İndir - Çanakkale Valiliği

Transkript

İndir - Çanakkale Valiliği
KKALE
O
NA
A
UN
1 99 2
C
6-8 Kasım 2014
Çanakkale 2015, 100. Yıl
IVERSIT
E
T.C.
KIZ MAR
T
SE
SI
N
Çanakkale Valiliği
Savaş Tarihi Araştırmaları Uluslar arası Kongresi
100. Yılında 1. Dünya Savaşı ve Mirası
Bildiriler
2. Cilt
ISBN:978-605-149-550-7
Editörler:
Halil Çetin & Lokman Erdemir
Fotoğraflar:
Grafik Tasarım:
Timuçin Unan + Crew
Renk Ayrımı ve Baskı:
Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş.
Hamidiye Mh., Soğuksu Caddesi No:3, 34408 Kağıthane / İstanbul
Tel: 0212 294 10 00
[email protected]
Sertifika No: 12055
Çanakkale Valiliği Yayınları, 2015
Destekleyenler:
BAŞBAKANLIK
DEVLET ARŞ. GEN. MÜD.
OSMANLI ARŞ. DAIRE BŞK.
KKALE
O
NA
A
UN
1 99 2
IVERSIT
E
T.C.
KIZ MAR
T
SE
SI
N
C
6-8 Kasım 2014
Editörler:
Halil Çetin & Lokman Erdemir
2.
cilt
İÇİNDEKİLER
KONGRE KURULLARI ..................................................... 6
BİLDİRİLER.......................................... 8
TÜRK EDEBİYATINDA SAVAŞ........................................11
Bora Yılmaz
Gazel-i Hümayun Hakkında Bazı Mülahazalar ....................................... 13
Ensar Kesebir
Birinci Dünya Savaşı ve Ruslar: Türk Hikâyesinde Rus İmajı..............23
Necmi Uyanık
Felaket Çağında Savaş Köprüsünden Geçen Yeni Beşeriyet: Celal
Nuri’nin Kaleminden Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye ........................ 35
Nurhan Aydın - Zekiye Tunç
Sarıkamış Hareketi’nin Şiir ve Detanlara Yansıması.............................. 61
Sabri Tevfik Hammam
Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine Yansıması ........75
Veysel Ergin
Haşim Nahit’in Eserlerinde Birinci Dünya Savaşı İzlenimleri .......... 107
Yunus Yıldırım
Sarıkamış Harekâtı’nın İsmail Bilgin’in Sarıkamış Beyaz Hüzün İsimli
Romanına Yansıması .................................................................................. 137
SAVAŞ SIRASINDA OSMANLI TOPLUMU VE KURUMLARI
Ayşe Yanardağ
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinde Dini Kurumlar ve
Hizmetleri.......................................................................................................151
Gürsoy Şahin
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı Sırasında Rakip Devletlerle
Olan Ticari İlişkilerini Düzenlemeye Yönelik Çabalarına Dair Bazı
Tespitler.......................................................................................................... 177
Hakan Daloğlu
Modern Sanayileşmiş Savaşta Sanatın Politik Dışavurumu: 1905-1917
Rus Devrimlerinin Felsefi ve Politik Etkilerinin Ekspresyonist ve
Dadaist Sanattaki Rolü................................................................................ 197
İsmail Sabah
Çanakkale Savaşı’nın Öğrenciler Üzerindeki Etkileri .........................239
Mustafa Demir - Havanur Şahin
Osmanlı Yetimhanesi “Darüleytam”........................................................265
Mustafa Selçuk
Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun......................................... 273
Mustafa Şahin
Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Harekâtı Sonrası Tifüs Salgını ve
Erzurum Valisi Hasan Tahsin (Uzer) Bey’in Bu Kapsamdaki
Çalışmaları.................................................................................................... 289
Tahir Özkan
Öksüz Yurtları Mecmuası Işığında I. Dünya Savaşı Sonunda Öksüz
Kalan Çocukların Eğitimi............................................................................311
DİPLOMASİ VE HUKUK............................................... 327
Uğur Ermiş - Barış Özdal
The Manchester Guardian Gazetesi’nin Sayfalarından Birinci Dünya
Savaşı’nın Son Silah Bırakışması: Anadolu Cephesi ve Mudanya
Mütarekesi ....................................................................................................329
Hakan Bacanlı
Osmanlı Devleti için Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve Mondros
Mütarekesi ....................................................................................................347
İkbal Vurucu - Mehmet Şükrü Güzel
Ateşkes Antlaşması ile İşlenen Savaş Suçu – Almanya’ya Gıda
Ablukasının Sürdürülmesi ..........................................................................411
Murat Jane - Barış Özdal
Birinci Dünya Savaşı’nın Diplomaside Yarattığı Değişimlerin Yapısal
Analizi....................................................................................................................435
KONGRE KURULLARI
ONUR KURULU
Ahmet ÇINAR, Çanakkale Valisi
Prof. Dr. Sedat LAÇİNER, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Yener YÖRÜK, Trakya Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Mustafa AYKAÇ, Kırklareli Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Osman ŞİMŞEK, Namık Kemal Üniversitesi Rektörü DÜZENLEME KURULU
Doç. Dr. Halil ÇETİN, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Doç. Dr. İ. Hakkı ÖZTÜRK, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Doç. Dr. Muhammet ERAT, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Doç. Dr. Murat YILDIZ, Namık Kemal Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Bülent YILDIRIM, Trakya Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Lokman ERDEMİR, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Tarık ÖZÇELİK, Kırklareli Üniversitesi
BİLİM KURULU
Adnan SOFUOĞLU, Prof.Dr., Hacettepe Üniversitesi Ahmet ALTINTAŞ, Doç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi
Ali ARSLAN, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Ali SATAN, Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Cemalettin TAŞKIRAN, Prof. Dr., Gazi Üniversitesi
Cezmi ERASLAN, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi
Edward J. Erickson, Prof. Dr., Marine Corps Universitesi, ABD
Enis ŞAHİN, Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi
H. Bayram SOY, Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Halil BAL, Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi
Haluk SELVi, Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Isa BLUMI, Doç. Dr., Georgia State Üniversitesi, ABD
Jenny MACLEOD, Dr., Hull Üniversitesi, İngiltere
Lokman ERDEMİR, Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Muhammet ERAT, Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Mustafa ÇOLAK, Prof. Dr., GOP Üniversitesi Mustafa SELÇUK, Yard. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi
Nedim İPEK, Prof. Dr., Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ömer ÇAKIR, Doç. Dr. Çankırı Karatekin Üniversitesi
Ramazan GÜLENDAM, Prof. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sedat LAÇİNER, Prof. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Süleyman BEYOĞLU, Prof. Dr., Marmara Üniversitesi
Zekeriya Türkmen, Dr. Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü
7
BİLDİRİLER
TÜRK EDEBİYATINDA
SAVAŞ
Gazel-i Hümayun Hakkında Bazı Mülahazalar
Bora YILMAZ*
I. Sultan Mehmed Reşad
2 Kasım1844’te Çırağan Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Gülcemal Kadın Efendi’dir. Saray geleneklerine göre
yetiştirildi. Arapça, Farsça ve bazı şer’i bilgiler öğrendi. Babasının ve amcası
Abdülaziz’in padişahlıkları döneminde serbest ve rahat bir hayat yaşadı.
Kardeşi Abdülhamit tahta çıkınca (1876) veliaht durumuna geldi, sarayda
gözetim altında yaşamakzorunda kaldı (Küçük 2003: 418).1909-1912 yılları
arasında padişahın başkâtipliğini yapan Halit Ziya Uşaklıgil, padişahın karakterini şöyle tanımlamaktadır: ‘… o kadar saf, o kadar sükunla kaplı bir hali,
kendisini öyle teslim eden ve düşüncelerini öyle zapta lüzum görmemiş bir
alçaklıkla meydana vuran bir ifadesi vardı ki adamın kötülüğe, iğfale, hile ve
desiseye kudret bulamayacağını derhal temin ediyordu’ (Uşaklıgil 1981: 13).
Osmanlı Padişahları arasında otuz beşinci sırada tahta oturan
MehmedReşad, ‘Sultan Reşad’ adıyla şöhret bulmuş ancak İttihad ve Terakki
Partisi yeni padişaha ‘V. Mehmed’ denilmesi yolunda bir karar çıkarmıştır.
Bunun da sebebi Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini ‘ikinci fetih’ olarak
gören İttihad ve Terakki mensuplarının garipliğidir (Bahadıroğlu 1986: 757).
27 Nisan 1909’da tahta çıkan Sultan MehmedReşad altmış beş yaşındaydı.
Dokuz yıl iki ay altı gün padişahlık yapmıştır.Sultan V. MehmedReşad
geçirdiği bir rahatsızlığın ardından yetmiş dört yaşında, 3 Temmuz 1918’de
Yıldız Sarayı’nda, bir Ramazan günü vefat etti ve Eyüp’te kendiyaptırdığı türbeye defnedildi (Koçu 2004: 580). Sultan MehmedReşad, Osmanlı Padişahları
içerisinde en talihsiz ve en tesirsizler grubuna dâhil edilebilir. Görev yaptığı
süre boyunca ülkeyi İttihad ve Terakki Partisi yönetmiş; padişah ise bir gölge,
bir kukla görevi görmüştür. Yönetime hiç karışmamış ya da karışacak dirayeti
gösterememiştir.
Sultan MehmedReşad zamanında başkâtiplik görevinde bulunan Ali
FuadTürkgeldi bu durumu, şu ifadelerle açıklıyor: “Sultan Reşad ömrünü hâl-i
uzlette geçirip ne ahvâl-i âleme ve ne de memleketin hâline kesb-i vukuf etmiştir.
Âhır-ı ömründe suûd eylediği taht-ı saltanat kendisine yabancı kalmıştı. Kendisi de ‘Herkes bana işlere karışmıyor diyorlar! Meşrutiyyet zamanında ben işe
karışacak olursam biraderin suçu ne idi?’ derdi” (Türkgeldi2010: 275).
Sultan Reşad’ın talihsizliği de şuradan kaynaklanıyor ki Osmanlı
Devleti’nin son döneminde; yıkılmaya yüz tutmuş, gün be gün küçülen ve
*Araştırma Görevlisi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
13
devletin sıkıntılar içinde bulunduğu bir dönemde görev yapmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Kendisi, hal edilen bir padişahın yerine gelmiş ve
de yaşının kemale erdiği dönemlerde tahta oturmuştur. Tahta oturduğu
1909 yılından vefat ettiği tarihe kadar devlet içte ve dışta büyük sorunlarla
uğraşmış ve büyük oranda toprak kaybı yaşamıştır.
Bu dönemin en önemli hadiselerinin başında sırayla Trablusgarb’ın
elden çıkışı, I.ve II. Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı gelmektedir. II. Balkan Savaşı’nda Edirne’yi geri alışımız dışında bu tarihi dönem başarısızlıklar
ve toprak kayıpları ile doludur. Belki bu kara dönemin bir yüz akı olarak
I. Dünya Savaşı’nda mücadele ettiğimiz Çanakkale cephesini ve burada
kazanılan büyük zaferi ayrı tutmalı ve değerini bilmeliyiz.
II. Gazel-i Hümayun
Deniz savaşları sonunda hüsrana uğrayan düşman ordularının kara
muharebelerinde demağlûbiyete uğramasıyla Çanakkale’yi terke mecbur
kalmaları karşısında Sultan V. MehmedReşad bir şükür nişanesi olmak
üzere bir gazel yazar. Devrin hemen hemen bütün gazete vemecmualarında
“Gazel-i Hümayun, Manzume-i Hümayun, Manzume-i Garrâ-i Hümayun
vs.”başlıklarıyla yayımlanan bu gazel halk tarafından çok beğenilmiştir
(Doğan & Tığlı 2005: 44). Yayımlandığı günden itibaren dikkatleri üstüne
çeken Çanakkale Gazeli Almanya’da da neşrolunmuştur. Ayrıca Şair Sâfî
Efendi tarafından manzum olarak Arapçaya tercümeedilmiştir. Bu gazel,
Kâzım Uz (1872-1938) tarafından Rast makamında “Duâ-nâme-iHazret-i
Pâdişâhî” adıyla marş olarak da bestelenmiştir. Gazel halk tarafından da ilgi
vesevgiyle karşılanmış ve bu şiire onlarca tahmis yazılmıştır (Doğan & Tığlı
2005: 45).Gazel-i hümayunun Türk toplumu üzerindeki etkisini, halkın
değişik kesimlerinden kişiler tarafından yazılan tahmislerin çokluğunda
görmek mümkündür. İncelenentahmismecmuaları ve yapılan gazete ve
dergi taramaları neticesinde bu gazele yazılan otuz tahmis tespit edilmiştir
(Doğan & Tığlı 2005: 46).
Manzume, ‘Kelâmü’l-mülûkMülûkü’l-kelâm! (Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır)’ düsturunca, Padişah V. Mehmet Reşat’a ait olması hasebiyle
çok büyük ilgi görmüştür. Çakır (2004), bu şiirin Çanakkale Savaşları için
yazılan şiirler içerisinde gazel nazım şekli ile yazılmış tek şiir olduğunu ifade
etmektedir. Şiir beş beyitten oluşmuştur.Bu samimi şiir her şeyden önce çok
sâde ve basittir. Yek-âhenk ve yek-âvâzdiyebileceğimiz gazel, bir plana bağlı
olduğundan içinde düşünce ve kelime tekrarı yoktur. Buitibarla bir sehl-i
mümteni örneği sayılabilecek değerdedir (Diriöz 1980: 106).
Bu bildirinin asıl amacı bu gazelin kime ait olduğunu tartışmaktır.
Yazıldığı dönem ve sonrasında çok ses getiren bu gazelin Sultan Reşad’a ait
14
olmadığı, dönemin şairlerinden birine yazdırıldığı ifade edilmektedir. Hatta
bu gazele yazılan tahmisler içerisine en güzeli kabul edilen tahmisin sahibi
Yahya Kemal’in bu gazelin de gerçek sahibi olduğu iddia edilmiştir.
‘Gazel-i Hümayun’ ile doğrudan ya da dolaylı olarak yapılan
çalışmalarda bu iddialar zaman zaman dile getirilse de üzerinde pek fazla durulmamıştır. Tespit edebildiğimiz çalışmaların birincisi Meserret
Diriöz’ün, I. Milli Türkoloji Kongresi’nde sunmuş olduğu ‘Gazel-i Hümâyun
ve Tahmisler’ başlıklı bildirisidir. Bu çalışmada yazar söz konusu gazeli ve
ona yapılan tahmisleri incelemiştir. Gazelin Sultan Reşad’a ait olup olması
ile ilgili olarak kanaatini şu ifadelerle açıklamıştır: ‘Bazı kimseler, bu gazelin Sultan Reşat’a ait olmadığını, hiçbir kaynağa dayanmaksızın ileri
sürmüşlerse de bu mesnetsiz iddiaları burada söz konusu etmeyi yetersiz
buluyorum (Diriöz1980: 105).
Bir diğer çalışmada Enfel Doğan ve Fatih Tığlı’nın beraber hazırlamış
oldukları ‘Sultan V. MehmedReşad’ın Çanakkale Gazeli ve Bu Gazele Yazılan
Tahmisler’ başlıklı makaledir. Bu makalede de söz konusu tartışmaya yer
verilmemiş ve sadece dipnot kısmında İsmail Hami Danişmend’in ‘İzahlı
Osmanlı Tarihi Kronolojisi’ adlı eseri referans gösterilerek ‘Bununla beraber,
bu gazelin padişah tarafından değil de meşhur bir şair tarafından yazıldığı rivayetleri mevcuttur’ (Doğan&Tığlı2005: 44) ifadesine yer verilmiştir.
Ömer Çakır’ın ‘Türk Şiirinde Çanakkale Muhabereleri’ adlı eserinde de
aynı şekilde bu konu tartışılmamıştır. Bununla beraber Çakır (2004: 244),
şiirde ifade edilen duygu ve düşünceler Sultan Reşad’ın mecliste yaptığı
konuşmasının bir gazel şeklinde dile getirilişi gibidir diyerek bir açıklamada
bulunmuştur.1
Gazel-i Hümayun’un kimin yazdığı ya da başka bir ifadeyle Sultan
Reşad’ın yazmadığı hakkında elde hiçbir tarihi vesika yoktur. Konunun çetrefilli bir hale gelmesinin sebebi ise bazı tarihçilerin, yazarların ve Sultan
Reşad’ın yakınında bulunmuş kişilerin ifadeleridir.
Sultan Reşad döneminde, 1909-1912 yılları arasında, sarayda
başmabeyinci olan Lütfi Simavi bu konu hakkında görüşlerini ‘Osmanlı
Sarayının Son Günleri’ adlı hatıratında şöyle dile getiriyor: ‘Yaratılıştan
zeki bir insan olan Sultan V. Mehmet Reşat Han, tam ve yeterli bir öğrenim
görmemişti. Arapça bilgisi oldukça iyiydi. Mevlevilik tarikatına mensup
olduğu için daha çok Farsçayı merak etmişti. Bu dilde güçlü konuşması
ve yazması vardı. Tarihle de meşgul olurdu. Osmanlı tarihini ve özellikle
Osmanlı padişahları ile ilgili olayları ayrıntılarına kadar bilirdi. Üç yıl üç ay
devam eden başmabeyncilik görevim sırasında padişahın şiirle ilgilendiğini
Bu konuşma için bkz. Niyazi Ahmed Banoğlu, Türk Basınında Çanakkale Günleri, Türk Basın Birliği
Yayınları, İstanbul, 1982, s. 63-64
1
15
pek görmedim. Bundan dolayı, Çanakkale Zaferi üzerine kendisi tarafından
yazılmış olarak gösterilen manzumeyi onun adına her kim yazmışsa – benim
naçiz fikrime göre – padişaha hizmet etmiş sayılmaz. Osmanlı padişahları,
olayları sadece yaparlar, bunları vakanüvisler yazarlardı. İstanbul’a gelen
yabancı hükümdarların ve büyük kumandanların ilk iş olarak ziyaret ettikleri Çanakkale’ye - ki kahramanca savunuluşu Birinci Dünya Savaşı’mızın
tek yüz akıdır – hünkârı götürmeyi akıl etmeyip de, Türk askerinin o muazzam çarpışmada gösterdiği yiğitlik ve kahramanlık konusunda kendisini şiir
yazmış gibi göstermek hiç de doğru bir davranış değildir’ (Simavi 2006: 206).
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Lütfi Simavi mevzubahis olan şiirin Sultan Reşad’a ait olmadığı kanısındadır.
Lütfi Simavi’nin kitabının editörü Ahmet Seyrek ise dipnot olarak
şu bilgiyi vermektedir: ‘18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi üzerine o zaman
yayınlanan Donanma dergisinde Sultan Reşat’ın el yazısıyla ve imzasıyla
beş beyitlik bir gazel çıkmıştı. Sonradan bu konu bir hayli tartışılmış. Bunun
padişahın eseri olmadığı, padişaha dikte ettirilip bir çeşit zorlama yoluyla
kendisininmiş gibi gösterildiği ileri sürülmüştür. Askerleri ve Türk zaferini
öven bu manzumenin, Yahya Kemal’e yazdırılıp padişaha mal edildiği yolunda bir söylenti vardır’(Simavi 2006:206) demekte fakat herhangi bir belge
sunmamaktadır.
1909-1912 tarihlerinde, Sultan Reşad devrinde, sarayda başkatiplik
görevini icra eden romancılarımızdan Halit Ziya Uşaklıgil, ‘Saray ve Ötesi’ adlı
eserinde bu durumu aydınlatacak şöyle bir ifade kullanmaktadır:‘SultanReşad
tahsil görmüş bir zât değildi, hanedan büyük çoğunluğu içinde istisna teşkil
etmekten uzak olan bu tahsil yokluğuna rağmen emsaline nispetle gene
seçkin bir mevkide sayılabilirdi. Biraz Arapçaya, daha ziyade Farsçaya vakıftı;
Türkçeyi pek güzel, hatta oldukça nutuk edasıyla söyler; istimali dairesine giren Arap ve Fars lügatlerini pek doğru telaffuz ederdi. Ona nişancı hatta kâtip,
hele hiç şair denemezdi fakat bence görmek müyesser olan yazılarında yanlış
yapmadığına dikkat ederdim(Uşaklıgil 1981: 361). Kendisinin edebi yönünün
bulunması itibari ile Uşaklıgil’in, eğer ki Sultan Reşad’ın şiirle ve edebiyatla,
şiir yazacak kadar ilgilendiğini bilmemesi düşünülemez.
İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi adlı eserinde İsmail Hami Danişmend
şu görüşlere yer vermektedir: ‘Şark kültürünün ve bilhassa Acemcesinin
çok kuvvetli olduğundan bahsedilir; Garp kültürü yoktur. Çok uzun süren
şehzadelik ve veliahtlık devrini İran edebiyatıyla ve bilhassa Mesnevi okumakla geçirdiği rivayet edilir. Mevleviliğe intisabı işte bundandır. Çanakkale
muharebesi münasebetiyle yazmış veyahut kendisine isnat edilmiş
olduğundan bahsedilen meşhur şiirin …’ (Danişmend 1972: 380). Bu ifadeler
de kesin bir bilgi olmamakla beraber bir şüpheden bahsedilmektedir.
16
‘Saray ve Konakların Dilinden Bir Devrin Tarihi’ adlı eserinde Mustafa
Ragıp Esatlı, Sultan MehmedReşad ve zikredilen konu için ‘Şairliği iddiası
tamamen uydurmaydı. Hatta geçen umumi Harp içinde Çanakkale’deki
eşsiz kahramanlık üzerine o zaman neşredilen manzumenin de Sultan
Reşad’la alâkası olmadığı sonradan anlaşılmıştı. Nitekim kendisinin pek
yakınında bulunan zatlardan hiçbiri bu Osmanlı Padişahı’nın ilim ve şiirle
hiçbir münasebeti olmadığında birleşmişlerdi’ (Esatlı 2010: 210) ifadelerini
kullanmaktadır.
Yukarıdaki görüşlerin aksi olarak tespit edebildiğimiz tek görüş Vasfi
Mahir Kocatürk’e aittir. Kocatürk Osmanlı Padişahları adlı eserinde Sultan
Reşad için ‘Edebiyatı sever ve ara sıra bazı şiirler yazardı. Çanakkale zaferi
üzerine yazdığı şiirde saflık ve samimilik vardır’ (Kocatürk 1957: 392) demektedir. Bu ifadelerden Kocatürk’ün bu şiirin Sultan Reşad’a ait olduğunu
düşündüğü ve hatta diğer görüşlerin aksine sultanın şairlik yönünün
olduğunu ve başka şiirlerinin olduğunu da ifade etmektedir.
Yine bir başka tarihçi Reşad Ekrem Koçu, ‘Osmanlı Padişahları’ adlı eserinde, Sultan Reşad için, ‘…kendisi şiirle hiç meşgul olmamıştı. Çanakkale zaferi
üzerine el yazısı ve imzasıyla neşredilen meşhur şiir Sultan V. MehmedReşad’ın
olmadığı bugün bir hakikattir, o devrin kuvvetli şairlerinden kime yazdırıldığı
tespit edilememiştir (Koçu 2004: 577) demektedir.
Eğer bu şiir Sultan Reşad’a ait değilse R. E. Koçu’nun da ifade ettiği gibi
bu şiiri kim yazmıştır? Elde hiçbir kesin vesika olmamakla beraber bütün
yollar Yahya Kemal’e çıkmakta, bütün oklar Yahya Kemal’e işaret etmektedir. Fakat elimizde bunu ispatlayacak hiçbir kesin vesika yok.
Görünürde Yahya Kemal’in bu şiirle alakası bu gazele yazmış olduğu
tahmisle ilgili ve sınırlıdır. Tahmisin kelime manası ‘beşleme’ demektir.
Genellikle ‘gazel’ türüne uygulanır. Şair, herhangi bir şairin beğendiği bir
gazelinin beyitleri üzerine üçer mısra daha ekleyerek onları beşer mısralık
bentler haline getirir. Eklenen bu üç mısra, vezin, mana ve kafiye bakımından
eklendiği beyit ile bütünlük ve uygunluk göstermelidir. Tahmis ancak o zaman başarılı sayılabilir (Kocakaplan 2002: 130).
Yahya Kemal’le birlikte dönemin birçok şairi de bu gazele tahmis
yazmışlardır. Tespit edilen tahmislerin sayısı otuz kadardır. Bu tahmislerin
en meşhurlarından biri hatta en meşhuru Yahya Kemal’e aittir.
Yahya Kemal’in yazmış olduğu tahmisle ilgili olarak ulaşabildiğimiz
bir kaynakta İ. Habip Sevük bir hatırasını şöyle dile getiriyor: “Yıllarca evvel bir gün Yahya Kemal’le lokantada konuşurken Bâki’nin ‘Ferman-ı aşka’
gazelini okuduğum zaman ‘bu gazeli tahmis etmekteyim’ deyince hele gazelin son ‘makta beyti’ yüzünden buna imkân olamayacağını söylemiştim.
Gülerek: ‘Çanakkale tahmisi gibi bunun da bir çaresini bulacağız elbet’ dedi.
17
Çanakkale zaferi üzerine Sultan Reşad namına neşredilen o meşhur gazele
o zaman yüzlerle ve yüzlerle tahmis yapılmıştı. Hiçbirisi bir şeye benzemiyordu. Çünkü beyitlerin kafiyesiz olan serbest birinci mısralarındaki son kelimeler kafiyelemeye elverişli olmadığından tahmis yapanların hemen hepsi
o son kelimeleri ‘redif’ olarak kullanıp kafiyeyi daha gerilerden yakalamaya
çalışıyorlardı. Bu da her bir beyte ilave edilen üç mısraı moloz haline getiriyordu. Yahya Kemal, Büyükada’da, Paris’ten arkadaşı olan Ali Kemal’e bu
gazeli tahmis edeceğini söyleyince bu işlerin teknik taraflarını iyi bilen Ali
Kemal buna imkân olmayacağını söyler. Fakat öylesine muvaffak oluyor ki
padişah bile neşesinden genç şaire bir altın saat hediye ediyor” (Yetiş 2000:
15). Bu ifade dikkatimizi çeken birkaç husus var ki ilki; ‘…Çanakkale zaferi
üzerine Sultan Reşad namına neşredilen o meşhur gazele…’ cümlesi ki Sevük,
şiirin Sultan Reşad’a ait olmadığını ima eder tarzda bir ifade kullanmıştır.
İkinci olarak Yahya Kemal başarılı bir tahmis yaparak, zor bir işin üstesinden geldiğidir. Son olarak yapılan bu tahmis üzerine Sultan Reşad tahmisi
beğenmiş ve genç şaire altın bir saat hediye etmiştir2*.
Bu gazelin serencamı ile ilgili olarak tespit edebildiğimiz bir başka
bilgiye de 1912-1920 yılları arasında sarayda başkatiplik görevini yürüten Ali
FuadTürkgeldi’nin ‘Görüp İşittiklerim’ adlı eserinde rastlıyoruz. Türkgeldi
(2010: 268), Sultan Reşad’ınÇanakkale muzafferiyetinden sonra Sadrazam
Said Halim, Harbiye Nâzırı Enver Paşalarla Dâhiliye nâzırı Talat Bey’e ve
havass-ı vükelâdan diğerlerine Balmumcu köşkünde altı kişilik bir öğle
taamı vermiş olduğunu ve hilâf-ı mu’tadı olarak sultanın kendisinin de sofraya birlikte oturmuş olduğunu ifade etmektedir. Devamında ise yemekten
sonra kendisini çağırarak Çanakkale hakkındaki manzumeyi Enver Paşa’ya
tevdi ettirdiğini ifade etmektedir.
Bu tarihi hadise, ele almış olduğumuz konuya yeni sorular eklemektedir. Akla ilk gelen soru bu manzumeyi Sultan Reşad’ın yazmamış olduğunu
kabul edersek, bu manzumeyi bir başka şaire Sultan Reşad ’mı yazdırdı yoksa İttihad ve Terakki yönetimi mi yazdırdı? Eğer İttihad ve Terakki yönetimi
yazdırdı ise neden manzumeyi bir akşam yemeğinde sultan Enver Paşa’ya
Tevdi etti? Yoksa bütün bunlar bir sahnelenmiş bir tarihi tiyatro muydu?
Dikkat çeken bir hususta şudur ki; eğer bu gazeli Yahya Kemal yazdı ise
şair kendi gazeline mi tahmis yazmış oldu? Ve bununla beraber olarak böyle
bir durumda Sultan’ın Yahya Kemal’e saat hediye etmiş olması bir başka tiyatro muydu?
Bu konuya eklenebilecek farklı ve ilginç bir bilgide Harp mecmuasında
yayınlanan bu gazelin sultanın el yazısı ile yazılmış bir şekilde yayınlanmış
Ahmed Mahir Efendi’ye ve Veled Çelebi’ye Sultan Reşadtarafından verilen saatlerin de yazılan tahmisler
neticesinde hediye edildiği düşünülebilir(Doğan&Tığlı 2005: 47).
2*
18
olmasıdır. Gazelin bu şekilde yayınlanmış olması halkı ya da okuyucuyu ikna
için yapılmış olabilir.
Sultan Reşad’ın her hangi vesile ile böylesine bir olaya alet olmasına hiç
gerek kalmadan,Sultandönemin şair ve yazarlarından Çanakkale zafer ile
ilgili olarak yazılar ve şiirler yazmalarını talep edebilir ve onları ödüllendirebilirdi şeklinde bir görüşte öne sürülebilir ki buna benzer bir olay zaten
vuku bulmuştur.
Çanakkale muharebesinin zaferle neticelenmesi üzerine Meclis-i Ayan
Reisi Rıfat Bey’in başkanlığında bir heyet, padişah Sultan Reşâd’ı ziyaret
eder. Heyet arasında Şâir-i A’zam Abdülhak Hâmid de vardır. Sultan Reşâd
kabul esnasında, Hâmid’den Çanakkale zaferini tebcîlen bir şiir yazmasını
ister. Şair, “İlhâm-ı Nusret” isimli yetmiş mısralık şiirini işte bu istek üzerine kaleme alır (Çakır 1996; Çakır 2004: 256, Kurşun 2003: 208).
Sonuç
Bu çalışmanın sonucunda “Gazel-i Hümâyun”un asıl sahibinin kim
olduğu ya da daha doğru bir ifade ile Sultan Reşad’a ait olmadığı konusunda kesin bir veriye ulaşabildiğimizi söyleyemiyoruz. Lâkin çalışmamızda
kullandığımız kaynaklar bu konuda bir “şüphe”nin olduğunu ortaya
koymaktadır.
Çanakkale Savaşı gibi büyük bir galibiyetin neticesine ve toplumunda
uzun süreden beri böyle bir zafere aç olması hasebiyle, bu duyguların dile
getirilmesi ve taçlandırması amacıyla dönemin idarecileri tarafından şair ve
yazarlara böyle bir vazife tevdi edilmiş olabilir ve bunu yapanlara da çeşitli
mükâfatlar verilmiş olması pek tabii bir durumdur.
Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir dönemde, üstelik Çanakkale
cephesinde eşsiz bir zaferin kazanıldığı zamanda, modern savaş tekniklerinden biri olan harp propagandasının gereği olarak Sultan Reşad namına bir
manzume neşredilmesi halk ve asker üzerinde olumlu bir tesir bırakacağı
düşünülerek böyle bir girişimde bulunulmuş olabilir. Özellikle manzumenin Sultan Reşad’ın el yazısı ile neşredilmesi psikolojik bir algı operasyonu
olarak değerlendirilebilir.
Sonuç olarak bu çalışmanın çerçevesi içerisinde net bir sonuca
ulaşılamamakla beraber en azından bu konuda kimin ne söylediği ve söyledikleri şeyleri ne ile temellendirdikleri tespit edilmiştir.
19
Kaynakça
Çakır, Ömer, “Çanakkale Muharebeleri’nin Türk Şiirindeki Yeri ve Önemi Üzerine Bir Tasnif Denemesi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C.12, Sayı:34, Mart
1996, s.331-341.
Çakır, Ömer, Türk Şiirinde Çanakkale Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2004
Banoğlu, NiyaziAhmed, Türk Basınında Çanakkale Günleri, Türk Basın Birliği
Yayınları, İstanbul, 1982, s. 63-64
Danişmend, İsmail Hâmi, İzahlı Osmanlı Kronolojisi C. 4, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1972
Diriöz, Meserret, Gazel-i Hümayun ve Tahmisleri, I. Millî Türkoloji Kongresi Tebliğler (1978), Kervan Yayıncılık, İstanbul, 1980,
Doğan, Enfel& Tığlı Fatih, Sultan V. MehmedReşad’ın Çanakkale Gazeli ve Bu Gazele Yazılan Tahmisler, İstanbulÜni. Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi,C.
33, İstanbul, 2005
Kocakaplan, İsa, Açıklamalı Edebi Sanatlar, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul, 2002
Kocatürk, Vasfi Mahir, Osmanlı Padişahları, Buluş Yayınevi, Ankara, 1957
Koçu, Reşad Ekrem, Osmanlı Padişahları, Doğan Kitap, İstanbul, 2004
Kurşun, Zekeriya, “Çanakkale Muharebeleri”, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 8, Ankara, 2003
Küçük, Cevdet, Mehmed V, Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi C.28, Ankara,2003
Sevük, İsmail Habip, Bâkî ve Yahya Kemal, Yahya Kemal İçin Yazılanlar C. II, Haz.
Kazım Yetiş, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2000
Simavi, Lütfi, Sultan MehmedReşad, Vahdettin ve Osmanlı Sarayının Son Günleri, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2006
Türkgeldi, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2010
Uşaklıgil, Halid Ziya, Saray ve Ötesi, İnkılâp ve Aka, İstanbul, 1981
Bahadıroğlu, Yavuz, Osmanlı Padişahları Ansiklopedisi, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1986
20
Özet
Çanakkale Savaşları’nın zaferle sonuçlanmasının ardından orduyu kutlamak ve takdir etmek adına Padişah V. Mehmet Reşat tarafından “Gazel-i Hümayun”adlıbirmanzumekalemealınmıştır.SultanReşatbugazelde,Müslümanların
Çanakkale Savaşları’nda mücadele ettikleri iki düşmanı;İngiltere’yleFransa’nın
karadan ve denizden Çanakkale Boğazı’na hücum ettiklerini fakat Allah’ın
yardımı, inayeti ve Türk askerinin büyük mücadele ve mücahedesi karşısında
düşman kuvvetlerinin amaçlarına ulaşamadıklarınıbelirtir. Manzumenin
devamında kahramanordumuzunyenilmez azmi karşısında, payitaht İstanbul’u
ele geçirmek isteyen düşmanın, bu acizliğini anlayarak ve haysiyetlerini ayaklar altına alarak kaçıp gittiğini ifade eder. En sonunda da Allah’ın Türk yurdunu
sonsuza kadar güvenli bir yer kılması için dua eder.
Bu manzume Harp Mecmuası’nın 11. sayısında, padişaha ait el
yazısıyla yayınlanmıştır. Yayınlandığı günden itibaren dikkatleri üstüne
çeken Çanakkale Gazeli, Almanya’da daneşrolunmuş, ayrıca Arapçaya tercümeedilmiştir.Bu gazel, “Dua-name-iHazret-i Padişahi” adıyla
marş olarak da bestelenmiştir. Gazel halk tarafından da ilgi vesevgiyle
karşılanmıştır.
Manzume, “Kelâmü’l-mülûkMülûkü’l-kelâm!” (Sultanların sözü,
sözlerin sultanıdır)düsturunca,Padişah V. Mehmet Reşat’a ait olması
hasebiyle çok büyük ilgi görmüş ve birçok şair tarafından bu manzumeye
tahmisler yazılmıştır. Bu gazel kadar, gazele yazılan tahmislerde en az gazel
kadar ilgi görmüş ve üzerlerinde spekülasyonlar eksik olmamıştır. Özellikle
“Gazel-i Hümayun”u Sultan Mehmet Reşat’ın yazmadığı ve harp psikolojisi
gereği olarak, propaganda amacıyla farklı bir şaire yazdırılıp Sultan Mehmet
Reşat adına yayınlandığı iddiası mevcuttur. Özellikle dile getirilen bir iddiada, bu gazele yazılan tahmisler içerisinde en iyisini yazan Yahya Kemal’in,
“Gazel-i Hümayun”un gerçek sahibi olduğu ifade edilmektedir.
Konuyla ilgili olarak yayınlanan kitap, makale ve yazılarda bu iddia
tekrar tekrar dillendirilse de tarihi süreç içerisinde konu hakkında kimin ne
dediği ve ne iddia ettiği açık ve net olarak ifade edilmemiştir.
Bu noktadan hareketle, bu çalışma–maatteessüf- konuya son noktayı
koyacak belge ve bilgiden yoksun olmakla beraber, özellikle Padişaha yakın
olan kişilerin, dönemin önemli tarihçilerinin ve yazarlarının, zikrettiğimiz
bu konu hakkında kimlerin ne söylediği ve ne tür deliller ortaya koyduklarını
tespit etmeyi, konuya bu açıdan yeni bakış açısı kazandırmayı ve bundan
sonraki çalışmalara katkı sağlamayı amaçlamaktadır.
Çalışmada literatür taraması yöntemi kullanılmış olup konu ile ilgili
birçok akademik ve popüler yayın incelenmiş, konuya ışık tutabilecek birçok
kaynağa ulaşılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Gazel-i Hümayun, V. Mehmet Reşat, Yahya Kemal, Tahmis
21
Birinci Dünya Savaşı ve Ruslar: Türk Hikâyesinde Rus İmajı
Ensar KESEBİR*
Türk-Rus İlişkilerinin Tarihî Boyutu ve Toplumsal Algıda Ruslar
Hüseyin Rahmi, Halit Ziya ve Sadri Ertem gibi yazarlarımızın hikâyelerinde Ruslar, genellikle “zalim” olarak tasvir edilir. Ele aldığımız hikâyelerin
hemen hemen hepsinde ortak olan bu algının ortaya çıkmasında şüphesiz
ki Türk toplumundaki Rus algısının etkili olduğu söylenebilir. Wellek (2013:
107) “edebiyat ifade vasıtası olarak toplumun yarattığı dili kullanan bir sosyal kurumdur” derken bu duruma işaret eder. Toplumsal yapıdaki “Rus zulmünün” resmini çizen yazarlardan Süleyman Nazif, “Rus Kimdir, Moskof
Nedir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314) adlı yazısında, milletin neredeyse
her bir ferdine kan kusturan, içilmedik mübarek Türk kanı bırakmayan Rusları şöyle tasvir eder: “Tam iki buçuk asır… Evet, tam iki yüz elli sene oldu,
ırk ve dinimizin bu en büyük ve en bî-aman düşmanına ölüm meydanlarında
sık sık tesâdüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman âile gösterilemez ki
bir veya müteaddid evlâdını Moskof muharebelerinin birinde şehîd vermemiş
olsun!Moskof ’unsulhümuğfil, sükûtu akur, müdârâsıhâin, yardımı mühyindir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Türk toplumunda, bu denli keskin bir
“zalim” Rus algısının oluşması, sadece Birinci Dünya Savaşı ile ilgili de değildir. 16. yüzyılın başından 20. yüzyılın başlarına kadar geçen sürede Türk-Rus
ilişkilerindeki hâkim unsur, savaştır. Sander (1998: 77-88), 1665-1917 yılları
arasında Çarlık Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun sekiz adet büyük barış
antlaşması imzaladığını ve aynı süre boyunca her otuz yılda bir savaşır durumda olduklarını ifade eder. Her otuz yılda bir Ruslarla savaşılması, Süleyman Nazif’in vurguladığı gibi Türk ve Müslüman ailelerinin hepsinden bir
veya daha fazla gencin şehit olmasına neden olmuştur. Ele aldığımız hikâyelerin hemen hepsi kanlı hadiselerin yaşandığı Birinci Dünya Savaşı’nın
ardından kaleme alınmıştır. Ancak, dozu ve şekli farklı olmakla birlikte,
hikâyelerdeki “zalim Rus” karakterlerinin çok keskin ifadelerle tasvir edilmesinde Birinci Dünya Savaşı’nın yanı sıra çok daha eskilere de giden trajik
Türk-Rus ilişkilerinin etkili olduğu söylenebilir.
Neredeyse her otuz yılda bir yapılan savaşların en kanlılarından biri,
Birinci Dünya Savaşı’dır. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği yıllarda
Osmanlı’yı 1908 ihtilaliyle başa gelen İttihat ve Terakki Partisi yönetmekteydi. İngilizlerle ve Fransızlarla ittifak kuramayan Osmanlı, Almanlar ile
müttefik olmuştur (Gürsel, 1968:158-159). Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar
*Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
23
ile sadece Kafkas Cephesi’nde savaşan Türkler, hem binlerce şehit vermişler
hem de toprak kaybetmişlerdir. 1914’te Enver Paşa komutasındaki 150.000
kişilik Türk ordusu, Ruslara karşı taarruza geçmiş; ancak 22 Aralık ile 19
Ocak tarihleri arasında açlık, tifüs ve kar fırtınaları nedeniyle 90.000 kayıp
vermiştir. Buna karşın Ruslar, güneye sarkıp Malazgirt-Van bölgesine girmişlerdir. 1916 yılında ise Erzurum, Trabzon, Erzincan ve Muş’u alırlar. 1917
yılında Rusya’da olan ihtilal, Rusların Kafkas Cephesi’ni de sarsar ve 1917’nin
aralık ayında Osmanlı ile Rusya mütareke yapar (Gürsel, 1968: 164-165). Ele
aldığımız hikâyeler, bu tarihî gerçeklerin gölgesinde; başta Anadolu olmak
üzere, Osmanlı şehirlerindeki Rus zulmünü ve bu zulme karşı Türk ordusunun ve sivil halkın direnişini konu edinir.
Mehmet Rauf – Gözlerin Aşkı
Mehmet Rauf’unGözlerin Aşkı adlı kitabına aldığı “Halil Hoca” hikâyesinde, Anadolu topraklarını işgal eden Ruslar tenkit edilir. Anlatıcı, Rusları
“Memlekete tecavüz eden” (1924: 70) düşmanlar diye tanımlar. Hikâye, Rus
askerlerinin Halil Hoca’nın köyünü işgal etmesini konu alır. Halil Hoca, işgal başlamadan önce, Rusların köylerine geleceklerini öğrenir. Bu durumu
köylülere haber vermek, halkı harekete geçirmek ve Ruslara karşı direniş
başlatmak için köylülere direniş çağrısı yapar. Fakat köyün imamı, Halil
Hoca gibi düşünmemektedir. İmam, Rus ordusuna karşı direnç gösterilemeyeceğini söyler. İmam, Rusların “fena maksatlarının” olmadığını ve köylüye ilişmeyeceklerini de ekler. Ancak Halil Hoca, hakikatin farkındadır ve
“memlekete tecavüz eden düşmanın fena maksadda olmadığını düşünmenin
pek tuhaf” olduğunu ve “gasp edilmedik mal, tecavüz edilmedik can, mahvedilmedik namus kalmayacağını sen benden âla bilirsin” (1924: 70) diyerek
imama tepki gösterir. Halil Hoca, düşmanın köyü tarumar ettikten sonra
müdafaaya geçmenin imkânsız olacağını söyleyerek köylüden zaman kaybetmeden harekete geçmesini ister. Halil Hoca’nın tüm çabalarına rağmen
imam, köylüyü Rusların kendilerine fenalık yapmayacağı konusunda inandırmıştır. Bir müddet sonra Ruslar, köyü işgal ederler ve minareye “Moskof
bandırası” çekerler (1924: 72). İşin ilginç yanı Rus askerlerine kumandanlık
eden Rus Çavuş, köydeki işlerini emirler yağdırdığı imama gördürür. Ruslar,
köyü tamamen ele geçirdikten sonra köyün karşısında bulunan tepedeki bir
eve, Osmanlı sancağı dikilir. Sancağı diken Halil Hoca’dan başkası değildir.
Osmanlı sancağını gören Rus Çavuş, âdeta deliye döner ve imama “hepinizin
birden derisini yüzdürtmek mi istiyorsunuz be herifler?” diye bağırır. İmam,
titreyerek Rus Çavuş’a bu işten haberinin olmadığını söyler. Rus Çavuş,
Osmanlı sancağını indirmek için üç askerden oluşan küçük bir grubu Halil
Hoca’nın evine gönderir. Halil Hoca, Osmanlı sancağını almaya gelen üç Rus
24
askerini silahıyla öldürür. Askerlerinin öldüğünü gören çavuş, imama tekme
atmaya başlar; onu kanlar içinde bırakır (1924: 74). İmam, “hepinizin derinizi yüzeceğim, bütün köyü yakacağım, yıkacağım köpoğlu köpekler” (1924:
74) diye bağıran çavuşun ayaklarına kapanıp yalvarır. Halil Hoca, üç Rus
askerinden sonra on üç “herifi” daha “indirir”. Bu durum üzerine iyice sinirlenen Rus çavuş, “çakal suratlı” imama, askerlerini mahirce öldüren Halil
Hoca’nın gerçekte kim olduğunu, yanında kaç kişinin olduğunu sorar. İmam
ise, Halil Hoca’nın tek başına yaşayan bir köylü olduğunu söyler. Rus Çavuş,
takviye olarak gelen askerleriyle birlikte Halil Hoca’nın evine büyük çaplı
bir operasyon yapar. Halil Hoca, Rus askerlerinden on beşini eve yaklaşmadan öldürür. Düşmanın evini sardığını görünce de evini infilak ettirir. Saldırından on ikisi ağır olmak üzere toplam otuz iki Rus askeri yaralı olarak kurtulur. “Vatan ve milleti için” savaşan “kahraman” Halil Hoca, şehit olduğu
zaman gerisinde elli beş kişilik düşman cesedi bırakmıştır (1924: 79). Anlatıcının hikâyede vurgulamak istediği ana tema, Türk köyünü basan Rusların
köylüye yaptığı zulümlerdir. Fakat bu zulüm anlatılırken bazı dikkat çekici
hususlar vardır: 1- Halil Hoca’nın cengâverliğini ortaya koymak gayesinde
olan anlatıcı, biraz abartılı rakamlarla olsa da, Rusların ne kadar beceriksiz
olduğunu vurgular. Anlatıcının ifadesiyle sıradan bir köylü olan Halil Hoca,
pey der pey tam elli beş Rus askerini öldürmüş, otuz ikisini ise yaralamıştır. 2- Hikâyede ismi zikredilmeyen Rus Çavuş, Türk köylüsünün derisini
yüzdürmek isteyen, köyü yakıp yıkan zalim biridir. Rus Çavuş’un zalimlikleri kadar dikkati çeken bir diğer husus, köylüye yalan söyleyen, Rus Çavuş’a
âdeta dalkavukluk eden Türk’ün köyün imamı olmasıdır. 3- Rus Çavuş’un
Halil Hoca’nın şahsında Türklere “köpoğlu köpekler” demesi, Rusların savaş halindeki Türkler hakkındaki algısına da işaret eder. Vakkasoğlu (1979:
6) Rusya’da mektep çocuklarına her sabah derse başlamadan söylettikleri
nakarat içinde, “Bir çocuk nasıl anasız olmazsa, Rusya da Çanakkale’siz olamaz” ifadelerinin de olduğunu söyler.
Hüseyin Rahmi Gürpınar – Katil Bûse
Ele aldığımız hikâyelerde doğrudan cephedeki Rus zulmünü anlatmayan; ancak “gavur” Rusların, savaş sonrasında İstanbul’da yaptıkları
murdarlıklarından, tiksinilecek durumlarından bahseden hikâyeler de vardır. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Katil Bûse adlı kitabındaki “İstanbul’un
Esirliği Günlerinden Bir Anı” hikâyesi bu hikâyelerden biridir. İstanbul’un
İtilaf Devletleri tarafından işgal edilişinin ardından, işgalci İngilizler ve
İtalyanların haricinde şehre oluk oluk Rus akını başlar. Bu göç öylesine yoğun bir şekilde olmaktadır ki her eve “kadın, erkek beş altı kirli Beyaz Rus
tıkıştır[ılmaya]”(1971: 67) başlanır. Vapurlar, İstanbul’a âdeta hayvan ıskar25
çası kalabalığında olan pek çok Rus taşımaktadır. İstanbul’daki Türk ahalisi ise, bu durumdan ciddi bir şekilde rahatsız olmaya başlamıştır. Evlerine
zorla konan bu “murdar” Ruslardan rahatsızlık duyan hatta tiksinen mahalleli, kendi arasında şöyle konuşur: “–A, duymadınız mı? Hacı Muhittin’in
yedi odalı evine yirmi sekiz erkek Rus koymuşlar. Dizlerine kadar meşin çizmeli dört metre uzaktan kızgın teke gibi kokan murdar herifler…” (1971: 67).
Müslüman Türk ahalisine, Rusların temizlik anlayışı çok farklı gelir. Ruslar,
dışkılarını yaptıkları gaz tenekelerini aşağıdan gelip geçen var mı diye bakmadan dışarı fırlatırlar. Hikâyelerinde sık sık mizahtan yararlanan Hüseyin
Rahmi, bu dışkı fırlatma olayını traji-komik bir şekilde hikâyesinde işler.
Rusların dışarıya attıkları içi dışkı dolu tenekelerinden biri, bir gün o sırada
aşağından geçmekte olan Yaşar Hanım’ın tam başına isabet eder. Bu duruma
sinirlenen Yaşar Hanım şöyle söylenir: “Ah, keşke yaşamaz olaydım. Talihsiz
başıma bu da geldi. Ruslar başıma sıçtılar. Bir gaz tenekesi pisliği başımdan
aşağı giydim. Ah, ne terbiyesiz, ne patavatsız insanlar, murdarlıklarını gülsuyu serper gibi âlemin üzerine döküveriyorlar. Evin içinde su yok, sabun yok, ne
yapayım şimdi? Gidip kendimi Değirmenburnu’ndan denize mi atayım? Gâvur
pisliği bu, yedi deryanın suyu temizlemez…” (Vurgulamalar bana ait, E.K.)
(1971: 67). “Gavur pisliği” saçan Rusların suçları sadece traji-komik de değildir. İstanbul’u istila eden Ruslar, Heybeliada’daki evleri de basarlar. Rusların
Fransızlarla beraber bastıkları evlerden biri, Türk deniz subaylarından birinin evidir. Ruslar, evi bastıkları zaman, subay evde değildir. Evde subayın
hanımı ve validesi vardır. Subayın hamile olan eşi, evine zorla girmek isteyen
yabancılara, erkeğinin evinde olmadığını söyler ve kapıyı açmaz. Kadının kapıyı açmamasına karşın, Rus askeri gururlu ve kibirli bir şekilde, “mutlaka
açacaksınız… Bugün eski kanunlardan hiçbirinin hükmü geçmez. Bu evin sahibi olarak sizin bize kapıyı kapamanız gülünçtür. Bugün sahiplik hakkı yoktur” (1971: 70) der ve zorla eve girer. Silahsız, savunmasız hatta hamile olan
kadınlara bile zulmedilmesi, anlatıcının hikâyede vermek istediği mesajı net
bir şekilde ortaya koymaktadır. Ruslar, değil Türk erkeklerine masum Türk
kadınlarına bile zulmeden zorba, zalim bir millettir.
Hüseyin Rahmi’nin yine aynı kitabında, Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili kaleme aldığı bir diğer hikâye, “Kanlı Eldiven” adını taşır. Anlatıcı, hikâyenin girişine şöyle bir not düşer: “Bütün memleket savaş haberiyle her
saat kahramanlık titremeleri geçirirken, Rasime Hanım’ın yüreği yurtsever
duygulara katılmış bir de şiddetli sevda ile inliyor, çırpınıyordu” (1971: 44).
Savaş devam ederken eve bir gün kanlı bir eldiven gelir. Mektubun yanına
iliştirilen kanlı eldiven, Rasime’nin sevgilisi Hüsnü’ye ördüğü eldivendir.
Mektupta, Hüsnü’nün şehadet mertebesine yükseldiği yazmaktaydı. Yavuklusunun şehit haberini aldıktan sonra Hüsnü’nün kanlı eldivenini bağrına
26
basan Rasime, “Moskof zalimine” şöyle beddua eder: “Moskof zalimini pırasa gibi doğrasınlar. Ah, o ne haindir. Kardeş, düşününüz içimizde ecdadından Moskof muharebesinde hiç şehit düşmemiş olanımız var mı? İki gözüm,
Allah’ım kimseciğin ahını kimsede bırakmaz…” (Vurgulamalar bana ait, E.K.)
(1971: 47). Hüseyin Rahmi’nin Moskof zulmünü anlatan satırları, Süleyman
Nazif’in “Rus Kimdir, Moskof Nedir” adlı yazısına benzemektedir. Süleyman Nazif de, yavukluları ayıran, hemen hemen tüm ocaklara ateş düşüren
Moskof zulmüne şöyle işaret eder: “Tam iki buçuk asır… Evet, tam iki yüz
elli sene oldu, ırk ve dinimizin bu en büyük ve en bî-aman düşmanına ölüm
meydanlarında sık sık tesâdüf ediyoruz. Bugün hiçbir Türk ve Müslüman âile
gösterilemez ki bir veya müteaddid evlâdını Moskof muharebelerinin birinde
şehîd vermemiş olsun!” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Süleyman Nazif’e
göre,“Moskof ’unsulhümuğfil, sükûtu akur, müdârâsıhâin, yardımı mühyindir” (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). İki yüz elli senedir Türk milletini inim
inim inleten, kin körükleyen, ülkenin doğusunda ve kuzeyinde içilmedik
mübarek Türk kanı bırakmayanMoskof zaliminin barışı bile aldatıcıdır.
Sadri Ertem – Bacayı İndir Bacayı Kaldır
Birinci Dünya Savaşı’nı hikâyesine konu edinen yazarlardan bir diğeri Sadri Ertem’dir. Sadri Ertem’in Bacayı İndir Bacayı Kaldır adlı kitabına
aldığı “Dümdar Muharebeleri” hikâyesinde, 1916 yılında Türkler ile Ruslar
arasında cereyan eden savaş konu edinilir. Hikâyenin baş kahramanı olan
anlatıcı, Galiçya’da bizzat savaşında içindedir. Galiçya’da Ruslara karşı savaşan anlatıcı, komutanından düşmana yakın olan mevzilere gitmesi yönünde
emir alır. Anlatıcı, piyadelerini de alarak Dümdar Alayı’ndan ayrılır. Alaydan
ayrılmasından bir müddet sonra Ruslar, alayı yerle bir ederler. Bu durumdan
önceleri haberi olmayan anlatıcı, alayına geri döndüğünde korkunç manzara
ile karşılaşır. Alaydaki silah arkadaşlarının hepsi şehit olmuştur. İşin ilginç
yanı Türklerle beraber savaşa giren, müttefik Avusturya ordusundan hiçbir
yardım gelmez. Anlatıcı ve beraberindeki birkaç Türk piyadesi Avrupa’nın
orta yerinde yapayalnız kalmışlardır. “Düşman” Moskoflar, âdeta bir avuç
olan anlatıcı ve arkadaşlarına ani bir saldırı daha yapar(1933: 130). Savaş
alanındaki fecaat, esas sabah vakti ortaya çıkar. Günün ağarması ile birlikte
meydandaki ölülerin neredeyse adım başı olduğu görülür(1933: 132). Hikâyede dikkat çekici olan husus, anlatıcının savaşı, neredeyse bütün ayrıntılarına kadar anlatmasıdır. Türk ordusu, Avusturya ordusu, taarruz vakti, siperler… Detaylara varıncaya kadar tasvir edilir. Sadri Ertem’in bizzat Birinci
Dünya Savaşı’na katılması, savaşı ayrıntılarına kadar anlatmasına olanak
sağlamıştır. Tahir Alangu, Sadri Ertem’in yedek subay olarak Birinci Dünya
Savaşı’na katıldığını ve “Dümdar Muharebeleri” hikâyesinin de içinde yer
27
aldığı Bacayı İndir Bacayı Kaldır kitabını oluştururken hâtıralarından faydalandığını söyler (Alangu, 1959: 68). Dolayısıyla Sadri Ertem’i diğer hikâyecilerden farkı kılan, savaşın vahşetengiz, korkunç manzaralarına bizzat şahit
olması ve hikâyelerinde savaşın öldürücü yüzünü mahirce işlemesidir.
Refik Halit – Gurbet Hikâyeleri
Hikâyesinde Rus işgalini konu edinen bir diğer isim, Refik Halit
Karay’dır. Karay, Gurbet Hikâyeleri adlı kitabındaki “Bir Müslüman, Bir
Protestan ve Bir Katolik Teslisi” hikâyesinde Sinop’u anlatır. Hikâyede,
“düşman”, işgalci Ruslardır. Hikâyedeki dikkat çekici husus, Refik Halit’in
üslûbudur. Karay, savaş gibi kanlı bir hâdiseyi anlatırken bile mizahtan faydalanır. Karay, Rus donanmasını anlatırken ilginç ifadeler kullanır: Rusların
Sinop limanına yanaştırdıkları gemiler, “çirkin, korkunç hayvanların zarif ve
sevimli, insana okşama ihtiyacı” (1940: 94) veren yavrularına benzer. Karay’a
göre Rus gemileri körfezde, “birer süs ve birer oyuncak” gibi durmaktadırlar.
“İnsanın içinden gemilere binmek, gezmek, düdüğünü çekmek, projektörünü
çevirmek, topunu torpilini kurcalamak, hülâsa çocukçasına eğlenmek arzusu” (1940: 94) gelmektedir. Karay, hikâyede bir taraftan Rusların yaptıkları
zulümleri (Türklerin bütün takalarını nasıl batırdığını, Türklerin ekonomik
hayatının can damarını kestiğini) ifade ederken diğer taraftan mizah yapmayı da unutmaz. Savaş sürerken şehirdeki Rum’ların da “ödü kopmaktadır” (1940: 97). Rumlar evlerine Meryem Ana’nın yanı sıra Rus Çarı’nın ve
Çariçesi’nin resimlerini de asmışlardır. Savaşı bir kenara bırakan Karay, mizahî bir dille tablo eleştirisine başlar. Sultan Beşinci Reşat’ı Alman İmparatoru Kayzer ve Avusturya İmparatoru FransuaJozef ile beraber aynı resminde
gösteren bir tabloda, intak sanatı yaparak resimdeki Beşinci Reşat’ı konuşturmaya başlar. Kendi resmini gören “cihadı ekber padişah”, “iki müteassıp
imparator arasında, birinin dik bıyıklarına, öbürünün düşük favorilerine şaşmış, ‘lâhavle’ çekiyor” gibi görünerek şöyle mırıldanır: “Bu bıçkın Protestan
ile süngüsü düşük Katolik krallar arasında benim işim ne? Hâşâ sümme hâşâ,
bu münasebetsiz ‘teslis’e beni niye soktular? ” (Vurgulamalar bana ait, E.K.)
(1940: 98). Karay’ın hikâyedeki üslubu Hüseyin Rahmi’yi andırır. Hüseyin
Rahmi’nin Kâtil Bûse kitabındaki “Halkın Saflığı” hikâyesi de “büyük harp”
esnasında yazılmıştır (1971: 55). “Halkın Saflığı”nda da, tıpkı Karay’ın “Bir
Müslüman, Bir Protestan ve Bir Katolik Teslisi”nde olduğu gibi “düşman”
ile mücadele sürerken okuyucunun nazarı savaş esnasında meydana gelen
“mizahî” olaylara yöneltilir. Hüseyin Rahmi, Porkiyon ve Pilefer karakterleri ile okuyucuyu tebessüm ettirirken Refik Halit, ödleri kopan “Rum ahali”
ve kendisini Alman ve Avusturya İmparatorlarının resimleri arasında bulan
Sultan Mehmet Reşat resmiyle güldürür.
28
Karay’ın Gurbet Hikâyeleri kitabındaki “Yerinde Olmayan Bir Dua” hikâyesinde de, savaş ve mizah birlikte anlatılır. Anlatıcı hikâyenin başında, Rus
donanması ile Türk filosunun “deniz muharebesini, heyecanla” seyrettiğini
söyler (1940:109). Anlatıcı, Rus gemilerinden “denizi yara yara” kaçan Türk
gemilerini anlatırken aklına birden bir türkü gelir. “Yavuz geliyor, Yavuz / Denizi yara yara! Kız seni alacağım, Başına vura vura!” (1940: 109). Anlatıcı, burada savaşı bırakır ve türküyle bağlantılı olarak Anadolu’daki âdetlerden, gelin-damat hikâyelerinden, geleneğe göre başlarına vurulan kızların yararlı mı
yoksa yararsız mı olacağından söz eder. Anadolu’daki bu âdetten tekrar savaşa
dönen anlatıcı, Türk filosunun başına vurulan kızın eşinden kaçmasına benzetir. Kaçmakta olan Türk filosunun başına vuran ise, Rus donanmasıdır (1940:
110). Fakat Rus donanması, acımasız bir şekilde vurmakta; “köpek” (1940: 110)
gibi saldırmaktadır (1940: 110). Anlatıcı, hikâyenin sonunu komik bir hâdise
ile bitirir. Türk ahalisi,Rus gemileriyle Türk filosu arasındaki deniz muharebesini endişeli, tedirgin bir şekilde değil; heyecanlı hatta coşkulu bir şekilde
sahilden seyretmektedir. Çünkü Türkler, Türklere ait Hamidiye’yi düşman
zırhlısı; Hamidiye’yi yakalamak için saldıran Rus donanmasını ise, Türk gemileri zannetmektedirler. Sahildeki Türkler öylesine coşmuştur ki,“millî hissin verdiği bir kuvvetlik iştihası ve zevkile (…) Yetiş, batır! Ha aslanlar ha! Ha
babayiğitler ha! Görelim sizi, aman kaçırmayın!” (1940: 111) diye bağırmaktadırlar. Anlatıcı, “bereket versin ki” halkın “bu ters, münasebetsiz temennilerini
ve dualarını” Allah, ahalinin cehaletine verdi de Türk Hamidiye’sini bağışladı
diyerek hikâyeyitamamlar.
Kenan Hulusi Koray – Bir Otelde 7 Kişi
Kenan Hulusi Koray, Bir Otelde 7 Kişi adlı kitabına aldığı “Gece Servisi” hikâyesinde, Polonyalı kadın Vanda’yı anlatır. Savaş mağduru olan Vanda
ile hikâyenin başkahramanı konumunda olan anlatıcı, bir pastanede tanışırlar. Pastanede servis hizmetlerine bakan Vanda, Türkiye’ye gelen diğer
Polonyalı kadınlar gibi değildir. Anlatıcı, hikâyenin başında Türkiye’deki
pastanelerin birçoğunda Rus ve Polonyalı kadınların çalıştığını ve bunların
Türkiye’ye “plaj modası” ve “eroin kullanmayı” taşıdıklarını ifade eder. Fakat anlatıcının mağdur ve mazlum bir konumda tasvir ettiğiVanda, böyle biri
değildir. Türkiye’ye gelmeden Ukrayna’da yaşayan Vanda, Rusların ülkelerine saldırması sonucu, Türkiye’ye gelir. “Fena adam” olan Kızıllar, Vanda’nın
köyünü yağmalar. Ruslar, bir gün aniden Vanda’nın ailesinin çiftliklerini basar ve çiftliği tar u mar ederler (1940: 131). Vanda’yı ve ailesini mağdur eden
sadece Ruslar da değildir. Rusların yanı sıra, Almanlar da Polonya’ya saldırır.
Alman orduları Polonya’ya girince, anlatıcı, Vanda’yı şöyle teselli etmeye çalışır: “Ziyanı yok diyorum Vanda! Bütün yukarı vilayetleriniz hazır duruyor.
29
Garpta mağlup olsanız bile cenuba ve şarka çekileceksiniz! Orada Ruslarla
dövüştüğünüz gibi dövüşeceksiniz! Her şey düzelecek Vanda!” (1940: 133).
Vanda, gün geçtikçe daha kötüye gitmektedir. Bu durumdan çok müteessir
olan anlatıcı, “Vanda’dan ve onun hürriyetinden başka hiçbir şeyde gözüm
yok” (1940: 135) diyerek Vanda’ya olan “insanî” bakış açısını ortaya koyar.
Alman orduları Polanya’yı işgal ederler ve hikâye Vanda’nın inleyişleri ile biter. Sadri Ertem’in Mehmet Rauf’un vd. hikâyelerinde tenkit edilen Ruslar,
Türklere karşı savaşmaktaydı. Fakat Kenan Hulusi, bir Polonyalı kadın üzerinden Rus zulmüne işaret eder. Vehbi Vakkasoğlu, Rusların daha doğrusu
onun ifadesiyle “kör moskofun” düşmanının sadece Türkler olmadığını söyler. Kör Moskof, “sadece bizim ezeli düşmanımız olarak değil, bütün bir Hür
Dünya’nın baş belası olarak ortadadır” (1979: 6). Kenan Hulusi’nin Polonyalı kız Vanda’yı masum ve mağdur konumda resmetmek istediği aşikârdır.
Vanda’nın ahlâksız Polonyalı kadınlardan farklı olması, çalışmak zorunda
bırakılması ve ülkesinin işgal edilmesi sonucu vatansız kalması onu mağdur
bir karakterde çizmek için yeterli sebeplerdir. Ancak burada konumuz açısından dikkat çekici olan Vanda’nın tüm mağduriyetlerine sebep olanların
Ruslar olmasıdır. Hikâye bittiği zaman, okuyucunun zihnindeki Rus algısı
aşağı yukarı aynıdır: Yağmacı ve işgalci Ruslar.
Hikâyede dikkat çeken bir ayrıntı ise, anlatıcının hikâyenin başında
Rus kadınları için söyledikleridir. Anlatıcı, Türkiye’deki pastanelerin pek
çoğunda Rus kadınların çalıştığını ve bunların Türkiye’ye “plaj modası” ve
“eroin kullanmayı” getirdiklerini ifade eder(1940: 131). Hikâyeden yola çıkarak şöyle bir sonuca varılabilir: Rusların erkekleri yağmacı ve işgalci, kadınları ise Türkiye’ye eroin kullanmayı getiren; memleketi ahlakî erozyona
uğratan olumsuz tipler.
Halit Ziya – İhtiyar Dost
Kimi hikâyecilerimizin Rusları tenkit edişi hemen hemen benzerdir.
Ruslar, Türklere ya da başka bir millete saldırması sonucu eleştirilir. Savaşın
trajik yönü anlatılır; zalim ve yağmacı olan Rusların zulümlerinden bahsedilir hatta kimi hikâyelerde Ruslara beddua da edilir. Rus zulmünün tenkit
edilmesi kimi hikâyecilerimizce benzerlik gösterse de Rusların nasıl tenkit
edildiği konusunda bazı farklılıklar vardır. Halit Ziya Uşaklıgil, Rusları tenkit ederken tekerlek izinden ayrılan farklı bir metot geliştiren yazarlarımızdan biridir.Halit Ziya, İhtiyar Dost (1937) kitabına aldığı “Bir Bahçe Dersi”
hikâyesinde, Rusları eleştirirken sadece bir metafor kullanır: Çiçek. Hikâye
içerisinde hiçbir yerde Rusların ismi geçmez; ancak hikâyede tenkit edilenin Ruslar olduğunu Halit Ziya’nın hikâyenin girişine yazılan şu cümlelerden anlamak mümkündür: “Bir vakitler, hatta meşrutiyet senelerinde bile,
30
Türklüğün iç hayatına dışarıdan, ezcümle Çarlık Rusya’sından müdahale
elleri uzanır ve yeniden hayat bulmaya hizmet edecek ne tasavvur olsa o henüz
teşebbüs haline gelmeden akamete uğratılırdı. Bundan için için kuduran ihtiyar dost, mutat olan teşbih ve hayal usulüne müraacat ederek dert anlatıyor.
Sözlerinin asıl manası o zamanın yabancı müdahaleleri tahattur edilirse izah
edilmiş olur” (Vurgulamalar bana ait, E.K.) (2008: 107). Hikâye, anlatıcı ile
anlatıcının “İhtiyar Dost” adını verdiği kişi arasında geçer. Bir mayıs günü
İhtiyar Dost ile anlatıcı,İhtiyar Dost’un bahçesinde gezmektedirler. İhtiyar Dost ile anlatıcı bir taraftan yürüyüş yaparken İhtiyar Dost, anlatıcıya
bahçesini nasıl yaptığını anlatmaya başlar. “Bahçeyi yaparken en az masrafla
en ziyada lezâiz yekûnu temin etmek maksadını takip” ettiğini söyler. İhtiyar Dost, bahçesini anlatırken siyasî mesajlar da verir: “En fakirane vesaitle
memlekete en müsmir menafi teminine çalışan bir hükümet nasıl yaparsa…”
(2008: 109-110). İhtiyar Dost ile anlatıcı, tam güzel bir çiçeğin yanına geldiği
zaman, siyasî mesaj yüklü bir benzetme daha yapar: “Görüyor musunuz? Bu
güzel çiçeği ta buraya ayrık otlarının içine diktim. İkisinin arasında, tahtelarz
hafi bir cihan içinde kökleriyle bir mücadele var. Kim kime galebe edecek? Hiç
zannetmiyorum ki stare, ayrığı tamamıyla öldürebilsin; fakat beraber yaşayacaklar mı?” (2008: 113). Esasında güzel çiçek ile ayrık otunun savaşı, mücadelesi, Türkler ile Rusların arasındaki mücadeledir. Güzel çiçeğin hayat bulmasına mani olan ayrık otu, Halit Ziya’nın hikâyenin girişinde de belirttiği
gibi “Türklüğün iç hayatına el uzatan” Çarlık Rusya’sıdır. Neticede, hikâyede
dikkati çeken husus, Halit Ziya’nın üslubudur. Halit Ziya, Peyami Safa gibi
“hain”, “kafir”; Hüseyin Rahmi gibi “Moskof Zalimi” ve “Gavur” gibi sıfatlar
kullanmadan sadece bir çiçek metaforu üzerinden Rusları tenkit eder.
Sonuç
İnsanların savaş hakkındaki genel mülahazaları aşağı yukarı aynıdır.
Herhangi bir şeyi paylaşamayan toplumlar, devletler birbirlerini yok etmek
üzere mücadele ederler. Belli bir uzaklıktan bakıldığında Birinci Dünya Savaşı için de benzer ifadeler söylenebilir. Ancak meseleye biraz daha yakından
bakınca her savaşın farklı olduğu anlaşılır. Birinci Dünya Savaşı, arkasında
bıraktığı yaklaşık 8.5 milyon ölü, 21 milyon yaralı ve 8 milyona yakın kayıp
veya esir ile dünya tarihinde savaşın kanlı yüzünü gösteren en önemli vakalardan biri olarak yerini almıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerin Kafkas
Cephesi’nde savaştığı Ruslar, yaptığı kanlı işgallerle Türk vatanındaki birçok
ocağa şehit haberi gelmesine neden olmuştur. Çalışmamızda ele aldığımız
hikâyeler, bu kanlı tarihî konu alır. Ele aldığımız kimi hikâyeler, tarihî hadiselerle birebir örtüşen realist hikâyelerdir. Şüphesiz ki bu durumda, Sadri
Ertem örneğinde gördüğümüz gibi, hikâyecilerimizin savaşı bizzat yaşamış
31
ya da savaş atmosferine şahitlik etmiş olmaları da etkendir. Hikâyelerin geneline bakıldığında ise, ortaya çıkan Rus algısı hemen hemen aynıdır: Zalim
Ruslar Anadolu topraklarını işgal etmiş, Anadolu insanına zorbalık yapmaktadırlar. Ruslar için hikâyelerde kullanılan sıfatlardan bazıları şöyledir: Zalim, zorba, kafir, din düşmanı, hain, gavur pisliği, ezeli düşman, baş belası,
köpek, köpoğlu köpek, ırz ve namus düşmanı, Moskof zalimi. Süleyman Nazif, Rusların Türklerin ırklarının ve dinlerinin en büyük acımasız düşmanı
olduğunu ifade eder (akt. Hüseyin Tuncer, 1998: 314). Dikkat çekici hususlardan biri, “ezeli düşman olarak” görülen Moskoflar, sadece bize saldırdıklarından dolayı değil, başka milletlere de saldıran zorba, işgalci ve zalim bir
millet oldukları için de hikâyecilerimiz tarafından eleştirilmiştir. Son olarak, dikkat çekici hususlardan bir diğeri de Rusların erkekleri gibi kadınlarının da olumsuz kahramanlar olmasıdır. “Memlekete tecavüz eden, tecavüz
edilmedik can bırakmayan” (Mehmet Rauf, 1924: 70) Ruslar, sadece cana ve
mala zarar vermekle kalmaz; aynı zamanda kadınları vasıtasıyla Türk toplumunu ahlakî yönden de zayıflatır. Rus kadınları ülkemize plaj modası ve
eroin kullanma alışkanlığı (Gürpınar, 1940: 131) getirmişlerdir. Dolayısıyla
Ruslar, topraklarımızın yanı sıra ahlakî yapımıza da savaş açmışlardır.
Kaynakça
ALANGU, Tahir (1959). Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman 1 (1919-1930),
İstanbul Matbaası, İstanbul.
ERTEM, Sadri (1933). Bacayı İndir Bacayı Kaldır, İstiklâl Lisesi Talebe Kooperatifi Neşriyatı, İstanbul.
GÜRPINAR, Hüseyin Rahmi (1971). Katil Bûse (Öldüren Öpücük), Özaydın Matbaası, İstanbul.
GÜRSEL, Haluk F. (1968). Tarih Boyunca Türk-Rus İlişkileri, Ak Yayınları, İstanbul.
KARAY, Refik Halit (1940). Gurbet Hikâyeleri, Semih Lütfi Kitabevi, İstanbul.
KORAY, Kenan Hulusi (1940). Bir Otelde 7 Kişi, Vakit Matbaası, İstanbul.
Mehmet Rauf (1924). Gözlerin Aşkı, Amedi Matbaası, İstanbul.
SANDER, Oral (1998). Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Yayınları, Ankara.
TUNCER, Hüseyin (1998). Servet-i Fünun Edebiyatı, Akademi Kitabevi, 3. Baskı,
İzmir.
UŞAKLIGİL, Halit Ziya (2008). İhtiyar Dost, Özgür Yayınları, İstanbul.
VAKKASOĞLU, A. Vehbi (1979). Moskof Mücadelemiz, Yeni Asya Yayınları, İstanbul.
WELLEK, René; WARREN,Austin (2013). Edebiyat Teorisi, Dergâh Yayınları,
2. Baskı, İstanbul.
Özet
Toplumu yansıtan, toplumsal olaylara ışık tutan; Wellek’in deyimiyle toplumun oluşturduğu dille hayatı canlandıran edebiyat, Türk toplu32
munun belleğinde kanlı hâtıralar bırakan Birinci Dünya Savaşı’na kayıtsız
kalmamıştır. Çalışmada, Erken Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılan
1923-1950 yılları arasında kaleme alınan Türk hikâyelerindeki Rus imajı
irdelendi. Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Halit
Ziya, Sadri Ertem ve Kenan Hulusi Koray’ın hikâyelerinde ortaya çıkan Rus
imajı aşağı yukarı aynıdır: Saldırgan, zalim ve düşman. Çalışmadan elde ettiğimiz bulgulardan biri, “Moskof Zalimi” olarak adlandırılan Rusların Birinci Dünya Savaşı’nda sadece Türklere karşı değil; Polonyalılara ve Rumlara
karşı da saldıran, işgalci bir millet olduğudur. Ruslar, Kenan Hulusi Koray’ın
Bir Otelde 7 Kişi adlı kitabındaki “Gece Servisi” hikâyesinde Polonyalılara
saldırır. Refik Halit Karay’ın Gurbet Hikâyeleri adlı kitabındaki “Erkete ve
Öreka” hikâyesinde ise Ruslar, Türklerle beraber Rumlara da hücum eder.
Çalışmada ortaya çıkan bir diğer bulgu ise, Türk hikâyecilerinin Birinci
Dünya Savaşı’nda Rusların yaptıkları zulümleri anlatırken farklı yöntemleri tercih etmiş olmalarıdır. Örneğin, hikâyesinin girişine “Birinci Cihan
Harbi” sırasında yazılmıştır notunu düşen Hüseyin Rahmi Gürpınar, Rusların İstanbul’da yaptıkları zorbalıkları çok sert ifadelerle “milliyetçi” bir
dille eleştirir. Fakat Halit Ziya, aynı Rusları daha naif bir şekilde, bir çiçek
metaforu üzerinden tenkit eder. Neticede Erken Cumhuriyet Dönemi hikâyesindeki Rus imajı ortaktır. Süleyman Nazif, “Moskof zaliminin” ülkenin
doğusunda ve kuzeyinde içilmedik mübarek Türk kanı bırakmadığını söyler.
Rusların “moskof zalimi” olarak nitelendirilmesinde ve ele aldığımız hikâyelerin hepsinde olumsuz olarak tasvir edilmesinde şüphesiz ki Birinci Dünya Savaşı’nın taze hâtıraları etkilidir.
Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Ruslar, Milliyetçilik, Türk
Hikâyesi.
Abstract
Great War and Russians: Russian Image in Turkish Story
Society, reflecting the social events that bring light to; as Wellek’ssaid
that the language of the society create literature that portrays the life of
Turkish society are left in memory recollection of the bloody First World
War was not remain indifferent. In this article, called the Early Republic
Period written between years 1923-1950 the Russian image in Turkish story
were questioned.Refik Halit Karay, HüseyinRahmiGürpınar, Mehmet Rauf,
HalitZiya, Sadri Ertem and KenanHulusiKoray’s story is roughly the same
in the emerging Russian image: İnvader, cruel and enemy. One of our findings from the study, “Muscovite cruel referred to as” the Russians not only
against the Turks in the First World War; Poles and Greeks against attacking,
is that an occupying nation. “GeceServisi” is the story of a Polish attack. Refik
33
Halit Karay story from the book of the GurbetHikâyeleri “Erkete ve Öreka”
in the story the Russians, the Turks and the Greeks invade together. Another
finding that emerged in this study, however, the Russians did in the First
World War the Turkish storyteller recounting the atrocities have different
methods are preferred. For example, the story of the entrance of the “First
World War” was written during the falling notes Hüseyin Rahmi Gürpınar,
the Russians did in Istanbul bullying very harsh expressions “nationalist”
will criticize a language. But HalitZiya, the same way the Russians more naive, out of a flower metaphor will criticize. Consequently, Early Republic Period story is common in the Russian image. SüleymanNazif, “MoskofZalimi”
of the east and north of the country say that smoking did not leave Turkish
blood is blessed. Russians “MoskofZalimi(Cruel Russian)” and have dealt
with in the story described as negative in all of the doubt in describing the
fresh memories of the First World War are effective.
Keywords:GreatWar, Russians, Nationalism, TurkishStory.
34
Felaket Çağında Savaş Köprüsünden Geçen Yeni Beşeriyet:
Celal Nuri’nin Kaleminden Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye
Necmi UYANIK*
Giriş
Celâl Nuri, 15 Ağustos 1882’de (H. Gurre-i şevval 1299) Gelibolu’da doğmuş1, ve 1938’de hayata gözlerini yumarken2, (50 civarı kitabı ve 2200 makale ve köşe yazısıyla) Türk düşünce tarihinin önemli Batıcı aydınlarından biri
olarak tanınmıştır3.
XX. yüzyılın ilk çeyreğini felaket çağı olarak nitelendiren Celâl Nuri,
çağdaşlaşma olgusuyla birlikte daha Balkan Savaşları sonucunda, 1914’te
Batı’nın sömürgecilik eksenindeki işgalci savaş senaryoları karşısında, bu
medeniyetin vahşi boyutunu sorgulamıştır. İctihad dergisi içerisinde, Abdullah Cevdet’in “Batı’nın her şeyini alalım” tezine karşılık, Celal Nuri’nin
“sadece teknik” yönünü alalım tartışması ayrılıkla sonuçlanmıştır. T. Zafer
Tunaya’nın ifadeleriyle Celâl Nuri, Batı medeniyetinin alınması konusunda “telifçi”, Abdullah Cevdet “gülüyle dikeniyle” alalım taraftarı, Kılıçzade
Hakkı’nın da bu ayrımdan daha çok medenîleşme yolunda dinin bir gaye
değil, vasıta olduğu fikrini savunan bir yerde durduğu görülecektir4. Bundan dolayı Celal Nuri, İctihad’dan ayrılarak, Hürriyet-i Fikriye mecmuasını
çıkarmıştır.
Celâl Nuri’nin 1918’deki şu tespitleri ise konumuzun akışı açısından
önem taşımaktadır: Anadolu’daki beylikler dönemi gibi, Avrupa’nın birçok
coğrafyasında bölünmeler olacaktır. “Düvel-i merkeziye” Avrupa kıtasına
hâkim bir konumdadır. Devletlerin eski muvazeneleri bozulmaktadır. Yeni
siyasette, İngiltere, Almanya, Avusturya, daha batıda Amerika, Pasifikte
Japonya gibi devletler “emperyalist-kolonyalist” plânlarını gerçekleştirme
peşindedirler5. Cihan Harbi, ne Osmanlı-Rus savaşına, ne de Fransız inkılâDoç. Dr., Selçuk Üniversitesi, [email protected].
TBMM Azayı Kiramına Mahsus Muhtasar Tercüme-i Hâl Varakası, TBMM Arşivi ,Celâl Nuri’ye ait 180
numaralı dosya; Haydar Kemal (Celâl Nuri’nin müstear ismi), Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle Celâl Nuri
Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1331/1913, s. 8 ; Giridî Ahmed Sâkî, Celâl Nuri
Bey ve Cezrî Fikirleri,Dersaadet 1338-1335/ 1919, s. 4, ayrıca burada Celâl Nuri’nin asıl isminin Mehmed
Celâleddin olduğu, babasına bağlılığından dolayı Nuri mahlasının ilâve edildiği belirtilir; TMMM Albümü 1920-1991, Ankara 1994, s. 20.
*
1
2
(İmzasız), “Acıklı Bir Ölüm”, Cumhuriyet, No. 4201, 3 İ.Teşrin 1938, s. 1.
Detaylı bilgi için bk. Necmi Uyanık, Siyasi Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celal Nuri (İleri), (Selçuk Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi-Konya 2003).
3
Tarık Z. TUNAYA, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, 2 bsk., Arba Yay., İstanbul
1996, s. 178-180; Tunaya başka bir çalışmasında Celâl Nuri’yi, “İslâmcı garpçı” sınıfına sokar. bk., İslâmcılık Cereyanı, Baha Matbaası, İstanbul 1962, s. 76.
4
5
Celâl Nuri, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2.
35
bına benzemektedir. Bu savaş, “bir köprüdür, bundan sonra bir beşeriyet-i
cedide doğacaktır”. Şimdi çekilen ağrılar, yeni bir devrin habercisidir. Bir
devir kapanırken, yeni bir devir açılmaktadır. Ancak, ortada bir Sırat Köprüsü bulunmaktadır. Oluşan bu yeni iktisadî şartlar altında bu köprüden nasıl
geçilecektir?6.
İşte bu sorular içerisinde, beşeriyet savaş köprüsünden geçerken
Türkiye’nin değişen dünya şartları içindeki yeri, bir Osmanlı aydını olan
Celal Nuri’nin gözüyle nasıl değerlendirilmiştir? Aslında bu problemin merkez noktasını “savaş ve medeniyet” ilişkisi oluşturmaktadır. Ve 1914 Ocak
ayında İctihad’da, “Müslümanlar, Türkler, Kalkınız Geciktiniz” diyen bir ses,
Batı’nın birçok açıdan üstün olduğuna dikkat çekerken, İstanbul’un “koyu
bir cahillik” içinde yüzdüğü konusuna vurguda bulunacaktır.
Balkan Savaşları’nın yarattığı üzüntü ve emperyalist Avrupa politikasına karşı, 22 Ocak 1914 tarihinde İctihad’da yayınlanan “Şime-i Husûmet”
başlıklı makalesinde, “Türk ve Müslüman milletine, Türk ve Müslümanların
vatanlarına, Âl-i Osmân’ın taht-ı tabiiyetinden çıkıbgiryân olan eczâyı vatana
karşı, beslenilen muhabbetten büyük bir aşk tasavvur ve tahayyül edemem” diyen Celâl Nuri, bu sevdayla beraber artan bir düşmanlık fikrini fazilet olarak
görecektir. Ona göre; “husûmetbülend ve ulvî bir haslettir. Düşmana düşman
olmak ifzâl-i secâyâ, ihsân-ı mezâyâ, ekmel-i vezâif, akdes-i ferâiz-i İslâmiye,
akdem-i hukukdur.” Düşmana karşı kalbinde bir husumet beslemeyen millet, esârete adaylığını koymuş demektir. Kendileriyle rabıta kurulmaya çalışılan kimseler, milletlerüstü bir kardeşlik nazariyesini hor görerek, “her gün
crimelesehumanité-beşere suikasd ediyorlarsa”, onlarla dost olmanın imkânı
yoktur. Selânik, Manastır, Trablus Türklerin değil, şimdilerde Üsküp’te Kral
Petro namına hutbe okutulmaktadır. Arnavut dindaşlarımız Türkiye’den
ayrılmıştır. Bu felâketleri düşündükçe soylu bir seciye fikri parlamaktadır.
Onun adı“husûmet!”tir. Buna göre, sizden olmayanlara karşı, “husûmet, adâvet, kin,7intikâm, düşmanlık” hisleriyle açık ya da gizli bir tavır konulmalıdır.
Bulgar mekteplerinde, kiliselerde Türklere karşı husumet hissi verilmektedir. Böyle, dünyanın bize karşı düşmanlık beslediği bir ortamda Avrupa’ya
karşı muhabbet fikri beslemek yanlış bir tavır olacaktır. Japonya, sahip olduğu kuvvetinin kaynağını Avrupa’ya hasım olmaktan almıştır. 1877-78’den
beri “şime-i husûmet” fikrine sahip çıkılmış olsaydı, başımıza bu felâketler
gelmeyecekti. Türkler, Müslümanlar son nefesinde değildir. Ancak, bugün,
6
Celâl Nuri, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4.
Kılıçzâde Hakkı, batıcıların programı olarak bilinen yazısında benzer ifadeler kullanır: “Her Türk hanesinin her odasına yan yana iki levha asacak bu levhaların birirnde nurânî bir hat ile ‘İttihâd-ı İslâm’ ve
diğerlerinde ateşîn bir hat ile ‘intikam’ yazılmış bulunacaktır.”(Kılıçzâde Hakkı), “Pek Uyanık Bir UykuCelâl Nuri Beyefendiye(I)”, İctihad, No. 55, 21 Şubat 1328/6 Mart 1913, s. 1226.
7
36
bütün gücümüzü husumete vermezsek, “âti bize, esaret zincirleri, mezarlar,
dar ağaçları, zindanlar..ilh..” hazırlamaktadır8.
Cenâbıseyyidülbeşeraleyhisselâtı
vesselâm
düşmana
karşı husumet ve nefret beslemiştir. Onun için “ince hakikatlerden,
tıraşidefelsefelerden”hususûyla diplomatça fikirlerden korkulmalı ve hissiyat bu tür siyasetlere dayanmamalıdır. Bu gün Fransa’yı yaşatan Almanya’ya
olan husumetidir. Husumet fikri yalnız kalbî olmamalıdır. İktisaden yükselmek, ecnebilerden fazla olacak derecede ticareti genişletmek, husumet fikrinin cilâsı olacaktır9. Celâl Nuri yazının devamında, Enver Paşa’yı överek ticaret âleminde, felahımızda, “mekteb-i irfanda da Enverlere muhtac” olduğu
konusuna da dikkat çekecektir.
Aslında, Celâl Nuri’nin Avrupalı düşmanlara karşı husumet beslemesinin kaynağında, savaşlardan dolayı toprak ve insan kaybıyla beraber, Fransız düşünür Gustave Le Bon’un fikirleri de etkili olmuştur. Çünkü 12 Ocak
1913’te Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm adlı eserinde Gustave Le Bon’un, doğuya
uygulanan, Fransız ve Avrupa sömürge politikasıyla ilgili görüşlerine yer
vermiştir. Burada G. Le Bon,siyaset psikolojisinde, Şark ile Garbın iktisadî
mücadelelerinde, şüphesiz XX. asrın, eski zaman harplerinden farklı olarak,
kan dökme ve tahribat asrı olacağı belirtilmektedir. Buna göre, iki medeniyetin çarpışmasında sömürgecilik önemli rol oynayacaktır. Bir Fransız olan
Le Bon’a göre, sömürgelerin, özellikle Arap medeniyetini temsil politikasıyla
Fransızlaştırılması konusunda Amerikan ve İngiliz sömürge politikaları uygulanmalıdır. Çünkü, Fransa’nın şu ana kadar uyguladığı sömürge politikalarıyla halkının “buğz ve a’davet” hisleri kaybolmuştur. Celâl Nuri, Le Bon’un
“bizim şarkta bir tesirimiz olmuştur: ora ahâlisinifesad etmek” gibi art niyetli
görüşlerini ortaya koyduktan sonra, biz bu mütalâalardan ders çıkarmalıyız,
G. Le Bon “Avrupalı değil midir?” diyecektir.
Celâl Nuri, malum güçler arasında I. Dünya Savaşı’nın renklerinin belirlendiği aylarda, yukarıda verilen düşüncelerinden hareketle, bir yere Avrupa sömürgesi geldiği zaman, orada karışıklığın başladığı ve Türkiye’nin
tarihine bakıldığı zaman, Avrupa’nın meziyetlerinden ziyade, beğenilmeyen
ahlâksızlık, oyunlar gibi hastalık hallerini almada III. Selim’den beri hayli
yol alındığı konusuna dikkat çekecektir. Buna göre “ne şarklılığımızı muhafaza edebilmişiz, ne de garplı olmayı başarabilmişizdir”. Le Bon’un da belirttiği gibi, sömürge zihniyetinin, Asya’nın ortalarına kadar gelen okulları,
Türkiye’de ancak düşmanlık hissini oluşturmuştur. ‘Ahlâkımızı, seciyemizi
bu medeniyete feda edemeyiz’ sonucuna varan Celâl Nuri, Romalılardan
8
Celâl Nuri, “Şîme-i Husûmet”, İctihad, No. 88, 9 K.sânî 1329/22 Ocak 1914, s. 1949-1950.
9
Agm., s. 1950-1951.
37
sonra Muhammedîler,maddiyunun yetişemediği yerlere varmış “yegâne medeniyetkârlardır” diyecektir10.
Savaş şartlarının belirleyiciliği içerisinde Celâl Nuri’nin husumet fikrine, Abdullah Cevdet’in karşı çıkmasıyla İctihadMecmuası’nda büyük bir
çatlak ve Batıcılar arasında ayrışmaya gidecek yeni bir süreç başlayacaktır.
Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet” başlıklı yazısında; Celâl Nuri’nin, Türk
ve Müslümanların son nefeslerinde olmadığı ve Enver Paşa’nınümitvar bir
asker olduğu fikirlerine katılmakla birlikte, husumet fikriyle ilgili aşağıdaki
değerlendirmeleri yapacaktır:
“Celâl Nuri Bey, bir mezheb-i husûmetva’z ediyor. İşte burada tahrir arkadaşımdan şiddetle ayrılıyorum. Benim nâşir olduğum ve (İctihâd)ın esasen
neşrine hadim olduğu mezheb, husûmet üzerine değil, muhabbet üzerine müessistir. Benim itikad ve ictihadımca muhabbet, husûmetten daha kuvvetli ve
daha müstemir, daha feyyazdır.” Cehl ve taassubu istifade mevkiine koyarak,
halka faydalı olmadan “avamfiriblik” ederek onların hoşlarına gitmek ilelebet
bizden uzak dursun. “Değil kalem ehlinin, hükûmet adamlarının bile, cehl ü
taassubdan ve avâmfiribliktenesaslı ve devamlı bir surette istifade edeceklerine kail değilim.” Biz Müslümanlar olarak Hristiyan âlemine husumet ve buğz
ettik. “Çünkü onlar bizim tapındığımıza, tapınmıyorlardı. Çünkü, medeniyetçe
onlarla bizim aramızda, beş altı asırlık bir tefevvük, bir devr-i terakki ve insilâh
(Özgürleşme) vardır. Bu husûmet-i diniye diğerumûra da sirayet etti. Onlardan
gelen iyi şeyleri de fena telâkki ettik. Biz Avrupa’dan ziyâde kendi kendimizi tecrim etmeliyiz. Avrupa demek, ‘tefevvük’ demektir. Avrupa ile bizim aramızdaki
münasebet, kuvvet ile za’f ve ilim ile cehl aralarındaki münasebet demektir.
İşkodra’yı, Manastır’ı, Selânik’i, Trablusgarb’ı kuvvet aldı, za’f verdi. İlim
aldı cehl verdi; zenginlik aldı, züğürtlük verdi...Evet, Avrupa bir tefevvüktür.
Ona husûmet beslemek, bizden uzak olsun! Benim bütün husûmetim bu tefevvüke, müsâvî bir tefevvükihrâz etmemize mâni olan cismânî ve ruhânî ahvâl üzerine yürür...Ben vatandaşlarıma bütün hararet ve ruhumla muhabbet, muhabbet
daima muhabbet tavsiye ediyorum. İlime muhabbet, servete muhabbet, fezâil-i
medeniyenin kâffesine muhabbet ve şiddetle muhabbet...Perişanlığımız, ecânibe hasım olmadığımızdan değil, kendi nefsimize dost olamadığımızdandır..Bu
hâlde ben vatandaşlarıma bağırarak derim ki, bizim hasm-ı canımız kendi ataletimiz, kendi cehaletimiz, kendi fakirliğimiz, taassubumuz, göreneğe körcesine
bağlanmamızdır. Avrupa bizim hocamızdır, Avrupa’ya muhabbet etmek, ilim ü
terakkiye, maddî ve ma’nevî kuvvete muhabbet etmektir”11.
Abdullah Cevdet, Avrupa’ya karşı husumet hissi besleyen Celâl Nuri’yi,
“Dünya bizim hasmımızdır.” demesinden dolayı “folie de persecution”/ruh
10
11
Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm-İslâmın Mazisi, Hâlî, İstikbâli, s. 185-206.
Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak 1914, s. 1979-1983.
38
hastası olarak nitelendirecektir. Fransa ve İngiltere kadar zengin olsaydık, Celâl Nuri’nin Avrupa’ya düşman değil dost gözüyle bakacağını, söyleyen Abdullah Cevdet, Avrupa’nın Japonya’ya bir tokat atmasına karşılık,
Japonya’nın Avrupa’ya kalbi ve gözünü kapamayarak, bu gücün arkasındaki
nedenleri, Avrupa’ya yirmi beş bin öğrenci göndererek öğrendiğini ve imparatorluğunu ihya ettiğini belirtecektir. Oysa ki Avrupa bize bin tokat atmasına karşılık biz uyanamamış ve cennetteki hurilerle ilgilenmişizdir. ‘Bu hâlde
suç kimdedir, Avrupa bize ne yapmıştır?’ Avrupa her ne yaparsa Müslümanlara tuzak kurduğu yönündeki fikirler yanlıştır. Çünkü, biz şimendifercilik
öğrenmek için “Amerika’ya gittik de” Müslümanız veya Türküz diye bizi
mekteplerine mi almadılar. Bataklıkları kuruttuk da ona mı engel oldular.
Hakikati görmeli ve ağaran saçlarımızı fark etmek için aynaya bakmamız gerekmektedir. Buna göre Avrupa’nın çalışkan bir öğrencisi olmak zorundayız.
Biz onlara kendi isteğimizle dost olmazsak, onlar bize kendilerini zorla dost
yapacaklar ya da ellerine alacaklardır12.
Bizim hasmımız “kendi kafamızdadır” Gustave Le Bon’un dediği gibi,
“devam eden kuvvettir”. Güçlünün haklı olmaya ihtiyacı yoktur. Bununla beraber Abdullah Cevdet’e göre, “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet Avrupa
medeniyetidir. Bunu gülüyle dikeniyle isticnas etmeye mecburuz…Geç olsun da
güç olmasın” anlayışı yerine “Güç olsun da geç olmasın” anlayışını koymadığımız müddetçe, kadınları sosyal ve iktisadî hayata sokmadığımız sürece
“salâh u necât” bulmak ümidi hasıl olmayacaktır13.
Abdullah Cevdet’le tartışmasından dolayı İctihad’dan ayrılan Celâl Nuri,
Abdullah Cevdet’in bu yazısına cevap olarak, 28 Ocak 1914’te 32 sayfalık bir risale kaleme almıştır. Buna göre, “Şime-i Muhabbet” makalesinden dolayı, “Doktor
Abdullah Cevdet öldü.”14diyen, Celâl Nuri, aslında kendisinin “Husumet” makalesiyle, sıkıntılı bir dönem yaşayan milletine, “biraz elektrik kuvveti” vererek,
onu canlandırmak istediğini belirtmiştir. Bunun için de “düşmanlarımızın bize
karşı ne gibi hislere sahip olduğunu” ve “müdâfaa-i nefs için” Türkiye’nin ne gibi
silâhlarla donatılmış olmamız gerektiğini göstermek için bu fikirleri ortaya koyCelâl Nuri, Abdullah Cevdet’in buradaki görüşlerini benzer şekilde daha önce İctihad’da dile getirmiştir. “Avrupa günden güne bize yaklaşıyor. Kemâl-i ehemmiyetle, toplarıyla,tüfenkleriyle vücudunu hissettiriyor; âlem-i İslâmı hemen hemen kâffeten zabtetmiş; ellerini ayaklarını bağlamış” Müslümanların
çeşitli araç ve kurumlarını işletiyor. “İslâm hâlâ bundan mütenebbih olmuyor...esbâb-ı terakki ve istihlâsı
araştırmıyor.” Bk. Celâl Nuri, “İslâm’da Vücûb-ı Teceddüt-1”, İctihad, No. 39, 15 K.sânî 1327/28 Ocak
1912, s. 972.
12
13
Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak 1914, s. 1979-1984.
Aslında, bu tartışmaya kadar Celâl Nuri ile Abdullah Cevdet’in arası çok iyidir. Abdullah Cevdet, Celâl
Nuri’nin eserlerine övgüler yazarken, Celâl Nuri de Abdullah Cevdet için şunları söylüyordu: “Doktor
Abdullah Cevdet Avrupaî tarzda çalışmayı bize öğretmekle en büyük vazife-i vataniyeyi ifa etmiştir. Aziz
dostumuz kadar matbuatımıza hizmet eden, şarkı garba garbı şarka tanıttıran yoktur der isek, zannımızda hata etmiş olmayız. Büyük bir cesaret-i medeniye ile Hürriyet-i fikriyeden istifade eden ve millettaşlarını bu himmetten istifade ettiren Abdullah Cevdet’tir.” bk., Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı OsmâniyeMukadderât-ı Tarihiye, s. 43.
14
39
malıdır fikrini savunmuştur. Abdullah Cevdet’in “Muhabbet” makalesiyle, “Osmanlılıktan, Türklük veya Kürtlükten, Müslümanlıktan isti’fâ” ettiğini belirten
Celâl Nuri, bu makalesinin bazı kısımlarının ibret olması için “Çelîpâ-Haça”
asılması gerektiğini ifade etmiştir. Abdullah Cevdet düşmanlara muhabbet beslemekle, “Avrupaya tapınmak” hünerini göstermiş ve Balkan Harplerinden sonra, Türkleri tahkir etmek, “vatan fikri aleyhinde kozmopolitizm ve enternasyonalizm lâkaplarıyla” bir meslek edinmek sadedinde Avrupa’nın muzırlarından
fazla galîz olmuştur. Celal Nuri’ye göre, herkes Türkiye aleyhine “hunhârlıkta”
yarışırken, bunlarla bir rabıta ile kardeş olmaya kalkmak, Türkiye için “ebleh...
ahmak, hâin adam” tasavvur etmek anlamını taşıyacaktır. Altı tane büyük devletin, dört küçük devletle beraber Türkiye’ye kast ettiği bir ortamda, “Avrupa’ya
perestiş” ile muhabbet etmek yanlış olacaktır. Eğer muhabbet edilecek olursa,
Frenklere tapınmak konusunda Abdullah Cevdet’lik edilecek ve hürriyetimiz
kaybedilmiş olacaktır. Celâl Nuri’ye göre, bu makalenin altında “bir Yunan
‘Eterya’sı reisinin” ya da bir ecnebîacentasının ismi olması gerekirken, bunun
yerine vatandaşımız olan eski bir “hürriyet mücâhidinin ismi” bulunmaktadır.
Onun için bundan sonra, ecnebî sefaretleri, İngiliz şirketleri, Katolik ve Protestan misyonerleri Abdullah Cevdet ve İctihad’ı takdis edeceklerdir. ‘Abdullah
Cevdet Bey, benim husumet mezhebi tesis ettiğimi’ düşünmektedir. Ben ise ‘dinimizi, milletimizi, devletimizi, Rumelimizi, vatanımızı, canımızı yağma etmeye çalışan bedhâhlarahusûmet ediyorum.’ Celâl Nuri, bu mücadelesiyle sonsuza
kadar iftihar edeceğini belirtecektir15.
Celal Nuri, Hristiyanların “mefrûz İsaları, ‘Düşmanlarınızı seviniz!’ ve
‘biri sizin sağ yanağınıza bir tokat atarsa siz ona sol yanağınızı da çeviriniz!’
demiş.” Cizvitler, âlemi iğfal etmek için, menfaatlerine gelirse bunu söylerler.
Ancak, “asla düşmanlarını sevmek onların aklına” gelmeyecektir. Biri kendilerine şamar atarsa onu her türlü vasıtayla mahvedeceklerdir. Celâl Nuri’ye göre,
cesaretle söylemek gerekirse, ‘bilinçsizce düşmanlara yanağınızı uzatın satırlarını Abdullah Cevdet’in dimağına yazdıran güç, şeytan gibi, ne kadar “Piyer
Lermit ve ehl-i Salib “ ileri geleni varsa onların ruhudur.’ “Efendiler! Biz mutaassıp imişiz; Avrupa mutaassıp değilmiş. Bütün kabahat bizimmiş.” Kısaca, bütün
cinayetleri işleyen Avrupa toptan halkpervermiş. Bunları, bir Cizvit azasının
“ervâh-ı habîsesi” söyleyebilir. Ben husumet fikrini ortaya koyarken, vatanperverlik hissiyle, elimizden çıkan İşkodra, Manastır, Selânik ve Trablus’u geri alabileceğimizi hatırlatıyorum. “Abdullah Cevdet de benim karşıma çıkıyor ve onları bizden kuvvet aldı, ilim aldı, zenginlik aldı diye a’dâya”bir hak veriyor.Onların
yaptığını meşrulaştırıyor. “Kendimi adeta, Selânik’te bir Yunan gazetesi okuyor
veya Trablus’ta İtalya valisinin bir nutkunu dinliyor” zannediyorum. Oysa ki
hatalarımızla ilgili kimse, bir şeyler yazmazken, ben milletimizin eksiklerini
15
Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere Hakâret; Düşmanlara Riâyet ve Muhabbet, s. 3-10.
40
Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye adlı eserimde bütün kabahatimizi çekinmeden,
Balkan Savaşından önce açıkça ortaya koydum. Taassuba ve cehle karşı mücadele edilmesi gerektiğini de milletimin hayrı için, Mukadderât-ı Tarihiye’mde
yazdım. Abdullah Cevdet şimdi kalkıyor, bunları yazıyor. Ben hem cehl, hem de
düşmanlarımızın üzerine yürür, Abullah Cevdet gibi düşmanlarımıza medenî
bir gözle bakamam ve alafranga olamam. Annemin, babamın doğduğu yerlere
uğursuzluk bayrağı çeken Yunanlılara, “Ey alicenâb Rumlar! Hoş geldiniz, safa
getirdiniz, fethiniz mübârek olsun..” diyemem. Ben Preveze ve Kandiye kalelerinde Yunan sancağı gördüğüm zaman ona düşmanlık beslerim.
“Abdullah Cevdet Bey! Arapça İsteyen UrbânegitsinFrengilerFrenkistanagitisin.
Acemce isteyen İran’a gitsin Ki biz Türküz bize Türkî gerektir.” demektedir. Eğer bu fikirde isek sana burada yer yoktur. Uğur ola! Seni vicdan-ı ümmet tatlik eder. Hürriyetin elindedir.” Celal Nuri, “ben bunlara husûmet ediniz demedim. Ben a’dayahusûmet, küffara husûmet, aleyhimizdeki Avrupa’ya
husûmetdedim...Kim ilme husûmetperverde ediniz, dedi ki, Abdullah Cevdet
Bey, ilme muhabbet tavsiyesi mecburiyetinde bulunsun?” diyecektir16.
Doktor, Avrupa’ya bizim hocamız derken, insanın sevmediğinden en
kıymetli hediyeyi bile kabul etmek isteyemeyeceğini, sevdiğine ise, “Hoştur senden bana gelen, ya gonca gül ya diken” diyor. Biz Avrupa’nın ancak,
teknik yönden hocalığını kabul eder; manevî yönden hocalığı kabul edemeyiz. Onun için, bu medeniyetin gülünü alır; dikenine katlanamayız. Bunu
zaten Gustave Le Bon da, “Bizim medeniyet-i ahlâkımız size yaramaz” diyerek belirtiyor. Onun için “aman! Avrupa medeniyetinin dikenlerini hiç
istemiyorum.”17Japonya’da bunu böyle yapmıştır. Bütün bunlarla beraber,
ben demagoji yapmaktan hoşlanmam. Avrupa medeniyetinden başka bir
medeniyetin olmadığına gelince, “Cehlin evvel-i mertebesi sehl olmaz! Mısraını tekrar ederiz. Ya Avrupa medeniyetinin dikenleri?...Frengi, verem, gülperesti, puperizm, borsa, elhükmü limen galeb...vd. bunları Abdullah Cevdet Beye
bile iadeye gönlümüz razı olmaz...Allah taksirini affetsin”18.
16
Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere, s. 10-23.
Buradaki düşüncelerini 1926 yılında da devam ettirir. “Avrupa’nın yalnız âliyatını alalım, lâkin taakkul
usullerini almayalım.” Mesele girifttir. “yoksa maksadımız, Avrupa goncasını dikeninden ayrılmak suretiyle devşirilmesi mümkünse, behemehal dikeni de birlikte almak değildir. Mutlaka Avrupalılığa temessül
edeceğiz diye, tereddiyetta da terakkiyi kabul etmek ciddiyete münâfi olur.” Bk, Türk İnkılâbı, s. 61.
17
Celâl Nuri, Müslümanlara, Türklere.., s. 18-24. Celâl Nuri bu eserinin 25-32. sayfalarında, “Şime-i
Husûmet” başlıklı makalesini tekrar vermiştir. Celâl Nuri’nin, Avrupa medeniyetinin eksiklik ya da
bozukluklarıyla ilgili fikirlere sahip olmasında kendisiyle görüştüğü arkadaşı Max Nordau’nun da etkisi
vardır. Celâl Nuri’nin ifadelerine göre, Nordau, eserlerinde Avrupa medeniyetini çürümüş, bozulmuş
bir medeniyet olarak göstermektedir. Bu eksiklikten dolayı sosyalizm mezhebi doğmuştur. Ayrıca
Avrupalı Lorimer, Holdzendorf, Bluntscli gibi hukukçuların Türkiye’yi din farkından dolayı Avrupa medeniyeti içine almayıp, barbar bir medeniyet içinde göstermeleri de diğer olumsuz etkendir. bk., Kendi
Nokta-i Nazarımdan Hukuk-ı Düvel, s. 56-74
18
41
Abdullah Cevdet’in yazısından sonra, İctihad’dan ayrılan Celâl Nuri, Kılıçzâde Hakkı’yla beraber, Hürriyet-i Fikriye mecmuasını çıkarmaya başlayacaktır. Bu arada, 1914 yaz mevsimindeCelâl Nuri Amerikan medeniyetini
yerinde görmeye gidecektir19.
Bu tarihlerde telifçi bir yapı gösteren Celal Nuri, 1928’de Avrupa’ya yakın
olan Türkiye daha önceki hatayı yapmayarak, Avrupa’dan “yarım yamalak bir
şeyler” almayacaktır, anlayışını benimseyecektir. Bu itibarla Celâl Nuri, “bir medeniyet kısmen alınamaz, küllen alınır” yargısının doğru olduğunu söyleyecektir. Cumhuriyet, bu dakikayı lâyıkıyla anlamıştır. Bundan dolayı insanlık, Yakın
Şark’ta büyük bir inkişafa şahit olacaktır. “Türk milleti, cihâna ve tarihe ispat edecektir ki, medeniyet yalnız Avrupa akvâmının inhisarı altında değildir”20.
Celal Nuri’ye göre, 1918’de Avrupa’yı ayağa kaldıran sermayenin, kapitülâsyonizmin ortaya koyduğu hükûmet şekli ise emperyalizm olmuştur. Emperyalizm, sömürge peyda etmek anlamında kolonyalizmle aynı anlamı taşımaktadır.
Celâl Nuri’nin Türkçe karşılığı olarak cihangirlik koyduğu bu hareket tarzı sonucunda “şişman imparatorluklar” parçalanmıştır. Emperyalizm, bütün medenî
âlemi ele geçirmiş saltanat, cumhuriyet gibi hükûmet şekilleriyle beraber doğu
ve batı merkezli devlet kümelerine ayrılmıştır21. Celâl Nuri, aralarında Osmanlı da olmak üzere İngiltere, Rusya ve Alman imparatorluklarının, Osmanlı’nın
son dönemi hariç, emperyalist bir saltanat sürdüklerini ve İngiltere gibi, şişman
emperyalist bir saltanatın karşısına “Cemiyet-i akvâm nazariyesi ve Amerika”
gibi devletlerin çıktığını belirtmiştir22.
Celâl Nuri, Şubat 1918’de yaptığı bir değerlendirmede, İran, Suriye,
Arap, Mısır, Maveraünnehir, Kirvan, Endülüs medeniyetlerinin Arap değil,
kırk sene önce Renan’ın da belirttiği gibi, İslâm medeniyeti olarak görmüş ve
yüzlerce unsurun bu binanın yükselmesine hizmet ettiğini belirtmiştir. Ona
göre, Türk unsuru bu medeniyetin üçüncü oğlu olarak, “ehl-i Salib”e karşı
İslâm’ın kılıcı olmuştur. Bununla beraber, an’anelerimize de büyük önem
Celâl Nuri’nin Amerika medeniyetini önceden görme isteği olsa da özellikle Abdullah Cevdet’le tartışmalarından sonra Amerika’ya gitmesi ilginçtir. Çünkü Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbbet” başlıklı
makalesinde Celâl Nuri’ye hitaben “Biz Amerika’ya gittik de” Müslümanız veya Türküz diye mekteplerine mi almadılar, şeklindeki ifadesi, zannımızca Celâl Nuri’nin Amerika’ya gitmesinde etkili olmuştur.
Çünkü Celâl Nuri, Amerika’dan döndükten sonra ve daha sonraları özellikle oradaki eğitim sisteminden, dinden kadınlardan ve medenî hayattanbahseder. Yazıların bir kısmı içi bk. Celâl Nuri, “Türklerin
Sa’y ve Ameldeki Kıymetleri”, Serbest Fikir, No. 3-15, 15 Mayıs1330/28 Mayıs 1914 ,s. 5-6. “Stugle For
Life-Mübareze-i Hayat ve Bunun İçin İstihzarat”, Uhuvvet-i Fikriye, No. 5-21, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz 1914, s. 1-6.
19
Celâl Nuri, “Teceddüd Merhalelerinde Âlem Bu Asırda Şark-ı Karibde Büyük Bir İnkışaf- ı Medeniyetin Şahidi Olacaktır”, İleri, No. 2155, 17 Şubat 1340/1924, s. 1; “Ne Medeniyet, ne An’ane!”, İkdam, No.
11302, 10 T.evvel 1928, s. 2.
20
21
Celâl Nuri, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2.
22
Celâl Nuri, “Mukadderât-ı Tarihiye, Mukadderât-ı Cedide”, Âti, No. 295, 1 T.sânî 1334/1918, s. 2.
42
vermemiz gerekmektedir23. Yazara göre Osmanlı Devleti, emperyalist batıdan gelebilecek tehlikelere karşı İslam dünyasının koruyucu bir kalkanı olarak vasıflandırılmıştır. Bununla birlikte, Ziya Gökalp’i hayalcilikle eleştirdiği yazısında, muasırlaşma fikrinin daha gerçekçi ve yaşanılan şartlara uygun
olmasını isteyecektir24. Celâl Nuri, meselelerin zaman ve zemine göre değişmesinden dolayı, Paskal’ın şu sözüne iman ettiğini belirtecektir. “Prene’nin
bu tarafındaki hak, öbür tarafında nâ-haktır”25.
Toprak testilerle çelik testiler muharebe edemeyecektir!
Hürriyet Avrupa’da olduğu gibi bir hak değil İslâm âleminde bir vazifedir. İslâm esasları kadar demokratik bir hükûmet olmadığı için, teşekkül eden
fırkalarımız da Avrupa’yı taklit etmeye gerek yoktur,26, diyen Celal Nuri, Türkiye milliyet kapısını açık tutmakla beraber, cemiyet-i akvam içinde istikbale bakacaktır anlayışını savunacaktır. “Avrupalılaşmak, Amerikalılaşmak,
bütün medeniyet-i âliyeyi almak, muaşerette garplılardan farksız olmak bizim
emelimizdir. Avrupalı efendiler sizin gibi olmak istiyoruz. Biz sizi sevdiğimizden...harekât-ı sekânatınızı taklit edeceğiz...siz de bizi seviniz.” Yenilikçi, terakkiperver bir milliyetçilik meydana geliyor. Doğru olan da budur. Toprak
testilerle çelik testiler muharebe edemeyecektir27.
1916’da
İkdam’da
başyazar
olan
Celal
Nuri,
Edebiyat
UmûmiyeMecmuası’nı çıkarırken, derinliğine Osmanlı tarihi ve edebiyatı,
Amerika’da siyaset ve din, Türkçülük hareketi, İslâmiyet’in terakkiye mâni
olmadığı gibi konularla birlikte I. Dünya Savaşı ve Avrupakonularına geniş
yer ayırmıştır.
Celâl Nuri, 1915 yılında kaleme aldığıİttihad-ı İslâm ve Almanyaeserinde, emperyalizm politikasını uygulayan içi boşalmış ve devamlı mücadele eden İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı; Alman, Avusturya-Macarlarla
birlikte Osmanlı’nın, Müslüman ordusunun fetihleriyle dünyanın dört bir
yanına selâmet getireceğini ifade etmiştir. 1789 Fransız İnkılâbı’ndan daha
mühim gelişme ve yeniliklerin 1914 sürecinde ortaya çıkacağının bilincinde
olan Celâl Nuri, bu tabloda Almanya’nın dünya siyasetindeki rolüne dikkat
çekmiştir28.
23
Celâl Nuri, “İslâm Medeniyeti”, Âti, No. 46, 15 Şubat 1334/1918, s. 1.
24
Celâl Nuri, “Türkleşmek, İslâmlamlaşmak, Muâsırlaşmak”, Âti, No. 224, 15 Ağustos 1334/1918, s. 1-2.
25
Celâl Nuri, “Fenn-i Muhâceret ve Fenn-i İskân”, Âti, No. 16, 16 K.sânî 1334/1918, s. 4.
Celâl Nuri, “Saltanat, Hükûmet, Millet, Cemiyet-i Düvel, Fırkalar, İstikbâlimiz”, Âti, No. 276, 13
T.evvel 1334/1918, s. 2.
26
27
Celâl Nuri, “Gerçekden Bir Fırka Teşekkül Ediyor”, İleri, No. 579, 18 Ağustos 1335/1919, s. 2.
Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1333/ 1915,
(64 + 1 s.).
28
43
Savaşın ortasında (1917) kaleme aldığı Türkçemiz adlı eserinde29milliyet
asrına dikkat çeken yazar, terakki için, “Türk ve milliyet taraftarı olarak, terakki
etmek” niyetini ortaya koyacaktır. Milliyet için, lisanın önemine vurguda bulunarak, “Avrupa ve Şarktan farklı olarak kendimize has bir milliyet şeklimiz, Müslüman Türklüğümüz vardır. Osmanlı-garp milleti olduğumuza göre, Turandan da
uzak durarak, dilde gerekli uygulamaları yapmamız gerekmektedir” diyecektir30.
Özellikle 1917 Şubatında kaleme aldığı Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim adlı eserinde, 1914’te başlayan Cihan Harbi’nin getirdiği problemleri
çözmeye dönük gayretleri dikkat çekicidir. Buna göre Harbin ortaya koyduğu 3 temel problem vardır:Para, kadın ve çocuk. Bu içtimaî karanlık içinde,
içtimaî ilimleri oluşturmak, psikoloji ve fen esasları dâhilinde, ‘milletimizi
muhafaza edebilmek için kuvvetli bir devlete ihtiyacımız vardır. Bunun içinde
asker ve para gereklidir. Bundan dolayı, Türk’e verilecek en değerli nasihat
“zengin ol demektir.”’ görüşünü dillendirecektir31Celâl Nuri Fransa’yı örnek
aldığı bu hareket tarzında, milliyetperver bir iktisat politikasının uygulamasına dikkate çekmiştir. Toplumun bütün fertleri özellikle kadınlar üretime
katılmalıdırlar. İktisadî gelişme dil gibi, tekâmül yoluyla olacaktır. Avrupa
medeniyetini ve sermayesini yaratan, orta tabaka-Burjuva’dır. Türkiye’de de
bir orta tabaka gereklidir. Bu tabaka ise, yeni doğmaktadır32.
1918’de Afife Fikret müstear ismiyle kaleme aldığı, -önce Âtigazetesinde tefrika hâlinde yayınlanan Ahir Zaman33 adlı romanında-, zaman olarak
I. Dünya Savaşı yıllarını seçen yazar, aşk konusu üzerinden sosyal mesajlar vermiştir. Burada dikkat çeken nokta, seçilen toplum kesiminin, zengin
ve Fransız kültüründen etkilenmiş bir kesim olmasıdır. Sayıları az olan bu
zengin grubun Batılılaşma özentisi içinde ne yaptığını bilmeyen çarpık bir
sosyal görüntüsü ön plandadır. İdeoloji ve taassuba önem verilmemeli, ilerleme için; milliyet, iktisadiyat, ahlâk ve hukuka önem verilmelidir derken34,
Viyana Üniversitesi’nden, Heincrih La March’ın I. Dünya Savaşı sonrası
Avusturya’daki milliyet meselesiyle ilgili yazılarından istifade etmiştir35.
Yazara göre I. Dünya Savaşı’ndan önce devletin durumu şu şekildedir:
Celâl Nuri, Türkçemiz, Mesâil-i Hazıra Hakkında Musâhabât, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi, İstanbul
1917, ( 120+ 2.)
29
Age., s. 24-27; Celâl Nuri’nin, Türkçemiz ve Türk İnkılâbı eserlerindeki dil anlayışını mukayese eden
bir makale için bakınız, Sami N. ÖZERDİM, “Celâl Nuri İleri ve Dilimiz”, Dilcilere Saygı, (Düz.Hikmet
Dizdaroğlu), Türk Dil Kurumu, Ankara 1966, s. 329-347.
30
Celâl Nuri, Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim, Efkâr-ı Cedîde Kütübhanesi, Konstantiniye 1917, (112
+ 2 s.) , s. 4-12.
31
32
Age.,s. 40- 58.
Afife Fikret (Celâl Nuri), Ahir Zaman-Roman-, Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi,Dersaadet 1334 / 1918.
(163 s.) Âti gazetesinde, 6 T.sânî 1334/ 1918-12 Mart 1335/ 1919 tarihleri arasında 57 bölüm olarak yayınlanmıştır.
33
34
Celâl Nuri, Hâtemü’l-Enbiyâ, s. 143-144.
35
Celâl Nuri, “Hayat-ı Milel- Avusturya ve Milliyet Nazariyesi”, Âti, No. 11, 11 K.sânî 1334/ 1918, s. 2.
44
Balkan Savaşlarından sonra hâlâ göz boyamak kabilinden, körü körüne ve
acemice dört nala denize hayvan sürer gibi hareket edilmektedir. Oysa ki bu
yenilgiden bir ders çıkarmamız zaruridir. Öncelikle önemli konularda, geçici
kanun modası ve eski kafalar bir kenara bırakılmalıdır. İnkılâpçı bir kafa ile
düşünmek ve milletimiz idama götürülmeden onu kurtarmak şarttır. “Biz nereden geldiğimizi, nerede bulunduğumuzu, nereye gideceğimizi, gâye-i emelimizin ne olduğunu lâyıkıyla bilmiyoruz”. Başımıza gelen felâketlerin sebeplerini araştırmıyoruz. Öncelikle hastalığımızın ne olduğunu bilmeli, tedavi için
doktor, ilaç ve hastane temin edilmelidir. Bundan sonra, devletin geleceğine
yönelik adım atabilmesi için de;
1- İktidarı elinde bulunduran saltanat ve hükûmete,
2- Hedefi belirlenmiş (kıyamet kopsa da taviz verilmeyecek) bir programa, ihtiyaç vardır36.
Görüldüğü gibi yazar şartlarla birlikte otorite, millet ve program konusu merkezinde savaş konusunu ele almıştır.
Osmanlı Devletinin çöküş Sebepleri içinde dahili sebepleri ortaya koyan
Celâl Nuri, Türk kavminin savaşçı ve daimi askerlik usulleriyle hareket etmesini, genel olarak, Osmanlı’nın gerilemesindeki dâhilî etkenlerdir, diyecektir37.
1918’deki değerlendirmelerinde yazar, Osmanlı’nın, sürekli harp hâlinde bulunurken, önceleri müspet olan durumunun sonraları menfi bir
hâle döndüğünü ifade etmiştir38. Çeşitli milletlerin uyanması, Avrupa ve
Rusya’nın tahrikleri sonucunda ortaya çıkan, kıyam ve karışıklıklarsa, bu
dönüşümü sağlayan etkenler arasındadır. Bu ihtilâllere karşı gelebilmek
için, yine zorunlu olarak askere ihtiyaç duyulmuştur. İşte, bu dâhilî tesirler
sonucunda, Türk ırkı gittikçe yorulmuş, tükenmiş, askere giderek, savaş ve
karışıklıklarda yaralanmış ve ölmüştür. Bu durum ise, Türk tarlalarının ekilememesine, dikenlik olmasına neden olmuştur. Buna karşılık diğer azınlıklar, askere, savaşa, ihtilâle gitmeyerek kendini feda etmemiştir. Dolayısıyla
da eşit ve adaletli olmayan bu uygulama sonucunda, farklı unsurların oluşturduğu toplumda Türkler kaybetmişler, ezilmişlerdir39.
Celâl Nuri, genel olarak askerliğin Türklere iktisadî açıdan zarar verdiğini belirtmekle beraber, 1918 Nisan’ında yaptığı değerlendirmelerinde, I. Dünya Savaşında, Çanakkale önlerinde İtilâf güçlerine karşı büyük bir mücadele
veren Türk askerine ve bu vesile ile de atavizmden geldiğini tekrarladığı as36
Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, s. 44-51.
37
Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, s. 64.
Menfî hâle gelme durumu, özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında en üst seviyesine çıkmıştır. Bu savaşlar sonucu, bacalar sönmüş, dükkânlar harap olmuş, çiftlikler mahvolmuştur. Geniş bilgi için bk., Celâl
Nuri, “Kurtulan Vatan Aksâmı”, Âti, No. 99, 9 Nisan 1334/ 1918, s. 1.
38
39
Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye- Mukadderât-ı Tarihiye, s. 119-120.
45
kerliğe övgüler dizecektir. Buna göre, “Bu ordu ki, milletimizin umdesi, üssü,
temelidir. Bir manzume-i kevniye arasında, güneşin tebarüz ve tezahürü gibi,
tarihte her tecrübede, mahiyet-i fıtriyesini, âleme tasdik ettirmekten hâlî kalmamıştır.” Unutmayalım ki bu ordunun her bir ferdi, bir tabakanın somutlaşmış
ifadesidir. “Tarih yazılmaya başlandığı vakit, bu cihangir ordunun ne büyük
bir keramet-i beşeriye, teşkil ettiği tezahür edecektir.” Hatta bu yazısında, tarla örneğinde olduğu gibi, askerliğin dikenlik değil, tersine verimli olduğunu,
“uzunca bir tevakkuf geçirdiğimizden, ziraattenhâlîkalmış,bir tarlanın bil’âhire
ekilmesinde her vakitten ziyade mahsül vermesi kabilinden... ordû-yıhümâyûn
âdeta fışkırmış, mebzûl bir hasad vermiştir!” Aslında Celâl Nuri’nin bu kaidesinin kökeninde, pozitivist ya da biyolojik bir kural yatar. Bu ise, “Kâinatta
hiçbir madde ve hiçbir kuvvet münderis olmaz” kaidesidir. İşte bunun içindir ki
ordumuzun eski kahramanlıkları yeniden filiz vermektedir40. Ordunun bütün
başarısı ise, milletin başarısı demektir. Celâl Nuri, 1912’deki yazısında, orduya
önem verdiğini belirtmekle beraber, milletin geleceği için, terakki adına iktisadî çalışmaların gerekliliğine dikkat çekmiştir41. Adı geçen yazısında, atavizmin negatif yönünden hiç bahsetmez. Buna göre, Celâl Nuri’nin, belki ilkesel
yönleri olmakla beraber, şartlara göre farklı bakış açıları getirmiştir. Bu bakış
açılarında savaş şartlarının yarattığı ruhî durum etkili olmuştur.
Celâl Nuri’ye göre, askerlik ve harp meselesi biraz daha incelenecek
olursa, “dehşetli hakikatler” ve “tüyleri ürpertecek” facialar gözler önüne
serilecektir. Ancak, işin bu tarafıyla ilgili örnekler vermeyen Celâl Nuri,
mevcut durumdan kurtulmak için kendine göre içinde bulunduğu güçlüğü
aşmaya dönük reçete hazırlar. Türk Milleti’nin gerilemesine bir son verip,
terakkisini kolaylaştırmak için, gerekli üretim ve çalışma şartları oluşturulmalıdır. Türk ırkının kurtarılması için lâzım olan diplomatik vasıtalarla,
gayrimüslimlerle olan hoşnutsuzlukların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Meşrutiyet’in ilânından sonra gayrimüslimlerin askere alınması, bu
açıdan önemli bir adımdır. Bu ciddiyet korunacak olursa, Müslümanlarla
gayrimüslimler arasında mevcut olan huzur ve saadet farkı ortadan kaldırılacaktır. Osmanlıya benzeyen Rusya ve Avusturya’da herkes askerlik yaptığı
hâlde, Osmanlıda diğer unsurların askerlik yapmaması, Celâl Nuri’ye göre,
anlaşılması güç bir durumdur42.
40
Celâl Nuri, “Asker”, Âti, No. 37, 6 Şubat 1334/1918, s. 3.
Milletin iktisadî, ziraî ve sanayiye dönük çalışmalarında da, askeri teşkilâttan etkilenerek,
“İçtimâîErkan-ı harb” ister. bk., Celâl Nuri, “İctimâî Erkân-ı Harb”, Âti, No. 109, 19 Nisan 1334/1918, s. 1.
41
Celâl Nuri’ye göre; bu iddiaya, bir çokları cevap vererek, eski hükûmet erkanının, basiret göstererek
tam manasıyla bir Türk ordusu meydana getirmek için böyle bir uygulamaya gittiğini söyleyeceklerdir. Ancak devlet, Türk devleti olarak kurulmuş, fakat, sonradan umumî bir mahiyet almıştır. Ayrıca,
“devşirme” usulü, verilecek cevabı reddetmeye yeterli bir uygulamadır.
42
46
Celâl Nuri’ye göre, atavizm ile “kanımıza girmiş olan militarizmi”43, söküp
atmak ve onun meydana getirdiği sanattan tiksinme, ticaretten nefret hislerini ortadan kaldırmak için esaslı bir programın tatbikine ihtiyaç vardır. Dünyada irs yoluyla meydana gelmiş, hiçbir iyi tabiat yoktur ki suistimal ile yok
olmasın. Aynı zamanda, hiçbir fena tabiat yoktur ki, pedagojinin, terbiyenin,
belli bir derecede kanunların ve hükûmetin gücü sayesinde ortadan kalkmış
olmasın. Hükûmet ricali ve düşünürlerimiz bu husustaki noksanlarımızı iyi
bilmeli, problemlerimizi lâyıkıyla teşhis etmeli, bütün mesailerini bu hedefe
dönük olarak harcamalıdırlar. Bu vesile ile Birinci Dünya Savaşının sonunda
Celâl Nuri, Paris Konferansı dolayısıyla bütün insanlığı, militarizmin44 kökünü kurutmaya çağıracaktır. Çünkü bu zihniyet, Osmanlı’da olduğu gibi diğer
milletleri de üç dört asır geriye götürmüştür. İnsanlar, ilerleme için var olan
yeteneklerini kaybetmişlerdir. Çünkü durmak bilmeyen bu hareket tarzı, çoluk çocuk hudut tanımamış, girdiği yerde, ot bitirmemiştir. “Müdâfaa-i mülk
ve millet gâye-i mukaddesesiyle, çapulculuk, hiçbir zamanda karıştırılmamalıdır.” Bunun için, İttihat ve Terakki, Enver ve Cemal Paşalar milletin başına
gelenlerden dolayı sorumludurlar. Bunlar, diğer yerlerde olduğu gibi barışa
karşıdırlar ve Don Kişot’luk yapmışlardır45.
Harbin Hikmeti var mıdır? Sorusuna ise, Celâl Nuri, 1917 yılında çok ihtiyatlı bir cevap verir. I. Dünya Savaşı dolayısıyla yazdığı bu makalesinde, harbe
girmeyi memleketi savunmak şeklinde algılayanların görüşüne katılmaz. Ona
göre, harp, eski Mısır ve Keldanilerden bu yana meydana gelmiş olan medeniyetleri yıkmaktadır. İngiltere’nin bu tür faaliyetlerdeki sorumluluğu fazladır.
Belki harpler, içtimaî inkılâplar meydana getirecektir. Ancak sonuçta eski tas
eski hamam görülecektir46. Oysa ki Almanlar, askeri düzenlemelerle beraber, eğitim ve mekteplere önem verdiğinden, cehaletle mücadele etmişlerdir.
Mareşal Moltke, Fransa’nın ta kalbine girmiş ve I. Wilhelm Alman imparatoru ilân edilmiştir. Bulgarlar da mektepler sayesinde cahil bir köylü olmaktan
kurtulmuşlardır. Bizim dertlerimiz bellidir. Teşhis mümkün olunca tedavi pek
o kadar güç değildir. Hükûmet adamları düşünmeli ve düşündüklerini söylemekten çekinmemelidir. Bu çabaların boşa gitmemesi için kin, hile, ihtilâftan
sıyrılmış mütefekkir bir zümrenin, milleti terbiye etmek ve yetiştirmek vazifesini üzerine alması gerekmektedir47.
Celâl Nuri’nin bu bakış açısı, İngiliz diplomatları tarafından da dile getirilmektedir. Lowther’e göre;
“Türklerin karakter itibariyle militarist olduklarını ve iktisadî konulardan pek anlamadıkları” görüşü
doğrudur. Bilgi için bk., Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonizm,İstanbul 1991, s. 151.
43
Türklerdeki, atavizmde gördüğü militarizm özelliğini, I. Dünya Savaşındaki yeni kazandığı anlamı kastederek, “militarizm”i Almanların icadı olarak görür. Bundan dolayı Dünya’nın beş kıtasında insanlar
ölmüştür. bk., “Hürriyet ve İtilâf Fırkasının İlgası”, İleri, No. 641, 22 Eylül 1335/1919, s. 2.
44
45
Celâl Nuri, “Muhârebe Ertesi Militarizm”, İleri, No. 751, 9 Şubat 1336/1920, s. 1-2.
46
Celâl Nuri, “Harbin Hikmeti”, İkdam, No. 7391, 8 Eylül 1917, s. 2.
Celâl Nuri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye, s. 58-63; Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye- Mukadderât-ı
Tarihiye,s. 120-125.
47
47
Millet terbiye edilmelidir, ancak millet de imkânlar dâhilinde kendisine
çeki düzen vermelidir. Bunun için Celâl Nuri, milletin sorumluluğu ile ilgili şu
hikâyeyi anlatır: Deve kuşuna, şu yükü taşı demişler, “ben kuşum, deve değilim
cevabını vermiş. Öyle ise, uç görelim demişler; ben deveyim mukabelesinde bulunmuş.” İşler iyi olduğu zaman, herkesin vatanperverlik yaptığını belirten Celâl
Nuri’ye göre; esas fedakârlık zor zamanda milletin elini taşın altına koymasıdır48.
Ona göre, zaten millet iki bin metre derinliğindeki cehalet kuyusunda, “ağır bir
uykuya dalmamış mıydı!” Çok şükür ki; Abdullah CevdetBey de, gelişme için “teknik-âliyat” demiş ve politikadan evvel “inkişaf-ı fikri” diye seslenmiştir49. Hayat
mücadelesinde varolabilmek için cehalet dolu olan kafanın, zihniyetin mutlak
surette değiştirilmesi gerekmektedir. Osmanlı cemiyetindeki cehaletin, boşluğun, eksikliğin sebebi nedir? Celâl Nuri’ye göre, son devirlerdeki bu karışıklığın
sebebi XVI. asra kadar Osmanlı’ya akın eden, ancak bu asırdan sonra durmuş
olan akıldır. Milletin zekâsı var, ancak kullanılamamaktadır, böyle bir durumdan öncelikle mütefekkirler sorumludur50.
Yapılan değerlendirmelerden görüleceği üzereCelâl Nuri, Osmanlı cemiyetinin ilerleyebilmesi için cehaleti içinde barındıran ve atavizmden gelen negatif tesirlere karşı çıkmıştır. Zaman zaman olayların tesiriyle farklı
tavırlar sergilese de, onun için millet sadece askerliğe dayalı bir zenginlik
sistemine dayanmamalı, gerilemenin önünü alabilmek için Batı’da olduğu
gibi ticareti, tekniği kullanarak kendini yenileyerek ilerlemelidir.
Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, ‘Osmanlı Devleti, sermaye
sağlamak için borçlanma yolunu, tercih etmeli midir?’ sorusu Celâl Nuri’nin
üzerinde durduğu diğer bir konudur.
Celâl Nuri’ye göre, savaştan önceki yıllarda dünyanın başka yerlerinde
de görüldüğü gibi borçlanarak devletin hayatı bir şekilde idame ettirilebiliyordu51. Osmanlı, muasır olmaya başladığı günden beri de borçlanma içinde
olmuştur. Devletin gideri çok, geliri azdır. Bu şartlarda borç alınmazsa yaşam
sıkıntısı çekilecektir. Sultan Abdülaziz, Sultan II. Abdülhamit, V. Mehmet’in
saltanat devirlerinde memleketin varidatı rehin olarak gösterilmiştir. Ancak, yaşayabilmek için durum böyle devam edemez. Diğer taraftan, malî tarihimiz göstermektedir ki, Türk milleti üretici bir millet olmaktan ziyade tüketici bir millettir. Eğer devamlı böyle gidecek olursak, işimiz fenadır ve iflâs
pek yakındadır. Her başımız daraldığında, hemen Avrupa ve bilhassa Paris
48
Celâl Nuri, “Vezâif-i Medeniye ve Ahlâkiye”, Serbest Fikir, No. 13-1, 1 Mayıs 1330/14.05.1914, s. 1-4.
Celâl Nuri, “Müslümanlar, Türkler, Kalkın, Geciktiniz”, İctihad, No.86, 26 K.evvel 1329/08.01.1914,
s. 1902-1904.
49
50
Celâl Nuri, “İhtilâf, Müzâheret”, Âti, No. 108, 18 Nisan 1334/1918, s. 1.
Celâl Nuri, “İsmet Paşa Hazretleri’nin Natıkları Münasebetiyle İktisadî Vaziyetimizin Tahlili-1”,
İkdam, No. 11279, 16 Eylül 1928, s.2.
51
48
sarraflarının cebine elimizi atmışız. Bu ise, çıkar bir yol değildir. Borçlanma
usulleri iyi tetkik edilmelidir52. Cavid Bey’in ilk bütçede, İtalyan Luçati’den
etkilenerek bütçenin başına yazdığı gibi, “Büdce açığının bir fazilet-i terbiyetkârisi vardır” devri bitmiştir. Bugünkü Türkiye’nin gelirleriyle ancak,
eski borçların faizi dâhil olmak üzere, sadece üçte biri ödenebilecektir. Yeni
borçlanmaların faizini, üretmeden ödemek çok zor olacaktır ve bu durum
içtimaî bir musibet olarak Türkiye’nin karşısına çıkacaktır.
Bu şartlar altındaCelâl Nuri yine de ümitlidir. Çünkü, devir değişmekte,
tarihin bir dönemi kapanmakta, diğer bir dönemi açılmaktadır. Bundan sonra Türkiye üretmeye mecburdur ve kimseden iktisadî bir imdat beklenmemelidir. Harpte olduğu gibi, sulh döneminde de şiddetli iktisadî bir buhran
olacaktır. Yalancı kaparoz ve spekülasyon ticareti değil, yeni şartlar altında,
ancak mühtahsiller yaşayacaktır. Üretim başladıktan sonra, Türk milleti
barbarlar derecesine inmeyecektir. Harpte, millet nasıl bir faaliyet göstermişse, sulh döneminde de üretim için aynı gayreti gösterecektir(Ağustos
1918). Artık bundan sonra, üretenler yaşayacaktır. Üretimin de tek şartı iyi
idaredir, emniyettir. “Binâen aleyh, sevâik-i hayatiye bizde bir inkılâb-ı idariyi âmirdir.” Asayiş sağlanmalı, mahkemeler tanzim edilmeli, yolar yapılmalı,
ticari eşitsizlik ortadan kaldırılmalı, hatır gönül, nüfuz ticareti bir kenara
bırakılmalıdır. Ancak bu şartlar altında, Türkiye de diğer fazıl milletler gibi
çalışmanın yolunu tutarak53, harpten sonra kurtuluşa erebilecektir. Buna
göre, Celâl Nuri’nin düsturu “ekelim, biçelim, yiyelim, ölmeyelim” ve hiç ölmeyecekmiş gibi çalışalım olacaktır54.
Malî siyaset, genel siyasetten soyutlanmamalıdır. Para meselesi umumî
siyaset içinde düşünülmelidir. Bir insan bir işe teşebbüs ettiği vakit, onun bir
amacı olmalıdır. “Arabacı sür!- nereye Efendim?- Sen sür de sonra gideceğim yeri
düşünürüm...Böyle, siyaset değil, arabacılık bile” olmayacaktır. Mütarekeden
sonra Türkiye’nin genel siyasetinintemel taşı, iktisadî politikası olmalıdır. Celâl
Nuri’ye göre, artık matbuattaki Cenab, Nazif, Ali Kemal kavgaları bir kenara
bırakılmalı, yarınki hayatın idamesi için gerekli tedbirler alınmalıdır55. Mahfillerde, matbuatta alışıldığı üzere, incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler
tartışılmaktadır. Sanki her iş bitmiş gibi dâhilî ihtilâflarla uğraşılmakta ve mülk
üzerindeki tasarruf hakkımız olmadığı gibi bir sonuç çıkmaktadır. Bu ortamda,
“Cemiyet-i düvel ve akvamın bir tapu-yucedid ile tevsik edilmiş gibi uzun boylu fırCelâl Nuri, kapitülâsyonların kaldırılmasıyla beraber, borçtan korkulmaması gerektiğini belirtir. bk.,
“Servet Menabii”, Âti, No. 130, 10 Mayıs 1334/1918, s. 2.
52
Sermaye biriktirebilmenin yolu çalışmaktır. Çalışmayla beraber önemli olan ve eski devirlerde
düşünülmeyen şey, “tasarruf”tur. bk., “Sermaye Birikmesi”, İkdam, No. 11287, 24 Eylül 1928, s. 2.
53
54
Celâl Nuri, “İstihlâk, İstikrâz,İstihsâl”, Âti, No. 220, 11 Ağustos 1334/ 1918, s. 2.
55
Celâl Nuri, “Siyâset-i Maliye ve İktisâdiyemiz”, Âti, No. 229, 29 T.evvel 1334/1918, s. 1-2.
49
kacılıklara” girişilmiş ve ileri gelenler de uyku hâlinde bulunmaktadır. Uykudan
uyanma zamanı çoktan gelmiştir. “İttihat ve Terakki, İ’tilâf ve Hürriyet’in, İ’tilâf
ve Hürriyet, İttihat ve Terakkinin gözlerini oymaya savaşırken, biz istiklâl ve hatta
muhtariyetimizden, ticaretimizden, hakk-ı hayatımızdan, bekâ ve devam kabiliyetinden mahrûm” bir hâlde bulunuyoruz56. Nefsaniyetin ruhlara tesirini arttırdığı
bu ortamda, Celâl Nuri’ye göre tarih, Osmanlı saltanatının bundan daha vahim
bir devre geçirdiğini hatırlayamamaktadır.
Yukarıdaki manzarada görülen “gaflet-i milliye”, eski ve yeni milletlerin
hiçbirinde bu derece görülmemiştir. Umumî harp sırasında, Türkiye’nin iktisadiyatı ıslah ve yüceltmek istense de bu başarılamamıştır. Celâl Nuri yapılanları şu
cümleyle özetleyecektir: “başımızla yürüdük, ayaklarımızla düşündük, midemizle
gördük, parmaklarımızla işittik.” Bu durumda akıl ve mantık tersine çevrilmiştir.
Hükûmeti Türkler ellerinde bulundurmasına rağmen, gayrimüslimler ticareti tekellerine almışlar; bundan dolayı iktisadî menfaati bu kesim kendi lehine kullanmıştır. Tevfik PaşaHükûmetini uyararak bu konuda hiçbir doğru ya da yanlış politikalarının olmadığını belirten Celâl Nuri,Tevfik Paşaya seslenerek, İslâmiyet’in
emrettiği ticaretin tutuklu bulunduğu hapisten çıkarılmasını istemektedir. Ticaretin himaye edilmesi hayatî bir meseledir. İttihat ve Terakki döneminde, savaş
ortamında gelen paralara sevinilmiştir. Ancak, savaşta gelen paraya sevinilmez57.
Savaş her türlü zararı verebilir. Önemli olan, dışarıdan gelen paraya sevinmek değil, içerideki serveti elde tutabilmek ve ticarî faaliyetlerde fakirlik içinde yaşayan
Müslümanlara, aslî millete ticaretin kapısını açmak ve onu belirli bir program dâhilinde himaye edebilmektir58.
Bütün insanlık için en büyük iktisadî tehlike ve felâket, nakit paranın bulunamayışıdır. Hükûmet, fırka kavgalarının, gazete tartışmalarının, kısacası askeri ve siyasî tartışmaların üzerinde bulunan şey, iktisadî politikaların eksikliğinden doğacak olan içtimaî musibetlerdir. Petrol satan, rahatlık içindeki Romanya
ve çiftlik zengini Rusya’nın felâkete sürüklenmesi Türkiye için ders çıkarılması
gereken bir konudur. Beş senedir mevcutlar tüketilmiştir. Bu durumda iktisadî
musibetlerin iki kaynağı vardır: Fakirlik ve idaresizlik. Felâketlerin gelmemesi
için, Celâl Nuri, “Bir lokma ekmeğe, mukaddesatımızdan bile geçeriz” diyerek,
Celâl Nuri, “Yetim, Zayıf Bir Millet”, Âti, No. 419, 8 Mart 1335/1919, s. 1-2. Burada özellikle, Damat
Ferit’in kurmuş olduğu, ilk hükûmetine tavsiyelerde bulunur. Belli bir grubun ya da şahsın elinde
kalarak, fırka mücadelesi, adam kayırma gibi işlerle uğraşmak basitliğin göstergesidir. İzzet ve
TevfikPaşalar bu hataya düşmüşlerdir. “Kuşpalazı” hastalığına serum zamanında verilirse, hasta iyi
olur, aksi takdirde iş işten geçer. Onun için, öncelikle milliyet meselesi halledilmelidir. Bu ise, “milliyet-i
hassa” ve “milliyet-i âmme” nazariyesi dâhilinde, Turancılığa, Türkçülüğe kaçmadan halledilmelidir.
Aksi takdirde, “Altayları” geri alalım derken “Kostantinopolis”i kaybediyoruz. “Afrika kumsallarında
uyku hastalığına tutulmuş yerliler”gibi olmayalım. Faaliyet ve çalışma gereklidir. Kirli, edepsiz, bayağı
siyasetleri bir kenara bırakalım.
56
57
Bu durumun özellikle, yanı başımızda meydana gelen Irak’taki savaş açısından ibret alıcı yönleri vardır.
58
Celâl Nuri, “Ticaretimizin Himayesi”, Âti, No. 387, 4 Şubat 1335/1919, s. 1.
50
iktisadî ve içtimaî akıbetin yanında, siyasî meselelerin öneminin olmadığını ısrarla tekrar edecektir59. Maddî kurtuluş için, manevî değerlerden vazgeçmesi
ise, aslında onun pozitivist yapısıyla beraber, Makyavelist bir politikayı da benimsemesinden kaynaklanmaktadır60.
Celâl Nuri, Anadolu’nun İtilâf devletlerince işgal edildiği bir ortamda
iktisadî ufukları, şimşekler çakan kara bulutlarla dolu bir havaya benzetir.
Ona göre, hâlâ “herkes, devlet ve hükûmet, millet, mukadderat-ı siyasiyemizden” bahsetmektedir. Ancak, “Mukadderat-ı iktisadiye61..içtimâiye ve milliyemiz..mukadderat-ı siyasiyemizden akdemdir.” Vücuda giren kurşunun acısı
nasıl sonradan hissedilirse, Türkiye’de devlet olarak muharebeden dolayı
yenilen paranın acısı şimdi çekilmektedir. Maneviyattan önce para gereklidir. “İstiklâlimiz, âti-yiiktisadiyemize” bağlıdır62. Yaşanan sıkıntılardan malî
olarak zarar eden, ancak bundan olumlu neticeler çıkaran bir tüccar gibi, iktisadî açıdan sıkıntı çekilen şu günlerde millete yol gösterecek, yeni esasları
belirleyecek olan ileri görüşlü münevverlere ihtiyaç vardır63.
Celal Nuri’ye göre milletin ayağını kaydıran kapitülasyonlar kaldırılmalıdır. Bu ise, “revolution”la değil, “evolution”la olmalıdır64. Kanunî boşluklar görmezlikten gelindiği için, yabancı şirketlerin haksız bir şekilde milletin parasını
yemesi çok yanlıştır. Bundan dolayı Celâl Nuri, Osmanlı’nın kendi şirketlerini
aktif olmaya çağırır65. Bir milletin iktisadî mevcudiyeti muhafaza edilecek olursa, o millet müstakil ve hâkim demektir. Bu açıdan, harplerden ziyade iktisadî
üstünlük diğer milletlere karşı galibiyet anlamını taşıyacaktır66.
Celal Nuri’ye göre, ‘Harpten sonra unutulan kadın meselesi hususî
zannedilmemelidir67. Mesele umûmidir. Kadınlar, örf ve adete kurban edilmemeli, onların yetişmesi için gerekenler yapılmalıdır.’ Bu konuyla ilgili
Celâl Nuri, “Sükut-ı Nükud Münasebetiyle Kırık Zenberek”, İleri, No. 408, 25 Şubat 1335/1919, s. 1-2;
“Para ve Asâyiş”, İleri, No. 747, 5 Şubat 1336/1920, s. 1.
59
60
Celâl Nuri, “Ali Emiri Efendi Hazretlerine- ‘Prens’ ve ‘ Asafnâme’”, İleri, No. 603, 14 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
Siyasî konulurdan önce, iktisadî konuların ehemmiyetli olduğunu söyleyen Celâl Nuri’nin bu
düşünceden bahsettiği ilk eserleri, İttihad-ı İslâm, Tarih-i İstikbâl’dir. Bu düşüncesinde de etkili olan
düşünür, MaksNordau’dur. Burada medeniyet ve iktisadî yapının ilişkisi anlatılır.Geniş bilgi için bk.,
Tarih-i İstikbâl-3- Mesâil-i İçtimâîye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul 1332/1914, s. 4572; İttihâd-ı İslâm, s. 4.
61
Celâl Nuri, “Müzâheret-i İktisâdiye”, İleri, No. 600, 11 Eylül 1335/1919, s. 1-2; “Sefalet-i İktisâdiye ve
Mağlubiyet-i Bedenîye”, İleri, No. 656, 6 T.sânî 1335/1919, s. 1-2.
62
63
Celâl Nuri, “Sûr-i İsrafil”, İleri, No. 605, 16 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
64
Celâl Nuri, “Kapitülâsyonlar- Vak’a-i İlgadan Sonra”, İleri, No. 610, 21 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
65
Celâl Nuri, “Şu’bât-ı İktisâdiyemiz”, İleri, No. 699, 19 K.evvel 1335/1919, s. 8.
66
Celâl Nuri, “İstilâyı Tedricî- İnhitat-ı Tedricî”, İleri, No. 755, 13 Şubat 1336/1920, s. 1.
Kendi ifadesine göre, Cihan Harbi üç yeni meseleyi iyice ortaya çıkarmıştır. “Kadın, Çocuk, Para” bu
üç meselede doğrudan, bütün beşeriyeti ilgilendirmektedir. bk., Harbden Sonra Türkleri Yükseltelim,
Efkâr-ı Cedide Kütübhanesi, Kostantiniye 1917, s. 5.
67
51
olarak, dört aylık Roma sürgünü sırasında, “Tacire-i Facire”68 adlı bir roman
yazan Celâl Nuri, matbuatı bu konuyu gündeme taşıması için göreve çağıracaktır69.
Balkan Savaşlarından sonra “yakında büyük bir savaş olabilir” diyen
Celal Nuri, Birinci Dünya Savaşına dikkat çekerken Türkiye’nin istikbalini
müdafaa için şu dört maddeyi önerecektir:
1- İstanbul’un müdafaası birinci vazifemizdir. Muratlı Dağı ve Çatalca’da
bir yapılanma gereklidir.
2- Akdeniz ve Karadeniz’in boğazları zırhlı tabyalar ile donatılmalıdır.
3- Doğu vilâyetlerinin merkeze bağlanması hayatî bir meseledir. Jön
Türkler doğu vilâyetlerinde, şimendifer hatlarıyla beraber bir savunma hattı
oluşturmalıdırlar.
4- Deniz kuvvetleri tanzim edilerek süper dretnot şeklinde üç ünite ve
bunların hareketlerini kolaylaştırmak için altı kruvazör, on iki torpido, on
iki nakliye gemisi alınmalıdır.
Bunların yapılması ise seksen sekiz milyon Türk Lirasının bulunmasına bağlıdır. Jön Türklerin marifeti de bu parayı bulmaktır70.
Almanya’nın İngiltere ve Fransa ile savaşması da kaçınılmazdır. Ardından Rusya ile de savaşacaktır. Buna göre, Rus-İngiliz birlikteliğinin
Türkiye’yi süpürebileceğine dikkat çeken Celâl Nuri, Osmanlının istikbalini,
PancermenizmlePanislavizm’in belirleyeceğine dikkat çekerek satır aralarında
Almanya71 tarafına yaklaşılmasını tavsiye edecektir. Fransa da doğuramaz bir
kadım mesabesindedir; emperyalizmi küçüktür. Japonya ile Avrupa’nın husumetinin olduğu bir ortamda, Almanlar “Weltwirtschaft un welpolitik” yani “Evvelbe evvel, kuvvete ve iktidar edinmeğe çalış, ondan sonra servet tabiyetle gelecektir” ilkesiyle hareket etmektedirler. İngiltere’yle olacak bir harp hâlinde, zafer büyük ihtimalle Almanya’nın olacaktır. Bu keşmekeşlik içinde, islâmiyet’in
hâli gelecekte ne olacaktır? İslâm bundan kıyamet kopuncaya kadar istifade
edebilir mi? Bu konu önemli bir problemdir72. Aynı satırlar içinde Celâl Nuri,
Celâl Nuri, “Tâcire-i Fâcire” -Hikâye-, İleri, No. 679-742, 29 T.sânî 1335/1919-31 K.sânî 1336/1920.
Yirmi üç bölüm hâlinde İleri’de yayınlanan hikâye türündeki bu tefrikasında, kadın konusunu ele
almıştır. Hatta, Vahidettin tarafından, adaba aykırı ve fuhşa teşvik mahiyetinde olduğu için, irade-i
seniye ile neşri yasaklanacaktır. Buna rağmen, bir iki hafta da daha hikâye neşredilir. bk., İleri, No.
717, 6 K.sânî 1336/1920, s. 8; Ayrıca, Alemdargazetesi, bu yazıdan dolayı İleri gazetesi ve Celâl Nuri’yi
eleştirecektir. bk., Alemdar, No. 385-2680, 5 K.sânî 1336/1920, s.2.
68
Celâl Nuri, “Hüseyin Rahmi Bey Üstadıma - Muharebeden Sonra Kadın Meselesi Aklımıza Geliyor
mu?”, İleri, No. 616, 27 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
69
70
Celâl Nuri, Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, s. 123-133.
Osmanlının Almanya ile beraber, Rusya’ya vurulan darbeden sonra, İngiltereye karşı hareket etmesi
gerektiğini, 1915 yılında savaşın içinde açıktan savunacaktır. bk., Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya,
Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul 1333/1915, s. 17-22.
71
72
Celâl Nuri, İttihad-ı İslâm, s. 242-278.
52
Avrupa’nın gelişmek isteyen devletlerin ilerlemesine izin vermeyeceğini belirtir. Buna örnek ise Japonya’dır. Eğer, Japonya sessiz ve sakin terakkiyi sağlayamasaydı, Avrupa Japonya’nın gelişmesine izin vermeyecekti.
Dünyanın çalkalandığı, Rusya’nın denizlere inmek için manevralar
yaparak Osmanlı’yı paylaşma plânları yaptığı bir ortamdaCelâl Nuri, siyasî
icapları ve diplomasiyi unutan Gazi Ahmet Muhtar ve Kâmil Paşaları eleştirecektir. Bunu yaparken de maksadının İttihat ve Terakkiyi savunmak ve
fırkacılık yapmak olmadığını belirterek muharrirlik mesleğini yerine getirdiğini söyleyecektir73.
Birinci Dünya savaşının sonucunda, Osmanlı’nın savaşa girmesini
dış baskılara bağlayacak olan Celâl Nuri, bir devrin kapanıp yeni bir devrin
açıldığını belirterek ağır şartlar altında oluşan iktisadî yapı içerisinde “sırat
köprüsünden” geçmenin zor olacağını söyleyecektir74. “Sefine-yi ictimâiyeyi
idare eden pusula” şaşmıştır ve muharebe bir anarşi doğurmuştur75. Birinci
Dünya Savaşı’nın acılı günlerini fazlasıyla hisseden Celâl Nuri, bu karışıklığın sorumlularına 1931 yılında şöyle hitap edecektir: “Kahrolsun Wilson,
Kahrolsun Lloyd George, Kahrolsun Clemenceau ve mesleki temadi ettirmek
isteyenler.”76Aslında, bu düşünceye ulaşmasında 1929 yılında 89 yaşında
olan ve Avrupa siyasetinin objektif bir fotoğrafını çekmiş olan Gustave Le
Bon etkisi büyük olacaktır. Celâl Nuri’nin de benimsediği bu tespitlere göre,
yeni Avrupa tarihinin büyük bir kısmı, siyasî yanlışlıkların bir hikâyesidir.
Bu hatalar, Avrupa siyâsetini idare etmektedir. Avrupa’yı alt üst eden karışıklık sahnelerinden biri de Türkiye’dir.
İstanbul’un fethinden sonra, Türklerin idaresine verilen Balkanlarda
yanlış zihniyetle Bosna Avusturya’ya, Kıbrıs İngiltere’ye verilerek Bulgaristan, Sırbistan gibi eyaletler oluşturulmuştur. Bunlar müstakil olur olmaz
birbiriyle kavgaya girişmişler; Rusya’nın müdahaleleriyle de Cihan harbi
patlak vermiştir. “Eğer Türkiye, Balkanlarda hüküm sürseydi, büyük harp olmayacaktı.” Buna göre, eski Türkiye’yi vilâyetlerinden mahrum eden diplomatlar şu iki neticeye varmıştır:
1- Avrupa’yı viraneye çeviren hadise harbin ortaya çıkışıdır.
2- Türkiye’den ayrılan devletlerden dolayı yeni ihtilâflar doğmuştur.
Yeni oluşan tablo karşısında, Avrupa devletleri Türkiye’nin önceden
uyguladığı politikaları uygulayamamışlardır. Cihan barışından sonra, Avrupa diplomatlarının Türkiye’ye karşı yaptıkları hatalar devam etmektedir.
73
Celâl Nuri, Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, s. 59-79.
74
Celâl Nuri, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4
75
Celâl Nuri, “İtilâ ve İrtikâ”, Âti, No. 87, 28 Mart 1334/1918, s. 2.
76
Celâl Nuri, “Dünya Denk Değil...”, Yılmaz, No. 12, 12 K.sânî 1931, s. 2.
53
Müslümanları kovmak emeliyle, L. George, Yunanlıları77 Türklerin üzerine
saldırtmış siyasî haritadan silinme tehlikesini gören Türkler, bütün kuvvetlerini toplayarak Yunanı tard etmişler ve Lozan Antlaşması’nı imzalatmışlardır. Bu durum Avrupa için utanılacak bir ayıptır. İstanbul bir Türk şehri
olmuş ve kapitülâsyonlar kaldırılmıştır. Bu durum ise, kudretli bir İngiliz
vezirinin politika hususundaki anlayışsızlığından kaynaklanmaktadır. Eğer
Almanya bu savaşı kazansaydı bugün müstesna bir konuma gelmiş olan Türkiye, bu muvaffakiyeti sağlayamayacaktı78.
Celâl Nuri’nin düşüncesine göre, siyasî teşkilâtlar, içtimaî tekâmülâtın
bir neticesidir. O hâlde olanca kuvvet toplumun yükseltilmesine verilmelidir.
Bundan dolayı, cemiyetin daha yüksek bir konumda olması için : 1- Hissî dayanışma, 2-Uhuvvet-i milliye, 3- İçtimaî dayanışma, 4- Beledî yardımlaşma,
5- Muhabbet-i beledîye, 6-Sohbet ve muaşeret mefhumları daha iyi anlaşılmalıdır79. Onun, özellikle yardımlaşma ya da dayanışma kavramlarının üzerinde
durma sebebi, son zamanlarda I. Dünya Savaşı sonucu dünyanın değişik yerlerinde kendini gösteren anarşidir. Ona göre, milletin ruhunu tadil ve tebdil
eden müesseseler değildir. Bilâkis müesseseler, o ruhun ihtiyaçları sonucunda
oluşmuşlardır. Bir düstur olan bu hakikâtde ise, ahlâkın büyük bir tesiri vardır.
Mutlakıyet devrinden çıkarken umumî harbe dâhil olmak, günden güne ahlâkî
değişikliklere sebebiyet vermektedir80.
Yazar, İttihâd-ı İslâm ve Almanya(1914) adlı eserinde tarihî gelişme seyri içinde inkılâplar devri yaşandığı konusuna dikkat çekerken, bunun önüne
geçmenin imkânsız görüldüğünü söyler. İttifaklar ve itilâfların kurulmasıyla
I. Dünya Savaşı başlamıştır. Celâl Nuri, yakında bu savaşın çıkabileceğini İttihâd-ı İslâm81 eserinde yazarak, Osmanlı Devletinin hangi tarafta yer alması gerektiği üzerinde de durmuştu. Buna göre o, Le Jeune-Turc’teneşrettiği
yazılarında da bunun ipuçlarını vermiş ve özellikle Rusya’ya karşı durulmasının gerekliliğinden bahsetmiştir82. Le Jeune-Turc’teki bu yazılarının yanı
Yunanistan’ın Berlin Büyükelçisi, M. Kanellopis, Almanya’da, Nord Un Süd (Şimâl ve Cenup) adlı mecmuada, bazı hayalperest fikirleriyle beraber, gerçekleri de söyler. Buna göre, Yunanistan, “Asya kapılarında Avrupa’ya nöbetçilik etmiştir.” bk. Celâl Nuri, “Diplomat Sözleri”, İkdam, no. 11358, 5 B. kanun
1928, s. 2.
77
78
Celâl Nuri, “Siyasî Yanlışlıklar”, İkdam, No. 11531, 3 Haziran 1929, s. 2.
79
Celâl Nuri, “İ’tilâ ve İrtikâ” , Âti, No. 87, 28 Mart 1334/ 1918, s. 2.
80
Celâl Nuri, “Ahlâk Frengisi”, Âti, No. 151, 31 Mayıs 1334/ 1918, s. 2.
Celâl Nuri’nin savaşın olacağını söylemesi ve bunun doğru çıkmasına Ahmet Sâkî de dikkat çeker. bk.,
Davâ Vekili Giridî Ahmed Sâkî, “Harb-i Hazır ve İttihâd-ı İslâm”, İkdam, No. 7145, 2 K.sânî 1917, s. 2;
Celâl Nuri, I. Dünya Savaşına benzer şekilde, “Japonya ile Amerika arasında dünyada kalan (arazi-i mevat) hakkında öyle bir derin ihtilâf bir rekabet baş gösterdi ki, asrın ortalarında bu bahr-i muhitin suları
mühim miktarda beşer kanıyla karışacağa benziyor” diyerek, yaklaşık bir hesapla II. Dünya Savaşının
çıkış tarihini tahmin etmiştir. bk., “Dünya Politikasının İcmali-Harbden Sonraki Cihan Muvazenetini
İdâre Eden Tertibler”, İkdam, No. 11110, 28 Mart 1928, s. 4.
81
82
Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, s. 3-5.
54
sıra, I. Dünya Savaşı’ndan bahsettiği eserlerde, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın
emperyalist politikalarından söz ederek, onların Osmanlı’ya karşı kötü bir
niyet taşıdıklarını yazıyordu. 1814-15 Viyana Kongresinin dünyada yeni bir
denge kurmasından sonra 1870’lerde Almanya ve İtalya’nın birliklerini kurması, Avrupa’da yeni blokların doğmasına neden olmuş ve özellikle Almanya 1890’larda izlediği politikalarla “Güneydoğu Avrupa ve Ön Asya’yı etkisi
altına almış, Afrika ve Uzak Doğu’da girişimlerde bulunmaya” başlamıştır83.
İttihat ve Terakki, devleti savaşa sokmuş, milleti fakirleştirmiştir. Celâl
Nuri’ye göre (I.) Dünya Savaşı, 10 Temmuz kahramanlarına siyah bir patent
vurmuştur84.Osmanlı saltanatını, I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından 1918
yılına kadar muhafaza eden etkenler, Avrupa muvazenesi, İtilâf ve İttifak
zümresinin anlaşamamasıdır. Ancak, Avrupa muvazenesinin bozulmasından sonra Türkiye’yi muhafaza eden güç, İttifaktan ziyade kendi kılıcı olmuştur85. İngiltere’nin politikası ‘milletler ve hürriyetler’ nazariyesi açısından ele alınacak olunursa, bunun adı, “mürâîlik ve alçaklıktır!”. İngiltere,
elinde bir kadehle orucun faziletlerinden bahsetmektedir. Onun için bu devlet, düşüncelerinde samimi değildir. Eğer böyle olsaydı İrlanda’ya bağımsızlığını verir, Hind’i azad eder, Mısır’dan “defolur” giderdi86.
Sonuç
Celâl Nuri’nin 1914 yılındaki tartışmalarında, Türklere karşı düşmanlık besleyen Lord Byron ve Victor Hugo’ya olan düşmanlığının, burada Avrupa’nın gerçek aydınlarına, ilmine karşı olmadığı açık olarak görülmektedir. Dikkat çeken başka bir nokta ise, Cumhuriyet’in ilânından önce,
Avrupa’nın emperyalist politikalarından sürekli bahseden ve medeniyet
anlayışını bu politikaya bağımlı olarak ele alan Celâl Nuri, Cumhuriyet’in
ilânıyla Türk milletinin bağımsızlığı kazanmasından sonra Avrupa medeniyetinin ilmî ve toplumsal yönüne önem vererek Avrupa medeniyetini toptan
kabul etmiştir. Ancak, bu medeniyetin yanlışlarını da sürekli olarak yazmaktan vazgeçmemiştir.
83
Rifat UÇAROL, Siyasi Tarih(1789-1994), s. 459.
84
Celâl Nuri, “Tarihin Neresine Geldik–Gazi İnkılâbı ve Sonrası”, Yılmaz, No. 35, 4 şubat 1931, s. 5
85
Celâl Nuri, “Yeni Diplomasi”, Âti, No. 275, 12 T.evvel 1334/1918, s. 1.
86
Celâl Nuri, “Turn Stand Lloyd George’un Rucû’u Münâsebetiyle”, Âti, No. 10, 10 K.sânî 1334/1918, s. 2.
55
Özet
Batıcı fikir akımının önemli temsilcilerinden biri olan Celal Nuri,
Balkan Savaşları, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları dönemini bizzat yaşamış;
hukukçu, gazeteci ve siyasetçi kimliğiyle, Türkiye’nin kurtuluşu için tarihi
süreci çok iyi incelemiş ve savaşlarla birlikte Türk İnkılabı’na giden yolda
önemli tespit ve ilerleme formüllerini ortaya koymaya çalışmıştır.
I.Dünya Savaşı’nı, “beşeriyet-i cedide” doğuracak köprüye benzeten
Celal Nuri, Avrupa’yı, sömürgecilik yarışı içerisinde, iyi ve kötü yönleriyle
“Anka ve Hüma” kuşlarına benzeterek ele almıştır. Yazar, uluslararası gelişmelerle birlikte, İslamcılık, Türkçülük ve Garplılaşma hareketleri ekseninde
I. Dünya Savaşı’nın çeşitli boyutlarını gözler önüne sermeye çalışmıştır. Siyasi kurum ve gelişmelerle beraber, Osmanlı Devletinin tarihi hususiyetlerini savaşın konjonktürel durumuna göre değerlendirmiştir. I. Dünya Savaşıyla birlikte İslam’ın inhitatı, Türklerde askerlik-savaş ve iktisadi yapı arasındaki ilişki, medeniyet ve ilerleme için nasıl bir tercihin yapılması gerektiği,
savaş şartları içinde Avrupa’ya “husumet mi, muhabbet mi” besleneceği konusu, Avrupa’daki çeşitli ideolojilerin savaş ortamındaki etkileriyle birlikteözellikle, “Harpten Sonra Türkleri Yükseltelim” eserinde Türkiye’nin nasıl
kurtulacağı konusu, “ekelim, biçelim, yiyelim, ölmeyelim” felsefesindeki
yaklaşımları, para, kadın ve çocuk konularının içtimai karanlık içinde güçlü bir devletin algısıyla birlikte nasıl şekillendirilmesi gerektiği gibi konular
üzerinde durmuştur.
Bu bildiride, yukarıda belirtilen konular çerçevesinde Celal Nuri’nin,
1914’ten Cumhuriyet’e değişen şartlara göre kronolojik olarak yaklaşımları
değerlendirilerek, I. Dünya Savaşı’nın günümüz açısından önemi ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Kaynakça
A. Arşiv Kaynakları ve Kitapl
-Afife Fikret (Celâl Nuri), Ahir Zaman-Roman-, Efkâr-ı Cedide
Kütübhanesi,Dersaadet 1334 / 1918.
-Celâl Nuri, İttihâd-ı İslâm-İslâmın Mazisi, Hâlî, İstikbâli, Yeni Osmanlı Matbaası, İstanbul H.1331.
___________, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmâniye-Mukadderât-ı Tarihiye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H.1331.
___________, Müslümanlara, Türklere Hakâret; Düşmanlara Riâyet ve Muhabbet,
Kader Matbaası, İstanbul H.1332/1914.
Tarih-i İstikbâl -2- Mesâil-i Siyâsiye, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H.1331.
___________, Hâtemü’l-Enbiyâ, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul
H.1332.
56
___________, Türk İnkılâbı, Suhûlet Kütübhanesi, İstanbul 1926.
___________, İttihâd-ı İslâm ve Almanya, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi,
İstanbul H. 1333/ 1915
___________, Türkçemiz, Mesâil-i Hazıra Hakkında Musâhabât, Efkâr-ı Cedide
Kütübhanesi, İstanbul 1917.
___________, Harbten Sonra Türkleri Yükseltelim, Efkâr-ı Cedîde Kütübhanesi,
Konstantiniye 1917.
-Haydar Kemal (Celâl Nuri’nin müstear ismi), Tarih-i İstikbâl Münasebetiyle
Celâl Nuri Bey, Yeni Osmanlı Matbaa ve Kütübhanesi, İstanbul H. 1331/1913.
- Giridî Ahmed Sâkî, Celâl Nuri Bey ve Cezrî Fikirleri,Dersaadet 1338-1335/ 1919.
-Mim Kemal ÖKE, Kutsal Topraklarda Siyonizm, İstanbul 1991.
- TMMM Albümü 1920-1991, Ankara 1994, s. 20.
- TBMM Azayı Kiramına Mahsus Muhtasar Tercüme-i Hâl Varakası, TBMM Arşivi ,Celâl Nuri’ye ait 180 numaralı dosya.
-TUNAYA, Tarık Z., Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, 2
bsk., Arba Yay., İstanbul 1996.
-UÇAROL, Rifat, Siyasi Tarih(1789-1994), Der Yay., İstanbul 2008.
-UYANIK, Necmi, Siyasi Düşünce Tarihimizde Batıcı Bir Aydın Olarak Celal
Nuri (İleri), (Selçuk Üniversitesi-Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi-Konya 2003).
B. Makaleler
-Abdullah Cevdet, “Şime-i Muhabbet”, İctihad, No. 89, 16 K.sânî 1329/29 Ocak
1914, s. 1979-Celâl Nuri, “İslâm’da Vücûb-ı Teceddüt-1”, İctihad, No. 39, 15 K.sânî 1327/28
Ocak 1912, s. 972. 1984.
-“Şîme-i Husûmet”, İctihad, No. 88, 9 K.sânî 1329/22 Ocak 1914, s. 1949-1950.
___________, “Vezâif-i Medeniye ve Ahlâkiye”, Serbest Fikir, No. 13-1, 1 Mayıs
1330/14.05.1914, s. 1-4.
___________, “Türklerin Sa’y ve Ameldeki Kıymetleri”, Serbest Fikir, No. 3-15, 15
Mayıs 1330/28 Mayıs 1914 , s. 5-6.
___________, “Müslümanlar, Türkler, Kalkın, Geciktiniz”, İctihad, No.86, 26
K.evvel 1329/08.01.1914, s. 1902-1904.
___________, “Stugle For Life-Mübareze-i Hayat ve Bunun İçin İstihzarat”, Uhuvvet-i Fikriye, No. 5-21, 10 Temmuz 1330/23 Temmuz 1914, s. 1-6.
___________, “Harbin Hikmeti”, İkdam, No. 7391, 8 Eylül 1917, s. 2.
Celâl Nuri, “Turn Stand Lloyd George’un Rucû’u Münâsebetiyle”, Âti, No. 10, 10
K.sânî 1334/1918, s. 2.
___________, “Hayat-ı Milel- Avusturya ve Milliyet Nazariyesi”, Âti, No. 11, 11
K.sânî 1334/ 1918, s. 2.
57
___________, “Fenn-i Muhâceret ve Fenn-i İskân”, Âti, No. 16, 16 K.sânî 1334/1918, s. 4.
___________, “Asker”, Âti, No. 37, 6 Şubat 1334/1918, s. 3.
___________, “İslâm Medeniyeti”, Âti, No. 46, 15 Şubat 1334/1918, s. 1.
___________, “Cihangîr”, Âti, No. 49, 18 Şubat 1334/1918, s. 2.
___________, “Cihan İnkılâbı”, Âti, No. 86, 27 Mart 1334/1918, s. 4.
___________, İ’tilâ ve İrtikâ” , Âti, No. 87, 28 Mart 1334/ 1918, s. 2.
___________, “Kurtulan Vatan Aksâmı”, Âti, No. 99, 9 Nisan 1334/ 1918, s. 1.
___________, “İhtilâf, Müzâheret”, Âti, No. 108, 18 Nisan 1334/1918, s. 1.
___________, “Servet Menabii”, Âti, No. 130, 10 Mayıs 1334/1918, s. 2.
___________, “Ahlâk Frengisi”, Âti, No. 151, 31 Mayıs 1334/ 1918, s. 2.
___________, “İctimâî Erkân-ı Harb”, Âti, No. 109, 19 Nisan 1334/1918, s.
___________, “İstihlâk, İstikrâz,İstihsâl”, Âti, No. 220, 11 Ağustos 1334/ 1918, s. 2.
___________, “Türkleşmek, İslâmlamlaşmak, Muâsırlaşmak”, Âti, No. 224, 15
Ağustos 1334/1918, s. 1-2.
(İmzasız), “Acıklı Bir Ölüm”, Cumhuriyet, No. 4201, 3 İ.Teşrin 1938, s. 1.
___________, “Müzâheret-i İktisâdiye”, İleri, No. 600, 11 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Ali Emiri Efendi Hazretlerine- ‘Prens’ ve ‘ Asafnâme’”, İleri, No.
603, 14 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Kapitülâsyonlar- Vak’a-i İlgadan Sonra”, İleri, No. 610, 21 Eylül
1335/1919, s. 1-2.
___________, “Hüseyin Rahmi Bey Üstadıma - Muharebeden Sonra Kadın Meselesi Aklımıza Geliyor mu?”, İleri, No. 616, 27 Eylül 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Yeni Diplomasi”, Âti, No. 275, 12 T.evvel 1334/1918, s. 1.
___________, “Saltanat, Hükûmet, Millet, Cemiyet-i Düvel, Fırkalar, İstikbâlimiz”, Âti, No. 276, 13 T.evvel 1334/1918, s. 2.
___________, “Siyâset-i Maliye ve İktisâdiyemiz”, Âti, No. 229, 29 T.evvel
1334/1918, s. 1-2.
___________, “Mukadderât-ı Tarihiye, Mukadderât-ı Cedide”, Âti, No. 295, 1
T.sânî 1334/1918, s. 2.
___________, “Ticaretimizin Himayesi”, Âti, No. 387, 4 Şubat 1335/1919, s. 1.
___________, “Sükut-ı Nükud Münasebetiyle Kırık Zenberek”, İleri, No. 408, 25
Şubat 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Yetim, Zayıf Bir Millet”, Âti, No. 419, 8 Mart 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Gerçekden Bir Fırka Teşekkül Ediyor”, İleri, No. 579, 18 Ağustos
1335/1919, s. 2.
___________, “Hürriyet ve İtilâf Fırkasının İlgası”, İleri, No. 641, 22 Eylül
1335/1919, s. 2.
___________, “Sefalet-i İktisâdiye ve Mağlubiyet-i Bedenîye”, İleri, No. 656, 6
T.sânî 1335/1919, s. 1-2.
___________, “Şu’bât-ı İktisâdiyemiz”, İleri, No. 699, 19 K.evvel 1335/1919, s. 8.
___________, “Para ve Asâyiş”, İleri, No. 747, 5 Şubat 1336/1920, s. 1.
58
___________, “Muhârebe Ertesi Militarizm”, İleri, No. 751, 9 Şubat 1336/1920, s. 1-2.
___________, “İstilâyı Tedricî- İnhitat-ı Tedricî”, İleri, No. 755, 13 Şubat
1336/1920, s. 1.
___________, “Teceddüd Merhalelerinde Âlem Bu Asırda Şark-ı Karibde Büyük
Bir İnkışaf- ı Medeniyetin Şahidi Olacaktır”, İleri, No. 2155, 17 Şubat 1340/1924, s. 1,
___________, “Ne Medeniyet, ne An’ane!”, İkdam, No. 11302, 10 T.evvel 1928, s. 2.
___________, “Diplomat Sözleri”, İkdam, no. 11358, 5 B. kanun 1928, s. 2.
___________, “İsmet Paşa Hazretleri’nin Natıkları Münasebetiyle İktisadî Vaziyetimizin Tahlili-1”, İkdam, No. 11279, 16 Eylül 1928, s.2.
___________, “Sermaye Birikmesi”, İkdam, No. 11287, 24 Eylül 1928, s. 2.
___________, “Siyasî Yanlışlıklar”, İkdam, No. 11531, 3 Haziran 1929, s. 2.
___________, “Tarihin Neresine Geldik–Gazi İnkılâbı ve Sonrası”, Yılmaz, No. 35,
4 şubat 1931, s. 5.
- Alemdar, No. 385-2680, 5 K.sânî 1336/1920, s.2.
- “Pek Uyanık Bir Uyku-Celâl Nuri Beyefendiye(I)”, İctihad, No. 55, 21 Şubat
1328/6 Mart 1913, s. 1226.
59
Anahtar Kelimeler
Celâl Nuri İleri, I. Dünya Savaşı, Askerlik, Kadın, İktisat, Medeniyet
Abstract
The New Civilization Passing The War Bridge in the Age of Disaster:
The First World War and Turkey Written by CelâlNuri
One of the most important representatives of the western movement
of thought CelalNuri had experienced the Balkan Wars, First World War and
Independence War periods personally; had examined the historic process
of Turkish independence very well with his jurist, politician and journalist
identity and tried to present the important detection and improvement formulas of the Turkish revolution coming through the wars.
CelalNuri thought that the First World War resembles a bridge that
will create a “new civilization” and thought that tha Europe resembles the
“Phoenix and Huma” in the colonialism race with all its good and bad ways.
Through the international developments, the writer tried to revealthevariousaspects of the First World War in theaxis of Islamism, TurkismandWesternization.Togetherwiththepoliticalinstitutionsanddevelopment, he criticizedthehistoricalfigures of the Ottoman Empire according to the cyclical
situation of thewar. The depression of Islam by the First World War, the
relationship between the military – war and economic structure in Turkey,
what kind of a choice should be done for civilization and progress, nurture
either “enmity or affection” towards Europe, the effects of various ideologies in Europe during combat conditions and especially in his literary work
“ Heighten The Turks After The War”, he focused on the issues as the independence way of Turkey, his approach towards “cultivate, eat and not die”
thought, how the money, women and children issues should be shaped together with the sense of strong state in the social darkness.
In this paper, within the framework of the above mentioned issues,
CelalNuri’s approaches towards the changing conditions of the society from
1914 to the Republic will be evaluated chronologically and the importance of
the First World War in today’s world will be tried to be presented.
Key Words: Celâl Nuri İleri, First World War, Soldiery, Woman, Economy, Civilization
60
Sarıkamış Harekâtı’nın Şiir ve Destanlara Yansıması
Nurhan AYDIN*
Zekiye TUNÇ**
Sarıkamış Harekâtı’nın Şiir ve Destanlara Yansıması
Tarih edebiyatı oluşturan en önemli kaynaktır. Tarih mensup olduğu
milletin hafızası ise edebiyatta hafızayı muhafaza eden beyin niteliğindedir.
Türk tarihinde olayların tekrarına sıkça rastlanıyor. Bununda asıl sebebi söz konusu olayların bir şekilde edebi eserlere yansımasından, dolayısıyla
sonraki nesillere bir biçimde sunulmasındandır. Bu nedenle tarihi olaylar cereyan ettikleri toplum içinde bir takım etkiler, silinmez izler bırakmaktadırlar.
Dolayısıyla bütün tarihler hizmet ettiği sosyal amaca bağlıdır. Tarihin
sosyal amacı doğrudan yada dolaylı olarak bugünle ilişkili bulunan geçmişin anlaşılmasıdır. Fakat gerçek, karmaşık ve çok yönlüdür. Sözlü tarihin bir
özelliği, insanlar çevresinde gelişmesidir. Hayatı tarihin içine dahil eder ve
böylece onun amacını genişletir. Aslında sözlü tarih, tarihin kendisi kadar
eskidir. Çünkü o tarihin ilk şeklidir.1 Sözlü tarih, bir milletin hayatında, fertlerin sözlü ve yazılı geleneklerinde yer alan kabulleriyle, müştereklik gücüne erişen ve milli kimliği oluşturan maddi ve manevi faaliyetlerin bütünüdür. Sözlü tarih doğası gereği sözlü kültür ortamı içinde gelişmesi açısından
sözlü kültür kümesinde değerlendirilmelidir.2
Sarıkamış Harekâtı tarihsel bir olaydır. Bu tarihsel olay hakkında tarihçiye bilgi sağlayabilecek pek çok kaynak, belge mevcuttu. Bununla birlikte,
yaşayanların tanıklığı da bu kaynakların yelpazesini genişletmektedir. Ayrıca Sarıkamış Harekâtı halkın anlatımlarında da kendisine yer bulmuştur.
Sarıkamış, ağıtlardan, destanlardan, hikayelere kadar geniş bir yelpazede
aktarılmakta ve yaşatılmaktadır.
Bu bağlamda ortak tarihi yaşatmak, ortak bir kimlik taşımak anlamına
gelir.3Milletimizin tarihsel süreçte tecrübe ettiği zaferler kadar acılar da, ortak kimliğimizin dokusunda kendilerine has, özgün konumlarına sahiptirler.
Ancak halkın anlatışında, edebiyata yansımasında Sarıkamış’ın özel bir yeri
vardır. Sarıkamış’ın edebiyata yansımasında askeri bir başarısızlık olarak
görülmez. Mehmetçiğin uğradığı bir haksızlık olarak anlatılır. Sarıkamış’ta
*Yrd. Doç. Dr.,Kafkas Üniversitesi, [email protected].
**Yrd. Doç. Dr., Sinop Üniversitesi, [email protected].
1
Ruhsi Ersoy, “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi Üzerine Bazı Görüşler”, Milli Folklor, Sayı 61, 2004, s. 103
Kemal Üçüncü, “Trabzon Yöresi Sözlü Kültür Tarih Malzemesinin Trabzon Tarih Araştırmaları için Kaynak Olarak Durumu ve Önemi”, Karadeniz Tarih Sempozyumu, 25-26 Mayıs 2005, Trabzon, s. 106
2
3
Sait Beşer, Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul 2006, s. 129.
61
karların erimesini beklemeden yola çıkarılan ordu hakkıyla savaşmadan erimiş ve bu dram hafızalarından silinmemiştir.
Özellikle tarihi süreç içerisinde baktığımızda;
Osmanlılarla Ruslar arasında yapılan savaşların üzerinde en çok iz bırakanı Hicri 1293 yılında yapıldığı için tarihe 93 Harbi olarak geçen 1877-78
savaşıdır. Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanan savaş neticesinde
Ayastefanos Anlaşmasıyla Elviye-i Selase denilen üç sancak Kars-ArdahanBatum savaş tazminatı olarak Ruslara verildi. (3 Mart 1878) Birkaç ay sonra
yapılan Berlin Antlaşması ile de Sarıkamış Rusların eline geçti. Bu durum o
yıllarda söylenen bir destanda şöyle dile getirilmiştir:
Tarih vardı doksan dörde
Bütün Kars, Ardahan ağlar
Batum’da uğradı derde
Kalır Urus’a kan ağlar…4
Doğu Anadolu’nun çok önemli stratejik konumuna sahip bölgenin elden çıkması Osmanlı için çok büyük kayıp, Rusya için açık denizlere inme
politikası açısından çok önemliydi.
Daha sonra 1912 yılında yapılan Balkan Savaşları sonunda Osmanlı Devleti
büyük ölçüde toprak kaybına uğradığı gibi, Avrupa nezdinde gücünü de kaybetti. Balkan savaşlarının daha yarası sarılmadan, I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile
açılan Kafkas Cephesi’nin en önemli hareket noktası olan “Sarıkamış Kuşatma
Harekatı” ile de Osmanlı Devleti çok daha büyük kayıplar yaşadı.
Bu harekat sırasında Türk ordusu, tarihte eşi görülmemiş bir hezimete
uğradı. Öyle ki, aradan bunca yıl geçmesine rağmen Sarıkamış Harekâtı ve
bu harekata ait trajik anılar, hafızalardan silinmemiştir.
Doksan bin kişilik büyük bir ordunun düşman ateşinden çok, dondurucu
soğuklar, açlık ve hastalıklar nedeniyle Sarıkamış yöresindeki karlı dağlarda
neredeyse tamamen yok olması, bir yazarımızın yıllar önce ifade ettiği gibi
“hala kafalarımızın içerisinde beyazlaşmış bir kor sıcaklığı ile durmaktadır.”
Falih Rıfkı Atay’ın Akşam gazetesinde yayımladığı bir yazısında;
“Sarıkamış nedir? Neresidir? Bir kasabamı, bir dağ başımı, mezarlık
mı? Sarıkamış artık Mohaç gibi, Niğbolu gibi bir destan olmuştur. Böyle
isimler tarihte kalabilmek için taşan birer şehir adı olmaya muhtaç değildirler. Milli coğrafya Konya, Ankara gibi kasabalardan azla, Mohaç ve Sarıkamış
gibi gezilip görülmez yurtlardan yoğrulur. Her milletin toprak altında böle
kemiklerden kurulmuş ve kan pıhtıları içinde yanan ruhların oturmakta olduğu bir vatanı vardır. Bu vatan parçalanamaz, bölünemez, çiğnenemez. Bu
vatanın hudutlarını ne siyasiler çizebilir, ne ordular bozabilir…5
4
Fahrettin KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, Işıl Matbaası, İstanbul 1958, s. 46
5
Falih Rıfkı Atay, Akşam, 1921
62
Sarıkamış Harekâtı hakkında şimdiye kadar çok şey söylendi. Harekâtın en küçük bir başarı şansı bulunmadığı öne sürüldü. Enver Paşa yenilginin
tek sorumlusu olarak gösterildi. Maceraperest olduğu ileri sürüldü. Enver
Paşa’nın Almanların Avrupa cephesindeki yüklerini hafifletmek uğruna, 90
bin askeri Sarıkamış dağlarına gömdüğü söylendi. Hatta daha da ileri gidilerek hain olduğu bile ima edildi.6
Sarıkamış Harekâtı konusunda bu tür yanlış görüşlerin ortaya çıkmasına, harekata 9. Kolordu Kurmay Başkanı olarak katılan Şerif Köprülü’nün,
1921 yılında Akşam gazetesinde yayınlanan ve daha sonra, Sarıkamış İhata
Manevrası ve Meydan Muharebesi adıyla kitap haline getirilen anılar öncülük etti. Mütareke döneminde yayınlanan bu anıların etkisiyle Sarıkamış
Harekatı kaybedilmeye mahkûm, Türk askerlerinin hayatını hiçe sayan delice bir taarruz olduğu günümüze kadar tekrarlandı.
Oysa Türklere karşı çarpışan Rus birliklerinde görev alan Moslowski
ve Nikoloski gibi Generallerin harekât hakkındaki görüşleri yukarıdaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını, en azından bu görüşlerin şüpheyle karşılanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira bu Rus Generalleri, Sarıkamış
Harekâtı’nın başarı şansı yükse, cüretkar bir taarruz olarak değerlendirmiş
ve kendileri için ciddi bir tehlike oluşturduğunu belirtmişlerdir. Onlara
göre, kahramanca çarpışan Türk askerleri, harekatın ilk günlerinde galip
gelecek durumdayken Enver Paşa’nın mahiyetindeki üst düzey komutanlar
inisiyatiflerini sorumsuzca kullanmaları nedeniyle savaşı başarıya götürememişlerdir.
Bu konuda yapılan araştırmalarda dram, trajedi, felaket,bozgun olarak nitelendirilen Sarıkamış Kuşatma Harekâtı aslında büyük bir destandı.
Karların beyaz karanlığına kanla-canla yazılan büyük ve eşsiz bir destan….
Destan, Türk Edebiyatı’nda kolektif bilinci yansıtan önemli bir uğraştır.
Edebiyatımızın deprem, sel, yangın, salgın hastalık, savaş vb. bütün toplumu
ilgilendiren konular için yazılmış destanlarla doludur. Toplumun ortak muhayyilesinden doğan, bazen de yazarı belli olan destanlarda yaşanan acılar
açık ve canlı bir şekilde ortaya konulur. Sarıkamış Harekâtı ile ilgili birkaç
destana baktığımızda benzer özellikler görmekteyiz:
Sarıkamış al-kan oldu.
Zalim Urusmurad aldı.
Kimsesiz dul, kız, gelinler.
Kara giyinip, saçın yoldu.7
Tuncay Öğün, “Türkiye Şehitleriyle Yürüyor, Şüheda” Sarıkamış’ta Şerefimiz Dışında Her Şeyimizi
Kaybettik, Sarıkamış Harekatı Şehitleri Özel Sayısı, Yıl:5, Sayı:5, İzmir, Ocak 2013, s. 34
6
Halûk Harun DUMAN, “Sarıkamış Kuşatmasının Edebiyata Yansıması”, Beyaz Hüzün, Sarıkamış Özel
Sayısı Yıl 3, Sayı 3, Ocak 2011, s. 19.
7
63
Bu dört dize bütün bir tarihi özetler gibidir. Osmanlı – Rus savaşları,
yakın tarihte defalarca tekrarlandı. Bu nedenle toplumsal bilinç altında Ruslar her zaman zalim ve hain düşman olarak nitelendi.
Ruslar’dan daha zalim, daha acımasız düşman olan dondurucu kış koşulları bu ağıtlarda işlendi:
“Karlarda yatarlar şerefli, şanlı.
Kimisi vurulmuş, nur yüzü kanlı.
Kimisi nevcivan, taze nişanlı.
Boynu buruk, melül, gözü yoldadır.8”
Sarıkamış’ın coğrafi yapısına benzersiz güzellikler katan ormanların
kuytu karanlığı, Mehmetçiğe mezar oldu. Çamlar arasında yetişen binlerce
fidan gibi, bu gencecik insanlar, vatan toprağına zamansız gömüldüler. 1914
kışında Sarıkamış’taki çam ormanlarının can ormanlara dönüş öyküsü, şu
on üç kelime etkileyici şekilde anlatır:
Çadırlar dağa kuruldu.
Hücum borusu vuruldu.
Bir Sarıkamış uğruna.
Doksan bin fidan kırıldı…9
Yine savaş alanının özellikleri coğrafi mekan:
Sarıkamış ne aralı (ırak).
Kimi ölmüş, kimi yaralı
Bunu duyan var mıydı
Yalan dünya gurulalı
Soğanlı’da bir harp oldu
Neçe canlar telef oldu
Sarıkamış alınışın
Sağ olanlar mektup saldı
Kısaca Sarıkamış Harekâtı’na yakılan destan ve ağıtları özelliklerine
göre sınıflandırarak ele alırsak;
Gençlerin savaşa gittiği, ihtiyarların geride kaldığı, savaşa gidenlerin
uğurlayanların içine düştükleri sosyal ve psikolojik durumlar, dörtlüklerde
şöyle dile getirilmiştir:
8
KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, s. 107
9
KIRZIOĞLU, Edebiyatımızda Kars, s. 108
64
Sürüsü geldi oğlaklı.
Tarlası kaldı evlaklı.
Malın kurban Bostan oğlum.
Girgin maya, tor dayaklı
Hekili gönlüm hekili
Kıratın anlı sekili
Tez gelsin aslan oğlum
Evimizin yok vekili10
Savaşa gidenlerin fiziki özellikleri şöyle anlatılır;
Ağzında ışılar dişi
Alnında parlardı kaşı
Ben getirdim, teslim ettim
Geri bana ver yüzbaşı11
Savaşa gidenlerin yiğitlikleri veya zavallılığı;
Göğgoyağınkelisine
Oba konar birisine
Urusun kılıcı n’eder
Şu teyzemin delisine
Sivas’a bir ölet gelmiş
Gelin yerde dallanıyor
Onbeşli’den asker m’olur
Anam diye dolanıyor12
Yolculuk sırasında çekilen sıkıntılar, adanan adaklar;
Erzurum’a gediciyim
Dizimde kalmadı derman
Çifçelerim gelir ise
İnekten keserim kurban
10
11
12
Nurhan Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, İstanbul 2006, s.265
Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 266
Erdoğan Altınkaynak, Sarıkamış Destanı, Giresun 2002, s. 98.
65
Erzurum Hasangalası
Yıkılıp viran galası
Yenibelin garı söktü
Galan mektubun sırası
Eşim der de dolanırım
Kalkar evi aranırım
Eğer Musa’m sağ gelirse
Torba diker dilenirim13
Evliyalardan, ermişlerden veya kutsal nitelikli kişilerden yardım,
yakarış talebi:
Bir geldin asker eyledim
Gitti Erzurum’dan öte
Vurmuşlar yiğit eşimi
Yeşil yalım tüte tüte
İnşallah Mosgofu bozar
Peygamberin zoruyunan
Hep melekler harbe gitmiş
Al bayraklı periyinen
Asgerleri toplamışlar
Toplamışlar dağı yazı
Siz harbe gitmeniz mi
Seydi Battal Melik Gazi
Ulusal onur, şeref için ise:
Yüzbaşı ladifi dizer
Askerler tabiye kazar
İnşallah Moskof’u bozar
Türklüğünün zoruyunan
Padişah peygamber nesli
Deli gönlüm zatı yaslı
Padişah peygamber dengi
Urusu’nungurdu cengi
Harb ediyor din gardaşlar
Martinin ucunda süngü14
13
Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 267
14
Aydın, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 267
66
Talimler veya askeri eğitim biçimleri;
Uşaklar talim ediyor
Bilmeyenler haylediyor
Binbaşılar arş ediyor
Sağdan soldan geriyinen
Yüzbaşılar arş ediyor
Sağdan soldan geriyinen
Sabaha çok yatılmıyor
Gelinlerin zorıyınen
Asker gitti sürüyünen
Mızık öter boruyunan
Büyük evler hep kitlendi
Gelin kaldı karıyınan15
Savaşa gidenlerin arkada bıraktıkları aile fertlerinin ruh hali için;
Bardız-Deresi kan çağlar
Analar ciğeri dağlar
Çilhoroz’un dallarında
Neğadere gelin ağlar
Ne enişim başındayım
Ne yohuşungaşındayım
Bana dulluhyahışır mı
Daha onbeş yaşındayım.
15
AYDIN, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, s. 268
67
Savaşın ve başarısızlığın nedeni olarak görülen komutanlara sitem;
Alamanıngır paşası
Obasını çer alası
Gayrı uşağım kalmadı
Evine ateş düşesi
Sarıkamış köşe köşe
İçinde bitmez menevşe
Kör olasın Enver Paşa
Bizi de yaktın ataşa
Sarıgamış içi meşe
Urus yaktı hep ataşa
Bizi goydun eli bağlı
Nere gittin Enver Paşa
Allahuekber başı duman
Olduk Urus’a perişan
Kör olasın Hakkı Paşa
Sen eyledin bizi pişman16
Sarıkamış’ın ormanlık dağlarında ve yöresinin coğrafi mekan olarak
işlenmesinde ise;
Sarıkamış ne aralı
Kimi ölmüş kimi yaralı
Bunu duyan var mıydı
Yalan dünya gurulalı
Soğanlı’da bir harp oldu
Neçe canlar telef oldu
Sarıkamış alınışın
Sağ olanlar mektup saldı.
16
Nurhan Aydın, Her Yönüyle Sarıkamış,Bakanlar Medya, Erzurum 1998, s. 161.
68
Sarıkamış ikliminin sertliği ve mevsimin şartları;
Ağşam oldu gün aşırır
Adamı soğuk şaşırır
Şu zaman asker mi gider
Ellerini buz daşirir
Sarıkamış’ta var maşın
Urus yığmış ağır goşun
Bizim uşah yalın çıplak
Dağlarda buyudugışın17.
Askere gönderilmemek için bedel verilmesi veya askere alınanlar için sitem;.
Atının alınını sığar
Önüne malağma yığar
Babam bedel versin diye
Uğrun uğrun boynun eğer
Anam gurbanların olsun
Dört bacın gadanı alsın
Ne eden oniki deveyi
Altısını bedel versin
Öyle deme gızımHatın
Oğlum öldü galdım yetim
Böyle olacağını bilsem
Alırdım oğlumu satın
Burada kısaca şehitlerin, yada ölümün kabulü ve ölene saygıyı ifade etmek için geçirilen yas süresi evreleri meydana getirilen destan parçalarında
mevcuttur.18
17
Aydın, Her Yönüyle Sarıkamış, s. 163
18
Zuhal Batlaş, Sağlık Psikolojisi, İstanbul 2000, s. 158
69
İnsanoğlundaki üstünlük duygusu ve aşağılık kompleksinin çatışmasının sonucunda acizliğe dayalı duygusal çöküntü yaşanmaktadır.19
Boz Omar’ım, Ağ Murat’ım
Yıradım oğlum yıradım
Dokuz oğlan anasıyım
Elden orakçı aradım
Veya;
Şöyle uzun kol mu olur
Böyle çürük dal mı olur
Bir obada bir ocakta
Yedi gelin dul mu kalır
Duygusal çöküntü ise mistik duygu ile alakalıdır.20
Askerleri toplamışlar
Doldurmuşlar dağı yazı
Siz harbe gitmeyonuz mu
Seyid Battal Melik Gazi
Geçiyor gavurun sözü
Padişah gırıcı bizi
Din İslam elden gidiyor
Ulaş bari Battal Gazi
Mıhlısen’denÜççeşme’ye çıkınca
Kokulak’ı görünme mi bakınca
Garbi değip reyhanları kokunca
Soğanlı da gül görünür gözüme21
Ayrıca bilinçaltının ortaya çıkmasında destanlar ve destanların ana
kaynağı ağıtlar önemli rol oynarlar.22 Sarıkamış destanları yada ağıtları kolektif bilinçaltının su üstüne çıktığı önemli belgelerdir.23
19
Doğan Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, İstanbul 2000, s. 318
20
Rasim Adasal, Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal Psikoloji, İstanbul 1977, s. 367
21
Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Destanları, Haz. Pertev Naili Baratov, Ankara 1991, s. 139
22
Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 415-416
23
Cücelioğlu, İnsan ve Davranışı, s. 370
70
Al at gelir gır at gelir.
Ayağının tozuyunan.
Benim oğlum gavg’ediyor.
Seydi Battal Gazi’yinen.
Veya
Binbaşılar tabur dizer
Ayaklar biribirin süzer
İnşallah Moskof’u bozar
Peygamberin zoruyunan
Ağıtlar ve destanlar yurdun dört bir yanında yakılmaya başlar.
Anadolu’nun göçebe Avşar aşiretleri Sarıkamış’a gönderdikleri evlatları geri
gelmeyince şu ağıtları yakarlar;
Sarıkamış Altınbulak.
Soğanlıyı biz ne bilek.
Bizim uşak böyle gezer.
Ağlı zıbın kara yelek
Battın Avşar kazaları.
İbrişimin kozaları.
Sarıkamış’ta kırıldı.
Konca gülün tazeleri24
Sarıkamış Harekâtı’nda yaşanılan acıyı iklimin olumsuzluğunu “1915
Sarıkamış Şehitlerine ve Felaketine Ağıt” en açık şekilde ifade ediyor;
Zalim felek sana nettim, neyledim
Düşman kılıçları çal ha çaldadır,
Bardız-Dere halin yanıp söyledim
Kimse yol öğretmez, eyce yoldadır.
Soğanlı’da nice alaylar dondu
Pervane olup Kars uğruna yandı
Nice bin hanenin ocağı söndü
Gine derler zulmün çoğu daldadır.
24
Altınkaynak, Sarıkamış Destanı, s. 2002
71
Karlarda yatarlar şerefli, şanlı
Kimisi vurulmuş, nur yüzü kanlı,
Kimisi nevcivan, taze nişanlı
Boynu buruk, melül, gözü yoldadır
Yollara düşenin gelmedi sesi
Analar ah çeker, atalar yası
Yad değil bunlar hep ciğer-paresi
Acep bilen varmı ne ahvaldedir.
Ahvali bilmez islam, kan ağlar
Ölen şehid oldu, ne çeker sağlar
Urus’unzulümü ciğeri dağlar
Herbiri yanı yoklar karakoldadır.
Karakoldan canı dağa atarız
Mağaralarda aç, susuz yatarız
Kış günü tutarsız kaldık batarız
Azmış Urumlar da fitne fildedir
Sahipsizler hakka dilek diliyor
Sabi, sıbyan kuzu gibi meliyor
Deseler ki giden esir geliyor
Bu yangunNİHAN’ı bu hayaldedir.25.
BardızlıNihani
Sonuç olarak; insanlar gibi uluslar da acı ve ıstıraplarla mücadele ederek güçlenirler. Sarıkamış Harekâtı da yıllar önce Türk milletine acı, ıstırap
yarattı. Binlerce Mehmetçik Allahuekber Dağları’nda, düşman yanında, bir
o kadar acımasız olan kara kışta, kar kuyularında, belkide hayatlarında hiç
görmedikleri bir coğrafyada şehit oldular. Tıpkı zamansız toprağa düşen tohumlar gibi, karların soğuk kucağına gömüldüler.
Onların aziz hatıraları yalnız tarihte yada şehitliklerde değil, ağıtlar,
destanlar, anılar, öyküler ve romanlarda anlatıldı. Edebiyatın ölümsüz dünyasında yeniden can buldular. Türk Edebiyatı’nın belki de en çarpıcı ve etkileyici örneklerini Sarıkamış Harekâtı gibi savaşları konu alan edebi eserler
oluşturdu.
İbrahim Özkan, Kars Üzerine Rus ve Ermeni Mezalimine Ağıtlar, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, TDE, Mezuniyet Tezi, Samsun 1986, s. 48
25
72
Şüphesiz Sarıkamış’ta verilen canlar, kutsal vatan toprağının korunması ve kurtarılması gibi ulvi bir amaca yönelikti. Şairin;
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır.
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır….”
Dediği gibi, Mehmetler vatan uğruna ölerek, bu coğrafyanın gerçek sahiplerinin kimler olduğunu tarih önünde bir kez daha bütün dünyaya gösterdiler. Bu gün vatanımız mukaddes bir hürriyete kavuşmuşsa, akıtılan kanlar,
toprağa giren canlar sayesindedir. Sarıkamış’ta, Allahuekberde, Soğanlıda,
Hamamlıda, Çermikte, vb. yerlerde bulunan şehitlikler Türk tarihinin ve
Türk vatanının onur ve şeref abideleridir. Cennet mekan olsun Sarıkamış
dağlarında can veren yiğitlerin.
Kaynakça
ADASAL Rasim, Normal ve Anormal Yönleriyle Yeni Medikal Psikoloji, İstanbul 1977
ALTINKAYNAK Erdoğan, Sarıkamış Destanı, Giresun 2002
ATAY Falih RIFKI, Akşam, 1921
AYDIN Nurhan, Bütün Yönleriyle Sarıkamış Sempozyumu, İstanbul 2006
AYDIN Nurhan, Her Yönüyle Sarıkamış, Bakanlar Medya, Erzurum 1998
BATLAŞ Zuhal, Sağlık Psikolojisi, İstanbul 2000
BEŞER Sait, Toplumsal Aklı Anlamak, Ataç Yayınları, İstanbul 2006
CÜCELİOĞLU Doğan, İnsan ve Davranışı, İstanbul 2000
DUMAN Halûk Harun, “Sarıkamış Kuşatmasının Edebiyata Yansıması”,
Beyaz Hüzün, Sarıkamış Özel Sayısı Yıl 3, Sayı 3, Ocak 2011
ERSOY Ruhsi, “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi Üzerine Bazı Görüşler”,
Milli Folklor, Sayı 61, 2004
ESEN Ahmet Şükrü, Anadolu Destanları, Haz. Pertev Naili BARATOV, Ankara 1991
KIRZIOĞLU Fahrettin, Edebiyatımızda Kars, Işıl Matbaası, İstanbul 1958
ÖĞÜN Tuncay, “Türkiye Şehitleriyle Yürüyor, Şüheda” Sarıkamış’ta Şerefimiz Dışında Her Şeyimizi Kaybettik, Sarıkamış Harekatı Şehitleri Özel Sayısı,
Yıl:5, Sayı:5, İzmir, Ocak 2013
ÖZKAN İbrahim, Kars Üzerine Rus ve Ermeni Mezalimine Ağıtlar, 19 Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi, TDE, Mezuniyet Tezi, Samsun 1986
ÜÇÜNCÜ Kemal, “Trabzon Yöresi Sözlü Kültür Tarih Malzemesinin Trabzon Tarih Araştırmaları için Kaynak Olarak Durumu ve Önemi”, Karadeniz Tarih Sempozyumu, 25-26 Mayıs 2005, Trabzon
73
Özet
Sarıkamış Harekâtı tarihte ve milletimizin hafızasında çok önemli izler bırakmıştır. 25 Aralık 1914 – 9 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden bu harekatta binlerce vatan evladı vatanın mukaddes hürriyeti için Allahuekber’de, Soğanlı’da, Turnagöl’de, Bardız’da, Çilhoroz’da,
Altınbulak’ta, Çamurlu’da şahadete yürümüşlerdir. Sarıkamış ve Sarıkamış
Harekâtı kahramanlığın en mükemmel izlerinin yaşandığı, yer olarak hafızalara kaydedilmiştir.
Evet insanlar gibi milletlerde acılarla, zorluklarla mücadele ederek güçlenir. Büyük zafer günleri, kaybedilen savaşlarda mateme dönüşür. Sarıkamış Harekâtı da bir asır önce Türk milletine matem günleri yaşattı. Binlerce
Mehmetçik, Allahuekber dağ silsilesinde Rus ordusu yanında, bir o kadar da
acımasız olan doğa şartları, dondurucu soğuk, açlık, engebeli arazi ve salgın hastalıklarla savaştı. Kuş uçmaz kervan geçmez yollarda -30 -40 derece
soğukta, 1 - 1,5 metre karda, belki de hikayelerini bile duymadıkları bir coğrafyada şahadete ulaştılar. Tıpkı zamansız toprağa düşen tohumlar gibi, dağ
başlarında son nefeslerini verip, karların soğuk kucağına gömüldüler.
Onların aziz hatıralarını sadece tarih sayfalarında ya da yalnızca şehitliklerde dile getirilmedi. Ağıtlarda, destanlarda, anılarda, öykülerde ve romanlarda da anlatıldı. Edebiyatın ölümsüz dünyasında yeniden can buldu.
Türk Edebiyatının belki de en çarpıcı ve etkileyici örneklerini Sarıkamış Harekâtı gibi savaşları konu alan edebi eserler oluşturdu.
Bu edebi eserleri sizlerle paylaşmak, o günlere giderek şehitlerle birlikte Allahuekber’de aynı havayı teneffüs etmek atiye doğru bir yol, iz bulmak
istedik.
Anahtar Sözcükler: Sarıkamış, Harekât, Ağıt, Destan, Hastalık, Mani,
Yürüyüş
74
Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk
Şiirine Yansıması
Sabri Tevfik HAMMAM*
Giriş
Türk Şiirinde ve Çanakkale Harbi ile ilgili harbin yapıldığı 1915 yılından
beri pek çok şiir yazılmış; hâlâ da yazılmaya devam edilmektedir. O sebeple
Çanakkale Muharebeleri’nin Türk tarihinde olduğu gibi Türk edebiyatında
da ayrı bir yeri ve önemi vardır.
“Harp” kelimesinin karşılığı için sözlüklere baktığımızda, anlam yakınlığı olan bazı kelimelerle de karşılaşıyoruz: Savaş, muhârebe, cenk, gazâ,
cihat... vb.
Günümüzde harp, küçük ya da büyük, teşkilatlandırılmış insan toplulukları vasıtasıyla yapıldığı için askerî literatürün harp kelimesine yüklediği
anlam daha da önem kazanmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusunun çarpıştığı 11 cepheden biri
olan Çanakkale Cephesi, süre itibariyle en kısası olmasına rağmen Türk’e
etkileri, kazandırdıkları itibariyle en önemlisidir 1.
Tarihimize genel olarak bakıldığında, savaşların ağırlıklı yer aldığı bir
tarih olduğu hemen anlaşılır. Bırakalım Osmanlı öncesi üç bin yıllık eski tarihimizi, sadece Osmanlı İmparatorluğu döneminde, kuruluşundan dağılışına dek geçen 600 yıllık süre içinde, ortalama her on yılda bir ve çok farklı
cephelerde savaşmışız. Kuşkusuz bu; seçkin zaferler ile kahramanlık destanları yazarak yitirdiğimiz savaşların da yer aldığı, uzun bir dönemdir. Dünyada böyle bir geçmişe sahip ülke de sanırım çok değildir.
Ancak bu savaşlar içinde birisi var ki, neresinden bakıp, hangi boyutuyla
ele alırsanız alın, benzeri çok az görülen bir savaştır. Bunun adı, 1915 Çanakkale Savaşları’dır. Aradan neredeyse bir asır geçmesine karşın bugün de ilgi
çeken, hala araştırılıp, bilinmeyen yönleri ortaya çıktıkça tartışılan bir savaş
oluşu bile tek başına, Çanakkale 1915’in bu özel konumunu anlatmak için
yeterlidir.Çanakkale 1915 bir destandır ve bu destan kolay yazılmamıştır.
Daracık bir toprak parçasında, sekiz ayı aşkın bir süre, göğüs göğse verilen
bir mücadele sonunda, özvatan topraklarını işgale yeltenen,maddi açıdan
bizden çok daha üstün güce sahip yedi düvelin, önce denizde donanmasına,
ardından da karada ordularına geçit vermeyerek kazandık Çanakkale’de.
Çanakkale’yi geçilmez kılan, sayıları yüz bine varan insanımızın kanıdır,
canıdır. Bu çok ağır bir bedeldir kuşkusuz… Peki, nasıl olmuştur bu? Nasıl
*Doç. Dr., Sohag Ünversitesi, [email protected].
1
Ömer Çakır: Çanakkle Muhareleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları ,Ankara., 2004, s.6
75
olmuştur da, daha birkaç yıl önce irili ufaklı Balkan devletlerinin orduları
karşısında bozguna uğrayan aynı asker, 1915’te Çanakkale’de denizde ve karada coşup kükremiş,inanılamaz bir şeyi inanılır kılabilmiş, olamaz denileni
başarabilmiştir? Tarihin bize öğrettiğine göre bir savaşın sonucunu, kaderini belirleyen birçok koşul vardır. Değişken olan bu koşulların her birinin
etkisi ve önemi savaşa, savaşın meydana geldiği zaman ve ortama göre öne
çıkar ya da geride kalır. Ama gene biliyoruz ki, bu koşulların olmazsa olmaz
olanları vardır. Bunlar: Asker, komutan, silah gücü ve savaşan tarafların o
savaşa olan inancı, yani iman gücüdür. Bunlardan sadece birisi olmaz ya da
yetersiz kalırsa, sonuç çok farklı olur. Çanakkale 1915’e yakından bakıldığında görülecektir ki bu koşulların hepsi vardır. Olmazsa olmaz bu dört koşul
Çanakkale 1915’te bir araya gelmiş ve savaşın sonucunu, kaderini belirlemiştir.Ancak bu koşullardan birisini özellikle vurgulamamız gerekiyor: bu
savaşlarda; üstün asker ve dahi bir komutan olarak Mustafa Kemal’in, ulusun karanlık kaderini aydınlatmak, ona yol göstermek üzere tarih sahnesine
çıkış olgusudur vurgulanması gereken. Mustafa Kemal’in 1881’de Selanik’te
doğumuyla başlayıp O’nu Çankaya’ya Atatürkleşmeye ulaştıran uzun ve mücadeleli yolda Çanakkale 1915 bir mihenk taşı, dönüm noktasıdır. Savaş bitip
işgal kuvvetleri çekilip gittiklerinde, daha 1916’da Mustafa Kemal, ulusun
gönlünde Anafartalar Kahramanı olarak yerini almıştır. Düşmanlarının bile
kabul ettiği gibi, Çanakkale kara muharebelerinin kaderini değiştiren, Mustafa Kemal’in Türk askerlerinin başında, onların önünde komutan olmasıdır. Büyük önder 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak ulusal kurtuluş savaşını
başlattığında en güçlü referansı Anafartalar ve Conkbayırı’ydı. Belirttiğimiz
bu husus bile tek başına, Çanakkale 1915’in bizim için, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti için ne denli önemli olduğunu gösterir 2. Kısacası Çanakkale 1915’e
gerçekten sahip çıkmak, onu doğru anlamak, doğru araştırıp doğru anlatmakla mümkündür. Aslında Çanakkale 1915’in abartılmaya hiç gereksinimi
yok. Her sayfası zaten ayrı bir insanlık dramı ve destan. Elbette halkımız tıpkı
İlyada-Odise gibi,Çanakkale Savaşları’nın destanını da söyleyecek, yazacaktır, zengin bir edebiyat yaratacaktır… Zaten bunu çok güzel yapıyor da… Ama
Çanakkale 1915’i anlatırken, işin tarihsel boyutu öncelikli olmalı, onu yaratanların anısına saygı ve sorumluluk gereği, Çanakkale Savaşları Edebiyatı
ile Çanakkale Savaşları Tarihi birbirine karıştırılmamalı, biri diğerini gölgelememelidir. Diğer yandan ilginç bir başka husus, günümüzde var olan ve
giderek güçlenen Türk-Avustralya-Yeni Zelanda dostluğunun da, Çanakkale
1915’in bir sonucu olmasıdır. Bu barış ve dostluk Gelibolu Yarımadası’ndaki
siperlerde, aylarca ve inanılmaz zor koşullarda, göğüs göğse geçen çatışma2
Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95 nci Yıl Özel Sayısı s.3-8.
76
larda, Mehmetçik ve Anzak askerlerinin yarattığı ortak bir eserdir… Mustafa
Kemal Atatürk’ün 1934’te Anzak askerlerine o sımsıcak sözlerle seslenişi,
bu dostluğa ışık yakmış, destek olmuştur. Çelişkili ama gerçek: Savaşın yarattığı bir barış ve dostluktur. Canberra ve Wellington’daki Gelibolu Parkı
ve Atatürk Anıtları ile Anzak Koyu adını verdiğimiz Suvla Körfezi ve Uluslararası Gelibolu Barış Parkı dediğimiz, Gelibolu Milli Parkı, bu açıdan, ilgili
ülkelerin anlamlı jest ve tutumlarını yansıtır. Elbette, Türk-Anzak barış ve
dostluğu çok önemlidir, değerlidir, iyi korunmalı, güçlendirilmelidir. Ancak
bunu yaparken, bu dostluk ve barışın hangi zorluklar ile ne büyük ve ne acı
bedeller karşılığı kazanıldığı unutulmamalı, gözardı edilmemelidir 3.
Tarih içindeki çok yönlü değişmeler ve gelişmeler harp kelimesinin
anla­mını genişlettiği gibi edebiyat kelimesinin anlamında da bir takım değişiklikler ve genişlemeler meydana getirmiştir. Mustafa Nihat ÖZÖN bu anlam genişle­mesine dikkat çekerek şöyle der: Edebiyat eskiden yalnız sanatlı
hatta özentili yazılar için kullanılmakta iken bugün, eskiden sanat dışı sayılan yazılan da içine alarak insan zekasının vücuda getirdiği bütün eserleri
anlatır olmuştur. Böyle sayılınca insan topluluğunun bir ifadesi, medeniyetin, bir devrin, bir milletin duygulanın, fikirlerinin aynası olur4.
Bu durum yalnızca Türk edebiyatı için geçerli değildir. Harp hadisesi
bütün milletlerin edebiyatlarına ilk mahsullerinden itibaren aksetmeye
başlamıştır di­yebiliriz. Neticede harp, edebiyata önemli bir malzeme kaynağı olmuş; böylece de bu kaynaktan beslenen bir “harp edebiyatı” meydana
gelmiştir.
Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede­
biyata aksedişini şöyle izah eder: “Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan
darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz. Bu
kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab eder.”
Çanakkale Savaşı’nın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirine
Yansıması
Mısır ve Türkiye arasında bir çok ortak nokta mevcuttur. Türkler ve
Mısırlılar uzun bir dönem aynı alfabeyi kullanmışlar, aynı dine inanmışlar,
aynı kültürü paylaşmışlardır. Mısır ve Türkiye iki ayrı devlet ancak tek milletten ibarettir.
Cümlelerime burada son verirken bir sonraki sempozyumda tekrar
görüşeceğimizi ümit ediyor sizleri yüce Allah’a emanet bırakıyorum.
3
Çanakkale Araştırmaları Türk Yıllığı, 95 nci Yıl Özel Sayısı s.3-8.
4
Ömer Çakır: Çanakkle Muhareleri, a.g.e, s.6
77
Türklerin özellikle İslamiyet’i din olarak kabul etmelerinden sonra,
Türk ve Arap dünyası arasında her alanda yoğun bir ilişki süregelmiş ve bu
yakınlaşma inançlarını aynı kaynaktan besleyen iki dilin birbirini etkilemesine neden olmuştur. Bu ilişkiler günümüzde bütün alanlarda artılıyor.
Mısır ve Türkiye aynı medeniyet mensup ve aynı kültüre sahiptir. Bunun temeli İslam medeniyetidir. Türk ve Mısır halklarının ilişkileri çok eski
dönemlere uzanmaktadır. Türkler ve Mısırlılar yüzyıllar boyunca sürekli
etkileşim halinde olmuşlardır. Aynı coğrafyayı paylaşmaları, her iki halkın
maddî ve manevî kültüründe büyük izler bırakmıştır
yüzyılda başlayan ve on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanlılarla devam
eden uzun bir tarihimiz ve bunun geride bıraktığı önemli bir kültürel birikim, aile bağları ve halklar arasında karşılıklı sempati vardır.
Türk ve Mısır halklarının 500 yıllık ortak tarihleri, birliktelikleri, kültürel ilişkileri vardır. Türkler ve Araplar bin iki yüz elli yıldan bu yana, beraber yaşayan kardeş topluluklardır. özellikle, Mısırlılar ve Türkler, Tolonlar
zamanından beri beraber yaşıyorlar. Ondan sonra İhşidliler, Memluklar ve
Osmanlılar Mısır’a gelip, Mısırlılarla beraber yaşadılar5.
Türk Şiirinde ve Çanakkale Harbi ile ilgili harbin yapıldığı 1915 yılından
beri pek çok şiir yazılmış; hâlâ da yazılmaya devam edilmektedir. O sebeple
Çanakkale Mu- harebeleri’nin Türk tarihinde olduğu gibi Türk edebiyatında
da ayrı bir yeri ve önemi vardır.
“Harp” kelimesinin karşılığı için sözlüklere baktığımızda, anlam yakınlığı olan bazı kelimelerle de karşılaşıyoruz: Savaş, muhârebe, cenk, gazâ,
cihat... vb.
Günümüzde harp, küçük ya da büyük, teşkilatlandırılmış insan
toplulukları vasıtasıyla yapıldığı için askerî literatürün harp kelimesine
yüklediği anlam daha da önem kazanmaktadır.
Tarih içindeki çok yönlü değişmeler ve gelişmeler harp kelimesinin
anla­mını genişlettiği gibi edebiyat kelimesinin anlamında da bir takım değişiklikler ve genişlemeler meydana getirmiştir. Mustafa Nihat ÖZÖN bu anlam genişle­mesine dikkat çekerek şöyle der: “Edebiyat eskiden yalnız sanatlı
hatta özentili yazılar için kullanılmakta iken bugün, eskiden sanat dışı sayılan yazılan da içine alarak insan zekasının vücuda getirdiği bütün eserleri
anlatır olmuştur. Böyle sayılınca insan topluluğunun bir ifadesi, medeniyetin, bir devrin, bir milletin duygulannın, fikirlerinin aynası olur.”6
Bu durum yalnızca Türk edebiyatı için geçerli değildir. Harp hadisesi
bütün milletlerin edebiyatlarına ilk mahsullerinden itibaren aksetmeye
5
Erman Artun, 2001:7 ; Sükrü Elçin , 1997: 502.
6
Mustafa Nihat Özön, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü, İnkılap Kitabevi, Duygu Mat., İst., 19154, s.72
78
başlamıştır di­yebiliriz. Neticede harp, edebiyata önemli bir malzeme kaynağı olmuş; böylece de bu kaynaktan beslenen bir “harp edebiyatı” meydana
gelmiştir.
Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede­
biyata aksedişini şöyle izah eder: Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan
darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz.
Bu kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii
ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab
eder.
Harp nasıl ki insanın hayatı ile yaşıtsa harp ve edebiyat arasındaki
münase­bet de edebiyatla yaşıttır diyebiliriz. O sebeple harp bütün miletlerin önce sözlü daha sonra da yazılı edebiyatının önemli bir konusu olmuştur.
Harp edebiyatı­nın tarihini izah etmesi bakımında Ahmed Hidayet’in 1914’te
Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Harp ve Edebiyat” isimli makalesinden iki paragraftık kısmını aşağıya almak istiyoruz:
Halide Edib, “İngiliz Edebiyatı ve Harb” adlı makalesinde “... bu milletin yirminci asırdaki, bilhassa geçen büyük harpten sonraki edebiyatında
harbe temas eden birçok belki de her devirden çok parçalar ve eserler vardır” 28 de­mektedir. Murat Belge de “Savaş ve Edebiyat”29 isimli yazısında
harplerin ilk çağdan beri Avrupa edebiyatındaki tesirlerini ana çizgileri ile
değerlendirir.
Şiirlerden Seçmeler
İstanbul’un kilidini kurcalayan elleri
Kırmak için bekliyoruz, geliniz;
Türk’ün azmi bir süngüdür, başınızı ileri
Uzattıkça ona çarpıp deliniz!7
Bir Kahramanın Destanı
Türk, asker esvâbını giyince kükrer
“Allah Allah” diye sarsılır gökler İngiliz,
Rus, Frenk sayılmaz hiç er
Çalışın kardaşlar günümüz bu gün
Cihad Müslüman’a en büyük düğün8
Şehidin Rüyası
Kahramanlar, boy beyleri, böyle yiğitler
7
15 Mart 1331., Türk Yurdu, Y. 4,C. 8, S. 2, 19 Mart 1331, s. 17-18.
8
Boyabatlı Ömer oğlu Mustafa Sabah, N. 9274, 26 Haziran 1331, s.3.
79
Doğan güneş ruhumuzdan ateşler kapmış
Gelibolu sırtlarında yatan şehidler
Ecdâdının rüyasını hakikat yapmış!
Çanakkale o mukaddes kahraman yurdu
Asırların dillerinde bir destan oldu...9
Öldürmek; İntikam (Çanakkale’dekilere)
Rûhunda, kahraman, ölümün yoktu korkusu,
Düşmanların kurardı karanlıkta bir pusu.
Tanrım dedin, niçin değilim ben de yıldırım?
“ Kafkasya ağlıyor, yine mâtemdedir Kırım.
Ehramların diyarı esir oldu, gülmüyor.
Hülyalı Nil’e mâi lotuslar dökülmüyor...”
Solgun güneş ufuklara serperdi nûrunu,
Koştun halâs için ezilirken gurûrunu...10
Ordunun Duası
Ulu Tanrı’m, bak önünde dize geldik,
Vatan için can vermeğe ettik yemin;
Biz vaktiyle üç dünyayı sarsan eldik,
Kolumuzda o güç yine dursun; âmîn.11
Çanakkale Şehitliğinde...
Ey şimdi köyünden pek çok uzakta,
Ey şimdi bir yığın kara toprakta
Uyanmaz uykuya dalmış olanlar,
Şehitlik şanını almış olanlar!12
Türk âskeri ey memleketi kurtaran evlâd,
Senden feyezân etti bu imdâd-ı Hüdâ-dâd,
Şensin o bahâdır ki bu gün düşmana kıldın
Sinenle Çanakkkale’yi bir kal’a-i pûlâd!...13
9
Köprülüzâde Mehmed Fuad İkdam, N. 6616, 6 Temmuz 1331/ 19 Temmuz 1915,s. 1
10
Halid Fahri(OZANSOY Donanma, N. 106-56, 16 Temmuz 1331/29 Temmuz 1915,s. 887
11
evvel 1331-Temmuz 1331- Celal Sahir Türk Yurdu, Y. 4, C. 8, S. 11, 30 Temmuz 1331/1915, s. 185-186.
12
19 Ağustos 1331 Enis Behiç(KORYÜREK), Türk Yurdu, Y. 5, C. 9., S. 1, 10 Eylül 1331.
Abdülhak Hâmid (TARHAN) Sabah, N. 9472, 10 Kânûn-ı sânî 1331; 23 Kânûn-ı sânî (Ocak) 1916,
s. 1; İlhâm-ı Vatan, Matba-i Âmire, İst., 1334, sf. 32-36 (Not: Şiir, kitaba alınırken 23., 24. ve 25. beyitler
çıkarılmıştır. Ö. Çakır)
13
80
Zafer Beldesi
“Ey kahraman ruhlu asker!
Bu gördüğün herkesi
Huzurunda diz çöktüren
Türk’ün “Zafer Beldesi”!... 14
Çanakkale Türküleri
(Çanakkale) dereleri
Alkanlarla doldu taştı
Türk oğlunun nâralan
Akdeniz’i baştan aştı:
Yürü, kardaş!
Yürü dünya baş eğecek yer değildir
Ölümden korkup kaçanlar bize lâyık er değildir
Ateş yağdı toprağına
Cehenneme döndü bütün
Sarıldı şan bayrağına
Türk’e kavga bayram, düğün.15
Tarih mürekkeble yazılmaz, onu her gün Tedvin eder akmaktan
usanmaz kanı Türk’ün! Türk’ün ki nâmını etmezse zaman yâd, Tarihini milletlere eyler gider inşâd Pür velvele bir sel kesilib hûn-ı cerîsi. OsmanlIların
kanlarıdır vak‘a-nüvîsi!...16
Çanakkale Türküsü
Çanakkale, Ka‘be gibi uludur,
Topraklan şehitlerle doludur!
Kırılan hep orda düşman koludur.
Türk sinesi ne metin bir cevhermiş:
Milyonla gülleye karşı sipermiş!17
Türk Entnûzeci
Düşmanlar dediler: “Artık o öldü!”
Pervâsız geldiler eşiğimize,
Satırın onları et gibi böldü,
Kesti dilim dilim, attı denize!
Orduda, nihayet, kavuştuk sana
Ararız şimdi her ocakta seni;
Dileriz kalmasın görmek yârına.
Hukukta, sanatta, ahlakta seni!18
14
Yusuf Ziya(ORTAÇ), Türk Yurdu, Yıl: 5, C. 9, S. 10, 14 K. sânı 1331, s. 145.
15
Ömer Fevzi Donanma, N. 127-78, 21 K. sânî 1331, s. 1251.
16
Mithat Cemal (KUNTAY), Harb Mecmuası, Y. 1, S. 5, Şubat 1331, s. 68.
17
Filorinalı Nâzım (ÖZGÜNAY) Sabah, N. 9522, 29 Şubat 1331; 13 Mart 1916, s. 3.
18
Ziyâ Gökalp Tarım, N. 2686, 22 Mayıs 1332/ 4 Haziran 1916, s. 3.
81
Kardeşim
Yurduna son damla kanını verdin,
Âh, cömerd kardeşim, sana pek yazık!
El fitre verdi sen canını verdin,
Ne acı bir Şeker Bayramı yaptık!
Yâd eller dağıttı halka gül suyu,
Yok sana göz yaşı dökecek anan!
Kardeşim, üzülme, müsterih uyu,
Ne mutlu, gülüyor zavallı vatan!19
Çanakkale Gazeli
Savlet etmişti Çanakkale’ye bahr ü berrden
Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavisi birden
Lâkin imdâd-ı İlâhî yetişip ordumuza
Oldu her bir neferi kal‘a-i pûlâd-beden
Asker evladlarımın pîşgeh-i azminde
Aczini eyledi idrâk nihâyet düşmen20
Tarih böyle hiç bir zafer kaydetmedi yaprağına,
Yüz bin secde her zerrene her taşına, toprağına!
Dünya bitse bu zaferin hâtırası bitmeyecek;
Mahşer olsa burçlanndan Ayyıldız’ın gitmeyecek.21
Çanakkale... Tarihlerin en yıkılmaz âbidesi;
Uğulduyor etrafında altı asrın zâfer sesi...22
Siperden Mektub
Düşünme boş gelse posta tatarı;
Siperden akın var yarın dışarı:
Kadere razı ol; uzun yolları
Bekleyen gözlerin dalmasın; anne!23
Çanakkale Geçilmez
Biz Türk eriyiz; şanlı güzel bayrağımız var,
Târihimize nâm verecek sancağımız var;
Düşman! Seni kahreyleyecek kuvvetimiz var,
Dünyaları tedhîş edecek satvetimiz var;24
19
İdris Sabih , Harb Mecmuası, Y. 1, S. 9, Mayıs 1332, s. 132.
Pâdişâh Sultan 5. Mehmed Reşad “Manzûme-i Hümâyun”, Tercümân-ı Hakikat, N. 12715, 26 Ağustos
1332/ 8 Eylül 1916, s. 1; Servet-i Fünûn, N. 1317, 1 Eylül 1332/14 Eylül 1916, s. 1918.
20
21
Çanakkale, 14 Ağustos 1332- Muatlim H. İrfan Emin Talebe Defteri, N. 33, 19 Kânûn-ı sânî 1332, s. 531.
22
Halid Fahri(OZANSOY) Yeni Mecmua, S. 13, 4 T. evvel 1917, s. 248.
23
İbrahim Alaaddin(GÖVSA) Yeni Mecmua, C. 1, S. 20, 22 T. sâni 1917, s. 389.
24
Necmeddin Sahir Donanma Mecmuası, 5-18 Mart Çanakkale Zaferi, N. 158-159, 18 Mart 1334.
82
Tahmis-i Gazel-i Hümâyûn “Sultan 5. Mehmed Reşat’ın gazelini
tahmis”
Cepheden toplan ejder gibi bârû-efgen
Arkasından gemiler bir sürü div-i âhen
Gökte tayyârelerinden saçarak nâr u fiten “Savlet etmişti
Çanakkale’ye bahr ü berrden Ehl-i İslâm’ın iki hasm-ı kavisi birden”25
Meş’um sesiyle doldu, sanırsın, Çanakkale!
Gümbürtüler... çatırdılar... âfâkî zelzele26
Çanakkale... İşte yüksek, şanlı bir zafer...
Çanakkale... Bir güneş ki yoktur gurûbu
En kahraman taşı üstünde parlayan miğfer...
Çanakkale... Çanakkale... Ne büyük şey bu...27
Siperden Mektub
Ey annesiz yavrularım ak saçlı ninem!
Eğer sık sık yazamazsam üzülmeyiniz;
Etrafımda çalkalanırken bu kanlı deniz
Kılıç kadar mûnis değil elimde kalem...28
Hilâl şunu nakleder her göğe çıkışında:
Bundan yıllarca evvel İstanbul’un dışında
Üç denizi seyreden bir eski kale vardı;
İçinde pek mübarek bir evliya yatardı.29
Muharebe’nin Şiirimizdeki İlk Akisleri
Samipaşazâde Sezâî’nin bahsettiği şiiriyetin tespit edebildiğimiz ilk
ör­neği Çanakkale’nin gemilerden atılan dev toplarla güllelendiği günlerde,
Türk Yurdu’nun 19 Mart 1331 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Şiirin adı,
“Çanak­kale Güllelenirken”dir30. Şairinin ismi belirtilmediği için kime ait olduğunu bilemiyoruz. Şiir, hadiseye mazı fikri ve tarih şuuru ile bakan Türk
insanının düşüncesini ortaya koyması bakımından önemlidir.
Şiirin ilk mısralarında Avrupa devletlerinin tarihte kendi aralarındaki
kavgalarını, Moskova yangınını dile getiren şair, arkasından Kanûnî Sultan
Süleyman’ın Fransuva’ya yaptığı yardımı, hatırlattıktan sonra iyiliğin çabuk
unutulduğundan yakınır:
25
Yahya Kemal(BEYATLI) Yeni Mecmua, 18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s.2.
26
Doktor Mehmed Fahri Yeni Mecmua, 18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s. 97.
27
Halid Fahri(OZANSOY), Yeni Mecmua, 5-18 Mart Çanakkale Nüsha-i Fevkalâde, 1918, s. 55.
28
Hakkı Süha(GEZGİN), Yeni Mecmua, C. 3, S. 66, 26 T. evvel 1918, s. 267.
29
Vâlâ Nureddin - Nâzım Hikmet Anadoldu ’da Yeni Gün, N. 180-359, 18 Mart 1920, s. 1.
30
(İmzasız), “Çanakkale Güllelenirken”, Türk Yurdu, Y.4, C.8, S.2, 19 Mart 1331, s.17-19.
83
“Milletlerin tarihine biz yabancı değiliz
Biliriz ki minnettarlık genç ölür.
Zararı yok acizlere destek olan Düşmanlara bir pençedir bilekleri bükülür.”
Bu mısralarla Türk milletinin “mazluma yardım etme, zalime karşı
durma” şeklinde ifade edebileceğimiz iki büyük özelliğine dikkat çeken şair,
daha sonra düşmanlara şöyle seslenir:
“Ey düşmanlar! Hırsınızla ruhunuzu bileyin Toplarınız saçsın ateşle
demir;
Onlar bizi kızıştırır... Yalnız şunu belleyin:
Çanakkale Sivastopol değildir!
İstanbul’un kilidini kurcalayan elleri Kırmak için bekliyoruz geliniz;
Türk’ün azmi bir süngüdür, başınızı ileri Uzattıkça ona çarpıp deliniz!
Beşbin yıllık ırkın oğlu, korkusuz bir milletiz;
Her hücuma gerilidir göğsümüz.
Düşmanlara el uzatan ölüye can veren biz
Canımıza kast edene affetmeyen ölümüz!...”31
Ahmed Refik, 1. Dünya Harbi günlerinde yazdığı bir yazıda harbin ede­
biyata aksedişini şöyle izah eder: “Bir milletin mevcudiyetine karşı vurulan
darbeleri def için icrâ edilen harp, yalnız tarih kitaplarında makes bulmaz. Bu
kahramanlık menkîbeleri milletin âmâk-ı rûhunda muhterem bir mevkii ihraz edebilmek için oraya şiir ve nazmın selsebil ahengi ile aksetmesi icab eder.”
Harp nasıl ki insanın hayatı ile yaşıtsa harp ve edebiyat arasındaki
münase­bet de edebiyatla yaşıttır diyebiliriz. O sebeple harp bütün miletlerin önce sözlü daha sonra da yazılı edebiyatının önemli bir konusu olmuştur.
Harp edebiyatı­nın tarihini izah etmesi bakımında
Şehidin Rüyası
Ahmed Hidayet’in 1914’te Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Harp
ve Edebiyat” isimli makalesinden iki paragraftık kısmını aşağıya almak istiyoruz:
Halide Edib, “İngiliz Edebiyatı ve Harb” adlı makalesinde “...bu milletin
yirminci asırdaki, bilhassa geçen büyük harpten sonraki edebiyatında harbe
temas eden birçok belki de her devirden çok parçalar ve eserler vardır” 28
de­mektedir. Murat Belge de “Savaş ve Edebiyat” 29 isimli yazısında harplerin ilk çağdan beri Avrupa edebiyatındaki tesirlerini ana çizgileri ile değerlendirir.
31
Ali Rıza Seyfi, “Kal‘a-i Sultaniye”, Donanma, N.89, 2 Nisan 1331 / 15 Nisan 1915, s.652.
84
Ali Rıza Seyfi
Tespit edebildiğimiz ilk şiirlerden biri de daha ziyade tarihle alakalı
eserleri ile tanınan Ali Rıza Seyfi’ye aittir. Şiir, “Kal‘a-i Sultaniye” (32) ismini
Çanakkale Boğazı’ndaki tarihî kalelerin birinden alır. Şair boğazı bekleyen
“polad pençeli ihtiyar arslan”m ordusunu şöyle tasvir eder:
“Açmış fem-i kahhânnı deryâ-yı sefîde,
İclâl ü vakârıyla yatar ihtiyar arslan,
Bekler yanılıb pençe-i pûlâdına düşsün,
Moskof, Briton, kahbe Fransız gibi düşman.”33
Şaire göre boğaz, kırıyla bayırıyla, dağıyla tepesiyle boş ve sahipsiz de­
ğildir. Bu toprakları hem siperlerdeki Türk askerleri hem de şehitler bekleyip korumaktadır. Buna Çanakkale’ye yapılan daha önceki saldırılar ve düşman amirallerinin akıbeti şahittir.
“Kûhsâr ü sahârîsini zanneyleme tenhâ
İslam’a siper
Türk eri her taşını bekler.
Ölmüş şeref-i din ile bir mecma‘-ı küberâ:
Gâzî babalar, avn-i Hüdâ şanlı şehidler.
Beş asr-ı şeref gürleyerek ra‘d-ı şükûhu
Yüzlerce adüvv kal‘a-i seyyâresi yıkmış;
Sahilleri duymuş nice feryâd-ı hezîmet
Emvâcına mağlûb amiraller kanı akmış”34.
Ali Rıza Seyfi, şiirinin sonunda millete ümit verir, “din kapısı”, “Cennet
ocağı” dediği Çanakkale’nin geçilemeyeceğini ve düşmanın sevinemeyeceğini söyler. Çünkü bu kale envârı İlâhi ile dolan toplarıyla ecdâdına varis olan
asker tarafından beklenmektedir. Şair bu inancını şöyle dile getirir:
“Bir Kal‘a değil din kapısı cennet ocağı Envâr-ı İlâhî ile dolan toplan
sönmez, Ecdâdına vâris olan asker duruyorken Türk yurdu durur korkmayınız, düşman övünmez!”
“Kal‘a-i Sultaniye”nin şairi, bu şiirden bir kaç gün sonra yine aynı dergide hece ölçüsü ile yazdığı bir şiirini yayımlar 35. Bir aşığın sazından; “Düşman
kanı olmuş ırmak Su bir nurdur, görünür Hakk “Çanakkale” vurdu çakmak;”
der.
Ali Rıza Seyfî’nin Çanakkale cephesindeki askerlerimize güveni tamdır.
O Mehmetçikler ki Osmanlı coğrafyasında yaşayan renklerin bir terkibidir.
32
Ali Rıza Seyfi, “Kal‘a-i Sultaniye”, Donanma, N.89, 2 Nisan 1331 / 15 Nisan 1915, s. 652.
33
Ali Rıza Seyfi, “Âşığın Sazı...”, Donanma, N. 95, 9 Nisan 1331 / 22 Nisan 1915, s. 663
34
Çakır, Ömer, a.g.e,s.60.
35
Ali Rıza Seyfi, “Âşığın Sazı...”, Donanma, N. 95, 9 Nisan 1331 / 22 Nisan 1915, s. 663.
85
Cennet yolunda birleşen bu yiğitler birlik ve beraberlik içinde olduğu sürece “binler yaşar yıkılmaz yurd.” Şair daha sonra Çanakkale’yi kazandıracak
amillerden önemli biri olan millî birliğe işaret eder:
“Dedelerden denmiş öğüd Binler yaşar yıkılmaz yurd Arab, Çerkeş, Laz
ile Kürd Tatlı canı vermez mola Cennetlere girmez mola!” Cennete girme
arzusu ile yanıp tutuşanlar, ülkenin dört bir yanından ge­lerek Çanakkale’de
tek vücut olmuş; düşmanın boğazdan geçip İstanbul’u ele geçirme planını
Çanakkale’nin mavi sularına gömmüşlerdir.
Netice itibariyle boğaza yapılan hücum; istihkamlarımızın eşsiz mukave­
meti ile karşılaşmış, İngiliz ve Fransız harp filosu önemli kayıplar vererek geri
çekilmek zorunda kalmıştır. Bu tablonun coşkusu “siperler arkasında” yukarıya ilk örneklerinden bazılarına temas ettiğimiz bir şiiriyet vücuda getirmiştir.
An­cak zaferin başta İstanbul olmak üzere Osmanlı coğrafyasındaki akisleri
şair ve ediblerimizce o günlerde gerektiği gibi işlenmediği ve arzu edilen eserler ortaya konmadığı için bir harp edebiyatı meydana gelmez.
Hakkı Süha
Bu durgunluk üzerine, Birinci Dünya Harbi’nin başlaması ile birlikte Trablusgarb Harbi’nden beri ara sıra gündeme gelen- “harb edebiyatı” ihtiyacı tekrar gündeme gelir. Sonuçta bu i Çanakkale’nin sıkıntılı günlerinde
ordunun lisanıyla Tanrı’dan zafer dileyen şair, şöyle dua eder:
“Ey ulu Tanrı, işte biz İmanımız lekesiz
Yüz sürdük vatanın toprağına (...)
Ey ulu Tanrı her zaman
Bu kahraman ordudan
Tarihin şerefi eksilmesin
Yurdumuzun, o sevgili
Annemizin emeli
Her devirde zafer bulsun, âmin!
Eğer ordu zafer bulamazsa geride kalan yetimlere yazık olacaktır. Düş­
man çizmesi altında yaşamaktansa ölmeyi tercih eden bu millet, intikama
and içmiştir. Son Balkan Savaşı, orduda bir intikam duygusu oluşturur. Bu
duygu ile canından vazgeçenlerin Allah katında aziz olacağına inanan şair,
duasını şöyle bitirir:
Ey ulu Tanrı, el açtık:
Yetimlere pek yazık,
Çiğnetme düşmanlara memleketi! Ey ulu Tanrı, el açtık:
Kan isteriz biz artık;36
36
Enis Behiç, “Ordunun Duası”, Miras, İst., 1927, s.77-78.
86
Ağlatma yeniden bu milleti! İntikama and içenler
Canından vazgeçenler
Dergahında aziz olsun, âmin!
Cenk ederken vurulanlar Son şerefi bulanlar
Dergahında aziz olsun, âmin!” diyen Hakkı Süha,
Çanakkale zaferinin tarih içindeki büyüklüğünü
Çaldıran’dan, Bizansların sûrundan aşan
Zaferlerin bir gölgedir bunun yanında
Çanakkale meydanından topladığın şan,
Hangi ırkın okunmuştur destanında?...”
İhtiyaca cevap vermek amacıyla, devlet, bir takım teşebbüslerde bulunur. diyen Hakkı Süha, Çanakkale zaferinin tarih içindeki büyüklüğünü Çaldıran’dan, Bizansların sûrundan aşan Zaferlerin bir gölgedir bunun
yanında Çanakkale meydanından topladığın şan, Hangi ırkın okunmuştur
destanında?...”37.
Alaaddin
Alaaddin, eseri ve edebî kıymeti hakkında şunları söyler: “Bugün meyda­
na gelen şu küçük kitab yalnız Çanakkale ziyaretinin bana tahmil ettiği vazifeyi ifa için yazılmış değildir: Aynı zamanda meydana konulması bir ihtiyaç
halini alan duyguların tabii bir doğuşudur. Çünkü Çanakkale müdâfaa sahnesi
dimağ ve asabım üzerinde pek ciddi ve pek derin izler bıraktı. Bu itibarla “Çanakkale İzleri”nin sanattan nasibi azsa da samimiyetten hissesi çoktur.”
Kitaptaki bütün şiirler işte bu samimiyetin mahsulüdür. Mesela cephede askerin ağzından çıkan bir cümle şaire ilham kaynağı olmaya yeter.
Taşından kanlarla silerek pası
Mülkü yakut gibi mal yapacağız
Sahilde ölürsek mavi atlası
Kumlardan türbeye şal yapacağız.
Biz Çanakkale’yi demir yürekle
Kurtarmağa geldik candan emekle;
Düşmanı koğmağa yelken kürekle
Sedddülbahir önünde sal yapacağız (...)
Kıvırıp o cansız bileklerini,
Kaçırıp İngiliz bebeklerini
Ürkütüp kafirin sineklerini
Şu Arıbumu’nda bal yapacağız...”38
37
Çakır, Ömer, a.g.e,s.35.
38
Ç. İzleri, a.g.e, s. 23.
87
Şiire ilham kaynağı olan hadiseyi İ. Alaaddin şöyle anlatır: “1915
Temmuzu’nun on üçüncü sah günü Keşan’dan Gelibolu’ya hareket ederken
ayrı kıtalara mensup iki hemşehri askerin uzaktan kısa bir mükalemesine
şahit olduk. Yolda duran bir nefer Gelibolu yolunu bir bulut halinde kaplayan kıtalar arasındaki arkadaşına seslenmiş, nereye gittiğini sormuştu.
Ömer Seyfettin
(1884 – 1920), 18 Mart 1914’te Tanin gazetesinde yayımlanan “Türklerin Milli Bayramı –Yenigün 22 Mart” başlıklı yazısında, 1900 lerin başında
Türklerin ikinci defa Ergenekon durumuna düştüğünü, ikinci defa bir “Bozkurt” beklendiğini işler:
“Türklerin sadırlarında (sinelerinde) olan ‘Engenekon’ hatırasından
ilham alan bugünün şairleri var. Son Balkan felaketleri (Balkan Savaşı) nihayet Bergos’tan(Lüleburgaz) Ergene’nin öbür tarafına kovuluşumuzu yad
ederek milli ve şuurlu rübabını (sazını) çalan soydaşımız, Türklüğün bütün
zafer ve azametlerini söyledikten sonra:
…
Yurt girince yad eline,
Ergenekon oldu yine!
Çıkmaz mı bir Börtücene (milli kahraman)
Nurlanmaz mı çerâğımız? ( yolumuzu açmaz mı? Nurlandırmaz mı?)
diyor. Bugünkü Türklüğün perişan ve esir halini tıpkı ‘Ergenekon’a benzetiyor. Bir kurtarıcı, bir bozkurt, bir Börtücene temenni ediyor...”39
Demek ki 1910’lu yıllarda yaşayan kuşaklar, ülkenin içine düştüğü durumu Ergenekon’a benzetmişler ve bir bozkurt beklemişler. Şiir, tarihi ve
şairi belirtilmemiş ama 1913 veya 1914 yılında yazılmış olmalıdır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Aynı yılları benzer duygu ve düşünceyle yaşayan bir diğer yazarımız da
Yakup Kadri Karaosmanoğlu(1889-1974), 1946’da yayımlanan Atatürk isimli
eserinin başlangıcında; “Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana
hasretle geçti” der 40.
Devamında, bekledikleri milli kahraman seçenekleri üzerinde analizler
yapar, Tevfık Fikret, Enver Paşa gibi kişilere bağladıkları ümitleri açıklar.
Sonrasını alıntılarla sürdürelim:
“Ama günün birinde, Çanakkale savunmasının yankıları kulaklarımıza
gelmeye başlayınca her şey değişiverdi... Halk, sanki devletin bilmediği bir
39
Ömer Seyfettin, Bütün Eserleri-16, Türklük üzerine Yazılar, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1993, s.97 vd.
40
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, ATATÜRK, Birikim yayınları, 1981, s.17.
88
sırra ermiş gibi idi. Halk emin ve içi rahattı... Evet, halk bizim bilmediğimiz
bir sırra ermişti; evet, ona gaipten bir şey malum olmuştu... Bir şeyler
mırıldanıyor... Bağrından bir takım nidalar geliyor... (Halkın) ağzında
Çanakkale Savaşı adeta bir... destan şeklini almaya başladı... (Halkın) hayalinde... bir genç kahramanın yalın endamı çizgilenmekte idi. Bu kahraman,
bu genç kumandan-yine halkın söylediğine göre- yanında bir avuç süngülü
askerle, yerden, gökten, denizden kopan sürekli bir gülle, kurşun ve şarapnel
sağanağının ortasında durmadan ileriye doğru atılıyor ve kollarıyla kızgın
boyunlarından yakalayıp denize yuvarlayacakmış gibi düşmanın sıra sıra
topları üstüne saldırıyordu. Bu insan, ateşte yanmıyordu. Vücuduna kurşun
işlemiyordu ve zırhlıların attığı gülleler başının üstünden munisleşmiş
yırtıcı kuşlar gibi geçip gidiyordu. Kimdi bu acayip adam? Nereden peydah
olmuştu(ortaya çıkmıştı)?... Halk onun adını da biliyordu; ‘Mustafa Kemal!’
diyordu. Bir paşa mı? Bir miralay (albay) mı? Kimi bir paşa,kimi bir miralay olduğunu söylüyor. Zaten rütbesinin ne hükmü vardı? Böyle bir adama
rütbe ne ilave edebilirdi? İşte, onun ismini, halkın arasında, böyle bir efsane
atmosferinin içinden, ilk defa böyle işittimdi... O, Türk ordusunun yüzelli,
belki iki yüz seneden beri mahrum olduğu bir ‘zaferin’ gururunu ve Türk
milletine bunun şevkini vermişti...41
Yakup Kadri, Ömer Seyfettin gibi, 1910’lu yıllarda hep bir milli kahraman bekledik diyor. Niçin beklemişler? Türk’ü İkinci Ergenekon’dan
kurtarsın diye. İşte beklenen örtücene, beklenen Bozkurt Çanakkale’de
ortaya çıkıyor. Hem de bir masal kahramanı algılamasıyla. Ateşte yanmayan, kurşun işlemeyen bir kahraman, Anafartalar Kahramanı Mustafa
Kemal. Çanakkale’de ortaya çıkan Bozkurt, 1919’dan itibaren, Türk’ü, ikinci Ergenekon’dan kurtaracaktır. Yakup Kadri bu görüşle; İstiklal Harbi
yazılarını 1929 yılında iki cilt halinde yayımlarken, kitabına Ergenekon» adını
koymuştur. Şevket Süreyya da aynı tespiti ve aynı benzetmeyi yapmaktadır:»
Osmanlı cemiyetinin son devrinde Türk yurdu, bir Ergenekon’du ki,bu ülkede örs ve ateş köşesinde unutulmuş uyuyor ve yol gösterici Börtücene ise
henüz ufukta görünmüyordu...42
Beklenen Börtücene ortaya çıkıp ikinci Ergenekon’dan kurtuluşu
sağladıktan sonra, efsanedeki kurt ile demir dağını eriterek delen demircinin, Börtücene’nin aynı kahramanın şahsında, Mustafa Kemal’de
birleştiğini yazmaktadır 43.
41
karaosmanoglu, a.g.e., s.27-29.
42
Şevket Süreyya Aydemir, “Ergenekon Efsanesi”,Kadro Dergisi, Ocak 1933, Sayı 13, s.8.
43
Şevket Süreyya Aydemir, a.g.m., s.9.
89
Mehmed Emin (Yurdakul)
Türk-Yunan Harbi (1897) ile ilgili duygu ve düşüncelerini nazmeden
Me- med Emin, aynı hassasiyetini Çanakkkale Harbi karşısında da gösterir ve bu kahramanlığın da şiirini yazmayı ihmal etmez. Daha Çanakkale
Muharesi’ni yerinde görmeden önce “Çanakkale Gazileri” adlı şirini kaleme alır. Bu şiirin bir bölümü; “İstanbul’u Tahattur” ve “Ecdada Hitab”
parçalan, Türk Yurdu’nun Hi-lal-i Ahmer menfaatine çıkardığı “Fevkalade
Nüsha”sında yayımlanmıştır 44.
Dergide, “Bütün şiir, yakında ayrıca bir risale halinde basılıp çıkacaktır” haberi verildiyse de, risale halinde çıkmaz. Çünkü Mehmed Emin, bir ay
sonra Heyet-i Edebiye mensuplan ile birlikte Çanakkale cephesini ziyarete
gider. Dönüşte bu şiirin de içinde yer aldığı ve “Çanakkale Kahramanlarına”
ithaf edilen “Ordunun Destanı” 45 ile Çanakkale ‘yi destanlaştırır.
M. Emin, şiirine Birinci Dünya
Harbi’ne girişimizi haber vererek başlar:
“Bugün hakan seferberlik ilan etti;
Üç devlete topları gürüldetti.46
Yurdun her yerinde “vakur sesli davullar”, ay yıldızlı al bayrağın gölgesinde bir araya gelerek gençleri harbe davet etmektedir. Şair bu atmosferde
mevcut halin tablosunu şöyle nazmediyor:
Bugün Şark’ın nur yüzüne matem çökmüş;
O mübarek Tanrı dağı
Ulu Kabe derin derin inildiyor,
Kafkas yolu Şat vadisi,
Nil ırmağı Boğaz önü kurtarıcı el istiyor,47
Daha sonra İslam coğrafyasında emperyalist güçlerin uyguladığı zulme
dikkat çeken şair, gelişen hadiselerin bizi tahkir ettiğini söyler:
Bu toprakta şimdi gülen, öğündüren bütün şeyler Biz Türklere kaygu
verir, biz Türkleri tahkir eder. Çünkü Türk milleti İslam âleminin koruyucusu, kollayıcısıdır. Bu mille­tin başındaki hakan birleştirici bir unsurdur.
Düşmanın amacı milletin altında birleştiği hakanlık ve hilafet meşalesini
söndürmektir:
Bu düşmanlar istiyor ki hakanlık söndürülsün;
Onun yüce hilafeti
Adlı şanlı saltanatı, geniş, güzel memleketi
44
Türk Yurdu -Fevkalade Nüsha-, C.8, S.6, 21 Mayıs 1331, s.891.
45
Mehmed Emin, Ordunun Destanı, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekası, İst., 1331, 40 s.
46
Yusuf Razi, “Harp Hikayeleri -Arıbumu Cephesinde-, Tanin, Nu.2471, 20 T.evvel 1331/2. T.sâni 1915, s.3.
47
Yusuf Razi, “Harp Hikayeleri -Arıbumu Cephesinde-, Tanin, Nu.2471, 20 T.evvel 1331/2. T.sâni 1915, s.3.
90
Garbın bahtsız Emeviler devletine döndürülsün;48
Bu tehlike karşısında,
Türk kızına ve delikanlısına düşen görevi
Mehmed Emin şöyle belirtir:
Yurdun böyle felaketli günlerinde...
Onun yayla, köy, kasaba her yerinde
Her kahraman delikanlı
En sevgili vücudlardan uzaklaşır
Her genç zevce her nişanlı
Bir kız kardeş kalbi gibi duygu taşır,49
Memleketin genç kızlarından, cepheye gidecek delikanlıların bir isteği
vardır:
Bizi sizler türkülerle yolcu edin;
Ruhumuzda hiddet, gazap, kin titretin.
Siz şefkatle biz kuvvetle çalışarak
Şu sevgili vatanımız kurtulacak,50
Başarının ön şartı cephe ile cephe gerisinin birlik ve bütünlük içinde
olmasıdır. Cepheye gidenler geride bıraktıklarını teselli ederler. Onların tek
isteği vardır:
Ağlamayın bizlere siz
Güle güle veda edin
Vatan için o lekesiz
Dudaklarla dua edin!51
Bu duygu ve düşüncelerden sonra Çanakkale Boğazı ve Gelibolu’nun
bizim için ne kadar önemli olduğuna dikkat çeken Mehmed Emin, kuvveti
bir tarih şuuru ile;
“Bizler burda yedi asrın tarihini okuyoruz Bu mübarek topraklara basıyorken korkuyoruz” der. Çünkü bu mübarek topraklarda başta Rumeli fatihi
Süleyman Paşa olmak üzere ecdat yatmaktadır. Boğazın manevi bekçileri,
bugün Çanakkale’de çar­pışan ordumuza seslenerek onlan harbe teşvik eder:
48
Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.9-10.
49
Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.11.
50
Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s.15.
51
Mehmed Emin, “Orduya Selam”, Harb Mecmuası, Y.l, S.4, K.sâni 1331, s. 16.
91
Ey Osman’ın asil nesli!
Kanımızla yoğrulan bu mübarek güzel ili İstanbul’a kilit olan
Bu sevgili toprakları düşmanlara çiğnetmeyin!
Her dağından kumsalından
Tekbir gelen bu yurtları, Avrupa’ya terk etmeyin
İstanbul’un, memleketin ümitleri bütün sizde;
Şark’m Garb’ın istikbali bugün sizin elinizde!
Ahmed Nedim’in şiirine de bu endişelerin hakim ol­duğunu görüyoruz.
Bin üçyüz otuzbir senesi erdi
Bize zafer ile savaş getirdi
İngiliz Fransız kapana girdi
Kısıldı boğaza gözü çıkası52
Türk milletinin tarihe mal olan savaşçı kimliğine dikkat çeker:
(Ben bir Türk’üm) tarihde benim ismim çok geçer
Tarih der ki “Türklere, ülkeler dar gelirdi,
Ölümleri korkutan, o tunç yüzlü yiğitler...
Nice yıllar dünyayı, cenk yerine çevirdi,53
Türk milletine, üzerinde yaşadığı topraklar atalarından miras kalmıştır.
Bu vatan uğruna şehid vermeyen bir ocak yoktur.
“Onlar hep kan dökerek aldılar bu yerleri” diyen şair,
Türk’ün vatan ve millet sevgisine işaret eder:
(Ben bir Türk’üm) yurdumu, milletimi severim
Türklük benim en büyük şerefimdir, şanımdır.
(Ben bir Türk’üm) daima bununla fahr ederim Türk milleti, Türk yurdu
kendi ruhum, canımdır.54
Türk milleti dünyada kuvvetiyle tanınır. “Bir Türk kadar kuvvetli sözü
hala meseldir.” Hakk Çanakkale’de çok şiddetli çarpışmalar olmuştur. Mustafa Fevzi’nin, “altı ay kalede kıyamet oldu” diye dehşetini anlatmaya çalıştığı bu harpte topraklar cesetlerle dolar, kanla yoğrulur. Kaleyi cennet yoluna benzeten şair, “Şehitler o yolu aradı buldu / Gazi mücahidler muzaffer
oldu”der. Bu harbin hem bizim için hem de dünya için önemine dikkat çeken
Mustafa Fevzi, bütün cephelerdeki askerlerimizi çalışmaya, gayret etmeye
davet eder:
52
Cenk Destanı, a.g.e., s. 2.
53
Cenk Destanı, a.g.e., s. 9.
54
Cenk Destanı, a.g.e., s. 10.
92
Bu harb bizim için bir hayat memât
Mutlak mahvoluruz etmezsek sebât
Yoktur bizim için kaçacak cihât
Bizden yüz çevirir bütün kâinât
Çalışın askerler bulalım hayât55
1. Dünya Harbi’nin başlaması ile Rusya, Almanya karşısındaki
cephelerin­de büyük bir sıkıntı içine düşer. Bunun üzerine müttefiklerinden
yardım ister.
O nedenle Çanakkale cephesinin açılma sebeplerinden birini de İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya yardım fikri oluşturur. Ancak devrin önemli
simalarından Ziya Gökalp, “Çanakkale” şiirinde Rusya’nın yardım talebini,
“Moskof’un tarihi emelleri çerçevesi içinde düşünür:
Moskof dedi İngiliz’e “Çanakkale aşılmalı, Kızıl, Kara, Akdeniz’e Hâkimiz, anlaşılmalı” Donanma mecmuasında çıkan “Cenknâme-i Tûtî” adlı şiirde de Çanakkale hücûmuna sebep olarak Rusya’nın istekleri gösterilir:
“Mühimmat ve silah ve rızk olursa
Elinden Türkiyâ’nın kurtulursa
Boğazlardan edib imrâr ü tesyâr
Edib imdad bizim orduya her-bâr
Bulursuz biz de bî-had nâs ü âdem
Olursa arkası gelir dem â dem
Bu niyetle Çanakkale hücûmu
Yine yükseltti mâh ü nücûmu”
Şiirlerde bu sebeple beraber harbin ekonomik nedenleri de dile getirilmiş; düşmanların niyetleri belirtilerek
Deniz Harbi
Çanakkale Muharebeleri’nin denizde cereyan eden kısmı, 3 Kasım
1914-18 Mart 1915 tarihleri arasında gerçekleşmekle birlikte, harbe damgasını vuran gün, deniz zaferine adını veren 18 Mart günüdür. 18 Mart 1915 günü
Çanakkale Boğazı, tarihinin belki de en şiddetli bombardımanına sahne olur.
Çanakkale Boğazı’ndaki eşi görülmemiş kavga, şiirimize tarihî gerçekliği ile birlikte canlı bir tablo halinde aksetmiştir. Şairler, cehennemi harbi bir
film sahnesi gibi gözler önüne sererken, resmin ve musikinin imkânlarından
geniş ölçüde istifade etmişlerdir.
55
Cenk Destanı, a.g.e., s. 19.
93
Necmeddin Sahir
18 Mart sabahı Çanakkale Boğazı önündeki düşman zırhlılarını ve kopan kıyametin başlangıcını şöyle anlatır:
Bir sabahdı...
Çanakkale önünde
Bizi târâc ü mahv için mağrûr,
Bir muazzam donanma geldi akûr,
Boğazın medhalinde durdu yine.56
Mehmed Akif
Başta Mehmed Akif’in şiiri olmak üzere yazılan şiirlerde özellikle Kara
Muharebeleri’ne ait ayrıntılı bir tasvir bulmak mümkündür. Akif, Çanakkale
Harbi’ni yerinde görmediği halde, harbin dehşet ve bü­yüklüğünü başarıyla
anlatarak cehennemi harbi şöyle tablolaştırır:
“Öteden sâikalar parçalıyor âfakı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor âmâkı.
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam;
Atılan her lâğamın yaktığı: yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler ölü püsgürmede yer;
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...57
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak
Boşanır sırtlara, vâdîlere sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını durmuş da açık sinelere,58
Âkif’in sanat ve edebiyata olan yakın ilgisi, üniversite yıllarında başlar. Babasının ölümü üzerine, geçim sıkıntısına düşerek ayrılmak zorunda kaldığı Mülkiye’de,
Muallim Naci’nin öğrencisi olmuştu. Nâci, klasik edebiyatı zamanın ihtiyaçlarına
göre yeniden canlandırmak ve ayakta tutabilmek için çabalıyordu. Âkif de aldığı ilk
eğitimin etkisiyle Nâci’nin şiir anlayışından etkilendi59. Şiirlerinde bir nevi eskiyi
güncelleştiren Âkif’i Ahmed Şevkî’yle neo-klasik şair ortak paydasında buluşturabiliriz. Mesela Ahmet Şevkî, neo-klasik şair dememizi haklı çıkaracak bir şekilde,
İmru’u’l-Kays’ın muallakasında yaptığı gibi, şiirine “Durun” ifadesiyle başlar.
56
Cenk Destanı, a.g.e., s. 19-20.
57
Mehmed Akif. “Asım’dan Bir Parça”, Sebilürreşad, C.24, N. 608, 10 Temmuz 1340, s. 205
58
M.Akif, a.g. şiir. s. 205.
59
Cemal Kurnaz ve diğ., a.g.e., s.15.
94
İşte doğa!, Dur ey yolcu! Sana yüce Allah’ın güzel yapısını göstereyim.
Şevkî’nin İspanya sürgününden uzun yıllardır ayrı kaldığı ülkesine gemiyle dönerken uğradığı İstanbul’da kaleme aldığı şiirlerdeki duygu ve heyecan düzeyi
ile, Âkif’in görev icabı yaptığı seyahatler çerçevesinde uğradığı Mısır’ın Luksor
şehrinde kaleme aldığı şiirdeki duygu ve heyecan düzeyinde büyük benzerlikler
vardır. Her iki durumda da, şairlerin önlerinde başarma ümidiyle ulaşmaya çalıştıkları bir hedef vardır. Bu hedef, Şevkî’de Mısır’a kavuşma ve hürriyetini elde
etme iken, Âkif’de İslâm birliği idealini gerçekleştirme ve vatanı içinde bulunduğu badireden kurtarmaktır. Ayrıca bu şiirlerde şairler, bulundukları ortamı
birer parnasyen gibi tasvir etmişlerdir. Âkif, kişisel acılardan sosyal kritiğe kadar toplumun aktüalitesini dert edinir, samimiyetle benimser. Kimilerine göre
Âkif’in bu içtenliğine ve yerliliğine hiçbir şairimiz ulaşamamıştır.
Gemiyle Akdeniz, Ege ve Marmara Denizleri üzerinden İstanbul’a gelen şair, bu yolculuğunu, büyülenmiş bir vaziyette “el-Bûsfûr (Boğaziçi)”60
adlı kasidesinde dile getirir. Şair bu şiirinde, gökyüzünün büyüleyiciliğini ve
yolcuların hiç uyumadıklarını belirtmekte ve denizin her tarafındaki adaları
koyunlara benzetmekte, gökyüzünü de onlara çoban yapmaktadır. Çanakkale Boğazı’nı top ve dağların koruduğunu söylerken de vatanı Mısır’a özlem
duyar. Şiirine Boğaz’ın güzelliklerini tasvirle devam eden şair, bu bölgeyi,
nehir elbisesi giymiş bir deniz; yemyeşil doğayı, camilerin, Boğaz’a nazır görkemli sarayların bir arada toplandığı bir yer olarak nitelemektedir. Adeta bir
ressam gibi eline fırçayı alır ve Boğaz’ın güzelliklerini çizer:
Deniz midir sana koşan, gümüş mü, som altın mı, engin ufuk mu yoksa.
Ovayı andıran sularda, koyunlara benzeyen adalar kuşatıyor seni.
Adeta sen onların dikkatli bir çobanısın, karanlıklara atılırsın, kaçmazsın.
Ay ışığı, sonsuz yüksekliklere çıkarak senin üzerinden sonsuz bir toz
bulutu gibi geçmektedir.
Burası Çanakkale denilinceye kadar yürüdüm ona doğru, fecir kılavuzdu. Sabah ışığı göründü ve o ışıkta Boğaz’a ilerledim. Sana koşuyor şehirler ve insanlar,
gezgin ve sabit duran gemiler, Adalar ve dağlar seni bağrına basıyor, kayalar bile
sana yumuşaklık gösteriyor. Bazen uzak bir yerde, şelale gibi bir nehir yükselir, Bazen bir kitap misali ufka ulaşırsın. “Orada güneş, saf altın, yakut, mercan veya inci
midir?” dedik. İçinden tabiatın akıp gittiği tepelerin güzel manzaralarının aynasıyla. İçine cennet yerleştirilmiş bir feza, ve denizlerde benzersiz bir manzara!61.
Şair, nerede olursa olsun, güzel bulduğu ve “şiirin kızları” olarak nitelediği doğal güzellikler karşısında, kalemini eline alıp şiir sanatının güzel
örneklerini vermeye devam eder:
60
İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 180-185.
61
İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 180-181.
95
Devam edin, ey şiirin kızları! devam edin.
Şiirin şımarmasında sizin bir ayıbınız yok.
Sizin için karada ve denizde yürüdüm.
Siz zamansınız ve her yerdesiniz.62
Mısır’dan uzakta tabiata ilgi duydun. Tabiatla baş başa iken de “Nerdesin Mısır?” dedin63.
Âkif ve Şevkî, şiirleri
Pek çok Türk ve Arap şair için bir ilham kaynağı olan Boğaz, Şevkî‘yi de
büyülemiştir. Boğaz için kaleme aldığı şiirlerin yanı sıra, tasvir ettiği başka
doğal güzellikleri, İstanbul’un bu güzel bölgesine benzetmiştir.
Âkif ve Şevkî, şiirlerinin bir bölümünü kendilerine çok şey borçlu oldukları hıdiv ailesi mensuplarına ithaf etmişlerdir. Âkif, İstanbul’da kaldığı esnada çocuklarına hocalık yaptığı Abbas Halim Paşa (1866-1934) nın dostluğunu
kazanmış ve daha sonra kendisi tarafından Mısır’a davet edilmiştir. Mısır’da
onun himayesinde hayatını sürdürmüştür. Öte taraftan Şevkî, himayesinde
büyüdüğü Abbas Halim Paşa’nın kayını olan aynı sülalenin mensubu Abbas
Hilmi II (1874-1934)’ye şiirlerinin büyük bir bölümünü ithaf etmiştir.
Âkif’e kendi şiirlerinden birini okuması rica olunduğunda, ya “el-Uksurda (28 Ocak 1914)” şiirini ya da “Necid Çölleri’nden Medine’ye” adlı şiirini okurdu64.
Âkif, “el-Uksur’da
Âkif, “el-Uksur’da”65 adlı şiirini, 5 Ocak 1913’te görev icabı gittiği
Kahire’nin 600 km güneyinde, eski Mısırlılardan kalma pek çok heykelin
bulunduğu antik Luksor şehrinde kaleme almıştır. Bu mekanları gezdikten
sonra, şairlerin en çok sevdikleri bir zaman dilimi olan gurup vakti, Nil kıyısında gördüklerini ve o anki düşüncelerini mısralara döker. Şair, bir seyyah
olarak yeni yerler görmenin heyecanı içerisinde her şeye müspet bir gözle
bakar. Ona göre her şey gülümsemektedir.
Gülümsüyor koca vadi, gülümsüyor tepeler;
Gülümsüyor suyu tırmanmak isteyip öteden,
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19.
62
63
İmîl E. Kebbâ, a.g.e., II, 183.
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19.
64
Âkif, mesnevi nazım şekliyle kaleme aldığı 63 beyitten oluşan bu şiirini Abbas Halim Paşa (18661934)’ya ithaf etmiştir. Abbas Halim Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa sülalesinden olup son sadrazamlardan Said Halim Paşa’nın kardeşidir. Çocuklarının hocası olan Mehmet Âkif ile İstanbul’da başlayan
dostluğu uzun yıllar sürmüştür. Âkif onun davetiyle ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirmiştir.
65
96
Uzun kürekli kayıklarla bir büyük yelken;
Gülümsüyor beriden gölgeler döküp Nil’e,66
Otel binaları kendinden emin tavırlarla;
Gülümsüyor kıyılardan beş altı adım kadar.
Gülümsüyor sağa baktıkça karşıdan Karnak.
Gülümsüyor o sütunlar ki. Nil’e gömülmüş,67
Buradan itibaren gezdiği antik eserler hakkındaki düşüncelerine yer
verir. Burada taştan heykelleri bulunan firavunların acımasız yönetim anlayışlarını eleştirir.
Sabahleyin dolaşıp gördüğüm o heykeller;
Ki ölümsüzlüğü çılgınca arayan zavallı insanoğlunun hırsı
Rahmetle anılmayı kalplere nakşedecek yerdeAnlamsız varlığını fezaya kazmak için
Her kayadan binlerce hayata mezar olan taşlar yaptırıp,
Sonra da bu korkulukları vahşetin ifadesi gibi yerleştirmiş;
Ki yeryüzü ayaklarında secde edecekmiş;
Ki alınlarındaki kırışma arşı titretecekmiş!
Fakat zaman dedikleri büyük ve heybetli el.
Bu kahramanları öyle bir cezalandırmış ki
Ne kibirli burnu kalmış kırılmadık, ne kolu!
İbret verici çevresi leş gibi yıkıntılarıyla dolu.68
Ona göre her şey gülümsemektedir; fakat oralarda dolaşan ve neşeli
Fransız, İngiliz, Alman seyyahları, ona, başı belalar içinde kalmış olan Şark’ı
düşündürür. İşte o zaman, bütün neşesi söner:
Fransız, İngiliz, Alman, on üç kadar, gezgin,
Üçer beşer küme olmuşlar: İnliyor kadehler!
Birinciler gülüyor... Çünkü dopdolu cepleri.
Yerinden oynatıyor borçlu dünyayı.
Sedan düşündürecek olsa maskarayı...69
Rahat, bolluk unutturur insana en derin yarayı.
İkinciler gülüyor, hem de hakkıdır, gülecek;
66
Mısır’da Nil nehri kıyısında Firavunlar Döneminden kalma pek çok tapınağın bulunduğu yerin adı.
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19-22.
67
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.19.
68
İmparator III. Napolyon komutasındaki Fransız ordusunun 1870 yılında Almanlar’a yenildiği savaş.
Sedan, Fransa’nın Meuse Irmağı kıyısında 15-17. yüzyıllar arasında kurulmuş bir kalenin adıdır.
69
97
Dünya bir emrine amade... Öl! desin, ölecek...
Üçüncüler gülüyor, çünkü kolunun kuvveti,
Ne derse “Doğu!” denen bir namus garantisi;
İnsanoğlu ki kuvveti vermiyor henüz hakka;
Ne çare var onu kuvvetle almadan başka?
Aciz misin? Senin hakkın ağlamak yalnızca!..70
Akif, belki de kendi mahzun durumunu daha etkili kılmak için her şeyi
gülümsüyor gösteriyor. Yalnızlığı, sıla hasreti, gezdiği yerlerde gördüğü
manzaralar, onu bu kötümser havaya sokar.
Evet, her şeyin, hatta zevklerin coştuğu bir yerde
İçinde ben, zavallı ben gülmüyorum...
Oturmuş ağlıyorum, ağlasam da ma’zûrum:
Vatanımdan ayrı gibiyim atalarımın diyarında!
Ne toprağında şu yurdun, ne akarsularında,
Bir dost sesi, yahut bir tanıdık izi var!
Bileydim ey koca Doğu dünyası, uçsuz bucaksız dünya,
Senin hangi bölgendeki evlâdın huzurludur?
Başın belalara girmiş; elin, kolun çiğnenmiş;
İçinden esti mi bir gün bağımsızlık rüzgarı?
Görür müyüm diye karşımda Müslüman yurdu,
Bütün diyarını gezdim, ayaklarım durdu.
Yabancı sesleri geldikçe geçtiğim yollardan,
Hep hayâl kırıklığı taştı inleyen ruhumdan!
Vatanımdan ayrı olayım bağrında İslam’ın?
Bu sonuç, zamanın ne acı bir intikamıdır!71
Âkif, seyahat hâtıralarını içine alan şiirlerinin sonuncusu olan Firavun ile Yüzyüze’yi, 1923’de, Hilvan’da iken neşretti. Bunda Firavun Amnofis
II.’in mezarını ve mumyasını tasvir eder. Bu firavun ki, sağ iken, civarından
beşer ürkerdi; saraylar, sütunlar, abideler, onun bütün hayatını ufuklara ezberletirdi. O, kendi nefsinden, kendi bekasından başka bir şey düşünmüyordu. Hayatını biraz eşiversek, alev fışkıran sıcaklarda, çırçıplak etlere indirdiği kırbacının sesini duyarız. Bu zalim hükümdardan kalan biricik şaheser,
mumyaya sığınmış cifesi, bu mumyayı salkıyan ihtişamlı mezarıydı; fakat,
beka emeli, bütün beşerin hakkı olmakla beraber, bu, ne taştan, ne de leşten
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.23.
70
Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak 19992000, s.25.
71
98
beklenebilir! Bu şiir, onun, tasvir bakımından en güzel şiirlerinden biridir.
Bilhassa Firavun’un mumyası ile Nil sahillerini tasviri canlıdır 72.
Adaletin ne göz alıcı ve yiğitçe bir tecellîsi
Şu leş görür gibi görmek İkinci Amnofis’i!
Bu Firavun ki çevresine korkudan yaklaşamazdı insanlar;
Bu Firavun ki, saraylar, sütunlar, anıtlar,
Bütün hayatını ezberletirdi ufuklara
Bu Firavun ki eğilmişse boynu bir hakka73.
Çanakkale harp sahası işte bu gerçeğin en bariz bir şekilde ortaya
konduğu yerdir. Zira düşmanlar devrin bütün harp vasıtalarını kullanmalarına rağmen Çanakkale’yi geçememişlerdir. Bunun üzerine de Gelibolu
Yarımadası’nı bo­şaltıp geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır. Çanakkale Zaferi de Türk’ün süngüsünün ve imanının zaferi olarak Türk tarihinin parlak sayfaları Ordu bir Çanakkale Heyet-i Edebiyesi teşkil etti ve
birçok masraf ederek genç üdebâmızdan ve ressamlarımızdan bir kısmını
Çanakkale’ye gönderdi. Sonra bir Harb Mecmuası tesis edildi. Çanakkale’ye
giden heyet azâsı ancak İstanbul’a döndükleri zaman bir beyannâme neşrettiler ve bunda milletin, Ça­nakkale’nin cesur müdâfîlerine karşı ebedî bir
şükran duyduğunu tekrar ettiler. Bittabi bu kâfi değildi. Bütün dünya matbuatında her gün sütunlar işgal eden Çanakkale vakâyiinin hikâyeler, şiirler,
resimler ve zafer destanlarıyla tesbit edilmesi lazımdı. Maatteessüf henüz
elimizde hiç bir şey yok...
Sonuç
Türk edebiyatı bünyesinde, üç kıtada at koşturan milletimizin yap­tığı
savaşların, yeterli olmasa da, akisleri mevcuttur. Savaş destanları, Gazavatnâmeler ve Zafemâmeler “harp edebiyatı” vadisinde yazılmış eserlerdendir.
İngiliz ve Fransızlar hem Osmanlı devletini harpten saf dışı etmek hem
de böylece Rusya’ya daha rahat yardım ulaştırmak amacıyla Çanakkale ve
ardından İstanbul Boğazı’nı geçmek istemişlerdir. Bunun için önce büyük
bir harp filosu ile Çanakkale Boğazı’na korkunç bir saldırıda bulunurlar. Fakat hiç beklemedikleri bir hezimete uğrayarak geri çekilmek zorunda kalırlar.
İşte Çanakkale’de kazanılan özgüven, Türk’e Kurtuluş Savaşı’na
kalkışma cesaretini verir. Kurtuluş savaşı bir cürettir. Dünya savaşında
savaşabilir insan varlığının, başta hayvan olmak üzere ekonomik varlığının
72
Fevziye Tansel , a.g.e., s. 106.
()Mahmut Kanık, “Mehmed Âkif’in Şiirlerine Toplu Bakış”, Yedi İklim, Sayı: 117-118, Aralık-Ocak
1999-a.g.e, s.23-129.
73
99
yarısını yitirmiş; ordusu dağıtılmış, silah ve cephanesi elinden alınmış, 6
devletin işgaline uğramış, devleti işgalcilerin yanında yer almış, 8 yıl içinde
peşpeşe 3 büyük savaş yaşamış ve savaştan bıkmış bir ulusun tekrar 6 devlete
karşı savaşa kalkışması, tamlamıyla bir cürettir. Bu cüret ise Çanakkale’de
kazanılan özgüvenden doğmuştur.Çanakkale Muharebeleri; ümmetçiliği
iflas ettirir, İslam birliği,Panislamizm fikrini çökertir, söndürür. Yerine
Türk illiyetçiliği fikrini alevlendirir. Uygulanabilir ve gerçek olanın Türk
milliyetçiliği olduğunu kanıtlar.Savaş başlayınca cihadı mukaddes ilan edilir, ancak bunun Osmanlı toprakları içinde dahi olumlu hiçbir etkisi görülmez. Türk unsurunun dışındaki Osmanlı tebaası olan diğer Müslüman
unsurlara İngiliz altını ve vaatleri, Osmanlının ilan ettiği Cihat’tan daha
sıcak gelir ve Osmanlı Türkünü arkadan vururlar. Çanakkale Muharebeleri
sırasında daha acısı yaşanır. İngiliz ve Fransızlar sömürgeleri olan Müslüman ülkelerden, Hindistan’dan yani bugünkü Pakistan’dan, Fas, Tunus ve
Mısır’dan,Senegal ve diğerlerinden önemli sayıda Müslüman asker getirirler
ve bunları Türklere karşı savaştırırlar.74
Çanakkale Harbi’nin çarpışan taraflara faturası ağır olmuştur. Osmanlı
Dev­leti ikiyüz binin üzerinde şehit verdiği Çanakkale Muharebeleri’nde
büyük bir emekle yetiştirdiği okur-yazar genç bir nesli adeta yok eder.
Neticede meydana gelen boşluğun etkisi Cumhuriyet Türkiye’sine kadar
uzanacaktır.
Şairlerin kimisi bunu bir ikaz kabul edip millî bir vazifeyi yerine getirmek, kimisi de Harbiye Nezareti’nin teklifine cevap vermek amacıyla
birçok man­zume kaleme almıştır. Bunlar arasında; Akif gibi gözyaşlarını
mısralara döken, A. Hamit gibi Padişah’ın bizzat isteği ile yazan, Yusuf Ziya
gibi yazdığı birkaç manzumeye karşılık aldığı paralarla övünen şairler vardır.
Harbiye Nezareti söz konusu kampanya dahilinde; sanat ve edebiyat
men­suplarında oluşan bir heyeti de Çanakkale Cephesi’ne götürerek harp
sahasını gezdirir. Açılan Harp Edebiyatı kampanyasının ve bir kafilenin
Çanakkale Cep- hesi’ne gönderilişinin sebeplerini genel olarak beş maddede
toplayabiliriz:
- Yazdırılacak eserlerle ordunun ve milletin moralini yükseltmek;
- Çanakkale’deki askerlerimizin gösterdiği insanüstü kahramanlık ve
fedakarlıkları sanat ve edebiyatın vasıtaları ile tespit ettirip halka, tarihe ve
gelecek nesillere nakletmek;
- Askeri savaşa teşvik ve tebcil mahiyetinde eserler yazılmasını sağla­mak;
- Vatan ve millete olan borçlarını cephede fedâkarâne bir şekilde îfâ edemeyen sanatkarları bu suretle değerlendirmeye çalışmak.
74
Çanakkale Cephesi Vnci cilt 3ncü kitap, Kuruluş ekleri 2, 9, 10.
100
- Çanakkale Cephesindeki kahramanlık destanını diğer cephelere de
yaymak;Edebî kâfilenin böylesine önemli bir millî vazifeyi lâyıkıyla yerine
getir­memiş olması bir kısım yazarlarca sert bir şekilde eleştirilmelerine neden
olsa da pek bir şey değişmemiştir.75
Devrin büyük şairlerinin, birkaçı dışında harbe duyarlı olduklarını söy­
lemek güçtür. Mesela Ahmet Haşim, Çanakkale Cephesi’nde asker olarak
bulunduğuhalde bir tek şiir bile yazmamıştır. Yazılan şiirlerin büyük bir
kısmı ikinci, üçüncü sınıf şairlere ait manzume nevindendir. Bununla beraber içlerinde kıymetli şiirlerin de var olduğunu belirtmek gerekir.
Şiirlerin çoğu harp halinin de tesiriyle estetik endişeden uzak bir şekilde
kaleme alınmıştır. O sebeple de günümüze bu şiirlerin pek azı ulaşabilmiştir.
Bugün hâlâ Çanakkale destanının en büyük âbidesi olma özelliğini koruyan
şiir Akif’e ait olandır. Bu şiirin gücünü Mehmet Kaplan estetik kıymetine
bağlayarak şöyle der:
Mehmed Akif Ersoy’un Çanakkale savaşını tasvir eden şiiri, yazıldığı
tarihten bu güne kadar bütün nesillere, o savaşın heyecanını yaşatmış ve
onun tarihî, derin ve büyük mânâsını hatırlatmıştır. Bunun sebebi de hiç
şüphesiz, bu şiirin taşımış olduğu estetik değerdir.
Şiirlerdeki fikrî öğelerin başında; “askeri tebcil ve savaşa teşvik
düşüncesi” gelmektedir. Ayrıca “manevi yardım” ve “mazi fikri” ile bir
yandan orduya ve millete moral verilmeye çalışılırken bir yandan da yakın
geçmişteki fela­ketli Balkan günleri unutulmak istenmiştir. Mazi fikri ile
canlanan tarih şuuru “Türklük fikri”ni daha da kuvvetlendirmiştir. Bunların
yanında Çanakkale Harbi ile maskesi düşen “düşmanın gerçek çehresi” de
mısraların fikrî yükü arasına girmiştir.
Kaynakça
AD1VAR, Halide Edip: “İngiliz Edebiyatı ve Harp”, İstanbul Üniversitesi Konferansları (1940-1941), İst. ,1941.
Ahmed Cevdet, “Büyük Zafer Karşısında”, İkdam, N. 6792, 29 K.
evvel 1331.
Ahmed Hidayet, “Harp ve Edebiyat”, Servet-i Fünun, N. 1215, 4 Eylül 1330.
Ahmed Refik, “Harb Edebiyatı ve Osmanlı Şairleri”, Harb
Mecmuası, Y. 2, S. 21, Ağustos 1333.
AKSAN, Doğan, Şiir Dili Ve Türk Şiir Dili, Şafak Matbaacılık, Ank., 1993.
AKYÜZ, Kenan, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, İnkılap
Kitabevi, İst., 1987.
75
Çakır, Ömer, a.g.e,s.255
101
ALANGU, Tahir, Ülkücü Bir Yazarın Romanı: Ömer Seyfeddin,
May Yay. , İst., 1968.
AYVERDİ, Samiha, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları -3-, Damla
Yay. , İst. , 19176.
BANARLI, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi C. 2, Millî
Eğitim Basımevi, İst., 1987.
BANOĞLU, Niyazi Ahmed, Türk Basınında Çanakkale Günleri,
Türk Basın Birliği Yay., İst., 1982.
BAŞARAN, Bekir Oğuz, “Edebiyatımızda Çanakkale”, Türk
Edebiyatı, S. 221,222, Mart-Nisan 1992.
BELGE, Murat, “Savaş ve Edebiyat”, Milliyet Sanat, C. 22, S. 10, 15
Ekim 1980.
BEYATLI, Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, Baha B., İst.,
19176.
BİRİNCİ, Necat, 1897 Türk-Yunan Savaşı’nın Şiirimizdeki Akisleri,
Kubbealtı Akademi Mecmuası, 12(4, 1983), 24-25.
BİRİNCİ, Necat, “Milli Mücadele Devresi Türk Şiirinde Tarihi
Kadro”, Kub- bealtı Akademi Mecmuası, Y. 13, S. 2, Nisan 1984.
ÇAKIR, Ömer, Çanakkle Muharebeleri, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları., Ankara. 2004.
“Çanakkale Kahramanlığını Yaşatmak İçin”, İkdam, N. 6608,28
Haziran 1331/ 11 Temmuz 1915.
DEMİRAY, Kemal, Temel Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Kitapevi,
İst., 1982.
DEVELLİOĞLU, Ferid, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat,
Doğuş-B., Ank. 1962.
DİLÇİN, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, T. D. K. Yay., Ank. 1983.
DİZDAROĞLU, Hikmet: Halk Şiirinde Türler, T. D. K. Yay., Ank.
1969.
ENGİNÜN, İnci: “Çanakkale Zaferinin Edebiyata Aksi”, Türklük
Araştırmaları Dergisi, Y. 1986, S. 2, İst. 1987.
ENGİNÜN, İnci - KERMAN, Zeynep), Mehmet Kaplan’dan
Seçmeler K. T. B. Yay., Ank. 1988.
ERGÜDER, Kur. Alb. Orhan, Harp Tarihi, Harp Okulu Basımevi,
Ank. , 1939.
GEDİKLİ, Yusuf: “Çanakkale Zaferi, Çanakkale Şehitleri ve
Çanakkale Des­tanı”, Türk Edebiyatı, Y. 24, S. 269, Mart 1996.
Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi:
Çanakkale Cephesi Harekatı, 5. cilt 1. Kitap, Genel kurmay Basımevi,
Ank. 1993.
102
GÖRGÜLÜ, İsmet, On Yıllık Harbin Kadrosu, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ank., 1993.
(GÖVSA), İbrahim Alaaddin, Çanakkale İzleri, Marifet Mat., İst.
1926.
GÜREL, Zeki, İbrahim Alaaddin Gövsa, Kültür Bak., Yay., Ank.
1995.
GÜZEL, Abdurrahman: Çanakkale (Yeni Mecmua’nm Özel
Sayısı’nda neşre­dilen Çanakkale Savaşları Üzerine Değerlendirmeler),
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Atatürk ve Çanakkale Savaşları’nı
Araştırma Merkezi Yay.,Çanakkale, 1996.
Haşan Zeki, “Akından Akına”, Türk Yurdu, C. 11, S. 7, Yıl 1332.
İPEKTEN, Halûk, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri, Feryal
Mat., Ank. , 1985.
İsmail Hakkı(Dâru’l-funun Müderrislerinden), “Çanakkale
Müdâfaası Nedir”, Yeni Mecmua 5-18 Mart Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918.
KAFESOĞLU, İbrahim, “Türk Zaferleri”, Türk Milliyetçiliğinin
Meseleleri, Milli Eğitim Basımevi, İst. 1970.
1. KAPLAN, Mehmet, “Çanakkale Savaşı”, Türk Edebiyatı
Üzerinde Araştırmalar -2-, Dergah Yay., İst. 1994.
2. KAPLAN, Mehmed, Şiir Tahlilleri, Dergah Yay. 11. bsk, İst.
1991.
3. KAPLAN, Mehmet, “Mehmet Akif ve Çanakkale Savaşı”,
Türklük Araştırma­ları Dergisi, N. 2, İst. 1987.
4. (KARAOSMANOĞLU), Yakup Kadri, “Harp ve Edebiyat”,
Büyük Mecmua,
5. 15, 13 T. sani / Kasım 1919.
6. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat
Hatıraları, Bilgi Yay. Ank. 1969, s. 123.
7. Mehmed Emin(Erkan-ı Harbiye Binbaşısı), “Çanakkale
Cephesi”, Osmanlı Cepheleri Vakayii, Erkân-ı Harbiye Matbaası,
İst., 1338.
8. Mithat Cemal, Necit Çöllerinde Mehmet Akif, Tarih
Yayınları Müessesesi Neşriyatı, Ercan Mat., İst., 1963.
9. ÖZCAN, Hidayet, “Yavuz Bülent Bâkiler’in Şiiri”, Basılmamış
Doktora Tezi, Gazi Ün., Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ank, 1996.
10. ÖZKAYA, Yücel, “Çanakkale Savaşı ve Basın”, Belgelerle
Türk Tarihi Dergisi, Mart 1987.
11. ÖZÖN, Mustafa Nihat, Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü,
İnkılap Kitabevi, Duygu Mat., İst., 1954.
103
12. PALA, İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü,
Akçağ Yay., Ank.
13. PARLATIR, İsmail, “ 19. Yüzyıl Yeni Türk Şiiri”, Türk Şiiri
Özel Sayısı (Çağdaş Türk Şiiri), Türk Dili, S. 481-482, Ocak-Şubat 1992.
14. PARLATIR, İsmail, “Şairlerimizin Diliyle Türk Zaferleri”,
Türk Dili, Y. 34, C. L, S. 404, Ağustos 1985.
15. PEHLİVANLI, Hamit: “Çanakkale Muharebeleri
Sırasında Müttefiklerin Pro­
pagandası ve Karşı Propaganda”,
Atatürk Araştırma Merkezi dergisi, C. 7, S. 21, Temmuz 1991.
16. SAFRAN, Mustafa, “Çanakkale Savaşları ve Sonuçlan”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Çanakkale Zaferi ’nin 80.
Yıldönümü Özel Sayısı, C. 10, S. 30, Kasım 1994.
Samipaşazâde Sezâi, “Siperler Arkasında”, Tanin, N. 3132, 31
Ağustos 1333 /1917.
Sami Paşazâde Sezâi, “Çanakkale’ye Dâir”, Yeni Mecmua 5-18 Mart
Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918.
SUNERPEKİN, Nermin, “Çanakkale’yi Kazananlar”, Türk
Edebiyatı, S. 101, Mart 1982.
Süleyman Nazif, “Harb ve Edebiyat”, Hâdisât, N. 152, 1 Haziran
1335/2 Ramazan 1337.
TANSEL, Fevziye Abdullah, Notlar ve Tenkitler - “Çanakkale Zaferimiz ve Türk Edebiyatında Çanakkale”, Kubbealtı Akademi Mecmuası,
Yıl:7, S. 3, s. 19-30.
TEVETOĞLU, Fethi, Mehmed Emin Yurdakul, K. T. B. yay., Ank.,
1988.
TİMURTAŞ, F. Kadri, “Tarih İçinde Türk Edebiyatı”, , 2. baskı, İst.,
1990.
TİMURTAŞ, Faruk Kadri, “Çanakkale Şehitleri ve Mehmet Akif’,
Çanakkale Zaferi Yıl Gençlikte Hamle Dergisinin Özel Sayısı, Mart 1975.
TURAL, M. Akif, “Kahramanlık Kavramı ve Atatürk’te Bu
Kavramın Yeri”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Çanakkale Zaferinin 80. Yıldönümü Özel Sayısı, C. 10,S. 30, Kasım 1994.
TURAL, Sadık, “Rindlerin Ölümü Şiirinde Âhenk”, Mehmed Kaplan İçin, Türk Kültürünü Araştırma Yay., Ank., 1988.TURAL, Sadık,
“Şiirin Dünyasına Yaklaşmak-4-”, Konevî,Y. 2, N. 15, Aralık 1983.
TURAL, Sadık, Zamanın Elinden Tutmak, Ecdad Yay., Ank. 1991.
Türk Ansiklopedisi, M. E. B., Ank. 1970, C:18, s. 475.
Türklük Şuûnu, “ Çanakkale’ye Giden Heyet-i Edebiye’nin
Avdeti”,Türk Yurdu, Y. 4, C. 8, S. 10, Temmuz 1331.
D. K. Türkçe Sözlük, C. 2, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ank. 1988,
s. 1265.
104
UĞURCAN, Sema, “Mehmet Akif’in Şiirlerinde Savaş”, Ölümünün
50. Yılında Mehmet Akif Ersoy, İst. 1986.
ÜZMEZ, Hüseyin, “Çanakkale Şiirinin Yazılışı”, Türk Edebiyatı, S.
161, Mart 1987.
Yeni Türk Ansiklopedisi, Öttiken Neşriyat, İst., 1985, C. 4, s. 1211.
Yeni Mecmua 5-18 Mart 1915 Çanakkale Nüsha-i Fevkaladesi, 1918.
YILDIZ, Saadettin, Arif Nihat Asya’nın Şiiri, Basılmamış Doktora
Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edime 1994.
Yunus Nâdi, “Çanakkale Müdâfaası”, Yeni Mecmua 5-18 Mart
Çanakkale Fevkalâde Nüsha, 1918.
Özet
Çanakkale Savaşı 1. Dünya Savaşı’nın kaderini etkileyen ve Türk tarihine
adını altın harflerle yazdıran her iki tarafında yüzbinlerce asker kaybettiği
çok mühim bir savaştır. Bu savaş sonunda Türkiye’nin o zamanki ismiyle
Osmanlı Devleti’nin karşısında yer alan İtilaf güçleri planlarını değiştirmek
zorunda kalmış, Çarlık Rusyası rejim değişikliğine giderek bol şevikliği kabul
etmiş ve savaştan çekilmiştir. Ayrıca Türk askeri savaşı kazanmanın verdiği
özgüvenle Kurtuluş Savaşı’nda başarılı olmuş ve Çanakkale Savaşı’nda bir çok
yararlılıklar gösteren Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiştir.
Doğal olarak 1. Dünya Savaşı’nın en önemli savaşlarından biri olan
Çanakkale Savaşı hem o dönemde hem de cumhuriyet ilan edildikten sonra
Türk şiirini etkilemiş özellikle kahramanlık içerikli şiirlerin bir numaralı
köşe taşı olmuştur.Mehmet Akif Ersoy, Necmettin Halil Onan, Faruk Nafiz
Çamlıbel gibi çok bilinen Türk şairlerinin yanında Ramazan Bilgin Çelik, Halil
Çolak, Kadir Kaya, İlhan Esen, Samet Mehmet Emin, Fahri Ersavaş, Kasım Kaplan, Şefik Aydemir, Ali Osman Yılmaz gibi şairler de Çanakkale temalı şiirler
yazmışlardır. Bütün şairler bu şiirlerinde Çanakkale Savaşı’nda kahramanlık
göstermiş Türk askerlerine övgüler dizerken, kısmi olarak da savaşın etkilerini yansıtmışlardır. Biz bu çalışmamızda Çanakkale Savaşı Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde kimler tarafından nasıl işlenmiş. Savaşın hangi boyutları göz
önünde bulundurulmuş. Savaşın sonraki dönemler için etkileri hangi şekilde
işlenmiş. Bu ve benzeri soruların cevaplarını arayacağız.
Aynı zamanda şahsımın devleti olan Mısır 1. Dünya Savaşı’ndan 1952 yılına
kadar sömürge düzeni içerisinde yer almıştır. Çanakkale Savaşı’nda başarıya
ulaşamayan sömürgeci zihniyet maalesef Mısır’da başarıya ulaşmış ancak
Çanakkale Savaşı’nda sergilenen mücadele ruhu Mısır halkı için de örnek olup
kısa dönemde Mısır’dan sömürgecilerin kovulmasını sağlamıştır. Bu yönüyle
Çanakkale Savaşı ben ve milletim için ayrı bir özellik arzetmektedir.
Anahtar Kelimeler: Çanakkale, Kahramanlık, Şiir, Cumhuriyet, Savaş
105
Abstract
Reflections of Çanakkale War on Republican Turkish Poetry
Çanakkale War and World War I that affect the fate of the Turkish history with golden letters in the name of the print on both sides of the hundreds of thousands of soldiers lost a very important battle. This battle eventually forced to change their plans in Turkey then called Allied forces located across the Ottoman Empire, Tsarist era Russia have agreed to Bolshevism
going to regime change and withdrew from the war. We also succeeded in
gaining self-confidence given by the Turkish War of Independence led the
military war and Mustafa Kemal Ataturk, showing a very usefulness of the
War of Independence in the Çanakkale campaign.
Naturally Çanakkale War 1 World War I, one of the most important battles of the influence of Turkish poetry after the announcement that period
both in the republic has been the number one particular corner of the containing heroic poetry. Mehmet Akif Ersoy, Necmettin Halil Onan, next to the
well-known Turkish poets such as Faruk Nafiz Çamlıbel Ramadan Scholar
Steel, Halil Colak, Kadir Kaya, Ilhan Esen, Samet Mehmet Emin, Honorary
Ersavaş November Kaplan, Shafiq Aydemir, Ali Osman poets such as Yilmaz,
Çanakkale themed poems they wrote. All poets praised the Turkish soldiers
showed heroism at the Battle of the poem Praise) Poetize which were also
partially reflect the impact of the war. We study how our Çanakkale War
Republican who perpetrated by the Turkish poetry? What size are taken
into account of the war? Subsequent to the effects of the war, the manner in
which processed? We will seek the answers to these and similar questions.
At the same time the Egyptian government, which is personally my 1st
World War took place in the colonial system until 1952. Çanakkale in Egypt
could not have been successful in the colonial mentality, unfortunately, is a
model for success, but the fighting spirit of the people of Egypt on display at the
Battle of Egypt led to the expulsion of the colonists in the short term. This aspect
of the Battle of Çanakkale exhibits a distinct feature for me and my nation.
Key Words: Çanakkale, Heroic, Poetry, Republic of War..
106
Haşim Nahit’in Eserlerinde
Birinci Dünya Savaşı İzlenimleri
Veysel ERGİN*
Giriş
Yirminci asrın ilk yarısında, Türk tarihi açısından çok önemli olaylar
meydana gelmiştir. Bu olaylar içinde Türk insanının geleceğini derinden etkilemesi bakımından “savaşlar” ön plana çıkmaktadır. İnsanlık tarihi kadar eski
ve köklü bu kan dökme eyleminin Türk ve Dünya tarihi açısından önemli köşe
taşlarındanbiride, üç kıtanın siyasi haritasını değiştiren “BirinciDünyaSavaşı” adıyla çıkar karşımıza. Gerek dört yıllık savaş süreci gereksebu felaketler
manzumesinin öncesi ve sonrasında yaşanan olaylar; birçok bilimsel çalışmada, bilgi ve belgelere dayalı şekilde ve genel hatlarıyla kayıt altına alınmıştır.
Türk ve Dünya tarihi açısından böylesine önemli bir savaşın askerî, siyasî, tarihî ve sosyal açıdan ele alınacak yönleri olduğu gibi; rakamlara ve grafiklere yansımayan ama insanın yaşadığı sürece unutamayacağı hatta gelecek nesillere de
miras bırakacağı “trajik” bir yanı vardır.İştecephe ve gerisinde yaşanan bu trajediler, edebiyat vasıtasıyla, gelecek nesillere bir ibret vesikası olarak aktarılmıştır.
Cephe ve gerisinde yaşanan acıları, devrin tanığı bir kültür adamının
kaleminin sıcaklığıyla yansıtmayı amaçlayan bu çalışma; toplumun yaşadığı
sıkıntıları, beyanın estetik gücüyle gazete ve dergi sütunlarına taşıyan Haşim Nahit Erbil’in“şiir, hikâye, deneme, manzum hikâye, fıkra, makale, anı…”
gibi muhtelif türlerdekieserlerinden hareketle ortaya koymaktadır. Tarihi
gerçeklikle yazarın hayatı ve eserlerinin kronolojik bir düzlemde örtüştürülerek ortaya konduğu değerlendirmelerde; öncelikle, “BüyükSavaş” öncesi
Osmanlı Devletinin son çırpınışları,Haşim Nahit’in Anadolu topraklarına
ayak basması ve altı yıllık süreçte peş peşe cereyan eden felaketler manzumesine dikkat çekilir. Ardından, dört yıllıkBirinci Dünya Savaşı boyunca yaşanan ama istatistiklerle ifadesi asla mümkün olamayacak bir insanlık dramının perdesi aralanmaya çalışılır. Yazının son bölümünde de; Osmanlının,
altı yedi devletin kurulmasına yetecek büyüklükte toprağını kaybedişinin
psikolojik yıkımı yanında, baştan başa yangın yerine dönen Anadolu insanın
dramı ve nihayet,bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir devletin doğuşunun ilk parıltılarına ışık tutulmaktadır.
1. Osmanlı Devletinin Son Dönemleri ve Haşim Nahit
1792 Yaş Antlaşması ile başlayıp 1922’de Osmanlı Devleti’nin yıkılışına kadar devam eden dönem, Türk tarihi açısından, tüm yönleriyle he* Yrd.Doç.Dr.,Sinop Üniversitesi, [email protected].
107
nüz ortaya konulamamış bir hüzün destanıdır. Yüz otuz yıllık bu felaketler
manzumesinin en acıklı sahnelerini oluşturan Meşrutiyet yılları ise, Haşim
Nahit’in “Annem, şerefim, hayatım” diye hitap ettiği Türkiye’ye ilk defa ayak
bastığı bir dönemle örtüşmektedir.
Tarihin tozlu rafları arasında uzun süre sıkışıp kalmış ancak yakın zamandaki ilmî bir çalışmayla (Ergin, 2013) edebiyat tarihimizin değerleri arasındaki yerini almışkültür adamlarımızdan Haşim Nahit Erbil; hicri 1297’de
(1880) Irak Vilayetine bağlı Erbil karyesinde dünyaya gelir. Hırçınlıklarla
dolu çocukluk yıllarını ve heyecanlı fıtratının mahsulü gençlik dönemini
doğduğu topraklarda geçiren Haşim Nahit; Emlak-ı Hümayun’daki görevi
dolayısıyla, 25 kanun-ı evvel (Aralık) 1322’de (1906) İstanbul’a gelir. (Ergin,
2013: 19-61)
Nahit Erbil’in Türkiye’ye geldiği bu dönem, Osmanlının -Avrupa’dan
esen soğuk rüzgârlarla- hazan yaprakları gibi savrulduğu yıllarıdır. Günümüz Türkiye’sini şekillendirecek köklü değişimlerin yaşandığı bu dönemde,
23 Temmuz 1908’den itibaren Osmanlı Devleti haritası hızla küçülmüş ve 31
Mart vakası gibi kanlı bir gövde gösterisinin yapılması talihsizliği yaşanmıştır. 1909-1920 arasındaki 5 seçim ve ortalama 6 ayda bir hükümet değişikliği
süreci; Trablusgarp savaşıyla (1911) başlayıp Balkan Savaşları (1912-1913),
Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Millî Mücadele (1919-1922) gibi, hemen
hemen her evden en az bir şehidin çıktığı kanlı bir harp silsilesi yaşanması
sonucunda gelen bir rejim değişikliğiyle (Cumhuriyet) noktalanmıştır. (Uğraş, 2008: 45-47/163-166)
Bu sancılı dönemin canlı tanığı Haşim Nahit;Anadolu topraklarına
gelişinintemel gayesini, “Irak’tan İstanbul’a geldiği meşrutiyet yıllarının
karmaşasındaki Türkiye’yi, içine düştüğü zor durumdan kurtaracak çareleri aramak” şeklinde ifade eder: “Türkiye, senin aşk ve nefretinle meşhûn ve
taşkın kalbimin dudaklarımda sayhalara kalb olan heyecanını söylemek için
sana geldim. Türkiye! …Milleti kurtarmaktan başka bir gaye-i emelim yoktur. Mesele, milletin halâsına taallûk ediyor. Fikrin münakaşası haricinde hiç
kimseye -ne derlerse- hiçbir cevap vermeyeceğim. …Türkiye, senin evlâdın olan
bizler, hakikat-ı azamı görmez ve seni kurtarmaya azim etmezsek hep beraber
mahvolacağız.” (Haşim Nahit, 1915/1: Giriş kısmı, D-R)
Siyasal tarihimizde Meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesi ile Osmanlı
Devleti, parlamenter ve anayasal düzen içerisinde farklı düşünce ve ideolojilere sahip partilerin temsil hakkı elde ettiği çok sesli, kozmopolit ve çoğulcu
bir döneme geçmiştir. İlk kez 1876’da açılan Osmanlı parlamentosu, İkinci
Meşrutiyet evresinde, üç yasama dönemine sahip olmuştur. Tüm politik yığınlarının katılım gösterdiği bu devrede, her konunun tartışma alanı bulduğu bir siyasallaşma süreci yaşanmıştır.
108
Ancak çok sesliliğin sağlanmaya çalışıldığı bu dönemde; “31 Mart Olayı”, “Saray Entrikaları”, “Babı Ali Baskını”,“İktidar-Muhalif Siyasî Partiler
Arasındaki Mücadeleler”, “İktidar-Etnik ve Dinî Gruplar Arasındaki Sürtüşmeler” gibi iktidar mücadelesine sahne olan baskılı hatta kanlı olaylar yaşanmıştır. (Hocaoğlu, 2008:3-7)
Kısaca özetlemeye çalıştığımız ve adına “Meşrutiyet” denen bu karışık
siyasal süreçte Osmanlı topraklarına ayak basan Haşim Nahit, kendini, bir
anda, bu karmaşanın içinde buluverir. “Gülhane Hatt-ı Hümayun, Islahat
Fermanı, Kanun-ı esasi” gibi peş peşe yapılan düzenlemelerin, memleketin
gelişmesinden ziyade, Osmanlı Türklerine çok daha büyük şeyler kaybettirdiğinin altını çizer: “Meşrutiyet; hayâlâta alışmış halkımızın kolay saadetler
isteyen intizarlarına rağmen, hiçbir şeyi onlara vermedi, zaten veremezdi de:
Meşrutiyet, bu âli gayeye doğru engellere, tecavüzlere uğramadan ilerlemek
için müsait bir sahadır. İşte o kadar! Lâkin her milletin terakkisi için, ‘müsait bir saha’ olan meşrutiyet; Türkiye’nin ellerine, kollarına bağlanmış ağır ve
gaddar zincirleri kıramamıştı.
Osmanlı-Türklerde bir usul-ı idareyi muntazaman ve uzun müddet için tatbike muktezi azim ve sebat artık kalmamıştır. Sonra Reşit Paşanın eseri, müşterek bir seciye tesisine müsait mi idi? Gayrimüslimlerin imtiyazât-ı mezhebiyesi,
milletlerinin vekil-i mutlakası olan patrik ve hahamları, milletlerinin meclis ve
mahkemeleri, mektep ve matbuatı gibi birçok şeyleri olursa; bunun müşterek bir
seciye değil, birbirine zıt seciyeler oluşturacağı aşikârdır. Ecnebilerin hululüne
de hükümet müsaade ederse, ya sonra? Osmanlı Türklere, o kaybettiği asıl ruhunu kim ve nasıl verecek?” (Haşim Nahit, 1914/1: 289-291)
Mithat ve Reşit Paşaların “serbestî-yiedyân, Avrupa maarif programlarına uygun mektepler kurmak” gibi şeklî değişmelerle terakki edileceğini
sanmalarının çok büyük bir yanılgı olduğu belirten Erbil; bunun ülkeyi sürüklediği duruma dikkat çeker: “Gülhane ve Islahat fermanlarının OsmanlıTürk hayatında açtığı cereyan bizi, teceddüt ve terakkinin nurlu yoluna sevk
edeceğine uçurumun kenarına sürükledi. Reşat Paşa sisteminde bir maariften istifade edenlerle hâlisiyet ve saffetini muhafaza etmiş Anadolu köylüleri
arasında bir mukayese yapalım: Birinci kısım akıl ve zekâ hususundaki nispi
faikıyetini mukabil iyilik, fenalık, güzellik, çirkinlik hakkında hiçbir kanaati
yoktur. Hatta yolda tesadüf ettiği arkadaşına (bonjur) mu demek (selam) mı
vermek icap ettiğinde, onun ellerini sıkmakta veya musafâha etmekte tereddüt
eder. Münevver olanların adedini nüfusumuzun yekûnundan tenzil ile zayiat
defterine kaydetmek isterdim.” (Haşim Nahit, 1914/2: 321-323)
Neticede; Mithat ve Reşit Paşaların, insanlığın en mukaddes hukukunu
tahkir eden “mutlak idare”den kurtulmaya yönelik başlangıçta iyi niyetli bu
çabaları; “şahsî istiklâl” uğruna, daha büyük sıkıntıların kapısını aralamış109
tır. Hürriyet aşkıyla halka büyük bir heyecan vermesi beklenen meşrutiyet;
insanları, yüz binlerce kişinin canlarına mal olan daha da büyük uçurumlara sürüklemiştir: “Meşrutiyet; bize vicdanın ve ezanın hürriyetini verdikten
sonra,başkalarının ziyafet sofralarına düşme zilletini yaşattı. Bir kere düşününüz: Sahibi olduğunuz bir evin kapıları daima açık ve anahtarı daima başkalarının elindedir. Evinizin servet ve eşyasında onlar istedikleri gibi tasarruf
ederler, siz bile o duygusuz eşya gibisiniz: Sizin için hiçbir hak ve hiçbir haysiyet tanımazlar. Servetinizle îrâd ve masrafınızı kendileri tanzim ederler ve
açlıktan inlediğiniz zaman, öldürmeyen fakat sade yaşatan zehirli bir lokmayı
köpeklerin önüne atar gibi size verirler. Çünkü evin bir sahipten ziyade bir korkuluğa ihtiyacı vardır.” (Haşim Nahit, 1914/3: 851-853)
II. Meşrutiyet çalkantılarıyla iyice su almaya başlayan Osmanlı gemisi,
tarihin karanlık sularına gömülmek üzeredir. Birçok Osmanlı aydını gibi Haşim Nahit de, gövdesini içerden ve dışardan kemiren menfaat kurtlarına rağmen, bu 700 yıllık Osmanlı gemisinin ayakta kalabileceğine bütün kalbiyle
inanmaktadır. İlerlemiş yaşına rağmen Hukuk Fakültesinde talebelikyaptığı
yıllarda kaleme aldığı ilk yazılarında, Osmanlıya hayranlığını ve bu muhteşem
devletin bekasına olan inancınıaçıkçadile getirmektedir. Büyük felaketlerin
başlama arifesinde olunduğunun bilincindeki Nahit Erbil; yine de, umutsuzluğun zerresini bile ne kalbine ne de kalemine bulaştırmamıştır.
Daha Balkan Savaşları başlamadan kaleme aldığı hamasî mensurelerinin birinde, askerin halkta uyandırdığı kuvve-i maneviyeye değinen Erbil;
kendisi de bu kahraman milletin bir ferdi olduğu için büyük gurur duyar:
“Daha demin yoldan geçenlerden başka kimse olmayan bu caddenin iki tarafında, asker borusunu duyulmasıyla, küçük büyük, erkek ve kadın muhtelif insanlardan teşekkül etmiş iki zincir zi-hayat, askerin reh-güzârınıihatâ ediyor
ve muntazam libası, parlak silahıyla levend ve muhterem, muhib ve pür-vakâr,
daima ruh ve kalbiyle onun her adımını takip eden kardeş hisli insanların kalbinden sadâsız, nazar-ı ihtirâm ve selâm toplayarak geçiyordu. O dakikada
kendi kalbimi yokladım: Mensup olduğum millet-i muazzamanın bargâh-ı iclâline tevcih edilecek en küçük mânâ-yı tahkiri mahv u harap etmek kuvvet ü
celâdetini ve pîşgâhımdamuhib ve pür-vakâr geçen askerin mevcudiyetini hissediyordum.” (Haşim Nahit, 1910/1: 3)
Benzer duygularla kaleme aldığı bir başka hamasî mensurede de, kendini çölün büyük boşluğunda, cenk için ölümüne ilerleyen 7 atlıdan birisi olarak
hayal eder: “Biz yedi atlı kafileden ayrılmıştık. Çölün bu büyük boşluğunda, bu
büyük boşluğun uzlet ve sükûnunu daha derin hissedebilmek için daima kafileden uzak, ileride gidiyorduk. …Aydınlıktan, kandan dumanlanmış gözlerim şimdi
daha ziyâde kararıyor, damarlarımı şişiren kanlar daha fazla kaynaşıyordu: Cenk
istiyordum, kan istiyordum, ölüm istiyordum. İstiyordum ki ecdâdımla çarpışan
110
düşmanlar, şimdi benim karşıma çıksın. İstiyordum ki bu keskin tırnaklarıyla çölün ortasında kopacak yeni bir kum fırtınası içinde yine silâh, üzengi şakırtıları,
insan bağrışmaları, hayvan kişnemeleri hep birbirine karışsın ve biz iki düşman
mızraklarımızı birbirimizin çıplak göğsüne saplayalım, kılınçlarımız birbirimizin bağrında bükülüp kırılsın. Biz yine cenkleşelim; yere düşünceye kadar bu
sımsıcak kumların üstünde can çekişinceye kadar cenkleşelim.Sonraihtizâz-ı elhânında kanlı maceralar temsil eden bu sisler, siyah bez çadırın, çatıları çökmüş
bir kulübenin gölgesinde paslanmış silahlarla oynayan ahfâdıma desin ki: Sizin
ceddiniz, işte bu çölde, yanık dudaklar, kanlı köpüklerin içinde kısılıncaya kadar
düşmanlarıyla cenk etti. Sonra bu güneşin, bu semânın altında çölün ebedi kumlarına gömüldü!” (Haşim Nahit, 1910/2: 3)
Hatta Erbil; baştanbaşa karamsar bir tabloya bürünmüş Osmanlı topraklarında, bağımsızlığın sembolü “hilal”in varlığını her an yüreğinde hisseder ve onu tekrar hâkim kılmak için de yeminler eder: “Herkesin lakayt ve
hodgam adımlarla yürüdüğü Sultanahmet Meydanı’na gitmiştim. Kubbelerin,
minarelerin fevk-i itilasında semaya müteveccih zaviyelerinde; arş-ı münacaata açılan ve kızıl kanlara boyalı bir hilalin, itina-yı sanatla, bir levha-yıhilaldar şekilde bulutlarda tulu ettiğini gördüm. Gözlerim semada ve daima semaya bakarak yürüyordum. Birdenbire ay yıldızlı bayrakların altında Yeniçeri
kıyafetiyle nazar-ı dikkatimi celb eden mehib bir çehreyle sarıklı, sorguçlu bir
kahraman belirdi. İki levha-yıahenininsadne-i tarraka-engizleriyle sarsılan
dudakları kan, ateş, yıldırım püskürerek söyleniyordu:
-O mai bandırayı Girit’ten kaldıracağım ve bu mai rengi safha-yı kâinattan silmek için eğer icab ederse bütün mai ufukları kızıl kanlara boyarım!”
(Haşim Nahit, 1909/1: 19)
Ömer Seyfettin’in “Forsa” hikâyesini anımsatan bir öyküsünde Erbil;
Osmanlının son dönemlerinin bir parçası haline gelmiş savaşların hazin
yüzünü, uzaklara gidip de dönmeyen yakınlarını bekleyen Osmanlı kadının
hüzünlü kaderini, bir kere daha gözler önüne serer: “Hoca Hanım,al sancağıyla, beyaz yelkenleriyle son defa için ‘Foça’ kıyılarından ayrılırken bir yıldız gibi küçülünceye kadar çocuk nazarlarıyla takip ettiği o gemiyi, hele o al
kapidineli Ahmet kaptanı, of yarabbi, sonradan bir daha yüzünü göremediği,
öz kardeşini hiç unutamıyordu. Bir parça büyüdükten sonra anlamıştı ki bu
hiç geri dönmeyen gemiyi, Yunanistan sevahilinde korsanlar batırmışlar, o al
kapidineli kardeşini de onlar şehit etmişler. Ve her akşam deniz şehitlerine dua
ederken, torunu için de aynı ninniyi söylüyordu:
Marmara’nın denizinde
Kan kalmamış benizinde
Al kapidinesi omuzunda
Kaptan göreyim yavrum seni
Ninni, yavrum ninni… (Haşim Nahit, 1910/3: 214-215)
111
Osmanlıya inancını dile getirdiği buümitvaryazılarına bir süre daha
devam eden Erbil; bir yandan da, yaklaşan tehlike karşısında, bu sıkıntılı
yılların atlatılması adına-memurundan mebusuna, köylüsünden askerineherkesin elinde avucunda ne varsa ortaya koymasının zaruretine vurgu yapar. Halkın kanlarını emerek definelerini dolduran Osmanlı zenginlerinin
bu gayretlerden uzak durmasını ise çok sert bir dille eleştirir: “Ey zenginler!
Bugün içinde oturduğunuz kâşanelerin, iradını aldığınız çiftliklerin ve akaretlerin, doldurduğunuz hazinelerin şimdi bir sahib-i hür ve müstakbeli iken, belki yarın onun sade bekçisi hatta esiri olacaksınız. Kalkın, uyanın, bakın! Dün
cihan ve vahşetin bağrına dayadığımız silah-ı zaferi, bugün cihan-ı medeniyet
bizim göğsümüze saplamak istiyor.” (Haşim Nahit, 1909/2: 1-2)
Ve Osmanlı topraklarını yangın yerine çeviren savaş yılları… 20. yüzyılın başlarından itibaren Rumeli’de siyasî istikrar, sürekli çatışma ortamıyla iyice bozulur. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı iç ve dış sıkıntıları dikkatle
izleyen Balkan devletleri de kendi aralarında ittifak görüşmelerine hız verirler. Rusya, 1905 Harbinde Japonlara yenilince, yayılma ve ilgi sahasını
Uzakdoğu’dan tekrar Balkanlara çevirir. Böylece Rusya’nın da desteğini alan
Balkan devletleri arasında yakınlaşmalar başlar. Balkan Savaşının hemen
arifesinde “Bulgar-Yunan-Sırp” birliği resmen kurulurken, Osmanlı devlet
adamları, siyasî çekişmelerle meşgul olduğu için, durumu kavrayıp tedbirler
almaktan tamamıyla uzaklaşmışlardır.
11 Kasım’da Bulgarlar Tekirdağ’ı işgal eder. 12 Kasım’da Babıâli, doğrudan Bulgar Kralı’na başvurur. Bulgarlar, önce savaşarak bir şeyler kazanmayı tercih eder. 17-18 Kasım’da Çatalca hattına yüklenirler ama muvaffak
olamazlar. Ve 10.000 kayıpla çekilmek zorunda kalırlar. Bunun üzerine mütareke şartlarını bildirirler. Çatalca hattının ve Edirne’nin Bulgarlara teslimi
isteğiyle, 28 Kasım’da görüşmeler başlar. Neticede hem askerî hem de siyasî
bir hezimet yaşanmıştır. Neredeyse bütün Rumeli’yi bıraktığımız Balkan Savaşları; Osmanlı Devleti’ndeki gafletin, siyasî hırsların, dış politikada olayları ve gelişmeleri yerinde ve zamanında, doğru olarak değerlendirememenin
sonuçlarının en acı biçimde suratımıza çarpılmasıdır. (Küçük,1992: 23-25)
Osmanlı tarihi açısından böylesine önemli bir savaşın askerî, siyasî, tarihî
ve sosyal açıdan ele alınacak yönleri olduğu gibi, belge veya rakamlara yansımayan ama edebi eserlerle kayıt altına alınmış “trajik” ve “insani” tarafları da
vardır. Nitekim“Balkanfelaketi” olarak tarihimize geçen 1912-1913 Balkan Savaşları, aslında birer ağıt numunesi muhtelif türlerle edebiyatımızda geniş yankı bulur:Şiirden hikâye ve romana, tiyatro eserlerindenanılara uzanan geniş bir
neşriyat yelpazesiyle; kısa bir sürede elden çıkan Rumeli topraklarının acısı, Rumeli Türk’ünün trajedisi yüreklerden satırlara kazınmıştır. Biz de, bu trajediyi,
Haşim Nahit’in kaleminden ve kronolojik biçimde yansıtmaya çalışalım.
112
Osmanlıdaki felaketler devresinin tanıklarındanNahit Erbil; tarihteki
kahramanlıkları hatırlayarak, o şanlı zaferlerin tekrar yaşanabileceği umudunu canlı tutmaya çalışmaktadır. Bununla ilgili kaleme aldığı bir hikâyesinde, Anadolu’nun çileli ama cesur bir kadının ağzıyla, bir heyecan kasırgası
estirmeye çalışır:“1292 senesinin siyah bir gecesindeydi. Kara Fatma, elindeki
ateş-feşan asasını rikkat ve itaate işaret eder gibi birkaç defa salladıktan sonra
konuşmaya başladı: - Ağalarım, oğullarım! Devlet, Moskoflarla harp edeli ben
de Allah yoluna cihat ediyorum. Benim cihadım, askerlerimize su, yemek götürmek, onların yaralarını sarmaktı. Moskof süngüsü benim de sizin de ciğerlerimizi deldi. Moskof ‘Aziziye’yi aldı. Bilirsiniz ki Aziziye, Erzurum’un kilididir.
Düşmana karşı ıyalimizin (çoluk çocuğumuzun) namus kapısı, can damarımız
‘Aziziye’dir. ‘Aziziye’ Moskofların elinde kalırsa Erzurum’u da alacaklar, yurdumuzu baştanbaşa yıkacaklar. Devlet ve millet mahvolacak! Oğullarım, ben bu
yaşıma geldim; son dileğim, Hakk’a kavuşmaktır. Allah uğruna peygamber uğruna, devlet ve millet uğruna, erkekler gibi, sizin gibi olacağım. Siz de benimle
beraber olmak istemez misiniz?
Heyecan, şedit bir kasırganın muhitinde süratle çevirdiği ecsam gibi, bu
azim insan kümesini birbirine karıştırdı. Sesler yeniden gürlerken o, elindeki
meşaleyi, etrafına ateş ve duman püskürten bir şiddetle sallayarak bağırdı:
-Allah’ını seven arkamdan gelsin!
Ertesi sabah ‘Soğanlı’nın karlı şahikaları, güneşin yakut şuleleriyle şaşaadar olurken, kahraman hatunun kendi eliyle üstüne Osmanlı sancağı diktiği
‘Aziziye’den baltayla kılıçla parçalanmış Moskof cesetlerini, yakındaki çukurlara doldurmak üzere topluyorlardı.”(Haşim Nahit, 1912/2: 4)
Haşim Nahit’in zaten çocukluktan gelen taşkın ruhu, yaşanan sıkıntılı günlere rağmen, o heyecan dalgalanmalarından asla mahrum kalmamıştır: Savaşın en şiddetli anlarında kaleme aldığı bir mensurede, yine onun
intikam dolu çığlığı duyulur: “Asya çöllerinin bütün vüsat ve ateşi ruhunda
toplanan Türk! Kavi kolların, çıplak ve bulutlu göğsün, ıslak çehren, elindeki
kahredici kargınla at üstünde bir duruşun, ah sade bu halin ufuklara ne kadar
bedii bir heykel-i sanat nakşediyor! O asil, fırtınalı kanda şimdi sende bir bakiye yok mu Türk! Deriden, yünden elbiselerin örttüğü ve siyah çadırların ılık
gölgesinde bir seyyale-yi kudretle gerilen asabın, sonra rengin ipin ve sırma
dalgalarının içinde, altın saraylar ve yeşil kâşanelerde gevşedi mi yoksa? Asya
çöllerinde toplanan vüsat ve ateşi dilerim ki bu gün yeniden tutuşsun. Ecdadın
yanık dudaklarıyla içtiği ‘kımız’ kâselerinden senin damarlarında tahammur
etmiş kan köpükleri yeniden taşsın ve bundan asırlarca evvel senin şiir ve mehabetinle dudakları titreyen eski İran şairi bir gün için yeniden haykırsın:
An Türk serhcamesüvar sent-şat, / Yaran hazerkünit, ki ateş bülend-şat”
(Haşim Nahit, 1912/1: 4)
113
“Ey vatan, ey renk ve ziya iklimi memleketim! Ehl-i Salib, senin için son
kasaphanesini Balkanlarda kurduğunu ilan etti” (Haşim Nahit, 1912/3: 4) diye
başladığı bir yazısında, Balkan harbinde karşımızda olan gücün bir Haçlı zihniyeti olduğunu haber veren Erbil; bu zihniyetin asırlardır hiç değişmediğini
belirterek, buna karşı tek vücut olunması gerektiğini haykırır: “Sana söylüyorum Türk! Kalbinin üstüne kızgın bir taş koyarak beni dinle! Altı bin senelik
Saltanat ocağını söndürmek, hilâlini parçalamak istiyorlar. Şimdi sen de sana
kastedenlerin ocağını söndür, bayrağını çarıklarının altında ez, çiğne! Kırım’da,
Kafkasya’da, Balkanlar’da, Afrika’da kaç defa çocuklarının kafasını kılınç darbesiyle uçurdular, kaç defa Anadolu kadınlarının karnını bıçakla yardılar ve
kızlarının namusunu hetk ettiler! İşte bütün bunlara ‘medeniyet’ denildi. Şimdi
bu medeniyet denaeti sana kapılarını kapasın, onların fabrikası sana top tüfek…
hiçbir şey vermesin. Sen, yine harp et, kalbindeki intikam yangınlarıyla barutlarını hep ateşle! Gökyüzü duman kasırgalarının tazyikiyle, yeryüzü kan sellerinin
ağırlığıyla çöksün! Sen, yine harp et, topun, tüfeğin, kılıncın bitsin; elbisen paçavralara dönsün! Aç kal, işte o zaman sırtına ilk vahşiler gibi bir hayvan postu
al! Bir hayvan gibi, yaprak ve toprak kemir! Kaya parçalarından yapacağın silahlarla yine cenk et; vur, kır, yak, yık, kes ve insan kafalarından yapacağın hesapsız kaleler üstüne medeniyetin bütün hukuk kitaplarını as! İşte bu, yirminci
asrın son tuhfesi olsun! (Haşim Nahit, 1912/4: 4)
“Balkan Savaşları’nın Rusya ve Avusturya’nın İslavları ve Yunanlıları
ayaklandırması”yla başladığına dikkat çeken Haşim Nahit; Türkiye aleyhindeki her projede olduğu gibi, Balkan Savaşları’nın hazırlık aşamasında
da, İngilizlerin parmağı olduğunu özellikle vurgulamaktadır: “İngiltere’nin
Türkiye için bir projesi var, derlerdi. Bu projeye göre Türkler Avrupa’dan tard
olunacak, Suriye ve Hicaz zabt ve taksim edilecek. Irak, İngilizlerin idaresine
geçecek, Şarkî Anadolu parçalanacak ve nihayet nüfuzu Türklerle meskûn birkaç vilayete münhasır zayıf ve istinatsız bir Türkiye kalacak imiş.
O günkü beş yüz bin masum Müslüman katliam edildi. 8 teşrin-i sani
1912 tarihinde âlem-i İslam’ın o yeis günü, İngiltereli başvekil Mister Eskuet
hitabet kürsüsünden bağırdı:
-Müttefiklerin orduları Makedonya’ya hâkimdir. Ahvalin hall-i sabıkına
ircası artık gayr-ı mümkündür. Ve emr-i vâkîyi tasdik etmek her memleketin
rical-i hükümetine aittir. Avrupa efkâr-ı umumiyesigaliplerin semere-yi muvaffakiyetlerinden mahrum edilemeyecekleri noktasında müteaddittir.” (Haşim Nahit, 1914/4:851-853)
Ancak İngilizlerin bu projede yalnız olmadığının da altını çizen Erbil;
Osmanlı aleyhine tüm faaliyetlerdeki gibi, Fransa’nın da yine bu projenin
içinde yer aldığını belirtir: “Balkanlar’da Hıristiyanların Müslümanları katliam etmesi, Müslüman kadınlarının namuslarının çiğnenmesi; Fransa’nın
114
zevk-i hayvanisini cidden okşuyor. Zira Fransa, bu zevki Afrika’da pek çok defa
tecrübe etti, şimdi de Balkanlar’da bu zevki mükerreren tatbik etmek hevesindedir.” (Haşim Nahit, 1912/5: 433-434)
“Hakikat şudur ki din-i İslam’ı mahvetmek azmi hiçbir zaman kalbinde
kesb-i rehavet edemeyen Avrupa -bilhassa en çok Müslüman tebaaya malik İngilizler, Fransızlar, Ruslar-; İslam’ı, Balkanlıların vahşi ruhunda ve kollarında
boğmak için bir araya geldiler.” (Haşim Nahit, 1913/1: 3) diyerek Osmanlının
kadim bu üç düşmanını açıkça ortaya koyan Nahit Erbil; gençliğe seslenerek,
düşmanın zulmü karşısında sessiz kalmanın bu millete açıkça bir ihanet olacağı ikazında bulunur: “Ey gençler, kalkınız ve görünüz; işte tehlike yaklaşıyor! Arkasında Avrupa olan Balkanlar, silahını çekip adımını attı. İstiyorlar ki
Ayasofya, Sultanahmet, Süleymaniye’nin kubbelerine de çan takılsın, minarelerine haç dikilsin, Osmanlı padişahlarının saraylarına Hıristiyan krallarının
bayrağı asılsın. Bunlar; Fatih’in mezarını ahıra, Yavuz’un merkad-ı kaftanını
meyhaneye, süslü ve mahyalı köşkleri, içindeki hanımlarıyla birlikte kârhaneyekalb etmek istiyorlar. Allah’a kasem ederim ki asıl hayat, ölümdedir. Yaşamak için ölmek isteyenlerdir ki yaşar. Hayatla beraber din, namus, vatan ve
kuvvet hep cenktedir! Azim ve iradeniz yok mu; kalkınız ve görünüz! Allah’a
kasem ederim ki felaket, başınızın üstündedir!” (Haşim Nahit, 1913/2: 3)
Gördüğü felaket manzaraları karşısında asla sessiz kalmayan Haşim Nahit; bu yangının alevlerini satırlara taşıdığı bir hikâyesinde, -Ömer
Seyfettin’in “Bomba, Beyaz Lâle, Tuhaf Bir Zulüm, Hürriyet Bayrakları” öykülerinde olduğu gibi- yaşanan zulme ait acıklı sahneleri gözler önüne serer.
“Bulgar istilası; baş döndürücü bir hızla geçtiği yerlerde otları söküp dalları kıran, kütükleri deviren, taşı toprağı birbirine karıştıran bir kasırga gibi
oldu.” ifadesiyle, yaşanan zulmün şiddetini adeta özetleyen Erbil; bu felaket
tablosunu, bir genç kızın gözüyle tasvir eder: “Vahşilerin bıraktığı iz, sadece
kemik yığını harabeler ve nevhalardır. Bilirsin ya Necdet! Fırtına bizim düğün
haftamızda kopmuştu. …Yangınlar arasında, cenazeler üstünden saçından sürüklenen bir kadın kafilesine beni de kattılar. Top tüfek tarrakaları, silah şangırtılarıyla at kişnemelerinin ve acı acı haykırışmaların toz ve duman içinde
birbirine karıştığı ve her tarafta kızıl, alevler yükselen cehennemî bir saatte,
kapıları dipçik ve kılıç darbesiyle kırıp içeri saldıran vahşi tavırlı, katil bakışlı
Bulgarlar; kadınları birer birer topluyorlar, sürü halinde meçhul bir mezara
sürüp götürüyorlardı. …Direğinin başından bir ip sarkıttılar. İpin bir ucunu
çarşaflı kadının saçına bağladılar, kadın bağrışıyordu. Biz, sade boş gözlerimizle bakıyorduk. İpi çekince kadın, anadan doğma ipte sallandı. Sabah güneşinin şuleleri yeniden kılıç uçlarında parladı ve kızıllaştı. Kadının göğüsleri,
parmakları, kolları, vücudunun her parçası yere düşüyordu.” (Haşim Nahit,
1914/5: 134-135)
115
“Yeryüzünün mezbahaya ve yeraltının nihayetsiz bir mezara
döndüğü”nün göstergesi bu korkunç manzara karşısında, hayatın tüm lezzetleri Nahit Erbil’in gözlerinden silinmiştir. Şimdi o, toprağından sökülmüş
bir ağaç gibi, vatansız kalma felaketi karşısında inlemektedir: “Ökçelerimle
ezdiğim toprak! Eskiden ihtizazınla bana terennüm ettiğin kasideler yerine,
şimdi eski dalların yüzüme soğuk kahredici ıslıklar fırlatıyor! Saltanatımın
tacı yerine samt-ı re’simi aydınlatan kevkebler, söyleyin niçin karardınız? Lakin Allah’ım, ben bir sefil, ben bir esir, bir vatansız mıyım?
Gel ey cünun, kıyametlerin kafatasımda kopsun, şimşeklerin gözümde
çaksın, yıldırımların kanımda infilak etsin! Kudurt beni, ateşle beni; çıldırayım,
çarpınayım, parçalanayım! Son defa için kapanacak dudaklarıma bana hükümran olanların kanından bir ‘Kevser’ içir! Ey esaretin kini, kudretin kollarımda
çalkalanıyor! Ah, taşları kemire kemire dişlerimi kırmak, kayalara çarpa çarpa şu kararmış nâsiyemi çatlatmak istiyorum. İstiyorum ki çelik tırnaklarımla
gözlerimi oyayım: Neslimin şanlı kitabelerinin kan damgalarını hâlâ taşıyan bu
yerleri yabancıların çiğnediğini artık görmesin… (Haşim Nahit, 1913/3: 3)
Bir şair dostuyla yaptığı mülakata da yer veren Erbil; Çatalca’dan duyulan top sesleri çocuklara ve gençlere bile haşyet verirken, hâlâ kendi zevklerini terennüm etmeye devam eden milli duygu yoksunu kimselere “şair”
denemeyeceğini sert bir dille ifade eder: “-Balkan harbi oldu. Osmanlı orduları inhidama uğradı Bir imparatorluğa kâfi gelecek yerlerimizi zabt ettiler.
Çocukları, kadınları boğazladılar. Beş yüz bin Müslüman katliam edildi. Bütün bunlara karşı kayıtsız tesirsiz mi kaldınız?
-Monşer bunların şiirle, sanatla ne alâkası var? İtiraf ederim: Bu vakaların hiçbiri bende bir şiir tevlit etmedi!
-Hakiki hayata karşı gözleri kapanık ve ruhu pek tehi bir şair dostum
var. O da benim içtimaiyatla meşgul olmama itiraz ve tariz etmişti. ‘Haile İçin
Kahraman’ unvanını verdiğim küçük bir kitabımın mukaddimesinde demiştim
ki, bir dalga veya bir nefha temas ettiği eşyada mutlak ve nispi bir tesir yapar.
Eğer şair hadisenin akislerini başkalarından daha fazla duyan mümtaz bir
hüviyet ve şiirde bu akislerin halk ettiği bedii heyecanların bir nakşı ise, bizim
muazzam hailemizin (Balkan hezimetini kastediyorum.) karşısında sakin kalanlara şair diyebilecek miyiz?” (Haşim Nahit, 1914/6: 340-342)
2. Üç Kıtayı Saran Büyük Yangın: Birinci Dünya Savaşı
Balkan Savaşları’nın acıları henüz sarılamamışken Birinci Dünya Savaşı (1914) başlar. Osmanlı Devleti, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın yanında; Fransa, İngiltere, Rusya ve İtalya’nın karşısında savaşa girer. Yaklaşık
on cephede (Kafkas, Filistin, Suriye, Galiçya, Irak, Hicaz, Yemen, Libya, İran
ve Çanakkale), birbirinden kilometrelerce uzak mekânlarda vatan savun116
masına girişen Osmanlı Devleti, dört yıl boyunca canla başla gerçekleştirdiği
mücadelesini birlikte harbe girdiği ülkelerin yenilmesi üzerine yenik bitirmiştir. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile yenilgi netleşir.
İşte bu dört yıllık acılarla yoğrulmuş süreç, Haşim Nahit’in muhtelif türdeki
eserlerine de sıcağı sıcağına yansımıştır.
Yazılarını savaş boyunca aralıksız sürdüren Erbil; savaş yangınının
henüz tüm dünyayı sarmadığı günlerde, ortalığı kan gölüne çeviren bu felaketin çıkış sebebini de kısaca değerlendirir: “Harbi tevlit eden ‘rekabet’tir!
Rekabet; akvamın siyasî, ilmî, fennî, içtimaî, iktisadî, ilâhî hareket ve temayüllerinin herhangi biri üstüne -aynı fabrikanın mamulâtı gibi- yapıştırabilecek
bir (etiket)tir.” (Haşim Nahit, 1914/7: 209-212)
Peki, bu kan ve barut kokularının olduğu ortamda hangi ülkeler vardır ve bu
daire genişleyebilir mi? Nahit Erbil; konuya dair değerlendirmelerinde, eldeki bilgiler ışığında, bu çemberin daha da genişleyip Osmanlıyı da içine alabileceği endişesini dile getirir: “Şu satırları yazdığım dakikaya kadar Avrupa harbine iştirak
edenlerin bir tarafında Almanya, Avusturya, öbür tarafında da Fransa, Rusya, İngiltere, Belçika, Sırbistan, Karadağ vardır. Harbin sahası mutlaka genişleyecektir:
İtalya ilâ-nihaiye bî-taraf kalamaz. Bunun sebebini araştırmaya memleketimizin
vaziyetini tetkik etmek daha müreccahtır: Türkiye’nin tarihî düşmanı olan Rusya,
İngiltere, Fransa; Almanlarla harb ediyor. (Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur.)
Bu metin düstur, bu aldanmayan akıl ve mantık, bilâ-tereddüt bizi Almanların en
halis’el-kalb bir muhibbi, bir müttefiki yapıyor. Romanyalılar için de kazıyye hemen
aynıyla bizimkisine müsavidir. Bulgarlara gelince: Irkî iştikakın rabıtalarını geçen
muharebenin bıraktığı kin ve menfaat mülahazaları -hiç olmazsa bugün için- kuvvetle kırdı. Bilhassa Sırp ve Yunanlılara karşı bugün intikam hissi taşıyan Türklerle
aynı hissi tatmin arzusuyla niçin birleşmesin?” (Haşim Nahit, 1914/8: 225-229)
Korkulan, olacak ve Osmanlı toprakları da bu yangının içine çekilecektir. Erbil; -doğusu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle- kan ve ölüm kusan
açık bir cephe haline getirilişimizi, millî ruhun taşkınlığını arttıran bir ‘bayram’ olarak niteler:“1330-1331 senesi ‘Türk millî vicdanı’nın ateş bayramıdır!
Geçmiş asırların; bazen karanlık ve ağır bir durgunluk, bazen serseri bir kımıldanma yahut da kasırgalı sadmelerle sarsılan cereyanı içinde 1330-1331
senesi; etrafında kızıl dumanlar dalgalanan bir kan ve kemik abidesi halinde
yükselecektir! Bizden sonra gelenler, yeryüzünde böyle milyonlarca insanın bir
cinnet sarası ile birbirini boğazlayıp parçalaması karşısında derin derin titreyecekler. Daha ziyade dövüldükçe salâbeti iki kat olan sağlam demirler gibi
her top ve her süngü darbesi, Türk ruhundaki gizli istidatları canlandırıyor!
Muharebe istediği kadar uzasın! Biz gençler, yüreğimizde derin bir ateşle yanan bu aşkın artık dudaklarımıza kadar taştığını hissediyoruz ve haykırıyoruz: Sancağa yer ver!”(Haşim Nahit, 1915/2: 1054)
117
Bu yangın yıllarında hatta daha öncesinde, Erbil’in ısrarla takipçisi olduğu konuların başında, Irak Türkmenlerinin davası gelir. Kendisi de bir
Irak Türkmeni olan ve ömrünü “evlad-ı vatan” dediği Irak davasına adayan
Haşim Nahit; henüz Osmanlının bir parçası halindeyken bile,“su, toprak, petrol” unsurlarından dolayı, bu toprakların “Avrupa’nın keyif sofrasının iştahlı
mezesi” olma talihsizliğinedüşeceğine dikkat çekmiştir: “Eski Türkiye’nin
mirası arasında yabancıların birinci derecede göz diktiği yer, Iraktır. Hatta
bu durum, Alman iktisadiyatı kadar, savaşın çıkmasında etkili bir sebeptir.”
(Haşim Nahit, 1922/1: 2)
İngilizlerin Irak’la ilgili sinsi planlarını Türkiye’ye gelir gelmez gazete
sütunlarına taşıyan Nahit Erbil; İngilizlerin -Bağdat’ta hürriyet ilanı için
askerlerin ayaklandırılması- (Haşim Nahit, 1908/1: 3)tuzağını ortaya çıkardıktan sonra, Osmanlı hükumetine yazdığı açık mektupla, doğup büyüdüğü topraklarla ilgili yaklaşan büyük tehlikeye dikkat çeker: “Ey karneyn-i
Osmaniye!Irak’ın mukadderat-ı atiyesine hâkim olabilecek İngiliz oyununu
görmüyor musunuz? Eski dünyanın zahire ambarı Mezopotamya’ya, Bağdat
petrollerine, Dicle ve Fırat suyuna hakim olmak için halkı ve askerleri alttan
alta kışkırtıp sinsi sinsi ellerini ovuşturmaktalar. Yazık... çok yazık!” (Haşim
Nahit, 1908/2: 2)
Haşim Nahit’in bu kaygı ve tespitlerini, İngiliz Lynch şirketinin 1909
Kasımında Dicle Nehri’nde başlattığı vapur işletmeciliği haklı çıkarır.Asla
sıradan bir “deniz taşımacılığı” vakası olmayan Lynch şirketi meselesi, Nahit
Erbil’in konuyla ilgili kaleme aldığı otuza yakın yazıda da belirttiği gibi, “hükümet-i Osmaniye’nin kendi karasuları üzerindeki bir mütecaviz-i aleni”ydi: “Hükümetin Iraklıları hüsn-i idareye mecburiyeti varken, böyle köhne bir nazar-ı iktisadiyeyi Irak’ta tatbik etmek istemesi fahiş bir hatadır. Hazinenin seyr-i sefain
eden sekiz vapuru varken, Lynch’ın üç vapurundan iki şilin fazla varidat elde
edip sonra bunun bir şilinini Lynch’a veya onun yerini tutacak birine vermek,
doğrusu ya, büyük saygısızlıktır.” (Haşim Nahit, 1909/3: 3)
Bu şirketin sadece masum bir deniz taşımacılığı yapmadığı, Bağdat’tan
Irak’ın şimal hududuna kadar bu kıtanın servet namına nesi varsa hepsini
öğrenmiş İngiltere’nin bunları elde etmek için Müslümanlara karşı sistemli
bir misyonerlik faaliyeti uyguladığı, yazarımızın bizzat tanık olduğu gizemli bir sahneyle gözlerönüne serilmektedir: “Lynch vapurları alt tarafında o
(mahud) büyük binanın karşısında saatlerce, tevakkuf edip mütemadiyen
kendi sallarıyla sahile sandıklar çıkarmışlardı. Acaba bu sandıklar neydi?
Kerkük’ten eşya mı kaçırıyorlar, Bağdat’a gizli gizli hediyeler mi getiriyorlardı?” (Haşim Nahit, 1909/5: 3)
Erbil’in bir seyahat esnasında yaşadıkları da, adım adım yaklaşan sinsi
İngiliz tehlikesinin ayak izleri sayılabilirdi: “Dicle’de seyahat ettiğim bir İngi118
liz vapurunda, vapur musluğunda abdest alan ihtiyar bir Arab’a gözüm takıldı.
Zira tayfalardan biri hemen yanına gelip (Hacı, hemen yerine otur, kaptan yoklama yapıyor.) diye uyardı. İhtiyarın elini yıkamakta devam ettiğini görünce, koridordan geçen bir başka İngiliz’e ihtiyarı gösterip bir şeyler konuştular. İhtiyarı
kolundan çekerek arkasından ittiler. Mütecavizlerin yumruk darbeleriyle yere
yığılan ihtiyarı sürükleyerek götürdüler.” (Haşim Nahit, 1909/4: 3)
Yaşananlar; İngilizlerin, Hindistan’ı müstemleke hâline getirdikleri
günden beri Basra Körfezi’ne sokulmaya başladıkları sistemli bir sömürgecilik sürecinden başka bir şey değildi. Osmanlı Devleti, Birinci Dünya
Savaşı’na resmen girmeden evvel İngilizlerin Basra körfezi’nden Irak’ı istilâ
için Hindistan’da hazırlık yaptıkları yolunda istihbarat alınmaktaydı. 1914
Ekim ayında, Basra körfezindeki Abadan petrol tesislerini korumak için
Bombay’daki 6. İngiliz Fırkası’nın 16. Piyade Livası vazifelendirilmişti. Yavuz ve Midilli gemilerinin Sivastopol ve Odesa’yı bombalamasıyla meydana
gelen durumdan sonra İngiltere 1914 Kasım ayında Osmanlı Devleti’ne harp
ilan ederek zikrolunan birliklerine hareket emri verip Şattülarap ağzındaki
Fav mevkiini işgal etti. Böylece, fiili işgal de başlamıştı.
Dünya Savaşı’nın neticesinde Almanların müttefiki olan Osmanlı
Devleti mağlup ilân edilerek elde kalan son Anadolu toprakları Mondros
Mütarekesi gereği işgale başlayınca, İngilizler tarafından Irak işgali de hızlandırılır. Ancak halkın direnişiyle karşılaşan İngilizler; Anadolu’daki Milli Mücadele sonucu Lozan’ı imzalamak zorunda kalınca, son bir diplomasi
oyunuyla, Irak’ın akıbetini, Cemiyet-i Akvam’ın kuracağı Musul Tahkik
Komisyonuna havale ettirirler.Bu hamlenin devamında İngiltere; Musul’un
Irak’a ait olduğunu Faysal’ın ağzından Dünyaya ilan ederek, Avrupalılar gözünde Türkiye’yi haksız konuma düşürme peşindedir: “İngiltere, Irak kralı
Faysal’ı Avrupalılara tasdik ettirerek, (Bir varmış bir yokmuş, Bağdat’ta bir
krallık varmış!) tutumuyla, bu işe meşru ve hukukî bir şekil verecek. Sonra da
Cemiyet-i Akvam karşısına çıkan Faysal, (Musul, zat-ı hastanemizin ecza-yımemalikindendir, bunu Türklere terk edemem!) diyecek ki, mevcudiyetini Avrupalı devletlerin tasdik ettiği bir krallığın hukukuna da riayet edilecektir.”
(Haşim Nahit, 1925: 2)
Bu süreçte hem yazıları hem de bastırdığı ilan ve broşürlerle adeta tek
kişilik bir ordu gibi savaşan Haşim Nahit; bütün çabalarına rağmen, Lynch
şirketinin Irak’ta kökleşmesine ve daha sonra Musul toprağını Osmanlı’nın
bağrından söküp almasına engel olamayacaktır. Uzun yıllar sonra kaleme
aldığı bir yazısında, bu yaşananları, derin bir üzüntüyle hatırlayacaktır: “İngilizler pek nadir bir av avlamak için vahşi zevklerini sükûtlarıyla gizleyip
ehemmiyetsiz bir alış veriş eder gibi Dicle ve Fırat’ta vapur işletmek imtiyazını bizden istedikleri zamanı hatırlıyorum. Mukaddesatı tahkir edilen bir genç
119
mekteplinin bütün isyanları ve delilikleriyle o zaman ne kadar çırpınmıştım ve
ne kadar yalnızdım.” (Erbil, 1953: 2/4)
Nahit Erbil,yaşanan felaketlerin sadece doğup büyüdüğü topraklarla sınırlı kalmayacağının farkındaydı. Zira Birinci Dünya Savaşının son zamanlarında
Amerika’yı da yanına alacak Avrupa medeniyeti, “menfaat” üzerine kurulmuştu.Asya’nın Avrupa’ya akmasıyla, Avrupa’nın bir nüfus izdihamı yaşadığına
dikkat çeken Erbil; Avrupa’nın “muakale” sistemi ve “iktisadî faaliyetleri” karşısında, “hayalperestler medeniyeti”olanŞark’ın“köleleştirmiş zavallı bir ihtiyara”
dönüştüğünü belirtir: “Avrupa akvamı eskisinden büsbütün başka şerait-i hayatiye altında her gün yükseliyor. Şark, eski yıpranmış kaidelerle baş başa uyuyor,
küçülüyor. Bir tarafta önüne zafer sancakları dikilmiş altın ve çelik kaleler… Bir
tarafta çatıları sazdan ve kamıştan yapılmış harabeler… Ötede tabiatı tensik ve
ıslah eden zevk ve zekâ ile işlenmiş bir gülistan; beride çöllerin, mağaraların, ormanların ve huşu gizleyen zulmet sükûnuyla bir haristân var… Avrupa tabiatta
bulunmayan his ve bediaları halk ederek renk, ziya, rayiha içinde yaşamak zevkini
katre katre içiyor… Şark; hâlâ hayvan postlarına, paçavralara sarılarak bataklıklarda, mağaralarda dumanların kararttığı çatılar altında ot, yaprak ve toprak kemiriyor. Avrupa sa’y ile saadet arasındaki muammayı çoktan halletti. Şark, hâlâ
ecdadının hülyalarına müstağrak, uyuyor! Avrupa, kudret ve nüfuzunu her gün
artırdı, Şark’a tahakküm etti. Şark, aç, sefil, atıl, cahil, o eski şaşkın bakışlarıyla
hâlâ sersem Avrupa’nın yumruklarına sırtını ve onun tahakkümüne karşı esaretini gösteriyor!” (Haşim Nahit, 1914/9: 412-413)
Meselenin özünde, “Avrupa medeniyetinin bir Hıristiyan medeniyeti olması” gerçeğinin yattığını belirten Haşim Nahit; özellikle İngiltere ve Fransa’nın,
İslam topraklarındaki Müslümanları zorla Hıristiyan yapmaya uğraştıklarını
(Haşim Nahit, 1914/10: 250) ve buralardaki insanları -Cezayir, Tunus, Hind-i
Çin’de olduğu gibi- medenileştirmeyi değil, hâkimiyetleri altına alıp ortadan
kaldırmayı hedeflediklerinin altını çizer:“Müslümanları Hıristiyan yapmak vazifesi sade misyonerlere inhisar edilmemiş. İngiliz politika memuru “Movyer”, bakınız ne diyor: -Hindistan’da Sünnî ve Şiî iki yüz milyon Müslüman’ın Hıristiyan
dinine geçmeleri hiçbir zaman olmadığı derecede ba’id ve gayr-ı muhtemeldir. O
halde yapılacak şey; İslam unsurları arasına tefrika sokmak, halifelik meselesiyle
İslamları hall-i niza’a sevk etmek ve nihayet İslamları Hıristiyanların asa-yı şevketi altında ezmektir!” (Haşim Nahit, 1914/11: 260)
“İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya’nın Türk-Osmanlı’yı paylaşmaya
dair ayrı ayrı politikaları” olduğuna dikkat çeken Erbil; Türk-Osmanlı hükümetinin mevcut durumu da düşünüldüğünde, bu durumdaki en mantıklı
çözümü, “İttihat-ı İslâm” olarak tarif eder: “İngiltere ve Fransa, Şark’a bizzat
misyonerlik vazifesini sadakat ve ciddiyetle ifa etmektedir. Büyük Britanya’ya
akan mütemadiyen akan altın ve gümüş selleri, İngilizlerin hayvan sürüsü
120
halinde yaşattıkları Mısırın ve Hindistan’ın mazlum ahalisinin, kalbinden
ve kanından taşıyor. Zulüm ve şenaatte daha kaba ve gaddar olan Fransızlar;
İngiliz ihtisafâtının daha şedidini Afrika’da ve Hind-i Çin’de icra ettiklerine
ilaveten, bu defa da yüz binlerce Arapları Alman toplarıyla parçalattılar.
Osmanlı-Türk padişahı küre-i arzdaki bütün İslamların halifesidir ve bu
itibarla halifenin İslâm ruh ve fikri üzerinde bir nüfuz-ı maneviyesi, Müslümanların halifeye karşı bir hiss-i incizabı var. Biz bu nüfuzu ihmal edemeyeceğiz. Bundan istifade edeceğiz. Bu,neden Osmanlılığa ve Türklüğe muarız
olsun? Türk-Osmanlı padişahı halifelik nüfuzunu haiz olmakla beraber dâhildeki Müslim anasıra müsavâtperverlik fikrini bir (kanun-ı sabit) halinde
fiilen izhar ederse, yani her unsurun hukukunu muhafaza ve inkişaf-ı millîsini
işgal etmeyecek bir istikametten inhiraf etmezse, Hıristiyanlar bu nüfuzdan
ürkecek ve teşrik-i mukadderat edenMüslümanlar,beyneddüvel-i ecanibehaddini bildireceklerdir.”(Haşim Nahit, 1914/12: 6-7)
Nahit Erbil’e göre;Türk-Osmanlı hükümeti adına teşkil olunacak Osmanlı İslâm cemaati,İslâm dinine taalluk eden her şeyi bir araya toplamalı ve
halife-i İslâm namına Şeyhülislâm, bir zamanlar “din ve gönül birliği” içinde
olduğumuz Asya ve Afrika’da “cihad” ilan etmeli. Gerekirse dünyanın her tarafından Müslümanları “şerif ve mukaddes bir sancağın arkasında, Allah’ın ism-i
celili adına” toplanmaya çağırmalı.(Haşim Nahit, 1914/13: 122-123)
Nitekim Haşim Nahit de, cihad çağrısına dair şahit olduğu bir sahneyi,
hissiyatına tercüman olan kelimelerin sıcaklığıyla aktarır:“Mirza oğlu, caminin kapısına bir kâğıt yapıştırılmış. İki Hintli sabah karanlığı içinde mühim
haberler vaat eden kâğıdı okumak iştiyakıyla birkaç saniye titrediler, bir çare
aradılar. Sonra Seracettin tereddütsüzce caminin içerisine girdi. Kandillerden
birini alıp getirdi. Okudular: Kâğıt, halife-yi İslam’ın cihad fermanı suretiydi. Her ikisi de camiye girdiler ve şükranlarını Cenab-ı Hakka arz için secdeye
kapandılar.
-Ey müminler, biliniz ki halife-yi İslam sultan Mehmed-i Hamis hazretleri Fransızlara da İngilizlere de Moskoflara da Cihad-ı mukaddes ilan etti!
Afrika’da bir tek Müslüman kalıncaya kadar Cihad edeceğiz. Cenab-ı hak
bizimle beraberdir. Frenkler, ‘İstila-yı Cihan Ordusu’nun hakikate münkalib
olduğunu görsünler.” (Haşim Nahit, 1914/14: 21-23)
Savaşın başlamasıyla, büyük bir ateş topu haline dönüşen Osmanlı toprakları; birçok cephede olduğu gibi,“Payitaht kapısının kilidi” sayılan Çanakkale Boğazı’ndan da “haçlı ordusu” tarafından zorlanmaktaydı. Çanakkale;
cephede yakını olmayan ailenin kalmadığı bu yıllarda, hakkında en fazla
eser kaleme alınan cepheolmuştur. Bunda; milletimizin alnına kara bir leke
gibi çalınan Trablus ve Balkan yenilgilerinin temizlendiği yegâne cephenin
Çanakkale olmasının ve İttihat Terakki idarecilerinin, halkın moralini yük121
selten eserler yazabilecek edipleri bu cepheye götürmesinin etkisi (İmzasız,
1916: 1) büyük olmuştur.
O toprakları kısa süreli de olsa savaşın ilk aylarında ziyaret eden Erbil; gördüğü manzaranın heyecanlı fıtratını daha da tahrikinin etkisiyle ve
bütün Mehmetçikler adına, Mehmet Çavuş’un ağzından, düşmana karşı bir
volkan gibi kükremiştir:“Çanakkale’ye geldiğim ilk günlerde ne sevinmek ne
de kederlenmek mümkün olmayan bir duygu seziyordum. At üstünde cenkleşirken takib edilen düşmanı tepelemek için öteki kıyıya bir hamlede atılmak
hissini veren bu dar boğazın üstünde ne soluklarını ve kılınç parıltılarını aradığım eski kahramanlar var ne de koca teknelerin üstünde serinler gibi dizilmiş ve düşmanlarına kılınç ve balta darbeleri indiren Türk yiğitleri var. Her
şey tarihe ve toprağa karışmış. Şimdi burada ve deniz üstünde yeni bir tarih,
yeni bir duman var. Dumanlar yaklaştı…bir, on, yüz, bin!..
Koca düşman! Kollarını uzaktan savur! Korkak ve alçaksın! Altı bin senedir Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da saltanatlar tesis eden, altı yüz senedir
Sultan Osman’ın kan ve ateşle işlediği saltanat tacının namusu için cenkleşen
büyük, kudretli bir neslin evladıyım! Kaçarsam kahpeyim, seni bekliyorum!”
(Haşim Nahit, 1915/3: 314-315)
Cephede tarifi kaleme ve kelama sığmayan sayısız kahramanlıklar
yaşanırken, İstanbul’daki kamu hizmetlerinde, cepheye giden erkeklerin
yerine kadınlar istihdam edilmeye başlanmıştır. Öyle ki, Hilal-i Ahmer’in
İstanbul’da tesis ettiği her hastane; kadınlarımızın, bu kahramanlıklara
denk fedakârlıkları ile adeta şahlanmaktadır: “Düşmanla İstanbul arasına
kanlarından ve kemiklerinden adeta bir sed yapan Çanakkale Gazilerine, cephe gerisinde Anadolu kadınlarının gösterdiği şefkat ve hürmet de had safhadadır. Hastanede millî vazifelerini sadakatle yapan hanımların -hayatın bütün
zevklerini unutmuş ve ibadet eder gibi- ellerini yanık ve çıplak ciltlerin üstünde gezdirmesi, onlardaki ana ve kardeş şefkatinin en samimî tezahürleridir.”
(Haşim Nahit, 1915/4: 227-229)
“Kahraman, kahramanlık” gibi kelimelerin, her milletin hafızasında
farklı çağrışımlar uyandırdığına dikkati çeken Erbil; Balkan ve Çanakkale Savaşlarında görüldüğü üzere, bizim kahramanlarımızda, iman ve şeref
unsurlarının kaynaştığını belirtir:“Birçok milletlerin tarihi nîm-mâbud kahramanların menâkıbıyladoludur! Şahsî hayatların kahramanı yerine millî
hayatların kahramanı geçti. Ve 93’te Erzurum’daki ‘Kara Fatma’nın kahramanlığı; Fransa’da ‘Jan Dark’ın kahramanlığı ile Kartaca kadınlarınınkinden
elbette farklıdır. Şahsî hayat endişesi yerine milletinin her ferdi için aynı endişeyi his eden millî vicdan; heyecan hududunun genişliği nispetinde, vazifesinin
vüsat ve azameti artan kahraman doğurabilir. Balkan ve Çanakkale Savaşları
da gösterdi ki Allah’ın mağfiret ve cennetine ait mevâid ile tarihine aid şan ve
122
şeref karşısında varlığı heyecana gelmeyecek insanlar bizde yoktur.” (Haşim
Nahit, 1915/5: 38)
Daha Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı günlerde “millî müdafaa” kavramını gündeme getiren Erbil; “millî müdafaa” heyetinin, harb halindeki
vazifesini de şu cümlelerle izah eder:“İnsanlardan teşekkül etmiş bir heyetin
müdafaa vazifesi, mukaddesattan en ehemmiyetsiz menfaatlere kadar tecavüz edilmeye müsayid her hakkı himaye etmek gibi geniş bir sahaya şamil olur.
Bu itibarla din, lisan, milli edebiyat sanayi-yibedia, ticaret, ziraat, hıfz-ı sıhha,
ahlak; hülasa insanlığa ait her şey bu hududun içindedir. Ve isterseniz bugünkü müdafaa şeklinin bir kanun esasını üç cümlede toplayabilirim:
Maneviyatı takviye etmek, maişet ihtiyaçlarını hazırlamak, kimsesizlerin imdadına koşmak! Eğer bunları yaparsanız hükümetin vazifesini yani
muzafferiyeti son derecede teshil etmiş olursunuz.” (Haşim Nahit, 1914/15:
259-260)
Erbil; bu döneme ait izlenimlerini şair duyarlılığıyla da sıcağı sıcağına
yansıtmıştır. Savaşın devam ettiği yıllarda kaleme aldığı ama daha sonra kitaplaştırdığı eserinde yer alan bir şiirinde, cepheye gidip de dönmeyen oğlunu bekleyen annenin özlemini yansıtırken, annenin duasındaki sıcaklığıyla
da dizelerini adeta ısıtmıştır:
“Kaç senedir bu yolların boşluğunu inlettim.
Avazımı kurda, kuşa dinlettim,
Kurban kestim evliyaya, mum adadım kırklara,
Yüz göz sürdüm kutsi olan her yere,
Kurtlar, kuşlar yuvasına giderken,
Şu yolculuk kenarında, tek başıma kaldım ben...
Ey Allah’ım, Allah’ım
Sana varsın bu ahım.
Ezan sesi hürmetine, yavrucumu sen koru!”
Bu ayrılık senin emrin, ben kul değil, ya neyim?
Ziyanı yok, çekeceğim, çünkü ben bir anneyim.” (Haşim Nahit, 1918: 36)
Neticede, Birinci Dünya Savaşına fiilen girildiği için, hem harbin büyük
acıları çekilmiş hem de altı yedi devletin kurulmasına yetecek büyüklükte
toprak kaybedilmiştir. Meydan muharebelerinde, kum ve kar fırtınalarında
milyonlarca Türk askerleri can vermiş; açlık ve hastalık gibi sebepler, kefensiz gömülen insan leşlerini günden güne çoğaltmıştır. Haşim Nahit; uzun yıllar geçmesine rağmen, bu acı dolu günlerin, kolay kolay unutulamayacağına,
yıllar sonra kaleme aldığı bir yazısındaki şu ibretlik anıyla dikkati çekecektir: “Bir belediye doktoru, şunu anlatıyor: I. Dünya Savaşı İstanbul’unun Aksaray taraflarında, kaç gündür ocağı tütmemiş, ışığı yanmamış bir evi haber
verdiler; bekçi ve polislerle beraber bu evin kapısını zorlayarak içeri girdik. Bir
123
odanın içinde köşeye dayanmış baba, ötede koyun koyuna iki çocuk, karyolanın
üstünde yatan anne; hepsi hepsi tifüsten ölmüştüler. Anneyi muayene ederken
bir de ne göreyim: Ölmüş annesinin memesini emen en küçük çocuk, hâlâ yaşıyor!” (Erbil, 1945: 2)
3. “Büyük Savaş”tan Sonra Yaşananlar
Osmanlıyı şanlı günlerine tekrar kavuşturmak için girilen Birinci Dünya Savaşı 1918 Kasım ayında bittiğinde, geriye bir “Türk ulusu” kimliği kaldığı
bile şüpheliydi. Yapılacak iş, Batı sömürgeciliğinin iştahını kabartan Osmanlı enkazından Türk olan kısmı kurtarmak ve ortaya millî bir devlet koymaktı. Nahit Erbil’in, “savaş sonrası Anadolu üstüne çökmüş felaket bulutlarını
dağıtarak tüm dünyanın gözlerini kamaştıran millî ihtilal güneşinin doğuşu”
(Haşim Nahit, 1922/2: 4) olarak tarif ettiği bu hedefin tesisi için, milletçe bir
seferberliğe ihtiyaç vardı. Bu sebeple, Anadolu’ya geçerek, Mustafa Kemal
önderliğindeki Kurtuluş mücadelesine katılmak gerekliydi. Yazara göre,
Anadolu’da kurulan Millî Müdafaa Teşkilatı; bu dönemdeki birçok sıkıntıyla
uğraşmakla birlikte, üç temel gayeyi gerçekleştirmek için de çalışmaktaydı:
Maneviyatı takviye etmek, maişet ihtiyaçlarını hazırlamak, kimsesizlerin imdadına koşmak! (Haşim Nahit, 1922/3: 3)
Türk milletinin, Çanakkale’de olduğu gibi, Mütareke yıllarında da dünyanın takdirini kazanmış kahramanlar çıkaracağına inanan Erbil; “subay,
öğretmen, öğrenci, avukat, tüccar, doktor, çiftçi, din adamı…” kısaca eli silah
tutacak kim varsa Anadolu’da Müdafaa-yı Hukuk komiteleri altında birleşilmesi ve vatan toprağına sahip çıkılması zaruretine işaret eder. Zira milletin
kurtuluş yerinin adresi, tarih boyunca olduğu gibi, şimdi de değişmemiştir:
“Müdafaanın ilk kahramanları, ruhların ta derinliklerinden gelen ilk ızdırabı, Fatih’in ve büyük Selim’in mübarek kemiklerini örten topraklarda sezdiler.
Anadolu’nun çelik kalbi, hissiyatının ilk darabanını –bir şimşek silahı halindebu topraklarda bekleyen beyinlerden aldı. Lakin İstanbul kim, Anadolu kimdir? Bunların her ikisi de baştanbaşa gerilmiş ve mesafe dedikleri buuda şekil
vermiş bir tek telden başka bir şey midir? Ve çoğu kimseler -yine İstanbul’dabir küçük erkân-ı harb zabitinin ağzıyla ‘Anadolu, Anadolu!’ dedirten Mustafa
Kemal’in sözlerini çok sonra idrak edeceklerdir.” (Haşim Nahit, 1921/1: 4)
Bu gelişmeler karşısında daha fazla sessiz kalamayan İtilaf devletleri;
Anadolu’daki faaliyetlere tepki olarak, 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eder
ve Meclis-i Mebusan’ı dağıtır. Haşim Nahit; İstanbul’un üstüne kara bir bulut gibi çöken o felaketli günlere ait bir tabloyu, yıllar sonra kaleme aldığı
bir anma yazısında şöyle aktarır: “Mondros mütareke şartlarıyla İstanbul’a
girmiş olan İtilaf devletleri; ne bu muahedeyi, ne de milletlerarası hukuk kaidelerini tanımadan bize türlü türlü haksızlıklar yapıyorlardı. O gün İstanbul’a
124
inerken, zırhlıların ağzı İstanbul’a çevrilmiş büyük toplarının sağa sola döndüğünü yine seyretmiştim. Bu top oyunu, sessizce bir tehdit işareti idi; lâkin
bu psikoloji oyununun tamamıyla aksi bir tesir yaptığından habersiz idiler:
Bunu her gün gördükçe, hürriyet ve mücadele duygusunun içimizde bir at gibi
şahlandığını bilmiyorlardı. Yine o gün köprüden geçerken, asla unutamayacağım, Dünyanın en acıklı bir manzarasıyla yüz yüze geldim: Bir yük arabasının üstünde, hayvanlarının dizginini ayakta güden, çocuk denecek kadar
genç bir arabacı, arabasının tekerleklerini şakırdatarak köprüden geçiyor...
Köprü üstünde seyir ve seferi tanzim eden yabancı askerin tam yanına yaklaşınca, asker, siyah ve uzun kırbacını arabacının suratına indirdi. Delikanlının
alnından fışkıran al kanlar yüzüne gözüne ve elbisesinin üstüne aka aka -hiç
bir şey olmamış gibi- yine arabasını güdüyor, gördüm. Ne vuran, ne de vurulan
bir söz söylemediler. Artık, düşmanların işgal ettikleri İstanbul’da hiçbir şey
yapılamayacağı için, Anadolu’da bir mücadele teşkilâtı yapmak gerekecektir”
(Erbil, 1942: 173-176)
“Türk milletinin içindeki ilahi ümit ışığı”nın hiçbir zaman söndürülemeyeceğine inanan Erbil; bu inancını, işgal altındaki İstanbul’da karşılaştığı
Fransız askerinin istihzalı sözlerine rağmen, o düşman subayının suratına bir
tokat gibi çarpar: “Şüphe yok ki biz, en mukaddes akidelerimizden hayatımızın
en hurda teferruatına kadar her şeyin değişmesiyle bitecek bir ‘inkılâp’ içerisindeyiz. Hıçkırıklarla gözyaşları ve kan selleri buna mukadderdir. ‘Milliyet’ sevgisi bu fedakârlığa bizi katlandırır. Milliyet ki kendini bilmek ve kendini sevmek
şuur ve akidesidir. Ve şahsî şuur yoluyla Allah’ı daha yakından ve daha derinden
sezmek ve sevmek hissi, fani hayat ve emeli insana unutturur.
Dün ‘İnönü’nde bugün ‘Sakarya’da kılıç sallayan kolları işte bu Allah’ı
sezmek ve sevmek imanı tahrik ediyor. Onlar biliyorlar ki düşmanın kastı, milliyeti yani ‘benlik şuuru’nu öldürmektir. Erkek kız insanın benliği ile Allah’ı
arasına cebren girmek isteyenlere karşı ne yapılırsa, Anadolu da Yunanlılara
onu yapıyor.” (Haşim Nahit, 1921/2: 4)
Nahit Erbil; Batılıların 10 Ağustos 1920’de İstanbul hükümetine Sevres Antlaşmasını imzalatmasının da Ankara hükümetini durduramadığını
belirtir. Zira Anadolu’nun Millî mücadeleye girişmesinin sebebi; Avrupa ve
Amerikalıların sandığı gibi, mantık ya da menfaat yaklaşımları değil, şanlı
tarihinden gelen mücadele duygusunun gereğidir. Hatta İzmir köylüsü; bütün olumsuzluklara rağmen, Türkün mayasındaki “istiklâl” fikrinin verdiği
güçle, Erzurum ve Sivas Kongrelerinden önce teşkilatlanmıştır bile: “Kanında ve canında büyük bir tarihin izlerini taşıyan bir neslin mücadeleye atılması
duygusu, onun şuurundan gelir ve bu duygu, harici ve şiddetli tesirler altında,
bir pınarın taşması gibi taşabilir çünkü yaşamak için mücadele etmek duygusu hayvanda bile var. Bu duygu ile hareket eden insan, ilmî nazariyelere
125
değil, tabiat kanunlarına tâbidir ve olmaya razı olmayı hiçbir tabiat kanunu
insana emretmez. Anadolu’nun Millî Mücadele’ye atılması, bir mantık neticesi olmaktan ziyade, kendiliğinden(spontane) olmuş bir şeydir. Bunun birinci
delili, İzmir köylülerinin mücadeleye atılışı; memleketi kurtarmaya çalışan
İstanbul’daki Millî Kongre’den, Erzurum, Sivas Kongrelerinden ve bütün teşkilâttan daha evveldir.” (Erbil, 1940: 6)
Erzurum’daki Millî Mücadeleyi, otobiyografik özellikler taşıyan bir hikâye şeklinde kaleme alan Haşim Nahit; zulme karşı topyekûn seferberliğin
yaşandığı bu günlerin hissiyatını, anasından aldığı bir mektup sonrası karışık duygular yaşayan Erbil’in yağız delikanlısının gözüyle aktarır: “-Yavrum
Kazım, bak ne günlere kaldım, beni ne halde bıraktın! Sevmeye kıyamadığım o
güzel yüzün, gözüm önünden hiç gitmiyor. Yavrum, bir kerecik olsun yüzünü görürsem, yüreğimin sızıları hep dinecek sanıyorum. Dediklerin birer birer çıktı:
Erzurum’a gitmek isterken söylediğin sözler, Allah’tan kalbine doğmuş. Ne dedim de seni bıraktım, şimdi beni kim koruyacak, söyle! Allah’a inancım var, seni
bana veren odur; lakin işte bak, evimde ne sen, ne kardeşlerin ne baban hiç, hiçbir
erkek kalmadı. Şimdi ne camiye, ne türbelere, ne de babanın mezarına gidebiliyorum. İsmet Hanım’ı kurtardınsa beni niçin kurtarmıyorsun! Erzurum’a gitmekte ne vardı? Eğer gitmeseydin belki böyle şeyler olmazdı. Yavrum, Kazım’ım,
beni bu halde bırakma… Yoksa, yoksa…
Kazım, Türk âlemine verdiği gönlünün, ana baba yurdu için bu kadar sızlayıp kanadığını bu defakinden daha derin hiç sezmemişti. Kin ile muhabbetin
içinde birbirine karıştığı ve her dakika taşıp köpüren varlığını çarpmak için
yeryüzünde bir kaya, bir cehennem arıyor gibi gece yarılarına kadar dolaştı…
Ve gece uykuya dalınca şu rüyayı gördü: Duman ve alevler içinde, kılıçlarının ucundan kan damlayan bir kalabalığın önünde yürüyor, yeşilliklere ve
genişliklere açılmış bir şehrin kapısından içeri giriyor. Yeşil bir bulut parçasına sarılmış, saçları ve yüzü nurdan bir kadın, parmağının ucuyla ona yol gösteriyordu…” (Haşim Nahit, 1922/4: 4-5)
Nahit Erbil; Millî Mücadeleye ait bir tabloyu bu şekilde öyküleştirdiği
gibi, İkdam muhabiri olarak Paris’e giderken uğradığı Edirne’nin Millî Mücadelenin son günlerindeki manzarasını anlattığı başka bir yazısında da,
adeta Yunan zulmünün küçük bir fotoğrafını çekmektedir:“Edirne’de Türk
askerlerini göreceğimi ümit ediyordum ama Karaağaç istasyonu Yunanlılarla
doluymuş. Yağlıköy istasyonunda inip köylülerin arasına karıştım. Ne acı maceralar anlattılar, bilseniz! Yunanlılar, canlı hayvanları sürü sürü Dedeağaç’a
doğru sevk ettikleri gibi, yürüyemeyecek şeyleri de köylü arabalarına doldurup
götürmüşler. Yakılan evler, ağıllar, samanlıklar… Bugün köylülerin elinde ne
araba, ne canlı hayvan, ne koyun ne de tavuk; hiç ama hiçbir şey kalmamış!”
(Haşim Nahit, 1922/5: 2)
126
Erbil; Falih Rıfkı’nın “Paralı parasından, akıllı aklından, cesur cesaretinden, dâhi dehasından, kadın kalbinden ve çocuk masumiyetinden en yüksek
fedakârlığı yapmalıdır.”sözünü hatırlatarak, devrin sanatkârının da milletinin müşterek hissiyatına tercüman olması gerektiğini vurgular: “Sen çıplak
olduğun zaman elbiseyi, aç olduğun saatte mideyi en çok ve hatta münhasıran
düşündüğün gibi, gün olur ki o müstağrak ruhun da ihtiyaçlarını, azılı ruhlara
terk eder. Bugün ki bu memleketin istiklali, varlığı tehlike içindedir. Bu tehlikeyi men edecek her fikir, ötekilerden üstündür.
Bugün ki beşeriyeti baştanbaşa heyecan ve ihtiras ateşleri sarmıştır. İşte
bugün her ferdi akıl ve basirete davet edecek, her ferdi hissiyattan uzaklaştırarak akıl ve zekâ ile idare edecek gündür. İyi bir şiirin varsa sakla, iyi bir fikrin
varsa durma; vatandaşların arasında ilan eyle! Vatanî, millî şiirlerini reddeden olmaz, şu şartla ki sükûnete muhtaç olan dakikayı cinnete kalb etmesin!”
(Haşim Nahit,1914/6: 340-342)
“Hayat-ı millîyemizle bir uhuvvet ve meşakkat-i kalbiyemiz olduğunu
hissedemezsek, millî duygularımızın en rakîk ve girizânan’anâtınızabt ve ihtiva etmek itibarıyla bir bediâ-yı sanat olacak yazılarımıza bir saffet-i millîye
verebilmekten kat’-ı ümid etmeliyiz.” diyen yazarımız; bu dönemde, yeni “ruh
ve lisan” ihtiyacını anlamayanlara karşı da ağır ithamlarda bulunulacaktır:
“Lâkin yeni bir ruh ve yeni bir lisanın ihtiyacını anlamayan, inkâr eden, ye’se
ve hiddete mağlup olan ve nihayet alıklaşanların adedi, alkışlayanlardan
daha çok oldu. İlk safta kimler vardı, bilir misin? O vahşilere âdî boncukları
pek yüksek kıymetle satan serseri ve kurnaz tacirler gibi, yabancı beldelerin
yabancı fikirlerini tercüme etmekle iştihar edenler; ikinci safta, yan yana dizdikleri parlak, kurletolukelimelere de bir meçhul ve gam ettirmek sihirbazlığına aşina terkipçiler ve nihayet taklitçiler ve…”(Haşim Nahit, 1914/16: 99-101)
Nihayet sanatkârımız da, “Mütarekenin kâbus gibi çöktüğü yıllar” ile
ilgili izlenim ve duygularını, en yoğun ve etkileyici biçimiyle, dizelere aktarmaktan geri kalmamıştır.Bu amaçla, “esaretten kurtulmak isteyen delirmiş
bir insanın heyecan ve infiali”ni yansıtan manzum şekildeki “Deliren Esir”
(Haşim Nahit, 1920/1) tiyatrosunu kaleme alır. Türkmen şairleri arasında
ilk kaleme alınmış manzum piyes olma(Terzibaşı, 2007: 168) özelliğine sahip 22 sayfalık bu eser; Garp Cephesi kumandanı İsmet Paşa’nın emriyle,
zabitlere ve kıtalara dağıtılmışayrıca 1923’de Kadıköy Tiyatrosu’nda da Kızılay menfaatine oynanmıştır. Osmanlı’nın kurtuluşunun ve eski şanlı günlere
dönmesinin ancak Türk milliyetçiliğiyle olabileceğini düşünen yazar; başta
Irak Türkmenleri olmak üzere, “Dünya Türklüğünün (Turan) ülküsü etrafında toplanması fikri”niDeliren Esir’de kaleme alır.
127
Delirmiş bir esirin diliyle bütün heyecan ve infialini yansıtmak gayesiyle oyunun merkezine bizzat kendini koyan şair; ilk bölümde, Deliren Esir’in
ağzından, vatanın içinde bulunduğu felaketli durumun tesiriyle oluşan
duygularını ortaya koyar:
“Şu esaret beni bir derde saldı:
Vücudum bir deri bir kemik kaldı.
Talihsiz başımdan eksilmiş hilâl,
Mabetleri sarmış acı bir melal.
Yıkılmak isteniyor bu memleketle bu din:
Katliama öç dendi, yangınlara şehrayin;
Şefkate susamışken, içimizi sardı kin;
Ezelden hür doğmuşuz, esir olmak bize şin”(Haşim Nahit, 1920/1: 3 / 5 / 7)
Piyesin ikinci bölümünde Deliren Esir, “Anadolu, Rumeli, Irak, Kafkas”
gibi sembolik kahramanlara tek tek seslenmek suretiyle, içinde bulunulan
tabloyu gözler önüne serer:
“Sessiz, boynu bükük, bağrı kan dolu,
Mazlum anneciğim, ey Anadolu,
Matem örtüsüyle sana geldi bak:
O, ahu bakışlı evlâdın Irak!
Söyle, dinmedi mi, güzel Rumeli
Sinenden fışkıran kızıl kan seli?
İşte annen burada, sarışın Kafkas
O dertli başını, gel, göğsüne bas
Şimdi ağlayınız: Ana, oğul, kız...
Allah’ım, bırakma beni vatansız!” (Haşim Nahit, 1920/1: 10-11)”
Ardından, bu halin oluşmasının sebebi saydığı Garp illerine, çok ağır bir
üslupla seslenir:
“(Şey)e tapan ey Garp, ey eski bunak:
Yüzünü boyamış (Yunanlı) kaltak;
Medeniyetiyle öğünen beşer,
Bütün yaptıkların dalâletle şer:
Zulme tedip dedin, imhaya temdin;
Hep sade menfaat oldu sence din.” (Haşim Nahit, 1920/1: 11-12)”
128
Vatanı için doğranan gençlerden mürekkep ordunun hali, yüreklerdeki
yangını daha da artırmaktadır:
“Her gün, sarılmakta bin genç kefene
Saçlarını yolar, binlercesi anne.
Ak saçlı anneler, şirin tazeler,
Hançerle doğranmış al cenazeler,
Yerden fışkırıyor bütün havaya.
Semadan yağıyor bir kan dolusı,
Alevden rüzgârın uluyor sesi,
Kanlarda yüzüyor şişkin cesetler,
Göklere çarpıyor kemikten setler.”(Haşim Nahit, 1920/1: 20)
Bu korkunç manzara karşısında bir yandan vatanın elden gidecek
olmasının hüsranını yaşayan şair; öbür yandan da, yorgun düşen bedeniyle,
dua edecektir:
“Baktıkça, ey vatan, senin al bayrağına:
Ağlayan gözlerim döner kan çanağına.
Dünya haram olsun bana, çünkü sensizim,
Ağla, gözüm ağla, çünkü ben vatansızım.
Lâkin ölme, ey tarihin kanlı gölgesi,
Bil ki sensin, hailenin en mukaddesi!
Allah’ım, bırakma beni vatansız!” (Haşim Nahit, 1920/1: 22)
Nahit Erbil’in, daha sonraki yıllarda Latin harfleriyle bastırdığı bir
kitabında tekrar yayımlanan ve bazı kelimeleri tashih edilen manzume;“bu
felaketin ancak millî bir irade (kızıl elma) etrafında toplanmakla bertaraf
edileceği” düşüncesiyle nihayete erdirilir:
“Denizin bitmez suyu,
Türkün tükenmez soyu,
Deniz bitse. Türk olur:
Kan, ateşten bir yağmur.
Haydi, Kızıl Elmaya,
Haydi, Kızıl Elmaya!” (Haşim Nahit, 1920/1: 22)
129
Şairimiz; bu manzum piyesle aynı dönemde kaleme aldığı diğer
şiirlerinde de, benzer duygularını dizelere dökmüştür. Erbil; öncelikle,
vatanında yaşanan felaketleri, gurbette kalmış bir esirin diliyle terennüm
etmeye çalışır:
“-Genç yolcular!.. Alın armağanımı,
Söyleyin vatana son figanımı.
Söyleyin, serhadler buradan uzak mı?
Vatan ufukları kızıl mı ak mı?
Ağlaşıyorlar mı yine anneler;
Yasla mı geçiyor orda seneler?”(Haşim Nahit, 1920/2: 16)
Bu karamsar tabloya rağmen umudunu kaybetmeyen şair; bütün
sıkıntıların, ancak adına “irade” denen mukaddes bir ihtirasla aşılacağına
inanmaktadır:
“Sana ermek henüz bir ümit iken
Saçımın her teli oldu bir diken;
Ey benliğim; artık bu sırra inan:
İradeyle gelir insanlara can!” (Haşim Nahit, 1920/3: 8)
Şaire göre esaret, bir ideal uğruna olacaksa, sıkıntıların bir değeri olur:
“Ben bir gün dalmışken gam deryasına,
Emel’siz ömrümün bitmez yasına.
Yavaş yavaş gelip tuttun kolumdan:
‘Gel dedin yaraşmaz sana bu zindan!’
Avare gönlümü nasıl da kendim
Bir yeni zindana, bak sürükledim.
Ateşten bir gömlek gibi bana sar,
Ey sevgisinde bin mihnet olan yâr!” (Haşim Nahit, 1920/4: 5)
Anadolu’nun kurtuluş mücadelesine bizzat katılmak istediğini açıkça
ilan eden Erbil; “Mehmet Emin’in, yurdu için boynuna kefen takmayan
şehirliyi ‘alçak’ tabiriyle nitelendirdiğini” hatırlatırcasına bir üslupla, böylesi
bir varoluş mücadelesinden kaçmanın büyük “zillet” olacağını haykırırken,
vatan toprağında ölmek arzusunu da yineler:
“Ey dağ başında gezen genç adam!..
Al, götür beni de o dağ başına,
Süreyim yüzümü yalçın taşına;
Orda ben: taş yerim, kan içerim;
Lâkin nerde atım, nerde hançerim?
Ey dağ başında gezinen genç adam,
130
Kalbine dokunsun hıçkıran sadam!
Benle atım: yalnız, gece ve gündüz,
Her taraf sade kum, her taraf dümdüz;
Hiç görmeyiz: ne su, ne ot, ne ağaç
İkimiz düşeriz: yorgun, susuz, aç...
Gel, al götür beni işte oraya,
Lanet olsun şehre, lanet saraya.
O zaman, ufuktan silinir her renk.
Kâinatın nabzı alır bir ahenk:
Ortalıkta her şey kalb olur kuma,
Ben de, oh, dalarım o son uykuma” (Haşim Nahit, 1920/5: 26/29)
Erbil; bir heykel şeklinde somutladığı ruhuna seslenerek, bireysel
duygulardan sıyrılıp vatanın bir parçası olmakla ancak varlığının bir anlam
ifade edebileceğini vurgular:
“Ben istiyorum ki ‘Âlem’ olayım,
Sade tabiatla hemdem olayım:
Gözyaşım aksın coşkun pınara,
Nefesim katılsın deli rüzgâra,
Yıldızlı geceler gözüme insin,
Güneşin ışığı gönlüme sinsin…
Ey medd ü cezrini sezdiğim umman,
Ahengini alsın nabzımdaki kan!..”(Haşim Nahit, 1922/6: 7)
Tüm acılarının kaynağını Anadolu’nun “hal-i pür-melali”yle açıklayan
Haşim Nahit, bu toprakların ayrılmaz bir parçası olduğunu ısrarla belirtir:
“Esir düştük bir günde: ah sen de ben de,
Sen zincire bağlandın ben de kemende
Aramızda uçurum var, ateşten set var,
Boynumuzda zincir var kopmaz kement var
İkimizin de derdi bak işte birdir,
Bizi boğmak isteyen aynı zincirdir.” (Haşim Nahit, 1920/6: 30)
131
Neticede, Kurtuluş Savaşının devam ettiği yıllarda (1920-1922) bu
şiirleri kaleme alan şair; Anadolu’nun yaşadığı on bir yıllık katliam acılarını
düşününce, dış tehlikelere karşı millî birliği sağlama yolunda elde edilen Sakarya zaferine bile sevinememiştir:
“Dokunma gönlüme gönlüm kırıktır,
Benim gülmem bile bir hıçkırıktır!” (Haşim Nahit, 1921/3: 5)
Sonuç
Avrupalı devletler arası çıkar savaşları sonucunda patlak veren, çeşitli
etki ve etkenlerle yayılan Birinci Dünya Savaşı; maddî açıdan gelişip terakki
eden insanlığı maddî-manevî yıkımlara uğratmış ve dünya coğrafyasını kana
bulayarak onlarca yıl geriye götürmüştür. Sonuçları itibariyle yeni paylaşım
savaşlarına sebebiyet veren yirminci asır felaketler zincirinin bu ilk ve
önemli halkası; öncesi ve sonrasındaki sosyal, siyasî, kültürel, ekonomik...
alanlardaki etkileriyle büyük değişimler meydana getirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, 2.200 yıllık tarihinin en büyük
kayıplarına uğramıştır. Türkiye’nin hiçbir zaman istila görmemiş en değerli
toprakları, Anadolu’nun içlerine kadar tahrip edilmiş, Türk ekonomisi
büyük yıkıma uğramış, asrın başlarında 50-100 bin nüfusa sahip sahip Anadolu şehirlerinde nüfus yarıdan fazla azalmıştır.
Yaşadığı devrin olaylarına kayıtsız kalmayan ve çalışmalarıyla devrinin olaylarını hem günündeki hem de geleceğe dönük tepkileriyle kritiğe
tabi tutan Haşim Nahit de; Anadolu topraklarını uzun yıllar yangın yerine
çeviren savaş dönemlerini, yukarıda örneklerine yer verdiğimiz“şiir, hikâye,
deneme, manzum hikâye, fıkra, makale, anı…” gibi türlerle ve sıcağı sıcağına
kaleme almıştır.
Sonuçları itibariyle insanlık tarihinin semalarını kara bulutlarla kaplayan ve insanlık tarihine utanç sayfaları ekleyen savaşlar zincirinin
geniş kapsamlı ilk örneği olan Birinci Dünya Savaşı;genelden özele ve kendi şartları içerisinde ele alınırken, bünyesinde yeni savaş veya savaşları
doğuracak negatif enerjiyi barındırdığına dikkat çekilmiştir. Tanığı olduğu
veya üzerinde çalıştığı her hadiseye ait tespitlerini korkusuzca söylemekten çekinmeyen Haşim Nahit’in de eserlerinde belirttiği bu negatif enerji;
Avrupalı güçlerin doymak bilmeyen hırslarıyla, çok geçmeden yeniden ortaya çıkarak dünyayı kana bulayacak ve sömürgecilik özelinde çıkar kavgaları
dünyayı şekillendirmeye, daha doğrusu dünyanın dengesini bozmaya devam
edecektir.
132
Kaynakça
Erbil, Haşim Nahit (1940), “Millî Mücadele”, Yeni Adam, N: 300, s.6
Erbil, Haşim Nahit (1942), Ziya Gökalp’ın ölümünün 18. yıldönümü, Türk Yurdu, C. 26 S:5-6, s.173-176
Erbil, Haşim Nahit (1945), “Ankara Cinayetinin Psikoloji Cephesi”, Vakit, S:
10005, s. 2
Erbil, Haşim Nahit (1953), “Irak’tan Neler İsteyebiliriz”, HerGün, N:1976, s.2 / 4,
Ergin, Veysel (2013), “Haşim Nahit Erbil’in Hayatı-Sanatı ve Fikirleri”, Yayınlanmamış
doktora tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü-Ankara
Haşim Nahit (1908/1), “Bağdat’ta İlan-ı Hürriyet ve Askerlerin İttihadı” Yeni
Gazete, N:9, s.3
Haşim Nahit (1908/2), “Dâhiliye Nazırı Vekili Hakkı Bey’e” Yeni Gazete, N:6, s.2
Haşim Nahit (1909/1), “Hilal”, Kardeş Sesi, N:3, s.19
Haşim Nahit (1909/2), “Osmanlı Zenginlerinde Hiss-i Namus”, Yeni Gazete,
N:479, s. 1-2
Haşim Nahit (1909/3), “Lynch Meselesi”, Yeni Gazete, N:450, s. 3
Haşim Nahit (1909/4), “Dicle ve FırattaSeyr-i Sefain”, Yeni Gazete, N: 439, s. 3-4
Haşim Nahit (1909/5), “Lynch Defteri-i Amalinden” Yeni Gazete, N: 441, s. 3
Haşim Nahit (1910/1), “Müşahedat: Asker Borusu”, Yeni Gazete, N:565, s. 3
Haşim Nahit (1910/2), “Çöl Hatıraları”Yeni Gazete, N:587, s. 3
Haşim Nahit (1910/3), “Hoca Hanımın Ninnisi”, Donanma, N: 104-54, s. 214-215
Haşim Nahit (1912/1),“Türk”,Tasvir-i Efkâr, N: 673, s. 4
Haşim Nahit (1912/2), “Kahraman Hatun”, Tasvir-i Efkâr, N: 678, s. 4
Haşim Nahit (1912/3), “Gönül”, Tanin, N:1481, s.4
Haşim Nahit (1912/4), “Hilal”, Tanin, N: 1475, s.4
Haşim Nahit (1912/5), “İtiraf”, Sebilürreşad, C. 2-9, N: 52-234, s. 433-434
Haşim Nahit (1913/1), “İslâmiyet ve Avrupa”, Tanin, N:1507, s. 3
Haşim Nahit (1913/2), “Hitâbe”, Tanin, N:1500, s. 3
Haşim Nahit (1913/3), “Vatansız”, N:1509, Tanin, N:1509, s. 3
Haşim Nahit (1914/1), “Şarkın Temeddününde Türkiye’nin Ehemmiyeti”, Servet-i Fünun, S: 1215, s.289-291
Haşim Nahit (1914/2), “Türkiye’de İstiklâl-i Millî”, Servet-i Fünun, S: 1217, s. 321-323
Haşim Nahit (1914/3), “Hakiki Teceddüt”, Donanma, N: 104-54, s. 851-853
Haşim Nahit (1914/4), “1912’deki İngiltere”, Servet-i Fünun, S: 1214, s. 373-374
Haşim Nahit (1914/5), “Millî Hikâye: Hâcir”, Servet-i Fünun, S: 1205, s. 134-135
Haşim Nahit (1914/6), İçtimaiyat mı Edebiyat mı, Servet-i Fünun, S: 1218, s. 340-342
Haşim Nahit (1914/7), “Avrupa Medeniyetinin İnhidamı”Servet-i Fünun, S: 1210,
s. 209-212
Haşim Nahit (1914/8), “Harbin Netaici”, Servet-i Fünun, S: 1211, s. 225-229
Haşim Nahit (1914/9), “Şark ile Garp”, Servet-i Fünun, S: 1222, s. 412-413
Haşim Nahit (1914/10), “Tarih Huzurunda Fransa-İngiltere”, Servet-i Fünun, S:
1212, s. 250
Haşim Nahit (1914/11), “İslamiyet’e Karşı Fransa-İngiltere” Servet-i Fünun, S:
1213, s. 260
Haşim Nahit (1914/12), “İttihat-ı İslam” Servet-i Fünun, S: 1223, s. 6-7
Haşim Nahit (1914/13), “Cihat Vesilesiyle” Servet-i Fünun, S: 1230, s. 122-123
Haşim Nahit (1914/14), “Asya ve Afrika’da Cihat”, Servet-i Fünun, S: 1224, s. 21-23
Haşim Nahit (1914/15), “Millî Müdafaa”, Servet-i Fünun, S: 1239, s. 259-260
Haşim Nahit (1914/16), “Musahabe-i Edebiye”, Servet-i Fünun, S: 1203, s. 99-101
133
Haşim Nahit (1915/1), Türkiye İçin Necat ve İtilâ Yolları, Şems Matbaasıİstanbul,
Haşim Nahit (1915/2), “Muharebenin Bir Senesi”, Donanma, N: 120-66, s.1054
Haşim Nahit (1915/3), “Mehmet Çavuş”, Servet-i Fünun, S: 1242, s.314-315
Haşim Nahit (1915/4), “Yaralılar ve Hanımlarımız”, Servet-i Fünun, S: 1263,
s.227-229
Haşim Nahit (1915/5), “Kahramanlık Devri”, Servet-i Fünun, S: 1251, s. 38
Haşim Nahit (1918), “Anne Mektupları”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara
Haşim Nahit (1920/1), “Deliren Esir (Manzum piyes)” İstanbul, 22 sayfa
Haşim Nahit (1920/2), “Gurbetteki Esir”, Ümit, N:14, s. 16,
Haşim Nahit (1920/3), “Mukaddes İhtiras”, Ümit, N:10, 23 Eylül 1336 s. 8
Haşim Nahit (1920/4), “İdeal”, Ümit, N:13, s. 5
Haşim Nahit (1920/5), “Millî Gurur”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara
Haşim Nahit (1920/6), “Vatan’la Ben”, Kara Gün Yazıları (1940)-Ankara
Haşim Nahit (1921/1), “Mukaddes Müdafaa”, İkdam, N: 8825, s.4
Haşim Nahit (1921/2), “Ümit Bize Nereden Geliyor”, İkdam, N: 8821, s.4
Haşim Nahit (1921/3), “Akşam”, Yarın, S: 6, s.5
Haşim Nahit (1922/1), “Irak’ın Tabii Servetleri”, İkdam, N: 9248, s. 3
Haşim Nahit (1922/2), “Türk Birliği”, İkdam, N: 8958, s. 4
Haşim Nahit (1922/3), “Harbin umdeleri”, İkdam, N:8984, s.3
Haşim Nahit (1922/4), “Kâzım’ın Rüyası”, İkdam, N: 8929, s. 4-5
Haşim Nahit (1922/5), “Edirne’den Geçerken Neler Gördüm”, İkdam, N: 9214, s.2
Haşim Nahit (1922/6), “Ben ve Benliğim”, Yarın, S: 14, s. 7,
Haşim Nahit (1925), “Faysal Niçin Avrupa’ya Gidiyor” Hâkimiyet-i Milliye,
N:1496, s.2
Hocaoğlu, Baran (2008), “İkinci Meşrutiyet Dönemi(1908–1913)Siyasal
Yaşamında İktidar ve Muhalefet İlişkileri”, Dokuz Eylül Üniversitesi-Yüksek Lisans
Tezi, İzmir (İmzasız) (1916), “Harp Edebiyatı”, Tanin, S: 2755, s. 1
Küçük, Cevdet (1992), “Balkan Savaşı”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 5, İstanbul: 23-25
Terzibaşı, Ata (2007), “Erbil Şairleri: Haşim Nahit Erbil”, Kerkük Vakfıİstanbul, s:165-183
Uğraş( 2008), Nilüfer, “Osmanlı Basınında (İkdam, Sabah, Tanin, Tercüman-ı
Hakikat) Balkan Savaşları Sırasında Osmanlı Devleti’nde Yaşanan Siyasal
Gelişmeler”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara
134
Özet
Harpler, insanlık ritminin bozulduğu anlardır. Milletlerin oluşumunu
derinden etkileyen bu ortak acılar, o milletin toplumsal hafızasının
canlı kalması için, devrin tanığı kültür adamlarının kalemiyle nesilden
nesileaktarılır.Harp edebiyatını oluşturan bumetinler, aynısıkıntıların
tekrar yaşanmaması adına önemli ikaz levhalarıdır.
Altı asırlık Osmanlı Devleti’nin tasfiyesiyle sonuçlanan Birinci Dünya
Savaşı; devrin büyük ülkelerine ve diğer kıtalardaki sömürgelere de yayılması
nedeniyle “Büyük Savaş” olarak adlandırılmıştır.Dünya coğrafyasını böylesine geniş ölçekte etkileyen bu büyük felaketi; sadece cephe faaliyetleri ya da
sayısal değerlerle izaha çalışmak, eksik ve yüzeysel bir değerlendirme olur.
Zira savaşın asıl unsuru olan “insan” gerçeği, savaşın toplumsal boyutlarıyla
ortaya konulması sonucu daha iyi ifade edilecektir.
Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’nın canlı tanığı
aydınlarımızın sıcağı sıcağına kaleme aldığı muhtelif türdeki eserlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bu eserlere yansıyan acıların tazeliği, insanlığın
yaşadığı felaketin canlı birer vesikası olacaktır.
Iraklı bir Türkmen aydını olan Haşim Nahit Erbil de;büyük
imparatorlukların yıkılıp sömürgeciliğin hızlanmasına yol açan dört (191418) yıllıkbu felaketin acılarını bizzat yaşamış ve eserleriyle de kayıt altına
almıştır. Ancak, edebiyat tarihimizde adı sıkça geçen diğer sanatkârlarımızın
aksine, hemismi hem de eserleri, tarihin tozlu rafları arasında unutulmuştur.
Birinci Dünya Savaşı öncesi, Balkanlar faciasınınhatta memleketi
Irak’ta başlayan İngiliz zulmünün acılarını da yüreğinde duyan ve gazete
sütunlarında tüm dünyaya duyuran Nahit Erbil;“şiir, hikâye, deneme, manzum hikâye, fıkra, makale…” gibi türlerdeki yazılarıyla, büyük bir felaketin
adım adım gelişini adeta haykırmıştır.
Bu çalışma; belgelere yansımayan “Büyük Savaş”ın acı yüzüne,
kısmen de olsa, ayna tutmayı amaçlamaktadır. Haşim Nahit’in dönem
havasını yansıtan eserlerinden hareketle, benzer muhtevalı eserlerle
mukayeseleryapılarak,savaş gerçeğinin topluma akisleri vurgulanacaktır.
Böylece küllenmeye yüz tutan bir felaketin sıcaklığı, vicdanlara duyurulmaya çalışılacaktır
Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Haşim Nahit Erbil, Büyük
Savaş
135
Sarıkamış Harekâtı’nın İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz
Hüzün İsimli Romanına Yansıması
Yunus YILDIRIM*
Türk milleti, tarihin çok eski dönemlerinden bugüne kadar sürekli savaşlarla içli dışlı olmuş bir millettir. Yaptığı savaşlara bakacak olursak tarihin seyrini değiştirmiş, dünya tarihine yön vermiş birçok savaşı görebiliriz.
Doğrudan katıldığı savaşlarla birlikte dolaylı olarak katıldığı savaşlar da
mevcuttur. Hele bazı savaşlar da vardır ki milletin hafızasında halen canlılığını korumakta ve isimleriyle büyük çağrışımlar uyandırmaktadır:93 Harbi,
Balkan, Çanakkale, Sarıkamışve daha genelinde Birinci Dünya Savaşı gibi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti birden çok cephede savaşmış ve
ağır yenilgiler almıştır. Çok büyük toprak parçaları kaybedilmesinin yanında
moral olarak da hem devlet hem de millet büyük bir yıkım yaşamıştır. Birden
çok cephede savaşılmış olmasına rağmen, Çanakkale ve Sarıkamış cepheleri
diğer cephelere nazaran daha ön planda olmuştur.Bunun elbette birçok sebebi
olabilir; ama herhalde en önemli sebebi savaşta verilen büyük kayıplardır.1
Tarihî bilgi ve belgeler, sanat eserlerine önemli bir boyut kazandırmaktadır. Tarih araştırmacıları, geçmişi değişik yönleriyle ve farklı bakış
açılarıyla incelerler. Sanat eseri olarak vücut bulan edebî metinler geçmişte
yaşanmış olay ve durumlardan malzeme almak sûretiyle yararlanır. Geçmişi ifade etme tarzı, kurmaca metinlerin önemli konularından biridir. Tarihî
bilgi ve belgeleri aktaran kaynaklarla birlikteroman gibi kurmaca ürünler
vasıtasıyla geçmiş zamanda yaşananlar yeniden anlam kazanarak günümüze aktarılır. Türler içerisinde özellikle realist roman sırtını gerçeğe dayamıştır. Ancak her anlatma yeni bir kurgulama olduğuna göre romanda yer
alan gerçekçilik yazarın kültürü, dünya görüşü, psikolojisi ve birikimlerinin
gölgesinde yeniden şekillenir. Tarihî roman ise sırtını tarih malzemesine dayamıştır. Onun gerçeği, tarihî gerçekçiliktir. Tarihçi ile tarihî roman yazarı
tamamen farklıdır. Tarihçi, belgelere bağlı kalırken roman yazarı tarihi yorumlayarak yeniden canlandırır ve birtakım boşlukları da hayal dünyasının
yardımıyla yeniden doldurur (Argunşah, 2002: 440).
Türk Dili Okutmanı, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
Gerek Sarıkamış’ta gerekse Çanakkale’de verilen kayıplarla ilgili birçok farklı görüş vardır. Fahri
Belen’in XX. yy’da Osmanlı Devleti eserinde “Rus genel karargâhı Türk Ordusu’nun 90.000 kişi kaybettiğini, IX. Kolordu’nun esir edildiğini bütün dünyaya yaymıştı. Sarıkamış Muharebesi’nde Rus ordusu
30.000 Türk ordusu da 50.000 kişi kaybetti. Rus kaynaklarına göre Türk kayıpları 90.000 kişidir. Dağlarda karlar kalktıktan sonra 25.000 cesedin gömüldüğünü yazarlar.” (1973: 227). Birinci Dünya Savaşı
Ansiklopedisinde ise verilen kaybın 60.000 olduğu belirtilmiştir. (1976: 335)
*
1
137
Okuyucuların romandan bekledikleri genellikle tarihî gerçeklerle
örtüşmesidir. Fakat romanın asıl işlevinin bu olduğu söylenebilir mi? Romancı, elbette gerçek bir olaydan yola çıkar.Araştırmacılar gerçekçilik ve
kurmaca ögelerine farklı şekilde yaklaşmışlardır. Romanda gerçekçiliği sağlamanın en temel iki yolundan birisi hayatın gerçeklerine benzer ve yakın
olanı anlatmak, diğeri de gerçeğe yakını verirken gerçekçiliği sağlayacak anlatım yöntemlerini kullanmak olduğunu söylenebilir(Çıkla, 2002: 111-122).
Elbette roman yazarından bir tarihçi gibi davranması beklenemez. Şerif
Aktaş tarihçiyi fotoğrafçıya benzetirken romancıyı da yaptığı işi bakımından
ressama benzeterek aradaki farklılığı somutlaştırmıştır (Aktaş, 1991: 17).
Romancı, romanına kendi rengini kendi yorumunu katarak yeni bir dünya kurmayı amaçlarken tarihçi, gerçekleri birebir aktarmaya çalışır. Milan
Kunderaise,romanın gerçekliği değil varoluşu incelediğini ve varoluşun da
insan olanaklarının alanı olduğunu belirtir. Böylelikle roman yazarı insanın
yer aldığı tüm alanlarını değerlendirmektedir (Kundera,1987: 53).
Tarihî olaylar, roman ve hikâyelere yansırken kurmacanın büyülü
dünyasında yeniden ele alınır ve yeniden şekillenir.Son yıllarda Osmanlı
dönemini, Sarıkamış Harekâtı’nı ve Çanakkale’yi konu edinen birçok tarihî
roman yazılmıştır. Hatırı sayılır bir sayıda satış rakamı yakalayan bu romanlardan biri de İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün2 adlı romanıdır.İlk
baskısı 2006’da yapılan roman, bugün 31. baskıya ulaşarak adından çokça
söz ettirmiştir.
İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanı Sarıkamış Harekâtı’nı
çekirdek vakada işleyen romanlardandır. Dolayısıyla romanın hâkim temasını Sarıkamış Harbi oluşturur. Yazar kitabı yazma amacını şöyle açıklamaktadır: “ Kitabın amacı, tarihimizdeki bu hazin harekâtın nasıl gerçekleştiğini
anlatmak, askerimizin hem tabiatla hem de Ruslarla olan mücadelesini gözler
önüne sermek ve Sarıkamış şehitlerimizin hatırlanmasını sağlamaktır ”(Bilgin, 2012: 7).
Tarihî gerçeklerden yola çıkan yazar, nihayetinde kurmaca bir eser
oluşturduğunuromanınönsözünde şöyle ifade eder: “Romanda, harekâtı planlayan komutanlar, harekâtın gelişmesi ele alınmamış, bu konunun
tarihçilerin görevi olduğu düşünülmüştür. Harekâtın kendisi ve bu harekâtta yaşananlar ile yaşanması muhtemel olaylar bir kurgu dâhilinde
romanlaştırılmıştır”(Bilgin, 2012: 7).
Yazar cephede yaşanan gerçek olaylardan yola çıkarak kurguladığı eserinde, savaşı kronolojik bir biçimde ele almaktadır. Bu yönüyle roman, Sarıkamış Harekâtı’nın tarihî boyutunu askerî kaideler çerçevesinde inceleyen
2
Bilgin, İsmail, Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Timaş Yayınları, 25. Baskı, İstanbul, 2012.
138
bir araştırma görünümü kazanır. Romanda yer verilen Sarıkamış hakkında
yazılmış hâtırât, inceleme ya da resmî kaynaklardan yapılan alıntılar bu durumun bir göstergesidir. Romana eklenen bu belgeler sayesinde romanın
kurgusu farklı bir boyut kazansa da romanın gerçekliğine katkıda bulunduğu söylenebilir.
Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanın tamamı cephede geçmektedir. Romanda olaylar oldukça sürükleyici bir biçimde ele alınmış,karakterler canlı
ve sıcak bir anlatımla aksettirilmiştir.Yazar olayları yalnızca anlatmakla kalmamış, tarihin tahlilini ve yorumunu da yapmıştır diyebiliriz.
Romanın olay örgüsü Haydarpaşa Limanı’nda Kafkas Cephesi’ne vapurla asker sevkiyatının yapılmasıyla başlar vetrajik olarak Sibirya treninde
bir grup Türk askerinin büyük bir hayâl kırıklığı içinde Rus’laraesir düşmesiylede son bulur. Romanın genelinde gerilim ve aksiyon sahnelerinin ön
planda olduğunu görmekteyiz. Roman gerek kurgu bakımından gerekse kişi
ve mekân tasvirleri bakımından oldukça başarılıdır. Ayrıca yazar romandaki
kişi sayısını sınırlı tutarak ve yoğun tasvirlerden uzak durarak olay akışının
dağılmasını önlemiştir.
İstanbul’da asker sevkiyatıyla başlayan yolculuk ve bu yolculuk boyunca yaşanan olaylar romanın genel temasını oluşturur. Bu yolculuk esnasından birçok detay öne çıkmaktadır. I.Dünya Savaşı’nın başlamasından önce
Balkanlar’da savaşan Osmanlı, bu savaşın kaybedilmesiyle büyük bir hezimet yaşamıştır. Halkın morali oldukça bozulmuş, zaten yorgun ve bezgin
olan halk henüz kendine gelmeden yeni bir savaşın içinde bulmuştur kendisini. Asker arasında tecrübeli olanların ruh hâli anlatıcı tarafından şöyle
aktarılır: “Cepheye gidinceye dek tatlı bir tembelliğin ve uyuşukluğun yaşanacağını tecrübeli erler iyi biliyorlardı ama onlarda da belirgin bir yorgunluk
seziliyordu. Daha önce Balkan Harbi’ne katılan erler şimdi de bir başka harbe gitmenin yılgınlığını yaşamadan edemiyorlardı. Onlar İstanbul’daki tatlı
söylevlere, acemi erleri heyecana getirici ateşli konuşmalara hemen kapılmıyorlardı” (Bilgin, 2012: 14).Savaşın soğuk ve acımasız yüzünü görmüş olan
tecrübeli askerler yeni bir savaşa doğru sürüklenirken nelerle karşılaşacaklarını az çok tahmin ediyorlardı.
Romanda Öne Çıkan Olay ve Durumlar
A. Sarıkamış Harekâtı Öncesinde Balkanlar
Roman, Faik Çavuş adlı bir askerin gözünden anlatılır. Faik Çavuş,
önce Balkanlar’da savaşmış tecrübeli bir askerdir. Orada hem askerin hem
de Müslüman halkın yaşamış olduğu sıkıntılar Faik Çavuş merkezindeanlatılır.Balkanlarda yaşanan büyük acı İstanbul’da da devam etmiştir. Askerler
ve muhacirler, büyük bir hayal kırıklığının yanında yorgunluk, açlık ve has139
talıklarla İstanbul’a geri dönmüştür. Balkan Savaşları sonrasında İstanbul’a
getirilen askerlerhastaneye dönüştürülen camilerde tedavi edilmeye çalışılmıştır. Tifüs gibi salgın hastalıklar hem muhacirlerde hem de askerlerde
büyük kayıplara sebebiyet vermiştir(Bilgin, 2012: 19-20).
Romanda anlatılan bu acı durum Halûk Harun Duman’ınBalkanlara
Veda adlı araştırmasında da ele alınmıştır. Yazar, İstanbul’da toplanan askerlerin çoğunun hastaneye dönüştürülen camilerin, okulların veya imarethanelerin sağlıksız şartları içinde tedavi edilmeye çalışıldığını ve yeterli
imkânın bulunmadığı bu yerlerde tedavi edilemeyen hastaların çoğunun
hayatlarını kaybettiğini belirtir (Duman, 2005: 312). Hem askerlerin hem de
halkın bu durumda yeni bir savaşa yeterince hazır olduğunu söylemek pek
mümkün değildir.
Balkanlarda Türk askerin yaşadığı sıkıntılar romanda Faik Çavuş adlı
askerin gözünden anlatılır. Böylelikle yazar Sarıkamış temasından kopmayarak savaşın öncesi hakkında da bilgiler aktarır. Balkan Savaşları sırasında yaşanan bu trajik olaylar günlüklerde de karşımıza çıkmaktadır. Balkan
Savaşı’ndayer almış olan Alman Binbaşı Hochwaechter’in günlüğünde yaşanan olaylar trajik olarak ele alınmaktadır. Yeterli miktarda gıda maddesi
bulunamamış, bulunanların ise zamanında cepheye sevk edilemeyişi yüzünden askerler açlıkla karşı karşıya kalmıştır. Yetersiz beslenme kısa zamanda
yerini salgın hastalıklara bırakırken sıhhiye teşkilâtının düzensizliği ve ilaç
yokluğu yaralı askerlerin göz göre göre ölüme terk edilmesine yol açmıştır.
Kolera ve tifüs gibi birçok hastalık ortaya çıkmıştır. Koleradan ölenler için
metrelerce uzayan kireç kuyuları açılmış ve bazen yanlışlıkla ölmemiş hastalar da bu kuyulara atılmıştır (çev: Fahri Çeliker, Hochwaechter, 1979: 51).3
Balkanlardan büyük bir moral çöküntüsü içinde dönen Türk askeri Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle değişik cephelere yönlendirilmiştir. İlk olarak Kafkas Cephesi’ne doğru yola çıkan askerler en temel ihtiyaç
malzemelerinden yoksun olarak yola çıkar.
Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’da giriştikleri savaş üç kademeli olarak
gelişecektir. Birinci adım, 93 Harbi ile kaybedilen toprakların geri alınması,
ikinci adım Kafkas halkını en çok Müslümanları Rus esaretinden kurtarmak
ve üçüncü adım ise Hazar Denizi dolaylarında Orta Asya’da yaşayan Türklerle temasa geçerek Pan Turancılık akımını gerçekleştirmektir (Karal, 1947).
B. Savaş Hazırlıkları
1914 senesinin Ağustos ayında Osmanlı Devleti’nde genel seferberlik ilan
Bulaşıcı hastalıklar Balkan Savaşı’nın bir felakete dönüşmesinde büyük ölçüde etkili olmuştur. Alman
subayı Hochwaechter’in savaş günlüğünde yaşanan bu hastalıklar ve tedavi şekilleri geniş bir şekilde
anlatılmıştır.
3
140
edilmiş, Rusların doğu sınırlarını ihlal etmeleriyle bu seferberlik hâli olağanüstü hâle dönüşmüştür. O dönemin başkumandan vekili Enver Paşa’nın emriyle yukarıda bahsi geçen sebeplerlesavaş hazırlıklarına başlanmıştır.
Ülkenin birçok yerinden doğuya askerler sevk edilir. Romanda da
göreceğimiz bu sevk yerlerinden biri de Haydarpaşa Limanı’dır. Sirkeci
İstasyonu’nda toplanan askerler Şirket-i Hayriye vapurları ile Haydarpaşa
Limanı’na taşınır. Savaş hazırlığının tam olarak yapılmamış olması askerleri
yolcu etmeye gelen halkın da gözünden kaçmamıştır. Soğuk havaya rağmen
limana gelen sivil halktan bazıları üzgün, çaresiz bir hâlde askerlere bakar,
gözleri, en çok potinleri delinen, kaputu olmayan, zayıf ve çelimsiz erlere
takılır(Bilgin, 2012, 13).Haydarpaşa’dan MithatpaşaVapuru’yla Trabzon’a
gönderilecek olan askerlerinhiçbiri nereye götürüleceklerini kesin olarak
bilmezken kimi Çanakkale’ye kimi ise Ruslarla savaşmak için Erzurum’a gideceğini düşünür.
İstanbul’dan Trabzon’a deniz yoluyla gelen askerler buradan da
Erzurum’a doğru yürüyerek devam ederler. Zaten bundan sonra yolculuk hep
yayan bir şekilde devam edecektir.Birçok eksiklikle yola çıkan askerlere içerisinde gıda maddesi ve askerî teçhizat getirecek olan vapurlar4Karadeniz’de
hâkimiyeti ele geçiren Rus donanması tarafından batırılır. Böylece harekâtı
gerçekleştirecek olan Üçüncü Ordu, ihtiyaç duyacağı tüm donanımlardan yoksun kalır.Trabzon’danErzincan’a yaklaşan askerlerin yol boyunca ihtiyaç duydukları ne varsa bir sonraki durağa ertelenir. Varacakları ilk yer Erzincan’dır.
Burası askerlerin toplanma yerlerinden biridir. Burada tüm eksiklerin giderileceği askerlere söylenir.Fakat Erzincan’a ulaştıklarında askerler büyük bir
hayâl kırıklığı yaşarlar. Çünkü buradaki erlerin de üstünde kaput yoktur, çoğunun ayağında da çarık vardır. Bazıları hâlâ mahalli kıyafetle dolaşmaktadır.
Yol boyunca hayâlini kurdukları sıcak yemeğin, yatağın ve kalın giyeceklerin
kendilerine verilemeyeceğini anlayan erler gece, üzerlerine alacakları bir battaniye bile bulamazlar. Ayrıca asker arasında ‘başıbozuklar’ diye adlandırılan,
kırk yamalı bohça gibi rengârenk giysiler içinde eğitim yapan erler, savaş için
yeteri kadar hazırlık yapılmadığın bir göstergesidir.
Balkan Savaşı’ndan yeni çıkmış olan ordunun birçok ihtiyacı vardır ve
maalesef bunlar giderilememiştir. Giderilemeyen bu eksikliklerin için daha
önce5 olduğu gibi yine halka müracaat edilmiştir. Erzurum’da konaklayan 9.
Kolordunun süvari tümeninin çok sayıda ata ihtiyacı vardır. Halk her zaman
olduğu gibi yine orduya yardım etmeye çalışmış elde avuçta ne varsa vermişKafkas Cephesindeki Üçüncü Ordu’ya elbise ve ayakkabı gibi kışlık giysi, buğday ve bakla gibi gıda
maddeleri ve cephane gibi askeri malzeme götürmek için yola çıkan üç sivil yük gemisi Bezm-i Alem,
Bahr-i Ahmer ve Mithatpaşa Rus donanmasına ait savaş gemileri tarafından batırılır.
4
5
1877-1878 Savaşı (93 Harbi).
141
tir.Ticaret yollarının kapanmasıve savaşın çıkmasıyla elinde bir şey kalmayan Erzurum halkının kendi işinde kullandığı, yük taşıdığı, yolculuk yaptığı
atları da elinden alınmaktadır (Bilgin, 2012: 52-54). Burada dikkatimizden
kaçmayan bir diğer husus Erzurum halkının tüm sıkıntılarına rağmen yine
fedakârlıktan kaçınmamasıdır.
Savaş hazırlığının tam yapılmaması, mevsim şartlarının ve coğrafi
şartların olumsuz yönlerinin hesaba katılmaması savaşın da seyrini değiştirmiştir. Binlerce asker düşmana bir kurşun bile atmadan şehit olmuştur.
Soğuktan kurtulup Sarıkamış’a gelen birçok asker ise sayı bakımından üstün
olan Rus kuvvetlerine esir düşmüştür. Esir düşen askerlerin ilk durak yeri
Sarıkamış’taki Rus karargâhıdır. O dönemde esir düşen Türk subaylarından
biri olan Tahsin İybar,günlerce soğuk, açlık ve düşmanla boğuşan Türk subay
ve askerlerin perişan vaziyetini gören Rus tümen komutanın şaşkınlığını hâtıralarında şöyle anlatır: “...93’den beri ordunuz terakki etmiş. Almanlar’dan
hayli şeyler öğrenmişsiniz. Fakat Sarıkamış üzerine yaptığınız bu hareketi bir
türlü anlayamadım.Kaleboğazı’ndan, Allahüekber Dağı’ndan bu mevsimde
aşmanıza hayret ettim.Bahusus ki ordunuzun kış teçhizatı da noksan. Böyle
bir manevranın saikinedir?Aklım ermedi... Biz Mayıs’ta Tiflis’ten Sarıkamış’a
gelsek kürkümüzü, yüneldivenlerimizi almadan yola çıkmayız. 30-35 sene evvel buralar sizindi. Aralıkayında bu dağların nasıl bir soğuk yaptığını bilen
tecrübeli bir general ordunuzda yokmuydu?” (İybar, 1950: 25-26).Roman boyunca yaşanan en büyük sıkıntı belki de mevsim şartlarına göre yeterince
hazırlık yapılmamış olmasıdır.
C. Savaş ve Askerin Yaşadığı Zorluklar
Romanın büyük bölümünde 3. Ordu bünyesindeki birliklerin Sarıkamış yolunda yaşadıkları güçlükler anlatılır. Mevsimin ve coğrafyanın ağır
şartları askeri olumsuz etkilemektedir. Askerler Trabzon’dan Erzurum’a
oradan da Sarıkamış’a gitmek üzere çıkarlar. Sıfırın altında 25 derece soğukta karlara bata çıka günlerce yürüyen askerlerin durumu romanda sürekli
dile getirilmiş, böylelikle mevsimin ve coğrafyanın olumsuz şartları okuyucunun nazarında canlı tutulmaya çalışılmıştır. Böyle soğuk bir havada günler boyunca yürüyüş yapan askerler cepheye neredeyse yazlık denebilecekkıyafetlerle gelmiştir. Tabiatın çetin şartlarına açlık da eklenince askerlerin
uzun yolculuğu oldukça müşkül bir hâl almıştır.
Harekât için yeterli hazırlık yapılamaması birçok sıkıntıyı beraberinde
getirmiş hatta verilen on binlerce kaybın asıl nedeni olmuştur. Romanda da
gözlemlediğimiz üzere az sayıda askerin kaputu ve potini vardır. Ayağında
çarıkla kar ve çamur üzerinde güçlükle yürüyen askerler zaman zaman yere
düşerler, elbiseleri iyice ıslanır ve daha fazla üşürler. Hâlbuki Rus askeri kış
142
mevsimi için gerekli kaput, bot ve yiyecek hazırlığını tam yapmıştır. Kıyafet
ve açlık probleminin yanında salgın hastalıklar da işin tuzu biberi olmuş, askerin korkulu rüyası tifüs salgını birçok cana mal olmuştur.
Askerlerden bazıları açlık ve soğuğun etkisiyle takatten kesilir, yolun
kenarına düşer. Düşen bu askerlerden çoğu bir daha kalkamamakta ve donarak ölmektedir. Yol kenarlarındaki donmuş asker cesetleri, Mehmetçiğin
moralini bozmakta ve dayanma gücünü azaltmaktadır. Bu askerlerden biri
olan Yakup, bu zorlu yolculuk esnasında tüm bu olumsuz şartlar yüzünden
gözlerini kaybeder. İyice psikolojisi bozulan Yakup, kör olmayı kabullenemez ve içine düştüğü bu çıkmazdan kurtulmak için kendisini uçurumdan
aşağı atar (Bilgin, 2012: s. 165-172).
Romanın bir başka bölümünde yine bir asker soğuk ve açlıktan dolayı
gücü kalmayınca yüzükoyun yere düşer.Yanına gelen subay askere bağırarak
kalkmasını emreder. Kalkacak dermanı bulamayan asker aç olduğunu artık
dayanamayacağını söyler. Subay biraz daha dayanmasını bir süre sonra herkese bol miktarda yiyecek dağıtılacağını söylese de asker buna inanmaz ve
karlar üstünde son nefesini verir(Bilgin, 2012: 254-255). Soğuk ve açlık askerler için düşmandan tehlikeli bir hâl almıştır.
Askerin açlıkla imtihanı romanın yine başka bir yerinde karşımıza
çıkmaktadır. Ragıp Paşa komutasında bulunan 11. Kolordu, Hasankale’nin
güneyindeRuslar’ı oyalamakla görevlidir. Günlerce süren çatışmalar neticesinde askerin yiyeceği neredeyse tükenmiştir. Ragıp Paşa zaten yarı çıplak
savaşan erlerin karınlarının doyurulmadığı takdirde başarının da mümkün
olmadığını söyler ve bunun üzerine Erzurum Valisi Tahsin Bey’e telgraf çeker. Telgrafında Ruslarla çarpışmakta olan ordunun yiyeceğinin tükenmek
üzere olduğunu bundan dolayı acele yiyecek gönderilmesini ister. Erzurum
Valisi Tahsin Bey hem nasıl yiyecek bulacağını hem de kapalı yollardan orduya nasıl yiyecek taşınacağını düşünürken Ragıp Paşa ikinci bir telgraf
çekerek durumun vahametini bildirir: “Acele ama çok acele yiyecek yetiştirin”. Askerlere tekrar yiyecek temin edebilmek için yine bölge halkına başvurulur. Kendi yiyeceği dışında elde avuçta bir şeyi kalmayan halk kendine
ayırdığı yiyecekleri de sırtlanarak valiliğe getirir (Bilgin, 2012: 71). Erzurum
halkının gerek 93 Harbi denilen Osmanlı-Rus Savaşı gerekse Sarıkamış Harekâtı için yapmış olduğu fedakârlığın henüz edebî ürünlerde hak ettiği ilgiyi
gördüğünü söylememiz pek mümkün değildir.
Günlerdir karlar üstünde kaputsuzve botsuz yürümek zorunda kalan
erler açlığın da etkisiyle iyice yıpranmış olarak Oltu’ya girerler. Sarıkamış’a
yürüyen tümenlerin buluşma noktası Oltu’dur. Burada Rusların kurduğu
büyük iaşe depoları vardır. Şehre giren erler önce komutanlarının emirlerine uyarak bu iaşe depolarına dokunmazlar. Fakat kendilerine yemek ve143
rilmesi geciken askerler kalabalık grupların da gelmesiyle bu iaşe depolarını
yağmalar. Komutanlar bu yağma olayına engel olmaya çalışsa da başarılı
olamazlar(Bilgin, 2012: 210).
Soğuk ve açlıkla mücadele eden erlerin yapmış oldukları yağmalar sadece Oltu’da karşımıza çıkmaz. Romanın dışında tarihî belgelerde de bu
yağma olayını görmekteyiz. İhtiyat Süvarisi Kolordusu Komutanı Mehmet
Fazıl Paşa’nın 3.Ordu komutanına yazdığı raporda askerlerin yağma edecek
bir şey bulamayınca kendi bölük ve alay subaylarının eşyalarını çaldıklarını
bildirir. Bu yağma olayından korunmak için düzenli orduya ait elli asker istemesi tarihi kayıtlarda yer almaktadır (Müderrisoğlu,2007: 43). Çaresiz kalan askerlerin en temel ihtiyaçlarının bile karşılanmaması maalesef yağma
gibi istenmeyen bazı olayların gerçekleşmesine neden olmuştur.
Sarıkamış denilince şüphesiz Türk halkının aklına Allahuekber
Dağları’nda donan askerler gelmektedir. Hafız Hakkı Bey komutasında 10.
Kolordu’nun 30. ve 31. Tümenleri Allahuekber Dağları’nı aşmak için 20 bin
kişiyle yola çıkar. Fakat dağları aşıp Beyköy ve Başköy’e gelebilenlerin sayısı
3200’dür. Geride kalan askerler donarak ölmüşlerdir. (Sönmez, Yıldız, 2007:
228).Askerlerin çoğu paltosuz, yırtık çoraplarla savaşmaya çalışmışve gece
siperlerde açıkta yatmak zorunda kalmışlardır. Rus kuvvetlerinde ise gereken hazırlık tamdır. Sarıkamış cephesinde yer almış olanTuğgeneral Ziya
Yergök,hatıralarındaRus askerlerin tepeden topuklarına kadar uzanan kaputları, sıcak tutan içlikleri ve ayaklarında da deri veya keçeden çizmeleri olduğunu aktarmıştır (Yergök, 2007: 33).Hâtıralarda yer alan bu bilgiler aynı
iklim koşullarında farklı iki devletin savaş için yapmış oldukları hazırlığın
karşılaştırılması adına önemlidir.
Soğuktan korunmak isteyen askerler değişik yollara başvurmuşlardır.
Kimi zaman atların yemliklerini başlarına takmış kimi zaman ayaklarının
donmaması için ağaçlara çıkmışlardır. 32. Tümenin erleri de gecelemek zorunda kaldıkları bir yerde Ruslara görünmemek için ateş yakmaları yasaklanmışve donmamak için ağaçlara çıkmışlardır. Sabah olduğunda acı tablo
ortaya çıkmaktadır. Dallara çıkan askerin birçoğu donarak ölmüştür (Bilgin,
2012: 244-248).Romanda yer alan bu durum çaresiz kalan askerlerin yaşamış olduğu bu büyük trajediyi gözler önüne sermektedir. -25 derece soğukta
sabahlamak kolay değildi ve dahası ateş yakmak da yasaktı. Donmamak için
sürekli hareket etmek gerekiyordu. Gün ışıyıp da subaylar dağınık halde geceleyen askerleri toplamaya çıkınca tüyler ürperten bir durumla karşılaşırlar. Büyük çamların alçak dallarında kimi oturmuş vaziyette kimi de ayakta
duran askerler komutanlarının çağrılarına icabet etmemekteydiler. Kimi
ağaçlarda donarak şehit olmuş kimi de ağaçlardan donarak düşüp ağaç diplerinde şehit olmuşlardı (Taşyürek, 2006: 276). Sarıkamış Harekâtı ile ilgili
144
çalışmalar yapan Muzaffer Taşyürek de yaşanan bu dramı dikkatlere sunarak Türk askerinin soğuğa karşı verdiği mücadeleyi ele almıştır.
Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanında askerlerde donma olayının nasıl
gerçekleştiği çarpıcı bir biçimde anlatılır. Soğuktan ölen askerlerde donma
eylemi önce çarık içindeki ayaklarda hissedilen ince bir sızı ile başlar. Bu sızı,
ayak parmaklarına, oradan ayak bileklerine kadar ulaşınca hissizliğe dönüşür ve asker yürüyemez bir hâle gelir. Kalkmak için çırpınır ama nafile. Yere
düşen askerler önce üşüme, titreme ve bir müddet sonra tatlı bir ılıklık hisseder. Ayak bileklerinden bacaklarına doğru yayılan bu uyuşukluk hâli tatlı bir uykuya dönüşür. Damarlarındaki kan kristalize olup buz hâline gelen
asker son nefesini hiç acı çekmeden verir (Bilgin, 2012: 240-241). Böylelikle
Sarıkamış Harekâtı son nefesini donarak veren on binlerce askeriyle dünya
tarihinde eşine az rastlanan bir savaş olarak tarihe geçmektedir.
Sonuç
Dünya tarihinin en trajik olaylarından biri Anadolu topraklarında gerçekleşmiştir. Altı yüzyıllık bir devlet yıkılırken birileri içeride ve dışarıda
hesapları yeniden yapma derdinde, kartları yeniden dağıtma uğraşındayken Türk milleti için on bir yıllık (1911-1912 Trablusgarp, 1912-1913 Balkan,
1914-1918 Birinci Dünya ve 1918-1922 Kurtuluş) bir savaş dönemi başlamıştır. Anılan dönemde, açlıkla, yoklukla ve türlü sıkıntılarla mücadele ederek
ayakta kalmayı başaran bu millet sonunda bağımsızlığını korumayı bilmiştir. Bunun için maddi-manevi büyük bedel ödemek zorunda kalsa da gerek
cephede çarpışan askeriyle gerekse cephe gerisindeki halkıyla destansı bir
mücadele örneği sergilemekten geri durmamıştır. Özellikle Birinci Dünya
Savaşı’nda aynı anda birden fazla cephede savaşmak zorunda kalmış ve sonuçta yüz binlerce insanını kaybetmiştir. Bu cephelerin içerisinde herhalde
en dikkat çekici olan Kafkas Cephesi’dir. Yaşanan hezimetin nedenleri ve sonuçları bir yana bizi ilgilendiren bu cephede yaşananların edebî ürünlerde
hak ettiği değeri henüz bulamamış olmasıdır.
Sarıkamış-Beyaz Hüzün romanında yazar, tarihî gerçeklerden yola çıkarak askerlerin ve halkın yaşamış olduğu bu trajik olayı kurgulamıştır. Romanın başında askerleri uğurlamaya gelen halkın,
Şehitsen secdeler yüce ruhuna der
Yer Allahüekber, gök Allahüekber
şeklinde söylediği marştaki ‘Allahüekber’ lafzı binlerce askerin Allahuekber Dağları’nda donarak ölmesine açık bir göndermedir. Sarıkamış
Harekâtı için çok şey söylemek mümkündür: Savaş için yanlış bir politika
yürütülmesi, savaş hazırlığının eksikliği, salgın hastalıklar ve dondurucu
soğuk gibi birçok etken on binlerce askerin savaşamadan ölmesine neden
145
olmuştur. Henüz hak ettiği değeri bulamamış olsa da gün geçtikçe yapılan
çalışmalar ümit vericidir. Bu noktada romanın yazarı İsmail Bilgin’in kitaba
dair söylediklerine katılmamak mümkün değil: “Sarıkamış bir yenilgi. Hezimet düzeyinde… Çok yürek burkan sahneler yaşanmış. Bunları kitabımda anlattım. Ama saçlarımı beyazlatan kitap oldu Sarıkamış-Beyaz Hüzün… Yenilgi de olsa; bir kırık ümide tutunarak, her türlü imkânsızlık içinde Sarıkamış’a
yürüyenleri, çarpışanları, donan askerlerimizin hatırasını yaşatmalıyız diye
düşünüyordum. Onlar birer kahraman… Sadece düşmana karşı değil, soğuğa,
dağlara bile meydan okuyan kahramanlar…”(Bilgin, 2014).
146
Kaynakça
1. AKTAŞ, Şerif, Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş, Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 1991.
2. ARGUNŞAH, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman (Türk Tarihiyle İlgili), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi, 1990.
3. BELEN, Fahri, 20. Yüzyılda Osmanlı Devleti, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1973.
4. BİLGİN, İsmail, Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Timaş Yayınları, 25. Baskı, İstanbul, 2012.
5. ÇIKLA, Selçuk, “Romanda Kurmaca ve Gerçeklik”, Hece Türk Romanı Özel
Sayısı, S. 65/66/67, Temmuz 2002.
6. DUMAN, Hâluk Harun, Balkanlara Veda, Duyap Yayınları, İstanbul, 2005.
7. HOCHWAECHTER,G.Von, Türklerle Cephede,çev: Fahri Çeliker, Askeri Tarih Bülteni Eki, no: 8, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979.
8. İYBAR, Tahsin, Sibirya’dan Serendib’e, Ulus Basımevi, Ankara, 1950.
9. KARAL, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, c.5, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
10. KÖROĞLU, Erol,Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı (1914-1918),Propagandadan Millî Kimlik İnşâsına, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2004.
11. KUNDERA, Milan, Roman Sanatı, çev. İsmail Yerguz, Afa Yayınları, 4. Baskı,
İstanbul, 1987.
12. MÜDERRİSOĞLU, Alptekin, Sarıkamış Dramı, Denizbank Kültür Sanat ve
Yayıncılık,2. Baskı, İstanbul, 2007.
13. SARIKOÇ,Hüseyin, “İsmail Bilgin İle Tarihe Yolculuk”, http://www.sanatalemi.net/kose_yazi.asp?ID=6978 (Erişim tarihi: 15.10.2014).
14. TAŞYÜREK, Muzaffer, Bir Hüznün Tarihi Sarıkamış, Yitik Hazine Yayınları, İstanbul, 2006.
15. YERGÖK, Ziya, Sarıkamış’tan Esarete, (Haz.: Sami Önal), Remzi Kitapevi, 8.
Baskı, İstanbul, 2007.
Özet
Balkan Savaşı’ndan henüz çıkan Osmanlı Devleti hem yorgun hem de
hazırlıksız olarak kendini I. Dünya Savaşı’nın içinde bulmuştur. Aynı anda
birçok cephede savaşmak zorunda kalan devlet birçok kayıp vermiştir. Bu
cephelerde birçok trajik olay yaşanmıştır fakat herhalde hafızalardan uzun
süre silinmeyecekler Sarıkamış Harekâtı esnasında gerçekleşmiştir. Türk
askeri çok büyük kayıplar vermiş ama bu kayıpların çoğunu düşmana karşı değil soğuğa karşı vermiştir. Yeterince savaş hazırlığının yapılmaması ve
olumsuz iklim koşulları on binlerce askerin donarak ölmesine sebep olmuştur. Bu hazin olayın edebiyatımızda da yer bulmaması mümkün değildir. Son
dönemde Sarıkamış Harekâtı’nı çeşitli açılardan ele alan kitaplar yayımlansa da bunlar savaşın ihtiva ettiği mânâ itibariyle yeterli değildir. İsmail Bilgin’in Sarıkamış-Beyaz Hüzün isimli romanı, Kafkas Cephesi’ nde yaşanan bu trajediyi geniş bir bakış açısı ile ele almıştır. Roman,
kurmaca olmasına rağmen askerin psikolojisini etkili bir şekilde yansıtması
147
yönünden yayınlanan eserler içinde öne çıkmaktadır. Aynı zamanda yazar
tarihî belgelerden de yararlanarak romanın gerçeklik boyutuna katkı sağlamıştır. Bu çalışmada Sarıkamış-Beyaz Hüzün isimli romanda İstanbul’dan
Kafkas Cephesi’ne gönderilen askerlerin hem düşmanla hem de tabiat şartlarıyla yaşamış olduğu zorluklar ve bu zorlukların kurmaca dünyasına nasıl
aktarıldığı ele alınmıştır.
Anahtar Sözcükler: Sarıkamış-Beyaz Hüzün, Sarıkamış Harekâtı, İsmail Bilgin, Birinci Dünya Savaşı.
148
SAVAŞ SIRASINDA
OSMANLI TOPLUMU VE
KURUMLARI
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devletinde Dini Kurumlar ve Hizmetleri
Ayşe YANARDAĞ*
Giriş
Osmanlı Devleti’nde dini kurumlar Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren
devlet teşkilatı içerisinde bir otoriteye bağlanmıştır.Daha önce meşhur müftüler için şeref unvanı olarak kullanılan Şeyhülislam ilmiye sınıfının başkanına verilmiş ve fetva ve kaza işleri ayrılmıştır. Şeyhülislam unvanı sadece
İstanbul müftüsüne verilmiş, diğer İslam coğrafyalarında ulaşamadığı bir
dini ve siyasi nüfuz kazanmıştır.1Divan üyesi olmamakla beraber, gerektiğinde görüşleri alınan, manevi nüfuza sahip ve teşrifat üstü olan Şeyhülislamlar ilmiye sınıfının başkanı olarak sadece dini meseleler hakkında sorulan sorulara fetva ile cevap vermişlerdir.216.yüzyıldan sonra özel konularda
fetva verme işini Fetva Eminlerine bırakan3Şeyhülislamlara 1826’ya kadar
daire tahsis edilmemiş,kendi konaklarında halkın içinde yaşamaları onların
nüfuzunu arttırmıştır.4
19. yüzyılda bozulan devlet kurumlarında, dolayısıyla ilmiye teşkilatında da ıslahatlar yapılmıştır. Daha önce yeniçeri ağalarına verilen Ağa Kapısı
Şeyhülislamlık dairesi olarak tahsis edilmiştir. İlmiye sınıfının nüfuzunu
kırmak ve kontrol altına almak isteyen II.Mahmut Şeyhülislamlık makamını Nazırlık/Bakanlık haline dönüştürmüştür. Şeyhülislamın görev süresi hükümetin ömrü ile sınırlanmıştır.5 Ayrıca Bektaşi tarikatı kaldırılmış
ve zengin gelirli vakıflara sahip olan tarikatlar Şeyhülislamlığa bağlanarak
teftiş edilmiştir.6 1866’da Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayıh, tarikatları düzenlemek, medrese-tekke ayrılığını ortadan kaldırmak amacıyla kuYrd. Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi, [email protected].
J.H. Kramer, “Şeyh-ül-İslam”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, MEB, Eskişehir, 1997, s 486-488.
Yılmaz Yurtseven, “Osmanlı Klasik Döneminde İdeoloji, Din ve Siyasi Meşruiyet Üzerine Kısa Bir
Değerlendirme”,Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, CXI, Sayı 1-2, 2007, s 1255-1280.
*
1
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s
499.Kramer, a.g.m. s 486. Bu konuda daha geniş bilgi için bakınız. Ekrem Kaydu, “Osmanlı Devleti’nde
Şeyhülislamlık Müessesesinin Ortaya Çıkışı”, Atatürk Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Dergisi,
Sayı 2, Ankara, 1977, s 201-210.Talip Ayar, “Osmanlı Devlet Teşkilatında Fetva Eminlerinin Görevleri”,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 38, Erzurum 2012, s 403-421. İsmail HakkıUzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998, s 201.
2
3
Ayar, a.g.m. s 403-421. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiyye…s 201.
Ekrem Sarıkçıoğlu, “Osmanlı Devleti’nde Dini İdare Şeyhülislamlık”, Tartışılan Değerler Açısından
Türkiye Sempozyumu (17-18 Haziran 1995), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1996, s 151-156.
4
5
Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996,s 303.
Osman Sacid Arı, Meclis-i Meşayıh Arşivine Göre 1296-1307 (1879-1890) Yılları Arasında Osmanlı
Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s 93-165.
6
151
rulmuş, Birinci Dünya Savaşı yıllarında son şeklini almıştır.7II. Meşrutiyet
döneminde İttihat ve Terakki,Meclis-i Meşayıh aracılığıyla tekkelere kendilerine yakın isimleri atamışlardır.8 Ayrıca tarikatlar çeşitli basın-yayın faaliyetlerinde bulunarak gittikçe daha siyasallaşmışlardır.
19.yüzyılda nazırlık haline getirilen Şeyhülislamlık makamına bağlı taşra
müftüleri ile ilgili düzenlemeler yapılmıştır. Müftüler bu dönemde oluşturulan nezaret meclislerinin hepsinde yer almışlardır. Bir nevi meclislerde alınan
kararların onay mekanizması olarak ıslahatlara ulemanın desteği sağlanmak
istenmiştir. Meclislerde müftülerin varlığı alınan kararların şer’i onaydan geçişi bürokrasiyi hızlandırarak Şeyhülislam’ın işlerinin azaltmıştır. Merkezi otoriteyi sağlamaya yönelik olarak yapılan ıslahatlar, müftülerin 19.yüzyılda idari
yapı içerisindeki yerlerini netleştirmiştir.9 Bozulan ilmiye sınıfının rüşvet gibi
yolsuzluklarını engellemek için “Tarik-i İlmiyyeye Dair Ceza Kanunnamesi”
çıkarılmıştır.10 Ancak düzenlemeler müftülerle ilgili bu tür şikâyetleri ortadan
kaldırmamıştır.111873 ve 1889 tarihli düzenlemelerle vilayet ve kaza müftüleri
Kadı naibi olarak atanmışlar ve adli işlerden sorumlu olma süreci başlamıştır.12
İslam’ın Sünni mezhebini, Şii mezhebine karşı savunmak üzere ortaya
çıkan medreseler bu özelliklerini Osmanlı Devleti’nde devam ettirmişlerdir.
Dini ağırlıklı eğitim veren medreselerde verilen eğitim 19.yüzyılda sorgulanmaya başlanmış, ancak medreselerin ıslahı teşebbüs edilmişse de mümkün
olmamış, yeni okullar kurularak medreselerin etkisi kırılmaya çalışılmıştır.
Yeni açılan mektepler medrese etkisinde olmakla birlikte, nispeten akla dayalı eğitim vermişlerdir. Bu durum kültürel ikilik yaratmış, mektep-medrese
çekişmesine neden olmuştur. Medreseler din eğitiminin verildiği yerler olarak kalmışlardır.13
Ülkedeki bütün tarikatlar, müftüler ve diğer ilmiye sınıfı üyeleri,
cami(mescit) ve medreseler kaldırılana kadar Şeyhülislamlık makamına
bağlı kalmıştır. Osmanlı Devleti yöneticileri Avrupa’nın artan gücü karşısında kurumlarını sorgulamaya başlamış, yetersizliğini kabul etmiş ve ısla7
Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul, 2003, s 211
Ünver Günay, A.Vehbi Ecer, Toplumsal Değişme Tasavvuf, Tarikatlar ve Türkiye, Erciyes Üniversitesi
Yayınları, Kayseri, 1999, s 211
8
Esra Yakut, “II.Meşrutiyet Dönemi’nde Müftülerle İlgili Gerçekleştirilen Düzenlemeler”, Sosyal Bilimler Dergisi 2003-2004, s 34-54
9
Erdoğan Keleş, Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858), s
260 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/35/313.pdf
10
Kemal Daşçıoğlu, “Osmanlı Döneminde Rüşvet ve Sahtekârlık Suçları ve Bunlara Verilen Cezalar Üzerine
Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 59, s 121 http://www.sayistay.gov.tr/dergi/icerik/der59m5.pdf
11
12
Yakut, a.g.m, s 39
Mehmet Koçer,Şule Egüz, ‘’Türk Eğitim Tarihinde Sekülerizm”,TurkishStudies- International PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic Volume 9/5 Spring 2014,
p. 1447-1457, ANKARA-TURKEY
13
152
hatlar yapmıştır. Dini kurumlara gelince bunların sorgulanması Avrupa’da
Katolik Kilisesinin sorgulandığı ve mezhep savaşlarıyla sonuçlandığı şekilde gerçekleşmemiştir.
Başlangıçtan beri siyasi ve dini tartışmalara14 konu olan Halifelik makamı Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden sonra Osmanlı Devleti’ne geçtiği15 genel bir kabul haline gelmiştir.16Sünni Hilafet anlayışına sahip olan Osmanlı Devleti’nde Hilafet, padişahın otoritesini kutsallaştırıp pekiştirmiştir.17 Padişahın otoritesinin kutsallaşması, devleti İslam dininin kurallarına
göre yönettiği sürece geçerli olup aksi takdirde Halife olsa dahi Şeyhülislam
fetvasıyla tahttan indirilebilmiş ve öldürülebilmişlerdir.18
Padişahın hâkimiyetini ve emretme yetkisini kutsallaştıran Halifelik, saltanat ile birlikte olarak padişahın şahsında temsil edilmiştir. Yine
de Halifelik Hıristiyanlıktaki ruhbanlık anlayışını ve sınıfını meydana getirmemiştir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda Kırım Müslümanlarının dinen Osmanlı sultanlarına bağlı olduğu vurgusu Halifelik için dönüm
noktası olmuştur. Sultanın siyasi ve dini yetkilerinin ayrılması olarak değerlendirilmiştir.19 İç ve dış siyasette dikkat çekmeye başlayan kuruma20
II.Abdülhamit’in İslamcılık politikası ilgiyi yoğunlaştırmıştır. Devletin zayıflaması ve dağılma dönemine girmiş olması nedeniyle devleti kurtaracak
bir politika olarak ele alınmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na giden süreçte devletlerarası rekabetin artmasına paralel olarak Osmanlı topraklarında çatışan çıkarlara sahip devletler
özellikle İngiltere ve Almanya’nın Halifelik kurumundan beklentileri ve
ele alışları farklı olmuştur. Osmanlı Devleti’nin müttefiki Almanya, halifelik kurumunu İngiliz ve müttefiklerinin sömürgelerindeki Müslümanları
ayaklandıracak ve savaşı kendi lehlerine çevirecek bir araç olarak kullanmak
istemişlerdir. İngiltere 18.yüzyılın sonunda kurumun önemini fark etmiş ve
Hindistan’da Müslümanların isyanlarında, Orta Asya’da artan Rus nüfuzuna karşı Osmanlı Halifesinden yardım istemiştir.21Türkistan, Afganistan ve
14
T.W. Arnold, “Halife”, İslam Ansiklopedisi Cilt 5/1, Milli Eğitim Bakanlığı, Eskişehir, 1997, 148-155
15
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 2, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s 292.
Bu konuda görüşler için bakınız: Ş.TufanBuzpınar, “Osmanlı Hilafeti Meselesi: Bir Literatür Değerlendirmesi”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2, Sayı I, 2004, s 113-131.
16
17
Yurtseven, a.g.m., s 1264.
Hande Seher Demir,“Klasik Dönem Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkilerinin Laiklik, Sekülerizm,
Teokrasi ve Din Devleti Sistemleri Kapsamında İncelenmesi”, Ankara Barosu Dergisi, Sayı 3, 2013, s
271-281.
18
Namık Sinan Turan, “Osmanlı Hilafeti’nin 19. Yüzyılda Zorlu Sınavı: II.Meşrutiyet’e Giden Süreçte ve
Sonrasında Makamı Hilafet”, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No 38, (Mart 2008), s 285. 281-322
19
20
Buzpınar, a.g.m., s 122.
Azmi Özcan, “İngiltere’de Hilafet Tartışmaları, (1873-1909)”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı 2,
1998, s 49-71.
21
153
Hindistan’daki Müslümanların Osmanlı ile dinsel ilişkilerini dikkatle takip eden İngiltere ve basını ile ilgili haberler, Osmanlı Devleti’nin elçilikleri
tarafından hükümete bildirilmiştir.22Osmanlı Devleti bu bölgedeki Müslümanlarla kültürel ilişkiler kurmaya, hac gibi dini ibadetlerinde kolaylık sağlamaya çalışmıştır.23
İngiltere ise Almanya’nın daha güçlü bir düşman olarak belirmesi üzerine, bu kez İslam tarihindeki Halife tartışmalarını gündeme getirmiştir.
Buna göre Araplara ait olan ancak Osmanlı’ya geçen Halifelik makamının
Araplar üzerindeki nüfuzu engellemek amacıyla İngiltere 19. yüzyılda çalışmalara başlamıştır.24
Bir başka kavram ve kurum olan ve İslam tarihinin başlangıcında manevi bir mücadele anlamında kullanılan cihat kavramı tarihi koşulların etkisiyle din uğruna yapılan maddi cihat, yani silahla savaş anlamı eklenmiştir. İlmiye sınıfının yaptığı çalışmalar manevi cihat olup, içtihat kapısının
kapanmasıyla gelişimisona ermiş, maddi cihat gelişmeye devam etmiştir25.
Silahla yapılan kutsal savaş anlamındaki cihat sayesinde, Osmanoğulları
topraklarını genişletmişlerdir.26
Birinci Dünya Savaşı’nda Dini Kurumlar
1. Hilafet, Cihad-ı Ekber (Kutsal Savaş)Fetvası
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na girdiği zamanİslam dininde
kurumsallaşmış olan başta hilafet vefetva olmak üzere dini müesseseleri
ciddi şekilde harekete geçirmiştir. İslamcılık politikasının bir parçası olarak savaşa girerken halifenin yayınladığı Cihad-ı Ekber fetvasından beklentisi yüksek olmuştur.27 Fetvayla bu savaşın dinsel/kutsal bir savaş olduğu
gerekçeleriyle açıklanmak suretiyle dünya üzerindeki bütün Müslümanlar
savaşa çağrılmıştır. Özellikle İngiltere ve müttefiklerinin sömürgesi olan
Müslüman memleketlerinin Osmanlı ve müttefiklerinin yanında savaşa
katılmasını sağlamaya çalışmışlardır. Bu ülkelerdeki Müslümanların İnBOA, Y.PRK. HR, 1/16, Belgelerle Osmanlı-Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2005, s 79-81
22
BOA, Y.PRK. AZJ 50/33, 51/70, BOA, MV, 146/28,BOA, Sicill-i Ahval Defteri, s 15-16,Belgelerle
Osmanlı-Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü
Yayınları, Ankara, 2005, s 104-118
23
24
Özcan, a.g.m, s49
25
Halim Sabit Şibay, “Cihad”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, Eskişehir, MEB, 1997, s 164-171
Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s 78-80,
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15.-17. Yüzyıllar), Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul, 1997, s 153
26
Cihadın haklılığını anlatan askeri piyes sahnelenmiştir. Bakınız. İsmet Üzen, Hanifi Aslan, “Halife
Ordusu Mısır ve Kafkasya’da Adlı Askeri Piyesteki İslamcı Unsurlar”,Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 28, 2010, s 177-191
27
154
giltere ve müttefiklerine dini hislerle isyan etmeleri beklenmiştir. Bu beklenti o kadar yüksek olmuştur ki Türk-Alman ittifak antlaşması 2 Ağustos
1914’te imza edilmesinin hemen ardından dinsel isyanlar çıkarabilmek için
hazırlıklar Almanya ile birlikte yapılmıştır. Bu amaçla İran, Afganistan ve
Hindistan’da Rauf Bey komutanlığında bir müfreze hazırlanarak 15 Eylül 1914’te yola çıkarılmıştır. Sivil kimliklerle gizlice hazırlanan Rauf Bey
müfrezesi dinsel propagandalar yapacaklardı. Almanların da bulunduğu
müfrezede bu subaylar kendi devlet çıkarlarına uygun olarak Türklerin
etkinliğini kırmak istemiş, İslam toplumlarını kendi nüfuzlarına almaya
çalışmışlardır.28Savaş yıllarında devletin istihbarat teşkilatı Müslüman
coğrafyalarında uygulamaya çalıştığı İslam birliği faaliyetleri29istihbarat
sıkıntılarına rağmen devam etmiştir.30Almanlar ise bahsedildiği üzere Halifelik kurumundan ve din olgusundan yararlanmak isterken bunu Türklerin çıkarlarını korumak amacıyla yapmamışlardır. Kontrolün kendilerinde
olmasını isteyen Almanlar Türkleri ve dolayısıyla Halifeliği yardımcı bir
unsur olarak kullanmak istemişlerdir.
18. yüzyıldan beriHilafet Kurumu ile ilgilenen İngiltere’nin ve diğer
devletlerin Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce ve savaş sırasında bu tür
çalışmalara hız verdiği Osmanlı basınından takip edilebilmektedir.31Hilafet
ve saltanat ayrılığına dolayısıyla din ve devlet ayrılığına dair yazılar İngiliz
basınında yer alınca Osmanlı basınında, özellikle Sebilürreşat’ta genişçe
ele alınmış ve karşı çıkılmıştır. Din ile devletin birbirinden ayrılamayacağı
savunulmuştur. Bu tartışmalar dinsel olup bildiride bu kavramları tartışmak amaçlanmamış, ancak şuna dikkat çekilmeye çalışılmıştır. Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde Avrupa çıkışlı da olsa, Türkler arasında din
ve devlet ayrılığı ile ilgili tartışmaların yer almış olmasıdır. Bu tartışmalar
ister istemez diğer dini kurumlara genişlemiştir. Ancak genişleyen tartışma
İslam dini açısından fetva, müftü, kadı gibi kurumların tarihi süreci, gerekliliği ve niteliklerine32 dair olmuştur.
Fransa19. Yüzyıldan itibaren ele geçirdiği Fas, Tunus gibi Afrika’daki
Müslüman sömürgelerini elinde tutmak için din unsurundan ve cihat kavramından faydalanmıştır. Osmanlı Halifesinin cihat çağrısını etkisiz kılmak
İsrafil Kurtcephe, Mustafa Balcıoğlu, “Birinci Dünya Savaşı Başlarında Romantik Bir Türk-Alman
Projesi: Rauf Bey Müfrezesi”, OTAM, 1992, Sayı 3, s 247-269.
28
Gönül Güneş, “Teşkilat-ı Mahsusa ve Birinci Dünya Savaşı Yıllarındaki Faaliyetleri”, Mart 2013, s 101130.
http://www.atam.gov.tr/wp-content/uploads/04-G%C3%B6n%C3%BCl-G%C3%BCnes.pdf
29
Mustafa Arıkan, “Harb-i Umûmi’de Osmanlı Devleti’nin İran Cephesi’nde Yaşadığı Bazı İstihbarat
Zaafları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1779/18786.pdf
30
31
Sebilürreşat 15,29 Teşrinievvel 1331, 6 Teşrinievvel 1332
32
Sebilürreşat 6 Teşrinievvel 1332
155
için sömürgelerindeki Müslüman ulemadan Osmanlı’ya karşı bir cihat fetvası almıştır.33
Aynı şekilde din unsurundan beklentisi yüksek olan Almanya da İslam
dini ile ilgili kurumları ciddi bir şekilde ele almış, Osmanlı basını Alman basınından sık sık alıntılar yapmıştır.Servet-i Fünun’da yer alan bir alıntıda
hicri seneye girildiğini, hak ve adalet için Osmanlı, Almanya ve AvusturyaMacaristan’ın ittifak yaptığını ve savaşa girdiğini yazmıştır. Devamı dikkat
çekici bulunduğu için kısaltarak aktarılmıştır:
“Gerçi mezheb, bizi Osmanlı dostlarımızdan ayırıyor ise de hüdâyıislamiye’nin “Hak” tesmiye eylediğini unutmuyoruz ve hukuk-ı ilahiye ise
her türlü mutalaat-ı beşeriyenin fevkindedir. Hak ve adalet için harb eden
Allah için emr-i ilahi için silaha sarılır. İşte bu rabıta bizi birleştiriyor. …sene-i hicriye muharrem ayı ile ibtidâ eder. Bugünden itibaren âlem-i İslam’da,
ba-husus memalik-i Şii’yedehafîd-i hazret-i peygamber imam Hüseyin (a.s)
ınYezid tarafından zalimane bir surette şehit edilmiş olması hasebiyle feryad
ve figanlar yükselecektir. Bu ay İraniler için İmam Hüseyin’in zalimane bir
haksızlığa kurban olması hasebiyle bir şehr-i ye’is ve matemdir. Bu sene mah-ı
muharrem cihad-ı ekber ilanı ile mütesadif oluyor. İstanbul ve Kerbela fetvaları her tarafta ve kulûb-ı islâmdain’ikasathâsıl ediyor. Bi-l-cümle memalik-i
İslâmiye’de yeni bir azim yeni bir ruzm(?) tevlid edecektir. İmam Hüseyin, bugün hak ve adl için harb eden Avrupalı milletler yanında ahz-ı intikama hazırlanan bir âlem-i esareti temsil ediyor. …matem-i muharremde Müslüman
müttefiklerimize daha samimi surette merbutuz.”34
Alman basını müttefiki Müslüman Osmanlı ile dinsel ayrılığa rağmen İslam dinin Tanrısının isminin “hak” olduğunu, kendilerinin de hak ve adalet
için silaha sarıldıklarını ifade ederek müttefikliğin fikri/ideolojik alt yapısını
oluşturmaya çalışmışlardır. İslam dini hakkında bilgi sahibi oldukları, Sünni
ve Şii ayrımını ve İslam tarihini bildikleri açıktır. Almanlar Şiiler için kutsal bir
ayda, mezhep bakımından ayrı olan Sünni halifeliğin cihat çağrısına Şii Müslümanların katılmasını istemişlerdir. Herhalde Alman basını iç politika açısından Hıristiyan Almanların kafasında oluşabilecek sorulara cevap vermişlerdir. İslami olduğu kadar evrensel kavramlar olan hak ve adalet kelimelerine
dikkat çekerek,uğrunda yapılan müttefikliğin meşru olduğuna dair propaganda yapmışlardır. Çünkü cihat bir din savaşı olduğu için Müslümanlar kadarHırıstiyan Almanlar arasındada soru işareti yaratabilirdi. Almanya iç politika
kadar dış politika açısından da tüm dünya Müslümanlarına özellikle İngiltere
ve müttefiklerinin sömürgelerindeki Müslüman kamuoyuna hitap etmiştir.
Ahmet Kavas, “Fransa’nın Kuzey ve Batı Afrika’da Uyguladığı İslam Siyaseti: Sultan Reşad’ın Yayınladığı
Cihat Çağrısının Reddi Meselesi”, Dini Araştırmalar Dergisi, Ocak-Nisan 2000, Sayı 6, s 23-50
33
34
Servet-i Fünun 13 Teşrinisani 1330
156
Nitekim Hariciye Nezareti fetvanın muhtelif lisanlarda yazılmış nüshalarından istemiştir. Fetvanın Arapça, Farsça, Urduca ve Tatarca nüshalarından elçiliklere gönderilmiş,35 ayrıca Şeyhülislamlık makamının yayın organı olan ve müftülüklere gönderilen Ceride-i İlmiyye’de yayınlanmıştır.36
Çeşitli dillere çevrilen cihat fetvasıyla Osmanlı hâkimiyeti altında olmayan
Müslümanların, savaşa Osmanlı ve müttefikleri tarafında girmesi çalışmaları yapılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin bir diğer müttefiki Avusturya-Macaristan’da da cihadın Müslümanların uyanışı olduğuna dair Viyana’da konferans verilerek37
din unsuru ön plana çıkartılmıştır.
Osmanlı Devleti Şeyhülislamlık dışında halka daha yakın olan tarikat
mensuplarından cihat fetvası almayı ihmal etmemiştir. Osmanlı topraklarındaki tarikatların Afganistan gibi ülkelerdeki mensuplarına yönelik çalışmalar
yapmıştır.38Tarikat mensubununcihada teşvik konusunda etkili olup olamayacağı araştırılmıştır.39Başlangıçta tarafsız olan İran’ın tarafsızlığına zarar vermeden İran aşiretleri üzerinde cihada katılma arzusu uyandırılmaya çalışılmıştır.40 Nitekim basın İran’ın resmi olarak tarafsız görünmek zorunda olduğunu
yazmıştır.41Şii ve Caferilerin savaşa katılması için İran vali, görevli ve aşiretleri
ile iyi ilişkiler kurulması Bağdat gibi sınır vilayetlere bildirilmiştir.42
Savaşın ilk aylarında basında cihat fetvasının Nasıriye Arapları43
Türkistan’da44 etkili olduğu haberleri çıkmıştır. Ülkenin askeri, dini kurumları yanındabasın kuruluşları da Kutsal Savaş için harekete geçirilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi ile ilgili 29 Teşrinievvel 1330 tarihli padişahın “Hal-i Harb İrade-i Seniyyesi” gazetelerde yayınlanmıştır. Bu
iradenin uygulanması hükümete ait olup altında hükümet üyelerinin imzası bulunmaktadır.İradeyle aynı içerikli ve tarihli ordu ve donanmaya
yönelikbeyannameyegöre,padişah, düvel-i muazzama tarafından haksızlıklara uğrayan devlet ve memleketin hukukunu icabında korumak için silahaltına almıştır. Rus donanmasının “talim ile meşgul olan donanmamızın
35
DH.EUM.6. Şb. Dosya 2 Gömlek 63
36
Ceride-i İlmiyye, Muharrem 1333
37
İkdam 25 Şubat 1915
38
DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 64
39
DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 68
40
DH.EUM. 2. Şb. Dosya 2 Gömlek 62
41
İkdam 15 Şubat 1915
DH. ŞFR. 46/303, Arşiv Belgelerinde Osmanlı İran İlişkileri, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel
Müdürlüğü Yayınları, 2010, s 522
42
43
İkdam 5 Şubat 1915
44
İkdam 6 Şubat 1915
157
bir kısmı üzerine ansızın ateş” açtığı, Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı bu
davranışını “tashih etmesi” beklenirken Rusya, İngiltere ve Fransa’nın elçilerini geri çağırarak siyasi ilişkilerini kestikleri belirtilmiştir. Rusya doğu sınırlarına, İngiltere ile Fransa Çanakkale Boğazına, ayrıca İngiltere Akabe’ye
saldırınca öteden beri arzu edilen barışı terk ederek silaha sarıldıklarını,
Rusya’nın üç asırdır devlet-i aliyeye zarar verdiği ifade edilerek savaşın
haklı gerekçesi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Rusya, İngiltere, Fransa’nın
zalimane idaresi altında inleyen milyonlarca Müslümanın Osmanlı’ya karşı kötü fikir beslemediği, tam tersine ona yapılan haksızlıklara üzüldüğü
ilk savaş haberlerinin Osmanlı için iyi olduğu belirtilmiştir. “Din-i mübinimiz ve vatan-ı azizimize kasd eden düşmanlara açtığımız bu gaza ve cihat
yolunda bir an azim ve sebat ve fedakârlıktan ayrılmayınız”45 sözleriyle halifenin resmi açıklamasında bu savaşın manevi bir savaş ve dince gerekli
olduğu vurgulanmıştır. “Cihad-ı Ekber Fetava-yıŞerifesi” gazetelerde yer
almıştır.46“Meclis-i Âliyye-i İlmiye” tarafından hazırlanan Cihat Beyannamesi Şeyhülislamlık tarafından tebliğ edilmiş ve gazetelerde yayınlanmıştır.
Beyannamede Avrupa’nın Müslümanlara yaptığı kötülükler vurgulanmış
İslam âleminin dayanağı olan “hilafet-i celile-i islamiyeyi” sarsmak ve zaafa
uğratmak istediği Balkan Harpleri örnek verilerek hatırlatılmıştır. Kuran-ı
Kerim’den çeşitli ayetler verilerek bu savaşa katılmanın İslam dininin emri
olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Saltanatın etrafında toplanarak hilafetin
ayaklarına sarılmak gereği vurgulandıktan sonra Halife Hazretlerinin cihada davet ettiği ilan edilmiştir.47
Sebilürreşat gazetesi “Fisebilillah Cihadın Hakikati, Gayesi, Hükmü,
Mücahidin Vezaifi” başlığı altında cihat kavramını açıklamıştır. Buna göre
cihat İslam düşmanlarına karşı bedenen malen savaşmaktır ancak farklı
dinden olanların tamamı İslam düşmanı sayılamaz. Osmanlı ile din savaşı
yapan memleketi ele geçirmeye çalışan, düşmanlık yapan, düşmanlara yardım edenler ki bunlar Ruslar, İngilizler, Fransızlar ve müttefikleri din düşmanıdırlar.Osmanlının yönetimi altında ihanet etmeyen gayrimüslimler ile
Osmanlının müttefiki Almanlarla ve onun müttefikleriyle anlaşma olduğu
için İslam düşmanı değillerdir.Ayet ve hadislerle din düşmanlığı ve cihat genişçe açıklanmıştır.48 Böylece dinsel bir savaşa girdiğini ilan eden Müslüman
Osmanlı’nın gayrimüslim müttefikleri ile işbirliğinin nedeni açıklanmıştır.
Halk arasında oluşabilecek soru işaretlerinin cevabı verilerek siyasi ve asSebilürreşat 6 Teşrinisani 1330, Ceride-i İlmiyye Muharrem 1333, Tercüman-ı Ahval 30 Teşrinievvel
1330, Servet-i Fünun 6 Teşrin-i Sani 1330, Takvim-i Vekayi 29 Teşrinievvel 1330.
45
46
Ceride-i İlmiyye, Muharrem 1333, Sebilürreşat 6Teşrinisani 1330, Servet-i Fünun6, 20 Teşrin-i Sani 1330.
47
Servet-i Fünun 13 Teşrin-i Sani 1330, Sebilürreşat 13 Teşrin-i Sani 1330.
48
Sebilürreşat 13 Teşrinisani 1330
158
keri amaçlar için din harekete geçirici bir unsur olarak değerlendirilmiştir.
Cihat kavramına ve çağrısına sıklıkla yer veren gazetelerde çıkan yazılar bir başka gazetede yer alabilmiştir. Sabah gazetesinde yer alan bir yazı
Sebilürreşat’ta yayınlanmıştır. Buna göre hükümet cihat ilanından iki sonuç
beklemiştir. Birincisi Müslümanların geleceğini silahla kurtarmak, dini birliği sağlamak olup bu şimdi gerçekleşmek üzeredir. Mısır ele alındıktan sonra bu gelişmenin eseri daha açık görünecektir. İkincisi esas amaç olup “cihadın bugün Kafkasya hududundan Süveyş sedlerine kadar muhasım ordularla
göğüs göğüse çarpışan cesur askerlerimiz üzerinde göstereceği tesirdir” ifadelerini kullanmıştır. Cihat asker üzerinde her an takip edilen amacı ilham
edecek, vicdani heyecanlar verecek bir unsur olarak değerlendirilmiştir.
Bunun için ailede verilen terbiyede bir çocuğa saygıyla ekmeği öptürmenin
nimete saygıyı öğretmesi gibi kılıcın kabzasını öptürmenin savaşta gazilik ve
şehitlik ruhunu telkin etmiş olacağı anlatılmıştır. “Siyaset-i diniyeyimaksadı muazzamanın” elde edilmesinde güçlü bir şekilde değerlendiren Fatih’in
üzerinde dahi, bir din âlimi olan hocasının etkisi vurgulanmıştır.49
Gazetenin bir başka nüshasında cihadın neticesi, gayesi sorusuna İngiliz,
Fransız ve Rusların sömürgelerinde yaptığı kötülükler, İslam dininin ise verdiği
özgürlükler anlatıldıktan sonra Müslümanların hakkı yükseltmek, beşeriyeti
kurtarmak için savaştığı cevabı verilmiştir. Yoksa İtilaf Devletlerinin iddia ettiği
gibi Müslüman olmayan herkesi din taassubu ile öldürmek olmadığı ayetlerle
ifade edilerek yine aynı noktaya dikkat çekilmiştir. Cihadın hükmü sorusuna
İngiliz, Fransız ve Rusların saldırması nedeniyle kadın erkek bütün Müslümanlara cihadın farz-ı ayn50 olduğu eğer cihat için gidilmezse büyük azaba uğrayacakları cevabı ayetlerle verilmiştir. Bütün Müslümanların Osmanlı halifeliği ile
Almanya ve müttefiklerine katılarak kutsal savaşta yer alması, bütün insanlığı
esaret zincirinden kurtarması gerektiği açıklanmıştır. Cihat edenlerin görevleri
sorusuna ise açlık, susuzluk, sıcak, soğuk, kara ve deniz yolculuğu gibi her türlü
zorluğa katlanmalarının dinsel gereklilik olduğu cevabı verilmiştir.51
Yine Sebilürreşat’ta Şeyh Abdülaziz tarafından “Yeryüzündeki Umum
Müslümanlara Beyanname” başlığıyla bir beyanname yayınlanmıştır. Beyannamede İngiliz, Fransız, Rus sömürgeciliği, zulümleri, dine ve dini kurumlara saldırdıkları, Osmanlı Devleti’nden başka İslam’ın “istinatgâhı”
kalmadığı, zapt ettikleri memleketlerde hiç kimsenin sesinin çıkmadığı
belirtilerek, bunlar, Atlas’tan Çin’e kadar fetih yapan eski kahramanların,
gazilerin sülalesinden değil midirler sorusunu yöneltmiştir. Silahı eline alıp
49
50
51
Sebilürreşat 20 Teşrinisani 1330
Allah’ın, teker teker her Müslümanın yerine getirmesi lazım gelen emri.
Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330
159
savaşanların cennete gireceğini, savaşmayanların ehl-i salip(haçlılar) tarafından köle yapıldığını hem dini hem tarihi örneklerle duyguları coşturucu
şekilde kaleme alınmıştır.52
İttihad-ı İslam başlığı altında Cuma gecesi Tepebaşı tiyatrosunda Mısır
harb’ul-vatan-ı reis-i muhteremi Mehmet Ferit Beyefendi Hazretleri “İttihad-ı İslam” hakkında mühim bir konferans haberi yer almıştır.5319.yüzyıldan beri Araplar ve İslam, Halifelik üzerinde çalışanİngilizler Mısır’ı ele
geçirdikleri gibi Osmanlı hâkimiyeti altındaki Müslüman Arap bölgelerine
yakınlaşmışlar ve halifelik ile ilgili propagandalar yapmaya devam etmişlerdir. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve İngiliz ilişkilerive İngilizlerin dini propagandanın yanı sıra maddi yardımları, büyük bir Arap krallığı
gibi siyasi vaatleri bilinen gerçeklerdir.54 Böyle bir politikaya karşı Osmanlı
Devleti’nin, Mısır içinde İslam birliğini savunan isimlerle işbirliği yaptığı
anlaşılmaktadır. Basından anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı Halifesinin cihat
çağrısını Hindistan üzerinde etkisizleştirmek için Hint Müslümanlarından
Ağa Han böyle bir çağrı olmadığına dair beyannameler yayınlanmıştır. Halife ile İngiliz Kralının mükemmel bir ilişkisi olduğu, Kralın Hint Müslümanlarına yeni ayrıcalıklar vereceği ve camiler yapılmasına müsaade edeceği
haberi yer almıştır.55 Nitekim Ağa Han savaş yıllarında İngiliz çıkarlarına
uygun olarak karşı fetvalarla dini propagandalar yapmıştır.56
Savaşın ilk aylarında ordu ve donanmanın gösterdiği yiğitlik ve başarıdan dolayı Meclis-i Mebusan tarafından tebrik ve teşekkür etmek için
hazırlanan beyannamenin müsveddesi mecliste okunmuştur. Müsveddede
cihat kavramına vurgu yapılmış ve asırlardan beri beklenen “intikam” günü
gelmiştir ifadesine Rıza Paşa “cihat yapıyoruz, intikam için değil itila içindir”
diyerek karşı çıkmıştır intikam kelimesinin çıkarılmasını istemiştir. Ancak
kabul edilmemiştir.57Rıza Paşa hakkı, adaleti yükseltmek için yapılan cihat
hakkında hassasiyet göstermiştir.
Benzer şekilde basında aynı hassasiyetle cihadın hangi durumlarda yapılacağı hakkında yazılar yer almıştır. Bu yazılardan birisi AbdüllatifNevzâde
imzalı “Din ve Harb” başlıklı makalede din ve harp arasındaki ilişki ele alınmıştır. İnsanbir yandan ihtiyaç duyduğu bir kadir-i mutlaka dayanırken diğer
52
Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330
53
Sebilürreşat 27 Teşrinisani 1330
Metin Hülagü, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13544.pdf
54
55
İkdam 5 Şubat 1915
Ü.Gülsüm Polat, “Şii Nizari Mezhebi İmamı III. Ağa Han’ın Birinci Dünya Savaşı Yılları Faaliyetleri”,
Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 68, 2013, s 55-74
56
57
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre III, Cilt I, İçtima Senesi I, s 26.
160
taraftan kendi kudretini yoklamış, hem nefsini hem inancını korumaya hazırlanmıştır. Bu yoklama ve hazırlık manevi ihtiyaç denen “def-i hacet”58 ten çıkmışve çıkışı itibariyle manevi din ihtiyacından pekte sonraya kalmamıştır. Bu
şekilde din ve harp arasında ilişki kurulurken peygamberlerin hayatlarından
misaller vermiş ve sonra İslam dininin keyfi ve şahsi davalar için yasakladığı,
hak ve adalet için izin verdiği savaşın hükmünü ayetlerle açıklamıştır.Dipnotta o günkü savaşın hakkın zaferi için yapıldığı ifade edilmiştir.59Böylece o günkü savaşa dinsel meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.
Savaş döneminde askeri masraflar yükselip üretim azaldığı için maddi
sıkıntılar artmıştır. Sanayileşememiş ekonomide dışarıya bağımlı hale gelen
Osmanlı Devleti’nde maddi sıkıntılar fazla olmuştur. Aksekili Ahmet Hamdi
“Zekâtınızı Asker Ailelerine Veriniz” başlıklı yazısında zekâtın farz olduğunu, toplumda fakir ve muhtaçların ihtiyacını karşılamak için zengin Müslümanların mallarını paylaşmaları gerektiği Kuran-ı Kerim ayetleriyle açıklamıştır. En çok yardıma muhtaç olanların cihat eden askerlerin aileleri olduğunu bu nedenle asker ailelerine verilmesini istemiştir. Ramazan ayında
İstanbul’da ve taşrada vaaz ve nasihat verecek vaizlerin bu hakikati anlatmasını, toplanacak yardımların “müdafa-i milliyede eytam ve eramil için teşkil
eden şube-i mahsusa” aracılığıyla asker ailelerine dağıtılmasını istemiştir.60
Cihat başlangıçtan itibaren kan dökmek, yakmak, yıkmak anlamına gelmediğini güzel söz ve güler yüzle İslam dinine davet olduğunu, zorla Müslüman yapmanın yasaklandığını Kuran-ı Kerim, peygamber ve Halife Ömer hayatından örneklerle anlatan kitapçıklar basılmıştır. Cihadın, İslam’ı yıkmak
için Müslüman ülkesine saldıranlara karşı, dünya ve ahirette esaretten kurtulmak olduğu, kangren olmuş elin kesilerek hayat kurtarılması anlamına geldiği
uzun uzun anlatılmıştır.61 Duyguları coşturan dini çalışmalar yanında dini ve
tarihi unsurların iç içe geçtiği edebi şiir çalışmalar yayınlanmıştır.62
Mehmet Vahdettin, Sultan Reşat’ın ölmesi üzerine padişah ve halife
olarak ordu ve donanmaya yayınladığı beyannamede şehitleri anarak müttefiklerle yürütülen savaşın kazanılacağına Cenab-ı Hakkın yardım edeceğine
inancını belirtmiştir.63
Vahdettin sonraki günlerde ordu ve donanmaya yayınladığı bir diğer
beyannamede, Hz Ömer’in kılıncını kuşandığını, onun vasıflarını aktaran
58
Zararı ortadan kaldırmak
59
İslam Mecmuası 28 Şubat 1331
60
Sebilürreşat 11 Haziran 1331
Sinop Mebusu Hasan Fehmi, Cihat Hakkında Ehl-i İslam’a Asker-i İslam’a, İstanbul, Matbaa-i Amire,
Rumi 1332, Hicri 1334
61
62
63
Sultan Osman Lisanından Milletime Sada-yı İkaz, Dersaadet, 1332
Sebilürreşat 18 Temmuz 1334
161
kutsal kılıcı taşıyan atalarının,ordu ve donanmanın başında Allah’ın adını
yükselterek üzerinde yaşadıkları toprakları fethettiklerini vurgulamıştır.
Dinsel vurgularla askerlerin fedakârlığa devam etmelerini istemiş, haklı davada Allah’ın yardım edeceğine olan inançla askerleri selamlamıştır.64
2. Şeyhülislam, Müftü
19. yüzyılda halifelik kurumunun dikkat çekmesine paralel olarak dini-kültürel kurumlar ve müftülere yönelik ilgi ve alaka artmıştır. Osmanlı
Devleti’nin ilmiye sınıfını ıslah için yaptığı düzenlemeler, müftülerin idari sistemdeki yerini netleşmiştir. Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma gibi suçlar için
ceza kanunları düzenlenmekle birlikte bu tür suçların devam ettiği yukarıda
ifade edilmişti. İttihat ve Terakki Cemiyeti, dini kurumların bağlı olduğu baş
müftü Şeyhülislamlık makamının önemini kavramaktan uzak kalmamıştır.
İktidarı ele geçiren cemiyet yapacağı yeniliklere destek olacak, açık fikirli, ulemanın itiraz edemeyeceği güçlü bir Şeyhülislam adayı aramıştır.65
II. Meşrutiyet döneminde müftülerle ilgili eleştirel tartışmalar basına yansımıştır. Mustafa Taki Efendi “Açık Mektub Alay Müftüsü Fahreddin
Efendiye” başlığıyla içeriğinde müftüye yönelik doğrudan ifadelerin bulunmadığı bu yazıda vatanı bir eve benzetmiştir. Eve hırsız girdiği zaman ev sahibinin namazı bozmasına onay vermeyecek kimse olmadığını, vatana bir
saldırı olduğunda Müslümanların birbirlerine zekât, fitre adıyla bile olsa
hediye veya borç vermelerini, ya da hac amacıyla da olsa ziyarette bulunmalarının garip olduğunu savunmuştur. Ardından Osmanlı hâkimiyetinden
çıkan İslam topraklarında Müslümanlara yapılan zulümleri, çekilen acıları
kaleme almıştır.66
Meşrutiyetin ilanıyla Bosna-Hersek, Arnavutluk gibi toprakların kaybedilmesi, Trablusgarp, Balkan Savaşları sırasında Şeyhülislamlığa bağlı
ilmiye sınıfı dolayısıyla müftülerin verdikleri hizmetlerin sorgulanmasına
neden olmuştur. Balkan Savaşı felaketi sorgulanmış, papazların Balkan Savaşlarında Hıristiyanlar üzerindeki etkisi vurgulanmıştır. Buna karşılık sadece namaz, oruç gibi ibadetleri yapmakla vatanın kurtulamayacağı, en az
ilmiye sınıfı kadar diğer Müslümanların ibadetlerini yapmalarına rağmen
vatanın felakete uğraması ele alınmıştır. Bunun dışındaki ilim, fen, siyaset
hakkında ilmiye sınıfının bilgisi olmaması eleştirilmiştir. Ulemanın yirminci asırda onuncu asrın fikirleriyle Müslümanları geriye götürdüğü eleştirisi
64
Sebilürreşat 12 Eylül 1334
Ahmet Şamil Gürer, “İttihat ve Terakki’nin Bir “Fırka Şeyhülislamı” Arayışı ve Musa Kazım Efendi’nin
Şeyhülislamlığa Getirilişi”,
http://www.turkishstudies.net/Makaleler/503566446_56G%c3%bcrer_ahmet%c5%9famil.pdf
65
66
Sırat-ı Müstakim Şubat 1327
162
yapılmıştır. Doğrudan baş müftü Şeyhülislam’a hitap edilen bir yazıda ulema
eleştirilmiş, müftünün vatanı kurtarmak için savaşa giden askerlerin duyguları coşturmaması sessiz kalması örnek verilmiştir.67
Müftülerle ilgili dini hizmetler eleştiri konusu olduğu gibi hukuki yetkileri de eleştiri konusu olmuştur. 1889’da yapılan düzenleme ile kadı naibi
olarak yargı işlerinde görev alma yolu açılması ve Şer’i Mahkemelerin Şeyhülislamlığa bağlı olması fetva(müftü) ve kaza(kadı) yetkilerinin bir kişide
toplanıp toplanamayacağı tartışmalarını getirmiştir. Ziya Gökalp bu tartışmalara İslam Mecmuası’nda yazılarıyla katılmış olup fetva ve kaza işlerinin
ayrılması gerektiğini savunmuştur.68 İzmirli İsmail Hakkı ise Sebilürreşat’ta
fetva ve kaza arasındaki farkı sıralamış ve bir kişide toplanabileceğini savunmuş69 görüşlerini daha sonra kitap haline getirmiştir.70
26 Nisan 1913 tarihli “Hükkam-ı Şer’i ve Memurin-i Şer’iyye Hakkında
Kanun-ı Muvakkat” ile müftüler yargılama görevinin dışında tutulmuş, dolayısıyla Şeyhülislamlığın görev alanı daraltılmıştır. Ayrıca Şeyhülislamlığa
bağlı olan Şer’i Mahkemeler 12 Mart 1917 tarihinde Adliye Nezaretine bağlanarak fetva ve kaza kurumları birbirinden ayrılmıştır.71Savaş yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı sansür nedeniyle fetva ve kaza makamlarının ayrılması ile ilgili eleştiriler mütareke dönemine ertelenmiştir.72
Müftülere yönelik eleştiriler kadar hizmetlerinden memnun kalınan
müftüler takdir edilmiştir. Mostar müftüsü Ali Fehmi Efendi’nin ölümü dolayısıyla, hayatı ve mücadelesinin anlatıldığı bir makalede yazar onun ilim
adamı olduğu kadar vatan ve memleket adamı olduğunu, kıymetinin bilinmediğini saygıyla anlatmıştır.73
Osmanlı Devleti dış politikada İslamcılık politikası gereği olarak diğer
İslam coğrafyaları ile ilgilenmiştir. Bir kısmının Çin işgalinde bulunduğu
Türkistan coğrafyasındaki müftü ve diğer ilmiye sınıfı ile yakın ilişkiler kurulmuştur. Bölgenin idari yapılanması, toprak ve iklim özellikleri, eğitim ve
Osmanlı halifesine bağlılıkları hakkında bilgi alınmıştır.74
Osmanlı Devleti’nin İslamcılık politikasını etkisizleştirmek için Rusya
ele geçirdiği Müslüman coğrafyasında kendi politikasına yakın müftülerin
Mehmet Şeref, Bir Müslüman Türk’ün Şeyhülislam Efendi Hazretlerine En Son Sözü, Bursa Hilal
Matbaası, 1331-1329, s 1-23.
67
68
69
İslam Mecmuası 27 Ağustos 1331
Sebilürreşat, 6, 15, Teşrin-i Evvel 1332,
70
İzmirli İsmail Hakkı, Kitab-ul-İfta ve-l-Kaza, Evkaf Matbaası, 1336-1338
71
Yakut, a.g.m., s 40-42
72
Esra Yakut, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, s 128
73
Sebilürreşat 22 Ağustos 1334
BOA, YPR.K.AZJ, 51/70, Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Müdürlüğü, Ankara, 2005, s 105
74
163
yardımı ile dini-kültürel kurumlar hakkında düzenlemeler yapmıştır. Petersburg Osmanlı elçisinin bildirdiğine göre, 1891 yılından itibaren camilerde görevlendirilecek imamların Rus dilini bilmesi ve Rus okullarından
diploma almaları zorunluluğu getirilmiştir. Elçi, Rus hükümetinin bu uygulamasına ilmi yeterliliğine bakmayıp, hükümetin güvenini kazanmış cahil ve
menfaatçi müftülerin çığır açtığı kanaatindedir. Bu gibiler Rus hükümetinin
kararına itaat edecekleri için “makâm-ı akdes-i Hilâfet-i uzmâyahabl-i metîn
ser‘-i serîf ile vaktiyle her nasılsa rabt edilememelerinden” dolayı Müslümanların geleceğinin kararacağı ifade edilmiştir.75
1774 tarihinden itibaren devletlerarası antlaşmalarda Osmanlı hâkimiyetinden çıkan topraklarda Müslümanların dinen Osmanlı Halifesine
bağlı olduğu yukarıda ifade edilmişti.Halifenin devletlerarası hukukta dini
lider olarak tanınması, Halifeye diğer Müslüman coğrafyalarda dini-kültürel kurumlara müdahale hakkı vereceği açıktır. Elçinin yukarıda tırnak
içinde alıntı yapılan ifadeleri, bölge Müslümanlarının, muhtemelen, devletlerarası hukuk açısından Osmanlı halifesine bağlanamama durumuifade
edilmiş olsa gerektir.Dinen Osmanlı Halifesine bağlılık devletlerarası hukuk
bakımından,dini-kültürel kurumlara yönelik Ruslaştırma siyasetine engel
teşkil edebilirdi. Osmanlı elçisi,Rus hükümetinin, Müslümanlar tarafından
namazda okunan dua ve ayetlerden bazılarını çıkararak basımına izin verdiği dini kitaplardan, Kuran-ı Kerim’in yeni nüshalarının basılmasına ve
mescit inşasına engel olma uygulamalarından, misyoner faaliyetlerinden
hükümetin dikkatini çekmiştir.76
3. Camii, Hutbe, Vaaz
Şeyhülislamlık ve müftülük hakkında olduğu gibi camilerde dini hizmet veren imam, vaiz, hatiplerin durumu ile ilgili eleştiriler ve düzenlemeler
yapılmıştır. Cami ve mescitlerde imamların namaz kıldırdığı, dini nasihat
olan vaaz ve hutbe hizmetini vaiz ve hatiplerin verdiği yukarıda anlatılmıştı.
Bu hizmetler İslam dini ile ilgili ibadet konularını ihtiva ettiğinden bunlarla
ilgili herhangi bir eleştiri söz konusu değildir. Ancak hizmeti verenlerin nitelikleri ile Cuma ve bayram namazlarında Arapça olarak okunan hutbe eleştiri konusu olmuştur. Osmanlı Devleti’nde iktidardaki padişah ve halife adına
Arapça okunan hutbe dini nasihat anlamından ziyade siyasal ve dinsel bir
şekil olarak kalmıştır.77Mısır İngilizlerin işgalinde olduğu halde Mısırlıların
BOA, YPRK.EŞA, 13/14, Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Müdürlüğü, Ankara, 2005, s 102
75
76
Aynı yer.
Ayşe Yanardağ,Atatürk Devrimleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı, ( 1924-1938),Yayınlanmamış Doktora
Tezi, s 203
77
164
hutbelerin halife adına okunmasını istediğine dair basında yer alan haber,78
hutbenin siyasi hâkimiyetin bir sembolü olmasından kaynaklanmıştır.
Tanzimat döneminde başlayan Türkçe hutbe tartışmaları79 savaş yıllarında devam etmiş ve basında Türkçe hutbe örnekleri yayınlanmıştır.
Uryanizade Vahit imzalı “Köy Hatibinin Bayram Hutbesi” başlıklı Türkçe
bir yazıda yaklaşık bir yıl olan savaş nedeniyle düşmanların başarısız olduğu, savaşta ölen Müslümanların şehitliği, şehitlerin yetim kalan çocukları
ve eşlerinin çektikleri acılar, şehitlerin arkada bıraktığı ailelerinin bayram
dolayısıyla ziyaret edilmesi, ihtiyaçlarının karşılanması, acılarının paylaşılmasının İslam dininin emri olduğu anlatılmıştır.80Savaş yıllarının getirdiği
maddi ve manevi sıkıntılar, yardımlaşmanın öğütlendiği Türkçe hutbe uygulaması ile aşılmaya çalışılmıştır.
Yazarın “Köy Hatibinin Bayram Haftası Hutbesi” başlıklı bir diğer yazısında Ramazan ayı ve bayramdaki ibadet ve dualardan, tövbelerden ne öğrenildiği, kalıcı olması gereği, öğrenmenin ve çalışmanın önemi anlatılmıştır.81
Bir diğer nüshada çıkan “Oruç Hakkında” bir hutbede orucun öneminden
Türkçe olarak bahsedilmiştir.82Oruç hakkında83 ve Kurban Bayramı hakkında Türkçe hutbe84örnekleri yayınlanmaya devam etmiştir.
Şeyhülislamlığa yazılan bir açık mektupta “Hutbeler Meselesi” başlığıyla mesele ele alınmıştır. Arapça hutbelerin cami cemaatini uyuttuğu, sıktığı belirtilerek Rusya Müslümanlarından Niyazi Mehmet Efendinin verdiği
Türkçe hutbelerin faydalı olduğu anlatıldıktan sonra Osmanlı camilerindeki
Arapça hutbe uygulaması eleştirilmiştir. Şeyhülislamlık makamının buna
bir çare bulması istenmiştir.85
“Hutbe Nasıl Olmalıdır?” başlığı altında hutbenin amacının Müslümanların din ve dünyasına faydalı olması gerektiği ancak mevcut hutbelerin
ana diliyle okunmadığı için bu amaca hizmet etmediği, amaçtan uzaklaştığı, Müslümanların yerinde saydığı ifade edilmiştir. Bu duruma Muallim
Naci’nin “Medrese Hatıraları” isimli eserinde otuz yıl önce teessüf ettiği, kulaklarında, camilerde Arapça hutbeleri okuyan hatiplerin gereksiz nağmelerinden başka bir şey kalmadığı anlatılmıştır. Hutbenin başlangıçtan itibaren
78
İkdam 5 Şubat 1915
DücaneCündioğlu, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005, s
36-40
79
80
İslam Mecmuası 30 Temmuz 1331
81
İslam Mecmuası 13 Ağustos 1331
82
İslam Mecmuası 14 Temmuz 1333
83
İslam Mecmuası 14 Temmuz 1333
84
İslam Dünyası 27 Teşrin-i evvel 1329
85
İslam Dünyası 19 Eylül 1329
165
geçirdiği aşamalarla yapılan ilaveleri o günkü âlimler nasıl kabul ettiyse Şeyhülislamlık makamının da Müslümanların selamet ve geleceği için zaman ve
zemine uygun “ana diliyle” hutbe verilmesine engel olmamasını istemiştir.86
“Anadili ile Hutbe Meselesi” başlıklı makalede bu konuda baştan beri
yayın yaptıkları, ancak işe yaramadığı, yine de umutlarını kaybetmedikleri,
ulemanın dikkatini çekmeye çalıştıkları ifade edilmiştir. Devamında Niyazi
Mehmet Efendi’nin verdiği Türkçe bir Cuma hutbesi yayınlanmıştır.87
Bir sonraki sayısında “Türkçe Hutbe” başlıklı, Can Polat imzalı yazıda
yazarın tesadüfen girdiği bir camide verilen Türkçe hutbeden bahsedilmiştir. Halkın ilgiyle ve duygularını coşturan bu hutbede çalışmanın dinin emri
olduğu, yabancıların ve gayrimüslimlerin çok çalıştıkları, Müslümanlarınsa
çalışmayıp fakir oldukları ve ezildikleri, yerli malı kullanmanın gereği konuları ele alınmıştır. Hutbeyi özetle nakleden yazar “bu sözler Ayasofya’nın
yüksek kubbesinde çınlasın” temennisinde bulunmuştur.88
Hutbe hakkında olduğu gibi vaaz ile ilgili eleştiriler yapılmış, verilen vaazların içeriği sorgulanmıştır. “Mesail-i Diniyemiz ve Vaizler” başlıklı makaleye göre; vaaz sözlükte dini, ahlaki, siyasi meselelerden Müslümanlara nasihatte bulunmak, fenni ve ilmi gelişmelerden Müslümanların faydalanması için
teşvik ve ihtarda bulunmak; fıkıhta ise dini meselelerde Müslümanları doğru
yola sevk anlamında olup iki anlamın birleştirilebileceği savunulmuştur. Bu
nedenle vaizin, Müslümanların uhrevi ve dini saadetleri için ilmi ve fenni kuralları tebliğ etmek görevi vardır. Ancak mevcut vaizlerin farklı nasihatleri
halkın zihnini karıştırmaktadır. Halk için dini meselelerde,ikinci cihetlerden
açıklamak için bahsedilse bile neticeyi asla bağlamak gerektiği ifade edilmiştir. Aynı dini konularda farklı nasihatler örnek verilmiş, dini eserlerde her
ikisinin bulunduğu, eserlerin incelemeden geçmediği için farklı nasihatlerin
halkın zihnini, inancını karıştırdığı açıklanmıştır. Medrese ve müderrislerin
talebelere bunları söylemeleri, bunların zor ilmi meseleleri az çok bildikleri,
mevcut vaiz ve müderrislerin verdikleri vaazların amaca uygun olmadığı, bazılarının bilgiçlik olsun diye herkesten ayrı konuştukları eleştirilmiştir. Bu karışıklığın engellenmesi ve Şeyhülislamlığın, bu konuda eser yazılmasına yönelik
yarışma düzenlemesini, eserlerin uygun olanının vaaz esnasında kullanılması
için doğrudan vaizlere ihtarda bulunması istenmiştir. İkinci çare olarak Şeyhülislamlığın bir heyet oluşturup dini eserleri inceleyerek eser hazırlamasını
ve bu eserin vaizler için kaynak olmasını teklif etmiştir.89
86
İslam Dünyası 27 Teşrin-i evvel 1329
87
İslam Dünyası 23 Kânunuevvel 1329
88
İslam Dünyası 6 Kânunusani 1329
89
İslam Dünyası 19 Eylül 1329
166
Bir sonraki sayıda aynı başlıkla vaiz konusuna devam edilmiş, bu defa
vaizlerin cami dışındaki nasihat ve açıklamalarının yarattığı olumsuz duruma dikkat çekilmiştir. Camilerde çok çeşitli meselelerden o meselelerin ince
ve derinliklerinden öyle bahsedilir ki bundan hiçbir fayda elde edilmediği,
sebebinin de gayesizlik, programsızlık olduğu eleştirilmiştir. Bunun için
bütün kuvvetlerin aynı amaca yöneltilmesini aksi takdirde faydasız olacağı,
dünyada hatta ahirette bile geri kalınacağı iddia edilmiştir. Bunu anlamak
için camiler dışındaki vaazlara bakılmasını, bir vaizin gece gündüz Allah’tan
af dilemek için yere kapanması öğüdünü eleştirmiştir. Bir başka vaiz, siyasetten, itilaf ve ittifak devletlerinden bahsederken Osmanlı’nın durumunu
anlatmaya çalışmış, ancak bu devletlerin isimlerini bile sayamadığı eleştirisiyle devam etmiştir. Bir diğerinin İslam birliğinden bahsettiğini, zamanı
dikkate alarak değil, belki orta çağda olduğunu zan ederek konuştuğunu,
şaşkınlık içinde kalındığı belirtilmiştir. Birkaç sene önce üç aylarda bu konunun gazetelerde ileri sürüldüğü hatırlatılmış, Şeyhülislamlıktan vaizlere
bu meselelerde de rehber olacak bir eser yazdırması istenmiştir. Bu konuda
yazılacak eserin dini kısmı âlimler, diğer kısmı mevcut medeniyeti tanımış,
ekonomi ve siyasetle zihni aydınlanmış kişiler tarafından oluşan bir heyetin
hazırlaması tavsiye edilmiştir.90
Hutbe ve vaaz veren ilmiye sınıfının nitelikleri eleştirilmiş, ilmiye sınıfının verdiği dini nasihatlerin çağın sosyal, siyasal ve teknolojik gelişmelerine uygun içerikte verilmesi istenmiştir.
Osmanlı Devleti’nin müttefiklerinden Avusturya kendi topraklarında
Müslüman unsurun göstermiş olduğu samimiyeti takdir ederek Viyana’da
cami inşa edilmesine izin vermiştir.91İkdam bu haberle müttefiklerinin
Müslümanlara karşı olumlu düşünceler taşıdığını, Avusturya ise kendi topraklarındaki Müslümanların ve Osmanlı Müslüman kamuoyunun sempatisi
elde etmeye çalışmıştır. Avusturya’nın da müttefikleri gibi din unsurundan
faydalanmaya çalıştığı açıktır.
Osmanlı Devleti’nin ve müttefiklerinin politikalarına karşı çalışmalar
yapan İtilaf Devletleri’nden Rusya camilere ilgisiz kalmamıştır. Rusya’nın
zaferi için camide Müslümanlara zorla dua ettiren Rus valisinin92 uygulaması basında yer almıştır. Rusya camilere atanacak ilmiye sınıfının Rusçayı
bilmesi zorunluluğuyla yetinmemiş, cami ibadetlerine bu şekilde müdahale
etmiştir.
90
İslam Dünyası 7 Teşrin-i evvel 1329
91
İkdam 5 Şubat 1915
92
İkdam 5 Şubat 1915
167
4. Tarikat ve Medreseler
Osmanlı Devleti’nde tarikatların baştan itibaren bir takım düzenlemelere konu olduğu yukarıda ifade edilmişti.Zaman zaman tarikat şeyhlerinden uygun niteliklere ve ilmi bilgiye sahip olanlardan müftü, fetva emini,
medrese müderrisi olarak atamalar yapılmıştır93. Diğer yandan tarikatlar ve
bunların mekânları olan tekke ve zaviyeler ıslahatlar döneminde eleştirilmiş buraların bozulması, ıslahı, tasavvufun medrese ve mekteplerde okutulması, kavramlarının yeniden tanımlanması tartışılmıştır.94İslamcılık politikası uygulamasında II. Abdülhamit kendisine muhalif olmayan tarikatlarla
iyi ilişkiler içinde bulunmuştur.II.Abdülhamit’e muhalif olan tarikatlar İttihat ve Terakki Cemiyeti ile birlikte Meşrutiyet’in ilanında beraber çalışmışlardır.95 Meşrutiyetin ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ters
düşenler olduğu gibi Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında “ittihad-ı İslam”
amacını gerçekleştirmek için faaliyette bulunanlar olmuştur.96
Birinci Dünya Savaşı’nda Veled Çelebi’nin komutası altında Mücahidin-i
Mevleviyye Alayı adını taşıyan gönüllü alayı oluşturulmuş ve bu alay Filistin
cephesinde çarpışmıştır.97 Mevlevi Gönüllü Taburu yola çıkmadan önce yapılacak resmi tören98 duyurulduğu gibi taburun yerine vardığı haberi99 gazetelerde yer almıştır.Burhâneddin Dede gibi yedi dervişiyle birlikte Mevlevî
alayına katılıp üç yıl Şam’da kalanlar olmuştur.100 Osmanlı hâkimiyetinden
çıkmış bölgelerde de bazı tarikatlar Osmanlı Devleti ile ilişkisini sürdürmüş
ve cihat çağrısına katılıp İtilaf Devletleri’ne karşı savaşmışlardır.101
Öte yandan tarikatlarla ilgili savaş yıllarında Meclis-i Meşayıh’ın tekkelerle ilişkisi hiyerarşik olarak düzenlenmiş ve tekkelerin denetlenmesini
sağlayacakmerkezi bir sistem oluşturulmuştur.102
Başlangıçtan beri dini ağırlıklı eğitim veren Medreseler Şeyhülislamlığa bağlı olup zaman zaman din bilimleri dışında diğer bilimlerin okuRıfat Özdemir, “Osmanlı Devleti’nin Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset,.
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1151/13521.pdf
93
94
Kara,a.g.e., s 227-234
Ahmet Cahit Haksever, ‘’Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektaşilik ve
Nakşibendilik Örneği”, Ekev Akademi Dergisi, Sayı 38, 2009, s 47-53
95
96
Hülya Küçük Sevil, İttihat ve Terakki Döneminde İslamcılık(1908-1914), Basılmamış doktora tezi, s 201
Mehmet Akkuş, Nesimi Yazıcı, “Mevlevi Tarikatı Müntesibi Sultan V. Mehmet Reşad Döneminde
Heyet-i Mevleviyye’nin Konya Ziyareti Günlüğü (4-12 Haziran1912)”, I. Uluslararası Mevlana Sempozyumu Bildirileri, s 130, s 123-174,
97
98
İkdam 10 Şubat 1915
99
İkdam 28 Şubat 1915
Selami Şimşek, “Avrupa ile Asya Arasında Önemli Bir Geçiş Noktası Gelibolu’da Tarikatlar ve Tekkeler”, http:/www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s22/simsek.pdf; Akkuş; Yazıcı,a.g.m, s 130
100
Kadir Özköse, “Osmanlı Devleti ile Senûsiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler”, Gazi Osman Paşa
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt I, Sayı 2, Yıl 2013/II, s 32, s 11-39
101
Mustafa Aşkar, “Son Dönem Tekke Mecmualarından Yeşilzade Mehmet Salih Efendi’nin Rehber-i
Tekaaya’sı”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara, 2000, s 129-165
102
168
tulmasına yönelik düzenlemeler yapılmıştır. Ancak zamanla bu bilimler
okutulmamış, salt dini eğitim yapılır hale gelmiştir. Medrese eğitimi sorgulayıcı olmayıp, nakilci bir anlayışla yapılmıştır. Nakilci eğitim ezberci bir anlayışı getirmiş olup eski bilgilerin tekrarı anlamına gelen eğitim
yeniliklere kapalı olduğu içinAvrupa’da gelişen akla, deneye, gözleme dayalı eğitim karşısında yetersiz kalmıştır. Devletin güçten düşmesine paralel olarak medreseler bozulmaya ve yeniliklerin karşısına din ve şeriat
iddialarıyla bir engel olarak çıkmaya başlamışlardır. 19.yüzyılda yeniçeri
ve başka isyanlarda etkili hale gelince II.Mahmut medreselerin nüfuzunu kırmaya çalışmıştır. Tanzimat döneminden itibaren gerek basın gerek
devlet adamlarında medreselerin ıslah edilmesi, çağın bilim ve fenlerinin
okutulması yönünde tartışmalar yoğunlukla devam etmiştir. II.Meşrutiyet
döneminde medreseleri ıslah etmek, asker kaçaklarını engellemek, düzen
ve disiplin altına almak, ders programları, sınıf geçme, devam, sınav, mezuniyet durumlarını düzeltme teşebbüslerinde bulunulmuştur. 1909 yılında
Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi çıkartılmıştır.103 1911 yılında Medresetül-Vaizin104 ile Medresetü-l-Kuzzatkurulmuştur. Medrese eğitiminin kalitesi artırılmaya çalışılmıştır. Medrese öğrencilerinden yurt dışına Mısır’a
El-Ezher’e eğitim almak için gönderilenler olmuş, 1914 yılında Islah-ı Medâris Nizamnamesi çıkarılmıştır.105
Ramazan ayında taşraya giden vaaz veren sarık saran medrese öğrencileri yine medrese öğrencileri tarafından eleştirilmiştir.106 Medrese öğrencilerinin de yazı yazdığı el-Medaris gazetesi ilk sayıda maksat ve mesleğimiz başlığı altında dini duyguları tahrik eden batıl inançlar ile mücadele
edeceklerini, din ve vatan menfaatine makaleleri alkışlayacaklarını ifade
etmiştir. Medreseler ile ilgili ıslahatlardan söz ederken ekonomik sıkıntılar ile ilgili yazılar çıkmıştır.107Birinci Dünya Savaşı başlayınca diğer ıslahatlar gibi devletin yıkılışını engellememiştir. Bununla birlikte bu medreselerden çağının gelişmelerini kavramış Mustafa Hayri, Elmalılı Hayri,
Rıfat Bey gibi Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminde önemli hizmetler
veren isimler yetişmiştir.
Mustafa Ergün, II.Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara,
1996, s 443-476
103
İbrahim Ateş, “Evkâfı Hümayun Nezaretince Açılan İlk Yüksek Vaiz Okulu Medresetü’l Vaizin”, Diyanet Dergisi, Sayı 4, 1988, s 25-40
104
105
Ergün, a.g.e, s 85
106
Sebilürreşat 9 Mayıs 1329
107
El-Medaris2 Mayıs 1329
169
Sonuç
Birinci Dünya Savaşı’na girene kadar dini kurumların kadrolarının niteliği ve hizmetiyle ilgili heyecanlı tartışmalar, kaza ve fetvanın tamamen
ayrılması gibi düzenlemeler ve Türkçe hutbe verilmesi gibi örneklerde görüldüğü üzere uygulamaya çalışılmıştır.
Avrupa’da ise Kilise ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılışının devam
ettiği ve Osmanlı Devleti’nin hemen bütün kurumlarını Avrupa’dan etkilenerek düzenlediği bir dönemde, belki de sadece dini kurumlarını gerek içerik gerekse hukuki olarak Türk ve İslam geleneklerine göre düzenlemiştir
denilebilir.Dini kurumlarla ilgili düzenlemeler ve uygulamalar modern devletin gerektirdiği uzmanlık ve merkezileşme ile Türk ve İslam anlayışınaaykırı olmadığı kanaati sebepsiz değildir.Türk Devlet geleneğinin İslam dinine
girdikten sonra da devam ettiği genellikle kabul edilen bir görüştür. Dini kurum ve hizmetler bu anlayışın bir yansıması olarak baştan beri kendi haline
bırakılmamış,devlet tarafından düzenlemelere tabi tutulmuştur. Nitekim
Türklerin İslamiyet’e girişiyle devlet anlayışlarını yansıtan eserlerde halife
kavramının geri plana itip sultan kavramını ön plana çıkarmaları, merkezi
otoriteyi, iktidarı dolayısıyla devleti güçlü tutmak için hazırlanmıştır. Ya da
ilmiye sınıfının devlete bağlı hale getirilmesi Türk hâkimiyet anlayışının yeni
dini hayattaki uzantılarıdır. Aynı şekilde Osmanlı Devleti gerek duydukça
bu kurumlara müdahalelerde bulunmuştur. 19. yüzyılda yapılan ıslahatlarla
dini kurumların merkezi otoriteye bağlılıkları arttırılmıştır. Modern devlet
anlayışına uygun olarak yüzlerce yıllık kurumlarını düzenlemiştir. Ancak bu
düzenlemeler kurumların verdiği dini ibadetlerin değiştirilmesine yönelik
olmadığı gibi ruhbanlık teşkil etmeye yönelik te değildir. Bu bağlamda İslam
Dininin iman ve ibadetlerin şekil ve içeriğine dokunulmamıştır. Bu ibadetlerin uygulanmasında hizmet veren görevlilerin nitelikleri, devlet teşkilatı
içindeki hukuki durumları düzenlenmiştir.
Medrese yanında yeni okullar, şeri mahkeme yanında yeni mahkemeler
gibi eski ve yeni anlayışta birbiriyle çatışan ikilik dini ibadet ve hizmetlerde
meydana gelmemiştir. Ancak din ile ilgili tartışmalarda evrensel kabul edilen İslam dininin ilkeleri değil çağın ilim ve anlayışına uygun hizmet vermesi istenen din hizmetlilerinin nitelikleri tartışılmıştır. Hukuki, askeri, eğitim
alanında ıslahatlarda görülen eski ve yeni çatışmasının dini ibadet ve hizmetlerde bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Bu anlamda bir çatışma olmamakla birlikte İslam dininde oluşan tüm
kurumların nitelikleri ve hizmetleri nasıl verilmesi gerektiğine dair tartışmalar yoğun şekilde yapılmıştır. İslam dininde ibadet ve sosyal hizmet veren
kurumlar iç içe olduğundan tartışmalar ibadet ve sosyal hizmetlerin ayrılmasına doğru yönelmiştir. Hukuk, sağlık, yardım kurumları gibi hizmetler
170
birbirinden ve dini kurumlardan ayrılırken daha çok iman ve ibadet konuları
din hizmeti olarak sınırlanmaya yönelmiştir. Bu tarihi koşulların getirdiği
bir süreç olup hayatın her alanına din hizmetlilerin müdahale edemeyeceği
anlaşılmış, hatta din hizmetlisinin çağının ilim ve fen bilgisine sahip olması
istenmiştir. Bu noktada din hizmeti veren ilmiye sınıfı ile Hıristiyan papazı
kıyaslanmıştır.
Nitekim Atatürk te birçok resmi ve gayri resmi konuşmalarında ve
arkadaşlarının hatıratlarında gördüğümüz kadarıyla aynı anlayışı yansıtmıştır. Her ne kadar din ve devlet işlerinin ayrıldığı laik bir sisteme yöneliş
olsa da Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir anayasal kurumun Selçuklularda
ve Osmanlılarda görülen Türk devlet geleneğinden esinlendiği söylenebilir. Selçukluların Abbasi Halifesi, medreseler ve ulema ile ilişkileri, Osmanlı
Devleti’nin ilmiye sınıfını kısmen hiyerarşik şekilde düzenlemesi hukuki/
resmi bakımdan modern devletin uzmanlık ve merkezileşme anlayışına ve
Türk ve İslam geleneklerine uygundur. İslam dininde ruhban olmayan dini
kurumlar biçimsel olarak yeni düzenlemelere tabi tutulmuş olup İslam’ın
namaz, vaaz, hutbe, hac, zekâtvs gibi ibadetleri değil bu hizmetleri sağlayan kişilerin bilgisi ve nitelikleri sorgulanmış ve tartışılmıştır. Bu anlamda
Avrupa’daki Reform ile başlayan dinsel tartışmalardan farklıdır. Diğer kurumlarda olduğu gibi dini kurumlarda yapılan ıslahatlar devleti kurtarmak
için yapılmış ancak savaş sonunda Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi’ni
imzalamış ve işgal edilmiştir. Savaş yıllarında gerek sansür gerek kâğıt sıkıntısı gibi maddi sebeplerle basın faaliyetleri azalıp az sayıda gazete ve dergi
kesintilerle devam ettiği için dini kurumlar ile ilgili eleştirilere daha az rastlandığını söyleyebiliriz. Öncelikli mesele kutsal savaşa katılıp vatanı ve dini
savunmak olduğu için dini kurumlarla ilgili heyecanlı tartışma ve eleştiriler
Mütareke Dönemine kalmıştır. Ardından Milli Mücadele yıllarında tüm bu
tartışmalar, düzenlemeler Lozan Antlaşması sonrasına kalan miras olmuştur. Şunu söyleyebiliriz ki dini kurumlarla ilgili yeni Türk Devleti’ne hukuki,
kültürel, maddi, siyasi ciddi bir birikim oluşmuştur.
171
Kaynaklar
1.Yayınlanmış Arşiv Belgeleri
Belgelerle Osmanlı Türkistan İlişkileri (XVI-XX.Yüzyıllar), Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2005,
Arşiv Belgelerinde Osmanlı İran İlişkileri, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2010
2.Yayınlanmamış Arşiv Belgeleri
DH.EUM.6. Şb. Dosya 2 Gömlek 63
DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 64
DH.EUM. 7. Şb. Dosya 2 Gömlek 68
DH.EUM. 2. Şb. Dosya 2 Gömlek 62
3.Makaleler
Akkuş, Mehmet;Yazıcı, Nesimi, Mevlevi Tarikatı Müntesibi Sultan V.Mehmet Reşat Döneminde Heyet-i Mevleviyye’nin Konya Ziyareti Günlüğü (4-12 Haziran 1912),
I.Uluslararası Mevlana Sempozyumu Bildirileri, s 123-174
Arnold,T.W, “Halife”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 5/1, MEB, Eskişehir, 1997, s 148-155.
Aşkar, Mustafa, Son Dönem Tekke Mecmualarından Yeşilzade Mehmet Salih
Efendi’nin Rehber-i Tekaaya’sı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara,
2000, s 129-165
Demir, Hande Seher, Klasik Dönem Osmanlı Devleti’nde Din-Devlet İlişkilerinin
Laiklik, Sekülerizm, Teokrasi ve Din Devleti Sistemleri Kapsamında İncelenmesi, Ankara
Barosu Dergisi, Sayı 3, 2013, s 271-281.
Ateş,İbrahim, ‘’Evkâfı Hümayun Nezaretince Açılan İlk Yüksek Vaiz Okulu
Medresetü’l Vaizin’’, Diyanet Dergisi, Sayı 4, 1988, s 25-40
Haksever, Ahmet Cahit, Osmanlı’nın Son Döneminde Islahat ve Tarikatlar: Bektaşilik ve Nakşibendilik Örneği, Ekev Akademi Dergisi, Sayı 38, 2009, s 39-60
Yurtseven, Yılmaz, “Osmanlı Klasik Döneminde İdeoloji, Din ve Siyasi Meşruiyet
Üzerine Kısa Bir Değerlendirme” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, CXI, Sayı
1-2, 2007, s 1255-1280.
Koçer, Mehmet, Şule Egüz, Türk Eğitim Tarihinde Sekülerizm, TurkishStudiesInternational PeriodicalForTheLanguages, LiteratureandHistory of TurkishorTurkic
Volume 9/5 Spring 2014, p. 1447-1457, ANKARA-TURKEY
Özcan, Azmi, İngiltere’de Hilafet Tartışmaları, (1873-1909), İslam Araştırmaları
Dergisi, Sayı 2, 1998, s 49-71.
Özdemir, Rıfat, “Osmanlı Devleti’nin Tekye ve Zaviyelere Karşı Takip Ettiği Siyaset,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1151/13521.pdf
Özköse, Kadir, Osmanlı Devleti ile Senusiyye Tarikatı Arasındaki İlişkiler, Gazi Osman Paşa İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt I, Sayı 2, 2013/II, s 32, s 11-39
Yakut, Esra, “II. Meşrutiyet Dönemi’nde Müftülerle İlgili Gerçekleştirilen Düzenlemeler”, Sosyal Bilimler Dergisi 2003-2004, s 34-54
172
Şimşek, Selami, Avrupa İle Asya Arasında Önemli Bir Geçiş Noktası Gelibolu’da Tarikatlar ve Tekkeler, http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s22/simsek.pdf
Turan, Namık Sinan, Osmanlı Hilafeti’nin 19. Yüzyılda Zorlu Sınavı: II.Meşrutiyet’e
Giden Süreçte ve Sonrasında Makamı Hilafet, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No 38,
(Mart 2008), s 285. 281-322
Kavas, Ahmet, ‘’Fransa’nın Kuzey ve Batı Afrika’da Uyguladığı İslam Siyaseti: Sultan
Reşad’ın Yayınladığı Cihat Çağrısının Reddi Meselesi’’ Dini Araştırmalar Dergisi, OcakNisan 2000,Sayı 6, s 23-50
Keleş, Erdoğan, Tanzimat Dönemi’nde Rüşvetin Önlenmesi İçin Yapılan Düzenlemeler (1839-1858), s 260 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/35/313.pdf
Gürer, Ahmet Şamil, İttihat ve Terakki’nin Bir “Fırka Şeyhülislamı” Arayışı ve Musa
Kazım Efendi’nin Şeyhülislamlığa Getirilişi, http://www.turkishstudies.net/Makaleler/
503566446_56G%c3%bcrer_ahmet%c5%9famil.pdf
Hülagü, Metin, İngilizlerin Hicaz İsyanına Maddi Yardımları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1152/13544.pdf
Üzen, İsmet; Aslan, Hanifi, “Halife Ordusu Mısır ve Kafkasya’da” Adlı Askeri Piyesteki İslamcı Unsurlar, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 28,
2010, s 177-191
Ayar, Talip, “Osmanlı Devlet Teşkilatında Fetva Eminlerinin Görevleri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 38, Erzurum 2012, s 403-421.
Kurtcephe, İsrafil; Balcıoğlu, Mustafa, Birinci Dünya Savaşı Başlarında Romantik
Bir Türk-Alman Projesi: Rauf Bey Müfrezesi, OTAM, 1992, Sayı 3, s 247-269.
Daşçıoğlu, Kemal, “Osmanlı Döneminde Rüşvet ve Sahtekarlık Suçları ve Bunlara
Verilen Cezalar Üzerine Bazı Belgeler”, Sayıştay Dergisi, Sayı 59, s 121 http://www.sayistay.gov.tr/dergi/icerik/der59m5.pdf
Arıkan, Mustafa, Harb-i Umûmi’de Osmanlı Devleti’nin İran Cephesi’nde Yaşadığı
Bazı İstihbarat Zaafları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1779/18786.pdf
Polat, Ü.Gülsüm, ‘’ Şii Nizari Mezhebi İmamı III.Ağa Han ‘ın Birinci Dünya Savaşı YıllarıFaaliyetleri’’, Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Sayı 68, 2013, s 55-74
4.Kitaplar
Ergün, Mustafa, II.Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara, 1996
Köprülü, Fuat, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999
Güneş, Gönül, Teşkilat-ı Mahsusa ve Birinci Dünya Savaşı Yıllarındaki Faaliyetleri,
Mart 2013
Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15-17.Yüzyıllar),
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997
Yanardağ, Ayşe, Atatürk Devrimleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı (1924-1938), Basılmamış Doktora Tezi
173
Küçük Sevil, Hülya, İttihat Terakki Döneminde İslamcılık (1908-1914) Basılmamış
Doktora Tezi
Cündioğlu, Dücane, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Din ve Siyaset, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2005,
Mehmet Şeref, Bir Müslüman Türk’ün Şeyhülislam Efendi Hazretlerine En Son
Sözü, Bursa Hilal Matbaası, 1331-1329
Günay,Ünver; Ecer, A.Vehbi,Toplumsal Değişme Tasavvuf, Tarikatler ve Türkiye,
Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri,1999
İzmirli İsmail Hakkı, Kitab-ul-İfta ve-l-Kaza, Evkaf Matbaası, 1336-1338
Yakut, Esra, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2005,
Sinop Mebusu Hasan Fehmi, Cihat Hakkında Ehl-i İslam’a Asker-i İslam’a, İstanbul, Matbaa-i Amire, Rumi 1332, Hicri 1334
Sultan Osman Lisanından Milletime Sada-yı İkaz, Dersaadet, 1332
Karal, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998
Arı, Osman Sacid, Meclis-i Meşayıh Arşivine Göre 1296-1307 (1879-1890) Yılları
Arasında Osmanlı Tekkelerinde Ortaya Çıkan Problemler, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, s 93-165.
Kara, Mustafa, Metinlerle Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarikatlar, Sır Yayıncılık, İstanbul, 2003
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt 2, 4, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1998
Akbulut,İlhan, Osmanlı Devletinde Adalet Düzeni,
http://www.erzincan.edu.tr/birim/HukukDergi/makale/2000_1_12.pdf
Sarıkçıoğlu, Ekrem, “Osmanlı Devleti’nde Dini İdare Şeyhülislamlık”, Tartışılan
Değerler Açısından Türkiye Sempozyumu (17-18 Haziran 1995), Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 1996, s 151-156.
Şibay, Halim Sabit, “Cihad”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 3, MEB, Eskişehir 1997 s 164-171.
Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Türkiye Diyanet Yayınları, Ankara, 1995.
Eyice, Semavi,“Mescit”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB, Eskişehir, 1997, s 1.
Wensınck, A.J.,“Mescit”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB, Eskişehir, 1997, s 50-56.
Akyüz,Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Yayınları, Ankara, 2012
Ayar, Mehmet Taha, Siyasetname, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1941
Louis Massignon, “Tasavvuf”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 12/1, MEB, Eskişehir,
1997, s 26-31.
Kramers, J.H, “Şeyh-ül-İslam”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 11, MEB, Eskişehir, 1997,s
486-488
174
Yakut, Esra, Şeyhülislamlık Yenileşme Döneminde Devlet ve Din, Kitap Yayınevi,
İstanbul, 2005
Ebul’ulâ Mardin, “Kadı”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, MEB, Eskişehir, 1997, s 42-46.
Ebûl’ulâ Mardin, “Fetva”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 4, MEB, Eskişehir, 1997, s 582-584
5.Gazeteler
İkdam 5, 6, 15, 10, 25,28 Şubat 1915
Sırat-ı Müstakim Şubat 1327
İslam Mecmuası 13, 27 Ağustos 1331, 30 Temmuz 1331, 14 Temmuz 1333, 28
Şubat 1331
Sebilürreşat6, 13, 20 Teşrinisani 1330; 15,29 Teşrinievvel 1331; 6, 15, Teşrin-i Evvel
1332; 22 Ağustos 1334; 11 Haziran 1331; 18 Temmuz 1334 ; 9 Mayıs 1329; 27 Teşrinisani 1330
El-Medaris 2 Mayıs 1329
İslam Dünyası 7, 27 Teşrin-i Evvel 1329; 19 Eylül 1329; 23 Kanunievvel 1329; 6 Kanunisani 1329
Ceride-i İlmiyye Muharrem 1330; Muharrem 1333
Tercüman-ı Ahval 30 Teşrinievvel 1330,
Servet-i Fünun 6, 13, 20 Teşrin-i Sani 1330,
Takvim-i Vekayi 29 Teşrinievvel 1330.
6.Resmi Yayınlar
Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre III, CiltI, İçtima Senesi I
Özet
1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti Meşrutiyeti getirmiş olup Osmanlı Devleti’nde iktidarı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devleti kurtarmak için yaptığı ıslahatlar
arasında dini kurumlar da yer almıştır.Dini kurumlarla ilgili olarak Birinci
Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde ve savaş sırasında yapılan ıslahatların
savaş yıllarından nasıl etkilendiği ve Türkiye Cumhuriyeti’ne nasıl bir miras
bıraktığı çalışmanın temel sorunudur.
Anahtar Kelimeler: Din, Dini Kurum, Osmanlı Devleti ve Din, Savaş
ve Din,.
175
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı Sırasında Rakip
Devletlerle Olan Ticari İlişkilerini Düzenlemeye Yönelik
Çabalarına Dair Bazı Tespitler
Gürsoy ŞAHİN*
Giriş
XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ekonomik şartları, iç ve dış etkenlere
bağlı olarak şekillenmiştir1. Kapitülasyonlar, uluslararası antlaşmalar, sanayi inkılabı ve Avrupalı devletlerin sömürgecilik faaliyetleri karşısında Osmanlı Devleti’nin zamanla yarı sömürge haline geldiği ifade edilmelidir. Bu
yüzyılın ekonomik, askeri ve siyasi gelişmeleri karşısında Osmanlı yönetimi,
Avrupa’dan borç para almaya başlamış, bir süre sonra borçların ödenmesi
mümkün olmayınca da Düyan-ı Umumiye idaresi kurulmuştur. Bu sebeple
XIX. yüzyılın sonları ve XX. yüzyılın başları her alanda Osmanlı Devleti için
çok zor şartları beraberinde getirmiştir.
Bu dönemlerde yaşanan savaşlar, siyasi çalkantılar, ayaklanmalar, özellikle de Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı, Osmanlı ekonomisini ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakmıştır2. Bu sorunlar savaşa dahil olan veya olmayan tüm taraflarda hissedilmekle birlikte Osmanlı Devleti gibi bazı ülkeleri
daha derinden sarsmıştır3. Nitekim Osmanlı’nın elindeki bütçe imkanları ile
I. Dünya Savaşı’nı finanse etmesi ve karşılaştığı ekonomik sorunların üstesinden gelebilmesi mümkün değildi. Bu sebepten devlet, ekonomik alandaki
sıkıntıları hafifletebilmek amacıyla savaş ekonomisi uygulamak gereği duymuş ve bu kapsamda çeşitli adımlar atmıştır.
1) Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nı Finansmanı Meselesi
I. Dünya Savaşı, ülkelerin süregelen ekonomik ilişkilerini yeniden
şekillendirmiştir. Savaşın ilk günlerinde savaşa katılan devletlerin genel
olarak karşılaştıkları iki önemli sorun mevcuttur. Bunlardan birisi harbin
finansmanı, bir diğeri ise dış borçlar meseleleridir. Savaşın başlamasıyla
birlikte eldeki bütün imkanlar sivil halktan ziyade ordunun ihtiyacını karDoç. Dr., Afyon Kocatepe Üniversitesi, [email protected].
Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, TTK Yay., Ankara
1994, s. 2-3.
*
1
Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 2013, s. 230233; Bayram Nazır, Şehbender Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010,
s. 14; Eldem, Harp ve Mütareke, s. 12-13; Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, 1854-1954 Döneminde Yüzyıl Süren Boyunduruk, 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası Düyunu Umumiye İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara Ticaret Odası
Yay., Ankara, Eylül 2009, s. 94-95.
2
Eldem, “Cihan Harbinin ve İstiklal Savaşının Ekonomik Sorunları”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri,
Metinler/Tartışmalar, 8-10 Haziran 1973, Hacettepe Üniv. Yay., Ankara 1975, s. 373.
3
177
şılamak için seferber edilmiştir. Bu süreçte ihtiyaçlar ve dolayısıyla ithalat
artarken ihracat aynı oranda artmamıştır. Bu şekilde mesela 1915 ile 1919
yılları arasında dış ticaret açıkları İngiltere’de 11.5, Fransa’da 14, İtalya’da
9.2 ve Almanya’da 3 milyar dolara ulaşmıştır. Söz konusu açıkların altınla
ödenmesi mümkün olmadığından yabancı memleketlerde yatırımları olan
ülkeler buralardan sağladıkları paralar ile masraflarını karşılama yoluna gitmişlerdir. Bunun dışında devletlerin başvurdukları bir diğer çözüm yolu ise
kredi temin etmektir. Bu süreçte özellikle ABD ve İngiltere tarafından verilen kredilerin geri ödenmesi hususu, savaş sonrasında harp borçları meselesini ortaya çıkarmıştır4.
Osmanlı Devleti de savaşın getireceği olumsuzluklara hazırlıklı olmak
amacıyla ilk adımlarını I. Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulmaya başladığı
sırada atmıştır5. Bu anlamda 24 Temmuz 1914 tarihinde gıda maddeleri ve
canlı hayvan ihracatı geçici olarak durdurulmuştur. Keza iaşe işleri ile meşgul olmak ve halkın ve ordunun ihtiyaç duyduğu maddeleri temin etmekle
sorumlu özel bir komisyon kurulmuştur6. Yine ülkeden altın çıkışını önlemek amacıyla 22 Kasım 1914 tarihinde her türlü altının ihracı yasaklanmıştır. Ancak yasağa rağmen altın kaçakçılığı önlenememiştir7. Keza kamu
tekelleri kurmak ve kurulanları desteklemek amaçlanmıştır. Bu şekilde bazı
maddelerin belirli fiyatlarla piyasaya sürülmesi kararlaştırılmıştır. Yine
sonraki dönemlerde 8 Nisan 1916’da tevhid-i meskukat kanunu çıkarılmıştır8. Bunlara ilaveten temel olarak halkın gıdası için zorunlu olan kaynakların korunması amacıyla 18 Ağustos 1917 iaşe-i umumiye kararnamesi çıkarılmış ve milli ekonomik faaliyetlerin korunması, devletin güvenliği, salgın
hastalıklara karşı korunma, afyon ve zehirli maddelerin kullanımını önleme
ve alkollü içkilerin yurda girişini engellemeye gayret edilmiştir9.
Bu dönemde savaştan kaynaklı başlayan karaborsa sebebiyle İstanbul
piyasaları da büyük panik içerisine girmiştir. Bankalarda parası olanlar bankalara akın ederek bir an önce paralarını çekmeye çalışmışlardır. Bu kaos
sebebiyle bankalardaki mevduat hesapları bloke edilmiş ve bütün borç ve
taahhütlerin vadeleri ertelenmiştir. Bu amaçla çıkarılan “tecil-i düyun ka-
4
Eldem, Harp ve Mütareke s. 23-24.
5
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 373.
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 375; Zafer Toprak, Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918, Doğan Kitap Yay.,
İstanbul 2012, s. 410-411.
6
7
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381.
Düstur, Tertip 2, C. 8, (1 Teşrinisani 1331-31 Teşrinievvel 1332), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 892.
Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 402-403.
8
9
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 380-381; Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 402-403.
178
nunu” on kez uzatılmıştır10. Ancak uygulanan politikalar sorunun çözümünde işe yaramamış ve verilen bu dış ticaret açıkları, Osmanlı’nın yıkılışında
önemli bir rol oynamıştır11.
Savaşının finansmanı ve savaş sırasında masrafları karşılamak amacıyla
devletlerin başvurdukları çareler arasında emisyon yani piyasaya para sürmek, vergi koymak veya borç ve yardım almak gelmektedir. Osmanlı Devleti
de bu süreçte benzer bir yol izlemiştir. Bu anlamda Almanya’dan borç alma,
vergi ihdas etme ve piyasaya para sürme şeklinde adımlar atılmıştır. Bu tedbirlerden en risklisi piyasaya para sürmektir. Ancak Osmanlı hükümetleri
para temin etme yollarından en risklisine yani emisyona daha çok müracaat
etmek zorunda kalmıştır12. Osmanlı Devleti toplam 400 milyon tutan savaş
masraflarının %43’e denk gelen oranını emisyon ile karşılamıştır13.
Osmanlı Devleti’nin bu süreçte savaşın finansmanını karşılamak amacıyla müracaat ettiği uygulamalardan birisi ise vergi koymaktır. Devletin
daha önceki olağanüstü dönemlerde yaptığı gibi halkın elindeki kaynaklara
yönelmek ve savaşın mali kaynaklarını artırarak yenilgi ihtimalini en aza indirmek çabası içerisinde olduğu malumdur. Bu kapsamda yapılan çalışmaların başında “tekalif-i harbiye” kanunu gelmektedir14. Buna benzer vergiler
koyan ülkelerden mesela İngiltere masraflarının %37’sini, Almanya %13’ünü
ve ABD ise %47’sini bu şekilde karşılamıştır15. Osmanlı Devleti ise toplam
400 milyon tutan savaş masraflarının %15-17’lik kısmını vergilerle karşılayabilmiştir16. Bu durumun ortaya çıkmasında Osmanlı Devleti’nin doğrudan
vergi toplamaması gösterilebilir. Mesela I. Dünya Savaşı öncesinde vergilerin %5’i devlet tarafından doğrudan toplanırken %95’inin mültezimler aracılığıyla toplandığı anlaşılmaktadır17.
Osmanlı hükümetinin gerek yardım gerekse borç olarak Almanya ve
Avusturya-Macaristan devletlerinden destek aldığı da görülmektedir. Bu
anlamda müttefiklerin hazine bonosu, altın, gümüş, mark ve kuron, Osmanlı
Düstur, Tertip 2, C. 10, (1 Teşrinisani 1333-9 Teşrinievvel 1334), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 30;
Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410-411. Vedat Eldem, kanunun 11 kez uzatıldığını ifade etmektedir.
bkz. Bkz. Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 375. Ancak yaptığımız araştırmalarda kanunun 10 kez uzatıldığını tespit etmekle birlikte 11. kez uzatıldığını tespit edemedik.
10
Burcu Kılınç Savrul, Hasan Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son Döneminden Günümüze
Türkiye’de Dış Ticaretin Gelişimi”, Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi, 8:1, 2013, s. 60.
11
12
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 399; Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410.
13
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 388, 406.
Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 412-413; keza Cezmi Tezcan, Tekalif-i Harbiye ve Tekalif-İ Milliye
Örneklerinde Savaş Dönemleri Mâli Politikaları, Ankara Üniversitesi TİTE, Yayınlanmamış Doktora
tezi, Ankara 2005, s.14.
14
15
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 24-25.
16
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 388, 406.
17
Biltekin Özdemir, Osmanlı Devleti Dış Borçları, s. 94-95.
179
lirası ve harp malzemesi olarak ayni ve nakdi yardımları 102 milyon civarındadır18. Keza 18,5 milyon lira iç borç ve 50 milyon kadar da müsadere ve menkul mallara el koyma suretiyle temin edilebilmiştir19. Rakamlara bakıldığında devletin nakit parayı ülke içinde tutma ve piyasayı canlandırma amacıyla
atacağı her adımın son derece önem arzettiği anlaşılmaktadır.
2) Ticari Alanda Yapılan Düzenlemeler
Osmanlı Devleti savaşın finansmanına katkı sağlamak amacıyla ticari
faaliyetlere müdahale etmek ihtiyacı hissetmiştir. Geleneksel olarak Osmanlı dış ticaret politikası ülke içinde ürün bolluğunu ve ekonomik kârlılığı
arttırmak üzerine kurulmuştu. Bu anlamda devlet, özellikle fiyat kârlılığını
amaçlayan ithalatı teşvik ederken, ihracatı kısıtlayıcı bir amaç gütmekteydi.
Uygulanan bu politikaları desteklemek amacıyla ihracat yüksek oranlarda
vergilendirilerek kısıtlanmakta hatta bazı mallara ihracat yasağı konmaktaydı20. İhracat yasaklanırken ithalat artırılmaya çalışılmıştır21.
I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde 1913-1914 yıllarında Osmanlı
Devleti’nin dış ticaretinin %65’i savaş sırasında rakip-düşman safında yer
alacak devletler, %25’i müttefik devletler ve %10’luk kısmı ise tarafsız devletler ile yapılmaktaydı. Keza yine bu dış ticaretin %90’ından fazlası denizyolu ve yabancı bandıralı teknelerle gerçekleştirilmekteydi. Ticaretin yapıldığı söz konusu teknelerin ise sadece %20’si müttefik tarafta yer alacak
devletlere ait idi22. Ancak savaşın ilk aylarında ülkenin denizden ablukaya
alınması ve deniz yollarının ticarete kapanması, demiryolu dış hatlarının
rakip ülkelerden geçmesi ve savaş nedeniyle ülkelerin ihraç edebilecekleri
besin maddelerinin stoklanması, Osmanlı dış ticaretinin kriz içerisine girmesi anlamına gelmekteydi23.
Esasen Osmanlı Devleti’nin XIX. yüzyılın son dönemlerinde dış ticaret
politikasının önemli ölçüde kısıtlandığı görülmektedir. 1886 yılında %8’e
düşürülen ithal vergi oranları, Avrupalı devletlerin baskıları sonucunda
1914 yılında %11’e çıkartılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine Osmanlı Devleti kapitülasyonları tek taraflı olarak kaldırmış ve gümrük vergileri ilk önce %15-16’lara, 31 Mayıs 1915 tarihinde ise %30’lara çıkarılmıştır.
1916 yılında himaye usulü ile her ürün için aynı oranda vergi koymak yerine
ürünlerin özelliklerine göre spesifik vergi konulması uygulamasına başlan18
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 115.
19
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. s. 398, 406.
20
Kılınç Savrul, Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son...”, s. 57.
21
Hâmit Sadi Selen, Ticaret Tarihi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1960, s. 144.
22
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 17.
23
Toprak, Türkiye’de Millî İktisat, s. 410.
180
mıştır24. Yani bazı ürünlerden yüksek bazı ürünlerden düşük vergi alan bir
tarife düzenlemiştir. 23 Mart 1916 tarihinde çıkarılan bu kanunla 1916 yılı
Eylül ayının başından itibaren verginin, eşyanın ağırlığı üzerinden alınması kararlaştırılmıştır ki bu da yaklaşık %15-25 oranına denk gelmekte idi25.
Yeni gümrük tarifesiyle ziraat ve sanayi himaye edilirken bazı eşyadan %100
gümrük alan26 ve ihraç vergisini tamamıyla kaldıran yeni düzenleme, savaş
sebebiyle istenen faydayı sağlamamıştır27.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı sırasında ekonomiyi canlı tutmak
ve dış ticareti devam ettirerek ihtiyaç duyulan malzemelerin tedariki için
ciddi bir çaba içerisinde olduğu da ifade edilmelidir28. Örneğin 1915 yılının
başlarında rakip devletlerden olmamak şartıyla yabancı ülkelerden gelecek
manifatura veya diğer eşyaların ülkeden transit şekilde geçmesine müsaade
edildiği görülmektedir29. Bu anlamda Müttefik devletlerin işgalinde bulunan
ülkelerle ticarette de mahzur görülmemiştir. Örneğin 20 Nisan 1916 tarihli
Meclisi Vükela kararına göre Müttefik devletlerin işgalinde bulunan memleketlerle ticarî ve iktisadî muamelenin uygun olduğu bildirilmiştir30.
I. Dünya Savaşı yıllarında toplam ithalatın %90’ı Almanya ve
Avusturya’dan gerçekleşen siparişlerdir. Bu ithalatın hesabı Berlin’deki
Deutsche Bank’ta tutulmuş ve savaşın sonunda hesaplaşılmıştır. İhracat
ise devletlerin İstanbul’da kurdukları satın alma teşkilatları tarafından gerçekleştirilen alışveriştir. Bu işlemlerin hesapları ise İstanbul’daki Deutsche
Bank’ta tutulmuştur31.
Savaşın kısa sürede sona ereceği kanaati sebebiyle halkın ve ordunun iaşe
ve ikmal işlerine yeterince önem verilmediği şeklinde değerlendirmeler yapılmaktadır32. Esasen Osmanlı Devleti, Balkan Savaşlarını takip eden yıllarda hızlı
bir şekilde gelişen dış ticareti sayesinde I. Dünya Savaşı’nın ilk aylarında ihtiyaç
duyulan malzemelerin sıkıntısını çok fazla çekmemiştir33. Savaşın kısa sürede
bitmeyeceğinin anlaşılması üzerine ise hükümet bazı tedbirler almak zorunda
kalmıştır. Özellikle 1915 yılının ortalarına doğru elde mevcut ürünler bitme24
Kılınç Savrul, Özel, Kılıç, “Osmanlı’nın Son...”, s. 59.
25
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381.
Bkz. 30 Eylül 1916/2 Zilhicce 1334 tarihli “Düvel-i muhâsama memalikinden gelecek eşyadan hitam-ı
harbe kadar %100 resm istifası hakkında irade-i seniyye”, Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1317.
26
27
Selen, Ticaret Tarihi, s. 139-140.
28
Bayram Nazır, Şehbender Raporları, s. 14.
29
BOA, BEO, nr. 4346/325921.
30
BOA, MV., nr. 201/61.
31
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 382.
32
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19, 56.
33
Pamuk, Osmanlı-Türkiye, s. 240.
181
ye başlayınca temel ihtiyaç maddeleri dahi piyasada bulunmaz hale gelmiştir.
Bu durum üzerine hükümet, ülkede savaş ekonomisi uygulamaya çalışacaktır.
1915 yılında Romanya, Bulgaristan ve savaşa dahil oluncaya kadar Yunanistan
ve İtalya’dan gerçekleştirilen ithalat, ülkenin ihtiyacına cevap verememiştir.
Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu sıkıntı Sırbistan’ın işgaline kadar devam etmiş,
bilahare harp malzemesi ve mühimmat Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan
getirilebilmiştir34. Bu süreçte savaşın devamı sebebiyle ticaret hacminde bir genişleme yaşanmış, kağıt paranın piyasada dolaşımı artmış ve 1916 yılının ortalarına kadar kağıt para ile altın arasındaki denge kurulmuştur35.
3) Borç ve Taahhütlerle İlgili Düzenlemeler
Osmanlı hükümeti, I. Dünya Savaşı’nın doğurduğu olağanüstü durum
ve dış ticaretin değişen şartları karşısında ve savaşın finansmanını sağlamak amacıyla, ihtiyatlı ve koruyucu ekonomi politikaları izlemek zorunda
kalmıştır36. I. Dünya Savaşı sırasında savaş ekonomisi kapsamında dikkat
çeken en önemli tedbirlerden birisi, ülke içerisindeki nakit paranın ülke dışına özellikle de savaş halinde olunan rakip devletlere gidişini engellemeye
dönük atılan adımlardır. Osmanlı Devleti’nin ticareti ve nakit para akışını
kontrol etmeye yönelik ilk yasal düzenleme “rakip ve müttefikleri ile tarafsız
devletler tebaası ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun” başlıklı kararnamedir. Söz konusu kararname savaşın ilk
aylarında yani 6 Aralık 1914 tarihinde kabul edilmiştir37. Yine aynı gün benzer düşüncelerle bir başka düzenleme daha yapılmış ve “Osmanlı tebaasının
düşman ve müttefikleri devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri
hakkında geçici kanun” çıkartılmıştır38. Çıkarılan kararnameler uluslararası
hukuka uygun olup, rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı yürüttüğü uygulamalara karşılık olarak (mukabele-i bilmisil) gerçekleştirilmiştir.
Bu düzenlemeler ile Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütlerinin ödenmesi ertelenmiştir. Bu
anlamda Osmanlı Devleti’nin ülkenin ekonomik hayatına müdahale etmek
zorunda kalması ilerleyen süreçte devletçilik sisteminin doğmasına bir adım
olarak da değerlendirilmektedir39.
34
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19, 56.
35
Eldem, “Cihan Harbinin...”, s. 381.
Filiz Çolak, “İşgal Yıllarında İzmir İktisadi Bölgesinde Fiyat Hareketleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/4, Fall 2012,
p. 1269-1280.
36
37
BOA, İ.DUİT., nr. 77/43.
38
Düstur, Tertip 2, C. 7, (1 Teşrinisani 1330-31 Teşrinievvel 1331), Matbaa-i Amire, Dersaadet 1336, s. 127.
39
Eldem, Harp ve Mütareke, s. 19; Selen, Ticaret Tarihi, s. 143.
182
a-Rakip Devlet ve Müttefikleri İle Tarafsız Devletler Tebaasının Ellerindeki Tahvilat Faizi ve Amortismanlar Hakkında Kanun
Osmanlı Hükümeti savaşın ilk aylarından itibaren ülke içerisindeki ekonomik dengeleri muhafaza etme düşüncesiyle hareket etmiştir. Bu
amaçla “rakip ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaası ellerinde bulunan
tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun” başlıklı bir kanun
hazırlamış ve nakit paranın ülke dışına çıkmasını engellemeye çalışmıştır40.
Buna göre savaş sırasında rakip devletler ile ticari ilişki içinde olan Osmanlı vatandaşları, borçlarını yabancı devlet vatandaşlarına ödemeyecek, buna
karşılık Maliye Nezareti tarafından verilecek emir üzerine, hükümetçe tespit edilecek bir bankaya yatırmaya mecbur olacaklardır41.
Söz konusu kararname, 13 Ocak 1916’da tasdiken onaylanmak üzere
Meclisi Âyan’da gündeme gelmiştir. Mecliste düzenlemenin tereddüde mahal bırakmayacak netlikte ve sınırlılıkta olması üzerinde ciddiyetle durulmuştur42. Kanun teklifine göre, rakip ve müttefiki olan devletler tebaasından, şahıslar ve kurumların elinde bulunan, devlet veya belediye tarafından
ihraç edilmiş olan borç ve hazine tahvilatı faiz ve amortismanı 28 Ekim 1914
tarihinden itibaren barış sağlanıncaya kadar ödenmeyecektir. Keza Osmanlı
Anonim Şirketleri tarafından ihraç edilmiş olan hisse senetleri ve tahvilleri
ile hisse senetlerinin faiz ve amortismanları ile temettü hisselerinin de adı
geçen ülke vatandaşlarına bu süre zarfında ödenmesi yasaklanmıştır. Meclisteki müzakerelerden anlaşılacağı üzere bu kanun, borçların ödenmeyeceği veya paranın borçluda bekletileceği anlamına gelmemekteydi. Hükümetin bu kanunu düzenlemekteki amacı yabancılara ve rakip devletlere para
çıkmasını engellemektir. Maliye Nezareti tarafından verilecek emir üzerine
söz konusu şirketler ödemesi gereken borçlarını, hükümetçe tespit edilen
bir bankaya yatırmaya mecbur olacaklardır. Bu kararın aksine hareket eden
şirketler, 8 Aralık 1914 tarihli kanunun ikinci maddesi gereğince para cezasına çarptırılacaklardır. Müzakereler sırasında bu kanunu düzenlemekteki
maksadın, borç sahiplerinin hukukunu temin etmek olduğu ifade edilmiş6 Aralık 1914/18 Muharrem 1333 tarihli “Düvel-i muhâsama ve müttefikleri ile bî-taraf devletler
tebaası yedlerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında kanun-ı muvakkat” hk. bkz. BOA,
İ.DUİT., nr. 77/43.
40
41
Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 125.
Kanun lâyihası 13 Ocak 1916 tarihinde Meclisi Âyan’da gündeme gelmiş, meclis ise konuyu Maliye Encümenine havale etmiştir. Lâyiha bilahare 27 Ocak 1916’da Meclisi Âyan’da gündeme alınmıştır. Maliye
Encümeni mazbatasına göre harp halinin gerektirdiği mali tedbirler kapsamında düzenlenen ve şirket
sahiplerinin rakip devletler ve müttefikleri tebaasına faiz veya diğer ödemelerin ödenip ödenmeyeceği
hakkında, Hükümetçe daha önce düzenlenen kanun layihasında açıklık olmadığı ifade edilmiştir.
Bunun üzerine, Meclisi Mebusan’a iade edilen lâyihanın birinci maddesinde düzenleme yapılarak Meclisi Âyan’a sunulmuştur. Bkz. Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi (MÂZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23.
İnikad, 14 Kânunusâni 1331/27 Ocak 1916, s. 406.
42
183
tir43. Ayrıca söz konusu nakit paranın kontrol altında tutulması da bir avantaj olarak değerlendirilmiştir.
Yapılan kanun ile borç sahiplerinin hukukunun tamamen koruma altına alınmış olduğu Aristidi Paşa tarafından ifade edilmiştir. Onun bildirdiğine göre şayet borçlu şirketler devletçe muteber ve güvenilir kabul edilmekte
ise bu faiz ve amortismanlarla temettü hisselerinin kendi ellerinde kalmasına müsaade edilecektir. Fakat adı geçen şirketler hükümetçe itimat edilmeyen şirketlerden ise o zaman hükümet bu gibi şirketlere ödemeleri gereken
faiz ve amortismanlarla, temettü hisseleri karşılığında ödenecek parayı belirli bir bankaya yatırmalarını emredecektir. Ancak söz konusu şirketler kanuna aykırı olarak borcunu talep eden şirketlere ödeme yaparlarsa veyahut
hükümet kendilerine “bu faiz ve amortismanlar ile, temettü hisseleri mukabilini filan bankaya tevdi ediniz” şeklinde bilgi verdiği halde, şirketler yine
bunları o bankaya yatırmazlarsa, haklarında kanunda belirlenen para cezası
uygulanacaktır.
Müzakereler sırasında meclis başkanı, alacak sahibine ödenmesi gereken faiz miktarına karşılığı verilen cezanın, alacaklının hukukunu temin
etmeyeceğini ifade etmiştir. Örneğin ödenecek faiz miktarı onbin lira iken,
bir şirket hakkında söz konusu faizi bankaya yatırmaması sebebiyle mesela
bin lira para cezası verilecek olursa, bu ceza alacaklı kişinin hukukunu temin
etmeyecektir. Çünkü o şirket borç olarak vereceği parayı kendi hesabında
tutarak kullanırken para cezasını memnuniyetle verebilir44.
Görüşmelerde, verilecek ceza ve alacaklının hukukunu koruma konusunda netlik olmadığı hususu bir süre tartışmalara sebebiyet vermiştir. Mebuslardan bazıları Osmanlı tebaasından olup da ödeme yapmayan kişilerin
nakdi cezaya çarptırılması veya bir sene hapis cezasına çarptırılmasının alacaklılara ne faydası olacağını sormuşlardır. Diğer milletvekilleri ise kanuna
karşı gelmenin sonucunda bu cezanın verileceğini ifade etmişlerdir. Mustafa Nail Bey ise hükümetin bu kanunu çıkarmaktaki maksadının, alacaklıya
karşı bir taahhütte bulunmak veya teminat vermek olmadığını ifade etmiştir. Onun bildirdiğine göre hükümetin esas amacı, bu tür şirket ve müessese
sahiplerine ödenecek paralardan, savaşan devletler tebaasının istifadesini
ortadan kaldırmaktır.
Tarafsız devletler tebaası elinde bulunan borç ve hazine tahvilatının
faiz ve amortismanı ise İstanbul’da Maliye tarafından kontrol edilecektir.
Müzakerelerde, hükümetin Almanya ve Avusturya ile imzalamış olduğu anlaşmalara ait faiz ve amortismanların karşılıklarının ve mukavelenameleri
43
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 406-407.
44
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 407.
184
gereği ödenmesi gereken borçların ödenmeye devam edeceği hatırlatılmıştır. Fakat rakip devletler tebaasına hiçbir yerde ödeme yapılmayacaktır. Kanunun 6 Aralık 1914 tarihinden itibaren geçerli olacağı bildirilmiş45, 7 Şubat
1916’da ise tasdiken kabul edilmiştir46.
b-Osmanlı Tebaasının Rakip Devletler ve Müttefikleri Tebaasına Olan
Borç ve Taahhütleri Hakkında Kanun
Osmanlı Devleti’nin savaşın başlarında mevcut ekonomik sorunları
azaltmak ve ülke dışına para çıkışını engellemek amacıyla gerçekleştirdiği
bir diğer düzenleme “Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanun”dur47. 6 Aralık
1914 tarihinde kabul edilen bu geçici kanun ile savaş sırasında önemli bir karar alınmış ve Osmanlı Devleti vatandaşlarının rakip devlet vatandaşlarına
olan borç ve taahhütleri ertelenmiştir. Keza bundan dolayı faiz ve hukuki
sorumluluk da üstlenilmeyecektir48. Söz konusu kararname 23 Mart 1916’da
Meclisi Âyan’da gerçekleştirilen müzakereler sonucunda tasdiken kabul
edilmiştir49.
Kanunun müzakere sürecinde dikkat çeken husus, layihanın tereddüde mahal bırakmayacak netlikte hazırlanmaya çalışıldığıdır50. Bu anlamda,
Maliye Encümeninden gelen kanun layihasının yeterince açık olmadığı
müzakereler sırasında vurgulanmıştır. Bu sebepten Meclisi Âyan, layihanın
hükümetin taleplerini karşılamadığını vurgulayarak ifadelerinin netleştirilmesi ve meselenin hukuki yönünün de ortaya konulması amacıyla Adliye
Encümenine gönderilmesine karar vermiştir.
Bilahare Adliye Nazırı İbrahim Bey’in hazır bulunduğu oturumda kanunla ilgili müzakereler gerçekleştirilmiştir. Müzakerelerde Osmanlı tebaasının rakip devletlere karşı olan ve ödenme zamanı gelmiş olan ticari
ve normal borçları için 18 Ekim 1914 tarihinden itibaren faiz işlemeyeceği
kabul edilmiştir. Keza söz konusu maddede rakip devletler vatandaşlarının menkul ve gayrimenkul bütün mallarıyla ilgili iddiaları harbin devamı
müddetince dikkate alınmayacaktır. Ancak borç erteleme kanunlarının uy45
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, s. 408-409.
“Düvel-i muhâsama ve müttefikleri ile taraf devletler tebaası yedlerinde bulunan tahvilat faizi ve
amortismanları hakkında kanun” için bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 373.
46
“Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatı
hakkında kanun-ı muvakkat” hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 127.
47
Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; keza bkz. Mehmet Emin Elmacı, “I. Dünya Savaşı ve Kapitülasyonların
Kaldırılmasının Sonuçları”, Türkler, C. 14, Edt. Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002,
s. 381-390.
48
49
Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; BOA, İ.DUİT, nr. 77/36.
Meclisi Mebusan tarafından 13 Kasım 1915 (5 Muharrem 1334 -31 Teşrinievvel 1331) tarihinde Meclisi
Âyan’a gönderilmiş ve buradan da Maliye Encümenine havale edilmiştir. bkz. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 2. İnikad, 2 Teşrinisani 1331/15 Kasım 1915, s. 9.
50
185
gulamasında rakip devlet tebaasının istisna edilmemiş olması sebebiyle Osmanlılara ve dost devletlerin tebaasına ait olan istifadelerden rakip devlet
tebaasının da faydalanmakta olduğu görülmüştür. Söz konusu kanun lâyihasında borç ertelemeden istifade edemeyeceklerin de kanuna ilavesi, ancak
sermayeleri çoğunlukla Osmanlı tebaasına ait olan önemli müesseselerin
istisnası gerektiği Adliye Nazırı tarafından bildirilmiştir. Hükümetin teklifi,
encümence de müzakere edildikten sonra uygun görülmüş ve lâyihanın dördüncü maddesi olarak Maliye müesseseleri istisna olmak üzere rakip devlet
vatandaşlarının borç erteleme kanunlarının tanıdığı müsaadelerden istifade
edemeyecekleri ibaresi ilave edilmiştir51.
Adliye Nazırı meselenin daha iyi anlaşılması için konuya bir açıklık getirmiştir. Onun ifadelerine göre bu kanun rakip devletler tebaasıyla Osmanlı
tebaası arasındaki ticari işlemlere aittir. Yani Osmanlı vatandaşları taahhütlerinden dolayı harp devam ettiği müddetçe rakip devlet vatandaşlarına karşı olan borçlarından dolayı her hangi bir şekilde mesuliyet yüklenmeyecekler ve faiz ödenmesi de söz konusu olmayacaktır. Meclis’te, borçların ertelenmesi amacıyla çıkartılan kanunun yabancıların tasarruf ve menfaatlerine
ait davaları tamamen ortadan kaldırmadığı vurgulanmıştır.
Müzakerelerde Avrupa’da da benzer düzenlemelerin yapıldığı ifade
edilmiştir. Örneğin rakip devletler, savaş sırasında çıkardıkları kanunlarla
Osmanlı Devleti tebaasını birçok haktan mahrum bırakmışlardır. O mahrumiyetlerden birisi de Osmanlı vatandaşlarına yapılacak ödemelerin yasaklanması idi. Müzakerelerden anlaşılacağı üzere Avrupa devletleri tasarruf
davalarında şahsi hukuku bile kabul etmemektedirler. Fakat Osmanlı hükümeti Avrupalıların yaptıkları ölçüde hak mahrumiyetine gitmemektedir.
Bu sırada Osmanlılar hakkında tasarruf davaları ve tasarruftan kaynaklanan menfaat davalarının da harbin devamı dolayısıyla dikkate alınmamasının ilavesi teklif edilmiştir. Müzakerelerde gündeme gelen bir başka
husus dost devletlerin vatandaşlarının borçlarının ertelenmesi meselesidir.
Görüşmeler neticesinde savaş sebebiyle Osmanlı vatandaşları ile dost devletler tebaasına kolaylık sağlamak üzere borçların ertelenmesi esası kabul
edilmiştir. Yapılan düzenlemede rakip devlet tebaalarının borç erteleme
hakkından istifade etmemelerini sağlamaya azami dikkat gösterilecek ancak
bu uygulamadan sermayesi Osmanlı ve dost devletlerden oluşan maliye müesseseleri muaf tutulacaktır.
Kanunun yürürlüğe girmesi durumunda yaşanacak aksaklıklara meydan vermemek için müzakereler sırasında her ayrıntı tartışılmıştır. Örneğin
Aristidi Paşa, alacak davalarında bu kanunun zaman aşımına sebep olup ol51
MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, 27 Şubat 1331/11 Mart 1916, s. 340-341.
186
mayacağını sormuş, Musa Kâzım Efendi ise zaman aşımının olmayacağını
ifade etmiştir. Buna karşılık Mahmut Paşa, “savaşan devletler tebaasından
biri burada bulunur, onun emlâkine bir başkası tarafından tecavüz vuku bulursa o adam hakkını almak için mahkemeye müracaat edecek mi edemeyecek mi?” diye bir soru sormuştur. Meclis başkanı söz konusu durum ile yapılan kanunun ilgisinin olmadığını ifade etmiştir52.
Abdurrahman Şeref Efendi, kanunda menkul ve gayrimenkul tabirlerinin açıklanması gerektiğini bildirip bir kişinin rakip devletler tebaasından
birisinin eşyasını çalarsa ve zorla hanesine el koyarsa ne olacağını sormuştur. Adliye Nazırı İbrahim Bey ise bu durumun ceza kanununa göre savcılar
tarafından takip edileceğini bildirmiştir.
Adliye Nazırı İbrahim Bey hazırlanan kanunun mukabele-i bilmisil
esasına dayandırılarak düzenlendiğini ifade etmiştir. Onun ifadelerine göre
rakip devletlerin Osmanlı tebaasına karşı uyguladıkları birtakım tedbirler
vardır ki, Osmanlı hükümetinin bu kanun ile teklif ettiği ve yapmaya çalıştığı
şey, onların yanında gayet hafif kalmaktadır. Müzakerelerde bu gibi düzenlemelerin devletler hukukuna uygun yürütülmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Ahmet Rıza Bey, Adliye Nazırının rakip devletlerin Osmanlı tebaasına
karşı uyguladığı tedbirlerin çok ağır olduğunu söylediğine ve Osmanlı hükümetinin ise onlara nispetle daha ılımlı davrandığını ifade ettiğine dikkat
çekerek Osmanlıların onlarla kıyas edilemeyeceğine vurgu yapmıştır. Ahmet Rıza Bey, Osmanlı vatandaşlarının yabancı memleketlerde emlâkinin
olmadığını veya çok az olduğunu hatırlatarak, yabancıların Osmanlı topraklarında pek çok emlâki olduğunu dile getirmiştir. Osmanlı ülkesinde üç-beş
yabancının kaldığını veya iltica ettiğini bildiren A. Rıza Bey, onların çoğunun
da burada doğmuş, büyümüş kimseler olduğunu ve adeta Osmanlı olduklarını ifade etmektedir. O, rakip devletler Osmanlı tebaasına karşı olumsuz
muamele ediyor diye hükümetin de karşılık olarak adalete ve özellikle Osmanlılık şanına yakışmayacak muamelede bulunulmasının kabul edilemeyeceğini belirtmiştir. Adliye Nazırı İbrahim Bey ise yabancıların müesseselerinin veya ticarethanelerinin kapatılmadığını, ticaretle meşgul olmaya
devam edeceklerini fakat Osmanlılara karşı hukuk davalarını açmalarının
yasak edildiğini, ceza davalarının ise görülmeye devam ettiğini bildirilmiştir.
Müşir Mehmet Fuat Paşa, rakip devletlerin gayrimenkul mallar ile ilgili tedbirlerinin uygun olduğunu, ancak menkul mallar hakkında yapılan
düzenlemenin net olmadığını bildirmiştir. Mehmet Fuat Paşa’ya göre hükümetin boş kalan evdeki eşyayı koruması veya kanun kapsamı dışında tutması
doğru olacaktır. Bunun üzerine Adliye Nazırı İbrahim Bey, kanunun yanlış
52
Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341.
187
anlaşıldığını, rakip devlet tebaasının menkul veya gayrimenkul emlakine el
koymak için bir kanun yapılmadığını ifade etmiştir. Ahmet Rıza Bey ise üstü
kapalı olarak o mananın çıktığını, kendisinin bir Türk-Osmanlı sıfatıyla bu
kanunu kabul etmediğini bildirerek rahatsızlığını dile getirmiştir53.
Kanunda vurgulanan bir diğer husus Osmanlı memleketlerinde bulunan şahıs veya kurumlar tarafından rakip devletler memleketlerine ve bunların müstemlekelerine gerek nakden ve gerek çek ve poliçe ve hesap nakli
suretiyle aracı ile veya aracısız ödeme yapılmasının yasaklandığıdır. Bu yasağın aksi şekilde hareket eden kimseler, her defası için bin liraya kadar para
cezası ve bir seneye kadar hapis cezasıyla veyahut bunlardan biriyle cezalandırılabileceklerdir. Bu kişilere Maliye Nezareti’nin ihbarına dayanarak
savcılık tarafından dava açılacak ve cezalandırılacaklardır. Keza kanunda
Maliye Nezareti tarafından anonim şirketlere müfettişler gönderilerek evraklarının inceleneceği ve Maliye müesseseleri müstesna olmak üzere rakip
devlet tebaasının borç erteleme kanununun sağladığı müsaadelerden istifade edemeyecekleri belirtilmiştir54. Söz konusu kanun 13 Mart 1916 tarihinde
kabul edilmiştir55. Hazırlanan kanun 23 Mart 1916’da yayınlanmıştır56. Müzakereler ve kanunun içeriğine bakıldığında Osmanlı hükümetinin ülke içerisindeki nakit paranın rakip devlet vatandaşlarına ödenmesini engellediği
görülmektedir. Bu şekilde sıcak paranın ülke içinde kalması sağlanmıştır.
Öte yandan I. Dünya Savaşı’nın başlarında tarafsızlığını koruyan devletlerin ilerleyen dönemlerde taraflarını seçmeleri üzerine söz konusu kanunun
kapsamının genişletilmesi ihtiyacı hissedilmiştir. Bu anlamda İtalya’nın İttifak devletleri safında yer alması ve 20 Mayıs 1915’te Avusturya’ya, Ağustos
ayında ise Almanya ve Osmanlı Devleti ile savaş pozisyonuna girmesi mevcut
kanun üzerinde bir düzenleme yapılmasını gerekli kılmıştır. Bunun üzerine
söz konusu kanun hükümlerinin İtalya vatandaşlarına da uygulanması hususu 16 Eylül 1915’te kararlaştırılmıştır57. Kararname 18 Eylül 1915 tarihinde kabul edilmiş58, 20 Mart 1916 tarihinde ise tasdiken onaylanmıştır59.
53
MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341.
54
MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, s. 339-341.
Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 42. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s. 417-419; keza bkz.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 44. İnikad, 29 Şubat 1331/13
Mart 1916, s. 480-484.
55
56
Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 773; BOA, İ.DUİT, nr. 77/36.
57
BOA, MV., nr. 241/128; BOA, İ.MMS. nr. 200/1333.
“Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatına
mütedair 18 Muharrem 1333 tarihli kanun-ı muvakkat hükmünün İtalya tebaasına dahi teşmili
hakkında kanun-ı muvakkat”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 7, s. 725.
58
“Tebaa-i Osmaniyenin düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan düyun ve taahhüdatına
mütedair 18 Muharrem 1333 tarihli kanun-ı muvakkat hükmünün İtalya tebaasına dahi teşmili
hakkında kanun”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 759.
59
188
Osmanlı Devleti benzer bir tavrı Romanya devleti tebaasına karşı da
göstermiştir. Osmanlı ile Romanya arasında 30 Ağustos 1916’da savaş resmen başlamıştır60. Yaşanan bu gelişme üzerine borçların ertelenmesi kanunu 22-29 Ocak 1917 tarihlerinde Meclisi Mebusan’da müzakere edilmiş ve
kanunun 18 Ağustos 1915 tarihinden itibaren geçerli olması kararlaştırılmıştır61. 27 Eylül 1916 tarihinde Meclisi Vükela’da rakip ve müttefik devletler
tebaası hakkında çıkarılan borç ve taahhütlerle ilgili kanun hükümlerinin
Romanya tebaasına da uygulanması ile ilgili kararname kabul edilmiş ve ertesi gün yayınlanmıştır62. Adı geçen kararname 15 Mart 1917 tarihinde tasdik
edilmiştir63.
Kısa bir süre sonra Yunanistan da savaşa dahil olmuştur. Yunan tarafının savaşa girmesi üzerine borçların ödenmesinin ertelenmesi ile ilgili
kanununun kapsamının genişletilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Böylece
söz konusu kanunun Yunan tabiiyetine sahip tüccarlara da uygulanması kararlaştırılmıştır. Konuyla ile ilgili kararname 31 Mayıs 1917 tarihinde kabul
edilmiş64, 6 Ağustos 1917’de ise onaylanmıştır65.
4) Diğer Düzenlemeler
Osmanlı Devleti savaş döneminde ticari ilişkilerden kaynaklanan her
türlü para akışını kontrol etmeyi amaçlamış buna yönelik adımlar atmıştır. Örneğin 19 Temmuz 1916 tarihli Meclisi Vükela kararına göre, Osmanlı
Devleti’nin kendi müttefikleri tarafından işgal edilmiş olan Belçika, Sırbistan ve Karadağ gibi devletlerin vatandaşları adına Osmanlı ülkesine gelen
nakit havalenamelerin ödenmemesi kararlaştırılmıştır66.
Osmanlı Devleti’nin rakip devletlerin vatandaşlarının alacaklarının
ödenmemesi dışında bir takım farklı uygulamalar gerçekleştirdiği de görülmektedir. Bu anlamda 10 Ocak 1917 tarihinde rakip devlet vatandaşlarından
bazı kişilerin kendi ihtiyaçları dışında, ticaret yapmak amacıyla hububat aldıkları tespit edilmiştir. Satın alınan zahireye bazı kazalarda Osmanlı me30 Ağustos 1916/1 Zilkade 1334 tarihli “Hükümet-i seniyye ile Romanya hükümeti arasında hal-i harp
ilanı hakkında irade-i seniyye” başlıklı kanun hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1268.
60
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 3, 28. İnikad, 9 Kânunusâni 1332/22 Ocak 1917, s. 431; MMZC,
Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 3, 31. İnikad, 16 Kânunusâni 1332/29 Ocak 1917, s. 42.
61
BOA, MV., nr. 245/29 keza bkz. 28 Eylül 1916/30 Zilkade 1334 tarihli “2 Rebiülahir 1334 tarihli kanun
ile 18 Cemaziyelevvel 1334 tarihli kanunun Romanya tebaası hakkında dahi cereyan-ı ahkamı hakkında
kanun-ı muvakkat” hakkında bkz. Düstur, Tertip 2, C. 8, s. 1315.
62
63
Düstur, Tertip 2, C. 9, (1 Teşrinisani 1332-31 Teşrinievvel 1333), Evkaf Matbaası, İstanbul 1928, s. 278.
64
BOA, MV., nr. 208/121.
“2 Rebiülahir 1334 tarihli 18 Cemaziyelevvel 1334 tarihli kanunlar ahkamının tebaa-i Yunaniyeye dahi tatbiki hakkında kararname”. Bkz. Düstur, Tertip 2, C. 9, s. 704; keza Bkz. BOA, MF.MKT., nr.
1229/66, nr. 1229/72.
65
66
BOA, MV., nr. 202/112.
189
murları tarafından el konulmuş ve bu mallar ordunun ihtiyacı olduğu gerekçesiyle askeriyeye teslim edilmiştir. Bu uygulamanın uygun olup olmadığı
Dahiliye Nezareti’ne sorulmuş ve yapılanın, mevcut şartlar ve yasalar gereği
normal bir uygulama olduğu ifade edilmiştir67.
Görüleceği üzere Osmanlı hükümeti, I. Dünya Savaşı sırasında rakip
devletler ile ticari ilişkileri ve dolayısıyla ülke dışına paranın akışını kontrol
etme çabası içerisindedir. Bu anlamda hem borç erteleme kanununun kapsamını genişletmiş hem de rakip devletlerin vatandaşları ile ticari ilişkisi olan
vatandaşlarını bilgilendirmiştir. Örneğin 16 Haziran 1917 tarihli bir belgeden anlaşıldığı üzere Osmanlı’nın rakibi olan devletlerdeki kişi ve kuruluşlarla aralarında borç, alacak veya mevduat ilişkisi olanların Maliye Nezareti
Tedkik Kalemi’ne başvurmaları istenmiştir68. Rakip ve tarafsız devletler ile
gerçekleşen ticari ilişkiler kapsamında bazı Osmanlı vatandaşlarının sorunlar yaşadığı anlaşılmaktadır. Esasen ticari ilişkileri düzenlemek amacıyla 23
Ağustos 1917 tarihli irade-i seniyyeye göre bir talimatname düzenlenmiştir.
Buna göre rakip devletler dışındaki tarafsız devletlere para göndermek gerekli ise bu amaçla kurulmuş Kambiyo Komisyonundan mutlaka izin alınması gerekmektedir. Bunun aksine davranan Osmanlı vatandaşlarının haklarında davalar açılmıştır69.
5) Savaş Sonunda Yapılan Düzenlemeler
a) Borç ve Taahhütler Hakkındaki Kanunun Yürürlükten Kaldırılması
I. Dünya Savaşı sona erdiğinde Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik
devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanuna artık ihtiyaç kalmamıştır. Bu anlamda Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan (30
Ekim 1918) yaklaşık bir ay sonra 5 Aralık 1918 tarihinde konu Mecliste gündeme gelmiştir. Osmanlı tebaasının rakip devletler ile onların müttefikleri
tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkındaki kanun hükümlerinin
Rusya ve Romanya istisna olmak üzere tüm rakip devletler ile Ukrayna Hükümeti tebaası hakkında geçerli olmamasına dair bir kanun layihası müzakere edilmeye başlanmıştır70.
Yapılan müzakereler sırasında Denizli Mebusu Rüştü Bey, mütarekenin imzalandığı ve bu sebeple bundan sonra yabancı devletler tebaası ile
çeşitli muamele ve ticari ilişkilerin gerçekleşeceğine dikkat çekmiştir. Bu
sebepten Osmanlı tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı
67
BOA, DH.İ.UM.EK., nr. 26/71.
68
BOA, DH.İ.UM., nr. 22/5.
69
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, s. 173.
70
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, 7 Kânunuevvel 1334/7 Aralık 1918, s. 244.
190
olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanunun bir an önce yürürlükten
kaldırılması gerektiği dile getirilmiştir. Keza Meclis başkanı, hükümetin de
kanunun kaldırılmasını istediğini belirterek, meselenin aciliyetine binaen
konuyu hemen gündeme aldırmıştır71. Maliye Nezareti’nin de desteğiyle kanun layihası meclis gündemine gelmiştir.
Milletvekilleri kanunun kaldırılmasıyla ilgili müzakereler sırasında
farklı görüşler dile getirmişlerdir. Örneğin İstanbul Mebusu Ali Fethi Bey,
kanunda yabancı devlet tebaasına karşı tanınan bu iznin, Osmanlı tebaasının
mali muameleleri hususunda bir misilleme esasına göre mi yoksa yalnız tek
taraflı yapılan bir müsaade mi olduğunu sormuştur. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa ise mukabele-i bilmisil esasının kabul edildiğini fakat kanunda
zikredilmediğini bildirmiştir. Böylece söz konusu kanun ile İtalya, Romanya ve Yunanistan’ı da kapsayan kanun ve kararnamelerin yeni düzenlenen
kanuna aykırı olan hükümlerinin ortadan kaldırılması kararlaştırılmıştır72.
Bu kapsamda yapılan çalışmalar neticesinde 5 Aralık 1918 tarihinde
Meclisi Mebusan’da müzakereler tamamlanmış ve Meclisi Âyan’a gönderilmiştir. Meclisi Âyan, kanunu 9 Aralık 1918 tarihinde müzakere etmiştir. “Tebaa-i Osmaniyyenin Düvel-i muhâsama ve müttefikleri tebaasına karşı olan
Düyun ve taahhüdatı hakkındaki kanun ahkamının Rusya ve Romanya’dan
maada diğer devletler ve Düvel-i Muhtelife ve Ukrayna Hükümeti tebaası
hakkında cari olamayacağına dair kanun layihası” konusunda yapılan görüşmeler neticesinde kanun kabul edilmiştir. Kanunda Rusya ve Romanya
istisna kabul edilmiştir. Çünkü Rusya ile Brest-Litowsk Anlaşması imzalanmasına rağmen Ruslar kendi topraklarında Osmanlı emlakine el koymuş,
Romanya’nın ise Bükreş Anlaşması’nı henüz uygulamaya koymamıştır73.
Buna karşılık diğer devletler ile Rusya’da kurulan ve İtilaf devletleri tarafından da tanınan Ukrayna Hükümeti tebaasının söz konusu kanundan yararlanması karara bağlanmıştır74.
b) Tahvilat Faizi ve Amortismanlar Hakkında Kanunun Yürürlükten
Kaldırılması
Osmanlı Devleti, rakip ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaası ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun gereği
savaş boyunca ödemediği borçları mütarekeden sonra ödeme ile ilgili düzenleme yapmıştır. Bu anlamda 5 Eylül 1920 tarihinde çıkarılan kararname
ile harp esnasında İtilaf devletlerine ve müttefikleri tebaasına ödenmemiş
71
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 21. İnikad, 5 Kânunuevvel 1334/5 Aralık 1918, s. 226.
72
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, s. 244.
Bkz. MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, s. 173; keza bkz. Elmacı, “I. Dünya Savaşı”, s.381390.
73
74
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, s. 244.
191
olan Osmanlı borçları ile faiz ve amortismanlarının adı geçen tebaaya ödenmemesi uygulamasına son verilmiştir. Keza Osmanlı Anonim Şirketleri tarafından ihraç edilmiş olan hisse senetleri ve tahvilleri ile hisse senetlerinin
faiz ve amortismanları ile temettü hisselerinin de adı geçen ülke vatandaşlarına bu süre zarfında ödenmesi yasağı kaldırılmıştır. Yapılan düzenleme ile
ödemelerin yalnız İstanbul’da Osmanlı kağıt parası ile ödenmesi kararlaştırılmıştır75. Bundan kısa süre sonra 19 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirilen
düzenleme ile rakip devlet ve müttefikleri ile tarafsız devletler tebaasının
ellerindeki tahvilat faizi ve amortismanlar hakkındaki kanun ile 5 Eylül 1920
tarihli harp esnasında İtilaf devletleri ve müttefikleri tebaasına ödenmemiş
olan Osmanlı borçlarının faiz ve amortismanlarının adı geçen tebaaya yalnız
İstanbul’da ödenmesi hakkındaki kararname yürürlükten kaldırılmıştır76.
Yaptığımız araştırmalara rağmen Osmanlı Devleti’nin söz konusu düzenleme sonucu savaş süresince sağladığı ekonomik fayda hususunda kesin verilere ulaşmamız mümkün olmamıştır.
Sonuç
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı yıllarında ekonomik alanda bir çok
sorunla baş etmek zorunda kalmıştır. Bunlar arasında bir taraftan ticaretin devam etmesi ve piyasada mal bulunması, diğer taraftan nakit paranın
Osmanlı ülkesinde kalması en önemlileri arasında sayılabilir. Keza harbin
finansmanının sağlanması ve dış borçlar meselesi de üzerinde durulması gereken hususlardan olmuştur.
Çalışmamızda dikkat çeken husus Osmanlı hükümetinin çıkardığı kanunlar ile ülke içerisindeki ekonomik dengeleri muhafaza etmeye çalıştığıdır. Bu meyanda nakit paranın ülke dışına çıkmasını engellemek için bir
takım yasal düzenlemeler yapılmıştır.
Bu bağlamda Osmanlı hükümetinin aldığı tedbirlerden birisi 6 Aralık
1914 tarihinde kabul edilen “rakip devletler ve müttefikleri ile tarafsız devletler vatandaşları ellerinde bulunan tahvilat faizi ve amortismanları hakkında geçici kanun”dur. İkinci olarak yine aynı tarihte kabul edilen “Osmanlı
tebaasının düşman ve müttefik devletler tebaasına karşı olan borç ve taahhütleri hakkında geçici kanun” adını taşıyan yasal düzenleme dikkat çekicidir. Çıkarılan bu geçici kanunlar ile savaş sırasında, Osmanlı vatandaşlarının rakip devlet vatandaşlarına olan borç ve taahhütleri ertelenmiştir. Keza
bundan kaynaklanan faiz ve hukuki sorumluluk da kabul edilmemiştir. Söz
konusu paralar hükümetçe tespit edilecek bir bankaya yatırılmıştır. Keza ra75
Düstur, Tertip 2, C. 12, (16 Mart 1336-4 Teşrinisani 1338), Evkaf Matbaası, İstanbul 1927, s. 262-263.
76
Düstur, Tertip 2, C. 12, s. 330.
192
kip devlet vatandaşları adına Osmanlı ülkesine gelen nakit havalenamelerin
ödenmemesi kararlaştırılmıştır.
Bu düzenlemeler yapılırken meclisteki müzakerelerde önemli hususlar
dile getirilmiştir. Milletvekillerine göre rakip devletlerin Osmanlı vatandaşlarına karşı uyguladıkları birtakım tedbirler ve yaptırımlar vardır ki, Osmanlı hükümetinin söz konusu kanunlar ile teklif ettiği ve yapmaya çalıştığı şey,
onların yanında gayet ılımlı kalmaktadır. Müzakerelerde vurgulanan husus,
genel olarak birtakım tasarruf ve menfaatlere ait davaları bu kanunun ortadan kaldırmadığıdır. Halbuki rakip devletler, savaş sırasında çıkardıkları kanunlarla Osmanlı Devleti tebaasını birçok haktan mahrum bırakmışlardır.
O mahrumiyetlerden birisi de Osmanlı vatandaşlarına yapılacak ödemelerin
yasaklanması idi.
Keza Avrupa devletleri tasarruf davalarında şahsi hukuku bile kabul etmemektedir. Fakat Osmanlı hükümeti, Avrupalıların yaptıkları ölçüde hak
mahrumiyetine gitmemektedir. Osmanlı yöneticilerine göre savaş zamanında bile olsa yapılanlar devletler hukuku çerçevesinde yürütülmelidir. Kanun
ile ilgili müzakerelerde savaşan devletler, Osmanlılara karşı olumsuz muamelede bulunsalar bile, aynı tarzda karşılık vermek “Osmanlı Devleti’nin
şanına yakışmaz” şeklindeki yaklaşım da Osmanlı devlet adamlarının bakış
açısına ışık tutmaktadır.
Sonuç olarak Osmanlı hükümetinin I. Dünya Savaşı sırasında savaş
ekonomisi uygulamaya çalıştığı, ülke içerisindeki nakit paranın ülke dışına
özellikle de savaş halinde olunan rakip devletlere gidişini engellemeye çalıştığı vurgulanmalıdır. Keza çıkarılan kanunlar, uluslararası hukuka uygun,
mütekabiliyet esasları çerçevesinde yapmış olup, rakip devletlerin Osmanlı
tebaasına karşı yürüttüğü uygulamalara karşılık olarak atılan adımlardır.
Kaynakça
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri
BOA, BEO, nr. 4346/325921.
BOA, DH.İ.UM., nr. 22/5.
BOA, DH.İ.UM.EK., nr. 26/71.
BOA, İ.DUİT, nr. 77/36; nr. 77/43.
BOA, İ.MMS. nr. 200/1333.
BOA, MF.MKT., nr. 1229/66, nr. 1229/72.
BOA, MV., nr. 201/61.
BOA, MV., nr. 202/112.
BOA, MV., nr. 208/121.
BOA, MV., nr. 241/128.
BOA, MV., nr. 245/29.
Düsturlar ve Zabıt Cerideleri
Düstur, Tertip 2, C. 7, (1 Teşrinisani 1330-31 Teşrinievvel 1331), Matbaa-i Amire,
Dersaadet 1336.
193
Düstur, Tertip 2, C. 8, (1 Teşrinisani 1331-31 Teşrinievvel 1332), Evkaf Matbaası,
İstanbul 1928.
Düstur, Tertip 2, C. 9, (1 Teşrinisani 1332-31 Teşrinievvel 1333), Evkaf Matbaası,
İstanbul 1928.
Düstur, Tertip 2, C. 10, (1 Teşrinisani 1333-9 Teşrinievvel 1334), Evkaf Matbaası,
İstanbul 1928.
Düstur, Tertip 2, C. 12, (16 Mart 1336-4 Teşrinisani 1338), Evkaf Matbaası, İstanbul 1927.
Meclisi Âyan Zabıt Ceridesi (MÂZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 23. İnikad, 14
Kânunusâni 1331/27 Ocak 1916, s. 406-409.
MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 42. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s.
417-419.
MÂZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 40. İnikad, 27 Şubat 1331/11 Mart 1916, s.
339-341.
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 14. İnikad, 9 Kânunuevvel 1334/9 Aralık
1918, s. 173.
MÂZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 2, 2. İnikad, 2 Teşrinisani 1331/15 Kasım 1915, s. 9.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi (MMZC), Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 21. İnikad, 5 Kânunuevvel 1334/5 Aralık 1918, s. 226.
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 5, 22. İnikad, 7 Kânunuevvel 1334/7 Aralık
1918, s. 244.
MMZC, Devre 3, C. 1, İçtima Senesi 3, 28. İnikad, 9 Kânunusâni 1332/22 Ocak
1917, s. 431.
MMZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 3, 31. İnikad, 16 Kânunusâni 1332/29 Ocak
1917, s. 42.
MMZC, Devre 3, C. 2, İçtima Senesi 2, 44. İnikad, 29 Şubat 1331/13 Mart 1916, s.
480-484.
Araştırma Eserleri
Eldem, Vedat, “Cihan Harbinin ve İstiklal Savaşının Ekonomik Sorunları”,
Türkiye İktisat Tarihi Semineri, Metinler/Tartışmalar, 8-10 Haziran 1973, Hacettepe
Üniv. Yay., Ankara 1975, ss.373-408.
Eldem, Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, TTK Yay., Ankara 1994.
Elmacı, Mehmet Emin, “I.Dünya Savaşı ve Kapitülasyonların Kaldırılmasının
Sonuçları”, Türkler, C. 14, Ed. Hasan Celal Güzel vd., Yeni Türkiye Yay., Ankara 2002,
s.381-390.
Çolak, Filiz, “İşgal Yıllarında İzmir İktisadi Bölgesinde Fiyat Hareketleri”, Turkish Studies-International Periodical For The Languages, Literature and History of
Turkish or Turkic, Volume 7/4, Fall 2012, p. 1269-1280.
Nazır, Bayram, Şehbender Raporlarına Göre I. Dünya Savaşı Öncesi Osmanlı Ticareti, İstanbul 2010.
Özdemir Biltekin, Osmanlı Devleti Dış Borçları, 1854-1954 Döneminde Yüzyıl
Süren Boyunduruk, 1854-1914 Borçlanmaları Galata Bankerleri ve Osmanlı Bankası
Düyun-u Umumiye İdaresi Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabul Ettiği Osmanlı Devlet Borçları, Ankara Ticaret Odası Yay., Ankara, Eylül 2009.
Pamuk, Şevket, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yay., 8. Baskı, İstanbul 2013.
194
Savrul, Burcu Kılınç, Hasan Alp Özel, Cüneyt Kılıç, “Osmanlı’nın Son Döneminden Günümüze Türkiye’de Dış Ticaretin Gelişimi”, Girişimcilik ve Kalkınma Dergisi,
8:1, 2013, ss. 55-78.
Selen, Hâmit Sadi, Ticaret Tarihi, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1960.
Tezcan, Cezmi, Tekalif-i Harbiye ve Tekalif-İ Milliye Örneklerinde Savaş Dönemleri Mâli Politikaları, Ankara Üniversitesi TİTE, Yayınlanmamış Doktora tezi, Ankara 2005.
Toprak, Zafer, Türkiye’de Millî İktisat 1908-1918, Doğan Kitap Yay., İstanbul
2012.
Özet
I. Dünya Savaşı’nın devletler üzerinde ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri olmak üzere birçok etkisi olmuştur. Bu sayılanlar içerisinde en önemli
unsurlardan birisi şüphesiz ekonomidir. Savaş hali ekonomiyi derinden etkilemekte, süregelen ekonomik ilişkiler devletlerin almış olduğu konuma göre
yeniden şekillenmektedir. Nitekim I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı vatandaşlarının Avrupalı tüccarlarla olan ekonomik münasebetleri devam etmekte
iken, savaşın başlamasıyla birlikte bu ilişkiler farklı bir boyut kazanmıştır.
Osmanlı Devleti, rakip devlet vatandaşlarıyla olan ticari münasebetlerini ve bu kapsamda gerçekleşen para akışını gözden geçirme ihtiyacı hissetmiştir. Nitekim bu hususu düzenleyici kanunlar çıkarmıştır. Bu araştırmada, I. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı tebaasının rakip devlet vatandaşları
ile gerçekleştirdikleri ticari ve parasal ilişkileri düzenlemek için atılan adımlar değerlendirilecektir. Çalışmada Başbakanlık Osmanlı Arşiv Belgeleri,
Düsturlar, Meclisi Âyan ve Meclisi Mebusan Zabıt Cerideleri gibi kaynaklar
dikkate alınacaktır.
Anahtar Kelimeler; I. Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti, Rakip Devlet,
Osmanlı Tebaası, Ticaret, Para.
195
Modern Sanayileşmiş Savaşta Sanatın Politik Dışavurumu: 1905-1917 Rus Devrimlerinin Felsefi ve Politik Etkilerinin Ekspresyonist ve Dadaist Sanattaki Rolü
Hakan DALOĞLU*
DADA
Devrimci proletaryanın yanında yer alıyor ve sizi
Çağımızın gereksinimleriyle baş başa bırakıyor.
Kahrolsun sanat,
Kahrolsun burjuva entelektüel yandaşlığı.
Sanat öldü
Yaşasın Tatlin’in Makine Sanatı!1
Giriş
Bildirinin amacı: I. Dünya Savaşı ve sonrasında ortaya çıkan akımlardan
özellikle Fütürist, Konstrüktivist, Ekspresyonist ve Dadaist sanat hareketlerinin reel savaş politikaları karşısındaki siyasi tepkilerini ve bu tepkilerinin
sonucunda oluşturdukları sanat üretimlerinin ve manifestolarının somut
etkilerini ortaya koymaya çalışacaktır. Dolayısıyla bildiri metni, avangard1
sanat hareketleri üzerine bir fikir geliştirmek için kendi geleceğinden kuşku duyan tedirgin ve mutsuz bir kuşağın kendi çağı ile hesaplaşma nedenleri
üzerinde durarak, bu çağı hazırlayan toplumsal yapının ekonomi-politik ve
felsefi kökenine inmeye çalışacaktır.
Bildiri metni, XIX. yüzyıl Batı uygarlığının çöküşünü belirleyen Birinci Dünya Savaşı’nı ve bu ortamı hazırlayan siyasi ve sosyal olguları
irdeleyerek;Çağın Yeni bir Düzeni’ni belirleyen Devrimler ve onların modernist manifestoları ile başlamaktadır. Batı uygarlığı, Avrupa’nın merkeziliğine derinden inanmış, kapitalist, liberal, burjuva, bilim, bilgi, maddi ve
manevi ilerleme bakımından gurur verici; bilim, siyaset ve endüstride yaşanan devrimlerin doğum yeri olan, askerleri dünyanın büyük bir kısmını
fetheden ve sömüren uluslardan oluşan bir dünya siyasal sistemini temsil
Yrd. Doç. Dr.,Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
Avangard, ilk olarak Fransız ütopyacı sosyalist Henri-de Saint Simon tarafından 1820’lerde kullanılan
bir terim olarak bilinse dahi kelimenin askeri çağrışımları da vardı. Öncü birlikleri temsil ediyordu her
şeyden önce… Fakat giderek hem sosyo-politik gelişmeyi hem de modern sanatçının amaçladığı estetik
konumu belirtir hale geldi. Avangard kelimesi de yine ikili bir siyasal tarafın kullanımına açıktır: Hem
Marinetti hem de Mussolini, avangard kavramını XIX. yüzyılın sosyalist ve bohem geleneklerinden alıp
yeniden askerileştirdiler. Marinetti ise bu kavramı hem askeri hem de sanatsal meseleleri bir araya getirmek için kullanmıştı. Kısacası Lenin, avangard terimini devrimci nedenlerden dolayı kullanırken,
Marinetti ve Mussolini aynı terimi savaş için kullanmışlardı. Sonuçta avangardın siyasal tarafı ve bakışı
ne olursa olsun dünyayı değiştirmek üzere yola çıkmış her hareketin bir ütopyası, günümüzün ıstıraplarını hafifletecek, çabalarını ödüllendirecek bir gelecek hayali vardır.
*
1
197
etmektedir.Birinci Dünya Savaşı’nın patlamasından İkinci Dünya Savaşı’na
kadar geçen on yıllar, bu uygarlığın ve bu toplumun Felaket Çağı olarak nitelendirilmeyi hak ettiğini söyleyebiliriz. Eğer XIX. yüzyılın burjuva toplumu söz konusu olan bu felaket çağında çökmeseydi ne Alman Devrimi ne
de Ekim Devrimi ne de -onların siyasal atmosferinden doğacak- avangard
akımların sanata dair estetik manifestolarının tarihi oluşabilirdi. Çünkü
Batı Uygarlığının hoşnutsuzlukları karşısında sanatçınınsosyo-politik ve
estetik tutumu, devrimci bir iradeyle modernizm içerisinde radikalleşerek
avangarda evrilir. Bu avangardestetik konuma göre; “iyi, doğru, güzel artık
onun sorunu değildir; tersine, metropolün kötü, sahte, çirkin temsilleri
üzerinden bir karşı-estetik inşa eder.”2 Söz konusu karşı-estetik; “tamamen
muhalif formasyonlar halinde gelişerek, kültürel kurumlara ve giderek
bütün düzene hükmedenlere (…) karşı saldırıya geçer.”3 Fakat günümüzde
artık böylesi karşı estetik yaklaşımlar gösteren gerçek avangardlar ve onların manifestolarını bulamayız. Bunun sebebi -FredricJameson ve Perry
Anderson gibi Marxsist edebiyat kuramcılarının belirttiği- küresel kapitalizm teorisidir. “Erken yirminci yüzyılda, bu teori, halen kapitalizm ve üretimin eski şekilleri arasında çeşitli gerilimlerin olduğunu; modernizmin ve
avangardların tam da bu gerilimler üzerinden geliştiğini iddia ederler. Oysa
günümüzde, tamamen kapitalizm tarafından sindirilmiş olunan bir dünya
da yaşıyor olmamızdan dolayı, bir avangardın mümkünlük durumlarının
ortadan kalkmış olduğunu”4 belirtirler. Kısacası avangard bitmiştir çünkü
mümkünlüğünsosyo-ekonomik koşulları ortadan kalkmıştır.
Bildiri metni, çok mürekkep akıtan çetrefilli yatay (horizontal), dikey (vertical), ve çapraz (diyagonal) ilişkiler içerisindeki tarihi çakışmaları
aktarmayı ve içlerinde barınan gizil nüansların açığa çıkarılabilmesi için
tam da bu gerilimlerin üzerinden sanatın protestolarının anlaşılabileceğini iddia edecektir.Ayrıca sanayileşme, milliyetçilik, bolşevizm, sosyalizm,
kitle siyaseti, emperyalizm, büyük güç, ekonomik rekabetler ve buna karşı
yenilikçi kültürel değişimin güçleri tarafından siyasi, sosyal ve kültürel kurumların dönüşümü üzerinde de durulmaya çalışılacaktır. Çünkü sanat yapıtının ve genel anlamda sanatın kuramsallaştırılmasında en büyük sorun;
bağlam yoksunluğunun giderilememesinden kaynaklanır. Bilhassa modern
sanat incelemesinin genellikle tarih ve siyasal tarih incelemesinden yalıtılmış olarak yapıldığını görmekteyiz. Modernist konum, ampirik bir estetik deneyimin kuramsal açıdan bilgi yüklü bir tarihsel anlayış karşısında
2
Peter Bürger, Avangard Kuramı, Çev. Erol Özbek, İletişim Yayınları, 1. Baskı, 2003, İstanbul, s.13.
3
A. g. e., s. 15.
Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayınları, 1. Baskı,
2012, İstanbul, s. 7.
4
198
istisnasız hep bir üstünlüğe sahip olduğunu onaylamaya ısrarlıdır. Ancak
sorunun yaşandığı koşulları anlamak istersek onu çevreleyen tarihsel-siyasal bağlamı dikkate almamız gerekebilir. Sözgelimi, Süprematistlerin ve
Konstrüktivistlerin farklı sanatsal kararları, Rusya’da devrim sırasında ve
sonrasında yaşanan kültürel etkinliğin işlevine ve yönüne ilişkin farklı algılardan kaynaklanmaktadır. Tarihin farkında olmak sanat anlayışını harekete geçirir, tıpkı eleştirel sanat deneyiminin tarihsel sürece dönük anlayışı
geliştirmesinde olduğu gibi.
Bildiri, avangard sanatın başta Rus Fütürizmi, Konstrüktivizm ve Dadaizm olmak üzere yirminci yüzyılda uygarlık sayılan kültürün düşmanca
koşullarına eleştirel bir yanıt olarak ortaya atılan ve yenilenen bir modern
sanat tarihinin tarihsel-materyalist bir incelemesini ortaya koymaya çalıştı. Böylelikle sanatın özerkliğini kararlı bir şekilde savunanlar, sanatın
kültürel açıdan niteliksizliğini gösterip, yerini alacak pek bir şey olmadığı
zaman ön safa geçmeye hazır o yumuşak totalitarizme karşı bir kanıt oluşturuyorlardı. Bu bildiri metni yazılırken sadece sanat düşünülmedi, onun
yanında modern sanatın çeşitli coğrafi ve kültürel mekanlarında yapılan
dağınık entelektüel ve politik malzemelerin birlikte temsil edilmesine ve
değerlendirilmesine çalışıldığını da öne sürebiliriz. Kısacası sanat, uygulaması ve yönü açısından içinde yaşadığı zamana bağlıdır ve sanatçılar çağlarının tanıklarıdırlar. Bu bakımdan ilk Alman Dada Manifestosu’nda “en
yüksek sanat, bilinçli içeriğinde bugünün çok katmanlı sorunlarını temsil
eden sanat olacaktır”5 diyerek sanatta hareket ve mücadelede eylem birliği
üzerinde durmaktadırlar. Dadaistler, herkesin komünal beslenmesi, mülkün kamulaştırılması, bütün yaratıcı ve entelektüel erkek ve kadınların
radikal komünizm temelinde uluslararası devrimci birliği vb. gibi ütopyacı
karakteri açık olan uygulamaya dönük adımlar atmayı da ihmal etmediler.
Bu açılardan baktığımızda sanat, özerk bir deneyim olarak, duyulur olanın
siyasal paylaşımına temas eder. Bu estetik bir sanat rejimidir ve bu noktada
sanat için sanat ile siyasetin hizmetindeki sanat, ya da müze sanatı ile sokak
sanatı arasındaki karşıtlık peşinen reddedilmiştir. Çünkü buradaki estetik özerklik modernizmin yücelttiği sanatsal yapma’nın özerkliği değildir.
Bir duyulur deneyim biçiminin özerkliğidir. Dada’da bu deneyim yeni bir
insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür.
Dolayısıyla Dada’da sanatın saflığı ile siyasallaşması arasında çelişki yoktur.
İşte tam da bu nedenle soyut resmin saf formlarının yaratıcıları olan Rus
Fütürist-Konstrüktivistlerinin yeni hayatın zanaatçılarına dönüşmelerinin
Richard Huelsenbeck, “İlk Alman Dada Manifestosu,” Çev. Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000
Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison - Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı, 2011, İstanbul,
s. 288.
5
199
nedeni, koşullar sonucu dışsal bir ütopyaya boyun eğmeleri değildir. Üstelik
tasarım yüzeyinin figüratif olmayan saflığının anlamı, resim sanatının malzemeye odaklanması olarak açıklanamaz. Tersine olarak yeni resimsel jestin amacı; saf ve uygulamalı, işlevsel ve simgesel sanatın temellendiği yeni
bir hayatın dekoruna dönüşebilecek bir hayatın yeni dekorunu kurmaktı.
Burada saflık ile siyasallaşma arasında çatışma yoktur. Estetik deneyim ve
estetik eğitim, sanatın formlarının siyasal özgürleşme davasına yardımını
vaat etmez. Tam tersine estetik deneyime ve eğitime özgü bir siyaset vaat
eder; bu siyaset, öznelerin uzlaşmazlık buluşlarıyla yarattıkları formların
karşısına kendi formlarını koyar. Böylesi bir siyaset bir meta-politika; kısaca
siyasal uzlaşmazlığı sonlandırmayı hedefleyen düşüncedir. Meta-politikanın tamamlanmış biçimini, bir yüzyıldan uzun bir süre, siyasetin görünümlerini üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin gerçekliğiyle ilişkilendiren ve
yalnızca devletin biçimini değiştiren devrimler yerine, maddi hayatın üretim biçiminde devrim yapmayı vaat eden dünya görüşünün Marxsizm olduğunu ve zaten üreticilerin devriminin de estetik meta-politikanın [devletler
ötesi bir momentin]6 özel biçimi olarak bir Kant kozmopolitizmi olduğunu
belirtebiliriz.7
1.Birinci Emperyalist Dünya Savaşı ve Devrim
Gazetelerde ve önemsenmeyen bazı kitaplarda çok uzaklardaymış gibi duran, dünyanın büyük hareketleri, insanlığın topyekün kaderi, bir deprem gibi kendi hayatlarına girdiği an pek çok kimse için felakettir-yetişen
nesillerin ağır ağır şekillenen zorunluluklarının işgalci
bir ordunun ayak seslerine dönüştüğü andır bu.
George Eliot, Daniel Deronda
Tarihsel olarak savaşlar devrimlerin tetikçileridirler: Franco-Prusya
Savaşı, 1870 Paris Komünü; Rus-Japon Savaşı, 1905 Rus Devrimi; ve tabii
ki Birinci Dünya Savaşı, 1917 Bolşevik Devrimi ve 1918 Alman Kasım Devrimi de dahil olmak üzere kendilerini Büyük Savaş’ın kaybeden tarafında
bulan hiçbir ülke rejimin devrimsel değişiminden kaçınamadı!...Savaş ve
Devrim arasındaki ilişkiyi inceleyen HannahArendt,Devrim üzerine isimli
kitabında; “bir tanesi imha etmeye (savaş), diğeri ise özgürleştirmeye yakın
(Devrim) ve her ikisi de birbirine karşıt olsalar da, aralarında rahatsız edici
6
İnsanlık, politik birlikleri yani devletleri aşma kapasitesine sahiptir.
7
Bkz. Kant Kozmopolitizmi
200
bir ilişki olduğunu düşünür.”8 Fark eder ki savaş, yalnızca bir devrimci için
dışsal bir tetikleyici unsur değildir, aynı zamanda hiçbir başlangıcın şiddet
uygulanmadan yapılamayacağını da göstermektedir.
XIX. yüzyıl, daha çok maddi ve teknolojik gelişme anlamına gelen bir
ilerleme kavramına bel bağlamış, bu yolda çaba harcamıştı. İnsanın elde ettiği yeni güçleri akıllıca kullanıp kullanamayacağı konusunda daha başlangıçta
kuşku duyanlar vardı. “Batı dünyası ilerledikçe, hayatın giderek parçalandığı,
kentlerin canavarca bir üstünlük ve baskı gösterisine dönüştüğü, insanın doğayla ve kendi içyapısıyla bağlarını bir daha kuramayacak biçimde koparmanın yolundaki kuşkularda artmaya başladı. Bunu daha iyi bir dünyanın kurulmakta olduğunun kanıtı olarak görenlerde vardı. Teknoloji kendi yıktıklarının üzerinde zaferle yükselecek, sanayi bolluk getirecek; bolluk da, insanların
birbirine gereksinme duyduklarını anlamaları sonucuna varacaktı. Özellikle
işçilerin evrensel bir kardeşliğin üyeleri olarak, teknolojinin nimetleriyle yeryüzünü güler yüzlü bir yaşama alanına dönüştürmeleriyle uluslararasındaki
çekişmeye bir son verilecekti.”9 Oysa tüm bu gelişmeler barışın ve toplumsal
adaletin gerçekleşmesine zemin hazırlamaktan çok savaşın patlama noktasına gelmesine hizmet etmiş oldu.Ekonomide cereyan eden sınırsız rekabet ve
aşırı üretim çağında ordular arasında da rekabet ve askeri üretim yarışı görülmektedir. Bu bakımdan sanayinin kendisi de bir kavga olduğundan savaş,
sanayilerin en ateşli, en kızgını, en önde gideni olmaktadır. Hatta “savaşmak
için bilimsel temelli sanayilerin ürünlerine ve onları finanse etmek için sanayiden elde edilecek vergiye bağımlı hale geldiler.”10 Ancak etkenler ne kadar
çok yönlü olursa olsun savaşları engellemenin ve hatta ortadan kaldırmanın
tek yolunun öncelikle bireyler arasındaki savaşı ortadan kaldırmak olduğu
gerçeği göz ardı edilmektedir. Çünkü ekonomik çıkarlar elde etmeye dayalı
olan savaşı durdurmak ve yok etmenin yolu;ancaktoplumdaki düzensizliği
kaldırarak, savaş alanlarındaki evrensel ölüm-kalım kavgasının yerine geçecek olan toplumsal adaletle uyum ve birliği sağlayacak bir düzen kurmaktan
geçmektedir. İnsanı insana düşman kılan kapitalin kuvveti içinde gördüğümüz eski fetih ve egemenlik ruhunun sürmesine karşı çıkan sosyalist düşünür ve sanatçıların söz konusu eylemlerinin başlıca nedeni; halkların bilincine karşı kapitalin zora başvurması ve birleşmek isteyen insanlarınkılıçlaikiye
bölünmesinden kaynaklanmaktadır. Emperyalist savaş, tekelci kapitalizmin
Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2012,
İstanbul, s. 159, 160.
8
NorbertLynton, Modern Sanatın Öyküsü, Çev. C. Çapan - S. Öziş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1994,
İstanbul, s. 13.
9
Christopher Alan Bayly, Modern Dünyanın Doğuşu- Küresel Bağlantılar ve Karşılaştırmalar1780 1914, Çev. M. Neva Şellaki, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul, s. 230.
10
201
tekelci devlet kapitalizmi durumuna dönüşme sürecini büyük ölçüde hızlandırıp yoğunlaştırdı. Güçlü kapitalist topluluklarla durmadan daha sıkı bir biçimde kaynaşan devletin çalışan yığınlar üzerindeki korkunç baskısı, kendini
gitgide daha çok gösteriyor.
1.1. Savaşın Getirdiği Politik Kırılma: Solun Krizi ve Yeniden Kuruluşu 1914-1917
Savaş, Avrupa sosyalistlerini pusuya düşürdü! Ve sosyalizmin yönetim biçimleri arasındaki yerini dramatik biçimde değiştirdi. Ve 1917’yi takip eden devrimci kargaşa kısa vadede Avrupa sosyalist hareketini böldü:
“1914’ten önceki uzun vadeli sosyal demokrat birleşmeden yararlandıktan
sonra, işçi sınıfı hareketleri bir daha onarılamaz biçimde sosyalistler ve
komünistler olarak bölündü.”11 Böylelikle savaş Fransız devriminden beri
Avrupa genelindeki en yoğun toplumsal dönüşümü beraberinde getirdi ve
savaşın etkisi toplumsal hayatın her alanına ulaştı. Solun krizinde en büyük
pay sahibi olan gelişme; siyasal özgürlükler ve toplumsal gelişim adına milyonlarca oy alan, yüz binlerce üyesi olan partileri de bağrında toplamış olan
İkinci Enternasyonalin Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde dağılmasıdır.
Dağılan enternasyonalin sonucu olarak savaşta “her ülkenin sosyal demokrasisi kendi burjuvazisini desteklediği için işçiler Avrupa çapında birbirlerinin boğazına sarılacaktır.”12 Gerçekten de II. Enternasyonalin (Rusya ve
Sırbistan hariç) bütün partileri kendi emperyalist burjuvazilerinin ardında
hizaya girdi ve on milyonlarca emekçiyi sermayenin çıkarları doğrultusunda
savaşa sürdü. “II. Enternasyonal partilerinin bu tavrı, Sosyal Demokrasinin
işçi sınıfı ve sosyalizm adına nihai olarak bittiğinin ve burjuvazinin safına
geçtiğinin ilanıydı. “Ne var ki Lenin, 1916 yılı sonlarına doğru uluslararası
düzeyde bir ayrışma için zamanın olgunlaşmış olduğu, III. Enternasyonal’i
kurmak üzere II. Enternasyonal’den ayrılmanın kaçınılmaz hale geldiği”13
sonucuna vardı. Ancak bu arada Alman Sosyal Demokrat Partisi, [S. P. D.]
kendi emperyalist hükümetlerinin savaş politikalarına verdiği açık desteği
ulusal savunma argümanıyla haklı çıkarmaya çalışıyordu.”14S. P. D. içindeki
bu ihanete, parti içinden yalnızca Karl Liebknecht, Rosa Luxemburg, Franz
Mehring ve ClaraZetkin öncülüğündeki bir avuç komünist entelektüel karşı
GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak - Avrupa Solunun Tarihi 1850-2000, Çev. Ahmet Yiğit Güney, Doruk
Yayımcılık, 1. Baskı, 2007, İstanbul, s. 240.
11
Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası” 20. Yüzyılda Marxsizm, Çev. B. Gürel - O. Koyunlu S. Savran, Versus Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 21.
12
TonyCliff, Bolşevikler ve Dünya Devrimi - Lenin, Cilt IV, Çev. BernarKutluğ, İde Yayınları, 1. Baskı,
2000, İstanbul, s. 17.
13
14
M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele ve Marksistler,” Toplumsal Eşitlik, 3. Sayı,
2012, http://www.toplumsalesitlik.org/tr/ Giriş Tarihi: 29.01.2015
202
koymuştu. Luxemburg, S. P. D.’nin ihanet politikasını; “bütün ülkelerin işçileri barış zamanında birleşin, savaşta ise birbirinizin boğazına sarılın” 15 diyerek tek cümlede özetliyordu. Kısacası savaş Avrupa sosyalistlerini pusuya
düşürdü. Çünkü enternasyonal, savaşı durdurmak için yeterince güçlü değildi. “Enternasyonalin çaresizliğini fark eden sosyalistler hızla savaşı aktif
biçimde desteklemeye yöneldiler. 4 Ağustos’ta Alman ve Fransız sosyalistleri, hükümetlerinin savaş kredilerini onayladılar, ilki bunu ancak sancılı bir
tartışma sürecinden sonra gerçekleştirdi. Belçika, İngiltere, Avusturya ve
Macaristan’daki sosyalistler, tarafsız ülkeler olan İsviçre, Hollanda, İsveç ve
Danimarka’daki sosyalist partiler gibi ulusal savunmaya girdiler. Azınlıktaki
muhalifler, yurtsever kabullenme zırhını çok az zedeleyebildiler.”16 Savaşmakta olan ülkelerden yalnız Sırp ve Rus solu bu yoldan saparak (bilhassa
Sırp solu) hem Avusturya ültimatomunu17 hem de kendi hükümetlerinin
milliyetçiliğini kınadılar. Rus Duma’sındaysa Bolşevikler ve Menşevikler,
Alexander Kerenski’nin İşçi Partisi’nde savaşa karşı birleştiler. Ayrıca hem
İtalyan sosyalistleri hem de Bulgar sosyal demokratlarının dar kesimi 1914
savaşını kınadılar ve hatta bu tutumlarını 1915’te kendi hükümetleri savaşa
girdikten sonra bile devam ettirdiler.18 Fakat bu istisnalara karşın, tüm pratik anlamlarıyla eski enternasyonalizm çökmüştü. Gerçekte, “savaşı önleme
konusu Enternasyonalin bütünlüğünü test etmek bakımından yaşamsal
öneme sahipti. Savaş durdurulacaksa, ordular, cephaneler ve demiryolları
savaşa taraf olan tüm ülkelerde hareketsiz kılınmalıydı.”19
Solun gözleri Almanya’ya döndüğünde barışiçin kitle gösterilerinde;
“Dresden’de 35.000, Leipzig’de 50.000, Düsseldorf ve Hanover’de 20.000,
Bremen, Köln ve Mannheim’da ise 10.000 göstericiye rağmen Alman Sosyal Demokrat Partisi, halkın coşkun havasını doğrudan karşısına almaktan
kaçındı”20 ve bu uzlaşma ulusal savunmaya dönüştüğünde üyelerin hareketsiz kalmalarını kolaylaştırdı. Ardından Alman Demokrat Partisi 4 Ağustos
1914’te oybirliğiyle Reichstag’da Alman hükümetinin savaş kredileri lehine
oy kullandı.21 Gerçekten de birçok S. P. D. lideri, milliyetçilik sosuna bulanmış, kalın kafalı fakat sınıf bilincine dayalı bir pragmatizm (faydacılık) sergiliyordu. Worwarts yayın kurulu gibi sol kaleler sonunda tasfiye edildiler. Savaş ilerledikçe mantık daha da netleşti ve Alman Sosyal Demokrat Parti’nin
15
A. g. m., s.1.
16
GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak… s. 241, 242.
17
Ültimatom: Uluslararası anlaşmalarda kesin uyarı
18
A. g. e.,s. 242.
19
20
21
A. g. e.,s. 182.
GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak…, s. 242.
Bkz. Genel savaş hevesi için: Verhey, Spirit; Chickering, Imperial Germany, s. 13-7.
203
sağı, dikkat çekici bir rahatlıkla Belçika’nın tarafsızlığının çiğnenmesine ve
Fransa’ya saldırıya uyum gösterdi.
Sonuçta 1914’te Avrupa genelinde sol, yurtseverliğin evrenselliği tarafından cephanesiz bırakılmıştı. Albert Merrheim, “işçiler karşı konulmaz bir
milliyetçilik dalgasıyla çevrilmişlerdi”22diyordu.Tüm bu olaylar Lenin’in ve
elbette Marx’ınDevlet ve Devrimkonusundaki-burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde kalmakta ısrar eden bütün sol hareketler sonunda kapitalizme
teslim olurlar-tezlerini doğrulamaktadır. Çünkü söz konusu tezlerde; “Marksist zeminde hareket etmeyen bir sosyalizm olamaz,”23düşüncesi hakimdir.
Ve tersinden söyleyecek olursak, “Marxsizm’i terk eden ya da
Marxsizm’iburjuva düzeniyle uzlaştırmaya çalışan bir sosyalist hareket kapitalizme teslim olmak zorundadır;”24 bir de milliyetçiliğe kuşkusuz… Gerçekten de Marksist zeminini yitiren birçok yerel işçi örgütü toplumsal dayanışmayı karşı devrimci bir taktikle harekete geçirerek savaşa olumlu tepki
verdiler. Bu özellikle “sosyalistlerin 1914 – 15 arasında asker aileleri ve ihtiyaç için, kitlesel erzak tedariki hareketinin örgütlediği Fransa’da
görülüyordu.”25Ancak savaş uzadıkça, sol bunda hem güçsüzlük hem de güç
buldu. “Savaş hevesi, sıkıntılar baş gösterdiği anda sola yaşamsal bir destek
veriyordu; çünkü yakınmalarda resmi yurtseverliğin onayladığı dilin ta kendisini kullanabiliyordu. Üstelik savaş ekonomisinin yoksunluklarıyla ağırlaşan sınıfsal eşitsizlikler halkçı şikâyet için belirgin bir alan sağlıyordu.”26
Almanya’da bu nokta da dönüm noktası 1916 yazıydı. Olaylar, Somme Muharebesi ve savaşın en ağır zayiatlarıyla çakıştığından kentlerde yiyecek kıtlıkları; Düsseldorf, Kiel ve Hamburg’da gösteriler ve diğer yerlerde, özellikle
Leipzig, Worms, Offenbach, Hamborn ve Hamburg’da şiddetli yağmalamalara yol açmıştı. Alman Sosyal Demokrat Partisisolcularının savaş karşıtı gösterileri ise Dresden, Stuttgart, Braunschweig ve Bremen’de gerçekleşti. Böylelikle savaşın büyük zorlukları, sanayi de tabandaki militanlığın dönüşü,
devrimci solun Zimmerwald’da ve Kienthal’da yeniden bir araya gelişi ve ana
sosyalist akımda savaş karşıtı politikaların yükselmesi 1914’te oluşmuş olan
yurtsever uzlaşmayı kırılgan hale getirdi..Bilhassa bu dönemde “yiyecek ve
savaşın maddi yüklerinin paylaşımı konularındaki bu günlük mücadeleler,
halk muhalefetine önemli bir hız kazandırdı.”27 Öyle ki, 1915 Mayıs’ında
İtalya’daki Turinİsyanı’nda kentin işçi sınıfı, yenilene kadar barikatlarda dö22
A. g. e., s. 245.
23
Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası”…, s. 21.
24
A. g. e., s. 21.
25
GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak …,s. 251, 252.
26
27
A. g. e., s. 252.
A. g. e., s. 262.
204
vüşerek devletin silahlı gücüyle karşı karşıya geldi. (…) Berlin’deki gibi, kadınlarca yürütülen yiyecek protestoları, benzer biçimde kadınların ortaya
çıkardığı sanayi militanlığıyla birleşerek radikalleşmeyi ileri taşıdı.”28 Bu ve
benzeri daha birçok halk tepkisi ve ayaklanmalarla dolu kitle eylemleri 1917
Ekim’deki Bolşevik Devrimi’nden önce zirveye çıkmış olduğundan Alman,
İtalyan ve Avusturya hareketleri Rus devriminden önce kendi ritimlerini
tutturmuşlardı. Yine de Rusya’daki Şubat olayları, demokratik bir barışa
dair geçmişte kalan arzuları tekrar uyandırarak tüm ülkelerin havasını inanılmaz derecede etkileyerek Avrupa Marxsistleri’nin kaderciliklerini sarstılar. Böylelikle sosyalist geleneğin kalıplarını kırarak sosyalizmin artık kapitalizmin kaçınılmaz krizinin kendiliğinden sonucu olması gerekmediğini ve
de yalnızca tarihin yasalarının nesnel sonuçlarına değil, yaratıcı politik eyleme de ihtiyaç olduğunu kanıtlamış oldular.29 Bu bakımdan 1917-1918’in işçi
sınıfı militanları, genç aydınlar ve sanatçılar için Rus Devrimi, siyasi imgelemin sınırlarını zorlama eğilimini kışkırtarak (ileride anlatacağımız
Dadaizm’in başkaldıran politik estetiğinde olduğu gibi) politik olasılık duygusunu arttırmasıyla yeni bir ufuk çizmiş oldu. Politik olasılık konusunda
önder olan Lenin’in, Devrimci Parti Kavramı, Kapitalizmin Sömürgecilik
Aşaması ve Proletarya Diktatörlüğü Kuramı, getirdiği üç temel yenilikler
olarak sıralanabilir. Buna göre; “Lenin’in, siyasal düşünceler tarihinde, hem
bir geleneğin içinde kalıp (Klasik Marxsizm), hem de özgün olunabileceğinin parlak bir örneğini”30 oluşturduğunu söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşının başlarında yazdığı Emperyalizm ve 1917 yılı ortalarında (Şubat ile Ekim
Devrimleri arasında) yazdığı Devlet ve Devrim adlı yapıtlarında Marx’ın bütün ayrıntılarıyla öngörmediği bir gelişme çizgisini ortaya koyarak, ileri kapitalist ülkelerde iç devrimlerin çıkması ihtimalinden çok, bunların neden
birbirlerinin gırtlağına sarıldıklarını aydınlatmıştır. Bu noktada Lenin, ortaya açıklıkla koyduğu üzere; “Birinci Dünya savaşının kökleri, kapitalizmin
gelişmesinde; özellikle de giderek bir dünya sistemi haline gelen kapitalist
ekonomi ile burjuva ulus devlet sistemi arasındaki çelişkide yatıyordu. XX.
yüzyıl başlarında, ileri kapitalist ülkelerin, üretici güçlerin devasa gelişimi
28
A. g. e., s. 262.
Avrupa solunun tarihinde en erken sosyo-ekonomik düzene radikal tepkiler; XIX. yüzyılda karşımıza
çıkmaktadır ki bu yüzyıl, sanayileşme sonucu ortaya çıkan kapitalist düzenin çelişik ve insan doğasını
reddeden bozuk düzenini tespit edip eleştirmişti. Böylesi bir tutum Marx öncesi, Marx ve ardıllarını
teşkil eden radikal sosyalist ve komünist tepkilerin oluşumuna da sebep olmuştu. XIX. yüzyıl sosyalistlerinin ortak çıkış noktaları: özel mülkiyet hakkına karşı olmalarının yanı sıra bütün üretim araçlarının
halkın, kamunun malı olması gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktaydı. Aslında o günkü şartlar
altında düşüncelerini ve politik argümanlarını ortaya koyan sosyalistler ve komünistlerin tutumu
bugünkü demokratik sürecin bir parçasıydı.
29
Mete Tunçay, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Yakın Çağ, Seçilmiş Yazılar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 3. Baskı, 2011, İstanbul, s. 265.
30
205
ve sömürgeci yağma sayesinde elde ettiği ekonomik büyümeye ve siyasi istikrara, alttan alta yoğunlaşan bir rekabet ve giderek yoğunlaşan çıkar çatışmaları eşlik ediyordu.”31Lenin, sosyalistlerin halklar arasındaki savaşları
daima barbarca ve canavarca bulduğunu onaylamıştır. Nitekim sosyalizmin
ilkelerini belirlerken Lenin, 1914-1915 savaşı esnasındaki tutumlarını net bir
biçimde ifade eder. Sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan
savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını; Rus-Sosyal-Demokrat
İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu: Sosyalizm ve Savaş adlı Temmuz Ağustos ayları arasında 1915’te yazdığı önemli bir belge eser ile Avrupa entelijansiyasına Cenevre’de (broşür olarak yayımlanarak) deklare eder. Savaş
bir yıldır sürmesine rağmen parti, savaşa karşı tutumunu daha savaşın hemen başında Eylül 1914’te yazılan Merkez Komitesi bildirisinde açıklamış ve
bunu Merkez Komitesi üyeleri ile partinin Rusya’daki sorumlu temsilcilerine göndererek onayını aldıktan sonra, 1 Kasım 1914’te Partinin merkez organı Sosyal Demokrat’ınno: 33 sayısında yayınlanmıştı. 29 Mart 1915’te; no: 40
sayıda ise ilke ve taktiklerini daha kesinlikle belirten Bern Konferansı kararları yayınlandığında Rusya’da kitleler arasında büyümekte olan devrimci bir
tutumun varlığından duyulan bir sağduyunun oluşumu söz konusuydu. Broşür Almanya ve Fransa’da yayınlandığı gibi Norveç Sosyal Demokrat Gençliğinin organında da bütünü ile kendi dillerinde basılmıştı. Broşürün Almanca
basımı; Almanya’da Berlin’de Leipzig’e, Bremen’e ve öteki kentlere Fransız
Zimmerwald’cıları tarafından gizli olarak dağıtılmıştır. 1918’de PetrogradSovyeti tarafından ilk legal baskısı yapılana kadar Rusça baskısı Rusya’ya
pek az sayıda ulaştığından Moskovalı İşçiler tarafından el yazısıyla çoğaltılmıştı. Düşünüldüğünde sosyalizmin ilkeleri ve 1914-1915 Savaşı ile ilgili hazırlanan Sosyalizm ve Savaş broşürü 1915 Ağustosunda basıldığında
Rusya’nın hali hazırda Çarlıkla yönetilen Romanov Rusya’sı olduğu da unutulmamalıdır. “Çarlık Rusya’sı savaşa ülke içinde büyüyen hoşnutsuzluktan
dikkatleri başka yönlere çekmek, gelişen devrimci hareketleri ezmek için bir
araç gözü ile bakmaktadır.”32 Çünkü Çarlık, “savaş aracılığı ile Rusların ezdiği ulusların sayısını artırmak, bu zulmü sürdürmek ve Büyük Rusların bizzat
sürdürdükleri özgürlük savaşımını boğmak için çalışmaktadır.”33 Sosyalistler halka doğruları söylemek adına bu savaşı bir paylaşım savaşı olarak nitelemekte haklıdırlar. Bu görüşe göre; “Bu savaş, birincisi; daha adil bir bölünme yoluyla sömürgelerin köleleştirilmesini tamamlamak, ikincisi; büyük
devletler içindeki öteki ulusların üzerlerindeki baskının artırılması (çünkü
31
M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele…, s. 1.
32
V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Çev. N. Solukçu, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2009, Ankara, s. 18.
33
A. g. e., s. 18.
206
hem Avusturya hem Rusya egemenliklerini böyle bir baskı ile sürdürdükleri
gibi bu baskıyı savaş yoluyla daha da şiddetlendirmektedirler), üçüncüsü;
ücret köleliğini pekiştirmek ve uzatmak için yapılmaktadır.”34 Çünkü; proletarya parçalandığı ve ezildiği halde kapitalistler, savaştan servetler yapmakta; en özgür ve en cumhuriyetçilerde dahil, bütün ülkelerde, başkaldıran ulusal bağnazlığı ve gericiliği körükleyerek bu işten kazançlı çıkmaktadırlar.
Sonuçta savaş, politikanın başka araçlarla…, açıkça şiddet araçlarıyla
devamıdır.35Sosyalizmin İlkeleri ve 1914-1915 Savaşı başlıklı yazısında; Marx
ve Engels’in de savaşlara bu açıdan bakmış olduklarını ve Marxsistlerinde
haklı olarak, bu beliti, her savaşın özelliğini kavramada teorik temel olarak
görmüş olduklarınıbelirten Lenin, 1914 savaşını bu bilinç içerisinde değerlendirir. “Neredeyse yüzyıldır İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Avusturya
ve Rusya’nın hükümetleriyle yönetici sınıfları, sömürgeleri yağma etme, yabancı uluslara zulmetme, işçi sınıfı hareketlerini ezme politikasını
gütmüşlerdir”36diyerek bugünkü emperyalist burjuvazinin başlattığı ve sürdürdüğü savaşın ekonomi-politiğini belirlemiştir. Savaş, 1914’ten önceki haliyle uluslararası kapitalist sisteme ölümcül bir darbe vurmuş ve sistemin
doğasından kaynaklanan istikrarsızlığı ortaya çıkarmıştır.”37
Birinci Dünya Savaşı sırasında düşünsel manada olgunluk dönemine
ulaşan Lenin’in emperyalist savaşlara yönelik tahlili ve bu tahlilden çıkardığı sonuçlar Marxsizm’in en büyük kazanımları arasında yer almaktadır.
Lenin’e göre; feodalizme karşı verdiği savaşımla ulusların kurtarıcısı olan
kapitalizm, şimdi, emperyalist kapitalizme dönüştü ve uluslar için en büyük ezici güç durumuna geldi. “Eskiden ilerici niteliği olan kapitalizm, gerici oldu; üretici güçleri o derece geliştirdi ki, uluslar ya sosyalizme geçme,
ya da sömürgeler, tekeller, ayrıcalıklar ve ulusların çeşitli yollardan ezilmesiyle, kapitalizmin yapay olarak korunması için büyük devletlerarasındaki
silahlı savaşımda yıllarca ve hatta on yıllarca acı çekme şıkları ile yüz yüze
geldiler.”38Böylece süregiden vahşi savaşların “her tür adaletsizliğin ve tüm
bunların kaynağındaki emek sömürüsünün dünya yüzünden silinebileceği-
34
V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş…, s. 18.
Bu ünlü sözü Carl vonClausewitz’inSavaş Üzerine adlı eserinden alıntılayan Lenin’in Bolşevik devriminde onun eserinden ciddi olarak yararlandığı bilinir. Clausewitz’in son derece çarpıcı diyalektik
bir kavrayışı vardır. Yaşadığı dönemde Hegel’den etkilendiği bilinir; ancak üslubu daha çok Karl Marx’ı
hatırlatır. Eseri okumuş olmak öyle bir otorite hissi yaratır ki, Hitler bu durumu generallerle tartışması
sırasında, ben Clausewitz’i okudum, sizden öğrenecek bir şeyim yok diyerek ifade etmiştir.
35
36
V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş…, s. 16.
Edward HallettCarr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı,
2011, İstanbul, s. 47.
37
38
V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş..., s. 14.
207
ne dair güçlü bir beklenti ve inanç kitleleri sarmaya başladı.”39 Sonunda I.
Dünya Savaşı işçi hareketinin devrimci kanadıyla reformist kanadı arasındaki nihai ve geri döndürülemez ayrılığı ortaya çıkardığında sosyalist hareket tarihsel olarak anti-militarist ve enternasyonal bir hareket olarak tarih
sahnesindeki yerini almış oldu. Sonunda savaşta burjuva hükümetleri hesabına fedai olarak kullanılmaya karşı gelerek işçi sınıfı bir vatanı olmadığı
bilincine vararak Dünyanın Bütün İşçileri Birleşin sloganıyla hareket etmişlerdi.İşte emperyalist savaşın insanlığa korkunç acılar ve yıkımlar yaşattığı
bir ortamda başarıya ulaşan 1917 Ekim Devrimi Rusya’da burjuvazinin egemenliğine son verdi, işçilerin ve yoksul köylülerin iktidarını ilan etti. Tarihte
bir ilki gerçekleştirerek attığı cesur adımlarla dünya emekçi sınıflarına iyimserlik ve coşku yaydı, umut aşıladı.
Sonuç olarak1917 Rus Devrimi XIX. yüzyılın sonlarında Avrupa’da zirvesine ulaşan kapitalizme karşı ilk açık tehdidi oluşturmuştur. Bu bakımdan
“devrimin Birinci Dünya Savaşının en çok kızıştığı dönemlerde ve kısmen de
o savaşın bir sonucu olarak gerçekleşmesi tesadüfle açıklanamaz. Ancak her
şeye rağmen burjuva düzeni ve onun temelinde yatan kapitalist üretim tarzı,
hem tek tek ülkeler içinde hem de dünya çapında XX. Yüzyıl boyunca milyonlarca, on milyonlarca insanın katledilmesine yol açmış oldu. Gerçekten
de Birinci ve İkinci Dünya Savaşında kapitalizmin ve onun ürünü olan ve kapitalizmin korunması amacıyla katledilen milyonlarca insanı, emperyalizm
ve faşizmin yol açtığı katliamları yadsıyamayacağımız gibi bu savaşların ilkinde 20 milyon, ikincisinde de 60 milyon insan hayatını kaybetti.
1.2. Savaş Yanlısı Politikalar ve Siperlerin Gerçek Yüzü
Savaşın yıkıcılığına karşı kör bir tutum tüm Avrupa’da yaygındı ve bu
tuhaf kör noktayı anlamak için bir an için Birinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa orta sınıfının ruhsal durumunu açıklamak yararlı olacaktır. Edebi
açıdan bakıldığında; savaş öncesinde genel tutumu 1913’de Fransız yazar
AbelBonnard’ın şairane bir üslup ile“O vahşi şiiriyle savaşa kucak açmalıyız. Kendini onun içine fırlatan bir adam, sadece kendi içgüdülerini yeniden
keşfetmekle kalmaz, erdemlerini de tekrar kazanır,”40 diyerek saldırganlığın
estetik boyutuyla birlikte yıkıcılığa karşı oluşan körlüğü ya da akıl tutulmasını özetlemektedir. Söz konusu körlüğün en temel nedeni olarak Avrupa’da
1871’den beri hiçbir büyük savaşın yaşanmamış olmasını gösterebiliriz.Savaşta gerçekten neler olabileceği konusunda öngörüsünü kaybetmiş olan
Kolektif, “Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizisi Hakkında,” Edward Hallet Carr, Lenin’den Stalin’e
Rus Devrimi 1917-1929, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul, s. 7.
39
Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki Karanlık, Çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yayınları 11. Baskı,
2002, İstanbul, s. 307.
40
208
kentsoylu sınıfı hem siyasal hem de toplumsal bakımdan sürekli bir ilerleme
gösterdiğine inanıyordu. Hatta burjuva bakış açısına göre; dünyanın barış
içindeymiş ve gitgide daha çok uygarlaşıyormuş gibi göründüğü bile söylenebilirdi; özellikle de Asya, Afrika ve Güney Amerika’da korkunç yoksulluk
ve aşağılanmış koşullar altında yaşayan insan soyunun büyük bölümüne pek
ilgi gösterilmeyince, bu izlenim doğuyordu!...
Çağdaşı ve akranı olan başka birçok kişi gibi “Freud’da Avrupa orta sınıfının belirgin bir ayırıcı özelliği olan iyimser görüşü paylaşıyordu ve kendini birdenbire, 1 Ağustos 1914’ten önce işitse inanamayacağı bir nefret ve
yıkım kudurganlığıyla karşı karşıya buldu.”41Büyük Savaş42 başladığında
gerçekten de Avrupa, yüzyılın en yıkıcı olaylarından biri halini alacak vahşi
bir çatışmaya yuvarlandığında Pasifist bir düşünür olan elli sekiz yaşındaki
Freud bile, Avrupa’da düşmanlıkların patlak verdiği savaşın politikasından
uzak duramamış ve o dönemin siyasal koşullarının etkisi altında kalmıştı.
Freud’un pek çok kişiyle paylaştığı savaş heyecanının altında savaşın çabucak sona ereceği ile ilgili yaygın bir kanaatin rolü çok büyüktür. Gerçekten
de; “Avrupa’daki son savaşlar kısa olmuştu: 1866’daki Avusturya- Prusya Savaşı sadece yedi hafta, 1780-1781’deki Fransa-Prusya Savaşı ise altı ay sürmüştü. Bunlar Freud’un çocukluğunun savaşlarıydı.43 Dolayısıyla bu çocukluk anılarının izleri doğrultusunda hem kamuoyunu hem de siyasi ve askeri
liderleri, ordularının siperlerde aylarca, hatta yıllarca saplanıp kalacağı bir
savaş değil, hareketli bir savaş beklentisine sokmuştu. Az zayiatla, sivil hayatı etkilemeyecek üç beş belirleyici muharebeden sonra savaşın kazanılacağına ya da kaybedileceğine inanıyorlardı. Hatta “Macar ekonomi bakanı
bu savaşın üç haftayı geçmeyeceğini düşünüyordu; Avusturya- Macaristan
ordusunun da sadece birkaç haftalık levazımı vardı.”44 Kısacası Avrupalı entelektüelin düşüncesinde gerçekçilikten uzak, idealize edilmiş bir savaş tablosu vardı. Napoleon Savaşlarının kanlı gerçekleri çoktan romantik mitler
ve simgeler tarafından örtülmüştü ve yeni savaşın, erkeklerin cesaretlerini
ortaya koyacakları, kahramanlara, şövalyelere yaraşır bir şey olacağı tahmin
ediliyordu. Hatta çoğunluk, savaş sınavından geçmeden tam anlamıyla erkek olamayacağını hissediyordu; savaş gibi bir badireyi atlatmazlarsa, keyifli
ve yumuşak bir hayata gömülme tehlikesi içinde olacaklarına inanıyorlardı.
ErichFromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, II. Cilt, 2. Baskı,
1995, İstanbul, s. 234.
41
İngilizce konuşulan ülkelerde ve özellikle Ekim 1914’te Maclean’s Magazine, Birinci Dünya Savaş’ı
içinBüyükSavaş (Great War) tabirinikullanmıştır.
42
Freud on yaşında bir öğrenci olarak Avusturya birliklerine sargı bezi temin etmek için kampanyalar
düzenlemişti, yirmi yaşına geldiğindeyse Fransa-Prusya Savaşı’nı ilgiyle takip etmişti.
43
44
Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki…, s. 306.
209
Savaşa ve Avrupa’daki silahlanma yarışına karşı çıkan pasifistler ve sosyalistler bile yaygın vatanseverlik sağanağından nasiplerini almışlardı. Bu
arada Viyanalılar kendilerini gönüllü çalışmalara vererek cepheden gelen
mültecilerin ihtiyaçlarını karşılıyorlardı; doktorlar kapı kapı dolaşıp insanları aşılıyorlar, kadınlar ise savaşa katkıda bulunmak için nikâh yüzüklerini
veriyorlardı. Bir an olsun kimse ölümü ve insan kıyımını düşünmüyor ve savaşı kutlamalarla karşılıyorlardı. Oysa gerçekte durum hiç de öyle değildi…
Savaşa, daha açıkça ölüme ve kötürüm kalmaya gönderilecek olanlar; sıradan, basit ve yalın insanlardan oluşan proletaryanın ta kendisiydi!...
Proletaryanın durumunu yakından gözlemleyen ressam Oscar Kokoschka, Viyana’nın fakir mahallelerinden gelen askerlerde daha teslimiyetçi
bir ruh hali görmüştü: “Hayatları boyunca sefaletten başka bir şey görmemiş
bu alelade, aç, şaşkın gençler ve adamlar ölmeye ya da sakat kalmaya gönderiliyorlar, sonradan da kimsenin umurunda olmuyorlardı. Sokaklar zavallı kadınlarla dolu, daha şimdiden solgun ve hastalar ama bu işten nasıl etkilendiklerini erkeklerine göstermeyecek maneviyata hala sahipler,”45 diyerek sanatçı,
savaştan zarar görmenin ne demek olduğunu ifade etmeye çalışır. Proleter
takımından Fransızlar ise savaş tutsaklarını, sakat kalanları ve şekil bozukluğuna uğrayanları da -savaştan çıkmış asker imgesinin çok canlı bir parçası
haline gelen parçalanmış yüzleri [gueulescassès]- hesaba katarsak, askerlik
çağındaki adamlarının yaklaşık % 20’sini kaybettiler. “Savaştan zarar görmeden dönen Fransız askerlerinin oranı üçte birden fazla değildi. Beş milyon kadar İngiliz askeri içinden zarar görmeden savaştan çıkanların oranı
da bu kadardı. İngilizler, bütün bir kuşağı, otuz yaşın altında yaklaşık yarım
milyon erkeği kaybettiler.”46
Savaş tüm yıkıcılığıyla devam ederken tüm cepheler de olduğu gibi bilhassa ünlü Batı cephesi, savaşın ilerleyen zamanlarında bu çağın katliam
makinesi haline gelmekte gecikmeyecekti!... Cephede “milyonlarca adam,
fareler ve bitlerle aynı hayatı yaşadıkları, kum torbalarıyla korunmuş siperlerde karşı karşıya geldiler.”47Alman yazar Ernstjünger 1921’de çelik kasırgaları olarak adlandırdığı topçu ateşinin günlerce ve haftalarca sürdüğünü
anlatırken düşmanın yer altına indiğini anlatır ve şöyle devem eder; daha
sonra insan dalgaları hep kangallar ve dikenli tel ağlarıyla korunan siperlere tırmanıp, su dolu top mermisi çukurlarından, tahrip olmuş ağaç gövdelerinden, çamur ve terk edilmiş cesetlerden oluşan bir kaosa, insansız bölgeye
45
Louis Breger, Freud - Görüntünün Ortasındaki…, s. 304.
EricHobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan, Everest Yayınları, 7.
Baskı, 2013 İstanbul, s. 31.
46
47
A. g. e., s. 31.
210
çıkacaklar ve onları biçen makineli tüfeklere doğru ilerleyeceklerdi.48 Birinci
Dünya Savaşı’nın büyük kısmını Batı Cephesi’nde savaşarak geçiren İngiliz
ve Fransızların belleğinde bu savaşın Büyük Savaş olarak kalması ve İkinci
Dünya Savaşı’ndan daha korkunç ve travmatik olarak hatırlanmış olması şaşırtıcı değildir.”49
Sonuçta yaşanan deneyim doğal olarak hem savaşın hem de siyasetin
vahşileşmesine yol açtı. Acımasızlık ve insafsızlık bir kült olmuştu. Bu ortak
ölüm ve cesaret deneyiminden geçen askerler, kadınlara ve savaşmayanlara karşı açıkça ifade edilmeyen vahşi bir üstünlük duygusuyla,üstinsan’ın
[übermensch] Güç İstenci’nin diktatörlüğünü isteyeceklerdi. Bu adamlar için
frontsoldat50 olmak, ileriki hayatlarını biçimlendiren bir deneyim olarak savaş sonrası aşırı sağın ilk saflarında yer alacak olan nasyonal sosyalist grupların oluşumunu hazırlayacaktı. Ancak hayatta kalanlar arasında kuşkusuz
toplumsal vicdana sahip olanlarda vardı ve onlar bu savaştan kararlı savaş
düşmanları olarak çıkmasını da bildiler.
2. Avangard Sanatın Politik Dışavurumu
Değişen modern dünyanın koşar adım Birinci Dünya Savaşı’na doğru
ilerlemesinin sanatsal algısında politik bir tavır alış olağan karşılanmalıdır.
Bu noktada her sanatsal atılım bir tür yenilik talebidir ve yeni olan her koşulda yerleşik olanın yıkımını içerdiğinden içerik- biçim olarak başkaldırı
unsurları taşır. Bu dönemin avant-garde’ı, modernizm adıyla yüzyılın yüksek kültür ürünlerinin büyük bölümünü devraldı. Bu dönemde siyasal ve
sanatsal modernlik arasında genel bir açıklık bulunmamasına rağmen ilk
başlarda 1880-95 dönemindekilerin tersine yeni yüzyılın avangardı görece
olarak eski kuşağın henüz yaşayan üyeleri dışında, radikal siyasetin etkisi
altına girmedi. Ancak, “savaş, Ekim Devrimi ve bunlarla gelen kıyamet havası, sanattaki ve toplumdaki devrimi bir kez daha birleştirecek, böylelikle
1914’ten önce apolitik olan Kübizme [Kübo-Fütürizme] ve Konstrüktivizme
bir kızıllık atfedecekti.”51Oysa aynı zamanda Fransa’da, avant-garde ressamların tamamen teknik tartışmalara daldıkları ve diğer düşünsel ve toplumsal
hareketlerin uzağında durdukları belirtilmekteydi. Fakat Avangardın ütopya ve devrim ile ilişkisi kadar manifesto fikri ile de temaşası nedeniyle siyasal tavır almaması mümkün görünmemektedir. Çünkü Janet Lyon’un dediği
gibi; “manifestonun kendinden hoşnut bir takım fikirler yerine, bir müca48
A. g. e., s. 31.
49
A. g. e., s. 31.
50
Frontsoldat: Cephenin ön saflarında yer alan asker.
EricHobsbawn, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çev. Vedat Aslan, Dost Kitabevi, 4. Baskı, 2010, Ankara,
s. 251.
51
211
dele tarihine gönderme de bulunması, modernliğin eksenini değiştirmiştir.
Böylece, avangard, modernliğe özgü demokrasi riyasının barındırdığı sakatlıkları teşhir eder.”52 Dolayısıyla Avangard, özü ve nüvesi itibariyle XIX. yüzyılda vaadini tutmayan burjuvaziye karşı siyasal avangardın öncülük ettiği
başkaldırıların bir çığlığı olacaktır.Çünkü artık umudun sözcülüğünü daha
ziyade sanat üstlenecektir. Tıpkı hem bir siyasal retorik hem de edebi bir tür
olan manifestonun en temsili örneği olan Marx ve Engels’in 1848 yılında kaleme aldıkları Komünist Manifesto;“herkesin kendini özgürce geliştireceği,
-dolayısıyla bir sınıf mücadelesi olan siyasetin ve işbölümüne maruz kalarak uzmanlaşan sanatın son bulacağı-(ve bir anlamda herkesin siyasetçi ve
sanatçı olacağı) bir ütopya vaat ediyordu.”53 Her ütopyacı eylemde olduğu
gibi avangard sanat da devrimci (komünal toplum düşünü) umudu dünyaya
ilan [manifest] ederek siyasete atılır. Kısacası her modern toplumsal - siyasal
avangard kendi hayallerinin iktidarını talep eder ve bunu manifestolarıyla
duyurur.”54
Savaşı1914’te yaşayan sanatçılarda hem en devrimci tutkulara hem de en
sahiciekstase duyumlara birlikte rastlanıyordu. Aralarından bazıları, aşırı eylemci olanlar, Bolşevik Devrimiyle ilintili olan tarihsel sıçramanın kaçınılmazlığına yönelik ütopik sosyalist inançlarıyla, sınırlı, kısır, hatta bayağı hedeflere
adamışlardı kendilerini. Ancak bunun yanı sıra politik öz bilinçle siyasal partilere üye olan benzer şekilde örgütlenmiş yazarların sayısı hiç de az değildi.
Sanatçılar savaşa milliyetçi duygularla gidip, bir komünist bilinç edinerek geri
döndüklerinde Komünist Partilerine üye oldular. Devrimci siyasal örgütler ve
yayınevleri kurarak siyasal içerikli pek çok dergi yayınladılar. Özellikle dışavurumcu dergilerdeki sayısız edebi, siyasal, estetik ve de düşünsel içerikteki
makaleleri… “Der Sturm, DieAktion, DieBüchereiMaiandros, Der Einzige,Die
Erde, Das Forum, DieErhebung, DasKunstblatt, Menschen,DieNueuKunst,
DasNueuPathos, DasHoheUfer, Der Gegner,Revolution, Der Revolutionar,
DasTribunal, DieWeissenBlatter,Zeit-Echo,DasZiel ve son olarak tiyatroya
adanmış dergiler olan DieNeueSchaubühne, DasJungeDeutschland’ı”55 sıralayabiliriz. Söz konusu sıraladığımız dergilerin çoğunluğu ekseriya yeni
Ali Artun, “Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce,” Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve
Direniş, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2013, İstanbul, s. 16.
52
53
A. g. e., s. 17.
54
A. g. e., s. 18.
Der Sturm: Fırtına, DieAktion: Eylem, DieBüchereiMaiandros: Maiandros Kitaplığı, Einzige: Eşsiz,
Die Erde: Yeryüzü, Das Forum: Forum, DieErhebung: Yükselim, DasKunstblatt: Sanat Sayfası, Menschen: İnsanlık, DieNueuKunst: Yeni Sanat, DasNueuPathos: Yeni Duygular, DasHoheUfer: Yüksek Kıyı,
Der Gegner: Karşıt, Revolution: Devrim, Der Revolutionar: Devrimci, DasTribunal: Tribün, DieWeissenBlatter: Ak Sayfalar, Zeit-Echo: Çağın Yankısı, DasZiel: Erek, DieNeueSchaubühne: Yeni Sahne, DasJungeDeutschland: Genç Almanya.
55
212
edebiyatın ve modern sanat akımlarının yayılmasına aracı olmalarının yanı
sıra, siyasal anlamda anarşist ve sendikacı grupların ve Tröçkistlerin haber
dergisi olarak da faaliyet kazandılar. “Bir çok yazar (özellikle Franz Jung ve
ErwinPiscator) DieAktion’nun(Aksiyon) kendi kuşakları üstündeki -özellikle Birinci Dünya Savaşı’na karşı takındığı düşmanlık açısından- yoğun etkinliğini itiraf etmiştir.”56 Özellikle HeinarSchilling tarafından yayınlanan
Menschen(İnsanlık) dergisi, Aydın İşçiler Konseyi’nin açık oturumlarıyla ilgili
makaleler de basıyordu. Kısacası, 1918-1919 yılları arasındaki devrimci olaylara katılan birçok dışavurumcu sanatçı ve aktivistin –özellikle FriedrichWolf ve
ConradFelixmüller, dışavurumcuların etkinliklerini örgütlediklerinde- anarşizm ve gençlik akımlarının etkisinde kalarak komünizme yönelmelerinde ve
aralarında yeni ilişkiler yaratmaların da dergilerin azımsanmayacak rolü olmuştur. Dolayısıyla “sanat, burada özerk bir deneyim biçimi olarak, duyulur
olanın siyasal paylaşımına temas etmektedir. (…) Ve bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür.”57Artık
“gruplar, kamplar oluşuyor, duyurular, manifestolar yayınlanıyordu. Dayanışmanın ve direnişin hikmeti de keşfedilmişti.”58 Gözler modern duruma; şehir
yaşamına, sanayi sorunlarına, siyasal gidişata çevrilmekteydi ve çevrilmesi de
gerekiyordu. Nitekim 1914’te sanayileşmeyle sanatı ilişkilendirmeye çalışan
bir İngiliz Sanat hareketi olan Vortisizm; XIX. yüzyılın duygusallığına karşı
makine ve makineyle yapılan ürünlerin enerji ve şiddet kültünün bir övgüsünü sunmaktadır. Vortisist59 kompozisyonlar soyut ve keskin rendelenmiş
yapısıyla Kübizm ve Fütürizm hareketlerinden esinlenmektedir. 1914’te İngiliz kültürü üzerinde sürekli bir etkisi olacak olanVortisizm, HenriGaudier
- Brzeska adlı genç bir heykeltıraşın fikirlerinin öncülüğünde ortaya çıktı. Ve
İngiliz ressam PercyWyndhamLewis, Birinci Dünya Savaşı’nda Topçu Subayı
ve sonrasında Resmi Ordu Savaş Ressamı olmadan önce diğer yakınlarıyla akımın gazetesi olan Blast’ı yayınladılar. Aynı yıl birçok Vortisistsanatçının ölümüne sebep olacak Birinci Dünya Savaşı patlak verecekti. Vortisizm, sanatçılar için ilk devrimci propaganda tecrübesinin aleti ve gelenekçilik sınırlarının
dışına düşmesinin de sebebi oldu. Ezra Pound, Vortisizmi medeniyetin feneri
ve önderi olarak, sanatı hak ettiği yere koyan bir akım olarak görüyordu. Böylece sanatlar daha evvel Yeats’inde öngördüğü gibi, mistik bir şekilde siyasete
Lionel Richard, Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Çev. B. Madra - S. Gürsoy - İ. Usmanbaş, Remzi
Kitabevi, 1. Baskı, 1991, İstanbul, s. 275.
56
JacquesRancière, Estetiğin Huzursuzluğu - Sanat Rejimi ve Politika, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İletişim
Yayınları, 2. Baskı, 2014, İstanbul, s. 36.
57
James McFarlane, “Modernizm ve Zihin,” Çev. Güzin Özkan, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi
Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul, s. 215.
58
59
İng. Vortex: Girdap sözcüğünden hareketle Vortisizm ismini almıştır.
213
bağlanıyordu. Sanatçının öznel algısından toplumsal algıya doğru ilerleyen bir
çizgide sanat yapmak tarafsız analizden çok empati aracılığıyla ulaştığımız bir
düşünme formudur. Çünkü sanatçı için bir şey yapmak ile dünyada bulunma
deneyimi arasında çok yakın bir ilişki vardır. İtalyan Fütürizmi gibi her türlü
sanat formunu doğrudan makinayla ve modern sanayi uygarlığıyla birleştiren
Vortisizm, savaşın ve şiddet kültünün övgüsünü dile getirmiştir.
Faşist eylemlerini söylemlerinin de içerisine yerleştiren Fütüristler ise,
üretim alanında neredeyse bir yüzyıl önce başlayan sanayi devriminin büyük kitlesel teknolojik devrimlerini, özellikle 1890- 1900’lerde hızlanan teknolojik süreçlerin doğal bir yansıması niteliğindeydi. TomasoMarinetti’nin
1909 yılı Fütürist manifestosu; teknoloji ve gelecek konularına vurgu yapan
modernist bir sanat hareketi olarak sadece edebiyat ve sanata başkaldırmıyor, araba, uçak gibi araçların ve endüstriyel gelişmelerin insanoğlunun
doğaya karşı zaferi olduğunu belirterek modern yaşamın getirilerine dikkat
çekiyordu. Teknolojiye, demir raylara, sanayi devriminin gelişmelerine hayranlığı yansıtıyor; hızı, dinamizmi, makineleşmeyi, savaşçılığı, sanayi girişimini, tersane ve makineleri övüyorlardı. Ancak kendilerine Gelecekçiler adını veren Fütüristler geleceğin en büyük düşmanı olan faşizmi desteklemeye
kadar gidecek olan trajik bir sona doğru yol aldılar. Gerçekten de ideallerini
gerçekleştirebileceklerine inandıkları faşizmi savunmuş ve İtalyan faşizminin kültür sanat örgütlülüğünü üstlenmişlerdir. Manifestolarının tehlike duygusunu, korkusuzluğu, gözü pekliği yansıtması bakımından Fütürist
doktrin, açıkça insanları savaşa ve rekabete çağırıyordu. Manifestonun; 7. 9.
11. Maddeleri açıkça savaşı övmekte ve teşvik ederek yüceltmektedir. Yedinci maddede; “savaşımdan başka hiçbir şey de güzellik yoktur. Saldırgan bir
karaktere sahip olmaksızın hiçbir yapıt başyapıt olamaz. 9. Maddede; savaşı
dünyanın biricik sağlık ögesini- militarizmi, yurtseverliği, özgürlük getirenlerin yıkıcı hareketlerini, uğrunda ölünmeye değer güzel fikirleri ve kadının
horlanmasını yücelteceğiz! 11. Maddede; modern kentlerdeki devrimlerin çok
renkli, çok sesli akıntısının şarkısını söyleyeceğiz; geceleyin titrek alevli silah
depolarının (…) alev alev parlayan cephaneliklerin ve tersanelerin titreşen
gece hummasını söyleyeceğiz…”60diyerek anarşist bir söylemle geçmişi reddedip, bugünü atlayarak geleceğin dinamik varlığına ulaşmayı hedeflemişlerdi. Fütürizm; “güce, kuvvete, hıza ve makinelerin dinamizmine tutkuyla
bağlı olarak oldukça politik tavırlardaki konuları sergileyerek İtalya’nın
Birinci Dünya Savaşı’na girmesini destekleyen gösterilere katılmaktan hiç
çekinmemişlerdir.
F. T. Marinetti, “Fütürist Manifesto 1909,” Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm, Haz. Aydın Şimşek,
Kanguru Yayınları, 1. Baskı, 2009, Ankara, s. 9, 10.
60
214
2.1. Rus Fütürizmi ve 1917 Ekim Devrimi’nin İnşası: Konstrüktivizm
Sanat, sadece şiddet, kıyım ve haksızlıktır…, söylemleriyle birlikte ateş,
nefret ve hızla beslenen İtalyan Fütüristlerine karşılık Rus Fütüristleri, dinamiklerini toplumsallaştırıp, devrimci bir cepheye dönüştürmüşlerdir. Bu
dönüşümün altında yatan etken 1905 Rus ve 1917 PetrogradSovyeti Devrimleridir. Gerçekten de Rus Fütüristleri Bolşevik Devrimine açıkça destek olmuşlardı. Örneğin Vladimir Mayakovski, Rus Fütüristlerinin önde gelen şairi olarak önündeki çağa, onun hızına ve devrimci içeriğine göndermeleriyle
kuşağının birçok sanatçısını etkilemiştir. Bu nedenle İtalyan Fütüristleri
gibi makineleşmenin, sanayinin yanında yer almakla birlikte Rus Fütüristleri makineyi ve işçiyi üretici güçlerin toplumsal ve düşünsel destekleyicileri olarak görmekteydiler. Bunun yanı sıra sadece savaş karşıtı olarak değil,
ayrıca kadın erkek eşitliğini savunmaları açısından da İtalyan gelecekçiliğinden ayrılan özellikler göstermekteydiler. Mayakovsky, daha Ekim Devriminden çok önce atılan bir tohum olarak 1911 yılında Rus Fütüristlerinin
önemli temsilcilerinden biri olan David Burliuk’la (1882-1967) tanışması ve
Burliuk’un kaçınılmaz etkisi, onu geri dönüşü olmayan bir yola sokar. Artık
Rusya’yı etkileyecek olan yeni akımın öncüleri yavaş yavaş bir araya gelmeye
başlamışlardı. Gerçekten de kısa bir süre içinde Moskova’da Rus Fütüristlerinin kurmaylarından biri olacak VelimirHlebnikov’la tanışacaklardır.
1912 yılından itibaren iki yıl boyunca “Fütüristler Moskova ve Petersburg’da
avangard ressamlar NatalyaGonçarova, Mihail Larionov, KazimirMaleviç,
PavelFilonov,DavidDavidovichBurliuk ve WladimirBurliuk tarafından resimlenen bir düzineden fazla yayına imza atarak (…) o güne kadar ki Rus
edebiyatını ve sanatını hiçe sayıyorlardı.”61
Fütürizm modern yaşam içerisindeki tepkilerini göstermek için neden
İtalya ve Rusya’daki sanatçılara uygun düşmekteydi? Sorunun cevabını devrimin ve Kızıl Ordunun kurucularından LevTrotsky şu ifadelerle açıklar:
“Tarihte birkaç kez yenilenen bir olgu burada bir kez daha açıkça görülüyordu; çağdaş bir kültür düzeyine ulaşmamış ve geri kalmış ülkeler, ileri ülkelerin
gerçekleştirdiklerini kendi ideolojilerinde daha büyük bir güç ve parlaklıkla
yansıtıyorlardı. XVIII. ve XIX. yüzyılların Alman Düşüncesi ve İdeolojisi,
İngiltere’nin ekonomik, Fransa’nın da politik başarılarını yansıtmıştı. Benzer
biçimde Fütürizm, en parlak anlatımını Amerika ya da Almanya’da değil de,
İtalya ve Rusya’da buluyordu.”62 Ancak İtalyan Fütürizminin tekniklerinden yararlanmak istemelerine rağmen Rus Fütüristleri sosyalist devrimci
kimliklerinin ideolojik-politik bir getirisini içlerinde taşımaktaydılar ve bu
61
Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2010, İstanbul, s. 27.
62
LeonTrotsky, LiteratureandRevolution, University of Michigan Press, 1960, AnnArbor, pp. 126,27.
215
durum Rus Fütürizmini, özünde tamamen İtalyan faşizminin Fütürist estetik ideolojisinin karşısında olan, muhalif bir tavra götürecekti. Benzer biçimde Rus simgeciliğinin karşısında gelişen Akmeizm,63(simgeci hareketin
içinden ve ona karşıt olarak ortaya çıkmasına karşın) ve Kübo64-Fütürizm,
Rus edebiyatının da iki önemli şiir akımıdır ve her ikisi de simgeciliğin gizemci (mistik) belirsizliğini küçümsemişlerdir. Özellikle Kübo-Fütürizme
paralel gelişen bir filoloji okulu olarak Rus Biçimciliği, ilerleyen yıllarda
Kıta Avrupa’sında insan bilimlerini derinden etkilemiştir. Devrim sonrası çıkan iç savaşta ise Mayakovski bu sefer sanatını propaganda afişlerinde
göstermeye başlar. Artık duvarlarda, direklerde, binalarda Mayakovski’nin
hazırladığı propaganda afişleri vardır. Hatta Ekim devrimi ile Rusya’da Fütürizmin gelişmesinin yakın bir döneme denk gelmesi nedeniyle Fütürizm;
bir tür Komünist Fütürizm olarak algılanır ve bir araya gelen Fütürist sanatçılar halka seslenmeye başlarlar. Devrimci Rus şaire göre; Moskova’nın
Fütürist sanatı kabul edeceğine dair en ufak bir şüphesi dahi yoktur. Ona
göre devrim, onun devrimidir ve devrim gerçekleştiğinde tüm düşleri gerçek olacaktır. SergeyYesenin’de Devrimi içlerinde yetiştiği köylülere daha
iyi bir hayat getireceği umudu ve coşkusuyla karşılamıştı. Devrim, SergeiEisenstein gibi dönemin önemli film yapımcıları ve tiyatrocularını da etkilemişti. Avangard sanatın kurucusu olarak bilinen VsevlodMeyerhold’daSe
rgeyYesenin ile birlikte benzer beklentiler içerisinde 1918’de Bolşevik Partisine katılmışlardı. Devrimin sanat ayağında büyük roller oynayacak olan
Meyerhold gibi Mayakovsky’de Bolşevik partisininagit-prop faaliyetlerinde önemli roller alıyor; sloganları, şiirleri ve oyunlarıyla devrime yardımcı
oluyordu. Ne var ki umutla başlayan yüzyıl derin bir umutsuzlukla kapandı.
SergeyYesenin bir süre sonra beklentilerinin hayal kırıklığıyla Devrime ithaf ederek Sert Ekim Beni Aldattın isimli bir şiir yazacaktı. Mayakovsky ise
Lenin döneminde Ajit [asyön] - Prop [ağanda] için harcadığı enerjiyi Stalin
dönemindeki artan hayal kırıklığıyla, 1929-30 döneminde Stalin yönetiminde yaşananlara taşlamalar yazmaya harcıyordu. Sanat anlayışı ve tiyatrosu
devrimle uyuşmadığı gerekçesiyle kapatılan Meyerhold ise Stanilavski’nin
yanına sığınıyordu. Yesenin ve Mayakovski birçok hayal kırıkları içinde devrime küskün olarak intihar ettiler. Meyerhold ise 1940 yılında Stalin ile uzlaşmaz tavrı yüzünden idam mangasının önünde kurşuna dizilerek daha acı
bir sona mahkum edilecekti.
Akmeizm: Sözcük 1912 yılında Gumilyev tarafından kayanın zirvesi anlamına gelen Akme kökünden türemişti. Sözcüğün kökeni olan kamon taş [kaya] anlamına gelir. Benzer biçimde Mandelştam’ın
1913 yılında basılan ilk kitabının adı Taş [Kamen]’tır. [Bkz. Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları,
Altıkırkbeş Yayınları, s. 11.
63
64
Cubo: Kübist
216
Ekim Devrimi’nden çok önceleri Çarlık hükümetinin yenilikçi ve özgürlükçü sanata karşı sansür uygulaması bir tepki olarak Fütürizmin Rusya’da
siyasi bir içerik kazanmasının da katalizörü olmuştu. Fütürizmin -Çarlık ve
geçici Kerenski hükümeti döneminde- muhalif yapısının oluşumu ve tepkisel yanı nedeniyle Ortaçağ-feodal Rus kültürüne rağmen var olma çabası, ilk
başlarda Bolşevik Devrimcilerle ortak bir yazgıyı ve siyasi kanalları paylaşmakta olduklarını göstermektedir. Bu yazgı, ilerici işçi ve emekçi hareketine
ait yeni bir sanatın, devrimin inşa ereğini, bir başka terimle; konstrüksiyonunu imleyen Rus fütürizminin önündeki sansür engeli, devrim ile birlikte kaldırılınca (Rus aristokrasisinin kurumsal sanatını temsil eden Rus Kraliyet
Akademisinin kapatılmasıyla) istenilen özgürlükçü atmosfer bir süreliğine
elde edilmiş oldu. Ancak Kerenski hükümetince Güzel Sanatlar Bakanlığı’na
ve ileride 1918’de Hermitage Müzesinin başına getirilen AlexandrBenua
(Benoist) yönetiminde oluşturulan (Fransız Rokokosunu ve eski Rus-Moskova sanat geleneğinin kültürel mirasını korumak ve diriltmek isteyen)
Mir Iskusstva hareketine ve onun resmi sanat politikasına karşı avangard
sanatçılar, yaptıkları basın açıklaması ile sanatın özgürlüğü adını verdikleri
mücadelenin tehlikeye girdiğine dikkati çektiler. Bu gerilimin kopuşu, aynı
yıl (Altman, Rodchenko, Tatlin ve diğer Fütürist, Konstruktivist ve Süprematist) avangard sanatçıların ortak hazırlığı içinde oldukları serginin Benua tarafından engellenmesiyle gerçekleşmiş oldu. Mira İskusstva’cılar65
ile avangardlar arasındaki ilişkinin kopuşunu beraberinde getiren bu olayla
birlikte (İngiliz ön-Rafaelistlerigibi), Benua (Benoist)vearkadaşlarımodernendüstriyeltoplumunanti-estetik doğasından tiksinti duyarak sanatta Pozitivizm ile mücadele bayrağı altında tüm Yeni-Romantik Rus sanatçılarını
pekiştirmeye çalıştılar. Onlardan önceki Romantikler gibi, duyumsamaya
dayalı66 olan Miriskusniki67anlayışını benimsemeyerek özellikle geleneksel
Mira Iskusstva /Sanat Dünyası: St. Petersburg kentinde 1898 Kasım ayında kurulan sanat dünyası dergisi 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde Batı Sanatında devrim yaratacak olan Rus sanatçı kuşağının ana ilham
kaynağı olacaktı. AlexandreBenois, Konstantin Somov, Dmitry Filosofov, LeonBakst, EugeneLansere
ve SergeiDiaghilev tarafından kaleme alınan kuruluş manifestosu; Zor Sorular, derginin ikinci sayısında
yayınlandı. Böylelikle kısa sürede etrafında genç bir sanat öğrencisi grubu toplayan dergi, kendi adını
taşıyan ve Rus modern sanatını derinden etkileyen Mir Iskusstva sanat akımının kurulmasına sebep
oldu. Moskovalı sanat hamileri olan SavvaMamontov ve prenses Maria Tenisheva’nın maddi desteğiyle
kurulan dergi, Rus realizminden uzaklaşmayı, sanatta bireyciliği ve Art - Noveau akımının prensiplerini
savunuyordu. Rus, Avrupa ve İngiliz güncel sanatını tanıtan eleştirel makaleler eşliğinde resim, heykel
ve grafik tasarımdan çömlekçilik, mücevher ve mobilya tasarımına kadar görsel sanatların her dalına
sayfalarına yer veren dergi 1904 tarihine kadar aylık olarak yayınlanmaya devam etti. Dergi merkezli
kurulan Mir Istkusstva ressamları ise bir grup olarak 1925 yılına değin birlikteliklerini sürdürdüler.
65
Uitgeverij Bert Bakker, SergejDiaghilev, First Published in Great Britain, Profile Books, Pine Street,
2009, London, pp. 148.
66
Miriskusniki: Çoğunlukla grafik planlar, düz çizgiler ve renklere odaklanan, Larionov, Kuznetsov ve
Jawlensky’nin ilkel, ifadeci ve anlık bir duyumsamaya dayalı bir yaklaşım sergileyen sanat hareketine
verilen genel isim.
67
217
halk sanatı ve 18.yüzyıl rokoko sanatının korunması teşvik edildi. Ve bu bakış açısıyla İskusstvacılar tarafından Antoine Watteau muhtemelen takdir
edilip beğenilen tek sanatçı oldu. Bu arada “geçici hükümet karşısında direnişe geçen Tatlin, Al’tman, Mayakovski, Prokofief, Rodchenko, Punin ve
İsakov ile birlikte 28 sanatçının toplu olarak Mayakovski tarafından kaleme
alınan ve Mir İskusstvacılar’ı sertçe eleştiren bir bildiri metnini imzaladılar.
Bildiride Mayakovski, Benua’nın ve diğer Mir İskusstva üyelerinin devrim
öncesi sanatı yeniden diriltmeye ve bu anlayışın Rusya’daki çoğunlukta olan
sanatçıların yaklaşımına tamamen ters düştüğünü belirterek metni; sanatın
özgürlüğü için verilen mücadele, çok yaşa sözleriyle bitiriyordu.”68 15 Mart
1918’de avangardlar sanatın arşiv niteliğindeki müzecilik anlayışının getirisi olan yaşamsal içeriksizliğinden kurtarılmasını ve sokaklardaki realiteye,
devrimin ve halkın kalkınma olgusuna cevap vermesi gerektiğini ifade ettiler. Rus Fütüristleri tıpkı Dadaistlerin kompozisyon anlayışlarında olduğu
gibi; propaganda ve grafik sanatların etkisinde, somut bilgilerin pozitivist bir
yaklaşımı içerisinde, gerçek bir hümanist sanatı yaratabilmek için yapıtlarında; parçalanmış imgelerin oluşturduğu epik dağılımlı kesi-kritimler oluşturarak, çekme ve itme gibi fizik yasalarına göre dinamik ve kinetik açıdan
görsel ilişkilerin sağlandığı çalışmalarında, yer (mekan)-zaman içindeki akıcılık ve sürekliliğin anlatımına gidilerek sosyalist dünyanın materyalist inşasının (konstrüksiyonun) gerçek devrimci niteliği vurgulanır. Gerçekten de
“yapıt kurgusunda dinamik bir etki yaratma ilkesi, modern sanat geleneklerinde çeşitli kompozisyon biçimlerine yol açmıştır. Bu olgunun en uç noktalarına Süprematizm ve Sovyet Konstrüktivizmine bağlı eğilimlerde (sinema
grafiğinde Vertov Okulu’nda) rastlanmaktadır. Rus konstrüktivist eserlerin
dinamik yapısı daha çok grafik iletişim araçlarında en yüksek düzeye ulaşır;
özellikle yarı foto-grafik afiş tasarımlarında (…) geleneksel dizgi anlayışına
taban tabana karşıt bir tipografik düzen anlayışı, 1917 Ekim Devriminden
sonra Sovyet grafik sanatlarında katabolikbir düzenlemenin yaygınlaşmasına neden olmuştur. (…) Bu mekanik işleyişin kökeninde toplu üretimle
birlikte gündeme gelen fonksiyonalist estetiğin ilkeleri yatmaktadır.”691922
yılında Bakü’de, iki topçu bataryası dahil olmak üzere, fabrika gürültüleri,
gemi sirenleri ve makinalı tüfeklerden çıkan seslerin binlerce kişinin yer
aldığı bir koro ile birlikte gerçekleştirilen konserdeki çoğu sanatçı; Konstrüktivist (inşacı) yenilikçiler olarak bilinmekteydi. Bu gruptaki avangardçıKaan Kangal, “Ekim Devrimi Sonrası Sanat Tartışmalarında Fütürizm,” Sanat Cephesi Arşivi 1,
http://www.sanatcephesi.org/SC/137/
68
Adem Genç, Dada - Antropi ve Nedensizlik açısından Dadacı Sanat Hareketlerinin Çözümlenmesine
İlişkin Bir Yöntem Araştırması, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Resim Bölümü, 1983, İzmir, s. 289, 291.
69
218
ların en beceriklilerinden biri olan Vladimir Tatlin işçi elbiseleri, tek kişilik
uçan makinalar, ekonomik ısıtma araçları ve III. Enternasyonal gibi önemli
tasarımları gerçekleştirmiş, çeşitli dergilerin nizampajını yapmıştır. Genel
olarak “[Fütüristlerin] ve konstrüktivistlerin toplumcu ütopyacı oldukları,
tasarladıkları birçok şeyin uygulama olasılığının bulunmadığı ve kusursuz
[Süprematist] biçim gibi Platonik düşüncelerin peşine düştükleri de kabul
edilmektedir.”70
2.2. Avangardlar Zürich’te: CabaretVoltaire
İsviçre savaş tarafından kirletilmemiş tek Avrupa ülkesi olarak savaşan
bütün uluslardan gelen barışçı bir mülteci ordusu tarafından istila edildi.
Böylelikle tarafsız İsviçre, kaçabilenlere bir sığınak olarak bağrını açtığında Zürich, Almanca bilen mülteciler için bir toplanma yeri oldu. 1915’te
Limmat kıyısında gürültü patırtıdan uzak bir kent olan Zürich’i, Jean Arp,
1948 tarihli alaycı bir tanıklıkla şakayla karışık Dadaland yani Dada Toprağı
olarak adlandırır: “Zürih’te, dünya savaşının kıyımlarıyla ilgilenmeden güzel
sanatlara adamıştık kendimizi. Uzaklarda toplar gümbürderken, biz yapıştırıyor, ezberden parçalar okuyor, şiirler düzüyor, tüm ruhumuzla şarkılar
söylüyorduk. Bizce, insanları o günlerin gözü dönmüş deliliğinden kurtarması gereken temel bir sanatı arıyorduk. (…) Çoğunluk çok geçmeden bu sanatı
yermeye başladı. Haydutların bizi anlamamasında şaşıracak bir şey yok. Onlardaki o çocuksu baskıcılık düşkünlüğü sanatın da insanların alıklaştırılmasına yardımcı olmasınıister.”71 Ancak Dada sadece sığınmak için değil, başkaldırmak için de vardır. Oradaki sanat ya da şiir, korkunç bir savaşın kırıp
geçirdiği bir dünya da masum bir etkinlik olmaktan çıkacaktır. Dada, yeni
bir sanatçı kuşağını; devrimci özelliği hem estetik hem de de öyle bir bağlamda, kendiliğinden siyasal bir tutum olarak anlaşılması gereken yepyeni
bir sanatı simgeler.” 72Her şeyden önce bir ozan ve ressam hareketidir; önce
Zürich’i, ardından Berlin’i sarar; Paris’te etkisi daha azdır, Dada orada daha
yazınsal bir bağlama oturur. Ancak Berlin’de hem sanatsal hem de siyasal
anlamda ikili bir patlama etkisi yaratır. Bu başkaldırıya Dada adının koyan
ise, TristanTzara’dır. Dada bir söylence gibi doğduğunda, birkaç genç arkadaş, bir kabare, bir dergi, bir koleksiyon, başka dergiler ve bir sürü sergi ile
hayata başlamış oldu.
TristanTzara 1950 yılında yaptığı bir radyo konuşmasında şu açıklamayı yapmıştı; “Dada’nın nasıl doğduğunu anlamak için, bir yandan, Birinci
70
A. g. e., s. 71.
MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 2014,
İstanbul, s. 12.
71
72
MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı…, s. 12, 13.
219
Dünya Savaşı sırasında bir çeşit hapishane olan İsviçre’de yaşayan bir genç
topluluğun ruh halini, öte yandan da çağın sanat ve edebiyatının düşünsel düzeyini göz önüne getirmek gerekir. Hiç kuşkusuz savaş bitecekti, zaten daha
başkalarını da gördük, daha sonra… Ama 1916-1917 yıllarında, savaş sanki
demir atmış, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu ve gittikçe tutarsız ve gerçek
dışı bir boyut kazanıyordu. İğrenme ve isyanlarımızın kaynağı bu oldu. Savaşa
kesinlikle karşıydık ama, ütopik bir barışçılığın tuzaklarına da düşmemiştik.
Köklerini sökmedikçe, nedenlerini ortadan kaldırmadıkça; savaşın ortadan
kaldırılamayacağını biliyorduk. Alabildiğine büyüktü yaşama sabırsızlığımız, o oranda da çağdaş denen uygarlığın tüm görünüşlerinden nefret ediyorduk; tüm dayanaklarından, mantığından, dilinden. Başkaldırımız gülünç ve
saçmanın tüm estetik değerleri alt üst ettiği biçimler kazanıyordu… Unutmamak gerekir ki, saldırgan bir duygusallık insana ait tüm değerleri maskeliyor,
yüksek düzey savında olan tüm sanat alanına yerleşiyor ve kentsoylu sınıfın
gücünü simgeliyordu.”73
Zürich’te toplananlar sadece sanatçılar değildi. Ayrıca Rus Devriminin
büyük serüvenini hazırlayanlar; Karl Radek, Zinovyev ve Lenin takma adıyla Vladimir Ulyanov’da Dadaist ve diğer avangard sanatçılarla yazgı birliği
ve entelektüel ilişkiler içerisindeydiler. Hatta kaldığı evin Dadaist ve Avangard sanatçıların sıklıkla toplandığı Kabare’ye yakınlığı ve TristanTzara ile
Kabare’de satranç oynadığı düşünülen Lenin’in, modernist akımlara olan
hoşgörüsünün altında ortak bohem yaşanmışlığın izleri yatmaktadır. Dolayısıyla bu sürgünlerin hepsi de çok farklı zihinsel ailelerden gelmekteydiler.
Bununla birlikte kendi aralarında alabildiğine bölünmüş olsalar bile, yine de
cephelerdeki çarpışmaların sürmesine karşı ortak tavır almış bir dolu barışçı grup vardı ortada. Bu sürgünlerin tümünü bir araya getirip bir faaliyet
merkezi sağlamak, yazar ve filozof Hugo Ball’e düşecekti. Ball, 1915 sonlarına doğru Dadacı devrimin ve dolayısıyla nihilist protestoların merkezi olarak Zürich’in en kötü şöhretli semtinde Niederdorf-StrasseSpiegelgasse’nin
kesiştiği noktada kabare açmak üzere bir lokanta sahibiyle anlaştı. Kabarenin ismini Voltaire kabaresi; bilindiği ismiyle CabaretVoltairekoydu.
CabareVoltaire’ı, bu gece kulübünü Şubat 1916’da açtıklarında duvarlarında üstün ve basit nitelikte sanat yapıtlarıyla içip söyleşmekten ve dans etmekten hoşlananlar için uygun bir mekan haline getirmişlerdi. Bu haliyle,
aslında savaş öncesi Berlin’in gece hayatının entelektüel yanını bilenler
için bu karışım hiç de yabancı sayılmazdı. “Dada, savaştan çok uzun bir
süre öncesinden hazırlanmış olmakla birlikte, esasen asıl patlayıcı gücünü
savaş olgusundan alacaktı. Zaten CabaretVoltaire’ın anarşik ve taşkın giri73
Adem Genç, Dada-Antropi ve Nedensizlik açısından…,s. 72, 73.
220
şimlerinin Alman İsviçre’sinin başkentinde görülebilmesi barış zamanında
düşünülemezdi.”74Aydınlanma çağının felsefesiyle kabarenin kendiliğindenliğini birleştirmek anlamına gelen dada kabare; Hugo Ball’la arkadaşlarının genel çılgınlığın sonucu olan savaş karşısındaki bağımsızlık bildirisi de
bunu söyler;dil ile sanat artık bu çılgınlığın suç ortağı olmamalıdır.Gerçekten de 1916 yılında Zürich de yaşayan genç sanatçıların birçoğu bu savaşa bir
anlam veremiyorlardı.
Sonuçta CabaretVoltaire, Batı uygarlığının tümüne karşı çıkmak amacıyla yaratılan yapıtlar ve düzenlenen sahne gösterileriyle bu dünya ile ilişkilerin açıkça ve korkusuzca koparıldığı bir eyleme dönüştü. Birinci Dünya
Savaşı başladıktan sonra İsviçre gibi tarafsız ülkelere dağılıp oralardaki sanatçılarla birlikte savaşın çıkmasına neden olan kültürlere karşı Dada’yı ortaya koydular. Bilhassa Zürich’te toplanan ve özellikle Üniformalı Avangardlar olarak adlandırılan asker kaçaklarından oluşan radikal bir grup, savaşın
çıkmasına neden olan majist, militarist, ulusalcı-yurtsever kültüre ve faşist
ideolojik yaklaşımlara karşı durmak üzere birleştiler. Dada olarak isimlendirdikleri bu sanat hareketi; siyasal ve usdışı olmak üzere iki önemli yönüyle
karşımıza çıkmaktadır.Gerçekten de siyasal bir hareket olarak incelendiğinde 1917 yılından sonra özellikle Almanya’da etkili olduğu görülür.1918-1919
Alman İhtilalinde Spartakistler ve diğer sol eylemcilerle birlikte ayaklanan
Berlin Dadacıları ve bunlar arasında daha önce Zürich grubunda yer alan
Richard Huelsenbeck, Dada’nın siyasal etkinlikleri içinde önemle anılırlar.
Dada’nın usdışı ve apolitik alanlardaki etkinlikleri ise, daha çok Sürrealistlerle bağlantılı olarak Paris’te,Literature dergisi çevresindeki sanatçılar tarafından gerçekleştirilmiştir.
2.3. Berlin ve Zürich Dada’daProvokatif Fotomontaj
Dada devrimci emekçilerden yanadır!75
Dada’nın bilinçli muhalif tavrını bilhassa Berlin Dada ve Zürih Dada
grubunda görebildiğimiz için bu iki grubun siyasal yönelim açısından benzer özellikler barındırdığı görülmektedir. Her iki grupta skandal için skandal
yapmayı amaç edinen Paris’teki Dada hareketinden ayrılan yönü itibariyle
Huelsenbeck’inifadesiyle;Dada bir Alman Bolşevizmidir! Aslında savaştan kaçarak Avrupa Anakarasını terk eden Dadaistlerden bir grubun New
York’ta gelişen bir başka Dada hareketini yönlendirdiğini de hatırlamak
MichelSanouillet, “Dadacılığın Kökleri: Zürih ve New York,” Çev. Turhan Ilgaz, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul, s. 304.
74
75
Dada stehtaufSteitendesrevolutionἅrenProletariats [Birinci Uluslararası Dada Fuarı Berlin, 1920.]
221
gerekir.76 New York Dada, elbette güçlü bir siyasal kuramcının (Hugo Ball
gibi) öncülüğünde başlamamıştı. Ancak Bolşevik bir siyasal ideolojiye sahip
olmamasına rağmen, New York Dadacıları’nın etkileşim içerisinde olduğu
Amerikalı entelektüellerde uygarlığın en tehlikeli sorunlarından birkaçının farkındaydılar. Özellikle yıkıcılığa ve savaş ekonomisine endekslenmiş
bir sosyo-ekonomik yapının ve yaygınlaşan savaş-sever bir toplumsal eğilimin farkındaydılar. İlk kez özeleştiri evresine girmesi bakımından tarihsel
avangard dediğimiz, “Avrupa avangardı içerisindeki en radikal hareket olan
Dadaizm, artık kendinden önceki sanat ekollerini değil, bir kurum olarak
sanatı ve sanatın burjuva toplumunda izlediği seyri eleştirir.”77 Ve bu eleştiri, alımlayıcının şoka uğratılmasını hedeflediğinden formal anlamda bir
stil geliştirmemiş olmaları dolayısıyla Dadaistler ve Sürrealistler dönem stili imkanını ortadan kaldırmışlardır. Çünkü amaçları estetik bir nesne elde
etmek değil, provokatif anlamda okunacak imgeler oluşturmaktır. Esasen
“fotoğraf durağan bir anı, yalıtılmış bir çekimi sabitler. Fotomontaj ise belli
bir konunun bir temasının diyalektik açılmasını, politik slogan ve temsil arasındaki diyalektik birliği görselleştirir. (Böylelikle) (…) gerçekliğin çok katlı
ve iç bağlantıları olan karakterini sunarak, konstrüktif sosyalist projenin
somut dışavurumlarını, öğelerin birleşimi (fotomontaj yöntemi) aracılığıyla
çözer.”78 Fotomontaj görsel bir manifesto, dönemin karmaşıklığının karşısına kendi karmaşıklığını koyan yoğunlaştırılmış uzamla zamandır. Özellikle
Heartfieldmontaj tekniğini siyasal amaçla kullanan tipik bir Dadaist olarak,
bir imge ile iki değişik metin parçasını çakıştırmak veya üst üste bindirmek
suretiyle açık siyasal mesaj ve anti-estetik unsurları bir arada değerlendirir.
Ancak sanatsal bir izlek (prosedür) olarak montaja siyasal anlam atfeden
Adorno’ya rağmen tartışmalı bir nokta olarak; kapitalizmi ortadan kaldırmak gibi bir niyetleri olmayan İtalyan Fütüristleri ile Ekim Devrimi’nin
ardından gelişmekte olan sosyalist bir ülkede yaşayan Rus avangardistlerinin de montaj tekniğini kullanmış olmasının bu fikri çürütmeye yeteceğini
söyleyen Bürger’e rağmen Bloch ise, geç kapitalizmdeki dolaysız montaj ile
sosyalist toplumdaki dolaylı montaj arasında ayrım yapar. Burada Bloch, bir
tekniğin ya da prosedürün, farklı tarihsel bağlamlarda farklı etkilere sahip
olabileceği fikrinden hareket ederek daha uygun bir yaklaşım belirlemiş
olmaktadır. Gene de Bürger, avangard’ın devrimci biçimine rağmen siyasal
Manhattan Beşinci Cadde üzerinde 291 sokak numaralı küçük bir sanat galerisi Amerikan Avangardı
ve dolayısıyla New York Dada hareketlerinin başladığı yerdir.
76
77
Peter Bürger, Avangard Kuramı…, s. 62.
GustavKlutsis, “Kışkırtma Sanatında Yeni Bir Sorun Olarak Fotomontaj,” Çev. Sabri Gürses, Sanat
ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison-Paul Wood] Küre Yayınları, 1.
Baskı,2011, İstanbul, s. 528.
78
222
praksis olarak yetersiz kaldığını kabul eder. Ona göre; “avangard hareket
yerleşik kuruma kafa tutmuş ama onu devirmeyi başaramamıştır, hatta yerleşik kurum tarafından saptırılarak kullanılmıştır.”79 Benjamin ise, ifadeci
bir biçim olarak montajı alegorik bulur ve alegori ile montaj arasındaki yapılandırmayı ise modern sanatın çağdaş bir deneyimi olarak görür. Benjamin,
Bürger’inTrauerspiel incelemesini alıntılayarak şu yorumda bulunur: “ (…)
alegori özünde parça parçadır […]. Alegorici, gerçekliğin yalıtık parçalarına
katılır ve bu suretle bir anlam yaratır. Bu, koyutlanan anlamdır; parçaların
özgün bağlamından türemez.”80 Elbette alegorinin sanatta uzun zaman boyunca siyasal ya da ahlaki bilgilendirme aracı olarak kullanıldığını biliyoruz.
Ancak burjuva çağ öncesi sanat dine ve ayinlere bağlı olduğundan, yaşam
pratiğinden özerk olmak gibi bir iddiası yoktu. Bu tür bir temsil tam burjuva çağında devrimci bir tarzda işlev görebilirdi. Nitekim de gördü; Richard
Huelsenbeck’in 1918’de öncülük ettiği George Grosz, John Heartfield, RaoulHausmann ve JohannesBaader’den oluşan Berlin Dada Grubu, açıkça sol
görüşlüydü ve sanat karşıtı etkinliğini bizzat propaganda ile birleştiriyordu. Onlar için Dada, siyasal görüşlerini açıklamak ve sanatı siyasal eyleme
bağımlı kılmak için kullanılan bir anlatım aracıydı. Gerçekten de siyasal
bir hareket olarak incelendiğinde Dada’nın 1917 yılından sonra özellikle
Almanya’da etkili olduğu görülür.81Bir yanda Spartakistler, yerle bir olmuş,
açlıktan kırılan bir kentin sokaklarında orduyla çarpışırken, diğer yanda
Dadacılar;-“devrim, toplumsal altüst oluşun siyasal aldatmacaya kapılmasını
ve kentsoylu dar kafalılığının sürmesini engelleyecek biçimde, gerek estetik,
gerek düşünsel kavramları değiştirmelidir….,”82diyerek,- devrimin nasıl olması gerektiğini gösterirler.
Berlin Dada Grubu içerisinde yer alan George Grosz ve John Heartfield
daha sonraları Berlin’de Hitler’e karşı güçlü bir muhalefet sanatı geliştireceklerdi. Özellikle Heartfield’ın Ağustos 1934’te Resimli İşçi Dergisi’nin [ArbeiterIllustrierteZeitschrift] kapağında yayımlanan Alman Doğa Tarihi başlıklı fotomontajı Hitler’in Reich’ınınWeimar Cumhuriyeti’nin evriminin bir
sonucu olduğu eleştirisini getirdiğinde, bu yönde yapılmış doğrudan bir siyasal saldırı ortaya çıkmış oldu.” 83 Aslında bu son derece olağan bir durumdu. Çünkü Heartfield, aralarında Brecht, Lacis, Reinhardt ve Piscator’un da
Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 1. Baskı, 2010,
İstanbul, s. 251.
79
80
A. g. e., s. 250.
1920 yılındaki Berlin’de Dadafair (Uluslararası Dada Fuarı) etkinlikleri içinde Prusya subay
üniforması giydirilmiş bir domuz ölüsünün tavandan asılarak sergilenmesi de yer almaktadır.
81
82
83
MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı…, s. 33.
A. g. e., s. 78.
223
olduğu Berlin’deki Marxsist çevrenin bir üyesiydi. Weimar döneminin sonlarında fotoğraflar içeren tiyatro dekorları tasarlamıştı.“Heartfieldburada
imge reprodüksiyonunun yeni teknolojilerini bilinçli olarak […] siyasal
ajitasyonun emrine veriyordu.”84BertoltBrecht’e epey yakın olmakla birlikte WalterBenjamin’de çalışmalarını yakından takip ediyordu. John
Heartfield’ın çalışmalarında Benjamin’in asıl ilgisini çeken yön fotoğraf
montajındaki en modern teknikleri alegorik temsil biçimleriyle birlikte
kullanmasıydı. Alman Doğa Tarihi çalışmasında olduğu gibi Heartfield’ın
imgelerinin çoğu modern zamanlara ait bir simge özelliği taşımaktadır.
Burada “imgenin ahlaki ve siyasal bir bilgilendirme işlevi görebilmesi için
başlık [inscriptio] ve açıklama [subscriptio] uzlaşımlarından yararlanılır.”85
Resimde Alman doğa tarihi, Kafataslı Güve Kelebeği’nin86 gelişiminin üç
biyolojik aşamasıyla alegorik olarak temsil edilir. Çalışma açıkça Weimar
Cumhuriyeti ile faşizm arasında nedensel bir ilişki olduğunu öne süren bir
başkalaşımlar silsilesidir adeta. Ayrıca kurumakta olan bir ağaç dalındaki
bu ilerleme bir gerileme olarak görülür ve gelişim yalnızca hayvanın doğasına ilişkin belirginliğin artışı için geçerlidir: Tırtıl kelebek, Hitler formunu
aldığında görünür hale gelmiş olan kafatası ya da ölü kafası işareti kolaylıkla
fark edilebilir. Franz Kafka’nın 25 Ekim 1915 yılında yayınlanan Metamorfoz
[DieVerwandlung] diğer ismiyleDönüşüm-romanındaki insan kahramanın
bir böceğe87 dönüştüğü gibi Heartfield’ın fotomontajında da hayvandan insana bir dönüşüm, bir başkalaşım vardır. Walter Benjamin bir mektubunda
Fichte’den beri burjuva entelektüel gelişimi hakkında benzer yaklaşımlar
sergileyerek şunları söyler: “Alman burjuvazisinin devrimci ruhu kendisini
Nasyonal Sosyalizmin Kafataslı Güve Kelebeği larvasından sürünerek çıkacağı bir kozaya dönüştürmektedir.”88Heartfield, bu başkalaşımın üç anlamı
olduğunu söyleyerek çalışmasını aydınlatır: Biri doğa söyleminden (böceklerin evreleri), biri tarihten (Ebert-Hindenburg-Hitler) ve biri de mit söyleminden kaynaklanmaktadır. Mitoloji de insanların ağaçlara, hayvanlara, taşlara dönüşmeleri, yani başkalaşım geçirmelerinde olduğu gibi Heartfield’da
burada Alman siyaset tarihini yanılsama-hata-ideoloji olarak toplum tarihinin doğal rotasını negatif bir mit olarak vurgulamaktadır.Heartfield bir
komünist olarak kapitalist sınıfın kendi egemenliğini meşrulaştırmak adına
84
85
A. g. e., s. 78.
Acherontiaatropos. Koyu renkli, sırtında kafatasına benzer bir işaret taşıyan bir kelebek türü.
Ungeziefer: hamamböceği, bokböceği, kınkanatlı anlamlarına gelmektedir. Ungeziefer, Samsa ve çevresi arasındaki ayrılığı simgeler; temiz değildir ve bu yüzden dışlanmalıdır.
86
87
Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği…, s. 80.
EberhardKolb, “Weimar Cumhuriyeti: İlk Alman Demokrasisinin Başlangıç Koşulları, Geçirdiği
Bunalımlar ve Sonu,” Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi
Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Turgay Kurultay, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara, s. 24.
88
224
Sosyal Darwinciliği desteklemelerine değil, asıl olarak Sosyal Demokratların
tarihsel ilerleme fikrini onaylamalarına saldırmaktaydı. Çünkü bu tarihsel
ilerleme inancının onları gevşettiğini ve sosyalist siyaset için Weimar parlamentarizminin yeterli olduğu gibi onları yanlış bir anlayışa itmiş olmasını
onaylamadığını belirtmekteydi.
Weimar kültürünü en çarpıcı eleştirenlerinden biri de, 1914’te kendisi
gibi birçok sanatçının ortak fikri olarak tüm savaşları sona erdirecek savaş
olarak baktığı Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan ancak savaşın
gerçek yüzünü görüp gözleriaçılan,Spartaküs ayaklanması sırasında tutuklanan ancak kaçmayı başaran, Alman Komünist Partisi üyesi ressam ve
grafik sanatçısı George Grosz’dur. Aslında Grosz’un sanatı üzerinden genel
olarak Almanya’nın siyasi ve sosyal düzenine bakıldığındaWeimar Cumhuriyeti için bir bela olan istikrarsızlık sanat ve kültür alanında ele geçmiş bir
şanstı; bir tarafta sayısız yetenek, öte tarafta sayısız çatışma malzemesi siyasi özgürlükle birlikte sınırsız bir deneyciliğe olanak tanıdı. Böylece yeninin
günümüze kadar hissedilebilen korkunç bir patlaması gerçekleşti.”89Grosz,
Dada Berlin’e geldiğinde akımı ilk kucaklayan ancak ona el atar atmaz da
Dada’nın çehresini değiştirip ona daha sert, saldırgan ve siyasal bir yön veren
sanatçılardan biriydi. Sanatçı,“cepheden ilk defa hastalık nedeniyle 1916’da
salınıvermiş, 1918’de savaş nedeniyle ruhsal dengesi bozulan askerlerin kapatıldığı hastaneden kaçtığı için harp divanı tarafından önce idama mahkum
edilip sonra affedilmiştir. Artık dünyayı tanımaktadır; söylenenlerin beyhudeliğini kavramıştır; (…) küçük burjuvanın haz rüyalarının laf kalabalığından ibaret olduğunu, varlığın bir ikiyüzlülükten başka hiçbir şey olmadığını
bilmektedir. Süreç içinde Komünist olur ancak bunun imkânsızlığını hissettikçe bir sanatçı komününün kurulması için sesini daha da yükseltir.”90
Böylelikle çağının insanlarını öylesine topyekûn kavramışolanGeorgeGros
z’un,Weimar Cumhuriyetindeki Dekadans’ın Alman toplumundan sunduğu
manzaralardan birini, Toplumun Temel Direkleri adlı tablosunda, gerçekçiliğin başat özelliğini, tipik olanı; bürokratlar, askerler ve patronlarla birlikte
fahişeler ve pezevenkleriyle beraber yakalamaktadır. Grosz, Birinci Dünya
Savaşı’ndan önce bir Dışavurumcu [Ekspresyonist] olarak nitelendirilebilirdi; ancak Dadaist olarak ajitasyonlu politik imgeler içeren sanatıyla Alman
toplumunu ve dolaylı yoldan tüm ana karayı uyarmasına rağmen, Avrupa’nın
bütün yönetici sınıfları, hükümetleri ve halkları açıkça ve eşit bir içtenlikle
WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda Almanya’da Gerçekçilik,”Weimar Döneminin
Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Deniz Şengel, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara, s. 15.
89
Sezarcılık: Demokratik yolla başa geçen, fakat sonradan baskıcı mutlakıyete sapan hükümdarın askeri
egemenlik yöntemi. Askeri yönetim.
90
225
barış istiyor görünmekle birlikte (aslında bu yaygın ve ortak barış aşkına
karşılık) savaş bütçeleri yıldan yıla şişip yükselmektedir. İşin aslı, herkesin
lanetlediği ve korktuğu savaş her an patlamaya hazır hale gelmektedir. Bunun sebebi; “her ulusta sayılı insanlardan oluşan bir topluluk (sınıf ), üretim
ve değişim araçlarını elinde tuttukça, öbür insanlarında yönetimini elinde
tutacak, sözünü geçirdiği toplumlara kendi yasalarını (sınırsız rekabet yaşamak için aralıksız savaşımı, servet ve iktidar için günlük kavgayı) zorla kabul
ettirecektir. Bu ayrıcalıklı topluluk, yığınların gösterebileceği bütün tehlikelerden korunmak amacıyla ya büyük askeri hanedanlara ya da oligarşik
cumhuriyetlerin bazı muvazzaf ordularına dayanacaktır. Buradan beslenen
Sezarcılık,91 sınıfları aldatmak ya da gütmek üzere, onların arasındaki karşıtlıklardan yararlanacak, hırçınlaşan halkın desteğiyle ve burjuvazinin yardımıyla da halkın cumhuriyetçi uyanışını bastıracaklardır.”92 Bütün bunlar
sürdükçe, yani sınıflar ve bireyler arasındaki politik, ekonomik, toplumsal
çatışmalar her ulusta var oldukça, her ülkede boy veren derin çıkar ve sınıf
bölünmesi çatışmalar doğuracak ve uluslararasında da savaşlar eksik olmayacaktır. Çünkü siyasal kavgalar çoğunlukla toplumsal kavgaların örtüsü ve
yansısıdır. Grosz’un resminde faşizme destek veren elitler, egemen sınıfın
temsilcileri olarak bir arada görevlerini yapmakta, toplumumuzun temel
direklerini, (!) temel ideolojik dayanaklarını, kısacası zorbalığın toplumsal
örüntüsünü oluşturmaktadırlar.Grosz’unüretkenelinde çizgi, çoğu kez, kurbanlarını astığı bir ipe dönüşür! Kurbanları ise, “şampanyalarını yudumlayan savaş vurguncularıdır, proletaryayı sömüren kapitalistlerdir, ulusun
şanından dem vuran içki sofrası siyasetçilerdir ve savaş oyunları düzenleyen
işsiz generallerdir ve onların kolay hanım arkadaşları ve karılarıdır. (…) Her
biri kendi soyunu yemede olan birer yamyamdır; dişlerini karıştırıp herhangi bir konuda karşılarına çıkabilecek herhangi bir fırsatı kollarlar, içerler,
kumar oynarlar, dans ederler, kadeh kaldırırlar. Erkeklerin ağızlarında Brezilya ve Havana puroları, karınlar tok, göbekler şiştir. Kadınlar biraz geçkince ve açgözlüdür. (…) Dışarıda, sokakta ise açlıkla umutsuzluk…, işten atılmış
işçinin acılı yüzünde dolaşıp isyan ve devrim hazırlığı yapar.”93 Sokaktaki
havada cinayet kokusu ve nefret vardır, ama yas, espri, kinaye hiçbir şeyi
göz ardı etmeyen bir insan bilgisi,şikayet [eleştiri] ve itham da vardır aynı
zamanda. Sonuçta “sakatlarla karaborsacılardan, jeunessedoree94ile yalnız
ihtiyarlardan, yargıçlarla devlet adamlarından, bankerlerle fabrikatörlerJean Jaures, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, Çev. Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, 2013,
İstanbul, s. 78, 79.
91
92
WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda…,” s. 15.
93
jeunessedoree: Zengin ve modaya uygun şık gençler
94
WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda…,” s. 15.
226
den, muhasebecilerle memurlardan, profesörlerle yüksek bürokratlardan,
işçilerle fahişelerden, fahişe yüzlü muhasebecilerden memur yüzlü fahişelerden oluşan grotesk tipler evrenini yarattığında doruğa ulaşmıştı Grosz.”95
Onun gerçekliği ne ölçüde yakalayabildiği, aldığı sansür ve cezalandırılmalardan da anlaşılmaktadır; silahlı kuvvetlere saldırmaktan, toplumsal ahlakın değerleriyle alay etmekten ve Tanrı’ya küfürden yargıç önünde üç defa
dava açılmıştır.
Son tahlilde siyasal bir hareket olarak incelendiğinde Dada’nın esasen 1917 yılından sonra etkili olduğu görüldü. 1918-1919 Alman Devriminde Spartakistler ve diğer sol eylemcilerle birlikte ayaklanan Berlin
Dadacıları ve özellikle daha öncesinde Zürich grubunda yer alan Richard
Huelsenbeck’inDada’nın siyasal etkinlikleri içinde önemli bir yeri olduğu
tespit edildi. Aslında toplumun ve yerleşik kültürün tüm kurumlarına ve
değerlerine protestoları ve muhalif eleştirilerine rağmen Dada, biçimsel bir
sanat üslubu önermiyordu. Yalnızca milyonların aç kalmasına ve ölümüne neden olan Birinci Dünya Savaşında sanatçıların kendileriyle yeniden
hesaplaşmasının doğal bir sonucuydu. Bu hareket, dünyanın, insanların
yıkılışından umutsuzluğa düşmüş, hiç bir şeyin sağlam ve sürekli olduğuna inanmayan bir felsefi yapıdan etkilenmekteydi.Bu bakımdan Dada’nın
insanca bir amacı, son derece belirgin, etik bir amacı vardı. Dada yalnızca
saçma değildi, yalnızca bir şaka değildi, Dada gençlerde 1914 savaşı sırasında
ve yaslı günlerde ortaya çıkan çok güçlü bir mutsuzluğun dışavurumuydu.
Bu anlayış insanları en korkunç olayları yurtseverlik gereği kabul etmek ya
da bunları teknolojik ve eğitsel ilerlemenin yanıltıcı bir düş olduğunun kanıtı olarak reddetmek zorunda bırakan bir savaşın sonucuydu. Toplumsal
ilerleme doğrultusunda kalemiyle savaşmak için doktorluk mesleğini terk
eden Huelsenbeck ve arkadaşları, savaşı Almanya’nın çıkardığına, bunun da
Almanya’nın düşünsel ve kültürel alandaki büyüklük özentisinin boşluğunu
kanıtladığına inanıyorlardı. Fakat bu aynı zamanda kendini uygar sayan diğer ulusların çılgınlığını da yansıtmaktaydı.
Genel manada XX. yüzyılın sanat tarihinde modern bir akım olarak çok
fazla temsil bulmamasına rağmen Dada, ikon kırıcı ve meydan okuyucu bir
burjuva karşıtı akım olarak gerçeküstücülük ile birlikte anılır. Ancak teorik
olarak “sanat tarihçileri Sürrealizm’in zeminini hazırlayanın Dada olduğu genellemesini uygun bulmuşlardır, oysa bu genelleme sadece Paris için
geçerlidir.”96 Dada, şiir, kolaj, fotomontaj, resim, fotoğraf, nesne yapımı ve
film üzerine odaklanırken, genellikle kaostan ve modern yaşamın fragmanDavid Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük, Çev. Suat Kemal Angı, Dost Kitabevi Yayınları 1. Baskı,
2006, Ankara, s. 12.
95
96
Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği…, s. 295.
227
laşmasına meyil gösterirken, şaşırtma arzusuna yaslanır. Bu onun en güçlü
yanını temsil eder. Çünkü Dada’nın çağında sanayileşme, zamanın hızlanması ve mekanın parçalanması neticesinde algıda bir krize yol açtıysa, sinemada da zamanı yavaşlatarak ve montaj sayesinde yeni mekânsal-zamansal
düzenler olarak-ki burada parçalanmış imgeler yeni bir yasaya göre bir araya
getirilir- sentetik gerçeklikler inşa ederek iyileştirici bir potansiyel çıkarttığı
görüldü. Böylelikle Dada’nın, “hem montaj hattı hem kent kalabalıklarının
insan duyularını birbirinden kopuk imgelerle ve şok edici dürtülerle bombardımana tuttuğu”97fark edildi. İlk fotomontajların önemli bir bölümü çağdaş olayları iğneleyici bir alayla izliyordu. Ama fotomontajın biçimi, en az
içeriği kadar devrimciydi. Dadaistlerin fotomontajı, farklı ve karmakarışık
anlamları birbiriyle uyuşmayan yapılar yardımıyla savaşın ve devrimin karmaşasından, özellikle optik bir yansıma çıkaracak yeni bir oluşum yaratma
malzemesi olarak kullandılar.
3. Tartışma
1914-18 savaşı resmen yeni bir çağı müjdelemekteydi. Bu dönemin bugüne kadarki en önemli politik olayları: “Rus proletaryasının 1917’de iktidarı
fethetmesi ve 1933 yılında Alman Proletaryasının paramparça olmasıydı.
Dünyanın her tarafında insanların başına gelen korkunç felaketlere ve dahası yarının yedekte beklettiği daha korkunç tehlikelere maruz kalacak olması,
1917 devriminin Avrupa ve dünya arenasında muzaffer gelişmeler bulmamış
olması gerçeğinin bir sonucudur.”98 Tüm bu yaşanan felaketler ve korkunç
tehlikelerin sonucunda sanat, içinde bulunduğu sosyalist bir gündemin uygun bir estetik kaynaşmasını temsil etmekteydi. Buna göre avangard sanat
akımları sanat ile modern dünyanın koşullu deneyimi arasındaki herhangi
bir ayrıma karşı koymayı vaat ediyorlardı. Bunun nedenleri her akım için
politika tarafından farklı yollara çekilmişti. Örneğin; “Konstrüktivistler
Rusya’daki Bolşevik Devrime doğrudan tepki veriyordu, ama hepsi de modern sanatın, toplumsal deneyimdeki kaymalara koşut yeni uzlaşmaz biçimler üretirken izleyicisiyle yeni bir ilişki oluşturmaya gereksindiği inancını
paylaşma eğilimindeydi.”99
Rus Fütüristleri ve 1920’ye doğru olgunlaşan Konstrüktivitler ile Dadaistlerin karşıt sanat hareketlerinde birleştikleri ve amaçladıkları düşünsel eylemsel ortak nokta; prodüktivist bir Marxsist estetiğin görüngesinde yer
LevTroçky, “Savaş ve Dördüncü Enternasyonal,” 1934, Marxsist Tutum, 1991, s. 1. https://www.marxists.org/turkce/trocki/1934/haziran/10.htm
97
98
David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük…, s. 19.
Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği, Çev. Aydın Çavdar, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2015, İstanbul,
s. 190.
99
228
alan Saint-Simoncu geleneğe bağlı ütopik bir avangard sanat projesi geliştirmekti. Gerçekten de Konstrüktivistlerin özellikle altını çizdikleri zihinsel ve
bedensel emek kombinasyonuna atfettikleri önemi düşündüğümüzde sosyal
planda yer alan bir entelijansiyayı temsil etmesi bakımından; XIX. yüzyılın
başlarında düşünürler tarafından geliştirilen ve Lenin’de 1902 yılında atıfta
bulunduğu, sanatçıları, bilim insanlarını ve mühendisleri bir araya getiren
bir avangard konseptine dair Saint-Simoncu geleneği de tabii ki sürdürmüştür. 1920’lerin sonlarında yaptığı araştırmalar neticesinde D. S. Mirsky, “köle
sahibi soylu sınıfın ve kendini Asyatik ve Ortaçağ karanlığına kaptırmış bir
tüccar sınıfının neden olduğu durgunluğa karşı verdikleri savaşta Rus entelijansiyasına yardımlarından dolayı XIX. yüzyılda Rusya’da Saint-Simoncular ve George Sand tarafından oynanan rolü övmüştür. Mirsky ayrıca entelijansiyayı pozitif sosyal değeri olan bağımsız bir entelektüel düşünürler grubu olarak tanımlamıştır.”100 Fakat hem entelijansiya kavramının 1930’ların
ortalarına gelindiğinde Sovyet lügatinden istismar edilen bir terime dönüşmesi ve Parti’yi öncü olarak gören düşüncenin güçlendirilmesi neticesinde
Saint-Simoncu geleneğin bastırılmasına neden olduğu gibi, söz konusu geleneğin Sovyet Avangard mirasçılarının da özgürlüğünün kısıtlanması neticesini doğuruyordu.
Yeni toplumlarının sanatsal, teknolojik ve ekonomik gelişimiyle ilgili
olarak yeni bir prodüktivist estetiği yeniden geliştirip uygulamaya koymuş
olan 1917 Bolşevik Devriminden gücünü alan Rus Fütüristleri ve ardından
1920’lerin Rus Konstrüktivistleri olan avangard sanatçıların gerçek bir
Marxsist sanatın kayıp estetiğini temsil ettiklerini tartışmaya açabiliriz.
Burada, Demetz ve Morawski gibi diğer eleştirmenlerin Marx’ın realizm kelimesini hiç kullanmadığına dair kanıtlara rağmen Marx’ın hem bir realist
hem de Sosyalist Realizmin Stalinci Doktrininin bir savunucusu, bir otoritesi olarak tanımlanan düşüncesinin yaygınlığını hatırlayabiliriz.
Marx’ın dünya edebiyatı hakkındaki bilgi birikimi üzerine yaptığı detaylı çalışmanın sonunda S. S. Prawer; “Marx, edebiyattan bahsederken hiçbir zaman ayna tutmak ya da yansıtmak ifadelerini kullanmaz; ancak dil ve
felsefeden konuşurken bu kelimeleri zaman zaman kullanır”101 diyerek bir
tartışmayı başlatır. Gerçekten de Rus Fütürist ve Konstrüktivistlerininütopik sosyalist yapısı ile Saint-Simon’un düşünceleri arasındaki yaklaşım
benzerliği dikkat çekicidir. Saint-Simon da ancak sanatçılar, bilim insanları
ve mühendislerden oluşacak avangard bir organizasyonun endüstriyel bir
işgücünü feodal zincirlerden kurtarıp özgür kılabileceği düşüncesindedir.
100
101
Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği…, s. 224.
A. g. e., s. 226.
229
Bu nedenle “hem 1920’lerin avangardprodüktivist sanatçılarının hem de
Marx’ınProdüktivist estetiğinin 1930’ların Sosyalist Realistlerince sansür
edilişinin, Marx’ın kendisinin de 1840’larda Prusya’da yaşadığı sansürü
tekrarlayışının”102ironik bir dejavusu gibidir.
Rus Devriminin şaşkınlığı ve karışıklığında birçok avangard ve devrimci nitelikte sanat hareketi ortaya çıkmış olmasına rağmen bireysel girişimlerin yavaş yavaş boğulmaya başladığı bir süreçte iki karşıt sanat grubu
oluşmuştu. “Bunlardan birincisi, işçi sınıfının henüz kendi devrimci kültürünü açma aşamasına gelmediğini ve dolayısıyla, gerçek devrimci kültür
politikasını özümleme aşamasına gelinceye dek, en yüksek ve çağdaş estetik ölçütler içinde avant-garde sanatın desteklenmesi gerektiğine inanıyor,
ikinci grupta yer alanlar ise, devrimin ancak tabandan hareket ederek gerçekleşebileceğini ve işçilerden başka yeni kültürü oluşturacak bir üst yapının olamayacağını savunuyorlardı.”103 Oysa bugün ideolojik - kültürel düzeyde İskusstvacılar’dan kaynaklanan Proletkult ile avangard sanatın Ajit-prop
hareketlerinin yeniden değerlendirilmesinin, sınırlılıklarının ve olanaklarının araştırılmasının kitle iletişim araçları ve kitle kültürüyle giderek daha
çok kuşatıldığımız çağımızda ufuk açıcı nitelikte olabilecek noktalara sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca Proletkult hareketinin bir kanadının siyasal devrimle sanatsal devrimi birlikte düşündüğünü ancak avangard sanat
içerisinde de benzer bir bakışın olduğunu görmemiz önemli bir benzerliğin varlığını ortaya koymaktadır. Fakat burada Lenin ve Troçki’nin, Proletarya kültürü kavramına prim vermediklerini de hatırlatmakta fayda var.
Bu konuda Lenin’in 4 Mart 1923 tarihli Pravda’da çıkan Az ama Öz104 adlı
102
David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük…, s. 70, 71.
4 Mart 1923 tarihli Pravda’da çıkan bu makale, Lenin’in son yazısıdır. İngilizcesi: BetterFewer, But
Better.
103
Vladimir IlyiçUlyanov Lenin, Selected Works, ForeignLanguages Publishing House, Cilt II, 1947,
Moskova, s. 844-55. [“proletarya kültürünü çok uzun boylu ve bilir bilmez abartan kişileri dinledikçe, bu
nitelikler kendi kendine ortaya çıkmaktadır. Başlangıçta gerçek burjuva kültürü bizi tatmin edecektir ve
burjuva öncesi, yani, bürokratik ya da serf vb. kültürünün daha kaba tiplerini ortadan kaldırabilmekten
şimdilik memnun olacağız. Kültür konularında acelecilik ve geniş kapsamlı tedbirler kadar kötü bir
şey yoktur. Birçok genç yazarlarımız ve komünistler bunu kafalarına iyice sokmalıdırlar. (…) Bilgi
noksanlığımızı şevk, acelecilik vb. şeylerle denkleştirmek (ya da denkleştirdiğimizi sanmak) eğiliminde
bir hayli ileri gidiyoruz. (…) En kötüsü aceleciliktir. En kötüsü, sosyalist, Sovyet denmeye gerçekten hak
kazanmış yepyeni bir devlet makinesini yaratmak için gerekli bilgilere ve unsurlara herhangi bir ölçüde
sahip olduğumuz varsayımına dayanmaktır. Hayır, bu türlü bir makine hatta onun sahip olduğumuz
unsurları bile gülünecek derecede ufaktır; bu makineyi kurarken kendimizi zamanla bağlamamız
gerektiğini ve bunun birçok yıllar alacağını hatırlamalıyız. (…) Az, fakat iyi… kuralını izlemeliyiz.”]
104
230
makalesi105 ile LevTroçsky’ninSanat ve Devrim [LiteratureandRevolution]
yazılarında da Proleter kültürü kavramına bel bağlanmaması için gereken
ikazları görmekteyiz.106 Fakat devrimin lideri olan Lenin’in görüşleri zaman
içinde –bizzat Stalin tarafından ya da onun emriyle- tahrif edilmiş, düşüncelerinin tüm açıklığına rağmen tersine bir tutumu benimser olarak muğlak bir literatürün parçası yapılmıştır. Böylelikle “Mart 1919’da Pravda’da
yayınlanan bir yazıda Fütüristler ve Kübistler, burjuva ve küçük burjuva
akımların bir uzantısı olarak nitelendirildi ve avangard akımların temsilcilerine karşı tavır alınması gerektiği belirtildi. Fütürist gruplar ve Bolşevik siyasetçiler arasında yaşanan zıtlaşma ve gerginliğe Lunaçarsky, Halk Eğitim
Komiserliği’nin farklı sanat akımlarına eşit biçimde yaklaşılacağını ve belli
gruplara öncelik tanınmayacağını belirterek eski ile yeni arasında tarafsızlığını ortaya koydu. Elbette klasik Rus romanı Çarlık rejiminin, Sovyet yazını
ise devrimin ürünüdür demekle tartışmalı ve çetrefilli kültürel sorunlardan
kurtulmak mümkün görünmüyor. Tarihsel anlamda “Rusya’da yönetim,
entelektüel güçlere, kendilerini topluma hissettirebilmeleri için edebiyat
alanından başka yol tanımamakta; denetim uygulaması ise, toplumsal eleştiriyi, ancak edebiyat biçimleri içinde ifade bulmaya zorlamaktadır. Sovyet
yazını ise, özgürlük yollarını açacak koşullardan doğmuştur ama son kertede, yazını, toplumun dönüştürülmesine ilişkin uygulamada rol almakla
görevlendirmiştir.”107 Bir başka sorun ise Rus işçi sınıfını yıpratan ve kifayetsiz bırakan etkenlerde aranmalıdır. Ekim Devrimini izleyen dış saldırı ve
iç savaş yıllarının korkunç mücadelesi sonunda “1921’de Rus proletaryasının
epeyce yıkılıp dağılması partinin dayandığı gerçek sınıf temelinden uzaklaşarak köylü ve küçük burjuva çoğunluğunun ele geçirdiği bir ülkeyi yönetme
ve önderlik etme sorumluluğuyla kendisini karşı karşıya buldu.”108 Tüm bu
gözlemden çıkarılacak sonuç olarak; “sosyo-ekonomik koşulların altında
yönetim; ilkelerden ödün vermek zorunda kalmış ve tüm bu gelişmeler neticesinde köylülük ve ulusçuluk eğilimlerinin belirmesine sebep olması”109
LevTrotsky, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aslıhan Aydın, Yazın Yayıncılık, 1. Baskı, 2001, İstanbul, s. 144,
155. [“yoldaş Plevnev, Proletkültü tamamen yasaklamaya hazırlanan Vladimir İlyiç’in şimşeklerinden
korunmak için kendiniz gelmiştiniz benim evime. Ve bende (…) Bogdanov’un proleter kültür üstüne
soyutlamalarına ilişkin olarak, bütünüyle size ve koruyucunuz Buharin’e karşı olduğumu ve Vladimir İlyiç
ile hem fikir olduğumu da söyledim. (…) Hiçbir yorum kabul etmeyecek sözcüklerle Lenin, proleter kültür
üstüne gevezelikleri hiç gözünün yaşına bakmadan mahkum etti. (…) Siz istiyorsunuz ki Parti, işçi sınıfı
adına, sizin o küçük sanat fabrikanızı resmi olarak tanısın. Siz bir fasulye tohumunu bir çiçek saksısına
ekerek proleter edebiyat ağacı yetiştireceğinizi sanıyorsunuz. Ama bir ağaç asla bir fasulye tanesinden
doğmayacaktır.”]
105
Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları- Sosyalist Realizm üstüne Eleştirel Bir Çalışma,
İthaki Yayınları, 4. Baskı, 2008, İstanbul, s. 51.
106
107
A. g. e., s. 53.
108
A. g. e., s. 53.
109
A. g. e., s. 53, 54.
231
nedeniyle avangard eğilimler yol alamamıştır. “Devrimin hemen ardından
işçi sınıfı ideolojisinin narodnik hareketinden öğeler edinmesi, köycülük ve
/ ya da halkçılığın düşünsel-siyasal bir hareket olarak kabul görmesine zemin hazırlamıştır. Hauser’innarodnik sözcüğüne dikkatimizi çektiği üzere;
“narod’un hem halk hem ulus anlamına geldiğini anımsamakla birlikte, bu
vurgulama dolayısıyla Sovyet yazınının, en azından Stalin döneminde daha
çok ulus kavramı doğrultusunda geliştiğini”� ve enternasyonal gelenekten,
dolayısıyla sosyalizm ve Marxsizm’den ne denli uzaklaştığını çıkarsamanın
da mümkün olduğunu söyleyebiliriz.
4. Sonuç
Birinci Dünya Savaşı bir çağın sonunu belirler: Aydınlar ve sanatçılar
dünya görüşlerini gözden geçirir, yapıtlarının üsluplarını ve içeriklerini
kökten değiştirirler. “Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz ama, sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz,
bulamayınca da hiçbir şeye benzemez. Kültür ve onun gerektirdiği bağıntılı özgürlüğün bulunmadığı toplum ne kadar düzenli olursa olsun bir vahşi
ormandır. Onun içinde her gerçek sanat yaratışı yarın için bir muştudur.”110
Dışavurumcular, Fütüristler, Sürrealistler ve Dadacı’lar gelecek düşlerini ve
ütopyalarını oluştururken kendi sınıfsal iktidarlarına karşı bir uyanışı, direnişi, başkaldırıyı temsil etmektedirler. Çünkü “sanat, düşüncenin en soylu
biçimi… Bu nedenle de sanat özgürlüğü, düşünce özgürlüğünün en değerli
yönü.”111 Eskiden yaratıcılar korkunç savaşların ortasında yaşadıkları dünyanın gürültüleri üstünde, ölmez, değişmez değerler olduğuna inanıyorlardı.
Görsel sanatlar artık dinlerin ya da krallık gizlerine algılanabilir bir biçim
vermeyecekler, insanlığın yüceliği ya da gerçek öykülerini canlandırarak
kutlamayacaklardı… Artık zaman değişti. Bugünün sanatçılarında artık o
eski rahatlıktan eser yok. Zamanından ayrılamayacağını anlayan sanatçı
onunla birleşmeye karar vererek tarihin yarattığı devrimlere kulak verir. Tarihe; üstüne abanan bu güce, yok diyerek sırtını dönemez. Devrimin tarihin
çöplüğüne gönderdiği değerlerin üzerine yenilerini koymuş olduğu sanılabilir. Ancak devrimin akıntısına kapılan sanatçılar; “kendilerini ve çevrelerindeki şeyleri dönüşüme uğratarak yepyeni bir şey yaratma uğraşı içinde
göründükleri zaman da bile, tam o devrim bunalımı dönemlerinde, geçmişin
ruhlarından kendilerine yardım ararlar.”112
Albert Camus, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Sel Yayınları, 7. Baskı, 1991,
İstanbul, s. 73.
110
111
Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1970, Ankara, s. 17.
Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, İstanbul,
s. 51.
112
232
Avangardın politik dışavurumu için son olarak diyebiliriz ki; avangard,
söylemde bir nevi yaşam praksisini ortaya koymaktı ve bu amaçla estetik
hazzın ötesine geçmeyi hedefleyerek, yaşamı değiştirmek istemi ağır basmaktaydı. Artık modernist duyarlılık yaşam koşullarını yansıtan eş zamanlı bir neşe ve olası bir felaket duygusunu öngörerek belirgin bir süreksizlik
duygusuna sürüklenen uyumsuz bir uslamlamadır. Ve bu yönüyle de yarınsız yaratımdır ve sanata ancak olumsuz bir düşünce yararlı olabilir iradesiyle uyumsuz bir yaratım ortaya koyar. Avangard sanat akımlarının tümü
XX. yüzyılda bu yeni zihin durumunu güçlü bir biçimde yansıtırlar. Avangardın burjuvaziye karşıt tutumuna rağmen bütün aykırılığı aslında bu sınıfa özgü bir karakteri içinde barındırmaktadır. Çünkü evrim sürecindeki
burjuvazi, kişisel özlem ve ilişkilerinde ve egemenlik peşinde yeni kimlikler arayan bireyin en aykırı temsili özelliğini avangard ile birlikte paylaşır.
“Bu nedenle uçtaki siyasetlere itibar eder: İki Fütüristten Marinetti, İtalyan faşizmini desteklerken, Mayakovsky, popüler bir Bolşevik kültüründen
yanadır.”113Avangard sanatın politik dışavurumu ve modernizm üzerine tartışmalar, 114 özellikle iki dünya savaşı arasındaki dönemde büyük bir şiddetle
politikleşir ve zamanın kültürel-politiğinin merkezini işgal eder. Modernizmin topluma karşı bir protestosu söz konusudur ve sanatın topluma katkısı
toplumla iletişim kurmak değil, direniştir. Örneğin Benjamin, Sürrealizmin
politik rolünden iyice umutludur: “Bakunin’den bu yana Avrupa’nın radikal
bir özgürlük kavramı yoktu. Şimdi Sürrealistlerin böyle bir kavramı var.”115
Ancak ikinci dünya savaşı sonrasında Amerikan enternasyonal modernizmi
sanatı hayattan, gerçeklikten, temsillerden attığı kadar en başta siyasetten
de sökerek bir siyasetsizleştirme hareketini ilan edene kadar savaş dönemlerinin politik uç siyasetleriyle birlikte yol alacaktır. Dadaistlerin Birinci
Dünya Savaşı’nın vahşetini görmezden gelmeleri mümkün olmadığından,
saf bir formalizm üzerinden hareket edemediler. Çünkü bu noktada tarihsel
avangardlar [Dada, Sürrealizm, Sitüasyonizm, Fluxus] ancak “İkinci Dünya
Savaşı sonrasında sanata karşı sanatsallaşarak; sanatı inkar etmeye (Poggioli), yok etmeye (Lukacs), sanatın altını oymaya ve sanata karşı bir saldırıya
(Hauser) dönüşür.”116 Aslında burada tüm mücadele sanatın kurumlaşmaya karşı bir saldırısı olarak sanatın yeniden hayata sindirilmesidir. Sorun,
yalnızca estetik haz nesneleri olmaya mahkum formlar yaratmak değil, asıl
mesele gerçek dünyaya müdahale edilmesi ve hayatın bizzat kendisinin dev-
113
Peter Bürger, Avangard Kuramı…, s. 16.
114
Bkz. Gerçekçi ve avangard akımlar arasındaki karşıtlıklar üzerine Lukacs – Brecht Tartışması.
115
116
A. g. e.,s. 16.
A. g. e., s. 20.
233
rimcileştirilmesidir. Ancak buradaki devrimci bakış “sanatı hayatla ilişkilendirirken, geçerli siyasal-ahlaki tasavvurlar doğrultusunda bir angajmanı
kabul etmez. Ütopyaların öngördüğü, toplumsal ilerlemenin öncülüğü gibi
bir rolü üstlenmez. Sorun, sanatın toplumsal faydası (realizm) veya bunun
reddedilmesi (estetizm); sanatın angaje veya özerk olması değil, sanatın ta
kendisidir. Böylelikle Avangardın hedefi; onun toplumsal işleyişi ve kavrayışı, bizzat içinde var olduğu sanat kurumunu yok etmektir. Çünkü sanata hayatı yasaklayan bu kurumdur. Sanat ancak kendi kurumuna tutsaklığından
özgürleşerek hayatı ele geçirebilir. “Baudelaire’den bir miras olarak Avangard, şimdi bu devrimi siyasetin yedeğinde değil, siyasete rağmen, ya da kendini siyasallaştırarak gerçekleştirmeyi denemektedir.”117 Kısacası avangardın ömrünün iki dünya savaşı arası dönemle sınırlı olmasından daha doğal
bir süreç düşünülemez. Çünkü tarihsel vahşetin, insan kıyımının yaşandığı
iki dünya savaşlarının tarihsel süreci içerisinde eleştirel, sorgulayıcı ve tartışmacı geleneği -henüz kültür endüstrisinin doğmadığı (sanatın şaşaalı bir
şov ve eğlence kültürü haline getirilmediği) koşullar itibariyle- tüketilmemiştir. Raymond Williams’ın doğruladığı üzere: 1960’lardan itibaren sanat
ve hayatı başarıyla kaynaştıran Fütürizm veya Sürrealizm değil, kapitalizm
olacaktır.Ancak ilk kez özeleştiri evresine girmesi bakımından tarihsel avangard dediğimiz, Avrupa avangardı içerisindeki en radikal hareket olan Dadaizm, artık kendinden önceki sanat ekollerini değil, bir kurum olarak sanatı
ve sanatın burjuva toplumunda izlediği seyri eleştirir.Ve bu eleştiri, alımlayıcının şoka uğratılmasını hedeflediğinden formal anlamda bir stil geliştirmemiş olmaları dolayısıyla Dadaistler ve Sürrealistler dönem stili imkanını
ortadan kaldırmışlardır. Çünkü amaçları estetik bir nesne elde etmek değil,
gerçekliğin çok katlı ve iç bağlantıları olan provokatif anlamda okunacak imgeler oluşturmaktır.
Son olarak Avangard hareket içerisinde Manifesto, Ütopya ve Devrimi
bir arada düşündüğümüzde ise; manifestonun Fransız devrimiyle doğduğu
hatırlanmalıdır; Özgürlük! Eşitlik! Kardeşlik!...İki yüzyıllık tarihi boyunca
modernlik bu politik vaatlerin peşine düşecekti… Nitekim XIX. yüzyılda vaadini tutmayan burjuvaziye karşı siyasal avangardın öncülük ettiği manifesto formu ve dolayısıyla başkaldırıların çığlığına, artık XX. yüzyılda sanatın
avangardı sahip çıkmış oldu. Çünkü bu umudun sözcülüğünü ve Prometheus ateşinin yanan mücadelesini avangard sanatın üstlendiğini ve gerektiğinde insanlığın esaret zincirlerini kırabilmesi için tekrar direnmeye devam
edeceğini söyleyebiliriz. Sonuçta sanatsal yaratım meselesi aynı zamanda
bir tür sonrasızlık taşıyan ve direnen bir şeydir, direnen bir şey ise bir tür
117
A. g. e.,s. 22.
234
istikrara, sağlamlığa sahiptir. Çünkü sanat sadece bir kavramlar ve kuramlar
kümesi değil, aynı zamanda insanların inandıkları bir şey, bir huzur kaynağı
ve bir sevgi nesnesidir.
5. Kaynakça
Adem Genç, Dada - Antropi ve Nedensizlik açısından Dadacı Sanat Hareketlerinin Çözümlenmesine İlişkin Bir Yöntem Araştırması, Yayınlanmamış Doktora Tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü, 1983, İzmir.
Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları- Sosyalist Realizm üstüne
Eleştirel Bir Çalışma, İthaki Yayınları, 4. Baskı, 2008, İstanbul.
Albert Camus, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-Vedat Günyol, Sel Yayınları, 7. Baskı, 1991, İstanbul.
Ali Artun, “Manifesto, Avangard Sanat ve Eleştirel Düşünce,” Sanat Manifestoları-Avangard Sanat ve Direniş, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2013, İstanbul.
Alper Çeker, Rus Avangard Manifestoları, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2010, İstanbul.
Christopher Alan Bayly, Modern Dünyanın Doğuşu- Küresel Bağlantılar ve Karşılaştırmalar1780 - 1914, Çev. M. Neva Şellaki, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul.
Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, 1. Baskı, 1970, Ankara.
David Hopkins, Dada ve Gerçeküstücülük, Çev. Suat Kemal Angı, Dost Kitabevi
Yayınları 1. Baskı, 2006, Ankara.
EberhardKolb, “Weimar Cumhuriyeti: İlk Alman Demokrasisinin Başlangıç
Koşulları, Geçirdiği Bunalımlar ve Sonu,” Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı,
Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Turgay
Kurultay, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara.
Edward HallettCarr, Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul.
EricHobsbawn, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Çev. Vedat Aslan, Dost Kitabevi,
4. Baskı, 2010, Ankara.
EricHobsbawn, Kısa 20. Yüzyıl 1914 - 1991 Aşırılıklar Çağı, Çev. Yavuz Alogan,
Everest Yayınları, 7. Baskı, 2013 İstanbul.
ErichFromm, İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Çev. Şükrü Alpagut, Payel Yayınları, II. Cilt, 2. Baskı, 1995, İstanbul.
F. T. Marinetti, “Fütürist Manifesto 1909,” Hızın ve Devrimin Sanatı Fütürizm,
Haz. Aydın Şimşek, Kanguru Yayınları, 1. Baskı, 2009, Ankara.
GeoffEley, Demokrasiyi Kurmak - Avrupa Solunun Tarihi 1850-2000, Çev. Ahmet Yiğit Güney, Doruk Yayımcılık, 1. Baskı, 2007, İstanbul.
GustavKlutsis, “Kışkırtma Sanatında Yeni Bir Sorun Olarak Fotomontaj,” Çev.
Sabri Gürses, Sanat ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles
Harrison-Paul Wood] Küre Yayınları, 1. Baskı,2011, İstanbul.
JacquesRancière, Estetiğin Huzursuzluğu - Sanat Rejimi ve Politika, Çev. Aziz
Ufuk Kılıç, İletişim Yayınları, 2. Baskı, 2014, İstanbul.
James McFarlane, “Modernizm ve Zihin,” Çev. Güzin Özkan, Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul.
Jean Jaures, Demokrasi, Barış, Sosyalizm, Çev. Asım Bezirci, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, 2013, İstanbul.
Kaan Kangal, “Ekim Devrimi Sonrası Sanat Tartışmalarında Fütürizm,” Sanat
Cephesi Arşivi 1, http://www.sanatcephesi.org/SC/137/
235
Kolektif, “Geçmişten Geleceğe Sosyalizm Dizisi Hakkında,” Edward Hallet Carr,
Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi 1917-1929, Çev. Levent Cinemre, Yordam Kitap, 1.
Baskı, 2011, İstanbul.
LeonTrotsky, LiteratureandRevolution, University of Michigan Press, 1960, AnnArbor, Michigan.
LevTroçky, “Savaş ve Dördüncü Enternasyonal,” 1934, Marxsist Tutum, 1991, s.
1. https://www.marxists.org/turkce/trocki/1934/haziran/10.htm
LevTrotsky, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aslıhan Aydın, Yazın Yayıncılık, 1. Baskı,
2001, İstanbul.
Lionel Richard, Ekspresyonizm Sanat Ansiklopedisi, Çev. B. Madra - S. Gürsoy - İ.
Usmanbaş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1991, İstanbul.
Louis Breger, Freud-Görüntünün Ortasındaki Karanlık, Çev. Aslı Biçen, Yapı
Kredi Yayınları 11. Baskı, 2002, İstanbul.
M. Özgür Demir, “Militarizme - Savaşa Karşı Mücadele ve Marksistler,” Toplumsal Eşitlik, 3. Sayı, 2012, http://www.toplumsalesitlik.org/tr/ Giriş Tarihi: 29.01.2015
MarcDachy, Dada - Sanatın Başkaldırısı, Çev. Orçun Türkay, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 2014, İstanbul.
Margaret A. Rose, Marx’ın Kayıp Estetiği, Çev. Aydın Çavdar, Ayrıntı Yayınları,
1. Baskı, 2015, İstanbul.
Martin Puchner, Marx ve Avangard Manifestolar, Çev. Çağrı B. Kasap, Altıkırkbeş Yayın, 1. Baskı, 2012, İstanbul.
Marx-Engels-Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev. Aziz Çalışlar, Evrensel Basım Yayın, 2. Baskı, İstanbul.
Mete Tunçay, Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Yakın Çağ, Seçilmiş Yazılar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 3. Baskı, 2011, İstanbul.
MichelSanouillet, “Dadacılığın Kökleri: Zürih ve New York,” Çev. Turhan Ilgaz,
Modernizmin Serüveni, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, 1997, İstanbul.
NorbertLynton, Modern Sanatın Öyküsü, Çev. C. Çapan - S. Öziş, Remzi Kitabevi, 1. Baskı, 1994, İstanbul.
Peter Bürger, Avangard Kuramı, Çev. Erol Özbek, İletişim Yayınları, 1. Baskı,
2003, İstanbul.
Richard Huelsenbeck, “İlk Alman Dada Manifestosu,” Çev. Sabri Gürses, Sanat
ve Kuram, 1900-2000 Değişen Fikirler Antolojisi, [Ed. Charles Harrison - Paul Wood]
Küre Yayınları, 1. Baskı, 2011, İstanbul.
Sungur Savran, “20. Yüzyıl Marksizm’inin Mirası” 20. Yüzyılda Marxsizm, Çev.
B. Gürel - O. Koyunlu - S. Savran, Versus Kitap, 1. Baskı, 2011, İstanbul.
Susan Buck-Morss, Görmenin Diyalektiği, Çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, 1. Baskı, 2010, İstanbul.
TonyCliff, Bolşevikler ve Dünya Devrimi - Lenin, Cilt IV, Çev. BernarKutluğ, İde
Yayınları, 1. Baskı, 2000, İstanbul.
Uitgeverij Bert Bakker, SergejDiaghilev, First Published in Great Britain, Profile
Books, Pine Street, 2009, London.
V. I. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Çev. N. Solukçu, Sol Yayınları, 7. Baskı, 2009, Ankara.
WielandSchmied, “Yeni Nesnelcilik: 1920’li Yıllarda Almanya’da Gerçekçilik,”
Weimar Döneminin Eleştirel Grafik Sanatı, Stutgart Dış İlişkiler Enstitüsü, Sergi Kataloğu, Alman Kültür Merkezi, Çev. Deniz Şengel, Alba Ajans, 1. Baskı, 1992, Ankara.
236
Özet
Birinci Dünya Savaşı’nın tarihsel bunalımından doğan Bolşevik Devriminin siyasal çalkantıları ve değişimleri, birbirine karşıt iki avangard sanat
hareketinin; İtalyan Fütürizmi ile Rus Fütürizmi arasındaki ayrımı belirlemekle kalmamış aynı zamanda Dadaist sanatın fragmanları-Berlin ve Zürich
Dada ile Paris Dada ve New York Dada vb.- arasında oluşan tepkilerin ve beliren siyasal mesafelerinde açığa çıkmasına vesile olmuştur. Sol ile sağ arasındaki savaşın açıkça sürdürüldüğü Berlin’de, Rusya’da olup bitenler büyük bir
ilgiyle izleniyordu. Devrim gerçekleştiği zaman, onu kendi devrimleri olarak
karşılayan Alman Dadacıları’nın hemen hemen hepsi Sovyet Devletine hizmet etmeye hazırdı. Artık Tanrının krallığını yeryüzünde gerçekleştirmeye
yönelik bu devrimci istek, ilerici uygarlığın esnek noktası ve modern tarihin
başlangıcı olarak görülmekteydi. İsyan ruhu, adaletin zaferine özlem duyanları… bütün bu çürümüşlüğü silip süpürecek, uyuşmuş kalpleri tam anlamıyla canlandıracak devrimci bir kasırganın zorunluluğunu kavrarlar. Savaşlardan ve neden oldukları acılardan usanan toplum, hızla yeni bir örgütlenme
arayışına girer. Batıda söz konusu kültürel yenilenmelere karşı olanlar çok
geçmeden bu değişime Kültür Bolşevizmidiyerek karşı çıkmayı öğrendiler.
Diğer taraftan devrime ihanet etmek için siyasa yürütmeye vakit kaybetmeden başlayan Rus bürokrasisinin Proleter Kültür yandaşları ise zamanla
avangard yapıtları burjuva estetiğinin uzantısı olarak değerlendirmekte gecikmediler. Oysa gerçekte sanatın bizzat kendisi estetik bir siyasa rejimiydi
ve özerk bir deneyim olarak, salt siyasal özgürleşme davasına hizmet etmeye indirgenemeyecek bir duyulur olanın siyasal paylaşımınada temas ettiği
ya fark edilemedi ya da bilinçli olarak göz ardı edildi. Buna rağmen Birinci
Dünya Savaşı öncesi ve sonrasındaki avangard hareketlerin tümü siyasetle
bağlantılıydı, hem de oldukça. Ancak bu akımlardan yalnızca İtalyan Fütürizmi haricinde diğer tüm akımlar benzin mermisini ve makineli tüfeği icat
eden uygarlığa düşmandı. Fotomontajı geliştiren Dadaist sanatçılar hem
cinsel hem de politik devrimi simgeleyen bir imge yaratmak hem de siyasal
görüşlerini açıklamak ve sanatı eyleme bağımlı kılmak için görsel tekniğin
-izleyicinin kalıplaşmış düşüncesini- tahrip etme ve gülünçleştirme potansiyelini kullanmışlardır. Sonuç olarak ağır sanayinin hızlı silahlanma yarışının ürettiği savaş gemileri ve çeşitli konvansiyonel silahlar üreten militarist
kapitalizm çağında sanatın nasıl sisteme meydan okuyup devrimci bir alternatif sunabilme çabası içerisinde olduğu kolaylıkla görülebilir.
Anahtar Kelimeler: Dadaizm, Fütürizm, Konstrüktivizm, Ekspresyonizm, Manifesto, Modernizm, Avant-garde, Kültür Bolşevizmi, Marxsizm,
Politik Sanat.
237
Çanakkale Savaşı’nın Öğrenciler Üzerindeki Etkileri
İsmail SABAH*
Giriş
Çanakkale Savaşının, Türk tarihinin dönüm noktalarından biri olduğu
su götürmez bir gerçektir. Bu güne değin Çanakkale Savaşı ile ilgili sayısız
çalışma yapılmış ve yayınlanmıştır. Bu çalışmalar incelendiğinde genellikle
savaşın askeri boyuta ele alınıldığı görülmektedir. Sosyal hayata etkileri, geride bıraktığı izleri inceleyen çalışmaların sayısı çok azdır.
Böylesine öneme sahip bir savaşın sosyal hayata olan etkilerinin bilinmesi
ve gelecek kuşaklara aktarılması “önemli bir mesele” olarak karşımızda durmaktadır. Bu çalışma ile bu amaca hizmet edilmiştir. 1915 yılı boyunca sayısız saldırılara, taarruzlara rağmen ülkesini koruyan insanların hatıralarının yaşatılması aynı zamanda bir vefa borcudur. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ünde
dediği gibi “tarihini bilmeyen milletler yok olmaya mahkumdur”. Milletimizin
milli bilincinin yok olmaması için bu tür çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Çanakkale’de Bir Cephe Açılıyor
XX’nci yüzyılın başlangıcından itibaren Avrupa’daki siyasi hava iyice
ağırlaşmış ve karşılıklı ilişkiler gerginleşmişti. Milli duyguların alevlenişi,
büyük devletler hegemonyası Avrupa’da düşman kamplarının kurulmasına
neden oluyordu. Kimisi kıyılara çıkmayı, kimisi sömürgeci imparatorluklar
aleyhine genişlemeyi, kimisi de eski Roma İmparatorluğunu hayal etmekte idi. Almanya’nın ekonomik ve endüstriyel alanda saldırgan bir duruma
girmesi, gelişmesi ve harp gücünün artması ortalığı tedirgin ediyordu. Bu
nedenlerle Avrupa’daki büyük devletler, karşılıklı iki bloğa ayrılmışlardı.
Rusya, her iki bloğa da ters düşmekte idi. Fakat Rusya’nın sınırsız insan
kaynaklarını kullanması önemliydi. İngiltere ve Fransa Türk boğazlarından
ödün vermek suretiyle bu devleti kendi taraflarına çektiler. Osmanlı Devleti
üzerinde kesişen politikalar harp sonrası düşünülecekti.1
Avusturya-Macaristan Veliahdının bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi, barut fıçısına dönmüş Avrupa’nın tutuşmasına sebep olmuş ve
çok kısa sürede Dünya Savaşı halini alan savaşlar başlamıştır.
Fakat savaş planlayıcılarına göre Avrupa’yı saracak olan savaş bu kadar
uzun sürmeyecekti. Birinci Dünya Savaşı’nın açılış aşaması planlara göre
* Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
1
Nusret Baycan, I. Dünya Harbinde Türk Harbi Çanakkale Cephesi 25 Nisan 1915 Arıburnu Çıkarması
27. Piyade Alayının Karşı Taarruzu: 19. Tümenin Bu Karşı Taarruzu Desteklemesi, Stratejik ve Taktik
Sonuçlar Serisi No:4, Ankara 1976, s. 3.
239
gelişme­mişti. Fransız ve Alman genelkurmaylarının on yılı aşkın bir süredir
hazırladıkları büyük stratejik hareketler, her iki tarafın da beklediği hızlı ve
kesin zaferi sağlamış değildi. Ağustos başında, savaş ilanın­dan hemen sonra üç buçuk ay süren hızlı bir savaş, erimiş lav gibi kuzey Fransa’yı ve batı
Belçika’yıkaplamış ve Manş Denizi’nden ta­rafsız İsviçre sınırlarına kadar iki
karşıt siper oluşturmuştu. Sonuçta ortaya çıkan durgunluk, savaşın ne kısa
ne de hareketli olmayacağını gösteriyordu. Zaten ordular bir kere mevzilerine yerleşince politika­cılar da bu gerçeği anlamakta gecikmemişlerdi.2
Batı cephesinde orduların birbirine üstünlük sağlayamaması tarafları
savaşı kazanmak için alternatif çözümlere yöneltmiştir. Almanya, Osmanlı
İmparatorluğu’nun savaşa dahil edilmesini planlıyordu. Bu sayede müttefik
kuvvetleri, açılacak olan yeni cepheye batı cephesinden asker kaydırmak zorunda kalacak ve özellikle İngiltere’nin dominyonları (Hindistan, Avustralya, Yeni Zelanda gibi) ile arasına bir set çekilmiş olacaktı.
İngiliz tersanelerinde Osmanlı Devleti için inşa edilen iki gemiye (Sultan Osman ve Reşadiye) son anda İngilizler tarafından el konulması, Osmanlı Devleti’ni savaşın içine sokmak isteyen Almanya’nın önüne altın bir fırsat
sunmuş oldu. Almanlar Osmanlı’nın zararını tazmin etmek için(!) Goeben
ve Breslau gemilerine İstanbul’a hareket emri verdi. Peşlerine İngiliz donanmasının takıldığı bu gemiler Çanakkale Boğazı’nı geçerek İstanbul’a gelmiştir. Onları takip etmekte olan İngiliz Donanması ise Çanakkale Boğazı’nın
çıkışında bu gemileri beklemeye başlamıştır. Türk sularına girmeleriyle
Yavuz ve Midilli adını alan gemiler ise İstanbul’a gelmelerinin ardından 29
Ekim’de Türk Donanması ile birlikte Karadeniz’e açılır, 31 Ekim 1914 tarihinde ise Amiral Souchon emri ve Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın da izniyle
Rus limanlarını topa tutmuşlardır. Bu topların namlusundan çıkan sesler
Osmanlı Devleti için artık I. Dünya Savaşı’nın başladığının işareti olmuştur.
Bu sürpriz saldırının karşılığı çabuk gelmiş ve Çanakkale Boğazı önünde
bekleyen İngiliz Donanması 3 Kasım 1914 tarihinde Çanakkale Boğazı’nın
giriş istihkâmlarını bombardımana tutmuştur. Rusya ise Kafkas hududunu
geçerek savaşı Türk topraklarına taşımıştır.
Rusya’nın askeri gücünü birkaç cepheye ayırması, zaman zaman bunalmasına, sıkışmasına ve böylece müttefiklerinden yardım istemesine sebep
oluyordu. Çar Nikola, 2 Ocak 1915’te yaptığı bir çağrı ile İngiltere’nin derhal bir Türk cephesini açmasını istedi. Bununla Osmanlı Ordusunun karada
ve denizde yeni cephede meşgul edileceğini ve güç durumda bırakılacağını
umuyordu.3
2
3
Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 1996, s. 1.
Burhan Sayılır, Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı, İstanbul 2006, s. 23.
240
28 Ocak1915’te toplanan İngiliz savaş meclisinde Bahriye Nazırı Winston
Churchill’inde telkinleriyle Çanakkale’de cephe açılması teklifi kabul edildi. İngiltere böylelikle Ruslardan önce İstanbul’a girmiş olacak, böylelikle Osmanlı
Devleti savaş dışı kalacak ve tarafsız kalan Balkan devletlerinin itilaf devletleri
tarafında yer almalarının önü açılmış olacaktı. Bunun sonucunda Mısır’dan, İngilizlerin bölgeye asker toplamaya başladığına yönelik istihbaratlarında gelmesi
dikkatlerin Çanakkale ve boğazlar üzerinde odaklanmasına sebep olmuştur.
Boğaz’a İlk Hücum
Günler geçtikçe Akdeniz’de hareketlilik artıyordu. Çünkü İngiliz ve Fransız birlikleri Doğu Akdeniz’e gönderilmeye başlanmıştı. Bu birliklerin hepsinin
hedefi Limni Adası’nın büyük doğal limanı olan Mondrostu.4Savaş Konseyi’nin,
13 Ocak’taki kararını teyit eden 28 Ocak kararı ile birlikte yapılacak harekâtın
mahiyeti de belirginleşmişti: Karadan bir çıkarma yapılmaksızın Boğaz denizden zorlanarak geçilecek, Dukwort’un5 harekâtı yeniden tekrarlanacaktı. Bu
seferin bir asır önceki hadiseden en önemli farkı ise Boğaz’ın geçilmesinin ardından karaya asker çıkarmak üzere bir kara gücünün de kullanılmasına karar
verilmiş olması ve bu yönde hazırlıkların başlamasıdır. Bu karar büyük riskleri de beraberinde taşıyordu. Taarruz tarihi 19 Şubat 1915 olarak saptanmıştı…
Amaç, Çanakkale Boğazı’nı sadece gemileri kullanarak geçmekti.6
19 Şubat saat 10.00’da başlayan taarruza altı zırhlı katıldı…7 Düşman
savaş gemilerinin topçu faaliyeti ilk önce Çanakkale Boğazı girişini kapatan
Seddülbahir ve Kumkale’nin eski istihkâm ve bataryalarını tahrip etmeye
ayrılmıştı. Bu sırada düşman savaş gemileriyle bunların son sistem ağır topları, eski Türk toplarının atış menzili dışında kalıyordu. Bu muharebedeki
harp vasıtaları eşit olmadığından sonucu baştan belliydi. Birkaç saat atıştan
sonra Türk bataryaları tahrip edilmiş ve istihkâmların bir kısmı harabeye
dönmüştü. Düşmanın, bir miktar deniz askeri çıkararak Seddülbahir’i zapt
etmek için baskın tarzında yaptığı teşebbüsler püskürtüldü.8
25 Şubat tarihinde ise boğazın girişindeki tabyaların tahribi amacıyla
ikinci bir saldırı gerçekleştirildi.
Dış tabyaların ilk bombalanması İstanbul’da büyük bir etki yaptı. Osmanlı Hükümeti Anadolu’ya harekete hazırlanıyordu, fakat Enver Paşa boğazı düşman gemilerine karşı korumayı düşünüyordu hâlbuki Liman von4
Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul 2005, s.24.
5
1807 yılında Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başaran İngiliz komutanı.
6
7
Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı; Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, İstanbul 2009, s. 58-59.
E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, (Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık), Ankara 1997s. 26
Liman VonSanders, Türkiye’de Beş Yıl, (Çev. Osmanlı Genelkurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme
Heyeti), İstanbul 2007, s. 75.
8
241
Sanders düşmanın karaya çıkmasını önleyecek teşkilatı tamamlamıştı ve 19
Şubat’taki taarruzu bir başlangıç kabul ediyordu.9
Hazırlıklar çerçevesinde Boğaz’a mayın hatları döşenmiş, tabya ve bataryalar onarılabildiği kadar onarılmış ve beklenen saldırının gerçekleşmesi
an meselesiydi artık. Bu süre zarfında mayın hatları temizlenememiş bunlara ilaveten 7/8 Mart gecesi Nusret Mayın Gemisi tarafından kıyıya paralel
olacak şekilde 26 mayın daha boğaz sularına bırakılmıştır.
18 Mart saat 11.00’da ilk gemiler Çanakkale Boğazı’ndan içeri girdiler.
Saat 14.00’a kadar Müttefik gemileri Türklere üstün geldikleri izlenimindedirler. Sonra her şey çabucak tersine döndü.10 18 Mart akşamı Müttefik gemileri emellerine ulaşamadan ve arkalarında üç gemi bırakarak Çanakkale
Boğazı’ndan dışarı çıkıyordu.
Özetle, Müttefikler çok güvendikleri donanmalarıyla bir ayda İstanbul’u
almayı hedeflemişken uğradıkları mağlubiyetle büyük bir hayal yaşamış bunun yanı sıra prestij kaybına da uğramışlardır.11
18 Mart gününden sonra meselenin (karaya asker çıkarma) her yönü
incelendikten sonra, 23 Mart’ta kararlaştırılan planın çok fazla başarı ihtimali bulunduğu fikrinde mutabık kalınarak nihayet, projenin ana hatları
kabul edildi.12
Asıl kuvvetler, iki bölgeye (Kabatepe ve Seddülbahir kıyılarına) çıkarılacak,
kuvvet çoğunluğu az bir farkla üstünlük Seddülbahir kesiminde bulunacaktı.13
Seddülbahir’e beş koya çıkacak olan birlikler ilk gün Alçıtepe’yi ele
geçirecek ve ardından Kilitbahir platosuna ilerleyerek boğaz savunmasını kıracaktı. Kabatepe bölgesine çıkacak olan Anzak birlikleri ise ilk olarak
Conkbayırı-Kocaçimen tepe istikametini ele geçirecek ardından Maltepe ve
son olarak Eceabat’ı işgal ile Gelibolu Yarımadasını adeta bıçak gibi ortaya
iki kesecekti. Böylelikle Yarımadanın uç kısmına destek için gelecek Türk
birliklerinin önü kesilmiş olacaktı.
Öte yandan Anadolu yakasında Kumkale ve Beşige, Avrupa yakasında
Saroz bölgesi aldatma/gösteri amaçlı kullanılacak çıkarma sahaları olarak
seçilmiştir. Bu sahalara çıkacak olan birliklerin amacı, bölgedeki Türk birliklerini oyalayıp ana çıkarma bölgesi olan Gelibolu Yarımadası’na yardıma
gitmelerini engellemek olarak belirlenmiştir.
9
E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, (Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık), Ankara 1997, s. 26.
10
a.g.e. s.40.
Muzaffer Albayrak-Tuncay Yılmazer, Sorularla Çanakkale Muharebeleri-1, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007, s. 45.
11
Metin Martı (haz.). C. F. Aspinall - Oglander, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı:
Seferin Başlangıcından 1915 Mayıs’ına Kadar, , İstanbul 2005, s. 166.
12
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi 5. Cilt Çanakkale Cephesi 2. Kitap Amfibi Harekat, Ankara 1978,
s. 10.
13
242
Bu sırada Çanakkale’deki 5. Ordunun başına geçmiş olan Liman VonSanders 26 Mart tarihinde Gelibolu’ya ulaşmış ve gelir gelmez icraatlarına
başlamıştır.
Gelir gelmez yapacak pek çok işi karşımızda bulduk. Çünkü birliklerin
yayılış tarzı ile sahillerin önemli kısmının kontrol altında bulundurulması
usulünün tamamen değiştirilmesi gerekiyordu14 diyen Liman Paşa dediğini
yapmış ve yeni savunma planını şu şekilde açıklamıştır.
Düşman tehdidinin oluşturduğu önceliğe göre üç muharebe grubu
oluşturdum: 5. ve 7. Tümeni Yukarı Saroz Körfezine, 9. ve yeni kurulan 19.
Tümeni15 yarımadanın güney kısmına, 11. ve deniz yoluyla nakledilmekte
olan 3. Tümeni Asya yönüne tahsis ettim.16
Alman komutan hazırladığı savunma planını, Anadolu yakasında Kumkale, Beşige ve Avrupa yakasında Saroz bölgesine yönelecek tehditlere göre
hazırlamıştı. Bu iki bölgenin arasında kalan ve müttefik kuvvetlerin çıkarma
sahası olarak seçtiği Gelibolu Yarımadası ise tek başına 9. Tümen sorumluluk alanı olarak kalmıştır. Hazırlanan plan gereği 9. Tümen, geniş sorumluluk alanı içerisinde olası çıkarma sahalarına kıyıyı gözetlemeleri amacıyla
taburlar görevlendirmiştir. Bu dağılıma göre Seddülbahir bölgesi 9. Tümenin 26. Alayının 3. Taburunun, Arıburnu bölgesi ise 9. Tümenin 27. Alayının
2. Taburunun sorumluluk sahası olmuştur.
Seddülbahir bölgesi “savunma kuvveti, 100’ü silahsız 1100 mevcutlu 26.
Alayın 3. Taburu ile 200 mevcutlu tümenin istihkam bölüğü ve 37,5 milimetrelik 4 adet küçük toptan ibaretti.”17 Bu kuvvete karşılık 25 Nisan’da karaya
çıkmaya çalışan kuvvet ise İngiliz 29. Tümeni idi. Kuvvetler oranında büyük
farklılık olmasına ve İngilizlerin donanma ateşi desteğine rağmen 26. Alayın
3. Taburu 25 ve 26 Nisan günlerinde bölgesini başarı ile savunmuştur. Geriden yardımın gelmemesi ve kayıpların artması gibi sebeplerden dolayı tabur
çekildikten sonra adı geçen İngiliz tümeni karaya tutunabilmek için siper ve
mevzi kazmış ve çıkarma sahasının güvenliğini sağlayarak karada tutunmayı
başarmıştır.
Aynı saatlerde Arıburnu’nda yaşananlar da Seddülbahir de yaşananlardan farksız değildir. Arıburnu’na çıkan Anzak (Avustralya ve Yeni Zelanda
Birleşik Kuvvetleri) kuvvetleri ile bölgeyi savunan 27. Alay 2. Tabur kuvveLiman vonSanders,Türkiye’de Beş Sene (Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti),( haz.) Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, İstanbul 2007, s. 81.
14
15
19 Tümen ordu ihtiyatı olarak Bigalı Köyü’ne konuşlanmıştır.
Liman vonSanders, Türkiye’de Beş Sene (Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti),( haz.) Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, İstanbul 2007, s.84.
16
Mahmut Sabri Bey, Seddülbahir Muharebesi ve 26. Alay 3. Tabur Harekatı, Çanakkale Hatıraları 3.
Cilt, İstanbul 2005, s. 66.
17
243
ti arasındaki fark büyüktü. 2. Tabura bağlı birlikler direne bildikleri kadar
direnmişler, kayıpların artması ve cephanenin tükenmesi gibi sebeplerden
dolayı geri çekilmeye başlamıştır. Bu sırada Anzak birlikleri karada tutunabilmek için mevziler ve siperler kazmaya başlamıştır.
Öğrencilerin Silah Altına Alınması
I. Dünya Savaşı’nın başlamasından Çanakkale Muharebelerinin bittiği
tarihe kadar (1914-1916) geçen sürede asker alma kanunları incelenmiştir. Bu
doğrultuda belgelere baktığımızda Osmanlı Devleti’nin, Dünyanın hızla savaş
ortamına sürüklendiği dönemde, daha ilk silah patlamadan önce 12 Mayıs 1914
tarihinde “Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkatı” nı yürürlüğe koyduğu
görülmektedir. Adı geçen kanun18 incelendiğinde; kısa dönem askerliğin bir yıl
olduğu ve bu izinden öğretmenlerin, lise mezunlarının ve liselerin son iki senesi
sınıflarında okuyanların yedek subay olarak faydalanabileceği belirtilmiştir. 31
Mayıs 1914 tarihine gelindiğinde söz konusu kanundaki şartları taşıyanlardan 7
tertibin (1887, 1888, 1889, 1890, 1891, 1892 ve 1893 doğumlular) birden silahaltına
çağrıldığı görülmektedir.19 28 Haziran 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasından
kısa süre sonra 11 Temmuz 1914 tarihinde savaş hali dolayısıyla kıtaat kadrolarına arz olan eksiklerin tamamlanabilmesi için 1894 doğumlu olanlarda20silahaltına
çağrılmıştır. Tüm bu belgeler seferberliğin ilanından önce 1887 ile 1894 tarihleri
arasında doğan tahsilli efradın askere çağrıldıklarını göstermektedir.
Seferberliğin birinci gününde (3 Ağustos 1914) askere alımlar için çıkarılan kanunlar dönemin gazetelerinde yayınlanmıştır. İkdam gazetesinde, silah başına… 1887, 1888, 1889, 1890, 1891, 1892, 1893 ve 1894 doğumlu
yüksek ve orta öğrenim görmüş efrada Harbiye Nezareti’nin beyannamesi
başlığı ile çıkan haberde bu tarihlerde doğmuş olan yüksek tahsilli veya yüksektahsilini tamamlamamış olan gençlerin bildirilen askerlik şubelerine
başvurmaları isteniyordu. Bildiride; Osmanlı Ordusu’nda yedek subay ihtiyacı bulunduğu, bu ihtiyacın doldurulması amacıyla da 8 tertibin birden
silahaltına çağrıldığı açıklanıyordu.21Bu amaçla, savaş öncesinde ve savaş
boyunca devlet, eğitim sisteminin en önemli öğesi olan öğrencilerden istifade ederek cephelerin ihtiyaçlarını temin etmeye çalışmıştır. Şöyle ki; …ordu
zabit ihtiyacını temin için hazırlıklar aşamasında üniversite, lise mezunlarını
ve üniversite eğitimine devam edenler ile medrese talebelerinden şartları ihraz
edenleri zabit yetiştirmek üzere silâhaltına almıştır.22
18
BOA DH. HMŞ. 23/95
19
BOA DH. EUM. LVZ. 21/44 ve BOA DH. HMŞ. 23/97
20
BOA DH İD. 206/10-53
21
Murat Çulcu, İkdam Gazetesinde Çanakkale Cephesi, İstanbul 2004, s.47.
22
Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, İstanbul 2009, s. 409.
244
O günlerin coşkusunu ve heyecanını Münim Mustafa “Cepheden Cepheye” adlı eserinde şöyle anlatmaktadır; O günleri hiç unutmuyorum. Bütün
münevver Türk Gençliği, Harbiye mektebinde yedek subay talimgâhına girmek için koşuyordu. Ne heyecan! Bütün kapılar, avlular, koridorlar taptaze,
genç, dinç Türk çocuklarıyla doluydu. Kalabalık o denli fazla idi ki subaylar
kayıt muamelesine yetişemiyorlardı.23
Seferberlik ilanının, okulların tatil nedeniyle kapalı olduğu zaman denk
gelmesiyle öğrenciler bulundukları yerlerde askerlik şubelerine başvurmaya başlamıştır. Darülmuallimin-i Aliye Mektebi (Yüksek Öğretmen Okulu)
talebesinden Hayrabolulu Recep Efendi Maarif Nezareti’ne24 gönderdiği
yazıda25, tatil dolayısıyla memleketinde bulunduğundan bahisle seferberlik
ilanı ile <yüksekokul öğrencileri yedek subay adayı olmak üzere Harbiye’de
talim ve terbiye görecekler> şeklindeki kanun maddesinden dolayı bulunduğu bölgedeki askerlik şubesine başvurduğundan bahsetmiştir.
Bu konuda diğer önemli bir kaynak ise döneme ait müfettiş raporlarıdır. Maarif Nezareti müfettişlerinin raporları incelendiğinde öğrencilerin
yedek subay olarak yetiştirilmek üzere Harp Mektebi’ne alındıkları görülmektedir. Maarif Nezareti müfettişlerinden Mehmet Haluk Bey’in 19 Kasım
1914 tarihinde Bakanlığa gönderdiği yazıda bu durum görülmektedir. Birinci
Teftiş; Kasımın birinci Cumartesi günü teftiş için Ticaret Okulu’na gittim…
Üç sınıftan ibaret olan okula 28 öğrencinin devam ettiği ve diğer öğrencilerin
Harp Okulu’nda talimde bulunduğu araştırmadan anlaşılmıştır. İkinci Teftiş; Kasımın ikinci Çarşamba günü Ticaret Okulu’na sabahleyin gidilerek öğretmen ve memurların mevcut vazifeleriyle meşgul oldukları görülmüş ve üç
sınıfta devamı lazım gelen altmış öğrenciden yukarıda arz olunduğu gibi 28
öğrencinin devam eylediği ve devam etmeyen öğrencinin olmamasının nedeninin Harp Okulu’nda talimde bulunmalarından ibaret olduğu…26 anlaşılmıştır.
Öğrencilerin askere alınmaya başlaması ile medrese öğrencileri askerlikten muaf tutulmaları için bir çok kez Harbiye Nezareti’ne27 başvursalar da
talepleri kabul edilmemiş ve buna sebep olarak …gördüğümüz Rumeli felaketinin28sebeplerinden en mühimi çeşitli sebepler dolayısıyla bir hayli dinamik
ve dinç efradın kutsal askerlik vazifesinden hariç tutulması…29gösterilmiştir.
Bu belge ile Osmanlı Devleti’nin ikinci bir Rumeli felaketi ile karşılaşmamak
için işleri sıkı tuttuğu anlaşılmaktadır.
23
Münim Mustafa, Cepheden Cepheye, 3. Baskı, İstanbul 2002, s. 9.
24
Günümüz Milli Eğitim Bakanlığı’na denk gelen bakanlık.
25
BOA MF. ALY. 77/8-1
26
BOA MF. HTF. 2/7
27
Günümüz Milli Savunma Bakanlığı’na denk gelen bakanlık.
28
Balkan Savaşları kastedilmektedir.
29
BOA DH. EUM. MTK. 47/20
245
Ayrıca Mekteb-i Harbiye ye alınan kişiler üç devreden oluşan ve yaklaşık dört ay süren eğitim almaktadırlar. Söz konusu belgede; genellikle ihtiyat zabit namzetlerinin (yedek subay adaylarının) en fazla dört aya yakın
bir zamanda üç devrelik talim ve terbiyelerini tamamlayarak kıtaata sevk
olundukları30 belirtilmiştir. Bu demek oluyor ki, seferberliğin ilanı ile birlikte Ağustos ve Eylül ayında talimgâha alınanlar ilk olarak Aralık ve Ocak
aylarında mezun olmuştur. Aralık ve Ocak aylarında Sarıkamış Harekâtı
gerçekleştirilmiş ise de Ocak ayında İngiliz Savaş Meclisi’nin Çanakkale’de
cephe açma kararı alması ve bu yönde hazırlıklarına başlaması dikkatlerin
Çanakkale’ye yoğunlaşmasına sebep olmuştu. Böylelikle talimgâhtan mezun olan ilk grup yedek subaylardan bazıları Sarıkamış’a gönderilmiş olsa
bile ağırlıklı olarak Çanakkale’ye gönderilecek birliklere katılmış olmaları
muhtemeldir.
Öte yandan Mekteb-i Harbiye ye alınan kişileri incelediğimizde yarısına yakın bir miktarının okul müdavimininden31yani öğretmen ve öğrencilerden oluştuğu anlaşılmaktadır ve bu çok ciddi bir sayıdır.
Bir başka belgede ise Harp Mektebi’nde talime alınan bu kişilerin çeşitli sınıflara ayrılacağı belirtilmiştir. Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkati 147. Maddesinde belirtilenlerden yedek subay olmak üzere askeri eğitim
görmek üzere Harp okuluna geleceklerden şartları taşıyanlar aşağıdaki gibi
sınıfa ayrılması lazımdır.32
Liste
Sınıf
%75
Piyade
%5
Süvari
%12.5
Sahra Topçu
%5
Ağır Topçu
%2.5
Kıtaat-ı Fenniye (istihkâm, muhabere gibi)
Bu belge ile anlaşılmaktadır ki, yedek subay olarak yetiştirilen askerlerin büyük çoğunluğu piyade sınıfı olarak yetiştirilmiştir. Piyade sınıfı askerlerin cephelerde ön saflarda savaştığı düşünülürse Çanakkale’de verilen
yetişmiş nesil kaybının nedeni ortaya çıkmış olacaktır.
30
ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a.
31
ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a.
32
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-7.
246
A. Yedek Subaylıkta Yaş Sorunu
Belgeler incelendiğinde yedek subay olarak yetiştirilecek kişilerin yaşlarının önemli olduğu ve yaşça büyük olanların yedek subay olmamaları
gerektiğinin belirtildiği görülmektedir. Maarif Nezareti 15 Ağustos 1914 tarihinde Harbiye Nezareti’ne gönderdiği yazıda Darülfünun öğrencilerinden
doğum tarihi 1887 ile 1894 arasında bulunanların tamamı ile bu sene diploma
almaya hak sahibi olanların askeri talim ve terbiye görerek yedek subay adayı kadrosuna dahil edilmek üzere Harp Okulu’na sevk olunmaları, sonradan
yayınlanan kararlar gereği olduğundan bahisle Darülfünun şubeleri ve sınıflarında doğum tarihi 1887’den önce bulunan kişilere bu hakkın verilmemesi
uygun görülmemekle beraber askerlik şubelerinin bazısı yükseköğrenim görmekte veya bu derece tahsil görmüş olan 1887 ve daha önceki senelerde doğanları er olarak sevk etmeye teşebbüs ettikleri haber verildiğinden bahş olunan
bu haktan mahrum…33 kalmamaları gerektiğini yönünde talepte bulunmuştur. Harbiye Nezareti tarafından 19 Ağustos 1914 tarihinde verilen yanıtta34
ise orduda genç subay yetiştirme amacı ile uyuşmayacağından 1887 yılından
önce doğan kişilere (27 yaşından büyük kişiler) bu hakkın verilmesinin uygun görülmediği belirtilmiştir.
Öte yandan belirtmek gerekir ki askere alınan öğrenciler doğum tarihlerine göre silâhaltına alınmışlardır. Şöyle ki; topyekûn alımlardan ziyade
belirtilen tarih doğumlu olanlar ve eğitim durumu açısından şartları uygun
olanlar yedek subaylık eğitimine alınmışlardır. Aksi halde liselerin son üç
senesinde okuyan bütün öğrencilerin silâhaltına alınması gerekmektedir.
Ancak belgelerden hareketle anlaşılmaktadır ki 1887 öncesi doğumlu olanlar er olarak silahaltına alınmışlardır. Seferberlik dolayısıyla yürürlüğe giren
kanunda üst yaş sınırı 45 olarak belirlenmiştir. 1887 senesi öncesinde doğan
yani 27 ile 45 yaş arasında olanlar er olarak celp edilmişlerdir.
33
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-5.
34
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6.
247
Aşağıdaki belgede söz konusu 1884 doğumlu olanlar bu sınıfa girmektedir. Yüksek Öğretmen Okulu, Maarif Nezareti’ne 19 Nisan 1915 tarihinde okuldaki öğrenci mevcudu ile ilgili gönderdiği belgede bu durum anlaşılmaktadır.
Maarif Umumiye Nezareti
Tedrisat-ı Aliye Dairesi
Müdüriyeti
Yüksek öğretmen okulu iptidai kısmında müdavim talebenin miktarını
gösteren pusuladır.
Talebe
Birinci Sınıf: 56
İkinci Sınıf: 75
Üçüncü Sınıf: 37
Dördüncü Sınıf: 76
Toplam: 244
Beyanı
1884 doğumlu olmaları hasebiyle hizmet-i askeriye ye alınanlar: 15
Hava değişim ve diğer meşru sebeplerle izinli olarak memleketlerinde
bulunanlar: 8
Filhakika tahsil ile meşgul olanlar: 221
Öğrenciler genellikle yatılıdır.
Bu belgede anlaşılmaktadır ki adı geçen okulda 15 kişi yaş şartını taşıdığı için askere alınmışlardır. Bahsedildiği üzere 1887 öncesi doğumlu olmalarından dolayı er35 olarak celp edilmişlerdir ve bundan dolayı kısa dönem
hakkından faydalanamamışladır.
Bu durum ancak 25 Kasım 1915 tarihli ve …Gerektiğinde çok miktarda
yedek subay celp ve istihdamına lüzum görüldüğünde vücut yapılarıyla uygun
hizmette istihdam edilmek şartıyla yedek subay kanunnamesinin 24. Maddesine yaşları sınırlandırılanlardan daha yaşlı bulunanlar dahi derecelerine
19 Ağustos 1914 tarihli tezkerede belirtildiği üzere 1887 yılından önce doğanların eğitim şartını taşısalar
dahi ihtiyat zabiti olarak yetiştirilmeleri, ordunun genç zabit yetiştirme amacı ile uyuşmayacağından
Harp Okulu’na kayıtlarının uygun görülmediği belirtilmiştir. Buradan hareketle 1887 yılı öncesi doğan
kişilerin er olarak celp edildikleri sonucu ortaya çıkmaktadır. “1887 evvelki seneler doğumluların bunlar
gibi mektep mezkura kayıtları orduda genç ve faal subay yetiştirmesindeki maksatla uyuşmayacağından
caiz görülmediği“ ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6.
35
248
göre celp ve istihdam olunabilir…36 içerikli kanundan sonra değişmiştir. Bu
kanun maddesini incelediğimizde gerekli şartları taşıyıp ta 27 yaşından büyük olan kişilere, kısa dönem askerlik hizmeti ve yedek subaylık hakkının
ancak Çanakkale Muharebelerinin sonuna doğru 25 Kasım 1915 tarihinde
verildiği görülmektedir. Bu durumda 25 Kasım 1915 tarihine kadar 1887 tarihinden önce doğanlar er olarak sonra doğanlar eğitim şartını da sağlamaları
durumunda yedek subay olarak celp edilmişlerdir.
B. Lise 10. Sınıf Öğrencilerine Yedek Subaylık Hakkının Verilmesi
Yedek subaylık konusunda diğer bir sorun ise lise 10. sınıf öğrencileri
olmuştur. Mercan Lisesi 10. sınıf öğrencisi İsmail Efendi dilekçesinde kısa
dönem askerlik hizmetine tabi tutulmak istediğini belirtmiş ancak kendisine 30 Eylül 1914 tarihinde verilen cevapta …mekteb-i sultaniye talebesinden
yalnız son iki sene müdaviminin kısa dönem hizmete tabi oldukları geçici askeri yükümlülükler kanununun 42. Maddesinin 2. Fıkrasında açıkça belirtilmiş
olduğundan…37 bahisle bu hakkın sultanilerin yani liselerin son iki senesinde
devam eden 11. ve 12. sınıf öğrencilerine verileceği belirtilmiştir.
Bu durum ancak 27 Mayıs 1915 yürürlüğe giren kanunla açıklığa kavuşmuştur. Adı geçen kanunda …12 Mayıs 1914 tarihli geçici askeri yükümlülükler
kanununun 42. Maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir. Son muayene esnasında
liselerin onuncu sınıfında bulunanlarda kısa dönem hakkına nail olacaklardır.38
İlave kanunun gerekçesine baktığımızda lise 10. sınıf öğrencilerine bu hakkın
verilmesinin sebebi şu şekilde açıklanmıştır. …İzah olunduğu üzere geçici askeri yükümlülükler kanununun 42. Maddesinde liseler ve yedi senelik idadilerle bu
derecede okulların son iki sene müdavimlerinin kısa dönem hakkına sahip olabilecekleri gösterilmiştir. Bu hükme göre liselerin yalnız 11. ve 12. sınıflarına devam
edenlerin bu haktan yararlanmaları icap etmekte ise de esasen yedi senelik idadinin son iki senesinin derece olarak liselerin 10. ve 11. sınıflarına denk olduğu Maarif Nezareti’nin yazsından anlaşılmış ve kanundaki amaç temin edilmekle beraber
her iki okul öğrencileri için adaletin korunması amacıyla liselerin 10. sınıf öğrencilerine kısa dönem hizmet hakkının…39verilmesine karar verilmiştir.
C. Öğrencilerin Silahaltına Alınmalarıyla Eğitim Uygulamalarında Gerçekleşen Değişiklikler
Mükellefiyet-i Askeriye Kanun Muvakkatinin yürürlüğe girmesi ile
36
BOA İ. DUİT. 76/26
37
BOA MF. İMF. 42/103-3
Karasi Gazetesi 21 Haziran 1915. Aynı konu ile ilgili bilgiler için bkz. BOA MF. MKT. 1209/70, BOA İ.
DUİT. 76/18, BOA İUM. EK. 30/75-20, BOA MV. 240/22
38
39
BOA İ. DUİT. 76/18-4
249
şartları taşıyan öğrencilerin silahaltına davet olundukları önceki bölümlerde belirtilmişti ancak öğrencilerin silahaltına alınması, haliyle okullarına
devam edememelerine ve devamsız duruma düşmelerine neden olmuştur.
Bazı okul idareleri ise belli bir devamsızlığa ulaşan bu öğrencilerin kayıtlarını silme yoluna gitmiştir. Bunun üzerine Maarif Nezareti, Mekatib-i sultaniye talebesinden hizmet-i maksure ile silâhaltına alınanların bazı mahallerce
kayıtlarını silme yoluna gidilmekte olduğu anlaşılmaktadır bu gibi talebenin
mezun (izinli) addedilmeleri ve dönüşlerinde eğitimlerini tamamlama haklarının saklı bulundurulması icap edeceğinden vazife-i askeriyelerinin bitmesiyle dönüşlerine kadar muhafaza-i kayıtları lüzumunu40belirtmiştir.
Öğrencilerin silahaltına alınması ile ortaya çıkan bir diğer sorun ise Liselerin son üç sınıfında (10, 11 ve 12. sınıflar) okuyan öğrencilerin askere gitmelerinden dolayı üniversiteye girecek öğrenci sayısının azalmış olmasıdır.
Bunun üzerine Maarif Nezareti Darülfünun’da, üniversitede okuyan öğrenci
sayısının arttırılması için çareler düşünülmesini istemiştir. Bunun üzerine
Darülfünun verdiği cevapta, Maarif Nezareti melfufuyla görüşülen 10 Nisan
1916 tarihli tezkeresinde yazıldığı üzere Darülfünun Edebiyat, Tabiyyat, Hukuk ve Tıp Fakültelerine Mülâzemetrüusunu41 haiz olmayanların kabul edilmemesi ve iki seneden beri mekatib-i sultaniyenin son sınıf talebesinin cihet-i
askeriyeden celp olunması hasebiyle MülâzemetRüûsu imtihanına istenilen
derecede talep gerçekleşmediğinden Darülfünun şubelerine devam edenlerin
miktarı az olmasına ve belli olan ihtiyaca binaen memlekette Darülfünun mezunlarının arttırılması maksadıyla ve iki sene müddetle bölümlere mekatib-i
sultaniye mezunlarının sınavsız ve o derecedeki özel okul mezunlarının sınavsız kayıt ve kabulleri zımnında MülâzemetRüûsu imtihanları nizamnamesine
ek olarak tanzim kılınan layiha-i nizamiyenin42görüşülerek yürürlüğe girmesini talep etmiştir.
Öte yandan öğrencilerin askere gitmelerinden dolayı bazı okullarda
eğitim tamamen durmuş, savaşın ertesi senesinde (1916) sınavlar icra edilememiştir Ticaret Mektebi’nden 29 Mayıs 1916 tarihinde İstanbul Maarif Müdüriyetine gönderilen yazıda Avusturya Macaristan devletinin Dersaadet’te
Beyoğlu’nda bulunan ticaret mektebi ali sınıfının ikinci senesi için imtihan
40
BOA MF HFS 5-119
Başlangıcından beri Darülfünun’un en önemli sorunlarından biri belirli bir düzeyde orta öğrenim
görmüş öğrenci bulunamamasıdır. Darülfünun’a girebilmek için sultanî veya idadî mezunu olmak veya
bu derecede bilgi sahibi olduğunu bir sınavla kanıtlamak zorunlu olmakla birlikte sultanî ve idadîlerin düzeyleri birbirinden çok farklı olduğu gibi yapılan giriş sınavları konusunda da çeşitli tartışmalar
yapılmaktadır. Bu farklılıkları gidermek ve alınan öğrencilerin bilgilerinin eş düzeyde olmasını sağlamak için 26 Mayıs 1913’de “MülâzemetRüûsu [Bakalorya] İmtihanları Hakkında Nizamnâme” çıkartılmıştır.Burada günümüzdeki üniversite giriş sınavı sistemine benzer bir sistem getirilmektedir. Dölen,
E.,Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922, İstanbul 2009, s. 353.
41
42
BOA MV 242-39
250
olunmak lazım ise de sınıf mezkurun ilk sınıfında geçen sene (1915) için hal-i
harp dolayısıyla talebe bulunmadığından bil-tabii tedrisat ifa edilemeyerek şu
halde bu sene için ikinci sınıf olmadığından imtihan dahi olamayacağı43belirtilmiştir. Aynı durum birçok okul için olduğu gibi Karesi Sultanisi (Balıkesir
Lisesi) içinde geçerlidir. Savaş yılları içerisinde başta Çanakkale Muharebeleri nedeniyle öğrenci sayısı yıldan yıla azalmıştır. Okul müdürü Liseye ait
salnamede bu durumu şu cümleleri ile ifade etmiştir. “1916-1917 sene-i dersiyesinde mektep mevcudu; Bu sene-i dersiyedeharb-i umumi münasebetiyle 12.,
11., ve 10. sınıflarda talebe bulunmadığından sınıflar dokuzdan başlıyor”.44
Özetle savaşın yıllar içinde getirdiği kayıplar nedeniyle, üniversiteye gidecek öğrenci sayısı azalmış ve bazı okullarda sınavlar dahi yapılamamıştır.
Çünkü bahsedildiği üzere sınav yapılacak öğrenciler Çanakkale siperlerinde
hayatın sınavından geçmekteydiler.
Aynı şekilde Darülfünun Hukuk Fakültesi’nde de 1914-1915 yılında
eğitimin icra edilemediği ve bu sebeple sınavların yapılamadığını görmekteyiz. Şöyle ki, Erzurum’da polis olarak bulunan Nami adında Darülfünun-u
Osmani Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi, sınavlara girmek için İstanbul’a
gelmesine izin verilmesini istemiş, verilen cevap, 1914-1915 yılında Fakültede eğitim icra edilemediği ve asker olan talebenin de terhis edilmemiş olmasından dolayı Eylül ayında sınavların yapılamayacağı olmuştur. Erzurum
Valiliğinden Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda geçici olarak Erzurum’da
bulunan polis memurlarından Nami Efendi tarafından Darülfünun-u Osmani Hukuk Şubesi üçüncü sınıf müdavimlerinden bulunduğundan önümüzdeki
Eylül zarfında imtihanları icra kılınacağından bahisle Dersaadet’e gönderilmesine müsaade edilmesi istida olunmuş ondan sonra terhisi cihetine gidilmek
üzere filhakika istidanamesinde yazılı olduğu üzere Eylül zarfında imtihanlarının icra olunup olunmayacağının45haber verilmesini istemiştir. 31 Ağustos
1915 tarihinde Maarif Nezareti’nden gelen cevapta, izin talebini içeren Nami
Efendi tarafından verilen istida (dilekçe) üzerine gelen 19 Temmuz 1915 tarihli ve 4 numaralı tahrirat-ı Aliyelerine cevaptır. 1914-1915 sene-i dersiyesinde
Hukuk Fakültesinde eğitim icra kılınmamış ve asker talebede terhis edilmemiş
olduğundan Eylül’de ara sınav yapılmasına mahal görülemediği havale sonucunda Darülfünun-u Osmani Müdür-i Umumiliğinden bildirilmiş46tir.
Anlaşılmaktadır ki, öğrencilerin silâhaltına alınmaları ara sınavlara
girememelerine de neden olmuştur. Silâhaltında olan öğrencilerin, ara dö-
43
BOA MF MGM 9-63
44
Karesi İdadi-Sultani Lisesine Mahsus Salname 1342-1340 (1924-1926) s. 128.
45
BOA MF ALY 82-53/1
46
BOA MF ALY 82-53/2
251
nem sınavlarına girememelerinden dolayı doğan mağduriyetin giderilmesi için ise 1915 yılının Haziran ayında ayrıca bir bitirme sınavı açılmasına
karar verilmiştir. Bu kararı, Maarif Nezareti’nin 7 Haziran 1915 tarihinde
Darülfünun’a gönderdiği yazıda Şefik isimli bir öğrencinin dilekçesine cevap
vermesinden öğrenmekteyiz. Bahsedilen yazıda, Darülfünun Ulum-ı Hukuk
Şubesi 2. sene talebesinden Şefik Efendinin ara sınavlarda derslerden bir kısmına giremediğinden Haziran’da açılacak bitirme sınavı imtihanına kabulünü istida etmiş ve idare-i Aliyelerinden istidası üzerine yazılan derkenarda
açılacak ara sınavların askerlik vazifesi dolayısıyla ikinci ve üçüncü devrelerden istifade edemeyenlere mahsus olduğu bildirilmiş ise de dilekçe sahibinin
1895 doğumlu hizmet-i maksureye tabi efrattan olduğunu beyan etmekte olduğundan bu ve emsalinin Haziranda açılacak ara sınavlara kabulünün uygun
görüldüğünü47belirtmiştir.
Silah Altına Alınan Öğrencilerin Okullarına Devamı Hakkında
Öğrencilerin ihtiyat zabitliği için Mekteb-i Harbiye’de eğitime alınmaları ve dolayısıyla bağlı bulundukları okullarda zorunlu olarak devamsızlık
yapmaları, 1915 senesi okula devam yönetmeliğinde bazı değişikliklere yol
açmıştır. Bu sebeple okula devam edemeyen öğrencilerin devam-devamsızlıklarının okula başvurdukları günden itibaren dikkate alınması hususunda
genelge yayınlanmıştır. Mükellefiyet-i askeriye kanuna göre ihtiyat zabiti talimini görmelerinden dolayı ticaret mektebi talebesinden bazı efendilerin bu
ders yılı başlangıcından beri mektebe devam edememekte olduklarından… Darülfünun ve mekatib-i aliye talebesinin savaş hali dolayısıyla okullarına dönmeleri veya okula başlamaları geciken öğrencilerin devamlarının bu seneye mahsus olmak üzere müracaat tarihlerinden itibaren dikkate alınması Nezaret-i
Celilece kararlaştırılarak 14 Nisan 1915 tarihinde genelge ile okul müdüriyetlerine tebliğ olunduğundan ayrıca bir karara ihtiyaç görülmemiştir.48Maarif
Nezareti bu konuyla ilgili soru soran Ticaret Mektebi’ne 25 Nisan 1915 tarihinde verdiği cevapta Darülfünun ve mekatib-i aliye talebesinin savaş hali
dolayısıyla okullarına dönmeleri veya okula başlamaları geciken öğrencilerin
devamlarının bu seneye mahsus olmak üzere tarih-i müracaatlarından itibar
edilmesi Nezaretçe kararlaştırılarak keyfiyetin tamimen okul müdüriyetlerine
tebliğ olunduğu dosyanın tetkikatından anlaşılmış olduğundan bahisle Ticaret Mektebi için ayrıca karar alınmasına ihtiyaç görülmediği Meclis-i Maariften yazılan kararda belitilmişolmağla Nezaretin tamimi dairesinde gerekli
47
BOA MF ALY 80/54
48
BOA MF. ALY, 79/3
252
muamele olunması49nı istemiştir. Bu yazışmalardan anlaşılmaktadır ki savaş
hali dolayısıyla okul sıralarını bırakarak Vatan müdafaasına koşan gençlerin
eğitim haklarından mahrum kalmamaları veya herhangi bir kayba uğramamaları için devam-devamsızlık yönetmeliğinde değişikliğe gidilmiştir. Bu
değişikliğe göre bu öğrencilerden sağ kalıpta geriye döneceklerin okula devam-devamsızlıkları okula başvurdukları tarih itibari ile dikkate alınacaktır.
Yurt Dışından Gelen Öğrenciler
Yukarıda bahsettiğimiz asker olanların mağduriyetlerinin giderilmesi için yılsonunda açılacak olan bitirme sınavı hakkından, savaş dolayısıyla
zamanında okullarına gelemeyen öğrencilerde yararlanmak istemişlerdir.
Seferberlik ilanı nedeniyle Rusya Devleti tarafından gelişleri engellenen
öğrenciler, kara yolu ile gelmek zorunda kalmışlar ve bu durumda bir hayli
zaman kaybetmişlerdir. Bu sebepten açılacak olan sınava katılmalarına izinlerini istemişler ve bu talep kabul edilmiştir 3 Haziran 1915 tarihinde Maarif Nezareti tarafından Darülfünun’a gönderilen yazıda, Darülfünun Ulum-ı
Hukukiye şubesi ikinci sene talebesinden... Davut ve Batumlu Abdullah imzalarıyla verilen dilekçede 1913-1914 sene-i dersiyesi devrelerinde kılınan icra-i sınavlarda sınıf-ı mezkur tahsilini tamamlayamadıklarından Haziran da
yapılması kararlaştırılan bitirme sınavına kabulleri talep edilmiş ve mezkur
dilekçede idare-i Aliyelerinde yazılan derkenarda bunların Kafkasya ahalisinden ve Rusya vatandaşı olup Eylül sınavlarına iştirak etmek üzere memleketlerinden çıktıkları esnada hükümetimizin seferberliği hasebiyle Rusya tarafından gelişlerine karşı çıkılmasına binaen kara cihetinden gelmeyi tercih eyledikleri ve fakat bu sırada ikinci devreyi kaybettikleri beyan edilmekte olduğu
bildirilmiş olmasına ve savaş hali dolayısıyla mektebin kapalı olup iki ders için
mektebin açılışına kadar beklenilmesi de mağduriyetlerine sebep olacağından
dolayı Davut ve Abdullah Efendilerin dahi bitirme imtihanına kabulü uygun50
görüldüğü belirtilmiştir.
Yine savaş hali dolayısıyla memleketlerinden okul taksiti için gereken
parayı zamanında alamayan öğrenciler içinde kolaylık sağlanmış ve bu öğrencilerin sınavlara kabulüne izin verilmiştir Mekteb-i Sultani 24 Mayıs
1915 tarihinde Maarif Nezareti’ne gönderdiği yazıda Mekteb-i Sultanide bulunan Rusyalı Müslüman öğrencilere ait içinde bulunulan sene eğitim ücretinin savaş hali münasebetiyle memleketlerinden gönderilmesi mümkün olamayacağından bahisle okul parasının tecili evvelce Nezaret-i Celilelerinden emr
ve işar buyrulmuş ve sözü geçen ücretten borçlu olanların imtihan-ı umumile49
BOA MF. ALY, 79/3
50
BOA MF ALY 80-67
253
re kabul edilmemeleri sonradan kararlaştırılmış ise de bu öğrencilerin ücretlerinin gelmesi şu sırada imkansız bulunmasından dolayı imtihan-ı umumilerde
diğer ücretli talebe hakkında tatbik edilen muamelenin bunlara tatbiki caiz
olup olmayacağının acilen haber verilmesini istemiştir. 26 Mayıs’ta bu soruya cevap veren Nezaret eğitim ücretinden borçlu olanlar imtihan-ı umumilere
kabul edilmemeleri hakkında ki kararın savaş hali hasebiyle Rusyalı Müslüman öğrencilere tatbiki caiz olamayacağı beyan olunur51diyerek bu kararın
öğrencilere uygulanmayarak sınavlara kabul edilmeleri yönünde cevap
vermiştir. Tüm bu uygulamalar göstermektedir ki, Maarif Nezareti savaşın
eğitim üzerinde gösterdiği tahribatı, var olan yönetmelik ve uygulamaların
dışına çıkarak azaltmak için elinden gelen çabayı göstermiştir.
Maarif Nezareti’nin bu çabasına diğer bir örneği Rusyalı Abdullah Hilmi Efendi’nin verdiği dilekçeye verdiği cevapta görmekteyiz. Savaş hali dolayısıyla memleketten parasını alamayan ve bu sebeple okuduğu okulu terk
etmek zorunda kalan Rusyalı Abdullah Hilmi Efendi, Darülmuallimine kabulünü istemiştir. Maarif Nezareti’nce de bu talep uygun görülerek Darülmuallimine bildirilmiştir. Maarif Nezareti 10 Ekim 1915 tarihinde Darülmuallimine gönderdiği yazıda, Hadika-i Meşveret’in ücretli yatılı öğrencisinden
iken hal-i harp münasebetiyle memleketinden para alamadığından dolayı
mektebi terke mecbur olmuş ve Darülmuallimin’e kabulünü istida eylemiş bulunan Rusyalı Abdullah Hilmi efendinin layık olduğu sınıfa kayıt52olunmasını
istemiştir.
Avrupa’da Okuyan ve Okumak İsteyen Öğrenciler
I. Dünya Savaşı’nın başlaması, tahsil için Avrupa’ya gitmiş öğrencileri
büyük bir müşkülata sokmuştur. Osmanlı Devleti’nin Müttefik Devletler tarafında savaşa dahil olması, İtilaf Devletleri olan ülkelerde okumakta olan
öğrencilerin okulları ile ilişiklerini kesip ülkelerine dönmelerine neden olmuştur. O sırada Avrupa’da öğrenim görmekte olan öğrencilerden biri olan
Faik TONGUÇ yaşadıklarını Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları adlı eserinde şöyle anlatmıştır; 1914 yaz ayları Avrupa’da heyecan verici haberler ve hadiseler birbirini takip ediyordu. O sırada Londra’da tahsilde
bulunuyordum. Elçilikler ve konsolosluklar kendi tebaalarını mümkün olan
çabuklukla memleketlerine dönmeleri hakkında tebligatlar yapıyorlar. Bende
vesika almak, memlekete dönmek için üç defa konsolosluğumuza müracaat ettim… İstanbul’a geldikten bir hafta sonra bağlı bulunduğum Aksaray askerlik
51
BOA MF ALY 80-20
52
BOA MF MKT 1212-58
254
şubesine müracaat ederek Harbiye Mektebi’ne kaydoldum.53 Faik TONGUÇ
tahsilini yarıda bırakarak dönüp savaşa katılan ve bu savaştan canlı çıkıp ta
hatıralarını yayınlayabilen pek az kişiden biri, kim bilir savaştan kurtulamayıp hatıralarını yayınlama fırsatını elde edemeyenler neler yaşamıştı?
Maarif Nezareti Avrupa’ya tahsil için gitmiş olup ta, eğitimlerine ara vererek dönmek zorunda kalanların masraflarının karşılanmasını kararlaştırmıştır. 16 Eylül 1914 tarihinde alınan kararda; dairelerce tahsil için Avrupa’ya
gönderilen ve savaş hali münasebetiyle dönmeye mecbur olan talebe masrafının ödenmesi hakkında Nafıa ve Ticaret ve Ziraat ve Maarif-i Umumiye Nezaretleri ile cereyan eden yazışmalar üzerine kaleme alınan kararname suretinin
gönderildiğinden bahisle … mutazammin Maliye Nezareti’nin tezkeresi ve
melfufu okundu. Kararı:Tahsisatın adı geçen kararname maddelerine uygun
olarak ödenmesi münasip ve durum gereği uygun göründüğünden ona göre gereğinin yapılması54na karar verilmiştir.
Bunun yanı sıra eğitimlerine savaşa dahil olmayan ülkelerde devam
eden öğrenciler, savaş dolayısıyla Türkiye’ye dönseler bile bir müddet sonra
geri dönebilmişlerdir. Nezaret-i Celileleri hesabına ait Darülfünunda iken savaş hali dolayısıyla dönen ve sonradan Lozan’a dönerek orada tahsiline devam
etmekte olan Şükrü Efendi55 bu öğrencilerden biridir.
Öte yandan savaş hali, Avrupa’ya tahsil için gitmek isteyen öğrencilere de
engel olmuş ve bu yönde yapılan müracaatlar savaş hali dolayısıyla kabul olunmamıştır. Örneğin Aydın Vilayetine bağlı İzmir Mektebi Sultanisinde “aliyyül ala”56 derece ile mezun olan öğrencilerin, Avrupa’ya gitme talepleri reddedilmiştir. Aydın Valiliği’nden 2 Eylül 1915 tarihinde –ki bu tarih, Çanakkale
Muharebelerinin aktif olarak devam ettiği ve Avrupa ülkeleri olan İngiltere ve
Fransa ile savaşta olduğumuz tarihtir- Maarif Nezareti’ne gönderilen yazıda;
Bu sene İzmir mekteb-i sultanisinden aliyy-ül-a’la derecede diploma alarak yetişen talebeden Mehmet, Mahir, Hüseyin ve Faruk efendiler tahsil için Avrupa’ya
gitmek arzusunda olduklarından ve her birinin hangi fenlere mensup olmak istediği ilişikteki pusulada gösterildiğinden adı geçenlerinde Avrupa’ya gönderilecek talebe miyanında gitmelerine müsaade buyrulması57istenmiştir. Belgenin
ilişiğindeki tabloya baktığımızda, 32 okul numaralı ve hizmet-i maksureye
tabi olduğu belirtilen Mehmet Efendi’nin, inşaat-ı bahriye okumak istediği
görülmektedir. 47 okul numaralı ve bir kaç güne mekteb-i harbiye ye sevk olunacağı notu düşülen Mahir ise elektrik mühendisliği okumak istemektedir. 50
53
Faik Tonguç, Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları, Ankara 1960, s.5-6.
54
BOA MV 192-29
55
BOA MF MH 2197-55
56
Pekiyi derecesindeki not.
57
BOA MF ALY 82-91/1
255
okul numaralı Hüseyin Efendi ise pedagoji eğitimini düşünmektedir. 72 okul
numaralı Faruk ise ziraat eğitimi için Avrupa’ya gitmek istemektedir. Maarif
Nezareti tarafından verilen cevapta savaş hali dolayısıyla bu sene (1915 yılı)
Avrupa’ya öğrenci gönderilemeyeceğinden, yukarıda adı geçen öğrencilere
izin verilmeyeceği belirtilmiştir. Söz konusu cevapta; Ahval-i harbiye dolayısıyla bu sene Avrupa’ya talebe gönderilemeyeceği cihetle Mehmet, Mahir, Hüseyin ve Faruk efendilerin Avrupa’ya gönderilmeleri hakkında ki talebin kabul
edilmesinin mümkün olmadığı58belirtilmiştir. Ayrıca belgede bu öğrencilerin
ikisinin hizmet-i maksureye tabi olduğu ve Mekteb-i Harbiye’ye gönderilecekleri görülmektedir. Her biri memleketin ihtiyaç duyduğu alanlarda kendilerini yetiştirmek isteyen bu başarılı öğrenciler, Avrupa’ya tahsile gitmek yerine yukarıda da belirtildiği gibi Mekteb-i Harbiye’ye sevk olunmuşlardır. Savaş
hali onları okul sıralarından alıp Çanakkale siperlerine göndermiştir.
Öğrencilerin Yaralı Askerlerin Tedavileri İçin Yaptığı Bağışlar
Bu çalışmada, duyarlılığın gösterilmesi açısından değinilmesi gereken
bir diğer konu da öğrencilerin hayır kuruluşlarına verdikleri desteklerdir.
Yaşlarının küçük olması veyahut ta askerliğe elverişli olmamak gibi çeşitli
sebeplerden dolayı okullarda kalarak savaşın cephe gerisindeki tüm zorluklarını yaşayan öğrenciler, kendi yaşadıkları zorlukları bir kenara bırakarak
cephelerde kendileri için savaşarak gazi olup, hastanelerde tedavi edilen
askerlerin masraflarına katkıda bulunabilmek için bağışlarda bulunmuşlar
ve çeşitli hediyeleri Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne (Kızılay’a) bağışlamışlardır.
Örneğin 24 Mayıs 1915 tarihli belgede; Regaip gecesine denk gelen Perşembe günü Üsküdar’da Mithat Paşa Kız Sanayi Mektebi muallime ve öğrencileri
hanım efendiler ve hanım kızlar tarafından özel surette tertip ve hazırlanan
çeşitli hediyelerin Hilal-i Ahmer Tıp Fakültesi Hastanesi’nde ki –ki bunlar
Çanakkale gazileridir- yaralı gazilere dağıtılmak suretiyle gösterdikleri asarı himmet ( himmet eseri) ve müşfik-anenin (merhametin) şayan-ı tebrik ve teşekkür bulunduğunun gazetelere ilan59 verilerek duyurulması istenmiştir.
Yukarıda bahsedilen hediyelerin yanı sıra maddi yardımlarda gerçekleştirilmiş, öğretmenleri öncülüğünde paralar toplayan öğrenciler bunları Kızılay’a teslim etmişlerdir. 23 Mayıs 1915 tarihinde Vefa Mekteb-i
Sultani’den Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne gönderilen yazıda öğrencilerin gazilere duyduğu minnettarlığı okumak mümkündür. Müdafaa-i vatan uğrunda
yaralanan asker kardeşlerimizin emr-i tedavilerine medar olacak bir muavenet-i naçize olmak üzere mektebimiz heyet-i idare ve talimiyesi tarafından ita
58
BOA MF ALY 82-91/2
59
Kızılay Arşivi 263-25
256
edilen 580 ve umum (bütün) sınıflar talebesi tarafından toplanan 977 kuruş
ki toplam 1557 kuruş eder. Cemiyet-i muhtereminize takdim ve ilişikteki listede yazılı isimlere ayrıntılı bir makbuz itasına himmet buyrulması rica olunur
efendim hazretleri.60
İsimler
Para
Kuruş
6. sınıf talebesi tarafından
10
449
7. ve 8. sınıf talebeleri tarafından
271
9. sınıf talebesi tarafından
20
62
11. sınıf talebesi tarafından
10
91
12. sınıf talebesi tarafından
103
Vefa Mekteb-i Sultanisi (Lisesi) öğrencileri tarafından Hilal-i Ahmer’e (Türk Kızılayı’na)
verilen yardım cetvelidir
Öğrenciler tarafından Kızılay’a yapılan yardımlar sadece İstanbul dahilinde
sınırlı kalmamış, İstanbul dışında okumakta olan öğrencilerde bu konuda duyarlılıklarını göstermişlerdir. Hariciye Nezareti (Dışişleri Bakanlığı) aracılığı ile Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ne gönderilen yazıda günümüzde Bulgaristan sınırları içerisinde kalan Balçık kasabasından Pazarcık Mekteb-i Rüşdiyesi öğrencilerinin
bağışlarının Hilal-i Ahmer Cemiyeti hesabına Osmanlı Bankasına yatırıldığı görülmektedir. Belgede; Balçık konsolos vekaletinden alınan yazıda Pazarcık mekteb-i rüşdi talebesi tarafından Hilal-i Ahmer’e bağış olarak toplanıp mektep müdürü Ahmet Hilmi Efendi tarafından konsolosluğa gönderilen 103 frank 80 santimin
banka-i Osmani vasıtasıyla doğruca cemiyet-i muhteremelerine gönderildiği işar
olunmuş ve meblağ-i mezkurun 12 Şubat 1916 tarihinde irad-ı kayıt edildiği anlaşılmış olmağla makbuzunun hazırlanarak61 gönderilmesi istenmiştir.
Savaşın Sosyal Hayata Olan Etkilerinin Okullara Yansımaları
Savaşın ekonomi üzerinde ki yük ve ithalat ile ihracatın düşmesi üzerine piyasada ürün bulmanın zorlaşması, hayatı pahalılaştırmıştır. Toplum
içinde varlığını sürdüren ve onunla sürekli etkileşim halinde bulunan okullar da hayat pahalılığından etkilenmiştir.
Şöyle ki, Nişantaşı Lisesi, Maarif Nezareti’ne gönderdiği yazıda okulun
bir senelik yakacak (odun, kömür) ve aydınlatma için (gaz vs.) masrafları
için ayrılan 25 bin kuruşun fiyatların pahalılığından dolayı yetmeyeceğinden 15 bin liralık ek tahsisatın gönderilmesi istenmiştir. Çünkü piyasada bu
60
Kızılay Arşivi 313-70
61
Kızılay Arşivi 397-193
257
ürünleri bulmak güç olduğundan fiyatları artmıştır. Buna karşılık ...Nişantaşı sultanisi odun, kömür ve gaz vs. için verilen 25 bin kuruşun bu sene fiyatların yüksekliği hasebiyle yetmeyeceği anlaşıldığından ek olarak 15 bin kuruşluk
tahsisat havalenamesinin acele olarak tanzimi...62kararlaştırılmıştır.
Savaş her alanda olduğu gibi okullarda kalan öğrenciler üzerinde de
etkisini göstermiş ve okullarda iaşe sıkıntısı baş göstermiştir. Bu sebeple
yatılı okullardan, okullarda kalacak talebenin olağanüstü koşullar nedeniyle iaşelerinin temini istenmiştir Maarif Nezareti’nin “gayet mühim” yani
çok önemli işaretiyle 25 Şubat 1915 tarihinde yayınladığı tamimde, İstanbul
Maarif Müdüriyetine, Darülmuallimin, Darülmuallimat, İstanbul Sultanisi,
Galatasaray Sultanisi, Bezm-i Alem Valide Sultanisi, Kadıköy Sultanisi, Nişantaşı Sultanisi Müdüriyetlerine!
Hali harpten doğması muhtemel olağan üstü haller üzerine eğitimin tatili halinde bakacak kimsesi olmayarak mektepte beslenip barındırılması lazım
gelen çocuklar ve görevli miktarının doğru olarak haber verilmesi ve bunların hiç olmazsa bir aylık iaşeleri için un, pirinç, şeker, sadeyağ gibi levazımın
ambarda mevcudu yok ise ihtiyaç halinde kullanılmak üzere hemen tedariki ve
malumat verilmesi63 istenmiştir.
Okullara iaşe temini ile ilgili gönderilen belgenin tarihine dikkat edilecek olursa Çanakkale Boğazı’nda Müttefik Donanması’nın 18 Mart’tan
önce yapmış olduğu iki saldırıdan64 birine denk geldiği görülmektedir. Büyük bir savaşın ayak seslerinin iyiden iyiye hissedildiği bir dönemde Maarif Nezareti’nin yatılı öğrencileri kapsayacak tedbirlere başvurduğu yorumunda bulunmak yerinde olacaktır. Fakat özellikle kara muharebelerinin
başlaması ile bu önemlerinde yeterli olmadığı görülecektir. Çünkü piyasada
bahsedilen gıda malzemelerini temin edebilmek oldukça güç hale gelecektir.
Galatasaray Lisesi öğrencilerin Suat ARAY hatıralarında bu koşulları gözler önüne sermektedir. Harp diğer sahalarda da kendini hissettiriyor, birçok
maddelerde sıkıntı çekiliyor, bilhassa şeker (o zamanın parasıyla yani okkası
3 kuruş iken) 300 kuruşa kadar çıkıyordu. Pahalanan diğer bir madde de gaz
idi... Nihayet ekmekle beraber birçok maddelerde vesikaya bağlanmıştı. Fakat
bilhassa ekmek kalitesi çok bozulmuştu. Simsiyah, su içinde bir hamur parçası haline gelen ekmek, biraz sonra mısır karıştırılmak ve tavalarda pişirilmek
suretiyle acayip sert, hazmı güç bir halita olarak halka dağıtılmaya başlandı.
Bizde Galatasaray’da senelerce bu ekmeği yedik.65
62
BOA MF MH 2197-20
63
BOA MF MKT 1206-12
18 Mart öncesinde Müttefik Donanması tarafından 19 ve 25 Şubat tarihlerinde iki kez saldırı
düzenlenmiştir.
64
65
Suat Aray, Bir Galatasaraylının Hatıraları, İzmir 1959, s. 59.
258
Bazı okullarda ise yukarıda bahsedilen gıda malzemeleri dahi bulunamadığından öğrencilerin geceleri aç yattıkları dahi olmuştur. Örneğin Maarif Nezareti’nin 2 Kasım 1915 tarihinde Belediyeye yazdığı yazıdan Nişantaşı
Sultanisinde (lisesinde) yeterli ekmek tedarik edilemediğinden öğrencilerin
bir gece aç kaldıkları anlaşılmaktadır. Söz konusu yazıda, yatılı okulların ekmek ihtiyaçlarının nazar-ı dikkate alınması hakkındaki gerçekleşen işara cevaben kalem-i mahsus ifadesiyle gelen 30 Ekim 1915 tarihli ve 536 numaralı
tezkerede bu okullara gerekli ekmeklerin her daire muhiti dahilindeki çeşitli
fırınlardan tedarik edilerek alınması lüzumunun belediye daireleri müdüriyetlerine yazılmış olunduğu halde… Nişantaşı sultanisine dün gece yeterli
miktarda ekmek tedarik edilmeyerek öğrencilerin aç kaldıkları haber
verilmiş ve bu halin devamı tarafımızca da tasvip olunamayacağından Nişantaşı Sultanisi’nde Meşrutiyet Mahallesinde ki fırının sahibi Remzi Efendiye okul namına her gün bir çuval un verilmesi suretiyle ekmek ihtiyacının
azaltılması rica ve diğer okulların ekmek aldıkları fırının isimleri araştırılmakta olup onlarında peyderpey bildirileceği66söylenmiştir. Böylelikle aynı
durumun bir daha yaşanmasının önüne geçilmek istenmiştir.
Sonuç
Yaklaşık olarak sekiz buçuk ay gibi bir süre devam eden Çanakkale Kara
Muharebeleri öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelerden ülke gibi eğitim
sistemi ve onun en temel öğesi öğrenciler bu süreçten etkilenmiştir. Çıkarılan kanunlarla öğrenciler yedek subay olarak ordu kadrolarına alınmışlardır. Silahaltına alınmaları sonucunda okullarına devam edemediklerinden
1914-1915 eğitim-öğretim yılında okula devam yönetmeliğinde bu öğrenciler
için değişikliğe gidilmiş ve okullarına döndükleri tarih itibari ile devamsızlıklarının dikkate alınmaları kararlaştırılmıştır. Savaş hali nedeniyle yurt
dışında okumak isteyen öğrencilerin gidişine izin verilmediği gibi yurt dışında okumakta olanlar da geri dönmek zorunda kalmışlardır. Savaş hali nedeniyle var olan durumla mücadele de öğrenciler de ellerinden gelen desteği
göstermişler ya hastanelerde gönüllü çalışıp yaralı askerlerle ilgilenmişler
yada yaptıkları bağışlarla kadirşinaslıklarını göstermişlerdir. Aynı şekilde
savaş hali nedeniyle yatılı okullarda iaşe sorunu ortaya çıkmış ve öğrenciler
ya kötü ekmekler yemek zorunda kalmışlar yada ekmek bulamadıklarında
aç kalmak zorunda kalmışlardır.
Yukarıda bahsedilmiş olan gerçekler Anayasa’da da ifadesini bulan milletini seven bir nesil yetiştirmek için en güzel örnekleri teşkil etmektedir. Bu
örnekleri çoğaltmak elbette mümkün ancak burada esas fark edilmesi gere66
BOA MF MKT 1212-49
259
ken nokta, Türk Milleti’nin gerektiğinde nasıl yekvücut olduğunun görülmesi,
kendisi için yaralanan askere şefkat, merhamet ve vefa hissini göstermesidir.
Kaynakça
Basılı Kaynaklar
Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi 5. Cilt Çanakkale Cephesi 2. Kitap Amfibi
Harekat, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1978
Burhan Sayılır, Türk Kurmay Subaylarının Gözüyle Çanakkale Savaşı, Salyangoz
Yayınları İstanbul 2006
C. F. Aspinall - Oglander, Büyük Harbin Tarihi Çanakkale Gelibolu Askeri Harekatı: Seferin Başlangıcından 1915 Mayısı’na Kadar, Arma Yayınları, haz. Metin Martı,
İstanbul 2005
Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 1: Osmanlı Döneminde Darülfünun, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2009
E. Albay A. Thomazi, Çanakkale Deniz Savaşı, Çev. E. Korgeneral Hüseyin Işık,
Genelkurmay Basımevi, Ankara 1997
Faik Tonguç, Birinci Cihan Harbinde Bir Yedek Subayın Hatıraları, Bengi Matbaası, Ankara 1960
Karasi Gazetesi 21 Haziran 1915
Karesi İdadi-Sultani Lisesine Mahsus Salname 1342-1340 (1924-1926)
Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı; Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe,
İstanbul 2009
Mahmut Sabri Bey, Seddülbahir Muharebesi ve 26. Alay 3. Tabur Harekatı, Çanakkale Hatıraları 3. Cilt, Arma Yayınları, İstanbul 2005
Murat Çulcu, İkdam Gazetesinde Çanakkale Cephesi, Denizler Kitabevi, İstanbul 2004
Muzaffer Albayrak-Tuncay Yılmazer, Sorularla Çanakkale Muharebeleri-1, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007
Münim Mustafa, Cepheden Cepheye, 3. Baskı, Arma Yayınları, İstanbul 2002
Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, (çev. Mehmet Harmancı),
Sabah Kitapları, İstanbul 1996
Nigel Steel, Peter Hart, Gelibolu Yenilginin Destanı, Çev. Mehmet Harmancı,
Epilson Yayıncılık, İstanbul 2005
Nusret Baycan, I. Dünya Harbinde Türk Harbi Çanakkale Cephesi 25 Nisan 1915
Arıburnu Çıkarması 27. Piyade Alayının Karşı Taarruzu: 19. Tümenin Bu Karşı Taarruzu Desteklemesi, Stratejik ve Taktik Sonuçlar Serisi No:4, Genelkurmay Harp Tarihi
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1976
Suat Aray, Bir Galatasaraylının Hatıraları, TCDD Basımevi, İzmir 1959
Türkiye’de Beş Sene Liman vonSanders, Çev. Osmanlı Genel Kurmayı Askeri Tarih Encümeni Tercüme Heyeti, Yay. haz. Muzaffer Albayrak, 3. Baskı, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2007
260
Arşiv Kaynakları
Başbakanlık Osmanlı Arşivi ( BOA)
DH. EUM. LVZ. 21/44
DH. EUM. MTK. 47/20
DH. HMŞ. 23/95
DH. HMŞ. 23/97
DH İD. 206/10-53
İ. DUİT. 76/18
İ. DUİT. 76/26
İ. DUİT. 76/18-4
İUM. EK. 30/75-20
MF MH 2197-20
MF MKT 1206-12
MF MKT 1212-49
MF. ALY. 77/8-1
MF. HTF. 2/7
MF. İMF. 42/103-3
MF. MKT. 1209/70
MF HFS 5-119
MF MGM 9-63
MF ALY 82-53/1
MF ALY 82-53/2
MF ALY 80/54
MF. ALY, 79/3
MF ALY 80-67
MF ALY 80-20
MF MKT 1212-58
MF MH 2197-55
MF ALY 82-91/1
MF ALY 82-91/2
MV. 240/22
MV 242-39
MV 192-29
Kızılay Arşivi
Kızılay Arşivi 263-25
Kızılay Arşivi 313-70
Kızılay Arşivi 397-193
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Daire Başkanlığı (ATASE)
ATASE, Kls. 2030, Dos. 574, Fih. 1-16a.
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-7
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-5.
ATASE, Kls. 1991, Dos. 406, Fih. 1-6.
261
Özet
Çanakkale Savaşı’nın yakın Türk Tarihi’nin en önemli olaylarından biri
olduğu şüphesizdir. Ancak literatürü incelediğimizde Çanakkale Savaşı’nın
genellikle askeri tarih açısından ele alındığı görülmekte, bu sebeple sosyal
hayata etkileri ve geride bıraktığı izleri inceleyen çalışmaların sayısının ise
yetersiz olduğu düşünülmektedir. Bu amaçla Çanakkale Savaşı’nın öğrenciler üzerine etkileri araştırılmıştır. Çalışmanın geçerliliği açısından ise araştırma 1914-1916 yılları arasında sınırlandırılmıştır.
Bunun için arşiv merkezleri ve büyük kütüphanelerde araştırmalar yapılmış ve elde edilen Osmanlıca belgeler günümüz Türkçesine aktarılmıştır.
Yapılan çalışma arşiv ve literatür taramaya dayalı olduğundan betimsel bir
çalışmadır.
Savaş boyunca birçok öğrenci yedek subay olarak ordu kıtalarına alınmış ve eğitimlerini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. Askere alınmaları
sebebiyle okullarına devam edememişler ve 1915 yılında devam-devamsızlık
yönetmeliği bu öğrencilerin mağduriyetlerine yol açmamak için değiştirilmiştir. Aynı şekilde bu öğrenciler için yılsonunda bitirme sınavı açılmıştır.
Lise son sınıfların askere alınması ve uzun süren savaş nedeniyle geri gelememelerinden dolayı üniversiteye giriş sınavı kaldırılmıştır. Çanakkale şehri savaş bölgesi olduğu için öğrenciler başka şehirlere gönderilmiştir. Savaşın
getirdiği zorluklar nedeniyle yatılı okullarda okuyan öğrencilerin iaşesinin
temini sorunu ortaya çıkmıştır. Okulların hastane haline dönüştürülmesi
sebebiyle yatılı okullarda okuyan öğrencilerin eşyaları zarar görmüş ve bazı
noktalarda hem hastane hem okul şeklinde düzenlenmiş okullarda eğitimlerine devam etmek zorunda kalmışlardır. Savaş hali nedeniyle Avrupa’ya
öğrenci gönderilememiş, Avrupa’da okumakta olan öğrenciler geri dönmek
zorunda kalmıştır.
Anahtar Kelimeler: Çanakkale Savaşı, Tarih, Eğitim Tarihi, Öğrenciler
Abstract
Battle of Canakkale has been undoubtedly one of the most significant
events in recent Turkish history for certain. However, given that Battle of
Canakkale is mostly discussed in terms of military history in the literature, the number of the studies on the outcomes and effects of battle on social
life are considered to be insufficient. For this purpose, the effects of Battle of
Canakkale on students have been studied. The study is limited between the
years of 1914-1916 for the validity of the study.
In accordance with the study, several research have been conducted
in the archive centers and extensive libraries such as Prime Minister Ottoman Archive, the archive of General Staff, Department of Military His262
tory and Strategic Survey, Turkish Red Crescent Archive, Mesihat Archive,
National Library, Beyazit State Library, Suleymaniye Library and the Ottoman documents obtained have been translated into modern Turkish. Since
the study is based on archive and literature review, it is a descriptive study.
During the battle, several students were recruited as reserve officers in
army troops and had to leave their education. Due to military recruitment,
they could not go to school and the attendance regulation was amended in
order not to aggrieve the students in 1915. In this respect, final examination
was conducted for these students by the end of year. The university admission exam was cancelled since high school seniors were recruited and could
not come back for a long time because of the battle. As the city of Canakkale was a war zone, the students were sent to other cities. Furthermore, the
problem in regard to the supply of food for the students in boarding schools
emerged due to the challenges of war. The properties of the students in boarding schools were damaged because of the conversion of schools to hospitals;
in some places, the students had to continue their education in the schools
serving as both hospital and school. Due to the state of war, the students
could not be sent to Europe, and those studying in Europe had to return.
Key Words: Battle of Canakkale, History, Educational History, Students
263
Osmanlı Yetimhanesi “Darüleytam”*
Mustafa DEMİR**
Havanur ŞAHİN***
Giriş
Darüleytamlara kaynak olabilecek türdeki sosyal devlet kurumlara
XIX. yüzyılın ikinciyarısından itibaren rastlamak mümkündür. Bunlardan ilki ıslahhane denilen ve Tanzimat döneminde Mithat Paşa, tarafından
öksüz ve yetimlerin eğitilmesi, korunması ve topluma kazandırılması düşüncesiileaçılan kurumlardır. Mithat paşa Rumeli’de vali iken önceNiş’de
(1863), sonra Rusçuk’ta (1864) ve Sofya’da Islahhane adıyla okullar açmıştır. Daha sonra bu okullar İstanbul başta olmaküzere diğer yerlerde de açılmıştır. (Okur,1996:19)Kimsesiz çocuklar, yaşlı ve muhtaçlar için 19. yüzyılın
sonlarında açılan kurumlardan biri de Darülacezedir ve sadece İstanbul’da
açılmıştır. Osmanlı Devleti’ndeki yetimler, ırk, mezhep ve din ayrımı gösterilmeksizin, devletin koruması altına alınmıştır.Bu durumda olan vatandaşların bir kısmı Darülaceze’ye yerleştirilmiş bir kısmı da bağlı oldukları
cemaatlerin yetimhanelerineyerleştirilmiş ya da kendilerine tayin edilen
güvenilir vasilere emanet edilmiştir.Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çok daha sıkıntılı bir sürece girmiştir. Bu süre zarfındagirmiş
olduğu savaşlardan yenilgiyle çıkması devleti ekonomik ve sosyalyöndenetkilemiştir. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin yaptığı savaşlarda çok sayıda kayıp verilmesi, açlık ve sefalete maruz kalınması gibi sebeplerle öksüz ve yetim sayısının artması ve bu konulardahizmet veren Darülaceze’nin yetersiz
kalması, özellikle şehit eş ve çocuklarınınbarındırılması için yeni çarelerin
aranmasına sebep olmuştur. Dar’üleytamlar balkan savaşlarının bir sonucu
olduğu gibi kısa zamanda artarak tüm yurda yayılmasını mevcut siyasi ortamın daha kötüye gitmesiyle açıklayabiliriz. Balkan savaşlarının hemen ardından patlayan birinci dünya savaşı var olan bu kurumların yönetmeliklerinde de değişikliğe girilmesine neden olmuş daha özeli kapsayacak şekilde
bir düzenlemeye gidilmiştir.
Darüleytamların Kuruluşu
Darüleytamların kurulması fikri ilk kez1334 (1918) yılı bütçesinde ifade edilmiştir. Bu kurumların kuruluş amacı, Birinci Dünya Savaşısırasında
Bu çalışma, Sakarya Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Komisyonu tarafından desteklenmiştir.
Proje Numarası: 2013-60-02-001
*
**
Prof.Dr., SakaryaÜniversitesi, [email protected].
***
Okutman, Sakarya Üniversitesi, [email protected].
265
Türkiye’yi terk eden İngiliz, Fransız ve İtalyanların boşalttıklarıyurt ve mekteplerdeki sahipsiz kalan çocukları himaye altına almaktır. Boşaltılanmektep,
yurt vb. binalarDar’üleytam haline getirilmiş ve savaşlar sebebiyle kimsesiz
kalan çocuklar da İstanbul’da ve diğer bazı şehirlerdeaçılan bu kurumlara ye
rleştirilmiştir(TDV,1988:521). Darüleytamlarla ilgili arşiv belgelerinin çoğunda bu konuyla ilgili düzenlemelere rastlamak mümkündür. Özellikle taşrayla
olan yazışmalarda terkedilen bu binalara nasıl ve ne şekilde yerleşileceği tafsilatıyla anlatılmıştır. Bu yazışmalarda dikkat çeken bina ve eşyalara el konulurken kamu yararının gözetilmesidir merkezden yapılan bildirilerde bina
ve eşyaların kayıt altına alınması istenmiş, her türlü şahsi tahakkümden men
edinilmiştir.
31 Aralık 1914’te İstanbul Kadıköy’de dört şube olarak açılan ilk darüleytam 2-3 yaş grubundan başlayarak kreş, anaokulu, ilkokul ve sanat okulu hürriyetini taşımaktaydı. Ardından taşrada da darüleytamlar açılmaya
başlanmıştır(Eken,2013:123).Gene belgelerden anlaşılacağı üzere darüleytam sadece bu kurumlara yerleşerek kurulmamış yurdun birçok yerinde
inşaat seferberliğine girişilmiştir. Arsa tahsisi masrafların tespiti kurumda
görev alacak elemanların tayini ve öğrencilerin seçimiyle ilgili teferruatlı
bilgilerin edinilmesinin mümkün olduğu Osmanlı arşiv belgelerinde özellikle en yoğun dönemin 1917 ve 1920 tarihleri arasında olduğu görülür. Bu
tarihler aynı zamanda darüleytamların sayı bakımında en çok olduğu zamanlardır. Vilayet ve müstakil sancaklarda kurul masına müsaade edilen
bu yetim evleri, Darüleytam Müdüriyet-i Umumiyyesi’nin izni ile açılmaya
başlanmış olup 1917 yılında darüleytam talimatnamesiyle amaçları belirlenmiştir. Bu talimatnamede kurumların eğitim faaliyetleri de belirlenmiş ve
müfredat ve teftiş işleri maarif vekaletine bağlanmıştır) Nisan 1917’de İstanbul başta olmak üzere Edirne, Diyarbakır, Urfa, Bursa, Sivas, Maraş ve birçok
Anadolu şehrinde darüleytamlar açılmış, İstanbul hariç bu okulların sayıları
67’ye ulaşmıştır(Eken,2013:123). Okulların kapatılarak İstanbul’da toplandığı tarihe kadar öğrenci sayılarında artış olmasınarağmen kurum sayısının
artmadığı görülmektedir.
Darüleytam Öğrencileri
1918 yılına gelindiğinde devlet yayınladığı bir kararnameyle Darüleytamlara I.derecede silah altında iken ölen ya da sakat kalan küçük zabıtan
ve erlenin, mülteci ve muhacir maaşından mahrum kalanların çocuklarının,
II.dereceden ise; kimsesiz, mahrum, himayesiz yetimlerin alınmasını karar
laştırmıştır(Okur,1996:19). Darüleytamların teşkilatı hakkında bir program,
talimatname ya da nizamnamenin gecikmiş olması bu konudaki bazı sıkıntıları da beraberinde getirdi. Müesseseye başvuran kişilerin darüleytama
266
kabulüyle ilgili yeteri kadar yapılamayan tafsilat, asıl şehit çocuğu olanların
darüleytamlarda yer bulamamasına neden oldu(Okur,1996:21). Darüleytamlarda % 30 oranında şehit çocuğu barındırılırken %70’inin bir kısmı ebeveyni
sağ ancak çocuklarını himaye edecek kuvvete sahip değil, bir kısmının annesi ya da babası ölmüş, mülteci ya da muhacirden oluşmuştur(Okur,1996:22).
Darüleytamlar ilk açıldığında 10 bin kadar şehit çocuğunu barındırırken,
darüleytamların sayı olarak arttığı ve en kalabalık olduğu zaman içinde barındırdığı yetim sayısı 40 bini bulmuştur. Ancak giderek hazinenin para sıkıntısı çekmesi Darüleytamların giderlerinin de azaltılmasına neden olmuş
kurum içindeki yetim sayısının belli düzenlemelerleazaltılması başka bir
deyişle asıl mağdur olanın kuruma yerleştirilmesiyle ilgili bazı düzenlemelere gidilmiştir. Bu düzenlemelerden bazıları yaş düzenlemesidir. İlk olarak
2-15 yaş olarak kurumlara alınacakların yaşı düzenlenirken bu daha sonra,
12 yaşla sınırlandırılmıştır. Yine 1918 yılında yapılan bir düzenlemeyle 7 yaşına kadar kız, 12 yaşına kadar erkek yetimlerin alınmasının kararlaştırıldığı
görülür. Bunun yanında bu sınırlandırma dışında kalan ya da Darüleytamların yeterli olmadığı yerlerde yetim, kimsesiz, himayeye muhtaç olanlar için
de tedbirler alınmıştır. Bunlardan bir tanesi askeri yetim ve dullara maaş
bağlanmasıdır. Yine darüleytamların yeterli olmadığı durumlarda yetimlerin müslümanların yanlarına verilmek suretiyle terbiye ve tahsillerine devam ettirilmesi bu sağlanamazsa 30 kuruş iaşe masrafı karşılığında köylülerin yanına yerleştirilmesi münasip görülmüştür. Yakın ve uzak akrabası olan
yetimler, onların yanına yerleştirilirken, müesseseye başvuran namuslu
ailelere evlatlık verilmesi suretiyle Darüleytamların ihtiyaçlarını hazineye
yük olmayacak dereceye getirilmesi istenmiştir. Bu daha çok sayının azaltılmasıyla ilgili düzenlemelerken; darüleytamlara kabul de son dönemde zorlaştırılmıştır. Öğrenciler için hazırlanan tahkikat varakası olarak isimlendirilen belgelerde öğrencilerle ilgili birçok bilgiye ulaşmak mümkündür. Babası, annesi, memleketi, yaşı, yakını,kardeşleri, ebeveynleri sağ yada vefat
ettiyse nasıl ettiğiyle ilgili tafsilatlı bilgilerin edinilmesinin mümkün olduğu
bu belgelerde son dönem darüleytamlarında daha çok babası silah altında
ölen ve hem anne hem babası olmayanlara rastlanmaktadır.
Darüleytam ve Eğitim
Darüleytamlar her ne kadar yetimleri barındırmak ve himaye etmek maksadıyla kurulmuş olsa da temel hedefleri yetimleri eğitmek, bir zanaat öğreterek, meslek sahibi yapıp, istikballerini güven altına almaktı(Okur,1996 :42).
Darülmuallimin, Darülmuallimat, Mektebi Sanayi, Mektebi Sultani gibi okulların sınavlarını kazanan çok sayıda öğrenciden başka darüleytamların ziraat ve
sanayi şubelerinde meslek sahibi olması için eğitilen çok sayıda öğrenci olmuş267
tur. Bu şubeler öğrencileri meslek sahibi yaptığı gibi darüleytamlara gelir temin
etmişlerdir(Okur,1996:42). Bu kurumlar Darüssınad durumuna getirilmek istenmişse de beklenen başarı sağlanamamıştı. Klasik usullerde pek çok eksikliğe rağmen ziraat eğitiminin ağırlıklı olarak taşra darüleytamlarında verilmesi
planlanırken İstanbul ve özellikle Yedikule, Büyükdere, Çağlayan darüleytamları sanayi eğitiminin ağırlıklı olarak verildiği yerler olmuştur(Kırbaç,2003:91).
1916 yılında eğitim amaçlı Almanya’ya gönderilen 490 öğrencinin de bu darüleytamlardan seçildiği görülür. Daha sonraki zamanlarda bu kurumlardan bazılarının yatılı ilkokullara, şehir yatılı mekteplerine dönüşmüş olması da kurumların eğitim yönünün ağır bastığını göstermektedir(Kırbaç,2003:91).
Darüleytam Bütçesi ve Sıkıntılar
Osmanlı Devleti Darüleytamların ihtiyaçlarının karşılanması için halktan herhangi bir yardım toplamamış ve bu kurumların tüm ihtiyaçlarını karşılama görevini kendisi üstlenmiştir. Savaşın uzaması ile ambarlardaki malzemelerin bitmesi, bunun yanında öğrenci sayısındaki artış Darüleytamlardaki durumun kötüleşmemesi için yeni gelirler bulunması gerekmiştir.1916
tarihli kabul edilen kanunla Evlad-ı Şüheda vergisi adı altında posta, telgraf,
tütün ve işçi ücretleri belirli bir miktar arttırılmıştır. Bu gelirlerin yanında
darüleytamların gelirleri çeşitli devlet kurumlarından alınan yardımlar şeklinde oluşmuştur.Darüleytamlar özellikle savaşın beklenenden uzun sürmesi ile oluşan ekonomik sorunlar,kötü idare, yiyecek ve eşya teminin de
zorlaşması sonucunda 2 Nisan 1917 tarihli bir kararla devletin himayesinealınmıştır. Darüleytamların özellikleeğitimyönüdüşünüleşerekDarüleytamGenel Müdürlüğü Maarif Nezareti’ne bağlı hale getirilmiştir.
Darüleytamların en fazla ekonomik sıkıntı çektiği dönem şüphesiz kapandığı 1918 yılına rastlanmaktadır. Özellikle Mondros Ateşkesinden sonra
işgalci güçlerin eski binalarına ve mülklerine yerleşmek istemeleri bu binaları yetimhane olarak kullanan kurumları çok zor durumda bıraktı. Birkaç
gün içinde bu binaları terk etmek zorunda kalan yetimler için boş köşk ve
sarayların yanında kiralık binalar ayrı bir giderin doğmasına neden oldu. Binalardaki yetimlerin de sayısının azaltılmaya çalışılması sorunu çözemedi.
Taşradaki yetimhaneleri kapatmakla yetimleri merkez olan İstanbul’da toplamaya giden Osmanlı Devleti en son müessesedeki öğrencileri Darüşşafaka
ve Şehir Yatı Mekteplerine devrederek kapatılmıştır. Anadolu’daki Darüleytamlar ise TBMM Hükümeti’nin himayesinde savaş sonunda varlıklarınındevamettiği bilinmektedir. Cumhuriyetin kurulması ile Ankara’da oluşan
yeni hükümet, 5 Kanunuevvel 1338(1922) tarihinde Darüleytamlar Talimatnamesi ile bu kurumlara sahip çıkmıştır.On bir maddeden oluşan bir
talimatname ile Darüleytamların varidatı, Sıhhiyeve Muavenet-i İçtimaiye
268
Vekaleti bütçesinden tahsis edilecek yardım ile yapılacakteberru ve belediye
yardımlarına bağlanmıştır. Kurum yine şehit, muhacirve mülteci, fakir evlatlarının barınma ve eğitim görevini üstlenmiştir. Darüleytamlarınişleyişi
de yine bu talimatname ile belirlenmiştir. 1924 yılında Tevhid-iTedrisat Kanunu ile Maarif Vekaleti’ne bağlanan Darüleytamlar, varlıklarınıdeğişikadlarlagünümüze kadar devam ettirmişlerdir.
Sonuç
Savaşın ortasında 100 binden fazla şehit çocuğu için çare düşünmüş ve
40 binini açtığı Darüleytamlarla himaye etmiş olan Osmanlı Devleti bu kurumlarla sosyal devlet anlayışına farklı bir bakış açısı kazandırmıştır.Özellikle Osmanlı devletinin yıkılmadan önceki sosyal devlet uygulamaları ,son
dönem ekonomik sıkıntıların kurumlar üzerindeki etkisi, fiili işgal atındaki devletin kurumlarını ayakta tutma çabası , azınlıklar üzerinde yabancı
baskısının en yoğun yaşandığı bu dönemde azınlık yetimlerin durumu gibi
önemli başlıkları darüleytamlar perspektifinden rahatlıkla cevaplayabiliriz. Darüleytamlar; faaliyet gösterdiği süre içinde bir sosyal devlet kurumu
olmaktan daha çok son dönem siyasi ,sosyal, ekonomik ve bir çok açıdan
Osmanlı devleti son dönemine ışık tutmaktadır.
O dönem yayınlanan bir kanun tasarısı, “Müdafa-i din ve vatan ne
kadar mukaddesise, bu uğurda şehit olan veya malul kalanların evladını
maddî ve manevî mahrumiyetlere mahkum bırakmamak ve bunların millete
bir vedia olduklarını daima düşünmek de o kadar mukaddes bir borçtur.” demektedir. İşte, bu borcun ödenmesi gayesiyle Birinci Dünya Savaşı sırasında kimsesiz, yetim çocuklar için ‘Darüleytamlar’ kurulmuştur.İstanbul ve
Anadolu’da sayısı 80’i bulan bu kurumlar, sadece yetimleri etrafta kol gezen
ölümden kurtarıp barındırmak amacıyla değil, şehit çocuklarının, kimsesiz
ve himayesiz yetimlerin, hatta sokaklarda başıboş dolaşan çocukların eğitimleriyle de bizzat ilgilenerek onları, vatana yararlı birer fert hale getirmek
amacına gütmüştür(Aytekin,2006:26).
Bu kurumların işleyişini daha ayrıntılı değerlendirdiğimizde sadece
himaye ile kalınmadığını bu çocuklar üzerinden bir gelecek temin edildiği
görülür. Meslek edindirme, talim ve terbiye, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin birleştiği bu kurumlar o günün şartları elverdiği ölçüde en muhtaç ve
mağdura ulaşmaya çalışmış bu sıralamada şehit çocukları ilk hedef olarak
belirlenmiştir. Çocukların refahına yönelik tarihimizde atılan adımlar ve
yürütülen projeler kapsamında sosyal tedbirlerden biri sayılabilecek darüleytamlar, özellikle kimsesiz çocukların devlet eliyle korunması, himayesi,
eğitimi ve geleceğinin günümüzde de büyük bir problem olduğu düşünüldüğünde örnek alınabilecek uygulamalara ve ruha sahiptir.
269
Kaynakça
Aytekin,Hakan,”1914-1924 Yılları Arasında Korunmaya Muhtaç Çocuklar ve
Eğitimleri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,MarmaraÜniversitesi,Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü,2006
Eken,Galip, ”Erzincan Dar’ul Eytamına Dair Bilgiler”,Eskişehir Osmangazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,Haziran,2013
İnanç,Veli, “Eytam İdaresi-Sandıkları Ve Marmaris Örneği (1885-1911)” Muğla
Üniversitesi,Sosyal Bilimler Enstitüsü,2002
Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savası Yıllarında
Almanya’ya Gönderilen Darüleytam Talebeleri”, Savas Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul:
Umut Kağıtçılık, 2003, s. 86-104.
Okur,Yasemin, “Dârüleytamlar”, 19 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 1996
Sarıkaya, Makbule, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Çocuk Misafirhanesi ve Çocuklar”, Atatürk Üniversitesi, Atatürk Dergisi, III/3, Ocak, ss. 193-203,
Erzurum
Sofuoğlu,Ebubekir, ” Osmanlı Devletinde Yetimler için Alınan Sosyal Tedbirler”
Savas Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç,
(edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003. s.49, 58
TDV İslam Ansiklopedisi, “Darül’eytam” Mad. C.8, 1988
Özkan,Salih; “Türkiye’de Darüleytamların Gelişimi ve Niğde Darüleytamı”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat araştırmaları Enstitüsü ,2006
Özet
Osmanlı devletinin son dönemlerinde cereyan eden Doksan üç Harbi, Balkan Harbi ve I Dünya Harbi sadece kaybedilen toprakları değil ; bir
milyonu aşkın insanın şehit olması ,mülteci göçü, bir yandan da yetim kalan çocukların himayesi sorununu gündeme getirmiştir. Özellikle Balkan
Savaşlarında Avrupa topraklarının %83’ünün , nüfusunun %69’unun kaydedilmesi önemli sosyal olaylara neden olmuştur. Osmanlı devletinin kontrol edemediği göç dalgası ,özellikle göçmenlerin barındırılması, yetim ve
öksüzlerin himaye edilmesi sorunu nu öyle bir boyuta ulaştırdı ki ;sadece
Bulgaristan’da Balkan Harbi sonunda 75 bin çocuğun yetim kalmış olması
savaşın genel sonuçlarını düşündüğümüzde tabloyu daha da ağırlaştırmaktadır. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan Darüleytamların ilk
teşekkül ettiği yerlerin Balkan toprakları olduğunu düşünürsek bu kurumlarla , savaşın sonuçlarını ve sosyal anlamdaki izlerini değerlendirmek daha
da kolaylaşacaktır. darüleytamların çıkış tarihi olan 1914 yılı siyasi anlamda
Osmanlının hiç karşılaşmadığı önemli bir dönüm noktası olduğu gibi aynı
zaman da dünyada da farklı sosyal eğilimlerin yoğun olarak yaşandığı tarihlerdi. Savaş, dünyanın birçok bölgesinde önemli sosyal problemler bırakırken insanları , devletleri ,problem üzerinde kurumsal yapılarda çözüm aramaya itmiştir. Yetimlerle ilgili osmanlı tarihindeki uygulamalar temelinde
270
dine dayalı bir eğilim olmakla beraber yetimlere karşı bu uygulamalar her
dönem farklılıklar göstermiştir.Darüleytamlar ortaya çıkış, yapı, işleyiş ve
birçok bakımdan erken Osmanlı dönemindeki benzer sosyal uygulamalardan farklılık göstermektedir.Birinci etapta şehit çocuklarını, ikinci etapta
ise Balkan Harbinden sonra göçen mahrum, yetimleri himaye etmek, barındırmak, eğitmek ve bir zanaat öğretmek gayesiyle kurulan Darüleytamların (yetimhaneler); yalnızca yetimleri barındırıp, korumak gibi bir amaçla
sınırlı kalmadığı , bunun yanında onları eğiterek, birer zanaat öğreterek,
mesleksahibi yapıp, onları geleceğe hazırlamak gayesini de güttüklerini göstermektedir.Maarif nezaretine bağlı olarak faaliyetlerini yürüten bu kurum
aktif olduğu sürece Osmanlı tarihi adına önemli sayılabilecek birçok bilgiyi
barındırmaktadır.
Anahtar Kelimeler:Darüleytam, Yetimhane, Darülaceze, Islahhane
271
Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun
Mustafa SELÇUK*
Giriş
İttihatçılar Osmanlı toplumunda yapmayı planladıkları yenileşme
hareketlerine eğitim kurumlarını da dâhil etmişlerdir. II. Meşrutiyet’ten
itibaren toplumu yönlendirecek bütün kurumlar bu gözle elden geçirilmiş
ve Türk modernleşmesine öncü olacak “yeni” neslin yetiştirilmesine hız verilmiştir. Maarifte yapılan reform hareketleri içerisinde Darülfünun’un ayrı
bir yeri vardır. Yenileşme hareketleri savaş döneminde hız kesmeden devam
etmiştir. Savaş bazı modernleşme hareketlerini hızlandırırken bazılarını da
yok etmiştir. Darülfünun bunun en güzel örneğini sunmaktadır. Bir yandan
öğrenci yokluğu yüzünden eğitim faaliyetleri durma seviyesine gelirken bir
yandan da Darülfünun bünyesinde dil, tarih, eski eserler, kadınların eğitimi,
yükseköğretimde özerklik gibi çok önemli girişimler yapılmıştır. O günlerin
canlı şahidi ve aynı zamanda üniversite hocası olan Ahmet Emin [Yalman]
“Turkey in the WorldWar / Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye” isimli eserinde
bu hususları ayrıntılı anlatmaktadır1.
Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve savaş yıllarında Darülfünun
teşkilatında önemli değişikler yapılmıştır2. Kurulduğu tarihten itibaren
uzun yıllar “şube” olarak adlandırılan üniversitenin birimlerine 1913’ten
itibaren artık “fakülte” denmeye başlamıştır3. II. Abdülhamid zamanından beri Darülfünun’un bir şubesi olan Ulum-ı Şeriye kısmı kapatılmış,
Darülfünun’da ders gören Ulum-ı Şeriye öğrencileri Islah-ı Medârisîn Nizamnamesi4 hükümlerine göre yeni açılan Darü’l-hilafeti’lÂliye medreselerinin yüksek kısmına nakil edilmiştir5. Bu uygulama 1924 senesine kadar
devam etmiştir. Bu dönemde İlahiyat Şubesi’nin tam olarak ne zaman kapandığına dair bir bilgiyi Tedrisat-ı Âliye Dairesi’nin Darülfünun’a gönderdiği kadro cetvellerinden tespit edebilmekteyiz. 14 Ekim 1915 tarihinden
itibaren geçerli olacak yeni teşkilat gereği İlahiyat Fakültesi’nin kadrosu
* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, [email protected].
1
Ahmed Emin, Turkey in the World War, Yale Unv. Press, New Haven, 1930, p. 224-230.
Darülfünun hakkında geniş bilgi için şu eserlere bakılabilir: Ali Arslan,Darülfünun’dan Üniversite’ye,
İstanbul 1995; Ekmeleddinİhsanoğlu, Darülfünun: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin Odağı, C. I ve
II, IRCICA Yay., İstanbul, 2010.
2
3
Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Darülfünunu Talimat, İstanbul 1329.
Düstur, II. Tertip, C.6, s.1325-1330; Zeki S. Zengin, Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din
Eğitimi, Adana 2009,s.77-78.
4
Darülhilafe Medreseleri hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Hamit Er, Medreseden Mektebe Geçiş
Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, İstanbul 2003, s. 21-113.
5
273
gösterilmemiş ve şöyle bir açıklama düşülmüştür: “Darülfünun Hukuk, Fünun, Edebiyat ve Lisan şubelerinin bu kere tanzim olunan kadroları 1 Teşrin-i
evvel 1331 [14 Ekim 1915]’denmuteber olmak üzere leffen taraf-ı valalarınatisyâr kılındı. Bunların tedkikinden anlaşılacağı veçhile Darü’l-Hilafeti’l Âliye
medresesinin küşâdı hasebiyle vücuduna lüzum kalmayan İlahiyat şubesi
lağv edildiğinden mezkûr şube müdavimlerinin Darü’l-HilafeMedresesine devamları muktezi bulunmuş ve keyfiyet Meşihat’ül Aliye’ye arz edilmiştir.” Bu
açıklamadan İlahiyat Şubesi’nin 1915-1916 eğitim yılı başında yani en geç 14
Ekim 1915 tarihinden önce kapatıldığı anlaşılmaktadır6.
Edebiyat Fakültesi yönetiminde bir Lisan Fakültesi’nin faaliyete geçmesi de doğrudan doğruya savaş koşullarının ortaya çıkardığı bir husustur. Seferberlik gereği sınıfların boşaldığı Müslüman öğrencilerden sağlık
problemi olmayanların neredeyse tamamı askere gittiği için fakülteler
öğrencisiz kalmıştır. Aynı zamanda II. Meşrutiyetten itibaren sayıları belirgin bir şekilde artan gayri müslim ve yabancı öğrenciler bu fakültenin
müdavimleri olmuştur. Çünkü bu öğrenciler çeşitli vesileler ile veya bedel-i nakdi ödeyerek askerlik yükümlülüğünden kurtulmuştur. 1910 yılında açılan Elsine Şubesi7 1915-1916 ders yılı itibari ile fakülteye dönüştürülmüş ve ders programındaki yabancı dil ve öğretim üyesi sayısı artırılmıştır. Örneğin Çince, İtalyanca, Urduca, Rumca, Ermenice, Eski Yunanca ve
Latince gibi yeni lisanlar eklenmiştir8. Devam zorunluluğu olmayan ve üç
seviyede dil eğitimi verilen fakültenin kadrosunu yine Edebiyat Fakültesi
öğretim üyeleri oluşturmaktaydı. Bu fakülte ilk açıldığı dönemde öğretim
süresi beş yıl olarak düşünülmüştür. Ancak Mütareke dönemi şartlarının
getirdiği sıkıntılar ve kadro dışı bırakılan öğretim üyeleri yüzünden Lisan
Fakültesi daha mezun veremeden 1919 yılında kapatılmak zorunda kalmıştır. Bu fakültenin kapsamı küçültülerek onun yerine Lisan Mektebi
kurulmuş, yüksekokul sevisindeki bu kurumun da ömrü uzun sürmemişBOA, MF. ALY. 83-68, (1333 Z 5); ayrıca şubenin 1915 tarihinde kapandığına dair (talebe künye defterlerinden tespit edilen) bir bilgi için bkz, Zeki S. Zengin, Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din
Eğitimi, s.77; 1924-1925 yılına ait Talebe Rehberinde İlahiyat Fakültesi’nin tanıtıldığı bölümde “İlahiyat
Fakültesi’nin Tarihçesi” başlıklı yazıda “1331-1915 senesinde medreselerin yeni bir şekle ifrağı ve birçok dersler ilave edilince hasıl olan istiğnâya binaen Darülfünun Ulum-ı Diniye Şubesi ilga ve talebesi
bilahere Sahn namı alan Darülhilafe Medresesi’nin kısmı Âliyesine devredilmiştir” denilerek şubenin
1915 yılında kapatıldığı vurgulanmıştır. Bkz, T.C. İstanbul Darülfünun Talebe Rehberi, 1340-1341, Yeni
Matbaa, İstanbul 1340, s. 104.
6
7
BOA, MF. ALY. 20- 85 (1328 N 13).
Nitekim Meclis-i Mebusan’da “Darülfünun’daAlmanca’dan başka yabancı dil okutulmuyor, Arabî
Farisî lisanlarına önem verilmiyor.” eleştirilerine 10 Şubat 1916 tarihli bütçe görüşmelerinin yapıldığı
toplantıda Maarif Nazırı A. Şükrü Bey cevap vermiştir: Darülfünun’da Arabî ve Farisî dersleri yanında
Urduca, Hintçe hatta Çincenin bile okutulduğunu belirtmiştir. Bkz, Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi
(Bundan sonra MMZC şeklinde kısaltılacaktır.), Devre: 3, İçtima Senesi: 2, C. 1, 28 Kanun-ı sani 1331,
Ankara 1991, s. 540.
8
274
tir. Daha dar kapsamlı bir programın uygulanması Edebiyat Fakültesi’ne
devredilmiştir.
Zeynep Hanım Konağı olarak bilinen ve II. Meşrutiyetten itibaren
Darülfunan’a tahsis edilen konak, daha önce Balkan Savaşları’nda hastane olarak kullanılmıştı9. Çanakkale Savaşlarının devam ettiği günlerde,
İstanbul’daki I. Kolordu’nun emri altında ve Hilal-i Ahmer’in kontrolünde
bulunan Darülfünun binası için mevcut 15 müstahdemin geceleri de dâhil
olmak üzere hastane hizmetlerinde istihdam edilmesi hastane ser tabipliği tarafından teklif edilmiş10 ancak Darülfünun yönetimi 1914-1914 senesi
imtihanları yaklaşmakta olduğundan ve zaten hizmetlilerin geç vakitlere
kadar binada çalıştıklarından bahisle sadece yedisinin hastane işleri ile
meşgul olmasına izin vermiştir11.
Zeynep Hanım Konağı’nın hastane olarak kullanıldığı dönemde binanın pencerelerinden kırk tanesi kırılmıştır. Meydana gelen zararların
Harbiye Nezareti’nden tahsil etmek isteyen Darülfünun yönetimi gerekli
girişimleri yapmıştır12. Yaralıların tedavisi için kullanılan bina kapalı kaldığı dönemde üniversitede eğitim aksamıştır. Binanın tadilatı yetişmemesinden dolayı 1915-1916 eğitim öğretim yılında derslere Ekim ayının sonlarında ancak başlanmıştır13.
Darülfünun’un tüm fakülteleri savaş yıllarında büyük zorluklar çekmiştir. Savaş alanı genişledikçe ve süresi uzadıkça mali sıkıntılar artmıştır.
Memurların maaşları aylarca ödenememiştir. Özellikle 200 kuruş civarında çok düşük ücretle çalışan müstahdemlerin durumu içler acısıdır. Şehirde
baş gösteren “ğılayıisâr” (kıtlık) sebebiyle ve aynı zamanda cepheden gelen
yaralı askerleri evlerinde misafir eden müstahdemler; maaşlarının ödenmemesi yüzünden zor günler yaşamışlardır. Darülfünun müdürü Salih Zeki
Bey, nezaretten “pek ziyade zaruret çekmekte ve şayan-ı merhamet bir hal-i
perişaniyeye duçar olan” bu insanların zaruri ihtiyaçlarını karşılamak üzere
birikmiş maaşlarından iki aylığının ödenmesini talep etmiştir. Maarif Nezareti konuyu ancak Maliye Nezareti’ne iletmekle yetinmiş ve bu konuda
bir şey yapılamamıştır14.
9
BOA, MF. ALY. 40- 105; MF. ALY. 48-122; MF. ALY. 83-32.
10
I. Kolordu Kumandanlığının 22 Mayıs 1915 tarihli yazısı için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-10, lef 1.
11
Maarif Nezareti’nin 23 Mayıs 1915 tarihli yazısı için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-10, lef 3.
12
BOA, MF. ALY. 83-32, (1333 Za 26).
13
BOA, MF. ALY. 83-32, (1333 Za 26); MF. ALY. 83-68, (1333 Z 5).
BOA, MF. ALY. 81-14, (1333 Ş 14); ayrıca Birinci Dünya Savaşı dönemi İstanbul’da halkın yaşadığı geçim
sıkıntısı için bakınız: Abdullah Saydam, “Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul Halkının Geçim Sıkıntısı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19, İstanbul 1998, s. 65-77; Büşra Karataşer, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke
Döneminde İstanbul’un İaşesi”, Kahraman Maraş Sütçü İmam Ünv. İİBF Dergisi,Yıl: 2013, Sayı: 2, s. 97-114.
14
275
Darülfünun için yeni yapılması planlanan ve arazisi dahi satın alınan bina savaş boyunca bir türlü yapılamamış15; Mütareke döneminde ise
adı geçen arsa satılmak zorunda kalmıştır16. Aynı şekilde Emrullah Efendi zamanından beri gündemde olan Darülfünun kanunu savaş yıllarında
Darülfünun’a özerklik verilecek şekilde tasarlanmış, tartışılmış ve öğretim
üyelerinin görüşü alınmış ancak bir türlü meclisten geçerek kanunlaşamamıştır17. Bu düzenleme ancak mütarekeden sonra 11 Ekim 1919 tarihinde
Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi adıyla yürürlülüğe girmiştir18.
Darülfünun’da tüm bu zorluklar yaşanırken çok önemli reformlar da
hayata geçirilmiştir. Yine savaşın etkisi ile askeri alanda had safhaya çıkan
Almanya ile işbirliğinin sınırları eğitim alanında da etkisini göstermiştir.
İttihatçıların da desteği ile Türkiye’de aktif görevlerde bulunan alman misyon şefleri Türk eğitim sistemindeki Fransız etkisini azaltmak ve yerine
Alman nüfuzunu yerleştirmek için epey çapa sarf etmişlerdir19. İlk planda
İstanbul’da bir alman üniversitesi kurmayı hedefleyen bu çevreler savaş nedeni ile bunun imkânsız olduğu görünce bu sefer Darülfünun’da bir alman
ekolü oluşturmak için önemli çalışmalar yapmışlardır. Fen, Edebiyat ve hukuk fakültelerinde olmak üzere yaklaşık 20 kadar Alman öğretim üyesinin
savaş boyunca Türkiye’de istihdam edilmesi son derece önemli bir proje-
Darülfünun binası ilgili krokiler ve planlar meclis toplantılarında gündeme gelmiş ve öğretim üyelerinden bina hakkında istedikleri özellikleri ayrıca yazılı olarak nezarete bildirmeleri kararlaştırılmıştır.
İlgili toplantılar için bkz, İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 16 Kanun-ı sani 1332; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.5,
6 Şubat 1332; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.6, 13 Şubat 1332; İ. Hakkı Baltacıoğlu, adı geçen arazinin Laleli
sınırları içerisinde kalan Koska civarındaki binaların yangından sonra kamulaştırıldığından bahsetmektedir. Bkz, İ.HakkıBaltacıoğlu,Hayatım, (Yay. Haz. Ali Y. Baltacıoğlu), İstanbul 1998, s. 209.
15
BOA, MV. 220-115, (1339 M 14); İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sapanca Gölü çevresinde bir Darülfünun Kolonisi yapmak fikri hakkında bkz, İ.Hakkı Baltacıoğlu, a.g.e., s. 209.
16
Maarif Nezareti “Darülfünun’a verilecek şekl-i umumiyeye nazaran bir kanun layihası tanziminin lüzumuna” dair 22 Mart 1332 [4 Nisan 1916] tarihli bir tezkere ile bu konunun meclislerde tartışılmasını
istemiştir. Darülfünun nizamnamesi çalışmaları uzun süre devam etmiş, bu konuda birçok kez fakülte
meclislerinden görüş alınmış ve bu iş için komisyonlar kurulmuştur. Özellikle Edebiyat Fakültesi’nden
Ziya Gökalp, İsmayıl Hakkı, Köprülüzade Fuad, Faik Sabri, M. Ali Aynî, M. Emin gibi öğretim üyelerinin
üzerinde çok durdukları bir konu olan Darülfünun muhtariyeti meselesi ve ilgili kanun Darülfünun-ı
Osmanî Nizamnamesi adıyla ancak 1919 Ekim ayında çıkartılabilmiştir. Edebiyat Fakültesi’nin Darülfünun kanun çalışmaları ile ilgili raporu için bkz, BOA, MF. ALY. 109-77, (1336 M 5), lef 151; M. Ali Aynî
de fakültenin gönderdiği 10 Mayıs 1332 [23 Mayıs 1916] tarihli mazbatadan bahsetmiştir. Bkz, M. Ali
Aynî, Darülfünun Tarihi, İstanbul 1927, s. 52-53; İ.Hakkı Baltacıoğlu, a.g.e., s. 224; Fakülte meclisinde
Darülfünun kanununun gündeme geldiği toplantılar şunlardır: İDF. EF. MMZD-II, Z.N.1, 3 Teşrin-i evvel 1334; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 7 Teşrin-i evvel 1334; İDF. EF. MMZD-II, Z.N.7, 16 Kanun-ı sani 1334;
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.8, 28 Şubat 1334.
17
18
Darülfünun-ı Osmanî Nizamnamesi (DFON) için bkz, Düstur, II. Tertip, C. 11, sf. 401-409.
Almanların savaş zamanı Türkiye’de eğitim faaliyetleri için bakınız: Kemal Turan, Türk-Alman Eğitim
İlişkilerinin Tarihi Gelişimi,İstanbul 2000; Mustafa Gencer, JöntürkModernizmi ve “Alman Ruhu”,
1908-1918 Dönemi Türk- Alman İlişkileri ve Eğitim,İstanbul 2003.
19
276
dir20. Aynı şekilde Almanya’ya gönderilen öğrenciler de bu projenin bir parçasıdır.
Darülfünun’da savaş dönemi uygulamalarından birisi de kızların yükseköğretim haklarını elde etme mücadelesidir.İttihat ve Terakki hükümetlerinin bu dönemde yaptıkları reformlar içerisinde; İnas Darülfünunu projesi
şüphesiz çağın ilerisinde bir girişim olarak değerlendirilebilir. İngiltere’de
Oxford Üniversitesinde kızların kabul tarihi 1920’lerdir. Maarif Nezareti ve
Darülfünun yöneticileri üniversitenin kapılarını kadınlara açmak için bir takım girişimlerde bulunmuşlardır. Maarif Nezareti’nin kadınlar ile ilgili projelere öncelik vermesi şüphesiz dönemin şartları ile doğrudan bağlantılıdır.
Savaşın olumsuz etkileri yöneticileri yeni arayışlara itmiştir. Erkek öğrenciler cephede savaşırken sınıflar boş kalmıştır. Nitekim Ethem Nejat bir yazısında bu duruma şu şekilde ifade etmiştir: “Harb-i umumi esnasında, gerek
hükümet gerek erbab-ı maarif, hanımlarla daha ziyade iştigal eyledi. Pek çok
meşâgil-i harbiye ve siyasiyeye rağmen kadın maarifi pek ilerledi21”.
Maarif Nezareti, savaş koşullarını hafifletmek ve yapılan yatırımların
boşa gitmemesi için kadınların eğitimine ehemmiyet vererek onlar üzerine
titremiş ve kısa zamanda büyük mesafeler almak için devletin bütün imkânlarını seferber etmiştir22. Önce serbest konferanslar ile kadınlar Darülfünun
ile tanıştırılmış daha sonra bu dersler üniversite müfredatı şeklinde düzenlenerek planlı bir eğitim programına geçilmiştir. Kızlar için üç farklı branşta
diploma veren bir yapı oluşturulmuştur. 1914-1919 yıllarında Darülfünun
imkânları ile Darülfünun’abenzer bir eğitim sistemi benimsenmiştir.Buradaki dersleri Darülfünun öğretim elemanları vermiştir.
1914-1919 yılları arasında faaliyet göstermiş nev’i şahsına münhasır bir
yükseköğretim kurumuolanİnas Darülfünunu23, savaş boyunca süren eğitim öğretim döneminde Edebiyat, Fünun (Tabiiyat ve Riyaziyat) şubeleriyle
kızlara üniversite eğitimi vermiştir. Beş yıllık eğitim öğretim faaliyetleri süresince yaklaşık yüz elli kadar kız öğrenciyi kabul etmiş ve bu öğrencilerin
de üçte birine üniversite diploması vermiştir. Zeynep Hanım Konağı’nda
Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Darülfünun’da istihdam edilen yabancı öğretim elemanları ile ilgili
bakınız: Emre Dölen, İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler 1915-1918, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2013; Mustafa Selçuk, “Darülfünun Edebiyat Fakültesinde Yabancı Öğretim Üyelerinin İstihdamı (1915-1918)”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı:
19, Yıl: 2011, s. 57–110.
20
EdhemNejad, “Türkiye’de Kız Mektepleri ve Terbiyesi”, Türk Kadını,nr. 11, 17 Teşrin-i Evvel 13341918, s. 163-165.
21
NafiAtuf da “bu devrin en ehemmiyetli maarif tahavvülü kız mekteplerinde görülür” demek suretiyle
hükümetin cesaretine vurgu yapmıştır. NafiAtuf Kansu, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme
(II. Kitap), İstanbul 1932, s. 82.
22
İnas Darülfünunu hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Arslan, Mustafa Selçuk, Mehmet Nam,
Türkiye’nin İlk ve Tek Kız Üniversitesi: İnas Darülfünunu (1914-1919), İdil Yay., İstanbul 2012.
23
277
başlayan eğitim serüveni üç yıl kadar Cağaloğlu’ndaki eski Lisan ve Hukuk
Mektebi’nde devam etmiştir. Kapanıştan kısa bir süre önce tekrar Zeynep
Hanım Konağı’na taşınmıştır.
Savaş yıllarında Darülfünun teşkilatında meydana gelen değişiklileri
özet olarak belirttikten sonra fakülteler bazında savaşın etkilerini incelemek isabetli olacaktır. Burada fakültelerin genel akademik kadroları ve eğitim faaliyetlerinden ziyade sadece savaşın kurumlara yansıması ve alınan
tedbirler incelenecektir.
Tıp Fakültesi
Haydarpaşa’da faaliyet gösteren Tıp Fakültesi Darülfünun’un fakülteleri arasında yer alan askeri ve sivil olmak üzere iki çeşit öğrenci mezun
eden bir kurumdu. Aynı şekilde Kadırga’da faaliyet gösteren Eczacı ve Dişçi
mektepleri de Tıp Fakültesi’nin yönetimi altında ayrı bir müdür tarafından idare edilmekteydi. Şüphesiz Cihan Harbi’nden en fazla etkilen kurum
Tıp Fakültesi ve personeliydi. Aynı şekilde öğrenciler de orduda, hastanelerde ve sıhhiye müfettişliklerinde çeşitli rütbelerde sıhhi personel olarak
istihdam edilmişlerdi. Fakültenin askeri kısmı zaten ordunun tabip subay
ve diğer sağlık ihtiyaçlarını karşılamak üzere istihdam edilmiştir. Fakülte
öğretim kadrosunda askeri hekimler ve tabip subaylar da görev almaktaydı.
Seferberlik ilanını müteakip Tıp Fakültesi ihtiyat hastanesi olarak hazırlanmıştı24. İlk planda kapasitesi 700 yatak olarak tespit edilmiştir25. Hastanede çoğu Balkan Savaşı gazilerinden olan 20 kadar hasta ve fakültenin
hizmetleri ile ilgilenen 160 kadar hasta bakıcı ve hademe bulunmaktadır26.
İlerleyen günlerde hastanenin yatak kapasitesi artırılmıştır.
Savaş başladığında mevcut öğrencilerden son sınıfta olanlar zabit vekili, dördüncü ve üçüncü sınıf öğrencileri başçavuş muavini, ikinci ve birinci
sınıflar çavuş rütbesi ile zabit namzedi (subay adayı) olarak istihdam edildiler. Bunlar içerisinde askeri öğrenciler muvazzaf, diğerleri ihtiyat olarak görevlendirildiler27. Savaş esnasında gösterecekleri başarıya göre ilgili kanunlar mucibince rütbe almışlardır. Savaşın başlamasıyla tıbbiyeli öğrenciler,
asistan, muallim ve diğer kadrolardaki hocalarıyla birlikte askere alınmış ve
çeşitli cephelerde sıhhi hizmetlerde ve hastanelerde istihdam edilmişlerdir.
Tıp Fakültesinde personel ve öğrencilerin silahaltına alınması 1914-1915 eği-
24
A. Süheyl Ünver, Birinci Cihan Harbinde Tıp Fakültesi, İstanbul 1952, s. 3.
Lokman Erdemir, Çanakkale Savaşı: Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yay., İstanbul 2009,
s. 346-347.
25
26
BOA, MF. MKT. 1201-8, (1332 L 14).
27
Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, İstanbul 1976, s. 121.
278
tim öğretim döneminde faaliyete ara vermek zorunda kalmıştır28. Bu arada
1914-1915 eğitim öğretim döneminde muhtemelen seferberlik muafiyetlerinden faydalanan veya henüz yaşı tutmayan bazı gayri müslim öğrencilerin
mezun olduğu da anlaşılmaktadır29. Savaşta artan sıhhi personel ihtiyacını
karşılamak için fakültede eğitime tekrar başlamak bir zorunluluk idi. Bu durumun farkında olan idareciler eksikler olsa da 1915-1916 eğitim döneminde eğitime tekrar başlamıştır. Tıp Fakültesi Reisinin 5 Ekim 1915 tarihinde
Maarif Nezareti’ne gönderdiği bir yazıda bu durum net olarak ifade edilmektedir. “Bu sene müsaade edilirse Tıp Fakültesi tedrisatına birinci ve ikinci sınıflarda düzenli olarak daha yukarı sınıflar için ise kısmen başlanacağı” ifade
edilmektedir30. Yine Hilal-i Ahmer Cemiyeti ile yapılan yazışmalarda ise
fakültenin teşrin-i evvel (ekim) başında eğitime başlanacağı ifade edilmiştir.31 Bu planlamadan da anlaşıldığı üzere fakülte yönetimi eksikler olmak
ile birlikte tıp eğitimine başlamak istediğini bildirmektedir. Dolayısıyla Tıp
Fakültesi’nde eğitime Ekim 1916’da başlandığı bilgisi doğru değildir. Yazının
devamında öğrencilerin maişet problemi yaşadıkları ve zor durumda oldukları için bu öğrencileri teşvik etmek üzere Haydarpaşa civarında yabancı vatandaşlar tarafından terk edilen hanelerin birisinde ikamet etmelerine müsaade edilmesi talep edilmektedir32. Fakülte aynı zamanda hastane olarak da
hizmet verdiği için kalacak yer problemi vardı.
Tıp Fakültesindeki zorlu eğitim süresi altı seneden dört seneye düşürülmüş ancak yine de öğrenciler zaman zaman aç kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Kemal Özbay’ın anlatımıyla33 “memleketin iktisadi
durumu bozulmuş, açlık ve sefalet her gün biraz daha artmıştır. Okul müdürlüleri yokluk içinde yürütülmesine çalıştıkları bu kurumun bu ıstıraptan
kurtarılması için ellerinden geleni esirgememiş bir şeylere yapmaya çalışmışlardı. (…) Öğretim hayatı ıstırap, yiyecek önemli bir problem olmuştu. Yemekler kandil yağları ile pişirilmiş ekmekler süpürge tohumu karışımından
yapılmıştı. Ağır tıp tahsilini dört yılda bitirmek zorunluluğunda bırakılan ve
başlıca gıdasını bu ekmekten bekleyen öğrenciler açlıktan Kadıköy, Acıbadem
taraflarındaki köşklerin bahçelerinde bekçilerle kavga ederek sebze ve meyve
toplamak zorunda kalmışlardı. Noksan gıda yüzünden bir yılda 20’ye yakın
28
BOA, MF. MKT. 1201-8, (1332 L 14).
İsmail Sabah, “Çanakkale Savaşlarının Eğitim Kurumuna Etkisi (1915-1916)”, Çanakkale On Sekiz
Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 2013, s.
72.
29
30
BOA, MF. ALY. 83-35.
31
İsmail Sabah, a.g.t., s. 73-74.
32
BOA, MF. ALY. 83-35.
33
Kemal Özbay, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, s. 122.
279
öğrenci vereme yakalanmıştı. (…) Savaş sonlarına doğru Çanakkale’den elde
edilen ganimet mallardan depolarda bulundurulan konservelerden bir kısmı
okullara dağıtılınca, yiyecek işi biraz ferahlığa kavuşmuştu.”
Seferberlik günlerinde silahaltına alınan Tıp Fakültesi müteahhitti Lütfi Efendinin koyunlarına da ordu tarafından el konulmuş bu durum hastane
haline getirilen binada mevcut hastalar için 46 kilo kadar ete ihtiyaç olduğu
için el konulan koyunların iadesi Harbiye Nezaretinden talep edilmiştir34.
Sivil öğretim üyelerinin birçoğu silahaltına alınmıştı. 1915 ortalarında
fakülteden gönderilen bir çizelgede 29 yaş üstü ve bedeli nakdi harici çeşitli
nedenlerle silahaltına alınmaktan istisna tutulan sadece 16 öğretim elemanı bulunmakta ve bunların da beş tanesi muvazzaf subay kadrosundadır35.
Tıp Fakültesi kadrosu tüm diğer fakültelerden fazladır ancak orduda görevlendirilenlerin36 sayısı o kadar fazla ki fakülte meclisi reisliği için yapılan
oylamada yeterli çoğunluk sağlanamadığı için seçim yapılamamış ve fakültenin vekâleten idaresi kararlaştırılmıştır37.
Hukuk Fakültesi
Hukuk Fakültesi II. Meşrutiyetten sonra en fazla öğrenciye sahip ve
en fazla ilgi gören fakülte idi. Savaşın başında fakülteye kayıtlı yaklaşık iki
binin üzerinde öğrenci bulunmaktadır. Savaş yıllarında Fakülte Reisliği
görevini ifa eden hukukçu Ahmet Selahattin Bey, kendi fakültesinde 1650
gence vesika verdiğini ifade etmektedir. Bu öğrencilerden üç yüz kadarının
döndüğünü bir o kadarının da esir düştüğünü geri kalan binden fazla hukuk
öğrencisinin de cephelerde şehit olduğunu belirtmiştir38.
Yine Erzurum bölgesinde görevli bir polis memurunun aynı zamanda Hukuk 3. sınıf öğrencisi olan Nami Efendi’nin Eylül imtihanlarının yapılıp yapılmayacağını sorduğu dilekçesine 1914-1915 eğitim öğretim döneminde tedrisat
icra edilmediği için imtihanların da yapılmasına imkân olmadığı yönünde cevap verilmiştir39. Bu yazışmalardan anlaşıldığı üzere Hukuk Fakültesi’nde 19141915 dönemi savaş nedeni ile eğitime devam edilememiştir.
Seferberlik emri karşısında bazı öğretim elemanları ve memurlar mazeret
bildirmişlerdir. Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Ticareti Berriye muallimi
“Çok acil” kodlu ve 15 Ağustos 1914 tarihli Maarif Nezareti’nin yazısı için bakınız: BOA, MF. MKT.
1200-27, (1332 N 23).
34
Tıp Fakültesi Reisliği tarafından hazırlanan ve seferberlikten istisna tutulan öğretim elemanlarının
isimleri için bakınız: BOA, MF. ALY. 80-32.
35
Neşet Ömer, Derviş ve Asaf Paşalar gibi meşhur tıpçıların orduda görevlendirilmesi hakkındaki izin
yazıları için bakınız: BOA, MF. ALY. 78-52.
36
37
38
39
BOA, MF. ALY. 77-116.
Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 3, İletişim Yay., İstanbul 2000, s. 261.
BOA, MF. ALY. 82-53, lef 2.
280
Ali Kemal Bey (d. 1295-Selanik), İktisad ve Maliye muallimi Fazıl Bey (d. 1302-Selanik) ve fakülte kâtiplerinden Abdülvahap Efendi (d. 1301-Gostivar),muhacir
olduklarını belirterek askerliklerini tecil ettirmişlerdir40.
Fen Fakültesi
Edebiyat Fakültesi ile birlikte Zeynep Hanım konağında faaliyet gösteren
Fünun Fakültesi Tabiıyat ve Riyaziyat şeklinde iki farklı diploma vermektedir.
1915-1916 eğitim öğretim yılından itibaren yeni teşkilat gereği bölüm sayısı artmıştır. Yeni teşkilat gereği Darülmualimîn-i Âliye’ninyüksek kısım öğrencileri
derslerini Darülfünun Fen ve Edebiyat Fakültelerinde görmekte idiler. Edebiyat Fakültesi ile birlikte ortak pedagojik derslerinde yer aldığı bir program takip
edilmekteydi. Fen ve Edebiyat Fakültesi mezunları genel itibariyle muallimlik
mesleğinde istihdam edilmektedirler. Taşra merkez okullarında azami derecede
öğretmene ihtiyaç olduğu için bu öğrencilerin tahsillerini tamamlamaları teşvik
edilmiştir. Darülmaullimînde yatılı olarak kalan ve seferberlik muafiyetinden
yararlanan öğrencilerin ağırlıkta olduğu bir grup dersleri takip etme imkânı
bulmuştur. Sayıları son derece sınırlı olan bu öğrenciler genelde Rum, Ermeni
cemaatindendir ve bu öğrenciler eğitimlerini tamamlamayı başarmışlardır.
Edebiyat Fakültesi
Ziya Gökalp, Köprülüzade Fuad, Faik Sabri, İsmail Hakkı, Necib Asım,
BabanzadeAhmed, Akçuraoğlu Yusuf, AhmedAğayef, Şemseddin gibi
önemli bilim adamlarını kadrosunda barındıran Edebiyat Fakültesi savaş
yıllarında Laleli’de bulunan Zeynep Hanım Konağı’nda eğitim öğretim faaliyetlerini devam ettirmiştir. Bu dönemde fakülte müdürlüğü görevinde
Mahmud Zarif Bey bulunmaktadır41.
Edebiyat Fakültesi Meclisi zabıt ceridelerinde aslında savaşın etkisini net olarak görebilmekteyiz. 1914 ve 1915 yıllarına ait Edebiyat Fakültesi
Meclis-i Müderrisîn toplantılarının zabıtları kaybolmuş ve kayda geçirilememiştir. Bu yıllara ait bazı toplantıların özetleri verilmiş, bazıları ise hiç
yoktur. Örneğin 21 Şubat 1331 [5 Mart 1916] ile 9 Kanun-ı sani 1332 [22
Ocak 1917] tarihleri arasındaki on aylık dönemin kayıtları bulunmamaktadır. 1332-1333 (1916-1917) ders yılı zabıtlarının bulunduğu sayfanın başına
eklenen “ihtar”da bu kayıplara dair bir açıklama getirilmiş; iki yıllık sürede
zabıtlar zamanında deftere kayıt edilemediği ve bazı müsveddelerin kayıp
olduğu belirtilmiştir42.
40
BOA, MF. ALY. 79-40, lef 1.
Darülfünun Edebiyat Fakültesi hakkında geniş bilgi için bakınız: Mustafa Selçuk, İstanbul
Darülfünunu Edebiyat Fakültesi (1900-1933), Atam Yay., Ankara 2012.
41
42
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.1, 9 Kanun-ı sani 1332.
281
Ekonomik sıkıntılar yayın faaliyetlerini de kesintiye uğratmıştır;
mürekkep yokluğundan dolayı43 Edebiyat Fakültesi Mecmuası ve kâğıt yetersizliğinden dolayı44İçtimaiyat Mecmuası bir süre basılamamıştır. Aynı
şekilde Matbaa-ı Amire’de basılan ders formalarında gecikmeler yaşanmıştır45. Öğretim üyelerinin en temel ihtiyaçları olan kahve ve su ücretleri bile
idare tarafından karşılanamamış ve hocaların maaşlarından otuzar kuruş
kesinti yapılmıştır46. Soğuk kış günlerinde öğretim üyelerine ve fakülte personeline odun kömür yardımı yapılmış, darülemesailerin ısıtılmasında tasarruf yapılması tavsiye edilmiştir47. Avrupa’dan ve diğer ülkelerden sipariş
edilen ders araç ve gereçlerinde gecikmeler yaşanmıştır.
Edebiyat Fakültesinde öğrenciler gibi idareciler, memurlar48 ve öğretim elemanları da silahaltına alınmıştır. Öğretim üyelerinin birçoğu askerlik problemi yaşamış ve cepheye çağrılmıştır. Birçok öğretim üyesi çeşitli
mazeretlerle durumunu tecil ettirmiştir49.
Tarih-i İslam muallimi Halim Sabit Efendi (d. 1299), muhacir olduğu için
muaf tutulmuştur. Arapça muallimi Bağdatlı Fehmi Bey (d. 1288), yaş haddinden tecil edilmiştir. Arapça muallimi Şevket Bey (d. 1288), maluliyetine binaen
Aksaray askerlik şubesinden sağlık raporu almıştır. Tarih-i umumi muallimi
AhmedAğayef (d. 1285-Kafkasya) muhacir olduğu için muaf tutulmuştur. Tarih-i Asrı Hazır muallimi Yusuf Akçura (d. 1299) seferberlik müddetince ihtiyat
erkânı harp yüzbaşılığı rütbesi bulunmakta, “irade-yiseniyye” ile muaf tutulmuştur. Coğrafya müderrisi Faik Sabri Bey (d. 1298), Temmuz 1330-1914 celp
döneminde Üsküdar Ahz-ı Asker Şubesi sağlık kurulundan rapor alarak askerliğini tecil ettirmiştir. Türk Edebiyatı müderrisi Fuad Bey (d. 1306) bedeli nakdi
ödeyerek seferberlikten kurtulmuştur50. Savaşın ilerleyen yıllarında Harbiye
Nezareti öğretim üyelerini takip etmeye devam etmiş ve her daim askerlik
mevzusunu gündeme getirmiştir. 1917 ortalarında Edebiyat Fakültesi mensubu 6 öğretim elemanının durumu Darülfünun’dan sorulmuştur. Bunlardan
Tarih muallimi M. Arif Bey’in Tarih-i Osmani Encümeni vazifesinden dolayı
istisna edildiği, Farsça muallimi Abdulkadir Nuri Efendi’nin ise elinde “ihraç”
tezkiresi bulunduğu belirtilmiş ve bu şahısların öğretim üyesi oldukları için fakülte idaresi tarafından “tecil edilmesi lazım geleceği” ifade edilmiştir51.
43
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.5, 6 Şubat 1332.
44
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.8, 28 Şubat 1334-1918.
45
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.9, 22 Nisan 1334-1918.
46
İDF. EF. MMZD-II, Z.N.2, 16 Kanun-ı sani 1332.
47
BOA, MF. ALY. 114-18, (1336 Ca 28).
48
BOA, MF. ALY. 80-47, (1333 B 22).
49
BOA, MF. ALY. 79-40, (1333 C 20), lef 3.
50
BOA, MF. MKT. 1235-75, (1336 Za 24).
51
BOA, MF. MKT. 1228-119, (1335 Za 9).
282
Maarif Nezareti’nin eğitimin aksamaması için bazı öğretim elemanları
hakkında tecil ve tehir talepleri Harbiye Nezareti tarafından “ahvali hazıranın arz ettiği ehemmiyet hasebiyle caiz görülmemiş” gerekçesi sunularak ret
edilmiş ve öğretim elemanlarının askerlik durumları ile ilgili sık sık çizelgeler hazırlanmış ve silahaltına alınmama nedenleri izah edilmiştir52.
Edebiyat Fakültesinde Kayıtlı Öğrencilerin Durumu
Savaş yıllarında Edebiyat Fakültesi, mali problemleri öğretim üyelerinin
ve idari personelin fedakârlığı ile aşmaya çalışmıştır. Ancak aşılamayan problem; sınıflardaki öğrencilerin giderek azalmasıdır. Bundan dolayı bir süre fakültede öğretim üyelerinden daha az sayıda öğrenci grubu ile eğitimine devam
edilmiştir. Öğrenci yokluğundan dolayı yeni açılan kürsüler boş kalmış, aynı
şekilde Almanya’dan getirilen müderrislerden faydalanılamamıştır.
Savaş başladıktan sonra yüksekokullardaki tüm Müslüman öğrenciler
cepheye koşmuşlardır. Geriye sadece, Gayri Müslim, yabancı ve askerliğe elverişsiz öğrenciler kalmıştır. Darülfünun’a giriş şartlarında yapılan hafifletmelere
rağmen Darülmaullimîn talebesi dışında fakülteye neredeyse hiç öğrenci gelmemiştir. Felsefe Bölümü öğretim üyelerinden M. Emin [Erişirgil] bu dönemde
Felsefe Şubesi’nde sadece iki öğrencinin bulunduğunu belirtmektedir53.
Burada dönemin kayıtlarına sahip ve inceleme imkânı bulduğumuz Edebiyat Fakültesi arşivinde bulunan talebe kayıt ve künye defterlerinden savaşın
fakülteye ve dolayısıyla eğitim sistemine etkilerini açık bir şekilde tespit edebilmekteyiz. Maalesef benzeri kayıtlar diğer fakülte ve okullarda ya mevcut değil
ya da araştırıcıya açık olmadığından karşılaştırma imkânı bulunmamaktadır.
Kayıtlı öğrenci sayılarının giderek azalmasını künye defterlerinden takip edebilmekteyiz. Savaş dönemi mezunları arasında yer alması gereken
1911, 1912, 1913, 1914 ve 1915 girişlilerin künye bilgileri; yaşanan sıkıntıyı en
iyi şekilde ifade etmektedir. Rumî 1327 [1911], 1328 [1912] ve 1329 [1913] yılları
arasında fakülteye kayıt olanların künyesinin tutulduğu Darülfünun Edebiyat
Şubesi Künye Defterinde54; öğrencilere 1’den 74’e kadar numara verilmiş ve fakülteye 74 öğrenci kayıt edilmiştir. Bu öğrencilerden sadece 14 tanesi eğitimlerini tamamlayabilmiştir. Üstelik 14 kişinin dört tanesi de Mütareke döneminde mezun olmuştur. Geri kalan atmış kişinin fakülte ile ilişkisi kesilmiştir. Bu
52
53
BOA, MF. MKT. 1222-13, (1335 Ra 17), lef 4.
M. Emin Erişirgil, “Ziya Gökalp”, Ülkü, Sayı: 55, İstanbul, Kanun-ı sani 1944, s. 2.
Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330) isimli defter; İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Arşivinde
yer alan künye defterleri içerisinde en erken tarihli bilgileri içermektedir. Edebiyat Şubesi için bu defterden daha eskisi bulunmamaktadır. Örneğin II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet devrinin ilk yıllarına ait
verileri içeren defterler yoktur. 1-74 arası kayıtların yer aldığı ve öğrencilere “cedit” [yeni] numaralar
yanında atîk[eski] numaraların da belirtilmesinin sebebi çalışmamızın II. Bölümünde bahsettiğimiz
1911 yılında Darülfünun’da çıkan yangında bazı evrakların zarar görmüş olmasıdır. Bkz, İ.Ü. Edebiyat
Fakültesi Arşivi: Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330), nr. 1-8/4 (15).
54
283
öğrencilerin büyük bir kısmının cepheden dönemediği anlaşılmaktadır. Yine
1912, 1913, 1914, 1915 ve daha sonraki yıllarda fakülteye kayıt olmuş öğrencilerin künyelerinin yer aldığı Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri-II isimli ikinci defterdeki öğrencilerin durumu daha kötüdür. Çünkü 75-94
arasında kayıtlı 20 öğrenciden; sadece bir kişi 1919 yılında mezun olabilmiştir.
Diğer 19 öğrencinin devamsızlıktan dolayı kayıtları silinmiştir. Savaş dönemi
kayıt olan öğrencilerin de yer aldığı bu defterde 75-166 arası numaraların tahsis edildiği toplam 74 öğrenci künyesi yer almaktadır. 74 kişiden yukarıda bahsettiğimiz bir öğrenci de dâhil olmak üzere ancak 20 kişi Mütareke ve Cumhuriyet dönemlerinde mezun olmayı başarabilmiştir. Geri kalan öğrencilerin
devamsızlıktan dolayı kayıtları silinmiştir55.
Bu iki künye defterindeki veriler kısmen eksiktir. Çünkü kayıtlı öğrenci sayılarının daha fazla olduğu istatistik cetvellerinden anlaşılmaktadır.
1913 yılında tüm sınıflarda toplam 266 öğrenci, 1914 yılında ise mezun olanlar çıkartılıp ve yeni gelenler eklendiğinde mevcudun 201 olduğu görülmektedir. Yeni kayıtlar ile birlikte her yıl ortalama iki yüz kadar öğrenci olması
gerekirken bu rakam savaşın yeni cephelere yayılması ile bir anda tek haneli rakamlara kadar gerilemiştir56.
Savaşın son senesi olan 1918’e gelindiğinde Türk Lisaniyatı, Elsine-yiSamiye Lisaniyatı ve Tarih-i Kadim, Avrupa Tarihi, Arabî, Farisî, Fransızca,
Almanca ve İngilizce zümreleri kayıtlı öğrenci olmadığından dolayı açılamamıştır. Sadece Darülmuallimîn talebesine yönelik Fransızca ve Almanca
dersleri devam ettirilmiştir57. Savaş yıllarında fakültenin öğretim elemanı
sayısı yabancı müderrisler ve muavinlerle birlikte altmışı geçmiştir. Bu sayı
Darülfünun tarihi boyunca fakültenin en geniş akademik kadroya ulaştığı
yıllardır58. Ancak ne yazık ki savaş boyunca fakültenin toplam kayıtlı asli
öğrenci ve mezun sayıları bu rakama ulaşamamıştır. Tarihte örneğine az
rastlanacak şekilde bu dönemde; bir eğitim kurumunda akademik personel
sayısı öğrencilerden daha fazla sayıya sahip olmuştur.
Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri-II isimli defterde 1911-1919 arası kayıtlar yer
almaktadır. 130 numaradan sonra sadece çift numaralar erkek öğrencilere tahsis edilmiş, 131, 133, 135
gibi tek numaralar ise farklı bir defterde kız öğrencilere verilmiştir. Bu yüzden 75-166 arası 91 numara
yer alması gerekirken toplam sayı yine 74’dür. Bkz, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Arşivi: Darülfünun Ulum-ı
Edebiye Şubesi Künye Defteri – II (1329-1330), nr. 1-8/5 (16).
55
1913-1914 yıllarında Edebiyat Şubesi’ne kayıtlı öğrencilerin hangi millet ve mezhepten olduklarına
dair ayrıntılı bilgi için bakınız: Mehmet Ö. Alkan, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde
Eğitim İstatistikleri, Ankara 2000, s. 269.
56
Maarif Nezareti her yarıyıl sonunda öğrenci yoklama listelerini fakültelerden talep etmektedir.
Edebiyat Fakültesi müdüriyeti yukarıda adı geçen zümrelerin hiç öğrencisi olmadığını ve diğer zümreler için de derslerin yeni teşkilat gereğince darülmesailerde müderrislerin kontrolünde yapıldığını,
dolayısıyla ayrıca yoklamaya gerek görülmediğini bildirmiştir. 26 Mart 1334-1918 tarihli müdüriyet-i
umumiyenin nezarete yazısı için bkz, BOA, MF. ALY. 115-83, (1336 B 20), lef 2-3.
57
BOA, MF. ALY. 84-54, (1333) lef 1; MF. ALY. 134-126 (1337 Ş 16); MF. ALY. 172-11, (1341 S 12), lef 14;
MF. ALY. 106-35, (1335 L 19).
58
284
Öğrenci yokluğu özellikle Alman müderrisleri konferans vermek, kitap
yazmak gibi farklı alanlarda yoğunlaşmalarını sağlamıştır. Sınıflarda bulunan az sayıdaki öğrencileri bir dershanede toplayıp tüm birinci, ikinci ve
üçüncü sınıflara ortak dersler yapan Alman müderrisler arta kalan zamanlarda darülmesailerinde vakit geçirmişler. Mecliste uzun süren ilmî-teorik
tartışmalara zemin oluşturan Alman müderrisler, toplantılara da eksiksiz
tam kadro katılmayı ihmal etmemişlerdir59.
Sonuç
Savaş yıllarında Darülfünun, akademik kadrolar açısından zenginleşmişse de öğrenci sayıları ve mezunlar açısından son derece zayıf kalmıştır. İdareciler personel maaşlarını ödeyemediği gibi binaların işgalinden ve öğrenci
yokluğundan dolayı eğitime ara vermek zorunda kalmışlardır. Maarif Nezareti
ülkenin tek üniversitesi olma özelliğini koruyan bu kuruma savaş dönemi azami yatırımlar yapmış, özen göstermişti. Özellikle öğretim elemanlarının yurt
dışından istedikleri her türlü eğitim araçları, kitaplarbütünimkânsızlıklara
rağmen tedarik edilmişti. Fen, Edebiyat ve Hukuk olmak üzere üç fakülte, yabancı öğretim üyeleri ile desteklenmiş ve araştırma merkezleri mahiyetinde
olan birçok yeni darülmesai açılmıştı. Darülfünun’da savaş yıllarında yapılan
teşkilatlarla yeni kürsüler ve çalışma alanları ihdas edilmiş ve bilim dalları kurulmuştur. Birçok öğrenci Almanya’ya gönderilmiştir. Darülfünun mecmuaları
bu dönemde yine savaşın ortaya çıkardığı ekonomik zorluklar nedeniyle yayınlarına ara vermiştir. Öğrenci yokluğunu serbest derler, konferanslar ile halka
açılmak suretiyle aşmaya çalışan maarif yetkilileri toplumun ihtiyaçlarına da
bir nebze cevap vermişlerdir. Yıpratıcı bir seferberlik ve savaş halinden sonra
üniversite, uzun yıllar eksikliklerini telafi etmek ile meşgul olmuş, bilimin gelişimi yavaşlamış ve ülkenin istikbali tehlikeye düşmüştür.
Kaynakça
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (İstanbul)
Maarif Nezareti Evrakı
Mektubî Kalemi Belgeleri(MF. MKT)
Tedrisat-ı Aliye Dairesi (MF. ALY)
İstanbul Ünv. Edebiyat Fakültesi Arşivi
Darülfünun Edebiyat Fakültesi Meclis-i Müderrisîn Zabıt Defteri II, (İDF. EF.
MMZD-II )
Darülfünun Edebiyat Şubesi Künye Defteri (1329-1330), nr. 1-8/4 (15).
Darülfünun Ulum-ı Edebiye Şubesi Künye Defteri – II (1329-1330), nr. 1-8/5 (16).
Dönemin Meclis-i Müderrisîn reisi Halid Ziya, müstehzi bir edayla onların “kemal-i sadakatle” meclise
katıldıklarını ifade etmiştir: “Alman müderrisler, başka yapılacak bir işleri olmadığından meclis müzakerelerinde daima kemal-i sadakatle hazır bulunurlardı. Riyaset mevkiinin sağ tarafında bir yarım halka teşkil
ederler ve susarlardı.” H. Ziya Uşaklıgil,Saray ve Ötesi,(Haz. N. Özmel Akın), İstanbul 2003, s.725.
59
285
Araştırma İnceleme Eserler
Ahmed Emin, Turkey in the World War, Yale Unv. Press, New Haven, 1930.
ALKAN, Mehmet Ö.,Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Modernleşme Sürecinde Eğitim
İstatistikleri, Ankara 2000.
ARSLAN, A., SELÇUK, M., NAM, M, Türkiye’nin İlk ve Tek Kız Üniversitesi: İnas
Darülfünunu (1914-1919), İdil Yay., İstanbul 2012.
ARSLAN, Ali,Darülfünun’dan Üniversite’ye, İstanbul 1995.
AYNÎ, M. Ali, Darülfünun Tarihi, İstanbul 1927.
BALTACIOĞLU, İ. Hakkı, Hayatım,(Yay. Haz. Ali Y. Baltacıoğlu), İstanbul 1998.
DÖLEN, Emre, İstanbul Darülfünunu’nda Alman Müderrisler 1915-1918, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2013
EdhemNejad, “Türkiye’de Kız Mektepleri ve Terbiyesi”, Türk Kadını,nr. 11, 17
Teşrin-i Evvel 1334-1918, s. 163-165.
ER, Hamit, Medreseden Mektebe Geçiş Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, İstanbul 2003.
ERDEMİR, Lokman, Çanakkale Savaşı: Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yay., İstanbul 2009.
ERİŞİRGİL, M. Emin, “Ziya Gökalp”, Ülkü, Sayı: 55, İstanbul, Kanun-ı sani
1944.
GENCER, Mustafa, JöntürkModernizmi ve “Alman Ruhu”, 1908-1918 Dönemi
Türk- Alman İlişkileri ve Eğitim,İstanbul 2003.
İHSANOĞLU, Ekmeleddin, Darülfünun: Osmanlı’da Kültürel Modernleşmenin
Odağı, C. I ve II, IRCICA Yay., İstanbul, 2010.
KANSU, NafiAtuf, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme (II. Kitap), İstanbul 1932.
KARATAŞER, Büşra, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Döneminde
İstanbul’un İaşesi”, Kahraman Maraş Sütçü İmam Ünv. İİBF Dergisi, Yıl: 2013, Sayı:
2, s. 97-114.
Maarif-i Umumiye Nezareti, İstanbul Darülfünunu Talimat,İstanbul 1329.
ÖZBAY, Kemal, Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, C. 2, İstanbul
1976.
SABAH, İsmail, “Çanakkale Savaşlarının Eğitim Kurumuna Etkisi (1915-1916)”,
Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yayınlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale 2013.
SAYDAM, Abdullah, “Birinci Dünya Savaşı’nda İstanbul Halkının Geçim Sıkıntısı”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 19, İstanbul 1998, s. 65-77.
SELÇUK, Mustafa, “Darülfünun Edebiyat Fakültesinde Yabancı Öğretim Üyelerinin İstihdamı (1915-1918)”, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, Sayı: 19, Yıl: 2011, s. 57–110.
SELÇUK, Mustafa, İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi (1900-1933),
Atam Yay., Ankara 2012.
T.C. İstanbul Darülfünun Talebe Rehberi, 1340-1341, Yeni Matbaa, İstanbul 1340.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 3, İletişim Yay., İstanbul 2000.
TURAN, Kemal, Türk-Alman Eğitim İlişkilerinin Tarihi Gelişimi,İstanbul 2000.
UŞAKLIGİL, H. Ziya, Saray ve Ötesi,(Haz. N. Özmel Akın), İstanbul 2003, s.725.
ÜNVER, A. Süheyl, Birinci Cihan Harbinde Tıp Fakültesi, İstanbul 1952.
ZENGİN, Zeki S.,Medreseden Darülfünun’a Türkiye’de Yüksek Din Eğitimi, Adana 2009.
286
Özet
Birinci Dünya Savaşı süresi boyunca milyonlarca insanın silahaltına alınması, eğitim kurumlarını olumsuz etkilemişti. Şüphesiz Osmanlı
Devleti’nin tek üniversitesi olan İstanbul Darülfünunu bu topyekün harpten en fazla etkilenen kurumlar arasında yer almıştır. Üniversite mensupları olan öğrenciler, mezunlar, öğretim elamanları, memurlar ve idarecilerinbirçoğu silah altına alınmıştır. Öğrenci yokluğundan bazı bölümler mezun
vermemiştir. Üniversite binaları hastane olarak kullanılmıştır. Bu çalışmada
Darülfünun kendi arşivi ve Osmanlı arşivi belgeleriyle, inceleme araştırma
eserleri kullanılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Darülfünun, harp, eğitim, İstanbul, seferberlik
Abstract
Darülfünun (University) at the Years of the First World War
Recruiting millions of people during the First World War effected educational institutes negatively. Definitely the only university of Ottoman
State namely “Istanbul Darülfünunu” was one of the universitywhich were
mostly affected from this total war. Most of the members of the university
who were students, graduates, instructors, officers and directors were recruited. Some departments could not give any graduate due to absence of
students. Buildings of the university were used as hospitals. In this study
Darülfünunand Ottoman archive documents, examining- researching works
were used.
Key Words: Darülfünun (University), war, education, İstanbul, mobilization.
287
Birinci Dünya Savaşı’nda Sarıkamış Harekâtı Sonrası
Tifüs Salgını ve Erzurum Valisi Hasan Tahsin (Uzer)
Bey’in Bu Kapsamdaki Çalışmaları
Mustafa ŞAHİN*
Giriş: Hasan Tahsin Uzer Kimdir?
Hasan Tahsin Uzer, 29 Ağustos 1877’de Selanik’te doğmuştur. 19 yaşında iken ilk memuriyet görevi olan Pürsiçan Nahiye Müdürlüğü’ne tayin
edilmiştir. Daha sonra sırasıyla Çiç, İkinci defa Pürsiçan, Ağustos nahiyeleri
müdürlüklerinde bulunduktan sonra Yenice-i Vardar Kaymakam Vekilliği, Razlık, Gevgili, Florina, Kesendire ve Selanik Merkez kaymakamlıkları
görevlerini ifa etmiştir. 1910’da atandığı Drama Mutasarrıflığı görevinden
1912’de azledilmiş, yine aynı yıl Beyoğlu Mutasarrıflığı’na tayin edilmiştir. Bu görevinde iken Bursa Vali Vekilliği’nde görevlendirilmiştir. 9 Nisan
1913’te -önce vekâleten- Van Valiliği’ne atanmıştır.
Hasan Tahsin (Uzer) Bey, 5 Ekim 1914’te Erzurum Valiliğine atanmış,
bu görevini Suriye Valiliğine atandığı 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür. İki yıla yakın kaldığı Erzurum Valiliği görevinde önemli icraatlara imza
atmıştır. Doğu Cephesi’nde 3’üncü Ordu’nun iaşesi ile meşgul olmuş, Ordu
İaşe Komisyonu Başkanlığı yapmıştır. Salgın hastalıklarla mücadele etmiş,
Ermenilerin göç ettirilmesinde önemli roller üstlenmiştir. Daha sonra merkezi Şam’da olan Suriye Valiliği’ne tayin edilen Tahsin Bey, 1918 yılında Aydın Valiliği’ne atanmış aynı yıl valilikten azledilmiştir.
1919’da Osmanlı Meclisi Meb’usanı’na İzmir Milletvekili olarak seçilmiştir. 1920’de Malta’ya sürgüne gönderilen Tahsin Bey, Malta dönüşünde
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Birinci Dönem İzmir Milletvekili olarak katılmıştır. İkinci Dönem’de Ardahan, Üçüncü Dönem’de Erzurum, Dördüncü
Dönem’de Konya, Beşinci Dönem’de Erzurum Milletvekili olarak Meclis’te
bulunmuştur. Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer almış, partinin “kazasız belasız” lağv edilmesinde önemli “katalizör rol” oynamıştır.
1935 yılında Üçüncü Umumi Müfettişlik görevine atanan Tahsin Bey, bu görevi sırasında 3 Aralık 1939’da İstanbul Nişantaşı’nda vefat etmiştir1.
*Dr., Per. Yb., Harp Akademileri Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAREN) Müdürlüğü, msahin3@
harpak.edu.tr ve [email protected].
1
Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Şahin, Hasan Tahsin Uzer’in Mülki İdareciliği ve Siyasetçiliği, Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Erzurum, 2010, s. 1-349. (Basılmamış Doktora Tezi); Ayrıca bkz.
Mustafa Şahin ve Cemile Şahin, “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer) Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 10, Sayı:
22, (2011-Bahar), ss. 33-45.
289
Hasan Tahsin Bey’in Erzurum Valiliğine Atanması ve Göreve
Başlaması
Erzurum Valiliği’ne Tahsin Bey’in tayini hakkında 4 Ekim 1914’de düzenlenen Sadaret tezkeresinde “Erzurum Vilayeti Valiliği’ne ehliyet ve liyakatine binaen2 Van Valisi Tahsin Bey’in naklen tayini” önerilmiştir3. Bu atamaya ilişkin, 4 Ekim 1914’de düzenlenen Meclis-i Vükela mazbatasında ise
“Erzurum Valiliği’ne Van Valisi Tahsin Bey’in tayininin uygun görüldüğü”
kararı bildirilmiştir4. 5 Ekim 1914 tarihli irade-i seniyyede “Erzurum Vilayeti Valiliği’ne Van Valisi Tahsin Bey’in tayini, Meclis-i Vükela kararıyla tensip
edilmiştir”5 denmiştir. Tahsin Bey, bu atama emirleri sonrası 5 Ekim 1914 ila
3 Kasım 1914 arasında “nakline mebni açık” kalmış ve bu süre içerisinde yeni
görevine katılmıştır6. Tahsin Bey, 4 Kasım 1914’de Van’dan Erzurum’a gelerek görevine başlamış, bu görevini 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür.
Bu görevi sırasında, 15.000 kuruş7 maaş almıştır8.
Tahsin Bey hatıralarında; Erzurum Valiliğine atanması sonrası Van’dan
Erzurum’a yaptığı yolculuğu şöyle ifade etmiştir: “Van`dan Erzurum`a gelirken, yolumuzda Rus Kazakları da Pasinler ovasına akın ediyorlardı. Azrail’le
pençeleşe pençeleşe, güçlükle Erzurum`a gelebildik”9.
Erzurum Valiliğine atanan Tahsin Bey’in ilk icraatlarından birisi; dâhil
olduğu Teşkilat-ı Mahsusa ile birlikte Orduyu, Sarıkamış Harekâtına teşvik
etmek hatta zorlamak olmuştur. Döneme ait hatıralarını kaleme alanlar
Doğu Cephesi’nde en çok Teşkilat-ı Mahsusa’nın, dolayısıyla İttihatçıların
aşırı müdahalesinden yakınmışlardır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın Doğu Cephesi
sorumlusu olarak faaliyet gösteren Dr. Bahaettin Şakir Bey’in askerlik uzmanlığından uzak raporlar düzenleyerek kolordu komutanlarını emekliye
Tahsin Bey’in bu atama öncesi Erzurum Valiliği için gösterdiği liyakat; Osmanlı’dan beri bütün valilerin irdelendiği Meşhur Valiler, 50 Ünlü Vali adlı eserde de vurgulanmıştır. Bkz. Hayri Orhun, Celal
Kasaroğlu, Mehmet Belek, Kazım Atakul, 50 Ünlü Vali, Meşhur Valiler, İç İşleri Bakanlığı Merkez Valileri Bürosu Yay., Ankara, 1969, s.516; Tahsin Bey van valiliği sırasında çok önemli başarılara imza atmış,
burada şekaveti kurutarak vergi meselesini düzene koymuştur. Eğitimde önemli atılımlar yapmıştır,
(Mahir Aydın, “Savaşın Bitirdiği Doğu Açılımı: Tahsin (Uzer) Bey’in Van Valiliği (1913/1914)”, Deutschtürkische Begegnungen Alman Türk Tesadüfleri, Kemal Beydilli’ye Armağan, (Editör: Hedda ReindiKiel, Seyfi Kenan), Ebvarlag Yay., Berlin, 2013, ss. 538-570.
2
3
BOA, İ..MMS., (İradeler. Meclis-i Mahsus), Dos. 187, No. 1332 Za-05.
4
BOA, MV. (Meclis-i Vükelâ Mazbataları), Dos.237, No.14.
5
BOA, İ..MMS., Dos. 187, No. 1332 Za-05.
6
İç İşleri Bakanlığı Arşivi, Vali Hasan Tahsin Uzer’in Özlük Dosyası, Dosya (Sicil) Nu.:1222.
7
Belgede lira olarak belirtilmiştir, ancak doğrusu kuruş olması gerekmektedir.
İç İşleri Bakanlığı Arşivi, Vali Hasan Tahsin Uzer’in Özlük Dosyası, Dosya (Sicil) Nu.:1222; Fahri
Çoker, Türk Parlamento Tarihi Millî Mücadele ve T.B.M.M. I. Dönem 1919 –1923 III. Cilt I. Dönem Milletvekillerinin Özgeçmişleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları No: 6, Ankara, 1993, s.517–518.
8
Tahsin Uzer, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara,
1979, s336.
9
290
ayırtması yerine gelecekler konusunda tavassutta bulunması Ordu kademelerinde tepki ile karşılanmıştır. Bu konuda Ali İhsan Paşa’nın tespitleri
önemlidir: “Kafkas Cephemizde Azap Savaşı’ndan sonra, taarruzdan vazgeçilerek savunmaya geçildiği zaman, gerek Almanlar tarafından ve gerek İttihat
ve Terakki’nin sivil erkânı, valileri, genel merkez üyeleri, Teşkilatı Mahsusa’ya
memur olan sorumsuz bazı şahıslar tarafından Üçüncü Ordu’nun üst rütbeli
askerleri ve komutanları aleyhinde bir takım entrikalar çevrilmeğe, şikâyetler
yapılmağa başlandı”. Kasım ayının son haftasında Albay rütbesi ile Onuncu Kolordu Komutanı olarak Erzurum’a gelen Hafız Hakkı Bey (sonradan
Paşa olmuştur), Enver Paşa’ya, taarruzu öngören raporlar göndermeğe başlamıştır10. Oysa kış geçinceye kadar Erzurum’un doğusunda kalıp savunma
yapmak ve ilkbaharda da taarruza geçmek genel görüştür. Fakat Erzurum
Valisi Tahsin, parti genel merkezinden Teşkilatı Mahsusa Başkanı Bahaeddin Şakir Beyler, Enver Paşa’ya subayların taarruzdan yana olduğunu, büyük
komutanların işe yaramadığını, cesur komutanlar işi ele alırlar ve iki kolordu da Batum’a çıkarılırsa Kafkasya’nın ele geçirilebileceğini bildirmişlerdir.
Van Valisi Cevdet ve Trabzon Valisi Cemal Azmi Beyler11 de buna paralel şifreler göndermişlerdir12.
Bu gelişmeler üzerine Başkomutanlık, taarruz etmeyi kararlaştırmıştır.
Enver Paşa, 6 Aralık 1914’te Yavuz Zırhlısı ile Trabzon üzerinden Erzurum’a
yola çıkmıştır. 13 Aralık’ta Köprüköy’e gelerek 3’üncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa ile genel değerlendirme yapmıştır. 23 Aralık 1914’te taarruza
geçilmiş, taarruz devam ederken Enver Paşa, Hasan İzzet Paşa’yı görevden
alarak komutayı kendisi devralmıştır. 29 Aralık 1914’te harekâtın sekteye uğraması üzerine 6 Ocak 1915’te geri çekilme emri verilmiştir. 7 Ocak
1915’te geri çekilme başlamış, 10 Ocak 1915’te Ordu Karargâhı Hasankale
(Pasinler)’de konuşlanmıştır. Enver Paşa 3’üncü ordu Komutanlığını 3 Ocak
1915’te Mirliva (Tuğgeneral) rütbesine terfi etmiş olan 10 Ocak 1915’te Hafız
Hakkı Paşa’ya devrederek Erzurum’dan ayrılmıştır13.
Erzurum Valisi Tahsin Bey’in bu harekâtta ve bütün savaşın içindeki en
önemli görevi, Ordu’nun erzakını temin görevi olmuştur. Ordu’nun erzakını temin etme sorumluğu ve sevkine yardımcı olunmasına ilişkin 9 Kasım
1914 tarihli şifre telgraf, “Erzurum Valisi Tahsin Bey Efendi’ye Şifre” hitabı
Aslında Albay Hafız Hakkı Bey, Başkomutanlık karargâhında iken Genelkurmay İkinci Başkanı olarak
Sarıkamış Taarruzunu öngören harekât planını hazırlamıştır.
10
Bu üç vali, (Tahsin, Cevdet ve Cemal Azmi Beyler) daima ortak hareket etmişlerdir. Daima birbirlerine
referans olmuşlar, cephe gerisinde ve cephede aktif rol almışlardır.
11
Necdet Öklem, 1. Cihan Savaşı ve Sarıkamış, Bilgehan Basımevi, İzmir,1985, s.57–58; Şahin, a.g.t., s.
114.
12
Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005,
s.25-26.
13
291
ile “Dâhiliye Nazırı Talat” imzası ile gönderilmiştir. Şifre, “Bugün hepimizin vazifesi ordunun erzakını temin etmek olduğundan bu hususta kimseye
merhamet etmeyiniz” cümlesi ile son bulmuştur14. Aynı tarihte Mamüretü’laziz, Diyarbakır, Sivas ve Trabzon Vilayetlerine gönderilen şifre telgrafta
bu erzak konusunda Tahsin Bey’in koordinatör tayin edildiği ve onun talimatlarına uyulması gerektiği bildirilmiştir15. Tahsin Bey’in lojistik görevlerine ilişkin 3’üncü Ordu Kurmay Başkanı Binbaşı Felix Guse, şu tespitlerde
bulunmuştur: Seferberlik sırasında “Erzurum’un güçlü valisi Tahsin Bey”
orduya gerekli olan malzemeyi hazırlamış ve ordu emrine vermiştir. Bu malzeme Erzurum’da orduya teslim edilmiş ve savaş sırasında devam etmiştir16.
Erzurum’da Tifüs Salgını
Böylece 22 Aralık 1914 - 15 Ocak 1915 tarihleri arasında cereyan eden
Sarıkamış Harekâtı, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Harekât neticesinde çok
büyük insan kaybı ile birlikte, salgın hastalıkları da beraberinde şehirlere
getirmiştir. Bu salgın hastalıklardan17 en önemlisi tifüstür18. Ölümlerin ve
hastalıkların çoğu lekeli humma da denilen tifüsten kaynaklanmıştır. Bitlenme ile oluşan ve yayılan bu hastalık; halsizlik, kusma ve zayıflık ile kendini göstermiş, nekahet dönemi uzun sürmekle birlikte büyük çaplı ölümlere
sebebiyet vermiştir.
Sarıkamış Harekâtı sonrası, 3’üncü Ordu’nun geri çekilmesi ile cephede
hastalanan askerler, hastalığı şehir merkezlerine taşımışlardır. İleri harekâttan geri dönen ordunun karargâhının Erzurum’da konuşlanması ile hastalıklı
dönen askerlerin getirdiği hastalıklar haklı da önemli ölçüde etkilemiştir. Erzurum’da özellikle tifüs hastalığı hem acı çektiren hem ölüme götüren en büyük faktörlerden biri olmuştur. Raporlara göre 1915 yılı için Erzurum’da her
14
BOA, DH.KMS., Dos.29. Gömlek Nu:7.
15
BOA, DH.KMS., Dos.29. Gömlek Nu:7.
Felix Guse, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki Muharebeler, (Çeviren: Yarbay Hakkı (Akoğuz), Yayına Hazırlayan: Alev Keskin), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2007, s. 5.
16
Savaşlar esansında ve sonrasında salgın hastalıklar önemli zayiatlara neden olagelmiştir. 1877-1878
Osmanlı Rus Savaşı (93 Harbi)’nda da benzer durumlar görülmüştür. 93 Harbinde gönüllü olarak
Erzurum’da bulunan İskoç tıp doktoru James Denniston yazdığı mektuplarda; “Öte yandan tifüs salgını askerler ve siviller arasında yayılıyor. Resmi kaynaklara göre Ekimden bu yana ölen asker sayısı
9500’dür.” ifadelerine yer vermiştir, (Kamil Aydın, “Erzurum’dan İki Mektup”, Mina Aylık Kültür Fikir
ve Sanat Dergisi, Sayı: 25, Şubat 1992, ss. 8–10).
17
Tifüs (lekeli humma): hastalık, akut tifüslü insanların kanını emerek infekte olan insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Herhangi bir hayvan kaynağı yoktur. Belirtilerin başlangıcı
değişkendir ancak daha çok ani başlar ve ilk belirtiler; baş ağrısı, titreme, yüksek ateş, takatsizlik, öksürme ve şiddetli kas ağrısıdır. 5-6 gün sonra, ilk önce vücudun üst bölümünde başlayan ve daha sonra
yüz, avuç içi ve ayak tabanı hariç vücudun her yerine sıçrayan cilt kabarıkları (koyu benekler) görülür.
Özel tedavi uygulanmazsa, vaka ölüm oranı %40’lara çıkabilir. Tedavi çoğunlukla antibiyotiklerle yapılır, (Hastalık Terimleri Sözlüğü, http://hastalik.terimleri.com/tifus.html, (Erişim tarihi: 24.10.2014).
18
292
gün yaklaşık 200 kişi tifüsten dolayı hayatını kaybetmiştir. 3’üncü Ordu birliklerinden ise aynı yıl tifüsten ölüm sayısı 4.377 olmuştur. Savaşın sonuna kadar
3’üncü Ordu’da tifüsten ölenlerin sayısı 7310’a ulaşmıştır. Tifüsten hastalık ve
ölümler sonrası Erzurum’da toprağın donması nedeniyle cesetler defnedilememiştir. “Ancak köpekler karları eşeleyerek cenazeleri parçalamışlardır. Acı
gerçek karlar eriyince ortaya çıkmıştır”19. 3’üncü Ordu’da tifüs hastalığına yakalananlar ile hastalığın tesiri ile ölenlerin miktarı ile ölüm oranı şöyledir:20
Senesi
Hastalığa yakalanan
Ölüm
Ölüm oranı
1915 (10 ay)
1916
9.489
4.377
%46
6.641
2.060
%31
1917
2.912
791
%27
1918 (9 ay)
577
82
%14
Toplam
19619
7310
%37 (Ortalama)
3’üncü Ordu’da bitin sebebiyet verdiği humma-i racia (dönek ateş) hastalığına yakalananlar ile hastalığın tesiri ile ölenlerin miktarı ile ölüm oranı
şöyledir:21
Senesi
Hastalığa yakalanan
Ölüm
Ölüm oranı
1915 (10 ay)
13.600
4.678
%34
1916
8.382
1.592
%19
1917
3.821
453
%12
1918 (9 ay)
1.095
50
%5
Toplam
26.898
6.773
%25 (Ortalama)
Birinci Dünya Harbi süresince 3’üncü Ordu birliklerinden bulaşıcı hastalıklardan ölenlerin sayısı: 19.722’dir. Bunların 14.083’ü bit menşeli tifüs ve
humma-i raciadır. Bit menşeli ölümlerin, toplam salgın hastalıklara oranı
%71’dir. Diğer %29 ölümler ise tifo ve dizanteri kaynaklıdır. Tifo ve dizanteri
kaynaklı ölümlerin sayısı ise 5639’dur.
Tifüs hastalığı üzerine Erzurum Konsolosu raporunda “1915 yılı için
Erzurum’da lekeli tifüsün çok yaygın olduğunu ve her gün yaklaşık 200 kişinin
19
Mustafa Karatepe, “3’üncü Ordu’da Tifüs Salgını”, Posta Gazetesi, 26 Aralık 2009.
Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3. Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s. 776-777.
20
Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3. Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993, s. 777.
21
293
öldüğünü” belirtmiştir. “Trabzon’a Erzurum’dan hasta askerlerin getirildiğini, bu sebeple hastalığın yaygınlaştığını ve şehirdeki bütün hastanelerde lekeli
tifüs hastalarının bulunduğu” belirtilmiştir. Ayrıca Hastalığın boyutunun çok
yükseldiği ve bu nedenle 900 ile 1000 askerden günlük 30 ile 50 arasında ölüm
vakası olduğu ve hastalığın sivil halka da bulaştığı” raporu verilmiştir. Bu durum karşısında tedbirler alınmış ve İstanbul’dan aşı maddesi getirilerek sağlık görevlilerince aşılama yapılmıştır. Alınan tedbirler ve aşılama sayesinde
hastalığın daha da yaygınlaşması önlenmiştir22.
Hastalıklar ve ölümler hakkındaki dönemin subaylarından E.Kur.Alb.
Mehmet Arif Baytın’ın anlattıkları ilginçtir: “Ölümler o kadar çoğalmıştı ki,
İmamlar ölü yıkamaya yetişemiyordu. Cenazeler birbiri üzerine istif edilerek sıra bekleniyordu. 8-10 bin askerin bakımı, 20- 25 hekime kalmıştı” demektedir23. 3’üncü Ordu tabiplerinden Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman),
Bey’e göre; hekim sıkıntısı ve salgın hastalıklar sonrası subaylar, erat ve halk
müşkül vaziyette kalmıştır. Dr. Derviş Bey, vaziyetin zorluğunu hatıratında
şöyle dile getirmiştir: “Tifüsten sonra memleket korkunç bir şekil aldı. Bütün
köy ahırları ve samanlıkları ölülerle doldu. Askerler o kadar bitlenmişti ki kırmakla, kaynatmakla başa çıkılamıyordu. Doğrudan doğruya bitlerin saldırısı
ile ölenler vardı. Kısacası bitsiz yer kalmamıştı. Ancak ölüler bitsizdi. Çünkü
ceset soğuyunca bitler derhal kaçışıyordu…”. Her taraf buzdan taş kesildiğinden, mezar kazdırıp defnetmek mümkün olmamıştır. Hastane kapılarının
önü cenazelerle dolmuştur24. Mareşal Fevzi Çakmak durumu şöyle ifade etmiştir: Sağlık sisteminin yetersizliği sebebiyle; “ölüler çadırlarda odun yığını
gibi yığılıyordu. Bu durum, ordunun ve halkın maneviyatını kırıyordu”. Tifüs,
1916 Mayıs ayının ortalarında kontrol altına alınmıştır. Tifüs, Rus Ordusu’nu
da “kırıp geçirmiştir”. Tifüsten Türkler, 35.000 kadar, Ruslar ise “Larcher ve
Moslofski’nin ifadelerine göre” 100.000 kadar kayıp vermiştir25.
Ordunun dezenfeksiyonu için Sivas Menzil Mıntıka Baştabibi Dr. Ahmet Fikri tarafından “bir nevi etüv tarif ve buğu sandığı adını verdiği” bir
cihaz buluşu yapılmıştır. Buğu sandığı, bir kazan ile bir sandıktan ibarettir.
Bu sandık sayesinde hastaların bitlerden arındırılması ve bu maksatla da kıyafetlerin etüvlenmesi sağlanmıştır26.
Ramazan Çalık ve Muzaffer Tepekaya, “Birinci Dünya Savaşı Esnasında Anadolu’daki Salgın Hastalıklar ve Ermeniler”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 16, Konya 2006, 205-228, s.207.
22
Arif Baytın, İlk Dünya Harbinde Kafkas Cephesi, 29 Tümen ve 3 Alay Sancağı (Hatıralar), Vakit Matbaası, İstanbul, 1946, s.118-135; Şahin, a.g.t., s. 132.
23
Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), Bir Doktorun Harp ve Memleket Hatıraları, (Derleyen: (E) Prof.
Tbp. Kd.Alb. Metin Özata), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2009,
s. 97, 98.
24
Mareşal Fevzi Çakmak, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi Harekâtı-1935 Yılında Harp Akademisinde Verilen Konferanslar,(Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik v.d.), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2005, s. 74, 136, 162, 248.
25
H. Zafer Kars,”Tifüs, Bit ve Dr. Ahmet Fikri’nin Buğu Sandığı”, Tıp Dünyası İnternet Sitesi, http://
www. ttb.org.tr/ TD/TD82/7.html, (Erişim tarihi: 26.10.2014).
26
294
Tifüs hastalığı ile aynı zamanda Hilal-ı Ahmer Heyeti tarafından da
mücadele edilmiştir. Erzurum’da Hilal-i Ahmer Heyeti’nin başında önce Dr.
Mehmet Emin Bey bulunmuş, bilahare o ayrıldıktan sonra da Dr. Server Kâmil Bey tayin edilmiştir. Hilal-i Ahmer Heyetinden de üç doktor ile iki hastabakıcı tifüsten hayatını kaybetmiştir. Hilal-i Ahmer Heyeti, 1915 senesi Ocak
ayı sonuna kadar faaliyetini sürdürmüştür. Hastane laboratuarında açılan
kursta ordunun ihtiyacı için bakteriyolog yetiştirilmeye çalışılmıştır27.
Salgın hasatlıklar sonrasında; Askeri tabipler ile mülki ve sivil tabiplerin
bir araya gelerek beraber mücadele edilmesi ve hastalıklara karşı birlikte çözüm geliştirilmesi emri verilmiştir28. Erzurum Valisi Tahsin Bey, gönderdiği
raporlarda; 22 Aralık 1914 tarihinde başlatılan ileri yürüyüş ve taarruz harekâtı sonrası Ordu Karargâhının yine Erzurum’a geri döndüğünü, Erzurum’a geri
dönenlerin beraberinde salgın hastalıkları da getirdiğini tifüs, dizanteri ve
hummanın şehir halkında da birçok kişiye sirayet ettiğini belirtmiştir.
Erzurum Amerikan Mektebi Hastanesinde görev yapan Dr. Nazım Şakir
Bey hatıralarında “Harbin başlamasından bir hafta sonra hastanenin 300 yatağının dolduğunu, berbat bir bakım ve tedavi örneği verdiklerini, otoklav olmadığından derhal ve bolca bitlendiklerini, Şehirde tifüsün bir afet halini aldığını, hastalara yetişilemediğinden mektepten yeni çıkan 1914’lü genç doktorların Erzurum’a
geldiğini ve çok genç ve tecrübesiz olduklarından tifüse yakalandıklarını, tifüsün
tüm şehirde vahim seyrettiğini ve tifüse yakalananların %70’inin öldüğünü ancak
iyi bakılanlar ve bünyesi pek kuvvetli olanların kurtulabildiklerini” belirtmiştir29.
3. Üçüncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa’nın Tifüsten Ölümü
Üçüncü Ordu’nun geri harekâtı sonrası tifüsten Ordu Komutanı Hafız
Hakkı Paşa’da vefat etmiştir. Hafız Hakkı Paşa hastalığına ilişkin ayrıntıları
hatıratında şöyle anlatmaktadır: “10 Ocak 1915: Hava güzel, ben hastayım. Derece-i hararetim 37,5. Her tarafım ağrıyor. Vaziyet yine sakin... 150 hastanın 40’ı
sağlam, orduya sevk. Köprüköy fena. Yaralılara maaşlarına mahsuben 10 kuruş verdirdim. Bilhassa yaralı çavuşların Erzurum’a sevkini emrettim”30. Hafız
Hakkı Paşa’nın ölümünü, o sırada Ordu Karargâhı’nda görevli Albay Aziz SaMesut Çapa, Kızılay (Hilâl-İ Ahmer) Cemiyeti (1914-1925), Türkiye Kızılay Derneği Yay., Ankara,
1989, s. 82.
27
Mehmet Temel, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt:3, Sayı:8, (1998),
329-348, s.330.
28
Mustafa Karatepe, “I. Dünya Savaşı Yıllarında Tifüs Aşısı Uygulanmasında Türk Hekimlerinin Rolü”,
Mikrobiyoloji Bülteni, Sayı: 42, Yıl: 2008, 301-313, s. 304-305.
29
Murat Bardakçı, “Sarıkamış’taki Büyük Felâketin Sorumlusu Hafız Hakkı Paşa’nın Pişmanlık Günlüğü”, Habertürk Gazetesi, 23 Aralık 2012, http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/805664sarikamistaki-buyuk-felaketin-sorumlusu-hafiz-hakki-pasanin-pismanlik-gunlugu, (Erişim tarihi:
30.10.2014).
30
295
mih Bey, ayrıntılarıyla aktarmaktadırlar; “Hafız Hakkı Paşa31, 3 Şubat 1915’te
yemek esnasında dedi ki: ‘Bakınız, ben bugün hastayım. Fakat yemek yiyeceğim
ve yatmayacağım’. 5 Şubat 1915 sabahı ikametgâhının önünde gördüm. Dedi ki:
‘Ben hasta oldum fakat yatmadım, Erzurum’a gidiyorum. Tahsin Bey (Vali)’de
birkaç gün istirahat edeceğim32. Üç gün sonra gelirim’. İbrahim Tali Bey’le33 beraber Erzurum’a gittiler. 8 Şubat 1915’te İbrahim Tali Bey geri geldi. Paşa’nın ve
Yaver Halet Bey’in hastalığı, tifüs imiş. Hafız Paşa, 11 Şubat 1915’te İbrahim Tali
Bey ile Erzurum’dan telefonla görüştü. Paşa’nın hastalığı iyice artmıştı. Akşam
üzeri 11’inci Kolordu Komutanı Galip Paşa Ordu Komutanlığı Vekâletine geldi. 11
Şubat’ı 12 Şubat 1915’e bağlayan gece beni telefonla uyandırdılar. Telefona gittim.
Menzil Müfettişi Avni Paşa, Hakkı Paşa’nın saat 14.30’da vefat ettiğini ve nereye defnolunacağının, Galip Paşa tarafından Enver Paşa’dan sorulmasını söyledi.
Galip Paşa’nın odasına giderek uyandırdım. Söyledim. Çok üzüldü. Ağladı. Hâlbuki Hafız Hakkı Paşa’ya epeyce kızgın olduğunu biliyordum. 12 Şubat 1915’te
merhumun Erzurum’da defnolunması için Enver Paşa’dan cevap geldi. Galip Paşa
ve karargâhtaki subaylarla Erzurum’a gittik. Kars Kapısı’nda34 toprağa verdik”35.
Hafız Hakkı Paşa’nın son günlerinde beraber bulunmuş olan 3’üncü
Ordu tabiplerinden Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman) Bey, bir hatırasını şöyle aktarmıştır: “Hafız Hakkı Paşa, son gecelerinden birisinde İstihkâm
Bölüğü ile ormanda kalmıştır. Karlar üstünde ağaca yaslanmış, etrafında subaylar toplanmış oturuyordu. Gecenin ilerleyen saatlerinde Saray’dan eşi sultan hanımdan sağlık durumunu soran telgraf almış, gereken cevap verilmişti.
Ancak Paşa, sarayı, sultanı unutmuş, gözlerini karanlıklara dikmiş, derin bir
düşünceye dalmıştı”36.
Sarıkamış Harekâtı, Ordu Harekât Planları’nın hazırlayıcısıdır. Ordu Komutanı harekâtın başlangıcında Hasan İzzet Paşa’dır. Taarruz safhasında bir ara komutayı Enver Paşa devralmıştır. Hafız Hakkı
Paşa, 19 Aralık 1914’te başlayan harekâtın içerisinde, Albay rütbesi ile 10’uncu Kolordu Komutanı’dır.
10 Ocak 1915’te 3’üncü Ordu Komutanlığı’nı Enver Paşa’nın emriyle teslim almıştır. 12 Şubat 1915’te tifüsten vefat etmiştir.
31
Erzurum Valisi Tahsin Bey’in Hafız Hakkı Paşa ile ilişkileri çok samimi bir boyuttadır. “Paşa’nın ölümünde son nefesine kadar yanında olmuştur”, (Yelda Cumalıoğlu, “Tahsin Uzer’in Torunu Mediha Çilingiroğlu Söyleşisi” Gerçek Gündem Gazetesi, 18 Mayıs 2009; Şahin, a.g.t., s. 116).
32
Askeri tabip. Atatürk ile yakın ilişkileri olmuştur. Trablusgarp’ta beraber mücadele etmişlerdir. 19
Mayıs 1919’da Samsun’a çıkan Müfettişlik Karargâhı içerisinde yer almıştır. Cumhuriyet döneminde,
Varşova Büyükelçiliği’ne atanmış, milletvekilliği yapmıştır.
33
Kars Kapısı şehitliğini, Kazım Karabekir Paşa kendisinin yaptırdığını ifade etmektedir. Defnin yapıldığı sırada daha basit bir şekilde Gümüşlü Kümbet yanına Hafız Hakkı Paşa’nın defnedildiği, daha sonra
ise Kazım Karabekir Paşa tarafından daha mamur bir hale getirildiği değerlendirmesi yapılabilir. Daha
sonra yine Kazım Karabekir Paşa tarafından Karskapısı Şehitliği’ne, 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te şehit
edilen Ahmet Cemal Paşa ve yaverleri de defnedilmiştir, (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları,
(Sadeleştiren: Faruk Özerengin), Timaş Yay., İstanbul, 1991, s.10; Şahin, a.g.t., s. 117).
34
Aziz Samih İlter, (Yayına Hazırlayanlar: Zekeriya Türkmen, Elmas Çelik), Birinci Dünya Savaşı’nda
Kafkas Cephesi Hatıraları, Gnkur. ATASE Yay., Ankara, 2007, s.31-32; Şahin, a.g.t., s. 117.
35
36
Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), a.g.e., s. 91.
296
Hafız Hakkı Paşa’nın 12 Şubat 1915’te tifüsten vefat etmesinden sonra
3’üncü Ordu Komutanlığına Mahmut Kamil Paşa37 tayin edilmiştir. Salgın
hastalıklar üzerine, hükümet tarafından Erzurum Vilayeti’nin sivil-asker
sağlık işlerini beraber yürütmek üzere 14 Mart 1915’te Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey’i görevlendirmiştir. Ordu Kumandanı Mahmut Kamil Paşa ve Erzurum Valisi Tahsin Bey de bu işlerin yoluna konulması adına büyük çabalar
içerisine girmişlerdir38.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 21 Şubat 1915 tarihinde Tercan’dan “Dâhiliye Nazırı Talat Beyefendi Hazretlerine” hitabıyla gönderdiği şifre telgrafta;
Hafız Hakkı Paşa’nın ölümü sonrası, “Cenabı Hak size afiyet ve muvaffakıyet
ihsan eylesin. Vefatından dört gün evvel, ‘Allah Tal’at’ı bağışlasın bu olmasa
biz askerler bile muvazeneyi kaybederiz’ diyordu. Ne yapalım takdir böyle.
İnşaallah güzel günler, güler yüzler göre idiniz (göreydiniz). Şehid-i müşarünileyh için burada bir abide yapmak niyetindeyim. Ruslardan alınan topların
merkad-ı mübareklerinin… parmaklıklarını yapalım beş metre irtifaında bir
sütun yapmak ve taşa tercüme-i halini hülasa etmek isterim. Tahmin ederim ki
masarif 1000 liradır. Bunu buradan tedarik edeceğim. Yalnız bir lütuf buyurunuz, Mahmut Kamil Paşa geliyor. Allah muvaffak etsin, bilmem ki merhumun
yerini tutabilecek mi? Çünkü burada ordu yoktur. Vaziyet bir yed-i kudrete
muhtaçtır. Şimdilik en büyük derdimiz hastalıktır. Doktorları en kıymettar
arkadaşlarımızı götüren bu zalim tifüs, koleradan beter bir şeymiş. Mahza
bütün kuvvetimizle mübarezeden hali kalmıyoruz bir iki gündür Erzurum da
iyiliğe yüz tuttu. Olmadı Hasankale daha ağırdır. İstanbul’da her sokak başında sivil doktorlar var idi bunların kırk, ellisini toplayıp alıp gönderirseniz iyi
olur. Sağ kalan doktorlarda da hal kalmadı. Bunlara da biraz nefes aldırmış
oluruz. Allah için fedakârlıkla çalıştılar. Saniyen erzak meselesi de mühimdir.
Erzurum’da alınacak bir şey kalmadı. Artık ordunun idaresi, civar vilayetlerin
duş-ı hamiyyetine düşüyor. Bitlis’in ma’dası alelade çalışıyor. Artık yollar müsaade ediyor. Bu vilayetler himmet-i gayreti tezyid etmezlerse ordunun iaşesi
zor olacaktır. Ahvali umumiyemiz bu haldedir. Ne oluyoruz ne olacağız. Ara
sıra malumat ita buyurursanız, neşat-ı kalp görmüş oluruz, ta’zimen.” ifadelerine yer vermiştir39.
Mahmut Kamil Paşa, 12 Şubat 1915’de tifüsten vefat eden Hafız Hakkı Paşa’nın yerine tayin edilmiştir.
23 Şubat 1916’da Erzurum Kalesi’nin Ruslar tarafından düşürülmesi üzerine Ordu Komutanlığından
affını istemiştir. Başkomutan Vekili Enver Paşa tarafından 3’üncü Ordu Komutanlığına Şubat 1916’da
Vehip Paşa atanmıştır. Birinci Dünya Savaşı Doğu Cephesi’nde görev yapan 3’üncü Ordu Komutanları
sırasıyla; Hasan İzzet Paşa (Kasım – Aralık 1914), Enver Paşa (Aralık 1914 – Ocak 1915), Hafiz Hakkı Paşa
(Ocak– 12 Şubat 1915), Mahmut Kamil Paşa (Şubat 1915 – Şubat 1916), Vehip Paşa (Şubat 1916 – Haziran
1918), Esat Paşa (Haziran – Kasım 1918) olmuştur, (http://www.tsk.tr/, (Erişim tarihi: 23.03.2010)).
37
Erdal Aydoğan, İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası, Ötüken Yay., İstanbul, 2007, s.117; Şahin, a.g.t.,
s. 135-136.
38
39
BOA, DH.ŞFR., Dos.462/43, No.1, 2, 3.
297
Vali Hasan Tahsin Bey’in Tifüs İle Mücadele Kapsamındaki
Çalışmaları
Erzurum’daki sivil halk ve asker arasında meydana gelen bu büyük tifüs
salgını sonrası Vali Tahsin Bey merkezi hükümeti harekete geçirmeye karar
vermiştir. Tahsin Bey, vali olarak sivil halk üzerinde sorumluluğu olması ile
birlikte Ordu’nun lojistik işlerinden de sorumlu olması hasebiyle önemli
görevler üstlenmiştir. Vali Tahsin Bey’in Doğu Cephesinde gerek asker, gerekse de Müslim, gayri Müslim siviller için girişimler yapmaktan imtina etmemiştir.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 6 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine
gönderdiği şifre telgrafta; tifüs hastalığına karşı alınacak tedbirleri sıralamıştır. “Buna (tifüs) karşı zat-ı devletlerinin başlıca üç nokta i nazarı, dikkate
ve icraya alınmasını istirham ederim.
1- Buraya İstanbul’dan ve civardan mülki askeri resmi veya hususi etıbbadan 40-50 doktor ile 200 hasta bakıcı izamı,
2- Humma-i raciaya (dönek ateş) karşı 914 denilen aşıyı yetiştirilmesi,
3- Hasta ve mecruhun tesrî’ (hızlandırma) ve teshili (taşınması) için 100
at arabası gönderilmesi.
Tifüsün sureti ve şekli sirayeti bir türlü tetkik edemiyoruz. Bu hastalığın Avrupa’da men’i bir halde bulunduğundan tifüsle kimse tulu etmiyor.
Memleketimiz için ciddi mühim bir tehlike teşkil eden tifüsün esbabı sudûr ve
tevessü’i hakkında tetkikat ve tecarib-i fenniyede bulunmak üzere Avusturya
ve Almaya profesörlerinden mürekkep bir heyet-i tıbbiyenin Erzurum veya
Erzincan’a izamı için her iki devlet sefaretleri nezdinde teşebbüsat-ı seria icrası farz-ı ayın hükmündedir. Buradaki etıbba hayli tetkikatta bulundu. Böyle
bir heyet-i tıbbiye gelirse, bu maraz-ı muhlikin atiyen olsun çare-i halası ve hiç
değilse tahdîd-i hasârı çaresi belki bulunmuş, ordu ve ahali şu afetten ihtimal
kurtulmuş olur. Ve âlem-i insaniyete hidmet edilmiş olur”40.
Tahsin Bey’in bu şifre telgrafı üzerine Dâhiliye Nezaretince 8 Şubat 1915’de
ortak hareket etmek maksadıyla Harbiye Nezaretine tezkere yazılmıştır41.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 7 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine
gönderdiği şifre telgrafta; tifüs hastalığının yaptığı tahribat, son durum, alınacak tedbirleri ve taleplerini iletmiştir. Telgrafta: “Tifüs ve dizanteri orduda ve ahali arasında mühim tahribat yapıyor. El-yevm askerden 20.000 hasta
vardır. Bazı kur’a da vefiyyat korkunç bir şekil aldı. Vesaiti mürettebe ve nakliyenin fukaratı, kışın şiddeti, odanın azlığı bizi düşündürüyor. Yirmi tabip
vefat etti, 30’u da hastadır. Süleyman Numan Bey gelir gelmez hastalanmış ve
40
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.2.
41
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.3.
298
‘muhtac-ı tedavi ve istirahat’ görülerek İstanbul’a avdet mecburiyeti bu zattan
istifade imkânını nez’ etti. Şimdi İbrahim Tali Bey’le çalışıyoruz. Hastalık tevsi ettiğinden indifai için hayli uğraşacağız. Esbabı tevsi şunlardır:
1- Efradın, tabanın pislikten tevakki etmemesi, tahaffuzdan haberdar olmaması,
2- Meydan-ı harbin gayet soğuk, bir metre karla müstevi olması,
3- Hastalığın birden bire tevsi etmesi ile Erzurum ve civarında, hususi hanelerde tedavilerine mecburiyet görülmesi üzerine ahaliye sirayet etmesi,
4- Muharebe-i ahirede külliyetli miktarda mecruh düşen zabitan ve efradın mevcut hastanelere yatırılarak ve tedavilerine itina edilerek hastanın icabı
gibi bakılmaması.
5- Mecruhiye ve marazâtın en yakın merâkizden ma’dûd olan Erzincan,
Trabzon ve Ma’muratü’l-aziz’e sevki için sokakların ve yolların müsaade etmemesi, icabı kadar at arabası bulunamaması,
6- Memleketteki izdihamı çar ve naçar tahfif için efrada tebdil-i hava verilmesi ve bunların yaya olarak uzun mesafeyi kat’ edememeleri ve köylerde
kalarak telef olmaları ve hastalığı uzaklara kadar sirayet ettirmeleri,
7- Seferberlikte bil-itibar ilan-ı harbe kadar maalesef hastalık ve hastanemizin hiçbir teşebbüs ve ihzârâtta bulunmaması ve harbi müteakip her şeyin birden arzı ihtiyaç etmesi,
8- Etıbbanın, bilhassa hasta bakıcıların azlığı, Erzurum şehrinin pis ve
müzdehim olması, işte arz edilen” şeklinde tifüs hastalığın yayılma sebeplerini sıralamıştır42.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 9 Şubat 1915 tarihli telgrafında;
“Erzurum’da tifüs hastalığı tevessü’ etmiş ve muhacirin izdihamı bu tevessü’e
yardım etmiştir. Askerden ve ahaliden bu beş ay zarfında Erzurum Kalesi içindeki mezarlıklara defnedilen cenaze miktarı 10.000’i tecavüz etti. Erzak ve
cephane kollarından handa sokakta telef olan binlerce hayvanat dahi gelişi
güzel etrafa atıldı. Asker mezarlıkları pek sathi yapıldığından ilkbahar gelince memlekette kolera vesair emraz-ı muhlike zuhuru me’mûl olunduğunu
etıbba müttefikan beyan ediyorlar. Belediyede beş paralar yoktur, varidat-ı haliyesi de alınamamıştır. Bu ahvale karşı nakden fedakârlık hazineye teveccüh
ediyor. Şimdiden icabat-ı sıhhiyeye tevessül edilmek, cenazeleri derin bir surette tekrar defne ve lâşeleri ihraka, su gerîzlerini tathire ve buna memasil pek
çok husûsâta tevessül olunmak üzere sıhhiye tertibinden veya saireden beş bin
liralık tahsisatın telgrafla itasını pek zaruri görüyorum. Tifüsün şimdiki vaziyeti, koleranın şekl-i sirayet ve tahribatından hiç de farklı değildir. Şu afete
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.4; Erzurum Valisi Tahsin Bey, 7 Şubat 1915 tarihli tifüs hastalığının
yaptığı tahribat, son durum, alınacak tedbirleri ve taleplerini içere söz konusu şifre telgrafın Dahiliye
Nezaretince deşifre edilmiş orijinal sureti Ek—4’de sunulmuştur.
42
299
karşı durmak ve lutf-i Hakla ref ’-i hasarına çalışmak için nakden fedakârlığa
mecburuz. Lutf-i devletlerini istirham ederim”43.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 11 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine
hitaben yazdığı şifre telgrafta; tifüs hastalığına karşı alınacak tedbirleri belirterek taleplerinin karşılanmasını istemiştir. Telgrafta; “Pek şiddetli bir
surette devam eden tifüsün lütf-i Hakla bir iki günde zail olması için Süleyman Numan Bey tarafından gösterilen tedabir arasında; efrada bol gıda ve
bilhassa çay ve çamaşırlar için mebzulen şeker ve sabun verilmesi cihetleri
vardır. Erzurum’da sabun ve şeker nihayet bulmak üzeredir. Hilal-i Ahmer ve
Müdafa-i Milliye cemiyetleri her şeye tercihen Erzurum’a 25.000 kıyye sabun
ve 100.000 kıyye şeker gönderebilirse orduya, memleket-i sıhhati umumiye ye
pek büyük hizmet etmiş olurlar. Delaleti devletini cümleten istirham ediyoruz”
demiştir44.
Bu şifre üzerine Dâhiliye Nezaretince; Hilâl-i Ahmer Cemiyeti Umumi
Merkez İkinci Reisi Akil Muhtar Bey45 ve İstanbul’daki Vilayât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Başkanı Mahmut Nedim Bey46, Cumartesi
günü saat 3.00’de Dâhiliye Nezaretine celp edilerek telgraftaki ihtiyaçların
yerine getirilmesi talep edilmiştir47.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 17 Şubat 1915’te “Dâhiliye Nazırı Talat Beyefendiye” hitabıyla yazılan şifre telgrafta; doktor ve tıp personeli talebini
tekrar etmiştir. Sıhhiye Müdür-ü Umumisi Esat Paşa’ya, “Erzurum’da ve
civarında tifüsün tahribatının” bildirilmesini istemiştir. Erzurum’da “etıbbanın nadiren” var olduğu belirtilmiştir. Sekiz, on hafta zarfında Erzurum’a
yakın beldelerde (istihdam edilmek üzere) seyyar etıbbadan “20-30 doktor
ile Mekteb-i Tıbbiye/Sıhhiye muallim, müdürlerinden… birkaç kişinin suret-i izamları hususunda”.. “teşebbüs buyrulması” istenmiştir48.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 17 Şubat 1915 tarihli Dâhiliye Nezaretine
hitaben yazdığı şifre telgrafta; Erzurum’dan iade olunan ve Diyarbakır’da
toplanan efratta, “ihmal olunamayacak derecede” tifüs olduğu belirtilmiştir. “Elde para yoktur, doktor da yoktur. Tifüsün “men-i istilası için acilen kâfi
miktarda havalinin ita buyrulması” gerektiği yazılmıştır49.
43
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.5.
44
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.1.
45
Ord.Prof.Dr. Akil Muhtar Özden.
Vilayât-ı Şarkiyye’nin savunmasına yönelik çabaları organize etmeleri maksadıyla 4 Aralık 1918’de
İstanbul’da Vilayât-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuştur. Başkanlığına da Eski
Bitlis Valisi Harputlu Mahmut Nedim Bey getirilmiştir.
46
47
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.1.
48
BOA, DH.ŞFR., Dos.462/9, No.1.
49
BOA, DH.ŞFR., Dos.461/96, No.1.
300
Vali Tahsin Bey, vahametini belirttiği Hasankale’ye özel bir önem verme gereği duymuştur. Hasankale’de kazanın tüm memurları hastanelerde
görevlendirilmiştir. Hastabakıcı olarak dahi görev yapan bu memurlar –
birkaç kişi hariç- kısa zamanda hastalığa yakalanmışlardır50. Hasankale’de
Hafız Hakkı Paşa’nın tifüs hastalığına yakalandığı bölgeye çok yakın -hatta
aynı- bölgede hayatlarını kaybeden bu kişilerin vefat sebebini ve ailelerine
yapılması gereken yardımları, Vali Tahsin Bey aşağıdaki raporla sunmuş ve
hükümet tarafından önerisi kabul görerek aileleri biraz teselli bulmuştur.
Erzurum Valisi Tahsin Bey, 1 Mart 1915 tarihli şifre telgraf ile “Hasankale’de
tifüs salgınından vefat eden memurların ailelerine ikramiye verilmesini” talep
eden şu satırları yazmıştır: “Söz konusu memurlar, harbin başından beri Hasankale Hastaneleri’nde, hasta hademeliğine kadar ifayı hizmet, ibrazı hamiyet etmiş
ve bu yüzden hastalanarak vefat etmiş olduklarından pek bikes ve biçare kalarak
efradı ailelerine beşer yüz kuruştan bin kuruşa kadar ikram verilmiş ve bunun
içinde 15.000 kuruşluk bir havale itası istirham olunur” demiştir51.
Bu isteğe olumlu karşılık verilmiş, “Hasankale Memuriyeti’nden vefat edenlerin ailesi için nakdi meblağın örtülü ödenekten karşılanması
Mesture’den tesviyesi”52 şeklinde cevap verilerek örtülü ödenekten karşılanması yolunda emir verilmiştir.
Doğu cephesinde ve özellikle Erzurum’da tifüse karşı aşılama uygulamaları yapılmıştır. Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey, 14 Mart 1915’te atandığı
3’üncü Ordu’daki görevine başlamak üzere yola çıkmadan53, tifüs salgınına
karşı alınacak tedbirler konusunda görüşlerine başvurduğu Dr. Reşat Rıza
Bey, kendi usulüyle hazırlanacak bir aşının uygulanmasını teklif etmiştir54.
Söz konusu aşı usulüne uygun şatlarda üretilmiş ve başta Erzurum olmak
üzere pek çok yerde uygulanmıştır. Yüksek rütbeli kumandan, subaylar,
hekimler ve sivil memurlar da kendi arzularıyla aşılanmışlardır. Gönüllü
olarak kendilerine tifüs aşısı yaptıranların içinde Ali İhsan (Sabis) Paşa ve
Fevzi (Çakmak) Paşa da bulunmaktadır. Aşı uygulamaları 3. Ordu’yla sınırlı
kalmamıştır. Bağdat’ta bulunan 6’ıncı Ordu’da aralarında Ordu Kurmay Başkanı Kazım Karabekir’in de bulunduğu 76 subay, 20 hekim ve 20 hastabakıcı
50
Temel, a.g.m., s.330.
51
BOA, DH.KMS., Dos.31, No.11, 2/4.
52
BOA, DH.KMS., Dos.31, No.11, 2/4.
3’üncü Ordu Sıhhiye Reisliğine tayin edilen Dr. Tevfik Salim (Sağlam) Bey, Erzurum’a hareket etmeden ayrıca Sahra Sıhhiye Umumi Müfettişi Vekili (Alman) Yarbay Mayer’den bölge hakkında bilgi
istemiştir. Mayer, “sıhhi durumun pek fena olduğunu, Erzurum’un son derece fena olduğunu, adeta yaygın
içinde olduğunu, hastalıkların yayılmasının önlenmesini, yoksa Erzurum için artık yapılacak büyük bir iş
olmadığını” belirtmiştir, (Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri, Genelkurmay
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2011, s. 19).
53
54
Karatepe, a.g.m., s. 305.
301
aşılanmıştır. 6’ıncı Ordu Kumandanı Mareşal von der Goltz Paşa aşılanmayı
reddetmiştir. Aşılananlar hastalanmadığı halde Goltz Paşa tifüse yakalanarak 19 Nisan 1916 tarihinde Bağdat’ta vefat etmiştir55.
Bu aşı uygulamaları konusunda Erzurum Valisi Tahsin Bey’in “bu aşıyı
sadece onlara uygulayarak Ermeniler üzerinde denediği” yolunda söylemler
geliştirilmiştir. Oysa bu aşı meselesi 1919’da soruşturma konusu yapılmıştır. Orada bilgisine başvurulanların tamamı “bu aşının tüm Şark cephesi ile
birlikte Ermenilere de uygulandığı ancak kesinlikle sadece Ermenilere uygulanmadığı yolunda ifade vermişlerdir. İfade verenlerden Hamdi Suat Bey
15 Nisan 1335 (15 Nisan 1919) tarihli savunma yazısında “… Bu usul ile vali,
hakim, defterdar, Kızılay Hastanesi doktorları ile birçok askeri ve sivil memur
da aşılandı.… Bunlar arasında gayrı Müslimler de vardı. Fakat büyük çoğunluğu İslam’dı” diyerek Tahsin Bey’in kendisinin de aşı yaptırdığını, kesinlikle salgının önlenmesi maksadıyla aşılamaların yapıldığını belirtmiştir. Diğer
ifade verenlerin beyanları da bu doğrultuda olmuştur56.
Sonuç
Savaş yıllarında bir memlekette yaşayan tüm bireylerin görevleri başında, harp yükümlülükleri gelmektedir. Hele bu bir mülki amir ise hem
askeri hem mülki görevleri aynı oranda önemli olmaktadır. Hasan Tahsin
(Uzer) Bey, Erzurum valiliği sırasında da önemli görevler ifa etmiştir. Bunlar arasında 3’üncü Ordu’nun iaşe hizmet en önemli görevini teşkil etse de
anlık gelişen afetlere ve salgın hastalıklara da reaksiyon gösterebilmiştir.
Tifüs bu salgın hastalıkların en başında gelmiştir. Temizlik ve beslenme zorlukları ile kış şartlarının vahameti, Vali Tahsin Bey’in işini
biraz daha zorlaştırmıştır. Sair dönemlerde olduğu gibi Tahsin Bey, bu
gailenin de üstesinden gelme gayretinde olmuştur.
Tahsin Bey’in tifüs ve salgın hastalıklar ile mücadelesinde en önemli destekçisi Eşi Hatice Mediha Hanımefendi olmuştur. Hastanelerde
hastabakıcılık yapan Hanımefendi, bu hizmetlerinden dolayı Şefkat
nişanı ile ödüllendirilmiştir. Erzurum Valisi Tahsin Bey’e de Ordu’nun
ihtiyaçlarını ve cephe gerisi hizmet ve lojistik ihtiyaçlarını karşılama ve
kolaylaştırmada gösterdiği olağan üstü çalışmalarından ötürü “muharebe altın liyakat madalyası” verilmiştir. Bu arada önce “fahri süvari mülazımı saniliği (teğmen)” bir yıl sonra da “fahri süvari mülazımı evvelliği
(üsteğmen)” rütbeleri verilmiştir Ayrıca Üçüncü Ordu Komutanlığı’nca
da üstün başarıdan dolayı “teşekkür” ile ödüllendirilmiştir.
55
Karatepe, a.g.m., s. 306-307.
56
Soruşturmanın ayrıntıları için bkz. Karatepe, a.g.m., s. 310-311.
302
Bibliyografya
1.Arşivler
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.
İç İşleri Bakanlığı Arşivi.
2. Kitaplar
Aydoğan, Erdal, İttihat ve Terakki’nin Doğu Politikası, Ötüken
Yay., İstanbul, 2007.
Baytın, Arif, İlk Dünya Harbinde Kafkas Cephesi, 29 Tümen ve
3 Alay Sancağı (Hatıralar), Vakit Matbaası, İstanbul, 1946.
Birinci Dünya Harbi’nde Türk Harbi, Kafkas Cephesi’nde 3.
Ordu Harekâtı, Cilt: 2, İkinci Kitap, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1993.
Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde Sağlık Hizmetleri,
Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2011.
Çakmak, Fevzi, Mareşal, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu
Cephesi Harekâtı-1935 Yılında Harp Akademisinde Verilen
Konferanslar,(Yayına Hazırlayan: Ahmet Tetik v.d.), Genelkurmay
Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2005.
Çapa, Mesut, Kızılay (Hilâl-İ Ahmer) Cemiyeti (1914-1925),
Türkiye Kızılay Derneği Yay., Ankara, 1989.
Çoker, Fahri, Türk Parlamento Tarihi Millî Mücadele ve
T.B.M.M. I. Dönem 1919 –1923 III. Cilt I. Dönem Milletvekillerinin
Özgeçmişleri, Türkiye Büyük Millet Meclisi Vakfı Yayınları No: 6,
Ankara, 1993.
Guse, Felix, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeki
Muharebeler, (Çeviren: Yarbay Hakkı (Akoğuz), Yayına Hazırlayan:
Alev Keskin), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay., Ankara, 2007.
Harb Mecmuası, Sayı: 3, (Kânunusani 1331).
Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), Kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005.
Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimizin Esasları, (Sadeleştiren:
Faruk Özerengin), Timaş Yay., İstanbul, 1991.
Kilisli Dr. Mehmet Derviş (Kuntman), Bir Doktorun Harp ve
Memleket Hatıraları, (Derleyen: (E) Prof.Tbp. Kd.Alb. Metin Özata), Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yay.,
Ankara, 2009.
Orhun, Hayri vd., 50 Ünlü Vali, Meşhur Valiler, İç İşleri Bakan303
lığı Merkez Valileri Bürosu Yay., Ankara, 1969.
Öklem, Necdet, 1. Cihan Savaşı ve Sarıkamış, Bilgehan Basımevi, İzmir, 1985.
Şahin, Mustafa, Hasan Tahsin Uzer’in Mülki İdareciliği ve Siyasetçiliği, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Erzurum, 2010, (Basılmamış Doktora Tezi).
Uzer, Tahsin, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 1979.
3. Makaleler
Aydın, Mahir, “Savaşın Bitirdiği Doğu Açılımı: Tahsin (Uzer)
Bey’in Van Valiliği (1913/1914)”, Deutsch-türkische Begegnungen Alman Türk Tesadüfleri, Kemal Beydilli’ye Armağan, (Editör: Hedda
Reindi-Kiel, Seyfi Kenan), Ebvarlag Yay., Berlin, 2013, ss. 538-570.
Aydın, Kamil, “Erzurum’dan İki Mektup”, Mina Aylık Kültür
Fikir ve Sanat Dergisi, Sayı: 25, Şubat 1992, ss. 8–10
Cumalıoğlu, Yelda, “Tahsin Uzer’in Torunu Mediha Çilingiroğlu Söyleşisi” Gerçek Gündem Gazetesi, 18 Mayıs 2009.
Çalık, Ramazan ve Tepekaya, Muzaffer, “Birinci Dünya Savaşı
Esnasında Anadolu’daki Salgın Hastalıklar ve Ermeniler”, Selçuk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 16, Konya 2006, ss. 205228.
İlter, Aziz Samih, (Yayına Hazırlayanlar: Zekeriya Türkmen,
Elmas Çelik), Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi Hatıraları,
Gnkur. ATASE Yay., Ankara, 2007.
Karatepe, Mustafa, “I. Dünya Savaşı Yıllarında Tifüs Aşısı
Uygulanmasında Türk Hekimlerinin Rolü”, Mikrobiyoloji Bülteni,
Sayı: 42, Yıl: 2008, ss. 301-313.
…………..…, “3’üncü Ordu’da Tifüs Salgını”, Posta Gazetesi, 26 Aralık 2009.
Şahin, Mustafa ve Şahin, Cemile, “Osmanlı’nın Son Döneminde Partizanlık ve İç Çekişmeler Sebebiyle Azledilen Tahsin (Uzer)
Bey’in–İşgal Öncesi- 20 Günlük İzmir Valiliği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 22, (2011-Bahar), ss. 33-45.
Temel, Mehmet, “Birinci Dünya Savaşı ve Mütareke Yıllarında Türkiye’deki Bulaşıcı ve Zührevi Hastalıklara Karşı Alınan Önlemler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt:3, Sayı:8,
(1998), ss., 329-348.
304
4. İnternet Kaynakları
Bardakçı, Murat, “Sarıkamış’taki Büyük Felâketin Sorumlusu Hafız
Hakkı Paşa’nın Pişmanlık Günlüğü”, Habertürk Gazetesi, 23 Aralık 2012,
http://www.haberturk.com/ yazarlar/murat-bardakci/805664-sarikamistaki-buyuk-felaketin-sorumlusu-hafiz-hakki -pasanin-pismanlik-gunlugu,
(Erişim tarihi: 30.10.2014).
Kars, H. Zafer, “Tifüs, Bit ve Dr. Ahmet Fikri’nin Buğu Sandığı”, Tıp
Dünyası İnternet Sitesi, http:// www. ttb.org.tr/ TD/TD82/7.html, (Erişim
tarihi: 26.10.2014).
Hastalık Terimleri Sözlüğü, http://hastalik.terimleri.com/tifus.html,
(Erişim tarihi: 24.10. 2014).
http://www.tsk.tr/, (Erişim tarihi: 23.03.2010).
EK–1 Erzurum Valisi Tahsin (Uzer) Bey’in Fotoğrafı57
57
Uzer Ailesinden temin edilmiştir.
305
EK–2 “Fahri Süvari Mülazımı Sanisi Erzurum Valisi Tahsin Bey”58
58
Harb Mecmuası, Sayı: 3, (Kânunusani 1331), s.35
306
EK–3 Üçüncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa ve Erzurum Valisi
Hasan Tahsin (Uzer) Bey ile Beraberindekiler Endaht (Atış) Tecrübesi Yaparken59
Hafız Hakkı Paşa; önde atış yapan, Tahsin Bey; Paşa’nın tabancasız elinin arkasında ayakta duruyor,
(Harp Mecmuası, (Hazırlayanlar: Ali Fuat Bilkan ve Ömer Çakır), Kaynak Kitaplığı Yay., İstanbul, 2005,
s.25).
59
307
EK–4 Erzurum Valisi Tahsin Bey’in 7 Şubat 1915 tarihli Tifüs Hastalığının Yaptığı Tahribat, Son Durum, Alınacak Tedbirleri ve Taleplerini
İçeren Şifre Telgrafının Dâhiliye Nezaretince Deşifre Edilmiş Sureti60
60
BOA, DH.İ.UM.EK., Dos.6/42, No.4.
308
Özet
Savaş dönemlerinde salgın hastalıklar sonrası asker ve sivil halktan verilen zayiat insan kaynağını etkileyen en önemli unsurlardan birisi olmuştur. Sadece tifüs hastalığından vefat edenlerin ordunun muharebe kabiliyetine verdiği zararın büyüklüğü bile tek başına ele alınması gereken hususlardan birisidir.
Bu çalışmada “tarihsel maddecilik” metodu kullanılarak savaşan
Ordu’daki bir sağlık problemi üzerine Tahsin Bey örneğinden hareketle
mülki idarecilerin muharip unsurlar üzerindeki olumlu veya olumsuz etkisi
irdelenmeye çalışılmıştır.
Hasan Tahsin (Uzer) Bey, 5 Ekim 1914’te Erzurum Valiliğine atanmış,
bu görevini Suriye Valiliğine atandığı 27 Temmuz 1916’ya kadar sürdürmüştür. Sarıkamış Harekâtı sırasında ve sonrasında Doğu Cephesi’nde Salgın
Hastalıklar yayılmıştır. İleri harekâttan geri dönen ordunun karargâhının
Erzurum’da konuşlanması ile hastalıklı dönen askerlerin getirdiği hastalıklar haklı da önemli ölçüde etkilemiştir. Erzurum’da özellikle tifüs hastalığı
hem acı çektiren hem ölüme götüren en büyük faktörlerden biri olmuştur.
Raporlara göre 1915 yılı için Erzurum’da her gün yaklaşık 200 kişi tifüsten
dolayı hayatını kaybetmiştir. 3’üncü Ordu birliklerinden ise aynı yıl tifüsten
ölüm sayısı 4.377 olmuştur. Savaşın sonuna kadar 3’üncü Ordu’da tifüsten
ölenlerin sayısı 7310’a ulaşmıştır. 3’üncü Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa
da tifüsten vefat edenlerden birisidir. Erzurum Köprüköy civarında 3 Şubat
1915’te rahatsızlanan Paşa, 12 Şubat 1915’te Erzurum’da vefat emiştir.
Ordu’nun geri harekâtı neticesinde cephede rahatsızlanan askerlerin
getirdiği salgın hastalıklar en çok Ordu’nun geri çekilme yolu üzerinde bulunan yerleşim yerlerini etkilemiştir. Tifüsten hayatlarını kaybedenlerin ailelerine yardım edilmesi için Erzurum Valisi Tahsin Bey tarafından önemli
çabalar harcanmış, hastalık sonrası kaybolan insan kaynağı için çözüm yolları bulunmaya gayret edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Doğu Cephesi, Erzurum,
Hasan Tahsin (Uzer), Salgın Hastalıklar, Tifüs.
Typhus Epidemıc After Sarıkamıs Operation During World War I
and Efforts of Hasan Tahsin (Uzer) Bey, Governor Of Erzurum
Abstract
In times of war, soldier and civilian casualties after epidemics have become one of the most important factors that influence human resources.
The size of the damage caused by the people who died of only typhus on the
combat capability of the army is one of the issues that need to be addressed
alone.
309
In this study, using “historical materialism” method, positive or negative effect of the civilian administrators on combatant elements, through the
example of Tahsin Bey on a health problem in a fighting army has been studied.
Hasan Tahsin (Uzer) Bey was appointed as the Governor of Erzurum on
October 5, 1914,his duty lasted until he was assigned as the Governor of Syria on July 27, 1916. During Sarikamis Operation and afterwards on Eastern
Front Epidemics spread. With the deployment of the headquarters of the returning army from the operation in Erzurum, diseases brought by the sick
soldiers had significant effect also on the people. In Erzurum, especially typhus disease was one of the biggest factors that led to misery and death. According to reports, in Erzurum 200 people died of typhus everyday in 1915.
For the same year, in 3rd Army, 4377 people died of typhus. Death toll reached
to 7310 in the 3rd Army until the end of the war. 3rd Army Commandant Hafiz
Hakkı Pasha was among the people who died of typhus. The Pasha who got ill
near Köprüköy, Erzurum on February 3, 1915, passed away on February 12,
1915 in Erzurum.
As a result of the backward operation of the army, the diseases brought
by the sick soldiers, affected the residential areas on the path of the retreat.
To help the families of those who lost their lives from typhus, Governor of
Erzurum Tahsin Bey spent considerable efforts. After the epidemic, solutions for the vanished human resources were tried.
Key Words: World War I, Eastern Front, Erzurum, Hasan Tahsin
(Uzer), Epidemics, typhus.
310
Öksüz Yurtları Mecmuası Işığında I. Dünya Savaşı
Sonunda Öksüz Kalan Çocukların Eğitimi
Tahir ÖZKAN*
Giriş
Osmanlı Devleti’nde dağılma döneminde çok sık savaşlar yaşanmıştır. 1800’lüyıllardan sonraki savaşlarda, önceki savaşlara nazaran daha fazla
toprak kaybedilmiştir. Ayrıca ülke sınırları içindeki ayaklanmalar Osmanlı
Devleti’ni daha da zayıflatmıştır. 1876-77 Osmanlı Rus harbi, Osmanlı Devleti
için önemli bir tarih olmuştur. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti’nin ayakta kalamayacağını anlayan İngiltere de Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden
vazgeçerek stratejik noktalarını işgale başlamıştır. Böylece Mısır, Tunus, Fas,
Kıbrıs gibi büyük ve önemli topraklarımız elimizden kolayca çıkmıştır. 1911 de
Libya ve arkasından I. ve II. Balkan savaşlarında Balkanlardaki topraklarımız
kaybedilmiştir. Ardından Osmanlı Devleti 1914-1918 yılları arasında I. Dünya
savaşında yarın miylon şehit vererek bu savaşı da kaybetmiştir1-2-3.
Savaşların sonunda Osmanlı Devleti stratejik açıdan önemli topraklarını kaybetmiş, üstüne bir de savaş tazminatı ödemiş ve nitelikli insanlarını
savaş meydanlarında şehit vermiştir. Savaşlardan sonraki toplum yapısına
bakıldığında güç ve kuvvetten düşmüş yaşlılar, eli kolu budanmış gaziler, savaş kaçkınları, eşkıyalar, dul kadınlar ve çok miktarda yetim ve öksüz çocuk
kalmıştır4-5-6-7.
Bu savaşların doğal sonucu olarak ortada kalan yetim ve öksüzlere sahip çıkabilmek için devlet tarafından okul ve yurtlar açılmıştır. Yurt binaları
olarak ise azınlık okulları da kullanılmaya başlanmıştır. Önceleri bolluk içinde olan bu okullar savaşın sonuna doğru maddi sıkıntı içine düşmüşlerdir8.
*Okutman, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, [email protected].
1
Müezzinoğlu, Ersin, ‘I. Dünya Savaşı Esnasında Yetim ve Öksüz Çocukların Himayesi ve Eğitimi:
Darüleytamlar’, HistoryStudies, s.415
2
Zengin, Zeki Salih, II. Abdülhamit dönemi örgün eğitim kurumlarında din eğitimi ve öğretimi, Çamlıca
Yayınları, İstanbul, 2009, s.45
3
Kazıcı, Ziya, Osmanlı’da Eğitim-Öğretim, Bilge Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.37
Sarıkaya, Makbule, ‘Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Bir Sosyal Hizmet Kurumu: Türkiye Himaye-i Eftal
Cemiyeti’,A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 34 Erzurum 2007, s. 325
4
Koç Bekir, ‘Osmanlı Islahhanelerinin İşlevlerine İlişkin Bazı Görüşler’, GaziantepÜniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi, 2007, s. 114
5
6
Er Hamit, Osmanlı Devletinde çağdaşlaşma ve eğitim, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999, s.67
Tekeli İlhan, Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilgi üretim sisteminin oluşumu ve dönüşümü, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s.77
7
Korkmaz, Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.6
8
311
Bu öksüz yurtlarında yetimler ve kimsesizler hem eğitilmeye çalışılmış, hem
onlara sıcak bir yuva oluşturulmuştur. Bu öğrenciler bir taraftan öğrenerek
bilgilerini artırırken diğer taraftan üreterek hem becerilerini artırıyorlar
hem de ülke ekonomisine katkıda bulunuyorlardı. Sahipsiz ve kimsesiz kalan yetim ve öksüz yığınlarına Devlet’in sahip çıkmaya çalışmasının yanında, halk da bu olaya dâhil edilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmalar neredeyse
ülke genelinde illere, ilçelere kadar yayılmaya çalışılmıştır9-10-11.
Bu dönemde yetim-öksüz ve kimsesizlere sahip çıkmak için oluşturulan okul ve yurtlara genel bir isim olarak “Dâr’ul-Eyam” dendiği gibi sadece
bu isimle kurulan yurtlar da vardır. Bu isimle kurulan yurtlara örnek olarakİstanbul yoğunluklu oluşturulan Dâr’ul-Eytamları gösterebiliriz. Osmanlı
Devleti’nin diğer illerinde de yetimler için oluşturulan farklı isimlerde yetim yurtları açılmıştır. Bu kurumlar Anadolu’nun il ve ilçelerine kadar yayılmıştır. Bizin bu çalışmamızda üzerinde duracağımız yetim yurdu ise Konya
merkezli kurulan “Öksüz Yurtları” olacaktır12-13.
Öksüz Yurtları (Öksüz Okulları)
Amaçları
Kurulan bu yurtların amaçlarını öksüz yurtlarında bir annenin kızlarına anlattıklarında bulmak mümkündür. ”Türk sükûnetperverdir” başlıklı
yazıda bir anne iki kızına bir olayı anlatmaktadır. Anne kızlarına bir amcanın varlığından bahseder. Bu amcakızını kaybetmiştir, sonra Çanakkale Savaşlarında oğlu şehit olmuştur. Birkaç ay sonra kardeşini de kaybetmiştir.
Aynı zamanda bu kişi mahalle muhtarı da yapılmıştır. Askeri birliklerden
gelen şehit haberlerini asker ailelerine verme işinin de bu amcaya düştüğü
anlaşılmaktadır14. Amcanın kendi acılarını sinesine basarak evlatları cephelerde şehit olan aileleri de teskin etme görevini kendinde bulmuştur. Orada,
kızlardan birisi annesine sorar, orada şehit olanların çocuklarına kim bakacak diye. Annesi ona çare olarak ‘Öksüz Yurtları’nı gösterir15.
9
Kodaman, Bayram, ‘Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi’, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988, s.65
10
Aytekin, Halil, ‘İttihad ve terakki dönemi eğitim yönetimi’, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1991, s.57
Gündüz, Mustafa, Osmanlı mirası Cumhuriyet’in inşası : modernleşme, eğitim, kültür ve aydınlar, Lotus
Yayınları, Ankara, 2010, s.27
11
Korkmaz, Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.1
12
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı devletinin ilmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara,
1988, s.66
13
Kahya, Esin, ‘Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda tıp eğitimi ve Türk hekimleri’, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s.77
14
15
Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 81
312
Bu yurtlardan beklentiler ise sadece barınma şeklinde değildir. Bu yurtlar
uhdesindeki öğrencilere hem barınak olmuş, hem de bir okul olmuştur. Bu okullardan bir tarih merkezi gibi çalışması, hem öğrencilerini hem de çevrelerini
bilgilendirmesi ve bilinçlendirmesi beklenmiştir16. Bu yurtların bir ilim yuvası
olması ve âlim yetiştirmesi beklenmiştir. Aynı zamanda bu okulların Osmanlı
halkını dönüştürmesi ve inkılâpların merkezi olması beklenmiştir17-18.
Dâr’ul-Eytamlarla Arasındaki Farklar
Sanayi İnkılâbının etkisiyle 1870’li yıllarda Osmanlı Devleti’nde de ‘Sanayi Okulları’ açılmıştır. Daha sonra Osmanlı Devleti’nde savaşlardan dolayı yetim, öksüz ve kimsesizlerin sayısı artınca bu türdeki okulların yatılı
kısımları açılmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında bu yetimleri hem barındırmak
için, hem onların eğitimli hale gelmelerini sağlayarak topluma kazandırmak
hedeflenmiştir. Bu bağlamda açılan birçok okul vardır. Farklı adlarla kurulmuş olsalar da bu okullara genel olarak “Dar’ul-Eytam” denmiştir. Ancak bu
isimde yetimlere sahip çıkan bir okullar da vardır.
Burada anlatılacak Dâr’ul-Eytam ise ‘Öksüz Yurtları’ olacaktır. Bu
okul ile ilgili temel bilgiler kendilerinin çıkarmış oldukları ‘Öksüz Yurtları
Mecmuası’ndan alınmıştır.
Mecmuadaki bir makalede Dâr’ul-Eytam’larda eğitim ve idare işlerinin
hala oturmadığından bahsedilmektedir. Kalabalık olan Dâr’ul-Eytamlarda
200 hocalı okullarda birlik beraberlik ve düzenin hala oturtulamadığından
bahsedilmektedir. Hatta aynı branşı okutan hocalar arasında da birlik ve düzenin yok olduğu anlatılmaktadır. Daha küçük yapılarda sistemin daha güzel
çalıştığından bahsedilmektedir. Eğitimde başarının öne çıkması için öncelikle öğretmenlerde aşk ve şevk olması gerektiği anlatılmaktadır. Eğitimin
idaresinde hesap idaresi ile ders eğitim idaresinin ayrılması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu sistemin 3 yıldır ‘Öksüz Yurtları’nda kullanıldığı ancak
‘Dâr’ul-Eytamlar’da hala bu sistemlere geçemediklerinden sistemin sağlıklı
çalışmadığından bahsedilmektedir19. Buradan anlaşıldığına göre “Dar’ulEytam”lardan kendilerini ayırmaktadırlar. Ancak eser incelendiğinde nadiren de olsa kendilerine Dâr’ul-Eytam dediklerine de rastlanılmaktadır20.
Mecmuada başka bir haberde ise Konya Merkez Öksüz Yurdu Müdürlüğüne, vekâleten atanan Dâr’ul-Eytam Müdürü Ahmet Bey’den bahsedilmektedir. Buradan da anlaşıldığına göre bu kurumlar birbirinden farklı ol16
‘Osmanlı belgelerinde mesleki eğitim’, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2010, s.64
17
Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 114
Yelkenci, Ömer Faruk, Türk modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in eğitim hamlesi, Kaknüs Yayınları,
İstanbul, 2010, s.89
18
19
Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 108-109
20
Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107
313
makla birlikte idareci ve öğretmenleri ortak kullanabilmektedir21. Yine gelir
kaynaklarına bakıldığında da her iki kurumun ortak bir tedarikçisi de Devlet
görevlileri olan vali ve kaymakamlar olduğu da görülmektedir22.
Kuruluşları ve Şubeleri
Öksüz Yurtları’nın ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinememektedir.
Ancak I. Dünya savaşı öncesinde bütün okullardaki öğretmen ve öğrencilerin
dağıldıkları, okulların boşaldığına dair bilgiler mevcuttur. 1914 yılında yayınlanan bir eserde o yıllarda Osmanlı Devleti’nde var olan okulların adlarının
bulunduğu bir liste yayınlanmış ancak bu listede “Dar’ul-Eytam” ve “Öksüz
Yurtları”na, ne payitahtta ne de Osmanlı Devleti’nin başka merkezlerinde kurulmuş olan okullar listelerinde rastlanılmamıştır23. Buradan anlaşılan şudur
ki 1914 yıllarında Dâr’ul-Eytamlar ve Öksüz yurtlarından bahsedilemez.
1333 tarihli bir Öksüz Yurtları Mecmuasında Dâr’ul-Eytamlarla Öksüz
Yurtları kıyaslanmaktadır. O yazıda Dâr’ul-Eytamlarda oluşturulmak istenen sistemin 3 yıldır Öksüz Yurtlarında kullanılmakta olduğu anlatılmaktadır24. Buradan da anlaşıldığına göre öksüz yurtlarının 1915 yılında kurulmuş
olmaları muhtemeldir.
Bu yurtların Konya ve bütün ilçelerinde kurulmak istendiği anlaşılmaktadır.
Seydişehir’de Kaymakam Mithat Bey’in İlçedeki Öksüz Yurduna 2000 lira civarı
yardım yapmasından burada en az bir Öksüz yurdu olduğu anlaşılmaktadır25.
Yine aynı mecmuada bir yazıda bahsedildiğine göre ekonomik sebeplerden dolayı Köprü’deki, Havza’daki ve Lâdik’teki yurtların kapanmakla karşı
karşıya olduğu haberinden, burada da yurtların olduğu anlaşılmaktadır26.
Akşehir27, Erbaa28, Erkali,Akşehir, Koçhisar, Sultaniye29Karaman30-31,
Sivas32, Merzifon33, VilâyetpenâhiSultâni’de34 de Öksüz Yurtları’nın olduğu
anlaşılmaktadır.
21
Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 114
22
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87
Sakaoğlu Necdet, ‘Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi’, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2003, s.98-145
23
24
Öksüz Yurtları, 30 Kânunuevvel 1333, 14. sayı, s. 108
25
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
26
a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 114
27
a.g.e., s. 114
28
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
29
a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87
30
a.g.e., s. 87
31
Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85
32
Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
33
a.g.e.s. 87
34
a.g.e., s. 87
314
İdare Şekilleri
Yurtların, önceleri 6 kişi tarafından yönetildiği, bunlardan dört tanesinin
öğretmen olduğu, bir tanesinin doktor, bir tanesinin de muhasip olduğu anlaşılmaktadır35. Yurt müdürlerinin ve öğretmenlerin, yurtların maddi ihtiyaçlarını
karşılamak için köylere yardım istemeye gittikleri ifade edilmektedir. Bu uygulamanın idareciliğin ve öğretmenliğin izzetine yakışmadığı vurgulanmaktadır36.
İdarecilikteki bu karmaşık durum, idari yapılanmaya gidilerek düzeltilmeye çalışılmıştır. Bundan böyle öksüz yurtları, biri “Hey’et-i İdare” diğeri de
“Hey’et-i Hesabiye’ adında iki heyet tarafından idare edileceği vurgulanmıştır37.
Hey’et-i İdare’dekilerin, Hey’et-i Hesabiye’dekilere göre biraz önde
oldukları uygulamalardan anlaşılmaktadır. Her ilde bunlardan birer tane
olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu heyetleri o ilin ya da ilçenin en yetkili
devlet erkânı belirleyecektir. Müdürlerin bu heyete karşı sorumlu oldukları anlaşılmaktadır. Aynı zamanda müdürler bu heyetin tabii üyesi oldukları
vurgulanmaktadır.
Hey’et-i Hesabiye üyelerinin ise yurtlara yardım yapanlardan seçileceği beyan edilmiştir. Her yurtta bir müdür olacak, bir de muhasip olacaktır.
Müdür’ün Hey’et-i Hesabiyeninde azası oldukları anlaşılmaktadır38. Muhasibin ise doğrudan Hey’et-i Hesabiye’ye bağlı olacağı ve her ikisinin kesinlikle eğitim işlerine karışmaması gerektiği anlatılmaktadır. Müdür aynı zamanda sanat hanelerin malzeme tedarik işlerinden de sorumlu olduğu ifade
edilmektedir39. Bunlardan anlaşıldığına göre artık müdürlerin okullara yardım için köy köy dolaşmayacakları anlaşılmıştır.
Bu yeni sisteme geçme noktasında bazı kurumlar yavaş davranınca bu
konu ile ilgili tamim çıkarılmıştır40. Bu tamimlerden, bu kurumların Devlet’in
yönetiminde, giderler noktasında ise Devlet tarafından ve halk tarafından yapılan yardımlarla ayakta durabilen kurumlar oldukları anlaşılmaktadır. Bu
konu Öksüz Yurtlarının gelirleri kısmında detaylı bir şekilde işlenmiştir.
Yurtlara gelecek toptan yardımları kabul etme yetkisinin Hey’et-i Hesabiyede olduğu, gelen yardımlar perakende şeklindeyse yardımları alma
yetkisinin,“ya yurt muhasebecisi ya da yurttaki nöbetçi öğretmen alacaktır41” ifadesinden anlaşılacağı üzere yurtlarda muhasebecinin ya da nöbetçi
öğretmenin olduğu anlaşılmaktadır.
35
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 73
36
a.g.e., s. 74
37
a.g.e., s. 73
38
a.g.e., s. 73
39
a.g.e., s. 73
40
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85
41
Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 7
315
Dâr’ul-Eytamlar’dan en az 3 yıl önce geçtikleri ifade edilen bu sistemin
yöneticileri ise Makam-ı Vilayetçe atanmaktadırlar.
Hey’et-i İdare üyeliğine:
· Polis Müdürü Nabi
· Yurtlar Müfettişi Tayyar
· İş Yurdu Müdürü ve Sanayi Mektebi Müdürü Münir
· Muhacirûn Müdürü Memduh Beyler atanmışlardır.
Hey’et-i Hesabiye üyeliğine:
· Muhasebe_i Hususiye Müdürü Şevket
· AhmenVileyet-i azasından Bekir
· Muhasebeden Halit Beylerin seçildikleri ve göreve başladıkları anlaşılmaktadır ki42Bu şekildeki yapılanmanın sonucunda aşağıda sıralanan işlerin kolaylıkla halledildiği ve bunlardan dolayı yurtların çok
başarılı olduğu anlatılmaktadır. Bu başarılar ise eserlerde şu şekilde
ifade edilmiştir.
· Sanat haneler her mahallenin ihtiyacına göre açılmıştır.
· Hammadde ucuza alınarak üretim düşük maliyetle gerçekleştirilmiştir.
· Liyakatli insanlar iş başına getirilmiştir.
· Üretilen mallar iyi pazarlanabilmiştir.
· Bazen Hey’et-i İdare, Hey’et-i Hesabiyeyi kontrol edebilmiştir43.
Eğitim Sistemleri
Eğitmenler ve Öğrenciler
Bu okullarda iki türlü eğitmen formatıyla karşılaşmaktayız. Birisi okul öğretmenleri, diğeri ise sanat hane kalfaları oluşturmaktadır44. Öğretmenler normal okul derslerini verirken, sanat hanede çalışan kalfalar ise üretime yönelik
olarak öğrencilere hem uygulamalı olarak üretimi göstermekte hem de halkın
ihtiyacı olan eşyaları üreterek öğrencilerin ihtiyaçları karşılamaktadır45.
Ayrıca öğretmenlerin eğitim dışında, okulun ve öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılayabilmek için köylere gitmeleri,öğretmenlerin derslere yoğunlaşmalarına mani olurken, diğer taraftan öğretmenleri müteşebbis haline
getirebilmiştir46.
Öğretmenlerin yetersiz kaldıkları durumlarda bazen müdürler de derslere girmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki müdürlerin Hey’et-i İdare ve
Hey’eti-Hesabiye’ye karşı sorumlu olmak, yardım toplamak, okulu idare et42
a.g.e., s. 87
43
a.g.e., 30 Kânunusani 1333, 14. sayı, s. 108-109
44
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
45
Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
46
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
316
mek, hammadde alımında muhasibe yardımcı olmak ve okulların denetimini yapmanın yanında bir de derslere de girmek zorunda kalmışlardır47.
Birinci Dünya Savaşı sırasında okullarda ki öğretmenler savaşa gitmek
durumunda kaldıklarından, öğretmen sıkıntısı yaşanırken, Kurtuluş savaşında ise öğretmenler ve öğrenciler savaşa alınmadıklarından o zaman da ise
öğretmen sıkıntısı yaşanmamıştır48.
Bu okulların öğrencilerine gelince, bilindiği üzere Osmanlı Devleti’nin son
dönem savaş sayısı artmış, savaş başına kaybedilen toprak oranı da artmıştır.
Osmanlı, düşmanları karşısında teknolojide geri kalınca, savaşlardaki can kaybı
sayısı daha da artmıştır. Böylece savaşların sonunda çok sayıda yetim ve öksüz
kalmıştır. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devleti’nden şehit sayısı 500 bin olduğu bilinmektedir. O dönemde evin gelir getireninin çoğunlukla erkek olduğu da
düşünülürse, geriye kalanları zor bir hayatın beklediği daha iyi anlaşılır.Savaşanlarda şehit olanların ortalama üçer tane çocuğu bulunsa yetim sayısının 1.500.000
olacağı ihtimali oluşmaktadır. İşte o dönemde bu sahipsiz çocuklara Devlet halkın
da yardımıyla sahip çıkmaya çalışmıştır. Bunun için bu okullara yetim ve öksüz
çocuklar alınmıştır. Bu okullar da iptidaiye ve rüştiye olarak hizmet verilmiştir.
Dersleri
Mecmuada bahsedilen bir yazıda ‘Öğretmenlik İşleri Dairesi’nden Osman Nuri eğitimin nasıl programlanması gerektiğine dair bir yazı kaleme almıştır. Bu yazıya göre eğitim günlerinin Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe günleri ders yaptıkları anlaşılmaktadır. Eğitimin tam gün,
yani sabahtan öğlene kadar ve öğleden sonra olarak eğitim yaptıkları anlaşılmaktadır. Haftanın iş günlerinin öğrenciler üzerinde yapması muhtemel etkilerinden dolayı belli derslerin belli günlerde yapılmasını tavsiye edilmiştir.
Cumartesi haftanın ilk günü olacağından öğrencilerin o günlerde sıkılacakları,
Perşembe günleri ise tatil rehavetinin öğrencileri kapsayacağı için bu günlere
anlaşılması kolay derslerin konması gerektiği vurgulanmıştır.
Dersler üç grupta toplanmıştır. Birinci grupta daha çok zekâ gerektiren
ilk dinlemede anlaşılması zor olan hendese gibi dersler, ikinci grupta anlaması kolay ancak hafıza gerektiren tarih gibi dersler, üçüncü grupta ise ilk
ikisinin dışındaki dersler olarak gruplar olarak sınıflandırılmıştır. Cumartesi günleri ve Perşembe günleri üçüncü grup derslerin verilmesinin uygun
olacağı, Pazar, Pazartesi, Çarşamba günleri birinci grup derslerin verilmesinin uygun olacağı, Salı günleri ise ikinci grup derslerin verilmesinin uygun
olacağı ifade edilmektedir49.
47
a.g.e., s. 73
Sakaoğlu Necdet, ‘Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi’, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, 2003, s.98-162
48
49
Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 114
317
Sanat Haneler
Okulların en önemli sorunlarından birinin de ekonomik sıkıntılar olduğu anlatılmaktadır. Bu açığı kapatmak için yurt müdür ve öğretmenleri
insanlardan yardım talebini etmişlerdir. Yardım etmeyen ya da edemeyenlerin, iktisat tavsiye ettikleri, yardım edenlerinde harcamalar noktasında
müdür üzerinde baskı yaptıkları anlaşılmaktadır. Çünkü elde para yokken,
öğrencilere fazladan kitap dağıtıldığı, okuma yazma bilmeyenlere farklı kitapların verilmesinin yersizliği, yurtların en çok ihtiyacı olan şeylerin
maddiyat olduğu bundan dolayı sanat hanelerde üretim yapılması tavsiye
edildiği görülmektedir. Bu eleştirilerden bıkan eğitimciler, mecmualarında
müdür ve öğretmenlere (özellikle Hey’et-i Hesabiye’nin) karışmaması gerektiği vurgulanmıştır. Bu mesele okulun talimnamelerine de yazıldığı ifade
edilmektedir50.
Öncelikli olarak idareci ve öğretmenlerin öğrencileri sınıflandırması
gerektiği sonrada öğrencileri kabiliyet ve becerilerine göre ayırmaları gerektiği ifade edilmektedir. Özellikle meslek derslerine gereken önemin verilmesi gerektiği vurgulanmış, okulların paraya, halkın da yerli ucuz ürünlere ihtiyacı anlatılmıştır51.
Tarih Şuuru
Öğrencilere ilk sınıflarında alfabeye geçiş olarak “elif-be” kitaplarının okutulmakta, sonraki sınıflarda ise diğer dersler de gösterilmektedir52.
Özellikle tarih dersine özel vurgu yapılmaktadır. Çünkü tarih dersi, nesilleri,
çalışkanlığa, başarıya götürecek yegâne araç olarak görülmektedir. Gelecek
nesillere bu şuuru verebilmek için mecmualardaki şiirlerde Türk tarihindeki kahramanlıklardan bahsedilerek nesiller motive edilmeye çalışılmıştır53.
Tarih şuurunu etkili bir biçimde verebilmenin diğer bir yolunun da
tiyatro olduğu vurgulanmıştır54. O yöreye ait meydana gelmiş olayların anlatılması halkın üzerinde büyük etkiler bıraktığı vurgulanmıştır. Tiyatro ile
halk, tarihi ile yüzleştirilmeye çalışılmıştır. Ancak öğrencilere savaş kaçaklarından, onların yapmış oldukları soygunlardan, onların idam edilmelerinden, soğuktan donarak ölen annelerden bahsetmenin hiçbir yararı olmayacağı düşünülerek, öğrencilere bunların anlatılmasının bir fayda sağlamayacağı vurgulanmıştır55.
50
a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
51
a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107
52
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85
53
Öksüz Yurtları, 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 83
54
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
55
a.g.e., s. 74
318
Yeni nesillere tarih ve milletşuuruverebilmek için cephede geçen olaylar, yazı dizisi şeklinde ve tiyatro diliyleanlatılmıştır. Yazıda küçük kahraman
başlığında bir hikâye okuyucuyla paylaşılmaktadır. Bu hikâyede, Çanakkale
Savaşları’nda bir cephe canlandırılmaktadır. Düşman hattından iki Hintli
asker gelerek düşmanın cephane yerini söylemektedir. Komutanlardan bir
tanesinin de Mehmet isminde oğlu oradadır. Mehmet’in gönüllü olarak düşman cephaneliğini patlatması konu edilmektedir56.
Avrupa’daki Eğitim Sistemiyle Osmanlı Eğitim Sisteminin
Karşılaştırılması
Mecmuada bir makalede Avrupa seyahâtine giden bir yazar,Avrupa’da
gördükleri karşısında hayran kalır.
Oralarda eğitimin sınıfların yanında açılan müzelerde anlatılmakta,
geçmişe ait eserlerin sergilenmektedir. Müzelerden etkilenen yazar, kendi
memleketinde de böyle müzelerin olması halinde insanları bilinçlendirmenin daha kolay olacağını vurgulamaktadır. Yazar, Osmanlı Devleti’nde de
böyle kurumların olması gerektiği üzerinde durmaktadır57.
Yine Viyana’da sergilenen bir tiyatroda, halkın kolaylıkla motive edildiğinden bahsedilmektedir. Yine Fransa’da gösterimde olan bir tiyatroda, Almanların Fransızları nasıl katlettiklerianlatılmaktadır. Böylelikle Fransızlık sevgisi canlı tutulmaktadır.Yazarın,tiyatroların Osmanlı Devleti’nde de
olmasınıistemesi, Osmanlı’nın bu konuda geri olduğunu ispat etmektedir58.
Yazar Avrupa’da gittiği bir restorandan çok etkilenmiştir. Garsonların
temiz kıyafetleri, nezaket ve nezahetleri, bir elinde sekiz dokuz bardak taşıyacak kadar kabiliyetli oluşları, başkaca da bir arzularının olup olmadığının
müşteriye sorulması yazarı çok etkilemiştir. Bunun sebebi olarak, garsonlara
müşteri memnuniyeti ile doğru orantılı olarak ücret verilmesini göstermektedir. Osmanlı’da böyle iş ahlakını verebilecek yerlerin olmasını istemesi ise,
Osmanlı Devleti’nde disiplinin Avrupa’nın gerisinde olduğunun işaretidir59.
Gelir Kaynakları
OsmanlınınDevleti’nin,Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ekonomik
durumu, yok denecek kadar azdır. Savaşlardaki askerine bile mühimmat
göndermekte zorlanan Osmanlı Devleti, öksüz ve yetimlerine sahip çıkmakta çok zorlanmıştır. Ayrıca öğrencilere yardımcı olacak velileri de yoktur.
56
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 85
57
a.g.e., s. 79
58
Öksüz Yurtları, 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 75
59
a.g.e., s. 72
319
Savaş devam ettikçe şehitlerimizin sayıları artmış, bundan dolayı yetim
ve öksüzlerin sayısında da bir artış gerçekleşmiştir. Sayıları hızla artan öksüz ve yetimlerin barınma ve eğitim sorunlarını çözebilmek için meslek liselerine benzeyen okullar oluşturulmuştur60. Bu okulların gelir kaynaklarını
üç başlıkta toplayabiliriz
1- Üretilenler:Okulların kendi ihtiyaçlarını kendilerinin karşılamaları
beklenmiş, buna yönelik planlar yapılmıştır61. Bu okullarda hem öğretiminyapılması, hem üretiminyapılmasıhedeflenmiştir. Nelerin üretileceğini,
okulun açıldığı bölgelerdeki halkın ihtiyaçları belirlemiştir62. Akşehir’deki
yurtta kundura hanelerde ayakkabı yapıldığı, dokuma hanelerinde kumaşların üretildiği, terzihanelerinde elbiselerin üretildiği ve bunların satılarak
yurtlara gelir elde edildiği bilinmektedir63. Merkez Kız yurdunda yün eğrildiği, dokuma yapıldığı ve ilerleyen zamanda da elbise üretimine geçileceği
belirtilmekte ve buradan elde edilen gelirle yurdun ihtiyaçlarının karşılanacağı anlatılmaktadır64.
Öksüz Yurtları bu haliyle giderlerini karşılayamamış ve ek gelirlere
ihtiyaç duymuştur. Alternatif gelir olarak maddi durumlarının iyi olduğu
düşünülen İstanbul’daki Dâr’ulEytamların Öksüz Yurtları’na yardım etmesi
fikri ortaya çıktıysa da İstanbul’daki Dar’ul-Eytamların Anadolu’daki Öksüz
Yurtları’nın halinden anlayamayacağı üzerinde durulmuştur65.
2- Bağışlar:Buradan bir sonuç elde edilemeyeceği fikri, okul idarecilerini farklı arayışlara itmiştir. Yeni ek gelir kalemi olarak halktan gelebilecek
bağışlar üzerinde çalışılmıştır. Çünkü halkımızın hamiyetperver oldukları bu durum karşısında her türlü yardım yapabilecekleridüşünülmüştür66.
Halkın dikkatlerini buraya çekebilmek için de bir mecmua çıkarmaya karar
vermişlerdir. “Öksüz Yurtları” adı verilerek çıkarılan bu mecmuaylayurtlarda yaşanan mahrumiyetler halka daha da etkin duyurularak onların yardım
yapmaları sağlanmak istenmiştir. Bu mecmualardabağış yapanlar nazara verilerek, bağışların artırılması hedeflenmiştir67.
Halkın yardım edeceğine inanarak mecmualarda bu konuyla ilgili beyanlarda bulunulmuştur. Ancak durum hiç de tahmin edildiği gibi çıkmamış,
devlet adamları olan vali ve kaymakamlardan başka bağış yapan bulunma60
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
61
a.g.e., 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107
62
a.g.e., s. 108-109
63
a.g.e., s. 114
64
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87
65
Öksüz Yurtları, 30 Kânusani1333, 14. sayı, s. 107
66
a.g.e., s. 108
67
a.g.e., 11. sayı, s. 86
320
yınca da, mecmuanın sonraki sayılarında halka açıkça sitem edilmiştir. Halkın, yurtlarda harcanan paraların nerelere harcandığına, fazla ve gereksiz
yerlere harcama yapıldığına dair dedikodulara tepki gösterilmiştir. “Hem
yardım etmezler hem de eleştiri yaparlar” denmiştir68.
Eserde belirtildiğine göre halktan sadece Silleli Ömer Bey’in yardım ettiği belirtilmektedir69.
Bu amaca hizmet eden okullara farklı bir gelir kalemi de Balıkesir’deki
musiki cemiyetidir. Balıkesir’de kurulan musiki cemiyetinin amaçlarından
bir tanesi de yetim yurtlarına yardım sağlamaktır70.
3- Devlet adamlarının yardımları:
Yurtlara yardım eden devlet memurları için eserde şu ifadeler geçmektedir.
· Konya Emiri Şevki Bey’e yaptıkları yardımlardan dolayı teşekkür
edilmiştir71.
· Kaymakam Şevki Beye Karaman, Akşehir, Koçhisar, Sultaniye yurtlarına yardımlarından dolayı teşekkür edilmiştir72.
· Seydişehir Kaymakamı Mithat beye yaptığı 2000 liralık yardımdan
dolayı teşekkür edilmektedir73. (Devlet adamlarının yurtlara yaptıkları
yardımların Devlet yardımları olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır.)
· Vali-i Vilâyetpenâhi Muammer Bey’in 500 dönüm araziyi yurtlar
için ayırdığından kendisine teşekkür edilmektedir74
Anlaşılacağı üzere yurtların en önemli gelir kaynakları, sanat hanelerde üretilenlerden elde edilen gelirler, sonra devlet adamlarının
Devletin malından yapmış oldukları yardımlar, sonra da az da olsa
halktan edilen yardımlardan bahsedilebilir.
Kapanışlar
Ne zaman kapandıklarına dair kesin bilgiler olmamakla birlikte, savaşların bitmesiyle öğrencilerinin azalmaya başladığı ve küçük yerleşim yerlerindeki az sayıda kalan yurt öğrencilerin büyük şehir merkezlerindeki yurtlarda toplandıkları anlatılmaktadır.
68
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 74
69
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
Korkmaz Sami, ‘Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat’, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 s.104
70
71
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
72
a.g.e., 30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87
73
a.g.e., 15 Kânunuevvel 1333, 11. sayı, s. 86
74
a.g.e.30 Teşrinisani 1333, 10. sayı, s. 87
321
Ayrıca öksüz yurtları umûmiyesi için 20 Şaban 1342 ve 26 Mart 1340
tarihlerinde kanun çıkarıldığı bilinmektedir. Bu da bize 1924 yıllarına kadar
bu yurtların varlıklarını devam ettirdiklerini ispat etmektedir75.
Sonuç
1877’de doksan üç harbi adı verilmiş bu savaşın sonunda, çok sayıda dul,
öksüz ve yetim kalmıştır. 1914-1918 tarihleri arasında Birinci Dünya Savaşı
verilmiş, bunun sonucunda çok sayıda dul, öksüz ve yetim ortada kalmıştır.
İşte bu kimsesiz, öksüz ve yetimlere Devlet, halkıyla birlikte sahip çıkmaya çalışmıştır. Onlara, öksüz yurtları formunda yurtlar oluşturularak sahip çıkılmış, öksüz ve yetimler sokaklardan alınarak hem topluma hem ekonomiye kazandırılmıştır.
Öksüz yurtlarının en önemli sorunu gelir kaynakları olduğu açıktır. Bu
açıklar:
· Müdür ve öğretmenler, köylere kadar giderek insanlardan bu öğrenciler için yardım isteyerek,
· Devlet adamlarının Devlet hazinesinden verdiği paraları, arsaları
ve binalarını alarak,
· Halktan yardım talep ederek kapatılmaya çalışılmıştır.
Bu okulları idare edebilmek için yeni bir idare modeli geliştirilmiştir.
Buna göre iki heyet olacak ve bu iki heyet birbirinin işlerine karışmayacaktır. Heyetlerden biri “Hey’et-i İdare” diğeri “Hey’et-i Hesabiye” dir. Özellikle ikinci heyet idarenin işlerine karışmaması gerektiği, idari heyet bazı durumlarda Hesabiye İdaresine danışmanlık yaptıkları anlaşılmaktadır. Bu iki
heyeti de o ilin en yetkili devlet erkânıseçmiştir. Hesabiye heyeti ise okula
yardımda bulunanlar arasından seçilmiştir. Her yurtta bir müdür bir de muhasebeci bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yurtların kız yurtları ve erkek yurtları olarak iki çeşit olduğu, belirli illerde ve Konya’nın birçok ilçesinde kurulduğu ve diğerlerinde de kurulması
için çalışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır.
Bu okullarda da Avrupa’daki okullar gibi, müzeler ve tiyatrolar oluşturularak eğitimin kalitesinin artırılması istenmiştir. Bunlar Avrupa seyahatinden örneklerle anlatılmıştır.
Cuma günlerinin resmi tatil olmasından dolayı, okullarda tatil o gün
tatil yapılmış, haftanın diğer günleri ise ders yapılmıştır. Dersler tam gün
işlenmiş, haftanın ilk günü Cumartesi ile haftanın son günü olan Perşembe gününe anlaşılması kolay derslerin konması istenmiştir. Tarih dersiyle
Doç. Dr. Tahsin Özcan, ‘Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytam Sandıkları’, İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 14 2006 s.119
75
322
Türklük şuuru verileceğine inanılarak, bu derslere ayrı bir ehemmiyet verilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında öğrencileri bir hayli artan bu okulların
öğrencileri savaştan sonra azalmaya başlamıştır. 1924’e kadar hayatiyetlerini devam ettirdikleri anlaşılmaktadır.
Kaynakça
Bekir Koç, Osmanlı Islahhanelerinin İşlevlerine İlişkin Bazı Görüşler, Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007
Bayram Kodaman, Abdülhamit Devri Eğitim Sistemi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, Ankara
Tahsin Özcan, Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytam Sandıkları, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Sayı: 14 2006
Ersin Müezzinoğlu, I. Dünya Savaşı Esnasında Yetim ve Öksüz Çocukların Himayesi ve Eğitimi: Darüleytamlar, History Studies
Esin Kahya,Ondokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda tıp eğitimi ve
Türk hekimleri, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1997, Ankara
Halil Aytekin,İttihad ve terakki dönemi eğitim yönetimi, Gazi Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1991
Hamit Er, Osmanlı Devletinde çağdaşlaşma ve eğitim, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1999
İlhan Tekeli, Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilgi üretim sisteminin oluşumu ve dönüşümü, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı devletinin ilmiye teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1988
Makbule Sarıkaya, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Bir Sosyal Hizmet Kurumu:
Türkiye Himaye-i Eftal Cemiyeti, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı
34 Erzurum 2007
Mustafa Gündüz, Osmanlı mirası Cumhuriyet’in inşası : modernleşme, eğitim, kültür ve aydınlar, Lotus Yayınları, Ankara, 2010
Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003
Osmanlı Belgelerinde Mesleki Eğitim, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara,
2010
Öksüz Yurtları, 15 Kanûnuevvel 1333, 11. sayı
Öksüz Yurtları, 30 Kanûnusâni 1333, 14. sayı
Öksüz Yurtları, 30 Teşrînisâni 1333, 10. sayı
Ömer Faruk Yelkenci, Türk modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in eğitim hamlesi, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2010
Sami Korkmaz, Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Balıkesir’de Sosyal Hayat, Balıkesir Ünv, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Balıkesir, 2006 danışman: Doç. Bülent Özdemir
Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit dönemi örgün eğitim kurumlarında din eğitimi ve öğretimi, Çamlıca Yayınları, İstanbul, 2009
Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim-Öğretim, Bilge Yayıncılık, İstanbul, 2004
323
Özet
Osmanlı Devleti son dönemlerinde birçok savaş vermiş, birçok toprağını da kaybetmiştir. Osmanlı halkı, savaşlarda sayıca kalabalık olsa da, teknik,
teknoloji ve eğitim yönünden zayıf olmalarından, savaşlarda başarı sağlayamamıştır. Savaşlarda şehit olanlardangeriyekimsesiz bir sürü dul kadın,
birçok yetim ve öksüz miras kalmıştır. Osmanlı Devleti’nin, bu öksüz ve yetimleri hem eğitmek, barındırmak, onların masraflarını karşılamak, hem de
ülke ekonomisine katkıda bulunmalarını sağlamak istediği anlaşılmaktadır.
Bunu çözebilmek için “Dâr’ul-Eytamlar” ve “Öksüz Yurtları” tarzındaki
kurumlarlaolmuştur. Öksüz Yurtları birçok ilde hatta ilçede açılmıştır. Buradaki okullarda öksüz ve yetim öğrenciler okutulmuş, yurtlarda barındırılmıştır. Meslek liselerine benzeyen bu okullarda öğretmenler, normal okul
derslerini gösterirken, atölyelerde de ustalar öğrencilere üretmeyi ve ustalığı öğretmişlerdir.
Okullarda üretilenler satılarak, arazilerinden ve binalarındantahsisatlarda bulunularak, halktan yardım alınmaya çalışılarak, okulun ve öğrencilerin ihtiyaçları sağlanmaya çalışılmıştır. Yurtlardaki mahrumiyetleri halka
duyurabilmek için de “Öksüz Yurtları Mecmuası”nıçıkarılmıştır.
Okul idaresi için “Hey’et-i İdare” ve “Hey’et-i Hesabiye” oluşturulmuştur. Bunların altında her yurtta bir müdür ve muhasebeci bulunmuştur.
Müdürler her iki heyetinde tabii üyesi olmuşlardır. Müdürler aynı zamanda okulların müfettişleri olarak da görev yapmışlar, muhasebecilere yardım
etmişler, yurt sanat hanelerine alınacak hammadde konusunda da yardımcı
olmuşlardır. 1922-23 yıllarında sayıları azalmıştır.
Anahtar Kelimeler: Öksüz, Yetimhaneler, Osmanlı Devleti, I. Dünya
Savaşı, Öksüz Yurtları, Dâr’ul-Eytalar
324
Abstract
The Ottoman Empire fought against its enemies between 1914-1918. Almost Five hundred thousand Soldiers of Ottoman empires died in this First
World War. Because they fought for years at the end people became poor. But
the Ottoman Empire didn’t win the First World War. The People of the Ottoman Empire lost both goods and life. Women were to be widow and children
were to be orphan
The children of soldiers who died became fatherless and motherless.
These parentless children were thirsty and hungry. The Ottoman Empire
must had to feed the orphans.
The hostels of the students were built by the Ottoman Government for
orphans. Orphans were living there. They were going to both places; schools
of orphans (ÖksüzYurtları) and workshop. Then the goods produced by the
students were sold by the schools manager.
Orphanages were built in many cities by the government. These orphanage of orphans needed managers, teachers and theirs masters. A council
of people was selected from every city by most authoritative of those. The
councils had to choose hostel managers and accountants. Sometimes people
in the related region were helping those poor students. The orphans used to
mend shoes and sewing dresses. Then they were sold. After selling all those
goods the earned money were spent for orphans and hostel of orphans, school of fatherless, motherless.
Keywords: Orphans, First World War, Orphanages, Ottoman Empire
325
DİPLOMASİ VE HUKUK
The Manchester Guardian Gazetesi’nin Sayfalarından
Birinci Dünya Savaşı’nın Son Silah Bırakışması: Anadolu
Cephesi ve Mudanya Mütarekesi
Uğur ERMİŞ*
Barış ÖZDAL**
Giriş
Büyük Taarruz’un başarıya ulaşmasıyla neticelenen Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda, işgal altındaki Anadolu toprakları işgalci devletlerden
ve bu devletlerin destekledikleri unsurlardan temizlenmiştir. Türk Ordusunun, Büyük Taarruz neticesinde bozguna uğrayıp dağılan Yunan kuvvetlerini takip ederek Sevres Antlaşması ile belirlenen fakat Ankara Hükümetinin
tanımadığı tarafsız bölgeye ulaşması üzerine Müttefik Devletler doğrudan
çatışmaya girmemek ve Türk Ordusu’nun ilerlemesini durdurmak için mütareke görüşmesine başlanması önerisinde bulunmuşlardır.1
Belirtilen çerçevede, Müttefik Devletlerin teklifinin kabulü üzerine
3-11 Ekim 1922 tarihleri arasında Mudanya’da gerçekleştirilen mütareke görüşmelerine Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Yunanistan ve Türkiye (Ankara
Hükümeti) katılmıştır. Bu görüşmelerde Birleşik Krallığı General Harington, Fransa’yı General Charpy, İtalya’yı General Monbelli, Yunanistan’ı görüşmelere katılım sağlamasa da General Mazerakis ve Türkiye’yi İsmet Paşa
temsil etmiştir. Fransız politikacı Henry-Franklin Bouillon’daaskeri ve resmi bir görevi olmamasına rağmen Fransa’nın temsilinde ve imza töreninde
hazır bulunmuştur.2
Mudanya Mütareke görüşmelerine katılan taraflar incelendiğinde bu
devletlerin Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletleri’ni oluşturdukları ve Paris Barış Konferansı sonrasında Osmanlı Devleti ile Mondros Mütarekesi’ni
imza eden devletler oldukları açıkça görülmektedir. Bu açıdan bakıldığından
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Birinci Dünya Savaşı’nın devamı olduğu, cephede ağırlıklı olarak Yunan kuvvetlerine karşı yapılmasına rağmen mütareke
* Arş. Gör., Uludağ Üniversitesi, [email protected].
** Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi, [email protected].
Bu makale büyük ölçüde tarafımızdan daha önce yayımlanan şu eserdeki bilgilerden faydalanarak yazılmıştır. Barış Özdal, Uğur Ermiş, Aylin Doğan, Murat Jane, “The Times ve The Manchester Guardian
Gazetelerinde Mudanya Mütarekesi”, Mudanya Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Uluslararası Sempozyumu,26-28 Eylül 2013 Bursa, Türkiye. (Sempozyum kitabı basım aşamasındadır)
1
Mudanya Mütarekesi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz.;70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, passim; Orhan Hülagü, “Mudanya Mütarekesi
(3-11 Ekim 1922)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 39, http://atam.gov.tr/mudanya-mutarekesi-3-11-ekim-1922/ (e.t. 01.09.2014)
2
329
ve barış antlaşması görüşmelerindeki imzacı devletlerden anlaşılmaktadır.
Mütareke görüşmelerinde başlangıçta Doğu Trakya’nın Yunanistan tarafından terki, bu terkin yöntemi, Trakya’da idarenin Türklere devri ve sınırın belirlenmesinin görüşülmesi beklense de boğazların statüsü ve bu bağlamdaSevres
Antlaşması’yla çizilen fakat Ankara Hükümeti’nin tanımadığı tarafsız bölgelerin
geleceği, azınlıkların korunması dâhil birçok konuda görüşmelerde bulunulmuştur. Görüşmeler, Türkiye’nin 7 Ekim tarihine kadar çözülmesini istediği ve
bu konuda nota verdiği konuların çözülememesi üzerine, 7–9 Ekim 1922 tarihleri arasında kesintiye uğramıştır. Paris Barış Konferansı sonrası İtilaf Devletleri arasında ortaya çıkan ayrılıklar neticesinde İngiltere’ye rağmen Fransa ve
İtalya’nın çabaları ile çıkacak muhtemel çatışma engellenmiştir. 9 Ekim’de tekrar başlayan görüşmeler 10 Ekim akşamı yukarıda ismen belirttiğimiz konular
üzerinde uzlaşılması ve 11 Ekim sabahı Mütareke metninin imzalanması üzerine nihayete ermiştir. Yunan temsilcisinin imzalamayı reddetmesi üzerine diğer
katılımcılar tarafından imzalanan Mütareke metni 14 Ekim’de Yunan hükümeti
tarafından da onaylanmış ve 14/15 Ekim 1922 günü yürürlüğe girmiştir.
Bu kapsamda çalışmamızda Mudanya Mütarekesi bağlamında daha önce
bu kadar geniş kapsamlı incelenmeyen3 İngiliz basınının büyük gazetelerinden “The Manchester Guardian” taranmıştır4. Lakin The Manchester Guardian
Gazetesi’nin tam metnine ulaşılamadığı için, arşiv kayıtlarında “Angora” (Ankara), “Chanak” (Çanakkale), “Mudania” (Mudanya), “Kemal Pahsa” (Kemal
Paşa), “Smyrna” (İzmir), “Kemalist”, “Anatolia(n)” (Anadolu) vb. kelimeler
üzerinden tarama yapılmıştır. Yapılan bu tarama sonucunda 1922 yılı Ekim ayı
itibarıyla gazetenin ilgili sayılarında tespit edilen toplam 330 haber nicelik ve
nitelik açısından değerlendirilmiş ve büyük ölçüde Türkçeye çevrilmiştir. Bu
noktada çalışma temel olarak “Mütareke Öncesi Süreç”, “Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” olarak üçe ayrılmıştır.
Son olarak önemle belirtmemiz gereken husus ise çalışmanın uluslararası bir konferansta sunulan makale sınırlılıkları içinde olmasından dolayı,
tespit edilen birçok bilgiye maalesef yer verilemediğidir5.
1. İncelenen Gazete Hakkında Genel Bilgiler
Yukarıda da belirttiğimiz üzere çalışmamızda İngiliz basınının büyük
Yaptığımız literatür taraması sonucunda benzer içerikli olan lakin bu kadar geniş kapsamlı olmayan
iki çalışma bulunmuştur. Ergün Aybars, “Mudanya Mütarekesi’nin İngiliz Basınında Etkisi”, 70. Yılında
Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 65-81;
CameronWatt, “Britanya ve Mudanya Mütarekesi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası
Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 97-105.
3
Söz konusu gazetelerin arşivlerini temin etmemizde bize yardımcı olan Sayın Sinem Sonsaat’e bu
vesile ile teşekkür ederiz.
4
Arşiv taraması sonrasında ortaya çıkan oldukça kapsamlı verinin bir kısmı 2013 yılında Bursa’da
ATAM tarafından gerçekleştirilen Mudanya Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Sempozyumu’nda sunulmuştur. Bkz.,Özdal, vd., passim.
5
330
gazetelerinden olan TheManchester Guardian, kendi resmi arşivinden elektronik kopyalar olarak temin edilmiş ve bu kopyalar üzerinde inceleme yapılmıştır. İlgili gazete hakkında genel ve soyut olarak belirtmemiz gereken
bilgiler şöyledir.
John Edward Taylor tarafından kurulan ve 1821 yılında haftalık olarak
yayıma başlayan The Manchester Guardian Gazetesi, 1959 yapılan isim değişikliği sonrasında günümüzde TheGuardian olarak bilinmektedir. 1855’te
günlük yayına geçen gazete 1964 yılında editoryal merkezini Londra taşımıştır.6 Günümüzde Guardian Media Group (GMG)’nın parçası olan gazete
kurulduğu günden bu yana ideolojik olarak sol kanatta yer almakta, orta sınıf tarafından okunmakta ve okurları çoğunlukla işçi partisine ya da liberal
demokrat partiye oy vermektedir.7
2. The Manchester Guardian Gazetesinde Mudanya Mütarekesi:
Aşağıda verilen tabloda 1922 yılının Ekim ayında The Manchester Guardian Gazetesi’nde günlere göre Mudanya Mütarekesi ile ilgili yayımlanan
haberlerin sayısı gösterilmiştir. İlgili dönemde İngiltere’de Pazar günleri gazete yayımı yapılmadığından ayın 1, 8, 15, 22 ve 29’unda konuya ilişkin haber
bulunmamaktadır.
Tablo incelendiğinde The Manchester Guardian Gazetesi’nde Mütarekeye ilişkin konferansın sürdüğü 3 Ekim ile 11 Ekim tarihleri arasında ve Mütarekenin imzalandığının duyurulduğu 12 Ekim tarihinde toplam 123 haberin
yayımlandığı, günlük ortalama haber sayısısın ise 12.3 olduğu anlaşılmaktadır.
Mütarekenin yapılmasının ardından The Manchester Guardian
Gazetesi’nde yayınlanan haber sayında hızla bir düşüş yaşandığı ve konunun
kamuoyunun gündeminden uzaklaştığı görülmektedir. Çünkü 16 günlük haber sayısı toplam 58 olup, ortalama haber sayısı 3.625’tir.
6
http://global.britannica.com/EBchecked/topic/247912/The-Guardian (e.t. 18.09.2014)
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz.: http://www.theguardian.com/gnm-archive/2002/jun/06/1 (e.t.
18.09.2014); http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/poll.aspx?oItemId=580
(e.t. 18.09.2014)
7
331
Tablo 1:
1922 Yılının Ekim Ayında The Manchester GuardianGazetesi’nde
Mudanya Mütarekesi İle İlgili Yayımlanan Haber Sayısı
1 Ekim
3
4
2 Ekim
1922
Ekim Ekim
11
PAZAR
17
15
11 Ekim
9
21
Ekim
2
12
Ekim
6
13
14
Ekim Ekim
6
4
22
23
24
Ekim Ekim Ekim
PAZAR
4
2
31
Ekim
1
5 Ekim
15
6 Ekim
12
7
8 Ekim 9 Ekim
Ekim
PAZAR
16
13
10
Ekim
9
15
Ekim
PAZAR
16 Ekim
7
17
Ekim
4
18
Ekim
5
20
Ekim
6
25
Ekim
3
26 Ekim
1
27
Ekim
2
28
Ekim
2
19
Ekim
4
29
30
Ekim Ekim
PAZAR
5
Toplam
181 haber.
Ortalama
(181 /
26= 6,96)
haber
2.1. Mütareke Öncesi Süreç: (3-11 Ekim 1922)
Çalışmamızın bu bölümünde Mütareke görüşmelerinin sürdüğü 3-11
Ekim 1922 tarihleri arasında The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından daha önce literatürde yer almamış bizce önemli
görülen 17 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber
kaynakları ile belirtilmiştir.
Yakın Doğu Gelişmeleri8
Franklin Bouillon’dan gelen haberlere göre Kemal Trakya’nın tahliyesi ve tarafsız bölgeler hakkında 3 Ekim’de yapılacak bir konferansa katılmaya kabul etti.
Fransa da resmi olarak bunu kabul etti. Fransa büyük ihtimalle General Charpy,
İtalya General Monbelli Türkiye İzzet (İsmet)9 Paşa tarafından temsil edilecek.
Trakya Teklifi10
Franklin Bouillion Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeyi içeren uzun bir
mesaj gönderdi. Buna göre Trakya müttefikler tarafından biran önce işgal
edilmeli ve bu güçler yerel idareyi desteklemelidir. Bu birlikler Edirne ve diğer stratejik yerler konumlanmalı. Trakya bir ay sonra Türk jandarmasının
desteklediği komisyona devredilmeli. Kemal Trakya’nın Anadolu’da Yunanlıların bıraktığı gibi harap şekilde teslim edilmemesinde ısrarcı.
8
Haberin Kaynağı Kendi Muhabirimiz, Paris, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, s. 10.
9
Düzeltme tarafımızdan yapılmıştır.
10
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş, Paris, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, s. 10.
332
İngiliz Çekilmesini Desteklemek11
Kemal’in de savaşmaya niyeti yok fakat birlikleri tarafsız bölgeye sokması askeri olmaktan çok diplomatik olarak kabul edilebilecek bir zeki şarklı manevrası olarak değerlendirilebilir. Bu noktada oluşabilecek düşmanca
bir durum noktasında müttefikler arasında bir birlik yok. Mr. Lloyd George
şuan yaşanan bir çok zorluğun nedeni olarak görülüyor ve bir çokları tarafından İngilizlerin Boğaz’ın etrafından birliklerini çekmesi tek çözüm olarak görülüyor.
Chanak’taki Pozisyon
Birlikler özgürce hareket ediyor fakat makinalı tüfekli Türk süvarisi
Erenköy, Sırtepe ve Lapseki’de yönetimi ele geçirdi. Barışçıl bir şekilde sona
ermesi isteği ilk ateşi engellese de askeri durum gittikçe kötüleşiyor.
Generallerin Buluşması12
Türkiye ile ilgili problemlerimiz henüz sona ermedi. Fakat içerden kaynaklara göre durum çok daha iyi gözükmekte. Generallerin buluşması yarın
gerçekleşecek. Bu hiçbir şekilde bir barış konferansı değil. Doğu Trakya’da
Haberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, Londra, Pazar Gecesi: The Manchester Guardian, 2 Ekim
1922, s. 10.
11
Haberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, Londra, Pazartesi Gecesi: The Manchester Guardian, 3 Ekim
1922, s. 8.
12
333
Yunanların Meriç Irmağı’nın gerisine çekilmesi ve tarafsız bölgenin Türkler tarafından kabulü gibi iki konunun tartışılacağı tamamen askeri bir konferans. İngiliz, Fransız ve İtalyan generali Kemal’in tam yetkili temsilci ve
Yunan generali ile ayrıntıları ayarlayacaklar. Hiç şüphe yok ki Yunanlılar
müttefiklerden baskı yapmalarını isteyecekler fakat onların Küçük Asya’da
yaşadığı felaket ile oluşun durum bizim çare olabileceğimiz bir şey değil. Tarafsız bölgeler çıkarlarımızın sınırıdır ve Türkler bunu kabul edecek.
Kemalist İddialar ve Güçleri13
Konu savaş olduğunda hiç kimse Mustafa Kemal’den fazla istekli değildir.
Yunanistan’a karşı kullandığından daha fazla bir kuvveti cepheye sürebilecek
durumda. 20 bin süvariye dayanan temel gücünü Haciyenisti’ye karşı kullandı.
Bu birlikler üniformaya sahip değil. Kemal’in çoğu askeri Amerikalılarınkine
benzer zeytin yeşili üniforma giyiyor. Fakat bununla birlikte çok farklı renklerde asker ceketi ve pantolonlar var. Doğudan gelen tamamen siyah giyen Lazlar
var. Bunlar dar gömlekler (asker ceketi), üzerlerine yapışan dar pantolonlar, deriden dolaklar ve yumuşak deriden makosenler giyiyorlar. Kafalarını siyah bir
türbanla sıkıca sarıyorlar. Mühimmat kemerini bellerine doluyorlar ve her iki
omuzlarından geçiriyorlar. Bu kemerleri modern Labelle tüfeklerinin kartuşları
ile dolduruyorlar. Bunun ötesinde kısa hançerlere ve Alman yapımı ultramodern
(patatomasher lakaplı) el bombalarına sahipler. Güney bölgelerinden gelen Arap
kuvvetleri (şehirli konar göçer değil) var. Gri sivil mantolar ve başlarında eşarplarıyla Kürtler bulunmakta bunlar genelde bıçak tüfek ve kasatura taşıyorlar.
Kemalist birlikler çok az eksiğe sahip görünüyor. Çoğu silahları modern
ve arkalarında büyük bir mühimmat desteği varmış gibi görünüyor. Süvariler genelde iki ata sahip. Her süvari takımı dağ topu yâda Hotchkiss (makinalı tüfek) silahına sahip. Alışıldık olmadık şekilde piyade ve süvariler arasında
çok yüksek orasında otomatik tüfek taşıyanlar var.
Kemal’in Topları
Kemal’in Afyon ve Uşak’ta mühimmat bolluğu içinde kullandığı toplar
sürprizlerden biri oldu. Muhtemelen saldırı başladığında 300 top ateşledi.
En az 230 tane topuda Yunanlılardan ele geçirdi.
Kısa sürede hava kuvvetlerinde yapılan ilerleme kayda değer buna rağmen batılı güçlerin çok uzağında. Yaz boyunca birçok Fransız ve İtalyan makinesi alındı. Toplamda 4 uçak filosu ve her filoda 15 uçak var. Yunanlılar ve
İngilizlere göre Pilotların çoğu yabancı eğitimli azıcık bir miktar Fransız ve
İtalyan’la birlikte. Kemalist subayla bunu inkâr etmektedir.
Haberin Kaynağı John Clayton, Chicago Tribune Özel Muhabiri, İzmir, Pazar: The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, s. 9.
13
334
Fransız taktisyenlerin Türklerin operasyonlarında görevli olduğuna dair
birçok söylenti var. Ordunun görünüşü üç sene içinde esnek olmayan Alman
organizasyonundan, esnek bir yapıya büründü. Fevzi Paşa, savaş planları nedeniyle yükselmekte. Bu General Yunanlılara karşı sadece saldırgan bir plan
ortaya koyduğu için değil aynı zamanda bir yıl önce Sakarya’da zafer kazanmalarına neden olan taktik geri çekilişte kazandığı başarılar nedeniyle mareşalliğe yükseltildi. Fevzi Paşa İstanbul’daki personel okulundan (harbiye)’den
mezun oldu, Almanya ve Fransa’da askeri taktikler (kurmaylık) öğrenci olarak
bulundu. İsmet Paşa’da sahada Türk ordusunun başı, genç Türk devriminin
bir ürünü. O da yurt dışında bazı eğitimler alsa da genel olarak İstanbul’da
eğitim gördü. Türkiye askeri güç olarak İngiltere ile karşılaştırılamaz. Fakat
onunla savaşan bir ülke olarak onlar olumlu bir barış koparmayı umuyorlar.
Müdahale İçin Büyüyen Toplumsal Talep14
ABD’nin İngiltere’yi desteklemesi ve gerekirse İngiltere ile birlikte
Türklere karşı savaşa girmesi için çığ gibi büyüyen bir talep var. Muhabirin
eklediğine göre yapılan eylemlerin çoğu, Hıristiyanlara yapılan katliam haberleri neticesinde kilise organizasyonları tarafından destekleniyor. Yazar
ekliyor: Yönetimdeki yüksek memurlar eğer Türkler ve İngilizler savaşa girerse savaşa girmemek imkânsız. ABD boğazların serbestliğini garanti etmeye niyetli.
Savaş Riski15
Konferans dün Kemalistler ve Güçler arasında yapılan görüşmeler ile
başladı fakat Kemal’in görüşmelerde bulunmaması hayal kırıklığı yarattı.
Başka hiç kimse, onun en büyük generallerinin bile bir şeyi çözecek gücü
yok. Kemal’in kendisi bile partisindeki şiddet yanlısı kanatla sorun yaşayabilir, belki de bu durum yaşanan ertelemenin nedeni. Bunun arkasındaki tabii ki başka sebeplerde olabilir, o ordusundan uzaklaşmak istememişte olabilir. Barış görüşmelerinde ilk bulunan olmak istememişte olabilir sonuçta
terazide kılıç ağır çekebilir. Bununla birlikte ona güvenmemek için herhangi
bir sebepte yok. Tüm deliller aksi yönü göstermekte. Tarafsız bölgeyi tahliye
etmiş değil fakat birliklerini tehdit eder pozisyonda tutmakta. Tüm güvenilir kaynaklara göre bölgeye ilk giren süvarilere destek olarak daha fazla top
yâda piyade getirilmiyor.
Konuşulacak olan ilk hassas konu ateşkes süresi boyunca Türk kuvvetlerinin durmasıdır. İkinci konu ise Türk-Yunan ateşkesinin şartlarının belirlen14
Haberin Kaynağı Reuter, New York, Pazartesi: The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, s. 12.
15
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, s. 6.
335
mesidir. Bu konu müttefikleri tedirgin etmektedir. Çünkü müttefikler karar
verilen şekilde Doğu Trakya’nın Meriç Irmağı’na kadar Türklere verilmesi
yönünde yaptıkları anlaşması gereği Türklerin boğazı geçip Yunanlılara kendi şartlarını dayatmasını önlemektedir. Bu noktada Yunan kuvvetlerinin geri
çekilmesini sağlamak, gerekirse müttefik kuvvetleri yerleştirmek ve idarenin
Yunanlılardan Türklere geçmesini sağlamak kolay bir mesele değildir.
Bu bağlamda Türklerin değişim şeklini kabul edip etmeyeceği de kesin değildir. Türkler bölgenin derhal Türk kuvvetlerine bırakılmasını talep
etmektedir. Muhtemel olarak değişimin sembolü olarak bir Türk birliğinin
kabul edilmesi Türkleri tatmin edebilir. Fakat kayda değer bir gücün boğazı
geçmesinde ciddi riskler vardır. İngiliz güçleri yalnız başına boğaz hattını
tutacak güce sahiptir fakat küçük Fransız ve İngiliz birliklerinin Meriç ya da
bir başka hattı tutup tutamayacağı tartışmalıdır.
Fransız hükümetinin açıklamasına göre hiçbir şart altında Fransız kuvvetlerinin savaşmasına müsaade edilmeyecektir. Türkler güçlerinin avantajını kullanmasa, duruma hâkim olabilir. Kemal’e ve çalışma arkadaşlarına
diğer tüm muhabirlerden yakın olan Chicago Tribune’e göre Türkler sadece
Doğu Trakya’nın boşaltılmasını değil aynı zamanda boğazın Asya yakasının
derhal tahliyesini talep etmekteler. Eğer Kemal’in bizzat kendisi bu iddiayı
desteklerse çok açıktır ki şu an biz sadece problemlerimizin başındayız.
Lloyd George’un Yakın Doğu Politikası: LordGladstone’un Bekle
ve Görme Politikasının İncelemesi: Allenby’nin Zafer Meyvelerinin
Kaybı16
Vikont Gladstone, hükümetin Yakın Doğu politikası hakkında yaptığı
değerlendirmede Mr. Lloyd George’u bekle ve gör politikasının savunucusu
olarak tanımladı.
Yaptığı açıklamadı “Birçok şey kayboldu, Sevres anlaşması ve General
Allenby’nin zaferleri, bir sonraki gidecek şey ise Lloyd George’un kendisi.” dedi.
“Her an kendimizi Türklerle savaşın içinde bulabiliriz. Yapmamız gereken ise tüm Küçük Asya’ya sahip olmak, bir garnizonumuz Filistin’de olmalı. Büyük bir orduyu Mezopotamya’ya göndermeli ve tüm Müslüman
alemi telaşlanmalı.
Chanak’ta Fransa ve İtalya bizimle, bu sebeple boğazlar tehlike altında
değil. Smyrna ve tekrar Yunanlılara verilmeli ve Doğu Trakya güvene
alınmalı.
General Allenby’nin büyük zaferinin meyveleri gidiyor, Sevres anlaşması gitti, fakir Ermenistan’ın bağımsızlığı gitti, bir sonraki gidecek şey ise
Mr. Lloyd George’un kendisi olmalı.”
Türkler ve Tarafsız Bölge17
16
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, s. 8.
17
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.7.
336
Türklerin Boğazların Asya tarafından çekilmesi için yaptıkları talep herhangi bir zorluk çıkarmadı. Eğer Türk komutan emri verirse İngiliz ve Türk
birlikler etkili bir şekilde ayrılacak. Bir diğer deyişle kimsenin kimseyi aşağılama niyeti yok, sadece tarafsız bölgenin güvenliği sağlanmaya çalışılıyor.
Topçuların Geri Çekiliş Hikayesi: Günlerce Koşmak18
Saldırı başladığında Afyon Karahisar’da topçuluk yapan bir Yunan erinin mülakatı:
“İlk gelen uçak birkaç bomba atıyordu, ikinci uçakla gelen ise
eğer geri çekilmezlerse tamamının öldürüleceğini söyleyen broşürler.
Ardından Kemalist topçular ateşe başladı. Yunan bataryaları ateş
için emir bekledi. Kırmızı ateş beklenirken beyaz ateş göründü. Ardından kırmızı ve beyaz ateş birbiri ardına açıldı. Büyük bir şaşkınlık
içinde batarya terk edildi. Birkaç saat sonra Türkler geldi ve herkes
kaçmaya başladı. Direniş boyunca batarya hiç ateşlenmedi hiçbir subay görülmedi. Silahlar olduğu yerde terk edildi. Günlerce kaçtıktan
sonra İzmir’e giden bir trene gitmeyi başardı. Savaştan 6 gün sonra
bacağında bir kurşun yarasıyla İzmir’de hastaneye vardı. Türkler
vardığında kendi gibi 300 kişiyle denize atladı ve bir mavnaya çıktı”.
Yakın Doğu Önlemleri: Sir. A. Griffith Boscawen Eleştirileri CevapladıLig (Milletler Cemiyeti) Boğazları Koruyamaz19
Tarım Bakanı Sir. A. Griffith Boscawen, Pazar açılışında Yakın Doğu krizine ilişkin olarak şöyle konuştu.
“Hükümetin görevlerinden biri barışı korumaktır fakat korunması gereken büyük çıkarlarda vardır. Türklerin bir kez daha
Çanakkale’yi ve Boğazları ele geçirmesine izin veremeyiz. Gelibolu’yu
korumalıyız orada vatandaşlarımızın ve dominyondan gelen insanların mezarı var.” Hükümet yapılan eleştirileri aptalca olmakla itham
etmiş. Yapılan eleştirilerden birinde boğazlardan İngilizlerin çekilmesi ve Milletler Cemiyeti (MC)’nin korumasına bırakması istenmiş.
“Eğer boğazlardan çekilirsek 80000 muzaffer Türk’ten boğazlar nasıl korunacak? MC Cenova’da herhangi bir güce sahip olmadan otururken boğazların güvenliğini nasıl sağlayabilir?”
18
Haberin Kaynağı Atina Muhabirimizden: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.7.
19
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, s.10.
337
Kriz ve Yeni Çözüm20
M. Poincare ile Lord Curzon’un Venizelos’un teklifi temelinde sağladıkları anlaşma neticesinde Mudanya Konferansı tekrar başladı. Pozisyon
şu: Konferans generalleri müttefiklerin 23 Ekim’de yaptıkları Nota’ya uyum
gösterecek. Trakya’da Yunan kuvvetlerinin ilerlemeyeceği bir askeri hat çizecekler. Türklere gönderilen Nota’ya göre askeri hattın yapılması karşılığında Türkler barış gerçekleşene kadar boğazı geçmeyecek. Mudanya Konferansın Türklerin müttefik notasına karşı şekilde barış yapılsın yada yapılmasın 30 gün içinde boğazı geçme isteklerinden dolayı kesintiye uğradı.
İngiliz hükümeti adına General Harrington bunu reddetti. General Charpy
ise orda varlık sebebi hala açıklanmaya M. Franklin Boullion’a danışarak bu
tekliften yana olduğunu belirtti.
Türkler İlerlemekle Tehdit Ediyor21
Delegeler konferanstan ayrılma niyetleri olduğunu beyan edince, İsmet Paşa ayın beşi gecesi sürenin biteceğini ve ordunun İstanbul üzerine
yürüyeceğini belirtti. Bunun üzerine sabah yapılan görüşmeler neticesinde
İngilizler Trakya’nın yönetiminin barış yapılıncaya kadar İstanbul ile benzer olması şartıyla Trakya’da Yunan tahliyesi teklifini kabul etti. 2.5 saat
sonra General Harington yine teknelerin gelmesini ve müttefik temsilcilerini almasını istedi, İngilizler böyle bir kararı hükümete danışmadan alacak
güçleri olmadığını duyurdular.
Azaltılmış Tarafsız Bölge22
Müttefik Generaller kendilerine tarafsız bölge ve Trakya’da bulunacak
Türk Jandarmasının gücü ile ilgili tam net talimatlar verilmediği için dün
Mudanya’da konferansı kesintiye uğrattılar.
Bu sabah Lord Curzon’a Paris’te eşlik eden uzmanlar ve Fransız uzmanlar yaptıkları tartışmalar sonrasında tarafsız bölgede azalmaya gitti. Türklerin Boğazın Asya kıyısında yerleştikleri yerler bırakılacak. Anlaşılan bir
diğer noktada Trakya’da ki Türk Jandarmasına limit konulması fakat bunun
tam gücüne Türklere danışmadan karar vermek zor.
Alınan kararlar İstanbul’da bulunan müttefik yüksek komiserliğine gönderildi bu sebeple görüşmeler yarın öğlen başlayabilir. İzmit’te ki Türk birliklerinin tarafsız bölgede dünden bu yana ilerlediklerine dair haberler var.
20
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s.7.
21
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s.7.
22
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş, Paris, Pazartesi: The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, s. 8.
338
Mudanya’da Cumartesi Toplantısı: Tutuklular Sorusu23
Chanak’ta ki Kemalistlerin pozisyonu değişmedi. İzmit’te tarafsız hattı
Şile ve Yarımca üzerinden geçtiler. Ulusalcı Birlikler topları ile tarafsız bölgenin kendi taraflarında 4 mil ötesindeler. Güçleri yaklaşık 20bin kimilerine
göre 25000 kişi. İsmet paşa Yunanlıların elinde olan tutukluların serbest
bırakılmasını fakat Türklerin elinde bulunan esirlerin barış yapılana kadar
durmasını istedi. Müttefik generaller siviller konusunda hükümetlerine
danışacaklarına askeri tutsakların ise Yunanistan ile Türkiye’nin mevzusu
olduğunu söyledi. Kemalistler İzmir’de evlerde ve arabalarda yabancıların
bayrak asmasını yasakladı.Konsolosluk ve Ulusal binalara bayrak asılmasına
ancak yas ve ulusal günlerde Türk bayrağı ile birlikte olması şartıyla izin var.
İçki ve şarap satışı yasaklandı. Sadece Türkçe ve Fransızca tabela asmaya
izin var. 25 uçak yarın Kemalist hareketleri izlemek için gönderilecek.
2.2. Mütarekenin İmzalanması: (11 Ekim 1922)
Çalışmamızın bu bölümünde Mütarekenin imzalanmasının ardından
The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından
daha önce literatürde yer almamış bizce önemli görülen 4 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber kaynakları ile belirtilmiştir.
Türklerle El Sıkışmak: Sir. C. Harington ve İsmet Paşa:
Mudanya’da Son Sahne
Kararlı ve Dost Canlısı İngiliz Tavrı24
Mudanya Mütarekesinin imzalandığına dair haberler her ne kadar Salı
gecesinden alınsa da imza dün sabah 6.40’ta gerçekleşti. Gelen ayrıntılı raporlar imzalanma kararının Salı gece yarısından önce alındığını gösteriyor.
Yunan Delegesi öncelikle hükümetine danışmak istediği için imzalamadı. Protokol’ün esas maddeleri M. Venizelos tarafından önerildi, bunun
bir sorun olması beklenmiyor.
Anlaşmanın son hali henüz Londra tarafından General Harrington’dan
alınmadı. Anlaşılıyor ki anlaşma resmi olmayan bir kaynaktan Türk jandarma ve idaresinin giriş süresi değiştirilerek basıldı. Yunanlıların tahliyesi
için 15 gün ve Türklerin girişi için 30 günlük ara yerine 45 günde Türklerin
Trakya’da kontrolü alacağı yazılmış.
23
Kendi Muhabirimizden, İstanbul, Pazar: The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, ss. 9-10.
24
Haberin Kaynağı Belirtilmemiş: The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, s. 7.
339
İmzalayalım mı? Kandilli Masada Tarihi Sahne25
Bu sabah 6’da Yakın Doğu’yu savaştan kurtaran sinyali vermek için havayı fişek atıldı. 35 dakika sonra General Harington, General Charpy, General Monbelli ve İsmet Paşa imzaları attı. Mütareke Türkler ve Müttefikler
arasında sonuçlandı.
Dışarıda Türk askeri bandosu Ulusal askeri marşı çalarken, şeref kıtası tüm gece uykusuzluğun yorgunluğuyla, yüksek sesle “Allah’a şükür bitti”
dediler.
Böylece barış Türkiye’ye geldi. Sadece Türkiye’ye de değil muhtemelen
tüm Dünya’ya. Tüm seremonide asil bir sadelik vardı. General Harington,
Charpy ve Monbelli saha üniformaları giymişlerdi, İsmet Paşa ise zeytin
rengi ceket, haki pantolon ve siyah bot. Kafalarının üzerinde ay yıldızlı bayrakla biri Amerikan üniforması içerisinde diğeri İngiliz iki nöbetçi asker girişin dışında bekliyorlardı. Bu durumla oldukça yersiz görünüyorlardı.
İmza töreni sadeydi. İki gaz lambası yanan çuha geçirilmiş masanın
bu tarafında General Harington sağında General Monbelli solunda General
Charpy ile oturuyordu. İsmet Paşa General Harington’ınkarşısında oturuyordu. Her iki tarafta da birer İngiliz subay bulunuyordu. Kurmay Başkanı
Asım Paşa Generalinin arkasın oturuyordu. Hamid Bey demir parmaklıklı
körfezi gören camın kenarında oturuyordu. Şafakla gri maviye dönüştü. M.
Franklin Bouillion General Charpy’nin tam arkasındaydı.
General Harington protokolü imzalamayı reddeden Yunan Notasının
okunması gerektiğini söyledi. Yunanlılar hükümetlerinden herhangi bir talimat almadıklarını ve anlaşmayı tanımayacaklarını söylediler.
Karar
General Harington “İmzalayalım mı?” dedi. İsmet Paşa Yunan reddine
karşılık anlaşmanın üç gün içerisinde yürürlüğe girip girmeyeceğini sordu.
General Harington buna Paris görüşmelerinde karar verileceği görüşünde
olduğunu söyledi. İsmet Paşa “Hadi İmzalayalım” dedi. İlk olarak ismini
General Harington kâğıdın üzerine yazdı, müttefik Generallerinin elinde ve
İngiliz Kurmay Başkanı’nın elinde 5 kopya bulunuyordu. Ardından General
Charpy, General Monbelli ve İsmet Paşa imzalamadan hızlıca her kâğıdı gözden geçirdi. Bir iki sayfayı imzalamayı ihmal etti. Yunan Notasını okurken
tüm gözler ona çevrildi. Açıkça bir memnuniyetsizlikti. Ardından imzaları
tamamladı. Gerilim sona erdi. Küçük odada kalabalığı oluşturan konferans
üyelerinin, görevlilerin ve seyircilerin üzerinden büyük bir yük kalktı.
Haberin Kaynağı John Clayton, Chicago Tribune Özel Muhabiri, Mudanya, Çarşamba, 6:45 Sabah,
The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, s. 7.
25
340
Dostça Veda
İsmet Paşa son evrakı Kurmay Başkanına verdiğinde General Harington
konuşmaya başladı; İsmet Paşa ve ekibine, Müttefik Generallere, tüm yardımı
geçenlere teşekkür etti. “Birer yabancı olarak geldik, dost olarak ayrılıyoruz” dedi.
General Harington ek olarak basına ilk günler koyduğu engelleme için
özür diledi, sadece askeri meselelerin konuşulacağını düşündüğünü belirtti.
İsmet Paşa kısaca herkese teşekkür ederek, beraber çalıştığı bu günlerin hatırasında yer edeceğini söyledi. İki şef kalktı ve el sıkıştı.
2.3. Mütarekenin Yansımaları (11-31 Ekim 1922)
Çalışmamızın bu bölümünde Mütarekenin imzalanmasının ardından
The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayımlanan haberler arasından
daha önce literatürde yer almamış bizce önemli görülen 2 tanesine yer verilmiş olup, ilgili haberler kendi başlıkları ve haber kaynakları ile belirtilmiştir.
Mudanya Mütarekesi: İstanbul’da Korkutan Rahatlama:
Tehlikeli İngiliz Basın Kampanyası Harington’ınHassas Görevi26
Anlaşma imzalanmasından sonra İstanbul’da rahatlama yaşandı. Görüşmeleri yöneten müttefik Generaller ve İsmet Paşa oldukça hassas bir
misyona sahipti. İsmet Paşa milliyetçilikle ateşlenmiş ve zafer sarhoşu
bir milleti temsil ediyordu. Ulusalcıların deneseler İstanbul’u almamaları mümkün değildi. Boğazlar dar. Şehrin büyük bir kısmı muhtemelen tüm
Türk polisi de ulusalcı. Kemal’in ordusunun boğazı geçmesi engellense bile
gizlice giren birkaç askerin yardımıyla şehir ele geçirilebilir. İzmir örneğinin
gösterdiği gibi ele geçirilmek aynı zamanda katliam ve kundaklama demek.
İşte tam bu sebeple tüm yerleşikler karılarını çocuklarını ve mallarını
çok uzun zaman önce gönderdi. Yunanlılar büyük bir hızla şehri terk ediyor.
Ankara Meclisi ve ordunun çoğunluğu şehrin ele geçirilebileceğini muhtemelen biliyor. Fakat eğer tekrar savaş çıkarsa bunun bir önceki kazanılan
zaferin aksine farklı olacağının da bilincindeler.
En zor görev General Harington’a ait, onun bir yanlış adımı her şeyin
kaybedilmesine sebep olabilir. Onun karşısında olanlar oldukça küçük fakat
her geçen gün büyüyorlar. Türk liderin kendisi bile İngilizlerin blöf yapmadığından tamamen emin değil. Ruslar ve Batı politikacıları ile ilişkilerini kesmiş
diğerleri, İngiliz politikasını İngiliz medyasından öğreniyor. Lloyd George’a
karşı yapılan basın kampanyasını muhtemelen bu sebeple yanlış anlıyorlar.
General Harington’ınyalnız bırakılmasında, neredeyse Avrupa’ya savaşın ve katliamın getirilecek olmasında da İngiliz basınının payı olduğuHaberin Kaynağı Özel Muhabirimizden, İstanbul, 13 Ekim: The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922,
s. 9.
26
341
nu söylemek abartı olmayacaktır. Fransız komutanı İngiliz müttefikleri
ile birlikte olmak isterken Fransız sarayının isteği farklıydı. M. Franklin
Bouillon’un varlığı konferansın üzerinde karanlık ne olduğu belli olmayan
bir gölgeydi. Hiç kimse onun varlığının amacını bilmiyordu. Kendisini barış
için arabulucu olarak göstermesine rağmen bu mütarekenin görüşüleceği
bir askeri konferanstı ve bir sene önce ulusalcılarla gizli bir anlaşma yapan
ve asker olmayan birinin orda olması tehlikeli bir şeydi.
Yunanlıların Trakya’yı Tahliyesi: Cumartesi Gece Yarısı
Operasyon Başladı27
Yunanlılar tarafından Trakya’nın tahliyesi bu gece başladı. İngiliz ve
Fransız birlikleri hudut çizgisini geçecek ve geri çekilmeyi ilerletecek.
TBMM Gelibolu valisi olarak Asim Beyi, Kırk Kilise valisi olarak Tevfik
Beyi, Rodosto (Tekirdağ) valisi olarak İshap Beyi ve Edirne polis şefi olarak
Rıfat Beyi atadı. 2500 Türk Jandarması derhal Trakya’ya geçme emri aldı.
Sonuç:
Giriş kısmında da belirttiğimiz üzere çalışmamızda 1922 yılı Ekim ayı
itibarıyla The Manchester Guardian (günümüzde TheGuardian) Gazetesi’nde
tespit edilen haberler nicelik ve nitelik açısından değerlendirilmiştir. Bu
27
Haberin Kaynağı Reuter, İstanbul, Cumartesi: The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, s. 10
342
noktada çalışma temel olarak “Mütareke Öncesi Süreç”, “Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” olarak üçe ayrılmıştır.
Bu basit ve temel metodoloji itibarıyla yapılan incelemede The Manchester Guardian Gazetesi’nde Mütarekeye ilişkin konferansın sürdüğü ilk
10 günlük sürede toplam 123 haber yayımlandığı, günlük ortalama haber
sayısısın ise 12.3 olduğu tespit edilmiştir. Mütarekenin yapılmasının ardından ise The Manchester Guardian Gazetesi’nde yayınlanan haber sayında
hızla bir düşüş yaşandığı ve konunun kamuoyunun gündeminden uzaklaştığı görülmektedir. Çünkü 16 günlük haber sayısı The Manchester Guardian
Gazetesi’nde toplam 58 olup, ortalama haber sayısı 3.625’tir.
Çalışmamızın bölümlerini oluşturan “Mütareke Öncesi Süreç”,
“Mütareke’nin İmzalanması” ve “Mütareke’nin Yansımaları” süreçleri bir
bütün olarak incelendiğinde de Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrası yaşanan
konjonktür, İngiliz medyası tarafından “müdahil olunan bir çatışma” değil,
“doğrudan taraf olunan bir süreç” olarak algılanmıştır. Birleşik Krallığı, sorunun doğrudan tarafı olarak gören İngiliz medyası, mütareke sürecinde
İtalya ve Fransa’yı da müttefiklik ilişkilerine aykırı davrandıkları ve Ankara
Hükümeti ile iyi ilişkiler geliştirdikleri için suçlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluş sürecinde her ne kadar strateji gereği bu
savaşı bir Türk-Yunan savaşı olarak lanse edilse de çatışmayı sona erdiren
Mudanya Mütarekesi tarafları ve nihayetinden imzalanan Lausanne Barış Antlaşması’nın imzacı tarafları Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Birinci
Dünya Savaşı’nın son çatışması olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Kaynakça:
70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993.
AYBARS Ergün, “Mudanya Mütarekesi’nin İngiliz Basınında Etkisi”, 70. Yılında
Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi
1993, ss. 65-81.
http://global.britannica.com/EBchecked/topic/247912/The-Guardian
(e.t.
18.09.2014)
http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/755/Voting-Intention-by-Newspaper-Readership.aspx (e.t. 18.09.2014)
http://www.ipsos-mori.com/researchpublications/researcharchive/poll.
aspx?oItemId=580 (e.t. 18.09.2013)
http://www.theguardian.com/gnm-archive/2002/jun/06/1 (e.t. 18.09.2014)
HÜLAGÜ Orhan, “Mudanya Mütarekesi (3-11 Ekim 1922)”, Atatürk Araştırma
Merkezi Dergisi, Sayı 39, http://atam.gov.tr/mudanya-mutarekesi-3-11-ekim-1922/
(e.t. 01.09.2014)
ÖZDAL Barış, ERMİŞ Uğur, DOĞAN Aylin, JANE Murat, “The Times ve
The Manchester Guardian Gazetelerinde Mudanya Mütarekesi”, Mudanya
Mütarekesi’nden Günümüze Bursa Uluslararası Sempozyumu,26-28 Eylül 2013 Bursa,
343
Türkiye. (Sempozyum kitabı basım aşamasındadır)
The Manchester Guardian, 12 Ekim 1922, p. 7.
The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, p. 9.
The Manchester Guardian, 16 Ekim 1922, p. 10.
The Manchester Guardian, 2 Ekim 1922, p. 10.
The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 8.
The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 9.
The Manchester Guardian, 3 Ekim 1922, p. 12.
The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, p. 6.
The Manchester Guardian, 4 Ekim 1922, p. 8.
The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, p. 7.
The Manchester Guardian, 5 Ekim 1922, p. 10.
The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, p. 7.
The Manchester Guardian, 9 Ekim 1922, p. 8.
The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, p. 9.
The Manchester Guardian, 10 Ekim 1922, p. 10.
WATT Cameron, “Britanya ve Mudanya Mütarekesi”, 70. Yılında Mudanya Mütarekesi ve Uluslararası Sonuçları, Bursa: Uludağ Üniversitesi Basımevi 1993, ss. 97-105.
Özet
Bizimde katıldığımız bir görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti’nin “Kuruluş ve Kurtuluş Savaşı”, I. Dünya Savaşı içinde gerçekleşmiş son muharebedir. Genel ve soyut olarak açıklarsak, I. Dünya Savaşı’nın çatışma safhası
Osmanlı Devleti için Mondros Mütarekesi ile sona ermiştir. Mütarekenin
getirdiği uygulamalara ve batılı devletlerin dayattığı Sevres Antlaşması’na
duyulan tepki neticesinde Meclis-i Mebusan, Misak-i Millîyi kabul etmiştir. Halkın silahlı gücü olan Kuva-yi Milliye tarafından Mondros
Mütarekesi’nin ortaya koyduğu çatışmasızlık ortadan kaldırılmış ve Lausanne Barış Antlaşması ile sona erecek olan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı
başlamıştır. Bu savaş, dönemin şartları ve stratejik duruş nedeniyle her ne
kadar Türk – Yunan savaşı olarak gösterilse de I. Dünya Savaşı’nın devamı olduğu, savaş sonucunda imzalanan antlaşmanın taraflarında kendini
göstermektedir. Unutulmamalıdır ki savaşın silahlı çatışma safhasını sona
erdiren Mudanya Mütarekesi’nde İsmet Paşa’nın birinci muhatabı Yunan
ordusu komutanları değil İstanbul’daki müttefik komutanlığının başında
olan İngiliz General Harrington’dır. Yukarıda aktardığımız perspektiften
bakıldığında, I. Dünya Savaşı’nda ki çatışmalar 1918 yılında değil 1922 yılında Mudanya Mütarekesi’nin imzalanmasıyla son bulmuştur. Bu çerçevede
I. Dünya Savaşı’nın son askeri hareketleri de Anadolu’da gerçekleşmiştir.
Özellikle İngiltere’nin Boğazlar üzerinde ki denetimi kaybetmemek ve Yunan ordusunun bozgunu karşısında kazanımlarını korumak için verdiği bu
mücadele incelenmeye değerdir. Bu zaman aralığını önemli kılan bir diğer olgu ise Anadolu’da yaşanan gelişmeler karşısında İtilaf Devletleri’nin
tutum ve hareketlerinde oluşan farklılıktır. İngiliz medyasının Fransa’yı
344
Türk uçak filolarına destek vermekle suçlaması bu durumun en bariz örneklerinden biridir.
Bu bağlamda çalışmamızda I. Dünya Savaşı’nın son askeri harekâtını
nihayete erdiren Mudanya Mütarekesi görüşmeleri esnasında The Manchester Guardian (günümüzde TheGuardian) Gazetesi’nde yayınlanan Türk
ve İngiliz askeri hareketlerine dair haberler, bu askeri hareketliliğin İtilaf
Devletleri ile olan görüşmelere yansıması ve İngiliz medyasında Türk ordusu algısı analiz edilecektir. Önemle belirtilmesi gereken husus ise bu analiz
esnasında ikincil kaynakların değil The Manchester Guardian Gazetesi resmi arşivinin kullanılacak olmasıdır.
Anahtar Kelimeler: I. Dünya Savaşı, Mudanya Mütarekesi, The Manchester Guardian, İngiltere, Türkiye
Last Armistice Of World War One From The Papers Of The
Manchester Guardian: Anatolia Battlefront And Armistice Of
Mudanya
Abstract
According to some historians, Turkish War of Independence was last
battle of World War One. Battles phases of World War One was ended in
Armistice of Mondros for Ottoman Empire. Grand Assemble of Ottoman
Empire accepted Misak-i Milli (National Pact) because of reaction against
Treaty of Sevres and execution of armistice. Kuva-yi Milliye which was created by armed people, started Turkish War of Independence. Due to strategic
needs, Turkish War of Independence represented as a Turkish-Greek war
but sides of Treaty of Lausanne showed that Turkish War of Independence was last phase of the World War One. Instead of Greek General, General
Harington sit opposite to General İsmet during the Armistice of Mudanya.
In this perspective, battle phases of World War One ended in 1922 with
signing of Armistice of Mudanya. Last battle of World War One occurred in
Anatolian Battlefront. Especially, United Kingdom’s combat against its gains upon straits is worth examining. Also divergence between Alliance States
against happenings in Anatolia is very important. For example, British press
accused France because of France’s support to Turkish military planes.
In this context, Turkey’s and United Kingdom’s military actions, reflections of Turkish Army and negotiations with Allied States in the light of the
Turkish military actions will be examined from The Manchester Guardian
( today The Guardian) during negotiations of Armistice of Mudanya which
was ended last battle of World War One. In this analysis, Usage of official archives of The Manchester Guardian instead of secondary source will constitute real importance of this work.
Key Words: World War One, Armistice of Mudanya, TheManchester
Guardian, United Kingdom, Turkey.
345
Osmanlı Devleti için Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve
Mondros Mütarekesi
Hakan BACANLI*
A. Birinci Dünya Savaşının Son Yılında İttifak Devletlerinin
Mütareke Girişimleri ve 29 Eylül 1918 Selanik Mütarekesi:
Savaşın son yılı içerisinde cephe gelişmelerinin İtilaf devletleri lehine
dönmeye başlaması İttifak gurubunda hem münferit hem de toplu olarak bazı
mütareke ve barış girişimi teşebbüslerine başlanılmasına neden olmuştur.
1918 Eylül ve Ekim aylarında ağırlık kazanan bu girişimlerden birisi
Avusturya İmparatoru Hariciye Nazırı Burian’ın 14 Eylül 1918 tarihinde bütün düşman ülkelere hitaben barış notası göndermesidir. Bu notada, Amerika Başkanı Wilson’un ve İngiliz devlet adamlarının barışa dair sözleriyle
desteklenen açıklamalar yapıldıktan sonra bütün muhasım devletlerin imzalanacak barış antlaşmaları esasları hakkında görüşmelerde bulunmak
üzere tarafsız bir ülkeye temsilciler göndermeleri teklif olunmuştur. Ancak,
Burian’ın bu teşebbüsünü Almanya’nın tesiri altında yapmakta olduğunu
düşünen İtilaf Devletleri, bu girişime olumlu cevap vermemişlerdir.1
15 Eylülde Makedonya cephesinde başlayan Fransız taarruzu neticesinde cephenin yarılması üzerine Bulgarlar, artık müttefiklerinin tutumunu
önemsemeyerek, 26 Eylülde İngiliz ve Yunan birlikleri komutanı General
Milne’e mütareke görüşmelerinde bulunulmak üzere 24 saatlik bir ateşkes
için başvurmuş, İngiliz Generali de onları Selanik’te Cephe Komutanı Fransız Generali Franchet Desperey’ye yönlendirmiştir. Franchet Desperey de
konuyu Paris’e iletmiş ve İngiltere ile Fransa arasında mütareke koşulları
üzerinde çalışmaya başlanılmıştır.2
28 Eylülde Maliye Nazırı Mösyö Liaptcheff ile General Loukoff’den ve
müşavir olarak Sefir Simeon Radeff’den oluşan bir Bulgar temsilci heyeti
Selânik’e gelerek, General Franchet d’Esperey ile mütareke şartları üzerinde görüşmelere başlamıştır.3 İngiltere ile Fransa arasında mütareke koşulları üzerinde çalışma yapılırken, Cephe Komutanı Fransız Generali Franchet
Desperey durumun vakit kaybına uygun olmadığı ve Bulgar çöküntüsün*Dr., Öğ. Bnb., Genel Kurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Daire Başkanlığı, [email protected].
1
Ali Türkgeldi, Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1948, s.7.
Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III (1914-1918 Genel Savaşı), Kısım: 4 (Savaşın Sonu),
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1983, s.728.
2
3
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.8.
347
den yararlanarak Alman ve Avusturya birliklerini ezmek ve Tuna’ya ulaşıp
Macaristan’la Romanya’ya çabuk saldırmak gerektiğini düşündüğünden
Paris’ten bir emir ve karşılık almadan, Bulgaristan ile mütarekeyi (Selanik
Mütarekesi) 29 Eylül’de imzalamıştır.4
Almanya ise 29 Eylül’de, Bulgaristan’ın mütareke imzaladığı gün, Amerika Başkanı Wilson’a müracaat edilmesine karar vermiştir. Hindenburg 3 Ekim
tarihinde savaşa son verilmesi gerektiğini belirterek, kaybedilen her günün binlerce cesur askerin hayatına mal olduğunu söylemiştir. 4/5 Ekim gecesi, genel
bir ateşkes yapılmasını talep eden Alman notası -Almanlarla Amerika arasındaki iletişime İsviçre Hükümeti aracılık ettiğinden- Amerika’nın Bern elçiliğine
gönderilmiştir.5 Almanya bu girişiminden müttefiklerini de haberdar etmiştir.
Almanya’nın İstanbul’daki elçisi 1 Ekim 1918 sabahı Sadrazama Almanya’nın,
Wilson’un muhtelif tarihlerdeki nutuklarında ve beyannamelerinde ifade ettiği
şartları kabul ettiğini, barış görüşmelerinin Wilson tarafından yürütülmesi için
Washington Kongresinin toplanmasını talep edeceklerini belirterek, Osmanlı
Devleti’nin bu husustaki fikirlerini öğrenmek istemiştir.6
Almanya’nın bu notasını, 5 Ekim’de İsveç vasıtasıyla Avusturya
Macaristan’ın ve İspanya vasıtasıyla Osmanlı Hükümetinin Wilson’a müracaatları takip etmiştir. Bu suretle müracaatlar ortaklaşa notalarla yapılmıştır. Wilson’a müracaat İttifak grubunun ortak bir mütareke yapmasını sağlayamamışsa da bu teşebbüs Merkezi Devletler İttifakının son ortak hareketi
olmuştur.7
Bayur, a.g.e., s.728.
Mütareke şartları şöyledir: “Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan’da işgal ettiği araziyi derhal tahliye
ve ordusunu terhis edecektir. Doğu sınırı ile Dobrice’nin ve demiryollarının muhafazası için üç fırka
ile dört süvari alayından oluşan bir birlik bırakılacaktır. Terhis edilecek birliklere ait silahlar, mühimmat ve nakliye vasıtaları depolanacak, hayvanlar teslim edilecektir. Makedonya’nın işgali esnasında
dördüncü Yunan kolordusundan alınan levazım iade edilecektir. Üsküp meridyen dairesinin batısında
bulunup 11’inci Alman ordusuna mensup olan Bulgar birlikleri savaş esiri kabul edilecektir. Müttefik
esirleri vakit kaybetmeksizin tahliye edilecek, doğudaki Bulgar esirleri mütekabiliyet gözetilmemek
şartıyla barışın yapılmasına kadar müttefik orduları tarafından tutulacaktır. Bulgaristan’da bulunan
Almanya ve Avusturya-Macaristan tebaası dört ay içinde ülkeyi terk edecektir. Müttefik askerlerinin
Bulgar arazisinden ihtiyaç durumunda geçmeleri - demiryollarıyla bütün yollardan yararlanmaları
- telefon, telgraf ve telsiz telgrafın kontrolü hususları temin olunacaktır. Bulgaristan arazisinde bir
kısım stratejik noktalar Müttefik Büyük Devletler tarafından işgal edilebilecektir. İşgal geçici olup sırf
teminat makamında olacaktır. Ne tazyik ve ne de keyfî el koymalara mahal vermeyecektir. Orduların
başkumandanı özel bir durum olmadıkça Sofya’nın işgal edilmeyeceğine dair teminat verir. Ayrıca
Sırbistan ve Yunanistan askerleri Bulgaristan’a gelecek işgal kuvvetleri arasında bulunmayacaktır.” Bkz.
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.8-10.
4
5
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.10, 12.
Maliye Nâzırı Cavit Bey, Felaket Günleri - Mütareke Devrinin Feci Tarihi I, Yayına Hazırlayan:
Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2000, s.3.
6
7
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.12, 22.
348
B. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne Yönelik Mütareke Taslağı:
Bulgaristan örneği İngilizler için bir ders olmuş ve Ekim ayı başında
ileride Osmanlı Devleti ile yapılacak muhtemel bir mütareke için bir taslak
hazırlanması düşüncesi ortaya çıkmıştır. 1 Ekim tarihli İngiliz Savaş Kabinesi, Türkiye’nin mütareke istemesi halinde değerlendirilmek üzere bir
mütareke taslağı hazırlaması kararını almıştır. İngiliz Savaş Kabinesi’nin 3
Ekim tarihli oturumunda Osmanlı Devleti’ne yönelik hazırlanan 18 maddelik mütareke taslağı görüşülmüş, bazı eklemeler ve çıkarmalarla kabul
edilmiştir8:
“1- Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması ve Karadeniz’e geçilmesi. İstanbul’un ve Çanakkale Boğazı istihkâmlarının İngiliz birliklerince
işgal edilmesi.
2- İtilaf gemilerinin şu anda Türk işgali altında bulunan tüm liman ve
demirleme yerlerini/rıhtımları serbest bir şekilde kullanmaları, bu liman ve
rıhtımların düşman gemilerinin istifadesine kapatılması.
3- Türk sularındaki tüm deniz savaş taşıtlarının teslim edilip bunların
yönlendirilecekleri liman veya limanlarda enterne edilmeleri.
4- Tüm Türk deniz ticaret gemilerinin/taşımacılığının İtilaf devletleri
tarafından idare edilmesi ve gerektiğinde kiralanabilmesi.
5- Telsiz telgraf ile kablo istasyonlarının İtilaf devletleri tarafından idare edilmesi.
6- Türk sularında bulunan tüm mayınlı bölgelerin, torpido kovanlarının
ve diğer blokajların/engellemelerin yerlerinin gösterilmesi ve gerektiği takdirde bunların temizlenmesine veya ortadan kaldırılmalarına yardım edilmesi.
7- Karadeniz’deki mayınlarla ilgili mevcut tüm bilgilerin verilmesi.
8- İstanbul’un İtilaf devletleri tarafından bahri üs olarak kullanılması. Tüm
Türk limanlarında ve tersanelerinde gemi tamir imkânlarından yararlanılması.
9- Türk kaynaklarından kömür, mazot ve deniz malzemelerinin satın
alınmasında kolaylık gösterilmesi.
10- Şu anda Türk denetiminde bulunan ve tamamen serbest bir şekilde İngiliz yetkililerinin kullanımına verilmesi zaruri olan Transkafkasya demiryolları
da dâhil olmak üzere tüm demiryollarına İngiliz kontrol subayları yerleştirilmesi.
11- Toros tünel şebekesinin İtilaf devletleri tarafından işgal edilmesi.
12- Türk birliklerinin derhal Kuzey Batı İran’dan ve Transkafkasya’dan
savaş öncesi sınırlar ötesine/dışına çekilmeleri.
Tolga Başak, Türk ve İngiliz Kaynaklarıyla Mondros Mütarekesi ve Uygulama Günlüğü (30
Ekim- 30 Kasım 1918), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2013, s.85-86, 91-92.
Savaş ve Donanma Bakanlıkları tarafından hazırlanan mütareke taslağında ‘italik’ harflerle belirtilmiş
olan ifadeler görüşmeler esnasında Savaş Kabinesi’nin taslaktan çıkardığı bölümler, (parantez) içerisinde verilen bölümler ise Savaş Kabinesi tarafından mütareke taslağına yapılan eklemelerdir. Başak,
a.g.e., s.93.
8
349
13- Hicaz, Asir ve Yemen’de bulunan tüm garnizonların/askeri karargâhların en yakındaki İtilaf komutanına veya Arap temsilcisine teslim olmaları.
14- Trablus’taki/Tripolitania tüm Türk subaylarının en yakında bulunan İtalyan garnizonuna teslim olmaları.
15- (Bahri, askeri ve sivil) tüm Alman ve Avusturyalıların en yakında
bulunan İngiliz veya İtilaf komutanına teslim olmaları.
16- Teçhizat ve ulaşım vasıtaları da dâhil olmak üzere Türk ordusunun
kullanım ve dağıtımına ilişkin verilebilecek emirlere uyulması.
17- Ordu ikmal malzemelerinin kontrolü için İngiliz subaylarının atanması.
18- Tüm İtilaf savaş esirlerinin İstanbul’da toplanıp kayıtsız şartsız İtilaf devletlerine teslim edilmeleri.”
Savaş Kabinesi’ne sunulan mütareke taslağında daha sonra Mondros
Mütarekesi’nin meşhur maddeleri haline gelecek olan 7. ve 24. maddelerin
bulunmadığı ve yine ilgili taslakta Ermeniler veya Türkiye’nin doğusunda
bulunan vilayetlerle ilgili herhangi özel bir düzenleme bulunmadığı dikkat
çekmektedir.9
C. İngiltere, Fransa ve İtalya Arasında Yapılan Görüşmeler
ve Osmanlı Devleti ile Yapılacak Mütareke Konusundaki
Görüşler:
Lloyd George, Fransız ve İtalyan hükümet başkanları Clemenceau
ve Orlando ile askeri danışmanlar 5 Ekim tarihinde Paris’te görüşmeye
başlamıştır. Toplantıda Bulgaristan ile mütarekeyi imzalayan Franchet
Desperey’in İstanbul üzerine yürünmesi konusundaki teklifleri10 ile Osmanlı Devleti ile ileride yapılacak mütareke hususları da görüşülmüştür.
Bu görüşmeler esnasında kendilerine başvuran bazı Osmanlı misyonlarının
barışa yönelik girişimlerde bulundukları bilgileri İngilizler tarafından müttefiklerine açıklanmıştır.11
Konferansta, İngiltere tarafından Osmanlı Devleti ile yapılması düşünülen mütarekede sunulmak üzere hazırlanan taslak metin müttefiklere
sunulmuştur. Görüşmelerde taslak metnin tümünde yer alan “İngiliz” kelimesi “İtilaf” kelimesiyle değiştirilmiştir. Trablus’taki tüm Türk subaylarının teslimi ile ilgili maddeye “Bingazi” eklenmiştir. İtalyan Dışişleri
Bakanı Baron Sonnino’nun önerisi üzerine “Mısrata da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingazi’deki önemli limanların en yakın İtilaf garnizonuna
teslimi” öngörülmüştür. İtilaf savaş esirlerinin yanında “Ermeni esir ve tu9
Başak, a.g.e., s.93.
10
Bayur, a.g.e., s.729.
11
Başak, a.g.e., s.109-110.
350
tuklularının da İtilaf devletlerine teslim edilmeleri” hususu eklenmiştir. Bu
eklemelerden sonra mütareke taslağı incelenmek üzere üç İtilaf devletinin
askeri ve bahri uzmanlarına verilmiştir. İtilaf askeri uzmanları, taslakta
yer alan Transkafkasya demiryolları ile ilgili maddeye “Batum ve Bakü’nün
işgalini” dâhil etmişler, ayrıca garnizonları İtilaf veya Arap temsilcilerine
teslim edilecek olan bölgeler listesine de “Suriye ve Mezopotamya”yı da eklemişlerdir. Hazırlanan yeni taslak uzmanlar tarafından konferansa iade
edilmiştir.12
İtilaf hükümet başkanları toplantısında Fransız Dışişleri Bakanı M.
Pichon iki öneride daha bulunmuştur. Birinci teklife göre, “İç düzenin sağlanması ve sınırların denetimi için gerekli olan birlikler dışında Türk ordusu
acilen terhis edilecek, bu hususta ne kadar birliğin gerekli olacağına ise daha
sonra İtilaf devletleri karar vereceklerdir.” İkinci teklif ise “Türkiye’nin Merkezi Güçlerle tüm ilişkilerini kesmesi gerektiği” şeklindedir. Her iki teklif de
kabul edilmiştir. İtalyan Dışişleri Bakanı Baron Sonnino’nun “İtilaf güçlerinin, önemli stratejik noktaları işgali” teklifi de kabul edilmiştir. Mütareke
metnine diğer ilave ise garnizonlarının teslim edilmesi gereken yerler listesine “Kilikya”nın da eklenmesidir. Böylelikle Londra’da hazırlanan ilk İngiliz mütareke taslağına, Paris yeni maddeler eklenerek, metin daha sert hale
getirilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin müracaat edeceği üç İtilaf devletinden
herhangi birinin kararlaştırılan maddeler dahilinde onunla mütarekeyi sonuçlandırabileceği konusunda mutabakata da varılmıştır.13
7 Ekimde Clemanceau, Lloyd George ve Orlando arasında yapılan Başbakanlar toplantısında; Doğu ordusunun İstanbul üzerine yürüyecek olan
kolunun, İngiliz Generalinin komutasında olması; Doğu ordusuna, en çok
İngiliz birlikleri olmak üzere, Fransız, İtalyan, Yunan ve Sırp birliklerinin de
katılabileceği kararlaştırılmıştır. Bu toplantının ardından Lloyd George’la
Clemanceau arasında Boğazları zorlayacak veya Osmanlı mütarekesi olursa
Boğazlardan geçecek olan donanma komutanının “İngiliz mi, yoksa Fransız
mı?” olacağı konusu üzerinde çetin tartışmalar olmuş, ancak bu konuda bir
anlaşmaya varılamamıştır.14
Fransa ile İngiltere arasındaki görüş ayrılıkları üzerine İngiltere
Mondros’a, Ege denizinde bulunan Fransız Amiralinden kıdemli olan Amiral Calthorpe’u gönderme kararı almıştır. 11 Ekimde Mondros’a ulaşan Calthorpe, bölgedeki İngiliz deniz kuvveti mevcudunun Fransızlarınkinden az
olması nedeniyle sayının arttırılmasını istemiş, İngiltere bunun üzerine üç
12
Başak, a.g.e., s.111.
13
Başak, a.g.e., s.112-113.
14
Bayur, a.g.e., s.730-731.
351
dretnot ile diğer türden savaş gemileri göndermiştir. Böylelikle İngiltere,
bölgede Fransızlara oranla üstün bir kuvvete ve daha kıdemli bir Amirale
sahip olmuştur. Bu üstünlük sağlanınca Lloyd George Clemanceau’dan Ege
denizinde komutanlığın bir İngiliz Amiraline verilmesini istemişse de Clemanceau, deniz komutanlığının Fransızlarda olmasında ısrar etmiştir.15
İngiltere ile Fransa arasında çekişme sürerken, Lloyd George, Paris’teki
konferansta üzerinde mutabakat sağlanan mütareke şartlarını 11 Ekim’de
İngiliz Kabinesi’nin onayına sunmuş ve kabine aynı gün mütareke taslağını
onaylamıştır. Mütareke taslağının bilgi sahibi olması için Başkan Wilson’a
da gönderilmesine karar verilmiştir.16
C. Osmanlı Devleti’nin Mütareke Girişimlerine Başlaması:
Bulgarları mütarekeye zorlamış olan Makedonya’daki düşman ordularının Meriç kıyılarına gelerek İstanbul’u da tehdit altına girmiş olması Osmanlı Hükümetini tedirgin etmiştir. Osmanlı Devleti, Alman hükümetinin,
Başkan Wilson’a müracaatla barış isteme girişimini olumlu karşılamıştır.
Fakat Avusturya-Macaristan gibi Osmanlı Devleti de, muhteva bakımından
birbirine uygun fakat ayrı teşebbüsleri, savaşta tarafsız kalmış olan hükümetler (Almanya için İsviçre, Avusturya - Macaristan için İsveç ve Türkiye
için İspanya) vasıtasıyla yapmayı uygun bulmuştur. Müttefikler arası anlaşmanın olmasından sonra Türkiye’nin Madrid Maslahatgüzarı 5 Ekim
1918’de İspanya hükümetine şu notayı sunmuştur17
“Aşağıda imzası bulunan Türkiye Maslahatgüzarı, hükümetinden aldığı
talimata binaen, Osmanlı Hükümetinin, Amerika Birleşik Devletleri Başkanından, barışın iadesi işini ele almasını, bütün muharip devletleri bu müracaattan haberdar etmesini ve bunları, müzakerelere başlamak üzere murahhaslar göndermeye davet etmesini rica ettiğini, Amerika Birleşik Devletleri
Devlet Sekreterine telgrafla bildirmesini Krallık hükümetinden niyaz etmekle
şeref kazanmaktadır.
Osmanlı Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Başkanının kongreye 8
Ocak 1918’de yaptığı hitap ile bundan sonraki beyanatında, bilhassa 27 Eylül
nutkunda öne sürmüş olduğu programı, müzakerelere esas olarak almaktadır.”
ABD Devlet Sekreteri Robert Lansing bu müracaatı her ne kadar 14
Ekimde almışsa da ancak 31 Ekimde, yani mütarekenin yürürlüğe girdiği
gün cevaplamıştır. Lansing cevabında, 17 Ekimde gönderilmiş olunan notayı Başkana aynı gün sunduğunu ve Başkanın talimatına uyarak, Ameri15
Bayur, a.g.e., s.732, 735.
16
Başak, a.g.e., s.114-115.
17
Gotthard Jaeschke, “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, Cilt: XXVIII, Sayı: 109, Ocak 1964, s.141-142.
352
ka hükümetinin, Türk Maslahatgüzarının başvurusunu Türkiye ile halen
savaş halinde bulunan hükümetlerin bilgisine sunacağını yazmıştır. Cevabın gecikmesinin sebebi, bir İngiliz Nazır tarafından şöyle açıklanmıştır:
“Daha önce imza edebilirdik, çünkü Türkler elimizde idi. Türkler bize 15
gündür barış için rica ediyorlardı. Fakat ilerideki Arap devletinin başkenti
Halep şehrini işgal etmedikçe bizim onlarla bir sonuca varmakta bir acelemiz yoktu”.18
Resmi olarak Amerika’ya yapılan müracaatla birlikte, Talat Paşa mütareke için farklı teşebbüslerde de bulunmuştur. İzmir Valisi Rahmi Bey
3 Ekim 1918 tarihinde, Vilayet Yabancı İşler Müdürü Charles Karabiber
Bey’le, Fransız tebasından tüccar M. Edmond Giraud’yu, Talat Paşa’nın barış teklifini içeren bir mektubu ile, delege olarak Midilli’deki İngiliz temsilcisine göndermiştir. Bu heyet açık denizde 4 Ekim’de “Liverpool” kruvazörüne binmiş, 6 Ekim’de Atina’da olarak, burada İngiliz Sefiri Lord Granville’le
görüşmüşler, ancak görüşmeden bir sonuç alınamamıştır.19
12 Ekimde, bu kez Osmanlı Devleti’nin İsviçre Büyükelçisi Fuad
Selim’in İsviçre hükümeti aracılığıyla bir kez daha Amerika’ya müracaatı
sağlanmış ama yine sonuç alınamamıştır.20
Vahdettin, Ekim ayı başında kişisel temsilcisi Rüştü Bey ve Bogos Nubar Paşa aracılığıyla İngiliz hükümetine iletilmek üzere Bern’deki İngiliz
Büyükelçisi Horace Rumbold’a bir barış antlaşması taslağı göndermiştir.
Vahdettin’in taslağı şu hükümleri içermektedir21:
Jaeschke, a.g.m., s.142-143.
İleriki sayfalarda da açıklanacağı üzere İngiltere Hükümeti mütarekenin imzasından önce General Allenby’den daha hızlı hareket ederek Musul ve Halep’in işgalini talep etmiştir.
18
Jaeschke, a.g.m., s.144.
Celal Bayar, Atina’daki İngiliz elçisinin, Karabiber ile temasa geçmek istemediğini, Giraud’ya ise
Osmanlı Hükümetinin barış isteğinde geç kaldığını söylediğini yazmaktadır. Bkz. Celal Bayar, Ben de
Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1965, s.41.
Rahmi Bey’in bu teşebbüsü ile ilgili farklı bir bilgiye göre ise; bu kişiler Atina’daki İngiliz elçisine, İzmir
valisinin bir ihtilâl yaparak hükümeti devirmek amacında olduğunu ve kendisine ne gibi bir yardımda
bulunulacağını sormuşlar, verilen cevapta ise, Osmanlı devletinin resmî temsilcilerinden başka kimselerle görüşülmeyeceği, eğer Rahmi Bey’in ciddî bir niyeti var ise, başarılı bir hükümet darbesi yaptıktan
sonra müttefiklerle temasa geçmesi bildirilmiştir. Rahmi Bey’in Atina’ya temsilci yollamasının henüz
aydınlanmaya muhtaç noktaları varsa da valinin yakın adamlarının gönderilmesinden Sadrazam Talat
Paşa’nın haberi olduğu muhakkaktır. Bkz. Yuluğ Tekin Kurat, “Bir İmparatorluğun Son Nefesi Mondros”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Eylül 1971, Sayı: 48, s.39.
Rauf Orbay hatıralarında, mütareke görüşmelerine giderken İngilizlerin “Liverpool” kruvazörüne binip hareket ettikten sonra gemi defterini imzalamak için getirdiklerinde son ziyaretçiler olarak “Karabi” ve “Jiro” isminde iki kişinin ismini gördüğünü, bunların İzmir’den gelerek memuriyetle Atina’ya
gittiklerini yazmıştır. Bkz. Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni - Siyasi Hatıralarım, Cilt: 1, Emre
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2000, s.87.
19
İhsan Şerif Kaymaz, “Mondros: Bir Ateşkesin Tahlili”, 21. Yüzyıl, Yıl: 2, Sayı: 7, Ekim-Kasım-Aralık
2008, s.244.
20
21
Kaymaz, a.g.m., s.244-245.
353
“1- Hicaz, Suriye, Filistin ve Irak’ta, savaştan önce Mısır’da uygulanana
benzer şekilde Sultan’ın süzerenliği altında İngiliz himayesinin kurulması,
2- İttihat ve Terakki’nin tasfiyesi için İngiltere’nin yardımcı olması,
3- Sultan’ın taht üzerindeki mutlak egemenliğinin yeniden kurulması,
4- Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında ittifak yapılması,
5- Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı bölgelerde İngiltere’nin denetiminde
anayasal reformlar yapılması,
6- Asker kaçaklarından kurulacak olan İngiliz komutası altındaki 300500 bin kişilik bir gücün İstanbul’a yürüyerek İttihat ve Terakki yönetimini
devirmesi,
7- Bir Osmanlı Paşasının Mısır’a gönderilip, Osmanlı savaş tutsaklarından İstanbul’a yürüyecek güç için asker sağlanması,
8- Arabistan Kralı ile bu konuda işbirliği yapılması,
9- Türk Bulgar sınırının 1912’deki şekliyle yeniden düzenlenmesi,
10- Midilli, Sakız gibi Anadolu’ya çok yakın adaların Osmanlı Devleti’ne
iadesi,
11- Uşi Antlaşması’nın ilgası.”
Vahdettin’in, hükümetten bağımsız bu girişimi İngilizler tarafından
dikkate alınmamıştır.22
Bern Askeri Ataşesi Albay Halil (General Sedes) aracılığıyla da İngilizler nezdinde bir girişimde bulunulmuştur. Albay Halil’in gönderdiği 12
Ekim tarihli telgrafta, Bern’deki İngiltere elçisinin İngiltere Hariciye Nezaretinden aldığı talimata dayanarak, İngiltere Hükümetinin tam yetkili bir
temsilci tayin olunduğu takdirde barış şartlarını görüşmeye hazır olduğunu,
Osmanlı Devleti’nin Amerika yerine İngiltere’ye müracaatı halinde daha uygun şartları elde edebileceğini söylediği belirtilmektedir. Telgrafında ikinci
fıkranın sıhhat ve ciddiyetini takdir edemediğini belirten Albay Halil’e Sadrazam İzzet Paşa görüşmelere devam etmesini tavsiye etmiştir.23
İzzet Paşa Suriye’de bulunduğu tarihlerde, babası Şam’da Fransız konsolosu olduğu için, eskiden tanışıklığı olan Osmanlı Bankası müdürlerinden
Mösyö Marcel Savoie’yi Fransız ordusuna göndermiş, fakat Savoie önce Bulgarlar, sonra da casus zannıyla Fransızlar tarafından tutuklanarak hareketi
hayli geciktirildiğinden, Selanik’te Franchet d’Esperey karargâhına çok geç
ulaşabilmiştir. Bu kişiyle kararlaştırılan talimat şunlardır:24
22
Kaymaz, a.g.m., s.245.
Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, II. Cilt, Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç, Yüksel Kanar, Nehir
Yayınları, İstanbul 1993, s.20, 280.
23
24
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.21.
354
“1- Osmanlı devletinin idarî bütünlüğü: Başkent İstanbul olacak, boğazlar iki taraf arasında varılacak anlaşmalar içinde açılacak.
2- Arabistan, Suriye ve Filistin’e, egemenlik Padişahta olmak üzere, bağımsızlık verilecek.
3- Bulgaristan tarafında Aşağı Meriç ve Edirne’yi içine alan sağlam bir
sınır, Rusya tarafında (savaştan önce sınırın öbür tarafında) tabu ve askerî bir
ara hat.
4- Devlet şekli: Hür ve meşrutî bir saltanat.
5- Gayrimüslim ahalinin gelişmesi konusunda (devletin hukuk hâkimiyeti tamamen saklı kalmak şartıyla) teminat verilmesi.
6- Merkezî hükümetle aramızda karşılıklı imzalanan anlaşmalar, imtiyazlar vesairenin kaldırılması.
7- İtilaf devletleri tarafından malî yardım.”
Fransızlar nezdine Marcel Savoie’i gönderilirken, Amerikalılar ile müzakere etmek üzere de Hahambaşı Naoum Efendi, gerekirse Amerika’ya kadar da yolculuğa çıkmak ricasıyla, Paris’e gönderilmiştir.25
Münferit mütareke teşebbüsleri etkisiz birtakım girişimlerden ibaret kalmıştır. Bu konudaki en önemli girişim, Irak cephesinde
“Kut’ulâmare” de esir düştükten sonra kaçmayacağına askeri namusu üzerine söz vererek Büyükada’da serbestçe oturmasına izin verilmiş olan General
Townshend’in26, aracı olarak kullanılması sonucu gerçekleştirilmiş olandır.
General Townshend İzzet Paşa’nın daveti üzerine 3 Ekim 1918’de -İzmir
Valisi Rahmi Bey’in yakın adamlarını İngilizlerle görüşmek için gönderdiği
gün- Büyükada’dan İstanbul’a gitmiştir. Görüşme sırasında İzzet Paşa’dan
Bulgarların mütareke imzaladıklarını öğrenmiştir. İzzet Paşa, nüfuzlu çev25
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.21-22.
Orbay, a.g.e., s.58. Rauf Bey’in hatıralarında aktardığına göre; General Townshend İstanbul’a
getirildiği zaman, Rauf Bey tarafından, Umumî Karargâhın isteği üzerine, yanına deniz Yüzbaşısı
Tevfik Bey memur edilmiştir. Rauf Bey tarafından Tevfik Bey’e, muamelelerinde muhafaza müfrezesi kumandanı olmaktan ziyade General ile Umumî Karargâh arasında muhabereye memur bir zabit
olduğu hatırlatılıp, generalin askerî şerefinin ve izzeti nefsinin rencide edilmemesine dikkat edilmesi tavsiye edilmiştir. Generalin askerî namus üzerine verdiği söze inanan Enver Paşa da bazı Alman
ricalinin itiraz etmelerine rağmen onun İstanbul’da istediği yerlere gitmesine, istediği kimselerle
görüşmesine ve kulüplere devam etmesine müsaade etmiş, hatta bunda, yelkenle deniz gezintileri yapmak için emrine bir kotra tahsis edecek derecede ileri gitmiştir. Bir kere de -Rauf Bey’in aracılığıyla
gerçekleşen ricası üzerine- generali evinde çaya davet edip görüşmek suretiyle de nezaket göstermiştir.
(Bkz. Orbay, a.g.e., s.58-59.).
Rauf Orbay, General Townshend ile ilk defa; vazife dolayısıyla Heybeliada’da Bahriye Mektebi’ni ziyaret edişini müteakip isteği üzerine Büyükada’daki köşkünde ziyaret suretiyle görüştüğünü; ikinci ziyaretinin de harbin son aylarında gerçekleştiğini, Büyükada’da bulunduğu bir gün, yine Generalin daveti
üzerine kendisini ziyaret ettiğini yazmıştır. Ziyaretlerinin her ikisinde de konuşma zemininin, Türkİngiliz münasebetleri olduğunu belirtmiştir. Bu görüşmelerde Generalin, İngilizlerle Türklerin birbirine düşman vaziyete girmelerinden duyduğu üzüntülerini belirtirken, “Türkleri lehimize kazanmış
olsaydık, bir milyon askerî tasarruf etmeğe, harbi de iki senede bitirmeğe muvaffak olurduk” diyerek,
İngilizlerin askerî siyasetlerinde yaptıkları hatalardaki inatlarını şiddetle eleştirdiğini de ifade etmiştir.
(Bkz. Orbay, a.g.e., s.59.)
26
355
relerde Osmanlı hükümetinin kendisini İngiliz hükümetiyle anlaşma yapılması için arabulucu olarak görevlendirmesi gerektiğinin konuşulduğunu
anlatmıştır. Townshend, bu girişimi seve seve yapacağını söylemiş, ancak
öncelikle özgürlüğünün kendisine iade edilmesini istemiştir. Townshend,
İngilizlerden Türklerin Avrupa ve Asya’daki topraklarını ilhak etmeyecekleri güvencesini alabileceğini ümit ettiğini, ama Türklerin de Çanakkale
Boğazı’nı açmaları ve İstanbul’u serbest liman haline getirmeleri gerektiğini
belirtmiştir.27
İngiltere’nin Türklerin yerine koyabileceği kimse olmadığını, Türklerin, İngiltere’nin Hindistan yolu üzerinde kalabileceklerini, zira çok zayıf
olduklarından İngiltere’ye zararları dokunmayacağını düşünen General
Townshend, Talat Paşa’nın istifa ettiği günün akşamı (7 Ekim) kendisiyle görüşmek için İstanbul’dan gelen Tevfik Bey’e, İttifak devletlerinin bütün cepheleri kapsayan bir mütareke imzalamalarının imkânsız olduğunu, Osmanlı
Devleti için tek çıkar yolun Bulgaristan gibi davranarak, Bulgaristan’ın elde
ettiği şartlarda bir mütareke yapmak olduğunu söylemiştir.28
Enver Paşa 13 Ekim tarihinde bütün ordulara bir Başkumandanlık emri
yayınlayarak, Osmanlı Devleti’nin ve Avusturya-Macaristan Hükümeti’nin
oluruyla Almanya Hükümeti’nin İtilaf Devletlerine, Amerika Reisicumhuru
tarafından beyan edilmiş olan on dört maddeye dayalı olarak bir mütarekenin yapılmasını müteakip barış görüşmelerine girişmeyi teklif etmiş olduğu,
Wilson’un da mütareke için Alman ve Avusturyalıların işgal ettikleri arazinin
tahliyesinin kabulünü şart koştuğunu, Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın
işgal edilen arazilerin tahliyesini kabul etmiş olmalarına rağmen bu hususta
düşmanın cevabının henüz gelmediği açıklamıştır.29
Enver Paşa’nın bu emri yayınladığı tarihte, 13 Ekim’de İzzet Paşa, mareşallik rütbesi verilerek sadrazamlığa atanmıştır.30 Hükümetin 14 Ekim tarihli ilk Vükelâ Meclisinde mütareke konusu görüşülmüş, Wilson ilkeleri dahilinde barış yapmak esası kabul edilmiş, Wilson’dan karşılık gelinceye dek
beklemek, mümkünse Bağlaşıklarla ortak barış yapmak kabul edilmiştir.31
General Townshend, İzzet Paşa’nın Sadrazam olacağını öğrenince, kendisinden görüşme talep etmiştir. 14 Ekim’de de Bahriye Nazırı Rauf Bey’e,
Tevfik Bey vasıtasıyla bir mektup göndermiştir. Mektupta, esareti sırasında
Charles V. F. Townshend, Mezopotamya Seferim (Kurna, Kûtülamare ve Selmanıpâk Muharebeleri), Çeviren: Gürol Koca, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012, s.632-633.
27
28
Townshend, a.g.e., s.633, 635.
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik
Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Genelkurmay Basımevi 1999, Ek-1.
29
30
Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2010, s.153.
31
Bayur, a.g.e., s.720.
356
kendisine gösterilen saygın tutuma karşılık olarak İngilizlerle yapacakları
görüşmelerde Osmanlı hükümetine yardımcı olmayı canı gönülden istediğini, böyle bir görevin üstesinden gelebileceğini ve ülkeleri için en uygun
müzakere şartlarını kabul ettireceğine güvenebileceklerini söyleyerek, Osmanlı Hükümeti’nin teklifini kabul ettiği takdirde vakit kaybetmeksizin
kendisini İngiliz donanmasına göndermeleri gerektiğini yazmıştır. Ülkeden
ayrılmadan önce özgürlüğünün iadesini de şart koşmuştur.32
Rauf Bey, bizzat teşebbüste bulunmayı uygun görmemiş, Townshend’e
-mektubu getiren Tevfik Bey’le- teklifini Sadrazam’a yapmasının daha uygun olacağı cevabını göndermiştir. Ertesi gün öğleden önce Sadrazam İzzet
Paşa, Rauf Bey’i Babıâli’ye çağırmış ve Townshend’in kendisine gönderdiği mektubu göstererek bu hususta ne düşündüğünü sormuştur. Rauf Bey
Townshend’in önce kendisine ulaşmaya çalıştığını, kendisinin yönlendirmesiyle Sadrazamlık makamına yazdığını ifade etmiş, Sadrazamın Townshend’i
çağırarak bizzat görüşmesinin İngilizlerle daha elverişli şartlar altında temasın sağlanması noktasında belki fayda sağlayabileceğini söylemiştir. İzzet
Paşa bu girişimin duyulması ve Osmanlı Devleti’nin müttefikleri arasında
yanlış yorumların ortaya çıkması ihtimalinden dolayı bunu uygun bulmamışsa da, Rauf Bey, Townshend’ın daha önce Enver Paşa ile de evinde görüşmüş olduğunu hatırlatarak kendisinin de kabul etmesinin olumsuz bir
yoruma meydan vermeyeceğini söylemiş ve Townshend’in Babıâli’ye davet
edilmesi hususunda Sadrazam’ı ikna etmiştir.33
16 Ekim tarihli Vükelâ Meclisi toplantısı, ayrı bir barış yapılması düşüncesinin ağırlık kazandığı ve bu konuda tartışmaların yapıldığı bir toplantı olmuştur.
Sadrazam İzzet Paşa, kendi isteği üzerine General Townshend’in İngiltere ile münasebet tesisi için hizmet edeceğini söylemiştir. Talât Paşa kabinesinin son zamanlarında, Almanya’nın teklifi üzerine, Osmanlı Devleti’nin
müttefikleriyle birlikte Amerika’ya müracaatla Başkan Wilson’un ilân ettiği
esaslar dairesinde barış yapılması istendiği halde sonuç alınamadığı, ayrıca
İsviçre gibi tarafsız ülkelerdeki Osmanlı elçileri vasıtasıyla itilâf hükümetleri nezdinde barış teşebbüsleri yapıldığı fakat hepsinin başarısızlıkla neticelendiği anlatılmıştır. Vükelâ Heyeti, General Townshend’in İngiltere’ye
Townshend, a.g.e., s.636.
Townshend, kitabında mektubun tarihini “15 Ekim” olarak yazmışsa da, bu tarihin “14 Ekim” olması
gerekmektedir. Bu nedenle metin içerisine, olması gereken tarihi yazılmıştır. Zaten Rauf Orbay’ın
anlatımına da 15 Ekim tarihi uymamaktadır. Çünkü Orbay’ın hatıralarına göre Vükela Heyeti
Townshend’in arabuluculuğu hususunu 16 Ekim’de görüşmüş, bir gün önce (15 Ekim’de) bu konuyu
Rauf Orbay ile Sadrazam İzzet Paşa aralarında görüşmüşler ve ilgili mektup da bu görüşmeden bir gün
önce (14 Ekim’de) Rauf Orbay’a ulaşmıştır. (Bkz. Başak, a.g.e., 200 numaralı dipnot; Orbay, a.g.e., s.58,
60-61.)
32
33
Orbay, a.g.e., s.60-61.
357
giderek belli esaslar içinde İngiltere Hükümetiyle barış konusunu görüşmesine onay vermiştir. Barış yapılmasında esas olarak -İngiltere Hükümetine
General Townshend vasıtasıyla- teklif edilecek şartlar da bu toplantıda şöyle
tespit olunmuştur34:
“1- İtilâf Kuvvetleri tarafından işgal olunan topraklarda oturan ahalinin
idarî muhtariyetlerini Türkiye kabul edecektir.
2- Türkiye’nin siyasî, malî ve iktisadî istiklâli mahfuz kalacaktır.
3- Şimdiki buhranın önlenmesi için gerektiğinde Türkiye’ye malî yardım
yapılacaktır.
4- Yukarıdaki esaslar içinde sulh yapılması için İngiltere Hükümetinin
dürüstlüğünün ve azamî müzaheretinin temini.”
Sadrazam İzzet Paşa’nın daveti üzerine General Townshend, 17
Ekim’de İstanbul’a gitmiştir. Townshend hatıralarında, onları Büyükada’dan
Babıâli’ye götüren geminin kamarasında otururken defterine kafasında
oluşturduğu şu mütareke koşullarını yazdığını ifade etmektedir35:
“1- Çanakkale Boğazı ile İstanbul Boğazı’nın İngiliz donanmasına açılması.
2- Irak ve Suriye’de padişahın hâkimiyetinde Bavyera, Saksonya, Wüttenberg vs gibi bir Eyaletler Konfederasyonu şeklinde özerk bir yönetim kurulması.
3- Aynı türden bir yönetimin Kafkaslarda kurulması.
4- İtilaf kuvvetlerine ait kıtaların Irak ve Suriye’den çekilmesi.
5Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki sınırlarının Londra
Anlaşması’nda kararlaştırılıp tanımlandığı gibi kalması.
6- İngiliz ve Hint savaş esirlerinin derhal serbest bırakılması, İzmir’de
toplanıp gemilerle Sakız Adası’na nakledilmesi.”
İzzet Paşa General Townshend’i çok sıcak karşılamış ve bir süre birlikte
sohbet etmişlerdir. Townshend, Osmanlı İmparatorluğu’na yardımcı olmayı gönülden istediğini tekrar söylemiş, İzzet Paşa da Townshend’e, Osmanlı
Devleti’nin itibarını sarsmayacak koşullarda anlaşma sağlamak için elinden geleni yapacağına güvendiğini ifade etmiştir. Görüşmede Townshend,
İngiltere’nin anlaşmayı hemen kabul etmesini sağlamanın yegâne yolunun Çanakkale Boğazı’nı açmak olduğunu söylemiş, İzzet Paşa ise, İngiltere Osmanlı Devleti’ni korumaya hazırsa, Osmanlı hükümetinin Çanakkale
Boğazı’nı memnuniyetle açacağı karşılığını vermiştir.36
Görüşme sonrası General Townshend Büyükada’ya dönmüş, İzzet
Paşa da arabuluculuk için vakit kaybedilmemesi açısından, o gece Bahriye
Nazırı Rauf Bey’i Büyükada’ya göndermiştir. Akşam saat 10.30’da Rauf Bey
34
Orbay, a.g.e., s.61-62.
35
Townshend, a.g.e., s.636-637.
36
Townshend, a.g.e., s.638.
358
Büyükada’ya gelmiştir. Yaklaşık iki saat süren görüşmede Rauf Bey Osmanlı
Devleti’nin mütareke koşullarını General Townshend’e aktarmıştır37:
“1- Osmanlı Devleti İngiltere’yle dost olmak istiyor ve himayesini talep
ediyor.
2- İngiltere aktif harekâtlarına derhal son vermelidir.
3- Osmanlı hükümeti padişahın hâkimiyeti ve Müttefiklerin işgali altında olan topraklara özerklik tanımaya hazırdır; İngiltere bu yönetim sistemini
savunacaktır.
4- Osmanlı İmparatorluğu’na maliye, siyaset ve sanayi alanlarında bağımsızlık tanınacaktır.
5- Osmanlı İmparatorluğu’na bir kriz durumunda krizi atlatmak için
mali yardım yapılacaktır.”
Rauf Bey, Townshend’le yaptığı görüşme sonunda, ertesi gün kendilerinin nasıl alınacağını ve nasıl bir güzergahta yolculuk yapacaklarını anlatmış,
gece yarısı İstanbul’a dönmüştür.38
General Townshend’in gidişinin duyulması halinde ortalığı karıştırmak için fırsat bekleyen azınlıkların taşkınlıklar yaparak, ülkedeki vazifeli
bir kısım silahlı Almanların da muhalefete kalkıp, yeni sorunlar açabilecekleri ihtimali nedeniyle, gizli tutulması kararlaştırılmıştır. Çanakkale Boğazı
ve civarı torpil döşeli, başlıca istihkâmlardan ikisi Almanların idaresinde
ve bütün müdafaa tertibatı da keza Alman kumandasında bulunduğundan
Townshend’i Çanakkale Boğazı yoluyla göndermek uygun görülmemiştir.
Townshend’in Bandırma yolu ile gönderilmesi ve göze çarpmaması için de o
sırada İstanbul’da bulunan İzmir valisi Rahmi Bey’in Generali İzmir’e beraber götürüp oradan Midilli’ye göndermesi kararlaştırılmıştır.39
18 Ekim sabahı General Townshend, yanında Yüzbaşı Morland ile Yüzbaşı Tevfik Bey’le birlikte hareket etmiştir. Öğlene doğru İzmir Valisi Rahmi
Bey’in de içinde olduğu yata geçilmiştir. Bandırma’ya akşam saat 6’da varılmış, bir saat sonra trenle yola çıkılmıştır. 19 Ekim öğle saatlerinde İzmir’e
ulaşılmış, saat 3.30’da buradan ayrılarak Midilli’ye hareket edilmiştir.40
General Towshend’in hareketinin ertesi günü Beyoğlu’nda çıkan yabancı dildeki gazetelerden birinde bu haber -Rahmi Bey’den alındığı kaydıyla- yayınlanmıştır. Sadrazam meselenin tahkikini istemiştir. Rauf Bey,
haberin gazeteye Karasu Efendi tarafından verilmiş olduğunun anlaşıldığını
yazmaktadır. Rahmi Bey’in, aslen Musevî olan Karasu Efendi’ye, İttihat ve
37
Townshend, a.g.e., s.639-640.
38
Townshend, a.g.e., s.642.
39
Orbay, a.g.e., s.63-64.
40
Townshend, a.g.e., s.643.
359
Terakki Cemiyetine bağlılığından dolayı, aralarında kalmak kaydı ile malûmat vermiş olması mümkün olabilirse de, Karasu Efendinin bunu ifşa edip
gazetelere duyurması, hakkında şüpheler uyanmasına neden olmuştur. Yayınların olumsuz tesirleri de hemen görülmüş, İstanbul’da azınlıkların taşkınlıkları görülmeye başlanmıştır.41
16 Ekim’de Meclis-i Vükelâ’da askeri durum hakkında bilgi veren Nuri
Bey’in (Tevfik Paşa’nın oğlu) Almanlara münferit sulh yapılacağını söylemiş
olması üzerine, Alman Generali Seckt İzzet Paşa ile görüşerek bu haberin
aslı olup olmadığını sormuş, İzzet Paşa da müşterek barış yapmak arzusunda olduklarını, fakat zorunluluk halinde başka suretle hareketin de zarurî
olduğunu söylemiştir.42
Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın 19 Ekim 1918 Cumartesi günü Meclis-i
Mebusan’da okuduğu Hükümet Programında da mütareke ve barış girişimlerinden bahsedilmiştir. İzzet Paşa konuşmasında, içinde yaşanılan tarihî
saatlerde kendilerinden ayrıntılı programlar talep edilmeyeceğinden emin
olduğunu, kendilerinin bugün ellerinde yalnız bir düstur bulunduğunu,
onun da haricî ve dâhilî sulh ve salahın temini olduğunu ifade etmiştir. Vatanın artık sükûna ve fedakâr milletin de artık istirahate ihtiyacı olduğunu
söyleyen İzzet Paşa, Amerika Reisicumhuru tarafından ilan edilmiş olan
esaslara dayalı bir sulhu kabul edeceklerini açıklamıştır.43
General Towshend ve yanındakiler 20 Ekim sabaha karşı saat 3’te
Midilli limanına varmıştır. Townshend, burada donanmaya komuta eden
amirale bir telgraf çekmiş ve yanına ulaşabilmesi için süratli bir tekne göndermesini rica etmiştir. Sonra Londra’ya Amiral Wemyss’e telgraf çekerek
karısına serbest kaldığının bildirilmesini istemiştir. Savaş Dairesi’nin sekreterine de Osmanlı Devleti’nin durumunu ve tekliflerini anlatan uzun bir
açıklama yollamıştır. 20 Ekim öğleden sonra saat 3’te Mondros’a ulaşılmıştır. Townshend’i, Akdeniz Donanması Başkomutanı Amiral Sir Arthur Calthorpe ile Amiral Sir Michael Culme-Seymour karşılamıştır.44
İngiliz Savaş Kabinesinin 21 Ekim 1918 tarihli toplantısında General
Townshend’in Midilli’den gönderdiği telgraf da görüşülmüştür. Telgrafa göre
Türkler ayrı bir barış teklifinde bulunmaktadır. Telgrafta Ahmet İzzet Paşa’nın
antlaşma koşulları yer almaktadır. Buna göre Türkiye, Sultan’ın hükümranlığı altında işgal edilmiş topraklara otonomi vermeye hazırdır ve İngiltere’den
savaşı bir an önce durdurması istenmektedir. Dahası İngiltere’nin Türkiye’ye
41
Orbay, a.g.e., s.73.
42
Maliye Nâzırı Cavit Bey, a.g.e., s.18.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre: 3, Cilt: 1, İçtima Senesi: 5, Dördüncü İnikad, 19 Teşrinievvel
1334 (1918) Cumartesi.
43
44
Townshend, a.g.e., s.644.
360
finansal yardımda bulunması umut edilmektedir. Savaş Kabinesi, bu konuyla ilgili görüşlerinin Akdeniz’deki İngiliz Başkomutanı’na iletilmesi için bir
telgraf hazırlanmasına karar vermiştir. Öğleden sonraki toplantıda bu defa
Amiral Calthorpe’tan gelen bir telgraf görüşülmüştür. Telgraf özet olarak,
General Townshend tarafından aktarılan bazı bilgilerden ibarettir. Buna göre
barış görüşmelerine başlamak isteyen Türk Hükümeti’nin umutları İngiltere
merkezlidir. Çanakkale Boğazı’nı geçecek olan İtilaf güçlerinin İngiliz komutasında olması gerekmektedir. Aksi durum Doğu’daki İngiliz prestijini son derece olumsuz etkileyecek, ayrıca Fransız komutası altında İstanbul’a girecek
bir donanma Türkiye’de bulunan Rumlar açısından da müessif bir durumun
ortaya çıkmasına sebep olacaktır.45
Savaş Kabinesince Akdeniz’deki İngiliz Başkomutanı’na gönderilmesi
kararlaştırılan telgrafta, Büyük Britanya’nın barış şartlarını müttefiklerine
danışmadan kararlaştıramayacağı ve bu şartların belirlenmesinin zaman
alacağı, ancak Türklerle mütareke şartlarının tartışılmasına hazır olunduğu
açıklanmıştır. Askeri açıdan daha fazla felakete uğramaması ve Alman boyunduruğundan kurtulması hususunda İngiliz desteğine mazhar olabilmesi için Türkiye’nin bir an önce mütareke masasına oturması gerektiği ifade
edilmiştir. Amiral Calthorpe’un, mütareke şartlarının görüşülmesi amacıyla
resmi bir temsilcisiyle görüşmek üzere yetkilendirildiği ve mütareke şartlarının kendisine ertesi gün iletileceği belirtilmiştir.46
22 Ekim 1918 tarihli Savaş Kabinesi toplantısında, Amiral Calthorpe’a
mütareke taslağıyla ilgili bir mesaj gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Mesajda, mütareke görüşmeleri esnasında kendisine önem sırasına göre düzenlenip gönderilen mütareke taslağında yer alan 24 maddeyi göz önünde
bulundurması ve Türklere bunlardan mümkün olduğu kadar fazlasını kabul
ettirmeye çalışması, ancak ilk dört maddenin İngiltere açısında son derece
önemli olmasından dolayı bu maddelerin kabul edilmesi durumunda, geri
kalan maddeler için boş yere ısrar edilerek ilk dört maddenin kabul edilmesini tehlikeye sokacak bir tavır sergilenmemesi istenmiştir.47
İngiltere’nin mütareke girişimlerinin Fransa tarafından öğrenilmesi
üzerine 23 Ekimde Fransız Dışişleri Bakanlığı durumu protesto edip İngilizlerin tek başına mütareke yapamayacaklarını bildirmiştir. 24 Ekimde Amiral Calthorpe, Fransız Amirali Amet’ye mütareke koşullarının önemlilerini,
yani ilk dört maddeyi bildirmiş, yirmi koşul daha olduğunu, ancak içlerinde
üzerinde ısrar edilmemesi gerekenler bulunduğundan bunları bildiremeye45
Başak, a.g.e., s.115, 117, 124.
46
Başak, a.g.e., s.125.
47
Başak, a.g.e., s.129.
361
ceğini söylemiş ve Türk Hükümetinin askeri durumunun daha da ağırlaşmaması için ivedilikle davranmaya çağrıldığı belirtilmiştir. Amiral Calthorpe
kendi üstü olan Fransız Amirali Gauchet’ye de, gelmelerini beklediği Türk
delegelerine mütareke koşullarını açıklamak için Hükümetinden tam yetki
almış olduğunu bildirmiştir.48
24 Ekimde İngiliz Savaş Bakanı Lord Milner Paris’e giderek Clemanceau ile görüşmüş ve Clemanceau’yu İngiliz Amiralinin Akdeniz Komutanlığına razı etmiş, ancak Clemanceau bu Amiralin Fransızlar katılmadan mütareke yapmasıyla ilgili bir taahhütte bulunmamıştır.
24 Ekim tarihli İngiliz Savaş Kabinesi’nin ana gündem maddesini Türkiye ile yapılacak mütareke oluşturmuştur. Kabinede Halep ve Musul’un işgali de görüşülmüştür. Genelkurmay Başkanı General Wilson’a göre Türkiye
ile mütareke yapılacaksa imzaların atılmasından önce Halep ve Musul’un işgal edilmesi gerekmektedir. Toplantıda Savaş Bakanlığı tarafından, Halep’in
46 mil ötesinde bulunan General Allenby’e bir telgraf gönderilerek bir süre
sonra mütareke müzakereleri başlayabileceğinden dolayı mümkün olan en
kısa zamanda Musul ile Halep’in ele geçirilmesi için yoğun gayret sarf edilmesinin istenmesi kararlaştırılmıştır.49
Ç. Mütareke Görüşmeleri İçin Delegelerin Belirlenmesi:
General Townshend Mondros’a ulaşmasının ardından, İngiltere’nin
mütareke yapmak için görüşmeye hazır olduğunu belirten 23 Ekim tarihli telgrafı Yüzbaşı Tevfik Bey aracılığıyla İzmir Valisi Rahmi Bey’e iletmiş,
Rahmi Bey de konuyu Sadrazam’a arz etmiştir.50 Rauf Bey bu durumdan,
Yüzbaşı Tevfik Bey’den 24 Ekim 1918 Perşembe51 öğleden önce gelen şifreli
bir telgraf vasıtasıyla haberdar olmuştur. Tevfik Bey, bu hususlara ilaveten,
Townshend’in kendisine, Osmanlı Devleti mütareke yapmağa karar verirse,
delegeler arasında Rauf Bey’in de olmasının faydalı olacağını, bunu da bana
gizli olarak bildirilmesini rica ettiğini ilâve etmiştir.52
İzzet Paşa İngiliz Amiralinin telgrafını Padişaha arz etmiştir. Padişah durumdan memnuniyet duymuş ve İzzet Paşa’ya mütareke görüşmeleri için kimi göndermeyi düşündüğünü sormuştur. İzzet Paşa, delege
heyeti başkanı olarak Nureddin Paşa ile Yarbay Sadullah Bey ve Hariciye
müsteşarı Reşat Hikmet Beylerle Hariciyeden bir iki kâtip göndermek
niyetinde olduğunu söylemiştir. Padişahın, “Asker göndermek uygun
48
Bayur, a.g.e., s.735-736.
49
Başak, a.g.e., s.131-132.
50
Telgrafın metni için bkz. Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., Ek.6, s.282.
51
Yüzbaşı Tevfik 23 Ekimde İzmir’e dönmüştür. (Bkz. Bayur, a.g.e., s.720.)
52
Orbay, a.g.e., s.80.
362
olur mu? Biraz önce birbirinin kanını döken aynı sınıfa mensup kimseler
nasıl düşmanlığı ortadan kaldırır?” demesi üzerine İzzet Paşa, ateşkesin aslında askerler arasında imzalanmasının usulden olduğu ve savaş
meydanlarındaki düşmanlıklarına rağmen, kişisel kinlerden soyutlanmış olarak karşısındakine saygı beslemenin askerliğin teamüllerinden
olduğu cevabını vermiştir. Padişah kendisinin Ferit Paşa’yı göndermeyi
düşündüğünü açıklayınca, İzzet Paşa, “Bu zat uzun zamandan beri devlet
memuriyetinde bulunmamış ve âdeta deli gibidir. Böylesine önemli görev ve
devletin hayati meseleleri kendisine havale edilemez” demişse de Padişah
kendisinin onu iyi bir şekilde idare edebileceğini söylemiş ve sabahleyin
erkenden Ferit Paşa’yla Ayan Meclisinde buluşularak kendisine gerekli
talimatın verilmesini istemiştir.53
Ferit Paşa, İzzet Paşa ile belirlenen saatte yapılan görüşmede, “Amirali
görünce devletin kesin idarî bütünlüğü üzerine ateşkes imzalanmasını teklif
edeceğini, amiral bu ilkeyi kabul etmezse Londra’ya gitmek üzere bir kruvazör isteyeceğini ve oraya ulaşınca krala, babasının bir eski dostu geldiğinden,
kabul edilmesini bir tezkereyle rica ve bu suretle İttihatçıların düşürdükleri
girdaptan devleti kurtaracağını” açıkladıktan sonra, sandık ve elbisesinin
hazırlanması gerekeceğinden o gün hareketinin mümkün olmadığını söylemiş, heyete özel kâtip olarak da Rum Patrikhanesi kâtibi Kara Teodori Bey’i
almak istediğini belirtmiştir.54
Ferit Paşa’nın bu sözlerinden sonra İzzet Paşa derhal Padişahın huzuruna çıkarak, Ferit Paşa’nın sözlerinin delilikten başka bir şeye yorulamayacağını, bu kişinin gönderilmesinden vazgeçilmesini tekrar talep etmiştir.
Padişah bu talebi de “ben onu idare ederim” cevabıyla reddetmiş ve Ferit
Paşa’yı görevlendirmekte ısrar etmiştir. İzzet Paşa Padişahın huzurundan
çıktıktan sonra Babıâli’ye gitmiştir. Burada kendisine Ferit Paşa’nın kendisini beklemekte olduğu bildirilmesine rağmen, Ferit Paşa ile görüşmeyerek,
o sırada toplantı halinde olan Kabine’ye geçmiş, gelişmeleri ve Padişahın arzusunu bildirmiştir.55
Bulgar Kralı’nın mütarekeyle birlikte istifaya mecbur edilmiş olmasının Vahdettin’i kuşkulandırmış olabileceğini ve İtilâf Devletlerinin kendi53
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.23-24.
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.24. Ahmet İzzet Paşa hatıralarında ayrıca, General Townshend’ın mütareke için delege gönderilmesini bildiren telgrafından bir gün önce (22 Ekim) Harbiye Nezaretinde
bulunduğu sırada Damat Ferit Paşa’nın Saraydan geldiğini söyleyerek kendisini ziyaret ettiğini, barış
için ne yapıldığını sorduğunu, kendisinin de gerekenlerin yapıldığı ve haberleşmeye devam edildiği
cevabını verdiğini; bunun üzerine Ferit Paşa’nın “Haberleşmeyle olmaz, hemen delegelerimizi sınıra
göndererek ilk tesadüf edilecek teğmene sığınmamız gerekir.” şeklinde tavsiyede bulunduğunu
yazmaktadır. Bkz. Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.23.
54
55
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.25.
363
sini de tahttan düşürecek bir istekte bulunmaları ihtimaline karşı, şahsen
güvendiği Damat Ferid Paşa’yı delege olarak göndermekte ısrar ettiğini düşünen Bahriye Nazırı Rauf Bey, Vükelâ toplantısında yaptığı konuşmasında;
“Padişahın kaygısını tabiî bulmalıyız. Fakat memleketin idaresinden sorumlu
olan bir hükümetin, deli olduğunu bildiği bir kimseyi mütareke yapmağa memur ederek, memleket menfaatlerini koruyabileceği zannında bulunmasını,
hiç de tabiî ve mantıkî sayamayız. Bu vaziyette Padişahın, en müşkül zamanda
memleketin hak ve menfaatlerine, hükümetin bir mecnun kadar bile müdafaaya muktedir olmadığı fikrinde olduğu anlaşılıyor ki; bu mütalâada hata etmiyorsam, Damat Ferit Paşayı göndermeğe taallûk eden irâdenin, yerine getirilmesini caiz görmüyorum. Bunu yerine getirmektense, hükümetin istifası
daha doğru bir hareket olur.” demiştir. Bu sözler etkili olmuş, diğer nazırlar
da açıklamalarıyla Ferit Paşanın gönderilmesini doğru bulmadıklarını söyleyerek istifa düşüncesini desteklemişlerdir. Genel kanaate Sadrazam da
katılmış ve durumu Padişaha arz ile, ısrarında devam ettiği takdirde, hükümetin istifaya karar verdiğini söyleyeceğini açıklamıştır. İzzet Paşa saraya
telefon ederek Mâbeyn Başkâtibi Ali Fuad Bey’i Babıâli’ye çağırmış; istirahat
salonunda talimatını beklemekte olan Damat Ferit Paşa’ya da, bizzat yazdığı
tezkere ile beklememesini bildirmiştir.56
Ali Fuad Bey, Padişaha durumu arz edip, olurunu aldıktan sonra
Babıali’ye gitmiştir. Sadrazam, Ali Fuad Bey’e, Padişahın mütareke görüşmeleri için Damad Ferid Paşa’nın gönderilmesini irade buyurmuşsa da
vekiller ile görüşme neticesinde hükümet sorumluluğuna ait bir meselede
gayr-i mesul bir kişinin seçilmesinin uygun görülmediğinden Ferid Paşa’nın
seçilmesinden vazgeçilmesini Padişahtan istirhama karar verdiklerini ve
mütareke görüşmeleri için birinci delege olarak Bahriye Nâzırı Rauf Bey’in,
delege olarak da Hariciye müsteşarı Reşad Hikmet Bey’in gönderilmesini
uygun gördüklerini söylemiştir. Ali Fuad Bey Saray’a dönüp Padişaha durumu açıklamış, Padişah’ın bunun nazikâne bir istifa demek olduğunu söylemesi üzerine de “Evet Efendim istifa demek” cevabını vermiştir. Padişah da
Ferid Paşa’yı göndermek isteyişinin işi bozmak amacıyla değil maslahatça
bir fayda olur düşüncesiyle olduğunu, konunun büyütülmesi yerine Ferid
Paşa’nın gönderilmesinden vazgeçtiğini söylemiş ve gönderilecek delegelere verilecek talimata dahil edilmesi için aşağıdaki hükümleri bizzat dikte
ettirmiştir57:
“1. Hilâfet-i celîle ve Saltanat-ı seniyye ve Hanedan-ı Osmani hukukunun
temami-i mahfûziyyetinin temini,
56
Orbay, a.g.e., s.82-83.
57
Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.154-155.
364
2. Bazı eyalâta verilecek muhtariyet-i idarenin şekil ve mahiyeti temin
olunarak muhtariyyetin yalnız idari olup siyasî olmaması, şayet hiç bir çare ve
imkân bulunamayıp ta siyasî olacak ise istiklâliyet daha ehven olacağı ve eğer
siyasi muhtariyeti kabul edecek olursak İslam âlemine ihanet etmiş olacağımız fikrindeyim.”
Ali Fuad Bey akşam Babıâli’ye giderek Ferid Paşa’nın gönderilmesinden vazgeçildiğini ve Padişahın emirlerini Sadrazama iletmiştir.58 Sadrazam
İzzet Paşa, Padişahın bu iradesini vükelâya tebliğ etmiştir. Ardından gönderilecek delegelerle ilgili görüşleri almıştır. Adliye Nazırı Hayri Efendi’nin,
Rauf Bey’in delege olması teklifini Sadrazam da uygun bulmuştur. Rauf Bey
ise, orduların durumunu yakından bilen bir kişinin memur edilmesinin doğru olacağını ileri sürerek, Bahriye Nezaretindeki işlerle, İstanbul’un asayişiyle ilgili vazifelerinin burada bulunmasını gerektirdiğini söyleyerek itiraz
etmiştir. Sadrazam, İstanbul’da ordu erkânından, bu işi üzerine alıp hemen
yola çıkabilecek bir kimse olmadığını ve Bahriye Nezaretindeki işleri, Nafıa
Nazırı Ziya Paşa’nın takip edebileceğini söylemiştir. Rauf Bey’in, diplomasi
mesleğinde tecrübeli bir zatın tayinini, ordu mensuplarından elverişli birinin de yardımcı olarak katılmasını tercih ettiğini söylemesi üzerine, Hariciye Nazırı Nabi Bey, delege heyeti başkanlığına Rauf Bey’in getirilmesini,
yanlarına da Hariciye Müsteşarının verilmesini teklif etmiştir. Sadrazam
İzzet Paşa, Rauf Bey’e hitap ederek, durumun kendisi tarafından da iyi bilindiğini, vaziyetin nazik, zamanın dar olduğunu, bu nedenle artık kabul etmemenin doğru olmayacağını söylemiştir. Bu ısrar karşısında, Rauf Bey delege
olmayı kabul etmiştir. Hariciye Nazırı, diplomat olarak, Hariciye Müsteşarı
Reşat Hikmet Bey’i, Sadrazam da askerî delege olarak, Kurmay Yarbay Sadullah Bey’i Rauf Bey’in yanına vermeyi uygun gördüklerini söylemişlerdir.
Vükelâ heyeti de bunların memuriyetlerini onaylamıştır. Bu suretle oluşan
heyetin, mütareke yapmağa yetkili olduğunu bildiren vesika da hazırlanıp
Sadrazamla, Hariciye Nazırı tarafından imzalanmıştır.59
Ahmet İzzet Paşa Hükümetince Mondros’a gidecek Türk mütareke heyetine verilmek üzere sekiz maddelik bir talimat hazırlanmıştır. Kabinede
de uygun bulunan talimatın metni şöyledir60:
“1. Boğazların Açılması: Mütareke esnasında Boğazların ticaret ve savaş
gemilerine açılması esasını kabul edilmektedir. Yalnız, Yunan harp gemilerinin girmelerine müsaade edilmeyecektir. Boğazların istihkâmları Osmanlı
askerleri tarafından muhafaza edilecektir. Düşman tarafından şiddetli ısrar
58
Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.155.
59
Orbay, a.g.e., s.83-85.
60
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 34-35.
365
olunsa kontrol sıfatıyla belirli miktarda İngiliz subaylarının bulunmasına da
muvafakat edebiliriz. Bunların barış antlaşmasını müteakip Boğazları terk
etmeleri şartı protokole dahil edilecektir.
Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarından girecek olan harp gemileri iki
boğaz arasında iki günden fazla kalmayarak, Karadeniz ve Adalardenizi’ne
geçeceklerdir.
2. Askerin Terhisi: Askerin terhisine dair olan teklif esas itibariyle kabul
edilecektir. Dâhilî asayişi muhafaza için barış zamanındaki miktarı geçmeyecek askerî kuvvet silâhaltında kalacaktır. Ordudaki yabancı subaylar ve erler
ülkelerine belirli zamanda iade edileceklerdir.
3. Mütarekenin imzalandığı zamandaki harp cephelerine tecavüz edilmeyecektir. Doğal olarak mütareke bütün cephelere ve İngiltere ile müttefiklerine şâmil olacaktır.
4. Gerek dahilde, gerek karasularında emniyet ve asayişin muhafazasını
hükümet yükümlenir ve taahhüt eder. Hükümet idaresinde hiçbir suretle müdahaleleri kabul edilmeyecektir. Memleketin hiçbir noktasına askerî kuvvet
sokulmayacaktır.
5. Karadeniz havzasında Almanların taarruzlarının gelmesine ve deniz
yollarını tehlikeye sokmaları ihtimaline karşı sahillerimizde ve kara sularımızda savunma önlemleri almak bize aittir. Lâkin İngilizler kendilerine kanaat gelecek tarzda denetleme hakkına malik olabilirler.
6. Mütarekeyi müteakip ticaret serbestisini ve gemilerini mutlak surette
kabul ederiz. Memleketimize hububat vesair gıda maddelerinin ithalini çabuklaştırmalarını teklif edeceğiz.
7. Müzakereyi müteakip Almanya’nın Türkiye’ye borç vermeye devanı
edemeyeceği muhakkak olduğundan para yardımında bulunulması,
8. Millî gururu incitecek her çeşit istekler red olunacaktır. Alman ve
Avusturya-Macaristan askerî kuvveti ile elçilik memurları ve konsoloslarının
Türkiye’yi terk etmeleri için en aşağı iki ay müddet tâyin edilecektir. Türkiye
dahilinde bulunan Alman ve Avusturya-Macaristan uyruklularının memleketlerine gitmeye mecbur edilmeleri -adı geçen hükümetlerin bizim uyruklularımız hakkında aynı suretle muamele etmelerini gerektireceğinden, halbuki
miktarı belki 15.000–20.000 geçen Osmanlı uyrukluların, özellikle öğrencilerin şu sırada yurda dönmeleri kesinlikle kabul olunamayacağından- yolunda
olacak bir teklif red edilecektir.”
Hariciye Nâzırı Nâbi Bey, heyetin mazbatasının, delegeler o gece hareket
edeceklerinden, derhal Padişaha takdim edilmesini ve onayının alınmasını Ali
Fuad Bey’den rica etmiştir. Nâbi Bey ayrıca, Sadrazama hitaben “Heyetin katipliği vazifesine görevlendirdikleri Âli Bey’e (Ali Fuad Bey’in oğlu) hazırlanmak
üzere haber gönderildi mi?” diye sormuş, Sadrazam İzzet Paşa da mazbatayı
366
Padişahın onayına sunduktan sonra Babıali’ye getirmek üzere Ali Fuad Bey’in
yanına vereceği yaveri Muzaffer Bey’le beraber, Ali Bey’in gönderilmesini Ali
Fuad Bey’den istemiştir. Ali Fuad Bey, yaver ile birlikte Saraya döndüğünde vakit geç olmuş, Padişah Hareme geçmiş olduğundan musahib vasıtasıyla mazbata takdim edilmiş, Padişah tarafından imza buyurulan mazbata Muzaffer
Bey’e teslim ettikten sonra Ali Bey de Babıâli’ye gönderilmiştir.61
Rauf Bey, Sadrazam İzzet Paşa ile birlikte Dolmabahçe Sarayı’na gitmiş,
İzzet Paşa Padişah ile görüşmüştür. Çıkışında, padişahın, heyeti ve görevi
tasdik ettiğini, yapılacak mütarekede bazı hususlara önem verilmesini irade
buyurduğunu söyleyerek, Şehzade Osman Fuat Efendi’nin Trablus’tan dönmesi için, hususî teşebbüste bulunulmasını da istediğini ilâve etmiştir.62
Mütareke görüşmeleri için delege seçimi, heyete verilecek talimatın
hazırlanması, mazbatanın hazırlanması ve onaylatılması hususlarının acele
bir surette yapılmış olması, imzalanacak mütarekeyi Devletin ne kadar sabırsızlıkla arzu ettiğinin en önemli göstergeleridir.
D. Osmanlı Delegelerinin İstanbul’dan Ayrılışı,
Mondros’a Varış:
24 Ekim gece yarısı, Rauf Bey, Reşat Hikmet Bey ve heyet kâtipliğine tayin edilen Ali Bey “Peykişevket” kruvazörüne binerek İstanbul’dan Bandırmaya,
oradan da trenle İzmir’e hareket etmiştir. Heyeti İzmir’de -Vali Rahmi Bey görevden alındığından- Vali Vekili Nurettin Bey ile Ordu Kumandanı Cevat Paşa
karşılamıştır. İzmir’de Cevat Paşa’nın kurmay başkanı olan Yarbay Sadullah Bey
de heyete katılmıştır. Heyet, 26 Ekim günü sabah erkenden “Zafer” römorkörüyle İzmir’den ayrılmıştır. Foça açıklarında, İngilizlerin ufak bir karakol gemisine
binmişler ve Zafer römorkörünü de, dönüşlerini beklemek üzere Foça’ya göndermişlerdir. Akşama doğru “Sığrı” açıklarında İngilizlerin “Liverpool” kruvazörüne
geçilmiştir. 26 Ekim gecesi, saat on sularında, İtilâf Devletleri tarafından “Deniz
üssü” yapılmış olan Midilli adasının Mondros limanına varılmış ve kumandan gemisi olan Agamemnon zırhlısında İtilaf devletleri adına müzakereye yetkili kılınan İngiliz Akdeniz Filosu Başkumandanı Amiral Calthorpe’la buluşulmuştur.63
E. Mütareke Görüşmeleri (27-30 Ekim 1918)
Mütareke görüşmeleri 27 Ekim sabahı başlamış ve 30 Ekim gecesi mütarekenin imzalanmasıyla sona ermiştir. Mütareke görüşmelerinin oturumları, saatleri ve süreleri aşağıdaki tabloda sunulmuştur64:
61
Ali Fuad Türkgeldi, a.g.e., s.155-156.
62
Orbay, a.g.e., s.85.
63
Orbay, a.g.e., s. 85-86, 89.
64
Burada verilen saat bilgileri Ali Türkgeldi’nin kitabından alınmıştır.
367
Gün
Oturum
Saat
Süre
Birinci Oturum
09.30 – 13.00
3 saat 30 dakika
İkinci Oturum
15.30 – 17.30
17.45 – 19.25
3 saat 40 dakika
28 Ekim 1918 Pazartesi
Üçüncü Oturum
15.00 – 17.40
17.58 – 20.15
4 saat 57 dakika
29 Ekim 1918 Salı
Toplantı Yapılmamıştır
Dördüncü Oturum
09.10 – 12.25
3 saat 15 dakika
Beşinci Oturum
21.15 – 22.03
48 dakika
Toplam
16 saat 10 dakika
27 Ekim 1918 Pazar
30 Ekim 1918 Çarşamba
Mütareke görüşmelerinde İngiliz Heyetinde bulunanlar65:
Arthur Gough-Calthorpe (Amiral - Heyet Başkanı - Doğu Akdeniz Donanma Komutanı)
M. Culme Seymour (Amiral - Müşavir - İngiliz Ege Filosu Komutanı)
Rudolf M. Burmester (Calthorpe’un Kurmay Başkanı)66
Charles E. Lynes (Subay)
Gerald G. C. Dickens (Subay)
Mütareke görüşmelerine Osmanlı Devleti adına katılanlar67:
Rauf Bey68 (Heyet Başkanı - Bahriye Nazırı)
Reşat Hikmet Bey (Hariciye Müsteşarı)69
Yarbay Sadullah Bey70 (Sekizinci Ordu Kurmay Başkanı)
Ali Bey71 (Katip)
Rauf Bey Fransızca konuşamadığı, ancak iyi seviyede İngilizce bildiğinden görüşmeler büyük oranda İngilizce ile sürdürülmüştür. İngilizce konuşamayan Reşat Hikmet Bey ile Sadullah Bey de fikirlerini Fransızca ifade
etmişlerdir. İngiliz müşavirleri söz aldıklarında bazen Fransızca, bazen de
İngilizce kullanmışlardır.72
Başak, a.g.e., s.142.; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33.
İngiliz heyetinde yer alanların isimleri ve rütbeleri hakkında kaynaklarda farklı bilgilere tesadüf edilmektedir.
65
Ali Türkgeldi bu kişinin üçüncü oturumdan itibaren katıldığını yazmaktadır. Bkz. Ali Türkgeldi,
a.g.e., s.33.
66
Başak, a.g.e., s.142.; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33.
Görüşmelere katılan bu isimler kaynaklarda ortaktır. Görüşmelerde bulunmamakla birlikte Mondros’a
giden heyette, General Townshend’in yaverliğini yapmış olan Yüzbaşı Tevfik (Tevfik Birmen) Bey’in de
bulunduğu farklı kaynaklarda belirtilmektedir. (Bkz. Townshend, a.g.e., s.645; Kurat, a.g.m., s.40.)
67
68
Rauf Orbay.
Yuluğ Tekin Kurat makalesinde Hariciye Nazırı Nabi Bey’in gitmek istememesi nedeniyle müsteşarın
gönderildiğini yazmaktadır. Bkz. Kurat, a.g.m., s.40.
69
70
Sadullah Güney.
71
Ali Türkgeldi. Ali Fuad Türkgeldi’nin oğlu.
72
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.33.
368
Görüşmelerde resmi olarak tutanak tutulmamış ve görüşmeler sonunda da herhangi bir tutanak imza altına alınmamıştır. İngiliz ve Osmanlı heyetleri kâtipleri gayri resmi olarak zabıt tutmuşlardır. Ali Bey, görüşmelerde
tuttuğu notları İstanbul’a dönüşünde Hariciye Müsteşarı Reşat Hikmet Beyin onayına sunmuş ve bir nüshasını da kendisine vermiştir.73 Agamemnon
görüşmelerine ait İngiliz kayıtları ise toplam 62 sayfadan oluşan notlardır.
Bu notlar görüşmelerin Fransızca yapılan bölümlerini içermemektedir.74
1. Birinci Oturum Öncesi Amiral Calthorpe – Rauf Bey Görüşmesi:
Rauf Bey, toplu görüşmelere başlamadan önce, Amiral Calthorpe’la
başbaşa yapılacak bir görüşmenin faydalı olabileceğini düşünerek, Amiralden özel bir görüşme istemiştir. Bu talebin Amiral Calthorpe tarafından kabul edilmesi üzerine; Rauf Bey, Amiral Calthorpe ve Amiral Seymur müzakere salonunun yanındaki istirahat salonuna geçmişlerdir.75
Görüşmede Rauf Bey, Osmanlı hükümetinin harbe girmesinin asıl nedeni olarak Rusya’yı ve Rusya’nın Türkiye’yi karşı yüz yıllardan beri güttüğü
politikaları göstermiştir. Rauf Bey’e göre, İtilâf devletlerinin Rusya ile birleşip,
Türkiye’yi ihmal etmiş olmaları, Osmanlı Devleti’nde millî varlığının tehlikeye düştüğü inancını doğurmuştur. Türk milleti de varlığını korumak için dört
yıldır muazzam fedakârlıklarla savaşmaktadır. Çarlık idaresini deviren son ihtilâl, Rus tehlikesini bir zaman için geciktirmiş olabilirse de, tamamen ortadan
kaldıramaz. Bu ihtilâl göz önünde bulundurularak, Türkiye’nin coğrafi stratejik durumu düşünülürse, Osmanlı Devleti’nin sulh ve sükûn içinde gelişip ilerlemesi, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletlerinin lehinedir. Türkiye’nin,
yakın doğuda faydalı bir sulh ve sükûn unsuru olacağı, son dört yıllık harbin
verdiği tecrübelerden sonra esasen İngiltere hükümetince de anlaşılmış olmalıdır. Bu düşünce ile, yeni kabine, sulha varmak için İngilizlerle teması, iki
tarafın da gerçek menfaatleri bakımından elzem görmüştür. Osmanlı hükümeti sulh ve sükûn içinde çalışarak, gelişip ilerlemek istemekte, bunun için de
İngiliz siyasetine uygun bir politika gütmeği faydalı bulmaktadır.76
Rauf Bey, Osmanlı Devleti’nin istiklâline dokunacak şartlar karşısında
kalınır ve İngilizler de bu konuda ısrar ederlerse, harbi durdurmağa ve düşmanlarıyla dostça münasebetler kurmaya taraftar olmalarına rağmen, o gibi
73
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34.
74
Başak, a.g.e., s.208.
Rauf Orbay, Amiral Calthorpe’un öğleye doğru Agamemnon zırhlısına geldiğini yazmıştır. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.90.) Halbuki birinci oturum sabah dokuz buçukta başladığına ve bu özel görüşme de oturum öncesinde yapıldığına göre, Calthorpe’un öğleye doğru değil de sabah saatlerinde gelmiş olması
gerekmektedir.
75
76
Orbay, a.g.e., s.90-91.
369
şartları kabul etmeyeceklerini, Mondros’a barışa dönmeğe taraftar oldukları
için geldiklerini, fakat tatbik edemeyecekleri şartlar altına imza koymalarının da katiyen söz konusu olamayacağını söylemiştir.77
İngilizlerin masaya koyacakları mütareke şartlarının nelerden ibaret
olduğunu henüz bilmediğini açıklayan Rauf Bey, yapılacak tekliflerin kabulünün mümkün olmamasından dolayı savaşı durdurmak mümkün olmazsa,
İtilâf devletlerinin, büyük zayiat vererek, belki İstanbul’a girebileceklerini,
ancak bu takdirde büyük bir ihtimalle İstanbul’da azınlıkların şuursuzca
ayaklanmalarının bir iç harbe yol açacağını ve İstanbul’un, bir harp alanına
dönerek kan ve ateş içinde kalacağını ifade etmiş, bu durumun da beklenen
barışı temin edemeyeceğini söylemiştir. Aksine o zaman, istiklâllerine ne
derece bağlı olduklarını katlandıkları fedakârlıklarla gösteren Türkler, her
şeyi göze alarak, sonuna kadar harbe devama mecbur kalacaklardır. Böyle
bir durumun sonunun nereye varacağını kestirilemezse, durum İtilâf devletleri lehine olmayacak, akacak kandan ve husule gelecek zarardan Türkler
sorumlu olmayacaklardır.78
Rauf Bey, her iki amiralin de sözlerini sükûn ve dikkatle dinlediklerini,
sonra Amiral Calthorpe’un cevaben, ne demek istendiğini iyice anladığını,
yapılacak müzakerelerin savaşa nihayet verecek bir mütârekenâme olması ve
Osmanlı hükümeti ile İngiltere devleti arasında her iki tarafın menfaatlerini
korur bir dostluğun yeniden başlaması için elinden geleni yapacağını söylediğini beyan etmiştir. Bu konuşmanın ardından toplantı salonuna geçilmiştir.79
2. Birinci Oturum (27 Ekim 1918 Pazar / 09.30-13.00):
Görüşmelerinin ilk oturumu 27 Ekim Pazar sabahı saat 9.30’da, Rauf
Bey, Amiral Calthorpe ve Amiral Seymour arasında yaklaşık bir saat kadar
süren özel görüşmeden sonra başlamıştır.
Rauf Bey Osmanlı delegelerinin yetki belgesini ibraz etmiş, Amiral
Calthorpe ise yetki belgesinin olmadığını bu hususta hükümetinden almış
olduğu telgrafı gösterebileceğini ve görüşmelere yetkili olduğunu Sadrazam
İzzet Paşa’ya da bildirdiğini ifade ettikten sonra bahsi geçen telgrafı okumuş
ve ardından maddelerin görüşülmesine geçilmiştir.80
Görüşmeler genel itibariyle Amiral Calthorpe’un mütareke maddelerini okuması ve ardından da bu madde ile ilgili hususların konuşulup tartışılması şeklinde cereyan etmiştir.
77
Orbay, a.g.e., s.91.
78
Orbay, a.g.e., s.91-92.
79
Orbay, a.g.e., s.91-92.
80
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34.
370
Amiral Calthorpe, konuşmasının başında, diğer maddeler hakkında
bazı değişiklikler yapılması mümkün ise de ilk dört maddenin hükümetince
fevkalâde önemli olduğunu ve bu hususta katiyen değişiklik yapılmayacağını
söylemiş, ardından ilk maddeyi okumuştur:81
“Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının açılması, Karadeniz’e geçişin güvence altına alınması, Çanakkale ve İstanbul Boğazları istihkâmlarının İtilaf
devletleri tarafından işgal edilmesi.”
Rauf Bey serbest geçişin kabul edilebileceğini, ancak istihkâmların
müttefikler tarafından işgalinin kabul edilemeyeceğini ifade ederek, istihkâmları her zaman emniyetleri altında bulunduracakları bir şekil düşünülmesini teklif etmiştir. Amiral Calthorpe müttefiklerin savaş durumunu
düşünmeğe mecbur olduklarını ve şüphesiz bugün iktidar makamında bulunan Osmanlı Hükümetinin, savaş durumunun değişmesiyle yerinde kalıp
kalamayacağına emin olamadıklarını, bu hükümetin yerine savaş taraftarı
bir hükümet gelip de muharebeye tekrar başlanacak olursa o zaman zor bir
durumda kalabileceklerini söylemiştir.82
Rauf Bey’in sorusu üzerine Calthorpe, istihkâmların işgalinde müttefiklerin tamamının dolayısıyla Yunan ve İtalyanların da bulunacaklarını belirtmiştir. Rauf Bey ise istihkâmların Yunan ve İtalyanlar tarafından işgalini
kabul edebilecek bir hükümet düşünemediğini ifade etmiş ve istihkâmlarda İtalyan ve bilhassa Yunan askerleri bulunmaması hususunda ısrarcı olmuştur. Amiral Calthorpe istihkâmların işgalinin tehlikeli sonuçlara neden
olabileceğini hükümetine yazacağını ve eğer hükümeti ısrar edecek olur ise
bunun yalnız İngiliz ve Fransız garnizonu tarafından yapılmasını tavsiye
edeceğini ifade etmiştir. Yunan gemilerinin Karadeniz’e geçişinin engellenemeyeceğini, ancak bunların geceleyin geçişini vaat edebileceğini belirtmiştir. Birinci madde kesin karar verilmeden geçilmiş ve Calthorpe ikinci
maddeyi okumuştur83:
“Osmanlı sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpil ve kovan mevzileri
ve diğer engel mevkileri gösterilecek ve bunları taramak veya kaldırmak için
talep halinde yardımda bulunulacaktır.”
Amiral Calthorpe bu maddenin aynen kabulünün mütarekenin temel
şartlarından olduğunu söylemiş, Rauf Bey’in de maddenin kabulünde kendilerince bir mahzur olmadığını ifade etmesiyle madde aynen kabul edilmiştir.
Amiral Calthorpe üçüncü maddeyi okumuştur84:
81
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34.
82
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.34-35.
83
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.35-36.
84
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.36-37.
371
“Karadeniz’de mevcut torpil mevkileri hakkındaki mevcut bilgiler verilecektir.”
Calthorpe, bu maddenin aynen kabulünün gerektiğini söylemiştir. Rauf
Bey bu maddenin kabulünde bir mahzur olmadığını fakat Karadeniz’de bulunan torpil mevkilerinin tamamının kendilerince de bilinmediğini ancak
Genelkurmayca bu konuda mevcut bilgilerin verilebileceğini söylemiş ve
madde aynen kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe dördüncü maddeyi okumuştur85:
“İtilâf hükümetlerine mensup savaş esirleri ile Ermeni esir ve tutukluları
İstanbul’da toplanılacak ve kayıtsız şartsız itilâf hükümetlerine teslim olunacaktır.”
Amiral bu maddenin de aynen kabulünün mütarekenin temel şartlarından olduğunu söylemiştir. Rauf Bey halen esir olan Ermeniler bulunmadığını,
Rus Ermeni esirlerin memleketlerine iade edildiğini ve tutuklu bulunanların
da tahliyeleri hakkında genel af çıkarılmış olunduğunu anlatmıştır. Calthorpe,
açık konuşarak, bu maddenin Ermeniler hakkında mevcut olan düşüncelerden
dolayı kamuoyunu teskin etmek amacıyla konulduğunu söylemiş, mütarekeye
Ermeniler hakkında birşey ilave edilmezse, İngiltere ve Amerika kamuoyunun
eleştirilerine maruz kalabileceklerini söylemiştir. Osmanlı heyeti bu fıkranın çıkarılmasında ısrarcı olmuş, ayrıca tahliye edilecek esirlerin yalnız İstanbul’dan
değil yakın olan yerlerden de teslim edilebilmesini teklif etmiş, fakat bu maddenin değiştirilmeksizin kabulünün hükümetince istendiği Amiral tarafından
tekrar hatırlatılmıştır. Ardından beşinci maddeye geçilmiştir86:
“Sınırların muhafazası ve dahili asayişin sağlanması için gerekli görülecek askeri kuvvet dışındakilerin derhal terhisi (miktarı bilâhare itilâf hükümetleri tarafından kararlaştırılacaktır)”
Reşat Hikmet Bey, son fıkranın (miktarı Osmanlı Devleti ile müttefikler
arasında müştereken tayin edilecektir) suretinde değiştirilmesini teklif etmiş
ise de Amiral bunu kabul etmeyip, ilgili fıkrayı (Osmanlı Devletinin oluru
alındıktan sonra müttefikler tarafından belirlenecektir) şeklinde değiştirmiş
ve altıncı maddeyi okumuştur87:
85
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.37.
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.37-38.
Rauf Orbay hatıralarında, Amiral Calthorpe’un ilk dört maddeyi saydıktan sonra, ‘hükümetinin bu
maddelerin kayıtsız şartsız kabulünde kararlı olduğunu ve ancak bunlar kabul edildiği takdirde, öteki
maddeleri müzakereye koyabileceğini’ söylediğini belirtmektedir. Kendisi ise bu şekilde müzakerenin
doğru olmayacağını, mütareke maddelerinin hepsi bilinmeden, bu dört madde kabul edilse bile, öteki maddelerde çıkabilecek anlaşmazlıklar yüzünden, iki tarafın da istediği neticeye varılamayacağını,
şartların hepsini bilmenin zarurî ve elzem olduğunu söylemiştir. Orbay, bu konuda uzun tartışmalar
olduğunu, sonunda teklifini kabul eden Calthorpe’un, maddelerin tamamını okuduğunu ve ardından
maddeler üzerinde görüşülmeye geçildiğini yazmıştır. (Bkz. Orbay, a.g.e., s.93.)
86
87
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.38.
372
“Osmanlı kara sularında veya Osmanlı kuvvetleri tarafından işgal edilen
sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim edilecek ve bu savaş gemileri gösterilecek liman veya limanlarda enterne edilecektir.”
Rauf Bey polis vesair hususlar için lüzum görülecek gemilerin bundan
istisna edilmesini, savaş gemilerinin Haliç’te bırakılmasını, gösterilecek liman veya limanlar fıkrasına da “Osmanlı” kelimesinin ilâvesini talep etmiş
ve böylelikle madde şu şekle dönüşmüştür88:
“Osmanlı kara sularında polis ve buna benzer hususlar için istihdam edilecek küçük gemiler müstesna olmak üzere Osmanlı sularında veya Osmanlı Devleti tarafından işgal edilen sularda bulunan bütün savaş gemileri teslim olunup
gösterilecek Osmanlı liman veya limanlarında mevkuf bulundurulacaktır.”
Amiral Calthorpe yedinci maddeyi okumuştur89:
“Mühim stratejik noktalar itilâf kuvvetleri tarafından işgal edilecektir.”
Rauf Bey bu maddeden maksadın açıklanmasını istemiştir. Calthorpe,
hükümetinin bundan neyi kasdetmek istediğini layıkıyla bilmediğini ifade
etmiş ve 24 üncü maddenin (b) fıkrasında geçen Haçin, Sis, Ayintap ve Zeytun şehirlerinin işgaliyle açıklanabileceğini, ancak bu hususu hükümetinden soracağını söylemekle sekizinci maddeye geçilmiştir90:
“Halen Osmanlı işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâf devletlerine mensup gemiler tarafından istifade edilmesi.”
Rauf Bey’in, Osmanlı gemilerinin de aynı seyir serbestisinden istifade
etmesi teklifine Calthorpe cevaben Osmanlı gemilerinin işgal altında bulunanlar da dahil olduğu halde bütün Osmanlı limanlarında seyir edebileceğini, hatta yabancı ülkelere gitmelerinde dahi kendisince bir mahzur yok
ise de bu hususun maddeye eklenmesinin uzun görüşmeler gerektireceğini
buna ise mütareke görüşmelerinin uygun olmadığını ifade etmiş ve madde
şu şekilde değiştirilmiştir91:
“Halen Osmanlı işgali altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâf devletleri gemilerince istifade edilmesi ve bunların itilâf devletleriyle
savaş durumunda bulunanlara karşı kapatılması. Osmanlı gemileri de ticaret
ve ordunun terhisi hususlarında benzer şartlardan istifade edeceklerdir.”
Öğleden sonra saat üç buçukta toplanmak üzere saat birde toplantıya
son verilmiştir.92
88
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.38.
89
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39.
90
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39.
91
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39.
92
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39.
373
3. İkinci Oturum (27 Ekim 1918 Pazar / 15.30 – 17.30, 17.45 –
19.25):
27 Ekim Pazar öğleden sonra saat üç buçukta ikinci defa olarak toplanılmıştır. Toplantının başında Amiral Calthorpe Fransız Amirali Amet’den aldığı
gizli bir mektubu göstererek Fransızların da görüşmelere katılma isteklerini
açıklamış ve Osmanlı heyetinin bu konudaki düşüncesini sormuştur. Rauf Bey,
İngiliz heyeti haricinde bir ülke temsilcisinin görüşmelere katılması hususunda hükümetinden talimat alması gerektiğini belirtmiştir. Amiral Calthorpe da
Rauf Bey’in ifadesine katıldığını ve diğer İtilâf devletleri delegelerinin toplantılara katılmasının işlerin uzamasına neden olacağını; Fransız amiraline durumu bildireceğini, ancak görüşmelerin de hızlandırılması gerektiğini ifade etmiştir. Mütareke görüşmelerine iki ülke temsilcileri arasında devam edilmesi
kararı alındıktan sonra dokuzuncu madde okunmuştur93:
“İstanbul’un itilâf deniz kuvvetleri için deniz üssü olarak ve Osmanlı limanlarında bulunan bütün tersanelerin de tamirat işlerini kolaylaştırabilmek
için kullanımı.”
Amiral Calthorpe, bu maddenin, İtilâf donanmasının Karadeniz’de Alman kuvvetleriyle çarpışmaları ihtimali nedeniyle, hasara uğrayabilecek gemilerinin tamiri için Osmanlı tersanelerinden faydalanmaları amacıyla yazıldığını açıklamıştır. Reşat Hikmet Bey, maddenin maksadını aştığını ve sekizinci
maddenin bu durumu sağlamağa yeterli olduğunu söylemiştir. Rauf Bey de,
İtilâf donanması için İstanbul’un üs olarak kullanılması hâlinde, şehrin asayişinde sıkıntılar olacağını, azınlıkların karışıklıklar çıkararak hükümeti zor bir
duruma sokabileceklerini tekrar etmiş; “İtilâf gemilerinin gerektiğinde İzmit’te
tamirleri mümkündür” diyerek maddeyi bu şekilde kabul edemeyeceklerini bildirmiştir. İngiliz heyetinin fikrinde ısrarı üzerine maddenin görüşülmesi sonraya bırakılmıştır. Amiral Calthorpe onuncu maddeyi okumuştur94:
“Toros tünellerinin işgali.”
Rauf Bey’e göre bu madde, Adana bölgesini işgal amacını güden diğer
maddenin tamamlayıcısıdır. Rauf Bey, Adana’nın işgalini katiyen reddedeceklerini, mütarekeden sonra da Osmanlı Ordusunun büyük kısmı terhis
edileceğinden Toros tünellerinin işgali ile askerî emniyet kurmağa gerek
kalmayacağını, tünellerin tahrip edilmemesinin ise, İngilizlerden çok Osmanlı Hükümetinin menfaatine olacağını söyleyerek, maddenin çıkarılmasını istemiştir. Amiral görüşünde ısrar etmiş, madde hakkında kesin karar
verilmeyip on birinci maddeye geçilmiştir95:
93
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.39-40.
94
Orbay, a.g.e., s.107-108; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.40.
95
Orbay, a.g.e., s.108; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.40.
374
“İran’ın kuzey batı kısmında ve Maverayı Kafkas’taki Osmanlı kuvvetlerinin derhal savaştan önceki sınırlar içerisine alınması.”
Rauf Bey, İran’ın kuzey batı kısmının boşaltılıp, eski sınır içine dönülmesi için, bölgedeki birliklere verilen emrin yerine getirildiğini belirtmiştir.
Kafkasya’daki durumu ikiye ayırmıştır; buranın bir kısmı Ruslarla yapılan
anlaşma üzerine geri alınan üç sancaktan (Kars, Ardahan ve Batum)dan ibarettir. Diğer kısmı da bu bölgenin doğusundaki Kafkasya arazisidir. İkinci kısım Osmanlı’ya ait değildir. Üç sancak bölgesinin boşaltılması, hâlen sükûn
içinde bulunan bu bölgede hükümetsizlik ve anarşi doğuracaktır. Bu durum
da İtilâf devletlerinin işine yaramayacak, aksine, istiklâllerini ilân ile henüz
hükümet kurmağa çalışmakta olan Kafkas milletlerinin varlıklarını tehlikeye sokacak, bu da İhtilâlci Rus idaresinin buralara tekrar hakim olmalarını
sağlayacak, İtilâf devletleri belki de önleyemeyecekleri oldubittilerle karşılaşacaktır. Bu sebeplerle Rauf Bey üç sancağın boşaltılmasını gerektiren
ifadenin silinmesini istemiştir. Amiral Calthorpe, üç sancağın boşaltılması
hususuna razı olmuş, böylelikle onbirinci maddenin değiştirilerek “İran’ın
kuzey batı kısmındaki Osmanlı kuvvetlerinin derhal harpten önceki sınır gerisine celbi hususunda verilen emir yerine getirilecektir. Mâverayi Kafkas’ın
evvelce Osmanlı kuvvetleri tarafından kısmen boşaltılması emredildiğinden
kalan kısmı müttefikler tarafından yeni durum incelenerek istenirse boşaltılacaktır.” suretinde yazılmasını kabul etmiştir. Amiral Calthorpe on ikinci
maddeyi okumuştur96:
“Telsiz telgraf ve kabloların itilâf memurları tarafından idaresi.”
Osmanlı heyeti, hükümet muhaberelerinin kontrolü hususunu ön plana
çıkarmış ve bu konunun kabul edilemeyeceğini ifade etmiştir. Bu madde üzerinde yapılan görüşmelerde karar alınamayıp on üçüncü maddeye geçilmiştir97:
“Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması.”
Rauf Bey, bu maddeden maksadın ne olduğunu sormuş, Amiral Calthorpe bunun kendilerince de malûm olmadığını, hükümetinden açıklama
isteyeceğini söylemiş ve on dördüncü maddeye geçilmiştir98:
“Kömür, akaryakıt ve deniz levazımının Türkiye kaynaklarından satın
alınması için kolaylıklar gösterilmesi.”
Rauf Bey bu gibi maddelerin ülkenin ihtiyacını tamamıyla karşılamadığını, bunların müttefiklerce alınmasının ülkeyi büsbütün sıkıntıya sokacağını ifade etmiştir. Amiral Calthorpe ise, Osmanlı Devletinin ihtiyaçları
96
Orbay, a.g.e., s.108-109; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41.
97
Orbay, a.g.e., s.110; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41.
98
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.41.
375
giderilmeden bu gibi levazımın İtilâf hükümetlerince satın alınmayacağını,
ancak lüzumundan fazlasının satın alınabileceğini söylemiş ve bahsedilen
levazımın kullanım fazlasının ihracını yasaklanması ile kendileri tarafından
satın alınması hususlarında ısrar etmiştir. Sonunda maddenin “Memleketin
ihtiyaçları temin olunduktan sonra artacak kömür, akaryakıt ve deniz levazımının Türkiye kaynaklarından satın alınması için kolaylık gösterilmesi ve bu
maddelerin ihraç edilmemesi.” suretinde yazılmasına karar verilmiştir. Amiral Calthorpe onbeşinci maddeyi okumuştur99:
“Bütün demiryollarının itilâf kontrol subaylarının idaresine bırakılması.
Maverayı Kafkas’ta halen Osmanlı idaresinde bulunan demiryolları da dâhildir ve bunlar serbest ve tam olarak itilâf memurininin emrine verilecektir. Bu
maddeye Bakü ve Batum’un itilâf kuvvetleri tarafından işgali de dahildir.”
Rauf Bey, bu maddeden, Kafkasya’da bulunan demiryollarının serbest ve
tam olarak İtilâf memurlarının emrine verilmesinin kastedildiğini, halbuki
Bakü’nün Osmanlı memleketi olmadığını belirtmiş, Calthorpe ise maddenin
Osmanlı ülkesindekiler de dahil olmak üzere Kafkasya’daki demiryollarının
hepsini kapsadığında ısrar etmiştir. Reşat Hikmet Bey’in, İngilizlerin Osmanlı
demiryollarından faydalanmalarının daima mümkün olduğu ve böyle bir fıkra
eklenmesine gerek olmadığı şeklindeki itirazına Calthorpe, “Maddeyi istediğiniz şekilde değiştirirsek, mütareke şartlarını bizim değil, sizin tayin ettiğinin düşünülecektir.” diyerek maddenin olduğu gibi kabulünü istemiştir. Rauf Bey’in,
demiryollarının tamamen İtilâf devletleri emrine verilmesinin halkın zorunlu
ihtiyaçlarının sağlanmasında ve terhis edilecek askerlerinin memleketlerine
gönderilmelerinde zorluklar doğuracağı görüşüne karşılık da Calthorpe, ülke
ihtiyaçlarının dikkate alınacağını, maksadın halkı sıkıntıya sokmak olmadığını, yalnız kendilerine sevkiyat için gereken bir zamanda trenlerin seyahat,
zevk ve sefa gezintileri gibi sebeplerle meşgul bulunmasına mani olmak için
bu hükmün konulduğunu söylemiş, “Halkın ihtiyaçlarının giderilmesi dikkate
alınacaktır.” ifadesinin maddeye eklenmesini kabul etmiştir.100
Rauf Bey’in, Bakü’nün işgaline karşı çıkılmayacağını belirtmesi üzerine
maddeye ayrıca “Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır” ifadesi eklenmiştir. Yapılan tartışmalara ve eklemelere rağmen madde hakkında kesin karar verilememiş ve sonraki maddeye geçilmiştir. Amiral
Calthorpe on altıncı maddeyi okumuştur101:
“Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de Suriye’de, Kilikya’da, Irak’ta bulunan kuvvetlerin en yakın itilâf kumandanı veya Arap mümessiline teslimi.”
99
Orbay, a.g.e., s.110-111; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.42.
100
Orbay, a.g.e., s.112.
101
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.43.
376
Rauf Bey, bu maddedeki “Kilikya” ifadesine itiraz etmiştir. Ayrıca Hicaz, Asir, Yemen vesair yerlerdeki tecrit edilmiş muhafız kıtalarının ‘boşaltılmalarını’ kabul edebileceklerini söylemiştir. Amiral Seymour, bu gibi
birliklerin boşaltılmalarını kabul ettikleri takdirde bunların yeniden savaşta
kullanılabileceği, bunları kendilerinin alıkoyup ancak barıştan sonra iade
edecekleri cevabını vermiştir.102
Reşat Hikmet Bey, Kilikya’nın harp hattının gerisinde olduğunu, mütareke yapılınca, iki taraf ordularının bulundukları yerlerde duracaklarını, maddenin bu şekilde kabulü hâlinde Kilikya’da bulunan Osmanlı askerinin İngiliz
hatlarına kadar giderek: “Bizi teslim alınız” demeleri gerekeceğini söylemiş ve
maksatlarının bu mu olduğunu sormuş; Amiral Seymour ise “Evet budur!” cevabını vermiştir. Rauf Bey, Kilikya’nın işgaline razı olamayacaklarını ve buradaki kuvvetlerin de tesliminin söz konusu olamayacağını tekrarlamıştır. Reşat
Hikmet Bey’in, maddedeki “Arap mümessili”nin ne demek olduğunu sorusuna
da Amiral Seymour: “Mekke Emîri”dir şeklinde cevap vermiştir. İtiraz üzerine
maddeden “Arap mümessili” ifadesi çıkarılmıştır. Osmanlı heyetinin Kilikya
hakkındaki fıkranın silinmesi ısrarları üzerine, İngiliz heyeti bu konuda hükümetlerinden talimat almak gereği duymuş, bu nedenle maddeye kesin bir şekil
verilememiştir.103 Amiral Calthorpe onyedinci maddeyi okumuştur104:
“Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın İtalyan
garnizonuna teslimi.”
Bu madde Osmanlı heyeti tarafından kabul edilmemiş ve daha sonra
tekrar görüşülmek üzere on sekizinci maddeye geçilmiştir105:
“Trablus ve Bingazi’de, Mısrata da dahil olduğu halde işgal edilen limanların itilâf devletlerine teslimi.”
Rauf Bey, Osmanlı Devleti’nin Trablus ve Bingazi’ye fiilen hâkim bulunmadığını, bu bölgedeki limanların boşaltılması için emir verilse dahi tatbiki
kudretine sahip olmadıklarını belirtmiştir. Maddeye kesin şeklinin verilmesi bir önceki madde kararlaştıktan sonraya bırakılmıştır. Amiral Calthorpe
ondokuzuncu maddeyi okumuştur106:
“Alman, Avusturya kara, deniz ve sivil memur ve tebaasının en yakın İngiliz ve müttefik kumandanlarına teslimi.”
Rauf Bey hatıralarında, bu madde okunurken, büyük heyecan içinde
olduğunu, bütün mazinin, bütün şerefli tarihimizin bir anda gözlerinde canlandığını ve o heyecan içinde, hiç tereddüt etmeden, “Bu maddeyi kabule im102
Orbay, a.g.e., s.113.
103
Orbay, a.g.e., s.113-114.
104
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44.
105
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44.
106
Orbay, a.g.e., s.114-115; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44.
377
kân göremiyoruz. Zira bu teklif her şeyden önce insanlık kaidelerine aykırıdır.
Milletimizin şiarıyla asla bağdaşmaz. Osmanlı Devleti kurulduğundan beri ne
kadar büyük tehlikelere ve fedakârlıklara katlanmak pahasına olursa olsun,
hiçbir zaman bir tek dostunu dahi kendi elleriyle düşmana teslim etmek gibi bir
alçaklığı göstermemiştir. Böyle yüz kızartıcı bir harekete girişmektense, ölümü
tercih etmiştir. Bu haklı ve şerefli geleneği bizim bozabileceğimizi sanmak hatadır. Bu noktada ısrar edilirse, görüşmeleri kesip İstanbul’a dönmeğe mecbur
oluruz. Dost ve müttefikimiz olarak bugün memleketimizde bulunan subay,
memur, sivil, bütün Almanlarla Avusturya ve Macaristanlıları esir etmek için,
Türk kuvvetlerini sonuncu fertlerine kadar, ezip imha etmek lâzımdır. Buna da
muvaffak olamazsınız...” diyerek maddeyi şiddetle reddettiğini yazmaktadır.
Amiral Calthorpe, Rauf Bey’in fikirlerine katılmakla birlikte, bu maddeyle
ilgili olarak her iki tarafın görüşleri arasında nihai uzlaşı sağlanamamıştır.107
Geri kalan maddelerin görüşülmesi bir sonraki toplantıya bırakılıp saat
yediyi yirmi beş geçe oturuma son verilmiştir.108
Mütareke görüşmelerinin ilk günü olan 27 Ekim’de 19 madde görüşülmüştür. Osmanlı delege heyeti mütareke hükümlerini bir telgrafla Babıâli’ye
bildirmiştir. Çekilen ikinci bir telgrafta da, mütareke maddeleri müttefikler
arasında önceden kararlaştırıldığından, değişiklik yapılmasının müttefiklerarası görüşme yapılmasını gerektirdiği anlatılmış ve İngilizlerin de bu
husustan sakındıkları belirtilmiştir. Hükümet tarafından verilmiş olan talimattaki hükümlerin kabulünün mümkün görünmediği, mütareke maddelerinde İngiliz heyetince lehte değişiklik yapıldığı veya yapılmadığı takdirde,
mütarekenin kabulü hakkında yetki verilmesi veya görüşmelerin kesilerek
heyetin dönüşüne izin verilmesi gereği açıklanmıştır.109
4. Üçüncü Oturum (28 Ekim 1918 Pazartesi / 15.30 – 17.30, 17.45
– 19.25):
28 Ekim Pazartesi günü, öğleden önce toplantı yapılmamıştır. Osmanlı delege heyeti bir gün önce İstanbul’a çekmiş oldukları telgraflara henüz
cevap alamamıştır. Öğleden sonra saat üçte Amiral Calthorpe, maiyeti ile
Agamemnon zırhlısına gelmiş, hükümetinden beklediği talimatı aldığından
bahsederek görüşmelere devam edilebileceğini söylemiştir. Bu defa İngiliz
heyetine, Donanma Kurmay Başkanı Komodor Burmester de katılmıştır.
Üçüncü oturum 28 Ekim Pazartesi öğleden sonra saat üçte başlamıştır.110
107
Orbay, a.g.e., s. 115-116.
108
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44.
109
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.55-56.
110
Orbay, a.g.e., s.116; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44.
378
Amiral Calthorpe hükümetinden gelen cevap uyarınca Çanakkale ve Karadeniz istihkâmlarının İngiliz ve Fransızlardan başkası tarafından işgal edilmeyeceğine dair teminat vermeğe yetkili olduğunu fakat bu konuda metinde
açık surette değişiklik yapılmasının mümkün olmadığını söylemiş ve yedinci
maddenin de “herhangi bir sevkulceyş noktası” diye düzeltileceğini bildirmiştir. Dokuzuncu maddede, İstanbul’un harekat üssü olarak kullanılmasının
Karadeniz’de icra edilecek askeri harekât için olduğunu zira İzmit’ten kalkıp
Karadeniz’e çıkmanın iki üç saat kaybettireceğini ve İstanbul’un donanmanın
ulaşım merkezi olacağını söylemiş, sekizinci maddede “Halen Osmanlı işgali
altında bulunan bütün liman ve demir mahallerinden itilâfa mensup gemiler
tarafından istifade edileceği” belirtilmekte iken neden dolayı dokuzuncu maddenin kabul edilmediğini de anlayamadığını belirtmiştir.111
Rauf Bey, cevap olarak; “deniz üssü” ile “demir yeri” arasında fark olduğunu; nitekim İtilâfa mensup gemilerin herhangi bir zorlayıcı sebeple bir
limana sığınmaları ve geçici bir zaman için dinlenmeleri ile o limanın donanma için devamlı surette tamir ve cihazlanma merkezi olması arasında
önemli fark olduğunu, ikincisinin adeta işgal demek olacağından bu durumu
kabul edemeyeceklerini açıklamıştır. Amiral Calthorpe, “İstanbul’un itilâf
deniz kuvvetleri tarafından üs olarak kullanılması” fıkrasının kaldırması
karşılığında onuncu maddenin kabul edilmesini teklif etmiştir. Rauf Bey,
İstanbul’un deniz üssü olması hakkındaki ifadenin kaldırılmasını tercihle
onuncu maddeyi (Toros tünellerinin işgali) kabul etmiştir.112
On ikinci madde “Hükümet haberleşmesi müstesna olmak üzere telsiz
telgraf ve kabloların itilâf memurları tarafından kontrolü” suretinde değiştirilerek kabul edilmiştir.113
Amiral Calthorpe, demiryollarıyla ilgili maddenin incelendiğini ve
Osmanlı delege heyetinin talep ettiği şekilde maddenin yeniden düzenlendiğini belirtmiştir. Yapılan düzenleme sonucu on beşinci madde şu suretle
kararlaştırılmıştır114:
“Bütün demiryollarına itilâf kontrol subayları memur edilecektir. Bunlar arasında halen Osmanlı Hükümetinin kontrolü altında bulunan Maverayı
Kafkas demiryolları da dahildir. İşbu Kafkas demiryolları serbest ve tam olarak itilâf memurlarının idaresi altına bırakılacaktır. Halkın ihtiyacının karşılanmasına dikkat edilecektir. İşbu maddede Batum’un işgali dahildir. Osmanlı
Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır.”
111
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.44-45.
112
Orbay, a.g.e., s.117.
113
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45.
114
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45.
379
On altıncı madde (Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de Suriye’de, Kilikya’da,
Irak’ta bulunan kuvvetlerin en yakın itilâf kumandanı veya Arap mümessiline
teslimi.) tekrar görüşülmüştür. Amiral Calthorpe, tekliflerinin esasen insanî
bir düşünce ürünü olduğunu, Osmanlı Ordusunun Mekke civarında Taif’te
bulunan muhafız kuvvetlerinin Araplara teslim olduğunu, Araplara teslim
olmayan ve vaziyet icabı İngilizlerin de teslim almalarına imkân bulunmayan birliklerin, çöl ortasında aç ve biilâç, ölüm tehlikesine düşeceklerini; bu
hususta sorumlu olmamak için bu gibi birlikleri teslim almağa ellerinden
geldiği kadar çalışacaklarını söylemiştir. Ayrıca “Arap mümessili” ifadesini
çıkaracaklarını eklemiştir. Bu maddeyle ilgili hassasiyetlerini Rauf Bey hatıralarında şu şekilde nakletmektedir115:
“Cephe gerilerinde kendi başlarına, kurtarılmaları imkânsız olarak kalmış kuvvetlerimizin İngilizlere teslim olmalarını istememiz önemli bir sebebe
dayanıyordu: Irak ve Suriye’deki seyyar ordularımızın, geri çekilmeleri esnasında terk ettikleri muharebe meydanlarında yaralı yahut hasta olarak kalan
askerlerimizi, bedevilerin vahşicesine öldürdüklerini ve bu facialara aşiret reislerinin de seyirci kalarak, hiç ses çıkarmadıklarını biliyorduk.”
Amiral “Kilikya” ifadesinden maksatlarının da Adana mıntıkası olup
buradaki bütün Osmanlı birliklerinin geri alınmasını talep ettiklerini açıklamıştır. İtirazlar üzerine Amiral bu metnin yalnız İngilizler tarafından yazılmadığını ve ihtimal ki müttefiklerden birisi tarafından teklif edilmiş olduğunu
ve kendisinin diplomat olmadığını söylemiştir. Bu madde hakkında iki tarafın
uzlaşabileceği bir ifade bulunamamış ve görüşülmesi sonraya bırakılarak onyedinci madde (Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın
İtalyan garnizonuna teslimi.) ele alınmıştır. Rauf Bey Trablus’taki subayların
teslim olmaları için kendilerine Osmanlı Hükümeti tarafından emir verilecek olursa, buradaki subayların bu emri yerine getirmeyeceklerini, Osmanlı
Devleti’nin de bu emrin gereğini yapamayacağını, yapılacak tek şeyin bu subaylarla ilişkiyi kesmek olduğunu söylemiştir. Bu açıklamadan sonra madde;
“Trablus’ta ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subayları en yakın İtalyan
muhafaza kıtaatına teslim olacaktır. Osmanlı Hükümeti teslim emrine itaat
etmedikleri takdirde haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eyler.” şeklinde
değiştirilmiştir.116
Rauf Bey Trablusgarp’ta bulunan Şehzade Osman Fuat Efendi’nin dönüşünün temin edilmesini talep etmiş, Calthorpe ise İngiltere Hükümetinin
mütarekeden sonra diplomasi yoluyla Şehzadenin İstanbul’a getirilmesi için
nüfuzunu kullanacağını, ancak mütareke şartları arasına siyasî bir madde
115
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45; Orbay, a.g.e., s.118.
116
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.45-46.
380
ilâvesinin uygun olmadığını belirtmiştir. Rauf Bey de şehzadenin dönmesini
temine dair vaatleri yeterli bulduklarını söylemiştir.117
On dokuzuncu madde (Alman, Avusturya kara, deniz ve sivil memur ve
tebaasının en yakın İngiliz ve müttefik kumandanlarına teslimi) tekrar görüşülmüş, şöyle uzlaşma sağlanmıştır118:
“Alman Avusturya deniz, kara ve sivil memurlar ve tebaasının bir ay zarfında ve uzak yerlerde bulunanların daha sonra mümkün olan en kısa zamanda Osmanlı ülkesini terk etmeleri.”
Amiral Calthorpe yirminci maddeyi okumuştur119:
“Osmanlı kuvvetlerinin asker, teçhizat, silâh, cephane ve nakliyesi hakkında verilecek emirlere uyulması.”
Rauf Bey, maddenin Osmanlı kuvvetlerinin askerî ve ticarî vasıtalarla
ülke dışına gönderilmelerini, hatta İtilâf devletlerinin lüzum görecekleri
herhangi bir harp cephesine sevkleri sağlayacak derecede geniş manalı olduğunu ileri sürerek, kabul edilemeyeceğini söylemiştir. Amiral beşinci maddenin; “Askeri kuvvetin miktar ve vaziyetleri itilâf hükümetleri tarafından
Osmanlı Devleti ile müzakere edildikten sonra kararlaştırılacaktır.” şeklinde
değiştirilmesinin kabul edilmesi halinde yirminci maddenin; “Beşinci madde gereğince terhis edilecek Osmanlı birliklerine ait teçhizat, silah, cephane ve
nakliye vasıtalarının tarzı istimaline dair verilecek talimata riayet olunacaktır.” şeklinde değiştirilmesini teklif etmiştir. Rauf Bey, bu fikri de doğuracağı
aksaklıklardan dolayı kabul edemeyeceklerini tekrar etmiş ve her iki tarafın
da fikirlerinde ısrar etmesi üzerine görüşmelere kısa bir ara verilmiştir.120
17.40 itibariyle verilen çay molasının ardından 17.58’de görüşmeler tekrar başlamış ve Amiral Calthorpe yirmi birinci maddeyi okumuştur121:
“Erzak ve levazımın itilâf subayları tarafından kontrolü”
Rauf Bey, bu maddeden ne kast olunduğunu sormuş, ancak İngiliz heyeti maddeyi izah edemediğinden görüşülmesi sonraya bırakılarak yirmi
ikinci maddeye geçilmiştir122:
“Osmanlı esirleri itilâf kuvvetleri nezdinde muhafaza edilecektir.”
Rauf Bey Osmanlı esirlerinin de itilâf esirleri gibi iadelerini, bu şekil
kabul olunmayınca kırk yaşından büyük olanların iadelerini teklif etmiş ise
de talepleri reddedilmiştir. Osmanlı heyetinin ısrarı üzerine maddeye, “Sivil
117
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.46.
118
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.46.
119
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47.
120
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47; Orbay, a.g.e., s.121-122.
121
Başak, a.g.e., s.168; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47.
122
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47.
381
savaş esirleri ile askerlik çağı dışında olanların tahliyesi dikkate alınacaktır”
fıkrası ilâve edilmiştir. Ardından yirmi üçüncü madde okunmuştur123:
“Osmanlı Hükümeti merkezî hükümetlerle bütün ilişkisini kesecektir.”
Rauf Bey, bu maddenin kendileri için başlıca mahzurunun malî olduğunu, Almanya ile ilişkilerin kesilmesi halinde, hem bu devletten daha önce alınan borçlar hem de bundan sonra borç alınamayacak olması nedeniyle ülke
ekonomisinin zor bir duruma düşeceğini ifade ederek, bundan vazgeçilmesini rica etmişse de sonuç alamamıştır. Madde üzerinde kesin karara varılamamış ve yirmi dördüncü maddeye geçilmiştir. Yirmi dördüncü madde124:
“A- Altı Ermeni vilayetinde karışıklık ortaya çıkması durumunda bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri tarafından işgali.
B- Yedinci, onuncu ve on beşinci maddelere ilâveten Sis, Haçin, Zeytun ve
Ayıntab’ın işgali”
Rauf Bey, doğu vilâyetlerinin işgali ifadesinin Ermenileri şımartarak
karışıklıkları çabuklaştıracağını söylemiş, maddeyle ilgili uzlaşmaya varılamayınca Calthorpe, bu işin müzakeresini sonraya bırakarak, Adana hakkındaki kararının ne olduğunu sormuştur. Kendisine bu konuyla ilgili İstanbul’a
çekilen telgraflardan henüz bir cevap alınamadığı söylenmiştir.125
Yedinci maddenin (Mühim stratejik noktalar itilâf kuvvetleri tarafından
işgal edilecektir.) tekrar görüşülmesine başlanmıştır. Rauf Bey bu maddenin hükümetin istifasını yahut mütareke görüşmelerinin kesilmesine neden olacağını yineleyerek, kabul edilemeyeceğini tekrarlamıştır. Bu konuda
farklı ifadeler tartışılmış ve nihayet yedinci madde şu şekli almıştır126:
“Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek vaziyet çıktığından, her hangi
stratejik noktayı işgal hakkına sahip olacaklardır.”
Amiral Calthorpe, görüşmelerin uzamasından şikâyetçi olarak; “Ticarî ve
iktisadî meselelerle meşgul değiliz. Harp eden iki milletin mümessilleri olarak, geçici bir ateş kesme kararı vermek için toplanmış bulunuyoruz. Hükümetim müzakerelerin uzamasından şikâyetçidir. Hatırımda kaldığına göre Sedan mütarekesi
Moltke ile Fransız temsilcisi arasında üç saatlik bir zaman içinde olup bitmiştir”
dedikten sonra, birinci madde hakkındaki itiraz ve ısrarı anladığını, fakat her
madde için bu yolda hareket imkânı görmediğini, İtilâf ordu kumandanlarının
kendilerinden bir an önce olumlu veya olumsuz bir netice bekleyip bunu kendisinden ısrarla sorduklarını ilâve ederek, kendilerince en önemli sayılan birinci
maddeyi kast ile: “Cevap alabilirseniz, yarın bizimle görüşürsünüz” demiştir.127
123
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.47.
124
Orbay, a.g.e., s.122-123; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.48.
125
Orbay, a.g.e., s.123-124.
126
Orbay, a.g.e., s.124-125.
127
Orbay, a.g.e., s.125.
382
Rauf Bey, mütareke şartlarının, Osmanlı hükümetinin tahmininden
çok daha ağır olduğunu, bu nedenle hükümetten yeni talimat istemeğe mecbur kaldıklarını, muhabere işindeki aksaklıklardan dolayı da vaktinde cevap
alamadıklarını anlatmış, müzakereleri hızlandırmak için Çeşme’ye gidilerek
oradan hükümetle muhabere edilebileceğini söylemiştir.128
Rauf Bey’in teklifinin ardından Calthorpe, sözü onüçüncü maddeye
(Bahrî, askerî ve ticarî maddelerin ve malzemelerin tahribinin yasaklanması.)
getirmiş ve madde üzerinde yapılan konuşmalardan sonra on üçüncü maddenin olduğu gibi kalması kararlaştırılmış ve ertesi gün saat 09.00’da toplanılmak üzere saat 20.15’te oturuma son verilmiştir.129
28 Ekim tarihli görüşmelerde mütareke maddeleri tamamlanmış ve
her birinin değerlendirilmesi sağlanmıştır.
Toplantıyı müteakip Osmanlı delege heyeti tarafından Babıali’ye gönderilen kısa bir telgrafta, bazı maddelerin şiddetini azaltacak ufak değişikliklerden başka bir şey yaptırılamadığı ifade edilmiş ve Calthorpe’un “görüşmelerin daha fazla haberleşmeye tahammülü olmadığı ve bir an önce imzalanması gerektiği” ifadesi aktarılarak durumun ciddiyeti anlatılmıştır.130
5. 29 Ekim Tarihindeki Gelişmeler:
29 Ekim Salı günü saat dokuzda toplanılması kararlaştırılmış iken Osmanlı heyeti Babıâli’den talep edilmiş olan talimatın gelmediğini Amiral
Calthorpe’a bildirmiş ve haberleşmenin sağlanabilmesi için toplantı ertelenmiştir.131
29 Ekim’de Osmanlı heyetince Babıâli’ye gönderilen bir telgrafta durum açıklıkla izah edilmiştir. Buna göre mütareke şartları ağır ve vaziyet son
derece elîmdir. Mütareke hükümleri İtilaf devletleri arasında kararlaştırılmış olduğundan İngiliz Amirali sadece bu şartları imza ettirmeğe memurdur, maddeler ortaklaşa inceleniyorsa da, Amiral mütareke hükümlerini
görüşmeyi kabul etmemektedir. Yapılan açıklamalar üzerine bazı ufak değişiklikleri onaylıyor ise de mütareke hükümlerinin ruhunu değiştirmeye yetkili olmadığı ve bunu yapmayacağı anlaşılmaktadır. İngiltere Hükümeti bu
hususta müttefikleriyle yeniden görüşmeyi mahzurlu görmekte ve şartların
kabul edilmemesi halinde, görüşmeyi kesme ya da derhal imzaya davet etme
niyetindedir. Bu takdirde elde edilecek ufak değişikliklerden de mahrum
olarak ya imza etmek ya da dönmek mecburiyeti söz konusudur. İngilizler
128
Orbay, a.g.e., s.125-126.
129
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.49.
130
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.56.
131
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.49.
383
-harbin devamı halinde- karadan ve denizden zayiat vererek İstanbul’a girerlerse, koyacakları şartlar istiklal ve mevcudiyetimizle bağdaşmayacaktır.
Hâlbuki halen İngilizlerden sonrası için bir dereceye kadar ümitli olacak az
da olsa samimiyet hissedilmektedir. Telgrafta ayrıca, İngilizlerin kabulünde
ısrar ettikleri ilk dört madde dışındakileri mümkün olan değişiklik ile kabul
ederek mütarekeyi derhal imza etmek veya dönmek hususlarında en geç 30
Ekim öğleye kadar gerekli emrin verilmesi istenmiştir.132
29 Ekim günü, Babıâli’den bir cevap gelmişse de, bu ilk çekilen telgrafın
cevabıdır. Sadrazam tarafından Rauf Beye hitaben gönderilen 29 Ekim tarihli telgrafın içeriği şöyledir133:
“Mütareke şartları hakkındaki kararlarımız aşağıdadır:
Madde 1. Kabul edilmiştir, istihkâmların işgali maddesinde muhtırada
geçen hususlar kabul ettirilemediği takdirde İtalyan ve bilhassa Yunan askerinin bulunmamasını ve bir de İngiliz ve Fransızlarla birlikte Osmanlı askerlerinin de bulunmasını temine gayret ediniz.
Madde 2. Kabul edilmiştir, Osmanlı Genelkurmayınca malûm olan bütün
şeyler gösterilecektir.
Madde 3. Kabul edilmiştir, Karadeniz’de mevcut olan torpil mevkileri
hakkında da Genelkurmayca mevcut bilgiler verilecektir.
Madde 4. İtilâf savaş esirleri teslim olunacaktır. Yalnız bunların
İstanbul’a toplanmaları zaman gerektireceğinden en yakın mahallerde bulunan İngiliz kıtaatına teslim edilmeleri daha uygun görülmektedir.
Kafkasya’da alınmış olan Ermeni esirleri Ermeni Hükümeti temsilcilerinin müracaatları üzerine tahliye edilmiş olup memleketlerine dönmektedirler.
Bütün siyasi tutukluların tahliyeleri yapılmakta olduğundan Ermeniler
hakkında ayrıca bir muamele icrasına ve bunların itilâfa teslim edilmelerine
bir sebep görmüyoruz.
Madde 5. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir.
Madde 6. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir.
Madde 7. Maksatlarını açıklamalarını bekliyoruz. İstanbul’un her halde
istisna ettirilmesi mecburidir.
Madde 8. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir. Yalnız mahalli asayişi
ihlâle neden olmamak için itilâf gemileri arasında Yunan gemileri ve askerlerinin bulunmaması şartında katiyen ısrar olunmalıdır.
Madde 9. İstanbul şehrinin katiyen askeri işgal altına alınmaması şartıyla barış yapılıncaya kadar bu maddenin hükmü değişiklik çerçevesinde kabul
edilmiştir.
132
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.56-57.
133
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.57-59.
384
Madde 10. Bunun için hiç bir sebep mevcut olmadığından kabul etmiyoruz, görüşme neticesini bekliyoruz.
Madde 11. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir, yalnız üç sancağın
genel barışın yapılmasına kadar bizde kalması şartıyla kabul ettirilmesine
gayret ediniz.
Madde 12. Kabul edilmiştir. Hükümet muhaberatının istisna edilmesine
muvaffak olacağınızı ümit ederiz.
Madde 13. Kabul edilmiştir.
Madde 14. Değişiklik çerçevesinde kabul edilmiştir.
Madde 15. Kafkas demiryolları için tekliflerini kabul ediyoruz, diğer
demiryolları için bir sebep mevcut olmadığından bu kısımdan vazgeçirmeye
gayret ediniz. Bakü hakkındaki tekliflerine ve Batum liman ve müesseselerini
işgal eylemelerine itiraz etmiyoruz yalnız on birinci madde gereğince Batum
şehrinde alâkamızın kesilmemesini teklif ediniz, Bakü petrol üretiminden bize
bir hisse ayırmaları da arzu edilen bir husustur.
Madde 16. Tadilât dairesinde kabul ediyoruz. Yalnız bu kuvvetleri silah
ve cephaneleri ile birlikte teslim eylemelerini talep ediniz.
Madde 17. Bu kuvvetlerin İngiliz gemileri ile memleketlerine dönmelerini
teklif ediyoruz.
Madde 18. Kabul edilmiştir.
Madde 19. Alman ve Avusturya Macaristan deniz, kara ve sivil memurlarının belirli bir müddet zarfında memleketlerine iade edilmelerini kabul ediyoruz yalnız bütün Alman ve Avusturya ve Macaristan tebaasının gönderilmesi
birçok müesseselerin irtibatını sona erdireceğinden ve bu da Osmanlıların
zararlara uğramalarına neden olacağından bunların hariç bırakılmalarını
teklif ediniz.
Madde 20. Maksatlarını açıklamalarını bekliyoruz.
Madde 21. Maksatları anlaşılamadı açıklama bekliyoruz.
Madde 22. Adalet bunların bir an evvel memleketlerine iadelerini gerektirmektedir.
Madde 23. Siyasi ilişkilerin kesilmesi tabiîdir.
Madde 24. Doğu vilayetlerinde yaşayan ayrım gözetmeksizin her cins ve
mezhep bütün ahalinin şimdiye kadar çektikleri elem ve musibetlerinin hafifletileceği ve kolaylaştırılacağı bir zamanda emniyet ve asayişin teminine
elimizdeki bütün vesaitle çalışacağımız tabiîdir. İdareye nezaret etmek üzere
bir İngiliz kontrol heyetinin barış yapılana kadar orada bulunmasına izin verilebilir. Mütareke şartları içerisinde böyle bir maddenin bulunması korkulan
karışıklık ve ihtilâli kolaylaştıracağı için oralardaki müslim ve gayri müslim
ahalinin menfaati bundan vazgeçilmesini gerektirir.”
385
Telgrafta ayrıca Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntap’ın da işgaline bir sebep
olmadığından bu hükümden vazgeçmeleri için gayret edilmesi istenmiştir.
Heyetten, bahsedilen değişiklikleri kabul ettirmek için fevkalâde fedakârlık
etmeleri, bu mümkün olmadığı takdirde de görüşmeleri kesmezden önce sonucu bildirmeleri istenmiştir.134
Osmanlı delege heyeti gerek kendilerine mütareke görüşmelerine giderken verilen talimat ve gerekse 29 Ekim tarihli bu telgraf doğrultusunda
görüşmelerdeki tavırlarını belirlemişlerdir.
6. Dördüncü Oturum (30 Ekim 1918 Çarşamba / 09.10 – 12.25):
30 Ekim Çarşamba günü öğleden önce saat dokuzu on geçe dördüncü
defa olarak toplanılmıştır. Amiral Calthorpe birinci maddenin Osmanlı Hükümetince kabul edilip edilmediğini sormuş, Rauf Bey cevaben, Osmanlı Hükümetinin birinci maddeyi esas itibariyle kabul ettiğini, fakat istihkâmlarda
İngiliz ve Fransız kıtalarıyla birlikte Osmanlı askerlerinin de bulunmasında
ısrar edildiğini; ikinci, üçüncü maddenin de kabul edildiğini bildirmiştir.135
Amiral Calthorpe, ilk üç maddenin kabul edilmesi nedeniyle istihkâmlarda
Osmanlı askerlerinin de bulunması talebini hükümetine yazacağını belirtmiştir. Rauf Bey, Calthorpe’un şahsi bir mektup yazarak bu hususu taahhüt etmesini rica etmiştir. Calthorpe, gizli kalması hususu taahhüt edilirse yazabileceğini
söylemiştir. Rauf Bey’in Padişah ile Sadrazamın bilgisi haricinde gizliliğe riayet
edileceği sözü üzerine Calthorpe mektup yazacağını vaat etmiştir.136
Maddelerin görüşülmesine devam edilmiş, Rauf Bey, Yunan gemilerinin Karadeniz’e geçirilmesinden vazgeçilmesini istemiş, Calthorpe da, bunların İstanbul boğazından geçmeleri zarureti olursa, halkı tahrik etmemek
için, geceleyin geçirileceklerini tekrar vaat etmiştir.137
Rauf Bey dördüncü maddenin “Savaş esirlerinin herhangi bir iskeleden gidebilmesi” şeklinde değiştirilmesini teklif etmiş, Calthorpe da cevaben yegâne zorluğun hükümetinin ilk dört maddede değişiklik yapılmasını
kabul etmemesi olduğunu söylemiştir. İngiliz esirlerinin büyük bir kısmı
Afyonkarahisarı’nda olduğundan, oradan trenle kolay ve çabuk İzmir’e nakil
ile bir an önce ülkelerine dönebilecekleri belirtilince İngilizler de bu düşüncenin doğruluğunu tasdik edip maddenin bu yolda uygulanmasını hükümetlerine yazacaklarını söylemişlerdir. Rauf Bey Ermeni esirlerine ait fıkranın
silinmesini tekrar talep etmiş, ancak bu talep kabul edilmemiştir.138
134
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.59.
135
Orbay, a.g.e., s.127.
136
Orbay, a.g.e., s.127.
137
Orbay, a.g.e., s.128.
138
Orbay, a.g.e., s.129-130.
386
Rauf Bey beşinci ve altıncı maddeleri değişiklik çerçevesinde, yedinci
maddeyi de ‘İstanbul istisna edilmek şartıyla’ kabul ettiklerini bildirmiştir.
Amiral Calthorpe ise müttefiklerin hiç bir zaman İstanbul’u işgal etmek fikrinde olmadıklarını fakat İstanbul’un işgalini istisna eder bir fıkra ilâvesini
de uygun görmediklerini, zira hükümet düşer veya vaziyeti idame edemez
de katliam olursa kendilerini müdahaleden menetmiş olacaklarını söylemiştir. Osmanlı heyetinin İstanbul’un işgal dışı tutulması ve Yunan gemilerinin İstanbul’a gelmemelerinde ısrarcı olmaları üzerine Calthorpe: “Böyle
giderse katiyen mütarekeyi sona erdiremeyeceksiniz. Tabiri mazur görünüz.
Bu hususta haksızsınız zira maddede İstanbul kelimesi zikredilmemiştir ki çıkarılsın. Ya mütarekeyi imza etmek veyahut müzakeratı kesmek lâzımdır. Generaller daima görüşmelerin neticelenmesine imkân olup olmadığını benden
soruyorlar. Mütarekenin bu kadar uzamasından dolayı bilâhare bana görüşmeyi bitiriniz diyeceklerdir. Sizin yetkiniz vardır. Mütarekeyi müzakere ediniz
eğer yetkiniz yoksa ne için buraya geldiniz” diyerek tavrını sertleştirmiştir.139
Reşat Hikmet Bey cevaben mütarekeyi uzatmayı katiyen arzu etmediklerini fakat hükümetten talimat gelmediğini, İstanbul ile muhabere edip
konuyu bitirebileceklerini söylemiştir. Calthorpe (elindeki kâğıdı göstererek) “burada yazılmış olan maddeler kesin surette kabul edilmiş iken ben
hükümetim namına çok müsaadelerde bulundum” demiş, Reşat Hikmet Bey
de Babıâli’yle haberleşme için saat dokuza kadar beklemesini rica etmiştir.
Amiral saat dokuza kadar yedinci madde hakkında cevap alınmadığı takdirde heyetin mesuliyeti alarak mütarekeyi imza etmelerini istemiştir.140
Calthorpe’un bu sert tavrının ardından onuncu madde (Toros tünellerinin işgali.) görüşülmüştür. Osmanlı heyeti bu konuda son sözlerinin, ancak
beklenilen talimat gelince söylenebileceğini belirtmiştir. Bundan sonra onbirinci madde düzeltildiği şekilde, onikinci madde ise “Hükümet haberleşmesi müstesna olmak” kaydı ile kabul edilmiştir.141
Rauf Bey, onbeşinci madde tekrar görüşülürken Batum’un İtilâf kuvvetlerince işgalinin oradaki Osmanlı mülkî idaresine son vermek amacı güdüp gütmeyeceğini sormuş, Calthorpe ise bu hususun buraları Türkiye’den
ayırmak amacıyla değil, Almanların Kafkaslara sızmalarına engel olmak
maksadı ile konulduğu cevabını vermiştir.142
Calthorpe on altıncı maddeden “Arap mümessili” ifadesini çıkardıklarını ve Mekke Emiri ile Allenby arasında esirleri almak için bir mukavelename
139
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.51.
140
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.52.
141
Orbay, a.g.e., s.132.
142
Orbay, a.g.e., s.132.
387
yapılmasına çalışacaklarını, İngiltere’nin hak ve adalet dairesinde hareket
edeceğini söylemiştir. Kilikya konusunda, orada bulunan askerin teslimi değil, geri çekilmesinin söz konusu olduğu İngilizlerce kabul edilmiştir.143
Rauf Bey, onyedinci maddenin, “Trablus ve Bingazi’de bulunan subaylar ve askerlerin İngiliz gemileri ile geri alınmaları” suretinde düzeltilmesini
teklif etmiş, Calthorpe ise bu işin mütarekeden sonra kararlaştırılabileceğini söyleyerek, teklifi kabul etmemiştir.144
Yirmi birinci maddeden (Erzak ve levazımın itilâf subayları tarafından
kontrolü) Osmanlı heyetinin itirazları üzerine “kontrol” ifadesi çıkarılmış ve
“temsilci” ifadesi konulmuştur. Böylece madde şu şekilde kabul edilmiştir145:
“İtilaf devletlerinin menfaatlerini korumak için İaşe Nezaretinde İtilâf
temsilcileri bulunacak ve kendilerine bu konuda lüzum görülecek bütün bilgiler verilecektir.”
Rauf Bey’in yirmidördüncü maddedeki “A” fıkrası (Altı Ermeni vilayetinde karışıklık ortaya çıkması durumunda bu vilâyetlerin itilâf kuvvetleri
tarafından işgali) münasebeti ile; Doğu illerindeki her cins ve mezhepten
halkın elemlerini ve uğradıkları musibetleri hafifletmek için çalışılabileceğini ve hükümetin sükûn ve asayişi sağlayacağını söyleyerek, bu işgal ifadesinin bölgedeki Ermenileri tahrik ile ayaklanmaya teşvik edeceğini anlatıp,
işgal ifadesinden vazgeçilmesini ve bölgeye durumu incelemek üzere İngilizlerden oluşan bir heyet gönderilmesini teklif etmişse de maddenin bu
şekilde düzenlenmesi mümkün olmamıştır. Yirmidördüncü maddenin “B”
fıkrasının (Sis, Haçin, Zeytun ve Ayıntab’ın işgali) silinmesi ısrarı üzerine
de Calthorpe, Osmanlı heyetinin yedinci madde ile onuncu maddeyi kabul
etmeleri halinde on altıncı maddeye, “Kilikya’daki kuvvetlerin, düzeni muhafaza için gerekli olanları dışındakiler beşinci maddedeki şartlar uyarınca
geri çekilecektir.” fıkrasını ilâve ve yirmi dördüncü maddenin (B) fıkrasını
kaldırabileceğini söylemiş ve tekrar İstanbul’a danışmaksızın imza edilmesini teklif etmiştir. Reşat Hikmet Bey İstanbul’dan telgrafla cevap geldikten
sonra mütarekenin imza edileceğini, bir iki saatin öneminin olmadığı cevabını vermiştir.146
Amiral Calthorpe karışıklık olmaması halinde İstanbul işgal edilmeyeceği cihetle hazırlanan teklifler çerçevesinde mütarekenin imzasında ısrar
etmiş, Osmanlı delegelerinin İstanbul’dan gelecek cevabı beklediklerini yinelemeleri üzerine de, “ya imza veya reddedilmek üzere” akşam saat dokuzda
143
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.52.
144
Orbay, a.g.e., s.133.
145
Orbay, a.g.e., s.133.
146
Orbay, a.g.e., s.133-134; Ali Türkgeldi, a.g.e., s.54.
388
toplanılacağını belirterek saat on ikiyi yirmi beş geçe oturumu sona erdirmiştir.147
Rauf Bey 30 Ekim tarihli dördüncü oturum itibariyle, Babıali’ye gönderdiği bir telgrafta durumu açıklayarak İngilizlerin “saat dokuzda bütün
maddeler önceden bildirilen değişiklikler dairesinde imza edilmediği takdirde görüşmeyi keseceklerini beyan eylediklerini” ve “akşam saat altıya kadar
kesin emir beklenmekte” olduklarını belirtmiştir. Çekilen diğer bir telgrafta
da148, “Ültimatomu aldık. 7, 8, 9, 10 vesair maddelerin bildiğimiz gibi ve tamamen kabulünde ısrar ediyorlar. Buna mukabil Adana ve son fıkrada mezkûr
dört şehrin kurtarılmasını temin ettik. İmza veya görüşmeyi kesmek üzere makine başında hemen emir bekliyoruz.” denilmiştir.
O gün saat altıya kadar İstanbul’dan cevap gelmediğinden altıyı yirmi
geçe Reşat Hikmet Bey, Sadullah Bey ve Ali Bey Agamemnon zırhlısından bir
motorbota binerek Avrupa zırhlısına gitmiş ve biri doğrudan doğruya, diğeri
İzmir vasıtasıyla İstanbul’a iki açık telgraf çekmişlerdir. Zırhlının telgrafhanesinde sekize yirmi kalaya kadar muhabere teminine çalışılmış ise de hava
şartları nedeniyle buna muvaffak olamayarak tekrar Agamemnon zırhlısına
dönülmüştür.149
Bu sıkıntılı süreç içerisinde Rauf Bey’in de kendi içinde bir muhasebe
süreci yaşamış olduğu hatıralarından anlaşılmaktadır. Rauf Bey, mütareke
hükümlerinin kabulü veya reddini sorgulamaya başlamıştır. Mütarekenin
reddedildiği takdirde ne olacağını şöyle anlatmaktadır150:
“Reddettiğimiz takdirde ne olacaktı. Genelkurmaylıktan Vükelâ heyetine
verilmiş olan malûmat ile biliyordum ki; Suriye ve Irak cephelerinde ezilmiş
ve dağılmış olan kuvvetlerimiz, İngilizlerin başarı ile ilerleyen iki, üç yüz bin
kişilik ordularını durduramayacaklardı.
Filistin cephesi ordularından birinin kurmay başkanlığından, henüz ayağının tozu ile gelmiş olan arkadaşım Yarbay Sadullah Bey, dağılarak geri çekilmeye çalışan ordusunun artık en müsait şartlar altında bile harp edebilecek
durumda olmadığını ve diğer cephelerdeki hal ile de harbi lehimize çevirme
imkânı kalmadığını söylüyordu.
Trakya’daki hudutlarımızla Boğazlardaki son durumumuz da aynı halde
idi ve karşı tarafın kat’î hücumlarına göğüs gerebilmek kabiliyetini artık kaybetmiştik. Oralardaki kumandanlar, Genelkurmayın bu yolda verdikleri bilgileri teyit ediyorlardı. Şu hâle göre, Trakya’daki düşman ordularının en çok bir
147
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.54.
148
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60.
149
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60.
150
Orbay, a.g.e., s.137-138.
389
hafta içinde yürüyerek İstanbul’a gelip, şehre girmelerine kim mâni olabilirdi.
Çanakkale’nin karadan sıkıştırılarak düşürülmesine bile, bu durumda mâni
olunabileceğini kimse iddia edemezdi.
Reşat Hikmet Bey müttefiklerimiz Almanya ve Avusturya-Macaristan’ın
son durumlarını inceleyip hulâsa ederek, onlardan da artık herhangi bir yardım beklenemeyeceğini söylüyordu. Kısaca vaziyet gün gibi aşikârdı; olanca
azamet ve kudretine rağmen koskoca Almanya üstüne yüklenenlerin şiddetli
baskısı karşısında gücünün son katresini harcayarak, nefes nefese pes demek
üzere idi. Bu durumda, kaderini ona bağlamış ve ondan fazla baskıya maruz
kalarak, bütün cepheleri çözülüp, artık hiç bir noktada tutunamayacak hâle
gelmiş olan biz ne yapabilirdik?”
Aslında Sadrazam İzzet Paşa tarafından 30 Ekim 1918 tarihinde delege
heyetine “tehiri gayri caiz ve mucibi idamdır” işaretiyle gönderilen telgrafta,
“elde edilebilecek değişiklikler çerçevesinde mütareke mukavelesini imza etmeğe yetkilisiniz” denilmekte151 idiyse de bu telgraf zamanında heyetin eline
geçmemiştir. Rauf Bey, İstanbul’dan cevap alamamanın verdiği ruh haliyle
mütarekeyi onaylamaya yönelik meylini hatıralarında yer alan aşağıdaki düşünceleriyle açıklamaya çalışmaktadır152:
“Kat’î karar vermek zamanı gelmişti.
Kendimi bildiğim günden beri hayatımı vakfettiğim aziz vatanım uğrundaki
çalışmalarımda, en kötü şartlar altında dahi Allah’a şükür, bir ân olsun başarısızlık nedir bilmemiştim ve memleket ve milletimin hayrı için yapılması gerektiğine
inandığım işler karşısında da bir ân olsun tereddüt ve cesaretsizlik duyduğum da
vâki olmamıştı. Lâkin şimdi, tarihimiz karşısında yüklendiğim sorumluluğun tesiri altında, tarifi imkânsız bir üzüntünün doğurduğu tereddütle kendi kendime:
‘Acaba doğru yolda mıyım? Yaptıklarımın daha başka türlüsü, daha isabetli ve
daha elverişlisi yapılamaz mı?’ deyip durarak, adeta kendimi yiyordum.
Üç gündür çekişmelerimize rağmen istediğimiz şekle koyamadığımız
maddeler, pürüzlü kalmış fıkralar gözümün önüne geliyor ve böyle bir mütarekenameyi nasıl imzalayabileceğimi düşündükçe, içim yanıyordu.
Reddetmek?... Buna kim mani olabilirdi? Elbette reddedebilirdik. Fakat
o zaman ne olacaktı?
Reddettiğimiz takdirde, harp devam edecek ve harp devam edince de çaresiz, bütün cephelerde yenile yenile, pek kısa bir zaman içinde mahv ve perişan
olacaktık.
Suriye, Irak vesaire gibi Araplarla meskûn yerleri bırakın, öz yurdumuz
olan Anadolu’nun varlığı ve istiklâli bile tehlikeye düşecekti.
151
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.59-60, 64.
152
Orbay, a.g.e., s.139-142.
390
Zaten Mondros’a gelmeden önce Vükelâ heyeti toplantısında, harbe devamımızın imkânsızlığı Hükümet nazarında da kat’î olarak taayyün etmiş ve
henüz istilâya uğramayan vatan parçalarını olsun felâketten kurtarmak çaresi üzerinde durulmuştu.
İşte bugün için tek çare, yazık ki, bu ve bundan ibaretti. İngilizlerin başlıca gayeleri Boğazlardan serbest olarak geçmek ve bunu sağlamak için de istihkâmları ellerinde bulundurmaktı. Türkiye toprakları üzerinde istilâ emelleri
beslemiyorlardı. Açık sözlü, düşündüğünü söyleyen, dürüst, Yakın Doğunun
tarihini ve ahalisinin mizacını, hususiyle siyasî cereyan ve emellerini bilmemekle beraber geniş görüşlü ve anlayışlı bir şahsiyet hissini veren Amiral
Galtrop da, her vesileden faydalanarak, bunu söylüyor, aksi iddiayı katiyetle
reddediyordu.
… Kısaca; İngiliz murahhas heyeti, bize karşı muzaffer milletlerin tepeden bakan azametli ve mağrur mümessillerinden mürekkep bir heyet değil, hal
ve hâdiselerin tesiriyle çarpışmış iki milletin, menfaatlerine uymadığı görülen
mücadeleye artık nihayet vermek lüzumunu duyan, bir heyet tavrı ile hareket
ediyordu.
Umumî harbin başından beri Akdeniz’de İtilâf devletlerine mensup deniz
kuvvetlerinin umum kumandanlığı bir Fransız amiraline verilmiş olmasına
rağmen, Türkiye ile mütareke müzakeresine İngiliz donanması amiralinin
memur edilmesine razı olmaları İtilâf devletlerinin Yakın Doğu’da İngiliz politikasının öncülüğüne razı oldukları zannını veriyordu.
… Umumî harpte, Alman tehlikesine karşı İngilizler, ezelî düşmanımız
olan Ruslar tarafını tutmuşlarsa da, Türklerden İngiliz milletine karşı kin ve
gaz duyguları doğmamıştı. Onlarla harp edişimiz Rusların müttefiki olmalarından ve bizim de vatanımızı ve varlığımızı mutlaka korumak zaruretinde
bulunmamızdan ileri geliyordu. Öte yandan, yarım asrı geçen bir zaman içinde, Osmanlı devletinin varlığı, Rusların çeşitli saldırışları ile tehdide uğradığı
müşkül zamanlarda, İngilizler bazı kere fiilen, bazı kere de siyaseten yardım
etmek suretiyle, Osmanlı-İngiliz politikasını yürütürlerken, anlaşmalara riayetkar, imzalarına sadık olduklarını, gerek resmî ve gerek hususî muamelelerinde sözlerini tuttuklarını göstermişlerdi.”
İstanbul’dan cevap gelmemiş ve verilen zamanın da dolmasına az bir
süre kalmış olduğundan Rauf Bey mesuliyeti üzerine alarak mütarekeyi imzalaya karar vermiş ve heyetteki arkadaşlarının onaylarını da almıştır. Bu
karar üzerine iki heyet delegeleri tekrar toplanmıştır.153
153
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.60.
391
7. Beşinci Oturum (30 Ekim 1918 Çarşamba / 21.15 – 22.03):
30 Ekim 1918 Çarşamba günü akşamı saat dokuzu çeyrek geçe beşinci
defa olarak toplanılmıştır.
Osmanlı delegeleri, verilen sürenin dolmasına binaen yedinci maddeyi
kabul ettiklerini bildirmiş, Calthorpe da mütareke maddelerini son defa olarak okumaya başlamıştır. Birinci maddeyi okuduktan sonra istihkâmların
İngiliz ve Fransız askerlerinden başkaları tarafından işgal edilmeyeceğine hükümetinin söz verdiğini açıklamış; Çanakkale ve Karadeniz istihkâmlarında
bir miktar Türk askeri kalmasını, Yunan askerlerinin İstanbul ve İzmir’e girişlerinden sakınılmasını, Yunan gemilerinin İstanbul’a getirilmeyip bunlardan
Karadeniz’e geçmesi icap edenlerinin de geceleyin geçirilmesini telgrafla hükümetine bildireceğini ifade etmiş ve ilgili telgrafın suretini de göstermiştir.154
Ardından ikinci, üçüncü ve dördüncü maddeler okunup, kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe müttefiklere ait esirlerin İstanbul’da toplanmayıp yakın yerlerdeki itilâf kumandanlarına teslim edilmesi lüzumunu da
hükümetine bildireceğini söylemiştir. Beşinci, altıncı ve yedinci maddeler
okunup kabul edilmiştir. Yedinci maddeyle ilgili olarak Calthorpe, Osmanlı
Hükümeti asayişi ve müttefik tebaanın can ve malını muhafazaya muktedir
oldukça İstanbul’un kesinlikle işgal edilmeyeceğine dair hükümetine yazacağı metni okumuştur. Devam edilerek on altıncı maddeye kadar okunmuş
ve Osmanlı heyeti tarafından kabul edilmiştir.155
On altıncı madde, “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan
muhafız kıtaları en yakın itilâf kumandanına teslim olunacaktır ve Kilikya’daki
kuvvetlerin düzeni muhafaza için gerekli miktardan fazlası beşinci maddedeki
şartlara göre kararlaştırılacak şeklide geri çekilecektir.” şeklinde düzenlenmiş
ve Amiral Calthorpe Araplar tarafından muhasara edilen garnizonların İngiliz
kumandanına teslim olmalarını hükümetine yazacağını bildirmiştir. Sonra yirminci maddeye kadar okumuş ve Osmanlı heyetince kabul edilmiştir. 156
Rauf Bey maliye ve sanayi tesislerinde bulunan bazı Alman ve Avusturyalı uzmanların ihraçlarının ülkenin mali ve ticari durumunu olumsuz etkileyeceğinden bu kişilerin hükümetin sorumluluğu altında olarak bırakılmalarını talep etmiş, Amiral de durumu hükümetine arz edeceğini söylemiştir.
Devam edilerek yirmi bir, yirmi iki ve yirmi üçüncü maddeler okunmuş ve
kabul edilmiştir. Amiral Calthorpe yirmi dördüncü maddenin değişen şeklini okumuştur157:
154
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61.
155
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61.
156
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61.
157
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.61.
392
“Altı Ermeni vilâyetinde karışıklık çıkması durumunda, bu vilâyetlerin
itilâf kuvvetleri tarafından işgali hakkının mahfuziyeti.”
Osmanlı heyeti, bu maddenin açıklanması halinde Ermeni komitelerince asayişsizlik olayları çıkarılabileceği düşüncesiyle, maddenin gizli
tutulmasını talep etmiştir. Amiral Calthorpe gizli muahedelerin Başkan
Wilson’un düşüncesine aykırı olduğunu söylemiş, ancak, vilâyatı sittede
bulunan milletlerin idaresi için bir İngiliz uzman heyeti oluşturulmasını ve
bir de bu maddenin gizli tutulmasını hükümetine ileteceğini bildirmiştir. Bu
suretle yirmi dördüncü madde kabul olunmuştur.158
Amiral Calthorpe, Fransızca ve İngilizce metinler arasında ihtilâf olması durumunda İngilizce metnin geçerli olacağını, mütarekenin 31 Ekim
1918’de mahallî saat ile öğle vaktinden itibaren geçerli olacağını ve düşmanlığın derhal sona erdirileceğini söylemiş, mütarekenin kendi kalemiyle imza
edilmesini rica etmiş, saat onu üç geçe mütareke imzalanmıştır.159
Rauf Bey İstanbul’a gönderdiği 30 Ekim tarihli telgrafta, “görüşmeleri
kesmenin telâfisi mümkün olmayan vahim neticeler doğurabileceği düşüncesiyle” mütarekeyi imzaladığını belirtmektedir.160
İmzadan sonra Calthorpe, mütarekeye imza atmakla, yıllardan beri
insan kanı akıtılıp gidilişine nihayet verileceğini ümit ettiğini belirtmiştir.
Rauf Bey de mütarekenin şartlarının ağır olduğunu, ancak yine de bunları
yerine getirmeğe sadakatle çalışacaklarını, İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr olduklarına güvendiklerini ifade etmiştir.
Amiral Calthorpe da Rauf Bey’in elini tutarak161:
“Rauf Bey, müzakerelerimizde heyetlerimiz açık ve şerefli insanlara yakışır surette hareket etti. İngiltere ve Müttefikleri adına imzaladığım mütarekenamenin bütün maddelerine dikkat ve itina ile riayet olunacağını tekrar teyit
ederim.” demiş ve maiyetine dönerek: “- Efendiler, İngiltere daima imzasına
riayet ve sadıkane hareket eder, değil mi?” diye sormuş, onlar da hep bir ağızdan “- Evet efendim.” cevabını vermişlerdir.
Ardından Calthorpe, Padişah ve Sadrazamdan başka kimseye gösterilmemesi şartı ile Rauf Bey’in şahsına hitapla yazdığı mektubu imza ederek
vermiştir. Mektubun içeriği şöyledir162:
“Ekselans Rauf Bey’e
Türkiye Bahriye Nazırı
Ekselans
158
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.62.
159
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.62.
160
Ali Türkgeldi, a.g.e., s.63.
161
Orbay, a.g.e., s.146-147.
162
Mektubun metni için bkz. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ek-2, s.293.
393
Müttefiklerle Türkiye arasında imzalanmış mütareke şartlarının birinci
maddesi uyarınca, Çanakkale ve Karadeniz Boğazları kalelerinin işgalinde yalnız
Britanya ve Fransa kıtalarının kullanılacağını size temin etmekliğim için Britanya Hükümeti bana yetki verdi. Kaleler işgal edildiği zaman az sayıda Türk askerinin kalmasına müsaade edilmesini hükümetime kuvvetle tavsiye ettim.
Bugünkü ahvâl altında mümkün olursa hiçbir Yunan harp gemisinin İstanbul veya İzmir’e gitmemesi hususundaki azimkar arzunuzu ifade ettim ve
sebeplerini de bana izah ettiğiniz gibi bildirdim.
Türk Hükûmeti’nin asayişin idamesinde ve Müttefik tebasının ve mallarının muhafazasında acz göstermesi gibi bazı zorunluluklar ortaya çıkmadıkça,
İstanbul’un işgal edilmemesi hususundaki kuvvetli talebinizi hükümetime bildirdim.
Yukarıdaki malûmatın yalnız Padişah ile Sadrazam’a bildirileceği hakkındaki teminatınızı öğrenmekle bahtiyarım.
Son müzakerelerimizin idaresinde ve mesut bir neticeye ulaşmasında ekselansınızın hizmetkârı olmak şerefiyle.
Arthur Calthorpe”
Rauf Bey hatıralarında, mektubun verilmesinden sonra Calthorpe’un,
heyeti İzmir’e götürmek için “Liverpool” kruvazörünün bir saate kadar harekete hazır olacağını ve gitmeden önce de, General Townshend’in kendisiyle
görüşmek istediğini söylediğini yazmaktadır.163
Townshend, karşılaşmalarında Rauf Bey’in kendisine, “Barışı mümkün
kıldığınız için Osmanlı Devleti size ne kadar müteşekkir olsa azdır. Bayan
Townshend’le birlikte sizi İstanbul’a davet etmekten başka bir şey gelmiyor
elimizden” dediğini aktarmaktadır.164
General Townshend, Rauf Bey ile Agamemnon zırhlısındaki görüşmede, son iki günü heyecan içinde geçirdiğini, görüşmeyi çok istediği halde buna imkân bulamadığını söylemiştir. Gelibolu’dan çekilmiş olan İngiliz
kuvvetlerinin Trakya’ya hareket ettiklerini, bu kuvvetlerin kumandanının
Amiral Calthorpe’a müracaatla mütareke yapılıp yapılmayacağını anlamak
için ısrar ettiğini, kendilerinin müzakerelerin kesilmesinden endişe duyduklarını söylemiştir.165
Rauf Bey ise mütarekede ağır şartlar bulunduğunu, ancak bunlara razı
oluşlarının başlıca sebebinin İngilizlerin, millî gururlarını incitmekten çeOrbay, a.g.e., s.147.
Bu görüşmeyle ilgili Rauf Orbay’ın hatıraları, Townshend’inkine göre daha tafsilatlıdır.
Townshend ise hatıralarında, 30 Ekim gecesi saat 11 sıralarında, Calthorpe’un Triad isimli yatında,
Agamemnon’a gidip Rauf Bey’le görüşmesi gerektiğini bildiren bir telgraf aldığını ve bu telgrafı okuyunca görüşmelerin kilitlendiğini düşündüğünü yazmaktadır. Bkz. Townshend, a.g.e., s.649.
163
164
Townshend, a.g.e., s.649.
165
Orbay, a.g.e., s.147.
394
kineceklerine dair Calthorpe’un centilmence ve askerce verdiği teminat olduğunu söylemiş, başlıca kaygılarının da Yunanlıların durumdan faydalanıp
İtilâf devletlerine dayanarak Akdeniz adaları karşısındaki kıyıları ele geçirme teşebbüsünde bulunmaları ihtimali olduğunu belirtmiştir.166
General Townshend, “İngiliz hükümeti mütarekeyi imzaladıktan sonra,
bu gibi manasız hareketlere razı olamaz.” demiş ve ertesi günü İngiltere’ye
hareket edip, oraya varınca devlet büyükleri ile görüşeceğini ve Osmanlı
devleti ile İngiltere arasında, iki tarafın gelecekteki menfaatlerini sağlamak
için anlaşmazlıklara meydan vermemek ve şüpheleri ortadan kaldırmak için
elinden gelen her şeyi yapacağını ilave etmiştir. Yakın Doğuda müstakil ve
ileri bir Türkiye’nin dostluğunun, İngiltere için çok faydalı olacağını belirten Townshend, esirliği müddetince kendisine gösterilen nezaket ve insanca davranışı ömrünün sonuna kadar unutmayacağını söylemiş, Padişaha ve
Sadrazam’a teşekkürlerinin iletilmesini talep etmiştir.167
General Townshend, gece yarısı saat 1’de Türk delegelerin Agamemnon zırhlısından ayrıldıklarını belirtmektedir.168 Rauf Bey, İngiliz delege heyeti ve General
Townshend’le vedalaşmalarının ardından “Liverpool” kruvazörüne geçtiklerini,
ertesi sabah Foça’ya ulaşmalarıyla burada kendilerini bekleyen bir römorkörle
(‘Muzaffer’ römorkörü) tekrar yola çıkarak o gün öğle vakti İzmir’e ulaştıklarını
yazmaktadır. İzmir’e ulaşılmasının ardından olup bitenleri hükümete haber verebilmek için bir telgraf çekilmiştir. Aynı gün akşamı (31 Ekim) hususî bir trenle
İzmir’den Bandırma’ya hareket edilmiş, orada da “Berk-i Satvet” kruvazörüne binilerek 1 Kasım 1918 Cuma günü öğleden sonra, İstanbul’a varılmıştır.169
F. Mondros Mütarekesinin İmzası Sonrası Gelişmeler:
Bırakışmanın imzalanmış olduğu gün Lloyd George Paris’te toplanmış olan Bağlaşıklar konferansında durumu müttefiklerine bildirmiştir.
Clemanceau’nun mütareke görüşmelerine Fransız temsilcisinin dahil edilmeyişinden dolayı Amiral Calthorpe’u suçlaması üzerine Lloyd George şu
şekilde karşılıkta bulunmuştur170:
“Filistin savaşına İngiltere’den başka yalnız bir avuç zenci askerle katılan oldu. Fransız Hükümetindeki âlicenaplık kıtlığına şaşıyorum. Bu sırada
Türk topraklarında İngiltere’nin 500.000 askeri var, İngilizler 3 veya 4 Türk
ordusunu tutsak ettiler ve yüz binlerce kayba uğradılar, diğer Hükümetler
Merkad-i Mukaddesi (İsa’nın mezarını) çalmamamız için azıcık Zenci Polis
166
Orbay, a.g.e., s.148.
167
Orbay, a.g.e., s.149-151.
168
Townshend, a.g.e., s.650.
169
Orbay, a.g.e., s.152.
170
Bayur, a.g.e., s.738.
395
gönderdiler. Ancak bir bırakışmanın imzasına gelindi mi bütün bu gürültüler
yapılmaktadır.”
Lloyd George’a göre, Bulgarlar bırakışma için önce İngiliz Generali Milne’e
başvurmuşlar, o ise gelenleri Fransız Generali Franchet Desperey’e göndermiştir. Bundan başka Amiral Calthorpe Paris’ten gelecek yönergeleri bekleseydi
hem iş uzardı hem de, Türkler iki Devletin delegeleri arasında tam bir işbirliği
olmaması durumundan yararlanabilirlerdi. Bu açıklamalardan sonra Clemanceau kızgın ve kırgın olarak oldubittiyi kabul etmek zorunda kalmıştır.171
1 Kasım 1918 Cuma günü öğleden sonra İstanbul’a ulaşan Osmanlı delege
heyetini Devlet Şûrası Reisi Reşit Akif Paşa ile gazeteciler karşılamıştır. Sadrazam İzzet Paşa, hasta olduğundan heyet sadaret konağına gitmiş ve Rauf Bey,
müzakere safhalarını, görüşlerini ve İngiliz amirali tarafından yapılan vaat ve
taahhütler ile Amiral Calthorpe’un kendisine yazdığı gizli mektubu Sadrazam’a
arz etmiştir. Sadrazam Padişahın görüşmelerin ayrıntısını beklediğini, hastalığı
nedeniyle yataktan kalkamadığını, heyetin saraya giderek Padişaha bilgi arz etmelerini istemiştir. Heyet Dolmabahçe Sarayına gitmiş, ancak kendilerine, Padişahın yorgun olduğu ve harem dairesinde bulunduğu, ziyaretin bugün mümkün olamayacağı, heyetin Salı günü kabul edileceği söylenmiştir. Heyetten, Padişaha arz etmek üzere mütarekeye dair özet bilgi istenmiştir.172
Rauf Bey Mondros dönüşü, bir gazeteci heyeti ile de görüşmüştür. Heyete görüşmelerde yapılan düzeltmeleri anlatmış, heyetin bazı noktalardaki
kaygılarının İngilizlerce takdir edildiğini söylemiştir. İngilizlerin uygulamada dürüst ve itidal ile hareket edip, millî izzet-i nefsimizi incitmekten çekineceklerini, istihkâmların işgaline Yunanlıların dahil edilmeyeceğini, Yunan
harp gemilerinin, gerektiğinde ancak geceleyin Boğazdan geçirileceklerini,
Adana’nın düşman eline geçmeyeceğini, Batum ve Kars’ın şimdilik tahliye
edilmeyeceğini anlatmıştır.173
Osmanlı delege heyetinin dönüşü sonrası Sadrazam İzzet Paşa, İzmir
Valisi Nurettin Paşa vasıtasıyla Amiral Calthorpe’a aşağıdaki teşekkür mektubunu göndermiştir174:
171
Bayur, a.g.e., s.738.
Orbay, a.g.e., s.152-153.
Padişah Rauf Bey’i ancak 8 Kasım Cuma günü, yani İzzet Paşa kabinesinin istifa ettiği gün selâmlık resminden sonra kısa bir müddet kabul etmiş, ancak gayet kapalı cevaplarla konuşmayı kısa kesme yolunu
seçmiştir. Bkz. Ali Türkgeldi, a.g.e., s.64.
172
173
Orbay, a.g.e., s.154.
Bayar, a.g.e., s.83. Celal Bayar bu mektubun aslının Fransızca olduğunu ve Ali Türkgeldi’nin hususi
evrakları arasında bulunduğunu yazmıştır.
174
396
“Ekselans
Delegelerimizin İstanbul’a vasıl oldukları şu anda nezdinizde gördükleri
dostane kabulden dolayı Ekselansınıza en samimi teşekkürlerimiz ifade etmeyi bir vazife addediyorum.
Akdedilmiş bulunan mütarekenin İngiltere ile Türkiye arasında gerekli
bir sulhun başlangıcı olacağına kani bulunmaktayım.
İstikbalde, iki memleket arasındaki dostane münasebetleri ve ahengi bir
daha hiçbir hadisenin bozmaması için Cenab-ı Hakka niyaz ederim.”
Sadrazam İzzet Paşa, mütareke imzalandığını Osmanlı ordularına 31
Ekim 1918 günü ve saat 18.00 işaretli bir telgrafla bildirmiştir. Telgrafın metni şöyledir175:
“Bugün, 31 Ekim 1918 öğleden muteber olmak üzere, İtilâf Devletleri ile
mütareke akdeyledik. İtilâf Devletlerinin murahhasları keyfiyeti Bulgaristan,
Suriye ve Irak’ta bulunan orduları komutanlıklarına tebliğ etmişlerdir. Mütareke şartlarına kat’i surette riayet olunması ve tebliğin alındığının iş’ârı lazımdır. Tafsilat ayrıca bildirilecektir.”
Cavit Bey hatıralarında mütareke imzası sonrası, 1 Kasım tarihinde
bütün Beyoğlu sokaklarının, sanki memleket için bir bayram günü imiş gibi
bayraklarla donatıldığını, bu bayrakların gün boyu milletin matemiyle eğlenircesine dalgalanıp durduğunu yazmaktadır. Bu durumun asıl müsebbibi
olarak Rumları göstermekte, fakat onlara meydan veren kendilerinin de mesul olduğunu söylemektedir. Cavit Bey, durumun Dâhiliye Nazırına aktarılmasıyla, bu bayrakların ancak gece kaldırıldığını yazmıştır.176
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 55.
Mütareke emri, 7’nci, 3’üncü, 5’inci ve 8’inci Ordulara vaktinde ulaştırılabilmiştir.
6’ncı Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa Mütareke emrini 31 Ekim 1918 saat 20.00’de almıştır. Doğu
Cephesi’nde bulunan 9’uncu Ordu mütareke emrini vaktinde almış, ancak Azerbaycan ve Kafkasya
bölgelerine dağılmış bulunan Kafkas İslâm Ordusu Komutanlığı, muhabere güçlüğünden dolayı, mütareke haberini birkaç gün gecikme ile alabilmiştir.
Mütareke emri Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanlığına, 1 Kasım 1918 günü saat 12.00’de tebliğ
edilmiş, öğle vaktine kadar mütareke yapıldığından haberi olmayan Müstahkem Mevki birlikleri, saat
11.35’de Boğaz dışından Çanakkale’ye doğru keşif yapan iki düşman uçağına karadan ateş açmışlardır.
Osmanlı Umumî Karargâhı’nı en çok uğraştıran; Hicaz, Asir, Yemen ile Bingazi ve Trablusgarp’taki
Osmanlı kuvvetlerine mütareke emrinin ulaştırılması olmuştur. O sıralarda bu uzak bölgelerdeki
birliklerle İstanbul arasında telli ve hatta telsiz muhabere olanağı yoktur.
Asir’de Muhittin Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri ile Yemen’de savaşan Tevfik Paşa’nın komuta ettiği 7’nci Kolordu ancak 1918 Aralık ayı içerisinde İngiliz makamlarına teslim olmuşlardır.
Medine’deki Osmanlı kuvvetleri 10 Ocak 1919’da, mütarekeden iki ay on gün sonra teslim olmayı kabul
etmişlerdir.
Trablusgarp’taki Osmanlı birliklerine Kasım 1918’de birkaç defa mütareke emri tebliğ olunmuş, ancak
emirlerin ellerine geçmediği anlaşılınca, İstanbul’daki İtalyan Yüksek Komiserliği’nin müracaatı üzerine, Aralık 1918 sonunda Yüzbaşı Ekrem Recep ile gönderilen emirle Afrika’daki Osmanlı kuvvetleri
İtalya makamlarına teslim olmuştur.
Bkz. Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 55-58.
175
176
Maliye Nâzırı Cavit Bey, a.g.e., s.40.
397
1 Kasım’da son İttihat ve Terakki Kongresi fevkalade olarak toplanmıştır. 1 Kasım gece yarısını az geçtikten sonra Talât, Enver ve Cemal Paşalar,
Enver’in yalısından bir Alman torpidosuna binerek Odesa’ya, oradan da, Enver az gecikerek, Almanya’ya kaçmışlardır.177
2 Kasım’da Sadrazam İzzet Paşa’nın imzasıyla, mütarekenin imzalandığını bütün memlekete ilân eden aşağıdaki genelge yayınlanmıştır178:
“Vilâyetlere, Ordulara ve Merkeze Bağlı Sancaklara Genelge
Düşman devletlerle Allahın lütfü sayesinde mütareke imzalandı, mensup olduğumuz ittifak grubunun ve bilhassa bizim itirafa mecbur olduğumuz yenilgi ve
büyük çöküntü (bu son kelime silinmiş yerine dermansızlık diye yazılmıştır) şu büyük umumî harp felâketinde mütareke yapmağa mecbur olan hükümetlere dikte
ettirilmiş şartlara göre mütareke maddelerinin hafif olmasına nazaran saltanatın
hâkimiyetinde olarak devletimizi teşkil eden bütün millet ve kavimlerin tam hak ve
hürriyetlerine kavuşmaları esaslarıyla imzalamağa hazır olduğumuz barış antlaşmasında da başarımızı umar ve Allah’ın lütuflarından dilerim.
Bütün memurların ve subayların, bütün halk sınıflarına ve askerlere adalet ve şefkatlerini yaymaları ve memuriyet görevlerinde son derece gayret ve
istikamet yolunu tutmaları ve çeşitli kavim ve mezhepteki tebaanın aralarında yüz yıllardan beri süregelen saf dostluk ve iyi geçimi şu son zamanlarda ne
yazık ki meydana gelen ikiyüzlülükten doğma düşmanlık ve bölücülüğe feda
etmeyerek birbirlerine samimi dostluk elini uzatmaları sebeplerini tamamlamaları mutlaka lâzımdır. Bu hususta akıllıca ve şefkatlice tedbirleri beraber,
böyle zamanlarda bölücülük ve ikiyüzlülüğe heves edebilecek kötü niyetliler
ve akılsızlara karşı da daima uyanık ve sağlam bulunmak icap eder. Bu son
zamanlarda Anadolu’nun çeşitli bölümlerinde seyahat vazifem sırasında İslâm halkının, çoğunun sahip olduğu mertlik ve yiğitlik ve mağdur olan toprak
kardeşlerine karşı gösterdiği şefkat eserlerine gözümle görerek şahit olduğumdan eski samimi bağ ve duyguların kısa zamanda geri döneceğinden ümitli
bulunuyorum. Şu zamanda herkesin muhtaç olduğu ancak asayiş, barış ve iyi
haldir. Elbirliği ile bu hususta bütün memurlar ve halk sınıfının gayret ve yardımını bekler ve büyük güçlüklerini hakkiyle idrak etmiş olarak tahammülle
omuzlarıma aldığım bu ağır hükümet yükünde ümmetin kötülüklerden uzak
olanlarının kalbî teveccühlerini ve hâlis dualarını kalb samimiyeti ile dilerim.
Bu telgrafın süratle ve genelge olarak gerekenlere tebliği beklenir. Ordulara, Vilâyetlere ve merkeze bağlı sancaklara tamim edilmiştir.
2 Teşrinisani sene 1334
Sadrazam ve Padişah Yaveri Ahmed İzzet”
177
Bayur, a.g.e., s.774, 779.
Mithat Sertoğlu, “Mondros Mütarekesini Türk Milletine Bildiren Genelge”, Belgelerle Türk Tarihi
Dergisi, Sayı: 63, Aralık 1972, s.16.
178
398
İngilizlerin 1 Kasım’da Musul’a yakın bir yer olan Hamam Ali’yi işgal
etmeleri üzerine Sadrazam İzzet Paşa 2 Kasımda, 6’ncı Ordu Komutanı Ali
İhsan Paşa’ya çektiği telgrafta, mütarekede Musul’u boşaltacağımızı açıklayan bir hüküm olmadığını, savaşın hemen durması gerektiğinden Musul’un
bizde kalması gerektiğini bildirmiştir. Mütarekeye aykırı olarak Musul’u
almakta direnirlerse fiili bir saldırıda bulunmalarına dek karşı durmalarını,
saldırıya geçerlerse savaşmadan ve protesto ederek Musul’un kuzeyine çekilmelerini istemiştir. 7 Kasımda Musul’a gelerek Ali İhsan Paşa’yla görüşen
General Marshall, mütarekenin 5., 7., 16. ve 20. maddeleri gereği Musul’u işgal edeceğini ve en geç 15 Kasım’a kadar Musul’dan çıkılmasını istemiştir. Ali
İhsan Paşa 8 Kasım’da İstanbul’a istifasını göndermiş, 9 Kasımda İzzet Paşa
Musul’un boşaltılması emrini vermiştir. 179
Zamanla mütarekeye yönelik beliren tepkilerle birlikte; Dâhiliye Nazırı Fethi Bey, İttihat ve Terakki liderlerinin kaçışına göz yummakla, Cavit
Bey’le Hayri Efendi ittihatçı olmaları dolayısıyla, Mebusan Meclisi de İttihatçılarla dolu ve onlarca zor kullanılarak seçtirilmiş olmakla suçlanmaya
başlanmıştır. Bir yandan Padişahın, öbür yandan da basının tepkileri üzerine Hükümet çekilmeye karar vermiş ve İzzet Paşa istifasını 8 Kasım akşamı
Saraya göndermiştir. İzzet Paşa hükümetinin yerine 11 Kasımda Tevfik Paşa
Hükümeti kurulmuştur.180
Mondros görüşmelerinde Osmanlı delegelerinin üzerinde en çok durdukları konuların başında İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan gemilerinin de boğazdan geçmemesi hususları olduğu halde 13 Kasım tarihinde
55 parçalık düşman donanması Çanakkale Boğazı’ndan girip Dolmabahçe
önüne demirlemiştir. Donanma; 22 İngiliz, 17 İtalyan, 12 Fransız ve dört
Yunan gemisinden oluşmaktaydı. Meşhur Averof zırhlısı da Yunan gemilerinin başındadır.181
İzzet Paşa’nın istifasının ardından yeni hükümeti kuran Tevfik Paşa’nın
ilk icraatlarından birisi, mütareke hükümlerinin taraflarca uygulanmasını
denetlemek ve ortaya çıkacak problemleri çözmek için Muhtelit182 Mütareke
Komisyonu kurulması olmuştur. Komisyon 13 Kasım 1918’de eski Moskova
Elçisi Galip Kemalî Bey’in başkanlığı altında Hariciye Nezareti bünyesinde
kurulmuştur. Komisyon üyeliklerine Mondros’u imzalayanlar arasında olan
Kurmay Yarbay Sadullah Bey’le birlikte Bahriye Albaylarından ve Galip Kemalî Bey’le birlikte Moskova’da bulunmuş olan Tevfik Bey tayin edilmişler-
179
Bayur, a.g.e., s.760-763.
180
Bayur, a.g.e., s.783, 785.
181
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s. 60.
182
Muhtelit: Karma
399
dir. Sadullah Bey’in yerine daha sonra sırasıyla Yarbay Ohrili Kemal Bey ve
Yarbay Edip Servet Bey görev almışlardır.183
Mütareke Komisyonu vasıtasıyla mütarekeyle ilgili sorun ve şikâyetleri çözmeyi amaçlayan Osmanlı Hükümeti, İngiliz ve Fransız müdahalelerine muhatap olmamak için de mütareke maddelerinin uygulanmasına
önem vermiş ve bu hususu takip etmiştir. Mütareke hükümlerinin uygulanmasını İngiliz ve Fransız Fevkalâde Komiserlikleri de itinayla takip etmiş ve zaman zaman Osmanlı Hükümeti nezdinde mütareke hükümlerinin
uygulanmadığı gerekçesiyle şikâyet ve girişimlerde bulunmuşlardır. Yine
böyle bir başvuru sonucu olarak hazırlanmış olan ve Osmanlı Devleti’nin
mütareke hükümleri doğrultusunda neler yaptığını açıklayan “Düvel-i
İtilâfiye ile Mün’akid Mütârekenâme Mevâddından Nezâret-i Harbiye’ye
Aid Olanların Suret-i Tatbik ve İcrasını İrâe Eder Rapor” başlıklı çalışma
bu duruma örnek teşkil etmektedir. Raporda madde madde yapılanlar anlatılmakla birlikte, Harbiye Nezaretinin mütareke tatbikatında kendisine ait
olan maddeleri şartlarının izin verdiği derecede azamî süratle tatbik ettiği
ve etmekte bulunduğu belirtilmektedir.184
G. Mütareke Maddelerinin Değerlendirilmesi:
Mütareke taslağında yer alan sekiz madde (1, 2, 3, 4, 10, 13, 18 ve 23’üncü
maddeler) olduğu gibi kabul edilmiş, diğerleri görüşmeler sürecinde birtakım değişikliklere, ekleme veya çıkarımlara uğramıştır. Mütareke taslağında
olmamasına rağmen, 25’inci madde olarak, düşmanlıkların belirlenen tarihten itibaren sona erdirilmesini içeren bir madde daha eklenmiştir.
Mütareke hükümlerinin önemli bir kısmının denizciliğe ait olması dikkat çekicidir. Boğazlar, kıyı istihkâmları, mayınlar, limanlar, tersaneler gibi
denizciliğe ait ifadelerin çoğunlukla yer alıyor olması İngilizlerin mütareke
metni üzerindeki ağırlığı olarak düşünülebilir.
Mütareke metninin dikkat çeken bir diğer özelliği de maddelerin bir
kısmının net ve açık olmayan ifadeler içeriyor olmasıdır. Bu durum ileride
devlet ve hükümetin birçok sıkıntılarla karşı karşıya kalmasına neden olacak -özellikle yedinci madde nedeniyle- ve başta İngilizler olmak üzere İtilaf
devletleri bu esnek ve belirsiz maddeleri kendi çıkarları uyarınca yorumlayarak Türk ülkesi üzerinde planlarını uygulamaya koyacaklardır.
Mütareke metni hakkında önceden bilgi sahibi olunmaması da önemli
bir olumsuzluktur. Delege heyetinin ilk kez orada duydukları ve ülke açısınGalip Kemali Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler Yakın Bir Mazinin Hatıraları Mondros’tan
Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939, s.22-23.
183
Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık Devlet Arşivleri
Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2007, s.38-51.
184
400
dan oldukça hayati öneme sahip olan hükümler hakkında kısa sürede karar
verilmesinin istenmesi, delegeleri büyük bir ikilemde ve stresli bir ortamda bırakmıştır. Mütareke görüşmeleri incelendiğinde Calthorpe’un zaman
zaman vermeyi düşündüğü tavizlerin dahi sonraki görüşmelerde hatırlanmadığı veya bir önceki oturumda Osmanlı delegelerinin kesinlikle kabul
edilemez buldukları bir maddeyi, bir sonraki görüşmede daha rahat kabul
edip, o kadar da hayati olmayan maddeler üzerinde itirazlarda bulundukları
görülmektedir. Örneğin, Osmanlı ülkesindeki Alman ve Avusturyalıların ülkelerine gönderilmeleriyle ilgili maddeye Osmanlı delege heyetinin, ülkenin
geleceğiyle ilgili hayati öneme sahip bazı maddelerden daha fazla tepki göstermiş olması dikkat çekicidir.
Bazı maddelerde değişiklikler yaptırıldığı ve bazı maddelerdeki hükümler kaldırıldığı gibi, Osmanlı delege heyetinin gereksizce yapmış oldukları ayrıntı açıklamalar yeni bazı hükümlerin de ilavesine de neden olmuştur. “Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subaylarının en yakın İtalyan
garnizonuna teslimi” maddesine Rauf Bey itiraz etmiş; Trablus’taki subayların teslim olmaları için kendilerine Osmanlı Hükümeti tarafından emir
verilecek olursa, buradaki subayların bu emri yerine getirmeyeceklerini,
Osmanlı Devleti’nin de bu emrin gereğini yapamayacağını, yapılacak tek şeyin bu subaylarla ilişkiyi kesmek olduğunu söylemiş ve bu açıklamalardan
sonra maddeye “Osmanlı Hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde
haberleşme ve desteği kesmeyi taahhüt eyler.” hükmü de eklenmiştir. Halbuki Osmanlı Devleti’nin zaten Trablus’la doğrudan bir bağlantısı yoktur. O
bölgedeki subay ve askerlerin teslim olmamalarına, hatta verilen emirleri
dinlememelerine zaten yapabileceği bir şey yokken, hatta bu durumu ileride belki bir koz olarak kullanabilecekken, taslakta olmayan bir hüküm Rauf
Bey’in müdahalesiyle eklenmiştir. “Osmanlı Hükümeti Bakü’nün işgaline itirazda bulunmayacaktır.” hükmü de benzer şekilde eklenmiştir.
Mütareke hükümlerinde faydamıza olarak bir hayli değişiklikler yaptırıldığını ve hükümler insafla incelenip Bulgaristan, Avusturya ve Alman
mütarekeleriyle kıyaslandığında, onlara nispeten hafif olduğunun görüleceğini belirten Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın mütareke hakkında aşağıda
yer alan ifadeleri de -o dönem hükümetinin mütareke hükümleriyle görüş
açısını yansıtması açısından- mutlaka okunmalıdır185:
“Dünyada tasavvur olunabileceği kadar büyük bir mağlubiyet ve hezimetten sonra, müttefikleri tarafından tabiî ve zorunlu olarak paçavra gibi atılmış, silah ve cephanesini yapmaktan aciz, içte günden güne nifak eserleriyle
parçalanmış, bitmiş, tükenmiş, ondan sonra da bütün medeniyet âlemi önünde
185
Ahmet İzzet Paşa, a.g.e., s.29, 36.
401
birçok kötülük ve cinayetlerle sanık ve hatta yargılanmadan önce mahkûm bir
devlet, bizim tüfeğimizden fazla topa, toplarımızın on katından fazla uçağa,
her türlü silâhlara, edevat ve cephane fabrikalarına sahip olan ve bunları düşmana teslim eden müttefiklerinden daha uygun şartlarla bir ateşkese mazhar
oluyor, savaştan arta kalan silâhlar, cephane, hatta donanmasını kurtarıyor,
müttefiklerinin üçü asıl kuruluşunu, hanedanını veya savaşan hükümdarını
kaybetmişken, padişahını ve eski siyasî şeklini koruyor, kararlaştırılmış ve hazırlanmış ayaklanmalar ve kargaşalıklar sonuçsuzluğa duçar ediliyor, bundan
sonra bir akılcı siyaset ve adaletli yönetim şartıyla yaşayabilme yolunu tutmak
için imkân ve ümit ortaya çıkıyor. Bunların siyasî yöneticilerin hesabına yazılacak birer güzel hizmet sayılması gerekirken, biçarelerin bir uygun kelimeyle
gönüllerinin alınması şöyle dursun, görevden alınmaları ve sürülmeleri ile yetinilmiyor, cezalandırma, tahkir, hatta idamlarına kadar gidilmek isteniyor…”
Ğ. Sonuç
1918 yılı Ekim ayı başından itibaren Osmanlı Devleti başta Amerika
olmak üzere, Fransa ve İngiltere nezdinde de mütareke girişimlerinde bulunmuş ancak bu girişimlerden bir sonuç alınamamıştır. İtilaf Devletleri
İttihat ve Terakki yönetimine karşı olduklarından, mevcut hükümetin işbaşında iken yapılacak girişimlerin sonuç vermeyeceği düşünülmüş, Talat Paşa
Hükümeti istifa etmiş, kısa bir süre Tevfik Paşa’nın başarılı olamayan hükümet kurma çalışmalarının ardından Ahmed İzzet Paşa Hükümeti işbaşına
gelmiştir. Bu hükümet mütareke görüşmelerini başlatma konusuna ağırlık
vermiş ve bu hususta Büyükada’da esir olan General Townshend aracı olarak
kullanılmıştır.
İngilizlerin mütareke görüşme isteğini kabul etmesinin ardından İzzet
Paşa Hükümeti, Padişahın mütareke görüşmeleri için Damad Ferit Paşayı
gönderme düşüncesinin de tesiriyle, bu düşünceyi bertaraf etmek ve kendi
seçeceği temsilciyi göndermek amacıyla hızlı davranmış ve Bahriye Nazırı
Rauf Bey seçilerek ivedi bir şekilde yola çıkarılmıştır. Bu süreçte mütareke
görüşmelerine katılacak delegelerle ilgili yapılabilecek daha soğukkanlı ve
ayrıntılı bir değerlendirmeyle Rauf Bey’in yerine farklı bir ismin de gönderilmesi hususunu tartışmak mümkündür.
Mütareke görüşmeleri sürecinde Osmanlı delege heyeti, her ne kadar
önlerine getirilen taslakta yer alan maddeler üzerinde bazı değişiklikler yaptırabilmişse de, taslakta yer alan 24 maddenin tamamını kabul etmiştir. İngiliz heyetinin, kendileri için ilk dört maddenin özellikle önemli ve vazgeçilmez olduğunu ısrarla belirtmelerine rağmen, diğer 20 maddenin tamamının
da Osmanlı delegeleri tarafından kabul edilmiş olması, devlet yönetiminin
içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklandığı gibi, heyet üyelerinin başarılı
402
bir diplomasi yürütememeleri, Amiral Caltrophe’un başarılı ve uyanık müdahaleleri ve Osmanlı heyetinin hükümetle sağlıklı bir haberleşme yapamamış olmasından da kaynaklanmıştır.
Osmanlı delegelerinin, Amiral Calthorpe’un mütareke hükümlerini
kabul ettirebilmek ve süreci hızlandırmak verdiği birtakım sözleri, yaptığı
vaatleri ve şahsi olarak Rauf Bey’e hitaben yazıp verdiği mektubu gereğinden fazla önemsedikleri ve bunlara güvenmiş oldukları da anlaşılmaktadır.
Halbuki görüşmelerin resmi olarak tutulan yazılı bir tutanağı dahi yoktur ve
Calthorpe’un mektubu, sözleri ve vaatleri resmi ve hukuki bir mahiyet taşımadıklarından, mütarekeden sonraki dönemde “yok hükmünde” sayılmışlardır. Mütarekenin hemen ardından Musul’un işgali Amiral Calthorpe’un
yapmış olduğu birtakım vaatlerin ne kadar boş ve geçersiz olduğunu açıkça
ortaya koymuştur.
Mondros görüşmelerinde Osmanlı delegelerinin üzerinde en çok durdukları konuların başında İstanbul’un işgal edilmemesi ve Yunan gemilerinin de boğazdan geçmemesi hususları olduğu halde İngiliz, Fransız, İtalyan
ve Yunan Savaş gemilerinden oluşan (dört Yunan gemisinden biri de meşhur Averof’tur) müttefik filo 13 Kasım günü İstanbul önünde demirlemiştir.
Musul olayının ardından yaşanan bu gelişme mütarekenin aslında bir işgal
metni olduğunun ve bariz kanıtlarından birisidir.
Mondros görüşmelerinde İngiliz heyetinin başkanı olan Amiral Calthorpe, mütarekeden sonra İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiseri olarak bulunmuş ve verdiği sözlerin aksine İstanbul ve Türkiye’nin işgali sürecini
yürütmüştür. Mütareke görüşmelerinde Osmanlı delege heyetinin başında
bulunan Rauf Bey ise 16 Mart 1919 günü Osmanlı Mebuslar Meclisi’ni basan
İngilizler tarafından 18 Mart 1919 tarihinde bir İngiliz gemisiyle Malta’ya
sürgüne göndermiştir.
Türk milleti gerek Mondros’ta, gerek Paris Barış Konferansı ve sonrasında imzalanan Sevr Barış Antlaşmasında kendisine yapılan muameleyi ve
gösterilen yaklaşımı kabullenmemiş, ülkesinin işgaline karşı sessiz kalmamış ve köy köy, ilçe ilçe başlatılan kuvayımilliye hareketleri sonrası düzenli
ordusunu da oluşturarak verdiği “Milli Mücadele”siyle İtilaf Devletlerine 11
Ekim 1922 tarihinde Mudanya Mütarekesini imzalatmayı başarmıştır.
403
Mondros Mütarekesi Maddelerinin Karşılaştırmalı Tablosu
Mütareke
Taslağı
Mondros
Görüşmelerde
Mütarekesi Metni Yapılan
(Türkçe)
Değişiklikler
Mondros
Mütarekesi
Metni
(İngilizce)
1
Çanakkale
ve İstanbul
Boğazlarının
açılması ve
Karadeniz’e
geçilmesi. İstanbul
ve Çanakkale Boğazı
istihkâmlarının
İtilaf birliklerince
işgal edilmesi.
Çanakkale ve İstanbul
Boğazlarının açılması
ve Karadeniz’e
geçilmesi. İstanbul
ve Çanakkale Boğazı
istihkâmlarının İtilaf
birliklerince işgal
edilmesi.
Olduğu gibi kabul
edilmiştir.
Opening of
Dardanelles and
Bosphorus and
secure access to the
Black Sea.
Allied occupation
of Dardanelles and
Bosphorus forts.
2
Osmanlı sularındaki
bütün torpil tarlaları
ile torpido ve kovan
mevzileri ve diğer
engel mevkileri
gösterilecek ve
bunları taramak
veya kaldırmak için
destek talep edildiği
zaman yardımda
bulunulacaktır.
Türk sularında
bulunan bütün
mayın bölgelerinin,
torpido ve kovan
mevzilerinin ve diğer
Olduğu gibi kabul
engel yerlerinin
edilmiştir.
gösterilmesi ve ihtiyaç
duyulduğu takdirde
bunların taranmaları
veya kaldırılmalarına
yardım edilmesi.
Positions of all
minefields, torpedo
tubes and other
obstructions in
Turkish waters to
be indicated and
assistance given to
sweep or remove
them as may be
required.
3
Karadeniz’de
mevcut torpil
mevzileri hakkında
mevcut bilgiler
verilecektir.
Karadeniz’deki
mayınlarla ilgili
mevcut tüm bilgilerin
verilmesi.
All available
information as
to mines in the
Black Sea to be
communicated.
4
İtilâf hükümetlerine
mensup savaş
esirleriyle, esir ve
tutuklu Ermeniler
İstanbul’da
toplanılarak,
kayıtsız şartsız İtilâf
Hükümetlerine
teslim edilecektir.
İtilaf savaş esirlerinin
ve Ermeni esir
ve tutuklularının
Olduğu gibi kabul
İstanbul’da toplanarak
edilmiştir.
kayıtsız şartsız İtilâf
devletlerine teslim
edilmeleri.
5
Sınırların emniyeti
ve iç asayişin
sağlanması için
lüzumlu askerden
fazlası derhal terhis
edilecek. (Bunların
miktarı da bilâhare
İtilâf Hükümetleri
tarafından
kararlaştırılacaktır.)
Sınırların emniyeti ve
iç asayişin sağlanması
için gerekli olan
birlikler dışında Türk
ordusunun derhal
terhis edilmesi.
(Bu birliklerin miktarı
Osmanlı Hükümeti
ile görüşüldükten
sonra İtilaf
devletleri tarafından
kararlaştırılacaktır.)
404
Olduğu gibi kabul
edilmiştir.
Bu maddede
parantez içindeki
hüküm (Bunların
miktarı da bilâhare
İtilâf Hükümetleri
tarafından
kararlaştırılacaktır.)
değiştirilmiş ve (Bu
birliklerin miktarı
Osmanlı Hükümeti
ile görüşüldükten
sonra İtilaf
devletleri tarafından
kararlaştırılacaktır.)
şeklinde yazılmıştır.
All Allied prisoners
of war and Armenian
interned persons
and prisoners to
be collected in
Constantinople
and handed over
unconditionally to
the Allies.
Immediate
demobilisation of the
Turkish Army except
for such troops as
are required for
surveillance of
frontiers and for
the maintenance of
internal order.
(Number of
effectives and
their dispositions
to be determined
later by the Allies
after consultation
with the Turkish
Government.)
Türk sularında veya
Türk kuvvetleri
tarafından işgal
edilen sularda
bulunan bütün
savaş gemileri
teslim olunacak ve
bu savaş gemileri
gösterilecek liman
veya limanlarda
enterne edilecektir.
Türk kara sularında
polis ve buna benzer
hususlar için istihdam
edilecek küçük
gemiler dışında
Osmanlı sularında
veya Osmanlı Devleti
tarafından işgal edilen
sularda bulunan bütün
savaş gemileri teslim
olunup gösterilecek
Osmanlı liman veya
limanlarında enterne
edilecektir.
Baş tarafına
“Osmanlı kara
sularında polis
ve buna benzer
hususlar için
istihdam edilecek
küçük gemiler
dışında” kaydı
ilâve olunduğu
gibi Osmanlı
savaş gemilerinin
Osmanlı liman
veya limanlarında
enterne edilmesi
şeklinde bir açıklama
yazılmıştır.
Surrender of all war
vessels in Turkish
waters or in waters
occupied by Turkey;
these ships to be
interned at such
Turkish port or
ports as may be
directed, except
such small vessels
as are required for
police or similar
purposes in Turkish
territorial waters.
İtilâf kuvvetlerinin
mühim stratejik
noktaları işgali.
İtilaf devletlerinin,
güvenliklerini tehdit
eder bir durum
ortaya çıkması
halinde herhangi bir
stratejik noktayı işgal
etme hakkına sahip
olmaları.
“İtilaf devletlerinin,
güvenliklerini tehdit
eder bir durum
ortaya çıkması
halinde” hükmü
ilâve olunmuş, ayrıca
“mühim stratejik
noktaları” tabiri
yerine “herhangi
stratejik nokta”
tabiri getirilmiştir.
The Allies to have
the right to occupy
any strategic points
in the event of a
situation arising
which threatens
the security of the
Allies.
8
Halen Türk
işgali altında
bulunan bütün
liman ve demir
mahallerinden İtilâf
gemileri tarafından
yararlanılması ve
bu yerlerin itilâf
devletleriyle savaş
halinde bulunanlara
karşı kapalı
bulundurulması.
Halen Türk işgali
altında bulunan
bütün liman ve
demir mahallerinden
itilâf devletleri
gemilerince istifade
edilmesi ve bunların
itilâf devletleriyle
savaş durumunda
bulunanlara
kapatılması. Osmanlı
gemileri de ticaret
ve ordunun terhisi
hususlarında benzer
şartlardan istifade
edeceklerdir.
“Osmanlı gemileri
de ticaret ve
ordunun terhisi
hususlarında benzer
şartlardan istifade
edeceklerdir.”
hükmü ilave
edilmiştir.
Free use by Allied
ships of all ports and
anchorages now in
Turkish occupation
and denial of their
use by the enemy.
Similar conditions
to apply to Turkish
mercantile shipping
in Turkish waters
for purposes of
trade and the
demobilization of
the Army.
9
İstanbul’un itilâf
deniz kuvvetleri
için üs olarak
kullanılması
ve bütün Türk
limanlarında
itilâf gemilerinin
tamiri için kolaylık
gösterilmesi.
Türk limanları ve
tersanelerinden İtilaf
gemilerinin tamiri için
kolaylık gösterilmesi.
“İstanbul’un itilâf
deniz kuvvetleri için
deniz üssü olarak”
ifadesi çıkarılmıştır.
Use of all ship repair
facilities at all
Turkish ports and
arsenals.
10
Toros tünellerinin
itilaf devletleri
tarafından işgali.
Toros tünellerinin
itilaf devletleri
tarafından işgali.
Olduğu gibi kabul
edilmiştir.
Allied occupation of
the Taurus tunnel
system.
6
7
405
11
İran’ın kuzeybatı
kısmındaki ve
Transkafkasya’daki
Türk kuvvetlerinin
derhal savaştan
önceki sınır gerisine
çekilmesi.
İran’ın kuzey batı
kısmındaki Türk
kuvvetlerinin
derhal savaştan
önceki sınır gerisine
çekilmesi hususunda
verilen emir yerine
getirilecektir.
Transkafkasya’nın
evvelce Türk
kuvvetleri tarafından
kısmen boşaltılması
emredildiğinden kalan
kısım müttefikler
tarafından durum
incelenerek istenirse
boşaltılacaktır.
Immediate
withdrawal of
“Transkafkasya’nın
Turkish troops
evvelce Osmanlı
from North-West
kuvvetleri tarafından Persia to behind the
kısmen boşaltılması pre-war frontier
emredildiğinden
has already been
kalan kısım
ordered and will be
müttefikler
carried out. Part of
tarafından durum
Trans-Caucasia has
incelenerek istenirse already been ordered
boşaltılacaktır.”
to be evacuated by
ifadesi eklenerek
Turkish troops, the
değişiklik
remainder to be
yapılmıştır.
evacuated if required
by the Allies after
they have studied the
situation there.
12
Telsiz, telgraf
ve kablo
istasyonlarının itilaf
devletleri tarafından
idaresi.
Hükümet
haberleşmesi
müstesna olmak
üzere telsiz telgraf
ve kabloların itilâf
memurları tarafından
kontrolü.
“İdare” tabiri yerine
“kontrol” getirilmiş
ve “Hükümet
haberleşmesi
müstesna olmak
üzere” ifadesi
eklenmiştir.
Wireless telegraphy
and cable stations
to be controlled by
the Allies, Turkish
Government
messages excepted.
13
Bahrî, askerî ve
ticarî maddelerin
ve malzemelerin
tahribinin
yasaklanması.
Bahrî, askerî ve
ticarî maddelerin
ve malzemelerin
tahribinin
yasaklanması.
Olduğu gibi kabul
edilmiştir.
Prohibition
to destroy any
naval, military
or commercial
material.
14
Türk
kaynaklarından
kömür, akaryakıt
ve deniz
malzemelerinin
satın alınmasında
kolaylık
gösterilmesi.
Memleket ihtiyacı
temdin olunduktan
sonra mütebaki
kömür, mâi mahrukat
ve bahrî levazımın
Türkiye menabiinden
mubayaası için kolaylık
gösterilmesi (Mezkûr
maddelerin hiçbiri
ihraç olunmayacaktır).
Maddenin
başlangıç kısmına
“Memleketin
ihtiyaçları temin
olunduktan
sonra” ifadesiyle
birlikte ayrıca “bu
maddelerin ihraç
edilmemesi” hükmü
de eklenmiştir.
Facilities to be given
fort he purchase of
coal and oil fuel and
naval material from
Turkish sources after
the requirements
of the country have
been met. None of
the above material to
be exported.
15
“Bütün demiryollarına
itilâf kontrol subayları
memur edilecektir.
Transkafkasya’da
Bunlar arasında halen
bulunan
Osmanlı Hükümetinin
demiryolları da dahil kontrolü altında
olmak üzere, bütün bulunan Transkafkasya
demiryollarının
demiryolları da
serbest ve tam
dahildir. İşbu Kafkas
olarak İtilâf kontrol demiryolları serbest
subaylarının
ve tam olarak itilâf
idaresine
memurlarının idaresi
bırakılması. Bu
altına bırakılacaktır.
maddeye Bakü
Halkın ihtiyacının
ve Batum’un
karşılanmasına
İtilâf kuvvetleri
dikkat edilecektir. Bu
tarafından işgali de
maddeye Batum’un
dahildir.
işgali dahildir. Osmanlı
Hükümeti Bakü’nün
işgaline itirazda
bulunmayacaktır.
“Halkın ihtiyacının
karşılanmasına
dikkat edilecektir.”
hükmü eklemiştir.
“Bu maddeye
Bakü ve Batum’un
İtilâf kuvvetleri
tarafından işgali de
dahildir.” İfadesi
de “Bu maddeye
Batum’un işgali
dahildir. Osmanlı
Hükümeti Bakü’nün
işgaline itirazda
bulunmayacaktır.”
şeklinde
değiştirilmiştir.
Allied control officers
to be placed on all
railways, including
such portions of
Trans-Caucasian
railways now under
Turkish control,
which must be
placed at the free and
complete disposal of
the Allied authorities,
due consideration
being given to
the needs of the
population.
This clause to include
Allied occupation of
Batoum. Turkey will
raise no objection
to the occupation of
Baku by the Allies.
406
16
Hicaz, Asir, Yemen,
Suriye, Kilikya ve
Mezopotamya’da
bulunan
garnizonların
en yakın İtilâf
komutanına veya
Arap mümessiline
teslimi.
Hicaz’da, Asir’de,
Yemen’de, Suriye’de
ve Irak’ta bulunan
garnizonlar en yakın
itilâf kumandanına
teslim olunacaktır
ve Kilikya’daki
kuvvetlerin düzeni
muhafaza için gerekli
miktardan fazlası
beşinci maddedeki
şartlara göre
kararlaştırılacak
şeklide geri
çekilecektir.
“Kilikya’daki
kıtaların teslim
olması” hükmü
yerine “Kilikya’daki
kuvvetlerin düzeni
muhafaza için
gerekli miktardan
fazlası beşinci
maddedeki
şartlara göre
kararlaştırılacak
şeklide geri
çekilecektir.”
ifadesi eklenmiştir.
Maddeden “Arap
mümessiline” ifadesi
çıkarılmıştır.
Surrender of all
garrisons in Hejaz,
Asir, Yemen, Syris
and Mesopotamia
to the nearest Allied
commander; and
the withdrawal
of troops from
Cilicia, except
those necessary to
maintain order, as
will be determined
under Clause 5.
17
Trablus’ta ve
Bingazi’de bulunan
Türk subayları
Trablus ve
en yakın İtalyan
Bingazi’de
muhafaza kıtaatına
bulunan Osmanlı
teslim olacaktır.
subaylarının en
Osmanlı Hükümeti
yakın İtalyan
teslim emrine itaat
garnizonuna teslimi.
etmedikleri takdirde
haberleşme ve desteği
kesmeyi taahhüt eder.
Maddeye; “Osmanlı
Hükümeti teslim
emrine itaat
etmedikleri takdirde
haberleşme ve
desteği kesmeyi
taahhüt eder.” fıkrası
eklenmiştir.
Surrender of all
Turkish officers in
Tripolitania and
Cyrenaica to the
nearest Italian
garrison. Turkey
guarantees to
stop supplies and
communications
with those officers if
they do not obey the
order to surrender.
18
Mısrata’da dahil
olmak üzere Trablus
ve Bingazi’de işgal
edilen limanların
en yakın İtilâf
garnizonuna teslimi.
Mısrata da dahil
olduğu halde, Trablus
Olduğu gibi kabul
ve Bingazi’de işgal
edilmiştir.
edilen limanların itilâf
devletlerine teslimi.
Alman ve Avusturya
deniz, kara ve
sivil memurlar ve
tebaasının bir ay
zarfında ve uzak
yerlerde bulunanların
daha sonra mümkün
olan en kısa zamanda
Türk ülkesini terk
etmeleri.
19
Alman ve
Avusturyalı
bahri, berri ve
sivil memurin ve
tebaanın en yakın
İngiliz veya İtilaf
komutanlarına
teslimi.
20
Beşinci madde
gereğince terhis
Teçhizat ve ulaşım
edilecek Osmanlı
vasıtaları da dâhil
birliklerine ait
olmak üzere Türk
teçhizat, silah,
ordusunun kullanım
cephane ve nakliye
ve dağıtımına ilişkin
vasıtalarının
verilecek emirlere
kullanımına yönelik
uyulması.
verilecek talimatlara
uyulması.
407
Surrender of all
ports occupied
in Tripolitania
and Cyrenaica,
including Misurata,
to the nearest Allied
garrison.
“en yakın İngiliz
veya İtilaf
komutanlarına
teslimi” ifadesi
“Türk ülkesini terk
etmeleri” şeklinde
değiştirilmiş ve
maddeye “bir
ay zarfında ve
uzak yerlerde
bulunanların daha
sonra mümkün olan
en kısa zamanda”
ifadesi eklenmiştir.
All Germas and
Austrian, naval,
military and
civilian, to be
evacuated within
one month from
Turkish dominions:
those in remote
districts as soon
after as may be
possible.
“Türk ordusunun”
ifadesi yerine
“Beşinci madde
gereğince terhis
edilecek Osmanlı
birlikleri” ifadesi
getirilmiştir.
Compliance with
such orders as may
be conveyed fort
he disposal of the
equipment, arms
and ammunition,
including transport,
of that portion
of the Turkish
Army which is
demobilized under
clause 5.
İaşe ve ikmal
işlerinin kontrolü
için İtilaf devletleri
subayların
görevlendirilmesi.
“kontrol subayları”
ifadesi yerine
“temsilci” ifadesi
konulmuştur.
İtilaf devletlerinin
“İaşe ve ikmal
menfaatlerini
işleri” yerine “İaşe
korumak için İaşe
Nezaretinde”
Nezaretinde İtilâf
ifadesi getirilmiştir.
temsilcileri bulunacak Ayrıca maddeye
ve kendilerine bu
“İtilaf devletlerinin
konuda lüzum
menfaatlerini
görülecek bütün
korumak için” ve
bilgiler verilecektir.
“bu konuda lüzum
görülecek bütün
bilgiler verilecektir”
hükümleri de
eklenmiştir.
An Allied
representative to
be attached to the
Turkish Ministry
of Supplies in order
to safeguard Allied
interests. This
representative to
be furnished with
all information
necessary for this
purpose.
22
Türk savaş
esirlerinin İtilâf
kuvvetleri nezdinde
muhafaza edilmesi.
Türk savaş esirlerinin
İtilaf devletlerinin
nezdinde muhafaza
edilmeleri.
Türk sivil esirleri
ile askerlik yaşının
üzerindeki esirlerin
tahliyesi dikkate
alınacaktır.
Maddeye “Türk sivil
esirleri ile askerlik
yaşının üzerindeki
esirlerin tahliyesi
dikkate alınacaktır.”
hükmü eklenmiştir.
Turkish prisoners
to be kept at the
disposal of the
Allied Powers. The
release of Turkish
civilian prisoners
and prisoners over
military age to be
considered.
23
Türk Hükümetinin
Merkezi Devletlerle
tüm ilişkilerini
kesmesi.
Türk Hükümetinin
Merkezi Devletlerle
tüm ilişkilerini
kesmesi.
Olduğu gibi kabul
edilmiştir.
Obligation on the
part of Turkey to
cease all relations
with the Central
Powers.
24
a. Altı Ermeni
vilayetinde
karışıklık ortaya
çıkması durumunda
bu vilâyetlerin
itilâf kuvvetleri
tarafından işgali.
b. Yedinci, onuncu
ve on beşinci
maddelere ilâveten
Sis, Haçin, Zeytun ve
Ayıntab’ın işgali.
Altı Ermeni
vilâyetinde karışıklık
çıkması durumunda,
bu vilâyetlerin itilâf
kuvvetleri tarafından
işgali hakkının olması.
Maddenin “b”
fıkrası tamamen
çıkarılmıştır.
In case of disorder
in the six Armenian
vilayets, the
Allies reserve to
themselves the right
to occupy any part
of them.
21
25
Müttefik devletler ile
Türkiye arasındaki
düşmanlık durumu
31 Ekim 1918’de
Perşembe günü
mahallî saat ile öğle
vaktinden itibaren
sona erecektir.
408
Hostilities between
the Allies and
Turkey shall cease
from noon, local
time, on Thursday,
31st October, 1918.
Kaynakça
Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, II. Cilt, Yayına Hazırlayanlar: Süheyl İzzet Furgaç,
Yüksel Kanar, Nehir Yayınları, İstanbul 1993.
Başak, Tolga; Türk ve İngiliz Kaynaklarıyla Mondros Mütarekesi ve Uygulama
Günlüğü (30 Ekim- 30 Kasım 1918), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2013.
Bayar, Celal; Ben de Yazdım Milli Mücadeleye Gidiş, Cilt I, Baha Matbaası, İstanbul 1965.
Bayur, Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III (1914-1918 Genel Savaşı), Kısım: 4 (Savaşın Sonu), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1983.
Cavit Bey, Felaket Günleri - Mütareke Devrinin Feci Tarihi I, Yayına Hazırlayan:
Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yayınları, İstanbul 2000.
Jaeschke, Gotthard; “Mondros’a Giden Yol”, Belleten, Cilt: XXVIII, Sayı: 109,
Ocak 1964.
Kurat, Yuluğ Tekin; “Bir İmparatorluğun Son Nefesi Mondros”, Belgelerle Türk
Tarihi Dergisi, Eylül 1971, Sayı: 48.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, Devre: 3, Cilt: 1, İçtima Senesi: 5, Dördüncü
İnikad, 19 Teşrinievvel 1334 (1918) Cumartesi.
Orbay, Rauf; Cehennem Değirmeni - Siyasi Hatıralarım, Cilt: 1, Emre Yayınları,
2. Baskı, İstanbul 2000.
Osmanlı Belgelerinde Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Atatürk, Başbakanlık
Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara 2007.
Sertoğlu, Mithat; “Mondros Mütarekesini Türk Milletine Bildiren Genelge”,
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı: 63, Aralık 1972.
Söylemezoğlu, Galip Kemali; Başımıza Gelenler Yakın Bir Mazinin Hatıraları
Mondros’tan Mudanya’ya 1918-1922, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1939.
Townshend, Charles V. F.; Mezopotamya Seferim (Kurna, Kûtülamare ve Selmanıpâk Muharebeleri), Çeviren: Gürol Koca, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,
İstanbul 2012.
Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Genelkurmay Basımevi 1999.
Türkgeldi, Ali; Moudros ve Mudanya Mütarekelerinin Tarihi, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1948.
Türkgeldi, Ali Fuad; Görüp İşittiklerim, 5. Baskı, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 2010.
409
Özet
30 Ekim 1918 tarihinde Limni adasının Mondros Limanı’nda demirli
Agamemnon zırhlısında imzalanmış olan Mondros Mütarekesi (“Mondros” Ateşkes Antlaşması / Bırakışması) Osmanlı Devleti açısından her ne
kadar Birinci Dünya Savaşının sona anlamına gelse de aynı zamanda birçok
farklı sorunun ve de yeni bir mücadelenin başlangıcını da teşkil etmektedir.
Mondros Mütarekesinin ağır koşulları -stratejik noktaların işgali, ordunun
terhisi, donanma ile cephanelerin teslimi gibi askeri tedbirler- Osmanlı
Devletinin kendini koruyabilme ve savunabilme gücünün ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Anlaşma metninde Osmanlı İmparatorluğu’nun
sınırlarına ilişkin net ifadelere yer verilmemekle birlikte, özellikle mütarekenin 7’nci ve 24’üncü maddeleriyle itilaf devletlerinin işgallerine elverişli
ortam yaratılması amaçlanmıştır. Mondros’tan hemen sonra başlayan işgal
hareketleri, Anadolu’nun birçok yerinde direniş hareketlerinin başlamasına neden olmuş ve yaklaşık dört yıl sürecek olan yeni bir mücadeleyi başlatmıştır. Mondros Mütarekesi aynı zamanda Türk Milli Mücadelesinin hedefini ve kapsamını belirleyen Misakımilli metnine de esas teşkil etmiştir.
Misakımilli’de belirlenen sınır hedefi, Osmanlı Devletinin Birinci Dünya Savaşı başındaki sınırları değil, Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Türk
Ordusunun elinde bulunan topraklardır.
“Osmanlı Devleti İçin Savaşın Sonu: Ateşkes Süreci ve Mondros Mütarekesi” başlıklı bu bildirinin amacı Birinci Dünya Savaşının gidişatı ve kaderi
üzerinde etkili olmuş devletlerden biri olan Osmanlı Devletinin imzaladığı
ateşkesin mahiyetini açıklayabilmek ve bu süreçte karşı karşıya kaldığı tutum ve yaklaşımları ortaya koyabilmektir. Bildiride, mütarekenin hazırlanış
süreci, Osmanlı Devletinin ateşkesten beklentileri, antlaşma için temsilcilerin belirlenmesi, ateşkes görüşmelerinin yapılacağı yerin belirlenmesi,
ateşkes görüşmeleri, belirlenen hususlar, tavizler, vaatler, ateşkesin Osmanlı başkentinde ve kamuoyundaki etkileri, ateşkesin Osmanlı Ordusu üzerindeki etkileri ve ateşkese tepkiler gibi konu başlıkları üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Ateşkes Antlaşmaları,
Mondros Ateşkes Antlaşması, Mondros Ateşkesinin Uygulanması
410
Ateşkes Antlaşması ile İşlenen Savaş Suçu - Almanya’ya
Gıda Ablukasının Sürdürülmesi
İkbal VURUCU*
Mehmet Şükrü GÜZEL**
Giriş
Birinci Dünya Savaşı’nın üzerinden 100 yıl geçti. Tarih ilk defa Avrupa’da
başlayan bu savaşlarda kitlesel ölümlerle karşılaştı. Belki de modernliğin birer kazanımı olan tarih yazımındaki bilimsel metodolojik değişiklikler tarihin
farklı bakış açılarıyla ele alınması sebebiyle böyle değerlendiriyoruz. Savunma/silah sanayi, bilim ve teknolojideki gelişimin diğer alanlarına kıyasla daha
fazla yatırımın ve AR-GE çalışmasının yapıldığı sahalardır. Siyasi alanda da
modern ulus-devletlerin hakimiyet kurmaya başladığı ve son İmparatorlukların da bu savaşla tasfiye edildiği bir zaman dilimidir. İktisadi alanda Batıdışı dünyanın Batılılarca sömürge haline getirildiği ve hak-hukuklarının yok
edildiği bir düzen kurulmuştur. Muhafazakârlıktan Marksizme bütün Batı
kaynaklı ideolojilerin Batı-dışı toplumların sömürülmesine cevaz verdiği de
bilinmektedir. Birinci Dünya Savaşını diğer dönemlerdeki savaşlardan ayıran
ve konumuz açısından önem taşıyan ana tema etnik temizliktir. Modernitenin neden olduğu savaş felsefesi ve teknolojisinden en fazla etkilenen Türkler
kendi hakimiyetindeki topraklarda gayri Türkler tarafından etnik temizliğe
tabi tutulduğu bir paradoksu da yaşamıştır. Dünyaya egemen olanların tarihe
de egemen olduğu hakikati tarihyazımında bütün ihtişamıyla gözlenmektedir.
1820 ile 1920 arasında kendi siyasi egemenliği altındaki veya egemenliğinden
çıkışı sonrasında Türkler kadar etnik temizliğe maruz kalmış bir halk tahayyül
etmek mümkün görünmemektedir. Fakat mazlumların tarih yazamadığı gerçeği de bu süreçte görülmüştür. Bu makalede Almanların yine aynı din, kültür
ve tarih dairesine mensup diğer Batılı ülkeler tarafından maruz kaldığı “soykırım” ele alınacaktır. Birinci Dünya Savaşı’nda zafer kazanan Batılı ülkelerin
uyguladığı etnik temizlik ve soykırımların nasıl normalleştirildiği ve sıradan
bir savaş zayiatı gibi sunulduğu Osmanlı örneğinde somutlaşmaktadır. Türkler kendi devletlerinin Batısında Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar tarafından etnik temizliğe uğrarken Doğusunda yüzyıllarca birlikte yaşadıkları Ermeniler
tarafından uygulanan “soykırım” görmezden gelinmiştir. Ermeni soykırımı
iddialarının temelini teşkil eden 1915 tehciri 1948 tarihli Birleşmiş Milletler
sözleşmesindeki hukuki tarife uymamaktadır. Yoğun ve etkili propagandaya
dayanan Ermeni iddiaları ise çoğu kez tahrif edilmiş belgelere dayandırılmak* Öğr. Gör., Pamukkale Üniversitesi, [email protected].
** Araştırmacı –Yazar, [email protected].
411
ta ve hamasi bir retoriğe başvurulmaktadır. Yabancı parlamento ve kurumların ise tarihsel konularda hüküm verme durumunda olmadıkları halde Türkleri soykırımcı ilan etme kaygıları sorunun tarihselliğinden sıyırarak siyasi
bir olaya dönüştüğünün en temel göstergesidir. Oysa Balkan Savaşları’nda,
Birinci Dünya Savaşı’nda, Milli Mücadele döneminde cephede ve cephe gerisinde milyonlarca Türk’ün ölmesini, 2. Dünya Savaşı sonrasında milyonlarca
Türk’ün SSCB içinde etnik temizliğe uğramasını ve yerinden yurdundan edilerek yok edilmesini, daha yakın tarihlerde Kıbrıs’ta savunmasız Türk halkının
etnik temizliğe maruz kalmasını, 20. Yüzyılın sonlarında Bosna’daki soykırımı, Azerbaycan’da Ermenilerce yapılan toplu katliamlar ve işgalleri görmezden gelenler büyük bir propaganda başlatarak dünya kamuoyunu Ermeniler
konusundaki yalanlara inandırabileceklerini düşünmektedirler.
Türklere uygulanan etnik temizliği önlemek için geçici olarak uygulamaya sokulan Ermeni göçünü bir soykırım olarak ele almak Batı merkezci hakim
tarih yazımının bir ürünüdür. Bu makalenin amacı da söz konusu bu hakim tarih yazımının sunduğu retoriğe eleştirel bir yaklaşımla bakarak göz ardı edilen
“soykırımlar”ı sağlıklı bir zeminde ele alarak evrensel insan hakları doktrini
çerçevesinde bütün kültürlerin kutsal ve değerli olduğundan hareketle yazılmayan ve görülmeyen “ötekilerin” tarihinin yazımına bir model sunmaktır.
Dünya Savaşı, Tarih ve Soykırım
Birinci Dünya Savaşı, topyekün savaşın gerçekleştirildiği ve kitlesel ölümlerin o zamana kadar görülenden çok daha yüksek olduğu bir savaştır. Ölümlerin kitleselliği hem savaş teknolojisindeki olağan üstü gelişmeler hem de savaş
felsefesindeki değişimlerle ilgilidir. Savaşta kullanılan teknolojinin yarattığı
tahribat aynı zamanda modern Batı insanının sosyo-kültürel, toplumsal ve bilişsel yapının dönüşümüyle de bağlantılıdır. Yeni savaş felsefesi “haklı ve meşru savaş” felsefesine dayanırken bu felsefenin şekillendiği ideolojinin insan,
toplum, devlet, kültür ve dünya hakkındaki algısı belirleyici olmuştur. Michaell Mann, toplumda dört temel iktidar kaynağı bulunduğundan bahseder. Bu
iktidar yaklaşımına göre iktidarın dört sütunu vardır: ideolojik, iktisadi, askeri
ve siyasi. Başta Birinci Dünya Savaşı olmak üzere savaşları Mann’ın bu formülünden hareketle izah edebiliriz. Her iki büyük Dünya Savaşı’nın ana kaynağı
ekonomiktir ve iktisadi kaynakların mülkü, üretim ve pazarlama üzerindeki
tekel kurma mücadelesine dayanır. Bu mücadelenin güçlü bir siyasi iktidar
ayağını zorunlu kılması ve kolonyal mücadelede meşrulaştırmanın gücünü
sağlayan ideoloji asla gözardı edilmemelidir. Bu yapının tamamlanması için
askeri gücün/cebirin işlevi ise dünya iktidarına giden yolda elzemdir.
Savaşın galipleri aynı zamanda yukarı dile getirilen iktidarın kaynaklarına da tam hâkimiyet sağlayan devletler ve toplumlardır. Savaşın ideolo412
jik noktada kimin haklı ve meşru olduğunu belirleme gibi bir işlevi de bize
sunar. Savaşta yenilen Almanya’nın sadece ateşkes anlaşması süresinde 800
bin yurttaşının, savaşın galiplerince uygulanan ambargo ile katledilmesi bir
“soykırım” olarak anılmamaktadır. Oysa, Türklerin savaş sırasında Rus ordusuna bağlı veya bağımsız olarak Ermenilerin siviller üzerinde uyguladığı
katliamları önlemek gerekçesi ile alınan geçici göç kararını bir “soykırım”
olarak kabul etmesi ve sunması söz konusu iktidar kaynaklarına sahip olma
ile ilgilidir. Bu bağlamda tarih ve tarihyazımı savaşın ve savaşın sonuçlarının
değerlendirilmesi sürecinde bize önemli katkılar sağlamaktadır.
Tarih, insanoğlunun kendi varoluşunun bilincine vardığından beri hayatımızda önemli bir yer işgal etmektedir. Geçmiş algısı ve yorumu her din
ve ideolojide kendi kimliklerinin sınırlarının çizilmesi anlamında bir bilinç
düzeyinin edinilmesini zorunlu kılar. Bireysel ve toplumsal kimliğin mayası
ve ana sütunları Tarih’tir. Birey kendi soy ve sopunun bilinerek bir kök duygusu edinmesi gibi toplumun ortak bir kültür ve duygu etrafından kendini
inşa etmesi için de zorunlu bir bilgi alanıdır. Her toplum kendi özgünlüğü
çerçevesinde bir tarih anlayışına sahip bulunur. Mevcut bu tarih yaklaşımı toplumun sahip olduğu siyasi iktidar biçimine göre de şekillenir. Tarih
ve siyaset ilişkisi her ne kadar modern dönemlerin bir keşfi gibi görünse
de pratiğe aktarımı noktasında insanlık tarihi kadar eskidir diyebiliriz. Bu
sebeple tarih öğretimi ve eğitiminin siyasal yapıya bağlı olarak oluşturulmasının önemli bir takım sebepleri vardır. Tarih eğitimini oluşturan içerik,
toplumun iktidar tarafından denetiminin en önemli ideolojik boyutunu teşkil eder. Tarihsel olay ve olguların mevcut toplumun bireylerine sunulma
formu yani endoktrinasyon toplumun denetimini kolaylaştıran bir biçimde
formüle edilir. Bu sebeple post-modern tarih tartışmalarının bize kazandırdığı en dikkat çekici katkı tarihin bu görece yorumlanmaya müsait doğasının farkına varılması olmuştur. Böylece doğal olarak gördüğümüz nice tarihi
olay ve olguların bambaşka bir yüzünün bulunduğunu da öğrenmiş olduk.
19. ve 20. Yüzyıl veya daha geniş anlamıyla modernite insanlığın o zamana
kadarki bütün teknolojik ve toplumsal gelişmenin toplamından fazla bir katkı
ve tecrübe insanlığa kazandırdı. Sanayileşme, kentleşme, bireyselleşme, ulusdevlet, millet, bilimsel gelişme gibi insanlığı doğrudan etkileyen ve dönüştüren
karakteri şüphesiz insanlık için olumlu düzeyde bir katkı sağlamıştır. Fakat özgürleşme, refah, güvenlik, eğitimin kitleselleşmesi, işbölümü ve sınıfsal yapının
gelişimi, kitle iletişim araçları alanındaki devasa gelişmeler yanında modern
denetim mekanizmaları da büyük bir güç, çeşitlilik ve etkinlik kazanmıştır.
Gelişen teknoloji kitlesel ölümlere neden olan hastalıkların yok edilmesinde
kullanıldığı gibi bu sefer insanlığın o zamana kadar görmediği derecede kitlesel
ölümlere neden olan gelişmelere de neden olmuştur. Kitle iletişim araçları gibi
413
yapılar kitlelere, hiçbir zaman olmadığı kadar toplu hareket etme, ortak bir kültür ve duygu geliştirme imkanlarını da yarattı. Merkezi eğitim sistemi ve okullaşma modernliğin toplumun bütün katmanlarında “ortak” kültür, tarih, duygu,
değer ve normun empoze edilmesine de sebep teşkil etti.
Guizot, Hegel, Burckhardt, Renan, Buckle, Marks, Max Weber gibi çok
ayrı görüşlü 19. Yüzyıl yazarları Batı uygarlığının üstünlüğünün altını çizmekteydiler. Bu etnik merkezci görüşün bağrında sömürgeci tutumların ve
ırkçılığın ilk belirtileri de yer almaktaydı. Bu düşünsel zeminde tarihçiler,
19.yüzyıl boyunca ulusal tarihi ve ulusal tarih içinde de siyaseti ve siyasal
elitleri gittikçe daha fazla odak almaya yöneldiler. Belirli kişilere ve sınıflara ayrıcalıklı bir konum verilirken, diğerleri önemsiz ve tarihdışı sayıldı.1
Amerika’nın gerçek sahipleri olan Kızılderililerin, İnkaların ve nice halkların
milyonlarcasının katledilmesi, nesillerinin kurutulması, Afrika’nın milyonlarca insanının köle olarak Avrupa ve Amerika’ya götürülmesi, Hindistan’ın,
Türkistan’ın, Çin’in sömürülmesi, katliamlar, soygunlar Batı’nın eseri olarak tezahür etmesine rağmen tarihyazımında yeterli ilgi görmemiştir. Bu
durum da bize göstermektedir ki, dünya iktidarını elinde bulunduranlar
aynı zamanda tarihin hakim yazımını da egemenliklerinde bulundururlar.
Avrupa Konseyi bünyesindeki Kültürel İşbirliği Konseyi ile Norveç
Eğitim, Araştırma ve Kilise İşleri Başkanlığı tarafından “20. Yüzyıl Avrupa
Tarihini Öğrenmek ve Öğretmek” adlı proje çerçevesinde ortaklaşa düzenlenen “Tarihin Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek” konulu sempozyumun açılış konuşmasında Georg İggers, “20. Yüzyıl sonlarında tarih düşüncesi dünyanın bu yüzyıl boyunca yaşadığı felaketleri yansıtan bir iç hesaplaşma dönemine” girdiğini belirtirken bir hakikate de işaret eder: “İnsanlığın geleceğe dönük beklentileri açısından bizimki kadar büyük bir güven
duygusuyla başlayan başka bir yüzyıl yok. Barbarlığa, insan hayatının kasıtlı
biçimde mahvedilmesine, sistematik tiranlığa, üstelik bunların göklere çıkarılan bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sağladığı araçlarla yapılmasına aynı
ölçüde sahne olmuş başka bir yüzyıl da yok.”2 Bu sebeple tarih hala bugün de
Foucultvari bir söylemle ifade edersek, toplumun denetimi ve egemenliğinin sağlanmasında en güçlü iktidar aracıdır. İggers’in belirttiği gibi “Modern
bakış açısı, tarihsel verilerden oluşan bir birikimin değil, insanlık tarihine
ilişkin kesintisiz bir öykünün aktarıldığı bir tarihi öngörür. Ama her anlatı
zorunlu olarak ilgili verilerin seçilmesine, ilgisiz verilerin ayıklanmasına dayanan bir olay örgüsü içerir.”3
Georg İggers, “20. Yüzyılda Tarihyazımı”, Tarihi Kötüye Kullanma İçinde, (Çev. Nurettin Elhüseyni),
Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 2003, s. 3,
1
2
Georg İggers, a.g.e., s. 1
3
Georg İggers, a.g.e., s. 2
414
Örneğin Avrupa’da ortaya çıkan iki büyük dünya savaşı milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bu savaşları ortaya çıkaran psikolojik ve toplumsal yapının neden olduğu siyasi atmosferin oluşmasında tarihin Avrupamerkezci, ırkçı ve sosyal Darvinci-pozitivist tarih yorumunun neden olduğu
görüşü tarihi, akademik ve siyasi gündemin başlarına oturttu. Birinci dünya
savaşı sonunda yeniden yapılanan dünya sistemi çeyrek yüzyıl sonra bir başka
dünya savaşına yani İkinci Dünya Savaşı’na neden olunca Birleşmiş Milletler
dünya barışının korunmasında tarih öğretimine ve yazımına dikkat çekerek
bu konuda hem bölgesel hem de uluslar arası toplantılar organize etti. UNESCO, Avrupa Konseyi gibi bölgesel ve uluslararası kuruluşlar gerek bölgesel gerekse küresel düzlemde yeni bir toplum, siyasa, kültür, ilişkiler ağı meydana
getirebilmek için “tarih” eğitimi ve yaklaşımı konusunda çalışmalar yapmayı
gündemlerine almışlardır. Yeni ideal bir toplumsal-kültürel dünyanın kurulmasında tarihin bu araçsal konumu, işlevselliğinin ve olmazsa olmazlığının da
bir göstergesidir. İkinci Dünya Savaşının sonrası böyle büyük felaketlerin bir
daha gerçekleşmemesi için “Tarih” olgusuna biçilen rol dikkat çekicidir. Sosyalizmden beslenen faşizm ve Nazizmi benimseyen ırkçı iktidarların kıvılcımı
ateşleyen politikalarının bir daha ortaya çıkmaması için öngörülen demokratik, barışçıl, çokkültürlü, farklılıklara saygı duyan bir toplumsal ve siyasal yapılanmalar için öncelikli olarak tarihyazımı ve tarih yorumlarının söz konusu
kriterler bağlamında yeniden düzenlenmesi için girişimlerde bulunulması,
tarihin rölativist ve araçsalcı niteliğine olan vurguyu göstermektedir.
Yeni bir toplum ve yeni bir siyasi örgütlenmenin, meşruiyet kaynakları
olarak müşterek bir tarih inşasının biçimlendirilmesinden bahsedilmektedir.
“Tarihten milletleri birbirlerine bağlayacak müşterek bir insanlık idealinin
yaratılması bakımından faydalanmak” için çalışmalar yapılmaktadır. Faşizm
ve Nazizm gibi temelinde sosyalizmin bulunduğu ideolojilerden kaynaklandığı tespiti ile bu yıkıcı ideolojilerin olumsuzlanması üzerinden yeni tarih
yaklaşımları geliştirilirken hem Birinci hem de İkinci Dünya savaşlarında savaşın galiplerinin soykırım, etnik temizlik, katliam, tecavüz ve zulümleri ise
yeni dünya düzeninin olumsuzlanan ideolojileri içerisinde yer almamışlardır.
Haklı olarak Nazizm ve Faşizm gibi ideolojilerin toplum ve dünya görüşlerinin
dayandığı tarih yorumunun eleştirisi liberal, çağdaş, hümanist savaş galiplerinin yaptıklarının üstünün örtülmesine neden olmuştur.
2015 Ermenilerin “soykırım iddialarının” 100. yılıdır. Hiçbir belge bir
buçuk milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü göstermemesine rağmen hakim
tarih yazımı Türkleri soykırımcı göstermektedir. Oysa tarihte gerçekten yaşanan soykırımların ve etnik temizlik hareketlerinin karşılaştırmalı analizi
bize soykırımlar tarihinin gerçek mağdurunun kim olduğunu göstereceği
gibi tarihyazımının tarihsel olguların ters yüz edilmesinde veya hangi olay415
ların hatırlanıp hangi olayların unutulması gerektiği de, sahip olunan zihinsel düşünme araçları ile tesis edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen hemen kuruluşundan beri çeşitli
platformlarda başa çıkmaya çalıştığı ve gittikçe büyüyerek toplumumuzu
derinden etkileyen Ermeni soykırım iddiaları, artık belirgin bir şekilde bir
tarih yazma ya da tarihi inşa etme biçimini almıştır. Bu iddiaların çeşitli
uluslar arası platformlarda, ulusal ya da yerel meclislerde tarihi bir hakikatin tescili statüsünde oylanarak bağlayıcı bir karara dönüştürülmeye çalışılması, özü itibariyle bir “Ermeni soykırım tarihi inşa etme” süreci gibi
görünmektedir. Bu yol, şimdiye dek alışılmadık ve bilimsel etik çerçevesine sığmayan bir tarih yazma, dolayısıyla bilim yapma yöntemidir. Bu heretik düşünce tarzında, arzulanan soykırım mitosu, olgusal hakikatin yerine
geçmektedir. Bunun yasama organları tarafından onaylanması, bu konuda
daha sonradan araştırma yapma, belgelere, arşivlere girip bakma yolunu
büyük ölçüde kapatmaktadır. Üstelik, burada söz konusu olan tarih inşası,
bedava değil, hesaplı; bilme amaçlı değil, hesap sorma amaçlı; tasvir veya
betimsel değil, yargılayıcı görünmektedir; bu süreç sonuçları bakımından
nötr değil, mahkum edicidir; pratikte istendiği gibi kullanılabilecek, keyfi olarak istismar edilmeye açık bir özelliktedir. Toplumumuzun sadece
geçmiş veya bugün hayatta olan kuşaklarını değil, gelecek kuşaklarını da
kapsayıcı bir niteliktedir.4 Soykırım kavramı belirli bir coğrafyada ve belli
bir toplumun uğradığı zulmü göstermesi açısından ideolojik boyutta içeriklendirilmiştir. Sadece Yahudi toplumunun uğradığı yok etme pratiğine indirgenmesi yanında son yıllarda Ermenilerde soykırım iddiaları ile
dünya siyasi gündemini meşgul etmektedir. Bu bağlamda ne 20. Yüzyılın
başında Balkanlarda, Türkistan’da, Anadolu’da ne 2. Dünya Savaşı sonrasında Kırım, Ahıska, Kafkasya ne de bugün Hocalı, Bosna, Doğu Türkistan,
Ortadoğu’da gerçekleştirilen (büyük bölümü Türk kimliğine mensup topluluklar) “katliamlar” hiçbir şekilde “soykırım” olarak anılmamaktadır.
Yeterli düzeyde veri ve enformasyon birikiminin bulunmamasına rağmen
Türkler tarafından işlenen bir “Ermeni Soykırım” retoriği inşa edilmesi
2015 yılında Türklere atfedilecek bir suç dikkat çekmektedir. Biz de bu çalışmada bugün hangi milletin nasıl soykırım yaptığını anlatmakla meşgul
liberal, özgürlükçü, çokkültürlükçü Batı toplumlarının sadece barış döneminde gerçekleştirdiği bir katliam pratiğini gündeme taşıyacağız.
Nuri Bilgin, “Ermeni Soykırım İddiaları ve Tarihin İnşası”, Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi
Bildirileri, 1. Cilt, (Haz.lar: Şenol Kantarcı, Kamer Kasım, İbrahim Kaya, Sedat Laçiner), ASAM-EREN,
Ankara, 2003, s. 3
4
416
Modern Savaş Hakkında
İnsanlık tarihi kadar eski olan savaşların etkisi ve tahrip gücünün gelişimi, teknolojinin gelişimi ile artmıştır. Başlangıçta insan ırkından kişiler
arasında olan çatışmalar tarihi gelişim sürecinde sadece devletlere sonrasında ise ittifak sistemleri ile çok sayıda devletin karşı karşıya gelmesine sebep olmuştur. Artık orduların karşılıklı savaş alanında yüz yüze gelmesinin
yerini genel seferberlik ve top- yekûn savaş kavramlarının gelişmesi ve teknolojinin verdiği imkânlar ile savaşa giren her devletin her bireyinin savaşta
dolaylı da olsa bir görevi olmakta ve istisnasız her alan savaş sırasında savaş
alanı olabilmektedir.
Ortaçağ Avrupası’nda bölgesel prensler, topraklarını genişletmek peşindeydiler. Bu sebep ile ellerine geçen her fırsatta oluşturdukları küçük ordularla komşuları ile savaşa tutuşuyorlardı. Bölgede yaşayan insanlar ise bu
savaşlardan nefret ediyorlardı. Savaşlar, yaşayan insanlar açısından ağır yük
getiren vergiler manasına gelmekte idi. Savaşlarından kimin galip geleceği
bölgede yaşayan insanları ilgilendirmiyordu. Bir Habsburg veya bir Bourbon
tarafından yönetilmek önemli değildi. Bu dönemde Voltaire, “ halkların kendilerini yönetenlerin savaşlarına karşı tarafsız kaldıklarını” belirtmiştir.5
1648 ile 1789 arasında gerek hukukçular gerekse de askeri doktrinciler,
sivillerin savaş eyleminin mümkün olduğunca dışında tutulması gerektiğine
inanmaktaydılar. Savaş durumunda Luis XV Frederick ve Maria Theresa sivillerden kendi ya da düşman da olsa egemenlere uysallık göstermeleri, boyun eğmeleri gerektiğini belirtmiştir. Devletlerine savaş sonrasında ne olur
ise olsun vergilerini ödemeleri gerektiği, işgal edenlerden nefret etmemeleri
gerektiğini belirtmişlerdir.
1648 - 1789 arasında Avrupa’da savaşın egemenlerin ve ordunun işi kabul edilmesi yaklaşımı, 1789 Fransız İhtilali sonrasında değişime uğramıştır.
Fransız İhtilali’nin sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ihraç edilebilir tehlikeli fikirler olarak Avrupa’daki diğer egemenler tarafından kabul edilmiş,
ihtilal yaşamış Fransa ile Prusya arasında savaş başlamıştır. Başlangıçta çok
sayıda mağlubiyet alan Fransa, 20 Eylül 1792 tarihindeki Valmy savaşı ile
Prusya ordularını işgal girişimini püskürtmüş ve bir miktar toprak kazanımı
gerçekleştirmiştir.6
Akabinde ise Fransız Ulusal Meclisi 1793 tarihinde sadece erkekleri değil, kadınları, çocukları ve yaşlıları da sürekli askerlik görevi çağrısı yapmıştır. Jakoben Fransız yönetimi 18 ile 25 yaş arasındaki tüm erkekleri savaşLudwing von Mises, “ Omnipotent Government, The Rise of the Total State and Total War”, Liberty
Fund, 2010, Indiana, s.104
5
Christopher Blackburn,” French Revolution Wars of the ( 1792 – 1799 ), “, “Encyclopedia of Prisoners
of War and Internment “, Editör Jonathan F.Vance, Abc –Clıo,Inc, Calıfornia , 2000,s.104
6
417
mak için cepheye çağırır iken, geriye kalan tüm erkek kadın, çocuk ve yaşlıları ülke içinde askere giden erkeklerin yerini almaları ile görevlendirmiştir.
Kısa süre içerisinde Fransız ordusunun sayısı 1 milyonun üstüne çıkmıştır.
Bugünkü manada genel seferberlik ile büyük orduların oluşturulmasının
Fransa tarafından mümkün kılınması sonrasında az ya da çok diğer devletler
de bu gelişmeyi takip etmeye başlamışlardır. Bu gelişmeyi müteakip olarak
Avusturya, Prusya ve Rusya’da genel seferberlik teorisi ile birlikte sivil halktan,
vatansever coşku ile genel seferberliğe katılmalarını istemişler ve devletler savaş mücadelesine sadece ordularını değil tüm halklarını da dâhil etmişlerdir.
Devletlerde, bu askeri zorunluluktan kaynaklanan değişimin desteklenmesi
için eğitim, halk sanatı ve törenler ve her türlü propaganda mekanizmaları
Avrupa’da, halklara kendi, devletlerinin güçlü olduğu, her zaman haklı olduğu
ve asla hata yapmayacağı üzerine kurgulanmıştır. Fransız ihtilalinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganının yerini, vatandaşların devletlerine sahip çıkmaları, devletleri için mücadele etmeleri ve fedakârlık yapmaları geçmiştir.7
1793 öncesinde savaşlar, insanların pahasına yürütülen bir eylem olarak algılanır iken, genel seferberlik savaş kavramı sonrasında savaşın devleti
oluşturan halk için olduğu kavramı düşünsel alanda gelişmiştir.8
1648 ile 1789 yılları arasında Avrupa’da savaş sadece devletlerin kendi
arasında olan bir gelişme olarak kabul edilir iken, Fransız ihtilali sonrasında
genel seferberlik teorisinden top yekun savaşa geçişi Colmar von der Goltz
teorileştirmiştir. Alman subayı Goltz “Das Volk in Waffen “isimli eserinde
modern ekonomik, teknolojik ve askeri gelişmeler ile savaşların şeklinin
değiştiğini, Prusya’nın 1864 – 1866 ve 1870-71 savaşları sırasında demiryolları ve telgraf hatlarının Prusya silahlı kuvvetlerinin emrine verildiğini, bir
ülkenin tüm kaynaklarının ve imkânlarının ordu ile bütünleştirilmesi ile
birlikte artık savaşların sadece ordular arasında klasik manada anlaşıldığı
gibi olamayacağını yazmıştır. 1793’ un genel seferberlik retoriği artık pratiğe
dönüştüğünü ve tüm bir halkın çağrıldığı zaman üniformasını giyerek, silahlanarak düşmana saldırabileceğini belirtmiştir. Artık tüm bir ulusun asker
olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. ( Nation in Arms )
Romantik Fransız ihtilali yazılımının da Avrupamerkezci tarih yazılımının bir ürünü olarak
düşünülmesi gerekmektedir. Fransız ihtilalinin “ özgürlük, eşitlik, kardeşlik “ sloganı sadece Fransızlar
için geçerli bir tanım olarak dile getirilmiştir. Fransız ihtilalinin terörünü temsil eden Maximilien
Robespierre, geleneksel savaş kaidelerini bir yana bırakarak, yaralı ya da esir alınan hiçbir İngiliz ya
da Prusyalı askere acıma gösterilmemesini istemiştir, yayımlanan bir emir ile İspanya ile olan savaş
sırasında, savaş alanında hiçbir İspanyol askerin esir alınmaması emredilmiştir. Bunun sonucu olarak
1795 tarihinde 9.000 İspanyol esirin infazı gerçekleştirilmiştir. Fransa’nın savaş esirlerine yönelik bu
politikası 1799 tarihinde Napolyon Bonaparthe ın iktidarı ele geçirmesine kadar devam etmiştir. Christopher Blackburn, a.g.e., s.104. Napolyon Bonaparthe’ da Yafa’da 4.100 Osmanlı savaş esirinin öldürülmesi emrini vermiştir. Louis Antoine Fauvelet de Bourrienne, “ Memoirs of Napoleon Bonaparte”, Editör R.W.Phipps, Cilt 1,Charles Scribner’s Sons, New York, 1891,Bölüm 18, s. 172
7
8
Martin van Creveld, “ The Transformation of War “, The Free Press, New York, 1991, s.38 – 41
418
Alman General Erich Ludendorff, 1935 tarihinde yayımladığı kitabında
“Top- Yekûn Savaş” ( Der totale Krieg ) kitabında, artık savaşların sadece devletler ve askeri personel arasında değil aynı zamanda devletlerin vatandaşları
arasında da yaşanması sebebi, 1.Dünya Savaşı’nın “ Top- Yekûn Savaş” olarak
nitelendirilmesi gerektiğini belirtmiştir. Top- Yekûn Savaş kavramı ilk kez
Fransa’da savaşın bitimi ile birlikte (guerre total) kullanılmıştır.9
1.Dünya Savaşı savaşa katılan tüm ülkeler açısından Genel Seferberlik ile birlikte Top-Yekûn Savaş olarak gerçekleşmiştir. Top- Yekûn Savaş,
uluslararası hukuk tarafından ayırım da bulunulan, savaşçılar (askerler)
ve savaşçı olmayanlar (siviller) ayırımını ortadan kaldırmaktadır. Bu savaş
şeklinde, savaşan ülkeler sadece askeri kapasitelerini değil aynı zamanda
ekonomik, teknolojik ve moral kapasitelerini de son aşamasına kadar savaş
için kullanır. Bütün ulus bir şekilde savaşın içerisinde yer almakta, insanların yaşamları savaşa göre düzenlenmektedir. Düşmana yapılan saldırılar da
sadece düşmanın askeri kapasitelerini ve hedeflerini yok etmenin yanında
askeri üretimini sağlayan tüm endüstriyel tesislerini, gıda üretimini de hedef almaktadır. Bu sayede düşman ülke sivillerinin de Top-Yekûn Savaş içerisinde hedef haline getirerek onları pasifize etmeyi amaçlamıştır.10
1.Dünya Savaşı, Fransız İhtilali sonrasında gerçekleşen “Genel Seferberlik “ uygulaması ile tüm ulusun asker olarak kabul edilmesinin ötesine geçerek
tüm ulusun savaşı haline gelmiştir. (Nation at War). Klasik sınırlı savaş sırasında askerler savaş meydanında ölürken, top- yekûn savaşta, ticari gemiler
askeri hedef haline gelerek batırılmakta, fabrikalar askeri hedef olarak görülerek bombalanmakta, sivil nüfusun yaşadığı şehirler askeri hedef olarak görülerek düşmanın direncini kırmak adına bombalanmaktadır. Bir ulus toptan
açlığa mahkûm edilerek savaşma gücü kırılmaya çalışılmaktadır.1.Dünya Savaşı sırasında gıdanın askeri malzeme ilan edilmesi ile birlikte İtilaf Devletlerinin Almanya’ya uyguladığı gıda ambargosu sonucu savaş sırasında yaklaşık
800.000 sivil Alman açlık sebebi ile hayatını kaybetmiştir. Artık tüm bir ulus
savaşın içerisinde bir şekilde yer almaya başlamıştır.
Abluka ve Açlık
Kuşatma kelimesinin karşılığı İngilizce “Siege” kelimesi ile ifade edilmektedir. Latince oturmak manasına gelen “Seden” kelimesinden gelmektedir. 11 Kuşatma, genel olarak bir kale veya şehrin düşman tarafından kolay ele geçirilememesi durumunda, saldıran tarafından etrafının sarılarak,
Tomoyuki Ishizu, “ Total War and Social Changes: With a Force on Arthur Marwick’s Perspective on
War ‘, http://www.nids.go.jp/english/event/forum/pdf/2011/09.pdf, Erşim tarihi 14/06/2014,
9
10
Jeremy Black, “ The Age of Total War 1860 – 1945”, , Rowman& Little field, Plymouth, 2006, s.1-10
11
Alexander Gillespie, “A History of the Laws of War” Cilt 2, Hart Publishing, Oxford, 2011,s.52
419
askeri ve diğer yardımların gelmesinin engellenmesi durumudur. Kuşatma
sırasında savunma duvarlarına düzenli zarar verilmesi gerçekleştirilirken
öte yandan da kuşatma altında bulunan yerdeki yiyeceklerin tükenmesi ile
teslim olmaları amaçlanmaktadır.
Kuşatmanın daha büyük bir alan içerisinde ve hatta bir ülke ile gerçekleşmesi halinde ise abluka kelimesi kullanılmaktadır. Abluka belirli bir bölgeye
kaynakların ulaşmasının güç ile engellenmesi olarak da tarif edilmektedir. Abluka tarihsel süreç içerisinde denizlerde uygulanmaya başlanmışa da günümüzde
karada ve havada ablukalar gerçekleşmektedir. Kuşatma ve ablukalarda açlık ile
düşmanı teslim olmaya zorlanmak ortak amaç olarak yer almaktadır.
19.Yüzyılın başında açlık politikaları ile düşmanı zayıflatmak savaşın
yöntemlerinden biri olarak kabul edilmekteydi. Fransız İhtilali sonrasında
1793 yılında İngiltere ve Rusya, Fransa’ya ve tarafsız ülkelere gıda ihracatını
yasaklamışlardı. Napolyon ise İngiltere’nin Avrupa’dan gıda ithalatını engellemek ve her türlü ürün ihracatını engellemek için İngiltere’ye giden veya
İngiltere’den gelen gemilere yasal askeri hedef olduklarını 1806 ve 1807 yıllarında yayınladığı bildiri ile duyurmuştur.
Açlık kuşatmalarında gerçekleştirilmek istenen amaç, düşman ordusunun askeri olarak yenmekten ziyade, şehirde yaşayan sivillerin açlık sebebi ile
ölümleri ile şehrin askeri veya sivil liderlerini teslim olmaya zorlamaktır.12
Açlık ile düşmanı teslim olmaya zorlamak geleneği Avrupalı devletler tarafından 1848 Venedik Kuşatmasında kullanılmıştır. 1970-71 Prusya- Fransa
savaşı sırasında Prusyalılar Paris’i kuşatarak, açlık ile Fransa’yı teslim olmaya
zorlamışlardır, Paris kuşatması sırasında açlıktan Paris halkı şehirde bulunan hayvanat bahçesindeki hayvanları yemek durumunda kalmıştır. Ayrıca,
Parisliler şehirdeki tüm kedi ve köpekleri de yemek zorunda kalmışlardır.
İngiltere’nin, 1884-85 yılında Hartum şehri kuşatmasında Hartumlular kuşatmanın 300.gününde açlık sebebi ile teslim olmak zorunda kalmışlardır. 13
1877 Plevne kuşatması sırasında Osman Paşa, yiyecek stoklarının azalması sonrasında şehirde bulunan yaşlı kadın ve çocukları Sofya’ya göndermek istemiş de olsa Rus kuşatma komutanı General Gourko, Plevne’den
ayrılmak isteyen Türk yaşlı kadın ve erkekleri yoldan geri çevirerek, tekrar
Plevne’ye göndermiştir. 2.Dünya Savaşı sırasında Leningrad Kuşatmasında
Alman General Ritter von Leeb, Rus sivillerin kuşatma altındaki şehirden
ayrılmalarına engel olmuş ve kuşatma sırasında yaklaşık 1 milyon sivil hayatını kaybetmiştir.14
12
Alexander B.Downes, “ Targeting Civilians in War”, Cornwell Univesity Press, 2008, s.85
13
Alexander Gillespie, a.g.e, s.69
14
Alexander B.Downes, a.g.e, s.85
420
1914 yılında Winston Churchill bütün Almanya’nın kuşatılmış bir kale
gibi tüm nüfusu ile birlikte, kadın, erkek, çocuk, yaşlı, çocuk, yaralıların açlık
ile muamele edileceğini söylemiştir.15
Ablukanın Etkisi
İngiliz Donanması tarafından uygulanan abluka, kıyı şeridinde değil açık
denizlerde uygulandığı için nispeten zayıf Alman donanması tarafından abluka uygulayan gemilere karşı askeri karşı hareket gerçekleştirilememiştir.
1915 yılında Almanya’nın yaklaşık 60 milyon olan nüfusunun yaklaşık
14 milyon kişisi kırsalda yaşayan ve kendi gıda ihtiyacını karşılayan köylülerden oluşmaktaydı, geri kalan 46 milyon kişi şehirlerde yaşamakta ve gıda
açısından bağımlı bulunmaktaydılar. Almanya’nın asker nüfusu ise 7 milyondan fazlaydı.16
Almanya 1.Dünya Savaşı öncesinde yıllık 900.000 ton et ithal etmekteydi. 1917 yılında bu oran 5.000 tona düşmüştür. 1918 yılının ilk on ayında ise
sadece 2.000 tona düşmüştür. Ateşkes antlaşmasının imzalandığı günlerde
şehirlerde yaşayanlar için belirlenen et iştikakı haftalık 135 grama düşmüştür. Bu miktar savaş öncesi ortalama tüketimin 8’de 1’ine denk düşmektedir.
Berlin’in simgesi olan kuğular, aç Berlin halkı tarafından yenmiştir.
Savaş öncesi 170.000 yıllık yumurta ithalatı 1917 yılında 40.000 tona, 1918
yılının ilk on ayında ise 17.250 tona düşmüştür. Öte yandan Almanya’nın kendi
yumurta üretimi ise tavukların yem ihtiyacı karşılanamadığı için düşmüştür.
Almanya’nın başkenti Berlin’de ayda 1 yumurta halka dağıtılabilmiştir.
Savaş öncesinde yıllık 577.000 ton balık tüketiminin 361.000 tonu ithalat ile karşılanmaktaydı. 1917 yılında balık ithalatı 97,830 tona düşmüş,
1918 yılının ilk on ayında ise 97,830 ton balık ithalatı gerçekleştirilebilmiştir.
Alman balıkçıların balık üretimi ise İtilaf Devletleri donanması sebebi ile oldukça düşmüştür.
Almanya’nın savaş öncesi yıllık 185.000 ton hayvansal ve bitkisel yağ
tüketiminin % 82’si ithalat ile karşılanır iken, bu ithalat savaş sırasında nerede ise tamamen durmuştur. Savaş öncesi yıllık 1.600.000 ton çeşitli sebze,
tohum ve meyve ithalatı ise 1917 yılında 100,000 tonun biraz üstünde gerçekleşebilmiştir.
Berlin’de savaşın son günlerinde haftalık tereyağı tüketimi savaş öncesindeki bir günlük tüketime eş hale gelmiştir. Almanya’nın savaş öncesi
yıllık 310.800 ton kuru bakliyat ithalatı 1917 yılında 1.708 tona düşmüştür.17
15
Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke, Simon&Schuster, Londra 2008, s.2
N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 19181919” s.163 s.163
16
17
Vernon Kellog, “Germany in the War and After “, The Macmillan Company, New York 1919, s.34-37,
421
Almanya’da tahıl üretimi ise 1917 yılında 1914 yılında ki 21 milyon ton
rakamından 12 milyon ton rakamına düşmüştür. 12 milyon ton üretilen tahılın %30’u orduda görev yapan 7 milyon askere ayrılırken, kendisine yeterli
14 milyon kırsal nüfusa %12 ‘si verilmiştir. Ülke nüfusunun % 67’sini oluşturan şehir nüfusuna %33 tahıl verilmiştir. Geri kalan tahılın % 6’sı ağır işlerde çalışan işçiler ile endüstriyel alkol üretimine verilmiş, %9 tahıl ise askeri
stok olarak ayrılmıştır.18
Almanya her ne kadar savaş öncesinde gıda üretiminin % 90’ını kendisi
sağlıyor olmuş olsa da bu üretimi ancak ithal edilen yaklaşık 2 milyon ton
nitrojen ve fosfat gübresi ile gerçekleştirebilmekte idi. Gübre ithalatının yanında 6 milyon ton yem ithal etmekte idi.
1 Milyonun üstünde mevsimlik işçi diğer ülkelerden hasat zamanı
Almanya’ya mevsimlik göçmen işçi olarak gelmekte idi. Savaş mevsimlik
göçmen işçi akışını keser iken, abluka sebebi ile Almanya’nın gıda üretiminin temeli olan gübre ithalatı da kesintiye uğramış bulunmaktaydı.19
1918 yılına gelindiğinde Almanya’da siviller 1914 yılına göre protein kökenli gıda tüketimi % 80 azalmış bulunmaktaydı.20
Gıda
ablukasından
etkilenen
Avusturya
–
Macaristan
İmparatorluğu’nda evcil hayvan sayısındaki düşüş bir delil olarak kabul
edilmektedir. Avusturya –Macaristan İmparatorluğu’ndaki evcil büyükbaş hayvan sayısı 17.324.000’den 3.518.000’e düşmüştür. Domuz sayısı ise
7.618.000’den 2114.000’e düşmüştür. Almanya’da 1918 yılında günlük gıda
kalorisi ise 1.000 altına düşmüştür.21
1918 yılının ikinci yarısında Almanya’da gıda tüketimi, savaş öncesi
tüketime oranı et ürünlerinde % 12, balık tüketiminde % 5 ‘ine, yumurta
tüketiminde %13’üne, tereyağı tüketiminde %28’ine, peynir tüketiminde
%15’ine, fasulye tüketiminde %6’sına, margarin tüketiminde %16’sına, ekmek tüketiminde %48’ine düşmüştür.22
Gıda Ablukası Sebebi ile Hayatını Kaybedenler Alman Siviller
Sayısı
1915 ile 1918 yılları arasındaki sivil Alman nüfusta yaşanan ölümlerin
karşılığı yaklaşık 800.000 kişiye denk düşmektedir. 1.Dünya Savaşı sırasında
hayatını kaybeden Alman sivillerin oranı savaşın ilk yılı 1914 tarihinde 1913
18
N.P Howard, a.g.e., s. 163
19
Alexander Gillespie, a.g.e s.72
N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 19181919” German History Cilt 11 ,sayı 2 1993, S.161- 188 , s.162
20
21
Alexander Gillespie, a.g.e s.73
22
N.P Howard, age, s.163
422
yılına göre bir artış göstermemiştir. 1915 yılında Almanya’da hayatını kaybeden sivillerin miktarı 1913 yılına göre % 9,5 artış göstermiştir. Hayatını
kaybeden Alman sivillerin oranı 1916 yılında 1913 yılına göre % 14 artış göstermiştir. 1917 yılında sivil Alman kayıpları 1913 yılına göre %32 artış göstermiştir. Bu oran 1918 yılında 1913 yılına göre %37 artış göstermiştir. Ölen
sivillerin büyük çoğunluğunu 5 ile 15 yaş arasındaki nüfusta gerçekleşmiş,
1913 yılındaki ölüm verilerine göre % 55 ölümlerde artış gerçekleşmiştir.
İkinci olarak da 1-5 yaş arasında çocuklarda gerçekleşen ölümler için geçerlidir. 1913 yılı verilerine göre 1-5 yaş arasında gerçekleşen ölümlerde % 49,66
artış gerçekleşmiştir.23
Gıda Ablukası sebebi ile Almanya’da hayatını kaybeden siviller için
Alman kaynakları 700.000 rakamını verir iken, İngiliz resmi kaynakları
800.000 rakamını vermektedir.24
Savaş öncesinde aylık sivil ölüm oranı Almanya’da ortalama 78.820
kişi olarak gerçekleşir iken, 1918 yılının Ekim ayında ölen Alman sivil sayısı
191.320 olarak gerçekleşmiş, Kasım ayında ise bu rakam 184.896 kişi olmuştur. 11 Kasım 1918 tarihinde imzalanan ateşkes antlaşması ile Versay Barış
Antlaşması’nın imzaladığı 28 Haziran 1919 tarihi arasında gerçekleşen 1913
yılı ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında toplamında 245.299 kişi
fazla olarak gerçekleşmiştir. 25
1.Dünya Savaşı sırasında Alman istatistikleri, savaş öncesi ortalama
ölüm oranına göre toplam 763.000 fazla sivil ölümünün gerçekleştiğini ayrıca İspanyol gribi sebebi ile 150.000 ölümün yetersiz beslenme ile gerçekleştiği belirtilmiştir. Gıda Ablukasından etkilenen Avusturya – Macaristan
İmparatorluğu’nda ise 467.000 sivilin yetersiz beslenme sebebi ile hayatını
kaybetmiştir. 26
Öte yandan bebek doğumları ise 1913 yılındaki 1.84 milyondan rakamından 1918 yılında 9.93 milyon rakamına düşmüştür.27
11 Kasım 1918 Compiegne Ateşkes Antlaşması
Almanya, 11 Kasım 1918 tarihinde adını imzalandığı yer olan Compiegne ormanından alan Compiegne Ateşkes Antlaşması’nın imzalamıştır. Almanya imzaladığı ateşkes antlaşması gereğince 15 gün içerisinde işgal etmiş
23
Vernon Kellog, age, s.42
Öte yandan ablukadan etkilenen Avusturya – Macaristan İmparatorluğu, işgal ettiği Sırbistan’daki
gıda ürünlerine el koyması sonucunda Sırbistan kaynaklarına göre 365.000 kişi açlık ve yetersiz beslenmeden kaynaklanan tifüs salgını sebebi ile hayatını kaybetmiştir. N.P.Howard, age, s.163
24
25
N.P.Howard, age, s.166
26
Alexander B.Downes, a.g.s., s.87
27
N.P.Howard, age, s.166
423
olduğu Fransa, Belçika ve Lüksemburg’un yanında 1870-71 savaşı sırasında
topraklarına katmış olduğu Alsace - Lorriane bölgesini 15 gün içerisinde
boşaltmayı kabul etmiştir. (madde II). Ayrıca İtilaf devletlerine 5.000 top,
25.000 makineli tüfek, 3.000 ağır havan, 1.700 uçağı teslim edecektir.28 (
adde IV) Ren nehrinin batı yakasını askeri olarak boşaltacak ( madde V), ve
5.000 lokomotif, 150.000 vagon ve 5.000 kamyonu yedek parçaları ile birlikte İtilaf devletlerine teslim edilecektir. (madde VII)29
Gıda Ablukası konusunda ise XXVI madde düzenlemiştir. XXVI maddeye göre Almanya’ya uygulanan gıda ablukası değişmeden devam edecektir. Alman ticaret gemilerinin ise açık denizler de bulunmaları halinde İtilaf
devletlerince el konulacaktır30.
Ateşkes Antlaşması’nın XXXIII maddesi ise sivil Alman gemilerinin
ateşkes antlaşması sonrasında her hangi bir tarafsız ülkeye satışını yasaklamaktadır.31
36 gün süre ile sınırlandırılan ateşkes antlaşması, 13 Aralık 1918 önce 17
Ocak 1919 tarihine kadar uzatılmış32, 16 Ocak 1918 tarihinde 17 Şubat 1919 tarihine kadar uzatılmıştır.33 16 Şubat 1919 tarihinde ise İtilaf devletleri almış
oldukları karar ile ateşkes antlaşması için bir süre sınırı koymamışlar sadece
ateşkesin bitmesini 3 gün öncesinde bildirileceği kararını almışlardır.34
Compiegne Ateşkes Antlaşması Sonrası Gıda Ablukası;
Compeigne Ateşkes Antlaşmasının hemen sonrasında Fransa ve Belçika, açlık koşullarında yaşayan Almanya’da kalan sığır, at, keçi, koyun gibi
canlı hayvanlara el koyarak ülkelere götürmüşlerdir.35
11 Kasım 1918 tarihinde imzalanan ateşkes antlaşması sonrasında
Almanya’ya uygulanan gıda ablukası, ateşkes antlaşmasında yer alan Alman
ticaret filosunun teslim edilmesi baskısı sonrasında Almanya 15 Mart 1919 tarihinde Brüksel Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. Bu antlaşmanın
imzalanması öncesinde Almanya’ya uygulanan gıda ablukası savaşta çatışmaların bitmesine rağmen devam ettirilmiştir. Bu antlaşma ile Almanya deniz ticaret filosunu teslim etmiş ve savaş tazminatı olarak 100 milyon İngiliz PounBritish Army, “ Terms of the Armstices Concluded Between the Allied Governments and the Governments of Germanz, Austria- Hungray and Turkey”, His Majesty’s Stationnery Office, 1919, Londra, 1919
s.2
28
29
British Army, a.g.e., s.3
30
British Army, a.g.e. s.6
31
British Army, a.g.e., s.7
32
British Army a.g.e., s 11
33
British Army a.g.e., s.12
34
British Army a.g.e., s. 16
35
Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historicak Review, s.510
424
du değerindeki Alman Altın Markını ve 11 milyon İngiliz Poundu değerindeki
tarafsız ülke para birimini İngiltere’nin Rotterdam Büyükelçiliği’nin banka
hesabına yatırmıştır. Ancak bundan sonra Almanya’nın Eylül 1919 yılına kadar
370.000 ton gıda ithal etmesine izin verilmiştir. 36
11 Kasım 1918 tarihli ateşkes antlaşması ile Versay Barış Antlaşması’nın
imzalanmış olduğu tarih 28 Haziran 1919 arasında gerçekleşen gıda ablukası
sebebi ile sivil insan kayıpları için 100.000 rakamı verilmektedir.37 1913 yılı
sivil ölüm ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında toplamında 245.299
kişi fazla olarak gerçekleştiği ayrı bir rakam olarak verilmektedir.38
Compiegne Ateşkes Antlaşması Sırasında Uygulanan Abluka
Sebebi – Barış Antlaşması Maddelerini Dikte Ettirebilmek
Henüz savaş sürer iken İtilaf Devletleri savaş sonrası planlarını ve yeni
Avrupa haritasını hazırlamış bulunmaktaydılar. Paris Barış Konferansı sırasında askeri stratejik çekinceler ve askeri jeopolitik dengeler de doğu ve merkez
Avrupa’da yeni devletlerin oluşturulmasında belirleyici olmuştu. ABD vatandaşı Alfred Thayer Mahan, ABD’nin İngiltere‘yi örnek olarak denizlerde egemenlik kurarak ticarete ve uluslararası ilişkilerde güç olması gerektiği teorisi
ile oluşturduğu jeopolitik düşünce ABD’nin Dünya çapında bir deniz gücü oluşumuna gerekçe olmuş idi. İngiliz coğrafyacı ve parlamento üyesi Sir Halford
J.MacKinder,1904 tarihinde “Tarihin Coğrafi Ekseni”( The Geographical Pivot
in History ) isimli kitabını yayımlamıştır ve kitabında “Merkez Bölge” teorisi ile
yeni bir jeopolitik açılımda bulunmuş ve bu yeni yaklaşım 1.Dünya Savaşı öncesinde kabul görmüştü. MacKinder Dünya’nın önemli kaynaklarının Avrasya
topraklarında, çoğunlukla Rusya’da yer aldığını belirtmiş. Dünyanın bu uzak iç
bölgesindeki kaynakların deniz ticaretine elvermediği için henüz el değmemiş
olduğunu ama yeni teknolojiler demiryolu gibi kolaylıklar bu kaynakları ulaşabilir kılacağını ve Dünya’daki jeopolitik ilişkileri değiştirebileceğini belirtmiştir.
MacKinder düşüncelerini geliştirmeye devam etmiş ve 1919 basımı “Demokratik
İdealler ve Gerçeklik” ( Demokratic Ideals and Reality ) kitabında Himalaya dağları ve diğer fiziki coğrafi engellerin, Merkez Bölge Avrasya’ya ulaşımı güçleştirdiğini, bunun istisnasının Kuzey Avrupa düzlüklerinin olduğunu belirtmiştir.39
Paris Barış Konferansı öncesinde MacKinder, Rusya’da gerçekleşen ihtilal ve yükselen Bolşevik etkisinin Merkez Bölge’nin kaynaklarını kullanarak,
36
N.P.Howard, age, s.184
Suda Lorena Ban- Laswell Lutz, “ The Blockade of Germany After the Armstice, 1918 – 1919: Selected
Documents “ Stanford University Press, 1942, s.791
37
38
N.P.Howard, age, s.166
George W.White, “Nations, State, and Territory, Orgins,Evolutions, and Relationships “ Volume 1 ,
Rowman&LittleField Publishers,Inc, New York 2004, s.206-207
39
425
İngiltere’yi tehdit etmesinden çekinmekten ziyade Alman İmparatorluğu’ndan
çekinmekte idi. Rusya’ya komşu bir Alman İmparatorluğu’nun, askeri teknoloji üstünlüğü ile kolaylıkla merkez bölge olarak nitelendirdiği Avrasya’ya ulaşabileceğini ve gelecekte İngiltere’yi tehdit edebileceğinden çekinmekte idi.
İngiliz Emperyalizminin üstünlüğünü korumak için MacKinder, Almanya’nın
Merkez Bölge, Avrasya’ya ulaşabilmesinin engellenmesi gerektiğini dile getirmiştir. Bunun için ise tampon devletlerin, Finlandiya’dan Yunanistan’a kadar
kurulmasını Paris Barış Konferansı öncesinde önermiştir.40
Paris Barış Konferansı kararları çerçevesinde kurulan devletlerin sınırları, Almanya’ya karşı gerçekçi politika ( real politik ) kapsamında askeri stratejik öngörülerle belirlenmiştir. Aynı zamanda bu strateji sebebi ile Avrupa’nın
politik haritasında ciddi değişimler meydana gelmiştir, Fransa, çoğunluğunu
Almanların oluşturduğu Alsace-Lorraine’i topraklarına katmış ve sınırlarını
Rhone nehrine kadar genişletmiştir. İtalya güney Tyrol’u Avusturya’dan almış, yine bu bölgedeki insanların çoğunluğu Almanca konuşan insanlardan
meydana gelmekte idi. İtalya sınırlarını kuzeyde Alp dağlarının zirvelerine
taşımıştır.(İtalya’nın milli programı Italia Irredanta temel alınmıştır toprak
isteklerinde ) Bu sınır düzenlemeler ile kurulan Çekoslovakya devletinin batı
ve güney sınırları ise tarihsel Alman kültürünün ve topluluklarının yerleşim
yerlerinden oluşmakta idi. Polonya’nın batı ve denize açıldığı kuzey topraklarında ise nüfusun çoğunluğunu Almanca konuşanlar meydana getirmekte
idi. Romanya savaş sonrasında, çoğunluğunu Romenlerin oluşturmadığı diğer etnik grupların meydana getirdiği Besarabya’yı topraklarına katmıştır.
Romanya’nın Besarabya’yı topraklarına katması ile Çekoslovakya ve Polonya
ile ortak sınır oluşması sağlanmıştır. Ortak 3 devletin sınırlarının oluşabilmesi için ise Çekoslovakya doğuda nüfusunun çoğunluğunu Ukraynalıların
oluşturduğu Ruthenye’yı topraklarına katmıştır. Bu 3 ülke hem Bolşevizm’in
batıya yayılmasına karşı bir tampon bölge oluşturacak aynı zamanda da
Almanya’nın doğuya karşı genişlemesine engel olacaklardı. Fransa açısından
ise Almanya’ya karşı tarihsel müttefikleri eski Rus İmparatorluğunun yerini
alacaklar idi. Askeri stratejik gerekçeler ile oluşturulan devletler ise etnik olarak çok kimlikli ulus devletler olarak kurulmuşlardı. Versay Barış Antlaşması
ile Belçika, Danimarka’da Almanya’dan toprak kazanımında bulunmuşlardı.
Yeniden kurulan Polonya’nın ise askeri stratejik gerekçeler ile bir iç kara
devleti olmaması için denize ulaşabilmesi gerekmekte idi ve bu ise ancak denize Alman nüfusun yoğun yaşadığı topraklara sahip olması halinde ulaşabilmesi ile mümkündü. idi. Gdansk ve Fiume, barış konferansı sırasında geleceği en
çok tartışılan iki şehir olmuştur, herhangi bir devlete bağlanmaktansa, ulusla40
George W.White, a.g.e., s.207
426
rarası bir kimliğe sahip “ özgür şehirler statüsüne sokulmuştur. Her iki şehrin
yönetimi seçilmiş müttefik güçlerinin değil de Milletler Cemiyeti’nin sorumluluğuna verilmiştir. MacKinder Akdeniz ile Baltık denizi arasında kurulacak
bariyer ülkelerinden Polonya’nın Baltık denizine sınırının olmasını sadece
ekonomik özgürlük açısından değil Almanya ile Rusya arasında bir deniz gücü
olarak da yer alması gerektiğini belirtmiştir. 41
İtilaf devletlerince hazırlanan barış antlaşmasının jeo–coğrafik amaçların yanında Almanya’nın ekonomik olarak da mümkün olduğunca zayıflatılması amaçlanmıştır. Alman ekonomisi savaş öncesinde 3 temel hususa dayanmakta idi. Uluslararası ticaret, demir ve kömür, gümrük sistemi
ve taşımacılık.42 İtilaf devletlerince hazırlanan barış antlaşması vasıtası
ile Alman ekonomisinin dayandığı 3 temel dayanağın mümkün olduğunca zayıflatılması amaçlanmıştır. Bunun meşrulaştırılması amacı ile Barış
Antlaşması’na savaş suçu maddesi yerleştirilmiştir.43 Savaş suçu maddesi
ile Almanya miktarı belirli olmayan bir tazminatı İtilaf devletlerine ödemek
zorunda bırakılmıştır. Tazminat ödemesine, altın, gemi, savaş malzemeleri,
nakit ve her türlü malzeme dâhildir.44
Demir ve kömüre dayanan Alman ekonomisine darbe vurmak için Alsace- Lorane bölgesi Fransa’ya verilmiştir. Almanya’nın temel demir cevherini % 75’ini karşılayan Alsace-Lorane’in kaybedilmesi Alman ekonomisini
sarsması amaçlanmıştır. Almanya’nın kömür üretiminin büyük bölümünü
gerçekleştirdiği Saar Basin bölgesinin yönetimi özünde Fransa’ya verilmesi
manasına gelecek olan Cemiyet-i Akvam’a devri kararlaştırılmıştır. Yukarı
Silesya ise Polonya’ya verilmiştir.45
Ateşkes Antlaşması’nın 26. Maddesine yazılan Alman ticaret gemilerine el konulması Alman ekonomisinin taşımacılık kısmını ortadan kaldırmıştır. Alman koloniler ise İngiltere ve Fransa arasında paylaştırılmıştır.
Ayrıca geleneksel savaş hukukunun dışına çıkarak Alman sivillerin Almanya dışında bulunan mülklerinin ve şirketlerinin de İtilaf devletleri taraH.J. MacKinder M.P, “ Democratic Ideals and Reality “ Constable and Copmany Ltd, London 1919,
s.208
41
John Maynard Keynes, “ The Economic Consequences of Peace”, Penguin Books, New York, 1995,
s.65-66
42
Almanya ile yapılan Versay Barış Antlaşması’Nın 227-230. Maddeleri, Avusturya ile yapılan Sa,ntGermain-en-Laye Barış Antlaşmasının 173-176. Maddeleri, Bulgaristan ile yapılan Trianon Barış
Antlaşmasının 157-16.maddeleri savaş suçunu mağlup ülkelere yükleyerek, maddi tazminat ile ilgili ve
ülkelerin bölünmesi ile ilgili maddelerin meşrulaştırılması amaçlanmıştır. Bkz. Editörler, T.L.H McCormak ve G.J.Simpson “The Law of War Crimes National and International Approaches” , Kluwer Law
International, Lahey, 1997,s.47
43
44
???
John Maynard Keynes, “ The Economic Consequences of Peace”, Penguin Books, New York, 1995,
82 -87
45
427
fından hiçbir tazminat ödemeden el konulması barış antlaşmasında yer almıştır. Buna göre Çin, Tayland, Mısır, Liberya ve daha birçok ülkede yaşayan
Almanların servetleri bedelsiz olarak el konulmasının hukuki meşruiyeti
savaş tazminatı maddesi ile sağlanmaya çalışılmıştır.46
Fransa Alsace – Lorraine bölgesini alacak, Ren nehrinin batısını 15 yıllığına işgal edecekti. Kömür açısından zengin Saar Bölgesi’nin yönetimi, kurulacak olan Cemiyet-i Akvam’a devredilecekti. Yeniden kurulacak olan Polonya, Almanya’nın endüstri bölgesi Yukarı Silesya’yı topraklarıma katacak,
aynı zamanda Alman nüfusun yoğun olduğu Doğu Prusya’ da Polonya’nın
denize ulaşımının sağlanması için Polonya’ya verilecekti. Danimarka ve Belçika kendi lehlerine sınır değişikliklerinde bulunacak ve Afrika’daki Alman
kolonileri ise İngiltere ve Fransa arasında Cemiyet-i Akvam’ın manda yönetimi çerçevesinde paylaşılacaktı.
Hazırlanan barış antlaşması ile Almanya, topraklarının 1/8’ini, toplum
nüfusunun 171’unu, toplam tarım arazisinin 1/6’sını, toplam kömür üretiminin ½’sini, toplam demir cevheri rezervinin 2/3’ünü, toplam fabrikalarının
1/10’unu kaybetmiştir.
Almanya’nın hazırlanışında dâhil olmadığı barış antlaşmasının şartlarını dikte ettirebilmek için İtilaf Devletleri gıda ablukasına Almanya Barış
Antlaşması’nı imzalayıp onaylayana kadar devam ettirmek kararı almışlardır.
Sonuç;
Bugüne kadar sınırsız sayıda antlaşmada ve diplomatik yazışmalarda
savaş kelimesi kullanılmıştır. Devletlerarasındaki silahlı eylemler genel olarak savaş olarak tanımlanmak ile birlikte var olan savaşın tarifi konusunda
nerede ise her düşünürün kendisine ait bir tarifi olmuştur. Savaşın “ de jure
“ tarifi ise var olan savaşın devletlerarası hukukun altın ilkesi olan karşılıklılık temelinde, savaşın kurallara bağlanmasını ifade etmektedir. Öte yandan
uluslararası hukuk, zaten var olan savaşı meydana getirmemekte, sadece insancıl amaçlar doğrultusunda savaşı düzenlemektedir. 47
Kırım Savaşı sonrasında toplanan 1856 Paris Barış Konferansı sonrasında savaşa katılan taraflarca hazırlanan ve imzalanan 16 Nisan 1856 tarihli Paris
Bildirgesi uluslararası savaş hukukunun başlangıcı olarak kabul edilmektedir.
Dört maddeden oluşan Paris Bildirgesinde, savaşa yer almayan tarafsız ülke
bayrağını taşıyan gemilerdeki düşman devlete ait mala, savaş kaçağı olmamak
şartı ile el koyma yasaklanmıştır. Ayrıca düşman devlete ait gemilerde bulunan tarafsız ülkelere ait mallara el koyma ve zorla alım uygulanamaz ilkesi
46
Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historica Review, s.510
47
Helmut Rumpf, “ Is a Defination of War Necessary ? “ Boston Unıversity Law Review, sayı 18, s.639
428
kabul edilmiştir. Paris Bildirgesi’ne göre düşman ülke malları askeri nitelikli
olmadıkları sürece tarafsız ülke gemilerinde taşınabilecek ve el konulmayacaktı.48 Paris Bildirgesi, ablukayı yasaklamaz iken, ticaret içinde yer alacak “
askeri olmayan malzeme” konusunda ise bir tarif vermemiştir.49
Askeri olmayan malzeme tanımı abluka uygulayan ülkenin yorumuna
bağlı kalmıştır. Almanya’ya savaş sırasında uygulanan gıda ablukasında gıdanın savaş malzemesi sayılması tartışmaya açık bir konu olarak olabilecek
iken ateşkes antlaşması sonrasında savaş halinin ortadan kalkması ile birlikte gıda ablukasının devam ettirilmesi, İngiltere’nin imzacı olduğu ve onayladığı Paris Bildirgesi’ne aykırı bulunmaktadır.
1899 Lahey Sözleşmesinin bugün de geçerli olan bir maddesi
Almanya’ya uygulanan gıda ablukasını savaş suçu kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ispat etmektedir. 1899 Lahey konferansı sırasında, işgalci
bir güce karşı silahlı direniş gösteren sivillerin statüsü hakkında anlaşmazlığa düşülünce, Rus delegelerden Alman asıllı Profesör von Martens’in çözümü devreye girmiştir. Büyük devletler, silahlı direniş gösteren sivillerin
”çeteci” sayılıp, haklarında idam hükümlerinin uygulanması gerektiğini savunurlarken, küçük devletler bunların meşru savaşçılar olarak görülmesini
ileri sürmüşlerdir. Von Martens’in getirdiği hüküm problemi çözmüştür.
Von Marten, daha eksiksiz bir savaş hukuku yasası inşa edilene kadar, sözleşmeyi imzalayanlar, kendilerince onaylanmamış düzenlemenin kapsamadığı konularda, sivil halkın ve savaşçıların ve kamu vicdanının gereklerinin
bir sonucu olarak uluslararası hukukun idaresi ve koruması altında olduklarını açıklamayı doğru bulmaktadırlar.50
Marten Çözümü’ n de bu temel üzerine kurgulanmıştır. 1899 ve 1907
La Hey sözleşmelerinde yer almıştır. Her iki sözleşme de İtilaf devletlerince
imzalanmış ve onaylanmıştır.
Savaş hukukunun temeli, eski çağlara dayanan ve değişmeyen iki genel
ilke üzerine oturmuştur. Zorunluluk ilkesi ( düşmanı mağlup etmek zorunluluğu) ve insanlık ilkesi ( gereksiz acıların, acı çektirmelerin yasaklanması).51
Birbiriyle çelişkili görünmesine rağmen, savaş hukuku bu 2 temel üzerine
inşa edilmiştir. Savaşta bu ilkelerin ihlali, doğrudan doğruya “ savaş suçu” ve
“savaş suçlusu” kavramlarını ortaya çıkarmaktadır.
Charles H.Stockton, The Declaration pf Paris, The American Journal of International Law, Cilt 14,
Washington 1920 s.356-368
48
49
Hikckey D, “ The War of 1812 “, University Press Illinois, Illinois, 1994, s.12
Meltem Sarıbeyoğlu, “ Kitle İmha Silahlarının Yasaklanmasına İlişkin Uluslararası Düzenlemeler”,
http://www.iticu.edu.tr/yayın/dergi/d5/M99964.pdf, Erişim tarihi 02/10/2014
50
Aryeh Neier, “ War Crimes: Brutality, Genocide, Terror and The Struggle for Justice”, Times Books,
New York,1998, s.12
51
429
1.Dünya Savaşı sonrasında 28 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansının Fransa Cumhurbaşkanı Raymond Poincare tarafından açılmasının
10 gün sonrasında konferans tarafından “ Savaş Sorumluları ve Uygulanacak
Cezaları Tespit Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır.52 Savaş Soruluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu, çalışmalarını 29 Mart 1919 tarihinde tamamlayarak toplam 32 savaş suçunu başlıklar altında belirlemiştir. Belirlenen suçlarından 4 numaralı başlık Sivillerin kasıtlı şekilde açlığa
mahkûm edilmesi başlığını taşımaktadır.53
İtilaf devletlerini oluşturan İngiltere, Fransa ve ABD tarafından çatışmaların sonuçlandığı bir dönemde, hiçbir askeri gerekçeye dayanmadan sadece sunulacak olan barış antlaşması maddelerini dikte ettirebilmek adına
uygulanan ateşkes dönemi Almanya’ya uygulanan gıda ambargosu bugün
için “İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlar” kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Kaynakça;
Kitaplar;
Alexander B.Downes, “ Targeting Civilians in War”, Cornwell Univesity Press,
2008, s.85
Alexander Gillespie, “A History of the Laws of War”
Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke
Baker Nicholson “ Churchill” Human Smoke, Simon&Schuster, Londra 2008, s.2
British Army, “ Terms of the Armstices Concluded Between the Allied Governments and the Governments of Germanz, Austria- Hungray and Turkey”
Christopher Blackburn,” French Revolution Wars of the ( 1792 – 1799 ), “, “Encyclopedia pf Prisoners of War and Internment “, Editör Jonathan F.Vance, Abc –
Clıo,Inc, Calıfornia , 2000,s.104
Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”,
Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”,
George W.White, “Nations, State, and Territory , Orgins,Evolutions, and Relationships “ Volume 1 , Rowman&LittleField Publishers,Inc, New York 2004, s.206-207
Hikckey D, “ The War of 1812
James F.Willis, “ Prologue to Nuremberg, The Politics abd Diplomacy of Punishing War Criminals of the First World War”, Greenwood Press, Londra, 1982,s. 68
Jeremy Black, “ The Age of Total War 1860 – 1945”, , Rowman& Little field, Plymouth, 2006, s.1-10
James F.Willis, “ Prologue to Nuremberg, The Politics abd Diplomacy of Punishing War Criminals of
the First World War”, Greenwood Press, Londra, 1982,s. 68
52
53
The American Journal of International Law, C. 14, Oxford University Press, New York, s.114
430
Ludwing von Mises, “ Omnipotent Government, The Rise of the Total State and
Total War”, Liberty Fund, 2010, Indiana, s.104
Martin van Creveld, “ The Transformation of War “, The Free Press, New York,
1991, s.38 – 41
N.P Howard, “The Social and Political COnsequences of the Allied Food Blockade of Germany, 1918-1919 ”
T.L.H McCormak ve G.J.Simpson “The Law of War Crimes National and International Approaches” , Kluwer Law International, Lahey, 1997,s.47
Vernon Kellog, “Germany in the War and After “,
Makaleler
Charles H.Stockton, The Declaration pf Paris, The American Journal of International Law,
Degrelle Ge. Leon “ Hitler: Born at Versailles”, Torrance, CA: Institute for Historica Review, s.510
Georg İggers, “20. Yüzyılda Tarihyazımı”, Tarihi Kötüye Kullanma İçinde, (Çev.
Nurettin Elhüseyni), Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 2003
Helmut Rumpf, “ Is a Defination of War Necessary ? “ Boston Unıversity Law
Review, sayı 18, s.63
Letter of German Foreign Office, Naval War College
N.P Howard, “The Social and Political Consequences of the Allied Food Blockade of Germany, 1918-1919” German History Cilt 11 ,sayı 2 1993, S.161- 188 , s.1629
Nuri Bilgin, “Ermeni Soykırım İddiaları ve Tarihin İnşası”, Ermeni Araştırmaları 1. Türkiye Kongresi Bildirileri, 1. Cilt, (Haz.lar: Şenol Kantarcı, Kamer Kasım, İbrahim Kaya, Sedat Laçiner), ASAM-EREN, Ankara, 2003
İnternet Kaynakları;
Meltem Sarıbeyoğlu, “ Kitle İmha Silahlarının Yasaklanmasına İlişkin Uluslararası Düzenlemeler”, http://www.iticu.edu.tr/yayın/dergi/ d5/M99964.pdf, Erişim
tarihi 02/10/2014
Tomoyuki Ishizu, “ Total War and Social Changes: With a Force on Arthur
Marwick’s Perspective on War ‘, http://www.nids.go.jp/english/event/forum/
pdf/2011/09.pdf, Erişim tarihi 14/06/2014,
Treaty of Versailles, http.//en.wikisource.org/wiki/Treaty_of_Versailles, Erişim Tarihi 10/10/2014
431
Özet
1.Dünya Savaşı sonrasında 28 Ocak 1919 tarihinde Paris Barış Konferansının açılmasının 10 gün sonrasında konferans tarafından “ Savaş Sorumluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu” kurulması kararlaştırılmıştır. Savaş Soruluları ve Uygulanacak Cezaları Tespit Komisyonu,
çalışmalarını 29 Mart 1919 tarihinde tamamlayarak toplam 32 savaş suçunu
başlıklar altında belirlemiştir. Belirlenen suçlarından 4 numaralı başlık Sivillerin kasıtlı şekilde açlığa mahkûm edilmesi başlığını taşımaktadır.
Trajik-komik olarak sivillerin açlığa mahkûm edilmesi savaş suçu olarak ilan edilmiş de olsa, ilanın gerçekleştirildiği gün Almanya’ya uygulanan
gıda ambargosu devam etmekte ve sivil Alman nüfus açlıktan hayatlarını
kaybetmekte idi.
11 Kasım 1918 tarihli Compiegne Ateşkes Antlaşması ile Versay Barış
Antlaşması’nın imzalanmış olduğu tarih 28 Haziran 1919 arasında gerçekleşen gıda ablukası sebebi ile sivil insan kayıpları için 100.000 rakamı verilmektedir. 1913 yılı sivil ölüm ortalamasına göre ölen sivil Alman sayısında
toplamında 245.299 kişi fazla olarak gerçekleştiği ayrı bir rakam olarak verilmektedir.
İngiltere, Fransa ve ABD tarafından barış antlaşmaları şartlarını dikte ettirebilmek amacı ile uygulanan ateşkes döneminde sivilleri hedef alan
gıda ambargosu, çatışma ortamının olmadığı bir dönemde gerçekleştiği için
hiçbir askeri amaç taşımayan, siyasi ve politik sebepler ile gerçekleştirildiği
için bugün insanlığa karşı işlenen suç kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anahtar Kelimeler; Savaş suçu, İnsanlığa karşı işlenen suçlar, Compiegne Ateşkes Antlaşması, Gıda Ambargosu, 1.Dünya Savaşı
Abstract
Food Blockade Applied to Germany as a War Crime After the
Armistice in the 1st World War
The Commission on the Responsibility of the Authors of the War and
on the Enforcement of Penalties was a commission established at the Paris
Peace Conference, in 1919. Its role was to analyze the background of the war
as well as to investigate and to recommend individuals for prosecution, for
committing war crimes during the First World War. The Commission submitted its report on the 29th of March 1919, listing violations of the laws and
customs of war which should be subject to criminal prosecution, including
“deliberate starvation of civilians” in ‘article 4’ of the report.
Tragic events which have been condemned as the starvation of civilians
as a war crime, the food embargo imposed upon Germany on the proclamati432
on of the day, were in progress. The German civilian populations were being
killed as a result of starvation.
Between the Compiegne Armistice Agreement dated November 11, 1918
and the Versailles Armistice Treaty dated on June 28, 1919, the food blockade caused more than 100,000 civilian losses of German.
The total average number of German civilian deaths numbered over
245,299 individuals compared to the period between armistices and the signing of the Treaty of Versailles to the average civilian deaths in 1913 given as
a separate statistic.
Britain, France and the United States food embargo was applied with
the aim of dictating the terms of peace treaties, targeting civilians in the armistice period, which carried no military purpose during the period of conflict, but were simply carried out for political and policy purposes and as such
should today be considered within the scope of crimes against humanity.
Key Words; War Crime, Crimes agianst humanity, Compeigne Armstice Agreement, Food Blockade, 1st World War
433
Birinci Dünya Savaşı’nın Diplomaside Yarattığı Değişimlerin Yapısal Analizi
Murat JANE*
Barış ÖZDAL**
Giriş
Literatürde genel kabul gördüğü üzere 1648 Westphalia Barış Antlaşmaları ile kurulduğu kabul edilen modern uluslararası ilişkilerin ve Westphalian uluslararası sistemin güvenlik algısı, sistemi oluşturan egemen eşit
devletlerin varlıklarının devamı üzerine kurulmuştur. Sistemin merkezindeki aktörler ise uzun süre egemen devletler olmuş ve bu bağlamda egemenlik ve ulus-devlet kavramları, 1. Dünya Savaşı öncesinde Westphalian uluslararası sistemde birbirleriyle ilintilendirilmiştir1.
Westphalian uluslararası sistemde devletlerin dış politikalarının temelini “devlet çıkarı” (Raison D’etat) oluşturmuştur. “Devlet çıkarı” ilkesi,
Avrupa’da diplomatik ilişkilerin gizli yürütülmesini beraberinde getirmiş,
Avrupa tarzı modern diplomasi; Kardinal Richelieu, Klemens Von Metternich, Charles Maurice de Talleyrandgibi devlet adamı ve diplomatların kişisel insiyatifleri çerçevesinde yürütülmüştür. İstikrarsız ittifaklar, gizli diplomasi, kişisel kararlara bağ(ım)lı ve salt devlet çıkarı esasında şekillenmiş
modern diplomasi ise uzun vadede,“la Der Des Ders” yani “tüm savaşların en
sonuncusu / the last of the all wars” biçiminde tanımlanan1. Dünya Savaşı’na
yol açmıştır.
İlk bakışta şairane bir ifade gibi duran bu tanımlamanın amacının, aslında savaşın sonunda oluşturulan uluslararası sistemin yeni yapısı üzerinden, kamuoylarında “sürdürülebilir bir barış” algısı yaratmak olduğu ileri
sürülebilir. Bu algıyı yaratmak, hatta algının ötesinde bu amacı pratiğe geçirmek için mevcut diplomasi ilkeleri ve yöntemleri dışında alternatif ilke ve
yöntemler de gündeme gelmiştir. Bu bağlamda ABD Başkanı Woodrow Wilson ve SSCB Devlet Başkanı Vladimir İliç Lenin’in uyguladığı açık diplomasi
ve MC’nin kurulmasıyla gündeme gelen parlamenter diplomasi uygulaması
1. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası sistemi ve diplomasiyi belirleyici etkilerde bulunmuştur.
Arş. Gör., Uludağ Üniversitesi, [email protected].
Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi, [email protected].
1
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz., Barış Özdal, Avrupa Birliği Siyasi Bir Cüce, Askeri Bir Solucan mı?
Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası ile Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası Oluşturma Süreçlerinin Tarihsel Gelişimi, Bursa 2013, s. 3 ve 6-7.
*
**
435
1. 1648-1914 Yılları Arası Dönemde Westphalian Sistem2
Tarihsel bir perspektiften bakıldığında 1618–1648 yılları arasında yapılan 30 Yıl Savaşları’nı sona erdiren Westphalia Barış Antlaşmaları ile modern anlamda uluslararası ilişkilerin başladığı ve uluslararası sistem oluştuğu genel olarak kabul edilmektedir3. 1. Dünya Savaşı’na kadar olan zaman
dilimi esas alındığında Westphalian Sistemi 1648-1815 

Benzer belgeler