması tamamlandıktan sonra, Devlet
iktidarı […] yok olacak ve yönetim işlevleri basit
idare işleyişlerine dönüşecektir.” (Enternasyonalde
Sahte Bölünmeler, 1872)
Maximilien Rubel (1973), Marx critique du marxisme
[Marx, Marksizmin Eleştirmeni] içinde, Paris: Payot,
2000 (2. baskı)
* Maximilien Rubel (1905- 1996)
Çalışmalarını Karl Marx’ın eserleri ve hayatı üzerine
yapmış olan tarihçi ve militan. Sorbonne ve Viyana
üniversitelerinde hukuk, sosyoloji ve felsefe okumuştur.
Marx’ın eserlerinin tahrifini ve eksik yayımlanışını
eleştirerek, bu eserlerin sistematik bir araştırma içinde
okunuşunu, onu ideoloji haline getiren okumalardan
ayırt etmek için “marxoloji” terimini geliştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı sırasında direniş hareketinde aktif
olarak yer almış, İspanya İç Savaşı’ndaki mücadeleyi
ve de konsey komünistlerini desteklemiştir. Marx’ın
düşüncesinin özünün anti-kapitalizm ve devlet karşıtlığı
olduğunu savunarak aslında hem ortodoks Marksistlerin
hem de ortodoks anarşistlerin tepkisini, fakat özellikle
de Stalinizm eleştirisi yüzünden Fransız Komünist
Partisi’nin tepkisini üzerine çekmiştir. Anton Pannekoek
ve Socialisme ou Barbarie [ya Sosyalizm ya Barbarlık]
çevresiyle ilişki içinde olmuş, Rene Lefeuvre’in anarşizm,
konsey komünizmi ve eleştirel Marksizm üzerine
kitaplar ve broşürler yayımlayan yayıneviyle [Spartacus]
yakın temaslar kurmuştur. Türkçeye Marx’ın Sosyolojisi
(çev. Zuhal Bilgin, Çiviyazıları, 2006) adlı kitabı
çevrilmiş olan Rubel, yaşamının sonuna kadar antikapitalist ve devlet karşıtı görüşlerine sadık kalmıştır.
Başlıca Eserleri:
Marx critique du marxisme (1974, Payot).
Guerre et paix nucléaires (réédité en 1997, ParisMediterranee).
Karl Marx devant le bonapartisme (1960, Sulliver).
221
K. Marx, F. Engels, Komünist Manifesto, çev. Muzaffer Erdost, Sol
yay., Ankara 1993, s. 133.
2
K. Marx, Feuerbach üzerine ikinci tez. Ludwig Feuerbach ve Klasik
Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol yay.,1992, Ankara.
3
Türsel varlık, metnin aslında toplumsal varlık (être social) olarak
geçmektedir. (ç.n.)
4
K. Marx, Yahudi Sorunu, çev. Niyazi Berkes, Sol yay., 1997, Ankara.
5
K. Marx, Kapital, Önsöz (1867), çev. Alaattin Bilgi, Sol yay., 1993,
Ankara, s. 18.
6
K. Marx, 1844 Elyazmaları, çev. Kenan Somer, Sol yay. Ankara,
1993, s. 151 (Yabancılaşmış Emek bölümünde)
7
K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımı, Paris Komünü üzerine (taslak
metin)
8
K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol yay.,
Ankara, 1992, s. 95.
9
People’s Paper’ın yıldönümünde Marx’ın yaptığı konuşmadan (14
nisan 1856).
10
Kapital , I. cilt xxıı. bölüm, s. 727.
11
K. Marx, Felsefenin Sefaleti, çev. Ahmet Kardam, Sol Yayınları,
Ankara, 1992, s. 158 (2. bölüm, 5. kesim).
12
Bu yazının sınırları, bu konuyu daha fazla açmamıza müsaade
etmediğinden, burada Marx’ın “Devlet hayranı”, “Komünist Devlet
savunucusu” olduğu ya da proletarya diktatörlüğünü, tek adam
yönetimi anlamına gelen parti diktatörlüğüyle özdeşleştirdiğine dair
–Bakuninci ve Leninist– miti yıkmak için üç metni anacağım:
a) Bakunin’in Devlet ve Anarşi kitabına Marx’ın düştüğü notlar
(Cenova, 1873, Rusça)
Ana temalar: proletarya diktatörlüğü ve küçük köylü mülkiyetinin
devamı; ekonomik koşullar ve toplumsal devrim; Devletin yok
oluşu ve politik işlevlerin komünlerin özyönetim kooperatiflerinin
idaresine dönüşmesi.
b) Alman İşçi Partisi Programının Eleştirisi (Gotha Programı, 1875):
Ana temalar: kooperatif üretim tarzına dayanan komünist toplumun
evriminin iki aşaması; işçi sınıflarının enternasyonal eylemi;
“demir ücret yasasının” eleştirisi; işçilerin üretim kooperatiflerinin
devrimci rolü; din ve Devletten bağımsızlaşmış ilköğrenim;
proletaryanın, devlet işlevlerinin toplumsal işlevlere dönüşümü
olarak anlaşılan devrimci diktatörlüğü
c) Köylü Komünü ve Rusya’daki Devrimci Perspektifler (Vera
Zassoulitch’e cevap, 1881). Ana temalar: Rus toplumunun yeniden
oluşumunun bir öğesi olarak kırsal komün; komünün çift
anlamlılığı ve tarihsel arka planın etkisi; komünün gelişmesi ve
kapitalist kriz; köylü özgürleşmesi ve vergilendirme; komünün yok
oluşunun negatif etkileri ve riskleri; Devlet ve sermayenin tehdidi
altındaki Rus komünü ancak bir Rus devrimi sayesinde hayatta
kalabilir.
Bu üç metin bir anlamda Marx’ın Devlet üzerine yazmayı tasarladığı
kitabın özünü oluşturmaktadır. Ayrıca Engels’in, Devlet üzerine,
bazıları doğrudan bazıları da dolaylı olarak Marx’ın teorisiyle ilişkili
olan yazılarını hatırda tutmak yerinde olacaktır. Bununla birlikte
Marx ve Engels’in konumları arasında tam bir örtüşme söz konusu
değildir. (M.R.)
13
18. Brumaire, Louis Napoleon, 1852
1
conatus
İstisna Hali
Giorgio Agamben
çev: Kemal Atakay
113 Sayfa
Avrupa ve
İmparatorluk
Antonio Negri
çev: Kemal Atakay
158 sayfa
İtalya’da Radikal
Düşünce ve
Kurucu Politika
Nietzsche
M. Hardt, P.
Virno, A. Negri, G.
Agamben
çev: Selen Göbelez,
Sinem Özer
380 sayfa
Gilles Deleuze
çev: İlke Karadağ
102 sayfa
Marx Ötesi
Bizim Gibi
Marx
Komünistler
Antonio Negri
çev: Münevver Çelik
328 sayfa
Félix Guattari, Antonio
Negri
çev: İlkay Sümer,
Mustafa Erata, Barış
Özçorlu
97 sayfa
conatus
Conatus Çeviri Dergisi
Solun alet çantasında yerini alsın diye girişilmiş bir çabanın bedenidir CONATUS Çeviri Dergisi. Kapitalizmin küresel
tehdidi karşısında, emeğin yoldaşlığı ve mücadelenin dünyalılaşmasının uzamını yaratmak için kendi sorularımızı
oluşturmamız, bu soruları ve cevaplarımızın farklılığını paylaşmamız gerekiyor. Yeni kavramlara, yeni çözümlemelere ve
yeni deneyimlere ihtiyacımız var. Bunları Conatus’un sayfalarında yansıtabilmek ve emeğin önündeki tek gerçekçi politik
hattı vurgulayabilmek için ilk sayı anti-kapitalizm dosyası oldu. Ve gerisi geldi...
anti - kapitalizm
emperyalizm
yeni emperyalizm
imparatorluk
değer teorisi ve
sınıf mücadelesi
avrupa birliği
kriz teorisi
ve öznellik

Benzer belgeler

PDF ( 1 )

PDF ( 1 ) bir tarzda ve kaynaklar elverdiği ölçüde örgütlenmesi gerekir. Bunun için, proletaryanın bedeli ne olursa olsun örgütlü bir güce ihtiyacı vardır. Bu güç, proletaryanın devlet iktidarıdır. Sınıf far...

Detaylı