SBArD 2008, 12
Transkript
SBArD 2008, 12
Yıl: VI Sayı: 12 Sayfa: 1 – 240 SBArD Eylül 2008 ISSN 1304 – 2424 Recep CENGİZ-Ramazan SARIÇİÇEK; Nesimi’nin Şiirlerinde Ortodoks ve Heterodoks Düalizmi 1 – 19 Burak GÜMÜŞ; Erinnerungspolitische Bemuhungen Im Rahmen Des Alewitischen Opferdiskurses Bezuglich Kerbela Und Dem Osmanischen Reich 21 – 52 İbrahim ÖZCOŞAR; 19. Yüzyılda Diyarbakır’da Hıristiyan Cemaatler 53 – 69 Fatih YAĞMUR; Çocuk İstismarı ve İhmali 71 – 78 Ali KOZAN; Tarih Yazımında Tarafsızlık Problemi: İlk Dönem Siyer-İslam Tarihi Yazıcılığı Örneği 79 – 93 Metin Ziya KÖSE; Osmanlı Devleti’nde Uluslararası Ticarette Türk Tüccarların Rolü (XVI-XVII. Yüzyıllar) 95 – 107 Fahri TÜRK; Die Palästinapolitik Des Osmanischen Reiches Während Des Ersten Weltkrieges (1914-18) 109 – 117 Ahmet KOLBAŞI; Koçi Bey Risalesi’ne Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet- Halk Münasebetlerini Etkileyen Faktörler 119 – 129 Mehmet Ali SARI-Ferhat AĞIRMAN; “Tarihte İlerleme İdesi”nin Biçimsel ve Tarihsel iki Kaynağı: Augustinus’un ve Aydınlanma’nın Tarih Anlayışları 131 – 148 Yahya SUZAN; El-Hâcirî ve Dîvânı 149 – 174 Hasan YAVUZER; Diyanet İşleri Başkanlığının Kurumsal Yapılanması İçinde Cami Hizmetlerine Sosyolojik Bir Bakış 175 – 199 Hakan TAŞDEMİR-Murat ÇINAR; Avrupa Birliği Hukukunda Bir Esnek Hukuk Aracı Olarak Açık Koordinasyon Yöntemi ve Entegrasyona Kazandırdıkları 201 – 210 Leyla ÇAKICI GERÇEK; İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatı 211 – 227 Ahmet KANKAL-Ahmet CİHAN; XIX. Yüzyılın Başında İstanbul’da Yayımlanan Gazeteler 229 – 240 SBArD 2008, 12 AKADER Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ (SBArD) DİYARBAKIR 2008 SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VI Sayı: 12 Sayfa: 1 – 240 SBArD Eylül 2008 ISSN 1304 - 2424 Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Edebiyat, Hukuk, Psikoloji, Sanat, Sosyoloji, Tarih ve diğer sosyal bilim dallarındaki bilimsel çalışmaların yılda iki kez -Mart ve Eylül- aylarında yayımlandığı hakemli bir dergidir. Yayıncı Akademik Araştırma ve Dayanışma Derneği (AKADER) Turgut Özal Bulvarı Onur Apt. No: 56/5 Bağlar-Diyarbakır / Türkiye Internet: www.akader.org --- www.akader.info Sahibi AKADER adına S. Ahmet ATAK Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Ahmet CİHAN Baş Editör Prof. Dr. Ahmet KANKAL Editörler Kurulu Doç. Dr. Ahmet TAŞĞIN (Din Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet Salih ERPOLAT (Tarih) Yrd. Doç. Dr. Kenan YAKUBOĞLU (Felsefe) Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Fazlı ERGÜL (Eğitim Bilimleri) Yrd. Doç. Dr. Mehmet HAZAR (Türk Dili ve Edebiyatı) Arş. Gör. Ömer ERGÜN (Hukuk) Yayın Kurulu Doç. Dr. Ahmet KELEŞ Yrd. Doç. Dr. Mustafa SARIBIYIK Yrd. Doç. Dr. Bülent SÖNMEZ Öğr. Gör. S. Ahmet ATAK SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ Yıl: VI Sayı: 12 Sayfa: 1 – 240 SBArD Eylül 2008 ISSN 1304 - 2424 İletişim Adresleri Prof. Dr. Ahmet Kankal Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi 50300 Nevşehir / Türkiye Tel: 0535 978 38 18 0505 631 33 17 [email protected] Arş. Gör. Ömer Ergün Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi 21280 Diyarbakır / Türkiye Tel: 0505 631 77 70 [email protected] www.akader.org --- www.akder.info Atıf Önerisi Örneği SBArD 2005 Sy. 6, sh. 15 SBArD 2005, sh. 15 SBArD 2008, 12 SBArD HAKEM KURULU Prof. Dr. Mehmet AKGÜN, Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Şahin AKINCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet AYAN, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Gül AKYILMAZ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Zeki ASLANTÜRK, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Mustafa AVCI, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Hasan BAHAR, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Mikail BAYRAM, (Emekli, Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Salim CÖHCE, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Fazıl Hüsnü ERDEM, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. İhsan ERDOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN, Ege Üniversitesi Prof. Dr. Hüseyin HATEMİ, (Emekli, İstanbul Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KALA, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Hasan KAVRUK, İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Huriye KUBİLAY, Dokuz Eylül Üniversitesi Prof. Dr. Taketsugu OKAVA, Yamagata Üniversitesi Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Saadettin ÖZÇELİK, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Vecihi ÖZKAYA, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Meral ÖZTOPRAK-SAĞIR, Akdeniz Üniversitesi Prof. Dr. Ekrem SARIKÇIOĞLU, Süleyman Demirel Üniversitesi Prof. Dr. Aziz Can TUNCAY, Fırat Üniversitesi Prof. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Samim ÜNAN, İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Bayram ÜREKLİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan YILDIRIM, Selçuk Üniversitesi Prof. Ahmet ATAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Adnan TEPECİK, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlyas DOĞAN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Hakan HAKERİ, Selçuk Üniversitesi Prof. Dr. Remzi KILIÇ, Niğde Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet CİHAN, Nevşehir Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KANKAL, Nevşehir Üniversitesi Prof. Dr. M. Alaaddin YALÇINKAYA, Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Salim KOCA, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. E. Semih YALÇIN, Gazi Üniversitesi Prof. Dr. İlhan ERDEM, Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Halil KALABALIK, Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Ali GÜLER, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Prof. Dr. E. Aydın KOLUKISA, Niğde Üniversitesi Prof. Dr. İbrahim COŞKUN, Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Muhittin TUŞ, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Ejder OKUMUŞ, Dokuz Eylül Üniversitesi Doç. Dr. Aziz TAŞDELEN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Ali YILDIRIM, Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Zafer ZEYTIN, Akdeniz Üniversitesi Doç. Dr. Sabri EYİGÜN, Dicle Üniversitesi Doç. Dr. Melek GÖKAY YILMAZ, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Sebahattin ÇEVİKBAŞ, Atatürk Üniversitesi Doç. Dr. B. Ünal İBRET, Kastamonu Üniversitesi Doç. Dr. Ramazan ÇALIK, Selçuk Üniversitesi Doç. Dr. Muhammet TASA, Selçuk üniversitesi Doç. Dr. M. Edip ÇAĞMAR, Dicle Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Uğur YÖNTEM, Dicle Üniversitesi SOSYAL BİLİMLER ARAŞTIRMA DERGİSİ YAYIN İLKELERİ 1) SBArD’a yayımlanmak için gönderilecek eserler Word 6 veya daha sonraki sürümlerde yazılmış olmalıdır. 2) Yazılarda Standard (normal) şablon kullanılmalı ve özel biçimlendirme yapmaktan kaçınılmalıdır. 3) Eser metni Times New Roman yazı tipi (12 punto) ve tek satır aralığı ile yazılmalıdır. Her paragrafta paragraf boşluğu bırakılmalıdır. a. Başlıkların aşağıdaki biçimde olmasına dikkat edilmesi gerekir. I. Başlık 1 1. Başlık 2 a. Başlık 3 i. Başlık 4 b. Çalışmanın sonuna Kaynakça eklenmelidir. 4) Dipnotlar Times New Roman yazı tipi (10 punto) ile yazılmalı ve sayfa sonuna eklenmelidir. Dipnot metinleri nokta ile bitirilmelidir. Referans gösterilen eserler/kaynaklar, sayfa altında gösterilmesinin yanında metin dâhilinde ve usulüne uygun olarak parantez içerisinde de gösterilebilir, ancak açıklamalar mutlaka dipnotta yer almalıdır. 5) Tablo ve Resimler, çalışmada bulunmak istenen yere, B5 kâğıt formatına uygun olarak yerleştirilmiş olmalıdır. 6) Eserlerin Türkçe ve İngilizce / Almanca / Fransızca / İtalyanca dillerinden birinde yazılmış özetleri ve anahtar kelimeler ana başlığı takiben metne eklenmelidir. 7) Eserler, A4 kâğıda üç nüsha çıktısıyla birlikte 3½ Disket’e ya da CD’ye kayıtlı olarak SBArD iletişim adresine gönderilmelidir. 8) SBArD’a gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun değerlendirmesi ve ilgili Hakemin olumlu görüşü üzerine yayımlanır. 9) SBArD’a gönderilen eserler sahiplerine iade edilmez. 10) Eserlerin yayım hakkı SBArD’ a aittir. SBArD’da yayımlanan eserler yazılı izin alınmadan kısmen ya da tamamen herhangi bir şekilde çoğaltılıp yayımlanamaz; bilimsel çalışmalarda atıf kurallarına uyularak kaynak gösterilebilir. SBArD’ da yayımlanan yazılardan dolayı sorumluluk makalenin sahibine aittir. Yayımlanan eserlerde ileri sürülen görüşler, eser sahibine ait olup, SBArD’ı bağlamaz. SBArD 2008, 12 © SBArD İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Recep CENGİZ-Ramazan SARIÇİÇEK NESİMİ’NİN ŞİİRLERİNDE ORTODOKS VE HETERODOKS DÜALİZMİ ORTODOKS AND HETERODOKS DUALIZM IN THE NESİMİ’S POEMS 1 – 19 Burak GÜMÜŞ ERINNERUNGSPOLITISCHE BEMUHUNGEN IM RAHMEN DES ALEWITISCHEN OPFERDISKURSES BEZUGLICH KERBELA UND DEM OSMANISCHEN REICH ALEVİ MAZLUM SÖYLEMİ ÇERÇEVESİNDE KERBELA VE OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE İLGİLİ ANMA POLİTİKASI DENEMELERİ 21 – 52 İbrahim ÖZCOŞAR 19. YÜZYILDA DİYARBAKIR’DA HIRİSTİYAN CEMAATLER CHRISTIAN COMMUNITIES IN DİYARBAKIR IN THE 19 TH CENTURY 53 – 69 Fatih YAĞMUR ÇOCUK İSTİSMARI VE İHMALİ CHILD ABUSE & NEGLECT 71 – 78 Ali KOZAN TARİH YAZIMINDA TARAFSIZLIK PROBLEMİ: İLK DÖNEM SİYER-İSLAM TARİHİ YAZICILIĞI ÖRNEĞİ THE PROBLEM OF NEUTRALITY IN WRITING HISTORY: THE TEXT OF FIRST PERIOD SIYER-ISLAMIC HISTORY WRITING 79 – 93 Metin Ziya KÖSE OSMANLI DEVLETİ’NDE ULUSLARARASI TİCARETTE TÜRK TÜCCARLARIN ROLÜ (XVI-XVII. YÜZYILLAR) THE ROLE OF TURKISH MERCHANTS IN INTERNATIONAL TRADE IN OTTOMAN EMPIRE (XVI-XVIITH CENTURIES) 95 – 107 Fahri TÜRK DIE PALÄSTINAPOLITIK DES OSMANISCHEN REICHES WÄHREND DES ERSTEN WELTKRIEGES (1914-18) BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI DEVLETİ’NİN FİLİSTİN SİYASETİ (1914-18) 109 – 117 İÇİNDEKİLER / INDEX SAYFALAR / PAGES Ahmet KOLBAŞI KOÇİ BEY RİSALESİ’NE GÖRE XVII. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA DEVLET- HALK MÜNASEBETLERİNİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER THE FACTORS AFFECTING THE STATE-PUBLIC RELATIONS IN THE OTTOMAN EMPIRE IN XVIITH CENTURY ACCORDING TO THE KOÇİ BEY’S TRACT 119 – 129 Mehmet Ali SARI-Ferhat AĞIRMAN “TARİHTE İLERLEME İDESİ”NİN BİÇİMSEL VE TARİHSEL İKİ KAYNAĞI: AUGUSTİNUS’UN VE AYDINLANMA’NIN TARİH ANLAYIŞLARI FORMAL AND HISTORICAL SOURCES OF “THE IDEA OF PROGRESS IN HISTORY”: UNDERSTANDING OF HISTORY OF AUGUSTINE AND ENLIGHTENMENT 131 – 148 Yahya SUZAN EL-HÂCİRÎ VE DÎVÂNI AL-HÂGİRÎ AND HIS DÎWÂN 149 – 174 Hasan YAVUZER DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ KURUMSAL YAPILANMASI İÇİNDE CAMİ HİZMETLERİNE SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ SOCIOLOGICAL LOOK AT MOSQUE SERVICES WITHIN THE PRECIDENCY OF RELIGIOUS AFFAIRS 175 – 199 Hakan TAŞDEMİR-Murat ÇINAR AVRUPA BİRLİĞİ HUKUKUNDA BİR ESNEK HUKUK ARACI OLARAK AÇIK KOORDİNASYON YÖNTEMİ VE ENTEGRASYONA KAZANDIRDIKLARI THE OPEN METHOD OF COORDINATION AS A SOFT LAW INSTRUMENT IN THE EUROPEAN UNION LAW AND ITS BENEFITS TO THE INTEGRATION 201 – 210 Leyla ÇAKICI GERÇEK İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MEVZUATI THE LAWS OF WORK HEALTH AND SAFETY 211 – 227 Ahmet KANKAL-Ahmet CİHAN XX. YÜZYILIN BAŞINDA İSTANBUL’DA YAYIMLANAN GAZETELER THE NEWSPAPERS PRINTED IN ISTANBUL AT THE BEGINNING OF XXTH CENTURY 229 – 240 NESİMİ’NİN ŞİİRLERİNDE ORTODOKS VE HETERODOKS DÜALİZMİ Recep CENGİZ Ramazan SARIÇİÇEK Özet / Abstract Her toplum tipi, kendine özgü bir sanatçı kimliği ve sanat eserleri yaratır. Bir toplumdaki sanat eserleriyle ilgili araştırmalar ise tarihe bir bütün olarak bakmayı; dinî, ahlakî, siyasî ve hukukî alanlarda etkili olan iktidar merkezlerine karşı muhalefet eden kurumlar ve bunların görüşlerini çok faktörlü sosyolojik bir olgu içinde ele almayı gerektirir. Ayrıca sanat eserlerinin sosyolojik çözümlemesi, toplumda gruplar arasındaki ilişkilerin açıklanmasıyla sağlanabilir. Bu çalışma, dinî, ahlaki, siyasi ve hukuki alanlardaki Nesimi’nin şiirlerini sosyolojik çözümleme girişimi olarak nitelendirilmelidir. Günümüzde, edebiyat sosyolojisi alanındaki bu tür bilimsel araştırmalar, modern Türkiye'nin kendisini ilişkilendirdiği toplumsal yapısıyla ilişkili kopuk halkalardan birini bularak yerine koyma olarak değerlendirilebilir. Anahtar Kelimeler: Sanat, iktidar, muhalefet, Ortodoks, Heterodoks. ORTODOKS AND HETERODOKS DUALIZM IN THE NESİMİ’S POEMS Every society, even Nesimi who was traditional like society he is in or modern has its own artistic identity or work of art. Because of that fact, every study of works of art should be evaluated in its whole historic back ground in which there are moral, religion, politic, law or the other kinds of institutional structures. İn addition to that , to explain the sociological aspect of a work of art, we should understand the relations among the different types of groups in a society. For this reason this study is an explanation of sociological aspect of Nesimi's poem in the fields of moral, religion, politic, law or the other kinds of institutional structures in its historic period. This kind of scientific studies in literature sociology is an effort to research a part of broken ring of modern Turkey related to its social structure. Key Words: Art, power, opposition, İslâmic Orthodox and Heterodoxy. 1. Giriş Günümüzde “uzmanlık” fikrinin ön plana çıkmasının en belirgin nedenlerinden birinin bilimde ayrıntıyı yakalama çabası olduğu söylenebilir. Bu çabanın en önemli Yrd. Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. el-mek: [email protected] Yrd. Doç. Dr., Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Bölümü. el-mek: [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 tetikleyici unsuru ise, aynı konuyu farklı bilim disiplinlerinin değişik bakış açılarından değerlendirebilmektir. Nitekim pek çok ülkede üniversitelerdeki fen ve sosyal bilim disiplinlerindeki uzmanlar kendilerine yakın olan alanlarda ortak bilimsel çalışmalar yapabilmektedirler. Bu bağlam içinde yapılan bu çalışma tarih, edebiyat ve sosyoloji alanlarındaki ilişkiyi yakalama çabasıdır. Bu disiplinler arasındaki ilişkiler ağını oluşturmak, konunun tarihî, edebî ve sosyolojik unsurlarını yerli yerine koyabilmek ve bir bütün içinde bunları açıklayabilmekle mümkündür. Zira Klasik Türk Edebiyatında önemli yere sahip divanların dizelerinde ifade edilmek istenenler, sadece edebiyatla sınırlı olmayıp aynı zamanda tarihî ve sosyolojik veri olup disiplinler arası çalışmaları zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle devrin olaylarını, gelenek ve yaşayış biçimini bilmeden, sanatçının hangi şart ve ortam içinde olduğunu belirlemeden bir edebiyat metninin tam olarak yorumlanması mümkün olmayacaktır. Örneğin, 14 yüzyılda Nesimi (ö. 1433) tarafından yazılmış bir şiiri sadece yer, zaman ve isim belirterek açıklamaya çalışırken, tek başına “el-Müeyyed1 (Saltanat yılları 815/1412- 824/1421), zamanında Halep’te asılmıştır...” (Kürkçüoğlu: 1985, XVIII) denilmesi yeterli olacaktır. Oysa tarihsel bir dönemin edebiyatını sosyolojik açıdan açıklamak için onu yer, zaman ve isimden bağımsız olarak yorumlamak gerekmektedir. Başta şiir olmak üzere sosyal yaşam içinde ortaya konulan tüm sanat alanlarına yönelik araştırma geleneği, tarihe bir bütün olarak bakmadaki ihmal nedeniyle hak ettiği yeri alamamıştır. Bu konunun tipik örnekleri arasında, Türk tarihinde dinî, ahlaki, siyasi ve hukuki alanlarda etkili olan şeyhülislâmlık ve ulema konusu ilk sırada zikredilebilir. Söz konusu alanda, devletin kurulu sistemini savunan ulema ile bunlara muhalefet edenlerin kurumsal ve bireysel görüşlerini yansıtan sanat içerikli söylemler yeterince çok faktörlü sosyolojik bir perspektiften ele alınmamıştır. Oysa kurulu düzeni (Ortodoksi) savunan kurumlarla, Hurufilik, Bektaşîlik, Mevlevîlik ve Halvetîlik gibi o dönemdeki aktif-belirgin muhalif oluşum ve organizasyonlar (Heterodoks), Nesimi’nin yaşadığı çağın ve coğrafyanın bir parçası olarak sanat ve edebiyat sosyolojisi açısından önemli bir yere sahiptir. Tarihe atıfta bulunarak sanat eserlerinin açıklanması kadar, sanat eserinin ortaya çıkışında etkili olan koşulların göz önünde bulundurulması da eserin doğru anlaşılmasında önemli bir etkendir. Her dönemde sanat eserleri, sosyal ve doğal nedenlerle toplumsal yaşamda hak arama sürecinin işlemediği, anlaşmazlıkların çözümlenemediği, hak ve adalet duygularının tatmin edilmediği durumlardan boş zaman olgusuna kadar geniş bir nedenler yelpazesinin ürünü olarak ortaya çıkar. Değişik sosyal nedenlerle anlaşmazlıkların çözümlenemediği ve adalet duygularının tatmin edilmediğini aktaran Nesimi’nin şiirlerinde Ortodoks ve Heterodoks düalizminin gerginliği görülmektedir. Söz konusu gerginliğin ve Nesimi’nin temsil ettiği bir taraf olan Ortodoks düşüncenin genel karakteristik özelliklerine baktığımızda genel olarak şu görünümle karşılaşılmaktadır: Batini2 öğretilerini ve buna 1 2 2 Zamanın Mısır hükümdarı, (Saltanat yılları 815/1412- 824/1421). Batınilik: Şii karakterli diğer mezheplerle birlikte bu isimle anılmaktadır. 8.yy. da İsmailliye hareketi ile özdeşleşen, önceleri Hurufilik adı altında hareket eden sonra da Bektaşilik içerisinde yayılma eğilimi gösteren bir inanç sistemidir. Irak’ta ve İran’da hâlâ etkinliği bulunan; Dürzi’ye, Halefiye, Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK dayanan gizli ritüellerini geleneksel olarak yalnızca dini lider konumundaki kişilerin organize ettiği, heterodoks gruplar, Türk tarihi içinde Selçuklu ve Osmanlı toplumunun siyasi-idari yapısıyla, politik ve toplumsal merkezleriyle sınırlı bir etkileşimi olan kapalı bir dinsel-grup niteliğinde bulunmaktadır. Heterodoks öğretide dini inanç ve pratikler, batıni özellikler taşımakta ve gizli ritüeller sözlü olarak aktarılmaktadır. Bu bakımdan Nesimi’nin Ortodoks ve Heterodoks düalizmini ifade eden şiirlerinde önemsenmesi gereken bir görevi yerine getirdiği görülmektedir. O, her şair gibi şiirleriyle bir görevi ve sorumluluğu yerine getirme inancıyla; toplumsal yaşamda var olan durumu tespit etmeye yönelik, duygusal, psikolojik ve sosyal özellikleri yansıtan bir tutum sergilemektedir. Sanatı ortaya çıkaran nedenlerle birlikte, sanat eserlerinin niteliklerine göre yorumlanması da edebiyat sosyolojisi açısından tartışmalı bir alan olarak görünüm kazanmaktadır. Örneğin yazılı sanat alanları için ön görülen analiz yönteminin resim, müzik, heykel gibi sanat alanları için de geçerli olup olmayacağı tartışılabilir. Zira her sanat eserinin özgün biçimsel yapısı birbirinden ayrıdır. Bu nedenle şiir, yazınsallık açısından yorumlanmayı gerektiren farklı bir karakter sergilemektedir. Buna göre görsel eserler dış dünyayı, davranış ve düşünüş biçimlerini kanıksamamıza neden olabilirken; şiirin bu kanıksamayı kırarak davranış ve düşünceleri taze bir bakışla yeniden algılamamıza imkân sağladığı iddia edilebilir. Bu konuda başka bir problem alanı da, sanat eserlerinin yorumlanmasında kullanılan gerçek ve nihai belirleyicilere dair spekülasyonlardır. Bu nedenle, sanat eserleri ile ilgili hiçbir tek faktörlü açıklama pratikte yeterli olmamaktadır. Şüphesiz, şiirin karmaşık bir arka plana sahip olması, sanatçının iç ve dış gruplar ile olan ilişkilerindeki karmaşıklığın açıklanması sosyolojik bir yaklaşımı gerektirmektedir. Günümüzde, edebiyat sosyolojisindeki bu tür bilimsel araştırmalar, modern Türkiye'nin toplumsal yapısının kopuk halkalarından birini yerine oturtarak bütünü sosyolojik açıdan bir değerlendirme olarak kabul edilebilir. Çalışmada, Nesimi’nin şiirlerinde ifade ettiği olaylar birer sosyolojik olgu olarak değerlendirilmiş ve şiir ve sanatçı sözleriyle de Nesimi ve onun şiirlerine atıfta bulunulmuştur. Çalışmada, örnek bir şahsiyet olarak Nesimi’nin seçilme nedeni onun sanat ve edebiyat anlayışının İslâmî yorum farkının ortaya çıkardığı gerilimleri en iyi şekilde ifade ettiğini düşündüğümüzden dolayıdır. O dönemde ortaya çıkan olayları, doğru ve bir bütün olarak kavrayabilmek için dönemin toplumsal kurumları, kavramları ve ilkelerini Nesimi’nin şiirlerinde belirgin biçimde ortaya koymak hedeflenmektedir. Ancak konunun en önemli sorunsalı ise, Nesimi’nin yaşadığı dönem ve İslâm ilişkisinin bütün yönleri ile ele alınıp tartışılmasıdır. Araştırmanın konusu, edebiyat ve toplum ilişkileri alanında, sanatın; ahlâk, siyaset, hukuk vb. ögelerin Ortodoks ve Heterodoks düalizmi çerçevesinde açıklanmasıdır. Çalışma, Seyyit Nesimi’nin şiirlerinde 14.-15. yüzyıllardaki toplumsal yaşamın Ortodoks ve Heterodoks düalizminin “söylem”, “öykü” ve “anlatım” edinimi Hurufilik, İsmailliye, Karmatilik, Nuseyriye gibi tarikatları bulunan bir inanç biçimidir. Batıniler halifelik yerine imamlığı teklif etmektedirler, imam, onlara göre Hz. Ali'nin soyundan gelmektedir. (Kırkkılıç, 1996; 264-266). 3 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 ile nasıl tanımlandığını konu edinmektedir. Araştırmanın amacı, Nesimi’nin şiirlerinden hareketle Ortodoks ve Heterodoks düalizminin araştırılması, sınırlılığı ise Nesimi’nin metin içerisinde belirtilen şiirleridir. Araştırma; l) metodoloji ve 2) kuramsal çerçeve olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. 2. Sanat ve Edebiyat Sosyolojisi Üzerine Sanat eserleri; onun yaratıcısı olan sanatçıyı da kapsayan “estetik obje”, “estetik suje”, “estetik tavır” ve “estetik değer” olmak üzere bir kare ilişkisi içinde ele alınabilir. Bu karenin birinci kenarında güzel dediğimiz bir varlık “estetik obje”, örneğin bir şiir, bir doğa parçası; ikinci kenarında bu estetik varlıkla ilişki içinde bulunan onu estetik olarak algılayan bir “estetik suje”, üçüncü kenarında estetik suje ile estetik obje arasındaki ilişkiden doğan bir “estetik tavır”; dördüncü kenarında ise, sanat eserlerine yüklediğimiz “yüce”, “trajik”, “komik” manzumesini oluşturan “estetik değer”ler bulunmaktadır. Örneğin, Süleymaniye Camii’ni bir “estetik obje”, onu statik yönden seyreden/inceleyen birey “estetik suje”; camii sadece seyretmek için bakan kimsenin davranışı “estetik bir tavır” ve camiyi düşünsel-bilgisel/bilimsel olarak değerlendirme ise “estetik değer”dir (Tunalı: 1984, 25). Sanatın taşıdığı karmaşıklık onun tahlil edilmesi ve yorumlanmasını da zorlaştırmaktadır. Sanat, ister bir yansıtma, isterse benzetme ya da taklit olarak kabul edilmiş olsun, objeleri yorumlamak hatta bunların benzerlerini resmetmek sorunlu bir alan olarak kabul edilmektedir. Benzer olarak sanatın niteliği hakkında ileri sürülen kuramlar da iki genel çözümleme yaklaşımı sunmaktadır. Bunlardan birincisi, psikolojist anlayışı da içeren, sanatı süjenin belirlediğini savunan fenomonolojik görüştür.3 İkincisi ise, tek yanlı olmayan bütünsel ontolojik4 çözümlemedir (Tunalı: 1984, 82-86). Aynı şekilde önemli sayabileceğimiz kuramlardan yansıtmaya bakıldığında, eser üzerindeki belirlemeleri oldukça önemlidir. Yansıtma kuramına göre, eserin en önemli özelliği doğayı, insanı, hayatı kısaca gerçekliği yansıtmasıdır. Zira sanatla insan, doğayla hayat arasında sıkı ve kaçınılmaz bir ilişki bulunmaktadır. Genellikle “gerçekliği” yansıtma denildiğinde çoğu zaman belli başlı üç görüşle karşılaşmaktayız. Bunlardan birincisi, sanatın görüngüyü (uzay gerçekliği) olduğu gibi yansıtmasıdır. Bu çerçevede sanat, bu görüngünün bir kopyasıdır. İkincisi sanatın evrensel olan unsurları yansıtmasıdır. Örneğin, bir sanat olarak şiir soyut evrensel bir 3 4 4 Fenomonolojik görüş: “Alman filozofu Edmurnd Hussel tarafından kurulmuş olan bilincin çok çeşitli formlarıyla, dinî, estetik, ahlaki ve duygusal her türlü doğrudan deneyimini analiz edip betimleyen felsefe anlayışı. Merleau-Ponty’ya göre ise, fenomonoloji bizi dünyaya bağlayan ilişkinin bilincine varma ve dünyanın gerçekliğini kavramanın biricik aracıdır. Fenomonolojinin en önemli başarısı, aşırı öznellik ile aşırı nesnelliği dünya ya da rasyonalite kavramı içinde belirtmiş olmasıdır. Fenomonolojinin görevi, dünyanın gizemiyle bilincin gizini açığa çıkarmaktan başka bir şey değildir” (Cevizci: 2000; 370). Ontoloji:”Gerçekliğin yapısını ve doğasını varlık, oluş, değişme, zaman, öz, zorunluluk, yokluk, edimsellik gibi kategorileri kullanarak olabildiğince kapsayıcı bir tarzda açıklamaya çalışan felsefi görüştür.” (Cevizci: 2000, 680). Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK gerçekliği ifade ederken, somut olarak toplumsal, bölgesel ve bireysel gerçekliğin bir ifadesidir. Sonuncusu ise, ideali yansıttığına olan inançtır. Bu inanç, nesnelerin özünü verme gayreti içinde bu dünyadakilerin kusurlarını silmek ve onları olduğu gibi değil olmaları gerektiği gibi yansıtma anlayışıdır. Marksist estetiğin önemli kuramcılarından sayılan Georg Lukacs da sanatı “yansıtma” olarak kabul etmekte bunu “doğalcılık” ve “gerçekçilik” olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Lukacs, doğalcılık kavramıyla, önemli ile önemsizin, gerçekliğin belirleyicisi olanla olmayanın ayırt edilememesini anlatmaktadır. Bu durumda bireyle toplum, bireyle doğa arasındaki ilişkiler mantıksal bir anlamlılıkla kurulamamış olmaktadır. Bunlardan gerçekçilik sosyal gerçekliği yansıtmaktır. Burada sanatçının görevi toplumun belirli tarihsel dönemindeki gelişme süreçlerini yani toplumun iç ve dış dinamiğinin kavranması olarak açıklanmaktadır. Hatta, sosyal gerçekliği “tarihi eleştirel gerçeklik” ve “toplumcu gerçeklik” olarak ikiye ayırmaktadır (Moran: 1994, 75-90). a) Tarihî eleştirel bir yaklaşımla bakıldığında, bir okurun geçmişte yazılan bir eseri ve yazarının amacını anlayabilmesi ve değerlendirebilmesi için eserin yazıldığı çağdaki koşullar, inançlar, dünya görüşü, sanat anlayışı vb. hakkında bilgi sahibi olması gerekir. b) Sosyolojik eleştirel açıdan bakıldığında ise sanat kendi başına var olmayıp, toplum içinde doğan ve toplumun bir ifadesi olan gerçekliktir. Sanatı, sanatçıyı ve okuru toplumsal koşullar belirlediğine göre burada yapılacak iş, bu koşullar göz önüne alınarak sanatla ilgili soruları/sorunları açıklamaya çalışmaktır (Moran: 1994, 76). Günümüzde edebiyat sosyolojisinin en gözde olanı, edebiyatın belgesel yönünün tercih edilerek çağına ayna tuttuğudur. Buradaki ayna imgesi yaklaşımı, uzun ve belirgin bir tarihe dayanarak herhangi bir milletin edebiyatının o milletin hangi yapıda olduğunu söylememize imkân sağlamasıdır. Bu yönüyle edebiyat, toplumsal yapının değişik kesimlerinin, aile ilişkilerinin, sınıf çatışmalarının, vb. bir yansımasıdır. Bu popülerliğine rağmen ayna kavramı edebiyatın sosyolojik analizinde çok büyük itina ile ele alınmalıdır. Bu yaklaşımın en önemli çekincesi, edebiyat sosyologunun belirli dönemlerin tarihsel detaylarına inmek için yeterli ustalığa sahip olamamasıdır. Zira söz konusu bakış açısı, sadece edebî kaynaklara nüfuz etmenin sorunu açıklamakta yeterli olamayıp daha çok diğer kaynaklardan toplumun yapısını bilmeyi gerektirmesidir (Alver: 2004, 79-63). Edebiyat sosyolojisi araştırmaları, genellikle dört kategoride değerlendirilebilir. Bunlar; 1. Yazarın hayat evreleri; 2. Eser; 3. Yayıncı ve 4. Okuyucunun araştırılmasıdır. Bunlardan birincisi yazarın eseri oluşturma dönemi ve yazarın toplum içindeki konumudur. İkincisi ise eserin toplumsal boyutuna dikkat çekilmesidir. Bu boyutun tespiti ve tahlili için genellikle; 1- Eserin hitap ettiği toplumsal kitlenin tespiti, toplumsal kitleden maksat, eserin muhtevasıyla ilgili olarak yöneldiği kitledir. Örneğin, dini bir grup mudur, çocuklar mıdır, gençlik midir? gibi unsurların tespit edilmesidir. 2- Sosyal olaylar karşısında yazarın tavrının tespit edilmesidir. Burada yazarın biyografisine müracaat ederek gerçek hayatta bu olaylar karşısında aldığı tavırla, kurgusal hayattaki tavrının mukayese edilmesidir (Alver: 2004, 189-197). 5 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 Sanat üzerine söylenmesi gereken bir başka husus, sanat ve edebiyatın üretici ve tüketici merkezli olduğunun bilinmesidir. Üretici merkezli edebiyat anlayışı manevi tatmin ve maddi kazanç beklentisi olarak ikiye ayrılabilir. Maddi kazancı bir yana bırakırsak, manevi tatmin beklentisinin tipik örneklerinden biri edebiyatın propaganda vasıtası kılınmasıdır. Nesimi’de tipik gerçekliğini bulan bazı edebiyatçılar, teolojik, ideolojik, felsefî, dinî düşüncelerin kitlelere yayılmasında bir araç olarak sanatı kullanmayı başarabilmişlerdir. Türk edebiyatında Nef’i, Nabi gibi şairlerin Ortodoks; Pir Sultan Abdal’dan Âşık Veysel’e uzanan sanatçıların ise Heterodoks düşüncenin yayılmasında edebiyatı bir propaganda aracı olarak kullandıklarını söyleyebiliriz. Edebiyatın tüketici merkezli değerlendirilmesi ise üretici merkezli duruşu kadar önemli olmakla beraber çalışmamızın niteliği çerçevesinde yadsınmıştır (Alver: 2004, 200208). . 3. Nesimi’nin Yaşadığı Dönemin Sosyal Yapısı; Tarihî Bir Perspektif İslâmi Türk Edebiyatının temeline adını yazdırmayı başarmış olan Seyyit Nesimi hakkında kaynaklardaki bilgiler çelişkili olmakla beraber, onun hayatının önemli dönüm noktalarını teşkil eden Fazlullah Hurufi ile buluşmaları, Anadolu'ya gelişi ve sonraları Halep’e gidişi tarih bakımından tespit edilebilmektedir. Nesimi, tarihi tam olarak bilinmemekle beraber, Mısır Sultanı Melikü’l-Müeyyed’in verdiği hüküm ile derisi yüzülmek suretiyle öldürülmüştür. Nesimi'nin Halep'te uğradığı bu feci akıbet ise, hayatının menkıbelerle örülmesine neden olmuştur. Bu nedenle şairin hayatı, bazen kaynaklara, bazen eserlerine, zaman zaman da rivayetlere atıfta bulunularak açıklanmaktadır. 15. yüzyılın başlarında meydana gelen savaşlar, Ortadoğu ve Anadolu’da hayatı harap olan halkı korku ve güvensizliğe sürüklemiş, bu durum Nesimi’nin de içinde bulunduğu o günün şairlerinde dünyaya ve hayata yönelik dinî, ahlaki, siyasi, hukuki, vb. toplumsal kurumlara yönelik karamsar bir bakış açısı oluşturmuştur. Aynı zamanda dönemin şairleri ve bunların söylemleri muhalif dinî ve siyasi gruplar bu sürecin bir parçası olarak birbirlerini iç ve dış güç odaklarının işbirlikçileri olarak görmeğe başlamışlardır. Bu ortam içinde Nesimi’nin de Dülkadiroğlu5 beyi Osman Karayülük ve Timur’la iyi geçinmesi ve Timur’un yandaşı olarak savaşması, Mısır ve Suriye’de bulunan siyasal grupları kuşkulandırmıştır.6 Osmanlı İmparatorluğunda grup içi çatışma, onun sosyal yapısında etkili olan “ırk” (milliyetçilik) ve “din” (İslam) olgularının düalizmine yaslanmaktadır. Osmanlı, İmparatorluk haline gelişinden yıkılışına kadar birbiriyle çatışan milliyetçi grupların 5 6 6 Dulkadiroğulları koşullara göre kimi aman Osmanlıları, kimi zaman Memlukları destekleyen Maraş ve yöresinde hakim olan bir beyliktir. Bu tarihsel süreç içerisinde yaşanan olaylar Nesimi’nin şiirlerinde değişik vesilelerle zikredilmektedir. Râzık-ı erzâkımız Mer’aş değil Rızkı Mer’aşdan umarsın hoş değil Kim ki arıtmaz için bî-gaş değil İki üçü kim dedi kim şeş değil (Ayan: 1990: 415, T-187) (Şiirlerin sonunda gelen ifadeler kaynak ve sayfasıyla beraber şiir numarası/türü ve beyit numarasıdır.) Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK varlığına sahne olmuştur. İkinci Murat döneminde Enderun’a alınan Arnavut kralı Jean Kasteryoti’nin küçük oğlu Orj Kasteryoti’nin Arnavutluğa gittiğinde Osmanlıyı uzun yıllar meşgul edecek eylemlere girişmesini buna örnek gösterebiliriz (Sevinç: 1978, 217). Benzer sorunun bir başka örneği ise Türk olmayan Osmanlı siyasi-idari yapısı içinde yer alan devşirmelerin, ihanet ve rüşvet pazarı oluşturmalarında etkin olmalarıdır (Sevinç: 1978, 226). Aynı şekilde Selçuklulardan Osmanlıya uzanan periyot içinde Türk-İslam dünyası, Nesimi’nin şiirlerine yansıdığı gibi İslami Ortodoks ve Heterodoks düalizminin çelişkisine de sahne olmuştur 3.1. Nesimi’nin Hayatı ve Edebi Kişiliği Nesimi’nin nerede ve ne zaman doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. 14. yüzyılda yaşadığı bilinen Nesimi’nin doğum yeri olarak Bağdat civarında Nesim köyü; Diyarbakır; Tebriz; Şiraz ve hatta Nusaybin gösterilmektedir (Kürkçüoğlu: 1985, V-VI). Şairin bu yerlerden hangisinde doğduğu belli olmamakla birlikte bu yerlerin dil, din, milliyet gibi sosyal özelliklerini taşıdığını söyleyebiliriz. Nitekim Nesimi’nin bir şiirindeki; Arab nutku tutulmuştur dilinden Seni kimdir diyen kim Türkmensin7 (Ayan: 1990, 271) ifadesinden onun Azeri Türkmenlerinden olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca kaynaklarda “nesebi doğru, yüksek dereceli seyitlerden” olduğu yönündeki bilgiler de onun kültürel olarak seçkin bir sosyal çevreden olduğunu/geldiğini doğrulamaktadır (Ayan: 1990, 30).8 O, bir şiirinde; Gerçi bugün Nesîmîyim Hâşimîyim Kureyşîyim Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam9 (Ayan: 1990, 242) diyerek de bunu teyit etmektedir. İnanç bakımından Nesimi’nin görüşleri, her ne kadar önce Sünni sonra Şiî din adamları hatta bazı Heterodoks tarikatlarca hoş karşılanmamış olsa da 10, bütün 7 8 9 10 Senin mükemmel Arapça konuşmandan dolayı Arab’ın dili tutulmuştur; bundan dolayı senin Türkmen olduğunu kimse tahmin edemez. Divan’ında kullandığı “gelemem” yerine “gele bilemem”, “sığmam” yerine “sığmazam”, “demem” yerine “demezem” gibi iktidari fiillerle geniş zamanların olumsuz hallerini ifade ediş tarzından Habibî ve Fuzûlî gibi onun da dilinin Türkçe’nin Oğuz lehçesine oldukça yakın Azeri lehçesi olduğu anlaşılmaktadır. Farsça’ya Türkçe kadar hâkim bulunmak, bir divan tertibine yetecek miktarda Farsça şiirler de yazmakla beraber, Türkçe şiirlerinin Farsçalarından daha çok ve daha esprili oluşu ana dilinin Türkçe olduğuna ayrıca tanıklık etmektedir. Nesimi, şiirlerini daima aruz vezniyle yazmıştır. Bu bakımdan, hece vezniyle yazılmış şiirler onun değildir. Aruz vezninin en girift ve güç vezinlerini başarı ile kullanmıştır. Nesimi’nin şiirlerinde kafiye sağlamdır ve O şiirlerinde Türkçe’ye hâkimdir. Aynı zamanda Nesimi’nin, Türkçe kadar güzel, ahenkli Farsça şiirleri de vardır. Nesimi’nin başlıca eserleri Türkçe ve Farsça divanlarıdır. (Kürkçüoğlu: 1985, XXII) “Bugün Nesîmî diye anılmakta isem de Hâşimoğulları soyundan, Kureyş oymağındanım. Bundan dolayıdır ki alâmetim uludur ve bu ululuk sebebiyledir ki alâmete ve şâna sığmam.” Fuzuli Bayat, “Hurûfîlik Merkezleri ve Anadolu’da Hurûfîlik”, www.alewiten.com, 7 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 kaynaklarda, onun Fazlullah Naimi’nin Kur'an tefsir ve tevilleri ile kurduğu Hurufiliği11 benimsediği belirtilmektedir. Hatta onun, üstadı Fazlullah yaşıyorken bile şiirleri ile Hurufiliğin güçlenmesine katkı sağlayan başlıca propagandacılardan olduğu görülmektedir. Ayrıca Onun, üstadı olan Fazlullah Naimi’nin öldürülmesinden sonra dış gruplara karşı gizlenme gereği duymadan iç grup aktivitesini artırdığı, bu maksatla ölümü göze alarak mensup olduğu dinî grubun güçlenmesi için Anadolu'yu, Irak'ı, Suriye'yi dolaştığı ve çevresine birçok kimseleri topladığı hatta Anadolu Beylerinden bir kısmına nüfuz ettiği ve kendisi gibi propagandacılar yetiştirdiği de bilinmektedir.12 Onun, temsil ettiği grubun Anadolu’da güç kazanmasına ve dış gruplara karşı direnişinde önemli bir savunma ve saldırı aracı olan kullandığı edebiyat, o zaman dilimi içinde değerlendirildiğinde ahenkli, akıcı ve etkileyici bir içeriğe ve lisana sahiptir. Divanında bugün için bile kulağı tırmalayan mısralar yok gibidir ve oldukça 11 12 8 Bütün varlık sesten zuhura gelmedir. Ses, kemalini sözde bulur; bu da ancak insanda olur. Sözler, harflerle belirtilen fonemlerden, ses unsurlarından oluşur. Öyleyse sözün aslı harftir. Kur'an-ı Kerim 28; Farsça'da bu 28 harften başka (ç, g, j ve p gibi) 4 harf daha bulunduğundan Fazlu'llah'ın mukaddes sayılan Cavidan-namesi ise 32 harften meydana gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu 4 harfin yerini "Lâmelif" almışsa da bunun tekrarlanmayan 4 harfi (Lam, Elif, Mim, Fe) esasen 28 harf içinde mevcuttur. İnsanın yüzünde l saç, 2 kaş, 4 kirpik olmak üzere 7 hat kıl kümesi vardır, insanlar, analarından bu 7 hatla doğarlar. Bu hatların kendileri ve yerleri toplanırsa 14 eder. Erkekler erginlik çağına girdikleri zaman, sağ ve sol yanlarında 2 bıyık, 2 sakal, 2 burun hattıyla l çene altı hattı olmak üzere 7 hat daha zuhura gelir. Bunlar da kendileri ve yerleri hesap edilmek şartıyla 14 olur. 2x14=28 eder ki bu, Kur’an-ı Kerim harflerinin sayısına eşittir. Saçlarla çene altındaki hattın “istiva” çizgisi, denilen ve yukarıdan aşağıya indirilen bir hatla ikiye bölünmesi halinde bütün hatların kendileriyle yerlerinin sayıları toplamı 32’ye ulaşır. Nusayrilik, Dürzilik, Yezidilik gibi esas inançlarında İslami hükümlerden tamamıyla ayrılmış uydurma bir dindir. “bir tarikattır." Ya da kökleri eski Hind-İran, hatta Mısır’da bulunan Batıniliğe dayana bir mezhep olarak tanımlanabilir. (Bkz. İslam Ansiklopedisinin Hurufilik maddesi). Fatiha suresi 7 ayettir; surenin 7 de adı vardır. 7 ayet ve 7 ad, kendileri ve yerleriyle birlikte 28 eder. Fatiha'da 28 harfin 7’si yoktur. Kadının yüzünde de erkeklerde sonradan beliren 7 hat mevcut değildir. Bundan dolayıdır ki Fatiha’ya “kitabın anası, esası” denilmiştir. Yine Hurufilere göre Kur’an-ı Kerim’in sırrı 29 surenin başında ve Şûra süresindeki 2 olduğu için 30'u bulan söz haline gelmeden kesilmiş harflerden oluşmaktadır. Hurufiler hükümleri belli, açık ve kesin sözler" olarak kabul ederler. Nitekim yolcu olmayanların kıldıkları Farz namazların rekât sayısı da 17’dir; yolcu olansa 11 rekât namaz kılar. “On yedi” harfin dışında kalan 11 harf de Hurufilerce açıktır ikisinin tutarı 28’dir. Yolcu olmayan her gün 17, cuma günü 15 rekatlık farz namazı kılar; 17+15’in tutan da 32’dir. Namazı insan yüzündeki hatlara bağlamak suretiyle kaldıran Hurufiler, İslam dininin diğer şartlarıını da buna benzer harf ve rakam formüllerine uydurma yolunu tutarlar. (Gölpınarlı: 1973, 1819). Eskiden beri harflere türlü manalar verme, onlardan birtakım hükümler çıkarma yolunu tutanlar, bunları Tasavvuf görüşüne katanlar çıkmışsa da sistemi bu haliyle ortaya atanın, Naimi mahlasıyla çok güzel tasavvufi Farsça şiirler de yazmış bulunan Fazlullah Hurufiliğin ana prensipleri Cavidan-ı Kebir adlı eserde belirtildiği bilinmektedir. Onun 1339-1340 tarihinde dünyaya geldiği, Batıni öğretiden etkilendiği İran, Azerbaycan ve Irak’ta dolaştığı, nihayet Tebriz'de sistemini yaymağa başladığı, son zamanlarını Şamahi ve Baku’de geçirdiği, İslam dinine uymayan telkinleri dolayısıyla Şamahi'de tutuklandığı, nihayet zamanın dini otoritelerince verilen bir fetvaya dayanılarak 1394’te Timur'un oğlu Miran Şah’ın emriyle öldürüldüğü ve ayaklarına ip bağlanıp sokaklarda sürüklenen cesedinin sonra müritleri tarafından alınıp gömüldüğü rivayet edilmektedir. (Kürkçüoğlu:1985, XIIXIV). Kürkçüoğlu: 1985, VII-VIII; Fuzuli Bayat, “Hurûfîlik Merkezleri ve Anadolu’da Hurûfîlik” www.alewiten.com./hatta geçici de olsa Fatih Sultan Mehmet’i de etkilediği bilinmektedir. (Gölpınarlı: 1973, 29). Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK vurguludur. Nesimi klasik tasavvuf şiirinin en etkili olanlarını söyleyen bir şair olarak inandığını ve duyduğunu ifade ederek cesur ve ateşli sözleriyle ve yazılarıyla çevresindeki insanlar üzerinde büyük bir heyecan uyandırmış taraftarları dinamik bir hayatın içine sokmayı ve yönlendirmeyi başarabilmiştir (Olgun: 1971, 195). Onun şiiri sadece halk kitleleri üzerinde sınırlı kalmayıp entelektüel kesimler tarafından da benimsenmiştir. Dildeki ustalığı, mısra kurma üstünlüğü, samimiyeti ve lirizmi ile Yunus Emre'yi hatırlatan ve edebiyatımızın kurucularından olan Nesimi’nin halk, tekke ve divan şairlerimiz üzerinde azımsanamaz etkileri olmuştur. Nesimi, 14. yüzyıl Türk edebiyatının olduğu kadar tekke edebiyatının da önemli bir şairi olmakla beraber, şiirlerindeki bütün biçim ve muhteva unsurlarının divan edebiyatı estetiğine uygun oluşu, kelime ve mazmun kullanmaktaki ustalığı onu divan şairi saymamızı gerektirmektedir (Kürkçüoğlu: 1985, VII, XXX-XXXI; Olgun: 1971, 195-199). 4. Nesimi’nin Şiirlerine Yansıyan Sosyo-kültürel Unsurlar Geleneksel veya modern13 her toplum, kendine özgü bir sanatçı kimliği ve sanat eserleri ile belirginlik kazanmaktadır. Bununla beraber nesir veya şiir ayırımı yapmaksızın bir anlatım metnini çözümlemek için üç temel esastan söz edebiliriz. Bunlardan, metinde yer alan bir olay ya da olaylar dizesine “söylem”; olaylar serisinin gerçekte meydana geliş sırasına göre dizilişine “öykü”; öykünün söyleme dönüştürülmesine ise “anlatım edinimi” denilmektedir. Söz konusu bu üçlü düzlem, roman, hikâye vb. yapıtlarda olduğu gibi şiir analizlerinde de kullanılabilmektedir. Burada asıl üzerinde durulması gereken ise söylem ile öykü arasındaki bağıntıdır. Çünkü yazarın hammadde diyebileceğimiz öyküyü nasıl işlediğini/söyleme dönüştürdüğünü bu bağıntı ile incelemek mümkündür (Moran: 1994, 180). Nesimi’nin şiirlerinde söylem, öykü, anlatım edinimi ilişkisi bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Onun şiirinde aşağıda alt başlıklar altında verilen toplumsal olguları, olayları, kurumları ve kavramları arka planlarıyla algılamamız mümkündür. 4.1. Nesimi’nin Anlatım Ediniminde Dinî ve Ahlaki Ortodoks ve Heterodoks Dualizimi Herhangi bir dinin, çok sayıda insan tarafından paylaşılması onun karşılıklı ilişkilerin temel belirleyicisi olabilmesine imkân sağlamaktadır (Berger: 1993, 225). Bu nedenle din toplum hayatında aileden hukuka, ahlaktan siyasete kadar geniş bir 13 Toplumları çeşitli kriterlere göre tanımladığımızda birçok tiplere yerleştirmek mümkün olmakla beraber genelde geleneksel ve modern toplum tiplemesini sosyolojik anlamda şu temalarla açıklamak mümkündür. Geleneksel toplumlar: Bir ideal tip olarak ele alındığında sosyo-ekonomik yapı bakımından, kendi kendine yeterli kapalı bir ekonomi, sınırlı sosyal hareketlilik, dinî olanla sosyokültürel faktörlerin birbirine karıştığı bir sosyal hayat sunmaktadır. Bu toplum tipinde her toplumsal eser gibi sanat ve edebiyat da önemli toplumsal fonksiyonlarından birini yerine getirmektedir. Modern sanayi toplumu ise tasvirini tam olarak yapma olanağı bulunmasa da sosyal örgütlülük açısından oldukça karmaşık bir yapı sergilemektedir. Bu tür toplumda yatay ve dikey hareketlilik yoğunlaşmış, kentleşme ile sosyal hayat alanları daraltılmış ve kendine özgü yapısıyla sanat ve edebiyat üreten bir görünüm arz etmektedir. 9 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 yelpazede çeşitlilik gösteren kurumlarda, kendine özgü varlığında motive olmuş, bu dünyaya yönelmiş, kendine özgü düşünce ve değerler sistemine sahip anlamlı bir işlev göstermektedir (Aron: 1998, 367-368). Örneğin; Hinduizmin belgeleri olan “Veda”14 larda, dünyanın iyi bir şey olduğu bildirilmişken, Budizm’de dünya yadsınmıştır. İslam dini ise, dünyayı ince bir denge noktasına oturtmuştur (Dursun: 1992, 25-26). Kısaca “kutsalın tecrübesi” olarak tanımlanabilen din olgusu, hem teorik hem de pratik anlatım örnekleriyle örülü bir sosyolojik gerçek olarak insanlık tarihi kadar eski ve insanlıkla beraber süre gidecek olan gerçekliktir (Wach: 1995, 37-51). Söz konusu bu teorik ve pratik anlatımın tipik bir örneği olan İslam, var olduğu süre içerisinde ontolojik yapısı gereği toplumda kendine özgü sosyal ilişkiler yaratma ve bu ilişkileri takip etme ve sorgulama zorunda olan bir sistem olmaktadır. Temel paradigması, tek Tanrıya, kutsal bir metne ve “nass”ların aktarılmasına aracılık eden bireye dayanmasına rağmen, İslam’ın da dahil olduğu her ilahi dinde Ortodoks ve Heterodoks yorumların temeli olarak nitelendirebileceğimiz çeşitli mezhep, tarikat kurucuları, sır cemiyetleri ve ihvan birliklerine mensup önderler ve bireyler bulunmaktadır. Bunlara Mevlanadan, Hacı Bektaş Veli’ye kadar uzanan, mensup olduğu toplumun hemen her alanında etkin olan bireyleri örnek göstermek mümkündür. Benzer şekilde Ortodoks ve Heterodoks yorumların temeli olarak nitelendirebileceğimiz, bir toplumun veya bir dinin iç ve dış tehditler ile çökme ve çözülme tehdidi altında olduğu durumlarda ne psikolojik ne sosyolojik ne de teolojik olarak peygamber olmayan Ortodoks veya Heterodoks yorumlamalar sergileyen, reformcu olarak nitelendirebileceğimiz liderler ortaya çıkmaktadır (Wach: 1995, 417419). Söz konusu liderlerin İslam dünyasındaki varlık karakteri de Ortodoks ve Heterodoks düalizminin dinsel temelli sosyo-kültürel farklılıklarının yansımasıdır. Şüphesiz söz konusu farklılıklar, İslam’ın temel paradigmalarının teolojik ve toplumsal açıdan gündelik hayata yansıyan tartışmalarından oluşmaktadır. Mevcut söylemde dinsel ve toplumsal açıdan tanımlanabilen bu gruplardaki farklı statüleri temsil eden liderler, kendi bakış açılarını kültürel, politik ve dinsel terimler kullanarak karşı terminolojilerle ifade etmeye çalışmaktadırlar. Genelde, Hz. Ali merkezli inanç sistemlerinin savunucularının kullandığı terminoloji, egemen kültürün ortaya koyduğu inanç ve ritüelleri yadsıma ve bunların görünür olanlarını reddetme yönünde bir gelişme göstermiştir. Bu görünürlük nedeniyle, egemen İslami görüşün veya toplumun çoğunluğuna uyan milli ve dini politikaların temsilcilerinin benimsediği anlamda, Hz. Ali odaklı gruplara, genellikle; dinsel açıdan mezhepçi, tarikatçı, senkretik ve zındık; toplumsal açıdan ayrılıkçı, çatışmacı, sapkın ve yabancı gözüyle bakılmaktadır. (Olsson: 1999, 261). Oysa Heterodoks gruplar sahip oldukları inanç sistemlerini, daha geniş ve derin (Batini), İslam çerçevesi içerisine oturtmaya çalışarak, Sünni ritüel biçimlerini reddetmek yerine, bunlara saygı gösterme yolunu tercih etmektedirler. Hz. Ali merkezli inanç sistemlerinin farklı inanç ve ritüel türleri olabileceğini kabul etmek, zaten mezheplerin ve tarikatların doğasında bulunan farklı anlama ve açıklamanın bulunduğu anlamına gelmektedir. Örneğin, Heterodoks 14 10 Veda; Hint felsefesinin, M. Ö. 1500-500 yıllarındaki ilk döneminde Tanrı bilgisi, din bilgisi, anlamına gelen ve kurban töreni bilgisini, ilahileri, gizemli sözleri içeren yazılı kaynaklardır (Cevizci: 1997, 706). Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK grupların kendi algılamasına dayanan hoşgörüyü açıklamak için yabancıların kendi yerleşmelerinde kalabilmesine imkân sağlayarak, kendilerini tümüyle farklı bir dini grup olmadıkları mesajını vermeleri ve Heterodoks gruplar içinde farklı bireysel konumlar alabilmesine imkân sağlanmasıdır. Özellikle, sosyal bir sorun oluşturmama gayreti; Heterodoks grupların Ortodoks gruplar tarafından ayıplanmaya maruz kalmaksızın veya herhangi bir yaptırıma uğramaksızın, duruma göre Ortodoks inanç biçimine eklenebilmesine veya tamamen ondan uzaklaşabilmesine neden olabilmektedir. Söz konusu alanda İslam dünyasında ortaya çıkan lider kişiliğin tipik örneklerinden birisi olarak Nesimi her reformcu gibi toplumun var olan durumunu yeniden gözden geçirerek, başta din olmak üzere toplumun tüm kurumlarında, çoğunlukla radikal olan teorik ve pratik girişimlerle büyük bir değişim ve dönüşüm projesi sunmaktadır. Kendisinden önce de İslam dünyasında reform girişiminde bulunan, büyük bir vaiz ve daha önemlisi dini ateşlilik ve heyecanların güçlü yöneticisi Baba İlyas ve Balım Sultan’dan Hacı Bektaş Veli’ye uzanan çizgide Onun Türk-İslam dünyasında etkinliğini şiirlerinden anlamak mümkündür. Bir anlatım metninin çözümlemesi için üç temel esas olan “söylem”, “öykü” ve “anlatım edinimi”nden oluşan üçlü düzlemi de Nesimi’nin şiirlerindeki dinî dokuda bütün çıplaklığı ile görmekteyiz. Onun şiirlerinde, birbirinden kesin çizgilerle ayıramayacağımız, “resmî İslâm”, “geleneksel İslâm”, “kitabî İslâm” ve “tekke İslâmı” anlayışları bu üçlü düzlem içinde açıklanmaktadır. Temel paradigmalarda benzerlik gösteren bu görüşler, onun şiirlerinde, ritüeller, farklılıklar açık olarak anlatılmaktadır. Nesimi’nin şiirlerini önemli kılan, dinî yorum farklılıklarından kaynaklanan anlatım ediniminden oluşmasıdır. Nesimi’yi söz konusu farklı anlayışlar arasından tekke İslâm’ı içinde değerlendirmemize imkân sağlayan onun mensubu bulunduğu Hurufilik konusundaki öncü tutumudur. Onun şiirleri analiz edildiğinde, belirgin bir biçimde, medresenin temsil ettiği fıkha dayalı kitabî İslâm anlayışına muhalefet ettiği, bu bağlamda “resmi İslâm”a karşı bir duruş sergilediği görülmektedir. Aynı şekilde Nesimi’nin şiirlerinden yansıyan yönleri ile bu dönem ve sonrasında karşı bir kuvvet olarak devlet İslâmı’nın temelini oluşturan medrese İslâm anlayışının da, tekke İslâmı’na karşı belirli bir mücadelenin içinde olduğu anlaşılmaktadır (Ocak: 1999, 109113). Onun şiirlerinden hareketle, Ortodoks ve Heterodoks olmak üzere İslam’ın iki ana eğiliminin dönemin sosyal yapısına egemen olduğunu, tüm kültür15 unsurlarından bir olarak kabul edilen, bütün Müslümanların her tabakasında ve sınıfında etkili olan Ortodoks anlayışın iki dünya inancı için kendine özgü bir düşünce alanı ve yaşam tarzı oluşturduğu görülmektedir. Nesimi’nin şiirlerinden yansıyan anlatım edinimi çerçevesince kurumsallaşan tekke İslâmı’nın Heterodoks yorumunun, zaman zaman Ortodoks yoruma/egemen kültüre, merkezî yönetime karşı çatışma içine girdiği görülmektedir (Ocak: 1999, 109-113). Nesimi’nin önemsediği ve şiirlerine yansıttığı, özünü ve sözünü bilgeliğe, bilimselliğe ve aşka dayandırma iddiasında olan, Hz. Ali'nin 15 Diğer bir ifadeyle, “egemen kültür” demek olan tüm kültür, bir toplumda genel geçer kabul edilen kültür unsurlarının oluşturduğu bir bütündür. Örneğin toplumumuzda “Türkçe” bir egemen kültür unsurudur. 11 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 merkeze alındığı Heterodoks tekke İslâmı’nın öğretileridir. O şiirlerinde Heterodoks düşünceyi, Anadolu'da, kendine mahsus “ele, bele ve dile sahip olma”yı bireysel davranış; “bir olmayı, iri olmayı ve diri olmayı” iç grup ilişkileri zemininde ilkeleştiren; temel idesi insanı ön plana alan bir inanç sistemi olarak sunmaktadır. Aynı zamanda buna karşılık onun söylemlerinden, Heterodoks zihniyet ve hayat tarzının, Ortodoks egemen kültür tarafından “anomi”, “sosyal çözülme” ve “sosyal çatışma” gibi bir dizi toplumsal sorunun ortaya çıkmasına neden olan bir dinî sapma olarak algılandığı sonucunu çıkarmamıza da imkân sağladığını söyleyebiliriz. Toplumların tarihinde, dini yorumlamanın bir başka örneği ise “sübjektif” ve “objektif din” anlayışıdır. İslâm medeniyetinin devam ettirilme sürecinde, Nesimi’nin şiirlerinde, halef ve selefleriyle birlikte başta, objektif sonra da sübjektif dini anlayışın egemenliği birlikte görünüm kazanmaktadır (Günay: 1998, 207-212). Dinin söz konusu yorumlamasına bağlı olarak, Nesimi’nin din ile ilgili örnek beyitlerinde16 döneminin sosyal yaşamında etkili olan nasların yorum farklılığının bir ürünü olan Ortodoks ve Heterodoks düalizminden söz ederek şiirlerinin her biriyle bir "uyarı"da bulunmakta ve karşı bir kuvvetin doğmasına ve devam etmesine katkıda bulunmaktadır. 16 12 Nâkıs mihek oldu hamının kalbi zegaldir Bir darbı dürüst arıca dinâr ele girmez Halkın ameli azdı vü gönül yıkıcı çok Bir hasta gönül yapıcı mi’mâr bulunmaz Akreb oldı âlemin halkı vü mâr Fitne yayıldı âlâ kavmi’ş-şerâr Kanda var bir arı bâtın doğru yâr Kanı insâf ü mürüvvet kimde var Ol bilir Hakkı ki yalancı değil Her ki yalan söyler ol nâci değil Hacca doğru varmayan hâci değil Doğru söz doğrulara acı değil Dört gerek dört gerek üç dört gerek Yeddi hatt-ı istivâ üç dört gerek Seyyidi çoklar söğer dehri deyü Kendözün bilenlere beş dört gerek Vahdetin bahrında her dem yüzerim Gevheri ol bahr içinde düzerim İki yüzlünün derisin yüzerim Ma’den-i bahrı elinden süzerim Bunca hây u hu vü bunca hây u hû Aç arık ulak imiş içi kuru Gerçi olmuş mahşerin adı ulu Bağrımı kıldı bu bahşiş yaralu Ey gönül her yana pervâz eyleme Çün kebûter tu’me-i bâz eyleme Kimsenin sırrını kimse saklamaz Kimseyi sen mahrem-i râz eyleme Ka’be yüzündür ey sanem yüzünedir sücûdumuz Tâ ki göre bu secdeyi nâra düşe hasûdumuz Zülf ü kaşınla kirpiğin Mushaf’ımızdır okuruz Ey dilimizde cümle sen güftümüz u şünûdumuz (Ayan: 1990, 184, 177/2) (Ayan: 1990, 185, 178/12) (Ayan: 1990, 398, T-84) (Ayan: 1990, 414, T-185) (Ayan: 1990, 407, T-140) (Ayan: 1990, 421, T-224) (Ayan: 1990, 427, T-264) (Ayan: 1990, 430, T-282) (Ayan: 1990, 190 187/1) (Ayan: 1990, 190187/4) Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK Söz konusu uyarılar, Nesimi’nin şiirlerinde genellikle dinî ritüellerin orijinalitesiyle ilişkilidir. Bu çerçevede ele alınan asıl sorun, dinsel öğelerin, yetkili dinî otoritelerin yorumlarla dinî ritüellerin aslî şekillerinden farklılaşıp farlılaşmadığı ve dinin aslî söylemine uygunluğunun tartışılmasıdır. Nitekim bugün de tartışıldığı gibi, Nesimi’nin söyleminde sıkça vurgulanan, dinde var olan sosyal yaşamla ilgili ritüellerin saf ve asli şekline dönüştürülmesi talebinin dönem içinde tartışmalı konular arasında yer aldığının görülmesidir (Günay: 1998, 272). Onun şiirlerinde İslam’ın analitik ayırımları olan, resmî İslâm ve kitabî İslâm anlayışları ve bunların kendine özgü oluşturduğu ahlak, ritüel ve normlar eleştirel bir yaklaşımla aktarılmaktadır. Nesimi’nin yaşadığı dönemde devlet İslâmı’nın temelini oluşturan medrese İslâm anlayışının, tekke İslâmı’na karşı belirli bir mücadelenin içinde olduğu bilinmesine rağmen (Ocak: 1999, 109-113) onun şiirleri analiz edildiğinde, belirgin bir biçimde, medresenin temsil ettiği fıkha dayalı kitabî İslâm anlayışına karşıt olduğu ve resmi İslâm‘dan farklı bir duruş sergilediği görülmektedir. Nesimi’nin ahlak ile ilgili görüşlerine gelince bu hususta şu değerlendirmeleri yapmak mümkündür. Dinî olgunun bir sonucu olarak ortaya çıkan ahlak, her ilahi dinle birlikte ilahi nizamı anlamak, gerçeği ona uydurmak ve böylece insanlığın veya özel bir insan grubunun refah ve mutluluğunun işleyişini garanti altına almak amacı taşıyan Ortodoks ve Heterodoks yorumlamaları bulunan bir olgudur. Örneğin İslam ahlakı, Hıristiyanlık ahlakı, Yahudilik ahlakı gibi (Wach: 1995, 82 ). İslam inanç ve ahlakı’nı benimsediğini tartışmasız kabul ettiğimiz ve geleneksel toplum tipinde grup ahlakının korunması ve bütünlüğün sağlaması için güçlü teolojik ve sosyal öneme sahip bir otorite olan Nesimi’nin şiirlerinde söz konusu inanç ve ahlak olgularını işlediği görülmektedir. Nesimi, Ortodoks anlayışın Heterodoks anlayışı değerlendirdiği gibi, mensubu bulunduğu toplumun ahlaki ve dinî hassasiyetlerini ele aldığı “söylem”, “öykü” ve “anlatım edinimi”nden oluşan şiirlerinde Ortodoks anlayışı toplumsal bir “anomi”, “sosyal çözülme” ve “çatışma” olarak değerlendirmektedir. O, içinde yaşadığı toplum üyelerinin benimsediği değer ve normlara sadık kalmaksızın, etik değerlerden uzak bir yaşam sürdüğüne hükmetmektedir. Yine şiirlerinde toplumda ahde vefa, samimiyet ve dostluk öğelerinin işlev görmediğini toplumun İslâm anlayışında şekilselliğin egemen olduğunu, gayri İslâmî bir anlayışın bulunduğunu radikal bir üslup kullanarak vurgulamaktadır.17 Nesimi, Tekke İslâmı dışında diğer yorum biçimlerinin toplumun bütün tabaka ve sınıflarında egemen olduğunu, resmi ve resmi olmayan sosyal normların yetersizliğini ve işlevsiz kaldığını belirtmektedir. 17 Yârım deyici çok durur ammâ be-hakikat Fursat gelicek bir vefâ-dâr bulunmaz Ança kişiler da’vî-i İslâm eder ammâ Tek arada bir haç ile zünnâr bulunmaz (Ayan: 1990, 185, 178/2) (Ayan: 1990, 185, 178/4) 13 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 4.2. Nesimi’nin Anlatım Ediniminde Siyasal ve Hukuksal Ortodoks ve Heterodoks Düalizmi Bütün siyasal yapılar, siyasi grupların biçiminde ve geleceğinde belirleyici olan şiddet unsurunu kendi sosyal yapılarına uygunluk içinde iç ve dış grup ilişkilerinde kullanırlar. Bu nedenle siyasal örgütler iç ve dış gruplara yönelik şiddet kullanma açısından farklılıklar gösterebilmektedir (Weber: 1998, 239). Yayılmacı siyasal grupları dışa, iktidarın aynı toplumda el değiştirmesi girişimleri ise içe dönük şiddete örnek gösterebiliriz. Bir toplumun siyasi tutumu; siyasi katılma ve siyasi katılmanın karşıtı davranış şekli olarak ikiye ayrılabilir. Söz konusu her iki ayırımın da siyasi yabancılaşmaya açık olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bunlardan siyasi katılımın teamül dışı görünümleri olan radikalizm, şiddete başvurma-siyasi terörizm, aktivizm, protesto yabancılaşma örnekleri olarak söylenebilir. Buna karşılık bir siyasal tutum olan siyasi katılmanın karşıtı davranışa; güçsüzlük, güvensizlik, anlamsızlık ve tecrit eğilimlerini siyasi yabancılaşmaya örnek gösterebiliriz. (Taşdelen: 1997, 181-183). Bu bağlamda siyasal ve hukuk alanında içe dönük şiddetin kullanılmasında ve tutumun oluşmasında başta din olmak üzere ekonomik güç, eğitim-öğretim düzeyi gibi olguların etki derecesinden söz etmek mümkündür. Özellikle Batıni ve Heterodoksi inanç biçimleri siyasal alanı çok daha kolay etkileyebilmekte ve hatta manipüle edebilmektedir. Bu durumun İslam dünyasındaki tipik örneği Hz. Ali'nin şahsında başlayıp İslam toplumunun bütünü üzerinde etkili olan Heterodoksi inanç sistemleri olarak kabul edebileceğimiz “Hurufilik” ve “Babailik” olarak söylenebilir. Nesimi’nin temsil ettiği İslami “Hurufilik” ve “Babailik” gibi heterodoksi yorumlar İslam tarihinde, Hz. Muaviye’nin, Hz. Ali’nin hilafetini kabul etmeyerek, kendi halifeliğini ilan etmesi ile başlayan ve özellikle Türk-İslam dünyasında toplumsal yapıyı derinden etkileyen tarihi bir sahne oluşturmuştur. Örneğin Sıffin savaşı ve Cemel vakası Ortodoks ve Heterodoks yorumunun başlangıcını; Selçukludan Osmanlıya uzanan Babailik hareketi ise Türk-İslam dünyasının her türden şiddetin kullanıldığı toplumsal çatışma açısından Ortodoks ve Heterodoks düalizminin belirgin göstergeleri arasında yer almaktadır. Tarihsel açıdan bakıldığında, Heterodoks grupların dönemin egemen siyasal gücü altında kendi kuramlarını, kurumlarını, kavramlarını ve ilkelerini, Ortodoks siyasal düşünceye alternatif olacak bir içerikte biçimlendirmişlerdir. Nesimi, mensubu bulunduğu toplumun siyasi dokusunu ifade eden “söylem”, “öykü” ve “anlatım edinimi”nden oluşan şiirlerinde, yaşadığı toplumun dinamizmini ve toplumun katmanları arasındaki çatışmanın çeşitli görünürlüklerini aktarmaktadır. Onun şiirlerinde egemenlik üzerinde etkili olanlarla, bu egemenliği ele geçirmek isteyenler arasında bir birikimin sonucunda ortaya çıkan toplumsal dinamizmi ve çatışmayı görmek mümkündür. 14. yüzyılda, Nesimi de dâhil olmak üzere, devletin din anlayışına muhalefet edenler kendilerine hoşgörü gösterilmemesinden dolayı mümkün olduğunca devlet kurumlarıyla az ilişkiye girme ve eleştirme yolunu seçmişlerdir. Bu nedenle, Nesimi, dinsel yorum farklılığına dayanan muhalif siyasal düşüncelerinden biri olan Hurufiliğe bağlılığı nedeniyle egemen siyasal gücün bakış açısına göre, bölgesel ve aykırı 14 Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK unsurlarla örülerek gittikçe derinleşmeye yüz tutmuş bir siyasal hareketin temsilcisi olarak kabul edilmiştir (Çamuroğlu: 1998, 1996, 133).18 Dönemin hukuki serüvenini ise, onun cezalandırmasında görmek mümkündür. Nesimi’nin öldürülmesi, şiirlerinde, zahiren İslâmî, gerçekte ise siyasi bir kararın ürünü olarak değerlendirilmektedir.19 Zira Nesimi, mahkeme heyetinin karşı çıkmasına rağmen dönemin siyasi otoritesi olan Memluk Sultanı el-Müeyyed’in “resmî buyruk”u üzerine cezalandırılmıştır. Bu, O’nun dinî yaklaşımından öte siyasi amaç doğrultusunda cezalandırıldığının göstergesidir20 (Olgun: 1970, 54-56). Nesimi, şiirlerinde, olası durumları göz önüne alarak, aleyhine fetva verilerek öldürülmesine neden olan tartışmalı konuyu bütün yönleriyle eleştirel bir üslupla ifade etmiştir. İslâm’ın tarihsel süreç içerisinde, idari-siyasi yapıyı yönlendiren bir sistem haline gelmiş olması ve bunun ortaya çıkardığı sosyal sorunlar Nesimi’nin şiirlerinde vurgulanan konular arasında yer almaktadır. Bunun en tipik örneği, Onun öldürülüş biçiminin sosyolojik bir olgu olarak din, ahlak, hukuk ve siyaset açısından dönemin tartışmalı bir konusu olduğudur. Nesimi’nin öldürülüş nedeninin dinî, siyasi, hukuki, vb. alanlarda yorum farklılıklarından ortaya çıkan gerilimden kaynaklandığını söylemek mümkündür.21 Ayrıca Nesimi, şiirlerinde, iç ve dış kaynaklı çatışmalara sahne olan bir toplumu ve devletin, İslâm’ın içindeki yorum farklılığına gösterdiği esnekliğin hemen hemen sona erdirilmesi süreçlerini aktarmaktadır (Ateş: 1992, 166-167). Nesimi’nin örnek olarak verilen şiirlerinde22 mevcut siyasi idari yapının eleştirildiği ve bir muhalefet anlayışı geliştirildiği görülmektedir. Nesimi’nin şiirlerinden 14. yüzyılda siyasi bir güç olarak belirginleşen Hurufiliğin, bir iç muhalefet olarak egemen siyasi görüş ile çatışma sürecine girdiği; dönemin iktidarının algıladığı anlamda siyasal bir alternatif olduğu ve Ortodoks İslâm anlayışının da Nesimi’nin 18 19 20 21 22 Gerçekte Hurufilik’in kurucusu Fadlullah’ın, yazdığı öne sürülen fıkıh kitabını ithaf ettiği kişinin adını, dönemin rakip otoritelerinden kaynaklanan çekincesinden dolayı, daha sonra silmesi, hareketin Nesime’ye kadar aktif olmadığını göstermektedir (Gölpınarlı: 1973, 13). Hurufiliğin, Nesimi’nin dışında, siyasal güç karşısında ürkek ve korkak davrandığı ve başka tarikatlara özellikle de Bektaşiliğe sızdığı (Gölpınarlı: 1973, 27-33), hareketin Nesimi’den sonra alenileştiği görülmektedir (Olgun: 1970, 53). Zâhidin bir parmağın kessen döner Haktan kaçar Gör bu gerçek âşıkı ser-pâ soyarlar ağrımaz (Ayan: 1990, 191) Ayrıca bkz. (Ayan: 1990, 173, şiir 156) Böylesine dini bir yorumun tartışılmasından ortaya çıkan davada toplumda cezaî müeyyidenin genelgeçer olan şer’i hukuka değil de örfi hukuka göre gerçekleştirilmiş olması, davanın siyasi olduğu kadar kararın tartışmalı olduğunun da bir kanıtıdır. “Örneğin… Nesimi’nin kendisi ve kanı murdardır, onun kanından bir damlası bir uzva dokunursa o uzvunda kesilmesi gerekir” dinî hükmü ile cezalandırması sorunun dinî olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır (Olgun: 1970, 55; Çiftçi: 1997, 25 ) Her bî-hüner insan bile mansıp yeri tuttu Sâhib-hünere mansıb u dinâr bulunmaz (Ayan: 1990, 185, 178/5) Ehl-i imân ısları ol demde inkâr ettiler Çün Hüseynîni Haleb şehrinde ber-dâr ettiler (Ayan: 1990, 173, 156/1) (Ve makaledeki diğer şiirler.) 15 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 eleştirel yaklaşımlarını iktidara yöneltilmiş taraftarı güçlü olan bir muhalefet hareketi olarak algıladığı anlaşılmaktadır. Nesimi’nin, siyasi söylemi ve eylemi etkin olan şiirlerinden, Heterodoks düşüncenin zamanın siyasal gücüne karşı güçlü bir direniş sergilediği, siyasal iktidar nazarında, muhalefetin bir siyasal lideri23 konumunda olduğu anlaşılmaktadır.24 Nesimi şiirlerinde, zamanın siyasal iktidarını/iktidarlarını iç politik söylemlerle bir politik lider edasıyla eleştirmektedir. Bunun tipik örneklerine şiirlerinde değişik şekillerde rastlamaktayız.25 Nesimi, hakkında verilmiş olan idam hükmünün etkisi altında yazdığını düşündüğümüz şiirlerinde, devletin tüm siyasal kurumlarının yargılama ve infaz etme sürecini gayri İslâmi bir siyasal gücün tezahürü olarak görmekte ve kendisine yapılan muamelenin İslâm dışı bir siyasal karar olduğunu belirtmektedir. Bu çerçevede onun şiirlerinden, dönemin siyasal yapısının hukuk dışı, keyfi ve toplumu yanıltıcı kararlar içinde olduğu anlaşılmaktadır. 26 Nesimi’nin şiirlerinden, yaşadığı dönemde Ortodoks İslâm’a dayanan hukukun, genel kabul gördüğü, devlet de dahil bütün cihâna yönelik bir normlar manzumesi olarak yerini aldığı, ve genel olarak İslâm hukukunun, temel İslâmi paradigmalarına değil Ortodoks İslâm’a dayandığı ve yetersiz olduğu vurgusu anlaşılmaktadır (İnalcık: 2005, 70-71). Buna göre zamanın egemen hukuk anlayışı objektif bir İslam hukuk anlayışı değil dünyevi bir hukuk öğretisi/otoritesidir.27 Aynı şekilde, Nesimi’nin şiirlerinde,28 zamanın iktidarını temsil eden siyasi düşüncenin hukuk meselesi üzerinde 23 24 25 26 27 28 16 Lider, sorgulayıcı ve sabırlı, daima önde değil, yeri geldiğinde arka planda duran, değişimin yaratıcısı olan, prensipleri ile hareket eden, zorluklara karşı mücadele eden, ahlak kurallarını bireysel menfaatlerinin önünde tutan, kararları takımıyla beraber alan, daima değişime açık kişidir. http://www.msxlabs.org/forum/meslekler/9641-liderlik.html Arap tarihçilerinin de naklettiği gibi, onun, sağlam bir kişiliğe, güçlü bir manevi karaktere ve dikkate değer bir politik kimliğe sahip olması ve onun Halep’te mensup olduğu grup üyeleriyle birlikte toplumsal çatışmaya neden olacağı öngörüldüğü için ölümle cezalandırılması bu fikri doğrulamaktadır (Olgun: 1970, 52). Tarrâr eğer iltürse kamu rahtı revâdır Çün kâfilede bir kişi bîdâr bulunmaz (Ayan: 1990, 185, 178/8) Nesimi‘nin şiirlerinden, verilen cezanın karar ve infaz tarihleri arasında belirli bir sürenin olduğu anlaşılmaktadır. Nesimi’nin yaşadığı dönemden önce, 10 ve 11. yüzyıllarda İran'da Buveyhîoğullarının ve Türk Selçukluların uygulamaları örnek gösterilebilir. Ayrıca güçlü Türk hanedanları da devlet idaresinde fiilen bir kuvvet ayrılığı prensibi getirmişlerdir. Buna, siyasi idari gücün dinî otoriteye dayanmayan kanun yapma faaliyetleri örnek gösterilebilir. Nesimi’nin kullandığı mantık, sultanın bağımsız kanun yapma yetkisini savunmak için, daha sonraki dönemlerde de tekrarlanmış, bu durumu ifade için, daima “Şer’ ve Kanun” ve “Dîn ü Devlet” terimleri kullanılmıştır (İnalcık: 2005, 72-73). Kâdıya nesne vermeziz rüşvet içün bu da’vîde Kâdî-i Hak katında çün âdil imiş şuhûdumuz (Ayan: 1990, 190, 187/8) Kimin ki gönlü diledi ayağını öpmek Başını oynamak ana mukarrer olmuştur (Ayan: 1990, 154, 128 /3) Kâdîlar fetvâ verüben Hakka bâtıl dediler Küfr olup imâna gelmez gelmeğe âr dediler (Ayan: 1990, 173, 156/2) Ey Nesîmî vâsıl oldun hâlik-i rahmâna sen Cennetü'l-mıe'vâ bulup yerini gülzâr ettiler (Ayan: 1990, 173, 156/7) Her kişide bir cübbe vü destâr olur ammâ Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK kendisinin hüküm vermeğe kalkışmasına ulemanın karşı çıkması gibi devlet idaresinde farklı hukuk sisteminin uygulanması ve bürokratik önlemlere29 itirazlar da bulunmaktadır. Belirtilen şiirlerinde Nesimi, başta din ve hukuk normlarını subjektif olarak değerlendirerek mevcut normların toplum üyelerini, anomiye ve düşmanca sosyal ilişkilere yönlendiren, sosyal çözülme belirtileri gösteren kurallar olarak değerlendirmektedir. Nesimi, zamanın hukuk otoritelerini doğru ile yanlışı ayıramayan, objektif kriterlerden uzak kişilikler olarak değerlendirmektedir. O, sorunların çözümünde başvurulan kurumların niteliğinin, ister devletin dine isterse dinin devlete olan müdahalesi temelinde kurumların ters yüz olduğunu ve iflas ettiğini belirtmektedir. Bu iflasa gerekçe olarak, dönemin hukuk anlayışının sosyal olay ve olguların sağlıklı analizinden alınmadığını düşünmektedir. Ona göre dönem, “hakk”ın “batıl”a dönüştüğü, yasal düzenlemelerin sosyal sorunları hukuken çözemediği bir sosyal hayat alanı sunmaktadır. Nesimi’nin şiirlerinde vurgulanan hukuk normları devletin kontrolünde olan bir hukuk müessesesi olarak resmi ideolojinin korunması amacını taşımıştır. Bu bağlamda onun eleştirileri, siyasi bir muhalefet örneği değil aynı zamanda yasal ve anayasal alanda da farklı değerlendirmeler sunmaktadır (Kılıçbay: 1996, 90). Nesimi şiirlerinde devletin, dinî inançları belirli hukuk normları çerçevesinde düzenlediği, muhalif düşünce gruplarını potansiyel bir tehlike olarak algıladığı ve engelleme yoluna gittiği inancındadır. Bu nedenle Nesimi’nin, merkezi otoriteyi yadsıyan, tekke-zaviye çevresinin yorumunu önemseyen dinî, hukuki, siyasi, vb. algılayış içinde şiirler yazdığını söyleyebiliriz. Nesimi’nin şiirlerinden; İslâm dünyasında, hukuki düzenlemelerin rasyonalize edilemediği, devletin hukuka tam anlamıyla saygılı bir tutum sergilemediği; İslâm dünyasında pek çok iç karışıklık ve çatışmanın ortaya çıkmasında subjektif, toplumsal ahlâka ve rasyonelliğe dayanmayan hukuk sisteminin etkili olduğu anlaşılmaktadır. Aynı şekilde, Onun şiirlerinden Heterodoks İslâm'ı temsil edenlerin, merkezi otorite ile ters düşerek, devletin siyasi ve hukuki normlarına karşı bir sosyal yapı içinde müstakil bir dinî sosyal grup olarak var olma yoluna gittikleri anlaşılmaktadır. Değerlendirme ve Sonuç Nesimi’nin mensubu bulunduğu toplumun ahlaki, dinî, siyasi ve hukuki dokusunu ifade eden “söylem” “öykü” ve “anlatım edinimi” şiirlerinde toplumsal kavrayış/bilinci üç başlık altında değerlendirilmektedir. 29 Bin başda biri lâyık-ı destâr bulunmaz (Ayan: 1990, 185, 178/6) Devlet idaresinde ve askerî sınıf arasında geçerli olan örfi hukukla, halkın günlük işlerine uygulanan şeriat kuralları arasındaki ayrılık belirgindir. Örneğin, askeri suçlar veya miras taksimi gibi sorunlar şer’i mahkemelerce değil kadıasker tarafından görülmektedir. Yine, Nesimi’nin yaşadığı döneme denk düşen I. Bayezid (1389-1402) zamanında sultanın şeriat dışı koyduğu kanunlar ve bürokratik önlemler zamanın dinî otoriteleri tarafından itiraz ve dirençle karşılanmıştır. Bu bağlamda, sultanın bir hukuk meselesi üzerinde kendisinin hüküm vermeğe kalkışmasına, ulemâyı ve şeriatı temsil eden Mehmed Fenârî‘nin karşı çıkması buna örnek gösterilebilir. (İnalcık: 2005, 79). 17 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 1 – 19 1. Nesimi’nin yaşadığı dönemde birbirinden kesin çizgilerle ayıramayan, “resmî İslâm”, “geleneksel İslâm”, “kitabî İslâm” ve “tekke İslâmı” anlayışları O’nun sanat ve edebiyatında belirleyici bir faktör olmuştur. Tekke İslâmı içinde yer alan Nesimi‘nin şiirlerinde, medresenin temsil ettiği kitabî İslâm pratikleri eleştiriye tabi tutulmaktadır. Bu dönemde hem Heterodoks hem de Ortodoks olmak üzere iki ana eğilim içinde gelişmiş olan İslâmi yorumun her biri kendine özgü bir düşünce alanı ve yaşam tarzı ortaya koymuştur. Aynı şekilde Heterodoks İslâm anlayışı egemen kültür tarafından “anomi”, “sosyal çözülme” ve “sosyal çatışma” gibi bir dizi toplumsal sorunun ortaya çıkmasına neden olan bir dinî yorum biçimi olarak kabul edilmiştir. Toplumsal yaşamdaki dini yorumlamanın bir başka örneği “bireysel” ve “toplumsal din” ya da “sübjektif” ve “objektif din” anlayışıdır. Nesimi’nin şiirlerinde ise sübjektiflikten çok objektifliğin etkili olduğu söylenebilir. 2. Nesimi’nin, şiirlerinde, sosyolojik bir olgu olarak egemenlik üzerinde etkili olanlarla, bu egemenliği ele geçirmek isteyenler arasında bir birikimin sonucunda ortaya çıkan toplumsal dinamizmi ve çatışmayı görmek mümkündür. Şiirlerinden Nesimi’nin, zahiren İslâmî, gerçekte ise siyasi bir kararla öldürüldüğü anlaşılmaktadır. Dönemin cezaî müeyyidelerinin “şer’î hukuk”a göre değil de “örfî hukuk”a göre olduğu onun şiirlerinden çıkarılabilir. Dinî bir yorumun tartışılması üzerine ortaya çıkan gerilimin çözümlenmesinde kullanılan yöntem hem siyasi hem de dinî ve hukuki açıdan tartışmalı gözükmektedir. Nesimi, zamanın siyasal gücüne karşı güçlü bir direniş sergilediğini gösteren, dinî söylemi ve eylemi etkin olan şiirlerinden dolayı siyasal iktidar nazarında, muhalefetin bir siyasal lideri konumundadır ve zamanın siyasal iktidarını/iktidarlarını bir politik lider edasıyla eleştirmektedir. 3. Nesimi’nin şiirlerinden, yaşadığı dönemde genel olarak Ortodoks İslâm’a dayanan hukukun işlev gördüğü, temel İslâmi paradigmalara dayanmadığı ve yetersiz olduğu vurgulanmaktadır. Bu anlayış, toplum üyelerini, “düşmanca sosyal ilişkiler içerisinde bulunan, anomiye yönelmiş, sosyal çözülme belirtileri gösteren bireyler” olarak değerlendirmektedir. Hukuki olarak Nesimi, zamanın hukuk normlarının ters yüz olduğunu ve iflas ettiğini, dönemin hukuk anlayışının, sosyal olay ve olguların sağlıklı analizinden alınmadığını düşünmektedir. Bu çerçevede Nesimi, merkezî otoriteyi yadsıyan, aksine tekke-zaviye çevresinin yorumunu önemseyen dinî, hukuki, siyasi, vb. algılayışı benimseyip desteklemiştir. Nesimi’nin şiirlerinden, yaşadığı toplumda hukuki normların rasyonalize edilemediği, devletin tutumunda hukuka saygılı bir davranış sergileyemediği, bu nedenle iç karışıklık ve çatışmanın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Kaynaklar Alver, Köksal (Editör), Edebiyat Sosyolojisi, Hece Yayınları, Ankara 2004. Ateş, Toktamış, Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, İstanbul 1991. Ayan, Hüseyin, Nesimi Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara 1990. Bayat, Fuzuli, “Hurufilik Merkezleri ve Anadolu’da Hurufilik” www.alewiten.com 18 Recep CENGİZ - Ramazan SARIÇİÇEK Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Ekin Yayınları, Ankara 1997. Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 2000. Çamuroğlu, Reha, Tarih, Heterodoksi ve Babailer, Metis Yayınları, İstanbul 1992. Çiftçi, Cemil, Maktul Şairler, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997. Doğuştan Günümüze İslâm Tarihi (Komisyon), C. 10, Zaman Gazetesi – Feza Gazetecilik Anonim Şirketi, İstanbul 1992. Gölpınarlı, Abdülbaki, Türkiye’de Mezhebler ve Tarikatler, İstanbul 1969. Gölpınarlı, Abdülbaki, Hurûfilik Metinleri Kataloğu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1973. Günay, Ünver, Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, İstanbul 1998. Günümüzde Alevi ve Bektaşilik, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1985. Hasan, İbrahim, İslâm Tarihi, (Çev: İsmail Yiğit-Sadrettin Gümüş), C. l, İstanbul 1984. http://www.msxlabs.org/forum/meslekler/9641-liderlik.html Huart, Cl., “Fazlullah”, İslâm Ansiklopedisi, C. IV, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1988, s. 535. İnalcık, Halil, “Türk Tarihinde Türe (Törü) ve Yasa Geleneği”, Doğu Batı-Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, İstanbul 2005. Kılıçbay, Mahmet Ali, İslâm’da Din-Devlet İlişkileri, Cem Vakfı Yayınları, İstanbul 1996. Kırkkılıç, Ahmet, Başlangıçtan Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları, İstanbul 1996. Kürkçüoğlu, Kemal Edip, Seyyit Nesîmî Divanından Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985. Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, Remzi Kitabevi, İstanbul 1992. Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, İstanbul 1994. Ocak, A. Yaşar, “Din”, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, (Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu), C. 1, Zaman Gazetesi – Feza Gazetecilik Anonim Şirketi, İstanbul 1999, s.109. Olgun, İbrahim, “Nesimî Üzerine Notlar”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı BELLETEN 1971, 2. baskı, Ankara 1989, s. 195-207. Olgun, İbrahim, “Seyyit Nesîmî Üzerine Notlar”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı BELLETEN 1970, 2. baskı, Ankara 1989, s. 47-68. Olsson, Tort, “Ali Odaklı Mezheplerde Yazıya Geçirme, Dağlıların ve Şehirlilerin ‘İrfanı’ Suriyeli Alevi-Bektaşilerin ya da Nusayrilerin Mezhebi”, Alevi Kimliği, (Çev: B. Kurt Torun, H. Torun.) Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 1999. Sevinç, Necdet, Osmanlılar’da Sosyo-Ekonomik Yapı, Kutsun Yayınevi, İstanbul 1978. Taşdelen, Musa, Siyaset Sosyolojisi, Kocav Yayıncılık, İstanbul 1997. Tunalı, İsmail, Estetik, Cem Yayınları, İstanbul 1984. Weber, Max, Sosyoloji Yazıları, (Çev: Taha Parla), İletişim Yayınları, İstanbul 1998. 19 ERINNERUNGSPOLITISCHE BEMUHUNGEN IM RAHMEN DES ALEWITISCHEN OPFERDISKURSES BEZUGLICH KERBELA UND DEM OSMANISCHEN REICH Burak GÜMÜŞ Zusammenfassung / Özet Gegenstand des Artikels ist die Verzerrung des alevitischen Kollektivgedächtnisses in Deutschland und in der Türkei. Es soll aufgezeigt werden, wie einige sich als Gedächtnisaktivisten betätigenden Autoren und lobbyistische Dachverbände in Monografien oder Kulturveranstaltungen sowie Panels durch die selektive Bemühung von historisch tatsächlichen oder vermeintlichen Opfererfahrungen als „ausgewählte Traumata“ (Vamık Volkan) die alewitische Entwicklungsgeschichte als kollektiven Leidensweg und somit die Erinnerungsgemeinschaft der Alewiten sowie ihre kollektive Identität konstruieren und pflegen. Hierbei gilt es nicht, Leidenserfahrungen zu verharmlosen oder zu negieren, sondern lediglich darum, fallbeispielhaft zu illustrieren, dass nicht selten traumatische Erfahrungen für die Aufrechterhaltung kollektiver Identität selektiv herangezogen werden. Grundbegriffe: Aleviten, Kollektividentität, ausgewähltes Trauma, Kollektives Gedächtnis, Erinnerungsrituale ALEVİ MAZLUM SÖYLEMİ ÇERÇEVESİNDE KERBELA VE OSMANLI İMPARATORLUĞU İLE İLGİLİ ANMA POLİTİKASI DENEMELERİ Çalışma, Almanya ve Türkiye’de kitap, panel ve kültür gecelerinde bazı araştırmacı-yazar ve lobi kuruluşlarınca manipüle edilen Alevi kolektif belleğini ele almakta. Alevi tarihini salt kolektif acı ve aşağılanma olaylar zinciri olarak kurgulamak için kullanılan hakiki ya da öyle lanse edilen sanal ayrım olayları Vamık Volkan’ın “Seçilmiş Travma” konseptine uymaktadır. Böylece Alevi tarihi, toplumsal hafızanın “seçilmiş travma”dan etkilenmesine bağlı olmaktadır. Bu yazı, inkar edilmeyen tarihsel acı olayların sadece örnek gösterilip, Alevi kolektif belleği ve kimliğinin nasıl kurgulandığını izah etmektedir. Anahtar Kelimeler: Alevi, kolektif kimlik, seçilmiş travma, kolektif bellek, toplumsal hafıza, anma törenleri, diyaspora, lobicilik I. Problemstellung Der jüngste Öffnungsvorstoß der AKP-Regierung gegenüber den Alewiten aufgrund der alewitischen Klageflut vor dem Europäischen Gerichtshof für Menschenrechte und die Veröffentlichung einer Mängelliste über deren Misslage auch im jüngsten Forschrittsbericht der EU-Kommission über die Türkei hat diese Gemeinschaft ins Zentrum der gesellschaftlichen Aufmerksamkeit gerückt und die wissenschaftliche Beschäftigung mit dem Alewitenthema fruchtbar gemacht (vgl. Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 Temur 2007). Die Alewiten bilden nach den Sunniten die größte muslimische Glaubensgemeinschaft in der Türkei. Obwohl Sunniten und Alewiten sich über Religion definieren und sich dabei auf den Islam beziehen, teilen beide jeweils ein unterschiedliches Islamverständnis, wonach sie den jeweils anderen als unislamisch ablehnen. Alewiten gelten bei vielen Sunniten wegen ihrer unorthodoxen Auslegung des Islam und ihren "heidnisch" anmutenden Riten als Ketzer, wobei sie je nach Behandlung in den Epochen vom Osmanischen Reich bis heute einem Wechselbad von Bedrängung und Förderung sowie teilweiser Emanzipation ausgesetzt waren (vgl. Gümüs 2001). Seit dem Anfang der 90er Jahre gibt es eine bis zur Gegenwart anhaltende Phase der Revitalisierung des Alewitentums. Es sind seit Anfang der 90er Jahre zahlreiche Vorfälle von der Beendigung der Verheimlichung der Herkunft durch Angehörige dieser Gruppe bis hin zu einem verstärkten Selbst- und Fremdinteresse am Alewitentum1 zu beobachten, was sich in der Vielfalt der Publikationen von Zeitschriften und Monografien niederschlägt. Damit sind auch Vereine gegründet worden, auf deren öffentlichen Veranstaltungen (Podiumsdiskussionen, religiösen Riten, Vorträgen und Kongressen sowie Konzerten mit alewitischer Musik und Tanzvorführungen) die Forderung nach staatlicher Anerkennung des Alewitentums und 1 22 Das Alewitentum ist in Bezug auf seine Entstehungsgeschichte auf keine unmittelbare Stiftung und Offenbarung zurückzuführen. Es ist als ein Synkretismus urtürkischer Religionen aus Zentralasien (Turkestan), heterodoxen – nichtsunnitischen – Volksislamvorstellungen, christlichen, manichäischen, zorastrischen und fernöstlichen (buddhistischen und taoistischen) Glaubenselementen (vgl. Oguz 2000: 191f.; Ocak 2000a, b: 209f.; Ocak 1997: 195f.; Bal 1997a: 74f.; Bal 1997b: 37f.; Sener 1997: 36f.; Sener 1995a: 109f.). Innerhalb dieses Konsensrahmens wird sogar von verschiedenen Autoren das Gewicht jeweils eines anderen Glaubenselements hervorgehoben, so dass das Alewitentum mal eine sich im Kern an den schiitischen Islam anlehnende Kultursynthese (vgl. Sener 1995a: 101f.; Sener 1997: 36f.; Aydin 1997: 87), mal aus dem urtürkischen Gök-Tanri-Glauben und Schamanismus (vgl. Bozkurt 1993) oder mal aus dem Manichäismus und Zorastrismus hervorgegangen ist (vgl. Oguz 2000: 191f.; Bender 1991). Kurdisch-separatistische Autoren zum Beispiel "arbeiten die Wurzeln des Alewitentums in der kurdischen Kultur heraus, indem sie Kurden zu alewitischen Schlüsselfiguren erklären; Hallac-i Mansur, Ebu Müslüm Horasani, Ebu'l Vefa und Sehabeddin Suhraverdi Maktul sind in diesem Zusammenhang die meist genannten Namen. Ferner betonen sie das Gewicht von Manichäismus und Zorastrismus im alewitischen Synkretismus – bei den Religionen, die der kurdische Nationalismus als genuin kurdische Religion identifiziert." (Vorhoff 2000: 70; vgl. Sener 2002a) Es entstand aus der religiös-kulturellen Vermischung im Schmelztiegel zwischen Balkan, Anatolien und Zentralasien im Laufe der Jahrhunderte, durch anatolische, islamisch-mystische Derwischbewegungen und durch den Einfluss des schiitischen Persiens. Der Inhalt alewitischer Lehren und Gebote ordnet primär das Zusammenleben der Mitglieder der von der Außenwelt bedrängten Gemeinde und hat den Schutz der Gemeinschaft nach Außen zum Ziel. Im Zentrum steht die Inkarnation des in Trinität wahrgenommenen Gottes in Ali und das pantheistische Element des Glaubens an die Manifestation des Göttlichen im Menschen und in der Natur. Davon wird eine Menschen- und Naturliebe abgeleitet. Die Lehre von den Vier Toren ist auch zentral im Glauben verankert. Diese muss ein Alewite mit Hilfe eines geistlichen Führers durchschreiten, damit er ein vollwertiges Mitglied der Glaubensgemeinschaft werden, Gott und die Stufe des 'perfekten und reifen Menschen' erreichen kann. Es hat sich zur Durchsetzung dieser Lehren ein eigenes soziales Gerichtswesen ausgebildet. Dieses stellt neben dem Gottesdienst einen wesentlichen Bestandteil der früher eher jährlichen kultischen Cem-Zusammenkünfte dar. Dabei werden Verfehlungen je nach Ausmaß ihrer Schwere zeitweilig oder für immer mit dem Ausstoß aus der Gemeinde bestraft. Burak GÜMÜŞ damit nach seiner Gleichberechtigung erhoben werden. Diese Vereinigungen arbeiten dabei an der öffentlichen Pflege ihres jeweiligen Alewitentumverständnisses mit und leisten durch Kreierung eigener religiöser Institutionen (Priesterrat, etc.) einen Beitrag zur großstadttauglichen Standardisierung des Alewitentums. Das jeweilige propagierte Alewitenbild und das Selbstverständnis dieser Verbände drückt sich neben den Veranstaltungen auch in ihren Periodika und in ihren Vereinskalendern insofern aus, als nur die dem Selbstbild entsprechenden Erfolgs- und Diskriminierungsgeschichten in Zeitschriften und Gedenktage in Kalendern thematisiert werden (vgl. Gümüs 2007a). Sie treiben mit den "lieux de memoire" (Nora 1998) Wiederbelebung voran und gestalten die Revitalisierung durch z.B. Kultur- und religiöse Veranstaltungen sowie Publikationen (Periodika, Monografien und Kalender etc.) mit. "In der Folge ethnischer, religiöser und ideologischer Grenzziehungen bilden sich separate Organisationen und formieren sich alevitische Diskurse, die unterschiedliche Definitionen von 'Alevitentum' propagieren." (Dreßler 2002: 177) Es gibt viele "lieux de mémoire" (Nora 1998) zur Pflege des Alewitentums.2 Dazu zählen Bücher z.B. von Cemal Sener, Gedenkstätten wie das Denkmal von Pir Sultan Abdal in Sivas oder das Grabmal von Haci Bektas Veli, Gebäude wie Cem-Häuser, Gedenkfeiern zu Ehren von Haci Bektas Veli in Hacibektas oder in Gedenken an die ermordeten "Märtyrern von Sivas", Ali-Poster, Gedenktage wie der "Zehnte Muharrem" oder der "Zweite Juli" oder Riten wie die CemVersammlung auf Türkisch oder Deutsch. Symbole ("Zülfikar", Alis Schwert als Collier) dienen als "Embleme" zur Abgrenzung von der Außenwelt. Weitere "Gedächtnisorte" sind Museen wie das Kloster von Haci-Bektas Veli, unzählige Monografien über alevilik, die das Alewitentum neu strukturieren und somit etwas Neues geschaffen und eine Tradition neu begründet haben (z.B. Sener 1995a; Tur 2002), Geschichtsbücher mit abgedruckten Originaldokumenten aus dem osmanischen Archiv auf Osmanisch und in arabischer Schrift (Sener 2002b) oder auf Türkisch in Lateinschrift (Öz 1995), Memoiren von Vereinseliten (Gül 1999; Sahhüseyinoglu 2001; Tosun 2002), Periodika wie Cem oder Alevilerin Sesi, populäre Volkslieder mit Lehrinhalten wie "Ich bin ein Spiegelbild des Universums" ("Kainatin Aynasiyim") von Asik Daimi oder der von der linken Musikgruppe Grup Yorum thematisierte Widerspruchsgeist, Fotoausstellungen des Pir-Sultan-Abdal-Kulturvereins über den Leidensweg der Alewiten bis in die Gegenwart. Alewitische Verbände organisieren religiöse, kulturelle und Gedenkveranstaltungen, halten Erinnerungsrituale im Rahmen eines Opferdiskurses ab. Alewitische Autoren arbeiten in Büchern, Periodika sowie im Internet Opfermotive heraus, um Alewitentum als eine seit Jahrhunderten verfolgte Glaubensgemeinschaft mit Widerstandstradition zu formen. Die Alewiten- und Sunnitenbilder in den alewitischen Medien haben neben den religiösen, kulturellen und Gedenkveranstaltungen sowie der verbreiteten Auffassung vom Alewitentum auch Folgewirkungen auf die Beziehung der Alewiten zu anderen verschiedenen Zugehörigkeiten und Kollektiven wie zum Beispiel Sunniten, Türken, Kurden, Christen oder Deutschen. Das jeweilige Selbst- und Fremdbild der Alewiten beeinflusst ihr Verhältnis zu anderen Kollektiven und Identifizierungen und damit auch 2 Karin Vorhoff beschäftigt sich kritisch mit diesem Phänomen (1998b, 2000). 23 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 soziale Beziehungen (vgl. Gümüs 2007b). Alewitentum wird dabei nicht selten in den Dienst aktueller tagespolitischer ideologischer, konfessioneller und ethnischer Opportunitätserwägungen gestellt (vgl. Vorhoff 2000: 59 ff.; Engin 1996; Kehl-Bodrogi 2000: 145 f.). Das führt oft zur weiteren begrifflichen Verwirrung. Am deutlichsten lässt sich dies an der Definition ablesen, was unter Alewitentum zu verstehen ist: Je nach Weltbild ist das Alewitentum aufgrund des jeweiligen Geschichtsmythos ein rein türkisches Phänomen, die Wurzel einer von "arabisch-islamischen Einfluß unberührten türkischen 'Urkultur'" (Kehl-Bodrogi 2000: 145), eine "kurdisch patentierte Glaubensphilosophie" (Bender 1990, zitiert nach Engin 1996: 704) oder sogar der "wahre Islam" (Kehl-Bodrogi 1992: 33; vgl. Zelyut 1990). "Jeder bastelt sich [dabei; BG] seinen eigenen Alewiten." (Vorhoff 2000: 59) Dabei fällt Mythen eine bedeutsame Rolle zu. II. Mythen und kollektive Erinnerung Mythen sind nicht verifizierbare Erzählungen mit Wahrheitsanspruch, mit denen Aspekte des Lebens interpretiert werden und bei individuellen und kollektiven Akteuren in ähnlichen sozialen Situationen Haltungen hervorrufen und so zu bestimmten festen Verhaltensmustern führen. Mythen werden bei Erinnerungsritualen nicht bloß willkürlich aus dem Zusammenhang herausgerissen und als Literatur konsumiert, sondern nehmen dabei einen sinntragenden Platz ein (vgl. Hahn 1977: 61). Dieser Tatsache wird Rechnung getragen, indem Mythen den Riten zugeordnet werden: "Ohne den Mythos, der ihn aus erstem ableitet, wäre ein Ritus beliebig, und ohne den Ritus, der ihn sich einverleibt, wäre der Mythos nur eine Erzählung." (Oppitz 1999: 84) Rituale der Erinnerung sind ein Mittel zur Stiftung von Gemeinschaftsglauben und sind somit Zeremonien der Erinnerung an die Vergangenheit in der Gegenwart, die das "kollektive Gedächtnis"3 (Halbwachs 1991) der Gemeinschaft prägen und dadurch deren kollektive Identität aufrechterhalten: "der soziale Prozeß der Erinnerung schafft eine Vergangenheit, die wiederum jene Gemeinschaft begründet, in der der soziale Prozeß der Erinnerung stattfindet." (Giesen 2000a: 9) Erinnerungsrituale vergegenwärtigen die Vergangenheit in besonderen Personen, Örtlichkeiten4, Ereignissen5 und begründen somit die Grenzen 3 4 24 Das ist die in einem kommunikativen Prozess erzeugte Gesamtheit von Wissensbeständen, die die Weltwahrnehmungsweise und Deutungs- und damit auch Handlungsmuster von Kollektiven steuert und von Generation zu Generation weitergegeben wird (vgl. Assmann 1988). "Zwar 'haben' Kollektive kein Gedächtnis, aber sie bestimmen das Gedächtnis ihrer Glieder." (Assmann 1992: 36) Kollektive Geschichte und kollektives Gedächtnis sind nicht identisch: Während das Gedächtnis jeweils individuell und verschieden ist (vgl. Özyürek 2001: 9), ist die Geschichte ein singulärer und objektivgültiger Tatbestand. Das Vergangene wird mittels Gedächtnis nach den Bedürfnissen der Gegenwart bestimmt (vgl. Özyürek 2001: 8). Erinnerung ist an besondere, eigens dafür ausgestattete und gestaltete bestimmte Örtlichkeiten gebunden, an denen es primär um die Vergegenwärtigung der Vergangenheit geht (vgl. Assmann 1992: 39). Burak GÜMÜŞ der Erinnerungsgemeinschaft in der scheinbaren Unveränderlichkeit des Vergangenen6. "Vergessen, Verdrängung und Verzerrung gehören [dabei auch; BG] zur … Erinnerung." (Erll 2003: 157) Im Hintergrund von Ritualen der Erinnerung steht ein Gründungs- bzw. Ursprungsmythos7 der Erinnerungsgemeinschaft bzw. der durch gemeinsame Erinnerung konstruierten Kerngesellschaft in Form von Triumph und Trauma: die Einwanderung eines Stammes in das gelobte Land oder ihre Vertreibung aus ihrer angestammten Heimat, als Abwehr eines äußeren Feindes oder eine Besatzung nach einer Schicksalsschlacht, als Held, der die Gemeinschaft einte, oder als eine erfolgreiche oder misslungene Revolution des Volkes gegen seine Unterdrücker (vgl. Giesen 1999: 45). "Traumas and triumphs constitute the 'mythomotors' of national [or collective; BG] identity. They represent liminal experiences and ultimate horizons for the self-constitution of a collective subject, just as birth and death provide the ultimate horizon for the existential experience of the individual person." (Giesen 2000b: 229) Nach Soeffner sind als Kollektivbiographien verfasste eigentliche "Kollektivromane" von der Erinnerungskommunikation abhängig, die wiederum Ausdruck einer Politik der Erinnerung ist. Diese Erinnerungspolitik ist "ziel- und interessensgeleitet, also zukunftsorientiert." (Soeffner 2005: 113) Das heißt, tagesaktuelle interessenspolitische Zweckerwägungen fließen bei der Abfassung und Umänderung des Kollektivromans mit ein. Die interessensgeleitete Gedächtnispolitik gibt laut Soeffner auch vor, "(1)wie man sich zu erinnern habe; (2) welches die Gegenstände der Erinnerung sein sollen und (3) welche Funktion der Erinnerung für die Bewältigung der Gegenwart und die Gestaltung der Zukunft zukommen soll." (Soeffner 2005: 113) So wird durch kollektive Erinnerung kollektive Identität geschaffen und gepflegt, worauf Politik basiert. Die Verbreitung von Mythen in der als "Medien zur Inszenierung von Erinnerungskonflikten und Konflikterinnerungen" (Birgit Neumann; vgl. Neumann 2003) fungierenden Literatur und auf Festen erfolgt im alewitischen Opferdiskurs. 5 6 7 Erinnerungen sind zeitlich an bestimmte Tage des Jahres durch periodisch wiederkehrende Gedenktage gebunden. Die Zeiten der Erinnerung sind durch besondere Handlungsformen und Rituale gekennzeichnet: "Kommensurabilität, Zusammentreffen der Gemeinschaftsangehörigen zu traditionellen Gesängen, Lesungen oder Opfern etc. Sehr häufig sind [Orte und Zeiten der Erinnerung; BG] ... gekoppelt: an den heiligen Orten der Erinnerung ist ein bestimmtes Ritual vorgeschrieben, und zu den Zeiten der Erinnerung begibt man sich an besondere Orte, Plätze, Gotteshäuser, Friedhöfe etc." (Giesen 2000a: 12-13) Die sich erinnernden Gegenwartsgesellschaften sind "mit ihren Vorgängerinnen dadurch verbunden, dass sie von einem sich ständig verändernden Gegenwartsstandpunkt aus … die Komplexität, bisweilen Zeitgleichheit und oft genug auch Zufälligkeit dessen, was als >geschichtliche Ereignisse< gelten soll, zu einem kausal gedachten Sinnzusammenhang zu komponieren versuchen." (Soeffner 2005: 103) Die Erinnerungsgemeinschaft bildet dabei ein "Bewußtsein ihrer Identität durch die Zeit hindurch aus, so daß die erinnerten Fakten stets auf Entsprechungen, Ähnlichkeiten, Kontinuitäten hin ausgewählt und perspektiviert zu werden pflegen." (Assmann 1992: 40) Das bedeutet, dass dabei die historische Kontinuität und nicht der historische Wandel im Blick ist. Auftretende Brüche und Lücken werden entweder ignoriert oder plausibel zu erklären versucht. Mythos und Gedächtnis stehen im engen Zusammenhang miteinander: "Myth and memory is history in ceaseless transformation and reconstruction, and the image of the past is continuosly reconsidered in the light of an ever-changing present. History is an image of the past, rather than the past wie es eigentlich gewesen, as it really was. From this perspective, history is memory and oblivion, it is a translation or representation of the past in the present." (Strath 2000: 19) 25 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 SBArD Darin wird ein Leidensweg der Alewiten von Kerbela bis heute konstruiert und die Alewiten als eine jahrhundertelang wie z.B. im Osmanischen Reich lediglich aus religiösen Gründen unterdrückte fortschrittliche Glaubensgemeinschaft mit Widerstandstradition erschaffen. Dies ist insofern politisch relevant, als Alewiten sich auch auf die kollektive Vergangenheit beziehend häufig in zeitgenössischen oppositionellen Bewegungen wieder finden. Dass einige dieser einzelnen Meilensteine des bisherigen alewitischen Leidenswegs, die zu alewitischen Fremd- und Selbstverständnis beitragen und worauf ihre politischen Forderungen basieren, eher Konstrukte sind, soll hier dargelegt werden. Dabei wird auf die politische Instrumentalisierung des Kerbela-Ursprungsythos in Publikationen und Veranstaltungen von diversen Vereinen, Autoren und Organisationen verschiedenen Couleurs ebenso eingegangen wie auf die unterstellten Alleinverantwortung und angeblichen religiösen Leitmotive des Osmanischen Reiches bei der Verfolgung der Alewiten. Dass neben dem erinnerungspolitischen expliziten Opferdiskurs gleichzeitig eine rituelle Enthaltsamkeit in Form von Verschwiegenheit bzw. Aussparungen der Erwähnung von der Verfolgung von Sunniten seitens des den Alewiten nahe stehenden und das Osmanenreich politisch gefährdenden Safevidenreiches statt findet, soll hier ebenfalls dargelegt werden. III. Bemühung Veranstaltungen von alewitischen Mythen in Büchern und auf 1. Politische Instrumentalisierung des Kerbela-Mythos Kerbela is for the Alevis somethink like a "founding myth of collecitively suffered injustice ... From then onwards Alevi history apears as an endless chain of similar misfortunes." (Vorhoff 1998: 227) Der von Schiiten entliehene und bei den rituellen Cem-Zusammenkünften sowie in den mystischen und Volksliedern gepflegte Kerbela-Ursprungsmythos scheint tief ins kollektive Gedächtnis der Alewiten gedrungen zu sein, wobei Sunniten für den gewaltsamen Tod des Prophetenenkels Hüseyin die Verantwortung gegeben wird. Der Mythos von Kerbela geht auf die Sammlung des im Jahre 774 verstorbenen Ebu Mikhnaf aus Kufe zurück, der mündliche Überlieferungen über den Vorfall von Kerbela gesammelt hat, in die dann ab dem dreizehnten Jahrhundert Erfindungen wie die Art und Weise des gewaltsamen Todes von Ali Asker (Pfeilschuss an den Hals) Eingang gefunden haben. Ursprünglich gehen die Trauerriten von Kerbela auf urschiitische Reuebekenntnisriten von Anhängern Alis zurück, die nach dem Vorfall von Kerbela Imam Hüseyin posthum um Vergebung für ihren Verrat an ihn durch ihre Trauer, Selbstkasteiung und Bekundung ihrer Opferbereitschaft gebeten haben (vgl. Temel 2002). Die bei einem Interview Sunniten angelastete Ermordung von Imam Ali unterstützt die These der alewitische Zuschreibung von der Kollektivschuld an Sunniten (vgl. Gümüs 2007b: 71-72). Dies gilt auch für die gewaltsame Tötung von Imam Hüseyin. Sunniten scheint im Diskurs der Alewiten eine Kollektivschuld zugeschrieben zu werden, auch wenn weder der für den Tod Hüseyins verantwortliche Kalif Yezid 26 Burak GÜMÜŞ noch der kharidschitische Mörder von Imam Ali Sunniten waren. Denn die sunnitischen Rechtschulen sind viel später entstanden. Der Vorfall von Kerbela wird trotzdem Sunniten angelastet, die als eine Kategorie wahrgenommenen Angehörigen dieser Glaubensgemeinschaft nicht nur ihrer Individualität beraubt, sondern als eine durch Jahrhunderte hindurch historisch unveränderte Exemplare einer Gattung von blinden, der koranischen Gesetz blind und regeltreu ergebenen orthodoxen Eiferern und Anhängern den die Alewiten mordenden Tyrannen und Staaten betrachtet werden. Auch in vielen Monografien von alewitischen Autoren oder Websites im Internet und bei Veranstaltungen wird durch den stetigen Bezug auf die Vorfälle von Kerbela dieses stereotype Bild von Sunniten konstruiert und erinnerungsrituell gepflegt, ohne jedoch islamisch-sunnitische Standpunkte über Kerbela einzuholen. Sunnitische Autoren betrachten diese Vorfälle von Kerbela ebenfalls als eine Katastrophe, wobei sie eher in kritischer Distanz zu dem siegreichen Omayyadenkalifen Yezid, dem Gegner des Ehl-i Beyt, stehen. Ein typisches Beispiel dafür bietet das Werk des ehemaligen Mitglieds des Überprüfungsausschusses für theologische Werke des sunnitisch-hanefitisch dominierten staatlichen Präsidiums für Religiöse Angelegenheiten, M. Asim Koksal, mit dem eindeutigen Titel "Islamische Geschichte. Der Erhabene Hüseyin und die Katastrophe von Kerbela" (Islam Tarihi. Hazret-i Hüseyin ve Kerbela Faciasi). Koksal gibt im Streit um das Kalifat nicht Yezid, sondern dem Prophetenenkel Recht. Darüber hinaus werden im sunnitisch-islamischen Diskurs nur die ersten vier Kalifen und damit auch Ali als die Vier Rechtsgeleiteten Kalifen des Goldenen Zeitalters (Asri Saadet) und damit eben nicht Muaviye oder Yezid als legitim anerkannt (vgl. Koksal 1984). Eine von der Stiftung des staatlichen Präsidiums für Religiöse Angelegenheiten veröffentlichte Monografie beschreibt den gewaltsamen Tod Hüseyins als "Martyrium", es ist auch von den "Märtyrern von Kerbela" die Rede (vgl. Sofuoglu/Ilhan 2001: 39-40), wohingegen Yezids Legitimität eher kritisch hinterfragt wird: "Da Yezid eine mit dem Islam unvereinbare Verhaltens- und Lebensweise an den Tag legte, war er jemand, der stets von den Muslimen kritisiert und sogar als ... Sünder ... betrachtet wurde." (Sofuoglu/Ilhan 2001: 34). Alewiten leiten sich historisch seit "Kerbela" als eine jahrhundertelang durch sunnitische Tyrannen unterdrückte fortschrittliche heterodoxe Glaubensgemeinschaft mit Widerstandstradition ab. Das Alewitentum wird als eine progressive, revolutionäre und sozialhistorische Widerstandsideologie definiert: "Der Vorfall von Kerbela war ein Kampf zwischen dem Gerechten und Ungerechten, dem Unterdrückten und dem Tyrannen, Gut und Böse, Ehre und Unanständigkeit und zwischen Macht und Mut. Dieser Kampf hat an diesem Tag begonnen, ist aber nicht beendet; er wird seit 1300 Jahren fortgesetzt und wird auch kein Ende finden, solange Bosheit, Ungerechtigkeit und Ausbeutung vom Erdboden verschwunden sind." (Sahkulu Sultan Külliyesi Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Arastirma Egitim ve Kültür Vakfi Yayinlari 1998: 7) Ein weiteres Beispiel ist die Kerbela-Deutung von Cemal Sener: "Kerbela ist ein Epos der der tagelang in der Mitte der Wüste hungrig und durstig gelassener Helden. 27 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 Kerbela ist der Angriff von den durch dem Vorsitzenden der Omayya, Yezit, angeführter zehntausenden Soldaten auf Mohammeds Enkel, auf den lieben Sohn von Ali, auf Hüseyin und dessen 72 wehrlose ... Familienmitglieder. Kerbela ist ein ehrenvoller Aufstand gegen den ungerechten Werdegang des Omayyadensultanats ... In Kerbela haben sie sich den Heeren Yezids nicht gebeugt ... sie wurden ohne Nahrung und Wasser gelassen und ermordet. Aber sie haben sich nicht gebeugt. Imam Hüseyin hat gegen die Despoten der Omayya und sich verstärkt abzeichnenden ungerechten Werdegang eine Flagge gehisst. Diese Flagge war seit jenem Tag bis heute immer die Fahne der gegen die Tyrannen kämpfenden Menschheit." (Sener 1995b: 7-8) Der von den Schiiten entliehene opfertraumatische Ursprungsmythos wird im alewitischen Diskurs als die erste Station des bis heute andauernden Leidensweges wahrgenommen und immer wieder als solche bekräftigt, indem er mit aktuellen tagespolitischen oder mit historischen Konflikten verknüpft wird8. Der aussichtslose und für ihn tödlich endende Kampf Hüseyins gegen Ungerechtigkeit gegen den zahlenmäßig überlegenen Feind Yezid, der jedoch religiös in einen moralischen Sieg umdefiniert worden ist, gilt zumindest in der bundesrepublikanischen von der AABF dominierten Alewitengesellschaft als das spezifisch alewitische Leitmotiv und Bezugsmerkmal, das das Alewitentum ausmacht. Dies geht aus den im Zentralorgan eben dieses Dachverbands veröffentlichten Ergebnissen der Umfragen9 hervor (vgl. Kaplan 2001). Der frühere AABF-Vize Seydi Koparan hat dieses Motiv Mitte März 2003 von der AABF-Zentrale in Köln eigens für das erinnerungszeremonielle und speiserituelle Andenken an Kerbela veranstaltete Gedenkessen als Forum benutzt, um die propagierte alewitische Widerstandstradition auf Imam Hüseyins gewaltsamen Tod bei seinem Kampf gegen die Ungerechtigkeit zurückzuführen (vgl. Mete 2003: 19). Alevilerin Sesi trug der Hervorhebung der (erfundenen) Tradition des Kampfes gegen die Ungerechtigkeit Rechnung, indem sie erstmalig ihren Cover der März-2003Ausgabe (03/2003) ohne Bilder und mit der roten Beschriftung des Wortes "Kerbela" in Großbuchstaben auf schwarzen Hintergrund herausbrachte, um den Ernst des Themas zu verdeutlichen und zu bekräftigen. Imam Hüseyin habe den Alewiten zwei wichtige Botschaften hinterlassen, schreibt AABF-Mitarbeiterin Dilek Öznur auf Deutsch: "Zum einen, sich niemals durch Macht und weltlichen Besitz irreleiten zu leiten zu lassen, sich niemals – geblendet durch Rang und Stellung – Tyrannen (Yezit) zu unterwerfen, sich immer auf die Seite der Benachteiligten und Unschuldigen zu stellen." (Öznur 2003: 23) Auch die deutsche Filiale der CEM-Stiftung, die CAAC/CEMAAT, frischte das 8 9 28 Das gilt aber auch für die sunnitisch-islamistische Bewegung, zu deren Sprachrohren auch die Wochenzeitschrift Cuma zählt. Das sunnitisch-islamistische Periodikum Türkiye'de Cuma benutzt das Kerbela-Ursprungsmythos mit dem Vermerk "in dem 1322. Martyrium des Erhabenen Hüseyin ... ist Kerbela überall" auf dem Deckblatt, um auf die Konflikte im Irak, Palästina, Kaschmir, Afghanistan hinzuweisen (vgl. Türkiye'de Cuma Nr.39/4.-10.2002). Es ist bei diesen Umfragen zu kritisieren, dass diese nur in den AABF-Vereinen durchgeführt worden sind, dass weder vereinslose Alewiten noch Sunniten als Kontrollgruppe befragt worden sind, um die Ergebnisse zu untermauern. Burak GÜMÜŞ alewitische Kollektivgedächtnis des durch die Geschichte hindurch stets gegen die Herrschaft der Ungerechtigkeit kämpfenden Alewitentums auf und bekräftigte die kollektive Identität von der progressiven und oppositionellen Glaubensgemeinschaft, indem sie eine erinnerungsrituelle Kulturveranstaltung zum Andenken an die "Märtyrer von Kerbela" abhielt. Diese begann mit einer erinnerungs- und enthaltsamkeitsrituellen Schweigeminute und wurde darauf anschließend durch eine Segnung durch einen Dede religiös weiter aufgeladen, bevor in Redebeiträgen neben den musikalischen Auftritten alewitischer Künstler der Bezug zu Kerbela weiter hergestellt wurde (vgl. Siliseri 2003). Abbildung 1: "Kerbela als Preis der Gerechtigkeit" Ein von Cemal Sener interviewter Dede namens Ibrahim sieht die schon seit Kerbela angeblich bestehende Widerstandstradition als normatives Kriterium des Alewitentums: "Wir müssen Beispiele aus unserer Vergangenheit finden, um unsere Zukunft zu behaupten. In dem Ereignis des Vorfalls von Kerbela hat Hüseyin den Tod nicht in Kauf genommen, um [etwa; BG] eine Karriereposition und Stelle zu ergattern, sondern er hat sich gegen Ungerechtigkeit aufgelehnt. Die gestrigen Symbole des Widerstands gegen Ungerechtigkeit waren Ali, Imam Hüseyin. Heute dauern die Ungerechtigkeit und Ausbeute weiter an. Heute folgen wir den aktuellen Alis und Hüseyins. Wir sind hinter den von ihnen hochgehaltenen Flaggen. Wenn wir uns heute nicht auf die Seiten der heutigen Hüseyins stellen, können wir keine richtigen Alewiten sein." (Sener 1995b: 5) Durch das Wechselverhältnis zwischen Gegenwartsbewusstsein und Geschichtsbild entsteht konsistent durch die Geschichte hindurch das Bild einer ewig unfreien und geknebelten Glaubensgemeinschaft. So scheinen der TunceliAufstand gegen die kemalistische Republik von 1937/1938, die Aufstände der "Rotköpfe" gegen die Osmanen, die darauf anschließende politisch verursachte Verfolgung der osmanischen Alewiten durch Yavuz Sultan Selim, die bürgerkriegsähnlichen Auseinandersetzungen zwischen Links- und Rechtsextremisten in den 70er Jahren des vorigen Jahrhunderts oder der Brandanschlag von islamischen Extremisten auf ein Festival von alewitisches Volksdichtern in Sivas erscheinen auch 29 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 als jeweilige Stationen des seit "Kerbela" begonnenen Leidensweges: "Es ist versucht worden, das Volk Anatoliens von der Schah-Ismail-Kampagne von Yavuz Sultan Selim, bis zum 12.September [1980, d.h. dem Militärputsch; BG] von Kenan Evren zu zwangssunnitisieren." (Sener 1995b: 78). Gleichwohl wird versucht, politisches Kapital durch die Remobilisierung alewitischer Deutungsmuster durch den Rekurs auf "Kerbela" zu schlagen, wodurch favorisierte Aufständische legitimiert und gleichzeitig deren sunnitische Gegenspieler dämonisiert werden sollen. Ein Beispiel ist der im alewitischen Trauermonat Muharrem erschienene Artikel des Zentralorgans der PKK-Nebenorgnisation Kürdistan Aleviler Birligi, der Alewitischen Union Kurdistans (Zülfikar). Diese instrumentalisiert alewitische Motive wie "Kerbela" für separatistische Zwecke, um den Bezugsrahmen, Weltwahrnehmungsweise, Deutungs- und somit auch Verhaltensweise alewitischer Leser entsprechend zu verzerren: "In unseren Breiten wurden viele Kerbelas erlebt. Zur Zeit von Yavuz Sultan Selim wurden durch Kuyucu Murat Pascha 40000 alewitische Menschen enthauptet und in Gräbern verschachert. Sein Beiname Kuyucu [, d.h. der Gräber; BG] stammte daher. 1938 war Dersim auch ein Kerbela. Und in Dersim sind tausend Menschen massakriert worden. Der Fluss ... ist voll Leichen gefüllt [gewesen,; BG] ... Kurz gesagt, von den Omayyaden, Abbasiden, Seldschuken, vom Osmanischen Reich bis zur Republik sind seit 75 Jahren überall in unserem Land einzelne Kerbelas entstanden. Wir wünschen, dass die diesjährige Trauer [im Muharrem; BG] dem Frieden dient. Wir unterstützen das Friedensprojekt der demokratischen Republik des Nationalen Führers von Kurdistan" (Ünal 2000 im Internet). Mit diesem für die separatistische Terrororganisation PKK spezifische Begrifflichkeit des "Nationalen Führers von Kurdistan" ist der inzwischen auf der türkischen Gefängnisinsel Imrali inhaftierte Führer der PKK, Abdullah Öcalan, gemeint. A. Dursun Yildiz' Ausführungen über die Vorgehensweise der PKK weisen in die gleiche Richtung und sollen die Bewegung religiös legitimieren: "Seit zwanzig Jahren werden in der kurdischen Geographie tagtäglich Kerbelas erlebt. Kerbela ist wirklich keine Blutfehde der Ereignisse vor 1400 Jahren, sondern die unbeugsame ... Handlung von Imam Hüseyin. Dies ist eine Sache des Stolzes und der Ehre. Diese werden bei den Kurden heute noch immer geschützt und bewahrt. Wenn Sie die heutige Bewegung betrachten, sehen Sie sich Kerbela an ...Wir kämpfen unter den heutigen Rahmenbedingungen gegen den Sohn Muaviyes Yezid." (Yildiz 2002: 169) Nicht nur Hüseyin, sondern auch Ali wird als Integrationsfigur von der PKK instrumentalisiert: "Wir haben das Alewitentum seinen wahren Platz zugewiesen. Wir tragen dessen widerstandsfähiges, revolutionäres und populistisches Wesen in unserem Kampf. Ali war ein Wüstenguerillero. Wir aber sind die Landguerilla. Wir repräsentieren das Alewitentum am besten." (Yildiz 2002: 172) Die Hinrichtung des THKO-Führers Deniz Gezmis Anfang der 1970er gilt als eine weitere Haltestelle der traumatischen Fahrtroute. So hat der beim Brandanschlag in Sivas am 2.7.1993 verstorbene Asik Nesimi Cimen ein Gedicht gewidmet und somit einen Beitrag an der Aufrechterhaltung des alewitischen Selbstbildes von der seit Kerbela durch die Geschichte hindurch unterdrückten progressiven Alewitentums mit 30 Burak GÜMÜŞ moralisch legitimer Widerstandstradition geleistet: "Pleure mon cœur, pleur sans arrêt/ Aujourd'hui, 6 mai 1972 .../ Celui qui connaît Kerbela, connaît aussi ce jour-ci,/ A chaque époque meurent de vrai hommes comme ceux-là ... Chaque jour le 6 mai, chaque jour Kerbela/ Ah! La cruaute du tyran n'est pas encore terminée!" (Dreßler 2002: 249) Ein weiteres Beispiel ist Cemal Seners Kommentar über die Festnahme und Liquidierung des Vorsitzenden der maoistisch-terroristischen "Befreiungsarmee der Arbeiter und Bauern der Türkei", des militärischen Arms des Kommunistischen Partei der Türkei/ Marxisten-Leninisten" (Türkiye Isci Köylü Kurtulus Ordusu; TIKKO; Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist; TKP/ML-TIKKO), Ibrahim Kaypakkaya: "Das Volk von TUNCELI hat seine Schleifung mit einem Jeep nach seiner Ergreifung im Rahmen seines Kampfes gegen die ... Ordnung in den Gebirgen von Dersim, sein 'GEBEN SEINES KOPFES ANSTELLE DER PREISGABE SEINES GEHEIMNISSES'[10; BG] in den Kerkern von Diyarbakir, seine Standhaftigkeit in den Folterbänken, mit dem Vorfall von Kerbela verglichen." (Sener 1995b: 11) Dadurch wird der Führer einer sozialistischen und militanten Vereinigung aus dem Kontext des Klassenkampfes und der sozialen Ungleichheit in einen Sinnzusammenhang mit dem gewaltsamen Konflikt arabischer religiöser Führungsriegen um die geistliche Leitung der Gemeinde gebracht und religiös legitimiert bzw. implizit das Alewitentum mit dem militanten Sozialismus gleichgesetzt. Kaypakkaya wird durch den Vergleich mit Imam Hüseyin auf Kosten des türkischen Staates nachträglich religiös legitimiert und damit auch der von ihm geführte und nach seinem Tod sich auf ihn berufende Terrorismusg der Organisation TIKKO. Sener ist sich den Mechanismen und Auswirkungen von historischen Vergleichen zwecks Manipulation des Bezugrahmens alewitischer Leser und deren Kollektivgedächtnisses wohl bewusst, indem er diese Frage stellt: "Wer sonst außer Seyit Riza kann den Kreis von Kerbela zu Kaypakkaya schließen?" (Sener 1995b: 11). Der von den mit Ankara um Einfluss rivalisierenden lokalen Eliten (Grundbesitzer, Geistliche und Clanchefs) gegen den nach Binnenzentralisation strebenden kemalistischen türkischen Nationalstaat gerichtete separatistische Aufstand von Dersim wird auch als eine weitere Haltestation des Leidenswegs der Alewiten konstruiert. Dadurch wird das von den einigen lokalen Stämmen der Zaza und Kurden aus Tunceli entliehene Dersim-Trauma zur Prägung des kollektiven Gedächtnisses der Alewiten zwecks Konstruktion auch von einer weltlichen Kemalisten unterdrückten Glaubensgemeinschaft instrumentalisiert. Seyyid Riza, der Zaza-Clanchef und alewitische Erbpriester (dede) wird mit dem impliziten Vergleich mit dem alidischen Imam Hüseyin und kommunistischen Organisationschef Kaypakkaya sowohl religiös als auch ideologisch-marxistisch zu legitimieren versucht (vgl. Sener 1995b). Der Zusammenhang zwischen dem schiitischen Gründungsmythos Kerbela, der Ergreifung und außergerichtlichen Tötung des TIKKO-Führers Kaypakkaya und der Hinrichtung von Seyyid Riza zeigt nicht nur an, dass die alewitische Kollektividentität Traumata anderer Kollektivgruppen (Schiiten, Kurden 10 Dies ist eine alewitische Redensart über das Verschweigen von Geheimnissen auch gegen bewusste Inkaufnahme der Ermordung. 31 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 bzw. Zaza sowie Sozialisten) notgedrungen benötigt, um sich historisch-konsistent als eine jahrelang diskriminierte Minderheit zu konstruieren. Aber neben den traumatischen Ereignissen und Mythen von Kerbela, Caldiran und Tunceli gilt auch der Anschlag von Sivas als weitere Station des alewitischen Leidensweges, der zur Remobilisierung alewitischer Deutungsmuster für nichtalewitische Zwecke instrumentalisiertwird. So kontastiert A. Dursun Yildiz: "Das Massaker von Sivas ist das letzte Glied in der historischen Ereigniskette der Alewitenmassaker. Es ist ein Glied der Unterdrückung, das die Massaker von Kerbela, Yavuz Sultan Selim, ... Kocgiri, Dersim, Maras ergänzt." (Yildiz 2002: 73) Der ansonsten der PKK nahestehende Autor kritisiert anschließend türkischstämmige Alewiten für deren kritische Distanz zum kurdischen Separatismus in Zusammenhang mit Sivas: "Die Mehrheit der türkisch-alewitischen Gemeinden sehen nicht die Sivas, die täglich den Kurden aufgenötigt wird. Sie hören es nicht. Sie bleiben Zuschauer, wenn die kurdische Geographie in Kerbelas umgewandelt wird." (Yildiz 2002: 76) Diese Kritik ist auch Ausdruck über das Verhältnis zweier in unterschiedlicher Distanz zur türkisch-sunnitischen Kerngesellschaft stehenden Randgruppen zueinander: Kurden und Alewiten. Türkische Alewiten weichen nur konfessionell, separatistische kurdische Alewiten auch politisch-ethnisch von den herrschenden türkisch-islamischen Normen ab. Somit stehen letztere in größerer Entfernung zur Kerngesellschaft und erfahren von den vorhergenannten weniger Unterstützung. Ähnlich wie Yildiz verfährt der alewitische Autor Aslan: "Die schwarzen Sklaven, die sich zur Zeit des Kalifen ... in Basra erhoben, haben sich im Namen des Alewitentums auf dem Weg gemacht. Hier sehen wir, dass das Alewitentum die Philosophie der Unterdrückten ist. Diejenigen, die sich aus der Lage der Unterdrückung befreien wollten, haben die alewitische Philosophie verinnerlicht. Das Alewitentum hat sich wegen dieser Eigenschaft nicht vor weiterem Druck befreien können: Es hat auf diesem Weg viele Opfer gegeben. Zusammengefasst sind einige davon folgende: Nesimi wurde gehäutet. Muhittin Arabi, [Hallac-i; BG] Mansur, Pir Sultan, Seyh Bedrettin, ... Baba Ishak, Seyit Riza. Das sind anatolischstämmige Alewitenführer. Fast in jeder Sultansära [sind Alewiten; BG] Opfer von Massenmord geworden; Kuyucu Murat [, der Gräber,; BG] hat 65000 Alewiten in Gräbern verschachert. In der osmanischen Geschichte steht geschrieben, dass Yavuz Sultan Selim 40000 Alewiten massakriert hat. Das ist eine offizielle Angabe. Die Todeszahl ist weit höher. Die republikanische Phase hat dem nichts nachzustehen. Sie hat den gleichen Weg genommen. In dem Massaker von Dersim sind Zehntausende Alewiten massakriert worden. ... Die Ereignisse von Maras, die Ereignisse von Sivas, die Ereignisse von Corum und zuletzt die Verbrennung 37 unserer Menschen." (Aslan 1996: 181–182) Aber es werden nicht nur Gemeinsamkeiten zwischen Alewiten und kurdischen Separatisten oder Sozialisten, sondern auch mit Kemalisten angesprochen. So hat Asik Muharrem Yazicioglu als reaktive Verhaltensweise auf einen wahrscheinlich von sunnitischen Islamisten verübten Brandanschlag auf eine Filiale des kemalistischen Nichtregierungsorganisation ADD (Atatürkcü Düsünce Dernegi, Verein für 32 Burak GÜMÜŞ Kemalistisches Gedankengut) ein Gedicht geschrieben, um eine Überschneidung des alewitischen Leidenswegs mit dem der Kemalisten anzuzeigen: "Der Schariaanhänger verführt im Namen der Religion.../ Er schüchtert das kemalistische/ Denken ein.../Wenn der Laizismus geht,/wird das Verwüstung bedeuten.../Die Worte und Prinzipien Atatürks,/ Wurden eins ums andere/ aus ihrer Verankerung entrissen, Sein Land wird in der Finsternis begraben.../Das Ereignis von Kerbela/ hat Wunden geschlagen, Corum, Maras und Sivas haben es überholt ... Menschen werden verbrannt/ in Vorfreude aufs Paradies,/ Minister schauten zu, ohne sich zu schämen,/ Die in Sivas verbrennenden Freunde werden nie/ vergessen werden, Die Demokratie hat keinen Platz in der Türkei. / Laßt uns das Land aus den Händen der Reaktionäre entreißen,/ ...Laßt uns nicht vom Weg des Laizismus abweichen ..." (Dreßler 2002: 252) Es wird dabei ausgegangen, dass mit dem Schwinden des Kemalismus als Leitidee und Bewegung eine sunnitische Islamisierung mit der Re-Diskriminierung der Alewiten als Folge verbunden ist. Die sozialistische oder separatistische Instrumentalisierung traumatischer Ereignisse und Mythen von Kerbela, Caldiran, Tunceli, Sivas, Maras zur Remobilisierung alewitischer Deutungsmuster für nichtalewitische Zwecke ruft auch Widerstand bei anderen Alewiten hervor. Der Vorsitzende des Rates der Dede der AABF, Dede Dervis Tur, wandte sich bei seinem religiösen Vortrag über das "Ereignis von Kerbela" vehement gegen die Benutzung des Kerbela-Motivs für politische Zwecke linksradikaler Bewegungen und Organisationen (vgl. Notizprotokoll, MC-Aufnahme 29.3.2002 in Radolfzell; Vortrag von Dervis Tur). So ist beispielsweise das Parteiorgan Kerbela der linksextremen auch in der Bundesrepublik als terroristisch eingestuften militanten Vereinigung DHKP/C (Devrimci Halk Kurtulus Partisi/Cephesi, Revolutionäre Volksbefreiungspartei /-front) gerade für den Appell an und die Werbung für Alewiten konzipiert worden. Dieses Entgegentreten bestätigt den Umstand der Instrumentalisierung dieses alewitischen opfertraumatischen Motivs oder anderer historischer Ereignisse für politische Zwecke linker oder separatistischer Organisationen. 33 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 2. Über die politische Benutzung von Opfermotiven in Büchern und auf Veranstaltungen Abbildung 2: Seners Monografie mit Imam Hüseyin, Seyyid Riza und TIKKOFührer Kaypakkaya Cemal Seners Werk "Bihatayik. Evladi Kerbelayik" ("Wir sind unschuldig. Wir sind die Söhne von Kerbela") soll hier als Besipiel herangezogen werden.11 Imam Hüseyin, der Führer des Auffstands, Seyyid Riza, und der getötete Führer und Gründer der auch in der Bundesrepublik terroristisch eingestuften linksextremen Guerillaorganisation TIKKO (Türkiye Isci Köylü Kurtulus Ordusu, Befreiungsarmee der Arbeiter und Bauern), Ibrahim Kaypakkaya (vgl. Landesamt für Verfassungsschutz 2001: 25-27), zieren von links nach rechts gemeinsam das Deckblatt des Buches mit dem Zitat von Seyyid Riza mit den kurz vor dessen Hinrichtung ausgesprochenen Worten "Wir sind unschuldig. Wir sind die Söhne von Kerbela" als Titel. Die Zitierung der berühmt gewordenen Sprüche von Seyyid Riza kurz vor dessen Hinrichtung an sich und die Beteuerung seiner Unschuld sowie seiner (geistigen und genetischen) Abstammung von Imam Hüseyin legitimiert ihn und soll auch als Slogan für das stereotype Selbstbild der Alewiten als in der Geschichte bis heute durch sunnitische Despoten stets unterdrückte, in ihrer Grundhaltung legitime, progressive Glaubensgemeinschaft mit Widerstandstradition bestätigen und bekräftigen. Seners Kommentar im Vorwort ist aufschlussreich: "Ich habe die letzten Aussprüche des Gelehrten, den DERSIM hervorgebracht hat und der einzige Liebhaber der Dersimi ist, Seyyid Riza, auf dem Weg zur seiner Hinrichtung als Titel des [Buches; BG] … gegeben. Die Gegenwart kann nicht ohne das richtige Verständnis von der Vergangenheit erfasst werden. Wenn die Vergangenheit nicht eindeutig erfasst werden kann, können unsere von uns zu ziehenden Schlüsse für heute und morgen nicht 11 34 Dieses schon zwölf Jahre alte Frühwerk lässt sich nicht in das bisherige Gesamtwerk des kemalistischen Autors Seners einordnen, da es nach dem Inhalt und der politischen Zielrichtung eine Ausnahme bildet (vgl. Sener 1994, 2001). Aus darstellungsökonomischen Gründen kann weder auf Seners Wirken als Vereinsfunktionär noch auf dessen Monografien eingegangen werden. Burak GÜMÜŞ vollständig sein." (Sener 1995b: 5) Die von links nach rechts geordnete Reihung dieser historischer Persönlichkeiten und Ikonen religiöser, separatistischer und sozialistischer Bewegungen implizieren eine historisch von Imam Hüseyin beginnende über Seyyid Riza bis Ibrahim Kaypakkaya fortgesetzte Ereigniskette. Die opfertraumatischen Motive sind von südostanatolischen Separatisten und von den Kommunisten entliehen worden (Dersim-Aufstand, TIKKO). Das hat folgende Auswirkungen: Der für Hüseyin tödlich endende Kampf arabischer Machteliten um die religiöse Leitung der Muslimgemeinde, der von lokalen, separatistischen, feudalen und nationalstaatsfeindlichen Stammeseliten gegen die moderne zentralistische Türkenrepublik geführte Aufstand von einigen Kurden- und Zaza-Clans und der Krieg der gegen die freie Marktwirtschaft vorgehenden sozialistischen Organisation TIKKO werden historisch miteinander verknüpft und dadurch religiös legitimiert sowie ihre Gegenspieler, die kemalistische und postkemalistische marktwirtschaftliche Republik Türkei dämonisiert bzw. ins moralische Abseits stellt. Durch die Verknüpfung entsteht ein Bild des auch in der türkischen Republik drangsalierten Alewitentums. Dadurch wird zum Beispiel der säkularistische und dadurch eine zumindest teilweise und erstmalige Emanzipation für Alewiten einleitende Gründer und Symbol- bzw. Integrationsfigur der Republik Türkei, Mustafa Kemal Atatürk, implizit mit dem Omayyadenkalifen Yezid gleichgesetzt und religiös entlegitimiert. Dies gibt der Bewegung von nationalistischen Zazas und Kurden im alewitischen Diskurs Auftrieb und stellt auch das herrschende Werte- und Normensystem in Frage. Die durch die kemalistische Säkularismuspolitik gegenüber dem Sunnitenislam entstandene Diskriminierungslücke auf dem Leidensweg der Alewiten von Kerbela bis heute wird durch die Bemühung des opfertraumatischen Tunceli-Motivs gefüllt. Damit gilt künftig der Kemalismus, der als eine Phase der Befreiung der Alewiten betrachtet wurde, als auch eine Ära der Diskriminierung. Gleichzeitig mit der Verknüpfung der drei Motive Kerbela, TIKKO und Dersim findet auch eine sozial wirksame und im stereotypen Selbst- und Fremdbild oft geltende Vermengung der Kollektive der "Alewiten", "Zaza"/"Kurden" und "Sozialisten" zur sozialen Gruppe mit den drei K's statt: (separatistische) Kurden, Kommunisten und kizilbas. Die Alewiten sollen vermutlich durch die Ausleihe der sozialistischen und separatistischen Traumata der im Gegensatz zum Osmanenreich säkulareren und ihnen mehr Freiheiten zugestehenden beziehenden Republik Türkei entfremdet und sie für die "alewitische", "kurdische" oder "proletarische" Bewegung mobilisiert werden. Dieses Bündnis der drei Gruppen ist durch deren gleichzeitige Distanz zur Kerngesellschaft der Türkei ermöglicht worden. Die Tuncelistämmigen gelten wegen ihrer multiplen Mitgliedschaft in diesen drei Gruppen der "Zaza"/"Kurden", "Alewiten" und "Sozialisten" für die Konstruktion der 3-K-Gruppe der "Kizilbas Kürt Komünistler" als prädestiniert. Im Kontext der sunnitischen Reislamisierung und kurdisch-türkischen Reethnisierung im Rahmen der Auseinandersetzung mit der PKK sowie der Verbreitung der Türkisch-Islamischen Synthese ist es tatsächlich zur Vermengung der Kurden- und Alewitenfrage gekommen (vgl. Sener 1995b: 17). 35 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 Abbildung 3: Erals Monografie über den Leidesweg der Alewiten Aber auch Sadik Erals "Caldiran'dan Corum'a Anadolu'da Alevi Katliamlari" (Alewitenmassaker in Anatolien von Caldiran bis Corum) ist ein weiteres Beispiel. Die rote Beschriftung mit der gesperrten Darstellung des Wortes "Alevi" und der Unterstreichung "Katliamlari" (Massaker) auf schwarzem Hintergrund scheinen mit dem Fehlen von Bildern den besonderen Ernst des Themas wohl beabsichtigt zu verdeutlichen. Der Titel "Alewitenmassaker von Caldiran bis Corum" impliziert schon einen alewitischen Leidensweg, der bei der persisch-osmanischen Schlacht von 1514, einer politisch motivierten Auseinandersetzung zwischen dem Osmanen- und Safevidenreich um Einflusssphären, beginnt und bei den Übergriffen von Rechtsextremisten auf Linke und Alewiten im bürgerkriegsähnlichen Auseinandersetzungen in den 1970er Jahren aufhört. Bei der schon im Titel implizierten Aneinanderreihung von Pogromen werden verschiedene und unterschiedliche historische und politische Ursachen so hinunter gespielt, dass die alewitische Herkunft der Opfer und damit auch implizit die sunnitische Herkunft der Täter zur Alleinursache erklärt wird. Das Beharren auf "Kerbela" wird auch durch die unter der Elite im alewitischen Diskurs (Autoren, Vereinsführer) vordringliche und stets bekräftigte Redensart von der "1400 jährigen Unterdrückung" deutlich. Turgut Öker sprach bei seiner Eröffnungsrede des zweiten, von der AABF und ABKB zusammen organisierten "Epos des Jahrtausends" in Istanbul von einer "tausendjährigen Unterdrückung und Unterjochung" (Notizprotokoll 5.10.2002 in Istanbul Rede von AABF-Chef Turgut Öker). Der bei Alewiten vorhandene ständige Bezug und Benutzung dieser stereotypen Redensweise auf Veranstaltungen oder in Monografien ist ein weiteres Indiz für die erwünschte Speicherung zweier Elemente im kollektiven Erinnerungsbestand der Alewiten: Die identitätsrelevante und historische Ableitung des Alewitentums aus dem schiitischen Gründungsmythos von Kerbela und die Konstruktion als eine jahrhundertlange unterdrückte oppositionelle und progressive Religion mit Widerstandstradition soll vermutlich durch den stetigen rhetorischen Bezug auf die "1400 jährige Unterdrückung" 36 Burak GÜMÜŞ seit Kerbela dauerhaft im kollektiven Gedächtnis der Alewiten haften bleiben. Dieser stete Bezug auf die jahrhundertelange Unterdrückung bringt mit der Aufzählung von Gliedern als Haltestationen von Kerbela bis Sivas auf dem dargestellten Leidensweg gleichzeitig ein herrschaftsgefährdendes und ahistorisches Verständnis vom Alewitentum und somit auch insofern eine herrschaftsbezogene, ebenso ahistorische und kritische Auffassung vom Sunnitentum mit sich, als Sünnilik als eine Herrschaftsideologie dargestellt wird. Gleichzeitig wird das Alewitentum mit einer jahrhundertlangen und durch die Zeit hindurch künftig auch ewig gepflegten Widerstandstradition versehen, um den Bezugrahmen alewitischer Leser zu verzerren und diese zur politischen Opposition zum herrschenden Status quo zu bewegen: "Da die sunnitische Konfession seit ihrer Gründung die Rechtsschule der Herrschenden ist, ist alles mögliche versucht worden, die Entwicklung des Alewitentums zu behindern, und es wurden viele Alewitenführer ermordet. Die, die das Alewitentum bejahen, sind umgebracht worden. Das Massaker, das Yavuz Sultan Selim durchführte, ist das beste Beispiel dafür. Diese Massaker dauern bis heute noch an. Das Massaker von Sivas ist eines davon." (Aslan 1996: 166) Der von den Schiiten entliehene "Kerbela"-Ursprungsmythos wird im legitimatorischen Diskurs instrumentalisiert, um die religiöse Rechtmäßigkeit von alevilik besser zu gewährleisten. Die Synkretismusthese, wonach das Alewitentum als eine Synthese verschiedener Glaubenselemente durch Orthodoxe als "Mischreligion" kritisiert werden kann, wird vernachlässigt. Historische Fakten werden dahingehend verzerrt, dass das Alewitentum schon mit der Nachfolgefrage nach dem Tode des Propheten im siebten Jahrhundert entstanden sei. Als Nebenwirkung werden die gegen die Alewiten gegenübergestellten Sunniten dämonisiert. So wurde eine für türkische Jugendliche besser verständliche deutschsprachige Broschüre auf dem Konzert der AABF-Jugendorganisation AAGB am 9. März 2002 in Böblingen zur Selbstdarstellung verteilt: "Die Aleviten stellten sich auf die Seiten von Hz. Ali und erkannten ihn als rechtmäßigen Nachfolger (Kalif) des Propheten Mohammed am. Die Sunniten stellten sich auf die Seite von Abu Bakr und erkannten ihn als rechtmäßigen Nachfolger (Kalif) an. Ab diesem Zeitpunkt kam es immer wieder zu Auseinandersetzungen zwischen den Aleviten und Sunniten. Gegenüber den Aleviten wird von den Sunniten keine Toleranz entgegengebracht." (AAGB 2002: 1) Neben Büchern gelten politische Kulturveranstaltungen als Medium für die Pflege alewitischer Mythen.12 Die in Köln am 13.5.2000 und in Istanbul am 5.10.2002 12 Die AABF treibt z.B. die Entwicklung eines organisierten und institutionalisierten alewitischen Bewusstseins voran, dessen gesellschaftliche Breiten- und Tiefenwirkung nicht nur durch Gratiskurse zur Vermittlung von Lehren und Ritualen, religiöse Riten (in Cem-Häusern oder Vereinen), Kampagnen, Massenmedien (Rundfunk, Periodikum Alevilerin Sesi, Monografien und Internet), sondern auch über politische Kulturveranstaltungen sich entfaltet. Diese kulturellen Abende dienen zur Aufrechterhaltung der alewitischen Identität. Diese Konzerte dienen auch dazu, das moderne Alewitentum öffentlich zu inszenieren, eine Funktion zur Außenrepräsentation zu erfüllen und eine Plattform für die Stellung von Forderungen zu sein. Es kann festgehalten werden, dass gerade diese "soziale und politische Aktivitäten bisher eher säkularen Charakters … im Kontext von öffentlichkeitswirksamen Identitätspolitik inzwischen verstärkt mit religiöser Symbolik unterfüttert werden." (Motika/Langer 2005: 90) Eingeleitet werden die politischen oder kulturellen 37 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 von der AABF organisierten beiden "Epen des Jahrtausends" stellten alewitische Werte und Normen und Haltestationen der alewitischen Geschichte mit türkischen und deutschen Reden von Verbandsfunktionären und Moderatoren, mit unzähligen SazSpielern und Semah-Tanzpaaren sowie mit Auftritten von vorwiegend prominenten alewitischen Künstlern mit Liedern in türkischer, kurdischer, armenischer, lasischer und Zaza-Sprache vor.13 Auf diesen Großkonzerten werden religiöse Elemente aus dem Cem-Ritus (Lichterzeremonie, Versammlung der Vierzig, Trauer im Kerbela, SemahTanz, Gülbenk) mit den Versatzstücken aus der realen oder real geglaubten alewitischen Geschichte bis in die Gegenwart vorgetragen. Daher können diese Konzerte selber als öffentliche und aktualisierte Nachahmungen von Cem-Versammlungen gelten. Haci Bektas, Pir Sultan, die Verfolgung und Vernichtung im Osmanischen Reich, die bürgerkriegsartigen Zustände in den 70er Jahren vor dem Militärputsch und das Gewaltereignis von Sivas werden als Haltestationen des alewitischen Wegs durch Gedichte und Musikvorführungen einzeln vorgeführt und als Alewiten vorwiegend als Opfer gezeigt. Der Künstler und Moderator der den alewitischen Leidensweg von den Anfängen bis heute musikalisch und theatralisch konstruierenden öffentlichen Kulturund Konzertveranstaltung der AABF "Epos des Jahrtausends" (Binyilin Türküsü), meinte in dem Abschnitt "Kerbela", der vom Rumpf abgetrennte Kopf Imam Hüseyins sei die bis heute die Flagge des Widerstandes gegen die Ungerechtigkeit (vgl. Notizprotokoll und MC-Aufnahme 5.10.2002 in Istanbul, Redebeitrag von Tuncel Kurtiz). 3. Thesen über die Friedfertigkeit Schah Ismail Hatayis, über die anfänglich guten Beziehungen zu Bayezid II. und über die religiöse Leitmotive Selim I. bei der Verfolgung von Alewiten "Die Herrschaft der Osmanen von Selim I. bis zum Ersten Weltkrieg ist für die Alewiten und Bektaschiten in Anatolien eine schwarze Phase. In der 400 Jahre dauernden Phase von 1514 bis 1914 sind Alewiten und Bektaschiten immer vernichtet, vertrieben und unterdrückt worden." (Kocadag 1998: 176) 13 38 Veranstaltungen durch religiöse Segnungen durch die alewitischen Erbpriester nach einer Schweigeminute über Personengruppen wie die "37 Toten von Sivas". Je nach Jahrestag und Anlass sind es Opfer islamistischer Attentate oder Massaker, Märtyrer im Unabhängigkeitskrieg oder gefallene linke Revolutionäre, die in erinnerungs- und enthaltsamkeitsritueller Andacht gewürdigt werden. Diese Konzerte, auf denen auch einige Lieder mit Liebes-, aber auch mit politischen Opferoder Widerstandsmotiven mit Saz vorgetragen werden, erfahren mit den vielfältigen zitierten Sequenzen aus dem Cem-Ritus (Gülbenk-Rufe, Semah-Tänze, religiöse Hymnen) eine religiöse Legitimation. Zur Verdeutlichung der alewitischen Gleichberechtigung von Mann und Frau führen ein männlicher und ein weiblicher Moderator die Vorstellung zwischen den Künstlern und propagandistischen Redebeiträgen von Verbänden und Autoren über bisherige, gegenwärtige und mögliche sowie drohende Erfolgs- und Diskriminierungsgeschichten durch und zitieren dabei beispielhaft Weissagungen, Taten und Verhaltensweisen von ausgewählten Alewitenheiligen zur Selbstdarstellung der Gemeinschaft. Somit erscheint das Alewitentum im Gegensatz zu einem fundamentalistisch verstandenen Islam als fortschrittlich. Dies geht aus den Video- und Tonbandaufzeichnungen hervor (vgl. Videoaufzeichnung 13.5.2000 in Köln und MC-Aufnahme 5.10.2002 in Istanbul). Burak GÜMÜŞ Die in Büchern oder auf Veranstaltungen vorgebrachten Thesen über die Verfolgung, Vertreibung und Vernichtung der rein als "türkisch" dargestellten Alewiten aus ausschließlich religiösen Gründen im als "arabisch-islamisch" vorgestellten Osmanischen Reich und über die anschließende Hinwendung der bedrängten kizilbas an den turkmenischen Safevidenkönig Ismail und über dessen Versuche der "humanitären Intervention" erfreuen sich bei großer Beliebtheit und dienen zur erinnerungsrituellen Konstruktion der Alewiten als eine jahrhundertelang verfolgte progressive Glaubensgemeinschaft innerhalb eines Opferdiskurses. Dabei wird davon ausgegangen, dass die angeblich prinzipiell guten Beziehungen zwischen dem Osmanen- und Safevidenreich bzw. Bayezid II. und Sah Ismail I. durch die Thronbesteigung von Yavuz Sultan Selim, der Zehntausende Alewiten aus religiösen Gründen hinrichten ließ, zerstört sei. Hier soll die osmanische Repression gegen die Alewiten weder geleugnet noch herunter gespielt werden, der Zehntausende zum Opfer gefallen sind(vgl. Öz 1992, Aydin 2000: 165-166, Akpinar 2000: 242-243, Bozkurt 1993: 59). Die dabei durch Autoren und Verbände vorgenommene unterschiedliche erinnerungspolitische Gewichtung von Ereignisaspekten bei Akteurkonstellationen mit Nullsummenspielcharakter in Publikationen und bei Erinnerungsriten beeinflusst auch das kollektive Gedächtnis. Die "Unterstützung der Kontrahenten kann in einem ... Konflikt durch die Stärkung der einen und durch die Schwächung der anderen Seite erfolgen. Eine Stärkung eines Kontrahenten liegt vor, wenn die Massenmedien ...zunehmend Gegebenheiten für relevant halten, die ihnen direkt nützen bzw. wenn sie Gegebenheiten, die ihm zugeschrieben werden positiver bewertet werden als zuvor." (Kepllinger 1989: 204; Hervorhebung im Original). Die Stärkung eines Akteurs ist (implizit) die Schwächung seines Gegners. Dies führt dazu, dass Ziele und Handlungen von Akteuren durch diesen Effekt legitim oder illegitim dargestellt werden (vgl. Kepplinger 1989: 204). Diese Effekte kommen in alewitischen Publikationen oder auf Kulturveranstaltungen dargestellten Konflikten zwischen dem Osmanischen Reich und Safeviden-Imperium zur Geltung und damit auch die pro-iranischen Aufstände der dann verolgten protoalewitischen Turkmenen sowie die pro-osmanische Haltung der von TurkmenischPersien verrandeten kurdischen Sunniten. Da im alewitischen Opferdiskurs lediglich die angeblich glaubensfanatisch motivierte Verrandung osmanischer Alewiten und die Güte des Dichtersultans Schah Ismail Hatayis sowie die dämonisierte Zusammenarbeit von sunnitischen Kurden mit dem Yavuz Sultan Selim I. erwähnt werden, werden das Osmanische Reich einseitig diskursiv geschwächt und dessen damalige Kontrahenten gestärkt sowie diese wieder in ihrer singulären Opferrolle bestätigt. Es soll daher die von den sich als Gedächtnisaktivisten betätigenden Vereinen und Autoren propagierte Opfersingularität der osmanischen Alewiten in Frage gestellt und die These hervorgehoben werden, dass diese Opfererfahrungen als Folge eines politischen und aufgrund der Massenverfolgung der Sunniten durch Schah Ismail auch konfessionellen Sicherheitsdilemmas im Rahmen osmanisch-safevidischer Rivalitäten um Anatolien entstanden sind. Jedoch werden bei der Pflege von Opfermotiven gerade die historischen Elemente ausgespart, die im Widerspruch zur Konstruktion dieses Selbstbildes stehen und dessen geschichtliche Legitimität in Frage stellen. 39 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 So trug der Theaterschauspieler Tuncel Kurtiz auf dem ersten von der AABF am 13. Mai 2000 in Köln abgehaltenen "Epos des Jahrtausends" bei der immer durch demonstrative Begeisterung und Klatschen der Zuschauer begleiteten Rede über die osmanischen Station des alewitischen Leidenswegs vor, dass der osmanische Sultan Yavuz Sultan Selim die islamische und anti-alewitische Fatwa des Scheichülislams Ebu Suud Effendi ausgeführt habe: "[U]nd Yavuz setzt die fetva von Ebu Suud um. ... [und die Alewiten; BG] versteckten sich, aber gaben nicht auf, sie versteckten sich, aber beugten sich nicht, sie versteckten sich, aber kehrten nicht ab." (Notizprotokoll und Videoaufzeichnung 13.5.2000 in Köln, Rede von Tuncel Kurtiz) Erst nach der Umsetzung der Fatwa seien die auch von Persien unterstützten Sahkulu-, Nur-Ali- und Kalender-Celebi-Aufstände der Alewiten erfolgt, so Kurtiz. Es wird auch die These lanciert, dass Selim I. rein aus Konfessionshass die Verfolgung, Vertreibung und Vernichtung der friedliebenden alewitischen Zivilbevölkerung vorangetrieben hätte. Hidir Aslan schreibt: "Wegen den Massakern der Osmanen haben die Anatolischen Alewiten den Machthaber im Iran Schah Ismail um Hilfe erbeten. Jeder weiß es doch, dass Schah Ismail tausend Mal türkischer als die Osmanen war. Es gab nicht selbstverständlicheres als, dass die Alewiten Schah Ismail um Hilfe gebeten haben. Wenn die Hilfe Schah Ismails an die Alewiten ein Verbrechen ist, dann ist der Wunsch bosnischer Muslime [im Bosnienkrieg zwischen 1991-1995; BG] und der Zyperntürkern [1963-1974; BG] nach Hilfe von der Türkei auch ein Verbrechen." (Arslan 2002: 129) Schah Ismail, der bei den Alewiten unter dem Dichternamen Hatayi als einer der großen sieben heiligen Barden großes Ansehen genießt und viele beim Cem vorgetragene mystische Lieder verfasst hat, hätte laut Gülag Öz auch ausschließliche ethische Gründe für die Unterstützung alewitischer Aufständischer gehabt. Dabei wird versucht, den protoalewitischen Safevidenkönig Schah Ismail türkisch-nationalistisch zu legitimieren und den sunnitisch-osmanischen Islam im Gegensatz zum Anatolischen Alewitentum (halb-) nomadischer Turkmenenstämme als "arabisch" und "fremdländisch" abzuwerten: Schah Ismail wünschte die "Gründung eines dem Türkentum angemessenen Staatssystems, die Implementation der Toleranz und freiheitlichen Werte der in Anatolien durch Haci Bektas Veli gegründeten Anatolischen Alewitentums, die Begründung eines freien und von der arabischen Kultur unberührten, vollständig sich an die türkische Kultur anlehnenden Staatsstruktur." (Öz 1997a: 200) Denn nach Gülag Öz gab es im "Gegensatz zu dem mit seiner Muttersprache, Kultur und Volk eine Einheit bildenden Safevidenstaat in Aserbaidschan [und Persien; BG]... einen [weiteren; BG] in Anatolien vollständig nach dem arabischen und theokratischen Verständnis [des Islam; BG] existierenden türkischen Staat." (Öz 1997a: 194) Damit soll das Osmanische Reich als ein von einer arabischen Fremdkultur beherrschtes und untürkisches Imperium entlegitimiert werden. 3.1 Thesen über Schah Ismails Friedfertigkeit und Sultan Selims glaubensfanatische Motive Abgesehen davon, dass der von Tuncel Kurtiz erwähnte Scheichülislam Ebu Suud Effendi nicht in der Herrschaftszeit von Yavuz Sultan Selim, sondern später in der 40 Burak GÜMÜŞ Ära Kanuni Sultan Süleyman gelebt hat, gibt es weitere Punkte, bei denen die Verklärung historischer Tatsachen offenbar wird. Es drängt sich der Eindruck auf, dass die osmanischen Sultane gegenüber den glaubensfanatischen Gelehrten relativ machtlos waren und deren anti-alewitisches Rechtsgutachten ausführen mussten. Aber nicht die Religion bestimmte die Politik, sondern religiöse Autoritäten mussten nach den politischen Vorstellungen ihrer Herrscher entsprechende Fatwas ausstellen: Selim I., der pro-iranische aufständische Alewiten eher aus sicherheitspolitischen Gründen bedrängen wollte, hat den ihm untergebenen Mufti Nurettin Hamza Saru Görez beauftragt (Akpinar 2000: 242-243; Aydin 2000: 165-166), ein religiöses Rechtsgutachten zur Bekämpfung der Alewiten bzw. zur islamischen Legitimierung ihrer sicherheitspolitisch erwogenen massiven Verfolgung auszustellen. Auch die Ausstellung dieses religiösen Rechtsgutachtens ist laut Akpinar nicht schariakonform (vgl. Akpinar 2000: 243). Das von Tuncel Kurtiz genannte Beispiel über den Alewitenaufstand von Sahkulu fand historisch vor der Verfolgungspolitik von Yavuz statt und war somit keine Reaktion, sondern Ursache bzw. Anlass der osmanischen Repression. Verschiedene verschwiegene Faktoren weisen auf die sicherheitspolitisch begründeten Motive bei der Verfolgung der Alewiten. So wird der Umstand wird verschwiegen, dass sich das die protoalewitischen und anti-osmanischen Aufstände unterstützende expansive Safevidenreich bereits zehn Jahre nach der Gründung in 1501 von Ceyhun bis zur Ostgrenze des Osmanenreiches am Euphrat imperial ausgedehnt und die bisher sunnitischen und auch zum Teil kurdischen Bewohner auf diesem Gebiet entweder zwangsschiitisiert oder vernichtet hatte (vgl. Kücükdag 2002: 283). Somit stellte Ismails Reich für die osmanische Führungsriege und sunnitische Bevölkerung eine sicherheitspolitische Bedrohung dar: Denn es waren zum Beispiel 40.000 bis 50.000 sunnitische Turkmenen von dem Stamm der Wissen Hammel ("Akkoyunlu"), weitere 20.000 Menschen während der Schlacht um Täbris und eine nicht identifizierte Menge von hauptsächlich sunnitischen Frauen, Kindern und Geistlichen nach der Eroberung wegen ihrer Zugehörigkeit zum sunnitischen Islam durch protoalewitische Safeviden getötet worden (vgl. Sümer 1999: 24, Fußnote 37; Akyol 1999: 37f.; Ekinci 2002: 141). Es gibt weitere Beispiele, die diese sicherheitspolitische Begründungsthese unterstützen: Es wurden alle (arabischen) Angehörigen und Nachfahren von Halid bin Velid, des Gouverneurs von Kufe in 680, der am gewaltsamen Tod des schiitischen Imam Hüseyins mitverantwortlich war, nach Ismails Einmarsch in Kazuin in 1505 getötet (vgl. Ekinci 2002: 140). Im Jahre 1510 hatte Ismail den von ihm besiegten sunnitischen Usbekenfürsten Seybani Han enthaupten, häuten, ausstopfen und dessen Körper ausstellen sowie Schädelpyramiden von weiteren ermordeten sunnitischen Personen aufstellen lassen (vgl. Ekinci 2002: 140). Schah Ismail hat zur Abschreckung des Botschafters des Osmanenreiches vor dessen Augen führende sunnitische Geistliche bei lebendigem Leibe verbrennen lassen (vgl. Ekinci 2002: 140; Bulut 1998: 164; Sümer 1999: 24, Fußnote 37). Auch Ismails eigene sunnitischstämmige Mutter, die gegen seine Massaker protestierte, wurde nicht verschont (vgl. Sümer 1999: 24, Fußnote 37). 41 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 Diese Beispiele hinterfragen die unterstellte Toleranz von Schah Ismail. Der Umstand der Ermordung sunnitischer Turkmenen, Frauen, Kindern und Geistlichen zeigt auch die Distanz des Safevidenkönigs zu den von alewitischen Kreisen unterstellten Friedfertigkeit und pro-türkischen Grundhaltung an. Denn auch alewitischturkmenische Teilnehmer des misslungenen Sahkulu-Aufstandes wurden exekutiert (vgl. Kücükdag 2002: 182). Für Gülag Öz, der die Ermordung sunnitischer Turkmenen und Usbeken sowie die Exekution turkmenisch-alewitischer Aufstandsführer verschweigt, ist Schah Ismail "ein großer türkischer Herrscher." (Öz 1997a: 185) Selbst für den Vorsitzenden der CEM-Stiftung, Professor Izzettin Dogan, ist Schah Ismail "kein Krieger, der das Osmanische Reich zu kontrollieren versucht hat, wie er uns immer dargestellt wird. Er ist ein Philosoph, ein poetischer [und somit sanftmütiger; BG] Mensch." (Cem Vakfi 2000: 59) Dass Schah Ismail selber eher machtorientiert und weniger alewitenfreundlich war, zeigt das Beispiel des Fürsten und Stammesfürsten von Cemisgezek in Dersim, Haci Rüstem Bey an, der als alewitischer und Zaza-Clanchef nach dem Bekenntnis zu Schah Ismail trotzdem von dessen eigenen ihm treuergebenen Gefolgsleuten ersetzt, degradiert und in den Irak zwangsversetzt und somit räumlich marginalisiert sowie politisch deprivilegiert wurde. Schah Ismails Statthalter Nur Ali übte auf die Dersimalewiten so sehr Repressionen aus, dass sie als reaktive Verhaltensweise sich gegen ihn erhoben und zusammen mit Haci Rüstems Sohn Pir Hüseyin auf Seiten des sunnitischen Sultan Selim I. gegen Schah Ismails Truppen kämpften (vgl. Gezik 2000: 48; Kaya 1999: 127) Die Ersetzung Haci Rüstem Beys durch Schah Ismail ist ein weiterer Beleg dafür, dass es ihm nicht primär um das Wohl der Alewiten, sondern um die Sicherung seiner eigenen Herrschaft in Anatolien ging. Die These von der anti-alewitischen Einstellung Selim I. wird auch dadurch erschüttert, dass der islamische Kalif Yavuz Sultan Selim dem alewitischen und ZazaFührer Pir Hüseyin in Cemisgezek in Dersim genauso wie den anderen sunnitischkurdischen Talfürsten Halbautonomie gewährte, sodass "Dersim" ein alewitisches Fürstentum mit gewisser Selbstverwaltung wurde (vgl. Gezik 2000: 48; Kaya 1999: 127). Das Fürstentum (Beylik) Cemisgezek wurde als Sancak an das Eyalet Diyarbakir angeschlossen und erlangte wie die anderen kurdischen oder Zaza-Provinzen und Distrikte Halbautonomiestatus. Die osmanische Aufstellung von dersimalewitischen Truppen gegen Schah Ismail, die dauernde Gewährung des Teilautonomiestatus und des Mangels an Quellenangaben über vermeintliche Deportationen und Vernichtungen von Alewiten in Cemisgezek/Dersim nach dem Sieg über den gemeinsamen Gegner Schah Ismail stützen die Vermutung, dass nicht Konfessionshass oder Glaubensfanatismus, sondern politische Nutzenskalküle Handlungsmotive von Selim I. gewesen sein müssen. Sonst wäre die Autonomie nach dem Sieg über Ismail kassiert und die Bekämpfung von Alewiten in Dersim durchgeführt worden. Diese wurden eigentlich nicht deshalb verfolgt, weil sie Alewiten waren, sondern als potentielle pro-iranische Aufständische die innere Sicherheit des Reiches und damit die Herrschaft der Osmanendynastie 42 Burak GÜMÜŞ gefährdeten14. Wäre die Religion die Hauptursache, wäre Fürst Pir Hüseyin nicht nach der endgültigen Schlacht von 1514 mit Halbautonomie belohnt worden. Die Nichterwähnung des Fürstentums Cemisgezek bei den Gebieten, wo die antialewitischen Umsiedlungs- und Vernichtungskampagnen gewesen sind, stützt die Vermutung der Verschonung von Dersim im Gegensatz zu anderen Alewitensiedlungen. Dies war auch die Ursache, dass Dersim als Schutzzone bedrängte alewitische Flüchtlingsmigranten anzog, die die Bevölkerungszahl vergrößerte (vgl. Gezik 2000: 48-49). Die Tötung von nur aufständischen alewitischen Aktivisten durch Selim I. (vgl. Sümer 1999: 36) deutet wieder auf den Primat des Politischen als Handlungsmotiv von Yavuz hin. 3.2. Über Thesen über die angeblich anfänglich guten Beziehungen zwischen dem Osmanischen und Safevidenreich Nicht wenige Autoren verklären die Beziehungen zwischen Schah Ismail und Bayezid II. als freundlich, die letztlich durch das aggressive Verhalten des Gouverneurs von Trabzon, Sehzade Selim, der sich an den Thron geputscht hatte, zerstört worden sei (vgl. Kocadag 1998: 124). Diese idyllisch anmutende und vielfach beschworene Freundschaft zwischen Schah Ismail und Selims Vater Bayezid II. wird zum einen durch eine dem letzteren unterstellte Zugehörigkeit zum Bektaschiten-Orden und durch die bereits erwähnte eigentliche "Toleranz" und "Friedfertigkeit" des Safevidenkönigs Ismail zu erklären versucht (vgl. Kocadag 1998: 124), ohne auf die politischen Entscheidungen und Durchführungen von beiden Führern einzugehen. Dass Schah Ismail bereits zu Beyazits Herrschaftszeit versucht hat, seinen Herrschaftsbereich von Ostanatolien aufs osmanische Westanatolien auszuweiten, und dabei Alewitenaufstände mit unterstützt hat, und daraufhin Bayezid II. die Schließung der Grenzen zu Persien zur Verhinderung weiterer transnationaler konfessioneller Allianzen und die Tötung illegaler Grenzübertreter angeordnet sowie die Aktenführung von hingerichteten Anhängern Ismails befohlen hat, wird von alewitischen Autoren nicht selten verschwiegen (vgl. Kücükdag 2002: 279)15. In 1502 wurden vorsorglich kizilbas auf Anordnung Bayezits II. im Gesicht entsprechend gebrandmarkt und damit optisch als nichtdazugehörige Abweichler stigmatisiert (vgl. Bozkurt 1993: 48). Teile der osmanisch-alewitischen Bevölkerung wurden auch räumlich marginalisiert, indem sie zur Senkung der Herrschafts- und Bedrohungsschwelle zur Verstetigung der Sicherheit und der herrschenden Ordnung nach Morea auf dem nordwestlichen Peleponnes (vgl. Franz 2000: 18; Bozkurt 1993: 48), Bulgarien und Albanien (vgl. Öz 1992: 122) 14 15 Kurdisch- und zazastämmige bzw. türkischsprachige Alewitenstämme befinden sch auch zum Teil im Westiran bzw. in der Provinz Horasan. Sie sind Nachfahren der alewitischen Stämme, die im 17. Jahrhundert von Schah Abbas als Grenzwachen gegen die Osmanen, turksprachigen sunnitischen Usbeken und Turkmenen und auch in Afghanistan eingesetzt wurden (vgl. van Bruinessen 1989: 231234). Beyazits Politik wurde jedoch teilweise gegen die Zusage von Schah Ismail entschärft, Westanatolien nicht annektieren zu wollen und osmanisch-alewitische Pilgermigranten in Persien wieder ins Reich auszuweisen (vgl. Kocadag 1998: 124). 43 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 deportiert wurden. Dies weist eher auf eine Krise zwischen den Osmanen und Safeviden hin. 3.3. Zur rituellen Schweigen über die Verfolgung von Sunniten durch Safeviden am Anfang des 16. Jahrhunderts Im Opferdiskurs wird die Täterschaft der den Alewiten damals nahe stehenden Safeviden bei der Verfolgung und Vernichtung von kurdischen, usbekischen und turkmenischen Sunniten bei und nach der Eroberung Südostanatoliens, Aserbaidschans, Usbekistans und Persiens durch Schah Ismails Truppen durch alewitische Autoren und Gedächtnisaktivisten verschwiegen. Dadurch werden die verschwiegenen Opfererfahrungen der Sunniten in den Hintergrund gedrängt und die Deutung der Geschichte zu Ungunsten des Osmanischen Reichs und Sunniten verzerrt. Neben den geschilderten Beispielen der Ermordung von Zehntausenden Akkoyunlu-Frauen und Kindern, der Aufstellung sunnitisch-usbekischer Schädelpyramiden, der SippenhaftVerfolgung der Nachfahren von Halid bin Velid und der Verbrennung von sunnitischen Geistlichen wurden auch sunnitische Kurden in Ostanatolien bei dem alewitischsafavidischen Überfall z.B. auf die Städte Maras und Elbistan in Mitleidenschaft gezogen, sodass sie Yavuz Sultan Selim um Hilfe gebeten hatten (vgl. Ekinci 2002: 186-187). Es wurden zum Beispiel ein Sohn und zwei Enkel eines kurdischen Talfürsten lebendig verbrannt und ihre Knochen Hunden zum Fraß vorgeworfen (vgl. Bulut 1998: 164). Muhammed Bey Ustalyu, der Schwager Schah Ismails, der mit der safavidischen Besetzung Ostanatoliens betraut war und auf den Widerstand sunnitischer Kurden stieß, "massakrierte ... viele Kurden und schlug die [turkmenisch-sunnitischen; BG] Soldaten aus [dem mit den Kurden verbundenen; BG] Zulquadir. Auf diese äußerst blutige Weise behauptete er entsprechend auch seine Herrschaft über Mardin, Cezire und Mosul. 'Er tötete und plünderte die Kurden.'" (van Bruinessen 1989: 184-185) Eine in aramäischer Sprache abgefasste zeitgenössische Dokumentation beschreibt die Kette von der Eroberung und Rückeroberung von Cizre durch die safevidischen Truppen mit der Verfolgung von Sunniten und Christen sowie Juden als Folge: "Die Stadt wurde niedergebrannt. Muslime, Syrer (Jakobiten) und Juden, die dem Blutbad entkommen waren, wurden in Gefangenschaft verschleppt. Alle die unterwegs aus Erschöpfung die erzwungene Reise nicht fortsetzen konnten, wurden getötet ...[Schah Ismail, BG]der sich selbst für Gott hielt und den ganzen Osten erobert hatte, sandte ... Muhammad Beg als Statthalter nach Armenien .... [, d.h. Cizre. Muhammed Bey; BG] plünderte das ganze Land aus, er nahm die Tiere weg, er tötete die Bewohner in großer Zahl; er schlachtete Priester, Diakone, Kinder, Bauern, Handwerker, junge und alte Leute hin; er brannte Dörfer nieder, er zerstörte die Klöster und die Kirchen und nahm viele junge Männer und Frauen als Sklaven. [Der sunnitischkurdische; BG] König Seref mußte danach mit ihm Frieden schließen und ihm einer seiner Nichten zur Frau geben ... [Die Kizilbas-Truppen; BG] plünderten ... die Stadt und metzelten ihre Bewohner nieder. Zuerst wurden Notabeln, Christen und Muslime gleichermaßen gefoltert, Frauen und Mädchen vergewaltigt. Danach kam es zu einem großen Massaker; die neuen Truppen töteten ohne Ausnahme Christen und Muslime, Menschen und Tiere." (Scher 1910: 123-126, zitiert von van Bruinessen 1989: 184-186) 44 Burak GÜMÜŞ Auch bei der Schlacht um Diyarbakir kam es zu Massakern an sunnitischen Kurden durch Ismails Truppen, wie van Bruinessen feststellt: "Qara Khan, der Befehlshaber der Qizilbash ließ sofort nach seiner Ankunft die bedeutendste Stadt belagern: Amid. Er erhielt von den Städten, die noch in der Herrschaft der Quizilbash unterstanden in Mardin, Hasankeyf und Urfa, Verstärkung. Die Belagerung dauerte ein Jahr und kostete die Einwohner viele Tote und Verwundete (50.000 ...), doch die Einnahme gelang den Quizilbash nicht." (van Bruinessen 1989: 189) Wenn diese historischen Tatsachen zutreffen, so sind die Alleintäterschaft der Osmanen und die Alleinopferlage der Alewiten im alewitischen Opferteildiskurs über das Osmanenreich eher zweifelhaft. Jedoch wird dieser Umstand durch Verbände oder Autoren, die sich als Gedächtnisaktivisten betätigen wollen, eher verschwiegen, weil die gepflegte Opfersingularität und das Opfermonopol der Alewiten in Frage gestellt werden würde. IV. Anstelle einer Zusammenfassung Anstelle einer Zusammenfassung möchte der Verfasser dieser Zeilen auch auf die guten Beziehungen zwischen den Alewiten und Bektaschiten einerseits und dem Spätosmanischen Reich in der Ära der Jungtürken andererseits hinweisen, die wegen des gängigen alewitischen Opferdiskurses im Rahmen der bisherigen Erinnerungspolitik zur Prägung des alewitischen Kollektivgedächtnisses durch Verbände oder Autoren eher ausgeblendet werden. Ein Beispiel sind die spätosmanischen Unionisten, denn Innerhalb der Führungskader und Gefolgschaft des "Komitees für Einheit und Fortschritt" (Ittihat ve Terakki Cemiyeti) waren so zum Beispiel die sich in ihren Lehren und Riten dem Alewitentum weitgehend ähnelnden (vgl. Birge 1937: 16) und 1826 nach der Beseitigung der Janitscharen verrandeten Bektaschiten überrepräsentiert (vgl. Öz 1997b: 35) oder zumindest häufig anzutreffen (vgl. Sener 1994: 34). Ein Grund dafür kann eine zufällige Übereinstimmung von deren oft balkanischer Herkunft mit dem in Südosteuropa aufgrund vieler entsprechender Orden und Kloster vertretenem Bektaschitentum sein. Dabei sind viele Balkanstämmige unter ihnen sowohl wegen dem Besuch in westlichen Schulen oder wegen den von ihnen an Ort und Stelle gut beobachtbaren für das Reich gefährlichen Aktivitäten serbischer, bulgarischer und griechischer National- und Guerillabewegungen zu den Jungtürken gegangen. Doch es gibt auch eine weitere (alternative) Erklärungsmöglichkeit: Die Bektaschiten haben die gemäßigt-säkularistische und innovative Jungtürkenbewegung gerade zur Beendigung ihrer jahrzehntelangen, sunnitisch-islamisch legitimierten Verrandung unterstützt (vgl. Öz 1997b: 13ff.). Das jungtürkische Verbot religiöser Parteien und Verbände, die Ersetzung des sunnitischen Scheichülislams durch einen Bektaschiten, die Einführung der den sunnitisch-islamischen Lehranstalten, Gesetzen und Gerichten gleichgestellten weltlichen Rechtsnormen und Instanzen und die Propagierung eines türkischen Nationalismus könnten sunnitische Bezugs- und Diskriminierungsmerkmale abgeschwächt und zur graduellen symbolischen Inklusion der (städtischen) Bektaschiten (aber auch ländlicher Alewiten) geführt haben. Diese Vermutung kann 45 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 sich durch den Besuch des Bektaschiten- und Alewitenführers Celebi Cemalettin Efendi bei dem von den Jungtürken eingesetzten Sultankalifen Mehmet V. und durch die Partizipation vieler Bektaschiten in staatlichen Gremien gestützt werden: Innenminister Talat Pascha, Scheichülislam Musa Kazim Efendi, der Präsident des Nationalen Geheimdienstes Teskilat-i Mahsusa Oberst Hüsamettin (Ertürk) waren Bektaschiten. Der Besuch von Talat und Enver Pascha beim Celebi in Hacibektas kann die Aufwertungshypothese des Bektaschitentums zur Ära der Jungtürken unterstützen (vgl. Sener 1994: 149). Die Aufwertung der Bektaschiten und Abwertung des sunnitischen Islam hatte auch Auswirkungen auf die Zukunftsperspektiven der Alewiten: Sogar einige "Dersimi traten der großtürkischen Partei Ittihat ve Terakki bei und machten Karriere im neuen Staat." (Kieser 2000: 393) Es kam durch die Senkung prosunnitischer Diskriminierungsmerkmale bei vielen Alewiten auch zum plötzlichen "Erscheinen der bisher versteckten Identität" (Kieser 2000: 392) und zur ihrer verstärkten öffentlichen Handlungen. Beispielsweise wurden Dorfschulen durch Alewiten eröffnet (vgl. White 1913). Im Ersten Weltkrieg kämpften auch dersimalewitische Zaza- und Kurden-Milizen zusammen mit ihren sunnitischkurdischen und türkischen Landsleuten gegen Armenier. So sagte ein dersimalewitischer Interviewpartner und ehemaliger lokaler AABF-Vereinschef und aktueller Vorsitzender des Tunceli- Kultur- und -Solidaritätsvereins in Radolfzell, dass sein Großvater im "Armenierkrieg" zum Schutze Dersims zusammen mit dem Osmanenreich gegen Armenier und Russen gekämpft habe (vgl. Transkript 3.5.2002 in Radolfzell, Interview mit I.A.). Es waren auch Dersimalewiten von armenischen Übergriffen auf Muslime in Erzincan und Umgebung beunruhigt, und es wurden (sunnitische und alewitische) Kurden in der russisch-armenischen Besatzungszone zwischen Dersim und Bingöl bzw. zwischen Sasun und Catak/Van zwischen 1916-1918 durch Armenier massakriert (vgl. Akgül 2001a: 45-48). Nach dem Vorbild des "Mudschaheddin-Regiments" wurden 1916 in Ostanatolien, v.a. in Erzincan, Tercan, Varto, Hinis, Dersim (Tunceli) von alewitischen Kurden- und Zazastämmen proosmanische Clanmilizen und damit ein freiwilliges aus Alewiten und Bektaschiten bestehendes eigenes "Bektaschitisches Mudschaheddin-Regiment" (Bektasi Müchahidin Alayi) unter dem Celebi Cemalettin Efendi gegründet (vgl. Sener 1994: 57f.; Sener 1995a: 149). Alewiten und Bektaschiten kämpften auf Seiten des unionistisch geführten Osmanischen Reiches gegen die von den Alliierten unterstützten armenischen Milizen. Dafür gab es zwei Gründe: Erstens, die reaktive Verhaltensweise auf ihre graduelle Entdiskriminierung und auf ihre Regierungsbeteiligung bei der Jungtürkenherrschaft und zweitens, die für alle osmanischen (sunnitischen und alewitischen) Muslime bestehende gemeinsame äußere russische und armenische Bedrohung. zur Verteidigung des Gebiets und der gesamtmuslimischen Bevölkerung gegen Russen und Armenier gegründet (vgl. Öz 1997b: 39; Sener 1994: 58f.). Besonders "nach dem russischen Truppenrückzug, als die armenischen Milizen Anfang 1918 in den teilweise alewitischen Dörfern zwischen Erzincan und Erzurum Gräueltaten verübten, halfen sie mit bei der Vertreibung der Milizen." (Kieser 2000: 396) Neben der gemeinsamen antimuslimischen und ethnischen Bedrohung sowie ihrer partiellen religiösen Entdiskriminierung war der Einfluss des pro-osmanischen Bektaschi-Ordens über den 46 Burak GÜMÜŞ Agucanlar-Ocak auf alewitische Kurden- und Zaza-Stämme für ihre Kooperation maßgebend (vgl. Gezik 2000: 53). Nur Angehörige der Hizol-, Hiran- und Sadi-Stämme verweigerten die Wehrpflicht und erhoben sich 1916 aus Furcht vor bevorstehenden anti-alewitischen Übergriffen (vgl. Bumke 1997: 134)16. Literaturangaben Monografien, Sammelbände, Sammelbandbeiträge und Berichte AAGB: Tanz der Kulturen. Köln 2002. Akgül, Suat: Amerikan ve Ingiliz Raporlari Isiginda Dersim. Istanbul 2001. [Dersim in amerikanischen und britischen Dokumenten] Akpinar, Turgut: Türk Tarihinde Alevilik. In: Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000. [Das Alewitentum in der türkischen Geschichte] Akyol, Taha: Osmanli ve Iran'da Mezhep ve Devlet. Istanbul 1999. [Konfession und Staat im Osmanischen Reich und im Iran] Aslan, Hidir: Islam'da Yol Ayrimi. Istanbul 1996. [Weggabelung im Islam] Assmann, Jan: Das kulturelle Gedächtnis: Schrift, Erinnerung und politische Identität in frühen Hochkulturen. München 1992. Assmann, Jan: Kollektives Gedächtnis und kulturelle Identität. In: Assmann, Jan; Hölscher, Tonio (Hg.): Kultur und Gedächtnis. Frankfurt 1988. Aydin, Erdogan: Osmanli Gercegi. Istanbul 2000. [Die Wahrheit über das Osmanische Reich] Bal, Hüseyin: Alevi-Bektasi Köylerinde Toplumsal Kurumlar. Istanbul 1997b [Gesellschaftliche Institutionen in alewitisch-bektaschitischen Dörfern] Bal, Hüseyin: Sosyolojik Acidan Alevi-Sünni Farklilasmasi ve Bütünlesmesi. Istanbul 1997a. [Die alewitisch-sunnitische Ausdifferenzierung und Integration aus soziologischer Perspektive] Bender, Cemsid: Kürt Tarihi ve Uygarligi. Istanbul 1991. [Kurdische Geschichte und Zivilisation] Birge, John Kingsley: The Bektashiorder of Dervishes. London 1937. Bozkurt, Fuat: Aleviligin Toplumsal Boyutlari. Istanbul 1993. [Die gesellschaftlichen Dimensionen des Alewitentums] Bulut, Faik: Ali'siz Alevilik. Islam'da Özgürlük Arayislari. 2.A. Istanbul 1998. [Alewitentum ohne Ali. Die Suche nach Freiheit im Islam] Bumke, Peter: Dersim'de Kizilbas Kürtler. In Ant Yayinevi: Yabanci Arastirmacilar Gözüyle Alevilik. Tuttum Aynayi Yüzüme Ali Görünü Gözüme. Istanbul 1997 16 Kieser geht auf diesen Aufstand zwar ein, versäumt es aber, die Wehrdienstverweigerung als weiteren wesentlichen Grund für den Aufstand dieser drei ostanatolischen Alewiten-Stämme zu erwähnen (vgl. Kieser 1997: 440). 47 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 [Das Alewitentum in der Betrachtung ausländischer Forscher. Ich habe mir den Spiegel vorgehalten und sah Ali]. van Bruinessen, Martin: Agha, Scheich und Staat. Politik und Gesellschaft Kurdistans. Berlin 1989. Cem Vakfi: Izzettin Dogan'in Alevi Islam Inanci, Kültürü ile ilgili Görüs ve Düsünceleri. Istanbul 2000. [Sicht und Gedanken von Izzettin Dogan über den Glauben Alewitischer Islam und Kultur] Dreßler, Markus: Die alevitische Religion. Traditionslinien und Neubestimmungen. Würzburg 2002. Ekinci, Mustafa: Anadolu Aleviligin Tarihsel Arka Plani. Istanbul 2002. [Der historische Hintergrund des anatolischen Alewitentums] Eral, Sadik: Caldiran'dan Corum'a. Anadolu'da Alevi Katliamları. 2.A. Istanbul 1995. [Alewitenmassaker in Anatolien von Caldiran bis Corum] Erll, Astrid: Kollektives Gedächtnis und Erinnerungskulturen. In: Nünning, Ansgar; Nünning, Vera: Konzepte der Kulturmenschen. Stuttgart 2003. Franz, Erhard: Wer und was ist ein Alewite? In: Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000. Gezik, Erdal: Alevi Kürtler. Ankara 2000. Giesen, Bernhard: Die soziale Konstruktion von Erinnerung. [Masch.-schr.] Manuskript. Universität Konstanz. Geisteswissenschaftliche Sektion. Fachbereich für Geschichte und Soziologie 2000a. Giesen, Bernhard: Kollektive Identität. Die Intellektuellen und die Nation 2. Frankfurt: 1999. Giesen, Bernhard: Chapter 12. National Identity as Trauma: The German Case. In: In: Strath, Bo (Ed.): Myth and Memory in the Construction of Community. Historical Patterns in Europe and Beyond. Brüssel, Bern, Berlin u.a. 2000b. Gül, Zeynel: Dernekten Partiye. Avrupa Alevi Örgütlenmesi. Ankara 1999. [Von dem Verein zur Partei. Alewitenorganisation in Europa] Gümüs, Burak: Aleviten in Deutschland erzählen. Ethnologische Randnotizen über das Alltagsleben türkisch-alevitischer Migranten. Darmstadt 2007b. Gümüs, Burak: Türkische Aleviten. Vom Osmanischen Reich bis zur modernen Türkei. Konstanz 2001. Gümüs, Burak: Die Wiederkehr des Alevitentums. Konstanz 2007a. Hahn, Alois: Kultische und säkuläre Riten und Zeremonien in soziologischer Sicht. In: Stiftung Oratio Dominica: Anthropologie des Kults. Die Bedeutung des Kults für das Überleben des Menschen. Mit Beiträgen von Alois Hahn, Peter Hünermann, Heribert Mühlen, Richard Schaeffler, Hubertus Tellenbach. Freiburg, Basel, Wien 1977. Halbwachs, Maurice: Das Kollektive Gedächtnis. Frankfurt 1991. Kaya, Ali: Dersim Tarihi. Istanbul 1999. Kehl-Bodrogi, Krisztina: Prozesse ethnisch-sprachlicher Differenzierung am Beispiel der zazakisprachigen Alewiten aus Dersim. In: Engin, Ismail; Franz, Erhard 48 Burak GÜMÜŞ (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000. Kehl-Bodrogi, Krisztina: Vom revolutionären Klassenkampf zum "wahren" Islam. Transformationsprozesse im Alewitentum der Türkei nach 1980. Sozialanthroplogische Arbeitspapiere 49. Berlin 1992. Kepplinger, Hans Mathias. In Zusammenarbeit mit Brosius, Hans- Bernd; Staab, Friedrich; Linke, Günter: Instrumentelle Aktualisierung. Grundlagen einer Theorie publizistische Konflikte. in: Kaase, Max; Schulz, Winfried (Hg.): Massenkommunikation. Theorien, Methoden, Befunde (Band 30 aus der Reihe der Sonderhefte der Kölner Zeitschrift für Soziologie und Sozialpsychologie). Opladen 1989. Kieser, Hans Lukas: Der verpasste Friede. Mission, Ethnie und Staat in den Ostprovinzen der Türkei. 1839-1938. Zürich 2000. Kieser, Hans-Lukas: Kürt Aleviligi [Kurdisches Alewitentum]. In Bayrak, Mehmet: Alevilik ve Kürtler. Wuppertal 1997. [Alewitentum und Kurden] Kocadag, Burhan: Alevi-Bektasi Tarihi. 3.A. Istanbul 1998 [Alewitisch-Bektaschitische Geschichte]. Koksal, M. Asim: Islam Tarihi. Hazret-i Hüseyin ve Kerbela Faciasi. 3.A. Ankara 1984. [Der Erhabene Hüseyin und die Katastrophe von Kerbela] Landesamt für Verfassungsschutz: Erscheinungsformen des Ausländerextremismus. Stuttgart 2001. Motika, Raoul; Langer, Robert: Alevitische Kongregationsrituale im transnationalen Kontext. In: Langer, Robert; Motika, Raoul; Ursinus, Michael (Hg.): Migration und Ritualtransfer. Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier zwischen Vorderem Orient und Westeuropa. Frankfurt: 2005. Neumann, Birgit: Literatur als Medium (der Inszenierung) kollektiver Erinnerungen und Identitäten. In; Erll, Astrid; Gymnich, Marion; Nünning, Ansgar (Hg.): Literatur. Erinnerung. Identität: Theoriekonzeptionen und Fallstudien. Trier 2003. Nora, Pierre: Zwischen Geschichte und Gedächtnis. Frankfurt 1998. Ocak, Ahmet Yasar: Alevi ve Bektasi Inanclarin Islam Öncesi Temelleri: Bektasi Menakibnamelerinde Islam öncesi Inanc Motifleri. Istanbul 2000a [Die vorislamischan Grundlagen der alewitischen und bektaschitischen Glaubenswelten. Die vorislamischen Glaubensmotive in den BektaschiErzählungen]. Ocak, Ahmet Yasar: Babailer Isyanindan Kizilbasliga: Anadolu'da Islam Heterodoksinin Dogus ve Gelisim Tarihine Kisa Bir Bakis. In: Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000b. [Vom Babailer-Aufstand zum Kizilbaschtum: Kurzer historischer Abriss über Entstehung und Entwicklung der islamischen Heterodoxie in Anatolien]. Ocak, Ahmet Yasar: Un aperçu général sur l'Hétérodoxie Musulmane en Turquie: Réfléxions sur les origines et les caracteristiques du Kizilbachisme (Alévisme) 49 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 dans la perspective de l'histoire. In: Kehl- Bodrogi, Krisztina; Kellner-Heinkele, Barbara; Otter-Beaujean, Anke (Ed.): Syncretistic Religious Communities in the Near East. Collected Papers of the International Symposium "Alevism in Turkey and Comparable Syncretistic Religious Communities in the Near East in the Past and Present”. Berlin, 14- 17 April 1995 (Band 76 aus der Reihe Studies in the History of Religions, herausgegeben von H. G. Kippenberg, E. T. Lawson). Leiden 1997. Oguz, Burhan: Antik ve Hiristiyan Anadolu Din ve Kültürlerinin Alevilige Etkileri. In: Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000. [Der Einfluss antiker anatolischer Religionen und des Christentums auf das Alewitentum] Oppitz, Michael: Montageplan von Ritualen. In: Caduff, Corina; Pfaff-Czarnecka, Joanna: Rituale heute. Berlin 1999. Öz, Baki: Alevilik İle İlgili Osmanli Belegeleri. Istanbul 1995. [Osmanische Dokumente über das Alewitentum] Öz, Baki: Kurtulus Savasinda Alevi-Bektasiler. Istanbul 1997b. [Alewiten-Bektaschiten im Türkischen Unabhängigkeitskrieg] Öz, Baki: Osmanli'da Alevi Ayaklanmalari. Istanbul 1992. [Alewitenaufstände im Osmanischen Reich] Öz, Gülag: Islamiyet, Türkler ve Alevilik. Bin dörtyüz yillik muhalefet. Ankara 1997a. [Islam, die Türken und das Alewitentum]. Özyürek, Esra (Hg.): Hatirladiklariyla ve Unttuklariyla Türkiye'nin Toplumsal Hafizasi. Istanbul 2001 [Das soziale Gedächtnis der Türkei mit ihren Erinnerungen und Vergessenen]. Sahhüseyinoglu, H. Nedim: Alevi Örgütlerinin Tarihsel Süreci. Ankara 2001. [Der historische Prozess der Alewitenorganisationen]. Sahkulu Sultan Külliyesi Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Arastirma Egitim ve Kültür Vakfi Yayinlari: Hz. Hüseyin ve Kerbela. Istanbul 1998. [Hüseyin und Kerbela]. Sener, Cemal: Aleviler'in Etnik Kimligi. Aleviler Kürt mü? Türk mü? Istanbul 2002a. [ Die ethnische Identität der Alewiten. Sind die Alewiten Kurden? Sind sie Türken?] Sener, Cemal: Alevilik Olayi. Istanbul 1995a [1988]. [Das Phänomen Alewitentum] Sener, Cemal: Atatürk ve Aleviler. Istanbul 1994. [Atatürk und die Alewiten] Sener, Cemal: Bihatayik. Evladi Kerbelayik. Istanbul 1995b. [Wir sind unschuldig. Wir sind die Söhne von Kerbela.] Sener, Cemal: Cumhuriyet Türkiye'sinde Alevilik. Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Siyaset ve Örgütler/ Politik und Organisationen. Cilt 3/Band 3. (Band 61 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2001 [Das Alewitentum in der republikanischen Türkei]. Sener, Cemal: Osmanli Belgeleri'nde Aleviler-Bektasiler. Istanbul 2002b. [AlewitenBektaschiten in den osmanischen Dokumenten] Sener, Cemal: Sah'a Giden Dogru Yol. Istanbul 1997. [Der wahre Weg zum Schah] 50 Burak GÜMÜŞ Soeffner, Hans-Georg: Selbsterlösung. Einige Grundzüge deutscher Erinnerungspolitiken. In: Soeffner, Hans-Georg: Zeitbilder: Versuche über Glück, Lebensstil, Gewalt und Schuld. Frankfurt 2005. Sofuoglu, Cemal; Ilhan, Avni: Alevilik Bektasilik Tartismalari. 2. A. Ankara 2001 [Diskussionen über Alewitentum-Bektaschitentum] Strath, Bo: Chapter 1. Introduction. Myth, Memory and History in the Construction of Community. In: Strath, Bo (Ed.): Myth and Memory in the Construction of Community. Historical Patterns in Europe and Beyond. Brüssel, Bern, Berlin u.a. 2000. Sümer, Faruk: Safevi Devleti'nin Kurulusu ve Gelismesinde Anadolu Türkleri'nin Rolü. Ankara 1999. [Die Rolle der anatolischen Türken bei der Errichtung und Ausdehnung des Safevidenstaates] Tosun, Halis: Alevi kimligiyle yasamak. Istanbul 2002. [Leben mit der alewitischen Idenität]. Tur, Dervis: Erkanname. Aleviligin Islam'da Yeri ve Alevi Erkanlari. Rüsselsheim 2002 [Erkanname. Der Standort des Alewitentums im Islam und Alewitische Pflichten]. Turna, Celal: Munzur Vadisi ve Barajlar Sorunu. O.O. 1999/2000. [Der Munzur-Tal und die Frage der Staudämme] Ünal, Cengiz: YEK-KOM bünyesinde faaliyet yürüten derneklerde Asure. In Zülfikar 37 (2000), http://www.zulfikar.de/hyekkom.htm [Asure-Verteilung in den an YEK-KOM angeschlossenen Vereinen]. Der letzte Besuch war am 1.3.2005 Vorhoff, Karin: Alewitische Identität in der Türkei heute. In: Engin, Ismail; Franz, Erhard (Haz./Hg.): Aleviler/Alewiten. Kimlik ve Tarih/ Identität und Geschichte. Cilt 1/Band 1. (Band 59 aus der Reihe Mitteilungen/ Deutsches Orient-Institut). Hamburg 2000. Yildiz, A. Dursun: Öteki Alevilik. Istanbul 2002. [Das andere Alewitentum] Zelyut, Riza: Öz Kaynaklarina Göre Alevilik. Istanbul 1990. [Alewitentum in seinen Originalquellen] Videokassetten und VCDs Videoaufzeichnung, AABF: Bin Yilin Türküsü. Epos des Jahrtausends. Saga of the Millenium. VHS. VCD. Köln 13.5.2000 [Langversion]. [Am 25.1.2003 auf der 9. Generalversammlung der AABF an Vereine ausgehändigt] Periodika und Tageszeitungen Aydin, Erdogan: Osmanli Gercegi. Istanbul 2000. [Die Wahrheit über das Osmanische Reich] Aydin, Hayrettin: Das ethnische Mosaik der Türkei. In: Zentrum für Türkeistudien 10 (1997), S. 65-102. Bender, Cemsid: Anadolu Kültüründe Kürt Izleri. In: Teori 10 (1990), S. 41- 47. [Kurdische Spuren in der anatolischen Kultur] 51 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 21 – 52 Engin, Ismail: Thesen zur ethnischen und religiösen Standortbestimmung des Alewitentums. Türkischsprachige Publikationen der Jahre 1983-1995. In: Orient 37 (1996), S. 691-706. Kaplan, Ismail: Bir Anketin Sonuclari ve Alevilik Derslerine Etkisi Üzerine. In: Alevilerin Sesi 45 (2001), S. 5-7. [Ergebnisse einer Umfrage und ihre Auswirkungen auf alewitischen Religionsunterricht]. Kücükdag, Yusuf: Sah Ismail'in Anadolu'yu Siilestirme Cabalari ve Osmanli Devleti''nin aldigi önlemler. In: Folklor/Edebiyat 29 (2002) 1, S. 273-294. [Die Versuche Schah Ismails zur Schiitisierung Anatoliens und die Vorkehrungsmassnahmen des Osmanischen Reiches] Mete, Oktay: Aleviler Kerbela Sehitleri Andi. Hürriyet-Europaausgabe, 15.3.2003, S. 19 [Alewiten haben an die Märtyrer von Kerbela gedacht] Öznur, Dilek: Gedenkmonat Muharrem. In: Alevilerin Sesi 63 (2003), S.22-23. Temel, Hidir: Kerbela Olayi ve Siiligin Baslangici. In: Alevilerin Sesi 58 (2002), S. 4546. [Der Vorfall von Kerbela und der Anfang des Schiitentums] Türkiye'de Cuma: Hazreti Hüseyin'in Sehadetinin 1322. Yilinda Her Yer KERBELA. Nr.39 (2002), 4.10.2002, 3-10. [In dem 1322. Jahr nach dem Martyrium des Erhabenen Hüseyin ist Kerbela überall] Siliseri, Haydar: Kerbela Sehitleri Anildi. In: http://www.aleviyol/kerbelasehitleri.htm [Es wurde an die Märtyrer von Kerbela gedacht]. Der letzte Besuch war am 1.5.2005. Temur, Tarkan: Aleviler AKP Kiskacinda. In: Cumhuriyet, 3.12.2007, S. 9 [Die Aleviten der Zange der AKP] Vorhoff, Karin: "Let's Reclaim Our History And Culture!" imaging Alevi Community in Contemporary Turkey. In: Die Welt des Islams 38 (1998), S. 220-252. White, George E.: The Alevi Turks of Asia Minor. In: Contemporary Review 104 (1913), S. 690-698. 52 19. YÜZYILDA DİYARBAKIR’DA HIRİSTİYAN CEMAATLER İbrahim ÖZCOŞAR Özet / Abstract Diyarbakır, içinde bulunduğu coğrafyaya bağlı olarak, yüzyıllarca çok farklı etnik köken ve dinden toplulukları içinde barındıran bir kent olmuştur. 19. yüzyılda da bu heterojen yapısını devam ettiren Diyarbakır, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu bir kent olmasına rağmen azımsanmayacak bir Hıristiyan nüfusa sahiptir. Millet sisteminin yapısı gereği Diyarbakır’da yaşayan Hıristiyan cemaatler mezhep esasına dayalı bir teşkilatlanmaya sahiptirler. Bu çalışmada bir yandan 19. yüzyılda Hıristiyan cemaatlerin nüfusu üzerinde durulacak, diğer yandan bu cemaatlerin teşkilatlanmalarına değinilecektir. Anahtar Kelimeler: Diyarbakır, 19.Yüzyıl, Millet Sistemi, Cemaat, Ruhani Reisler. CHRISTIAN COMMUNITIES IN DİYARBAKIR IN THE 19th CENTURY Because of being included in the geography, Diyarbakır is a city that has sheltered very different ethnical origin and religious communities. Continuing its heterogeneous structure also in the 19th century, Diyarbakır had a Christian population which could not be underestimated though its population was largely made of the Muslims. Because of its national system structure, the Christian communities in Diyarbakır had an organization based on fundamentally religious sect. In this study, on the on hand the population of Christian communities in the 19th century will be emphasized and on the other hand the organization of these communities will be mentioned. Key Words: Diyarbakır, 19th Century, National System, Community, Spiritual Leaders. Giriş Hıristiyanlığın Diyarbakır’a girişi 1.yüzyılın ortalarına rastlamaktadır 1. Urfa Kralı V. Abgar’ın, havari Toma’nın kardeşi Aday vasıtasıyla Hıristiyan olmasından sonra Hıristiyanlık bölgede yayılmaya başlamıştır2. Hıristiyanlık, Diyarbakır’a da bu dönemde girmiştir. Hıristiyanlıktan önce şehrin inanç yapısında Şemsilerin ağırlık kazandığı söylenebilir. Bununla birlikte o dönemde bölgede etkin olan Sabiin veya putperestlik olarak nitelendirilen farklı inançlardan da bahsetmek mümkündür. Hıristiyanlık, ancak 4. yüzyılda şehirde etkili bir din haline gelmiştir3. Hıristiyanlığın bölgede yayılmaya başlamasından İslam fetihlerine kadar, bölge özellikle Roma-Sasani savaşları sebebiyle istikrarsızlık içinde kalmıştır. Bir yandan Roma Sasani savaşları diğer yandan Hıristiyanların kendi içlerinde yaşadıkları teolojik çatışmalar bölge Hıristiyanlarının, İslam hâkimiyetine kadar, önemli sorunlar yaşamasına sebep olmuştur. 1 2 3 Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi. [email protected] Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitabeleriyle Diyarbakır Tarihi, C. I, Ankara 1990, s. 128. Mehmet Çelik, Süryani Kilisesi Tarihi, C. 1, Yaylacık Matbaası, İstanbul 1987. Gabriyel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, İstanbul 1999, s. 20 vd. SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 Diyarbakır ve çevresinin İslam hâkimiyetine geçmesiyle, bölge Hıristiyanları için yeni bir dönem başlamıştır. İslam hukukuna göre; İslam devletinin otoritesini tanıyan Hıristiyanlar olarak “zimmî” statüsüne tabi olmuşlardır. Bu tabiiyet gereği; her türlü zulme ve dışardan gelebilecek saldırılara karşı İslam devletinin himayesi altına girmişlerdir. İslam devleti, gayrimüslim tebaanın mal ve canlarını, Müslüman’ınki gibi korumakla yükümlüdür ve hatta bu hususta devlet gerekirse savaş dahi yapacaktır4. İslam hukukunun belirlediği bu esaslar, Osmanlı Devleti tarafından daha da geliştirilerek, her cemaatin kendi inançlarını özgürce yaşayabilecekleri ve cemaat örgütlenmelerini özerk bir şekilde devam ettirebilecekleri “millet sistemi” ne dönüştürülmüştür. 16. yüzyılda Diyarbakır’ın Osmanlı sınırlarına katılmasıyla birlikte, şehirde yaşayan Hıristiyanlar da cemaatlerine göre millet sisteminin bir parçası olarak değerlendirilmiş ve bu sisteme dâhil edilmişlerdir. I. 19. Yüzyılda Diyarbakır’da Hıristiyan Cemaatlerin Nüfusları Diyarbakır, içinde bulunduğu coğrafya itibariyle faklı etnik köken ve dinden birçok topluluğa yüzyıllarca ev sahipliği yapmıştır. 7.yüzyıldan itibaren tüm yönleriyle İslamlaşmaya başlayan kent, klasik İslam kentlerinin gayrimüslim unsurları belli bir uyum çerçevesinde kentin bir parçası olarak kabul eden yapısını da kazanmıştır. Diyarbakır’ın nüfusuyla ilgili günümüze ulaşan ilk ciddi ve resmi kaynaklar, Osmanlı dönemine aittir. Osmanlı hâkimiyetinde bölgede vergi amaçlı yapılan tahrirler ve bunların kaydedildiği tahrir defterleri; Osmanlı Devleti’nde tımar sisteminin uygulandığı topraklardaki vergilendirilebilir ekonomik etkinliklerin ve insan kaynaklarının yerinde tespit ve kaydını içermesi açısından bizlere istatistiksel analize uygun en zengin sayısal verileri sunmaktadırlar5. Tahrir kayıtlarının Diyarbakır kent merkezinin nüfusuna dair verdikleri ilk bilgiler Osmanlı hâkimiyetinden 2 yıl sonrası sonrasına aittir. 1518’de yapılan bu sayıma göre 8.444 Müslüman, 5.985 Hıristiyan ve 157 Yahudi olmak üzere kentin toplam nüfusu 14.568’dir. Yine tahrir defterlerine göre 1520-1530 tarihleri arasında; Müslüman, gayrimüslim ayrımı olmaksızın kentin toplam nüfusu 18.942’dir6. 1540’ta 8.761 Müslüman, 11.612 Hıristiyan ve 160 Yahudi olmak üzere toplam nüfus 20.533’tür7. Bu kayıtlardan elde edilen bilgilerin kesin nüfus sonuçları olmayıp istatistiksel veriler olduğuyla birlikte dikkat çeken bir husus da; vergi veren nüfusun Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi gibi din temeline dayalı bir tasnife tabi tutulduğudur. Bu sebeple bu kaynaklara dayanılarak, etnik veya mezhebi ayrıma dayalı detaylı bir tasnif yapmak mümkün görünmemektedir. 4 5 6 7 54 Bilal Eryılmaz; Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, Risale Yayınları, İstanbul 1996, s. 20. Oktay Özel; “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti'nde Bilgi ve İstatistik, Editör: Halil İnalcık & Şevket Pamuk, Ankara: Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, 2001, s. 35. Cem Behar, Osmanlı İmparatorluğunun ve Türkiye’nin Nüfusu, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2003, s. 5. Mehdi İlhan, ‘Some notes on the settlement and population of the Sancak of Amid according to the 1518 Ottoman Cadastral survey’, Tarih Arastirmalari Dergisi, Sayı: 14 (Ankara 1981), s. 415-36. İbrahim ÖZCOŞAR Tahrir defterlerinin nüfus açısından verdiği bilgiler tartışmalı da olsa, sonraki yüzyıllarda bu tür kaynakların eksikliği hissedilmektedir. Özellikle 18. yüzyıldan sonra nüfus ile ilgili bilgiler daha çok seyyahların verdiği kaba bilgilere dayanmaktadır. Niebuhr 1766’da Diyarbakır kent nüfusuyla ilgili; 16.000 evin iskân halinde olduğunu ve bunların ¼’ünü Hıristiyanların oluşturduğunu söylemektedir. William Heuda, 19. yüzyılın başında kentin nüfusuyla ilgi 11.000 hane ve 55.000 kişi olarak bir tahmin yapar8. Buckingham 1815'de nüfusu 50.000 civarında tahmin eder. Buckingham’ın tahminine göre bu nüfusun dağılımı ise şöyledir: Ermeniler 1000 aile, Katolikler 500 aile, Süryaniler 400 aile, Rumlar 50 aile bir düzine Yahudi aile, geri kalanlar ise Müslümanlar. 1819’da kentte gelen A. Dupre, kent nüfusunun 56.000 olduğunu, bu nüfusun 50.000 Müslüman, 4.000 Ermeni, 300 Süryani Yakubi, 250 Yahudi, 250 Rum, 80 Keldani şeklinde dağıldığını belirtir9. 1837’de Southgate nüfusu 27.000 kişi olarak tahmin eder. Bu nüfusun dağılımı ise şöyledir: 1500 Müslüman aile, 500 Ermeni aile, 300 Süryani Yakubi aile, 15 Şemsi aile, 150 Ermeni Katolik aile, 100 Keldani aile, 25 Süryani Katolik aile ve 20 Rum aile10. Nüfus ile ilgili sağlıklı bilgiler için 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nde çağdaş sayılabilecek nüfus sayımlarını beklemek gerekecektir. Her ne kadar çağdaş sayılabilecek ilk nüfus sayımının 1831’de yapıldığı kabul edilse de11, Diyarbakır bu sayımın kapsamına alınmadığından çalışmamız için bir anlam ifade etmemektedir. Diyarbakır salnameleri 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kent nüfusuyla ilgili detaylı bilgiler sunmaktadırlar. Bu konuda ilk bilgi H. 1287 tarihli Diyarbekir Vilayeti Salnamesi’nde yer almaktadır. Buna göre, Diyarbakır kent merkezinin nüfusunun cemaatlere göre dağılımı tablo 1’deki gibidir. Tablo 1: 1870-1871 Tarihlerinde Diyarbakır Kent Nüfusu12. Erkek Kadın Toplam Müslüman 4.781 5.033 9.814 Ermeni 3.577 3.276 6.853 Ermeni Katolik 428 403 831 Süryani 747 687 1.434 Süryani Katolik 94 80 174 Keldani 508 468 976 Rum 179 126 305 Rum Katolik 25 30 55 Protestan 318 332 650 Yahudi 143 137 280 Toplam 10.800 10.572 21.372 8 9 10 11 12 Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbakır, Kent Yayınları, İstanbul 2003, s. 45 vd. İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995, s. 109. Korkusuz, age, s. 4-75. Kemal Karpat; Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003, s. 24. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1287. 55 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 SBArD İstanbul’un direktifiyle yapılan ve 1870 yılında tamamlanan bu sayım, detaylı bir şekilde yapılmış olmasına rağmen bundan sonraki yıllarda Diyarbekir Vilayet Salnamelerinin nüfusla ilgili verdikleri bilgiler daha yüzeyseldir. Def'a 3 Yekûn Nüfus Zükur-i Gayrimüslim Zükur-i Müslim Hane YIL SALNAME DEF'A Tablo 2: Diyarbekir Vilayet Salnamelerine Göre Diyarbakır Kent Merkezinin Nüfusu. 4.781 6.019 10.800 H.1288/ M.1871-72 Def'a 6 -Def'a 10 H.1291/M.1874-75 H.1300/M.1882-83 1.929 5.258 6.793 12.051 Def'a 11 Def'a 12 H.1301/M.1883-84 H.1302/M.1884-85 4.164 11.124 11.124 Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılın derlenen en eksiksiz, en güvenilir rakamlarını verdiği kabul edilen13 ve 1881 yılında başlayıp 1893 yılında tamamlanan nüfus sayımları ile birlikte tüm Osmanlı’da olduğu gibi Diyarbakır ile ilgili de daha ciddi bilgilere ulaşabilmekteyiz. Bu sayımlara göre Diyarbakır kazasının nüfusu ve bu nüfusun cemaatler göre dağılımı Tablo 3’teki gibidir. K E E K E 14 56 Karpat; age, s. 73. Karpat; age, s. 174. 5.772 6.311 K Katolik E K E 1.194 1.366 Toplam 112 132 153 473 510 1.969 2.077 25 13 Ermeni K Süryani Kadim Protestan K E Toplam K 22.280 20.388 80 Yahudi Diyarbakır E Gayrimüslim Çingeneler K Rumlar 1881-1893 Müslüman Tablo 3: 1881-1893 Osmanlı Genel Sayımına Göre Diyarbakır Kazasının Nüfusu14. E K E 28 31.925 30.945 62.870 İbrahim ÖZCOŞAR 19. yüzyılda gayrimüslim cemaatlerin nüfusuyla ilgili önemli bir gelişme, Katolik ve Protestan şeklinde meydana gelen ayrımların cemaat nüfuslarında meydana getirdiği değişikliklerdir. Bu değişim veya parçalanmaların nüfus açısından takibi de ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında yapılabilmektedir. Bu dönemde bile bu ayrımlara dayalı net bir bilgi ortaya çıkmamaktadır. 1881-1893 Osmanlı sayımında bu durum net bir şekilde göze çarpmaktadır. Örneğin; Katolik ve Protestanlar tek bir millet olarak gösterilmektedir. Bunların hangi cemaatlerden (Süryani, Ermeni vs.) olduğu konusunda bilgi yoktur. 1881-1893 Osmanlı Nüfus sayımıyla hemen hemen aynı tarihlerde Fransız Vital Cuinet Diyarbakır kent merkezinin nüfusunun şöyle vermektedir: Tablo 4 : Vital Cuinet’e Göre 1891’de Diyarbakır Kent Nüfusu. Müslümanlar 20.142 Ermeni Gregoryenler 8.480 Katolik Ermeniler 899 Protestan Ermeniler 880 Rum Ortodoks 900 Rum Katolikler 60 Keldaniler 990 Süryani Katolikler 400 Süryani Yakubiler 950 Kapuçin İtalyanlar 2 Fransız Fransiskenler 46 Yahudiler 284 Toplam 34.033 Tablo 3 ile Tablo 4 arasındaki fark, ilk tabloda Diyarbakır merkeze bağlı nahiyeler ile köylerin de hesaplanmasına rağmen, V. Cuinet’in verdiği bilgilerin sadece kent merkezine ait olmasından kaynaklanmaktadır. Bu arada belirtilmesi gereken önemli bir husus da; V. Cuinet’in sadece Diyarbakır’da değil bölgenin tamamında Rum nüfusunu belirtirken gerçeklerden uzaklaştığı ve cömert davrandığıdır15. 19. yüzyıla ait tüm bu bilgiler, kentin nüfus hareketliliğini çok yoğun yaşadığını göstermektedir. Bir yandan kaynakların verdikleri bilgilerin dayanaklarının ve sayım yöntemlerinin farklı olması diğer yandan kentin özellikle, kıtlık, salgın ve yerel güçler arasındaki çatışmalar sebebiyle nüfus hareketliği yaşaması kent nüfusunun günümüzde araştırılmasını zorlaştıran unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet Salnamelerinin verdikleri bilgiler ile V. Cuinet ve batılı seyyahların verdikleri bilgiler arasında çelişkiler bulunmaktadır. V.Cuinet ve seyyahların verdikleri bilgilere göre kent merkezinde Müslümanlar nüfusun çoğunluğu oluştururken, salnamelerin verdikleri bilgiler gayrimüslimlerin çoğunlukta olduğunu göstermektedir. Seyyahların verdikleri bilgiler ile salnamelerde verilen bilgilerin çelişme sebebi, yerel nüfus sayımlarında 15 İbrahim Özcoşar, Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri, Beyan Yayınları, İstanbul 2008, s. 187-188. 57 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 yapılan yanlışlıklardan/belki de kayırmalardan kaynaklanıyor olabilir. Yerel yönetimlerce yapılan bu sayımlarda temel amaç, Müslümanlardan askere alınabilecek, gayrimüslimlerden ise bedelât-ı askeriye alınabilecek nüfusu tespit etmektir. Bu amaç dikkate alındığında Müslüman nüfüsun bu tür sayımlarda az olmasının sebebi rahatlıkla anlaşılabilir. Bununla birlikte tüm bu bilgiler ışığında, 19. yüzyılda Diyarbakır kent merkezinde nüfus çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğunu söylemek zor olmayacaktır. Hıristiyan cemaatler arasında Ermeni Gregoryenlerin nüfus çoğunluğuna sahiptirler. Ermeni Gregoryenleri sırasıyla Süryani Yakubiler, Keldaniler, Ermeni Katolikler, Süryani Katolikler ve Rumlar takip etmektedir. II. 19. Yüzyılda Diyarbakır’da Hıristiyan Cemaatler Millet sisteminde, her cemaatin kendi dini inançlarına has teşkilatlanmaları mevcuttu. Tüm Hıristiyan cemaatler için bu teşkilatlanmanın merkezinde kilise bulunmaktaydı. Her dini grubun en yüksek din adamlarından biri, kendi cemaatleri tarafından o cemaatin lideri olarak seçilir ve kendi topluluğunu yönetmekle görevlendirilirdi. Böylece din esasına dayanan cemaatler beratlarla kendilerine verilen özerklik sayesinde, Osmanlı egemenliğinde, kendi din, hukuk ve geleneklerini korumuşlar ve baskı görmeden kendi hukuk ve geleneklerini uygulamışlardır. Dini cemaatlerin liderleri ise birer devlet memuru gibi, kendi yönetimlerindeki toplulukların yönetiminden Sultan’a karşı sorumlu tutulmuşlardır16. Her cemaatin başında patrik adı verilen dini lider bulunurdu. Patriğin altında metropolit, murahhas, serpiskopos, piskopos veya patrik vekili adı verilen, cemaatin taşrada hem dini işlerini hem de resmi otoriteler ile ilişkilerini düzenlemekle görevli ruhaniler yer alırdı. 19. yüzyılda gayrimüslimler açısından önemli değişikliklerden biri de, cemaat temsilcilerinin vilayet, sancak ve kaza idare meclislerinde görev almaya başlamalarıdır. 1869–1874 tarihleri arasında Diyarbakır Vilayeti’ndeki rüm sancakların idare meclislerinde “Aza-i Tabiiye”(Doğal azalar) dışında “Aza-i Müntehabe” (Seçilmiş azalar) de yer almaktadır. Bu azaların sayısı genellikle 4 olmakla birlikte bazen üç kişiye de düşmektedir. Seçilmiş azalar 4 kişi olduğu durumda 2’si gayrimüslim, 3 kişi olduğu durumlarda ise 1’i gayrimüslimdir. Bu azaların hangi milletten olduğuna dair bir ipucu bulunmamaktadır. 1874 tarihinden itibaren ise ruhani reisler vilayet idare meclisinde yer almaya başlamışlardır. 1874-1883 tarihleri arasında vilayet idare meclisinde görev alan ruhani reisler tablo 5’de gösterilmiştir. 16 58 Gülnihal Bozkurt, Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1996, s. 10. İbrahim ÖZCOŞAR Tablo 5: Diyarbakır Vilayet İdare Meclisinde Görev Alan Ruhani Reisler Sene 187417 187518 187619 187720 Aza-i Rüeasây-ı Ruhâniye Rum Metropolit Vekili Dimitri Efendi, Protestan Piskoposu Tomas, Keldani Metropolidi, Ermeni Murahhas Vekili İstepan Efendi, Ermeni Katoliği Murahhas Vekili Patris Efendi, Süryani Rahibi Cebrail Efendi Rum Metropolidi Ayakofos Efendi, Keldani Metropolidi Ebduşu’, Ermeni Murahhas Vekili Filipos Efendi, Ermeni Katoliği Murahhas Vekili Mesrub Efendi, Süryani Katoliği Patris Efendi, Tomas Efendi Rum Murahhas Vekili Dimitri Efendi, Ermeni Murahhas Vekili Filipos Efendi, Protestan Piskoposu Tomas Efendi, Keldani Metropolidi Abduşu’ Efendi, Süryani Katolik Murahhası Vekili Patris Efendi, Süryani Patrik Vekili İmertere Efendi, Tomas Efendi Rum Murahhas Vekili Dimitri Efendi, Ermeni Murahhas Vekili Filipos Efendi, Protestan Piskoposu Tomas Efendi, Keldani Metropolidi Abduşu’ Efendi, Süryani Katolik Murahhası Vekili Patris Efendi Süryani Patrik Vekili Mirze Efendi, Tomas Efendi 1878’den 1883’e kadar Diyarbekir Vilayet salnameleri yayımlanmamıştır. 1883 yılına ait salnamede ise ruhani reislerin adları yer almamaktadır. Ancak seçilmiş azalar arasında iki gayrimüslim bulunmaktadır. 1884’te doğal azalar arasında ruhani reisler yer almazken, 6 kişilik seçilmiş azanın 3’ü gayrimüslim azalardan oluşmaktaydı21. Bu tarihler arasında ruhani reislerin doğal azalar arasında zikredilmemesi ruhani reislerin idare meclislerine katılmadığı anlamına gelmiyordu. Aksine ruhani reislerin vilayet idare meclislerine katılmaları hususuna özellikle dikkat edilmiş ve bu konuda mazeret 17 18 19 20 21 Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 6, Sene 1291. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 7, Sene 1292. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 8, Sene 1293. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 9, Sene 1294. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286 ila Def’a 6, Sene 1291 tarihleri arasındaki tüm salnameler. 59 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 öne sürerek kendi yerlerine vekil göndermek isteyen ruhani reislerin mazeretleri de kabul edilmemiştir. 1886’da Süryani Kadim Patriği Petros, yaşlılık ve hastalığını ileri sürerek Meclis-i İdareye kendisi yerine bir vekilinin katılması için istekte bulunmuştur. Diyarbakır valiliği bu isteği, Adliye ve Mezâhip Nezâretine bildirmiş, ancak patriğin bu isteği reddedilmiştir22. Resmi anlamdaki bu zorunluluğa rağmen vilayet idare meclislerinde Süryani Kadimleri temsilen patrik vekilleri veya matranlar görev yapmıştır. 1890 ile 1895 tarihleri arasındaki salnamelere, ruhani reislerin vilayet idare meclisine nöbetleşe devam ettiklerine dair not düşülmüştür23. Gayrimüslimlerin idari yapıdaki etkileri vilayet idare meclisiyle sınırlı kalmamıştır. Tanzimat sistemiyle, hem idare hem de hukuk alanında oluşan tüm meclislerin seçilmiş azaların (aza-i müntehabe) yarısı, nüfus oranlarına bakılmaksızın gayrimüslimlerden oluşmuştur24. II. 1. Ermeni Gregoryenler Ermeniler 4. yüzyılın başında Ermeni Prensi III. Tridate’nin Hıristiyan olmasının ardından Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir25. Ortodoks Ermenilere Gregoryen denilmesinin temel sebebi ilk Ermeni papazın Gregor Lusovoriç olmasıdır26. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, bu şehirdeki Ermeni cemaatini 1461’de Bursa’dan bir kısım Ermeniler ile birlikte getirttiği Piskopos Hovakim’e Ermeni Patriği unvanını vermiştir. Böylece İstanbul, Türkiye Ermenilerinin ruhani ve cismani merkezi olmuştur27. Diyarbakır’da Hıristiyan nüfus içinde çoğunluğu oluşturan Ermeni Gregoryenler, tüm Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi Diyarbakır’da da İstanbul patrikliğine bağlı bir örgütlenmeye sahiptirler. 1895 Ermeni olaylarına kadar da Diyarbakır’da resmi makamlarla ilişkileri en iyi olan ve meclis üyelikleri ile memurluklarda etkin görev alan kesimi oluşturmaktadırlar. Ermeni Gregoryenler, Diyarbakır’da genellikle serpiskopos veya piskoposlarca temsil edilmişlerdir. Bu ruhaniler, sadece Diyarbakır kent merkezindeki değil genellikle eyaletin genelinden sorumlu olmuşlardır. 1846–1861 tarihleri arasında Diyarbakır’da bulunan Piskopos Agop sadece kent merkezinin değil eyaletin tamamında Ermeni Gregoryenlerin ruhani ve idari anlamda temsilciliğini yapmıştır28. Diyarbekir Vilayet Salnameleri’nden 1872 yılına kadar Piskopos Agop’un aynı görevde kaldığını görmekteyiz29. Patriklik tarafından atamaları yapılan ruhanilerin, cemaat içinde önemli bir sorun yaşanmadıkça, ömür boyu görevde kaldıkları değerlendirmeye alındığında, 22 23 24 25 26 27 28 29 60 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Mektubî Kalemi (DH. MKT.), Dosya No:1376, Gömlek No:101. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 13, Sene 1308 ve Def’a 14, Sene 1309. Özcoşar, age, s. 149 vd. Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Ankara 1988, s. 31. Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987, s. 119. Ermeni Patrikhanesinin Yavuz Sultan Selim veya Kanuni Sultan Süleyman zamanlarında kurulduğuna dair bazı çalışmalar mevcuttur. Bunun için bkz. Nejat Göyünç, “Osmanlı Devleti’nde Ermeniler Hakkında”, Yeni Türkiye Ermeni Özel Sayısı II, İstanbul 2001, Sayı 38, s. 633-638. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire ve Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 16, Sene 1278, Daru’l-Matbaat-u Amire arasındaki tüm salnameler. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286; Def’a 2, Sene 1287; Def’a 3, Sene 1288. İbrahim ÖZCOŞAR elimizdeki kayıtlarda en az 26 yıl görevde anlaşılan Piskopos Agop’un ölünceye kadar görevde kaldığı söyleyebiliriz. 1873-1874 tarihlerinde vilayet salnameleri “Milel-i Hıristiyaniye Rüesây-ı Ruhaniyesi” bölümlerinde Ermeni ruhani reisi hanesi boş kalmış, isim yazılmamıştır30. Ancak aynı tarihlerde vilayet idare meclislerinde Ermeni Murahhas Vekili İstepan Efendi’nin adı geçmektedir. 1875-1876 tarihleri arasında ise Piskopos vekili Filipos Efendi’nin hem vilayet idare meclisi hem de salnamelerin “Milel-i Hıristiyaniye Rüesây-ı Ruhaniyesi” bölümlerinde adı geçmektedir. 1877-1884 tarihleri arasında ise bu bölüm boş bulunmaktadır. 1884-1885 tarihlerinde bu kez Keşiş Ohannes Ermeni Gregoryenlerin ruhani reisi olarak görülmektedir. 19. yüzyılın son salnamesinde ise Ermeni ruhani reislerine ait bir kayıt bulunmamaktadır. II. 2. Ermeni Katolikler Osmanlı Devleti’nde Katoliklerin resmen tanınması II. Mahmut dönemindeki olaylarla ilişkilidir. Bu dönemde özellikle Ermeniler arasında tatbik edilen Katolik propagandası, Ermeni cemaatini patlama noktasına getirmişti. Gregoryen Ermeni patrikliğinin Katoliklere karşı “kan davası asabiyeti” derecesinde aldığı sert önlemler ve buna karşı Katoliklerin, Avrupa devletlerinin de özellikle Fransa’nın desteğini alarak yaptıkları direniş, artık meseleyi bir an önce çözülmesi gereken bir sorun haline getirmişti. Bu sorun sayesinde, klasik Osmanlı toplum yapısının tahrip olması, kiliselerin birbirleriyle, cemaatlerin yekdiğeriyle ve bunların hepsinin devletle, devletin ise bu gelişmelerde esas amil olan yabancı güçlerle karşı karşıya gelmesi, bu çözüm sürecini hızlandıran sebeplerdi31. Nihayet bu sorun 1829’da Ermeni Katoliklerin bir millet olarak kabul edilmesiyle çözülmüştür. 1831’de ise Ermeni patriği bir beratla Ermeni Katolik milletinin başı olarak atanmış ve tüm Katolik Ermeniler yanında, Katolik Maruni ve Rumlar da dini konularda bu patrikliğe bağlanmışlardır32.Devlet Salnamelerinde Ermeni Katolik Patriğiyle ilgili geçen “Ermeni ve Süryani ve Keldani Katolikleri mesalih-i patrik-i muma ileyh marifetiyle tesviye olındığından cümlesinin murahhasları bir cedvele derc olınmışdı”33 ifadesi sadece Katolik Ermenilerin değil, Süryani ve Keldanilerin de, en azından Babıâli nezdinde, Ermeni Katolik patriği tarafından temsil edildiğini göstermektedir. Diyarbakır ve çevresinde Ermenilere yönelik Katolikleştirme faaliyetleri 17. yüzyılın başlarında başlamıştır. Bölgede çok etkili çalışmalar yürüten Katolik misyonerler bir yandan Papalığın gücü diğer yandan Fransa’nın desteğiyle bazı şehirlerde, örneğin Mardin’de, neredeyse Ortodoks Ermenileri tamamen Katolikleştirecek bir başarı sağlamışlardır34. Ancak Diyarbakır’da Ermeni Katoliklerin nüfus durumu, Katolikleştirme faaliyetlerinin bu denli etkili olamadığını göstermektedir. 30 31 32 33 34 Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 4, Sene 1289; Def’a 5, Sene 1290; Def’a 6, Sene 1291. Tomas Çerme; “Osmanlı İmparatorluğunda Misyoner Faaliyetler”, Yaba Edebiyat, Ocak-Şubat 2004, s. 10. Bozkurt, age, s. 42. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire. Özcoşar, age, s. 233. 61 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 Diyarbakır’da Ermeni Katoliklerin ruhani reisleri, Ermeni Gregoryenlerde olduğu gibi, aynı zamanda vilayetteki tüm Ermeni Katolikleri temsil etmekteydiler. 1847-1863 tarihleri arasında Ermeni Katoliklerin temsilcisi Murahhas Ohan Rahip adlı ruhanidir35. 1869-1871 tarihleri arasıda ise ruhani unvanı verilmeyen Agop Bahtiyaran Efendi’dir36. 1872-1874 tarihleri arasında vilayet salnameleri “Milel-i Hıristiyaniye Rüesây-ı Ruhaniyesi” bölümlerinde Ermeni ruhani reisi hanesi boş kalmış, isim yazılmamıştır37. Ancak aynı tarihlerde vilayet idare meclislerinde Ermeni Katoliği Murahhas Vekili Petros Efendi ve Ermeni Katoliği Murahhas Vekili Mesrub Efendi’nin isimleri yer almaktadır. 1876’da Piskopos Agop Efendi, 1877-1882 arasında Murahhas vekili Aleksir Efendi Ermeni Katoliklerin ruhani reisi olarak kaydedilmiştir. 1883-1884 tarihlerinde münhal olan makamda, 1884-1885’de Piskopos Osib Efendi,1890-1891’de Ferahyan Osib Efendi bulunmaktadır. II. 3. Süryani Kadimler Osmanlı belgelerinde “ Süryani Kadim Yakubi38”, “Yakubi Süryani Taifesi39”, “Yakubi Taifesi” şeklinde adlandırılan Süryani Kadimlerin en bilinen adlandırmaları “Yakubi” dir. 19. yüzyılda ise “Süryani Kadim” tabirini kullanmışlardır. 16. yüzyılda Süryanilerin yaşadıkları bölgeler Osmanlı sınırlarına katılıyor ve millet sistemi içinde Süryaniler de yerlerini alıyorlardı. Ancak Süryanilerin millet sistemi içinde en azından resmi anlamda bağımsız bir millet olarak değerlendirilmediğini görüyoruz. Süryaniler İstanbul Ermeni Patrikliğine bağlanmışlardır40. Bu bağlılık sadece, İstanbul’daki resmi işleri yürütmekten ibaret olmuş, oldukça gelişkin ve tutucu bir hiyerarşik yapıya sahip Süryani Kadimler kendi cemaat işlerine Ermenileri karıştırmamışlardır. 19. yüzyılda Diyarbakır Süryaniler için ayrı bir önem arz etmiştir. 1293’ten 1932 yılına kadar Mardin yakınlarındaki Deyruzzafaran Manastırı’nın merkez olarak kullanan Süryani Kadim patrikleri, 19. yüzyılda genellikle Diyarbakır’da ikamet etmişlerdir. Dolayısıyla Diyarbakır 19. yüzyılda Süryani Kadimler için patriklik merkezi olmuştur. 19. yüzyılda bu durumun ilk örneğine Patrik Gevergis’de (1818-1836) rastlamaktayız41. Daha sonra Mardin cemaatiyle sorun yaşaması sebebiyle Patrik II. Yakup da (18471871) Meryem Ana kilisesine taşınmış42, patrikliği boyunca Diyarbakır patriklik 35 36 37 38 39 40 41 42 62 Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire ve Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 17, Sene 1279, Daru’l-Matbaat-u Amire arasındaki tüm salnameler. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286; Def’a 2, Sene 1287; Def’a 3, Sene 1288. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 4, Sene 1289; Def’a 5, Sene 1290; Def’a 6, Sene 1291. Başbakanlık Osmanlı Arşivi; “998 Numaralı Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalogu” Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 No’lu Defter 1251-1329 (Bundan sonra B.O.A. GM 15 diye geçecektir.). Başbakanlık Osmanlı Arşivi; “998 Numaralı Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalogu” Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 1 No’lu Defte , Şürut-ı Milel-i Muhtelife Defteri, s. 39. ( Bundan sonra B.O.A. GM 1 diye geçecektir.) Süryani Kadimlerin, Ermeni Patrikliğine bağlanma sebepleri için bkz, Özcoşar, age, s. 57. Gabriel Akyüz, age, İstanbul 1999, s. 70. Murat Fuat Çıkkı; Naum Faik ve Süryani Rönesansı, Baskıya Hazırlayan: Mehmet Şimşek, Belge Yayınları, İstanbul 2004, s. 45; Akyüz, age, s. 68. İbrahim ÖZCOŞAR merkezi olarak kullanılmıştır43. Yakup’tan sonra Patrik Petrus’un (1872-1894) uzun süren İngiltere ve Hindistan gezileri boyunca, yerine vekâleten bakan Hori Efrayim Efendi Mardin’de ikamet etmiştir44. Patrik Petros’un bu gezisi boyunca Diyarbekir Salnamelerinde Süryani Kadimlerle ilgili bilgi verilmemesi ilginçtir. Patrik Abdulmesih de (1895-1905) patrikliği süresince Diyarbakır’da ikamet etmiştir. Ancak burada yaptığı uygunsuz davranışlar, Diyarbakır’da rahatsızlığa sebep olmuş ve valilik ile ordu müşirinin talepleri üzerine, asıl patriklik merkezi olan Mardin’deki Deyruzzafaran Manastırına dönmesi İstanbul’daki patrik vekiline tembih edilmiştir45. Buna rağmen Diyarbakır salnamelerinde patriklik süresinin bitimine kadar Diyarbakır’da ikamet ettiği anlaşılmaktadır46. II. 4. Süryani Katolikler Süryani Kadim patrikliği içinde 1782 yılında meydana gelen bölünme sonrasında, Süryani Katolik patrikliği ortaya çıkmıştır. Bu bölünmeyi iki temel sebebe dayandırabiliriz: Bunlardan ilki, Süryani Kilisesi içinde çok sık bir şekilde görülen patrik olma mücadeleleri ve bu sebeple meydana gelen bölünmeler. İkincisi ise; Katolik misyonerlerin çalışmalarıdır. Katolik Misyonerlerin Süryanilerin yaşadığı bölgelerde çalışmaları, 16. yüzyılda başlıyordu. Aslında bu çalışmalar, 5. yüzyılda Hıristiyan dünyasında başlayan, Doğu ve Batı kiliseleri arasındaki mücadelenin 16. yüzyıl ve daha sonrasına yansımalarıydı. Katolik dünyasının lideri durumundaki papa, rakipleri olarak gördüğü Doğu Hıristiyanlarının patriklik organizelerini kendi denetimi altına almak istiyordu. Papanın bu faaliyetleri için kullandığı güç, tarikat örgütlenmesine sahip Cizvit ve Kapusen rahipleri idi. Bunlar faaliyet gösterdikleri bölgelerde, Katolik inancıyla beraber papanın idari hâkimiyetini de benimsetme çabası içindeydiler. Osmanlı sınırları içinde Katolikleştirmeye yönelik bu faaliyetler 18. yüzyıldan itibaren kendileri açısından uygun ortam bulmaya başlamışlardı. Osmanlı kendi sınırlarındaki Hıristiyanları, Katolik misyonerlerin bu “şeytani” faaliyetlerinden koruyabilecek güçte değildi artık. Bununla birlikte bu misyonerler, Osmanlı ile ilişkileri sonucu Osmanlı sınırlarındaki Katoliklerin hamisi konumuna gelmiş olan Fransa’dan da destek alıyorlardı. Fransa’nın bu desteği dini duygulardan çok, Doğu Hıristiyanları arasında kendi emperyalist düşüncelerine destek olabilecek bir Katolik grup oluşturma çabasına dayanmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde Katoliklerin resmen tanınmasını gerektiren süreç yaşanırken, Gregoryen Ermenilerle Katolik Ermenilerin yaşadıkları sorunların benzeri sorunlar, Süryani Kadimler ile Süryani Katolikler arasında da yaşanmıştır. Devlet’in henüz Süryani cemaati arasında bu ayrılığı resmen tanımamış olması, iki cemaat arasındaki sorunların çözümü önündeki en büyük engel olmuştur. 1835’de Süryani cemaati arasındaki bu ayrılık Ermenilerin, Katolik patrikliği beratında yer alan Süryani lafzının çıkarılması, Süryanilerin yaşadığı bölgelerde Katolik murahhasların Süryanilere 43 44 45 46 Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286; Def’a 2, Sene, 1287; Def’a 3, Sene 1288. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 7, Sene 1292. B.O.A., MKT. MHM., Dosya No: 637, Gömlek No: 34. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 15, Sene 1316 ila Def’a 19, Sene 1322 tarihleri arasındaki tüm salnameler. 63 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 müdahalesine engel olunması için sundukları arıza ile Katolik murahasası tarafından Süryaniler arasında meydana gelen ayrımın bir emr-i şerifle tanınmasını isteyen arîzalar47 sonucunda, devlet merkezine resmen yansımıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Süryani cemaatine ait tek defter olan “Süryani Kadim Yakubi Defteri” inde bulunan tek sayfalık kayıt, bu ayrılığın resmen tanındığına dair bir fermandır. Bu fermanda “devlet-i âliyem reayasından Diyarbekir eyaletinde vaki nefs-i Diyarbekir ve Cebel-i Tur’da ve Mardin ve Musul ve Haleb-i Şehabe ve Şam-ı Şerif ve Bağdad’da bulunan Süryani milleti iki sınıf olarak bir sınıfı Yakubi Süryani sınıf-ı diğerine dahi yalnız Süryani tabir olındığından bahisle”48 şeklindeki ifadeyle Süryanilerin iki kısma ayrıldığı, bunlardan ana kilise olarak niteleyebileceğimiz Süryani Kadimlerin “Yakubi Süryani”, Katoliklerin ise sadece “Süryani” olarak isimlendirildiği belirtiliyordu. Diyarbakır’da Süryani Katoliklerin patriklik merkezi önce Bağdat sonra sırasıyla, Lübnan’da bir Maruni köyü olan Kesravan kasabasına bağlı Daru’n-Harise Köyünde Şarfe Manastırı, Halep ve Mardin oluştur49. Devlet Salnamelerinde Süryani Katolik patriklerinin ikamet yeri 1869 yılında Mardin olarak gösterilmektedir. 1877– 1880 tarihleri arasında ise Patriğin ikamet yeri Şam’dır50. Diyarbakır’da Süryani Katoliklerin temsilcisi olarak 1847-1863 tarihleri arasında Murahhas Anton’un adı geçmektedir. Anton hem Diyarbakır hem de Halep eyaletlerinin murahhası olarak kaydedilmiştir51. Vilayet salnamelerinde ise 1876-1883 tarihleri arasında Murahhas vekili Patris’in adı geçmektedir52. Süryani Katoliklerle ilgili değinilmesi gereken bir husus da, Papalık ile ilişkilerinin çok gelişmiş olmasıdır. Diğer tüm Katolik cemaatler gibi Süryani Katolikler de Papalıkla ilişkilerini çok sıkı tutmuşlardır. Başlangıçta Osmanlı Devleti tarafından tepkiyle karşılanan bu durum, siyasi baskılar sebebiyle, kabullenilmiştir. Diyarbakır Süryani Katolik temsilcilerinin de Papalıkla sıkı ilişkiler içinde olduğuna dair bir örneğe 19. yüzyılın sonlarında rastlamaktayız. 1891’de Diyarbakır Süryani Katolik Piskoposu olan Patris (salnamelerde adı geçen kişi olabilir), Papa tarafından kendisine verilen haç nişanını takmak için Babıâli’den izin ister ve Babıâli tarafından kendisine bu izin verilir53. II. 5. Keldaniler Keldani patrikliği, 16. yüzyılda Nasturi Kilisesinden ayrılanların oluşturduğu bir patrikliktir. Keldani patrikliği, Süryani Katolik patrikliğinin ortaya çıkmasında olduğu gibi, Nasturiler arasındaki idari anlaşmazlıklardan ve bu anlaşmazlıkların Katolik misyonerlerce kullanılmasından dolayı Nasturi patrikliğinin parçalanmasıyla ortaya 47 48 49 50 51 52 53 64 B.O.A., GM 15. B.O.A., GM 15. Özcoşar, age, s. 108. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 32, Sene 1294’ten Def’a 36, Sene 1298’e kadar tüm salnameler. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire ve Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 17, Sene 1279, Daru’l-Matbaat-u Amire arasındaki tüm salnameler. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 8, Sene 1293; Def’a 9, Sene, 1294; Def’a 10, Sene 1300. BOA, DH.MKT., Dosya No:1861 Gömlek No: 27 ve DH.MKT., Dosya No:1873 Gömlek No: 36. İbrahim ÖZCOŞAR çıkmıştır. Katolikliğe rağmen eski örf ve adetlerine bağlı kalan Keldaniler, devlet tarafından 19. yüzyılın ilk yarısında “Nasturi Katolikler” olarak isimlendirilmiştir54. Keldanilerin patriklik merkezleri Musul’daydı Ancak mevsimine göre patrikler Bağdat’ta da ikamet edebiliyorlardı55. Patrik, “Babil Patriği” unvanını kullanıyordu56. Diyarbakır’da Keldanilerin ruhani temsilcisi olarak 1847-1863 tarihleri arasında Piskopos Bedros kaydedilmiştir57. Vilayet Salnamelerinden Bedros’un Serpiskopos olarak 1873’e kadar aynı görev kaldığı anlaşılmaktadır58. 1873’ten sonra ise Abduşu’ Efendi Keldanilerin temsilciliğini yapmıştır. II. 6. Rumlar Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethin hemen ardından, fonksiyonunu büyük ölçüde yitirmiş olan Rum Ortodoks Kilisesini ihya etmekle işe başlamıştır59. İstanbul’un fethinden önce Ferrare-Florence Konsillerinde (1437-1439-1442) Doğu-Batı kiliselerini birleştirme çabası sonuç vermemiş,60 İstanbul Ortodoks Patrikliği, Bizans tarihindeki önemini kaybetmiş; kilise mensupları arasında birlik bozulmuş ve bu yüzden Patrik II. Athanasios’un istifasından sonra bu makama yeni bir tayin yapılamamıştır. Bunun sonucunda Ortodoks Hıristiyanların dağılma tehlikesini gören Fatih, Ortodoks Kilisesinin münhal bulunan patrikliğine, yeni birisinin seçilmesini ve eski geleneğe göre takdis edilmesini emretmiştir61. Rumların isteği üzerine, ilmi değeri herkes tarafından bilinen ve bir Katolik düşmanı olarak tanınan62 yüksek bir Hıristiyan âlimini Gennadios’u aratmış ve nihayet Edirne civarında saklandığı bir evde buldurarak, 1453 yılının Aralık ayında Patriklik makamına getirtmiştir63. Patriğe şahsının taarruzdan masuniyetini bildiren ve Müslümanlar arasında, Hıristiyan cemaatine bir “temin-i hukuk” tesis ettiğini belirten bir ferman verilmiştir. Fatih, patrikhaneye Bizans İmparatorluğu zamanındaki haklarından daha fazla hak tanımış, Patrik Gennadious’a önceki dönemlerden farklı olarak “millet başı” unvanı vermiş, böylece patrik hem “ruhani” hem de “cismani” yetkilere kavuşmuştur. Seçim işlemleri padişahın onayı ile tamamlandığından patrik aynı zamanda padişahın memuru olarak kabul edilmiştir. Yine Fatih tarafından, patriğe üç tuğlu Osmanlı paşası unvanı verilerek, devlet hiyerarşisinde yüksek bir konuma yükseltilmiştir64. Rum Ortodoks Patrikliği, Fatih döneminde elde ettiği bu ayrıcalıklı durumu Rum isyanına kadar devam ettirmiştir. 54 55 56 57 58 59 60 61 62 63 64 Yılmazçelik, age, s. 116. Ebubekir Hazım Tepeyran, Hatıralar, Pera Yayınları, İstanbul 1998, s. 375. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 24, Sene 1285.. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire ve Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 17, Sene 1279, Daru’l-Matbaat-u Amire arasındaki tüm salnameler. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286; Def’a 2, Sene 1287; Def’a 3, Sene 1288; Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 4, Sene 1289; Def’a 5, Sene 1290. Eryılmaz, age, s. 30. Mehmet Aydın, “Hristiyan Konsillerine Genel Bir Bakış”, Belleten, C LIV, (1990), s. 374. Eryılmaz, age, s. 30. Hikmet Özdemir, “ Azınlıklar İçin Bir Osmanlı-Türk Klasiği: 1453 İstanbul Sözleşmesi”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, C. IV (Toplum), s. 224. Selahattin Tansel, Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, Ankara 1999, s. 106-107. Eryılmaz, age, s. 31-32. 65 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 Diyarbakır’da çok az nüfusa sahip olduklarından, Diyarbakır’da bulunan ruhani temsilcileri aynı zamanda Diyarbakır’a yakın olan Urfa’da bulunan cemaatin de temsilciliğini yapmışlardır. Bölgede Rum Ortodoks cemaatinin temsilciliğini 18471863 tarihleri arasında Piskopos Makaryos yürütmüştür65. 1869-1872 arasında Papas Efendi Rum Ortodoks temsilcisi olarak kayıtlarda yer almaktadır. 1873-1882 arasında Metropolis Ayakokosi, 1883-1884’te ise vekil Payosyos Efendi’nin ismi kayıtlarda yer almaktadır66. Osmanlı sınırlarındaki tüm Ortodoks cemaatler gibi Rum Ortodokslarda, Katolikleştirme çalışmalarından nasiplerini almışlardır. Kayıtlardan, dikkate alınmayacak bir nüfusa sahip olan Rum Katoliklerin Diyarbakır’da temsilcilerinin bulunmadığı anlaşılmaktadır. II. 7. Protestanlar Osmanlı Devleti’nde Protestan cemaatin ortaya çıkışı, 19. yüzyılda Batılı devletlerin her birinin bir gayrimüslim cemaate hamilik yaparak, Osmanlı üzerinde bazı haklar elde etme çabalarıyla ilgilidir. Bu çerçevede Rusya Osmanlı Devleti içinde resmen tanınmış bir mezhebe (Ortodokslara) hamilik yaparken, Fransa Katoliklere sahip çıkmış, onlara millet statüsü kazandırmaya çalışmış ve bunu başarmıştır. Doğu’da dinin oynadığı rolü geç de olsa kavrayan İngiltere, Fransa ve Rusya gibi, siyasi nüfuzunu arttırmak için, dini bir araç olarak kullanmaya başlamış ve bu amaçla Osmanlı sınırları içinde Protestan cemaat oluşturma çabası içine girmiştir. Amerika ve Almanya gibi devletlerin desteği ile İngiltere 19. yüzyılda bu amacına ulaşmıştır. Osmanlı sınırlarında az sayıda da olsa, Protestan cemaati oluşması üzerine İngiltere, kendi isteklerine uygun bir ortam oluşturabilmek için 1840’ta ilk girişimlerde bulunmuştur. İngiltere Dışişleri Bakanlığı 1840’ta Kudüs’te bir Protestan mabedi inşası için Osmanlı Devleti’nde izin talebinde bulunmuş, bu talebin ardındaki gerçek amacı sezen Osmanlı Devleti, 1834’te yayınladığı mezhep değiştirme yasağı ile ilgili fermanı öne sürerek bu isteği geri çevirmiştir. 1844 yılında ise hem bu yasağın kalkması hem de İngiltere’nin Osmanlı Devleti ile bu konuda temaslarını devam ettirmesi üzerine Kudüs’te bir Protestan Kilisesi resmen açılmıştır67. Bu gelişmenin ardından Protestan cemaati, millet sistemi içinde resmen tanınan ve diğer milletlerin sahip oldukları haklara sahip bir millet olabilmek için, Batılı devletlerin özellikle de İngiltere ve Prusya büyükelçilikleri nezdinde girişimlerde bulundular. Bu iki devletin baskısı üzerine 1850’de Protestan cemaati Osmanlı Devleti tarafından resmen tanındı. Bu tanınma Protestanların millet statüsü kazanmalarını sağlayan bir tanınma değildi. Bu durum Protestanların millet statüsüne sahip olmak için elçilikler nezdinde girişimlerinin devam etmesine sebep oldu. Nihayet bu gelişmeler 1878’de Protestanlarla ilgili bir nizamnamenin kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu 65 66 67 66 Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire ve Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Def’a 17, Sene 1279, Daru’l-Matbaat-u Amire arasındaki tüm salnameler. Salnâme-i Diyarbekir, Def’a 1, Sene 1286 ve Def’a 11, Sene 1301 arasında tüm salnameler. Eryılmaz; age, s. 74-75. İbrahim ÖZCOŞAR nizamnameye rağmen Protestan cemaati, millet sisteminde sahip olunan haklara sahip olmamıştır68. Diyarbakır’da Protestan misyonerler etkin olmalarına rağmen, diğer Hıristiyan cemaatlere benzer bir örgütlenmelerine rastlanmamaktadır. Zaten Protestanlığın Osmanlı’daki örgütlenmesi de patriklik veya benzeri bir kurum etrafında olmadığından, Protestan kiliselerin hiç birinde böyle bir örgütlenmeden bahsetmek mümkün değildir. Bu cemaatler daha çok Protestan olmalarında etkili olan misyoner kuruluşu ile irtibat halinde olan kiliselerde örgütlenmişlerdir. 19. yüzyılda Diyarbakır’da Protestanları hem vilayet idare meclisinde temsil eden hem de ruhani reis olarak kayıtlara geçen tek bir isme rastlamaktayız: Piskopos Tomas Efendi. Sonuç 19. yüzyılda Diyarbakır kent merkezinde Müslüman nüfus ağırlıkta olmakla birlikte, azımsanmayacak bir Hıristiyan nüfus bulunmaktadır. Diyarbakır’da Hıristiyan cemaatler Ermeniler, Süryaniler ve Rumlar olmak üzere farklı etnik kökene dayanmaktaydılar. Bununla birlikte millet sistemi çerçevesinde bu etnik kökenlerin örgütlenmelerinde inanç sitemleri ve kilise teşkilatlanmaları temel alınmıştır. Buna göre 19. yüzyılda Diyarbakır’da teşkilatlanan Hıristiyan cemaatler şunlardır: Ermeni Gregoryenler, Katolik Ermeniler, Süryani Kadimler, Süryani Katolikler, Keldaniler, Ortodoks Rumlar ve Protestanlar. Bu cemaatler, millet sistemin kendilerine tanıdığı hakları kullanarak cemaat temsilcilerini kendileri belirlemişlerdir. Bu temsilciler hem cemaatlerin ruhani işleriyle ilgilenmiş, hem de resmi makamlar nezdinde cemaatin temsilcisi olarak kabul edilmişlerdir. Cemaat temsilcileri aynı zamanda 19. yüzyılda idari yapıda meydan gelen değişikliklerle vilayet, sancak ve kazalarda kurulan idari ve hukuki meclisler de görev almışlardır. Kaynaklar Başbakanlık Osmanlı Arşivi Divân-ı Hümayûn Defterleri 998 Numaralı Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalogu Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 1 No’lu Defter , Şürut-ı Milel-i Muhtelife Defteri. 998 Numaralı Divân-ı Hümayûn Defterleri Katalogu, Gayr-i Müslim Cemaatlere Ait 15 No’lu Defter 1251-1329. Fon Adına Göre Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri B.O.A., Dahiliye Mektubî Kalemi (DH.MKT.), Dosya No:1376, Gömlek No:101. B.O.A., Dahiliye Mektubî Kalemi (DH.MKT), Dosya No:1861 Gömlek No: 27 ve B.O.A.,Dahiliye Mektubî Kalemi (DH.MKT), Dosya No:1873 Gömlek No: 36. B.O.A., Mühime Kalemi Evrakı (MKT. MHM), Dosya No: 637, Gömlek No:34. 68 Düstur, Cezire-i Rabi’, Matbaa-i Amire 1296, s. 652-654. 67 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 53 – 69 Düstur Düstur, Cezire-i Rabi’, Matbaa-i Amire 1296, Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 1, Sene 1263, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 2, Sene 1264, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 3, Sene 1265, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 4, Sene 1266, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 5, Sene 1267, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 6, Sene 1268, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 7, Sene 1269, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 8, Sene 1270, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 9, Sene 1271, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 10, Sene 1272, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 11, Sene 1273, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 12, Sene 1274, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 13, Sene 1275, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 14, Sene 1276, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 15, Sene 1277, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 16, Sene 1278, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Devlet-i Aliye-i Osmaniye, Def’a 17, Sene 1279, Daru’l-Matbaat-u Amire. Salnâme-i Diyarbekir Diyarbakır Salnâmeleri, 1286-1323 (1869-1905), C. 1-5, Yayın Yönetmeni: Ömer Tellioğlu, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Yayın No: 14, İstanbul 1999. Kitaplar-Makaleler Akyüz, Gabriel; Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. Yüzyıl, İstanbul 1999. Behar, Cem; Osmanlı İmparatorluğunun ve Türkiye’nin Nüfusu, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2003. Beysanoğlu, Şevket; Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, C.2, Diyarbakır Belediyesi Yayınları, Ankara 1990. Bozkurt, Gülnihal; Gayrimüslim Osmanlı Vatandaşlarının Hukukî Durumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1996. Cuınet, Vital; La Turquie d’Asie, Geographie Administrative Statistique Descriptive et Raisonnẽe de Chaque Province de l’Asie Mineure, Paris 1892. Çelik, Mehmet; Süryani Kilisesi Tarihi, C. 1, Yaylacık Matbaası, İstanbul 1987. Çerme, Tomas; “Osmanlı İmparatorluğunda Misyoner Faaliyetler”, Yaba Edebiyat (Ocak-Şubat 2004), s. 10-12. Çıkkı, Murat Fuat; Naum Faik ve Süryani Rönesansı, (Baskıya haz: Mehmet Şimşek), Belge Yayınları, İstanbul 2004. 68 İbrahim ÖZCOŞAR Eryılmaz, Bilal; Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, Risale Yayınları, İstanbul 1996. Göyünç, Nejat; “Osmanlı Devleti’nde Ermeniler Hakkında”, Yeni Türkiye Dergisi, S. 38 (Ermeni Özel Sayısı II) (Ankara 2001), s. 633-638. Gürün, Kamuran; Ermeni Dosyası, Ankara 1988. İlhan, Mehdi; ‘Some notes on the settlement and population of the Sancak of Amid according to the 1518 Ottoman Cadastral survey’, Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı: 14 (Ankara 1981), 415-36. Karpat, Kemal; Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2003. Korkusuz, Şefik; Seyahatnamelerde Diyarbakır, Kent Yayınları, İstanbul 2003. Özcoşar, İbrahim; Bir Yüzyıl Bir Sancak Bir Cemaat 19. Yüzyılda Mardin Süryanileri, Beyan Yayınları, İstanbul 2008. Özdemir, Hikmet; “Azınlıklar İçin Bir Osmanlı-Türk Klasiği: 1453 İstanbul Sözleşmesi”, Osmanlı, Yeni Türkiye Yayınları, C. IV (Toplum), s. 224-230. Özel, Oktay; “Osmanlı Demografi Tarihi Açısından Avarız ve Cizye Defterleri”, Osmanlı Devleti'nde Bilgi ve İstatistik, (editör: Halil İnalcık & Şevket Pamuk), Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2001, s. 30-41. Tansel, Selahattin; Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasi ve Askeri Faaliyeti, Ankara 1999. Uras, Esat; Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, İstanbul 1987. Yılmazçelik, İbrahim; XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1995. 69 ÇOCUK İSTİSMARI VE İHMALİ Fatih YAĞMUR* Özet / Abstract Çocuk istismarı bir yetişkinin çocuğa karşı fiziksel veya psikolojik bakımdan kötü muamelesidir. Dört ana başlık altında incelenmektedir. Bunlar; fiziksel istismar, cinsel istismar, duygusal istismar ve ihmal şeklinde. Son yıllarda Türkiye’de çocuk istismarına olan ilgi ve farkındalık yeterli olmamakla birlikte artmaktadır. Bu makalenin amacı çocuk istismarını ve tiplerini tanıtmak, toplumun ve sağlık çalışanlarının konuya dikkatini çekmektir. Anahtar Kelimeler: Çocuk istismarı, ihmali CHILD ABUSE & NEGLECT Child abuse is the physical or psychological maltreatment of a child by an adult. There are four primary types of child abuse: physical abuse, sexual abuse, emotional abuse, neglect. In recent years, the affinity and aware of child abuse have been increased in Turkey. But, it is not enough. The purpose of this article was to defined child abuse and to attract attention of population and medicalworker. Key Words: Child abuse, neglect Giriş Çocuk istismarı “Çocuğun, sağlığını, fizik gelişimini, psikososyal gelişimini olumsuz yönde etkileyen bir yetişkin tarafından bilerek veya bilmeyerek yapılan davranışlar” olarak kabul edilmektedir1. Dünyada çocuk istismarı insanlığın var oluşundan itibaren olmakla beraber bu konuda yapılan çalışmalar 100 yıl öncesine dayanmaktadır. Ancak ilk olarak “Çocuk istismarı” 1946 da Caffey’in yaptığı çalışmalar ile literatüre girmiştir2. Türkiye’de ise bu konu ile ilgili çalışmalar oldukça yenidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada 1-14 yaş grubundaki 40 milyon çocuk istismar veya ihmale uğramakta, tıbbi ve sosyal desteğe ihtiyaç duymaktadır3. Amerika’da yapılan bir çalışmada acil polikliniğe gelen 5 yaş altı çocuk yaralanmalarının %10 ‘unun istismara bağlı olduğu düşünülmektedir. Güney Afrika’da * 1 2 3 Yrd. Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı. [email protected] Polat O., Klinik Adli Tıp Adli Tıp Uygulamaları. 2. baskı. Ankara Seçkin Yayınevi; 2006:154-76. Knight Bernard Forensic Pathology Secand Edition 1996 Oxford University Press Fatal Child Abuse: 457-75. Johnson C. Abuse and neglect of children. In: Nelson WE, Behrman RE, Kliegman RM, Arvin AM eds.Textbook of Pediatrics.15 th ed. Philadelphia: WB Saunders Company, 1996:112-21. SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 71 – 78 çocukların %26,3’ü cinsel taciz/tecavüze uğradıkları, İsrail’de yapılan bir çalışmada öğrencilerin %22,2’sinin fiziksel, %29,1’inin duygusal istismara uğradığı gösterilmiştir. Tüm dünyada önemli bir sorun olan çocuk istismarı aslında ülkemiz içinde farklı değildir. Ülkemizde yapılan çalışmalarda fiziksel istismar sıklığı %30-35, cinsel istismar ise %4-18 arasında olduğu gösterilmiştir4. Türkiye’de 16000 çocuk üzerinde Bilir ve arkadaşlarınca yapılan bir çalışmada çocukların istismara uğrama oranları %33 olarak belirlenmiştir5. Çocuk istismarı dört başlık altında incelenmektedir. 1-Fiziksel İstismar 2-Cinsel İstismar 3-Duygusal İstismar 4-İhmal FİZİKSEL İSTİSMAR En geniş anlamda çocuğun kaza dışı yaralanması şeklinde tarif edilebilir. Hafif bir tokattan çeşitli objeler kullanılarak verilen cezaları kapsamaktadır. Elle vurmak, tekme, itme, kakma, sarsma gibi alet kullanılmadan ya da kemer, sopa, sigara, ütü, sıcak su, gibi objeleri ile cezalandırma yöntemi kullanılarak yapılan istismar türüdür. En sık rastlanılan ve tanınması en kolay olan istismar şeklidir. Tanı koymada hikâye ile uyumsuz fizik muayene bulgularının varlığı çok önemlidir. Bu yüzden fiziksel hasar ile gelmiş her çocukta istismar düşünülmelidir6. Ekimozlar fiziksel istismarın tanısında bize yardımcı olan lezyonlardır. Yürümeyen bir çocuğun vücudunda ekimoz olması veya yürüyen bir çocuğun travmaya maruz kalması muhtemel bölgeler( diz, dirsek, tibia ön yüzü gibi) dışında kalçalar, skapula üzerinde, kulakta ekimozların olması fiziksel istismar açısından anlamlıdır. Fiziksel istismarın ağır bir formu olan sarsılmış veya örselenmiş bebek sendromu(SBS) özellikle 2 yaş altı çocuklarda çok ağır klinik tablolara yol açmaktadır. Kemik kırıkları (özellikle posterior kot kırıkları), retinal kanama ve subdural hematom SBS’nun triadı olarak kabul edilmekte ve bunların varlığında tanı %90 üzerinde SBS olarak kabul edilmektedir. USA da yapılan bir çalışmada yıllık 250 çocuğun bu sendroma bağlı öldüğü, hayatta kalanların ise ağır nörolojik sekelli olarak hayatına 4 5 6 72 Şahin F.,Çocuk İstismarının tanımı, epidemiyolojisi ve multidisipliner yaklaşımın önemi. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi;2006:5-8. Akço S., Aksel Ş. Ve ark. Unicef Çocuk İstismarı ve İhmali. İstanbul, 2003:5-10. Merten DF, Cooperman DR, Thompson GH. Skeletal manifestations of Child Abuse. In: Reece RM (ed) Child Abuse Medical Diagnosis and Management, Lea & Febiger, Philadelphia, 1994; pp. 23-53. Fatih YAĞMUR devam ettiği ifade edilmektedir. Aslında bu sayının tanı konulamayıp hekimler tarafından atlanan olgular ilave edildiğinde çok daha yüksek olduğu belirtilmektedir7. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çocuklara karşı fiziksel istismar olduğu bir gerçektir. Fakat gerek bu konuda çalışması gereken uzmanların yeterli bilgi ve donanıma sahip olmaması gerekse fiziksel şiddetin disiplin yöntemi olarak kullanılmasının normal karşılanması, Türkiye’deki olguların fark edilmesinin önüne geçmektedir. CİNSEL İSTİSMAR Cinsel istismar; çocuğun bir yetişkin veya ergen tarafından cinsel haz amacıyla zorla ya da ikna edilerek cinsel etkileşime maruz bırakılması olarak tarif edilmektedir. Bu etkileşim fiziksel temas olacak şekilde olabildiği gibi fiziksel temas olmadan da gerçekleşebilir. Fiziksel temas olarak; tecavüz, elle dokunma (memelerine, bacaklarına, cinsel organlarına), şehvetle öpme, kendi vücuduna dokundurtma (kendi cinsel organına dokundurma, cinsel organını çocuğun eline, ağzına verme) veya fiziksel temas olmadan; kışkırtıcı sözler söyleme, cinsel içerikli resim, dergi gösterme, porno film seyrettirme, çocuğun çıplak resimlerini çekme şeklinde olabilir. Bu tür işlemleri çocuğa aile içinden biri tarafından yapılması ise ensest (yasak sevi) olarak tarif edilmektedir8. Çocuk cinsel istismarı her yaş grubunda rastlanılmakla birlikte en sık 10 yaş altındaki özellikle 3-6 yaş grubunda daha sıktır. İstismarcının bu yaş grubunu tercih etmesinin en önemli nedeni bu çocukların cinsellikle ilgili bilgilerinin olmamasıdır. İstismar uğrayan çocukların cinsiyeti ile ilgili yapılan çalışmalarda çok farklı sonuçlar olmakla birlikte genel olarak kız çocuklarının erkek çocuklardan daha fazla cinsel istismara uğradığı yönündedir. Fakat doğu toplumlarında bunun tam tersi sonuçlar veren çalışmalar vardır. İstismarcılar %80 üzerinde çocuğun tanıdığı biri ve %90-95 erkektir9. Cinsel istismar çocuk istismarı tipleri içerisinde saptanması zor olan ve çoğunlukla gizli kalan bir istismar türüdür. Özellikle kapalı toplumlarda olaylar aile içinde kapatılmakta ve olay adliyeye yansımamaktadır. Cinsel istismarda fiziksel istismarda olduğu gibi fizik muayene bulgularına rastlamak çok güçtür. Fizik muayenede anüs, vajen ve hymende sıyrık, ekimoz, kızarıklık veya laserasyon görülebilmektedir. Kronik olgularda eski skar izlerine rastlanılmaktadır. Yine çocuğun iç çamaşırında anormal bir renklenmenin olması, kurumuş kan lekelerinin olması, anal bölgede ağrı, yürümekte zorlanma, idrar/gaita kaçırma hikâyesinin olması cinsel istismarı akla getirmelidir. Cinsel istismar olguların da % 60 üzerinde fizik muayene de 7 8 9 Barlow KM. Minns RA. Annual incidance of shaken impact sendrome in young children•6-King WJ. Mackay M. Sirnick A. And Canadian Shaken Baby Study Group. Shaken Baby Sendrome in Canadia:clinical characteristics and outcomes of hospital cases. CMAJJan:21; 2003:155-159. McNeese V. Sexual Abuse-The Inter view. In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994.163-167; Heger A. S.Jean Emans, Evaluation of the Sexually Abused Child, 1th. ed. New York:Oxford University Press;1992:20-58. Monteleone JA, Glaze S, Bly KM., Sexual Abuse:An Overview. In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994:113-32. 73 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 71 – 78 herhangi bir bulgu görülmeyebilir10. Bu yüzden cinsel istismar olgularında davranış değişiklikleri tanıda çok daha etkili olmaktadır. Özellikle akut stres bozukluğu, içe kapalılık, okul performansında düşme, saldırgan davranışlarda bulunma, cinsel içerikli oyun ve davranışlarda artma, yetişkinleri ayartıcı cinsel davranışlarda bulunma ve adölesanlarda olayı hatırladığında ateş basmaları, kızarmalar görülebilmektedir. Kaygı bozuklukları, uyku bozuklukları, gece kâbusları, korku, fobiler, bedensel yakınmalar ve korku tepkileri yüksek kaygı düzeyinin kliniğe yansıması olarak gözlenmektedir11. Özellikle 5-7 yaş grubu çocuklarda cinsel içerikli oyun ve davranışların olduğu, bu konuda hayali şeyler uydurduğu bilinmektedir. Fakat bu çocukların anlattığı şeyler genelde kendi yaş grubuna ait şeylerdir. Bir yetişkine ait fantazilerden bahsediyorsa cinsel istismar muhakkak ayırıcı tanıda düşünülmelidir12. DUYGUSAL İSTİSMAR Gerek tanımlanmasında ve tanınmasında gerekse önlenmesi ve yasal olarak kanıtlanmasında yaşanan güçlükler nedeniyle en az anlaşılmış ve üzerinde en az çalışılmış istismar türüdür. Çocuğun duygusal bütünlüğü ve iç görüsünü bozan, kişilik gelişimini zedeleyen her tür süreğen eylem ya da eylemsizlik duygusal istismar olarak tanımlanmaktadır. Duygusal istismar çok kolay fark edilen bir sorun olmadığından görülme oranı da kesin olarak bilinmemektedir. Çocuğu sık eleştirmek, çocuktan yaşının üzerinde sorumlulukları ve davranışları beklemek, kardeşler arasında ayırım yapmak, çocuğa değer vermemek, önemsememek, çocuğu küçük düşürmek, çocukla alaylı konuşmak, çocuğa lakap takmak, çocukta aşırı baskı ve otorite kurmak, davranışlarının aşırı kısıtlanması veya aşırı hoşgörülü olma duygusal istismar olarak değerlendirilmektedir. Çocukta duygusal istismarın temel belirtileri; Dünyaya karşı belli bir ilgisizliğin bulunması, aşırı pasif, kendine güvensiz, değersizlik duygusu, depresyon ve kaygı belirtileri sergileyen ya da yıkıcı davranışlar sergileyen antisosyal özellikler göstermesi, karşısındakine çok ihtiyatlı davranma, kendine güvensizlik, korku, regresyon, küçük yaşlardaki davranışlarına dönüş şeklinde olabilmektedir13. Duygusal istismar veya psikolojik örselenme tek başına olduğu gibi sıklıkla fiziksel veya cinsel istismarla birliktedir. Duygusal istismarı; Reddedici Tip, Yok 10 11 12 13 74 Demirel B. Cinsel İstismar, Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. İçinde Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi;2006:19-31. Bernet W , çeviri: Kabukçu B, Aydın C Çocuğa Kötü Muamele, Comprehensive Textbook of Psychiatry, 8. baskı, ed: B. Sadock ve V. Sadock, çeviri ed: H. Aydın ve A. Bozkurt, Güneş kitapevi Ltd. Şti , Lippincott Williams&Wilkins Ankara 2007; Nurcombe B. Child sexual abuse I: psychopathology. Aust NZ J Psychiatry 2000; 34:85-91. Goodmen GS, Rudy L, Reed Rs. Age differences in eyewitness testimony. Low Hum Behaw 1986;7:317-32. Polat O., Klinik Adli Tıp Adli Tıp Uygulamaları. 2. baskı. Ankara Seçkin Yayınevi; 2006:154-76; In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994.259-79; İşeri E., Duygusal İstismar. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi;2006:31-35. Fatih YAĞMUR Sayan-Önemsemeyen Tip, Yıldıran-Korkutan Tip, Ayırımcı Tip, Suça İten Tip olarak alt başlıklara ayırmak mümkündür14. İHMAL Çocuğa bakmakla yükümlü kişinin bu yükümlülüğünü yerine getirmemesi, çocuğu fiziksel veya duygusal olarak ihmal etmesidir. İhmalin tanısı fiziksel ve cinsel istismara göre çok zordur. Çocuğun temel gereksinimlerinin ve bakımının(yiyecek, giyecek, barınma, sağlık, eğitim, danışma) ana babası veya ona bakan kişi tarafından yerine getirilmemesidir15. Genellikle çalışmalar çocuk istismarı ve ihmalini birlikte değerlendirdiği için tek başına ihmalin sıklığını kesin olarak söylemek zordur. Tüm istismarların yaklaşık %4863’ünün ihmal ile birlikte olduğu düşünülmektedir16. İhmal genel olarak fiziksel ve duygusal ihmal şeklinde iki ana grupta incelemek mümkün. Fiziksel ihmal bulgularını saptamak mümkün iken duygusal ihmale ait bulguları saptamak oldukça güçtür. Fiziksel ihmalde küçük çocukların bakımının yeterli olmadığını gösteren temiz olmamaktan kaynaklanan pişikler, kirli ve uygunsuz giysiler, beslenme yetersizliği sayılabilir. İstismar ve ihmali birbirinden ayıran en temel nokta istismarın aktif, ihmalin ise pasif bir olgu olmasıdır. Aktif olguda çocuğa zarar verici fiziksel uygulamalar söz konusu iken pasif olgularda ise çocuğun sağlıklı gelişimi için gerekli olan fiziksel gereksinimlerin yerine getirilmemiş olduğu gözlemlenir17. ÇOCUK İSTİSMARININ HUKUKİ BOYUTU Çocuk haklarının tanınması ve korunmasına ilişkin birçok düzenleme kanun ve sözleşmeler vardır. Bunlardan en temeli ve en kapsamlısı uluslararası belge Çocuk Haklarına Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesidir. Türkiye bu sözleşmeyi 30 Eylül 1990 tarihinde imzalamış ve 27 Ocak 1995 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Bu sözleşme çocukları 18 yaşına dek çocuk olarak nitleleyip; yaşam, gelişme ve katılım haklarını güvence altına almaktadır. Türkiye’de çocuğun korunması ve istismarın önlenmesine yönelik çok kapsamlı ve içerik olarak tatmin edici düzenlemeler vardır. Özellikle 03.07.2005’te çıkan Çocuk Koruma Kanununda, daha sonra Haziran 2005’te yürürlüğe giren 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununda (TCK) ve 2828 Sayılı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanununda çocuğun üstün yararı gözetilerek düzenlemeler yapılmıştır. TCK’da çocuk istismarı “kötü muamele” olarak belirtilmiş ve kötü muamele TCK’nın 232. maddesinin ikinci fıkrasında şu şekilde tarif edilmiştir. İdaresi altında bulunan veya büyütmek, okutmak, bakmak, muhafaza etmek veya bir meslek veya sanat 14 15 16 17 In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994.259-79; http://preventchildabuse.com/emotion.ht http://preventchildabuse.com/emotion.ht Çamurdan AD., Çocuk İhmali. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi;2006:35-47. http://www.childwelfare.gov/can/ 75 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 71 – 78 öğretmekle yükümlü olduğu kişi üzerinde, sahip bulunduğu terbiye hakkından doğan disiplin yetkisini kötüye kullanan kişiye, bir yıla kadar hapis cezası verilir ( yarı aç ve susuz bırakma, uyku uyutmama, zor koşullarda çalışmaya mecbur etme kötü muamele kapsamında değerlendirilebilir). Kötü muamele kapsamında değerlendirilebilmesi için; gerçekleştirilen davranışın kişide basit bir tıbbi müdahaleyle giderilebilecek ölçünün ötesinde bir etki meydana getirmemiş olması gerekir. Aksi takdirde kasten yaralama suçundan dolayı cezaya hükmedilmelidir, denmektedir18. Çocukların Cinsel İstismarına yönelik kanuni düzenlemeler de TCK’nın 103 ve 104. maddelerinde ayrıntılı olarak belirtilmiştir. Kanunda cinsel istismar; On beş yaşını tamamlamamış veya tamamlamış olmakla birlikte maruz kaldığı fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılama yeteneği gelişmemiş olan kişilere karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış, cinsel istismar olarak kabul edilmiştir19. 5237 sayılı TCK’da çocuk istismarı bir suç olarak kabul edilmektedir. TCK 278, 279, 280. maddesinde suçun bildirilmesini zorunlu hale getirmektedir. TCK 278 tüm toplum için geçerli olan bu maddede, 279. maddede kamu görevi yapanlar için suçun ihbarını zorunlu hale getirmektedir. Yeni TCK da getirilen yeni bir madde ile sağlık mesleği mensuplarına mesleklerini icra ederken öğrendikleri bir suçu ihbar etme yükümlülüğü getirilmiştir. TCK’nın 280. maddesinde şu şekilde belirtilmektedir. (1) Görevini yaptığı sırada bir suçun işlendiği yönünde bir belirti ile karşılaşmasına rağmen, durumu yetkili makamlara bildirmeyen veya bu hususta gecikme gösteren sağlık mesleği mensubu, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. (2) Sağlık mesleği mensubu deyiminden, tabip, diş tabibi, eczacı, ebe, hemşire ve sağlık hizmeti veren diğer kişiler anlaşılır.( Kamu görevlisi olsun olmasın tüm sağlık mesleği görevlileri)20. Sonuç Çocuk istismarı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Bu problemin çözümünde multidisipliner bir yaklaşım gerekmektedir. Sağlık alanında çalışanların (özellikle çocuk hekimleri, çocuk psikiyatristleri, adli tıp uzmanları), emniyet güçlerinin (çocuk polisi ve jandarma), hukuk çalışanlarının ( avukat, hâkim, savcı) ve sosyal hizmet uzmanlarının bir arada çalışması ve ailelerinde eğitilmesi ile bu konuda yapıcı çözümler gerçekleştirilecektir. Sosyal Hizmetler birçok Avrupa Ülkesi ve Amerika’da bu işin bel kemiğini oluşturmaktadır. Bütün olgular öncelikle sosyal hizmet çalışanlarına bildirilmekte ve onlar tarafından gerekli inceleme yapıldıktan sonra gerekirse adli makamlara haber 18 19 20 76 Meram N., Gerekçeli-Karşılaştırmalı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Ankara 2004;1250,1236-1240, 1058. Meram N., Gerekçeli-Karşılaştırmalı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Ankara 2004;1250,1236-1240, 1058. Meram N., Gerekçeli-Karşılaştırmalı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Ankara 2004;1250,1236-1240, 1058. Fatih YAĞMUR verilmektedir. Bizde ise ihbar doğrudan adli makamlara, çocuk polisine veya sosyal hizmetlere yapılabilmektedir. Kaynaklar Akço S., Aksel Ş. Ve ark. Unicef Çocuk İstismarı ve İhmali. İstanbul, 2003: 5-10 . Barlow KM. Minns RA. Annual incidance of shaken impact sendrome in young children•6-King WJ. Mackay M. Sirnick A. And Canadian Shaken Baby Study Group. Shaken Baby Sendrome in Canadia:clinical characteristics and outcomes of hospital cases .CMAJJan:21; 2003:155-159. Bernet W , çeviri: Kabukçu B, Aydın C Çocuğa Kötü Muamele, Comprehensive Textbook of Psychiatry, 8. baskı, ed: B. Sadock ve V. Sadock, çeviri ed: H. Aydın ve A. Bozkurt, Güneş kitapevi Ltd. Şti , Lippincott Williams&Wilkins Ankara 2007. Çamurdan AD., Çocuk İhmali. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi;2006:35-47. Demirel B. Cinsel İstismar, Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. İçinde Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi;2006:19-31. Goodmen GS, Rudy L, Reed Rs. Age differences in eyewitness testimony. Low Hum Behaw 1986; 7:317-32. Heger A. S.Jean Emans, Evaluation of the Sexually Abused Child, 1th. ed. New York:Oxford University Press;1992:20-58. http://preventchildabuse.com/emotion.ht http://www.childwelfare.gov/can/ In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994:259-79. İşeri E., Duygusal İstismar. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi;2006:31-35. Johnson C. Abuse and neglect of children. In: Nelson WE, Behrman RE, Kliegman RM, Arvin AM eds.Textbook of Pediatrics.15 th ed. Philadelphia: WB Saunders Company, 1996:112-21. Knight Bernard Forensic Pathology Secand Edition 1996 Oxford University Press Fatal Child Abuse;457-75. McNeese V. Sexual Abuse-The Inter view. In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994:163-167. Meram N., Gerekçeli-Karşılaştırmalı 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu Ankara 2004;1250,1236-1240, 1058 . 77 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 71 – 78 Merten DF, Cooperman DR, Thompson GH. Skeletal manifestations of Child Abuse. In: Reece RM (ed) Child Abuse Medical Diagnosis and Management, Lea & Febiger, Philadelphia, 1994; pp. 23-53. Monteleone JA, Glaze S, Bly KM., Sexual Abuse:An Overview. In Brodeur AE, Monteleone JA., Child Maltreatment, 1th ed. St. Louis:G.W. Medical Publishing;1994:113-32 Nurcombe B. Child sexual abuse I: psychopathology. Aust NZ J Psychiatry 2000; 34: 85-91. Polat O., Klinik Adli Tıp Adli Tıp Uygulamaları. 2. baskı. Ankara Seçkin Yayınevi; 2006:154-76. Şahin F.,Çocuk İstismarının tanımı, epidemiyolojisi ve multidisipliner yaklaşımın önemi. Çocuk İstismarı ve İhmaline Multidisipliner Yaklaşım. Ankara. Ankara Üniversitesi basımevi; 2006:5-8. 78 TARİH YAZIMINDA TARAFSIZLIK PROBLEMİ: İLK DÖNEM SİYER-İSLAM TARİHİ YAZICILIĞI ÖRNEĞİ Ali KOZAN Özet / Abstract Tarih yazımı, güvenilirlik şartlarını taşıdığı ölçüde bilimsel olmaktadır. Fakat günümüz de dâhil olmak üzere, çağlar boyunca tarih yazımında bu güvenilirliği sağlamak oldukça güç olmuştur. Bu güçlük daha çok yanlış, eksik, subjektif, taraflı ve ideolojik okumalardan kaynaklanmaktadır. Hiç kuşkusuz bir bilim olarak tarih, bu tarz okumaları en aza indirdiği oranda bilimselliğini koruyabilecektir. İslâm tarihi yazıcılığında da söz konusu güvenilirliği sekteye uğratan benzer problemler yer almaktadır. Bu problemlerden birisi de taraflı tarih yazımıdır. İlk dönem siyer-İslam tarih yazıcılığında görülen taraflı tarih yazımının kendine özgü bir takım sebepleri vardır. Bu makale, ilk dönem siyer-İslâm tarihi yazıcılığında görülen, taraflı tarih yazımı örneklerini ve bu anlayışın nedenlerini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Anahtar Sözcükler: Tarih, Tarih Yazımı, Taraflı Tarih Yazımı, İlk Dönem Siyer-İslam Tarihi Yazıcılığı. THE PROBLEM OF NEUTRALITY IN WRITING HISTORY: THE TEXT OF FIRST PERIOD SIYER-ISLAMIC HISTORY WRITING Writing history is the scientific if it is carrying the criteria of being reliable qualifications. But also today it has been difficult to provide this reliability in writing history during the ages. This difficulty is based on wrong, subjective, insufficient, unneutral and idealogic reading. Without doubt the history as a kind of science, will be able to preserve its being scientific by lowering these kinds of reading. There are same kinds of problems which causes to fail reliability in writing of Islamic history. One of these problems is being subjective. There some specific reasons of being subjective in the first term of diyer-islamic history. This article is aimed to bring up the subjective samples in the first term siyer-islamic history writing and explain the reasons of this understanding. Key Words: History, Writing History, Neutral History Writing, First Period Siyer-Islamic History Writing. Giriş Günümüze değin çeşitli aşamalardan geçmiş olan tarih yazımı, temelde iki farklı tarih anlayışının varlığını ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi geleneksel tarih yazımı olup bu anlayış, tarihi yalnızca ‘geçmiş olayların nakli’ olarak gören yani rivayetçi tarih anlayışına sahip olan yazım şeklidir. Geleneksel tarih yazımının başlangıcını ilk dönemlere kadar(tarih yazımının başladığı dönemlere) götürebilmemiz mümkündür. Ancak bu anlayışın belli bir dönemde sona erdiğini söylemek yanlış olur ki, günümüzde de hala bu tarz tarih yazımının örneklerine rastlamak mümkündür. Söz Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 konusu tarih yazımlarının bir diğeri ise bilimsel tarih yazımıdır ki, bu anlayış, adından da anlaşılacağı üzere bilimseldir ve güvenilirlik şartlarını taşımaktadır. Dolayısıyla geleneksel tarih yazımı, yalnızca geçmiş olayların naklinden ibaret olan, subjektiflik yönü ağır basan ve tarih bilimine malzeme sağlayan bir alan olup; geçmiş olayların denetlenerek kanıtlanmış bilgisi1 olan bilimsel tarih ise bu alanda yer alan tarihsel malzemenin sebep sonuç ilişkileri içerisinde objektif analizinden hareketle oluşturulan alanı ifade etmektedir. Tarih boyunca çeşitli toplumlar ve idarî yapılanmalar arasındaki kültürel iletişimi sağlayan en etkili unsurlardan biri olan “rivayet/nakil bilgisi”, sosyal bilimleri ve özellikle yukarıda belirtilen tarih yazımlarını oluşturan temel kaynakların başında gelmektedir. Bilindiği üzere bu bilgi türü, tarihi müşahede edenlerin bıraktıkları belgeleri ifade etmektedir. Ancak şu da bir gerçektir ki, tarih yazımına kaynak olan söz konusu rivayetler/nakiller bize hiçbir zaman ‘arı’ olarak gelmezler. Her zaman kayıt tutanın zihninden kırılarak yansırlar. Bundan şu sonuç çıkar ki, geçmişe ait rivayetler veya bir tarih eseri ele alındığında, içindeki olgularla birlikte, onu yazan tarihçi de incelenmelidir. Çünkü tarihçi de neticede kendi tarihselliğini yaşayan bir insan olup, kendisini oluşturan şartlardan tamamen kopamayabilir.2 Dolayısıyla tarihçi için bu noktada mutlak objektiflikten, doğallıktan ve belki de evrensel bakış açısından bahsetmek de çok zor görünmektedir. Bu bağlamda tarih biliminin temel problemlerinden biri olan tarihsel tanıkların/rivayetlerin objektifliği meselesi, tarih yazımında üzerinde durulması gereken başat unsurlar olarak kendini göstermektedir. Bloch’a göre de polislerin en safı bile, tanıkların sözlerine mutlaka inanmamak gerektiğini bilir. Yani her ne kadar, bilimsel tarihten uzak olanlar için, inanmak münakaşa etmekten, kabul etmek tenkit etmekten, vesikaları yığmak onları tartmaktan daha rahat3 olsa da, bütün tarihsel tanıklıkları körü körüne kabul etmek, tarihi subjektifliğin, taraflılığın ve ideolojinin tahakkümüne almak anlamına gelecektir.4 Bunun da ötesinde dinî inanç veya siyasî görüşleri taassup derecesine varan bir tarihçinin, sadece muayyen bir istikamette düşünmesinin ve olaylara tarafsız gözle bakmasının pek müşkül olduğu da aşikârdır. Ayrıca tarihçinin hâmîsi veya eseri takdim ettiği şahsın, anlatılan olaylarla sıkı bağlantısının olması da, yazarın gerçek görüşü farklı olsa dahi bunu aksettirmesini engelleyen bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Gördüklerini değil, ancak görmesi istenileni yazma durumunda kalan tarihçilerin eserleri de, sağlam bir kaynak olma hüviyetinden yoksun olmaktadır.5 Dolayısıyla iyi bir tarihçi, sonuca ulaşırken objektif ve eleştirel bir bakışla rivayetlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını fark edebilecek düzeyde olmalıdır. Nitekim günümüz tarihçileri bu bakış açısıyla birkaç yüzyıl öncesinde veri yetersizliğinden 1 2 3 4 5 80 Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, çev. Hasan Bacanlı, Vadi Yayınları, Ankara 1993, s. 7. Edward Hallett, Carr, Tarih Nedir?, çev. Misket Gizem Gürtürk, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 29, 36. Ch. V. Langlois - Ch. Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş, çev. Galip Ataç, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1937, s. 4, 5. Marc, Bloch, Tarihin Savunusu Yada Tarihçilik Mesleği, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara 1994, s. 61. Mübahat S. Kütükoğlu, Tarih Araştırmalarında Usûl, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1998, s. 34. Ali KOZAN dolayı haddinden fazla abartılan ve önemsenen bazı olayların gerçek olmadıklarını ispatlamışlardır. Örneğin İskenderiye’deki kütüphanenin Müslümanlar tarafından yakıldığı6 ile ilgili ilk defa XIII. asırda(1252’lerde) ortaya atılan iddianın, araştırmacıların son dönemlerdeki bulguları ile tamamen asılsız olduğu ve bazı önyargılı tarihçiler tarafından üretilmiş bir haber olduğu ortaya çıkmıştır.7 Çalışmamız da bu noktada, tarih biliminin bugüne değin geliştirmiş olduğu metodoloji tecrübesinden yola çıkarak ilk dönem siyer-İslâm tarihi yazımında görülen, taraflı tarih yazımı örneklerinden hareketle bu anlayışın nedenlerini ortaya koyma amacı gütmektedir. Ayrıca çalışmamız, günümüz tarih yazıcılığında da bu anlayışın uzantılarının varlığı noktasında bir takım çıkarımlar yapma amacını taşımaktadır. Bu noktada herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için, siyer-İslâm Tarihi açısından ele alacağımız ‘taraflı rivayetler’in dönemin genel tarih telakkîsini yansıtmadığını da belirtmek istiyoruz. Dolayısıyla bu yazıdan hareketle söz konusu dönemle ilgili tarih yazımının herhangi bir menfî genellemeye tabi tutulamayacağını da burada belirtmek istiyoruz. Siyer-İslâm Tarihi Yazıcılığının Başlangıcı ve Problemleri İslâm Tarihi, bilindiği üzere 610 yılında Hz. Muhammed’in Peygamber olarak seçilmesi ve ‘Kur’an vahyi’nin gelişi ile başlayan süreci ifade etmektedir. Bu dönemde Hz. Muhammed’in gerçekleştirmiş olduğu faaliyetler de, siyer-İslâm tarihi yazıcılığının temel konusunu oluşturmuştur. Dolayısıyla İslâm Peygamberi’nin hayatının tüm yönleriyle tetkik edilip incelenmesi, Kur’an’ın tefsir edilmesi ve hadislerin toplanması olayları, Müslümanlar arasında tarihçiliğin temellerini oluşturmuştur.8 Ortaya konulan ürünler bağlamında İslâm coğrafyasında tarih yazıcılığının ilk örneklerine bakıldığında ise, bu eserlerin Emevîler dönemi zamanında siyer ve megazî adları altında başladıkları, siyer ve megazî yazıcılığını, tabakât ve terâcim kitaplarının takip ettiği görülmektedir. Daha sonra ise genel tarihçiliğin başladığı ve böylelikle rivayetçi tarih yazımına da geçildiği bilinmektedir. İlk dönem İslâm tarihi yazıcılığı açısından Peygamberin vefatını takip eden yıllara bakıldığında, fetihlerle gelen siyasî, sosyal ve kültürel sorunların giderilmesi noktasında da Peygamber döneminin örnek alındığı, dönemin tarih yazımına kaynaklık eden hadis rivayetinin de bu dönemde yoğunluk kazandığı görülmektedir. Râşid Halifeler dönemi dikkate alındığında ise, sahabenin gerek rivayetin sayısı, gerekse içeriği konularında hassas davrandıkları görülmektedir. Bu noktada en dikkat çekici hususun, az hadis rivayet etmek ve mecbur kalınmadıkça rivayet naklinde bulunmamak şeklinde olduğu görülmektedir. Dönemin bu özelliğine rağmen sonraki yıllarda rivayet edilen hadis sayısında bir artış gözlenmektedir. Bunun sebeplerinden birisi de Râşid Halifeler döneminin sonlarında meydana gelen Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel Vakası, Sıffin Savaşı, Hakem Olayı ve ardından Hz. Ali’nin şehit edilmesi gibi siyasî olayların farklı kesimlerce farklı şekilde değerlendirilmesidir. Siyasî kanaatlerin dinin 6 7 8 Mehmed Mansur, İskenderiye Kütüphanesi’ni Müslümanlar mı Yaktı?, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995, s. 41. Murtaza Mutahhari, Tarih ve Toplum, çev. Cengiz Şişman, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989, s. 62. Sabri Hizmetli, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991, s. 45. 81 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 içerisine dâhil edilerek şekillendirilmesi de rivayetlerin sıhhatini ve güvenilirliğini önemli derecede etkilemiştir. Bu bağlamda tarih yazıcılığında olduğu gibi İslâm tarih yazıcılığının da en tartışmalı konularından birisi de rivayetler/rivayetlerin objektifliği meselesidir. Bu noktada söz konusu dönemin rivayetçi tarih yazım anlayışına bakıldığında ilk dönem siyer-İslâm tarihi müverrihlerinin bir kısmının, eserlerine almış oldukları rivayetleri genellikle seçmeden ve herhangi bir tenkit süzgecinden geçirmeden naklettikleri görülmektedir. Bunun birinci nedeni, bu dönemdeki rivayet usulü anlayışının herhangi bir metin tenkidine ihtiyaç duymamasıdır. İkinci sebep ise, bu ravîlerin metin tenkidi yapmayarak rivayetlerde herhangi bir seçiciliğe veya azaltmaya gitmemelerini bir hizmet olarak görmeleridir. Bilimsel tarih yazımı açısından bu durum sakıncalı olmakla birlikte, günümüz İslam tarihçiliği açısından az da olsa faydası da yok değildir. Çünkü o dönem siyer yazarlarından her biri almış oldukları rivayetleri kendi kıstaslarına göre bir tenkit süzgecinden geçirselerdi, bugün elimizde belki de bize kaynaklık edecek çok sınırlı bir malumat bulunacaktı ve bununla birlikte bizim ilk dönem siyer-İslâm tarihçilerinin elemiş oldukları rivayetlere ulaşma imkânımız olmayacaktı. Dolayısıyla elimizde cüzî miktarda malumat bulunacaktı ki belki de güvenilir ve sağlam rivayetlerin birçoğu elenmiş olacaktı. Rosenthall de, bu yazarlardan(İbn Sa’d, İbn Hişam, İbn Esir, Taberi vs.) bugün istediğimiz manada bir tarihçi anlayışı ya da kendi kaynaklarını eleştirme gücü umulmaması gerektiğini; onların, geçmiş olayları kendi dönemlerinin tecrübeleriyle yorumlama ve kendi görüşlerini kısmen de olsa bazı mevzu hadislere ve düzmece hikâyelere dayandırma alışkanlıklarının da kabul edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca ona göre bazen bu rivayetlerde tarafgirlik doğruluğa galip gelse ve iyi niyetli efsaneler sık sık gerçekliğin yerini alsa bile, bu durum bize onların Hz. Muhammed’in, sahabenin, Emevi ve Abbasi halifelerinin davranış ve tavırlarını nasıl yorumlayıp okuyucu ve dinleyicilerine nasıl aktarmış olduklarını öğretmektedir.9 Hz. Muhammed’in bir nevi hal tercümesi olan siyer ve megazî türü eserlerin yazımında, hadis rivayetinde kullanılan isnad yöntemi(sened tenkîdi)’nin esas alındığı görülmektedir. Rivayetlerde uygulanan isnad yöntemi, dönemin kendi objektifliği açısından önem arz etmekle birlikte, metinden daha ziyade senede yani rivayeti nakleden kişinin güvenilirliğine önem verilmesi bazı rivayetlerde sıhhat problemini ortaya çıkarmıştır. Bununla birlikte başta Taberî olmak üzere bu dönem tarihçilerinin senede önem vermeleri, hadis literatüründe geçen sened tenkîdiyle de birebir örtüşmemektedir. Burada daha çok, herhangi bir konuda farklı ravîlerin/rivayetlerin okuyucuya sunulması söz konusudur. Yani bugünkü anladığımız manada bir dış tenkit anlayışı görülmemektedir. İbn Haldun(h. 732-808/m.1332-1406), tenkidî tarih anlayışı çerçevesinde kaleme aldığı eserinde, bu tür rivayetlere yer veren tarihçilerin içine düştükleri yanlışlık ve hataları eleştirerek görüşlerini şu şekilde ifade eder. “Tarihçiler, Tanrı’nın kitabını tefsir edenler ve rivayet üstadları, naklettikleri haber ve rivayetlerin doğru ve zayıf olduğunu incelemeden, yalnız nakil ve rivayete güvenerek aktardıkları, 9 82 Ervvin I. V. Rosenthal, Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Coşkun, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s. 45. Ali KOZAN kanun, usul ve benzerleriyle karşılaştırmadıkları, hikmet ve felsefe bakımından incelemedikleri ve varlığın tabiat ve kanunlarına göre ölçmedikleri, naklettikleri haberler üzerinde dikkatle düşünerek haber verilen hâdise ve olayların vukûunun mümkün olup olmadığına dikkat etmedikleri için çok yanılmışlar ve doğru yoldan saparak vehim ve hata çöllerinde yollarını kaybetmişlerdir.10 Yine ilerleyen dönemlerde bu probleme ilave olarak rivayetlere karışan İsrâiliyyât, hurafe ve mitolojik muhtevalı yaklaşımlar, taraflı tarih yazımı ve ideolojik yaklaşımlar, tenkitçi zihniyetin kaybolması, kabilevî eğilim veya asabiyet, tarihçilerin mevcut yönetime veya devlete olan yakınlık veya mesafeleri gibi unsurlar İslâm tarih yazıcılığını belli başlı problemleri olarak kendini göstermiş ve bir takım sorunları da beraberinde getirmiştir. Bu noktada İbn Haldun tarihe konu olan rivayetlere yalanlar karışmasının nedenlerini de şöyle sıralamaktadır: a. Fikir ve mezheplere taraftarlık. Bir fikir ve mezhebe meyil ve taraftarlık, insanın dikkatle düşünerek haberi tenkid süzgecinden geçirmesine ve incelemesine mani olur. b. Haberleri nakil ve rivayet edenlere inanmak. Bir haberin yalan veya doğru olduğunu incelemek, nakledenin adaletli olup olmadığını tespit etmekle ilgilidir. c. Maksatları unutmak. Haberi nakledenlerin birçoğu, gözü ile görmesinden ve işitmesinden maksadın ne olduğunu bilmez. Haberi zannına ve tahminine göre naklederek yalanına katlanır. d. Haberin doğruluğu vehmine kapılmak. e. Halleri olaylarla karşılaştırma keyfiyetini bilmemek. f. Haberi nakledenlerin övmek ve halleri güzel göstermek ve bu sayede şöhretlerini yaymak maksadıyla, yüksek derece ve mevkî sahiplerine yaranmak. g. İctimaî hayatın tabii cereyanının hallerini bilmemek. Hadiseyi işiten kimse, hadiselerin ve hallerin varlıktaki tabiatlarını ve bunların icap ve taleplerini bilir ise, bu bilgiler o kimsenin haberin doğrusunu, yalanından ayırt etmek üzere yapacağı incelemelerine yardım eder. Haber ve hadise hangi nevide olursa olsun, bu metod incelemeler için en mükemmel metoddur.11 İbn Haldun burada, tarihi hadiselerin doğru değerlendirilmesinde dış çevrenin doğru ve sağlam oturtulmasının önemini vurgulamaktadır. Zira olayın nakledildiği ülkelerin tabii, kültürel, sosyal, dini yapıları kısaca arka planı iyi bilinirse haberin içeriğinin doğruluğunu tespit etmekte kolaylaşacaktır. Ayrıca ona göre bir haberi naklederken, haberin tabii kanun ve kaidelere yani eşyanın tabiatına uygun olması şartını da aramak gerekir.12 Ayrıca müverrihlerin eksik, doğru veya şüpheli birçok rivayeti kayda değer bulmaları, düşünce yapıları, önyargıları ve mezhepleri, dinî bilgilerinin zayıflığı, içinde bulundukları dönemin siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısının etkileri ve egemen güçlerin tarihi kendi meşruiyetlerine dayanak olarak kullanmaları, İslam tarihinde cereyan eden olayların ele alınması noktasında İslam tarih yazıcılığında görülen subjektifliğin sebepleri olarak gösterilebilir. 10 11 12 İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, C. I, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1997, s. 19. İbn Haldun, Mukaddime, C. I, s. 83-84. İbn Haldun, Mukaddime, C. I, s. 88. 83 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 Örneğin günümüz İslam tarihçilerinin, Emeviler döneminde halk üzerinde uygulanan politikanın sonucunda İslam toplumunda Emevi aleyhtarı bir yapılanma meydana geldiğini ve dönemi ele alan eserlerin de bu muhalif havadan etkilenmiş olabileceklerini göz ardı etmemeleri gerekir. Aynı şekilde söz konusu muhalifliğe, Emevî yanlısı müverrihlerin Abbasi dönemiyle ilgili kaleme aldıkları eserlerinde de rastlanabileceği unutulmamalıdır. Çalışmamızın buraya kadar olan kısmında verdiğimiz genel malumattan sonra, siyer-İslâm tarihi yazıcılığında görülen problemlerden biri olan taraflı tarih yazımı meselesine ve bununla ilgili örneklere yer vererek bunun nedenlerine değineceğiz. İlk Dönem Siyer-İslâm Tarihi Yazıcılığında Tarafsızlık Problemi Tarihte taraflılık veya taraflı tarih yazımı şeklinde adlandırdığımız bu yazım tarzı, tarihin bilimselliğini, güvenilirliğini, doğallığını ve pozitif amaçlılığını zedeleyen bir anlayışı ifade etmektedir. Tarihi süreç içerisinde taraflı tarih yazımlarına bakıldığında, iki tür taraflılıktan bahsetmek mümkün görünmektedir. Bunlardan birincisi doğal taraflılık da diyebileceğimiz ve rivayet edenin veya tarihçinin veya okurun doğruluğuna inandığı bir düşünceyi samimî olarak nakletmesi ve anlamasıdır. Menfaatçi taraflılık diyebileceğimiz bir diğer taraflı yazım tarzı ise rivayet edenin doğruluğuna inanmamakla birlikte mensup olduğu görüş(dinî, millî, örfî, siyasî, ekonomik ve sosyal) doğrultusunda ortaya attığı bir rivayeti kullanarak nakletmesidir.13 İlk dönem siyer-İslâm tarihi yazıcılığında da bu yazım tarzının örneklerini görmek mümkündür. Bu dönem tarihçilerinde görülen taraflı tarih yazımında farklı nedenler göze çarpmaktadır. Tarihçilerin Hz. Peygamber sonrasında gelişen olaylarda sahabe ve tâbiîne karşı korumacı yaklaşımları bunların başında gelmektedir. Nitekim bu yaklaşımın temsilcileri, söz konusu dönemde cereyan eden olayların incelenmesini, sahabeye hakaret ve saygısızlık olarak değerlendirmişlerdir. Bir diğer önemli neden ise, dinin siyasetle iç içe girmesi ve tarihî anlamda önemli olan bir takım şeylerin akîde alanına sokulmasıdır.14 Bunun neticesinde birçok siyasî ve sosyal hadisenin dinî ve itikadî olarak değerlendirildiği ve bu noktada birçok taraflı rivayete yer verildiği görülmektedir. Şiilerin Muaviye ve oğlu Yezid hakkındaki fikirlerine yer veren Şii hadisçi elHillî(h. 648-724/m. 1250-1323)’nin eseri bu yaklaşım tarzını ifade etmektedir. Eserde geçen “Resulullah tuleka oğlu tuleka15 ve melun oğlu melun Muaviye’yi lanetledi ve şöyle dedi: “Muaviye’yi minberimin üzerinde görürseniz onu öldürünüz.” rivayeti; Abdullah b. Ömer’den naklettiğini belirttiği “Resulullah’ın yanına geldim. Onun şöyle dediğini duydum: “Şimdi size benim sünnetim üzerine ölmeyecek olan bir adam gelecek.” Muaviye çıkageldi. Sonra Resulullah halka bir konuşma yapmak üzere ayağa 13 14 15 84 Şefaettin Severcan, “Rivayetlerin Bilimselliği(Hz. Peygamber ve Dört Halife Devri)”, İstem, Yıl: 5, S. 9 (Konya 2007), s. 29-30. A. Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin Yücesoy, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 35. Tuleka: Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethinde, geçmiş faaliyetlerinden ötürü kendilerini muaheze etmeyip salıverdiğ kimselerdir. Ali KOZAN kalktı. Muaviye, oğlu Yezid’in elinden tuttu ve hutbeyi dinlemeden çıktı. Resulullah: “Allah ayağa kalkanı ve oturanı lanetlemiştir(yani Muaviye ile hareket edenler ve ona karşı çıkmayanları)” rivayeti ve Hz. Peygamber’in söylediğini iddia ettiği “Ey Ali! Seninle savaşan benimle savaşmış, seninle anlaşan benimle anlaşmış olur. Resulullah ile savaşan kişi ise icma ile kâfirdir.” rivayeti bu düşüncenin ifadesidir.16 Sadece Muaviye ve Yezid’i değil, aynı zamanda tüm Ehl-i Sünnet’i hedef alan bu ve benzeri suçlamalar, İbn Teymiyye(h. 661-728/m. 1263-1328)’yi harekete geçirmiş, onların iftiraya varan suçlamalarına cevap vermeye çalışan İbn Teymiyye, bu suçlamaların etkisinde kalarak Muaviye ve Yezid döneminde meydana gelen kimi hâdiseleri tevil etmiş, bazen de bilinçli olarak savunmacı bir yaklaşımla onları masum olarak görerek, onlara sahip çıkmıştır.17 Yine taraflı tarih yazımına neden olan bir başka neden de, rivayetlerin sahip olunan düşünce kalıpları çerçevesinde ortaya atılması ve değerlendirilmesi sayılabilir. Bununla birlikte şu hususu da belirtmeliyiz ki, rivayetleri derlerken bir olayı veya şahsı kendi düşüncesi doğrultusunda öne çıkarmak veya savunmak her ne kadar taraflı okuma ise, kendi düşüncesiyle uyuşmayan veya kendi düşüncesine aykırı olan olay, şahıs veya fikirleri görmezden gelmek veya saf dışı bırakmak da bir taraflı okuma örneğidir. Bu noktada Taberî(h. 224-310/m. 839-932) ve İbnu’l-Esîr(h. 555-630/m. 1160-1232)’in: “Hz. Osman ve Ebû Zer ile ilgili rivayetleri hoş görmediğimiz için kitabımıza almadık.18” şeklindeki ifadeleri de bu düşünceyi yansıtmaktadır. Ayrıca Hz. Osman döneminde meydana gelen hadiseleri ele alan birçok tarihçinin, halifeyi temize çıkarma adına, Medine’deki binlerce Müslümanı çapulcu olarak değerlendirdikleri görülmektedir. Taraflı tarih yazımının bir diğer sebebi ise, tarihçilerin mevcut yönetime veya devlete olan yakınlık veya mesafeleridir. Bu minvalde Endülüslü âlim Kadı Ebubekir İbn Arabî(H. 468-543/M. 1076-1148), el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eserinde, bazı tarihçilerin sultanların hatırı için kitaplar yazdıklarını, burada aslı olmayan rivayetlere yöneldiklerini, insanların kalplerine Allah’ın razı olmayacağı şeyleri soktuklarını iddia etmiştir.19 Bu noktada Hz. Peygamber’in dilinden hoşnut olunan idarenin övülmesi veya hoşnut olunmayan idarenin yerilmesi, ikinci nesil diyebileceğimiz tabiîn ve ardından gelen tebeu’t-tâbiîn devrinde sık görülmektedir.20 Belirttiğimiz gibi daha çok sahabe sonrası nesil için geçerli olan Hz. Peygamber’in otoritesini kullanma anlayışı çerçevesinde, Buharî’de geçen, “Kim emirinden/idarecisinden bir şeyi beğenmezse sabretsin. Şu biline ki kim idareciden bir karış ayrılır da ölürse, cahiliye ölümü üzere 16 17 18 19 20 İrfan Aycan-M. Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 101, 102. Aycan-M. Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, s. 103. Muaviye’yi aşırı bir şekilde öven veya yeren rivayetler için bakınız. İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001, s. 36-45. et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, Târihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk, tahkik. M. J. De Goeje, C. IXV, Leiden 1879-1965, C. I, s. 2858, 2980; İbnu’l-Esir, İzzeddin Ebu’l-Hasan b. Muhammed, elKâmil fi’t-Tarîh, C. I-X, Beyrut 1986, C. III, s. 56, 57. Ebubekir İbn Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik. Muhibbu’d-Dîn el-Hatîb, el-Matbaatu’sSelefiyye, Kahire 1371, s. 245. Mehmet Said Hatiboğlu, Müslüman Kültürü Üzerine, Kitabiyât, Ankara 2004, s. 33-34. 85 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 ölmüş olur.21” hadisinin Emeviler ve Abbasiler dönemi halifelerine biat etmeyen kimseler için kullanıldığı görülmektedir. Fakat aynı hadisin tehdit edici ifadesinin hükmü, Hz. Ebubekir’e biat etmeden ölen Hz. Fatıma’ya ve Ensar’dan birçok sahabeye uygulanmamıştır. Bu rivayet, tarihsel koşullar açısından gelişen olaylarda, vefatından sonra bile Hz. Peygamber’in otoritesinin kullanıldığını ortaya koymaktadır.22 Bu bağlamda Abbasilerle iyi ilişkileri olan ve yazdığı eserlerde de bu durumu hissettiren Vakıdî de, Hz. Abbas’ın ismini, Bedir Savaşı’nda Müslümanların eline esir düşenler arasında zikretmemiş, bazı yerlerde de ondan “filan” diye bahsederek ismini açıklamamıştır.23 Yine bu noktada Abbasi halifesi Mütevekkil(h.232-247/m.847-861)’e, öldürülmesinden önce kasideler yazan şahısların, onun katliyle birlikte tahta geçen Muntasır (h.247-248/m.861-862)’a biate çağrıldıklarında sessiz kaldıkları ve Mütevekkil’e ölümünden sonra birkaç satırlık mersiye bile yazmadıkları bilinmektedir.24 Örneklerde de görüldüğü üzere mevcut iktidara duyulan yakınlık veya mesafenin yanında, iktidarda bulunanların tarihî rivayetleri iktidarı kullanmanın bir aracı olarak görmeleri25 taraflılık psikolojisinin bir başka yansımasıdır. Taraflı tarih yazımında bir başka neden de sahip olunan kabilevî eğilim ve asabiyet/aşırı kabile taraftarlığı’dır. Bu noktada Hz. Peygamber’in vefatından sonra üzerinde en çok tartışılan konulardan biri, Beni Saide Vak’ası, bir diğer deyişle devlet başkanlığı seçimidir. Hz. Peygamber’in kabilesinin diğer kabilelerden üstünlüğü anlayışı, Beni Saide Vak’ası’nın ardından metne dökülerek, “Kureyş’in üstünlüğü26” hadisi ortaya atılmıştır. Taberi, Eş’arî, Bakıllanî, Amidî, Bağdadî, İbn Teymiyye, Gazâlî, Maverdî ve Suyutî gibi âlimler bu rivayetin hadis olduğunu iddia etmişlerdir. İbn Esir ise durumu siyasi ve sosyal bir olay olarak naklederek, bu konuda diğerlerinden ayrılmıştır.27 Bu siyasî seçimin uygulama noktasında oluşturduğu problemler, ilerleyen dönemlerde İslâm toplumunda siyasî ve sosyal problemleri de beraberinde getirmiştir. Buna mukabil yapılan halife seçimlerinde ensar’ın dışlanması, Hz. Osman’ın Medinelilerin gözü önünde katledilmesiyle sonuçlanmıştır. Ardından da Arap asabiyet kültürünün bir uzantısı olan Muaviye ve Ali mücadelesinin oluşturduğu kargaşa ortamı, bazı siyasî, fikrî ve dinî fırkaların oluşmasına sebep olmuştur. Bunların İslâm Tarihi 21 22 23 24 25 26 27 86 Sahih-i Buharî, Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, çev. Abdullah Feyzi Kocaer, Hüner Yayınları, Konya 2004, s. 780, Hadis No:2184. Ahmet Keleş, “Tarih Bilincimiz-Hadislerle Çöküş Sürecinde Başlatılan Tarih: İslam Tarihi”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Yıl: V, S. 10 (Eylül 2007), s. 52-53. Ahmet Emin, İslam Tarihi ve Tarihçileri, çev. Mustafa Baş, Ankara Din Görevlileri Yardımlaşma Derneği, Ankara 1996, s. 44. M. Şemseddin Günaltay, İslam Tarihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 37. Bu örnekler, Nietzsche’nin “iktidarı kullanmanın bir aracı” şeklinde ifade ettiği menfî tarih tanımlamasını haklı çıkaran örneklerdir. Bkz. Georg G. Iggers, Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000, s. 9. Said Hatiboğlu ve Ali Bakkal, hadisin Cahiliye devri kabilecilik zihniyetinin bir uzantısı olduğunu belirterek, hilâfetle bir ilgisinin olmadığını ortaya koymuşlardır. Bkz. Mehmed Said Hatiboğlu, Hilafetin Kureyşliliği (İslâm’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik), Kitabiyât, Ankara 2005, s. 117-118; Ali Bakkal, “Ebubekir’in Halife Seçilmesinde “İmamlar Kureyş’tendir” Hadisinin Rolü Üzerine”, İstem, Yıl: 3, S. 6 (Konya 2005), s. 103. İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, C. II, s. 325, 332. Ali KOZAN boyunca meydana gelen problemlerde ön plana çıkmaları da, günümüze değin etkilerini sürdüren bir takım problemleri ortaya çıkarmıştır. Muaviye b. Ebî Süfyan’ın bu dönemde söz konusu hadisi, tamamen tarafgir tarih telakkîsi çerçevesinde değerlendirerek önce kendi saltanatının sonra da oğlu Yezid’in veliahtlığının meşrûiyeti çerçevesinde kullandığı görülür. Nitekim Abdullah b. Amr b. El As, Kahtânîler(Himyerîler/Yemenli Araplar)’den birinin ileride hükümdar olacağından söz edince buna sinirlenen Muaviye’nin ayağa kalkarak: “Ey Kureyş sizden bazı kimselerin Allah’ın kitabında olmayan, Resûlullah’dan rivayet edilmeyen bir takım sözler naklettikleri bana ulaştı. İyi biliniz ki, onlar sizin cahillerinizdir. Siz sahibini sapıklığa sürükleyen hayallerden sakınınız! Ben Resûlullah’ın şöyle dediğini işittim. “Bu iş Kureyştedir, dini ayakta tuttukları sürece içinizden onlara düşmanlık edeni Allah yere çarpar.28” dediği bilinmektedir. Yine bir başka yerde Muaviye’nin: “Hilafet Kureyş’tedir. Evet ama yeterli ve yetenekli olanlarda, işte bunlar da Ümeyyeoğullarıdır.” diyerek Emevi iktidarının meşruluğunu savunmak amacıyla bu kurumu kullandığı görülmektedir.29 İslam tarih yazıcılığında H. II. asrın sonları ile H. III. asrın başlarında ortaya çıkan sistemli tedvin faaliyetleri, aynı zamanda Şia ve Hariciler başta olmak üzere başlangıçta siyasi olan fakat ilerleyen süreçte itikadî bir hüviyet kazanan fırkaların fikirlerini ortaya koyduğu devrelerdir. Ayrıca bu devre İslam Tarihi’nde Emeviler’in yıkıldığı ve Abbasiler’in iş başına geldiği devredir. Dolayısıyla bu devrede de yukarıdaki rivayetlerin aksine Emevî soyundan olanların, Emevî yanlılarının ve Ömer b. Abdülaziz hariç bütün Emevî halifelerinin ve idarecilerinin alabildiğine karalandığı görülmektedir. Bunun sebebi olarak da Emevîlerin baskıcı politikaları sonucu ortaya çıkan siyasî ve itikadî oluşumların etkisi gösterilmektedir. Günümüze kadar gelen tarihsel süreç içerisinde sınırlı da olsa İslam toplumunun belli kesimlerinde oluşan Emevî antipatisinin temelinde de, Emevî iktidarını eleştiren hatta eleştiri sınırlarını aşarak onların Müslüman olup olmadıklarını sorgulayan bu yaklaşımların etkisi büyüktür. Bu noktada M. Said Hatiboğlu’nun belirlediği aşağıda vereceğimiz tespit, bir antitez hüvviyetinde Emevi iktidarına yöneltilen eleştirilerde ortaya konulan taraflı tarih yazımını belirtmektedir: “Muaviye’nin vefatından sonra Emevilerin siyasî ve askerî kudreti, önlerine dikilen her çeşit mukavemeti ezerek, sülale saltanatını İslâm’ın başına musallat edince, kolları kırık, boyunları bükük muttakî çevreler ile iktidar hasretiyle içleri yananlar, bu azılı(!) kimselere karşı fısıltı gazeteciliğine ve rivayet edebiyatına sarılmaktan başka bir müdafaa çaresi bulamaz oldular. Bu sahada en büyük kaynak ve destek, tabiatıyla Hz. Peygamber’in manevi saltanatından gelecekti. Bu dahilî müstevlîleri, İslam hilafetiyle alakalarının bulunmadığını tespit noktasından hareketle, her cepheden Peygamber’e vurdurtmak, tutulacak en müyesser yoldu. Zira İslâm dünyasının şahıs planında en büyük otoritesi Hz. Peygamber idi. Bu otoritenin vereceği cezadan daha büyüğü düşünülebilir miydi? Gerçekten de, Yahudi ve Hristiyan kaynaklarının kardeşane(!) desteğiyle, bu sahada ciltler dolusu malzeme ortaya çıkmış 28 29 Sahîh-i Buharî, Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh, s. 514, Hadis No:1456. Muhammed Âbid Câbirî, İslam’da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997, s. 493. 87 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 bulunmaktadır. Bu çeşit rivayetlerin taşıdığı ana hedef, Emevî halifelerinin aslında halife değil, tam birer melik ve hükümdar olduklarını başlarına vurmak, İslam cumhuriyetini genç yaşında katledenleri Peygamber diliyle teşhir etmektir. Ayrıca bu durum I. ve II. asır umumî İslam düşüncesinin, seçime dayalı olmayan bir idareye karşı beslediği nefreti aksettiren tarihî delillerdir.”30 Bu yaklaşımın bir uzantısı olarak, Emeviler döneminde Hz. Ali ve taraftarlarını karalama uygulamasının bir tezahürü şeklinde ortaya çıkarılan/üretilen hadis rivayetleri karşısında, bir takım Hz. Ali taraftarı da savunmacı bir yaklaşım içerisine girmiştir. Ardından bu kesim, Hz. Peygamber’in ‘ölüye lanet edilmesini yasaklayan’ hadis rivayeti yerine doğrudan Hz. Ali’ye hakareti konu alan rivayetler gündeme getirmişlerdir. Hz. Peygamber’e istinaden, “Kim Ali’ye sebbederse(söverse) bana sebbetmiş olur” rivayeti farklı şekil ve varyantlarıyla kaynaklardaki yerini almıştır. Hatta Emeviler’in izlediği hakaret politikasının oluşturduğu ortam öyle bir noktaya ulaşmıştır ki bu savunmacı yaklaşım daha da ileri götürülerek, Hz. Peygamber’in “Ali’ye sebbetmeyin, kim Ali’ye sebbederse bana sebbetmiş olur, kim bana sebbederse Allah’a sebbetmiş olur, kim de Allah’a sebbederse onun cezasına düçar olur.” dediği iddia edilmiştir.31 Yine Hz. Peygember’in: “Hilafet benden sonra otuz senedir. Daha sonra krallar vardır.” hadisinin tek râvîsi(rivayet edeni) olan Sefine adlı sahabinin de, Muaviye karşıtı olduğu kaynaklarda geçmektedir. Nitekim Sefine’ye göre Nübüvvete uygun hilafet otuz yıldır. Hz. Ali ve kısa süreli Hz. Hasan’ın hilafetinden sonra krallık dönemi başlamıştır. Krallık öncesi hilafetin süresi ise Sefîne’ye göre otuz yıldır. Dolayısıyla burada da senet bakımından zayıf, metin bakımından da ciddi sorunları olan bu rivayet Hz. Peygamber’e isnat edilerek, Muaviye’ye olan muhalefete peygamberî bir güç kazandırılmak istenmiştir.32 Suyutî(h. 849-911/m.1445-1505) de bu yaklaşım tarzının bir devamı niteliğinde Târihu’l-Hulefâ adlı eserinde, “Emevî Halifeliğine Karşı Uyarı Niteliğindeki Hadisler” adlı bölümde Emevî hilafetini kötüleyen bazı hadislere yer verirken; “Abbasi Halifeliğini Müjdeleyen Hadisler” adlı bölümde de Abbasi hilafetini öven ve müjdeleyen hadisleri nakleder. Suyutî’nin eserine aldığı ve Hz. Peygamber’e atfettiği, Emevî idaresini kötüleyen ve Abbasi idaresini yücelten hadislerden biri olan, “Hz. Peygamber rüyasında minberi üzerine Ümeyye Oğulları’nın maymunun sıçradığı gibi sıçrayıp tırmandıklarını gördü ve bu O’nu çok üzdü. Ardından minberine Abbasoğulları’nın çıktıklarını gördü. Bu durum da O’nu sevindirdi.”33 şeklindeki hadisi, eserine alması onun bu yaklaşım tarzını kabul ettiğini göstermektedir. Uydurma olduğu âşikâr olan bu hadislerin Abbasî baskısı altında olmayan ve Abbasi idarecilerine yaranmak gibi bir maksadı da bulunmadığı anlaşılan Suyutî tarafından kabul görmesi, Abbasiler’den itibaren nesilden nesile intikal eden rivâyetlerde aşırılığın bir 30 31 32 33 88 Mehmet Said Hatiboğlu, Müslüman Kültürü Üzerine, Kitabiyât, Ankara 2004, s. 33-34. Bahaüddin Varol, “Emeviler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine”, İstem, Yıl: 4, S. 8 (Konya 2006), s. 103. Ahmet Keleş,“Apokaliptik Hadis Edebiyatı ve Problemleri-“Hilafet Benden Sonra Otuz Senedir” Hadisi Örneği”, İstem, Yıl: 4, S. 7 (Konya 2006), s. 52. Celaleddin Suyuti, Târîhu’l-Hulefâ, tahkik. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, 4. Baskı, Mısır 1969, s. 12-13 Ali KOZAN tezâhürüdür. Çünkü Suyutî’nin vefat tarihi 911/1505; Abbasilerin yıkılış tarihi ise 656/1258 olup Suyutî’nin vefat tarihi ile Abbasi Devleti’nin yıkılışı arasında iki buçuk asrın olduğu görülmektedir. Dolayısıyla burada Suyutî’nin Abbasi idaresini yüceltme anlayışından çok bu taraflı rivayet kültüründen etkilenerek bu rivayete yer verdiği söylenilebilir.34 Emevî devlet idaresinde Abdülmelik b. Mervan(65-86/685-705) ve oğlu I. Velid b. Abdülmelik(86-95/705-715)dönemlerinde yaklaşık yirmi beş yıl valilik yapmış olan, Haccâc b. Yusuf ile ilgili olarak da aynı yaklaşımın tezahürlerini görmek mümkündür. Nitekim onunla çağdaş rivayetlerde ve son dönem çalışmalarında, Haccâc hakkında söylenilenlerin tamamen iftira olduğunu söyleyenlerin yanında tam tersine onun eşsiz bir zalim olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Örneğin XIII. Yüzyıl meşhur biyografi yazarlarından olan İbn Hallikan, Haccâc’ın, insanların kanını dökmede, öldürmede ve cezalandırmada benzerinin olmadığını, ayrıca Haccâc’ın siyasette İbn Ziyad’ı örnek aldığını belirtir.35. Mevdûdi(1903-1979) de Abdülmelik ve oğlu Velid'in yaptıkları en kötü işin, Haccâc’ı vali olarak atamak olduğunu söyler.36 Nuri Ünlü de, Haccâc’ın hayatının baştan sona kötülük, pislik ve cinayetlerle dolu olduğunu ve tarihte ender rastlanan zalimlerden olduğunu belirtir.37 Ahmet Lütfi Kazancı da bir makalesinde, Haccâc’ın öldüğü zaman şerefli bir valiye yakışır şekilde defnedilmediğini, öldüğünde bazı âlimlerin sevinçten ağladığını ve bunun da Haccac’ın gerek Hicaz’da gerekse Irak’ta yaptığı şiddet uygulamalarının bir sonucu olduğunu belirtir.38 Ziriklî’ye göre ise Haccâc, güçlü bir hitabet yeteneğine sahipti. 39 Zerkeşî de onun her gece Kur’an’ın dörtte birini okuduğunu belirtmektedir.40 Hudarî de onun hatip olduğu kadar fasih de olduğunu ve fesâhatte çoğu zaman Hasan el-Basrî ile denk tutulduğunu belirtir.41 Burada yukarıda belirttiğimiz yaklaşımların bir uzantısı olarak ortaya konulan birbirinin zıttı her iki okumaya da ihtiyatlı yaklaşılması gerektiği görülmektedir. Nitekim söz konusu şahıs hakkında taraflılığın doğurduğu yaklaşımlar rivayetlerde abartıya sebebiyet vermiş olabilir. Sonuç Tarih yazımında günümüz tarihçiliği açısından da uyulması gereken en önemli meselelerden biri olan tarafsızlık ilkesinin, çağlar boyunca farklı sebeplerden ötürü 34 35 36 37 38 39 40 41 Ahmet Önkal, İslâm Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. 6, S. 3 (Ankara 1992), s. 190. İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A’yân, Beyrut, tarihsiz, s. 31. Ebu’l-A’la Mevdudi, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, İstanbul 1972, s. 252. Nuri Ünlü, İslam Tarihi I, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s.197. A. Lütfi Kazancı, “Haccac b. Yusuf es-Sakafî(95/714)”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 4, S. 4 (İzmir 1992), s. 123-124. Hayreddin ez-Ziriklî, el- Alam: Kamusu Teracim li Eşhuri’r- Ricali ve’n- Nisai mine'l- Arabi ve ve’lMüstaribin ve’l- Müsteşrikin, C. II, Beyrut 1980, s. 175. Şeyh Nuhammed İbn Abdullah ez-Zerkeşî, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, tahkik. Muhammed Ebu’lFadl İbrahim, Beyrut 1973, C. I, s. 250. Muhammed Hudarî, Târihu’l-Ümemi’l-İslâmiyye, Kahire 1969, C. I, s. 176. 89 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 taraflılık problemi olarak kendini gösterdiği görülmektedir. Nitekim çağdaş tarih yazımında bile bunun örneklerini görmek mümkündür. Örneğin Nazi Almanyası’nda kabul ettirilen ırkçı tarih görüşünün dayandığı başat fikir, üstün ırkın aşağı soylara savaş açması, en acil ödev olarak da “Yahudi tehlikesi”nin üstesinden gelinmesi gerektiğiydi. Sovyetler Birliği tarafından zorla ilhak edilmiş olan Estonya da ise, komünist rejim dönemindeki tarih ders programlarında, işçi sınıfının önderliği altında işçiler, köylüler ve aydınlar birliğine dayanan mutlu Sovyet ulusları ailesine dostça bir tavırla kabul edilmiş gibi betimlenmekteydi.42 Türkiye’nin yakın dönemine bakıldığında da, özellikle Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde resmî tarih tezlerinde ve sonraki dönemlerde bir kısım popüler tarih eserlerinde ortaya konulan tarih yazımı buna örnek olarak gösterilebilir43. Bununla birlikte 1970’li yıllarda hemen hemen her siyasal partinin ve siyasal hareketin kendi haklılığını göstermeye giriştiği sürece bakıldığında da, bu gelişmelerin çoğulcu bir tarih yazımını ortaya çıkarmakla birlikte, birbirini ötekileştiren tarih yazımına da kapı aralamış olduğu görülmektedir.44 Yukarıda belirtilen örneklerde ortaya çıkan tarih yazım tarzlarından anlaşılacağı üzere, bir dönem için, sırf lehinde yazılan eserler gerçekleri yansıtmayabileceği gibi o dönemin aleyhinde yazılan eserler de gerçeği yansıtmayabilir. Burada göz ardı edilmemesi gereken durum ise; bu eserlerin belli bir tarihsel dönemin ürünü oldukları ve iyisiyle kötüsüyle kaleme alındıkları dönemin anlayışını yansıtıyor olmalarıdır. Ele alınan bu eserlerdeki bilgilerin sahihliği, o dönemin tablosu, yazarının eğilimleri ortaya konarak test edilmelidir. Bu eserlerin yazıldıkları dönemde birbirleriyle yarışan, tartışan, mücadele eden, hatta savaşan rakip siyasi grupların birbirleri hakkında ileri sürdükleri iddialarla dolu olabilecekleri, bizler için unutulmaması gereken en önemli gerçeklerin başında gelir. Dolayısıyla ele aldığımız eserlerden hareketle inceleyeceğimiz tarihî dönemin aslına uygun bir resmini çizebilmemiz için; o dönemde meydana gelen ihtilafların ve çekişmelerin arka planını iyice anlamamız, bu eserlerin hangi konjoktürel durumun ürünü olduklarını kavramamız ve bir tek düşünce ekolünün doğrularından hareket ederek değil, o dönemde tartışılan veya o gruplar tarafından benimsenen ortak doğrulardan hareket ederek bir sonuca veya senteze varmaya çalışmamız kaçınılmazdır.45 Bu bağlamda günümüz İslam tarih yazıcılığının en temel problemi; mevcut rivayetlerin çağdaş bilimsel kıstaslar göz önünde bulundurularak objektif şekilde ve kendi kültürel geçmişimizi de reddetmeyen bir aklî tenkide tabi tutulması ihtiyacıdır. Ancak buradaki ‘aklî tenkit’ ten maksat salt rasyonalist bir tenkitin ötesinde, kaynağını ilk dönem İslâm tarihinin temel kaynaklarından olan Kur’an’da yer alan ilkelerden ve hadislerden alan bir tenkitçiliği ifade etmektedir. Nitekim bu tarihe kaynaklık eden, 42 43 44 45 90 Laurent Wirth, “Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek”, Tarihin Kötüye Kullanımı (Sempozyum Bşildirileri), çev. Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s. 26. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarında görülen resmî tarih tezi için bkz. Büşra Ersanlı Bahar, İktidar ve tarih: Türkiye'de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu: (1929-1937), İletişim Yayınları, İstanbul 2003. İlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi, Ankara 1998, s. 13. Aycan-M. Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, s. 14. Ali KOZAN özellikle dinî konuları ihtiva eden rivayetlerin birçoğu söz konusu kaynaklarla desteklendiği ölçüde muteber olabilmektedir. Bu bağlamda bugün anladığımız manada bir tenkit süzgecinden geçmemiş olan veya bazı rivayetlerde eksik, yanlış, taraflı yazım özellikleri görülse de ilk dönemlerde yazılan siyer-İslâm tarihi eserlerine bir malzeme veya bilgi deposu gözüyle bakılmasının ve bu kaynakların rivayetlerinin tarih bilimine ait tenkit süzgecinden geçirilerek objektif bir siyer-İslâm tarih yazımının oluşturulmasındaki gereklilik ortaya çıkmaktadır. Kaynakların rivayetleri doğrultusunda tarafsız bir bakış açısıyla oluşturulacak olan tarih yazımının da, geçmişin aslına en yakın şekliyle tespit edilmesine ve böylelikle doğru bir tarih anlayışına kapı aralayacağı muhakkaktır. Tarihe kaynak teşkil eden söz konusu rivayetlerin doğru, objektif ve tarafsız yazımı da tarihî olguları yeniden oluşturmak için bize dünün resmini çizerken en yakın resmin ortaya çıkmasında katkı sağlayacaktır. Kaynaklar A. Aziz Duri, İlk Dönem İslam Tarihi, çev. Hayrettin Yücesoy, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991. Aycan, İrfan, Saltanata Giden Yolda Muaviye Bin Ebî Süfyan, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2001. Aycan, İrfan- Mahfuz Söylemez, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1999. Bakkal, Ali, “Ebubekir’in Halife Seçilmesinde “İmamlar Kureyş’tendir” Hadisinin Rolü Üzerine”, İstem, Yıl: 3, S. 6 (Konya 2005), ss. 87-103. Bloch, Marc, Tarihin Savunusu Ya da Tarihçilik Mesleği, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara 1994. Câbirî, Muhammed Âbid, İslam’da Siyasal Akıl, çev. Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1997. Carr, Edward Hallett, Tarih Nedir?, çev. Misket Gizem Gürtürk, Birikim Yayınları, İstanbul 1980. Ebubekir İbn Arabî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik. Muhibbu’d-Dîn el-Hatîb, elMatbaatu’s-Selefiyye, Kahire 1371. Emin, Ahmet, İslam Tarihi ve Tarihçileri, çev. Mustafa Baş, Ankara Din Görevlileri Yardımlaşma Derneği, Ankara 1996. Günaltay, M. Şemseddin, İslam Tarihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991. Halkın, Leon-E, Tarih Tenkidinin Unsurları, çev. Bahaeddin Yediyıldız, TTK Yayınları, Ankara 1989. Hatiboğlu, Mehmet Said, Müslüman Kültürü Üzerine, Kitabiyât, Ankara 2004. Hatiboğlu, Mehmed Said, Hilafetin Kureyşliliği(İslâm’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik), Kitabiyât, Ankara 2005. Hizmetli, Sabri, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1991. 91 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 79 – 93 Hudarî, Muhammed, Târihu’l-Ümemi’l-İslâmiyye, C. I, Kahire 1969. İbnu’l-Esir, İzzeddin Ebu’l-Hasan b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Tarîh, c. I-X, Beyrut 1986. İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, C. I, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1997. İbn Hallikan, Vefeyâtü’l-A’yân, Beyrut, tarihsiz. Iggers, Georg G., Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarih Yazımı, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000. Kazancı, A. Lütfi, “Haccac b. Yusuf es-Sakafî(95/714)”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 4, S. 4 (İzmir 1992), ss. 117-127. Keleş, Ahmet, “Apokaliptik Hadis Edebiyatı ve Problemleri-“Hilafet Benden Sonra Otuz Senedir” Hadisi Örneği”, İstem, Yıl: 4, S. 7 (Konya 2006), ss. 37-54. Keleş, Ahmet, “Tarih Bilincimiz-Hadislerle Çöküş Sürecinde Başlatılan Tarih: İslam Tarihi”, Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi, Yıl: V, S. 10 (Diyarbakır, Eylül 2007), ss. 39-58. Kütükoğlu, Mübahat S., Tarih Araştırmalarında Usûl, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 1998. Laoglois, Ch. V. - Ch. Seignobos, Tarih Tetkiklerine Giriş, çev. Galip Ataç, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1937. Laroui, Abdullah, Tarihselcilik ve Gelenek, çev. Hasan Bacanlı, Vadi Yayınları, Ankara 1993. Mansur, Mehmed, İskenderiye Kütüphanesi’ni Müslümanlar mı Yaktı?, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1995. Mevdudi, Ebu’l-A’la, Hilafet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, Hilal Yayınları, İstanbul 1972. Mutahhari, Murtaza, Tarih ve Toplum, çev. Cengiz Şişman, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1989. Önkal, Ahmet, “İslâm Tarihçiliğinde Tarafsızlık Problemi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C. 6, S. 3 (Ankara 1992), ss. 189-197. Özbaran, Salih, Tarih Tarihçi ve Toplum, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997. Rosenthal, Ervvin I. V., Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Coşkun, İz Yayıncılık, İstanbul 1996. Sahih-i Buhari, Muhtasar-ı Tecrîd-i Sarîh, çev. Abdullah Feyzi Kocaer, Hüner Yayınları, Konya 2004. Severcan, Şefaettin, “Rivayetlerin Bilimselliği (Hz. Peygamber ve Dört Halife Devri)”, İstem, Yıl: 5, S. 9 (Konya 2007), ss. 21-36. Suyutî, Celaleddin, Târîhu’l-Hulefâ, tahkik. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, 4. Baskı, Mısır 1969. et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, Târihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk, tahkik. M. J. De Goeje, I-XV, Leiden 1879-1965. Tekeli, İlhan, Tarih Yazımı Üzerine Düşünmek, Dost Kitabevi, Ankara 1998. Togan, A. Zeki Velidi, Tarihte Usûl, Enderun Kitabevi, İstanbul 1985. Ünlü, Nuri, İslam Tarihi I, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1992, s.197. 92 Ali KOZAN Varol, Bahaüddin, “Emeviler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret Politikası Üzerine”, İstem, Yıl: 4, S. 8 (Konya 2006), ss. 83-107. Wirth, Laurent, “Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek”, Tarihin Kötüye Kullanımı (Sempozyum Bildirileri), çev. Nurettin Elhüseyni, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, ss. 18-58. ez-Zerkeşî, Şeyh Muhammed İbn Abdullah, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, tahkik. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, C. I, Beyrut 1973. ez-Ziriklî, Hayreddin, el- Alam: Kamusu Teracim li Eşhuri’r- Ricali ve’n- Nisai mine'lArabi ve ve’l- Müstaribin ve’l- Müsteşrikin, C. II, Beyrut 1980. 93 OSMANLI DEVLETİ’NDE ULUSLARARASI TİCARETTE TÜRK TÜCCARLARIN ROLÜ (XVI-XVII. YÜZYILLAR) Metin Ziya KÖSE* Özet / Abstract Türklerin ticaret ile ilgilenmediklerine dair yanlış bir kanaat oluşmuştur. Osmanlı Devleti döneminde hatta daha öncesinde Türklerin ticaretle ilgilendiklerini ispat eden birinci el kaynaklar mevcuttur. Mevcut makalede seçilen tarihsel dönemin ticari faaliyetler açısından oldukça yoğun bir zamana denk gelmesi, Türklerin ticarette oynadıkları rolün ortaya çıkarılmasında önemli bir hareket noktası olmuştur. Uluslar arası ticarette bulundukları şehirlerde kalıp, temsilcileri vasıtasıyla alış veriş yapan tüccarlar olduğu gibi, Avrupa’nın çeşitli ticaret şehirlerine gitmekten geri kalmayanlar da bulunmaktadır. Nihayet, yaygın olan yanlış görüşün aksine Osmanlı Devleti’nde ticaretle sadece azınlıklar değil, Müslüman Türk tüccarlar da dâhil olmuşlardır. Anahtar Kelimeler: Uluslar arası ticaret, Türkler, Tüccar, Venedik, Dubrovnik, THE ROLE OF TURKISH MERCHANTS IN INTERNATIONAL TRADE IN OTTOMAN EMPIRE (XVI-XVIITH CENTURIES) There is a incorrect opinion about Turks are not interested in commerce in Ottoman Empire. First hand sources are available. In this article, selected historical era is very busy in commercial activity. Thus, discovering the Turkish role on international trade is important starting point. Finally, on the contrary of the common opinion, not only minority, but Muslim Turks were also including international trade. Key Words: International Trade, Turks, Merchant, Venice, Ragusa İster asker, ister reaya, isterse diğer gruplardan olsun, Müslüman Türklerin ticaretle uğraşmadığı, alçaltıcı ve küçük düşürücü buldukları, hatta bunun yerleşmiş bir devlet görüşü olduğu şeklinde yapılan genellemeler günümüzde anlamını yitirmektedir1. * 1 Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. [email protected] Bu anlayışa vurgu yapan Şerafettin Turan’ın görüşleri için bk. “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi”, Belleten, XXX/126, Ankara 1968, s. 247. Eric Dursteler’in Türklerin ticaretle ilgilenmediklerine dair Batı’da yerleşen kanının tarihsel kökenlerine yaptığı vurgu hakkında bk. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s.158 vd. Robert Mantran, Türklerin ticaretten hoşlanmadıklarını, yabancı bir ülkeye gidip ticaret yapmanın alçaltıcı olduğunu düşündüklerini, bu yüzden ticaret alanında boşluk oluşmaması için Osmanlı tebaası Yahudi ve Rumların yabancılarla ticaret yapmalarını destekledikleri belirtmektedir (XVI.-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. M. Ali Kılıçbay), İstanbul 1995, s. 77-79). Yine Mantran’ın, XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nin, Asya ticaretinde sadece aracı bir rol oynadığını ve ticaretten vergi toplamak siyasetinin dışında, uluslar arası sahada bir ticarî gelenek geliştiremediğine dair kanısı için bk. age, s. 125-136. SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 Her şeyden önce ticaret Müslümanlar arasında oldukça saygı gösterilen bir uğraştı. Tüccarlar İslamî kurallarda da belirlendiği üzere diledikleri mekânlara gitme, merkezî ticaret şehirlerinde bulunma ve ticaret yapma hakkına sahiptiler2. Bunun neticesi olarak hem batıda hem de doğuda Osmanlı tüccarlarını görmek mümkün olmaktaydı. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Türk tüccarların uluslar arası ticarette oldukça aktif olduklarını ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Anadolu’da Ceneviz ve Venedikli tüccarlar baskın bir rol üstlenmişken Türkler de onlardan geri kalmamaktaydı. Hacı Mustafa, Katip Paşa, İzmitli Ahmed, Samsunlu Ramazan, Ali Paşa, Kadı Rastan, Hoca İsa, Mustafa, İsmail, Saliet, Kadı Musa, Hoca Muala ve diğerleri bakır, kumaş, mum, baharat, üzüm, cam eşyalar ile diğer malların alım satımını yapıyorlardı3. Bunun dışında Türk tüccarlar, daha Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yıllarda diğer ülkelere gitmekten de geri kalmıyorlardı4. XV. yüzyıl sonlarında Bursa’da Türk tüccarlar ticarî faaliyetlere katılmaktaydılar5. Karadeniz tarafında da Türk tüccarların ticaretle ilgilendikleri görülmektedir. 1487-1490 tarihli Kefe Gümrük Bakaya Defteri ile Kili ve Akkirman’a ait gümrük defterlerinde kayıtlı tüccarlardan önemli bir kısmının imparatorluğun çeşitli bölgelerinden gelen Türk tüccarlar olduğu anlaşılmaktadır6. 2 3 4 5 6 96 İslam devletlerinin ve Osmanlı Devleti’nin ticarete bakış açısı ortaya çıkaran ve birer müteşebbis olarak tüccar sınıfının oluşumunu belirleyen Halil İnalcık’ın görüşleri için bk. “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Ottoman Empire: Conquest, Organization and Economy, London 1978, s. 97-140. Aynı konuda bk. Bruce Masters, “Patterns of Migration to Ottoman Aleppo in the 17th and 18th Centuries”, International Journal of Turkish Studies, 4/1-2, Madison Wisconsin 1987-1988, s. 77. Osmanlı tüccarlarına ait kayıtların yetersizliğinin, ticaretle ilgilenmedikeleri sonucunu doğurmayacağını belirten Faroqhi’nin görüşleri için bk. Suraiya Faroqhi, “Krizler ve Değişim 15901699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (ed. Halil İnalcık-Donald Quataert), II, İstanbul 2004, s. 607 ve 644. Türklerin ticari faaliyetlerine ilişkin fazla veri bulunmamasının iki önemli nedeni olduğunu belirten Frangakis-Syrett’e göre bunlardan ilki Türklerin genellikle Avrupalılarla, Avrupalı aracılar yoluyla ilişkiye geçmeleri, diğeri ise çoğunlukla Musevi, kimi zaman Ermeni, nadiren Rum olan simsarları kullanıyor olmalarıydı (Elena Frangakis-Syrett, 18. Yüzyılda İzmir’de Ticaret (1700-1820), İzmir 2006, s.101). Kate Fleet, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State, the Merchants of Genoa and Turkey, Cambridge 1999, s. 22-23. Eser içerisinde muhtelif yerlerde Türk tüccarların adları zikredilmektedir. Mastik ticareti yapan Hacı Mustafa için bk. s. 26, deri ticareti yapan Azi (Aziz) ve Yahya için bk. s. 30-31, mum satan Samsunlu Ramazan için bk. s. 35, esir ticareti yapan ve Memluklu sultanına esir satmak için Kahire’ye giden Türk tüccarlar için bk. 41, Sakız’da buğday ticareti yapan Sipahi Bayezid için bk. s. 64, şap ticareti yapan Türkler için bk. 82, üzüm ve kumaş ticareti yapan İzmitli Ahmet için bk. s. 75 ve 107, pamuk satan Katip Paşa için bk. s. 109, yukarıda mastik ticareti yapan ancak bu kez bakır ticareti yapan Bursalı Hacı Mustafa için bk. s. 118. Kate Fleet, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State, the Merchants of Genoa and Turkey, Cambridge 1999, s. 140. Suraiya Faroqhi, “Ticaret: 1480’lerde Bursa Tüccarları”, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, İstanbul 2003, s. 153-177. Halil İnalcık, “The Register of the Arrerars of the Customs Dues of Caffa, 1487-1490”, Sources and Studies on the Ottoman Black Sea, I, The Customs Register of Caffa, 1487-1490, Harvard University 1995, s. 79-86 ve “Shipowners, Captain and Merchants in the Black Sea, 1487-1506, Sources and Studies on the Ottoman Black Sea, I, The Customs Register of Caffa, 1487-1490, Harvard University 1995, s. 114-115. Metin Ziya KÖSE XVI. yüzyıl başlarında Mısır’a giden Anadolu tüccarları, İskenderiye’den İstanbul ya da Anadolu sahillerine hem baharat, hem de diğer doğu mallarını taşımaktaydılar. Bununla da kalmayarak 1504’te Türk, Yahudi ve Marunî uyruklu Osmanlı tüccarları, Venedik yönetiminin Venedik limanına gelen yabancı tüccarlara uyguladığı sıkı kontrol ve tahsil ettiği yüksek vergilere rağmen, İskenderiye’ye düzenli seferlerle gelen Venedik gemilerine yükledikleri baharat ve diğer mallarını Venedik’e götürmekten çekinmiyorlardı7. Güney Hindistan’ın batı sahillerinde Rumi olarak adlandırılan, azımsanmayacak sayıda Osmanlı tüccarının çeşitli ticarî faaliyetler içerisinde bulundukları anlaşılmaktadır. Baharat ve Hint kumaşlarının ticaretini yapan Rumîlerin dışında Kahire’de de benzer ticarî faaliyetlerde bulunan ve el-Halil Han’ında ikamet eden Rumilerin varlığına Andre Raymond işaret etmektedir. Hem iç hem de dış ticarette aktif olan Kahire Rumileri, daha çok güney Anadolu’dan olup, özellikle kereste ticareti yapmaktaydılar8. Hassa tacirleri denilen bir tüccar zümresi bulunmaktadır ki, bizzat padişah tarafından görevlendirilen bu Müslüman ve diğer dini cemaat mensubu tüccarların idaresi tacir başına verilmişti9. Hassa tüccarlarını Moskova’da kürk ticaretinden, Venedik’teki lüks kumaşlar ticaretine kadar geniş bir coğrafyada görmek mümkün olmaktaydı10. Ayrıca Osmanlı idaresindeki yerlerden de mal temin eden hassa tacirlerine rastlamak mümkündü11. Bunun dışında elçilik göreviyle çeşitli ülkelere gönderilen çavuşların padişah ve diğer üst düzey devlet görevlileri adına ticaret yaptıkları da olurdu12. XVII. yüzyıl ortalarına ait İskenderun gümrük defterindeki kayıtlara göre, 166061 yılları içerisinde on iki aylık dönemde iskelede çeşitli ticarî faaliyette bulunan tüccarların hemen hemen yarıya yakını Türk tüccarlardır. Diğer yarısı ise Osmanlı tebaası gayrimüslimler ile yabancı tüccarlardan meydana gelmektedir. Bu dönemde 7 8 9 10 11 12 Palmira Brummet, “Competition and Coincidence: Venetian Trading Interests and Ottoman Expansion in the Early Sixteenth-Century Levant”, New Perspectives on Turkey, 5-6, İstanbul 1991, s. 34 ve 38. Suraiya Faroqhi, “Merchant Networks and Ottoman Craft Production”, Urbanism in Islam(ed. T.Yukama), Tokyo 1989, s. 104-105. Suraiya Faroqhi, “Textile Production in Rumeli and the Arab Provinces: Geographical Distribution and Internal Trade (1560-1650)”, Osmanlı Araştırmaları, II, İstanbul 1980, s. 78-80. XVI. yüzyıl ortalarında hemen her yıl Moskova’ya gönderilen hassa tacirleri için bk. Dariusz Kolodziejczyk, “The Export of Silver Coin Through the Polish-Ottoman Border and the Problem of the Balance of Trade”, Turcica, 28, 1996, s. 107; Andrej Dzubinski, “16.-18. Yüzyıllarda PolonyaOsmanlı Ticareti”, Savaş ve Barış 15-19. Yüzyıl Osmanlı-Polanya İlişkileri, İstanbul 1999, s. 40 ve Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, s. 338. Bir hassa taciri olan Dergâh-ı Âlî Çavuşu Cafer’in, Hasan ve Mehmet adlı iki adamını, 1589’da 14.5 yük ipekle Venedik’e gönderip, dönüşlerinde saray için bazı meta almak üzere görevlendirdiğine dair bk. Turan, “Venedik’te Türk Ticaret...”, s. 243. Manisalı iki Yahudi, şehzade Mehmet’in (III) saray ihtiyaçlarını karşılamak üzere ticaret yapmaktaydılar (Feridun Emecen, Unutulmuş Bir Cemaat Manisa Yahudileri, İstanbul 1997, s. 90). Mesela, Venedik’le ticari bağlantıları olan Hamza Çavuş’a ve Derviş Çavuş’a dair bk. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 164 ve 166. 97 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 İskenderun’un henüz bir yerleşim merkezi olmadığı göz önünde bulundurulursa, Türk tüccarların önemli bir kısmı İmparatorluğun diğer yerlerinden İskenderun’a gelmişlerdi13. Girit’in Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra adada Türk tüccarların gittikçe güç kazanmaya başladıkları görülmektedir. Bunlar içerisinde Bezirgân Hacı Hüseyin Beşe, Ali Ahmet Beşe bin Mehmet, Mehmet Beşe bin Davut gibi tüccarlar önemli sayılacak derecede ticari faaliyetlerde bulunmaktaydılar14. Görüldüğü üzere Türkler ticaretle ilgilenmekteydiler. Bunun doğal sonucu olarak Türk tüccarların, Avrupa’da değişik yerlerde ticari faaliyetlere bizzat katıldıklarına şahit olunmaktadır. Mesela, Cemal Kafadar, XVI. yüzyılda Ankona’da Osmanlı tebaası tüccarlar içerisinde Türk olanların sayısının hiç de azımsanmayacak olduğunu ispat ediyor ve bu konuda yapılan yanlış değerlendirmenin yeteri kadar araştırma yapılmamış olmasına bağlıyor15. Ayrıca, 7 Mart 1545 tarihli bir hükme göre, Ankaralı tüccar Hace Kemal ticaret yapmak üzere Ankona’ya gitmekteydi 16. 1563’te deniz yoluyla Ankona’ya ve Venedik’e kadimden beridir sof götüren Müslüman ve Yahudi Osmanlı tüccarları bulunmaktaydı17. XVII. yüzyılda da Osmanlı tüccarlarının Ankona’daki faaliyetleri hatırı sayılır oranda önemliydi18. XVI. yüzyıl sonlarında Osmanlı tüccarları Londra’ya kadar gitmekteydiler19. XVII. yüzyıl ortalarında İzmir’de çivit ticaretinde ve Balyabadra’da (Mora) kuş üzümü ticaretinde İngiliz tüccarları ile çeşitli ilişkileri olan Osmanlı tebaası Yahudi, Ermeniler yanında Türk tüccarları da bulunmaktadır. Örneğin, Balyabadra’da üzüm tüccarlığı yapan Ebu Suud Efendi ve Mehmet Ağa oldukça zenginlerdi20. Kanuni Sultan Süleyman zamanında gerek devlet tüccarı gerekse Türk müteşebbis tüccarların deri, kürk ve kalay satın almak üzere Moskova ile LitvanyaPolanya’ya kadar uzanan ticaret yolculukları da ortaya çıkarılmıştır21. Bunun yanında, 13 14 15 16 17 18 19 20 21 98 Suraiya Faroqhi, “Traders and Custom Officials in 1660’s Iskenderun”, New Perspectives on Turkey, 5-6, İstanbul 1991, s. 113-114. Molly Grene, A Shared World Christians and Muslims in the Early Modern Mediterranean, Princeton 2000, s. 154-163. “A Death in Venice(1575): Anatolian Muslim Merchants Trading in the Serenissima”, Journal of Turkish Studies, 10, Cambridge-Mass. 1986, s.191-218. Halil Sahillioğlu, Topkapı Sarayı Arşivi H.951-952 Tarihli ve E-12321 Numaralı Mühimme Defteri, İstanbul 2002, s. 254, 341 numaralı hüküm. Tayyib Gökbilgin, “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, Belgeler, V-VIII/9-12, Ankara 1968-71, s. 123. Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik’teki Türk Ticaret Merkezi (Fondaco Dei Turchi) Hakkında Yeni Bilgiler ve Bunun Ticaret Tarihimizdeki Yeri”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi”, II, İstanbul 1989, s. 617 ve Nelly Hanna, Making Big Money in 1600 The Life and Times of İsmail Abu Taqiyya, Egyptian Mercant, Syracuse-New York 1998, s. 64-65. Eric R. Dursteler, “Commerce and Coexistence: Veneto-Ottoman Trade in the Early Modern Era”, Turcica, 34, Paris 2002, s. 125 ve Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 169. Daniel Goffman, “Ottoman Millets in the Early Seventeenth Century”, New Perspectives on Turkey, 11, İstanbul 1994, s. 148-149 ve 151. Gilles Veinstein, “Marchands ottomans en Pologne-Lituanie et en Moscovie sous le regne de Soliman le Magnifique”, Cahiers du Monde russe, 34, 1994, s. 713-738. Metin Ziya KÖSE Ankaralı sof tüccarları, Polonya’ya kadar giderek alış veriş yapmaktaydılar22. Ayrıca, Lviv (Lvov)’e ticaret yapmaya giden Bursalı ve Suriyeli tüccarlar bulunmaktaydı 23. Faroqhi’ye göre, Osmanlı tüccarları Dubrovnik’le de sıkı ticarî bağlar meydana getirmişlerdi24. Hersek’teki taşra görevlilerinin Dubrovnikliler ile ticari bağlantılarının bulunduğunu iddia etmek şaşırtıcı olmayacaktır. Zira Hersek’e gönderilen Dubrovnik elçileri, önceden beylerbeyi olan İbrahim tarafından Dubrovniklilerin kendisine borcu olduğu gerekçesiyle hapsedilmişlerdi25. Sabık beylerbeyi, adamı Hasan vasıtasıyla çuha ve kumaş almak niyetiyle bir miktar parayı Dubrovnik’e göndermişti. Ancak kendisi sefere çıktığından Hasan Dubrovniklilerden malı almıştı. Ancak ne olduysa bundan sonra olmuş, beylerbeyi kumaşları teslim almadığını iddia ederek malın kendisine verilmesini istemişti26. XVII. yüzyıl ortalarında da Dubrovnik’e ticaret için giden Türk tüccarlara rastlanmaktadır. Sofçu Elhac Hasan’ın, Dubrovnik’ten İstanbul’a dönerken Nova kalesi askerlerinden bazılarının eşkıyalık yapmaları nedeniyle malları gasp edilmişti. Bosna beylerbeyi ve diğer görevliler eşkıyalık yapan kimselerin bir an önce yakalanmaları konusunda ikaz edilmekteydi27. Türk tüccarların uluslararası ticaret yaptıkları yerler arasında kuşkusuz Venedik’in yeri önem arz etmekteydi. XIV. yüzyıl başlarında Türk tüccarların Venedik’e gidip geldikleri bilinmektedir28. 1419 tarihli Osmanlı-Venedik barış antlaşmasında ilk kez Venedik’teki Osmanlı tüccarlarından bahsedilmiştir. Buna göre, Venedik’e giden Osmanlı tebaası tüccarlar, Osmanlı topraklarına gelen Venedikliler ile aynı haklara sahip olacaktı29. XV. yüzyıl sonlarına doğru artan Osmanlı tüccarlarının Venedik’e gidiş gelişleri, XVI. yüzyıl başlarında düzenli seferlere dönüştü. 1504’te Mısır’a giden Türk, Yahudi ve Marunî uyruklu Osmanlı tüccarları, Venedik yönetiminin Venedik limanına gelen yabancı tüccarlara uyguladığı sıkı kontrol ve tahsil ettiği yüksek vergilere rağmen İskenderiye limanına yanaşan Venedik gemilerine 22 23 24 25 26 27 28 29 Andrej Dzubinski, “16.-18. Yüzyıllarda Polonya-Osmanlı Ticareti”, Savaş ve Barış 15-19. Yüzyıl Osmanlı-Polanya İlişkileri, İstanbul 1999, s. 40. İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, I, İstanbul 2000, s. 345. Faroqhi, “Textile Production in Rumeli and the Arab Provinces: Geographical Distribution and Internal Trade (1560-1650)”, Osmanlı Araştırmaları, II, İstanbul 1980, s. 78-80. 6 Muharrem 1015 (14 Mayıs 1606), Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Düvel-i Ecnebiye Defterleri (D.EC), 13/1, s. 34/134. 11 Safer 1015 (18 Haziran 1606), BOA, D.EC., 13/1, s. 34/137. Evahir-i Cemaziyelevvel 1058 (22 Haziran 1648), BOA, D.EC., 15/3, s. 53/22. Sofçu Elhac Hasan’ın mallarını gasp eden eşkıyaların bir an önce yakalanması için merkezden gönderilen diğer hükümler için bk. Evasıt-ı Muharrem 1059 (29 Ocak 1649), BOA, D.EC., 15/3, s.59/35 ve Evail-i Receb 1059 (11 Temmuz 1649), BOA, D.EC., 15/3, s. 63/41. Dursteler, “Commerce and Coexistence…”, s. 125 ve Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 169. Maria Pia Pedani, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005, II /II, s. 993. 99 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 yükledikleri baharat ve diğer mallarını muda ticaret konvoyuna katarak şehre götürmekten çekinmiyorlardı30. XVI. yüzyılda Kanunî döneminde Venedik’e ticaret yapmak üzere giden tüccarların, burada çeşitli kötü muamelelere maruz kalmaları Osmanlı yönetimince sert bir dille eleştiriyordu31.1537-1540 Osmanlı-Venedik savaşının başladığı sırada Venedik’teki Osmanlı tüccarlarının tutukluluk hali savaş bitene kadar devam etmişti32. 1540 tarihli Osmanlı-Venedik anlaşmasından sonra Osmanlı tüccarı Venedik’e gruplar halinde gidip gelmişlerdi33. 1545-46’da Venedik’e toplu halde hareket eden Osmanlı tüccar ve reayasına Venedik’te haksızlık yapılmasını sadrazam Rüstem Paşa protesto etmekteydi34. Aynı yüzyılın ortalarından hemen sonraya ait olan bir belgeye göre ise Bosnalı tüccarlar, ticaret yapmak üzere kalabalık bir şekilde Venedik’e gidiyorlardı35. Kıbrıs’ın alınmasından sonra da Osmanlı tüccarları kalabalık gruplar halinde Venedik’e gitmeye başladılar36. Ankaralı tüccar Hoca Sinan, 24 Şaban 997’de (8 Temmuz 1589) Venedik’ten 376.900 akçe değerinde mal getirmişti37. Galata’da yaşayan Venediklilerden Agostini Agazzi ile ticari bağlantısı bulunan Abdi Çelebi bir tüccardı. Agazzi yine Hamza Ağa ve Ahmed Ağa gibi çavuşlar ile vezir-i azama yakınlığı bulunan Mustafa Bey’le ticari anlaşmalar içindeydi38. Ankaralı Çelebi Mehmet Reis, Ankara, İstanbul, Venedik ve Girit bağlantılı bir ticari ağ içerisinde faaliyetlerde bulundu. Yünlü ve ipekli kumaş, deri, gıda maddeleri, para 30 31 32 33 34 35 36 37 38 Palmira Brummet, “Competition and Coincidence: Venetian Trading Interests and Ottoman Expansion in the Early Sixteenth-Century Levant”, New Perspectives on Turkey, 5-6, İstanbul 1991, s. 34 ve 38. Tayyib Gökbilgin, “Yeni Belgelerin Işığı Altında Kanunî Sultan Süleyman Devrinde OsmanlıVenedik Münasebetleri”, Kanunî Armağanı, Ankara 1970, s. 172-174. Mahmut H. Şakiroğlu “Venedik Devlet Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler”, Tarih ve Toplum, 2, İstanbul 1984, s. 167 ve Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik Şehrinde Türk Adı ve Tesirleri“, Türk Kültürü, 12/136-137-138, Ankara 1973-1974, s. 268, 4 numaralı dipnot. Osmanlı Devleti’nin Müslüman tüccarların salimen dönmesini sağlamak üzere yabancı ülke elçilerini Yedikule’de göz hapsinde bulundurmasına dair bk. Necdet Sakaoğlu, “Elçilikler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 3, İstanbul 1994, s. 150. 1570-1573 Osmanlı-Venedik savaşı sırasında muhtemelen Venedik’te hapsedilen tüccarlara karşılık olarak balyos Marc Antonio Barbaro’nun ikametgahında göz altında tutulmasına dair bk. Mahmut H. Şakiroğlu, “Balyos”, DİA, V, İstanbul 1992, s. 45. Münferit tüccarlar, genellikle padişah ve diğer saray mensuplarının özel siparişlerini satın almak üzere Venedik’e giderlerdi (Turan, “Venedik’te Türk Ticaret…”, s. 251-253). Saray ağalarından Ali’nin 1561’de 2600 filori ve ticarî mal yüklü mülk navlun gemisi ile Venedik’e gönderdiği iki Rum hakkında bk. Gökbilgin, “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, s. 31 ve 120. Rüstem Paşaya göre, ‘saadetlü padişahımızın memleketleri reayasına ve tacirlerine bu vechile teaddiler ola bunun sonu iyi olmaz’dı (Tayyib Gökbilgin, “Venedik Devlet Arşivi’ndeki Vesikalar Külliyatında Kanunî Sultan Süleyman Devri Belgeleri”, Belgeler, I/2, Ankara 1964, s. 161). Tayyib Gökbilgin, “Kanuni Sultan Süleyman Devrine Ait Bosna ve Hersek ile İlgili Venedik Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler Hakkında”, Tarih Dergisi, 32, İstanbul 1979, s. 326. Maria Pia Pedani, “The Ottoman Empire and the Gulf of Venice”, CIEPO XIV. Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2004, s. 595. Bosna’da tüccarın malına Hassa beytülmal emini tarafından el konulmuştu (Halit Ongan, Ankara’nın İki Numaralı Şer’iye Sicili, Ankara 1974, s. 51, 679 numaralı ferman). Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 51. 100 Metin Ziya KÖSE ticareti yapan Mehmet Reis’in, Venedik’in en önemli tüccarlarından olan Lorenzo Girardi ile ticari bağlantıları bulunmaktaydı. Ankaralı tüccar Venedik’e ticari bağlantılar kurmak üzere bazı temsilciler gönderdiği gibi, İstanbul’da da Yahudi ve Hristiyan acentaları ile işbirliği yapmaktaydı39. Diğer bir tüccar ise Mehmet Reisten daha büyük yekûnlarda ticaret yapan Resul Ağa idi. Daha çok sof, ipek, mum ve kağıt ticareti yapan Resul Ağa, 1620’de Adriyatik’te korsan saldırısı sonucunda bir gemideki malları gaspedilince, Venedik tarafından kaybı tazmin edilmişti40. Venedik ile ticari bağları bulunan diğer bir tüccar ise Ankaralı sof tüccarı Seyyid Abdi idi. 1586’da Ankara’dan temin ettiği 38 yük sof ile İstanbul’a gelen Seyyid Abdi, gerekli vergileri ödedikten sonra, emtiayı iki adamı ile birlikte Venedik’e gönderdi. Venedikli bir sof tüccarının gemisiyle Gabela iskelesinden yola çıktıklarında Uskokların saldırısına uğradılar, mallar yağmalandı, adamlardan biri öldü, diğeri ise esir edildi. Seyyid Abdi hakkını uzun süre aradıysa da bir sonuç elde edemedi41. Müslüman/Türk tüccarlara dair diğer bir kayıt ise 1589’da Uskok saldırısına uğrayan Bosnalı tüccarlara aittir. Mürüvvet, İbrahim, Hacı Şahman ve Ali adındaki tüccarların mallarının tazmini için Osmanlı Devleti devreye girmişti42. Venedik’ten yükledikleri mallarla yola koyulan ve Hersek’e ulaşıp konakladıklarında Uskok saldırına uğrayan Mehdi, İbrahim ve Şaban adlı tüccarlardan Mehdi öldürülmüş ve diğerlerinin malları gasp edilmişti43. 1617 de ise korsan saldırısına maruz kalanlar bir grup Müslüman tüccardı44. Sadece tüccar olanların değil, muhtelif devlet görevlerinin de Venedik ile olan ticarî bağlantıları önemli sayılabilecek oranda büyük ve gelişmişti45. Mesela, XVI. yüzyılın sonlarında Galata’da yaşayan ve ticaret yapan Agazzi kardeşlere 23,872 duka veren yeniçeri ağası Ali, Venediklilerden yatırım yapmalarını istemişti46. Niccolo 39 40 41 42 43 44 45 46 Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 161-162. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s.162. İdris Bostan, “Adriyatik’te Osmanlılar ve Uskoklar”, Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, İstanbul 2006, s.118; Suraiya Faroqhi, “Ottoman Views on Corsairs and Piracy in the Adriatic”, The Kapudan Pasha His Office and His Domain (ed. Elizabeth Zachariadou), Rethymnon 2002, s. 362363 ve Maria Pia Pedani, In Nome Del Gran Signore Inviati Ottomani a Venezia Della Caduta di Costantinopali Alla Guerra Di Candia, Venezia 1994, s. 19; Maria Pia Pedani, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005, II /II, s.1010 ve Maria Pia Pedani, I “Documenti Turchi” Dell Archivio Di Stato Di Venezia, Roma 1994, s. 245-246. Bu eser içerisinde XVI. ve XVII. yüzyılda Venedik ile ticari bağlantısı olan birçok Müslüman Türk tüccarın adı geçmektedir. Suraiya Faroqhi, “Ottoman Views on Corsairs and Piracy in the Adriatic”, The Kapudan Pasha His Office and His Domain (ed. Elizabeth Zachariadou), Rethymnon 2002, s. 363 ve Maria Pia Pedani, I “Documenti Turchi” Dell Archivio Di Stato Di Venezia, Roma 1994, s. 245-246. 1022-1023(1613-1614), BOA, Mühimme Defteri (MD), nr.80, s. 283/566. Suraiya Faroqhi, “Ottoman Views on Corsairs and Piracy in the Adriatic”, The Kapudan Pasha His Office and His Domain (ed. Elizabeth Zachariadou), Rethymnon 2002, s. 363-364. Eric Dursteler, “Commerce and Coexistence: Veneto-Ottoman Trade in the Early Modern Era”, Turcica, 34, Paris 2002, s. 105-133 ve Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 162 vd. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 51. 101 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 Soruro ve ortağı Gianmaria Parante XVII. yüzyıl başlarında İstanbul’da baş defterdar da dâhil olmak üzere birçok devlet görevlisiyle ticari bağlantılar kurmuşlardı47. Kıbrıs Beylerbeyliği, kapudan-ı deryalık ve Mısır Beylerbeyiliği yapan Cafer Paşa Rum, Müslüman ve Yahudi acenteler aracılığıyla ticaret yaptığı gibi, doğrudan Venedikli tüccarlarla da ortaklık kurdu48. Bazı sadrazamların da Venedik ile kendi adlarına çalışan adamları vasıtasıyla ticaret yaptıkları görülmektedir49. Venedik idarecileri, XVII. yüzyıl başlarında gümrük vergisi girişinde 1590’lardaki gelirlere göre %30’luk bir kayba şahit oldular50. Venedik’teki yabancı tüccarların korunmasına ve Venedik’e gelirken kolaylıklar sağlanmasına ehemmiyet verilmeye başlandı. Nitekim bir arşiv belgesine göre, Osmanlı Müslüman tüccarları Venedik’e gittiklerinde diledikleri şekilde ticaretlerini yapmakta, Venedik Devleti her konuda yardımcı olmaktaydı51. Venedik’te her geçen gün sayısı artan Osmanlı tüccarlarının kalacağı bir yerin bulunmaması da Venedik yönetimini harekete geçirdi. Venedik idarecileri şehre gelen yabancılara uyguladığı Venedik’te birer ticaret merkezi açma anlayışı gereğince sayıları gittikçe artmaya başlayan Türk tüccarlara da bir yer göstermek zorunluluğu hissetmişti52. Daha 1570’lerde Venedikli yöneticiler, ticaret için gelen Osmanlı-Müslüman tüccarlarının kalacağı ve mallarını muhafaza edebileceği bir yer bulmaya çalışmışlardı. 1575’te Türkleri yakından tanıyan Michele Membre’ye Venedik’e gelen Türklerin neden mutlaka bir arada bulunmasına ve Türklerin yerleşeceği binanın nasıl donatılacağına dair görüşlerin yer aldığı bir rapor hazırlatılmıştı53. XVII. yüzyılda Osmanlı tebaası tüccarların gruplar halinde gidiş 47 48 49 50 51 52 53 Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 56. Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 164-166 ve 168. Örneğin 1598’de Sadrazam İbrahim Paşa’nın adamı olan Mustafa Bey, ipek kumaş alınmak üzere Agazzi kardeşlere 190,680 akçe vermişti (Eric R. Dursteler, Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006, s. 166). Alman tüccarların Venedik’te kaldıkları Fondaco Dei Tedeschi’den elde edilen gelirlerin düşmesinden duyulan kaygılara dair bk. Domenico Sella, “Crisis and Transformation in Venetian Trade”, Crisis and Change in the Venetian Economy in the 16th and 17th Centuries, (ed. Brian Pullan), London 1968, s. 94. Doğu Akdeniz’den Venedik’e gelen malların ticaretini Venedik’te yapan Alman tüccarların ikamet ettikleri Fondaco dei Tedeschi için bk. Pierre Jeanin, Merchants of the 16th Century, New York 1972, s. 16 ve Hermann Kellenbenz, “From Melchior Manlich to Ferdinand Cron German Levantine and Oriental Trade Relations (Second Half of 16th and Beginning of 17th C.), V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Ankara 1990, s. 559. Evahir-i Zilkade 1034 (3 Eylül 1625), BOA, Maliyeden Müdevver Defterler (MAD), 6004, 123/1. 1670’lerde de Venedik’teki tüccarlara aynı tavırla yaklaşıldığına dair Sella, “Crisis and Transformation in Venetian Trade”, Crisis and Change in the Venetian Economy in the 16th and 17th Centuries, (ed. Brian Pullan), London 1968, s. 97. XVI. yüzyıl içerisinde Osmanlı tüccarlarının Venedik’te kaldıkları değişik yerler için bk. Maria Pia Pedani, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005, II /II, s. 1003-1004. Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik’teki Türk Ticaret Merkezi (Fondaco Dei Turchi) Hakkında Yeni Bilgiler ve Bunun Ticaret Tarihimizdeki Yeri”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi”, II, İstanbul 1989, s. 616 ve Şakiroğlu, “Venedik Devlet Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler”, Tarih ve Toplum, 2, İstanbul 1984, s. 167. İnebahtı Savaşı’ndan sonra Venedik’teki Türkleri bir araya getirme görüşünün Venedik’te kabul görmeye başlaması hakkında bk. Ennio Concina, Doç ve Sultan, s. 84. 102 Metin Ziya KÖSE gelişleri de Venedik’in bu konuda harekete geçmesine vesile oldu. Bu sırada, Raguza ile ticarî bir çekişme içerisinde olan Venedik, Spilato’yu bir ticarî merkez haline getirmeye çalışıyordu. Spilato limanı yoluyla Osmanlı tüccarları Venedik’e gelmeye başladılar. 1611’de Spilato’ya gelen Polanyalı Simeon, burada İstanbul, Ankara ve Edirne’den çok sayıda Müslüman tüccarın bulunduğunu belirtmektedir54. 1621’de XVI. yüzyıl ortalarından itibaren şehirde muhtelif binalarda kalan Türk tüccarlar, en sonunda Fondaco Dei Turchi adlı binaya yerleştirildiler55. Bina da hem Osmanlı tebaası Balkan tüccarları, hem de Osmanlı tüccarları kalmaya başladılar56. Fondaco, han, kervansaray karşılığında kullanılan bir kelimedir. Venedik’teki Fondaco Dei Turchi, Türk tüccarlarının ikamet ettikleri bir otel, mallarını muhafaza ettikleri bir depo, aynı zamanda ticaret yaptıkları bir merkezdi57. Bina, Venedik’in en eski yapılarından birisidir. Bizans mimarisi özellikleri ile inşa edilmiştir. Türk tüccarlara tahsisinden evvel Ferrara Dükü’nün Sarayı olarak kullanılmıştır. Bir nevi Türk hanı olarak kabul edilebilecek binada aynı anda 120 tüccarın barınmasına imkân sağlanmıştı. Osmanlı tüccarları handa 1815’e kadar ikamet etmişlerdi58. Venedik tüccarının Osmanlı topraklarında karşılaştığı problemlerin benzerlerini Osmanlı tüccarları da Venedik’te yaşamaktaydı. Özellikle dil, din, gelenek görenek farklılıklarından doğan anlaşmazlıklar, bazen Türk tüccarlardan bazen de Venediklilerin çeşitli engellemelerinden kaynaklanmaktaydı. Venedik’te Osmanlı tüccarlarının haklarını korumak üzere daimi bir temsilcisinin olmaması yüzünden, tüccarlar haklarını aramak üzere Venedik yönetimine doğrudan başvuruyorlardı59. Eğer zarara uğramışlarsa önce diplomatik vasıtalarla kayıplarını tazmin etmeye çalışıyorlardı. Tüccarlar, Venedik yönetimine şikâyetlerinin büyük bir bölümünü yazılı olarak kendi dillerinde yapmaktaydılar60. Türkçe bilen tercümanlar vasıtası ile başvuran ve problemlerini çözmeye çalışan tüccarların, Osmanlı yönetimi tarafından da takip edildiği anlaşılmaktadır61. 54 55 56 57 58 59 60 61 Polanyalı Simeon, Polonyalı Bir Seyyahın Gözünden 16. Asır Türkiyesi, İstanbul 2007, s. 40. Fatma Mansur Coşar, “Venedik ile Osmanlı Arasındaki Bağ: Tüccarlar”, Toplumsal Tarih, 2, İstanbul 1994, s.20; Philippe Braunstein, “Venedig und der Türke (1450-1570)”, Herausgegeben von Othmar Pickl Die Wirtschafflichen Auswirkungen der Türkenkriege, Graz 1971, s. 66; Turan, “Venedik’te Türk Ticaret...”, s. 257-262 ve Suraiya Faroqhi, “Esnaf Ağları ve Osmanlı Zanaat Üretimi”, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, İstanbul 2003, s. 21. Kafadar, agm, s. 202 ve Şakiroğlu, “Venedik Şehrinde Türk Adı ve Tesirleri“, Türk Kültürü, 12/136137-138, Ankara 1973-1974, s. 267-268. Turan, “Venedik’te Türk Ticaret...”, s. 247 ve Faroqhi, “Merchant Networks and Ottoman Craft Production”, Urbanism in Islam(ed. T.Yukama), Tokyo 1989, s. 107. Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik’teki Türk Ticaret Merkezi (Fondaco Dei Turchi)…”, s. 615-619. Binanın tarihçesi için bk. Turan, “Venedik’te Türk Ticaret...”, s. 262-265. Turan, “Venedik’te Türk Ticaret...”, s. 270. Oysa ki Venedik’teki Almanların haklarını gözeten bir konsolos bulunmaktaydı (Kellenbenz, agm, s. 566). Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik Arşivi ve Kitaplıklarından Türk Tarih ve Kültürüne Ait Kayıtlar”, Erdem, 3/7, Ankara 1987, s. 113. 1534’te Türk tüccarların haklarını korumak ve işlerini takip etmek üzere Girolamo Civran tercüman olarak Venedik yönetimi tarafından atanmıştı (Maria Pia Pedani, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005, II /II, s.1009-1010). 103 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 Osmanlı tüccarlarının Venedik’e götürdüğü mallar arasında yapağı birinci sıradaydı. Pamuk, pamuk ipliği, sof, deri ve deri mamulleri ise götürülen diğer hammaddelerdi. Venedik’ten satın aldıkları mallar ise oldukça revaçta olan yünlü ve ipekli kumaşlar, kadifeler, satenler ve diğer kumaş çeşitleriydi62. Venedik’le ticaret üzere bulunan tüccarların sayısı ne kadardı? 1570’lerde Venedik’te 75 Müslüman tüccar, 97 Osmanlı tebaası Yahudi tüccar bulunmaktaydı. Bunun daha da ötesinde Venedik’le 1573’te başlayıp 1645’e kadar devam eden uzun barış döneminde, genellikle tam bu döneme tekabül eden ve kabul gören Osmanlı ekonomik gerilemesinin tam aksine Osmanlı tüccarlarının Venedik’le olan ticaretlerinde tam bir ilerleme yaşanmıştır. Osmanlı parasının söz edilen dönemde değerinin devamlı düşmesinin bu büyümede mühim bir etkisi olmuştur. Zira Osmanlı mallarının daha ucuza satın alınması, Osmanlı hammaddelerine ihtiyaç duyan Venedik sanayisi için önemli bir fayda sağlıyordu63. XVII. yüzyıl başlarında Türk tüccarların Venedik’e kadar gidip mal satın alarak döndüklerini muhtevi arşiv kayıtları mevcuttur64. 1620’de Venedik’ten kumaş ve çuha ticareti yapan Osmanlı tüccarı bulunmaktaydı65. Osmanlı topraklarına gelen Venedikli tüccarların malları herhangi olumsuz bir durumda koruma altına alınmaktaydı. Mesela, ölen bir tüccarın terekesi balyos ya da konsolos yardımıyla sahiplerine teslim edilmekteydi. Yine, alacağı olan bir Venedikli için Osmanlı yönetimi bile araya girmekteydi. Bunun gibi, levent saldırısına uğrayan Venedik gemilerindeki mallar sahiplerine iade ediliyordu. Acaba, Venedik’e giden Osmanlı tüccarlarının çeşitli nedenlerle meydana gelen zararları tazmin edilmekte miydi? Bir arşiv belgesine göre, Ahmet adlı bir sof tüccarı Venedik’e gitmek üzereyken Hersek’te Saray kazası yakınlarında haramilerin saldırısına uğrayıp, öldürülmüştü. Geride kalan altı yük sof İspilit’te (Spilato) Ahmet’in ortağı olan bir Venedikliye teslim edilmişti. Ahmet’in kardeşleri ve annesi Osmanlı yönetimine başvurarak sofun kendilerine gönderilmesini istemişlerdi. Osmanlı idarecileri de Venedik yönetiminden Ahmet’in Venedik’te bulunan eşyasının iadesinin iki ülke arasındaki anlaşmalara binaen yapılmasını bildirmişti66. Diğer bir belgede geçtiği üzere Venedik yöneticilerinin İspilit’e gidip gelen tüm Osmanlı tüccarlarına kefil olduğu iddia edilmektedir. Venedik Korfozu’nda67 İspanya ve Anaboli gemileri ile korsan kalyonların saldırısına uğrayan çuha ve kumaş yüklü bir Venedik gemisinde Venedikli ve Yahudi tüccarlarla birlikte Müslüman tüccarlar da bulunmaktaydı. Tüccarlar Venedik gemisindeki mallar korsanlarca yağmalandığından zararlarının tazmini için İstanbul’a gelip divan-ı hümayuna başvurmuşlardı. Onlara göre, Venedik önceden yazılı bir belge vermiştir. Hatta Venedik’e verilen ahidnâmede de kayıtlıdır. Öyleyse zararlarının karşılanması gerekmektedir. İstanbul’da yapılan incelemede böyle bir kayıtın olmadığı anlaşılmış ve 62 63 64 65 66 67 Şerafettin Turan, “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi”, Belleten, XXX/126, Ankara 1968, s. 255. Kafadar, agm, s. 201. 15 Zilkade 1020 (19 Ocak 1612), BOA, D. EC. 13/1, s. 84/415 ve 22 Zilhicce 1020 (25 Şubat 1612), BOA, D. EC. 13/1, s. 84/420. Evahir-i Muharrem 1030 (25 Aralık 1620), BOA, MAD. 6004, s. 11/3. 15 Zilkade 1020 ( 19 Ocak 1612), BOA, D. EC. 13/1, s. 84/415. Venedik Korfozu için bk. Maria Pia Pedani, “The Ottoman Empire and the Gulf of Venice”, CIEPO XIV. Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2004, s. 585-600. 104 Metin Ziya KÖSE şikâyetçilerin isteklerinden vazgeçmeleri istenmiştir68. Birkaç yıl sonra yine aynı sorun yüzünden Müslüman tüccarların yaptıkları girişimler de sonuçsuz kalmıştı. Balyosun zararların tazmini için sorumlu tutulması ve bu konuda Venedik beylerinin vekili olarak görülmesi doğru değildir sonucuna varılmıştı 69. Sonuç olarak, Türklerin uluslararası ticarette oldukça etkin bir şekilde var olduklarını söylemek mümkündür. Türk tüccarlara dair incelenen döneme ait birinci el kayıtların kısır kalması bir handikap olarak görülse de hem o devre ait bazı belgelerden hem de çeşitli araştırmacılar tarafından hazırlanan eserlerden faydalanmak suretiyle Türk tüccarların faaliyetlerine tanıklık edilmektedir. Dubrovnik, Ankona, Polonya, İngiltere gibi ülkelerde ticaret yapan Osmanlı tüccarlarının bilhassa Venedik’le olan ticari bağları ise oldukça kuvvetlidir. Kaynaklar Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Düvel-i Ecnebiye Defterleri, nr. 13/1ve 15/1, Maliyeden Müdevver Defterler, nr.6004 ve Mühimme Defteri, nr.80 Bostan, İdris, “Adriyatik’te Osmanlılar ve Uskoklar”, Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, İstanbul 2006. Braunstein, Philippe, “Venedig und der Türke (1450-1570)”, Herausgegeben von Othmar Pickl Die Wirtschafflichen Auswirkungen der Türkenkriege, Graz 1971. Brummet, Palmira, “Competition and Coincidence: Venetian Trading Interests and Ottoman Expansion in the Early Sixteenth-Century Levant”, New Perspectives on Turkey, 5-6, İstanbul 1991. Concina, Ennio, Doç ve Sultan. Coşar, Fatma Mansur, “Venedik ile Osmanlı Arasındaki Bağ: Tüccarlar”, Toplumsal Tarih, 2, İstanbul 1994 Dursteler, Eric R., Venetians in Constantinople Nation, Identity, and Coexistence in the Early Modern Mediterranean, Baltimore 2006. Dursteler, Eric R., “Commerce and Coexistence: Veneto-Ottoman Trade in the Early Modern Era”, Turcica, 34, Paris 2002. Dzubinski, Andrej, “16.-18. Yüzyıllarda Polonya-Osmanlı Ticareti”, Savaş ve Barış 1519. Yüzyıl Osmanlı-Polanya İlişkileri, İstanbul 1999. Emecen, Feridun, Unutulmuş Bir Cemaat Manisa Yahudileri, İstanbul 1997 Faroqhi, Suraiya, “Krizler ve Değişim 1590-1699”, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi (ed.Halil İnalcık-Donald Quataert), II, İstanbul 2004. Faroqhi, Suraiya, “Ticaret: 1480’lerde Bursa Tüccarları”, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, İstanbul 2003, s. 153-177. 68 69 Bazı Müslüman ve Yahudiler isteklerinden vazgeçmeyip, İspilit’teki görevlilerden zararlarının tazminini istemeye devam etmekteydiler (25 Ramazan 1026 (26 Eylül 1617), BOA, D. EC. 13/1, s. 153/721). Evahir-i Muharrem 1030 (25 Aralık 1620), BOA, MAD. 6004, s. 11/3. Aynı konuda bk. Evasıt-ı Receb 1035 (23 Nisan 1625), BOA, MAD. 6004, s. 117/1. 105 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 95 – 107 Faroqhi, Suraiya, “Merchant Networks and Ottoman Craft Production”, Urbanism in Islam(ed. T.Yukama), Tokyo 1989. Faroqhi, Suraiya, “Traders and Custom Officials in 1660’s Iskenderun”, New Perspectives on Turkey, 5-6, İstanbul 1991. Faroqhi, Suraiya, “Textile Production in Rumeli and the Arab Provinces: Geographical Distribution and Internal Trade (1560-1650)”, Osmanlı Araştırmaları, II (İstanbul 1980). Faroqhi, Suraiya, “Ottoman Views on Corsairs and Piracy in the Adriatic”, The Kapudan Pasha His Office and His Domain (ed. Elizabeth Zachariadou), Rethymnon 2002. Faroqhi, Suraiya, “Esnaf Ağları ve Osmanlı Zanaat Üretimi”, Osmanlı Dünyasında Üretmek, Pazarlamak, Yaşamak, İstanbul 2003. Fleet, Kate, European and Islamic Trade in the Early Ottoman State, the Merchants of Genoa and Turkey, Cambridge 1999 Frangakis-Syrett, Elena, 18. Yüzyılda İzmir’de Ticaret (1700-1820), İzmir 2006. Goffman, Daniel, “Ottoman Millets in the Early Seventeenth Century”, New Perspectives on Turkey, 11, İstanbul 1994. Gökbilgin, Tayyib, “Venedik Devlet Arşivindeki Türkçe Belgeler Kolleksiyonu ve Bizimle İlgili Diğer Belgeler”, Belgeler, V-VIII/9-12 (Ankara 1968-71). Gökbilgin, Tayyib, “Venedik Devlet Arşivi’ndeki Vesikalar Külliyatında Kanunî Sultan Süleyman Devri Belgeleri”, Belgeler, I/2 (Ankara 1964). Gökbilgin, Tayyib, “Yeni Belgelerin Işığı Altında Kanunî Sultan Süleyman Devrinde Osmanlı-Venedik Münasebetleri”, Kanunî Armağanı, Ankara 1970. Gökbilgin, Tayyib, “Kanuni Sultan Süleyman Devrine Ait Bosna ve Hersek ile İlgili Venedik Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler Hakkında”, Tarih Dergisi, 32 (İstanbul 1979). Grene, Molly, A Shared World Christians and Muslims in the Early Modern Mediterranean, Princeton 2000. Hanna, Nelly, Making Big Money in 1600 The Life and Times of İsmail Abu Taqiyya, Egyptian Mercant, Syracuse-New York 1998. İnalcık, Halil, “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Ottoman Empire: Conquest, Organization and Economy, London 1978, s. 97-140. Inalcık, Halil, Sources and Studies on the Ottoman Black Sea, I, The Customs Register of Caffa, 1487-1490, Harvard University 1995. İnalcık, Halil Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi 1300-1600, I, İstanbul 2000. Jeanin, Pierre, Merchants of the 16th Century, New York 1972. Kafadar, Cemal, “A Death in Venice(1575): Anatolian Muslim Merchants Trading in the Serenissima”, Journal of Turkish Studies, 10, Cambridge-Mass. 1986. Kellenbenz, Hermann, “From Melchior Manlich to Ferdinand Cron German Levantine and Oriental Trade Relations (Second Half of 16th and Beginning of 17th C.), V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, Ankara 1990. Kolodziejczyk, Dariusz, “The Export of Silver Coin Through the Polish-Ottoman Border and the Problem of the Balance of Trade”, Turcica, 28 (1996). 106 Metin Ziya KÖSE Mantran, Robert, XVI.-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğu, (Çev. M. Ali Kılıçbay), İstanbul 1995. Masters, Bruce, “Patterns of Migration to Ottoman Aleppo in the 17th and 18th Centuries”, International Journal of Turkish Studies, 4/1-2, Madison Wisconsin 1987-1988. Ongan, Halit, Ankara’nın İki Numaralı Şer’iye Sicili, Ankara 1974. Polanyalı Simeon, Polonyalı Bir Seyyahın Gözünden 16. Asır Türkiyesi, İstanbul 2007. Pedani, Maria Pia, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005, II /II. Pedani, Maria Pia, “The Ottoman Empire and the Gulf of Venice”, CIEPO XIV. Sempozyumu Bildirileri, Ankara 2004. Pedani, Maria Pia, In Nome Del Gran Signore Inviati Ottomani a Venezia Della Caduta di Costantinopali Alla Guerra Di Candia, Venezia 1994. Pedani, Maria Pia, “Facilities for Ottoman Merchants in the Rialto Market (1534-1621), XIV. Türk Tarih Kongresi, Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 2005. Maria Pia Pedani, I “Documenti Turchi” Dell Archivio Di Stato Di Venezia, Roma 1994. Sahillioğlu, Halil, Topkapı Sarayı Arşivi H.951-952 Tarihli ve E-12321 Numaralı Mühimme Defteri, İstanbul 2002. Sakaoğlu, Necdet, “Elçilikler”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 3, İstanbul 1994. Sella, Domenico, “Crisis and Transformation in Venetian Trade”, Crisis and Change in the Venetian Economy in the 16th and 17th Centuries, (ed. Brian Pullan), London 1968. Şakiroğlu, Mahmut H., “Venedik’teki Türk Ticaret Merkezi (Fondaco Dei Turchi) Hakkında Yeni Bilgiler ve Bunun Ticaret Tarihimizdeki Yeri”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi”, II, İstanbul 1989. Şakiroğlu, Mahmut H., “Venedik Devlet Arşivi’ndeki Türkçe Belgeler”, Tarih ve Toplum, 2 (İstanbul 1984). Mahmut H. Şakiroğlu, “Venedik Şehrinde Türk Adı ve Tesirleri“, Türk Kültürü, 12/136-137-138 (Ankara 1973-1974). Şakiroğlu, Mahmut H. “Balyos”, DİA, V, İstanbul 1992. Şakiroğlu, Mahmut H., “Venedik’teki Türk Ticaret Merkezi (Fondaco Dei Turchi) Hakkında Yeni Bilgiler ve Bunun Ticaret Tarihimizdeki Yeri”, Beşinci Milletlerarası Türkoloji Kongresi, II, İstanbul 1989. Şakiroğlu, Mahmut H., “Venedik Arşivi ve Kitaplıklarından Türk Tarih ve Kültürüne Ait Kayıtlar”, Erdem, 3/7 (Ankara 1987). Turan, Şerafettin “Venedik’te Türk Ticaret Merkezi”, Belleten, XXX/126 (Ankara 1968). Veinstein, Gilles, “Marchands ottomans en Pologne-Lituanie et en Moscovie sous le regne de Soliman le Magnifique”, Cahiers du Monde russe, 34, 1994. 107 DIE PALÄSTINAPOLITIK DES OSMANISCHEN REICHES WÄHREND DES ERSTEN WELTKRIEGES (1914-18) Fahri TÜRK* Abstract / Özet Die Einwanderung der osteuropäischen und russischen Zionisten seit der Mitte des 19. Jahrhunderts nach Palästina übte einen starken Einfluss auf die türkische Palästinapolitik. Denn die Juden, die aus Osteuropa und Russland nach Palästina kamen, waren nicht bereit, die osmanische Staatsangehörigkeit anzunehmen. Da diese Situation zur Einmischung der europäischen Mächte in die innere Angelegenheit der Türkei führen konnte, war die türkische Regierung reserviert und vorsichtig gegenüber der jüdischen Einwanderung nach Palästina sowohl vor und während des Ersten Weltkrieges. Alfred Nossig bemühte sich während des Krieges darum, die Situation der in Palästina lebenden Juden zu verbessern. Darüber hinaus trug er einen großen Beitrag zur Gründung der deutsch-israelisch-osmanische Union bei, um im Falle eines deutsch-türkischen Sieges im Krieg Vorteile für die jüdische Bevölkerung erzielen zu können. Während des Krieges wurden 40- 50.000 Juden, die keine osmanische Staatsangehörigkeit besaßen, von Palästina nach Syrien und Aegypten evakuiert. Nach der Bekanntgabe der Balfour Deklaration durch England im Jahre 1917 ließen die Kontakte der zionistischen Juden Palästinas zur osmanischen Regierung nach. Schlüsselwörter: Osteuropäische und russische Zionisten, Alfred Nossig, die deutsch-israelischosmanische Union, die Balfour Deklaration. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI DEVLETİ’NİN FİLİSTİN SİYASETİ (1914-18) 19. yüzyılın ortalarından itibaren Filistin’e yerleşmeye başlayan Doğu Avrupa ve Rusya Siyonistleri, Osmanlı Devleti’nin bu bölgeye bakışını derinden etkilemiştir. Çünkü söz konusu bölgelerden Filistin’e gelen Siyonist göçmenler, geldikleri ülkelerin tabiyetinden Osmanlı tabiyetine geçmek istemiyorlardı. Bu durum büyük Avrupa Devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasına neden olduğundan, İstanbul bu bölgeye gelen göçmenlere hem savaş öncesi dönemde hem de savaş sırasında ihtiyatlı yaklaşmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Alfred Nossig’in Filistin’de yaşayan Yahudilerin durumlarını düzetmeye çalıştığı ve savaşta olası bir Türk-Alman galibiyetini göz önünde bulundurarak Alman-Türk-İsrail Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük ettiği görülmektedir. Savaşta 40-50 bin civarında Yahudi, güvenlik gerekçesiyle Suriye’ye ve Mısır’a gönderilmiştir. Bu Yahudilerin büyük kısmı Osmanlı tebası olmayan Yahudiler’den oluşmaktaydı. 1917’de Balfour Deklarasyonu’nun yayınlanması üzerine Filistin’de yaşayan Siyonistlerin Osmanlı Devleti ile ilişkileri hız kaybetmiştir. Anahtar Kelimeler: Doğu Avrupa ve Rusya Siyonistleri, Alfred Nossig, Alman-Türk-İsrail Cemiyeti, Balfour Deklarasyonu Aufgrund der Unterdrückung der ost- und westeuropäischen Juden im 19. Jahrhundert kam die Gründung einer Heimstädte für die jüdische Bevölkerung in * Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 109 – 117 Palästina in Frage, wo damals unter der osmanischen Herrschaft befand. Allerdings reagierten die osmanischen Regierungen auf die jüdisch-zionistische Ansiedlung in Palästina sehr zurückhaltend. Denn diese russischen Einwanderer besaßen überwiegend die russische Staatsangehörigkeit, was zur Einmischung der europäischen Großmächte in die innere Angelegenheiten der Türkei führte. Aus diesem Grund war die türkische Regierung gegen eine jüdische Einwanderung mit zionistischen Motiven. Die Zionisten waren tatsächlich nicht bereit, die osmanische Staatsangehörigkeit zu akzeptieren. Die Staatsangehörigkeitsfrage spielte deswegen bei der Bestimmung der türkischen Palästinapolitik eine entscheidende Rolle. Im Ersten Weltkrieg begegnet man den Bemühungen der europäischen Juden um die Verbesserung der Situation der russischen Juden in Palästina, wobei in diesem Zusammenhang den Verhandlungen von Alfred Nossig mit der türkischen Regierung eine besondere Bedeutung zukommt. Für die Unterstützung der Ansiedlung der osteuropäischen Juden gründete man einige Vereinigungen unter anderem auch die deutsch-israelisch-osmanische Union. Es muss in diesem Zusammenhang betont werden, dass das verhängte Einwanderungsverbot nach Palästina während des Ersten Weltkrieges teilweise aufgehoben bzw. gemildert wurde. Die Anwesenheit der ca. 40 bis 50.000 russischen Juden in Palästina führte jedoch zur Evakuierung der russischen Juden aus Palästina. In diesem Kontext ist es anzunehmen, dass das Vorgehen der türkischen Regierung gegen die jüdische Bevölkerung in Palästina aus Sicherheitsbedenken Zustande gekommen ist. Aufgrund der deutschen Intervention in die Staatsangehörigkeitsfrage konnte eine umfangreiche Deportation vermieden werden. Nach der Bekanntgabe der Balfour-Deklaration gründeten die Türken eine Kommission über die Verhandlung einer quasi osmanischen Balfour-Deklaration, zu dem sowohl die osmanische Juden als auch die Türken angehörten. Die Bemühungen von Dr. Alfred Nossig um die Regelung der jüdischen Einwanderung Während des Ersten Weltkrieges kam der polnische Zionist Alfred Nossig - er wurde während des Zweiten Weltkrieges im Warschauer Getto getötet - nach Istanbul, um eine Genehmigung der türkischen Regierung für eine beschränkte Einwanderung der polnischen Juden nach Palästina zu erwirken. Dabei wurde A. Nossig von der deutschen Botschaft in Istanbul unterstützt, indem man ihn bei den Behördengängen begleitete.1 Süleyman Numan Pascha, der Chef des Feldsanitätswesen, stellte Nossig sogar dem Enver Pascha vor. Bei der Audienz vermied Nossig die Einwanderungsfrage zur Sprache zu bringen. Außerdem wurde Nossig ebenfalls vom Sultan Mehmed Reşat, dem Thronfolger Yusuf Izzettin, Talat Bey und Halil Bey empfangen. Der deutsche Botschafter von Wangenheim vermutet allerdings, dass die türkische Regierung sich bereit erklärt habe, eine jüdische Einwanderung nach Anatolien bzw. Mesopotamien zu genehmigen, wogegen sie die Einwanderung nach Palästina nicht zulasse2, wie in der Ära von Abdülhamid II. der Fall gewesen war. 1 2 Telegramm an das Auswärtige Amt, 7. August 1915, PA AA (Politische Archiv des Auswärtigen Amtes) Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. An den Reichskanzler Bethmann von Hollweg, 1. September 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. 110 Fahri TÜRK Das von den deutsch-jüdischen Gemeinden in die Türkei versandte Sanitätsmaterial wurde von A. Nossig persönlich als Zeichen der Sympathieerklärung der Juden für die türkische Armee in Istanbul übergegeben. Aus diesem Anlass wurde er von den oben erwähnten türkischen Staatsmännern empfangen. A. Nossig und dem Kommerzienrat Simon entlieh man Mecidiye Orden in der türkischen Hauptstadt.3 A. Nossig sei gelungen, Abmachungen mit der türkischen Regierung für die Einwanderungsfrage der osteuropäischen Juden nach Palästina gemacht zu haben. Laut Nossig solle sich die türkische Regierung bereit erklärt haben, die Situation der russischen Juden in der Türkei zu verbessern und die Einwanderung der osteuropäischen Juden in die Türkei durch die osmanisch-jüdische Vereinigung definitiv zu regeln, die von A. Nossig und Emanuel Karasu in Istanbul gegründet wurde.4 Laut Nossig sei die türkische Regierung für die Frage der jüdischen Einwanderung nur dann zu gewinnen, wenn sie von den osmanischen Juden koordiniert und geleitet wird. Man rief nach langwierigen Verhandlungen mit der Regierungspartei dem Komitee für Einheit und Fortschritt und der Regierung einen Verein unter dem Namen „Union Israelite Ottomane“ für die Zwecke zur Unterstützung der Rechtsgleichheit der Juden im Ausland durch die türkische Regierung ins Leben. Diese Vereinigung wollte eine Aktiengesellschaft gründen, um ihre Ziele zu erreichen. Zum Vorstand dieses Vereins gehören neun Juden und ein muslimischer Vertreter aus den Reihen des Komitees für Einheit und Fortschritt an.5 Am 6. Dezember 1915 hob man eine weitere Vereinigung unter dem Namen „Deutsch-israelisch-osmanische Union“ aus der Taufe, deren Ziel es war, die osteuropäischen Juden aus wirtschaftlicher Erwägung in der Türkei zu besiedeln.6 Der Zweck dieser deutsch-israelisch osmanischen Union im Hinblick auf die Einwanderung ist nach dem Absatz 2 des § 1 der Satzung des Vereins folgendermaßen formuliert: „Die Einwanderung und Seßhaftmachung von Juden, die in der Türkei eine neue Heimat suchen und zu deren wirtschaftlichen Entwicklung beitragen wollen, zu erleichtern und fördern; insbesondere ihnen Arbeitsmöglichkeiten in Landwirtschaft, Handel, Industrie, Gewerbe und Handwerk zu schaffen.“7 In diesem Zusammenhang schließt von Wangenheim vollkommen aus, dass wenn die Türkei den Krieg gewinnt, bewilligt sie die Gründung einer autonomen Provinz im Reichsgebiet für die jüdische Bevölkerung. Die türkische Regierung ist fest entschlossen, eine künftige Einwanderung der Juden nach Palästina zu verhindern. Einer Besiedelung der jüdischen Kolonisten außerhalb Palästina würde die türkische 3 4 5 6 7 Anlage zur Bericht vom 6. Oktober 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7, 8. Alfred Nossig an den Herrn Zimmermann, der Unterstaatssekretär des Auswärtigen Amtes, 18. Oktober 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. An den Reichskanzler Bethmann von Hollweg, 21. Oktober 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7, 8. An das Auswärtige Amt, 16. Dezember 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. Die Satzung der deutsch-israelisch-osmanischen Union, PA AATürkei Nr. 195, Bd. 7,8. 111 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 109 – 117 Regierung nach ihren heutigen Erklärungen jedoch keine Hindernisse in den Weg legen, so Wangenheim8 Die Staatsangehörigkeitsfrage der russischen Juden Seit 1882 bestand ein Einwanderungsverbot für russische und rumänische Juden in der Türkei, das man nicht einhalten konnte. Parallel zu dieser Entwicklung ordnete die türkische Regierung an, dass man für den Jerusalembesuch Pässe mit einmonatiger Gültigkeit ausgestellt bekommen kann. Im Sommer 1901 führte die türkische Regierung allerdings eine neue Regelung ein, wonach die Juden mit fremder Staatsangehörigkeit Pässe bis zu drei Monate erwerben konnten.9 Während des Ersten Weltkrieges konzentrierten die Beschwerden der jüdischen Bevölkerung hauptsächlich auf die Bekämpfung derjenigen russischen Juden, die keine osmanische Staatsangehörigkeit besaßen. Nach den Ausführungen von Wangenheim machte die türkische Führung weitgehende Zugeständnisse an die russischen Juden und sagte sie ihnen zu, dass man die verhängten Ausweisungsmaßnahmen aus Palästina aufhebt bzw. mildert. An zweiter Stelle sind die politischen Maßnahmen für die Bekämpfung des Zionismus zu nennen. Nach dem Ausbruch des Ersten Weltkrieges begannen die türkischen Behörden in Palästina, den Zionismus energischer zu bekämpfen als vorher. In diesem Rahmen kamen zu Hausdurchsuchungen, Verhaftungen und Ausweisungen.10 Die deutschen Konsularberichte weisen darauf hin, dass diesbezügliche jüdische Beschwerden weit übertrieben waren. Durch die Unterstützung von Morgenthau, der amerikanische Botschafter in Istanbul, und von Wangenheim konnten die Juden mit russischer Staatsangehörigkeit gegen die Entrichtung von 40 Franken pro Person osmanische Staatsangehörigkeit erwerben, die die gesetzte Frist für die Abgabe der Einbürgerungsanträge versäumt haben. Daraufhin wurden ca. 15.000 russische Juden in den türkischen Staatsverband aufgenommen. Da einiger Juden nicht rechtzeitig ihren Antrag auf Einbürgerung gestellt haben, wurden etwa 5.000 Leute aus Palästina nach Ägypten bzw. Syrien ausgewiesen. Durch die Parteinahme von Morgenthau und von Wangenheim wurden die Zwangsmaßnahmen zur Einbürgerung der Juden in die türkische Staatsangehörigkeit nicht mehr praktiziert.11 Die Ausweisung der russischen Juden aus Palästina ist darauf zurückzuführen, dass es beim Ausbruch des Ersten Weltkrieges in Palästina ca. 40-50.000 Juden mit russischem Pass gab. Den deutschen Konsularberichten zufolge zeigte die türkische Regierung gegenüber der Not der russisch-jüdischen Bevölkerung ein weitgehendes Entgegenkommen. Von irgendeiner großkalibrigen Verfolgung der Zionisten und der jüdischen Bevölkerung in Palästina durch die türkische Regierung kann durchaus keine Rede sein.12 8 9 10 11 12 Wangenheim an den Reichskanzler Bethmann von Hollweg, 11. Juli 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 6,7. Kölnische Zeitung, 29. Oktober 1901, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 1,2. Wangenheim an das Auswärtige Amt, 8. Februar 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 5,6. Berliner Tageblatt, 19. Januar 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 5,6. An das Auswärtige Amt, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 5, 6. 112 Fahri TÜRK Die restriktiven Maßnahmen der türkischen Regierung in Palästina Als Bahaeddin im Oktober 1914 als Stadtpräfekt nach Jaffa einberufen wurde, fing er an, gegen die Selbstständigkeit der jüdischen Siedlungen energisch vorzugehen. Die Aufhebung der Kapitulationen gab ihm die Möglichkeit, einen Plan zur Eindämmung des ethnischen Separatismus zu entwerfen. Der Krieg mit Russland untermauerte die rechtliche Grundlage der eventuellen Ausweisung der russischen Juden, die zur damaligen Zeit mit 30.000 Leuten das Rückgrat der Kolonisationstätigkeit in Palästina bildeten. Die Zionisten konnten eine umfangreiche Ausweisung dadurch vermieden, dass die in der Türkei lebenden russischen Juden sich auf Empfehlung des deutschen Konsulats bereit erklärten, die osmanische Staatsangehörigkeit zu beantragen, was von der osmanischen Regierung wohlwollend angenommen wurde.13 Bei dieser Angelegenheit genoss Bahaeddin die Unterstützung von Cemal Pascha, des Oberkommandierenden der Vierten Armee während des Ersten Weltkrieges. Aus den zionistischen Publikationen riss man diejenigen Stellen heraus, die auf den politischen Charakter des Zionismus hinwiesen, um die Verhör des Zionisten untermauern zu können. In diesem Zusammenhang kam es auch zu Hausdurchsuchungen, Verhaftungen und z. T. auch Verbannungen und Ausweisungen. Parallel zu dieser Entwicklung wurden die Juden auch bei den untergeordneten türkischen Behörden drangsaliert, was auf Erpressungen hinauslief.14 Neben den Zionisten wurden auch die führenden Juden mit türkischem Pass wie Hankin, Schochat, Mossim usw. unter der Beschuldigung der Kongressteilnahme und der Besitz der zionistischen Schriften verhaftet. Zwölf weitere Personen wurden nach Galiläa verschickt. Diese Aktionen wurden von Bahaeddin veranlasst.15 Deutschland wollte seinen Einfluss in der Türkei dahingehend zur Geltung bringen, dass man eine umfangreiche Deportation der russischen Juden aus Palästina nach Ägypten verhindert. Dank dieses deutschen Einflusses mussten nur 11.000 Juden mit russischem Pass aus einer Gesamtzahl von 50.000 Palästina verlassen. Die Evakuierung der jüdischen Bevölkerung der Stadt Jaffa im März-April 1917 verstärkte die antitürkische Propaganda von England.16 Da die Zionisten wie eine de facto Regierung mit ihren eigenen Postämter, Währung und Fahnen in Palästina hatten,17 ordnete die türkische Regierung an, die Postmarken des jüdischen Nationalfonds, zionistische Fahnen und Banknoten der Anglo- palästinensischen Gesellschaft zu vebieten und deren Kontakte zur zionistischen Organisationen in Palästina zu unterbrechen. Nach den Worten von Bahaeddin seien die veröffentlichten Verordnungen ausdrücklich gegen den Gedanken, die Organisationen und den Arbeiten der Zionisten gerichtet.18 13 14 15 16 17 18 Memorandum über den Zionismus und den Weltkrieg, S.8, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. Memorandum über den Zionismus und den Weltkrieg, S.9, in: PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. Wangenheim an das Auswärtige Amt, 9 Februar 1915, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 5,6. Ahmad, Feroz, The Special Relationship The Committee of Union and Progress and the Ottoman Jewish Political Elite 1908-1918, in: Avigdor Levy, Jews, Turks, Ottomans, New York 2002, , S. 228. Atay, Falih R., Zeytindağı (Olivenberg), Istanbul 1932, S. 30. Bahaaddin Bey,Attache der Vierten Osmanischen Armee, 15. Januar 1915, PA Türkei Nr. 195, Bd. 5,6. 113 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 109 – 117 Cemal Pascha drohte die Juden aus Palästina zu vertreiben, wenn sie der antitürkischen Kampagne der Wiener und Berliner Presse nicht entgegenwirken. Sie kamen diesen Wunsch von Cemal Pascha nach, indem sie Drahtbriefe in die europäische Haupstädte schickten. Daraufhin evakuierten die Juden Jaffa und immigrierten sie in die syrische Städte wie Hama und Homs. Ein anderer Grund für die Evakuierung dieser Stadt war die Anwesenheit vieler jüdischen Spione in Palästina.19 Der jüdisch-zionistische Spionagering “Nili” leistete einen wichtigen Beitrag zum Sieg der britischen Armee in der Palästinafront. Dieser Spionageorganisation lieferte den Engländern aufschlussreiche Informationen über die politischen Vorgänge und militärischen Vorbereitungen der Türkei und Deutschland.20 In seinen Erinnerungen nimmt Cemal Pascha Stellung gegen die Beschuldigungen Morgenthaus, er habe die Christen Syriens tyrannisiert. Er sagt, dass es zu keinen Angriffen auf die Christen und die Juden durch die muslimische und drusische Bevölkerung während des Ersten Weltkrieges gekommen seien. Denn er habe durch die notwendigen Maßnahmen die Sicherheit der Christen und Juden gewährleistet.21 Die Stellungnahme der türkischen Regierung zur jüdischen Migration Talat Pascha, der Großwesir, pflegte sehr gute Beziehungen zur führenden jüdischen Elite des Osmanischen Reiches, die er sogar im Berliner Exil nach dem Ersten Weltkrieg unterhalten konnte. Darüber hinaus gewannen die Juden die Freundschaft der lokalen Behörden in Jerusalem und Jaffa, weswegen sie in den öffentlichen Anlässen bevorzugt behandelt werden konnten.22 Als Talat Pascha im Dezember 1917 Julius Berger, der Vorsitzende des Zentralkommitees der Vereinigung der deutschen Zionisten empfing, antwortete er auf die Frage “ Wie würde die Judenpolitik der türkischen Regierung in Zukunft aussehen?” von J. Berger folgendermaßen: “ Wir empfinden immer sehr gute Gefühle für unsere Untertanen jüdischer Herkunft und sie sind lieb zu uns. Die Türkei ist das einzige Land, in dem bis jetzt keinen antisemitistischen Maßnahmen ergriffen wurde, d. h. bei uns gibt es gar keinen Antisemitismus, der unsere Politik bestimmen konnte.”23 Als Becker Talat Pascha fragte, ob die türkische Regierung bereit wäre, den Wunsch der Zionisten nach der Gründung der jüdischen Siedlungen in Palästina mit Wohlwollen zu behandeln, gab der Ministerpräsident einen Antwort, der die Nichtbereitschaft der Türken für die Autonomie der Juden signalisiert: “ Diese Bewegung, d.h. die Einwanderung der Juden nach Palästina, wird von unserer Regierung geduldet. Ansonsten konnten die vorhandenen jüdischen Kolonien 19 20 21 22 23 Atay, Falih R., a. a.O., S. 58. Schreiber, Friedrich, Wolffsohn, Michael, Nahost Geschichte und Struktur des Konflikts, 3. Aufl.,Opladen 1993, S. 25. Cemal Pascha, Hatırat (Denkwürdigkeiten), 5. Aufl., Istanbul 1996, S. 225. Memorandum über den Zionismus und den Weltkrieg, S. 7, PA AA Türkei Nr. 195, Bd. 7,8. Cohen, Reuss von, Die Politische Bedeutung des Zionismus, Berlin 1918, S. 26. 114 Fahri TÜRK nicht überleben. Die türkische Regierung ist aber jetzt in einer heiklen Lage, in der man keinen Sonderrechte für die Juden einräumen darf.”24 Die Antwort auf Becker’s Frage “Ob die von der türkischen Regierung ergriffenen Maßnahmen die jüdische Einwanderung stoppen konnte?” macht deutlich, dass das Osmanische Reich von Anfang an der jüdischen Einwanderung gegenüber reserviert war. Auf diese Frage antwortete Talat Pascha folgendermaßen: “Die Juden, die aus Rußland nach Palästina eingewandert sind, besitzen die russische Staatsangehörigkeit. Da die türkische Regierung für die Einbürgerung dieser Leute in die osmanische Staatsangehörigkeit ist, ist sie entschlossen, verschiedene Maßnahmen zu ergreifen, um die Einwanderung zu stoppen. Denn diese Situation versetzt uns in eine anormale und unerwünschte Lage, in der ein Grossteil unserer Bevölkerung die osmanische Staatsangehörigkeit nicht besitzt. Dies war für uns wegen der Kapitulationen sehr unerträglich gewesen. Weil man diese Leute nicht vor den türkischen Gerichten verantworten konnte. Diese Einwanderer mit fremden Pässen auf dem türkischen Territorium riefen ständig ihre Konsulate zur Hilfe, wann es immer nötig war. Dies wurde von den Botschaften der europäischen Staaten für die Verstärkung ihrer eigenen Positionen im Osmanischen Reich ausgenutzt. Aus diesem Grund gab es immer wieder Streitigkeiten zwischen der Türkei und den europäischen Großmächten. Dies war selbstverständlich unerwünscht von uns. Diese heikle Lage erklärt, warum wir Maßnahmen für den Einwanderungsstopp der Juden ergriffen haben. Da die Türkei schon die Kapitulationen gänzlich abgeschafft haben, kann man diesen restriktiven Maßnahmen rückgängig machen. Aber jeder Jude, der sich entschlossen hat, in der Türkei zu leben, muss seine alte Staatsangehörigkeit abgeben und die osmanische Staatsangehörigkeit akzeptieren. Darüber hinaus müssen sie zur Verantwortung gezogen werden.“25 Die Balfour-Deklaration Am 2. November 1917 schrieb der englische Außenminister Arthur James Balfour einen Brief an Lord Rothschild, der später als Balfour-Deklaration in die Geschichte eingegangen ist. “[...] Die Errichtung einer nationalen Heimstätte in Palästina für das jüdische Volk wird von der Regierung Seiner Majestät mit Wohlwollen betrachtet. Sie wird ihr Bestes tun, um das Erreichen dieses Zieles zu erleichtern, wobei unmißverständlich zu betonen ist, daß nichts getan werden darf, was die Bürgerechte und religiösen Rechte der in Palästina lebenden nicht-jüdischen Bevölkerung oder die Rechte und den politischen Status der Juden irgend eines anderen Landes nachteilig betrifft [...]” 26 Es ist bemerkenswert, dass diese prozionistische Balfour-Deklaration nach der Unterzeichnung des britisch-französischen Sykles-Picot-Abkommens27 am 16. Mai 1916 abgeschlossen wurde. Emmanuel Karasu gründete mit dem Chefrabbi Haim 24 25 26 27 Ebenda., S. 26. Ebenda., S. 26-27. Vgl. a. a. O., Schreiber, Wolffsohn, S. 29 Dieses Abkommen sah Einflusssphären Englands und Frankreichs im Nahen Osten vor. So wurde das Osmanische Reich eine britisch-französische Beute. 115 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 109 – 117 Nahum Efendi und drei weiteren prominenten Unionisten namentlich, Midhat Şükrü, Ziya Gökalp und Dr. Nazım eine Kommission über die Ausarbeitung einer osmanischen “ Balfour Deklaration”mit den deutschen Zionisten im Juni 1918.28 Die Balfour-Deklaration wurde in der türkischen Presse heftig kritisiert. Man warf England vor, die zionistische Bewegung zu patronisieren und die Juden auf die Türken zu hetzen. Es wurde berichtet, dass die Juden während des Ersten Weltkrieges nicht drangsalisiert wurden. Sie wurden vielmehr von der Tyrannei der anderen Staaten beschützt, worauf die Türkei Stolz sei. Die Mehrheit der Juden seien loyal dem türkischen Vaterland. Talat Pascha habe versprochen, dass man alle Juden schützen wird, wenn sie die Sensibilitäten der Türken teilen würden. Aber der Zionismus ziele die Teilung des Osmanischen Reiches ab. Aus diesem Grund sind die türkische Regierung gegen dieses Vorhabens gewesen.29 Zusammenfassung Wenn man die Unternehmungen von A. Nossig in Istanbul verallgemeinernd in Erwägung zieht, ist es sowohl durch die Gründung der osmanisch-jüdischen Vereinigung als auch die der deutsch-israelisch-osmanischen Union erkennbar, dass die jüdische Intellektuelle auf eine eventuelle deutsch-türkisch-österrichische Nachkriegsordnung konzentriert hatten. Jedoch muss man in diesem Zusammenhang betonen, dass die osmanische Regierung nicht den Mut auf die rechtzeitige Verhandlung einer türkischen Bolfour-Deklaration zeigen konnte. Da die türkische Bereitschaft zu einer Zusage für die Errichtung jüdischer Heimstätte in Palästina nach hinein, d.h. nach der Bekanntgabe der Balfour-Deklaration, zustande kam, erwiesen sich diesbezüglichen türkischen Iniative als unglaubwürdig. Wegen der Anwesenheit einer großen Zahl der Juden mit russischem Paß auf dem türkischen Territorium war die Frage nach der Staatsangehörigkeit sehr wichtig für die türkische Regierung, was Talat Pascha Julius Berger gegenüber zum Ausdruch brachte. Aus den Ausführungen des türkischen Ministerpräsidenten wird klar hervorgehoben, dass die Annahme der türkischen Staatsangehörigkeit der einziger Weg für die jüdische Besiedlung Palästinas war. Durch die Parteinahme des USamerikanischen und deutschen Botschafters wurde die Frist der Einbürgerungsanträge verlängert. Aufgrund des Sicherheitsbedenkens kam es jedoch zu Verhaftungen und Erpressungen von Juden durch die türkische Armee in Palästina, was hauptsächlich durch die Spionagetätigkeit der palästinensischen Juden verursacht wurde. Literatur Archivalien Politisches Archiv des Auswärtigen Amtes (PA AA) Türkei Nr. 195, Bd. 1,2 28 29 Ahmad, Feroz, a. a. O., S. 230. Ebenda., S. 229. 116 Fahri TÜRK Türkei Nr. 195, Bd. 5,6 Türkei Nr. 195, Bd. 6,7 Türkei Nr. 195, Bd. 7,8 Zeitungen Kölnische Zeitung Berliner Tageblatt Sekundärliteratur Ahmad, Feroz, The Special Relationship The Committee of Union and Progress and the Ottoman Jewish Political Elite 1908-1918, in: Avigdor Levy, Jews, Turks, Ottomans, New York 2002 Atay, Falih R., Zeytindağı (Olivenberg), Istanbul 1932 Cemal Pascha, Hatırat (Denkwürdigkeiten), 5. Aufl., Istanbul 1996 Cohen, Reuss von, Die Politische Bedeutung des Zionismus, Berlin 1918 Schreiber, Friedrich, Wolffsohn, Michael, Nahost Geschichte und Struktur des Konflikts, 3. Aufl.,Opladen 1993 117 KOÇİ BEY RİSALESİ’NE GÖRE XVII. YÜZYILDA OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA DEVLET- HALK MÜNASEBETLERİNİ ETKİLEYEN FAKTÖRLER Ahmet KOLBAŞI Özet / Abstract Türk kültüründe Siyasetname tarzında yazılmış olan eserlerin Türklerde devlet-halk münasebetlerinin irdelenmesi ve sonuçlarının ortaya konulabilmesi açısından büyük önemi vardır. Çünkü Siyasetname tarzında yazılmış eserlerde devlet-halk münasebetleri önemli bir yer tutar. Bu eserler, genellikle kaleme alan kişi tarafından özel bir üslup kullanılarak devlet yönetiminde görülen eksiklikleri tespit ederek, bu eksiklikleri gidermek için alınması gereken tedbirleri sıralayan konuları içerirler ve amaçları devleti idare edenlere, idare sanatı üzerine önerilerde bulunmaktır. Buna göre hükümdar ülke yönetiminde akla ve bilgiye dayanmalıdır. Hükümdarın iktidarı ile halkın adalet içinde yaşatılması arasında doğru bir orantı kurulur. Burada geçerli olan adalet anlayışı daha çok halkın zulme uğramaması olarak kabul görmüştür. Yusuf Has Hacip tarafından kaleme alınan “Kutatgu Bilig”, Nizamülmülk’ün eseri olan “Siyasetname” ve Koçi bey’e ait olan “Koçi bey Risalesi” bu türün en iyi örnekleridir. Koçi bey Risalesi’nde, yöneten-yönetilen ilişkileri Kasr-ı Adl görüşüne dayanılarak ele alınmış ve çözüm önerileri de yine aynı anlayışla sıralanmıştır. Bu çalışmada Koçi Bey Risalesi’nde XVII. Yüzyılda Osmanlıda devlet-halk münasebetlerinin durumu inceleme konusu yapılmıştır. Anahtar Kelimeler: Siyasetname, risale, reaya, Koçi bey, Osmanlı THE FACTORS AFFECTING THE STATE-PUBLIC RELATIONS IN THE OTTOMAN EMPIRE IN XVIITH CENTURY ACCORDING TO THE KOÇİ BEY’S TRACT In Turkish culture, the works written within the Siyasetname form carry great value from the viewpoint of studying the Turkish state-public relationships and revealing their results. Because statepublic relationships has an important place in the works written in the form of Siyasetname. These works include issues stating the measures to be taken to eliminate deficiencies in the state administration found out generally by the person writing these works in a special style and the aim is to make suggestions for those who govern the state on administrative art. Accordingly, the emperor should rely on reason and knowledge in the state administration. There is a direct proportion between the emperor’s rule and the public’s living in justice. Here, the valid concept of justice is mostly accepted in the sense that people do not suffer cruelty. “Kutatgu Bilig” written by Yusuf Has Hacip, “Siyasetname” by Nizamülmülk, and “Koçi Bey Risalesi” by Koçi Bey are among the best samples of this kind. In the Koçi Bey Tract, the governinggoverned relationships are taken up within Kasr-ı Adl view and the solutions are provided along the same line. In this study, the case of state-public relationships in the Ottoman State in XVIIth Century in the Koçi Bey Tract is topic. Key Words: Siyasetname, tract, rayah, Koçi Bey. Yrd. Doç. Dr., Balıkesir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 119 – 129 Giriş Tarihte insanoğlunun toplumsal yaşam sürmeye başladığı ve yöneten-yönetilen ayırımının ortaya çıktığı andan itibaren devlet-halk ilişkilerinden1 bahsetmek mümkündür. Kamunun halkla ilişkilerinde iletişim, çift yönlü olup karşılıklı hak ve ödevlere dayanan sorumluluk ilkesini öngörür. Misal olarak tarihten günümüze uzanan süreçte devlet, haktan vergi ve askerlik ödevini yerine getirmesini her zaman bekler. Halkta devletten adalet, güvenlik ve savunma görevlerini ifa etmesini ister. Eski Türklerde devlet-halk ilişkilerine dair pek çok örnekler vardır. Büyük Hun imparatoru Mete’nin verimsiz sayılan bir vatan toprağını Yüe-çi’lere vermemesi, II. Göktürk Devletinin sonlarında dikilen Orhun abidelerinde yer alan konuların ekseriyeti devlet halk münasebetlerine açıklık getiren çok önemli tarihi vesikalar olarak yerini almıştır. Osmanlı siyasal sisteminin temelinde İslami unsurlar kadar Türk Bozkır kültürünün ürünü olan siyasi düşünceler ve bu doğrultuda gelişen siyasi örgütlenmelerde etkili olmuştur. Bunu Orhun Abidelerinde töre’ye vurgu yapılması ve İslami dönemin başlangıcında Yusuf Has Hacib’in Kutatgu Bilig de hatırlattığı Devletin vergi almak ve asker toplamak ihtiyacını karşılayan halk ile devlet ilişkilerine değinmesi aynı önemi bize hatırlatmaktadır. Büyük Selçuklular döneminde Nizamülmülk’de ülke bütünlüğüne güzel bir örnek teşkil eden “ Selçuklu beylerine ülkenin doğu ve batı kısmı demeksizin ikta verilmesi uygulamasını yaptığını beyan etmektedir” Vezir Nizâmülmülk tarafından yapılan bir uygulama ülke topraklarının bir bütün olarak algılanıp ona göre yönetildiğine güzel bir örnektir: Askerden birine senevî bin dinar maaş bağlar ve bunun (maaşın) yarısını, Rum diyarındaki bir kasabanın bütçesine ve diğer yarısını, Horasan nihayetindeki bir kasabaya rabdeder (yazar) idi. Hakkında karar sâdır olan kimse, karara râzı olur, maaş eline geçeğinden emin olduğundan maaş için ağız bile açmazdı.2 İslam dünyasında yetişmiş olan büyük düşünürler, zamanlarının hükümdarlarına nasihat yollu devlet ve hükümet idaresi ile ilgili tavsiyelerde bulunmuşlar ve bu hususta eserler yazmışlardır. Bu tür eserlerde genellikle ideal bir devlet reisinin nasıl olması gerektiği ve buna benzer meseleler anlatılmış bazen de tamamen gerçek hayattan alınan örnekler verilmiştir. Bu eserler genelde “Nasihat’ul Mülûk”3 ismi ile anılır. Bu eserlerden birisi olan Kutadgu Bilig’e göre insan kendi iradesiyle siyasi toplumu kurmuş ve akıllı bir varlık olarak hukukun da öznesi olmuştur. Buna paralel olarak kuvvetlinin zayıfı ezmesi önlenmiş ve siyasi toplumun belirtisi olan devlet kurularak hukuk sistemleri meydana getirilmiştir.4 1 2 3 4 Halkla ilişkiler, yönetimin izlemekte olduğu politikanın halka benimsetilmesi, çalışmaların sürekli ve tam olarak halka duyurulması, yönetime karşı olumlu bir hava yaratılması, bunun yanı sıra halkında yönetim hakkında ne düşündüğünü ve yönetimden ne istediğinin bilinmesi ve halkla işbirliği sağlanması işlevidir. Nuri Tortop, Kamu Kuruluşlarında Halkla İlişkiler, TODAİE, Ankara 1975, s. 4. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Maarif Matbaası, İstanbul 1943, s. 59. Ahmet Uğur, Osmanlı Siyaset-Nameleri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1992, s. 75. Metin İşçi, Siyasi Düşünceler Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2004, s. 177. 120 Ahmet KOLBAŞI Osmanlı devleti zamanındada yine bu siyasetname tarzı eserler yazma geleneği olgunlaşarak devam etmiştir. Bu dönemde İdrîs-i Bitlîsî, Kınalızâde, Lütfi Paşa, Âli, Katip Çelebi, Koçi Bey ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa bu türün iyi örneklerini sunmuşlardır. Onyedinci yüzyılın ortalarında Risalesini kaleme alan Koçi Bey’in hangi tarihlerde devşirildiği ve hangi hizmetlerde bulunduğu bilinmemektedir. Kendisi I. Ahmet’ten IV. Murat’a kadar Enderun da muhtelif odalarda hizmet görmüş, IV. Murat zamanında Has odaya alınmıştır. Padişaha 1631 yılında sunduğu risale ile itibarı artmıştır. IV. Murat’tan sonra Sultan İbrahim’e de risale yazarak 1640 yılında ona sunmuştur. Bundan sonra adına pek rastlanmamıştır. Kendisi Görice’nin Plament köyünde gömülüdür. Asıl isminin Mustafa olması muhtemeldir. Kendisinin bir Arnavut devşirmesi olduğu kaynaklarca belirtilmektedir. Koçi bey hakkında ileri sürülen bir başka görüş ise;5 “Koçi” kelimesinin Türkçe olduğu, Koçi Bey’in Türk olduğu devşirme Arnavut olmadığı şeklindedir. “Koçi” kelimesinin Arnavutça “Kuçu” dan veya Slavca “Koço” dan gelmediğini ve Türkçe “Koçu” şeklinde bir ibare olduğunu, bunun Osmanlı Türkçesindeki yazım güçlüğü nedeniyle “Koçi” şeklini aldığı iddia edilmektedir. Buna misal olarak da önceki dönemlerde “Koçu”6 şeklinde isim taşıyan şahısların bulunması gösterilmektedir. Koçi Bey Risalesi’nin7 birinci bölümü 22, ikinci bölümü 19 ayrı konuyu kapsar.8 Koçi Bey, risalesinde devletin eski asırlardaki muvaffakiyet sebeplerini iyi görmüş ve göstermiş, yapılacak ıslahatın yine o devirdeki doğru ve tecrübeli hareketlerin ihyası ile mümkün olacağını arza lüzum görmüştür. Koçi Bey, Osmanlı devletinin gerileme ve zayıflama sebeplerini Kanunî devrine kadar götürmektedir. Fakat bu sebepler ona göre; III. Murat zamanında belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Koçi Bey risale de görüşünü bazen rakamlarla, bazen hadiselere dayanmak ara sıra da sert bir dil kullanmak suretiyle ifade ve izah etmiştir. Çağdaşı olan tarihçilerin bu tarzı kullanmadıkları halde Koçi Bey’in böyle bir üslubunu görerek bunun devlet teşkilatı ve durumu hakkındaki bilgisinden cesaret alabileceği düşünülmektedir. Koçi Bey, XVII. Yüzyıl Osmanlı da devlet-halk münasebetlerini ortaya koyarken klasik İslamî yönetim anlayışına dayandırmıştır. Buna Osmanlı yönetim 5 6 7 8 Türk Ansiklopedisi, “Koçi bey” maddesi, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, Ankara 1975, C. 22, s. 149-151. Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. II, s. 697-698. Koçi Bey den ilk defa Şani-Zade Mehmet Ataullâh Efendi(öl. 1826) bahsetmekte ve risalesini EbunNecip es-Sühreverdî’nin “Nehcu’s-Süluk fî Siyaset’ul Mûluk”üne benzetmektedir. Ebuzziya Tevfik’in kaleme aldığı “Koçi Bey Risalesi” 1886-1887 de İstanbul’da neşredilmiştir. Bu dönemde Koçi Bey hakkında yapılan diğer bir yayın ise Ahmet Vefik Paşa tarafından h. 1303 yılında İstanbul’da yayınlanan “Koçi Bey Risalesi” dir. Koçi Bey Risalesi’ni Ali Kemali Aksüt 1939 yılında İstanbul’da aynı ismi ile yayınlamıştır. Zuhuri Danışman tarafından 1972 yılında sadeleştirilerek yayınlanan eser, daha sonra Yılmaz Kurt tarafından günümüz harfleri ile transkribe edilerek yayınlanmıştır. Yılmaz Kurt eserine risalenin Arapça harflerle yazılmış şeklini de ilave etmiştir. Yılmaz Kurt’un Koçi Bey Risalesi adlı yayınının esasını Ebuzziya Tevfik’in yayınladığı “Koçi Bey Risalesi”nin günümüz Latin harflerine çevrilmesi oluşturmaktadır. Uğur, a.g.e, s. 83. 121 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 119 – 129 anlayışında `daire-i adliye' denir, yani `adalet dairesi’, `adalet çemberi'. Adalet olursa mülk ayakta durur. Bunun zıddı ise zulümdür. Koçi Bey’in de zikrettiği bir vecize bunu şöyle belirtir: “Küfr ile dünya durur, zulm ile durmaz.” Yani, kafir bir devlet bile varlığını sürdürebilir yeter ki adaletli olsun; ama zalim bir devlet Müslüman da olsa ayakta duramaz.9 Zulmün olmaması için Koçi Bey’e göre yöneten kesimin yönetilene adaletli davranması ve her ne sebeple olursa olsun reaya’dan gücünün üstünde vergi almamasıdır. Bu yönleri ile Koçi Bey Risalesi ele aldığı konular bakımından Osmanlı siyaset felsefesini yansıtmakla kalmayıp klasik dönemde oluşan bu anlayışı örneklerle açıklayarak ortaya koymaktadır. Osmanlı Devlet ve Toplum Düzeni Osmanlı devletinin yaşam bulduğu coğrafi saha siyasi ve toplumsal anlamda dünyanın en eski ve birikimli kültürüne sahip bir alandır. Osmanlı devleti bu bölgede var olan bütün toplulukları kendine has üslubu ile kurmuş olduğu müesseseler vasıtası ile uzun süre yöneten önemli bir dünya devleti konumunda olmuştur. Bozkırın teşkilatçılığı ile birlikte İslam’ın hukuku ve ahlakı ile bütünleşen kaideler Osmanlı barışı üzerine kurulu uzun soluklu bir dönemin hazırlayıcısı olmuştur. Her topluluğa kendi medeni hukukunu yaşama hakkı verilirken bunların tamamını kapsayan üst yönetim kültürü sultan ve ona bağlı kurumlar yoluyla temsil edilmiştir. Kapıkulu, Ulema ve millet başılar sultanın önemli düzen sağlama araçları arasında yer almıştır. Osmanlı toplumu içinde gayrimüslimler “Millet sistemi” içinde tanımlanmıştır. Dini kimliklerine göre gruplara ayrılan bu topluluklar kendilerine atanan Millet başılar yoluyla devlet idaresine bağlıdırlar. Fener Ortodoks Rum patrikhanesi ve İstanbul Ermeni Patrikhanesi bunların en önemlilerindedir. Müslümanlarda ise dini örgütün tepesinde Şeyhülislam yer alır. Osmanlı devlet ve halk ilişkileri üretim biçimine göre tanımlanırken ağarlıklı olarak tarıma dayalı toprak yönetimi çok önem kazanmış ve hazineye vergi ödeyen reaya10ya ihtimam gösterilmiştir. Reaya olarak adlandırılan kesimi tanımlamak gerekirse; vergi veren şehir, kasaba ve köy ahalisi ile konar-göçer tabir edilen göçebe aşiretler bu gruba dâhil idiler.11 İdrîs-i Bitlîsî, devlet-halk ilişkilerini anlatırken “Kânun-i Şâhenşâhî” adlı eserinde Sultânın uyacağı ikinci kural olarak halkını koruması lâzım geldiğine ve bu konuda sultanın şu hususlara dikkat etmesi gerektiğine işaret etmektedir: (1)Halktan kudreti nispetinde vergi alınmalıdır. Onu ezmemelidir. Halk ezilirse, devlet çöker ve düşman kuvvetlenir. Halk meyve veren ağaç gibidir, ne kadar bakılırsa mahsulü o nispette bol olur. Tabi'i afetlerde sultan, onlara yardım etmelidir, 9 10 11 Mehmet Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler”, http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/siyasidus.htm. Reaya, kelime manası güdülen idare olunan kimseler olup umumiyetle Osmanlı tebaası ve daha hususi manada müstahsil köylü manasına kullanılmıştır. Raiyyet kelimesinin çoğul şeklidir. Mithat Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügatı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1986, s 283. Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVIII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, TTK Basımevi, Ankara 1995, s. 102. 122 Ahmet KOLBAŞI (2) Halkın ırzına ve namusuna zulüm yapılmamalıdır. Irza yapılan zulüm, mala yapılandan daha şiddetlidir. Mala yapılana teselli ve sabır mümkündür. Nefis ve ırza yapılan zulüme tahammül olmaz. "Müminin ırzı kanı gibidir H." (3) Adamlarının ellerini halka zulümden çekmelidir. Mülk sahasında emir sahibi, tek kişi olmalıdır. Onun evlat ve akrabalarının halka saldırması olmaz. Hiç bir bozukluk bunun kadar zararlı değildir. Allah'ın ulûhiyet mülkünde imtiyazı, birliğindendir. Sultana dayanılarak zulüm, sultana aittir. (4) Halktan alacağı, ürünleri olduğu zaman ve elleri bol iken istemelidir.12 Burada halk devlet için üreten ve korunması gereken bir konumda olup Sultana dini temelli nasihatler telkin edilmektedir. Osmanlı devletinde halk vergi mükellefi sayılarak korumaya alınırken Avrupa’da aynı dönemlerde üretici köylü serfleşme sürecine sürüklendiğini söylemek sanırım yanlış olmaz. Siyasetname tarzında ki eserler, Osmanlı devletinde siyasi ve sosyal dengeyi sağlayan unsurları Dairey-i adl nazariyesi ile izah ederler. Bu izahlarda farklı örneklemeler ve yaklaşımlar kullanılsa da fonksiyonel olarak işleyen bir mekanizmanın ahengi bir düzenin tesisi ve bunu sağlayan adaletin varlığı anlamına gelmektedir. Osmanlı tarihçi ve çöküş teorisyenlerinden Mustafa Naîma da Adâlet Dairesi üzerinde özellikle durmuş, Ali Efendi’nin sekiz madde halinde verdiği daireyi dört maddede ele alarak bu dört maddeyi rükun olarak kabul etmiş; devletin gevşemesini ve zayıflayıpgerilemesini bu rükunların bozulmasına bağlamıştır. Ona göre; (1)mülk ve devlet asker ve rical iledir. (2)Rical mal ile varlık bulur. (3)Mal reayadan gelir. (4)Reaya ise adâlet ile muntazamu’l-hal olur. Bütün bir devleti sarıp kuşatan zaaf, daima bu dört rüknun bozulmasından kaynaklana gelmiştir.13 Koçi Beyin risalesinde de ortaya koyduğu siyasi düşünceler, sosyal yapı, mülkiyet anlayışı ve siyasi sistem alanlarında yeni arayışlardan ziyade gelenekçi siyasi uygulamaların pratiğe dökülmesinden doğan eksiklikler ve aksaklıklar olarak kendini ortaya koymaktadır. Osmanlı siyasi düşüncesinde siyasal sistemi belirleyen temel düsturlar arasında kanun-u kadim ve Şer-i şerif’ten bahsedilir. Diğer yandan hukuku şekillendiren örfî kaidelere de atıflar yapılmaktadır. Mehmet ÖZ makalesinde Tursun Bey’in siyaset-i sultanî veya yasağ-ı padişahî kavramına yaptığı vurguyu önemli saymaktadır.14 Devlet ile halk arasında bu ilişkilerin bozulduğu dönemlerde önce siyasetnameler yoluyla yönetenler uyarılmış bu da uyarı da yeterli olmayınca zamanla isyanlar görülmüştür. Koçî bey risalesinde işaret edildiği gibi yöneten-yönetilen ilişkilerini dengede tutan ise adaletli davranış sayılmıştır. XVII. Yüzyılda baş gösteren ve uzun süre Osmanlı hükümetini uğraştıran Celâlî isyanları devlet-halk ilişkilerinin halkın aleyhine bozulduğunu gösteren önemli bir delil sayılabilir. Yöneten-yönetilen ilişkilerini belirleyen önemli konulardan biriside tarımla uğraşan reayanın işlediği toprağın miri yapıda iken devletin acil ihtiyaçlarını karşılamak 12 13 14 Uğur, a.g.e, s. 140-141. Ejder Okumuş, “Osmanlılarda Siyasal Bir Kurum Olarak Adâlet Dairesi”, SBArD, Sayı: 5 (Mart 2005), s. 48. Mehmet Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler”, http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/siyasidus..htm 123 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 119 – 129 üzere iltizama yönelmeye başlaması ile reayanın aleyhine bir pozisyon almasıdır. Şöyle ki, klasik timar uygulaması yerine bu toprakların iltizama kaymaya başlaması reayayı korumasız ve ağır vergi altında bırakmıştır. 18. yüzyılda kuvvetli bir yapı olarak ortaya çıkan iltizam sistemi ve onun klasik Osmanlı sistemine etkileri daha önceden görülerek Koçi Bey risalesinde bütün ayrıntıları ile dile getirilmiştir. Koçi Ney Risalesinde Toplum ve devlet düzeninin ıslahı için yapılması gerekenler şu şekilde izah dilmektedir: Öncelikle divanda, eski padişahlar devrinde olduğu gibi, dört vezirden fazlası bulundurulmamalıdır. Buna ilaveten veziriazam saltanat işlerini kanûn-ı kadîm üzere yürütmeli ve âlemi karışıklıktan, hazineyi de mahvolmaktan korumalıdır. Yine eskiden olduğu gibi, padişah bizzat divana çıkmalıdır, zira halk zulüm ve korkudan perişan olmaya yüz tutmuştur. Mamafih şimdilik padişahın iki üç ayda bir divana çıkması da yeterlidir. Eski düzenin bozulmasının sebeplerinde biri de tebdil ve tağyir, yani mansıpların sık sık el değiştirmesidir. Eğer beylerbeylerine mansıpları müebbeden verilirse onlar da azil korkusundan uzak bir şekilde vazifelerini bihakkın yerine getirebilirlerdi. Ancak beylerbeyi ve sancak beylerine, bölgelerini vaz'-ı kadîm üzere yönetmeleri İçin tenbihte bulunulmalı ve bunu dinlemeyenler de İbret için cezalandırılmalıdır. Bütün mansıplara ehil kişiler getirilmeli ve aynı özen kadılıklar konusunda da gösterilmelidir.15 Osmanlı tarihçisi Naîmâ da aynı görüşü savunmaktadır. Ona göre her devletin yaşama şartı siyasette iki türlüdür: 1- "Şer'î" Siyaset, 2- "Aklî" Siyaset. Siyaseti yürütenler de hükümdarlar ve idarecilerdir. İslâm hükümdarları, "şer'î ahkâma" göre hareket ederler ve devletlerini "şer'î nizama" göre idare ederler. Bu onların Müslümanlığı gereğidir. Şeriat da adalet demektir. Onların şeriattan yüz çevirmeleri hali, devletlerinin yok olmasına sebep olur.16 Devleti yönetenler zulme yönelmedikçe devletlerinin devamını akli siyaset ile sağlayabilirler. Bu nedenle akıllı hükümdar, egemenliğini korumak ve gücünü artırmak istiyorsa reaya’ya adaletle muamele etmeli, zulümden kaçınmalıdır: “Adalet mülkün temelidir” Müslüman devletlerinde tüm bürokratik örgütlenme bu felsefeye dayanır.17 Risale’ye Göre Devlet- Halk Münasebetlerini Etkileyen Faktörler Koçi bey, risalesinde yükselme dönemindeki Osmanlı devlet idaresini örnek olarak ele alıp, şu idari tecrübeleri dile getirmektedir: “Evvelce beğlik ve beğlerbeğlik ve diğer padişah memurlukları memleket idaresinde iş görmüş emekdar, doğru ve dindar kimselere verilip, karşılığında bir akçe ve bir habbe rüşvet ve bahşiş alınmazdı. Suçu ve günahı meydana çıkmayınca kimse azl olunmazdı. Bilhassa sancakbeyleri ve beylerbeyleri yirmişer otuzar yıl yerlerinde kalırlardı. O bakımdan padişah devletinde kudret ve kuvvetleri yüksek olup, sefer-i hümayun olunca her biri yedişer sekizer yüz, 15 16 17 Mehmet Öz, Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997, s. 77. Arslantürk, a.g.e., s. 66. Bu felsefeyi temsilen bina edilen bu sembolik yapılar (Dâru’l Adl denilen Adalet kulesi veya Cihannüma), Edirne de ve İstanbul da tüm saraya hâkimdir ve sözde bütün ülkeyi gözetlemektedir: Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 46. 124 Ahmet KOLBAŞI belki biner belirli ve mükemmel, hususi, cengâver cebelileri ile rehberi zafer olan sefere gidip, padişah uğrunda nice erlikler ve mertlikler gösterirlerdi.”18 Burada vurgulanan devlet görevlerine tayin edilen kişilerin liyakat esasına göre seçilmeleri ve uzun süre mansıplarını korumaları sonucunda verimli hizmet ürettikleri gerçeği, daha sonra XVII. yüzyılda meydana gelen aksaklıkları eleştirmek için kullanılmak üzere verilmiştir. Bu risalede sık sık başvurulan bir yöntemdir. Risalede, Padişahın devlet işleriyle bizzat ilgilendiği ve bu arada halk ile temas kurarak onların dertlerini birinci kaynaktan direk olarak öğrendiği konusunda bize Kanunî Sultan Süleyman ile ilgili çarpıcı bir tespitle izah edilmektedir. Bu misale göre; “Memleket işleriyle fazla meşgul olmaktan nihayet ab- hümayunlarına usanç gelse, cengin bir benzeri olan av ile kâh Edirne, kâh Yanbolu av yerlerinde dolaşırlardı. Huzurlarına girmek, engelsiz ve zahmetsiz olduğundan her zulüm gören, vasıtasız olarak halini arz etmekle, bu yüzdende nice hallere vâkıf olurlardı.”19 Türk devlet geleneğinde başta bulunan bey veya hükümdarın halk ile temasına çok önem verilmiştir. Bir maruzatı olan kişi hükümdarın huzuruna veya Divan-ı Hümayun’a ulaşarak aracısız meramını anlatma şansına sahip olmuştur. Osmanlı Devleti'nde bu yöntem, yöneten kesim askerî ile yönetilen kesim reaya20 (devlet ile halk) arasında sağlıklı iletişim kurmanın işareti olarak kabul edilmiştir. Koçi bey, risalesinde reayadan ve çarşı halkından ulufeli hizmetkâr olmayacağını belirterek bunun mahsurlarını şu şekilde ifade etmektedir: “Reaya kısmından ve çarşı halkından ulufeli hizmetkâr olmazdı. İki bakımdan zararlı olduğu için… Birisi şu ki: Tebaa vergisi veren reaya ve reaya çocukları vezirlerin hizmetinde olunca tebaa vergisi vermez, bu suretle padişah hazinesine, zeamet ve tımar erbabına zarar vermiş olur. Birisi dahi şu ki: Reaya ata binip kılıç kuşanmağa alışırsa, o lezzet dimağında yerleşip, tekrar raiyet olamaz. Askerliğe de yaramaz. Sonradan eşkıya güruhuna katılıp pek çok fitne ve fesada sebep olur. Anadolu vilayetinde evvelce çıkan Celâlî eşkıyasının çoğu bu çeşitlerdi. Bu bakımdan geçmişteki vezirler bu çeşitlerden şiddetle çekinip satın alınmış kul kullanırlardı. Katiyen padişah kulları kullanmazlardı ve kendilerinin adamı yapmazlardı.”21 Burada Koçi bey Osmanlı toplum yapısındaki yöneten ile yönetilen arasındaki kesin bir çizgiye işaret ederek mevcut statünün bozulmasını tehlike sayarak yönetici sınıfı uyarmaktadır. Aynı tespiti Lütfi Paşa, reâyâdan biri hizmetleri karşılığında sipahi veya danişmend olsa bile akrabasının yine raiyyet kalması gerektiğini savunur. Aslında reâyâya fazla yüz vermemelidir. Malı çok olabilir, buna bir şey denemez; ancak “libâsda ve esbâbda ve atda ve emlâkde sipahi gibi tezyin ettirmemek”22 gerekir şeklinde dile getirmektedir. Koçi bey’e göre devlet ve toplum yapısındaki bozulmanın ana sebebini yürürlükte olan örf, nizam ve icraatın dışına çıkarak yeni keyfiyetlerin uydurulması ile 18 19 20 21 22 Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul 1993, s. 7. Danışman, a.g.e, s. 5. Zeki Arslantürk, Naima'ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı kitapları, İstanbul 1997, s. 99; Burada “reaya” devlete vergi veren halk anlamına kullanılmıştır. Halk veya yönetilen anlamında da kullanılmaktadır. Danışman, a.g.e., s. 6. Mehmet Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler” 125 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 119 – 129 buna eklenen bir sürü yanlışlar oluşturmaktadır. Adalet, ilim, maliye, askeriye, devlet teşkilatı, halkın düzeni, toprak idaresi, idarî sistem v.b. kuralların dışına çıkılarak iltimas, suiistimal, fitne ve fesat çıkarılması, tayinlerdeki haksız ve kayırmaya dayalı anlayış ile işin erbabı olmayanların görev başına getirilmeleri sistemin bütününü tahrip etmiştir. Koçi Bey bu konularda şu tespitlerini aktarmaktadır: “İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmek gerektir.”23 Koçi Bey eski dönemdeki padişah nedimleri ve yakınları hakkında şu kaydı düşmektedir: “Nedimler ve yakınlar Sultan III. Murat’ın saltanatının ilk zamanlarına gelinceye kadar güngörmüş işten anlar, fikir sahibi, iyilik düşünen bir alay akıllı kimseler idi”.24 Tımar ve zeamet sisteminin bozulmasının yarattığı olumsuzlukları ise şu şekilde aktarmaktadır: “velhasıl zeamet ve tımarın bu hale gelmesine sebep, budur ki: Şimdi açılan zeamet ve tımarları İstanbul’dan vezir-i azam vermektedir. Çünkü beylerbeyleri, ehliyetsiz kimselere verdikleri vakit, ehliyetli olanlar, divan-ı hümayun’a gelip, şikâyet ederlerdi. Fakat vezir-i azam olanlar, ehliyetsizlere verince hak sahibi olanlar kime varıp, şikâyet eylesinler? Akıncı taifesi dahi kimi ulufeli kul, kimi kul namına olup, kimi akıncılığını inkâr edip ancak iki bin akıncı kalmıştır. Yörükler ve müsellemler taifesi mukataaya bağlandı. Anadolu vilayetlerinde olan piyadeler tımar olup adını mensuh(hükümsüz bırakılmış) kodular. Hâlâ adı geçen taifelerden sefer-i hümayun’a hiç kimse gitmeyip, onların hizmetlerini mevcut olan tımar erbabı kulları görür oldular. Velhasıl, tımar erbabı ki, din askerlerinin seçmeleridir, ırgat işini görür oldular…”25 Askeri sınıfın reayanın işlerine el atarak savaşçılıktan uzaklaşması ve bu alandaki boşluğu reayadan kimselerin doldurmaya başlaması devletin toprak sisteminde ve askeri alanlarda zafiyet yaşamasına neden olmuştur. Osmanlı toprak sisteminin temelini oluşturan “Tımar” uygulamada XVII. yüzyılda bozulmaya başlamıştır. Bu durum toprağa bağlı üretimi olumsuz etkilemiş ve reayanın güvenliğini ortadan kaldırarak yerinden oynamasına sebep olmuştur. Hükümet tarafından tedbir olarak uygulanan “çift bozan akçesi”26 de reaya’yı yerinde tutmaya yetmemiştir. Birçok reaya yaşadığı köyü terk edip çift bozan durumuna düşmüş, bulunduğu beldeyi terk ederek şehirlere yerleşmiştir. Risalede, “Reaya Fukarası Ahvali Beyanındadır” başlığıyla sunulan kısımda, has arazisine bakan eminlerden tam olarak para tahsil edilemediği, maaşlı asker sayısının yüksek olduğu ve bu durumun vergilerin artırılmasına yol açtığı; sonucunda ise halkın fazla vergi yükü altında kalarak zulme maruz kaldığı anlatılmaktadır: “Padişah has’ının yazısı iki bin dört yüz kırk bir yük akçe olup eminlerden ve yapıcılardan en az yarısı tahsil olunsa, o miktar akçe hâsıl olup, hazineye girerdi. Şimdi ulufeli asker taifesi fazla olup asker de ziyade olunca masraf fazla olup, masraf artınca da vergi ziyade oldu. Vergi artınca reaya’ya zulüm ziyade olup âlem harap olmuştur. Evvelce ev başına kırkar ellişer alınırken şimdi yalnız mirî için her neferden ikişer yüz kırkar akçe ve her ev 23 24 25 26 Danışman, a.g.e, s. 22. A.g.e, s. 5. A.g.e, s. 26. Çift bozan akçesi: Toprağını izinsiz olarak terk eden veya üç yıl üst üste ekmeyenlerden alınan vergidir. 126 Ahmet KOLBAŞI avarız’ından üçer yüz akçe, her koyun adına bir akçe tayin olundu”.27 Devlet harcamalarındaki artış vergi oranlarına yansıtılınca yöneten ve yönetilen arasındaki adalet üzerine kurulu dengeyi alt üst etmiş ve klasik Osmanlı yönetim sistemini temelinden sarsmıştır. Risale’de bu kısır döngü açıkça ortaya konulmaktadır. XVII. yüzyılda devletin saldığı vergilerin Osmanlı halkının üzerine yüklediği yük dayanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Risale de bu nispetle şu bilgiler aktarılmaktadır: “ Altı-bölük halkı28 birkaç senedir padişah parasını kendilerine vazife edinip, devlet vükelasından bütün defterleri zorla alıp, halkın gözü önünde Sultan Mehmet Han Camii şerifi avlusunda mezat edip, birer, birer buçuk kuruş gulâmiye ile Ahmet’e, Mehmet’e satar oldular. Alanlar dahi birer kuruşa kani olmayıp, İslam memleketlerinden yedişer sekizer yüz akçe cizye ve avarız toplamaya başladı. Her koyundan yedişer sekizer akçe alınıp, Anadolu vilayetlerinde koyun başına yirmişer otuzar akçe alır oldular. Bu zulme reaya nasıl dayansın? Bütün millet bu haksızlığı nice geçirsin?...”29 Reaya’ya taşıyamayacağından fazla vergi salmak bunlara zulüm etmek anlamına geldiği gibi ayrıca vergi toplama mekanizmalarının bu derece yozlaşmış olması devlet-reaya ilişkisinin ve sosyal dengenin bozulmasına neden olmuştur. Koçi Bey, devlet düzenindeki bozulmaları sıraladıktan sonra Padişah’ın dikkatini bu meselelere çekerek, ona şu uyarıda bulunuyor: “…İslam ülkelerinde bir memlekette zerre kadar bir kimseye zulüm olsa ceza gününde padişahlardan sorulur. Vezirlerden sorulmaz. Ben onlara sipariş ettim demek Cenab-ı Hakk’ın huzurunda cevap olmaz. Zülüm görenin ahı hanümanlar(evler) harab eder. Zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa boğar. “Küfür ile dünya ayakta durur, zulüm ile durmaz” Adalet ömrün uzunluğuna sebeptir…”30 Burada dile getirilen “zulüm” devlet tarafından yönetilenlere uygulanan tek taraflı baskı, eziyet içeren ve halkın kaldıramayacağı fazla vergi ve diğer maddi külfetlerin halka yüklenmesi şeklinde anlaşılmaktadır. Çünkü risalede vurgulanan adalet, vergi, askerlik, iç güvenlik, savaşlarda galip gelmek ve benzeri konuların tümünde devletin halka reva gördüğü uygulamaların ağırlaştırılması irdelendiği zaman halkın katlanamayacağı boyutlara ulaştığından bunların sonuçları zulüm olarak ortaya konulmaktadır. Osmanlı devletinin askeri açıdan içine düştüğü çıkmazı anlatan Koçi Bey, çözümü şöyle ifade eder: “Geçmişteki Padişahlar Altı-bölük halkını, yeniçeri ocağı ile Yeniçeri taifesini altı-bölük halkı ile ve bu iki taifeyi zeamet ve timar askeri ile zabtederlerdi. Şimdi timar erbabı tamamen yok oldu. Askerlik Yeniçeri ve Sipahilere kalıp her biri birer dev oldu. Eğer padişah hazretleri alaka gösterirlerse iş kolay olur. Zeamet ve Tımar evvelce olduğu gibi tamamlansa, ulufeli de mümkün olduğu kadar azaltılsa, Allah’ın izni ile alem düzene girip Saltanat-ı Âliye eskiden olduğu gibi parlar 27 28 29 30 A.g.e, s 33. Osmanlı devletinin daimi ordusunun süvari kısmı. Kapıkulu süvarisi altı bölükten ibaretti ve bu bölükler derece sırasiyle şunlardı: 1 — Sipah, 2 Silâhtar, 3 — Sağ ulûfeciler yahut Ulûfeciyanı yemin, 4 — Sol ulûfeciler yahut Ulûfeciyan-ı yesâr, 5— Sağ garibler yahut Gureba-i yemin, 6— Sol garibler yahut Gureba-i yesâr. Kapıkulu süvarisi, Bölük halkı adiyle de anılırlardı… Bunların bir kısmı, Kanuni zamanından beri cizyelerin tahsili hizmetinde kullanılmışlar, bu vazifeleri IV. Mehmet devrinde, Köprülü Mehmet Paşa'nın sadaretine kadar devam etmiştir. Sertoğlu, a.g.e, s. 174–175. A.g.e, s. 33. A.g.e, s. 34. 127 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 119 – 129 ve İslam’ın kılıcı üstün gelir. Din düşmanları kahra uğrar. Asker çokluğu fayda vermez. Az ve öz itaatli gerek.”31 İslam ülkelerinde çıkan fitne ve fesadın sebeplerini ve kaybedilen toprakların miktarını beyan ettikten ve kısaca iç karışıklıkları ve bunların sebeplerini anlattıktan sonra Koçi Bey, Padişâh’ı şu konularda ikaz etmektedir: “velhasıl Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker ile askerin ayakta durması hazine iledir. Şimdi alem harap reaya perişan, hazine noksan üzere….kılıç erbabı bu halde…..Bir taraftan İslâm memleketleri elden gitmekte , yine tetbiri görülmez ilacı sorulmaz. Çeşitli sefahat eksilmez. Bu gaflet ne gaflettir? Allaha hamd olsun Padişahımız hazretleri, yeryüzü hükümdarlarının en üstünü ola… Mekke ve Medine Padişahı ola… Din ve devlet düşmanlarının bunca memleketler alması ve reaya fukarasının zulüm ve sitem ile ayaklar altında kalması asla layık değildir. Bunun tedbiri ve ilacı görülmek Padişah hazretlerine farz-ayn ve ayn-ı farz olmuştur.”32 Burada Koçi Bey tarafından kullanılan çok ince bir üslup ile padişah, bozulan Osmanlı düzenini tekrar kurmak üzere göreve davet edilmektedir. Sonuç Koçi Bey Risalesi, XVII. Yüzyıl Osmanlı tarihi devlet-halk münasebetlerini yansıtan en mükemmel kaynaklardan biridir. Risale de ele alınan konular ve çözüm yolları müspet örneklerle desteklendiği için dönemi ile ilgili daha sağlıklı ve orijinal bilgiler ihtiva etmektedir. Koçi Bey'in ifadesine göre "Kanûn-ı Kadîme" ilk muhalefet Kanûnî'nin son devirlerinde başlar. Risale de ele alınan konular devlet –halk münasebetleri açısından değerlendirildiğinde şu sonuçları çıkarmak mümkündür: 1- Devlet –halk münasebetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için padişah’ın eskiden olduğu gibi halk ile direk olarak temasa geçmeli ve halk ile hükümdar arasında görüşme konusunda engel konulmamalı ve halkın şikâyetleri dinlenerek hükümdar tarafından çözüme kavuşturulmalı. 2- Reaya zulme maruz bırakılmayıp, adalet ile muamele edilmelidir. Devlet ile halk arasındaki denge adalet ile sağlanır. Aksi halde adalet sağlanamayacağından hem yöneten hem de yönetilen kesim bunun sonucundan olumsuz yönde etkilenecektir.33 3- Devlet kadrolarına bilgili, ehliyetli insanlar tayin edilmelidir. 4- Halka ağır vergiler konulmamalı, fakirleşerek isyanına sebebiyet verilemelidir. Devlet halktan gücünün üzerinde vergi almamalı, halk ise kendi işi ile uğraşarak yönetici sınıfa katılmaya heves etmemelidir. 5- Asker sayıca az fakat nitelikli olmalıdır. Aksi halde çok asker bulundurmak masrafı artırır ve hazineye zarar verir. Bu durum ise halkın üzerine ağır vergiler yüklenmesine sebep olur. 6- Reaya hiç bir maksatla yerinden oynatılmamalıdır. Danışman, a.g.e, s. 37. A.g.e, s. 36. 33 Mehmet Öz, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler”, http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/siyasidus..htm. 31 32 128 Ahmet KOLBAŞI 7- Padişah işi ehline tevdi etse de kendisi de devamlı olarak devletin işleri ile ilgilenmelidir. 8- Devlet memurluklarına yapılan tayinlerde, ikta sisteminin uygulanmasında keyfi hareket edilmemeli ve haksız yere azl ve katliamlar yapılmamalıdır. 9- Devlet otoritesinin zayıflaması ve devlet adamlarının gafleti yüzünden pek çok memlekette fitne, fesat ve isyan hareketleri çıkmıştır. Bunun çözümü Padişah gafletten uyanmalı ve devlete sahip çıkmalıdır. 10- Devletin ve halkın huzuru ve bekası açısından kurtuluşun tek yolu olan Şer-i Şerif’e dönmeli ve eski örf ve uygulamalara sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır. Bunun temini içinde işlevsel olarak adalet dairesi içinde hareket edilmeli ve düzeni oluşturan bütün unsurlar adalet ile dengede tutulmalıdır. Koçi Bey Risalesi, Osmanlı devletinde yenileşme çabaları açısından bakıldığında gelenekçi bir görüşe sahip olarak devletin tekrar yükselişe geçmesi için gerekli olan siyasi düşünceleri ve siyasi tedbirleri ortaya koymaya çalışan bir anlayışla ele alınmıştır. Bu risalede 17 yüzyıldaki Osmanlı toplum yapısı ve siyasi sistemi göz önüne alınarak siyasi düşüncelerin öne sürülmesi ortaya konulan sorunları ve bunlara dair önerilen tedbirleri değerli kılmaktadır. Kaynaklar Arslantürk, Zeki, Naima'ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı kitapları, İstanbul 1997. Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. II, s. 697-698. Burslan, Kıvameddin, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Maarif Matbaası, İstanbul 1943. Danışman, Zuhuri, Koçi Bey Risalesi, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, İstanbul 1993. Halaçoğlu, Yusuf, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995. İnalcık, Halil, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul 2000. İşçi, Metin, Siyasi Düşünceler Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 2004. Kurt, Yılmaz, Koçi Bey Risalesi, Ankara 1994. Okumuş, Ejder, “Osmanlılarda Siyasal Bir Kurum Olarak Adâlet Dairesi”, SBArD, Sayı: 5 (Mart 2005), s. 45-51. Öz, Mehmet, “Klasik Dönem Osmanlı Siyasi Düşüncesi: Tarihi Temeller ve Ana İlkeler”, http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/siyasidus.htm. Öz, Mehmet Osmanlı’da “Çözülme” ve Gelenekçi Yorumcuları, Dergâh Yayınları, İstanbul 1997. Sertoğlu, Mithat, Osmanlı Tarih Lügatı, Enderun Kitabevi, İstanbul 1986. Türk Ansiklopedisi, “Koçi bey” maddesi, Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi, Ankara 1975, C. 22, s. 149-151. Uğur, Ahmet, Osmanlı Siyaset-Nameleri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1992. Uluçay, Çağatay, “Koçi Bey”, İslam Ansiklopedisi, C. 6, s. 832-835. 129 “TARİHTE İLERLEME İDESİ”NİN BİÇİMSEL ve TARİHSEL İKİ KAYNAĞI: Augustinus’un ve Aydınlanma’nın Tarih Anlayışları Mehmet Ali SARI Ferhat AĞIRMAN Özet / Abstract Modern dönemle birlikte insanlığın, bilinmeyenlerin bilinir kılınmasıyla, bir ilerleme kaydettiği söylenmektedir. Bu bağlamda ilerlemeyle kast edilen ve anlaşılan insanın bilgi birikiminin artmasıdır. Böylelikle insan eylemlerinin meydana getirdiği tarihsel varlık alanında da bir ilerlemeden söz edilir olmuştur. Ancak “tarihte ilerleme” idesine dikkatlice bakılacak olursa, onun bir yanıyla tarihsel olarak kendisine yüklenen niteliksel bir içeriğe, bir yanıyla da biçimsel bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Onun için ilerlemeden niteliksel olarak anlaşılan farklı tarihsel dönemlerde değişirken, aksine biçimsel içeriği her çağda aynı olmuştur. Bu nedenle bu çalışmada, ortaçağ tarih anlayışını yansıtan Augustinus’un ve Aydınlanma’nın tarih anlayışları, ilerlemeye ilişkin böyle bir ikili belirlemenin ilk kaynaklar olması varsayımından hareketle ele alınıp gösterilmeye çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Aydınlanma, İlerleme, Tarih, Tarih Felsefesi, Tarihin Sonu FORMAL AND HISTORICAL SOURCES OF “THE IDEA OF PROGRESS IN HISTORY”: Understanding of History of Augustine and Enlightenment It has been argued that humanity achieved a progress by turning the modern ages earthly thing which might also be said as turning the unknown into a known. In this context, the progress refers to an enhancement in the knowledge of humankind. Hence, it is also said that the sphere of historical being which is built by human actions, had also achieved a progress. Nevertheless, “the idea of progress in history” has a qualitative content which was attributed to it and also a formal content. Thus, the qualitative meaning of progress has changed through different historical periods while its formal content stayed the same. Therefore, moving from the assumption that the Augustine’s understanding of history which reflects the comprehension of history in Middle ages- and the comprehension of history in Enlightenment are the primary sources of a binary determination, understanding of history of Augustine and Enlightenment will be analyzed. Key Words: Enlightenment, Progress, History, Philosophy of History, The End of History I Günümüzdeki yaygın tartışmalardan biri de “tarihte ilerleme” diye bir şeyin olup olmadığı, varsa da bunun neye göre olduğudur. Böyle bir soru açısından tartışmanın çerçevesinin farklı noktalara götürüldüğünü ve değerlendirildiğini söylemek, pek de Dr., Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. Dr., Pamukkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 yanlış olmaz. Öyle ki ilerlemeyle ilgili tartışmalar, kimi zaman insanın bilgi birikiminin artması bağlamında, buna bağlı olarak kimi zaman da insanın bugün itibariyle oluştura geldiği iktidar biçimleri veya toplum içinde insanın bir birey olarak eylemleri bakımından daha “özgür” bir kişi olup olmadığı ekseninde bir yol izlemektedir. İlerlemenin bir uzam ve zaman içinde bir ola gelen ile birlikte varolan bir süreç olması itibariyle bir hareketi yansıtması, bu sürecin, ya da hareketin nasıl bir seyir izlediği; çizgisel, düz bir hareket mi; aksine, yoksa farklı zamanlarda yeniden aynı, benzer oluşlardan meydana gelen döngüsel bir yön mü izlediği; her nasılsa olan bu sürecin bir ereğe, bir sona mı doğru olup olmadığı da tartışmalardan bazılarıdır. Böylesi sorunlar bağlamında günümüzde tartışmaya dâhil olan düşünceler ise, ya bir “ilerleme”den söz edilebileceği, ancak ilerlemenin belli bir sonu olmayan birikimli bir süreç olmadığı, kimi eksiklikler giderildiğinde, ilerlemenin duracağı noktasında, ya da “ilerleme” diye bir şeyden hiç ama hiç söz edilemeyeceği, bu kavramın yalnızca modern döneme özgü bir kavram olduğu ve bu nedenle “ilerleme”nin bir “söylence”den başka bir şey olmadığı biçimindedir. Özellikle tarih alanında “ilerleme”den bahsedenler ise düşüncelerini, tarihin bir ereğe doğru gittiğini dile getiren G. W. F. Hegel ve K. Marx’a dayandırarak savunurken, diğer düşünceyi savunanlar ise, “modern dönem”e, özellikle bu dönemin önemli kavramlarından biri olarak dile getirdikleri ve bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını düşündükleri “ilerleme” kavramı üzerinde durarak eleştirilerini yöneltmektedirler. Ancak tarih felsefesi açısından ele alındığında “ilerleme” kavramının, biri onun niteliksel içeriğini gösteren yanı, bir başka deyişle ilerlemeden niteliksel olarak ne anlaşıldığı; diğeri ise “ilerleme” kavramının kendisinden, öz ve biçimsel olarak ne anlaşıldığını ortaya koyan bir içeriği vardır. Bu türden bir ayrım açısından tarihte bir ilerlemenin varolduğunun kabul edilip, ilerlemenin nereye doğru olduğunun, başka deyişle içeriğinin ne olduğu ya da bundan ne anlaşıldığı belirlemesi, özellikle ilerleme düşüncesinin tarihsel olan yanını yansıtır. Bu, ilerlemenin de bir tarihi vardır demektir. Buna göre ilerlemeden anlaşılan, farklı tarihsel dönemlerde farklı içeriklerde kendini gösterir. Bu anlamda tarihte bir ilerleme var mıdır? sorusunun, ilk olarak çağcıl düşünceyle birlikte ortaya atıldığı söylenmektedir. Buna göre tarihte bir ilerlemenin olup olmadığı düşüncesi, 16. ve 17. yüzyıllarda doğa bilimleri alanında meydana gelen bilimsel devrimlerin ve bunun sonucu olarak geliştirilen teknik yeniliklerin insan yaşamına sağladığı kolaylıklar bakımından, özellikle 17. ve 18 yüzyıl Avrupa toplumunda ilerlemekte oldukları inancıyla birlikte ortaya atılmış bir sorudur. Buna göre “tarihte ilerleme” fikrinden anlaşılan, bilimin bir gelişme içinde olmasından hareketle toplumun da buna bağlı İlerleme düşüncesine ilişkin tartışmalar aynı zamanda, ilerlemenin ilk olarak dile getirildiği ya da anlaşıldığı biçimde, bir başka deyişle bilgisel bir gelişmeyi dile getiren bilimsel ilerleme anlaması, 20. yüzyıl’ın başında ortaya çıkan, daha çok bilim ile bilim olmayanı ayırmaya yarayan bir ölçüt geliştirdiğini söyleyen felsefe geleneğinin bilim üzerine yaptığı belirlemelerle başlayan bir süreçte kendini bir sorun olarak yansıtır. Öyle ki, özellikle bilim felsefesi alanında gerçekleşen bu tartışma, daha çok bilim denilen bilgisel etkinliğin, bilinmeyenlerin bilinir kılınmasıyla bilgilerin üst üste gelerek birikmesiyle mi, yani birikimsel bir süreçle mi gerçekleşir, yoksa aksine bilimsel denilen ilerleme büyük bilimsel kopmalarla, birbirinden tamamen farklı ve bağımsız bilgi sistemlerinin ortaya konulmasıyla mı gerçekleşir, biçiminde kendini göstermektedir. 132 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN olarak gelişeceği inancıdır. Bu türden bir anlayış ise ilerlemeyi daha çok bilinmeyenlerin bilinir kılınmasıyla oluşan gelişim olarak belirler ve kendi dönemini ilerlemiş olarak varsayar. Bu dönemin bir yansısı olan Aydınlanma düşüncesi ise gözünü böyle bir insanın bu dünyadaki konumuna diker. Aydınlanma, ilerleme kavramına insanın ahlaksal yanının yetkinleştirilmesiyle insanın özgür bir varlık olduğu noktasında yaklaşır. Öyle ki Kant’a göre ilerleme kavramı, ahlaksal bir değer taşımaktadır ve daha özgür bir insanlık özlemine dayalı hedefler açısından tarihe ilerleme idesi altında bakmak, ahlaksal bir ödev olarak görünmektedir. İlerleme, insanın akılla kendini yönetmesi, kendisine yasalar koyması aracılığıyla gerçekleşir. Buna göre ilerleme, doğada başlamış ve özgür bir varlık olma, özgürce etkileme yönünde gelişmesini insan yapıp etmelerinde sürdürmektedir. Dolayısıyla tarih, insanın akıl sahibi bir varlık olarak özgürlüğüne doğru olan bir ilerlemeyi gösterir. Diğer yandan ilerleme idesi, kendisine yüklenen tarihsel bir içerik dışında, kendi özüyle ilgili bir içeriğe de sahiptir. Bu bağlamda ilerleme, öz olarak belli bir biçimselliği ve içeriği gösterir ki böylelikle her dönemde ilerlemeden anlaşılan da aynı şeydir. Böyle bir belirlenim, özellikle ilerleme idesinin kendisiyle, özüyle ilgilidir. Öyle ki ilerleme, özü itibariyle biçimsel bakımdan tarihsel varlık alanında (res gaste)’de olan bir hareketi, yani oluşu yansıtır. Sürecin bir hareketi, bir oluşu göstermesi ise sürecin belli bir başlangıçtan belli bir ereğe doğru olduğunu önsel olarak varsaymak demeye gelir. Bu noktada ilk olarak tarihi, belli bir ereğe doğru ilerleyen bir süreç olarak gören, ortaçağ’ın tarihe bakış açısıdır; öyle ki böyle bir bakış açısı ilk olarak ilerleme düşüncesinin biçimselliğini, özünü ortaya koymaktadır. Buna göre tarihsel süreç, belli bir ereğe doğru kesintisiz akışın kendisidir. Tarih, bir başlangıçtan kesin bir sona doğru giden, ardı sıra aralıksız bir harekettir, yönelimdir. Dolayısıyla ilerlemenin özsel olarak bir gelecek varsayması, önsel olarak bir ereği ve bununla aynı olan, varılacak bir sonu da içermesi demektir. Böylelikle tarihin bir erek, hedef kazanması, tarihin sonu olmuştur ki, tarih, bir te(le)olojik bir savunuya dönüşür. Öte yandan ortaçağ’a göre tarih ve tarihsel ilerleme süreci tarihin kendi içinden değil dışarıdan bir nedenden, Tanrı’dan gelirken; çağcıl düşünce ve aydınlanma düşüncesi ise tarihe, tarihin içinden bir ilkeyle belirlemeyi ve yaklaşmayı dener. Ancak, aydınlanma bu ilkeyi, doğayla bir benzeşim içinde, doğanın da belli bir ereğe doğru ilerlediği düşüncesini katarak dünyevi bir biçimde ortaya koymaya çalışır. Buna göre ilerleme idesi, bir yanıyla tarihin dışında olan bir istencin bir ürünü olurken, bir yanıyla da yine kendi dışından ancak bu sefer doğanın armağan ettiği bir yetinin süreci olarak görülmektedir. Bu yazıda, ortaçağ’ın ve aydınlanma düşüncesinin tarihten ve tarihsel ilerlemeden ne anladığı, hem ilerleme idesinin tarihselliği; tarihsel içeriği, bir başka deyişle tarihe yüklenen niteliği bağlamında, hem de ilerlemenin biçimselliği, kendi içeriğini göstermek bakımından ele alınmıştır. Öyle ki bu iki kaynak, ilerleme düşüncesinden ne anlaşıldığının bir yanıyla niteliksel olan tarihsel yanını veyahut kimliğini; bir yanıyla da ilerlemenin biçimsel özünü göstermesi bakımından bir önem arz etmektedir. 133 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 SBArD II Antikçağ düşünce dünyası her şeyden önce, kendi nesne alanını, doğa olarak belirlemiştir. Böyle bir nesne dünyasında da kavranmak istenen, değişmeden yinelenen bir düzenliliktir. Değişmeden yinelenen bir özü kavramaya çalışan bu düşünce, doğa karşısında yer alan tarihsel dünyayı ise değişme ve devinimin alanı olarak görür. Bu nedenle, bu türden bir dünyaya ilişkin kuramsal bir etkinliğin de gerçekleşemeyeceği düşünülür. Böyle bir düşüncede insan ise bu doğa içine yerleştirilir. İnsan türünün zaman içindeki alınyazısı ve eylemleri de, öncesiz-sonrasız yasalara göre devinen evren sürecinin yalnızca gelip geçici bir biçimlenmesidir.1 Dolayısıyla Antikçağ dünyasında doğada bulunan bir şema, doğanın değişmeyen bir düzenlilikle devindiği düşüncesi tarihe aktarılıp, tarih, sonsuz bir dönüş diye anlaşılmıştır. Antikçağ düşüncesi bakımından İnsani geçmiş, bir yazınsal tür olarak tarih yazıcılığı ile hakkında bilgi edinilen bir zaman parçasıdır ve bu geçmişin, şimdi ve gelecek ile sürekli ve nedensel bir ilişkisi yoktur. Bu nedenle, geçmiş-şimdi-gelecek gibi zamanı oluşturan süreçler, bütünüyle fiziksel içerikli zaman içerikleridir. İnsanitoplumsal yaşam da aynı fiziksel zaman içinden geçmektedir. Nasıl ki “kosmos” olarak doğada belirli bir döngüsel düzen varsa, aynı biçimde insani-toplumsal yaşamda da, doğanın “rastlantısal” uzantısı olarak kabul edilse bile, ister geçmişte, isterse gelecekte olsun, yine belli devlet tiplerine göre biçimlenen döngüsel bir düzen vardır. Ne var ki Ortaçağa gelindiğinde ise “Yahudilik ve Hıristiyanlık” insanitoplumsal yaşama ve dünyaya ilişkin olarak, Antikçağ’dan oldukça farklı, yeni ve özel bir ‘zaman’ anlayışı getirmiştir.2 “Eski Ahit” (Tevrat), evrenin ve insanın yaradılışını tek bir Tanrı’ya, bir başka deyişle Yehova’ya bağlar. Öyle ki ‘Yehova’, yeryüzünde yaşayan kavimlerden birini, yani Yahudi Kavmini kendi istencini gerçekleştirecek bir kavim olarak seçmiştir. Bu seçilmiş kavim, Tanrı tarafından sınanmaktadır ve gelecekte yine Tanrı tarafından da yargılanacaktır. Bu kavmin geçmişte yapmış olduğu, şimdi yaptığı ve gelecekte yapacağı eylemler, en sonunda Tanrı adlı bir yargıç önünde ödüllendirilecek ya da cezalandırılacaktır. Buna göre zaman, bu kavim için, Grekler’in fiziksel zamanından önce, insanın belli bir son anda ödül veya ceza alacağı, başlangıcı ve sonu olan bir zamandır. Ancak böyle bir zaman içi boş bir süreç değil, aksine başlangıçtan sona doğru bir süreklilik ve ilerlemeye sahiptir. İnsan bir başlangıcı ve sonu olan böyle bir zaman içinde, Tanrı tarafından belli bir ‘erek’le, başka deyişle tanrısal kutsamaya ve kurtuluşa varma ereği ile yaratılmıştır. Bu nedenle insanın gösterilen bu ereğe varabilmesi için zamanın birer kesitleri olan geçmiş, şimdi ve geleceği bir arada düşünmesi gerekmektedir.3 Öte taraftan, Hıristiyanlık da Yahudilik gibi teolojik bir tarih anlayışını ortaya koyar. Ancak Hıristiyanlık hem belli bir kavmin, yani Yahudiliğin hem de Antikçağ’ın tarih anlayışından farklı bir tarih ve zaman anlayışı geliştirir. Hıristiyanlık bir kavim dini olan Yahudilikten bir evrensel din çıkarmak isterken, Tanrı’yı yalnızca seçilmiş bir 1 2 3 Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 1. baskı (Ankara: YKY, 1997), 100. E.H. Carr, Tarih Nedir, (Çev. Misket Gizem Gürtürk), 2. baskı (İstanbul: İletişim Yayınları, 1991), 131. Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 1. baskı (İzmir: Dokuz Eylül Yayınları, 1998), 23. 134 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN kavmin tanrısı değil, tümüyle bütün insanlığın tanrısı yapar. Böylelikle insani zamanlılık da, bir kavme ait olan özel bir süreç değil, tüm insanlığı kapsayan bir süreç haline gelir. Bu ise insansal zamanı bir bütün olarak anlamak ve görmek demektir. Yine Hıristiyanlık, Antik çağın tarihe bakış açısının karşısına ilkece büsbütün yeni olan bir şey koyar. Antik Dünyanın kosmos’una karşın insanı, evrenin özü ve temeli yapar. Buna göre insan yaşamı artık öncesiz-sonrasız bir düzenin yalnızca bir gölgesi değildir ve insana ideal ülkesi de kendiliğinden açılmaz. Böyle bir dünya için insanın savaşması ve karar vermesi gerekmektedir. Dünya tarihi de bu özgür istenç edimlerinin zaman içindeki akışlarından biçimlenir. Burada dış doğa ise yalnızca bir sahnedir. Bu anlayışla insan, ahlaksal bir kişi olarak bu sahnede bir aktördür ve böylelikle insan büsbütün başka bir değer kazanır, farklı bir anlamlar dünyası içine taşınır. Doğanın sonsuz bir düzenliliğinin yerine, insanın özgür eylemlerinden doğan bir tarih ülkesi, bütün zamanları birleştiren bir insanlık dramı geçer.4 Böylelikle Hıristiyanlık, bütün insanlığı, yine insana özgü bir zamanlılık boyutu, bir başka deyişle tarihsel zaman içinde görür. Dolayısıyla insani gerçeklik, tümüyle tarihsel bir gerçeklik, insanın kendisi de tarihsel bir gerçeklik, yani tarihsel bir var olan olarak anlaşılmış olur. Buna göre Hıristiyanlık için tarih, biricik ve bir defalık bir akıştır. Hz. İsa’nın ortaya çıkması, bu sürecin odak noktasını meydana getirir. İsa ile Tanrı’nın kendisi insan dünyasına girmiş ve bununla da iyi ile kötü arasındaki savaş kesin olarak bir sonuca bağlanmış olur. Dünya tarihi adını verdiğimiz dram, günah işleyen insanın düşmesinden kurtuluşa kadar olan bir defalık bir bağlantıdır. Bütün insanların günahlı olmada ve kurtuluşa kavuşmada ortak olmaları, onları birbirine bağlar, aralarında bir birlik kurar. Bu anlayışla Hıristiyanlık, insan türünün bağlılığı düşüncesini getirmiştir. Öyle ki artık insan soyu, dayanışık bir birlik olarak kavranır.5 Birbiri ardından gelen kuşaklar, bu birliğin ereğini adım adım gerçekleştirirler; tek tek uluslar, insanlık çerçevesinde, bu ereğe doğru kendilerine verilmiş olan görevlerini yerine getirirler. Bununla birlikte Hıristiyanlığın gözü öbür-dünyaya çevrilmiştir; öyle ki tarih, zaman içinde geçen bu süreç aslında, yalnızca sonsuz bir düzenin ön basamağıdır. Tarih, iki sonsuzluk arasındaki bir aralık gibidir ve insani gerçeklik tümüyle tarihsel bir gerçeklik alanıdır. Tarih ve zaman birdir, aynıdır. Bu anlayış, ortaçağ’ın ilk ve en büyük tarih filozofu, tarih felsefesinin babası olarak sözü edilen Aurelius Augustinus’da en klasik biçimiyle dile gelir. Augustinus, De civitas Dei -Tanrı Devleti- adlı yapıtında tarihi, “Tanrı Devleti” (Civitas Dei) ile “Dünya Devleti” (Civitas Diaboli) arasındaki bir gerilim, bir savaş olarak anlatır. Tarih, bu iki devlet arasındaki gerilimin kendisidir. Augustinus’a göre Tanrı, zaman dışı, yani öncesiz ve sonrasız tek varlıktır. Ancak Tanrı’nın yarattığı varlıklar ise tek tek var olanlardır ve bu var olanların hepsi belirli bir zamanın içinde, bir başka deyişle önceli ve sonralıdır. 6 Zaman ise, artık var olmayan Geçmiş, bir boyuttan yoksun Şimdi ve daha henüz var olmamış Gelecek arasında bulunan kesitlerden, bunların meydana getirdiği ardıllıktan meydana gelir. Bu 4 5 6 Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 101. a.g.e. Augustinus, İtiraflar, (Çev. Dominik Pamir), 1. basım (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1999), 306. 135 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 nedenle de zaman, ancak Yaşamakta (şimdi) olan kişinin Anımsaması (geçmiş) ve Beklentisi (gelecek) aracılığıyla bir anlam kazanır.7 Bu anlamda Augustinus’un varlık anlayışı ve buna bağlı olan zaman anlayışı, tümel anlayışına da bağlıdır. Augustinus açısından tümel, tikelden önce ve bir tikel içinde kendi başına ve kendi için var olduğu düşünülen ayrı bir tözdür. Buna göre tümel, tikel olayların akışını belirleyen bir şeydir. Zamansal olandan bu biçimde ayrılan tümel, o süreç içerisinde işlemez, ancak o süreç üzerine işler. Bu durumda zamansal süreç, dışarıdan kendisi üzerine işleyen zamansız bir güçle biçimlenmiş, edilgin bir şeydir. Böylece, güç her zaman tamı tamına aynı biçimde işlediğinden, şimdi nasıl işlediğinin bilgisi, aynı zamanda gelecekte nasıl işleyeceğinin bilgisidir; herhangi bir zamanda olayların akışının nasıl belirlendiğini bilirsek, bir başka zamanda nasıl belirleyeceğini biliriz ve dolayısıyla geleceği önceden söyleyebiliriz. “Böylece ortaçağ düşüncesinde Tanrının nesnel amacı ile insanın öznel amacı arasındaki tam karşıtlık – buna göre Tanrının amacı, insanın öznel amaçlarına hiç bakmadan belli bir nesnel planı tarihe yüklemektir-, kaçınılmaz olarak insanın amaçlarının tarihsel akış için hiç fark etmediği ve o akışı belirleyen tek gücün Tanrısal doğa olduğu tasarımına götürür”.8 Buna göre Tanrı salt edimdir, dolayısıyla tanrısal etkinliğin insan etkinliği içerisinde onunla işleyen bir şey olarak değil, onun dışında işleyen ve ona egemen bir şey olarak, insan eylemi dünyasındaki içkin bir şey olarak değil, o dünyayı aşan bir şey olarak tasarlanması aşkın olandır.9 Augustinus’a göre Tanrı, insanı özgür bir varlık olarak yaratmıştır; ne var ki insan, tutkuları, güdüleri ve gururu yüzünden soyunun ilk temsilcisi olan Âdem’den beri hep günah işlemiştir.10 Bu nedenle insan soyu bir bütün olarak günahkârdır. İnsan, soyundan gelen günahla hep kötüye yönelmiştir ve onu bundan ancak Tanrı’nın inayeti, Tanrı’dan gelen bir lütuf kurtarabilir. Dolayısıyla, Âdem’le birlikte, “Tanrı Devleti” ile “Yeryüzü Devleti” arasındaki gerilim de başlamış olur. İnsanın amacı, işte bu “Yeryüzü Devleti”nde, geleceğin “Tanrı Devlet”inin yurttaşı olmayı hak edecek eylemlerde bulunup kurtuluşu sağlamaktır. Tanrı’nın İsa’yı seçilmiş olanlara kurtuluşu getirmek için göndermesiyle bu kurtuluş süreci başlamış olur. Öyle ki İsa, bütün insanların topluca Tanrı önünde yargılanacakları Tanrı mahkemesine, Eskatona çıkacakları kıyamete kadar olan zamanın başlatıcısıdır.11 Böylelikle tarih denilen süreç, yaratılıştan yargıç önüne çıkıncıya kadar geçen zamandır. Tarih, inananların devletiyle inançsızların devleti arasındaki mücadelenin, yani bunların birbirlerinden ayrılma sürecidir. Tanrı Devleti gerçekten inanların, Dünya Devleti ise dünyaya, Şeytana bağlı kalanların devletidir. İnsan bu iki devletten birine bağlanmaya karar verecek, sonunda inananlar sonsuz olarak Tanrı’nın, inanmayanlar da 7 8 9 10 11 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 25. R.G. Collıngwood, Tarih Tasarımı, (Çev. Doç.Dr. Kurtuluş Dinçer), 2. baskı (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1996), 88. a.g.e. 89. Augustine, The City of God against the Pagans, (Edited by R. W. Dyson), First published (Cambridge: Cambridge University Press, 1998), XIV, I. Eskaton, eski Yunanca bir kelimedir, genel olarak “son” anlamına gelir. a.g.e. XIV, 28. 136 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN Şeytan’ın yanında yer alacaklardır. Bu iki devlet arasındaki savaşmada Tanrı’nın Devleti gittikçe zafere yaklaşmaktadır. Bu açıdan tarih Augustinus için, Tanrı’nın yeryüzünde ilerleyen bir vahyidir, insan soyunu kurtarmak için Tanrı’nın zaman içinde gelişen bir planıdır, yani tarih Tanrı’nın kendini gerçekleştirme sahnesidir. Tanrı devleti yetkindir; öyle ki yeryüzü devletinde, kötülüğün yanında yer alan ve yaşayan insanlar, asla yeryüzünde böyle yetkin bir devlet oluşturamazlar. Ancak onlar da Tanrı Devletine bakarak, yeryüzü devletinden gittikçe ayrılan daha iyi bir devlete yönelebilirler. Çünkü dünyasal olayların içinde geçtiği yeryüzü devletiyle kendine özgü, görünmez bir sonsuz durum olarak Tanrı Devleti arasında sürekli bir savaş vardır. Bu savaşın sonunda “ışığın çocuklarının” zaferi ve “karanlığın çocuklarının” yenilgisi söz konusudur. Savaşı sona erdiren ise Tanrı denilen yargıcın önüne çıkılacağı “Tanrı Mahkemesi”dir. Bu nedenle tarihin bir başlangıcı vardır, bunun başlatan da tanrı’dır; ama bu başlangıcın yine başlatan tarafından sona erdirileceği bir sonu da vardır. Tarihi başlatan da sona erdiren de tanrı’dır. Bu noktada tarihin anlamını belirleyen tarihin kendi içinden değil dışından gelen bir belirlemedir ki bu da, Tanrı’nın kendisidir. Çünkü tüm dünyasal olaylar ve eylemler bu tanrısal sürece katılmak isteyen insanın gözünde değersizdir. Dünyasal olay ve eylemler ancak ve sadece, Tanrı’nın insanları sınamasına bağlı olarak ödüllendirme ve cezalandırma yoluyla sonradan tartacağı olaylar düzeni olarak, kendi başlarına anlamsız ve değersizdir. Bu nedenle Augustinus’un tarih felsefesi, insanlık tarihini bir dünya görüşü açısından yorumlamak yolunda yapılmış olan ilk büyük denemedir. Böyle bir değerlendirme ise tarihin ilerleyişinin anlamlı bir şey olarak kavranmaya çalışıldığını göstermektedir.12 Hz. İsa’nın tarih sahnesine çıkışı, kesin bir dönümdür, bir defalık bir olaydır. Dolayısıyla insanlık için kurtuluşa ulaşmanın başlangıç noktası da burasıdır. Tarihin başlangıcı, Hz. İsa’nın göründüğü zamandır. Bu bakımdan ikili bir zamanın ortaya çıktığı, daha doğrusu zamanın ikiye bölündüğü söylenebilir; biri İsa’dan önceki zaman, daha çok bu da İsrail oğullarının tarihidir; diğeri ise İsa’nın ortaya çıkışıyla başlayan şimdiki zaman. Ancak Augustinus’a göre Hz. İsa’nın ortaya çıkışından önceki zaman da bir hiç değildir; bu süre daha çok, bir bekleme, bir umut etme dönemidir. Öyle ki İsa’nın gelişi böyle bir umudun gerçekleşmesi, yani sonucudur. Böylelikle birbirinden niteliksel olarak kopuk gibi görünen zamanlar, birbirine bağlanmış olur. Bütün insanlığı Tanrı’nın tek bir planı içine yerleştiren bu anlayış, “insanlığın birliği” kavramını da tarih düşüncesine getirmiş olur.13 İnsanı böyle birlik anlayışı altında bakmak tarihe bir dünya tarihi olarak bakmak demeye gelir. Bütün bu söylenenler açısından Hıristiyanlığın tarih anlayışını betimleyen Augustinus’un, insani var oluşu, bir başlangıcı ve bir sonu olan bir defalık bir süreç içinde ele aldığı görülmektedir. Böylelikle, antikçağda doğanın uzantısı olarak döngüsel bir biçimde görülen tarih, doğadan ayrı olarak çizgisel bir süreç diye görülür. Öyle ki tarih, başlama noktası ve bitiş arasında bir süreçtir. Tarih için böyle bir başlangıçtan kaynaklanan sonunun olması, tarihin sonunun belli bir ereği olduğunu söylemek demeye gelir. Tarihi başlatan tanrıdır; dolayısıyla da tarih, tanrısal bir planın, Tanrı’nın 12 13 E.H. Carr, Tarih Nedir, 131. Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 102. 137 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 SBArD kendi istencini gerçekleştirmesidir. Bu nedenle tarih, bu başlangıçtan sona doğru, belli bir ereği gerçekleştirmek için hareket eder, bir başka deyişle ona doğru ilerler. Bu hareketin bir ilerleme olarak görülmesi ise eksik olandan tam olana, olumsuz olandan olumluya doğru olmasıdır; çünkü insan soyu, ilk insanla birlikte günah işlemiştir, günahkâr olmuştur, bu da eksik ve olumsuz olandır; insanın bu durumundan kurtulması, sıyrılması ancak “Tanrı Devletinde” yer alması ve bunun sonucu olarak kurtuluş günüyle, Tanrı’nın önüne çıkmakla son bulacaktır. İnsanlık bu günle birlikte inayete erecek, günahlarından arınacaktır. Bütün bunlar ise tarihsel sürece bir anlam yüklemek, bu sürecin bir anlamının, belli bir ereğinin var olduğunu ve ona doğru ilerlediğini göstermek demektir. Bu ilerlemenin ilkesi ise aşkın olandır, tarihin kendi içinden değil dışından tarihe yüklenmiş bir belirlemedir. III Çağcıl dönemle birlikte bütün dünya görüşünde olduğu gibi, tarihe ilişkin bakış açısında da bir değişiklik kendini gösterir. Ortaçağda tarihi belirleyen, tarihe bakış açısını sağlayan a priori ilke tarihin kendi içinden değil, kendi dışından gelen teolojik bir ilke ve belirlemedir. Tarihin ereği de bu belirleyicilik aracılığıyla gerçekleşmektedir. Ancak yeniçağ düşüncesi, tarihsel gerçekliğin derinliklerini kavrayabilmek için, tarihsel oluşu meydana getiren ilkeleri ve amaçları insanın kendisinden, onda içkin olandan çıkarmaya çalışır. “Bu noktada ilgi “öbür dünya”dan “bu dünya” ya yönelerek trancendent bir düşünüşten immanent bir düşünüşe yönelir”.14 Buna göre yaşam, kendisinin üstünde bulunan bir düzene göre kendini ayarlamak, kendisine dışarıdan yükletilen bir ödevi yerine getirmek ereği yerine kendisini geliştirmek, kendisinde uyuklayan güçleri açığa çıkartmak, yeni yeni güçleri ortaya koyarak kendini sonsuzluğa dek yükseltmek duygusunu taşır. Bu anlayışa göre tarih artık, yasasını dışarıdan değil, doğrudan doğruya kendisinden edinen, kendi kendisine yaratan bir gerçeklik, bütünüyle insanın olan bir dünya haline gelir.15 Ancak 17.yüzyılda doğa bilimlerinde elde edilen başarılar, tarihsel-toplumsal dünyaya ilişkin bir bilginin olanağının nasıl olması gerektiği noktasında belirleyici bir konumdadır. Bu dönemin bütün felsefesini yansıtan Descartes’ın uslamlamasına göre tarihsel dünya, doğa gibi a priori olarak bildiğim bir dünya değildir ve olamaz da. 14 15 a.g.e. 103. a.g.e. Descartes, “Yöntem Üzerine Konuşma”nın ilk bölümünde tarihe ilişkin düşüncelerini şu biçimde dile getirir: “Eski dilleri incelemeye, eski yazarları ve onların tarihleri ile anlatılanları okumayı şimdiden yeterince emek verdiğimi sanıyordum. Çünkü başka yüzyılların insanlarıyla konuşmak, yolculuk etmek hemen hemen aynı şeydir. Kendi adetlerimiz hakkında daha sağlam yargıda bulunmak ve hiçbir şey görmemiş olanların yapmaya alışmış oldukları gibi, kendi tarzımıza aykırı olan her şeyi gülünç diye görmemek için, başka halkların adetleri hakkında bir şeyler bilmek iyi olur. Ama yolculuk etmeye çok vakit harcayınca, insan sonunda kendi ülkesine yabancılaşır. Geçmiş yüzyıllarda yapılanlara fazla merak gösterince de, kendi yüzyılında olup bitenlerden pek habersiz olur. Masalların hiç de öyle olmayan olayları olanaklı diye düşündürmesi bir yana, en sadık tarihler bile, okunmaya daha değer kılmak için şeylerin değerini değiştirip abartmasalar da, hemen her zaman, en azından daha sıradan ve daha az bilinen durumları atlarlar; bundan dolayı da geri kalanı olduğu gibi görünmez 138 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN Descartes’ın bilim için, şeyler arasındaki ilişki ve oranları araştırma görevini biçtiği matematiksel yöntemi, bütünüyle doğa bilimlerine yöneliktir.16 Söz gelimi bu dönemdeki Galileo’ya göre doğa denilen kitap, geometrik harflerle yazılmıştır ve ancak onun diliyle çözülebilir. Bu anlayışa göre doğa, ben’in dışında bir alan değil, aksine bir benlik alanıdır: bu ise kendimde bulunan, ben(de) hazır olan kimi kavramlarla doğayı bilebilirim demeye gelir. Tanrı tarafından zihnime yerleştirilen kavramlar doğayı a priori olarak bilmemi olanaklı kılar. Diğer taraftan tarihsel, toplumsal dünya ise benim ben’imin dışında olan bir dünyadır; böyle bir dünyayı bilmem matematiksel olarak bildiğim doğa dünyasını bilmem gibi olamaz. Bu nedenle tarihsel dünyaya ilişkin bilgim her zaman kuşkulu bir bilgidir.17 Dolayısıyla bu dönemde ilerlemeden anlaşılan insanın bilgi birikiminin artmasıdır ve bu dönemde yeni bir “bilim imgesi”nin doğması, bilginin artması ya da ilerlemesi fikri ile sıkı bir bağlantı içine sokulmuştur.18 Çünkü bu dönemdeki bilimsel devrim ve gelişmeler insan aklının -dolaysız olarak ortaya koyduğu- en büyük ilerleme ürünleri olarak görülür. İşte doğa bilimi alanından hareketle aklın ilerlediği anlayışı aynı biçimde tarihe de yüklenir. Bu bakımdan tarihin anlamı da insanlığı karanlıktan kurtarıp onu bilgi ve özgürlüğün ışığına ulaştırmak, ona bir erek olarak ilerlemeyi göstermektir. Dolayısıyla evrene ve insan ilişkilerine geleneksel dinlerin yaklaşımından uzaklaşma eğilimi, aydınlanma döneminde en yüksek noktasına ulaşır. Voltaire’e göre doğa biliminde olduğu gibi tarihte de tek tek olayları birbirine bağlayan yasalar vardır ve bu nedenle ne doğada ne de tarihte Tanrısal bir planın gerçekleşmesi söz konusu değildir. Buna göre tarihte izi sürülecek olan aklın kendini gösterdiği biçimlerdir, dolayısıyla da ilerleme aklın zaman içinde görünmesi, özünü gittikçe daha arınmış, daha olgun bir biçimde göstermesidir. Condorcet de Voltaire’in bu düşüncelerini paylaşarak tarihsel düşüncedeki bu yanı, cennet gökyüzünden yeryüzüne indirildi, insanın amacı bu dünyada mutluluğu elde etmek oldu, biçiminde dile getirir.19 Bunun anlamı, insanın, doğal nedenlerin yardımıyla, kusurları düzeltildiğinde yeryüzüne düşmeden önceki mutluluğu kazanmasıdır. Condorcet’e göre insan, bilim aracılığıyla bu dünyayı er geç yeryüzüne düşmeden önceki cenneti yapacaktır. Diğer yandan aydınlanma düşünürleri, tarihin insanın yetkinleşmesinin gerçekleştiği bir sahne olduğunu düşünürler. Lessing’e göre ilerleme, teknik buluşlarla değil, insanın iç varlığının derilikleriyle ilgili olan ahlaksal bir ilerlemedir. 20 Isaac Iselin de, insanlığın sürekli bir ilerleme içinde olduğunu ve aydınlanma ile birlikte her gün biraz daha inceleşen bu düşüncelerin insanı daha mutlu ve erdemli kılacağını belirtir. İnsanlık tarihi kendisini mutlu kılacak bir geleceğe doğru sürekli olarak ilerlemektedir. 16 17 18 19 20 ve ahlaklarını onlardan çıkardıkları örneklere göre düzenleyenler, romanlarımızdaki kahramanların tuhaflıklarına düşmekle ve güçlerini aşan niyetler tasarlamakla karşı karşıya kalır.” Bknz. Descartes ; “Yöntem Üzerine Konuşma”. s. 9, 10. Kurtuluş Dinçer, “Tarihsizlikten Tarihselliğe”, Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi, no. 2 (2006): 147-155. a.g.e. 148. Paolo Rossi, Gemi Batıyor, Seyreden Yok: İlerleme Fikri, (Çev. Durdu Kundakçı), 1.baskı (Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2002), 14. Kubilay Aysevener, “Tarih ve İlerleme”. Felsefe Dünyası, no. 14 (1994): 65-71. Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 70. 139 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 Ancak, aydınlanma içinde, tarihin insanın ulaşacağı mutlu bir sona doğru ilerlemediğini düşünen kimi düşünürler de vardır. Tarihsel ilerlemenin insanın yetkinleşmesine doğru olmadığını düşünen Rousseau, sanat ve bilim gibi ilerlemelerin insanı doğadan uzaklaştırdığını ve bundan dolayı insanı kendisine yabancılaştırdığını belirterek, içinde bulunulan aydınlanma döneminin sanıldığının aksine bir ilerleme değil gerileme dönemi olduğunu belirtir. Herder ise, tarihte bir ilerleme ve dizgenin olduğunu kabul etmekle birlikte, tarihin ereğinin bireyin mutluğu ve yetkinleşmesi olmadığını düşünür. Ona göre tarihteki tek tek olaylar birer amaç değil, araçtırlar, insan da tanrısal planının bir parçasıdır. Buna rağmen bütün dönemlerin üzerinde hareket eden bir ileri gidiş de vardır.21 Kant ise Herder’in, tarihte bir “bütünlük”e tam olarak ulaşılamayacağını, tarihin bir “bütün” olarak asla kavranılamayacağını belirtirken aslında haklı ve tüm tarihe “hümanite” açısından bakmamız gerektiğini söylemesinin de doğru olduğunu belirtir.22 Ancak Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi (İdee zu einer allgemeinen Geschichte in weltbürgerlicher Hinsicht) adlı yazısına, tarihe “hümanite” açısından olduğu kadar aynı zamanda ilerleme açısından ve tarihte düzenli bir gidişin bulunabileceği umuduyla bakmak gerektiği ile başlar: “Tarih, nedenleri ne denli derinlerde gömülü olsa da, olayların anlatımını uğraş edinir ve insan iradesinin özgür eylemini geniş boyutlarda incelerken, özgür eylemde düzenli bir ilerleme olduğunun keşfedebileceği umudunu verir bizlere”.23 Öyle ki bu ilerleme, aynı zamanda tek tek öznelerin yaptıklarında karmakarışık ve düzensiz olarak göze çarpan gidişin, bütün türün tarihi bakımından insanın özgün yeteneklerinin yavaş ama sürekli bir gelişimi biçiminde de anlaşılabilir.24 Bu nedenle Kant, tarihe, insanın özgür eylemlerinin gelişme ve ilerleme süreci ve alanı olarak bakmaktadır. Öyle ki; eğer tarihe böyle bir ide altında bakılmaz ise insani olaylar, “anlamsız bir gidiş” olarak kalır. Bu ide, insani çabalarımızı anlamlı bir hedefe yöneltmek için gerekli ve yararlı olduğu kadar, koyduğumuz hedeflere ulaşmak için yaptığımız eylemleri bizim gözümüzde anlamlı kılar. Bu nedenle, tarihte de bir ilerleme görmek, her şeyden önce tarihi bizim gözümüzde anlamlı bir süreç haline getirebilir. Ama en önemlisi, bizim “daha özgür bir insanlık” özlemine dayalı hedefler açısından tarihe ilerleme idesi altında bakmamız, ahlaksal bir ödev, bir gereklilik olarak da görünmektedir. Ancak Kant, bu ilerlemeyi bütün insanlık tarihine yayılmış bir belirleme olarak görmez, çünkü saf akıl, tarihte böyle bir “genel nitelik” asla saptayamaz. Çünkü “insanlar amaçlarını ne hayvanlar gibi sırf içgüdüyle ne de akla dayanan dünya yurttaşları gibi önceden çizilen bir plana göre güttüklerinden, insanlığın bir plana göre işleyen yasalara bağlı tarihini yazmak olanaksız gibi görünüyor”.25 21 22 23 24 25 Kubilay Aysevener, “Tarih ve İlerleme”, 69. Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 68. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, Tarih Felsefesi Seçme Metinler, (Çev. Uluğ Utku), (Haz. Doğan Özlem, Güçlü Ateşoğlu), 1. baskı (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2006), 30. a.g.e. a.g.e. 31. 140 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN O zaman tarihe veya tarihteki insani olaylar için var olduğu varsayılan bu ilerlemeye filozof nasıl bakmalıdır? Kant’a göre filozof tarihe “… İnsan olaylarının bu anlamsız gidişi ardında doğada bir amaç bulmaya girişmek ve kendi planları olmaksızın eyleyen bu yaratıkların bir tarihinin, doğanın belli bir planına göre olanaklı olup olmadığına karar vermelidir”.26 Ancak Kant böyle bir tarihin belli bir şeyleri gerçekleştirmek için bir araç olduğunu düşünür. Öyle ki bu türden bir tarihi yazacak kişiyi ortaya çıkaracak olan da “tıpkı gezegenlerin dış merkezli yörüngelerini belli bir tarzda yasalara bağlayan bir Kepler’i ve bu yasaları genel bir doğa ile açıklayan Newton’u da ortaya çıkaran doğanın kendisidir”.27 Bundan dolayı “ilerleme” teorik açıdan değil de pratik açıdan ele alınması gereken bir idedir. Çünkü ilerleme, insanlığın gelişimine topluca bakmak için son derece yararlı bir idedir ve bu niteliğiyle ahlaksal bir değer taşır.28 İlerleme idesi aynı zamanda “ereklilik” idesini de beraberinde getirir. Çünkü ilerleyen bir şey belli bir şeye, yani belli bir yere doğru ilerleyen şeydir. Ancak ereklilik idesi altında baktığımızda insani ve toplumsal yaşamdaki erek, “doğal mutluluk” gibi bir erek olamaz. Öyle ki bu türden bir mutluluk, mekanik evrenin yönlendirdiği duygulanımlardan, güdülerden çıkan bir şeydir. Ne var ki doğa, insana, başka organizmalarda bulunmayan bir şey, adı “akıl” olan bir yeti armağan etmiştir. Doğanın insana böyle bir yeti vermesinde ise bir erek-neden gizlidir. Doğa, insanın eylemlerini ve yaşamını bu yetiye göre belirlemesini ve düzenlemesini istemektedir. Bunu ise insanın bir doğa varlığı olarak diğer canlılara göre daha zayıf olduğundan, bu zayıflığını gidermek için aklını bir araç olarak kullanmasından çıkarabiliriz. Bu nedenle insanın toplumsal yaşamda hayatını sürdürebilmesini sağlayan şey doğal güdüleri değil, bu aklını kullanarak koyduğu “ahlak yasası” olabilir. Bu nedenle ahlak yasası doğada bulunmayan ama doğanın insana armağan ettiği bir yeti tarafından ortaya konulan bir yasa olarak, insan özgürlüğünün bir göstergesi olur. Bundan dolayı tarihe ilerleme idesi altında bakmak için insani yaşamda bir erekliliği tasarlamak kaçınılmazdır. Doğa, nedensellik yasasına bağlı mekanik bir düzen altında iş görmektedir ve bu saf teorik aklın nesnesidir. Öte yanda “canlı doğa” ya da “organizmalar” alanında anorganik doğadaki mekanizmden daha fazla ve özel bir durum söz konusudur. “Bir yaratığın bütün doğal yetenekleri, kendi amaçlarına er ya da geç uygun gelecek bir tarzda gelişmeleri yönünde belirlenmiştir (1.Önerme)”.29 Organizmalar da anorganik doğadaki mekanik yasalara göre oluşmuş olmalarına rağmen bir organizma ürer, gelişir ve büyür; en önemlisi de o, kendisini yeniler ve bozulmuş bir parçasını yeniden çalışır hale sokabilir gibidir. Öyle ki herhangi bir canlıda kullanılmayan bir uzvun veya amacını gerçekleştirmeyen bir düzenlemenin olması ereksel doğa teorisinde bir çelişkiyi meydana getirir.30 Buna göre sanki bir organizmanın yaptığı şeylerde bir ereksellik vardır gibi görünmektedir. Eğer doğaya 26 27 28 29 30 a.g.e. a.g.e. Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 68. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 31. a.g.e. 141 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 ilişkin böyle bir ilkeden vazgeçilirse, belli bir yasaya göre işleyen doğa yerine ereksiz, boş, rastlantıya dayalı bir doğa ortaya çıkar. Kant’a göre bu bağlamda ereklilik, bir şeyin amacını kendi içinde etkin bir neden olarak taşıması, kendi kendisinin son nedeni olmasıdır. Bu nedenle organizmada böyle bir erek olduğunu bize telkin eden şey, ondaki bu fazla ve özel durumu saptayan ise kendi aklımızdır. Öyle ki yargı gücü yetimiz, doğa ile ve özellikle de organik doğa ile bir benzeşim kurarak, organizmaları sanki erekler koyan bir aklın ürünü şeyler gibi görmeye başlar. Saf teorik akıl, nesneleri nedenselliğe bağlı bir işleyiş içinde kavramakla yetinirken, doğa ile bir benzeşim kuran yargı gücü ise, organik doğa karşısında bir ereklilik idesi altında çalışmak ister.31 Böylece insan düşüncesi salt mekanik işleyen bir evren tasarımı yanında belli ereklere göre de işleyen bir evren tasarımını da ortaya koyar ve genellikle doğanın anlam ve ereğini sorarak, insani ve toplumsal yaşamın da anlamını sormaya başlar. Akıl, bir yaratığı güçlerini kullanmada içgüdünün oldukça dışına çıkartan bir yetidir. Bu bakımdan da bizzat insan aklının gelişimi bireysel planda değil, toplumsal düzeyde olmaktadır. “İnsanda (yeryüzünde tek akıl sahibi yaratık olarak) aklın kullanımına yönelik doğal yetenekler, tam olarak bireyde değil, ancak türde gelişebilir (2.Önerme)”.32 Aklın işleme tarzı ve gelişimi, ilerlemesi, bir çaba, deneme ve öğrenim gerektirir. Bu ise tek insanın çabasıyla değil “insan türünün” ortak çabalarıyla gerçekleşir. Eğer insan kendi yeteneklerini kurallar koyarak yönlendiren ve “ilerleyen” bir akıl’a sahip olmasaydı, bu yetenekler boşuna ve amaçsız şeyler olarak görülür ve bilgeliğin temel ilke olarak almamız gereken doğanın yalnız insan konusunda çocukça oyunlara daldığı kuşkusu uyanırdı.33 Öyleyse doğanın insana akıl vermesiyle kendisinden beklediği şey, “insanın hayvani varlığının mekanik düzeni ötesindeki her şeyi kendisinin yapmasını, içgüdüsü olmadan kendi aklıyla yarattığından başka bir mutluluktan ve yetkinlikten pay almasını istemiştir (3.Önerme)”.34 Doğa gereksiz hiçbir şey yapmaz ve amaçları için kullandığı araçlarda müsrif değildir. “Doğa insana akıl ve akla dayanan irade özgürlüğü vermiştir”.35 Doğanın insana akıl ve akla dayanan irade gücünü vermesinin nedeni insanın kendisi için her şeyi yapabilmesi içindir, insan her şeyi kendisi yapmalıdır. Yaşaması için her türlü sevinç ve rahatlık sağlayan araçlarının, yetenek ve zekâsının, hatta iradesindeki iyiliğin bile kendi ürünü olması ondan istenmiştir. Sanki doğa insanın iyi bir durumda olmasından çok onun her şeyi aklı ile ölçüp biçmesini istemiştir. Doğan insanı doğal araçlarla donatırken tutumlu davranmıştır, bu noktada doğal varlık olarak insan zayıftır, ancak insanın bu zayıflığı onun başka bir araç ile donatılmasının da nedeni olur. Öyle ki doğa insana onunla her şey yağabileceği bir araç olarak bir “akıl” bağışlamıştır.36 31 32 33 34 35 36 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 69. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 32. a.g.e. a.g.e. 33 a.g.e. a.g.e. 142 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN Böylece doğa bir hayvan türünün akıl sahibi olmasını, birey olarak ölümlü, tür olarak ölümsüz olan bu akıllı varlıklar sınıfının yeteneklerini yetkinleştirmesini istemiştir.37“Yeteneklerin gelişmesini gerçekleştirmek için doğanın kullandığı araç toplumdaki antagonizmdir; öyle ki, sonunda bu antagonizm yasaya uygun bir düzenin nedeni olur (4.Önerme)”.38 Antagonizm, insanların toplumdışı toplumsallığını; bir toplum olma eğilimlerini, ama bu eğilimin de toplumu hep parçalamayı tehdit eden sürekli bir dirençle olan bağlantısıdır. Kısaca insanın toplumdışı toplumsallığıdır. Şimdi insanda iki yönlü bir eğilim vardır: bunlardan biri, insanın bir takım yeteneklerini ve eğilimlerini bir toplum içinde geliştirmesi, yani toplum içinde onları açığa çıkartması, toplumun bunların gelişimine katkıda bulunması; ikincisi ise, bu toplumsallığın yanında birey olarak insanın, bencil ve her şeyi kendi isteklerine göre yönlendirmek istemesi bulunur.39 Bu nedenle insan her yönden bir direnç bekler; tıpkı kendisinin de başkalarına direnç gösterme eğiliminde olduğunu bilmesi gibi. İşte insanın bütün güçlerini uyaran, onu tembellikten alıkoyan bu direnmedir. Böyle bir direnmeye şeref, güçlülük ve mülkiyet istediği de eklenince insanı vazgeçemediği ama aynı zamanda tahammül de edemediği diğer insanlar, yani toplum içinde bir yer edinmesinin nedeni olur. Dolayısıyla insan kendi bir takım tutkularını gerçekleştirmeye çalışırken toplumun belli bir yere ulaşmasına katkıda bulunmuş olur. “Böylece barbarlıktan insanın asıl toplumsal değerini oluşturan kültüre doğru ilk gerçek adımlar atılmış olur: Bütün yetenekler yavaş yavaş gelişir, beğeni oluşur, sürekli bir aydınlanma ile düşünme olgunlaşır ve bütün bunların sonunda patholojik bir beraberlik ahlaksal bir bütünlüğe dönüşür”.40 Bütün bunlara göre demek ki insanın doğasındaki toplumlaşmaya aykırı olan yön ile bunun sonucu olan direnme yüzünden birçok kötülükler doğuyor ama diğer taraftan yine bu yön sayesinde bütün güçlerin gerilmesine ve böylece de doğal yetilerin gelişmesine yol açıyor.41 Ahlaksal yaşam bütünlüğüne dönüşmüş “insan türü için en büyük sorun, evrensel adalet yaptırımını uygulayacak bir yurttaşlar toplumuna ulaşmaktır; doğa insan türünü bunun çözümüne doğru zorlamaktadır (5.Önerme)”.42 Bu durumda doğanın en yüksek amacı, başka deyişle insanın bütün yeteneklerinin gelişmesi, ancak toplum çerçevesinde, hem de içinde en büyük özgürlüğün dolayısıyla da üyeler arasında tam bir antagonizmin- bulunduğu, ama bir yandan da bu özgürlüğün sınırlarının kesin olarak belirlendiği bir toplumda gerçekleşebileceğinden, doğa böyle bir toplumu insanın kendisinin yaratmasını istemiştir. Bunun için ilk olarak yapılması gereken “karşı durulmaz bir güçle olabildiğince birleştirildiği bir toplum düzeni kurulması, tam adaletli bir yurttaşlar anayasasının yapılmasıdır”.43 Böylece insanlar, kendileri için kendilerine getirdikleri bir zorunlulukla, yani ahlaksal adıyla bir “gereklilik” tasarımı altında 37 38 39 40 41 42 43 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 72. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 34. a.g.e. a.g.e. 34, 35. Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 129. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 36. a.g.e. 36. 143 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 doğanın kendilerinden talep ettiği aklını özgürce kullanma edimini yerine getirmiş olurlar.44 Ancak Kant’a göre, “bu sorun insan türünün çözeceği hem en güç hem de en son sorundur (6.Önerme)”.45 Sözü edilen güçlük ise şuradadır: İnsan, türdeşleri arasında yaşadıkça bir yöneticiye ihtiyaç duyan bir hayvandır, çünkü türdeşleriyle ilişkisinde insanın özgürlüğünü kötüye kullandığı görülür bir şeydir. İnsan akıllı bir yaratık olarak özgürlüğüne sınır çekecek bir yasayı istese bile, yine hayvani eğilimleri onu bu yasasının dışına sürüklemeye iter. Bundan dolayı insanın kendi iradesini kıran, evrensel geçerli ve herkesi özgür kılan bir iradeye boyun eğecek bir yöneticiye gereksinimi vardır.46 İnsan böyle bir yöneticiyi başka yerde değil ancak kendi türü içinden bulabilir. Oysa bu yönetici de başka bir yöneticiye ihtiyaç duyan bir hayvandır. Öyleyse insanın, ne kadar uğraşırsa uğraşsın kamu adaletini kurmak için, kendisi adaletli olan en üstün bir otoriteyi elde edebileceğini söylemek güçtür. Dolayısıyla insanın özgürlüğünü bir otorite olmadıkça kötüye kullanmasını engellemek için bu otoritenin hem kendi başına adil olması hem de insan olması gerekir. İşte bu, görevlerin en zorudur ve tam bir çözümü olanaksızdır. Kant’a gör doğa bizden yalnızca bu ideye, yani “tam adaletli bir toplum”a yakınlaşmamızı ister.47 Başka deyişle tam adaleti gerçekleştirmek, bize ancak önümüze koymamız gereken bir ödev olarak görünür. Bu ödev ise “başka devletlerle yasal, ilkeli bir dış ilişki sorunuyla ilgilidir ve bu ikincisi çözülmeden birincisi de çözülemez”.48 Buna göre tüm insan türünün bir evrensel hukuk ve evrensel yurttaşlık altında tek bir toplum olmaya yönelmesi bir ödevdir.49 Nasıl tek tek kişiler arasında bir uyuşmazlık varsa aynı biçimde devletlerarasında da söz konusudur. Bu ödev de, tüm insan türünün bir evrensel hukuk ve evrensel yurttaşlık altındaki tek bir toplum olmaya yönelmesi ödevidir. Bireyler arasındaki çatışmayı olduğu gibi, devlet arasındaki çatışmayı da doğa, bunların sonunda güvenlik ve barışa kavuşmaları için bir araç olarak kullanmaktadır. Doğa, savaşlar ve bunların doğurduğu sıkıntılar ve yıkıntılarla, devletleri bu vahşilik durumundan çıkıp bir uluslar derneği içinde birleşmeye zorlar. Bu sıkıntı devletleri, kaba özgürlüklerinden vazgeçip barış ve güvenliği yasalı bir düzene aramaya zorlayacaktır”.50 İnsan türünü yönlendiren ereğin ne olduğu ise, ancak böyle bir evrensel çerçeve kurulduktan sonra, yani “insan türünün bütün tarihi doğanın gizli bir planının gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu plan içte –ve aynı amaçla dışta- yetkin bir anayasayla insanlığın bütün doğal yeteneklerinin gelişebilmesini sağlamaktır (8. Önerme)”.51 Böyle bir durum hayal ürünü bir şey değildir, ancak bunun gerçek sınanmasını gösterecek olan deneyim bize bunun birazcığının keşfedilir olduğunu gösterir. Ancak insan, doğası gereği, tümümüzün yaşayacağı en uzak çağ karşısında bile 44 45 46 47 48 49 50 51 Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 72. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 37. a.g.e. a.g.e. a.g.e. 38. Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, 73. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 38. a.g.e. 41. 144 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN ilgisiz kalamaz. Bizden sonra gelecektekiler için bir sevinç yaratacak bir anın gerçekleşmesinin akla uygun durumlarla hızlandırılabilirdir. Bundan dolayı bütün devletlerin doğa gereği kendi güçlerini yitirmemek için ve özgürlüğün gittikçe yayılıyor oluşu yüksek bir iyilik olan aydınlanmaya yol açar. Eğer bu aydınlanma devleti yönetenler tarafından yönetim ilkelerinde yol gösterici olursa savaşların gereksiz ve pek ağır şeyler olduğu anlaşılacaktır. Bundan dolayı bir devletler kurulu, bir üst duruma başvurma gereksiniminden dolayı ortaya çıkacaktır: böyle bir kurula her yanda gereksinme duyulması, kucağında insanlığın gelişeceği bir dünya yurttaşlığı durumunun oluşacağı umudunu uyandırmaktadır.52 Doğanın bizden talep ettiği şeyin bir “evrensel birlik” olduğunun kavranmış olunması, “genel dünya tarihini işleyecek bir felsefi girişimin olanaklı olduğunu” gösterdiği gibi, bu felsefi girişimin “doğanın amacını da ilerletebileceği kabul edilmelidir (9.Önerme)”.53 Doğanın, insan özgürlüğünün rast gele oyunları içinde bile plansız çalışmadığı kabul edilirse bir takım öncüllerden hareketle bir tarihin yazılması olanaklıdır. Öyle ki böyle bir bakış açısının dışına çıkılırsa, yani doğanın bir planının ve işleyiş düzeninin olmadığı varsayılırsa o zaman bir çok eylem başı boş olacağından onları anlamak tamamen olanaksız olur. Bütün eylemler ve olaylar anlamsız birer karmaşa yığınına dönüşürler. Bu nedenle bu ide bize, bu eylemleri anlamamız için bir rehberlik yapar.54 Kant’a göre söz gelimi Greklerden bugüne değin tarih gözden geçirilecek olursa, Avrupa’da devlet yasalarının gittikçe düzelen düzenli bir ilerleme buluruz.55 Bir doğa planının varsayılması geleceğe güvenli bir bakış sağlar. Bunu görmek de, insanı gelecek bakımından avutuyor; insana, doğanın kendisine yerleştirmiş olduğu tohumların tam olarak gelişeceğini ve yeryüzündeki belirlenimini tam olarak gerçekleştireceği duruma günün birinde erişileceğini umut ettiriyor. Kabaca söylendikte, Kant’a göre belirlenen böyle bir tarih felsefesi, tarih bilimine insan eylemlerinin plansız yığınının en azından bir düzen altında betimlemek için bir yol gösterici durumundadır. Ancak, Kant’ın dile getirdiği gibi bu türden bir tarih felsefesi, saf teorik aklın bir kurgulaması değil, daha çok ereksel düşünen pratik aklın bir kurgusudur ve böyle bir akıl da doğayla kurulan bir benzeşim (analoji) aracılığıyla iş görür. Bu bakımdan belli bir ereğe doğru giden bir süreç olan ilerleme de saf aklın değil pratik aklın ancak doğadan çıkardığı bir idedir. Pratik aklın doğayla benzeşim kurarak ortaya koyduğu bu ilerleme de daha çok insanın özgür iradesinin bir ilerlemesidir. İlerlemenin eylemlerin ahlaki olmasını belirleyen pratik akıl açısından bir ilerlemeyi dile getirmesi onu ahlaki bir ilerleme olarak görmek demeye gelir; öte yandan bu ilerleme düz, çizgisel bir ilerleme değil inişli çıkışlı bir ilerlemedir. Öyle ki yukarıda da dile getirildiği gibi zaman zaman insan, eylemlerinde güdülerine bağlı kalmış, belli bir vahşilik dönemleri de yaşamıştır. Bu türden bir ilerleme, daha çok özgür insana açık olan bir olanaktır. Kant’a göre bu olanağı gerçekliğe dönüştürebilmek için, insanlık tarihi insanın özgürleşme sürecinin, yani insanın özgürlük tarihidir. Bu tarih, insanın duygulanımlarından, 52 53 54 55 Macit Gökberk, Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları, 132. I. Kant, Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi, 44. a.g.e. a.g.e. 45. 145 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 SBArD güdülerinden vazgeçerek aklın yönlendiriciliğinde ortaya koyduğu “ahlak yasası”na göre eylemesini gösterir. Bu nedenle tarihteki ilerleme, kendisine özgür iradesiyle bir ahlak yasası ve erekler koyabilen pratik akıl sahibi bir türün zaman içindeki gelişim sürecidir. Özetle söylersek; Kant’a göre tarihin ilerlemesi özgürlüğün gelişimidir; bu bakımdan ilerleme, özgürlük düşüncesinin tarih sahnesinde yayılıp derinleşmesidir. Kant’ın bu anlayışında Aydınlanma’nın tarih felsefesi en yüksek doruğuna ulaşmış olur. Bundan dolayı aydınlanma, tarihe erek olarak koyulan ideye doğru olan bir adımdır da. IV Görüldüğü üzere Hıristiyanlığın zamana bakış anlayışını felsefi bir kılık altında en belirgin biçimde dile getiren Agustinus’a göre insanın kurtuluşu, tarihsel sürecin sona erişiyle gerçekleşebilir. Buna göre tarih, kesin bir sona doğru aralıksız bir ilerleme olarak kavranılır; tarihin belli bir sona doğru akması zamanın yapısının açık ve sürekli olduğunu önsel olarak içermesi demeye gelir. Dolayısıyla odak noktası gelecek olarak belirlenen zaman akışı, içerik yoğunluğunun bir ilke konusu olarak olanaklı kılındığı bir alanı oluşturur. Zaman ilerledikçe, içerik yoğunluğu artar ve gelişir. Zamanın açık ve sürekli yapısı, varlığını haklı çıkarır yeni birçok içeriğin zaman içinde gerçeklik olarak var olma olanağını ortaya koyar. Bu nedenle zamanın açıklığı, ilerleme olanağını güvence altına alır. Böylelikle de ilerleme düşüncesi, tarihsel bilincin temel önsayıltısı olarak, zamanın bir yorumu olur. Aydınlanma’ya göre ise tarih, geçmişten kendisine doğru akan bir süreci yansıtmaktadır. Tarih, aydınlanmaya doğru ilerleyen bir süreçtir ve aydınlanma tarihin ilerlemesinin bir yansısıdır ve kimilerine göre de son noktasıdır. Çünkü böyle bir dönemde daha önceki dönemlerde olmayan aklın bağımsızlığı ve egemenliği söz konusu olmuştur. İnsanlık doğayı anlama ve onu denetim altına alma konusunda hiç olmadığı kadar bu dönemde bir başarı sağlamıştır. İnsanlığın gözünü kamaştıran büyük bilimsel devrimler bu dönemle birlikte gerçekleşmiştir. Bütün bunlar ise insandaki bir yeti, yani akıl aracılığıyla gerçekleşir. İnsan kendinde bulunan bu yeti aracılığıyla daha önceki dönemlerde kendisi için bir giz olarak gördüğü pek çok şeyi açıklayabilmiştir. Ki bu nedenle çağcıl düşünce ve aydınlanma düşüncesi, insanın bu yeti, yani akıl aracılığıyla doğa karşısında gerçekleştirdiği denetiminin aynı biçimde tarihsel olanı oluşturan eylemleri için de geçerli olabileceğini ileri sürer. Aklın kendini gösterdiği bu dönem, tarihsel süreç içerisinde insan özgürlüğünün hiç olmadığı kadar gerçekleştiği veyahut gerçekleşeceği de bir dönemdir. İşte tarihe bir ilerleme idesi altında bakmanın ereği de böyle bir yeti nedeniyle duyulan ahlaki bir ödevdir. Bu nedenle Kant’a göre ilerleme, insanın akılla kendisini yönetme, kendisine yasalar koyma yoluyla gerçekleşir. İlerleme doğada başlamış ve özgür bir varlık olma, özgürce etkileme yönünde tarihsel insani- dünyada gelişmesini sürdürmektedir. Bu açıdan ilerleme idesi, tarihe bir anlam yüklemek için doğayla bir benzeşim kurularak ancak temellendirilebilen pratik aklın bir idesidir. İşte bu nedenle Kant ilerlemeyi tür olarak insanın ilerlemesi biçiminde görür. Bu bakımdan ilerleme, bütün türün tarihi bakımından insanın özgün yeteneklerinin yavaş ama sürekli gelişmesidir. Öyle ki yeryüzünde tek akıl sahibi varlık olan insanın 146 Mehmet Ali SARI – Ferhat AĞIRMAN aklının kullanmasını dile getiren yetenekler tam olarak birey de değil, türde gelişebilir. Birey olarak ölümlü olan insan tür olarak ise ölümsüzdür ve insanlık tür olarak yetkin bir dünya yurttaşlığına doğru ilerlemektedir. İşte Kant açısından insanın bir tür olarak ilerleyeceğine, yani tarihin ilerleyeceğine ilişkin düşünce, doğayla kurulan bir benzeşim ilkesi aracılığıyla pratik aklın belirlediği özgürlüğün oluşumundan başka bir şey değildir ve oluş geleceğe doğru akıp gitmektedir. Dolayısıyla aydınlanmanın tarihe bakış açısı ve tarih anlayışının kendisinin iki yönlü olduğu söylenebilir. Birincisi, geçmiş tarihi, akıldışı güçlerin oyunu olarak gösterecek olan bir geriye bakış; ikincisi ise, daha tam bir tarihsel gelişme ve aklın egemenliğinin yerleştirileceği bir mutluluk ve özgürlük çağı yaratmayı uman, bunun için çabalayan bir ileriye bakış ya da daha pratik veya siyasal bir gelişme ve ilerleme. Böylelikle bu noktada ilerlemenin eksik olandan tam olana doğru olan bir süreci yansıttığı söylenebilir, diğer bir deyişle aydınlanmaya göre eksik olan kendisine kadar olan zaman iken tam olan ise kendi çağı olan akıl çağıdır. Ne var ki tarihe, kendisine doğru akan bir süreç ve nokta olarak bakılması, aydınlanma düşüncesinde ilginin modern dönemle sınırladığını göstermektedir. Kısacası böyle bir anlayış ise, aklı merkeze alarak geçmişe bakmanın bir sonucudur. Merkeze aklın alınması, akıl odaklı bakış açısı, insanlık tarihinin ussal olmayan dönemlerinde olanlara hiçbir yakınlık duyulmamasını doğurur. Bu nedenle de tarihe olan ilgi de ancak tarihin kendilerininkine benzer bir modern ruhun, bilimsel bir ruhun tarihi olduğu noktasında başlar. Bütün bu söylenenleri değerlendirdiğimizde ilerleme kavramının, biçimsel anlamındaki özü bakımından, hem ortaçağın hem de aydınlanma düşüncesinin tarihe bakış açısı içinde “bir yerden bir yere”, “bir durumdan bir duruma” doğru olanı yansıtmaktadır denilebilir. Bu bakımdan ilerleme, belli bir durumdan başka bir duruma doğru olanı, bu olageleni içinde bulundurmaktadır. Bu belli durumlar ise belli bir zaman ve belli bir yer içerisinde olan bir başlangıç ve varılmak istenen bir ereği göstermektedir. Böylelikle ilerleme, bu iki durum arasındaki bir hareketi göstermektedir. Kısacası bu da bir değişmedir, başka bir durumda olmaya doğru olan bir oluştur. Dolayısıyla ilerleme, hareketin başlangıcını gösteren bir duruma göre başka bir duruma doğru olandır denilebilir. Hareket de bu “eksik olandan olmayana” doğrudur, yani eksik olanı tamamlamaya, tamlaştırmaya doğru olandır. Bu durumda tam olan ise erek olandır, varılmak istenendir. Bütün buna göre ilerleme, eksikliği gidermeye doğru olan veya ona göre tam olana doğru olandır. Öbür yandan ortaçağ ve aydınlanma düşüncesi, ilerlemeyi yansıtan hareketin içeriğini ise farklı bir biçimde belirlerler ki bu ilerlemenin niteliksel yönünü, yani her dönemde ilerlemeden anlaşılanın başka başka olması demeye gelir. Öyle ki ortaçağ’a göre tarih, Tanrı’nın kendi istencini gerçekleştirme süreciyken, aydınlanmaya göre ise tarihsel ilerleme, tür olarak insanın, aklın egemenliğiyle ortaya koyacağı özgürlüğe ve mutluluğa ulaşmasıdır, dolayısıyla tarih, insana doğanın armağan ettiği bir yetiyle yer aldığı bir amaçlar ülkesinde gerçekleşmeye doğru giden bir özgürlük gelişimidir. Buna göre ortaçağda tarihin yönü, yani ilerlemeyi dile getiren hareket, tarihin kendi içinden değil, dışardan bir güç tarafından belirlenirken; aydınlanmada ise ilerlemenin temeli, doğayla kurulan benzeşimdedir, kısaca doğadadır, doğanın kendisindedir. Doğa ile bir benzeşim kurularak, bu benzeşim ilkesi aracılığıyla nasıl ki doğada bir düzenlilik ve 147 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 131 – 148 ereksellik varsa aynı biçimde tarihte de bir ereksellik olduğu çıkarsanır. Böylelikle doğada görülen türsel gelişim insan dünyasını oluşturan tinsel dünyada da tür olarak insanın gelişimini yansıtır. Diğer yandan her iki dönemde de tarihin ilerleyen bir süreç olarak varsayılması, genelde döngüsel bir görüşün tam karşıtı olarak düşünülebilirse de, aslında tarihin belirli bir hedefe doğru ilerleyen amaçsal tutumu nedeniyle, özellikle ilk altın çağa ya da Tanrı’ya geri dönmek amacını gütmekle, bir defalık döngüsel bir süreci yansıttığı söylenebilir ki bu durumda ilerleme, başlangıca geri dönmektir. Kaynaklar Augustine. The City of God against the Pagans. (Edited by R. W. Dyson), First Published. Cambridge: Cambridge University Pres, 1998) Augustinus. İtiraflar. (Çev. Dominik Pamir), 1. Baskı. İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1999. Aysevener, Kubilay. “Tarih ve İlerleme”. Felsefe Dünyası, Türk Felsefe Derneği Yayını 65-71, no: 14 (1994). Carr, E.H. Tarih Nedir. (Çev. Misket Gizem Gürtürk). 2. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları, 1991. Collingwood, R.G. Tarih Tasarımı. (Çev. Doç.Dr. Kurtuluş Dinçer). 2. Baskı. Ankara: Gündoğan Yayınları, 1996. Dinçer, Kurtuluş. “Tarihsizlikten Tarihselliğe”. Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü Dergisi 147-155, no: 2 (2006). Descartes, R. Metot Üzerine Konuşma. (Çev. Mehmet Karasan). 2. Baskı. Ankara: M.E.B. Yayınları, 1962. Gökberk, Macit. Kant ile Herder’in Tarih Anlayışları. 1. Baskı. İstanbul: Y.K.Y., 1997 Kant, Immanuel. “Dünya Yurttaşlığı Amacına Yönelik Bir Tarih Düşüncesi”, Tarih Felsefesi Seçme Metinler. (Çev. Uluğ Utku). Haz. Doğan Özlem, Güçlü Ateşoğlu. Doğu Batı Yay. Ankara 2006. Özlem, Doğan. Tarih Felsefesi. 2. Baskı. İzmir: Dokuz Eylül Yayınları, 1998. Rossi, Paolo. Gemi Batıyor, Seyreden Yok: İlerleme Fikri. (Çev. Durdu Kundakçı). 1. Baskı, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2002. 148 EL-HÂCİRÎ VE DÎVÂNI Yahya SUZAN* Özet / Abstract el-Hâcirî, döneminin tanınmış gazel şairlerindendir. Bu çalışmada el-Hâcirî’nin hayatı ve dîvânı Bulbulu’l-Ğarâm içerik ve nazım türleri açısından incelenmiştir. el-Hâcirî’nin dîvânı Arap şiirinde özellikle gazel alanında önemli bir yere sahiptir. Anahtar Kelimeler: el-Hâcirî, Türk, Arap şiiri, gazel, nazım türleri. AL-HÂGİRÎ AND HIS DÎWÂN al-Hâgirî is one of the eminent poets of love poetry (ghazal) in his life time. In this study, it has been dealt with al-Hâgirî’s life and his dîwân Bulbulu’l-Ğarâm in terms of content and kinds of versification. al-Hâgirî’s dîwân has an weighty place in Arabic poetry especially in area love poetry. Key Words: al-Hâgirî, Turk, Arabic poetry, love poetry, kinds of versificarion. Giriş el-Hâcirî, Selçukluların 447/1055’te Bağdat’a girmesiyle başlayıp 656/1258’de Hülâgû’nun orayı işgal etmesiyle biten dördüncü ‘Abbâsî dönemi şairlerindendir. Bu dönemde ülkenin siyasi durumu, olabilecek en kötü durumu arz etmektedir. Birbiri ardına gelen savaşlar, el değiştiren devletçikler ve ateşi sönmeyen fitneler, sürekli parçalanmayı ve her şehrin bağımsız bir devlet hâlini alması sonucunu doğurmuştur. elHâcirî bu dönemin sonlarında, Moğol hükümdarlarından Hülâgû (ö.663/1265)’nun Bağdat’ı işgalinden hemen önce yaşamış Iraklı ünlü bir şairdir. Bu çalışmada bu ünlü şairin hayatı ve dîvânı incelenecektir. 1. Hayatı Kaynaklarda el-Hâcirî ile ilgili bilgi verip şiirlerinden alıntı yapan tek kişi İbn Hallikân (ö.681/1282)’dır. Tam adı Husâmuddîn Ebû Yahya/Ebû’l-Fadl ‘Îsâ b. Sencer b. Behrâm b. Cibrîl Humârtekîn b. Taştekîn el-İrbilî el-Hâcirî olan şair 582/1186’da Erbil’de doğmuştur. Onu arkadaşı olarak tanıtan yazar, buna rağmen şairin doğumu, ailesi ve büyümesi ile ilgili hiçbir bilgiye yer vermemektedir. Ailesi ile ilgili olarak sadece onun Türk asıllı bir asker çocuğu olduğunu söylemektedir. Diğer kaynaklar, şairle ilgili verdikleri bilgilerde kaynak olarak İbn Hallikân’ı göstermekte ve onun söylediklerinden farklı bir bilgi vermemektedirler.1 * Arş. Gör. Dr., Dicle Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü. [email protected] 1 İbn Hallikân, Ebû’l-‘Abbâs Şemsuddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtu’l-A‘yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, tah. İhsân ‘Abbâs, (I-VIII), Dâru Sâdır, Beyrût, tsz., III, 501; İbn Kesîr, Ebû’l- Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD el-Hâcirî lakabı, şairin Hâcir beldesinde doğduğu anlamına gelmemektedir.2 Zira el-Hâcirî bu beldeden değildir. Köken, doğum ve yetişme itibariyle Erbillidir. Ancak şiirlerinde Hâcir’in adını çok zikretmektedir. Öyle ki bir eseri Mesârihu’l-Ğizlâni’lHâciriyye (Hâcirli Ceylanların Otlakları) adını taşımaktadır. Bu nedenle şair, Hâcir’e ait olarak gösterilmektedir.3 Şair bu ad ile tanınıp ünlü olunca konuyla ilgili aşağıdaki beyitleri söylemiştir:4 ات ُُيَاكِي َد ْم ُع َعْي ِِن َعْي نَا َ ََما ب ِ ِمن أَين أَنَا وح َاجُر ِم ْن أَيْنا َ َ َْ ْ ِ لَو ُكْن ت ِم ْن َه َو َاك الْبَ ْي نَا ُ ت ُكفْي ُ ْ ِ ت ََْنداً بَِفمي ُ لَ ْوالَ َك لَ َما ذَ َك ْر Eğer sevdan yerine ayrılık bana yetseydi gözyaşım çeşmeyi andırıyor olmazdı. Senden olmasaydı Necd’i ağzıma almazdım. Ben nerde, Hâcir nerde! Şair, Hâcir ile ilgili diğer bir manzûmesinde şunları söylemektedir:5 ِ ِ ُسْي ِم ِر َ للْغََزال األ ِ اْلَُوِْْي ِر ْ يك َ َه َام ف ٍ ُّ أ ُحْي ِوِر َ َي طَْرف أ أَيُّه َذا األ َُريْبِلِي Hangi sevimli kara göz, esmer ceylancığındır? Ey şu Erbillicik, Hâcircik sana tutulmuş! Mekke yolundaki bu hac konağına şiirlerinde yer veren sadece el-Hâcirî değildir. Onun kadar olmasa bile başka şairler de yer vermektedir. Meselâ İbnu’l-Fukâ’î’ye ait bir beyit şu şekildedir:6 ِ يس فَو َق ََم ِ ِ اج ِري َ ْ ِ ت َم َواطي الْع ُ َج َع ْل 2 3 4 5 6 ِ مَت عاي نت عي ناي أَعالَم ح اج ِر َ ُ ْ َ َ َْ ْ ََ َ َ َ Fidâ İsmâ’îl, el-Bidâye ve’n-Nihâye, tah. ‘Abdurrahmân el-Lâdkî - Muhammed Ğâzî Beydûn, (I-XIII), Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, 1417/1997, XIII, 169; ez-Zehebî, Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed b. ‘Usmân, Siyer A‘lâmi’n-Nubelâ, (I-XXV), Muessesetu’r-Risâle, Beyrût, 1417/1996, XXII, 343; İbnu’l-‘İmâd, Şihâbuddîn Ebû’l-Felâh ‘Abdulhayy b. Ahmed b. Muhammed, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, tah. ‘Abdulkâdir el-Arnâ’ût - Mahmûd el-Arnâ’ût, (I-X), Dâr İbn Kesîr, Beyrût, 1412/1991, VII, 272-273; Kehhâle, ‘Umer Rıdâ, Mu‘cemu’l-Muellifîn Terâcimu Musannifî’l-Kutubi’l‘Arabiyye, (I-III), Muessesetu’r-Risâle, Beyrût, 1414/1993, II, 594; Zeydân, Curcî, Târîhu Âdâbi’lLuğati’l-‘Arabiyye, (I-IV), Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1416/1996, III, 24; ‘Afîf ‘Abdurrahmân, Mu‘cemu’şŞu‘arâi’l-‘Abbâsiyyîn, Dâru Sâdır, Beyrût, 2000, s. 107. Hâcir, sözlükte etrafı yüksek ve ortası basık yer demektir. Bu yerlerin basık bölgesinde yağmur suları birikmekte ve etraftaki yüksek yerler o suların taşmasını engellemektedir. “Engelleyen” anlamına gelen “hâcir” sözcüğü bu yerlerin adı olmuştur. Hicâz’da çölde bir hacı konağı olan küçük bir belde, bu özelliği nedeniyle bu adı almıştır. Bu beldeden bugün hiçbir iz kalmamıştır bkz. İbn Manzûr, Cemâluddîn Ebû’l-Fadl Muhammed b. Mukerrem, Lisânu’l-‘Arab, tah. ‘Abdullah ‘Alî el-Kebîr ve diğerleri, (I-VI), Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, tsz., I, 783-784; el-Fîrûzâbâdî, Mecduddîn Muhammed b. Ya‘kûb, el-Kâmûsu’l-Muhît, (I-IV), Dâru’l-Cîl, Beyrût, tsz., II, 5; el-Himyerî, Muhammed b. ‘Abdilmun‘im, er-Ravdu’l-Mi‘târ fî Haberi’l-Aktâr, tah. İhsân ‘Abbâs, Muessesetu Nâsır li’s-Sakâfe, Beyrût, 1980, s. 188. İbn Hallikân, a.g.e., III, 504; İbnu’l-‘İmâd, a.g.e., VII, 275; ez-Zehebî, a.g.e., XXII, 343; ‘Afîf ‘Abdurrahmân, a.g.e., s. 107. İbn Hallikân, a.g.e., III, 504. Aynı eser, III, 505; ez-Zehebî, a.g.e., XXII, 344. el-Makkarî, Ahmed b. Muhammed, Nefhu’t-Tîb min Ğusni’l-Endelusi’r-Ratîb ve Zikr Vezîrihâ Lisânuddîn b. el-Hatîb, tah. Muhammed Muhyiddîn ‘Abdulhamîd, (I-X), Matba‘atu’s-Se‘âde, Mısır, 1367/1949, I, 93. 150 Yahya SUZAN Hâcir dağları gözlerime göründüğü zaman, develerin yürüdüğü yerler göz çukurlarımın üzeri olur! İbn Hallikân’ın şairle ilgili verdiği diğer bir bilgi onun hapse düşmesiyle ilgilidir. Bu konuda şunları söylemektedir: “Ben 626/1229 yılında Ramazan ayının sonlarına doğru Erbil’den ayrıldım. el-Hâcirî de oranın kalesinde, anlatılması uzun sürecek bir nedenden dolayı tutukluydu. Daha önce Huftîdkân7 kalesinde mahpustu ve oradan nakledilmişti.”8 İbn Hallikân şairin tutukluluk nedenini açıklamamaktadır. Ancak el-Hâcirî’nin dîvânında bulunan tek methiyenin başına düşürülen nottan, Erbilli el-Emîr Ruknuddîn Ahmed b. el-Emîr Şihâbuddîn Karatay’ın şaire bu tutukluluğu tertip edip planladığı anlaşılmaktadır.9 Şair bu tutukluluk döneminde kendini çok yalnız hissetmektedir. Aşağıdaki beyitlerde bu yalnızlığını dile getirmektedir:10 اب ِم َن ا ْْلُُم ِوم الْ َم ْف ِر ُق ِّ يَا َر َ ب َش ك ِم َن الت ََّد ِاِن َرْونَ ُق َ َو َعالَ َعلَْي الصبَا تَتَ َعلَّ ُق َّ أَبَداً بِأَ ْذيَ ِال ٍ َِمن ُك ِّل م ْشت اق إِلَْي ُك ْم أَ ْش َو ُق ُ ْ ِ ِ ِ ت م َن الْ َم َدام ِع أَ ْشَر ُق ُ إِالَّ َوك ْد ِ اب ُم ْغلَ ُق ٌ َص َّماءُ َشاه َقةٌ َوب َ ِ ضيِّ ُق َ قَ ْي ٌد أُ َكابِ ُدهُ وس ْج ٌن ت الدِّيَ َار بِِإ ْربِل َ يَا بَْر ُق إِ ْن ُج ْز ِ ُبَلِّ ْغ ََتيَّةَ نَازٍِح َح َسَراتُه ِ ك الْ ِف َداءَ أ َِس ُريُك ْم َ َت ل ُ قُ ْل يَا ُجع ْل ِ واهللِ ما سر َّ ت ًالصبَا ََْن ِديَّة ََ َ َ ِ ِ َّ ف يل إِ ََل اللِّ َقاء َوُدونَ ُك ْم َ َكْي ُ السب Katlandığım pranga ve dar hapishane… Ey Rabbim, dertlerden saçlarım ağardı. Ey şimşek, eğer memleketim Erbil’den geçersen ve yakınlaştın diye parlaklığın artarsa, Hasreti daima sabâ rüzgarının eteklerine bağlı duran ve memleketinden uzakta yaşayanın selamını ulaştır. Ey sana feda olduğum, de ki: Esiriniz, sizi özleyen her ketsen daha çok özlemektedir. Allah’a yemin olsun ki Necid’ten esen sabâ rüzgarı eser esmez gözyaşlarımın (parıltısından) neredeyse (güneş gibi) doğuyor oluyorum! Önümüzde sağlam yüksek dağlar ve kapalı bir kapı dururken kavuşmaya yol nasıl olabilir? Şair başka bir yerde de yalnızlıktan şu sözlerle şikâyet etmektedir:11 ُقَ َّل أ َْع َوانُهُ َوَز َاد َعنَاه ِ َ َنَالَهُ ط ُال ِف الظَّالَم بُ َكاه َالس ْج ِن ُم ْستَ َهاماً أ َِسريا ِّ إِ َّن ِف ِ ُكلَّما قَصر التَّب يما ُ َ ََ َ َ اع ُد ف Hapiste âşık bir tutuklu var. Dostları az ve sıkıntısı çoktur. Ayrılık, muradına ermesini engelledikçe karanlıkta uzun uzun ağlar… 7 8 9 10 11 Bu Huftîdkân, Erbil’de sağlam yapılı ünlü bir kale olan Huftîdkânu Sârimiddîn’dir. Burada Huftîdkânu Ebî ‘Alî kastedilmemektedir bkz. İbn Hallikân, a.g.e., III, 505. İbn Hallikân, a.g.e., III, 503. Dayf, Şevkî, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1990, s. 390. İbn Hallikân, a.g.e., III, 503; el-Hâcirî, Ebû’l-Fadl Husâmuddîn ‘Îsâ b. Sencer, Dîvân, el-Matba‘atu’l‘Âmire, Mısır, 1305, s. 59-60. el-Hâcirî, a.g.e., s. 60 151 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD el-Hâcirî hapishaneden çıktıktan sonra, Salâhuddîn el-Eyyûbî (ö.589/1193) tarafından 586/1190’da Erbil’e vâli olarak atanan el-Meliku’l-Muazzam Muzaffaruddîn Gökbörü’nün hizmetine girer. Vâlinin katında değeri artan şair, kılık kıyafetini değiştirip sûfiler gibi giyinmeye başlar. Ancak Muzafferuddîn Gökbörü 630/1232’de ölünce el-Hâcirî Erbil’den ayrılmak durumunda kalır. Öyle görünüyor ki hasmı olan elEmîr Ruknuddîn Ahmed b. el-Emîr Şihâbuddîn b. Karatay’ın, kendisine dokunacak bir zararından daima korkan şair bu nedenle Erbil’i terk etmiştir. Erbil daha sonra halife elMustansır Billâh (ö.640/1242)’ın hâkimiyeti altına girince ve oraya el-Emîr Şemsuddîn Ebû’l-Fadl Bâtekîn halife tarafından vâli olarak atanınca el-Hâcirî oraya derhal döner. Ancak canına kastetmek için peşini bırakmayanlar boş durmamaktadırlar. Erbil’de bir gün öğleden önce evinden çıktığı zaman, peşini bırakmayanlardan biri, üzerine atlayıp ona bıçakla öldürücü bir darbe indirir. Daha sonra aynı gün olan 2 Şevvâl 632/1235 Perşembe gününde ölür. Öldüğünde yaklaşık elli yaşındadır. Bâbu’l-Meydân kabristanına defnedilmiştir.12 Arkadan haince bıçaklanarak öldürülen şair ecel terlerini döktüğü anda, adı geçen Batekîn’e aşağıdaki beyitlerle sitem etmektedir:13 ضواً َساكِنَا َّ ِ ًََلْ تُْب ِق ُر ْعبا ْ ُف ع ِ ك َما ِزنَا َ ِم َّْن أ َُؤِّم ُل َغْي َر َجأْ ِش اْلِالَفَ ِة ِآمنَا ْ ِات ِِف َحَرم َ ََم ْن ب ِ َ أَ ْش ُك ك الْبَ ِسيطَِة َحالَة َ وك يَا َمل إِ ْن تَ ْستَبِ ْح إِبِلِي لَ ِقيطَةُ َم ْع َشر ِ ِوِمن الْ َع َجائ ف ُيُْ ِسي َخائِفا َ ب َكْي َ َ Ey yeryüzünün kralı, korkudan, yerinde duran bir organı bile kalmayan hâlimi sana arz ediyorum. Eğer Lakîta topluluğu develerimi yağmalarsa, sana yönelmenin dışında Mâzinli kimden beklenti içinde olayım.14 Halifelik hareminde güven içinde geceleyen kişinin nasıl da korkarak sabahladığı görülmemiş şeylerdendir! 2. Edebî Kişiliği Bağdat’ın Hülâgû tarafından işgal edilmesinden önce Irak’ta yaşayan ünlü şairlerden biri et-Tuğrâ’î (ö.513/1120) diğeri de el-Hâcirî’dir.15 Gerek biyografik eserler ve gerekse edebiyat tarihi kaynakları, el-Hâcirî’nin edebî kişiliği ile ilgili yeterince bilgi vermemektedirler. Şairin edebî kişiliği ilgili olarak bu kaynakların verdiği tek bilgi onun iyi bir şair ve şiirlerinin birinci sınıf şiir olduğunu belirtmeleridir.16 12 13 14 15 16 İbn Hallikân, a.g.e., III, 503-504; İbnu’l-‘İmâd, a.g.e., VII, 274-275; ez-Zehebî, a.g.e., XXII, 344; Kehhâle, a.g.e., II, 594; Dayf, a.g.e., s. 391. İbn Hallikân, a.g.e., III, 503-504; İbnu’l-‘İmâd, a.g.e., VII, 274. Şair bu beyitte, malını gasp eden Benî Şeybân kabilesine karşı yardım isteğinde bulunan Kurayz b. Uneyf’in şu beytine göndermede bulunmaktadır: ت ِم ْن َما ِزٍن ََلْ تَ ْسَتبِ ْح إِبِلِى بَنُو اللَّ ِقيطَِة ِم ْن ذُ ْه ِل بْ ِن َشْيبَانَا ُ “ لَ ْو ُكْنMâzinli olsaydım, Zuhl b. Şeybân’dan olan Benî Lakîta develerimi gasp etmezdi.” bkz. el-Kalkeşendî, Ahmed b. ‘Alî, Subhu’l-A‘şâ fî Sinâ‘ati’l-İnşâ, tah. Muhammed Huseyn Şemsuddîn, (I-XV), Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1407/1987, I, 334. el-Bustânî, Butrus, Udebâu’l-‘Arab, (I-IV), Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1997, II, 424. İbn Hallikân, a.g.e., III, 501; ez-Zehebî, a.g.e., XXII, 343; İbn Tağriberdî, Cemâluddîn Ebû’l-Mehâsin Yûsuf el Atâbekî, en-Nucûmu’z-Zâhire fî Mulûki Mısr ve’l-Kâhire, tah. Muhammed Huseyn 152 Yahya SUZAN Şemsuddîn, (I-XVI), Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/1992, VI, 258; el-Hafâcî, Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammedb. ‘Umer, Habâyâ’z-Zevâyâ, fî mâ fî’r-Ricâli mine’l-Bekâyâ, tah. Mehmet Mesut Ergin, Araştırma Yayınları, Ankara, 2008, s. 294; Zeydân, a.g.e., III, 24; ‘Afîf ‘Abdurrrahmân, a.g.e., s. 107. 153 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 3. Eserleri el-Hâcirî’ye ait bilinen bütün eserler şiirle ilgilidir. İçerik bakımından inceleyeceğimiz Dîvânın dışında şairin diğer eserleri şunlardır: 1. Mesârihu’l-Ğizlâni’l-Hâciriyye: Bir şiir mecmûasından ibaret olan bu eserini, ‘Umer b. Muhammed ed-Dimaşkî bir araya getirmiştir. Londra’da el-Mektebetu’lHindî’de bulunmaktadır.17 2. Nuzhetu’n-Nâzır ve Şerhu’l-Hâtır. Şairin bu eseri de çeşitli kasîdelerden oluşan bir şiir mecmûasıdır.18 3. el-Kasâidu’l-Hicâziyyât fî Medhi Hayri’l-Beriyyât. Şaire ait bu şiir mecmûası, Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye’de bu adla yazma hâlinde bulunmaktadır. Hz. Peygamber için söylediği methiyelerden oluşan bu mecmûadaki şiirleri şair hacda iken yazmıştır. Bunlar şairin dîvânında yer almamaktadır.19 4. Dîvânı el-Hâcirî’nin dîvânı yine ‘Umer b. Muhammed ed-Dimaşkî tarafından bir araya getirilmiş olup 1305/1891’de Kâhire’de el-Matba‘atu’l-‘Âmire eş-Şarkiyye’de basılmıştır. 72 sayfadan ibaret olan bu dîvan yaklaşık 1250 beyit, 28 mukatta‘a, 18 muhammes kıtası, 10 dûbeyt kıtası ve 7 mevâliyyâ kıtası içermektedir. Yedi fasıl (başlık) altında toplanan dîvânın birinci faslı medih ve gazel, ikinci faslı tutukluyken söylediği şiirler, üçüncü faslı muhammesler, dördüncü faslı mukatta‘alar, beşinci faslı hiciv, altıncı faslı mevâliyyâ ve yedinci faslı dûbeyt manzûmeleri oluşturmaktadır. Çalışmamızda bu baskı esas alınmıştır. el-Hâcirî’nin şiirlerinde var olan akıcılığın meydana getirdiği mûsikî, dîvânın bütününe hâkimdir. Öyle ki bu nedenle dîvânına Bülbül’l-Ğarâm el-Kâşif ‘an Lisâmi’lİnsicâm (Söz ve Anlam Uyumunun Üzerindeki Peçeyi Kaldırıp aşkı Öten Bülbül) adı verilmiştir.20 Kaynaklarda şairin dîvanı ile ilgili bazı değerlendirmeler görülmektedir. Meselâ İbn Hallikân şunları söylemektedir: “Divânına incelik hâkimdir. İçinde anlamı güzel şiirler vardır. Klasik şiirin dışında dûbeyt ve mevâliyyâ da içermektedir. Şair bu üçünde de iyidir. Oysa bunların birinde iyi olan diğerlerinde kötüdür. Ayrıca kâne ve kâne21 17 18 19 20 21 Zeydân, a.g.e., III, 25. ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A‘lâm, Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, Beyrût, 1991; Kehhâle, a.g.e., II, 594. Brockelmann, Carl, GALS, Leiden, 1937, I, 443; Dayf, a.g.e., s. 393. Kahhâle, a.g.e, II, 594; Dayf, a.g.e., s. 393. Kâne ve Kâne, halk diliyle (‘âmmî) söylenen şiirlerdendir. Hattâ zecelin bir dalı olarak görülmektedir. Başlangıçta va’z, irşâd ve zühd amacıyla söylenen hikâyeler ve kıssalar ile sınırlıydı. Bu nedenle “idi ve idi”yi çok içermiş ve bu adı almıştır. Ortaya ne zaman çıktığı tam olarak bilinmemekle birlikte ‘Abbâsî döneminin sonunda görülmeye başlanmıştır. İbnu’l-Cevzî ve Şemsuddîn el-Kûfî gibi vaizlerin sayesinde altıncı ve yedinci asırlarda ilerlemiştir. Daha sonraları gazel gibi diğer alanlarda da parlamıştır. Bir vezni ve bir kâfiyesi vardır. genelde muctess vezni ( فاعالت )مستفعلنile söylenmektedir. ُ Ancak zihâf ve illetlerle vezninde çeşitli değişikliklere gidilmiştir. Öyle ki birinci mısra son mısradan daha kısa olmuştur. Kâfiyesi, daima, revi harfinden önce illet harflerinden birisinin redif olarak gelmesiyle oluşmaktadır. Revîsi de daima harekesizdir. Bkz. er-Râfi‘î, Mustafa Sâdık, Târîh Âdâbi’l‘Arab, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1421/2000, III, 135; Altûncî, Muhammed, el-İtticâhâtu’şŞ‘’riyye, fî Bilâdi’ş-Şâm fî’l-‘Asri’l-‘Usmânî, Menşûrât İttihâdi’l-Kuttâbi’l-‘Arab, 1993, s. 494-495. 154 Yahya SUZAN nazım türünde yazdığı manzûmeleri de vardır. Bunlarda da güzel şeyler bulunmaktadır.”22 Yazar daha sonra şiirlerinden örnekler vermeye başlamaktadır. Dîvânı ünlü ve tedavülde olduğundan örnekler vererek sözü uzatmaya gerek olmadığını belirtmektedir.23 Diğer kaynaklardaki değerlendirmeler İbn Hallikân’ın söylediklerini tekrarlamaktan ibarettir.24 5. Dîvânın Muhtevası Dîvân’daki şiirler büyük bir bölümü itibariyle gazel içeriklidir. Bunun dışında medih, hiciv ve özür beyanı (i‘tizâr) türünde olan manzûmeler de vardır. el-Hâcirî’nin dîvânındaki şiirleri bu başlıklar altında incelenecektir. 5. 1. Medih Dîvânında şiirlerini sunduğu ve hediye ettiği memdûhlarla şairin ilgilendiği görülmemektedir. Bu da onun maddî sıkıntılarla boğuşmadığını ve zengin biri olduğunu göstermektedir. Şairin dîvânında tek bir methiye bulunmaktadır. O da Erbilli el-Emîr Ruknuddîn Ahmed b. el-Emîr Şihâbuddîn Karatay ile ilgilidir. Muhtemelen bu methiyeyi şair onun öfkesinden sakınmak için yazmıştır. Bunu dîvânı derleyen kişinin bu methiyenin başına düşürdüğü nottan anlıyoruz. Orada şairin ölümüne bu kişinin neden olduğu belirtilmektedir.25 Klasik kasîde yapısına uygun olarak söylenen bu methiye aşağıdaki gazel bölümü ile başlamaktadır:26 ِ َح َدا بِرْك ب الْ َع ِام ِريَِّة َح ِادي َ َأ ِ نَاراً َْلَا ِِف الْ َق ْل ب قَ ْد ُح ِزنَ ِاد اق بِ َع ِاد َ َلَ ْو ََلْ يَ ُك ْن ِمنَّا عِن ب أ َِسريٌ َما لَهُ ِم ْن فَ ِاد ٌ قَ ْل َج َفانُ َها بِ َس َو ِاد ْ ْحولَةٌ أ ُ َمك يَطْ ِوي الْ َم َفا ِوَز ِم ْن ُرباً َوِوَه ِاد تُ ْل ِقي ُس َع َاد ِِبَا َوَد َار ُس َع ِاد أ ََملِي َو َغايَةُ بُغْيَِِت َوُمَر ِادي ِص ص ِادي َّ ظَ ٍام إِ ََل َم ِاء الْ ُم َح َ ب ِ ِ ما لِلدُّم يل َسْي َل الْ َو ِادي ُ َ ُ وع تَس ِِ ني َو َخلَُّفوا َ نَ َع ِم ا ْستَ َقلُّوا ظَاعن ب لِْل َوَد ِاع ِعنَاقَنَا َ ََما َكا َن أَطْي ِ ِ يق َغ َم َامة َ ِِل بِالْ َعق ِيق َس َقى الْ َعق َسلَبَْتهُ ِم ِِّن يَ ْوَم َر َامةَ ُم ْقلَة ص ِر ِّ يَا َسائِ َق الْ َو ْجنَ ِاء َغْي َر ُم َق ِِ ِ َ ما ِِل إِلَي اجة ْ َ ك س َوى التَّحيَّة َح َ ِ ِ َعِّر ْج بَر َامةَ إ َّن َر َامةَ ُمْنتَ َهى ِ ب بِالْعَِر ِاق ُمتَ يَّ ُم ٌّ ص َ هلل Gözyaşlarının nesi var ki vadideki ırmak gibi akmakta? Yoksa (Leyla) el‘Âmiriyye’nin kâfilesi mi yola koyuldu? Evet göç ederek ayrıldılar ve çakmak taşından çıkan kıvılcım gibi olan bir ateşi, kalpte bıraktılar. 22 23 24 25 26 İbn Hallikân, a.g.e., III, 501. Aynı eser, III, s. 503. Bkz. İbnu’l-‘İmâd, a.g.e., VII, 273; Kâtib Çelebî, Mustafa b. ‘Abdillah, Keşfu’z-Zunûn ‘an Esâmî’lKutubi ve’l-Funûn, (I-VI), Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1414/1994, I, 608; Zeydân, a.g.e., III, 24. el-Hâcirî, a.g.e., s. 5; Dayf, a.g.e., s. 390. el-Hâcirî, a.g.e., s. 5. 155 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD Ayrılık için kucaklaşmamız ne kadar da hoştu! Keşke bu, ayrılanların kucaklaşması olmasaydı! ‘Akîk’i bulut sulasın, orada, tutuklu ve fidye vereni olmayan gönlüm bulunmakta. O gönlü benden Râme gününde, kenarları siyah ile sürmelenmiş bir göz aldı. Ey durmaksızın deve sürüp tepe ve ovalardan oluşan mesafeleri kat eden süvari, Su’âd’a veya Su’âd’ın evine götüreceğin bir selamın dışında benim sana ihtiyacım yoktur. Râme’ye uğra. Râme ümidimin sonu, son arzum ve muradımdır. Allah için, Irâk’ta el-Muhassab suyuna susamış bir kara sevdalı var. Gazelden ibaret olan bu giriş bölümünden sonra şair, Ruknuddîn’i şu sözlerle övmektedir:27 ِ ذَرعاً ورْكن الدِّي ِن رحب الن َّادي ُ َُ ْ ُ َْ ِش ِهدت بِِه األَموات ِف األَ ْْلاد ْ َ َ ُ َْ َ ِود بِا ِإلسناد ِ ي روى ح ِديث ا ْْل َْ ُ ُ َ َ ُْ ِاْل َّساد ِ ِ ِ ُْ الَ تَْبتَلي ب َش َماتَة ِ عن مْن ه ِج ا ِإلسع اف ِوا ِإل ْس َع ِاد َْ َ َ َْ ِتَرنُو إِلَي ِه أَعني األَضداد َ ْ ُُ ْ ْ ْ ِب مطَا ِرف وتِالَد ِ ََلْ أ ُْم َ َّ س َر َ ِ ِ ِوِمن الْ َع َجائ يق بِِإ ْربِل َ ب أَ ْن أَض َ َ َِجيلِه َِ ضل ْ لَ ْو أَنْ َكَر األ َ ْ ََحيَاءُ ف ِ يا أَيُّها الْموََل الَّ ِذي عن َكف ِّه َْ َْ َ َ ِ ِِ ِ يت ِبثْل َها َ أَ ْش ُك َ وك َحاالً الَ ُرم ِ ك الْ َك ِرُيَِة أَ ْن ََِت ْد َ َح َ ِاشا َسجيَّت ِ فَبِ َف ِ ك الْ َم ْحُر ًَصبَ َح ِِل ُعال ْ َ ضل ْ وس أ ِأَنْت الَّ ِذي لَوالَ ََساحةُ َكفِّه َ ََ ْ Ruknuddîn’in çevresi genişken Erbil’de zor duruma düşmem görülmemiş şeylerdendir! Şayet yaşayanlar onun bol iyiliğini inkâr etseydiler, mezarlardaki ölüler tanıklık edeceklerdi! Ey elinden cömertlik hadîsi senediyle birlikte rivâyet edilen efendimiz, Benzeriyle karşılaşmadığın durumumu sana şikâyet ediyorum. Beni kıskananların alaylarıyla sınama! Senin soylu karakterin, yardım etme yolundan sapmaktan münezzehtir! Allah tarafından korunan sizlerin sayesinde, muhaliflerin gözlerinin bakakaldığı yüksek makamlarım oldu. O sensin ki cömertliğin olmasaydı ipek elbiselere ve antikalara sahip olmazdım. el-Hâcirî’nin dîvânındaki bu tek methiyeden sonra gelen şiirler, büyük bir bölümü itibariyle gazel içeriklidirler. Yukarıdaki methiyenin başında bulunan gazelle benzer özellikler taşıyan bu şiirler dîvânı tüketecek ölçüdedir. 5. 2. Gazel el-Hâcirî’nin gazelleri incelendiğinde ortaya iki tür gazel çıkmaktadır. Biri gazellerinin büyük bir bölümünü oluşturan iffetli gazel, diğeri de erkek sevgiliye söylenen gazeldir. Bu iki tür, ayrı başlıklar altında incelenecektir. 27 Aynı eser, s. 6. 156 Yahya SUZAN 5. 2. 1. İffetli Gazel el-Hâcirî’nin gazelleri, büyük ölçüde, Necd ve Hicâz’ın çöllerinde oturan şairlerce geliştirilen iffetli (‘uzrî/bedevî) gazel türüne girmektedir. el-Hâcirî’nin gazellerinde sevgilinin diyarı olarak adı geçen yerler de genelde Necd ve Hicâz’daki yerleşim yerleridir. Bu gazellerde şair genelde Râme, ‘Akîk, el-Muhassab, Kâzıma, Hâcir, el-Hayf, Minâ, Mekke Tihâme, Cîretu’l-‘Alem, Sal‘ La‘la‘, ve en-Nekâ gibi yerlerde dolaşmaktadır. Bazen de Irak, Bağdat, Erbil ve Musul’dadır. Bir bakıma şairin dîvânı bu yerlerin adları ile dolup taşmaktadır. Bu yer adları genelde gazellerin başında bulunan nesîb bölümünde yer almaktadır. Şair, sevdikleri o yerlerde bulunuyorlar diye, oraları sevdiğini söylemektedir:28 ت ِم ْن ََْن ٍد فَيَا َم ْر َحبَا َ إِ ْن ُكْن ِ الربَا ْ ِب ُّ ك َ اْلَْزِع ََلْ أ َْع َش ْق لتِْل ِ ِ الصبَا َّ يم َ َهيَّ ْج َ ت َو ْجدي يَا نَس اْلَْزِع َولَْوالَ ُه ُم ْ أ َْه َوى ُربَا Ey sabâ rüzgarı sevdamı uyandırdın. Eğer Necd’ten geliyorsan merhaba sana/hoş geldin! Cez’in tepelerini seviyorum. Sevgililer orada olmasaydı o tepelere âşık olamazdım. Şair genelde klasik kasîde yapısına uygun olarak söylediği gazellerde, bazen bindiği hayvandan da söz etmektedir. Örneğin bineğinin yürüyüşü ile ilgili şunları söylemektedir:29 ِ ِهي سكْرى لَيس بالتَّ ْق ص ِري تَ ْد ِري ََ ْ َ َ َ ف تَطْ ِوي ُك َّل قَ ْف ِر َ َوانْظَُر َاها َكْي ِ الَ تَلُومها علَى تَ ْق ص ِريَها َ َُ ِ ِمل ِِبا ََْنو ربا َك اظ َمة َُ َ َ ْ Tembelliği için onu kınamayın. Sarhoştur bu kusurunu bilmemekte. Kâzıma tepelerine doğru onu yöneltin. Bütün çölü nasıl kat ettiğini o zaman görün! el-Hâcirî genelde, sevgilisinin kendisini terk emek üzere olduğunu söyleyerek manzûmesine başlamaktadır. Ardından, o gittikten sonra hangi hâllere düşeceğini anlatmaktadır. Bu ayrılıktan duyacağı acıyı dile getirmektedir. Meselâ aşağıdaki kasîdesi ayrılığın beraberinde getirdiği hüzün ile taşmaktadır. Bu manzûmede, sevgilisinin ayrılışından dolayı duyduğu hüznü eşsiz bir biçimde tasvir etmektedir. Bu, sevenlerin ayrılıktan duydukları hüznün en güçlü ifâde biçimlerinden biri olmalıdır:30 ِ ِ اها ُ آصا ُْلَا َو َ ض َح َ لبُ ْعد ُك ُم ِ ِ ِ يب َكَر َاها ُ بنَ ْومى فَ َعْي ِِن الَ تُص ِ ِ اها ُ فَ َق ْد ص ْر َ ت َسَْحاً بَ ْع َد ُك ْم بِد َم اها ْ تَ َقض َ اها ا ْْلَيَّا َو َس َق َ ََّّت َو َحي ِ ِم َن الن ِ َ ََّاس إِالَّ ق آها َ ِب َ ال قَ ْل 28 29 30 ِ اْلَي ت ْ ف فَا ْشتَ َك ْ ْ َحبَابَنَا بِْنتُ ْم َع ِن ْ أَأ الرِح ِيل َر َحلْتُ ُم َّ َكأَنَّ ُك ُم يَ ْوَم ِ وُكْنت َش ِحيحاً ِمن دم ٍوعي بَِقطْرة ُ َ ُُ ْ َ ٍ َرعى اهلل لَيال ِ ت بِ ِط يب َح ِديثِ ُك ْم ْ ُ ََ ت إِ ٍيه بَ ْع َد َها لِ ُم َس ِام ِر ُ فَ َما قُ ْل Aynı eser, s. 18. Aynı eser, s. 10. Aynı eser, s. 47. 157 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD وم َمالَ َها ْ ُسُروراً َوأ ُ اي ا ْْلُُم َ َح َش ٍ ِِثَار ِو اها َ َت َجن ُ صال قَ ْد ُح ِرْم َ َ ِ اها ُّ لَِف ْق ِد ِه ُم نَ ٌار يَش َ َب لَظ ِِ يََرِان َخلِيلِي بَ ِاَساً فَيَظُ ُّن ِ َجتَِِن ْ َم ََت تَْن َقضي أَيَّ ُام ذُ ِِّل َوأ ِ َّ ِ وأَست ين ِِبُْه َج ِِت ْ َْ َ َ ب الْ َق ْوَم الذ ُ صح Ey dostlarımız, el-Hayf’tan ayrılıp gittiniz. Uzaklaştınız diye oranın gece ve gündüzleri de şikâyet eder oldu. Ayrılıp gittiğiniz gün, sanki uykumu da götürdünüz. Gözüme uyku girmemekte! Gözyaşımın bir damlası için bile cimriydim/akıtmazdım. Ancak sizden sonra kanlısı için de cömert oldum. Allah, hoş sohbetlerinizle geçen geceleri korusun ve yağmur da onları canlandırıp sulasın. O gecelerden sonra, bir gece arkadaşı edinip ona anlatıver diyemedim. Sadece kalbim âh âh diyebilmekte. Dostum beni gülümser görüp zannediyor ki bende sevinç var. Oysa içimi dertler doldurmakta. Zillet günlerim ne zaman bitecek ve derlemsinden mahrum kaldığım kavuşma meyvelerini (ne zaman) derleyeceğim? Onları yitirdiğim için ruhumda alevleri tutuşan bir yangın olan o kişilere (ne zaman) arkadaş olup kavuşacağım? Bu beyitlerde, sevdiklerinin ayrılığından şair tek başına şikâyetçi değildir. Onunla birlikte doğa da şikâyet etmektedir. Uykusuzluktan şikâyet eden şairin gözüne gece uyku girmemektedir. Sevgilisiyle birlikte geçirdiği uykusuz geceleri hatırlayan şair sevgilisi için eriyip bitmekte ve sıcacık özlemler içinde dua etmektedir. Daha sonra elHâcirî, kendi hâlini anlatmaktadır. Uykusuz kaldığı zamanlarda sürekli acı çekmektedir. Gülümsemelerinin tersine içini kederler doldurmaktadır. Sevgilisiyle birlikte olmak, kavuşma meyvelerini derlemek ve gönlünde yanan ateşi söndürmek istemektedir. Şair başka bir yerde, sevgilinin ardından düştüğü durumu ve duyduğu ayrılık acısını şu sözlerle dile getirmektedir:31 ِ ِ َْحَُر ْ يق أ ٌْ َع ٌ ني َم َدام ُع َها َعق ِ ِ ِن َمْنظَُر َ لَْفظاً َوََلْ َُْي ُس ْن ل َعْي يَا َساكِِِن َو ِادي الْ َع ِق ِيق فَ َدتْ ُك ُم ت بَ ْع َد َح ِديثِ ُك ْم ُ ْاستَ ْع َذب ْ بِْنتُ ْم فَ َما Ey ‘Akîk vadisi oturanları, gözyaşları kıpkızıl akan göz size feda olsun! Ayrılıp gittiniz. Sohbetinizden sonra ne bir sözcük bana tatlı geldi ne de gözüme bir manzara güzel göründü. el-Hâcirî, gönlünü kaplayan ve ayrılıktan kaynaklanan yanma esnasında bile bu yangının acıtarak sürmesini istemektedir. Râme’de dolaşan sevdiklerini görmeye duyduğu özlemle dolu lirik bir şiiri şu şekildedir:32 ِ َحَز ِان ْ وب لََواع َج األ َ َُملَئُوا الْ ُقل ِ ما ح َّل بِاألَ ْغص ان َوالْغِْزالَ ِن َ َ َ 31 32 Aynı eser, s. 44. Aynı eser, s. 21; Dayf, a.g.e., s. 393. 158 إِ َّن األ ََُل َر َحلُوا َغ َداةَ َُمَ ِّج ِر ِِ ني فَالَ تَ َس ْل َ نََزلُوا بَِر َامةَ قَاطن Yahya SUZAN ِ َشكْوى ََتِيل َْلا غُصو ُن الْب ان َ ُ َ ُ ً ك َش ِان َ ُس َشأْن َ َع ِِّن إِلَْي َ ك فَلَْي ِ ْ ود َد ْم ُع الْ َع ني بِا ْْلََمالَ ِن ُ َُوَْي ِ فَألَب عثَ َّن مع الن َّسي ِم إِلَْي ِه ُم َ َ َْ ِ ِ ُّ يم ْن أ ُِح ًب َج َهالَة َ يَا َعاذِِل ف ِْ َِل الَ أ َِح ُّن إِ ََل ًصبَابَة َ اْل َجا ِز ْ Muhaccir’den sabahleyin göç edenler, gönülleri hüzün acılarıyla doldurdular. İnip Râme’ye kondular. Artık sen dalların ve ceylan yavrularının başına geleni sorma. Bân ağacının dallarını büken meltem ile birlikte onlara, şikâyetimi göndereceğim. Ey sevdiklerim için bilmeden beni kınayan, uzak dur benden! Senin yolun benim yolum değildir. Hicâz’a niçin özlem duymayayım, gözümün yaşı (neden) dökülmesin? Bu beyitlerde şair, Muhaccir’de tek başına kaldığını söylemektedir. Aşkın verdiği acılardan, hüznün acı ve sıkıntısından şikâyet etmektedir. Boyu ve gözlerinin güzelliğiyle dalları ve ceylan yavrularını utandıran sevgilisi Râme’ye gitmiştir. Belki acıyıp kendisini hatırlar diye şaire meltem ile ona selam göndermekten başka bir şey kalmamıştır. Şair daha sonra kendisini kınayan kişiye dönmekte ve peşine düşmekten onu sakındırmaktadır. Çünkü bu, şairin alışık olduğu bir durum değildir. Şair ondan şunu bilmesini istemektedir ki her seven peş peşe gözyaşı akıtmaktadır. Kalbi de Hicâz’a ve orada oturanlara sevdalıdır. Şair bazen sevdiklerinin ardından ölmek istemektedir:33 ِ وََل ََتِم أَج َف ِان فَما أَنَا ع اش ُق َ َ ْ ْ َْ ِ ِ ِ صاد ُق َ فَ َما أَنَا ف َد ْع َوى الْ َم َحبَّة ِ ِ ِاْلَب يب األَيَانِ ُق ْ ت لِِ ِْت َح ِال ْ أُث َري ِ أَر ول أُفَا ِر ُق ْ ك َ اْلُ ُم َ وح َي أ َْم تِْل ُ ِ ِ ِ ِ ِ وح َواثِ ُق الر ه ب ي م س ج ال و ي ِب ُ ُّ ْ َ َ ٍّ َ ِ َني ن ِ ْ َني بِالْب ِ ْ َاب الْب اع ُق ُ َوه َذا غَُر ِ ٍ ِ ُسا ِر ُق َ ُج ُف ِون لطَْيف مْن ُك ُم َوأ اْلَْزِع بَا ِر ُق ْ َم ََت الَ َح ِِل ِم ْن أَبْ َرِق ِ وإِ ْن ََل أَمت ِمن ب ع ِد س َّك َان َر َامة ُ َْ ْ ْ ُ ْ َ ت َوقَ ْد ْ ََُوَما ُع ْذ ُر َم ْن يَ ْه َوى إِ َذا ََلْ ُي ِ َسى َ أُفَا ِرقُ ُه ْم َع ْمداً َوََلْ أ َْد ِر باأل بَ ُع ْد ُُْت فَالَ َواهللِ َما أَنَا بَ ْع َد ُك ْم اْلَيَاةَ ُمتَ يَّ ٌم ْ ات أَ ْن يَْر ُجو َ َوَهْي َه ِ َن أ ع بِالْ َكَرى ُ ُخاد َ ِّ َك َفى ُح ْزناً أ Cez‘in kumluğundan bir parıltı bana görünüverdiğinde (nerdedir diye) gözlerimi gezdirmezsem ben de âşık değilim! Râme’de oturanların ardından eğer ölmezsem sevmek konusunda ben de samimi değilim. Sevgilisinin yola koyulması için develer kaldırıldığında seven kişi ölmezse hiçbir mazereti olmaz. Bile bile onlardan ayrılıyorum. Ancak üzüntüden bilmiyorum canımdan mı yoksa o hevdec yüklü develerden mi ayrılıyorum? Uzaklaştınız. Allah’a and olsun ki sizden sonra ben ne sağım ne de bedenimde ruh bulunmaktadır. 33 el-Hâcirî, a.g.e., s. 56-57. 159 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD Âşığın yaşamayı arzulaması mümkün değil! Ben ise ayrılık öten bir kargayım. Hayaliniz uğrar diye gözlerimi uyku ile avutmam ve biraz kestirmem keder olarak yeterdir. Şair artık yaşayan bir kişi olmadığını ve varlığının bir hayaleti andırdığını şu ifâdelerle belirtmektedir:34 ِ إِالَّ خياالً ِمثْلَه ِِف مو ضعِي ََ َْ ُ اف َح ْوِِل ََلْ َِْي ْد ْ فَِإ َذا ُ َاْلَي َ َال أَط Onun hayali çevremde dolaşmak isterse benim yerime kendisi gibi bir hayalet bulabilir ancak. Aşağıdaki beyitlerde şair yine sevgilisinin hayalinden söz etmektedir. Bu hayalin kendisine uğramasının çok görülmemesini istemektedir:35 ِ ََخيَالَهُ ُم ْع ِرضاً َع ِِّن بِالَ َسب ب ِ الص ْد َق ِف الْ َك ِذ ب ِّ ضُّرهُ أَ ْن يُِر ِيِن ُ َي ِ ض َك ِ ِ ِ ُّجى ِم ْن أ َْر اظ َمة َ يَا ُم ْرسالً ِف الد ِ ف ِم ْن ِط ص ِال فَ َما َ الَ َتَْنَ ِع الطَّْي َ يب الْ ِو Ey karanlıkta Kâzıma diyarından hayalini gönderen ve sebepsiz yere benden yüz çeviren, O hoş kavuşmadan hayalini engelleme. Yalan içinde bana gerçeği göstermesinin ona ne zararı olabilir? Lirik türü şiirlerinde el-Hâcirî, tekellüften uzak durmaktadır. Aşk ateşi onun kalbinde tutuşmakta ve gözyaşları sel gibi akmaktadır. Sevgilisinin fettân gözlerini çevreleyen ve ok gibi öldürücü olan kirpiklerine şair yer vermektedir. Sevgilisine yalvarmakta ve tutuşan gönlüne acımasını istemektedir. Şairin alevlerden gerçekten ve daima acı çektiğini görmekteyiz. Sevgilisinden gelen her şey içini sönmeyen bir ateşle doldurmaktadır. Bu, söndürücü olması gereken sevgilinin ağzındaki su ve salya olsa bile böyledir.36 Meselâ aşağıdaki beyitte sevgilisinin salyasının yakıcılığından yakınmaktadır:37 يق ْ ُأَ ْش ُكو إِ ََل الْ ُع َّذ ِال ِمْنه ْ اْلَ ِر ِ ِ ٍ ض اب َْلَا َ َويْالَهُ م ْن بَْرد ُر Onun salyasının soğukluğuna hele bakın! O salyanın sıcaklığını beni kınayanlara şikâyet ediyorum! Şair gazellerinde daima gözü yaşlıdır. Sürekli akan bu gözyaşları onun yanaklarında yarıklar meydana getirmiştir:38 س ْ َحاالً يَِر ُّق َْلَا ُ اْلَ َم ُ َاد األ َْمل ِ فَإِذَا جر ِ س ْ ََ ُ َت ف َيها الْ َم َدام ُع تَْيب س ِ اْلَ ِر ْ اْلُْز ُن ِف قَ ْلِِب ْ َو ُ يح ُم َؤ َّس ت ِم ْن ِه ْجَراِنِِ ْم ُ لَ ْو يَ ْس َم ُعو َن َش َك ْو اْلَ َّد الْبُ َكاءُ َح َفائَِرا ْ صيَّ َر َ قَ ْد ض ِ فَالن َّْوُم َع ْن َج ْف ِِن الْ َق ِر ُ يح ُم َق َّو Duyabilselerdi, terk edip gittiklerinden dolayı sert cansız cismin bile acıdığı hâlimi arz edecektim. 34 35 36 37 38 Aynı eser, s. 8. Aynı eser, s. 65. Dayf, a.g.e., 392. el-Hâcirî, a.g.e., s. 31. Aynı eser, s. 9 160 Yahya SUZAN Ağlamak yanaklarımda yarıklar oluşturmuş. Öyle (derinler) ki gözyaşlarım onlarda akınca kuruyuvermekteler! Uyku yaralı gözkapaklarıma uğramaz oldu. Hüzün ise yaralı gönlüme kuruluvermiş. Aşağıdaki kıtalarda şair yine uykusuzluktan yakınmaktadır:39 الس َهَرا َّ ت طَْرِف بَ ْع َد َك َ ت َعلَّ ْم َ ْأَأَن ب إِلْ ُفهُ ذُكَِرا ٍّ ص َ ُّأَه َك َذا ُكل ِ ِ ِن قَ ْد نَ َفَرا َ َما ِل أ ََرى الن َّْوَم َع ْن َعْي ِ وما لِ ِذ ْك ِرَك ي َّار ِِف َكبِ ِدي َْ ََ َ صلي الن ِ ك يَ ْس َم ُح َ َيك َم ْن ِِبَيَاتِِه ل َ يُ ْفد ِ ض ُح ْ َد ُمهُ ِم َن َ اْلَْف ِن الْ ُم َس َّهد يَْن ِ ُن َصلَ ُحوا ْ صحي بِ َذ َاك فَأَفْ َس ُدوا َما أ ْ ُصبِ ُح ْ ت أ َِّن أ ُ إِالَّ َوقَ ْد آيَ ْس ِ يا ب ٍاخالً أَبَداً عَلَ َّي بِنَظْرة َ َ َ ِ ب قَلِِْب فَا ْغتَ َدى َّ ُك ل َ ُت ْلَاظ ْ َجَر َح ص ُد ُه ْم ْ َالَ َم الْ ُو َشاةُ َعلَى َه َو َاك َوق ِ ما تَْن َق َ ضي ِِبَ َف ٌاك َع ِِّن لَْي لَة َ Neyim var ki uykunun gözlerimden yüz çevirdiğini görmekteyim! (Ayrılığın) ardından sen mi gözüme uykusuzluğu öğrettin! Ne oluyor ki senin anılman, ciğerimi yakıyor! Dostu anılınca böyle mi olur her âşık? Gazellerinin büyük bir bölümünde şair, sevgiliden devamlı bir ilgi ve alaka beklentisi içindedir. Meselâ aşağıdaki beyitlerde şair, sevgilisinin nazarına bir kez bile yakalanamamaktan şikâyetçidir:40 Ey bana bir bakıvermekle de olsa daima cimrice davranan, senin için hayatını seve seve veren sana feda olsun! Bakışların kalbimin içini parçaladı. Kan da uykusuz kalan gözümden damlamaya başladı. Arabozanlar sevdan için beni kınadılar. Bununla bana öğüt vermekti amaçları. Ancak düzelteceklerini bozdular. Senin görüşmeyip ettiğin vefasızlıkla geçen her gece biter bitmez ben de ümitsiz olarak sabahlıyorum. Aşağıdaki beyitlerde de sevdiğinden ilgi bekleyen şair, çektiği ızdırâba artık katlanamadığını ifâde etmektedir:41 صبَابَِِت ُ ُُتَف َ ِّف أَ ْش َج ِان َوفَ ْر َط الصْب َر ِم ْن َغ ِْري َع َادِت َّ ك فَِإ َّن َ إِلَْي اش ِِت َ َسى َوالش َّْو ُق ِم ْلءُ ُح َش َ َونَ ُار األ ٍوالَ تَْب َخلُوا أَ ْن تَسم ُحوا ِِل بِنَظْرة َْ َ َ ِ ال ِِل َ الصْب َر َعْن ُك ْم فَ َق َّ ت فُ َؤادي ُ َْسأَل ف ا ْشتِغَ ِاِل َعْن ُك ُم الَ َع ِد ْمتُ ُك ْم َ َوَكْي Bana bir bakışı bağışlamakta cimri davranmayın. O bakışınız hüznümü ve şiddetli tutkunluğumu hafifletir. Kalbimden sizler için sabretmesini istedim. Bana dedi ki hadi oradan! Sabır, âdetimden değildir. 39 40 41 Aynı eser, s. 32. Aynı eser, s. 11. Aynı eser, s. 48-49. 161 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD Hüzün ve özlem ateşi içimi doldurmaktayken, sizi yitirmez olayım, size nasıl ilgisiz kalabilirim! el-Hâcirî, gazellerinde, sevgilinin vücut güzelliğini anlatan ifâdelere sık bir şekilde yer vermektedir. Gazellerinin büyük bir bölümünde sevgilinin gözü, kirpikleri, yüzü, beli, boyu gibi organların güzelliğini göstermeye çalışmaktadır. Bir bakıma şair manzûmesini sevgilinin niteliklerini anlatmak ve onu övmek üzere söylemektedir. Meselâ şair aşağıdaki beyitlerde sevgilisini ceylana, sevgilisinin belini ince dala ve yüzünü dolunaya benzetmektedir:42 ٍ فَتَباًّ لَِق ْل يت بِِه ُم ْغَرى ُ ِب الَ يَب ِ اْلس ِن ِ لك ْن َو ْج ُههُ اآليَةُ الْ ُكْب َرى ْ ُْ م َن ِ ب ِم ْن ألْالَ ِء ُغَّرتِِه الْ َف ْجَرا ُ يَُراق ِ ور ِِبَ ْفنَ ْي ِه الْ ِمَر َص ْْبا َ َاض َوال ٌ ُفُت َّ ِ ص َن َوالْبَ ْد َرا ْ ُِب َوالْغ َ ْ بَ َدا فَأ ََران الظ ِب ََجَ ٍال ُك ُّل َما فِ ِيه ُم ْع ِجُز ُّ َِن ِاْل ِال ِف صح ِن خدِّه َْ أَقَ َام بِالَ ُل َ َْ َِم َن الت ُّْر ِك ََلْ يَْت ُرْك بَِق ْلِِب ََتَلُّدا Gözüktü. Bana ceylanı, dalı ve dolunayı gösterdi. Ona düşkün olmayan kalp kahrolsun! Güzellik peygamberidir. Ondaki her güzellik bir mucizedir. Ancak yüzü en büyük mucize! Yanağındaki ben, Bilal gibi kalkıp sevgilinin yüzünün parıltısından doğacak fecri gözetlemekte! Türklerdendir. Halsiz gözlerindeki baygınlık, gönlümde ne sabır ne de dayanma bıraktı! Sevgilinin kırmızı yanağı kırmızı güle benzetilmektedir. Bu gül, rengini âşıkların kanından almaktadır:43 ٍ ِ ِِ ِ س ُ َدم َعاشقيه ُك َّل يَ ْوم يُ ْغ َم َّ ظَ ِْب َكأ َن الْ َوْرَد ِف َخدَّيِْه ِم ْن ٌ Bir ceylandır. Sanki yanaklarındaki gül, âşıklarının kanındandır ve her gün ona batırılmaktadır. Sevgilinin gözleri sürmeli olup kendisi de ince bellidir:44 ِ ِ َك ِحيل الْم ْقلَت ص ِر َْ ُ َ ْ يق َخ َ ني َرق ِ ت لِ َش ْق َوِت ُح ْل َو التَّثَ ِِّن َ ُخل ْق Bahtsız olayım diye, salınışın hoş, gözlerin sürmeli ve ince belli olarak yaratıldın! Sevgilinin bakışları kılıç gibi keskindir:45 ِإِ َذا س َّل سيف الْغُْن ِج ِمن َْلظَاتِِه ي ِر ِيِن حْتفاً َك ِامناً ِف فِ ِرنْ ِده َ َْ َ َ َ ُ َ ْ Bakışlarından naz kılıcını sıyırınca, o kılıçta gizli olan ölümü de bana göstermekte. Yukarıdaki beyitte görüldüğü gibi bu bakışlar öldürücüdür:46 ِ ِ يضةُ األَج َف ٍ ان تَسطُو بِسي ِ ُف ِف الْ ُقل وب ُيََ ِان َْ ْ َ ل َم ِن اللِّ َحا ُظ َم ِر ْ 42 43 44 45 46 Aynı eser, s. 25. Aynı eser, s. 9. Aynı eser, s. 29. Aynı eser, s. 20. Aynı eser, s. 21. 162 Yahya SUZAN Göz kapakları hastalıklı olan ve Yemen kılıcıyla gönüllere saldıran o gözler kimindir? Sevgili ok kirpiklidir ve bu öldürücü oklardan kaçış yoktur:47 ال َعْي نَ ْي ِه فَأَيْ َن الْ ِفَر ْار ُ َّنَب الرَدى ِّ ب ُم ْذ فَ َّو َق َس ْه َم ُ يَا قَ ْل Ey gönül, ok atan gözleri ölüm okunu doğrulttuğundan beri kaçış nereye olabilir? Sevgilinin öldürücü bakışlarına kimse karşı koyamamaktadır:48 احتُهُ َذا الْ ِف َق ْار ْ ََما َْحَل َ ت َر اْلَ َذ ْار ْ اْلَ َذا ِر ْ ِم ْن َْلْ ِظ َعْي نَ ْي ِه ال بِاللَّ ْح ِظ َعلَى َحْي َد ِر َص َ لَ ْو ول الْ َوَرى َ ه َذا الَّ ِذي يَ ْسِِب عُ ُق ِ و ُغصن الْب َان لِيناً َو ْاعتِ َداال َ َْ َ َوق الْبَ ْد َر ُح ْسنا ُ بِنَ ْف ِسي َم ْن يَ ُف Bakışı ile Haydar’a saldırsa Haydar’ın eli Zülfikâr’ı tutamaz artık! İşte bu kişidir insanların aklını tutsak eden. Onun bakışlarından sakının da sakının! Sevgilinin yüzü dolunaydan bile güzeldir:49 Dolunaydan daha güzele ve Bân ağacının dalından daha boylu ve nâzik olana ruhum feda olsun! Başka bir beyitte dolunaydan üstünlük şu biçimde ifâde edilmektedir:50 ِ وعالَ الْغز َال ِِب ْقلَت ي ِه وِج يد ْه َ ْ َ ُ ََ َ َ صافِ ْه ُ قَ َمٌر يَ ُف َ وق الْبَ ْد َر ِف أ َْو ِ ِ َُغَز ٌال َولك ْن َس ْف ُح َعْي ِِن َعقي ُقه ِ َ ََم َع الْبَ ْد ِر ق َُّاس ه َذا َشقي ُقه ُ ال الن ِ ِ ُهالَ ٌل َولك ْن أُفْ ُق قَلِِْب ََمَلُّه َالس َم ِاء فَلَ ْو بَدا َّ َح َكى َو ْج ُههُ بَ ْد َر Niteliklerinde dolunaydan üstün olan bir aydır. Gözleri ve boynu ile de ceylanı geçmiştir. Başka bir manzûmede dolunaya ve ceylana benzetmeler şu biçimdedir:51 Sevgili bir hilâldir. Ancak yeri gönlümün tepesidir. Bir ceylandır. Ancak dolaştığı vadi gözümün sathıdır. Yüzü gökteki dolunayı andırmaktadır. Dolunayla birlikte görünse insanlar işte bu dolunayın (ikiz) kardeşidir diyecekler. Başka bir beyitte dolunay sevgiliye nerdeyse secdeye varmaktadır: 52 ِ ضا َ لَ َديْه يَْلثَ ُم األ َْر َصبَ َح الْبَ ْد ُر ْ َوبَ ْدٌر أ Sevgili, yanında dolunayın yeri öpmeye başladığı bir dolunaydır! Aşağıdaki beyitlerde şair sevgilisinin sürmeli gözünden ve orta boylu oluşundan söz ederken salyasının da çok lezzetli olduğunu söylemektedir:53 يد ََمَ ِال الْ َق ْر ِط ُم ْعتَ ِد َل الْ َق ِّد َ ِبَع 47 48 49 50 51 52 53 ِ ِ ْ َت َك ِحيل الْم ْقلَت ني لِ ِش ْق َوِت َ ُخل ْق ُ َ Aynı eser, s. 52. Aynı eser, s. 53. Aynı eser, s. 22. Aynı eser, s. 36. Aynı eser, s. 37. Aynı eser, s. 13. Aynı eser, s. 30. 163 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD ِّه ِد ْ الس ْل َس ِال َو َّ أَلَ ُّذ ِم َن ْ اْلَ ْم ِر َوالن ِ ض اب َم َوا ِرُد ُّ أَأَظْ َما َوِف َذ َاك َ الر Bahtsız olayım diye gözlerin sürmeli, küpe alanın/boynun uzun ve orta boylu yaratılmışsın. Senin bu salyanda tatlı sudan, şaraptan ve yemekten daha lezzetli olan yerler varken hiç susuzluk çeker miyim? el-Hâcirî sevgilisini överken başvurduğu bu benzetmeler, sevgilinin onun üzerinde bıraktığı etkinin derinliğini anlatabilmek içindir. Ceylan gözlü, ince belli, kılıç bakışlı, ok kirpikli, dolunay yüzlü ve orta boylu bu sevgiliye âşık olan da yalnız şair değildir. Gökyüzündeki hilâl bile bu sevgiliye âşıktır ve sevgilinin kolunda bilezik olmak istemektedir:54 ِ أَصبح ِف س اع ِد ُس ْع َدى ُس َو ْار َ َ َْ ِ َُوَّد هالَ ُل األُفْ ِق لَ ْو أَنَّه Gökyüzündeki hilâl Su’dâ’nın bileğinde bilezik olmak ister. Bir Türk olan şairin sevgilisi de Türk’tür:55 ِو ِ َ لكن ِ ِ ِب تُ ْر َش ُق َ َ َّها ف َو ْسط قَ ْل ِم َن الت ُّْر ِك الَ ُُتْ ِطي ِس َه ُام ُج ُفونِِه Türklerdendir. Ok kirpikleri (hedefinden) sapmaz ve kalbimin ortasına atılır. Bazen şairin sevgilisi bir Kürt’tür:56 ِ َّ ِ الرقَ ِاد ُّ يب َ َرَم َعْي ِِن ف اللْي ِل ط َولكِ ْن َحُّرَها ِف فُ َؤ ِادي ِ ص ِن األ ََرا َك ِة الْ َميَّ ِاد ْ ُه َكغ س ه َذا بِ ْدعاً ِم َن األَ ْكَر ِاد َ لَْي ِ ِ َح ْ َوغََز ٌال م ْن آل َشْيبَا َن قَ ْد أ ِِ ِ َْل اظ َكالنَّا ِر َخدَّا َْ بَابل ُّي األ ِّح ِعطْ َف ْي ُ قُ ْل ُ ت لَ َّما بَ َدا يَُرن ال َُِميبا َ َالرقَ َاد ق ُّ ت َ ْقَ ْد َسَرق ِ َّجن ُ ُط َُّب َوالْ ِقال َ َّج ِاف َوالت َ ول الت ِ َّ ب لِ َّم ِِت َ ََّو َعل ْقتُ ُم ط ْفالً فَ َشي Âl-i Şeybân’dan bir ceylan geceleyin gözlerimi tatlı uykudan etti. Bâbil bakışlıdır. Yanakları ateş gibidir. Sıcaklıkları hâlâ gönlümdedir. Çabuk sallanan misvâk ağacının dalı gibi sağa sola salınarak yürümeye başlayınca dedim ki Uykumu çaldın. Cevap olarak: Bu, Kürtlerden görülmemiş bir şey değildir dedi. el-Hâcirî’nin sevdası çok eskilere dayanmaktadır:57 Daha bir çocukken size bağlanıp tutuldum. Uzun süren ayrılık, uzaklaşma ve dargınlık şakaklarımı ağarttı. ‘Uzrî/bedevî gazel türünün önde gelenlerinden biri olan Kays b. Zarîh (ö.68/688) de bir şiirinde sevdasının çok eskilere dayandığını söylemektedir. Şair, kendisini tedavi eden doktorun bu aşk hastalığına ne zaman yakalandığını sorması üzerine şu cevabı vermektedir:58 ِ وم ْن بَ ْع ِد َما ُكنَّا نِطَافاً ِوف الْ َم ْه ِد 54 55 56 57 58 ِ وح َها قَ ْب َل َخ ْل ِقنَا َ تَ َعلَّ َق ُروحي ُر Aynı eser, s. 53. Aynı eser, s. 50. Benzer manzûmeler için bkz. Aynı eser, s. 19, 20, 37, 38, 56. Aynı eser, s. 26. Aynı eser, s. 12. Fevvâz eş-Şe‘âr, eş-Şu‘arâ’u’l-‘Arab, Beyrût, 1420/1999, I, 69. 164 Yahya SUZAN ِ ِ ص ِرِم الْ َع ْه ِد َ س إِ َذا مْت نَا ِبُْن َ ولَْي َوزائُِرنَا ِف ظُْل َم ِة الْ َق ِْْب واللَّ ْح ِد َصبَ َح نَ ِاميَا ْ فَ َز َاد َك َما ِزْدنَا فَأ ٍ اق علَى ُك ِّل ح ِاد ٍ ِ ث َ َولكنَّهُ ب َ Bizler daha yaratılmadan önce, döl olduktan sonra ve henüz beşikteyken rûhum onun rûhuna bağlanmıştı. Bizim gibi bu bağlanmışlık da büyüdü ve gelişip serpildi. Bizlerin ölümüyle de onun dönemi kapanmaz. Kadîm olmayan her şeyin aksine o süreklidir. Bizler kabir ve mezarın karanlığı içindeyken bile o bizi ziyâret edip duracaktır. Yukarıdaki beyitlerde görüldüğü gibi, iffetli gazel yazan şairlerin manzûmelerinde cinsellik duygusu çok gerilerdedir. Şair, sevgilisine karşı duyduğu aşk ile yanar kavrulur. Burada rûhî bir anlaşma ön plandadır. Şair, ruhunun, daha doğmadan önce sevgilisinin ruhuna bağlı olduğunu düşünmektedir. Ömür bu sevgilerini arttıracaktır. Gittikçe güçlenecek olan bu sevgi, sonra mezarlarını aydınlatacaktır. el-Hâcirî’nin sevdası da sonsuza dek sürecektir:59 وت َوتُْب لَى الْعِظَ ُام َ إِ ََل أَ ْن أ َُم اه ُم ُ ت أَنْ َس ُ َر َعى اهللُ َم ْن لَ ْس Ölüp kemiklerim çürüyünceye kadar unutmayacaklarımı Allah koruyup gözetsin. Bedevî gazelin önde gelen bir başka ismi olan, gerçek adı Kays b. Mu’âz veya Kays b. el-Mulavvah (ö.80/699-700 ve 90/708-9 arasındadır) olup Mecnûn-i Leylâ adıyla tanınan ünlü şairin sevdası da çok eskidir. Çocukluğundan beri Leyla’ya tutulan şair, bunu aşağıdaki beyitlerde şu şekilde dile getirmektedir:60 ِ وَل ي ْب ُد لِألَتْ ر اب ِم ْن ثَ ْديِ َها َح ْج ُم َ َ ِ ِ إِ ََل الْيَ ْوم ََلْ نَكبَ ْر وََلْ يَك َْْب الْبُ ْه ُم ِ ٌصغِ َرية ُ تَ َعلَّ ْق َ ت لَْي لَى َوْه َي غٌّر ِ ت أَنَّنَا َ صبِيَّان نَْر َعى الْبُ ْه َم يَا لَْي َ Daha küçük, toy ve akranlarının memelerinde irilik görünmezken Leyla’ya tutuldum. Biz kuzu otlatan iki çocuktuk. Ah bugüne kadar keşke ne biz ne de o kuzular büyümüş olsaydık! el-Hâcirî, sevdasını ‘Uzrî şairler gibi yine sevdiğine açmaktadır:61 ِ َُججت ب ني ضل ِ ُك ول ِ وعي وعي ُ َ ْ َ ْ َ َّ َسى أ َ َونَ ُار األ َ َ أَتَأْ َذ ُن أَ ْن أَ ْش ُكو إلَْي ِ َوما أَنَا بِالشَّاكِي إِ ََل َغ ِري َك ا ْْلوى وإِ ْن َكان الشك َْوى لِغَ ِْري ََِسي ِع َّ ت ََ َ ََ ْ Sana düşkünlüğümü şikâyet etmeme izin verir misin? Keder ateşi de bağrımda tutuşmakta! Senden başkasına sevdamdan şikâyet etmem. Her ne kadar şikâyetim, dinleyecek olana olmasa da! Sevdasını gizlemeye çalışan şairin ancak bunu başaramadığı görülmektedir:62 ِ ت أَ ْش َه ُق ُ أ ََع َاد َحديثاً َعْن ُك ُم ظَْل 59 60 61 62 ِ َخبَ َار َعْن ُك ْم َوُكلَّ َما ْ أُنَاش ُدهُ األ el-Hâcirî, a.g.e., s. 55. İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ‘Abdullah b. Muslim ed-Dîneverî, eş-Şi’r ve’ş-Şu’arâ, tah. ‘Umer etTabbâ‘, Beyrût 1418/1997, s. 408-409. el-Hâcirî, s. 34. Aynı eser, s. 49. 165 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD َّ َعلَى أ السَرائِِر يَْن ِط ُق َّ َِن َد ْمعِي ب ِ وِمن جز ِعي أ َجنُّه ْ ََ ْ َ ُ ُخفي ا ْْلََوى َوأ ِ فَإِ َّن شه ودى أ َْربَ ٌع ُُثَّ أ َْربَ ُع ُُ ص ٌّد َوأ َْد ُم ُع َ َوَو ْج ٌد َوأَ ْش َجا ٌن َو ِ مَت طَلَبوا ِم ِِّن لِدعواي ش اهدا َ َ َْ َ ُ ََ ٌ َُُن ٌ َول َوذُ ٌّل َوا ْشتِي ٌاق َو ُغ ْربَة Ondan, sizden haberler vermesini istiyorum. O sizi her andıkça hıçkırarak ağlayacağım geliyor. Telaşımdan aşkımı gizleyip örtüyorum. Ancak gözyaşım içimdekini söylüyor. Şair gizleyemediği sevdasının kanıtlarını sıralamaktadır:63 Benden iddiama kanıt istediklerinde, (işte) kanıtlarım dört sonra yine dört şeydir (dedim). Bitkinlik, zillet, özlem, gurbet, şiddetle sevme, hüzün, ayrılık ve gözyaşlarıdır. el-Hâcirî’nin gazellerinin ‘uzrî/bedevî gazel özelliklerini taşıması şairin bu tür gazel söyleyenleri örnek almasından kaynaklanmaktadır. el-Hâcirî’nin övünürken ‘uzrî şairlerden Mecnûn’u ölçü alması da bunu göstermektedir. Şair kendisini bu büyük âşıklarla karşılaştırmakta ve aşk konusunda onları geçtiğini söyleyerek övünmektedir:64 بَِة َوا ْْلََوى َواهللُ يَ ْش َهد الصبَا َّ ت قَ ْيساً ِِف ُ َج َاوْز Allah şahit aşk ve sevdada Mecnûn (Kays b. el-Mulavvah)ı geçtim. Başka bir yerde şair aşk konusunda hiç kimsenin kendisine yetişemeyeceğini söylemektedir:65 ت ُجنُو ْن ُ ْض َما ذُق َ بَ ْع ِمثْ َل عِ ْش ِقي الَ يَ ُكو ْن َما لَ ِق َي ََْمنُو ُن لَْي لَى ِ ع ِشق النَّاس و لك ْن َُ َ َ Leyla’nın Mecnûn’u, tattığım deliliğin birazıyla bile karşılaşmadı! İnsanlar da âşık oldu. Ancak aşkım gibisi olamaz! el-Hâcirî için aşk, kendisiyle doğru yolun bulunduğu bir din gibidir:66 ذَ ا ْْلََوى ِديناً َوِملَّة َّخ ِ ت ُمت ُ َصبَ ْح ْ لَ ْوالَ َك َما أ Senden olmasaydı sevdalanmayı din edinmezdim. 63 64 65 66 Aynı eser, s. 38. Aynı eser, s. 35. Aynı eser, s. 54. Aynı eser, s. 23. 166 Yahya SUZAN Başka bir yerde şunları söylemektedir:67 ِب مْن هج ر ْش ِده ْ ضالَلَتَهُ ِف َ إِلَْي َ ك فَ َما قَلِِْب بِأ ََّوِل َم ْن َرأَى ُ َ َ َ ِّ ُاْل Hadi oradan! Gönlüm, doğru yolu sevdaya dalmakta görenlerin ilki değildir. Ancak şairin gazellerinde yer yer ölçüyü kaçıran ifâdeler (şathiyeler) de görülmektedir. Bunlar sûfîler gibi giyindiği veya onların arasında yaşadığı zamanda yazdığı şiirler olmalıdır. Bunlardan biri aşağıdaki şiiridir. Şair yalnızlığını anlatırken dine ait bazı sözcükler kullanmaktadır:68 ٍأَنَا مس ِج ٌد هللِ ب يت عِبادة ِ َّ ِ س لَيس ِ ِِ َ َ ُ َْ َْ ُف َحصري َ ْ َعاري الْ َمالَب ِ ِ ِ ِ اعةُ َجانِِب ْ َه َجَر الْ ُم َؤذِّ ُن َو َ اْلَ َم ُيل َوالتَّ ْكبري ُ َو َج َفان الت َّْهل ِ ِ ِ ِ َِّم ُع ِف َربْ ِع الْ َكنَائ ور س ُم ْشعِ ُل ْ الش ُ َُوفنَاءُ َربْعي ُمظْل ٌم َد ْْي ِ َوالْي وم لِلشَّيط ِ س لِلْ ُقر ِ ور ٌف ِعبَ َارة َّ ِ ان َّ ِ آن ْ ََْ َ ُ ُف ُعب ْ ِ باأل َْم ِ ِ ُّ وا خجلَِِت والد ور ِِ ني ُيَُُّر ُ فَيُ َق َ َّل ح ُ ال ه َذا َم ْسج ٌد َم ْه ُج َ َْ َ ِ ور َّ س َو ُّ َّص َارى بِ َيعةً لَبَ َكى َعلَ َّي الْ َق ُ الس ُ لَ ْو ُكْن َ ت ِف أَيْدي الن ُ اع Ben bir mescidim ve Allah için edilen ibâdet eviyim. Elbiselerden yoksunum. Bende bir hasır bile yok. Müezzin ve cemaat benim etrafımdan uzaklaştı. Tehlîl ve tekbîrler beni terk edip gitti. Kiliselerin avlusunda mum yanmakta. Benim evimin avlusu ise kapkaranlık. Dün bende Kur’ân sözleri vardı. Bugün ise içimde şeytan geçmekte! Nazlı sevgili yanımdan geçerken ve işte bu terkedilmiş bir mescittir denirken vah utancıma! Hıristiyanların ellerinde bir kilise olsaydım papaz ve ateş bana ağlayacaklardı! 5. 2. 2. Erkek Sevgiliye Gazel el-Hâcirî’nin söylediği gazellerin az bir kısmını erkek sevgili için söylediği manzûmeler oluşturmaktadır. Erkeğe veya erkek çocuğa gazel söyleme, ‘Abbâsî döneminin şiirinde ortaya çıkmış ve giderek yayılmıştır. Bu gazel türü, özellikle Ebû Nuvâs (ö.198/813) ve Hüseyin b. ed-Dahhâk (ö.250/864) gibi müstehcen şiir söyleyen şairlerce geliştirilmiştir.69 Gazeline Mecûsî bir çocuğu konu alan ve onun tanrılarına, ateşe tapan kâhinlerine, o çocuğa göre kutsal olan yıldızlara ve Zerdüşt dininin kutsal kitaplarına yemin eden Ebû Nuvâs, kendisinden sonra gelenleri de bu gazel türünde etkilemiştir.70 Bu etki el-Hâcirînin aynı türden olan gazellerinde de görülmektedir. Örneğin şarap dağıtan garson ile ilgili söylediği aşağıdaki beyitler bu özelliği taşımaktadır. Gazel Hıristiyanların kutsalına yemin ile başlamaktadır:71 67 68 69 70 71 Aynı eser, s. 19. Aynı eser, s. 16 Dayf, Şevkî, el-‘Asru’l-‘Abbâsî el-Evvel, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1982, s. 177; Demirayak, Kenan, Abbâsi Edebiyatı Tarihi, Erzurum, 1998, s. 100-101. Dayf, Şevkî, el-Fenn ve Mezâhibuhu fî’ş-Şi‘ri’l-‘Arabî, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1978, s. 123. el-Hâcirî, a.g.e., s. 34. 167 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD ِ ض ِل ما جاء ِف الش ِ ني ْ َّعان َ َ َ َ ْ ب َف ِ ِ ني َ ف ْ َّص َارى َعلَى البَ َراش َ يك الن ني ُّ ِيَا َديْ َر يَاقُوت ب ْ ِّ َالرَها ب ِ ِ يس ٍة يَُرِّد َد َها َ ب ُك ِّل تَ ْقد Ey er-Ruhâ’daki Yâkût kilisesi, Hıristiyan bayramında meydana gelenin hatırına söyleyiver. Hıristiyanların senin içinde tekrarladıkları bütün o kutsalın hatırına...72 Bu giriş beyitlerinden sonra şair şarabı dağıtan garsonu şu sözlerle övmektedir: ٍ بِالَ ارتِي اب أ ََر ُّق ِم ْن ِد ِيِن َْ ِ ِ ِ ِّ ِ صن األ ََراك ف اللني ْ ُظ َوغ ََْت ِري ِم َن اللَّ ْه ِو َف َميَ ِادين ِ ف ََشَائِلُه ُ َيُد ُيرَها أ َْهي اْلُ ْس ِن َوالْغََزالَِة ِف اللَّ ْح ْ َكالْبَ ْد ِر ِف صبَ ٍة ََشَ ِام َس ٍة ْ َُوََْن ُن ِف ع O şarabı, ince belli dağıtmaktadır. Şüphesiz o dinimden de daha ince ve zariftir. Güzellikte dolunay, gözlerde ceylan ve naziklikte misvâk ağacının dalı gibidir. Bizler, meydanlarda zevkten kendi etrafında dönen bir grup rahibin içindeyiz! Şair başka bir manzûmede “yakışıklı bir Hıristiyan delikanlı”yı şu sözlerle övmektedir:73 ِِ ِ ِص ِره الس َق ُام ِِبَ ْفنِ ِه َّ ث َ ِف َعب ٌ َوُم َه ْف َه ْ يم ِِف َم َقاعد َخ ٌ َو َسَرى فَخ ُُِثَّ انْثَ َِن فَرقَّ َعْت ُه َّن بِ َش ْع ِره ِاب الظَّالَِم بِثَغْ ِره ْ ََمَّزق َ ت أَثْ َو َ ......... ِ ِ ََل أَنْس لَ َّما أَ ْن أَتَى ِف ِع ِيده ِالصلِيب بِنَ ْح ِره َ ِعيد الت ُ َّ َّش ْعنُ ِن َو َ ْ ِ ِ ِ ِ َِس ِره ًس يَ ْسقيه الْ ُم َد َام َرِويَّة ُّ َوالْ َق ْ َس ِره ْم ِف أ ْ َوالْ ُم ْسل ُمو َن بِأ ِ ِاعةَ ِذ ْك ِره اح َذ ْر ُم َذا َكَرةَ الْ ِفَر ِاق فَإِن َِِّن ْأ َ وب َس ْ َف ُ َخ َشى َعلَْيه يَ ُذ َِما ذَ َّل إِ ْعَزا ِزي لِ ِشدَّةِ ُك ْف ِره َو َحيَاتِِه لَ ْوالَ َمالَ َحةُ َو ْج ِه ِه Gözüne hastalık zarar vermiş (gibi baygın bakan) ve kalçalarına irilik sirâyet eden o ince bellinin Dişleriyle, karanlığın elbiseleri yırtılıp parçalandı. Daha sonra salınıp o elbiseleri (siyah) saçlarıyla yamaladı. Bayramında, Hıristiyan bayramında göğsünde haçı ile gelişini unutmadım. Papaz ona şarabı doyura doyura veriyordu ve (oradaki) Müslümanlar bütünüyle onun esâreti altındaydılar. Bana sakın ayrılıktan söz etme! Onun adının geçtiği anda, eriyip yok olmasından endişe ediyorum! Onun hayatına yemin ederim ki yüzünün güzelliği olmasaydı onun aşırı kâfirliğine benim izzetim boyun eğmeyecekti! el-Hâcirî, aşağıdaki şiirinde şarabı ve onu dağıtan garsonu övmektedir. Yukarıdaki beyitlerde görüldüğü gibi bu şiirinde de şathiyeye giren bir benzetme bulunmaktadır:74 72 73 İkinci beyitte geçen الْباشنيsözcüğünün anlamı bulunamamıştır. el-Hâcirî, a.g.e., s. 57-58. 168 Yahya SUZAN ِ َّ الراح َك اعه َ َالصالَة ََج ُ نَ ْشَر َ َّ ب اعه َص َ لَْونَ َها ِف الْ ُك ُؤ ِس أ َْرَه َن ِ اعه َ قَى َعلَى َخدِّه الْ ُم َد ُام ُش َع اعه ْ ِح فَيُ ْحيِي ِِبُْقلَتَ ْي ِه َ اْلَ َم َِ ِِ يا نَ ِدُيَي عِّرجا َجيعا َ َ َّ َ ِِ صَر ْ َخََْرةٌ لَ ْو َرأَى الْ َع ِز ُيز ِب َّمائِ ِل قَ ْد أ َْل َ َوغُالَ ٌم ُح ْل ُو الش الرا ْ يَتَثَ َِّن َك َّ ِاْلَْي ُزَرانَِة ب Ey dostlarım, hepiniz bana gelip oturunuz. Cemaatle namaz gibi birlikte şarap içelim. O öyle bir şaraptır ki Mısır’ın ‘Azîz’i kâselerde duran rengini görseydi, (ünlü) ölçeğini rehine olarak bırakacaktı! Tatlı görünümlü o çocuk ki şarap onun yanağına parıltısını vermiş, Bambu ağacının dalı gibi, elinde şarapla salınmakta ve gözleriyle topluluğa can vermekte! Başka bir manzûmede şair, şarap dağıtan garsonun bizzat kendisinin sarhoş edici olduğunu söylemektedir:75 يُ ِد ُير الْ ُم َد َامةَ ُم ْستَْب ِشَرا صَرا َّ َأَتَ ِان الْغُالَ ُم َوَما ق َس ُكَرا اح ِم ْن َش ِاد ِن َّ ََوياَ َحبَّذا ُ َس َك ْر ْ ت بِهَ قَ ْب َل أَ ْن أ ُ الر ِ ِِ ِ ِ َسَرا َ َغَز ٌال َغَزا طَْرفُهُ ِف الْ ُقلُوب فَللَّه َك ْم َعاش ٍق أ ِ وظَِب إِذَا س َّل سيف اللِّح ُس ُد الشََّرى اظ َّ َتَََِّن ْ السالَ َمةَ أ َ َ ْ َ َ ٌْ َ O delikanlı tembellik etmeden bana geldi. Gülümseyerek şarap sunuyordu. Sarhoş olmadan önce beni sarhoş eden o ceylanın elinden şarap ne hoştu! Gözleri, gönülleri vuran bir ceylandır. Allah bilir, nice âşığı esir almıştır! Öyle bir ceylandır ki kılıç gibi olan bakışlarını çekti mi dağ aslanları bile kurtulmayı temenni etmekteler! Sûfîlerin şathiyelerine benzeyen aşağıdaki beyitlerde şair şarabı farklı görmektedir:76 ِ َُضحى ول وعي ِِبَا أَ ْكثَ َرا ُ َ ْ فَأ ب الْ ُمْن َكَرا ُ فَ ُق ْل ُ ت نَ َع ْم أَ ْشَر أ ََرى ِف الْ ُم َد َام ِة َما الَ تََرى ول َعلَى ُش ْرِِبَا ُ َْلَ ِان الْ َع ُذ ال أَتَ ْشَربُ َها ُمْن َكَرا َ ََوق ِ ِ َ إِلَْي َت َ َك َع ُذوِل فَإ ِّن ف Çok azarlayan, şarap içiyorum diye bana sövüyor. Oysa şaraba düşkünlüğüm daha da artmakta! Günah olduğu halde içiyor musun? diye sordu. Ben de evet o günahı içiyorum dedim! Ey beni çok kınayan, uzaklaşıp git. Ben şarapta görmediğini görüyorum! Arap şiirinde sembolizmin önemli bir temsilcisi olan İbnu’l-Fârıd (ö.632/1235) da el-Hamriyye adlı kasîdesinde şarâbı ilâhî aşkın bir simgesi olarak tasvîr etmektedir. Ona göre şarap ezelidir ve zaman sonradan var olmuştur:77 74 75 76 Aynı eser, s. 16. Benzer bir manzûme için bkz. Aynı eser, s. 56. Aynı eser, s. 24-25. Aynı eser, s. 25. 169 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD َس ِك ْرنَا ِِبَا ِم ْن قَ ْب ِل أَ ْن ُُيْلَ َق الْ َك ْرُم ِ ِاْلَب ْ َش ِربْنَا على ِذ ْك ِر ًيب ُم َد َامة Sevgilinin anılması üzerine şarâp içtik. Biz üzüm ağacı yaratılmadan önce şarâp ile sarhoş olmuştuk! 5. 3. Özür Beyanı (İ’tizâr) el-Hâcirî’nin hapiste yazdığı şiirleri, divânında ikinci fasılda bir araya getirilmiştir. Onun bu şiirleri içerik itibariyle özür beyanından ibarettir. Şair bu manzûmelerinde, düştüğü durumu hak etmediğini ve iftiraya kurban gittiğini söylemektedir:78 ِ ك الْ َق اسي َعلَ َّي أ ََما ا ْشتَ َفى َ ََس ْل قَ ْلب ك َوُز ْخُرفَا َ َولََق ْد َو َش ْوا ُزوراً إِلَْي ك ِس َوى الْ َوفَا َ ب إِلَْي ٌ َْما َكا َن ِِل ذَن اك ِِل َ ت الْعِ َدا ِِبَ َف َ ي أَ ْش َفْي َ ََم ْوال ِِ الس ْع ِى َّ بَلِّ ِغ الْ ُو َشا َة ِمنَّا ُه ْم ِِف الَ تَتَّ ِه ْم ِِن ِف َه َو َاك بَِزلَِّة Efendim, yüz çevirerek düşmanlara benden intikamlarını aldırdın. Bana katı olan kalbine sor, intikam alma arzusu dinmedi mi? Bizden, arabozanlara ulaştır. Onlar beni ihbar etmekle meşguller. Onlar sana yalan ve süslü sözler taşıdılar. Sevgin konusunda beni yalpalamakla suçlama. Vefadan başka sana karşı hiçbir suçum olmadı. Başka bir şiirinde şair şu sözlerle af edilmeyi istemektedir:79 اْلُ َد ُم ْ ِف الْ َع ْف ِو تَطْ َم ُع ِف َس َاد ِاَتَا ط الن ََّد َام ِة إِ ْذ الَ يَْن َف ُع الن ََّد ُم ُ فَ ْر ِ َفَأَين ما ي ْقت اْلِْل ُم َوالْ َكَرُم ْ ض ِيه َ َ َْ ِ ت بِِه الْ َق َد ُم ْ َّب ِِل جنَايَةً َما َزل ْ َه ِ حسب الْم ِس يء َجَزاءً َع ْن إِ َسائَتِ ِه ُ ُ َْ ِ ِ ِ ط ُم ْقتَد َرا ُ الس ْخ ُّ ت َما يَ ْقتَضيه ُ فَ َع ْل İşlemediğim suçu işlediğimi farzet. Ancak kullar efendilerinin affetmesini ümit etmekteler. Pişmanlığın fayda etmediği bir zamanda, çok pişman olmak, yaptığı kötülüğe karşılık, kötüye yeterdir. Öfkeni gerektireni bilerek yaptığımı (farzet). Peki bağışlama ve hoşgörünün gerektirdikleri nerde kaldı? Şair bu sözlerle af edilmesini istedikten sonra sözünü şu beyitle bağlamaktadır: اد َوالشِّيَ ُم َ ت فَتِْل ُ ك الْ َع َ َوإِ ْن َمنَ ْن ِ ْفَِإ ْن قَت ْلت فَعب ٌد أَن َ َْ َ َ ُت َمال ُكه Eğer öldürürsen sahibi olduğun bir köleydim. Eğer iyilik edersen bu, (büyüklerin) gelenek ve örfüdür. 5. 4. Hiciv 77 78 79 et-Tahtâvî, Muhammed Farağlî el-Ensârî, el-‘İkdu’n-Nefîs bi Taştîri ve Tahmîsi Dîvân ‘Umer b. elFârıd, Matba‘atu’t-Tevfîk, Mısır, 1316, s. 165. el-Hâcirî, a.g.e., s. 58. Aynı eser, s. 61. 170 Yahya SUZAN el-Hâcirî’nin dîvânının beşinci faslı, şairin söylediği hicivlerden ibarettir. Bu hicivler kasîde özelliğini taşımayıp mukatta’a biçimindedir. Bu hicivlerin en uzunu dört beyitten oluşmakta ve şairin bir zamanlar övdüğü Ruknuddîn ile ilgilidir:80 ََّم َقالَةَ َغْي َر ٍان َعلَْي ِه إِذَا َزال ِ ََصال ْ بِنَ ْي ٍل َوالَ َرأْياً لَ َديْه َوالَ أ ِ احبِ ِه فَأَبعِ ْد بِِه ص ِ بِص َاحباً نَ ْذال ْ َ َ ِ ِ ِ ِّ ت ََْتتَك ُم َالزبْال َ بِذل َ ك َح ََّت ص ْر ِ ِ ض ِل َوا ْْلِ َجا ْ أَالَ قُ ْل لُرْك ِن الدِّي ِن ذي الْ َف س لَ َديْ ِه َوالَ نَ َدى َ ُْزبَالَةٌ الَ بَأ َّ أَ ََلْ تَ َر أ ف َدائِ َما ُ َن الْ َم ْرءَ يُ ْعَر ِ ِّك َميَّاالً إِ ََل الط يب َما الَّ ِذي َ َُع ِه ْدت Akıl ve fazilet sahibi Ruknuddîn’e, yalpaladığında kendisinin tarafını tutanın sözünü ulaştırın: O bir çöp gibidir. Ne gücü var ne de faydalanılacak iyiliği. Ne görüşü var ne de soyluluğu! Bilmiyor musun kişi arkadaşıyla tanınmaktadır. O ise ne uzak bir arkadaş ve de ne düşük biridir! Seni hoş kokuya eğilimli olarak bilirdim. Ne oldu hoş kokuya ki hayvan gübresine başvurur oldun! el-Hâcirî, aşağıdaki beyitlerde muhatabını Numeyrler81 gibi cimri olmakla yermektedir:82 ِ َّ ي ر ِّج ِيه ِ يق َوالَ ِْلَْري ت ِِم َّْن َ ُْزبَالَةٌ الَ ل َشٍّر أَن ُ الصد َُ َّك ِم ْن ُُنَْري َ َص َد َق الَّ ِذي قَ ْد ق َّ ُفَغ ًال قِ ْدما َ ض الطَّْر َ ف إِن َ لََق ْد Bir çerçöpsün. Sen arkadaşının ne iyilik ne de kötülük için ümit beslediği birisin. Eskiden söyleyen doğru söylemiştir: “İndir gözlerini/kapa çeneni. Ne de olsa Numeyrlerdensin!”83 Şair aşağıdaki iki beyitte de bir zamanlar beraber kaldıklarını cimrilikle yermektedir. Bunun için de haydutluğuyla ünlü Benî’d-Deylem kabilesini kullanmaktadır. Şair, hac için ihrâma girmiş ve avlanması yasak olan kişiden av beklentisi içinde olunamayacağı gibi hicvettiği kişilerden de bir beklentisinin olmadığını söylemektedir. Çünkü Benî’d-Deylem’dendirler ve onlardan bir şeyin verilmesi beklenmemektedir:84 80 81 82 83 84 Aynı eser, s. 68. Numeyr, Arap edebiyatında hicve konu olmuş bir kabilenin adıdır. Numeyr adı, Arabistan’da yaşayan, en-nemr veya en-nemir denilen yırtıcı hayvan parstan gelmektedir. Memleketlerinin sert tabiatı ile Numeyrlerin vahşi ve haşin hâlleri arsında bir ilgi olmalı ki bu adı almışlardır. Geçim kaynaklarından yoksun ve öteden beri eşkiyâlık yaparak geçinen bu kabilenin adı özellikle Emevîlerden itibaren hükümete itaatsizlik ve haydutluk ile birlikte anılmaktadır. Bkz. C. Levı Della Vıda, “Nümeyr”, İA, Eskişehir, 1997, IX, 373-374. el-Hâcirî, a.g.e., s. 68. ِ َ ف إِن Şair dördüncü mısrada Cerîr (ö.110/728)’in ت َوالَ كِالَبَا ِّ ُ“ فَغİndir gözlerini/kapa َ ض الطَّْر َ َّك م ْن ُنٍَُْري فَالَ َك ْعباً بَلَ ْغ çeneni, ne de olsa Numeyrlerdensin. Ne Benî Ka‘b’a ne de Benî Numeyr’e yetişirsiniz!” beytine göndermede bulunmuştur. Bkz. el-Câhiz, Ebû ‘Usmân b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, tah. Dervîş Cuveydî, el-Mektebetu’l-‘Asriyye, Beyrût, 1420/1999, III, 611. el-Hâcirî, a.g.e., s. 69. 171 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD الصْي ِد ِم ْن َُْم ِرِم َّ إِالَّ َكَر ِاجي اي أ َْر ُجو ِم ْن بَِِن الدَّيْلَ ِم َ َح َ اش ٍ ت ِف أ َْهلِ َها ُ َوبَْل َدة َما ُكْن ِ َ َق ُال الْ ُم َِن ف َيها َوقَ ْد ُرْمتُه ِ حكْم علَى ه َذا الْورى ي ْق ضي َ ٌ ُ َ ََ ِ َو َع َاد َم ْو ُجوداً َعلَى األ َْر ض ِ ُم َش ِّمَر األ َْرَد ِان لِْل َقْب ض ب اب ِن ََشْ ُعو َن بِالَ َريْبَة ُّ ِط َما َع َاد يَ ْوماً َم ْن بِِه ِعلَّة ِ ِ يل ِم ْن َخ ْل ِفه ُ ُيَْشي َو َع ْزَرائ Nice beldede ben sadece, ihrâma girmiş kişiden avlanmış hayvan bekleyen kişi gibiydim! Oralarda temennilerde bulunmuştum. O temenniler dediler ki Benî’dDeylem’den bekliyor olmaktan uzağız! Şairin yerdiği diğer bir konu İbn Şem‘ûn’un doktorluğudur:85 İbn Şem’ûn’un doktorluğu, şüphesiz bu halkın sonunu getirmekte. Bir gün bile hastalığı olan (sağlığına kavuşup) dönmedi. O ise yeryüzünde var olmaya devam etmekte. Can almak için kollarını sıvamış olarak Azrail arkasında olduğu hâlde (ortalıkta) gezinmekte! Şairin söylediği hicivlerden biri, kendisini hapse atanlarla ilgilidir:86 ِ َاْلن ان َْ ِع َمأْ ُسوِر ِ ِف أَعاِِل خ ْفتِي ان َ ُ َ ِ الزَوان َّ تَ ُار أ َْوالَ ُد ِ ٍ من لِمرع َّم ُ َْ ْ َ ْ وب طَل ِيق الد ٍ اْلزِن فَ ِر ِ يد ُْْ َدائ ِم ت فِينَا ِِبَا تَ ْخ ْ َح َك َم Korkan, gözü yaşlı, gönlü tutuklu, sürekli mahzun ve Huftiyân’ın kalelerinde tek başına kalan için kim var yardım edecek? Fâhişe çocukları, diledikleri gibi hakkımızda karar verdiler! 6. Dîvânındaki Nazım Türleri el-Hâcirî’nin dîvânında klasik kasîdenin dışında kalan nazım türleriyle söylenmiş manzûmeler de yer almaktadır. Meselâ dîvânın dördüncü faslı mukatta’ât başlığını taşımakta ve genelde dört bazen de altı mısraa varan ve birbirinden bağımsız olan şiir parçalarından oluşmaktadır. Bunlardan bir mukatta’a şu şekildedir:87 ِ َول ص ْقتُهُ ِم ْن َح ْرقَ ٍة بُِف َؤ ِادي َ ِ ت ِو َسادي ُ ِوإِ َذا َرقَ ْد َ ت يَ ُكو ُن ََْت ِ وصل الْكِت َ اب كتَابُ ُك ْم فَأ َُخ ْذتُه ُ َ ََ َ ِِ ُفَ َكأَنَّ ُك ُم عْندي نَ َها ِري ُكلَّه Kitap, sizin kitabınız ulaştı. Ben de yandığımdan onu aldım ve bağrıma bastım/gönlüme yapıştırdım. Sanki siz bütün gün yanımdasınız. Uyuduğumda da o kitap yastığımın altında olur! 85 86 87 Aynı eser, s. 69. Aynı eser, s. 61 Aynı eser, s. 65. 172 Yahya SUZAN el-Hâcirî’nin kâne ve kâne nazım türüyle yazmış olduğu manzûmeleri de bulunmaktadır. Ancak İbn Hallikân’ın da belirtiği gibi bu manzûmeler şairin dîvânında görülmemektedir. Dîvânındaki diğer nazım türleri ise şunlardır: 6. 1. Muhammes el-Hâcirî’nin dîvânının üçüncü faslında şairin yazdığı muhammes88 manzûmeler yer almaktadır. Toplam üç kasîdeden oluşan bu manzûmelerin ilki aaaab, ccccb,… biçiminde bir kâfiye yapısına sahiptir. İkincisinin kâfiye düzeni aaaaa, aaaaa, bbbba, ccccca… şeklinde sürmektedir. Üçüncüsünün kâfiyesi ise aaaAA, bbbAA,… şeklindedir. Bu üçüncü manzûme aşağıdaki kıta ile bitmektedir:89 ت ِِبَ ْن َح َّج ُُثَّ ْاعتَ َم ْر ُ َحلَ ْف اْلَ َج ْر ْ اف َوفَ َاز بِلَثْ ِم َ ََوط ِ ومن َكا َن بِالْب ي الس َوْر ُّ ت يَْت لُو َْ ْ ََ ِ ِ ِب الْ َكئ ِ وبُ ْغيَةُ قَ ْل يب الشَّجي ت َر َجائِي الَّ ِذي أ َْرََِتي َ ْألَن َ Hacca ve sonrasında umreye gidenlere, tavaf edip Haceru’l-Esved’i öpenlere, Allah’ın evinde Kur’ân okuyanlara yemin ederim ki sen beklediğim ümidimsin, kederli ve hüzünlü gönlümün istediğisin! 6. 2. Mevâliyyâ el-Hâcirî’nin mevâliyyâ90 nazım türü ile söylediği şiirleri dîvânın altıncı faslında yer almaktadır. Bunlardan aşağıdaki kıt’a gazel konusunda söylenmiş güzel beyitlerden sayılmaktadır:91 َْلَ ْم ْ َوْه َو الَّ ِذي لِْل َع َو ِاذ ِل َوالْ ُو َشاةِ أ 88 89 90 91 ِ َب ْدر الْب ها ِف فَل ك قَ ْد أ ََْنَ ْم َ ْك َخدَّي ََ ُ َ Muhammes, şâirin aynı vezinde beş mısra nazmetmesi ve beşincisinin diğer dört mısraın uyağından farklı bir uyağa sâhip olması, sonra şairin yine aynı vezinde fakat ilk dört mısraın uyağından farklı beş mısra daha nazmedip beşincide ilk beşincinin uyağını tekrar etmesi ile oluşan ve manzûmenin sonuna kadar bu minval üzere devam eden nazım türüdür. Bu tanıma göre muhammesin ilk dört mısraı aynı uyağa sâhip olup beşincisinin uyağı farklıdır. Aynı şekilde, takip eden kıtaların beşinci mısraları, ilk mısra ile aynı uyağa sâhipken ilk dört mısralar kendi aralarında uyaklı ancak önceki dörtlülerden farklı uyaklara sâhiptirler. Dolayısıyla muhammeslerin mısra bazında uyak düzenini şu şekilde göstermek mümkündür. aaaab, ccccb, ddddb, eeeeb,… bkz. el-Hâşimî, es-Seyyid Ahmed, Mîzânu’z-Zeheb fî Sinâ’ati Şi‘ri’l-‘Arab, Muessesetu’l-Kutubi’s-Sakâfiyye, Beyrût, 1415/1995, s. 117; Sellâm, Muhammed Zağlûl, el-Edeb fî’l-‘Asri’l-Memlûkî, Mısır, 1971, II, 125; Suzan, Yahya, Arap Şiirinde Muhammes ve Tahmîs, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2008. el-Hâcirî, a.g.e., s. 64. Mevâliyyâ, basît vezni ile ve genelde dört mısralı olarak yazılmaktadır. Bu türün en önemli özelliği halk ağzını örnek alarak revîsinin hârekesiz olmasıdır. Bu nedenle ‘âmmî şiirin bir çeşidi sayılmaktadır. Edebî sanatlar, özellikle de cinâs, bu şiirin ana yapısını oluşturmaktadır. Muhtevası genelde gazeldir. Bu nazım türünün ne zaman ortaya çıktığını kesin olarak bilmiyoruz. Ancak bunun mûsıkînin yaygınlaşmasından sonra hicrî I. asrın sonlarında ortaya çıktığı tahmin edilmektedir. Bkz. er-Râfi‘î, a.g.e., III, 129; el-Hâşimî, a.g.e., s. 129; Altûncî, a.g.e., s. 489. el-Hâcirî, a.g.e., s. 70. 173 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 SBArD ِ سطْري ِن بِالْ ِمس ٍ ك َذا م ْعر ب َو َذا ُم ْع َج ْم َْ َ ْ َُ َّ اْلُ ْس ُن قَ ْد َخ ِّك َوقَ ْد تَ ْر َج ْم ْ َو َ ط ِف َخد Güzellik dolunayı yanaklarının ufkunda doğmuş. Kınayanları ve arabozanları gemleyip durduran da o dolunayın güzelliğidir. Güzellik, anlaşılan ve anlaşılmayan sözcükleri olan iki satırı tercüme ederek yanaklarına yazmış. Aşağıdaki kıtanın son mısraında halk ağzına ait bir ifâde biçimi görülmektedir:92 صابَِِن َما يَْن َف ُعهُ َمغْلِي َ ُوى َم َعه ً َه ِ ِ ب َع ْقلِي َ َََْمنُو ٌن َما أَنَا بالَ ح ِِّب َسل ف َع ْن َع َذِِل َّ ُع َويْ ِذِِل ِف الْ َم َحبَّه ُك الَ ََْت َسبُوا ِِ ُجنُو ْن أ َْو َش ْيءٌ ُُيَيِّ ُل ِِل Ey sevmekte beni kınayan, beni kınamaktan vazgeç! Onun sevdası bana değdi ve içimin (aşktan dolayı) fokurdaması o sevgiliyi etkilemiyor. Bende deliliğin veya bana deliyi hatırlatan bir şeyin bulunduğunu zannetmeyin! Sevdiğimin bulunmaması aklımı başımdan almıştır! 6. 3. Dûbeyt el-Hâcirî’nin dîvanının son faslı şairin yazdığı dûbeytleri93 içermektedir. İbn Hallikân’ın nakline göre, el-Hâcirî aşağıdaki dûbeyt kıtasını hoşuna giden en güzel şiiri olarak görmektedir:94 َما َكا َن أَلَ َّذ َع َامهُ ِم ْن َع ِام ت َعلَى األَيَّ ِام ُ إِالَّ َوتَظَلَّ ْم ِْ حيَّا وس َقى اب َه ِامي ٌ اْل َمى َس َح ََ َ ت أَيَّ َام ُك ُم ُ يَا ُع ْل َوةُ َوَما ذَ َك ْر Yağmur akıtan bir bulut Himâ’yı yeşertsin! Oradaki yılım ne kadar da zevkliydi! Ey ‘Ulve, günlerimizi hatırlar hatırlamaz o günlere (ne kadar da) zâlim olduklarını söyledim. Sonuç el-Hâcirî, dördüncü ‘Abbâsî döneminin sonlarında yaşamış Iraklı önemli bir şairdir. Döneminde ülke yönetimi kötü bir durum arz etmekle birlikte, meydana gelen olaylara karışmamış ve bunları şiirlerine yansıtmamıştır. el-Hâcirî iyi bir şairdir ve şiirleri birinci sınıftır. Gerek klasik şiir gerekse diğer nazım türleriyle yazdığı manzûmeleri, medih, hiciv ve özür beyanı (i‘tizâr) türlerini barındırsa da dîvânına gazel 92 93 94 Aynı eser, s. 70. Dûbeyt, biri Farsça “dû (iki)” diğeri Arapça “beyt” olmak üzere iki sözcükten meydana gelmekte ve “iki beyit” anlamındadır. Kıtaları iki beyitten daha fazla olamadığı için bu adı almıştır. Araplar bu nazım türünü Farslardan almışlardır. Araplardan bunu ilk kullananı bilmiyoruz. Hicrî yedinci asırdan önce Araplarda bu nazım türü muhtemelen yoktu. Endülüs ve Mağrib’te muvaşşahanın ortaya çıkışı gibi o da Arap doğusunda, Bağdat’ta ortaya çıkmıştır. Bu, her kıtasının en az üçüncü ve dördüncü mısraları aynı kâfiyede olan dört mısralı bir nazım türüdür. Bu nazım türünün her dört mısrası bağımsız küçük bir kasîde biçimindedir. Bu tür, fa‘lun mutefâ‘ilun fe‘ûlun f‘alun biçiminde dört kez tekrarlanan bir vezne sahiptir. Bkz. er-Râfi‘î, a.g.e., III, 127; el-Hâşimî, a.g.e., s. 122; eş-Şeybî, Kâmil Mustafa, Dîvânu’d-Dûbeyt fî’ş-Şi‘ri’l-‘Arabî, Dâru’s-Sakâfe, Beyrût, 1972/1392, s. 17-18. el-Hâcirî, a.g.e., s. 71; İbn Hallikân, a.g.e., III, 502; İbnu’l-‘İmâd, a.g.e., VII, 273. 174 Yahya SUZAN hâkimdir. Gazelleri iffetli gazel ve erkek sevgiliye gazel olmak üzere iki türlüdür. Ancak iffetli gazel neredeyse bütün gazellerini oluşturmaktadır. Şair sevgili olarak Leyla, Su’dâ, su’âd gibi kadın adlarına yer vermektedir. Ancak sevgilinin adı yerine genelde erkek için gelen zamirleri kullanmaktadır. Bunu iffetli gazellerinde de yapmaktadır. Erkek sevgiliye yazdığı gazellerde görülen Ebû Nuvâs’ın etksi de gösteriyor ki şair bu tür gazeli sırf eskiyi taklit sâikiyle söylemiştir. Ayrıca Bu gazellerin dili nezihtir. Ebû Nuvâs’ın yaptığı gibi meselâ gazeline konu ettiği erkek çocukları kadın kıyafeti içine sokmamaktadır. Gazelin dışında şairin söylediği övgü ve yergileri cimrilik üzerine odaklıdır. Özür beyanı ise geleneksel çerçeve içinde cereyan etmektedir. Kaynaklar ‘Afîf ‘Abdurrahmân, Mu‘cemu’ş-Şu‘arâi’l-‘Abbâsiyyîn, Dâru Sâdır, Beyrût, 2000. Altûncî, Muhammed, el-İtticâhâtu’ş-Şi‘riyye, fî Bilâdi’ş-Şâm fî’l-‘Asri’l-‘Usmânî, Menşûrât İttihâdi’l-Kuttâbi’l-‘Arab, 1993. Brockelmann, Carl, GALS, Leiden, 1937. el-Bustânî, Butrus, Udebâu’l-‘Arab, (I-IV), Dâru’l-Cîl, Beyrût, 1997. C. Levı Della Vıda, “Nümeyr”, İA, Eskişehir, 1997, IX, 373-374. el-Câhiz, Ebû ‘Usmân b. Bahr, el-Beyân ve’t-Tebyîn, tah. Dervîş Cuveydî, elMektebetu’l-‘Asriyye, Beyrût, 1420/1999. Dayf, Şevkî, ‘Asru’d-Duvel ve’l-İmârât, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1990. Dayf, Şevkî, el-Fenn ve Mezâhibuhu fî’ş-Şi‘ri’l-‘Arabî, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1978. Dayf, Şevkî, el-‘Asru’l-‘Abbâsî el-Evvel, Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, 1982. Demirayak, Kenan, Abbâsi Edebiyatı Tarihi, Erzurum, 1998. Fevvâz eş-Şe‘âr, eş-Şu‘arâ’u’l-‘Arab, Beyrût, 1420/1999. el-Fîrûzâbâdî, Mecduddîn Muhammed b. Ya‘kûb, el-Kâmûsu’l-Muhît, (I-IV), Dâru’lCîl, Beyrût, tsz. el-Hâcirî, Ebû’l-Fadl Husâmuddîn ‘Îsâ b. Sencer, Dîvân, el-Matba‘atu’l-‘Âmire, Mısır, 1305. el-Hafâcî, Şihâbuddîn Ahmed b. Muhammed b. ‘Umer, Habâyâ’z-Zevâyâ, fî mâ fî’rRicâli mine’l-Bekâyâ, tah. Mehmet Mesut Ergin, Araştırma Yayınları, Ankara, 2008. el-Hâşimî, es-Seyyid Ahmed, Mîzânu’z-Zeheb fî Sinâ‘ati Şi‘ri’l-‘Arab, Muessesetu’lKutubi’s-Sakâfiyye, Beyrût, 1415/1995. el-Himyerî, Muhammed b. ‘Abdilmun‘im, er-Ravdu’l-Mi‘târ fî Haberi’l-Aktâr, tah. İhsân ‘Abbâs, Muessesetu Nâsır li’s-Sakâfe, Beyrût, 1980. İbn Hallikân, Ebû’l-‘Abbâs Şemsuddîn Ahmed b. Muhammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtu’lA‘yân ve Enbâu Ebnâi’z-Zamân, tah. İhsân ‘Abbâs, Dâru Sâdır, I-VIII, Beyrût, tsz. İbnu’l-‘İmâd, Şihâbuddîn Ebû’l-Felâh ‘Abdulhayy b. Ahmed b. Muhammed, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbâri Men Zeheb, tah. ‘Abdulkâdir el-Arnâ’ût - Mahmûd el-Arnâ’ût, (I-X), Dâr İbn Kesîr, Beyrût, 1412/1991. 175 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 149 – 174 İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ İsmâ‘îl, el-Bidâye ve’n-Nihâye, tah. ‘Abdurrahmân el-Lâdkî Muhammed Ğâzî Baydûn, Dâru’l-Ma‘rife, I-XIII, Beyrût, 1417/1997. İbn Kuteybe, Ebû Muhammed ‘Abdullah b. Muslim ed-Dîneverî, eş-Şi‘r ve’ş-Şu‘arâ, tah. ‘Umer et-Tabbâ’, Beyrût 1418/1997. İbn Manzûr, Cemâluddîn Ebû’l-Fadl Muhammed b. Mukerrem, Lisânu’l-‘Arab, tah. ‘Abdullah ‘Alî el-Kebîr ve diğerleri, (I-VI), Dâru’l-Me‘ârif, Kâhire, tsz. İbn Tağriberdî, Cemâluddîn Ebû’l-Mehâsin Yûsuf el Atâbekî, en-Nucûmu’z-Zâhire fî Mulûki Mısr ve’l-Kâhire, tah. Muhammed Huseyn Şemsuddîn, (I-XVI), Dâru’lKutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1413/1992. el-Kalkeşendî, Ahmed b. ‘Alî, Subhu’l-A‘şâ fî Sinâ’ati’l-İnşâ, tah. Muhammed Huseyn Şemsuddîn, (I-XV), Dâru’l-Fikr, Beyrût, 1407/1987. Kâtib Çelebî, Mustafa b. ‘Abdillah, Keşfu’z-Zunûn ‘an Esâmî’l-Kutubi ve’l-Funûn, Dâru’l-Fikr, I-VI, Beyrût, 1414/1994. Kehhâle, ‘Umer Rıdâ, Mu‘cemu’l-Muellifîn Terâcimu Musannifî’l-Kutubi’l-‘Arabiyye, Muessesetu’r-Risâle, I-III, Beyrût, 1414/1993. el-Makkarî, Ahmed b. Muhammed, Nefhu’t-Tîb min Ğusni’l-Endelusi’r-Ratîb ve Zikr Vezîrihâ Lisâniddîn b. el-Hatîb, tah. Muhammed Muhyiddîn ‘Abdulhamîd, (IX), Matba‘atu’s-Se‘âde, Mısır, 1367/1949. er-Râfi‘î, Mustafa Sâdık, Târîh Âdâbi’l-‘Arab, Dâru’l-Kutubi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1421/2000. Sellâm, Muhammed Zağlûl, el-Edeb fî’l-‘Asri’l-Memlûkî, Mısır, 1971. Suzan, Yahya, Arap Şiirinde Muhammes ve Tahmîs, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 2008. et-Tahtâvî, Muhammed Farağlî el-Ensârî, el-‘İkdu’n-Nefîs bi Taştîri ve Tahmîsi Dîvân ‘Umer b. el-Fârıd, Matba‘atu’t-Tevfîk, Mısır, 1316. ez-Zehebî, Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed b. ‘Usmân, Siyer A’lâmi’n-Nubelâ, Muessesetu’r-Risâle, I-XXV, Beyrût, 1417/1996. Zeydân, Curcî, Târîhu Âdâbi’l-Luğati’l-‘Arabiyye, Dâru’l-Fikr, I-IV, Beyrût, 1416/1996. ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A‘lâm, Dâru’l-‘İlm li’l-Melâyîn, Beyrût, 1991. 176 DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞININ KURUMSAL YAPILANMASI İÇİNDE CAMİ HİZMETLERİNE SOSYOLOJİK BİR BAKIŞ Hasan YAVUZER Özet / Abstract Kuruluşundan itibaren Diyanet İşleri Başkanlığının görevlerinin en önemli bir kısmını cami hizmetleri oluşturmuştur. Diyanet İşleri Başkanlığı hem yurtiçinde hem de yurtdışında camilerde önemli hizmet vermiş, bu konuda ciddi gelişmeler kaydedilmiştir. 2008 yılı Nisan ayı verilerine göre ülke genelinde 67.624 kadrolu cami ve bu camilerde görev yapan 70.960 kadrolu personeli Diyanet İşleri Başkanlığına toplum nezdinde çok önemli bir saygınlık ve etkinlik sağlamıştır. Ülke çapında en ücra köşelere kadar yayılmış camiler ve buralarda görev yapan personel hizmete daha iyi bir şekilde kanalize edilir, gerekli ortam hazırlanır ve imkânlar verilirse, Diyanet İşleri Başkanlığının bu önemli hizmet alanı daha aktif ve daha etkin bir duruma gelebilir. Bu durum bir yönüyle Diyanet İşleri Başkanlığının ve din görevlilerinin etkinliğini artıran, diğer yönüyle de din hizmetlerini daha verimli ve yararlı kılan bir faktör olabilir. Anahtar Kelimeler: Cami, cami hizmetleri, cami görevlileri, imam, din hizmetleri, Diyanet İşleri Başkanlığı. SOCIOLOGICAL LOOK AT MOSQUE SERVICES WITHIN THE PRECIDENCY OF RELIGIOUS AFFAIRS Since its establishment, one of the most important duties of the Presidency of Religious Affairs has been to provide religious services. The Presidency of Religious Affairs has provided mosques and religious services, both domestically and internationally, and has made serious progress in this matter. According to April 2008 data the Presidency of Religious Affairs provides the country with 67.624 fully staffed mosques, and 70,960 fully stuff attendant personnel within these mosques; giving the Presidency great prestige and efficiency. If nationwide mosques and their personnel were provided the proper canalization, environment, and opportunity, the religious services provided by the Presidency of Religious Affairs could be more active and more efficient. This could be an important factor in both increasing the effectiveness of the Presidency of Religious Affairs and its attendants, and in assuring that religious services are more efficient and beneficial. Key Words: Mosque, mosque services, religious attendants, imam, religious services, Presidency of Religious Affairs. Giriş Din insanlık tarihi ile başlamış, insanın olduğu her yerde de varlığı devam etmektedir. Hassas ve önemli bir konu olan dinin ihmali veya istismarı her zaman ciddi * Yrd. Doç. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 sorunlar çıkarmış, aynı tehlikeler günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Din konusunda yaşanabilecek olumsuzlukları önlemek ve din hizmetlerini daha düzenli bir şekilde yerine getirmek üzere 1924 yılında Diyanet İşleri Reisliği/Başkanlığı kurulmuştur. Kuruluşundan günümüze, din hizmetlerinin yerine getirilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığının en önemli hizmet alanı camiler, en etkin kişiler de buralarda görev yapan personel olmuştur. Bu çalışmada önce İslam dininin ibadet mahalli olan camilerin tarihi gelişimi hakkında bilgi verilecektir. Sonra da ülkemizde din hizmetlerinden sorumlu Anayasal bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığının yurtiçi ve yurtdışında camilerde vermiş olduğu hizmetler ele alınarak camilerin geçmişteki ve günümüzdeki fonksiyonları üzerinde durulacaktır. Buna ilave olarak imam hatip veya müezzin kayyım olarak camilerde görev yapan, gerek camide gerekse cami dışında din hizmeti veren ve dini ritüellerin yerine getirilmesinde rol alan cami görevlilerinin sosyal, kültürel, eğitim ve sayısal durumları hakkında istatistikî bilgi verilecektir. Araştırmamızda cami hizmetleri sosyolojik bir değerlendirmeye tabi tutulacak, sosyolojik ve kuramsal işlevleri bakımından cami görevlilerinin durumları ele alınacaktır. Bu çalışmanın detayında cami hizmetlerini etkileyen faktörlere sosyolojik bir perspektiften yaklaşılarak, bir kurum olarak Diyanet’in bu çerçevede yaşadığı problemlere çeşitli çözüm yolları sunulmaya çalışılacaktır. A Tarihsel Gelişimi İçinde Cami ve Cami Görevlileri a) Cami Arapça “cem” kökünden gelen ve “cem’an” mastarından türeyen cami; toplayan, bir araya getiren anlamına gelmektedir. Dini manada ise “Allah’a kulluk yapmak, kulluk görevlerini ifa etmek için kullanılan mekânlar” olarak kabul edilmiştir. 1 Kur’an-ı Kerimde secde edilen ve ibadet yapılan yer olarak mescit2 zikredilmesine rağmen günümüzde özellikle de ülkemizde ibadet mahalli olarak cami kelimesi daha yaygın olarak kullanılmaktadır. Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti esnasında Medine yakınlarında dört gün konakladığı Kuba’da bir mescit yapılmış3 bunu Medine’deki Mescidi Nebevinin yapımı takip etmiştir.4 Müslümanlığın yayılması ve inananların çoğalmasına bağlı olarak Müslümanlar gittikleri yerlere camilerini de götürmüşler ve bulundukları yerlere irili ufaklı camiler yapmışlardır. İslam dininin mensuplarının artması ve her tarafa yayılması sonucu bir ibadet mekânı olarak cami de zamanla dünyanın dört bir tarafına yayılmış, bulunduğu yerde İslam’ın ve Müslümanların şiarı olmuştur. Bu camilerden büyük bir kısmının mimari özellik ve estetik güzellikten yoksun olmasına 1 2 3 4 Hasan Yavuzer; Çağdaş Din Hizmeti ve Diyanet İşleri Başkanlığı-Dini Otorite ve Teşkilatların Sosyolojik Analizi, Laçin Yayınları, 2. Baskı, Kayseri 2006, s. 235. 2/114, 144, 149-150; 7/31; 9/17-18; 17/1; 72/ 18. Hüseyin Algül; “Mescid-i Kuba”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 29, s. 279-280; İbrahim Sarıçam; Hz. Muhammed ve Evrensel Measajı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004, s. 125. Nebi Bozkurt- Mustafa Sabri Küçükaşcı; “Mesid-i Nebevi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 29, s. 281290. 176 Hasan YAVUZER rağmen önemli bir kısmının, dünyanın çeşitli yerlerinde tüm ihtişamıyla asırlardan beri varlıklarını devam ettirdiği söylenebilir. Anadolu’nun İslamla tanıştığı dönemden itibaren buralarda da camiler yapılmaya başlanmış, özellikle Selçuklu ve Osmanlı döneminde yapılan camilerden büyük bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Cumhuriyet döneminde de cami yapımı devam etmiş son yıllarda ise cami yapımında büyük bir artış gözlenmiştir. Ulaşabildiğimiz en eski istatistikî bilgiler olan 1971 verilerine göre ülke genelinde 42.744 cami mevcut iken, 1995 yılında bu rakam 62.874 kadrolu, 7.399 kadrosuz olmak üzere 70.213’e5 ulaşmıştır. Nisan 2008 itibariyle ülke genelinde 67.624 kadrolu, 12.008 kadrosuz olmak üzere 79.632 cami bulunmaktadır.6 Günümüzde gerek ülkemizde gerekse dünyanın başka yerlerinde halen cami yapımı konusunda büyük bir gayret dikkat çekmekte, Türkiye’de her yıl ortalama 1500 civarında cami yapılmaktadır.7 b) Cami Görevlileri İslam toplumunda imam-hatiplik ve cami görevlerini yürüten ve halkı dini konularda aydınlatanlar “Hademe-i Hayrat” (hayra hizmet edenler)8 olarak isimlendirilmiştir. Diyanet İşleri Reisliği/Başkanlığının kuruluş yıllarında camilerde görev yapan hademe-i hayrat, cami ve mescitlerde beş vakit namazı kıldırma, cenazeyi kaldırma ve diğer dini görevlerin ifası gibi vazifeleri yerine getirmişlerdir. 1965 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş ve Görevleri hakkındaki kanunda bu unvan cami görevlileri olarak belirlenmiş ve camilerde görev yapan personelin yaptıkları göreve göre imam-hatip veya müezzin kayyım olarak değiştirilmiştir.9 Camilerde görev yapan bu kişiler halk arasında ise daha ziyade hoca veya imam olarak bilinmekte ve böyle kabul edilmektedir. Hangi isim ve unvan altında olursa olsun kuruluşundan itibaren cami görevlileri aşağıda vereceğimiz istisnai dönem dışında teşkilat içerisinde hep yer almış ve din hizmetlerinin yerine getirilmesinde etkin rol oynamıştır. Kuruluş yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olan cami ve cami görevlileri 1931 yılında kabul edilen Evkaf Umum Müdürlüğü 1827 sayılı bütçe kanununu ile bu müdürlüğe verilmiştir. Bu kanun gereğince bütün cami ve mescitlerin idaresi, görevlileri ile birlikte Evkaf Umum Müdürlüğüne devredilmiş,10 bu uygulama 1950 yılında yürürlüğe giren 5634 sayılı kanunun kabulüne kadar devam etmiştir.11 Cumhuriyetin ilk yıllarında ve başkanlığın kuruluş dönemlerinde imamlık ve hatiplik daimi maaşlı devlet memuru olarak kabul edilmemiş, bu kadrolar “barem dışı” 5 6 7 8 9 10 11 Diyanet İşleri Başkanlığı 1995 Yılı İstatistikleri, Ankara 1996, s. 99. www.diyanet.gov.tr (08.04.2008) Hakan Kahraman; Sosyolojik Açıdan Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerine Bir İnceleme, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993, s. 63. İzzet Er, “Hademe-i Hayrattan Din Görevliliğine”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202, s. 5. Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 sayılı Kanun Düstur; III. Tertip, C. 12, s. 551-552, Ankara 1931; Nihat Aytürk, Yaşar Çelik, Enver Şahinarslan; Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 10. Hasan Yavuzer; 73. 177 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 bırakılmıştır.12 Devlet tarafından atanan ve ücreti devlet tarafından ödenen devlet memuru olmak yerine, cemaatin ve halkın verdiği ücret ile hayatlarını devam ettirmek zorunda kalan cami görevlileri zor günler geçirmişlerdir. Bu durum hem cami görevlilerinin ve mesleğin cazibe ve itibarını kaybetmesine hem de onların maddi, manevi ve sosyal bakımlardan zor durumlara düşmesine sebep olmuştur. Karşılaşılan ve yaşanan olaylar din görevliliğine ilgiyi azaltmış, bu durum başarılı gençlerin bu mesleği tercih etmelerini, yetişmiş elemanların da bu görevde kalmalarını önlemiştir. Devletin imkânı arttıkça Diyanet İşleri Başkanlığının imkânları da artmış, diğer alanlarda olduğu gibi cami görevlileri konusunda da ciddi gelişmeler yaşanmıştır.1965 yılında kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 sayılı Kanun ile cami görevlileri devlet tarafından atanma, maaşları devlet tarafından ödenme, sağlık ve emeklilik gibi sosyal güvenceye kavuşma imkânı kazanmış,13 ilerleyen yıllarda cami görevlilerinin sayısı ve imkânı daha da gelişmiştir. Günümüzde din hizmetleri sınıfında yer alan cami görevlileri devlet memuru olma ve sosyal haklardan yararlanma imkânını devam ettirmektedirler. Tespit edebildiğimiz ilk istatistik olan 1970 yılı rakamlarına göre imam hatip ve müezzin kayyım toplamı 1970 yılında 22.81314 olarak belirlenmiştir. İlerleyen yıllarda cami görevlilerinin sayısında gözle görülür artışlar olmuş 1993 yılında bu rakam 63.153’e15 ulaşmıştır. 2008 Nisan ayı verilerine göre 60.826 imam hatip, 10.134 müezzin kayyım olmak üzere cami görevlileri sayısı 70.960’a ulaşmıştır.16 1998 yılında Diyanet İşleri Başkanlığında kadroların hizmet sınıflarına göre dağılımında %91.26'sını cami görevlilerinin de içerisinde yer aldığı din hizmetleri sınıfının oluşturduğu görülmüş,17 2006 yılı sonu itibariyle de taşra teşkilatı personelinin %92.47'sini 18 din hizmetleri sınıfında yer alan görevlilerin teşkil ettiği tespit edilmiştir. Bu rakamlar ülkemizde din hizmeti vermek ve halkı dini konularda aydınlatmakla yükümlü kılınan Diyanet İşleri Başkanlığında cami görevlilerinin yeri ve önemini ortaya koymaktadır. B) Cami Görevlilerinin Eğitim Durumu 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu ile bütün öğretim kurumları Maarif Vekâletine bağlanmış, söz konusu kanun gereğince Diyanet İşleri Reisliğinin ihtiyaç duyacağı elemanların yetiştirilmesi görevi de Maarif Vekâletine verilmiştir. Bu kanunun kabulünden sonra 1924 yılında 29 ilde 2258 öğrenci ile ilkokula dayalı 4 yıl süreli İmam Hatip Okulları, İstanbul Darülfünun bünyesinde de bir İlahiyat Fakültesi açılmıştır. Sonraki yıllarda öğrenci bulunamama gerekçesi ile bu okullardan büyük bir kısmı kapatılmış, 1927 yılında İmam Hatip Okulu sayısı 2’ye, öğrenci sayısı da 278’e düşmüştür. 1932 yılında aynı gerekçe ile geride kalan iki okul da kapatılmış, bu durum İlahiyat Fakültesine de yansıdığı için 1933 yılında öğrenci bulunamama 12 13 14 15 16 17 18 TDV İslam Ansiklopedisi, “Diyanet İşleri Başkanlığı” maddesi, C. 9, s. 456. İzzet Er, “Hademe-i Hayrattan Din Görevliliğine”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202, s. 9. Diyanet İşleri Başkanlığı İstatistikleri, Ankara 1990, s. 15. Diyanet İşleri Başkanlığı 1993 Yılı İstatistikleri, Ankara 1994, s. 33. www.diyanet.gov.tr (08.04.2008) Diyanet İşleri Başkanlığı 1998 Yılı İstatistikleri, Ankara 1999, s. 68-69. Diyanet İşleri Başkanlığı 2006Yılı İstatistikleri, Ankara 2007, s. 41. 178 Hasan YAVUZER gerekçesi ile bu okul da öğretimine son vermiştir. 1933-1948 yılları arasında yaklaşık 20 yıl devlet eliyle din eğitim-öğretimi yapılmamıştır.19 Bu yüzden 1950 yılına kadar cami görevlilerinin eğitimi konusunda çeşitli sıkıntılar yaşanmıştır. Bu durum din hizmeti veren personelin yeterli eğitimden mahrum kalması sonucunu doğurmuş, bu da hizmete yansımıştır. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı A.Hamdi Akseki, 1951 yılında hazırladığı bir raporda, din eğitimi ile ilgili uygulanan programlar neticesinde ülke genelindeki dini durumu şu şekilde dile getirmiştir. “…Milli Eğitim Bakanlığı 430 nolu kanunla taahhüt eylediği vazifeyi yapmamış, yapamamış ve Diyanet İşleri Başkanlığını yakinen ilgilendiren dini vazifelerde istihdam edilecek hiçbir eleman vermemiş olması ve Başkanlığın da bu güne kadar din adamları yetiştirecek mesleki bir müesseseye sahip bulunmaması yüzünden bu gün memleketin birçok yerlerinde hakiki ve münevver bir din adamı bulmak şöyle dursun, camilerde mihraba geçerek halka namaz kıldıracak, minbere çıkıp hutbe okuyacak bir imam hatip bile bulunamamaktadır. Hatta bazı köylerimizde, ölenlerin teçhiz ve tekfini ile ebedi istirahatlarına tevdii gibi en basit dini bir vazifeyi ifa edecek kimseler dahi bulunamamakta ve cenazelerin kaldırılmadan günlerce ortada kalmakta olduğu senelerden beri işitilmekte ve görülmektedir”.20 Bu ihtiyacı karşılamak üzere 20 Mayıs 1948’de başta Ankara ve İstanbul olmak üzere 10 aylık süreli imam hatip kursları açıldı.21 Bu kurslarda yetişen öğrenciler ile ihtiyacın giderilmesine çalışıldı. Daha sonra görülen lüzum üzerine 1951 yılında İmam Hatip Okulları açılmış, mezun verdiği dönemden günümüze kadar cami görevlilerinin pek çoğu bu okul mezunlarından olmuştur. Halen camilerde din hizmetleri görevini yerine getiren personelin büyük bir kısmı İmam Hatip Lisesi mezunlarından oluşmakta, aşağıdaki istatistikî bilgiler de bu sonucu doğrulamaktadır. Din görevlilerinin eğitim durumu ile ilgili ulaşabildiğimiz ilk istatistikî bilgiler 1970 yılı verileri olmuştur.1970 yılı istatistiklerine göre Diyanet İşleri Başkanlığında 25.236 olan toplam personelin %80.59'u ilkokul, %3.83'ü ortaokul, %13.75 İmam Hatip Lisesi, %1.83'ü de dini yüksek okul mezunlarından oluşmaktadır.22 Bu dönemde %80.59 ile ilkokul mezunlarındaki yüksek rakam dikkatleri çekmektedir. Türkiye genelindeki okullaşma oranı ve eğitim seviyesindeki gelişmeler Diyanet teşkilatında da kendisini göstermiştir. 1993 yılında kurum bünyesinde İmam Hatip Lisesi mezunlarının sayısı %68.42, dini yüksek okul mezunları %3.85 olurken ilkokul mezunlarının sayısı %13.72'ye düşmüştür.23 2000’li yıllara gelindiğinde ilkokul mezunlarındaki düşüşün devam ettiği, dini yüksek okul mezunlarında kısmi bir artışın gözlendiği, imam hatip lisesi mezunlarının oranında bir düşüş olmasına rağmen yine en yüksek rakamın bu okul mezunlarında olduğu dikkat çekmektedir. 2003 yılında ilkokul mezunları %1.47, İmam Hatip Lisesi mezunu %55.92, dini yüksek okul mezunu %6.81 olmuştur.24 Rakamlar 19 20 21 22 23 24 Mustafa Öcal; “Dünden Bugüne Din Görevlileri ve Mesleki Yeterlikleri”, Yaygın Din Eğitiminin Sorunları Sempozyumu (28-29 Mayıs 2002), s.48-49, Kayseri 2003. Davut Dursun; Din Bürokrasisi: Yapısı, Konumu ve Gelişimi, İşaret Yayınları, İstanbul 1992, s. 199. Jaschke Gotthard; Yeni Türkiye’de İslamlık, (Ter. Hayrullah Örs), Ankara 1972, s. 74-78. İstatistiklerle Diyanet İşleri Başkanlığı; Ankara 1990, s. 20. İstatistiklerle Diyanet İşleri Başkanlığı; Ankara 1994, s. 20. Diyanet İşleri Başkanlığı 2003 Yılı İstatistikleri; Ankara 1994, s. 7-9. 179 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 ilkokul mezunlarındaki düşüş ile yüksek okul mezunlarındaki artışın devam ettiğini göstermekte, İmam Hatip Lisesi mezunlarında da ciddi bir düşüş olmasına rağmen bu okul mezunlarının teşkilat içinde en büyük oranı teşkil etmeye devam ettiğini ortaya koymaktadır. 08.04.2008 itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığında İmam Hatip Lisesi mezunu olarak görev yapanların sayısı 36.353, yüzde oranı ise %45.45 olarak tespit edilmiştir.25 Bu verilerden camilerde din hizmeti veren personelin büyük bir kısmının halen İmam Hatip Lisesi mezunu olduğu anlaşılmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı, din görevlilerinin eğitim seviyesinin yükseltilmesi amacıyla çeşitli zamanlarda çalışmalar başlatmış bu girişimler 1992 yılında sonuç vermiştir. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ile yapılan görüşmeler sonunda Açık Öğretim Fakültesi yoluyla din görevlilerinin yüksek okul mezunu olmalarına imkân sağlanmıştır. İlahiyat Meslek Yüksek Okulu ve Açık Öğretim İlahiyat Ön Lisans programları da bu sürece olumlu katkı sağlamıştır. Son zamanlarda din hizmetleri için alınacak personelde İlahiyat Fakültesi ve iki yıllık İlahiyat Ön Lisans mezunlarına öncelik verilmesi de personelin eğitim grafiğinin yükselmesi konusuna olumlu etki yapmıştır. 2006 yılı istatistiklerine göre teşkilat içerisinde iki yıllık dini yüksek öğretim %10.50, iki yıllık diğer yüksek okul mezunu olanların oranı %24.01 olmak üzere iki yıllık yüksek okul mezunları oranı %34.51’e yükselmiştir.26 Verilerde eğitim seviyesinde bir yükselme gözlenirken meslek dışı alanlardaki eğitimde artış dikkat çekmektedir. Askerlik ve çeşitli sosyal haklardan yaralanma konusundaki eğilimin bunda etkili olduğu anlaşılmaktadır. Son yıllarda dini yüksek okul mezunlarında yaşanan artıştaki etkenlerden bir tanesi 27.04.2005 tarihinde kabul edilen 5338 sayılı kanundan sonra olmuştur.1990’lı yıllarda başlamak üzere 2005 yılına kadar Diyanet İşleri Başkanlığına açıktan atama yapmak üzere yeni kadro verilmemesi nedeni ile yeni yapılan ve ibadete açılan camiler ile emeklilik, istifa, ölüm, kurum değiştirme veya askere gitme gibi sebeplerle boşalan yerlere görevli verme konusunda Diyanette sıkıntılı bir dönem yaşanmıştır. 2005 Ocak verilerine göre o dönemde görevlisi olmayan cami sayısı 23.542’ye ulaşmış, bu durum mevcut camilerin %30.8’inde Diyanet İşleri Başkanlığının görevlisinin bulunmadığını ortaya koymaktadır.27 Bu yüzden Müftülük ile muhtarlar ve cemaat arasında ciddi sıkıntılar yaşandığı, bazı muhtarların caminin anahtarını getirerek müftülere teslim etmek istediği durumlar sıkça yaşanmış, konu basına da intikal etmiştir. Diyanet yetkilileri de her fırsatta bu sıkıntıyı dile getiren açıklamalarda bulunarak kadro taleplerini yinelemiş, boş olan yerlerin gösterildiği bir kitapçık hazırlayarak milletvekillerine dağıtmış ve konunun çözümü noktasında onların desteklerini almaya çalışmıştır. Bu çalışmalar “Diyanet yeni kadro almak için Meclis’i ikna etmeye çalışıyor”28 haber başlığı ile basında yer almıştır. O yıllarda ihtiyaç olmadığı gerekçesiyle İlahiyat Fakültesi mezunlarından çok büyük bir kısmı Milli Eğitim Bakanlığında da görev alamamış, hem Diyanet hem de Milli Eğitim de görev alamayınca ilahiyat mezunlarında büyük bir birikim yaşanmıştır. 25 26 27 28 [email protected] (08.04.2008) Diyanet İşleri Başkanlığı 2006 Yılı İstatistikleri; Ankara 2007, s. 9. Ruşen Çakır İrfan Bozan; s. 22. “Diyanet yeni kadro almak için Meclis’i ikna etmeye çalışıyor,” Zaman Gazetesi (08.04.2005). 180 Hasan YAVUZER Bu yıllarda imam açığı çoğunluğu İlahiyat Fakültesi mezunu olan vekil imam hatipler ile doldurulmuştur. Boş bulunan imam-hatip kadrolarına vekâleten atanan bu görevliler 27.04.2005 tarihinde kabul edilen Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair 5338 sayılı kanun ile asalete geçirilmiş, böylece 10.000 civarında boş kadro doldurulmuştur.29 2005 yılında bunların asalete geçirilmeleri ile teşkilat içerisinde İlahiyat mezunları oranında ciddi bir artış gözlenmiştir. Ancak, İlahiyat mezunlarının imamlık mesleğine dönük yeterli bir temel eğitim almadığı, dolayısıyla da bu göreve hazır olmadığı düşünülürse, bunlardan beklenen verim alınamamış, bu görevlilerin de buldukları ilk fırsatta görev veya kurum değiştirme yoluna gitme eğiliminde oldukları gözlenmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığının personelin bilgi ve becerisini yükseltmek, hizmette kalite ve verimi artırmak için başvurduğu yollardan bir tanesi de eğitim merkezi açmak olmuştur. İlk defa 1973 yılında Bolu, 1975 de Ankara ve İstanbul’daki Haseki Eğitim Merkezi açılmıştır. Bolu ve Ankara eğitim merkezleri hizmet içi kurslara yönelik olarak kullanılmış, İstanbul Haseki Eğitim Merkezinde müftü ve vaiz adayları ihtisas eğitimine alınmıştır. İlerleyen yıllarda eğitim merkezlerinin sayısı artırılmış, bunlar da ihtisas ve hizmet içi eğitim merkezleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bazı eğitim merkezlerinde ise hem ihtisas hem de hizmet içi kurslar beraber yürütülmektedir. Günümüzde Başkanlığa ait 5 İhtisas,11 hizmet içi olmak üzere 16 eğitim merkezi bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı olan ve İlahiyat Fakültesi mezunu olan personelin sınavla kabul edildiği ihtisas merkezlerinde 30 ay süreli ihtisas eğitimi verilmekte, ağırlıklı olarak Arapça ve mesleki dersler yer almaktadır. Müftü ve vaiz olmak için bu kursları bitirme şartı aranmaktadır.30 Diyanet İşleri Başkanlığında 2007 yılında 6 ay süreli “Tashih-i Huruf” adında bir başka hizmet içi kurs devreye sokulmuş, imam hatip olarak görev yapan personel arasında yapılan sınav ile seçilen görevlilerin başta güzel Kur’an okuma olmak üzere diğer mesleki, sosyal ve kültürel alanlardaki bilgisi geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlara ilave olarak gerek eğitim merkezlerinde gerekse müftülükler bünyesinde hizmet içi kurslar ile personelin bilgi ve görgüsü geliştirilmeye çalışılmakta, bu yolla personelden daha iyi hizmet alma yoluna gidilmektedir. Bunlardan ayrı olarak son yıllarda cami görevlileri de dâhil olmak üzere teşkilat içerisinde Yüksek Lisans ve Doktora yapanların sayılarının da bir hayli arttığı görülmektedir. Ancak gerek ilahiyat lisans, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını tamamlayan, gerek ihtisas kurslarını bitirenlerden pek çoğunun kurum değiştirerek Milli Eğitim, Üniversite veya daha iyi imkânların sağlandığı kurumlara gitmekte oluşu, Başkanlığın yetişmiş bu personeli yeterince değerlendirmediğini göstermektedir. Dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda çok büyük bir kayıp yaşamaktadır. 2008 yılı Nisan ayı itibariyle Diyanet İşleri Başkanlığında dini yüksek öğrenim mezunu olanların sayısı 6.851 olup bu durum teşkilat genelinde %8,58’e tekabül etmektedir.31 Ülke olarak girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinde din görevlilerinin eğitim durumunun oldukça yüksek olduğu bilinmekte, papaz olmak için 29 30 31 Hasan Yavuzer; s. 133-134. Hasan Yavuzer, s. 68-75. [email protected] (08.04.2008) 181 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 üniversite mezunu olma şartı bulunmaktadır.32 Bu veriler Avrupa ve ABD’deki din adamlarının Türkiye’deki din görevlilerinden eğitim bakımından oldukça ileri düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır. Üstelik Diyanette Dini yüksek okulu mezunu olanların büyük bir kısmı aktif din hizmeti vermekten ziyade merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatlarında idareci konumunda bulunmaktadır. Bu rakamlar küreselleşen dünyada ve Avrupa Birliğine girmeye çalışan ülkemizde din hizmeti veren personelin eğitim durumunun yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Toplumda sadece eğitim bakımından değil, mesleki konular da dâhil olmak üzere sosyal ve kültürel pek çok alanda din görevlisinin cemaatin gerisinde kaldığı konusunda da genel bir kanı bulunduğu dikkat çekmektedir. Gelişen ve değişen dünyada gerek bilgi ve beceri yönünden, gerekse sosyal ve kültürel bakımdan kendi toplumunun ve cemaatinin gerisinde kalan bir din görevlisinin topluma vereceği fazla bir şey olmayacağı aşikârdır. Toplumun ve cemaatin gerisinde kalan din görevlisinin itibar ve saygınlığını da kaybedeceği gerçeği göz önünde tutulduğunda, bu konuda gereken tedbirlerin acilen alınması bir zorunluluk olarak kendini göstermektedir. C) Peygamber Döneminden Günümüze Cami Hizmetleri İslam dininin ibadet mekânı olan cami, sadece beş vakit namaz ile diğer namazların ifa edildiği yer olarak kalmamış, tarihi süreç içerisinde sosyal ve kültürel çeşitli amaçlar için de kullanılmıştır. Özellikle de Hz. Peygamber zamanında camiler, sadece ibadet mekânı olarak değil, dinin eğitim ve öğretiminin gerçekleştirildiği, dini ve dünyevi her türlü kararların alındığı, toplumsal konuların görüşülüp karara bağlandığı mekânlar olarak da fonksiyon görmüştür. Hz. Peygamber dini öğretmek için camilerden istifade etmiş, camiler eğitim-öğretim müessesesi olan okullar gibi fonksiyon icra etmişlerdir.33 Dolayısıyla İslam dininin öğretilmesinde, yayılmasında ve yaşatılmasında camiler aktif fonksiyon icra eden önemli mekânlar olmuştur. Bir başka tabir ile Peygamber döneminden itibaren İslam’ın nuru camilerde parlamış, buralarda parlayan ışık etrafı da aydınlatmıştır. Camide yetişen ve dinen olgunlaşan Müslümanların içerisinden başka yerlere hocalar, öğretmenler ve kadılar gönderilmiş,34 insanların dini, sosyal ve kültürel ihtiyaçları ile toplumun birliği, dirliği ve huzuru burada yetişen kişiler tarafından sağlanmıştır. Ülkemizde ise din ve din hizmetlerinden sorumlu olarak 3 Mart 1924 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, kuruluşundan itibaren kendisine tevdi edilen görevlerin en önemli bir kısmı camilerde yapılan hizmetler olmuştur.35 1965 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve 32 33 34 35 İlhan Yıldız; “Avrupa Birliğine Taşıdığımızın Görevlisi ve Din Hizmetleri Tablosu”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu (Sempozyum), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s. 136. Cami, camide ifa edilen hizmetler, cami görevlileri, caminin İslam tarihinde üstlendiği fonksiyonlar, cami mimarileri, İslam ülkelerinde ve İslam ülkeleri dışındaki camiler hakkında geniş bilgi için bakınız TDV İslam Ansiklopedisi, C. 7, s. 46-92; Hasan Yavuzer; s. 129. Muhammed Abdülhay El-Kettânî; Et-Terâtîbu’l-İdariyye/Hz.Peygamber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar, (Çev.: Ahmet Özel), İz Yayıncılık, İstanbul 1990, C. 1, s. 122-145 . Düstur, III. Tertip, İstanbul, 1931, C.5, s. 665. 182 Hasan YAVUZER Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanun'un”36 Başkanlığın görev ve sorumluluklarını belirleyen birinci maddesinde zikredilen “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek”37 hükmünü içeren görevlerin tamamı bu kanunun kabul edildiği dönem göz önüne alındığında cami eksenli olduğu anlaşılmaktadır. Gerek kurulduğu 1924 gerekse bu kanunun kabul edildiği 1965 yılından bu yana cami hizmetleri Diyanet İşleri Başkanlığının yerine getirdiği görevlerin en önemli kısmını teşkil etmektedir. Halen Başkanlık, merkez teşkilatın organizesinde, yurtiçinde il ve ilçe müftülerinin, yurtdışında da din hizmetleri müşavir ve ateşelerinin koordine ve denetiminde bu hizmeti yerine getirmektedir. II. dünya savaşından sonra Avrupa’da yaşanan büyük sanayi hareketi sonucu 1960”lı yıllarda başlamak ve başta Almanya olmak üzere ülkemizden Avrupa ülkelerine işçi göçü olmuş, ilerleyen yıllarda bu sayı artarak devam etmiştir. 38 Dini ve milli konulardaki ihtiyaçların karşılanması konusundaki talepler, eş ve çocukların götürülmesi ile daha da önem arz etmiştir. İlk yıllarda işverenlerin gösterdikleri yerler ile “kilise ve heim”lerde cuma ve bayram namazları kılınarak dini bir ihtiyaç giderilmeye çalışılmıştır. 1970’li yılların başlarından itibaren kiralık yerlerde cami açma faaliyetleri başlamış,39 daha sonra da cami satın alma veya temelden cami yapma yoluna gidilmiştir.40 Gelen yoğun talep üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı yurtdışında yaşayan vatandaş ve soydaşlara da hizmet götürmenin yollarını aramıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının cami ve diğer din hizmetleri 1970 yılına kadar sadece yurtiçindeki hizmetler ile sınırlı iken 1971 de Avrupa, 1974’de Kıbrıs, 1992’den sonra Sovyetler Birliğinden bağımsızlığını kazanan Türkî devletler ile balkan ülkeleri olmak üzere Japonya, Kanada ve ABD’ye kadar genişlemiştir.41 Ramazan ve Kurban bayramı olmak üzere sınırlı süre ve sayı ile başlayan yurtdışı hizmeti daha sonra ramazan ayına genişletilmiştir. Zamanla yurtdışındaki cami hizmetlerinde ciddi başarılar görülmüş, vatandaş ve soydaşlarımız da bundan memnun kalmıştır. Yurtdışında yaşayan yurttaşların kendi aralarında birlik, beraberlik, yardımlaşma, dayanışma ve kaynaşmaları ile milli ve dini değerlere bağlılığının sağlanmasında camiler önemli fonksiyonlar icra etmektedir. Bu başarıda içerisinde bulunulan şartlar ile seçilerek oralara gönderilen cami görevlilerinin de önemli katkısı göz ardı edilmemelidir. Camiler, yurtdışında yaşayan vatandaş ve soydaşlar ile onların çocuklarının kimliklerinin korunması, Türkiye ile milli ve manevi bağlarının devam etmesi gibi konularda da çok önemli rol oynamıştır. Ayrıca camiler, bulundukları yerlerde asimilasyonu engellemiş, uyuma önemli katkı sağlamış ve Türk Müslümanlığının oralarda yayılmasına ve tanınmasına imkân hazırlamıştır. Faaliyete başladıkları andan 36 37 38 39 40 41 02.07.1965 tarih ve 12038 sayılı Resmi Gazete Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 Sayılı Kanun Yurtdışı Göç Hareketleri ve Vatandaş Sorunları, Dışişleri Bakanlığı Ekonomik ve Sosyal İşler Genel Müdürlüğü, Ankara 1973, s.17-18. Cemal Tosun; Din ve Kimlik, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, s. 165-166. Yurtdışındaki Temelden İnşa Edilen Camilerimiz; Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık Ticaret İşletmesi, Ankara 1992. Hasan Yavuzer, 71, 223-234. 183 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 itibaren yurtdışında camilerin daha faal olarak kullanıldığı, buna bağlı olarak dinî, millî, sosyal ve kültürel anlamda daha önemli fonksiyonlar icra ettiği bir vakıadır. Bu durum yapılan araştırmalarda tespit edildiği gibi42 oralarda yaşayan kişilerden de defalarca dinlenmiş, Avrupa ve ABD’de bulunduğum dönemlerde ve konuyla ilgili yaptığım çalışmalarda da bizzat gözlemlenmiştir. Günümüzde ibadet mekânı olarak hem yurtiçinde hem de yurtdışında camilerde beş vakit namaz için ezan okunmakta, vakit namazları ile cuma, teravih, bayram ve cenaze namazları camilerde kılınmakta, vaaz ve hutbe yoluyla da dinî ve sosyal konularda cemaat aydınlatılmaktadır. Ülke genelinde ve yurtdışında başka zamanlardaki programlara ilave olarak ramazan ayı ile mübarek gün ve gecelerde camilerde özel programlar düzenlenmekte, yapılan konuşma ve verilen bilgilerde vatandaşların manevi duygularını artırıcı, ahlakını güzelleştirici, ruhen olgunlaştırıcı telkinlerde bulunulmakta, birlik-beraberlik, yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma ve toplumsal barışın sağlanmasında önemli görevler yapılmaktadır. İmam-Hatip, müezzin kayyım ve vaizler, kısmen de müftüler tarafından icra edilen camilerdeki din hizmetleri aynı zamanda Diyanet hizmetlerinin çok önemli bir bölümünü teşkil etmektedir. Camilerin ibadet yeri olmasının yanında bir başka özelliği, okunan hutbe ve verilen vaazlar nedeniyle aynı zamanda birer dini eğitim-öğretim yeri ve yaygın eğitim merkezi olmasıdır. Okunan hutbe ve yapılan vaazlar ile cami cemaati dinî, millî, sağlık, eğitim, çevre, çalışma, temizlik, birlik beraberlik ve benzeri çeşitli konularda bilgilendirilmeye çalışılmaktadır. Bu yolla önemli hizmetler yapıldığı göz ardı edilmemelidir. Ancak camideki vaaz ve irşat hizmeti devam etmesine rağmen bu konuda yapılan bir araştırmada camiye din eğitimi almak için gelenlerin sayısının her geçen gün azaldığı, sadece dinî ibadetleri yerine getirmek için camiye gelenlerin sayısında ise dikkat çekici artışlar olduğuna dikkat çekilmektedir.43 İbadet için camiye gelenlerin büyük bir kısmı da camiye girip vaaz ve nasihati dinlemek yerine dışarıda oturmayı tercih etmekte, ezan okunduktan ve vaaz bittikten sonra camiye girdikleri gözlenmektedir. Bu durum günümüzde mevcut haliyle camilerde vaaz yoluyla yaygın din eğitim ve öğretiminin gün geçtikçe etkisini yitirdiğini ve bu konuda yeni tedbirler alınması gerektiğini ortaya koymaktadır. Camilerde eğitime yönelik bir başka hizmet de yaz mevsiminde çocuklara, diğer zamanlarda da isteyen vatandaşlara Kur’an ve dinî bilgiler öğretilmesidir. Farklı yaş ve bilgi seviyesindeki çocuklara okulların kapalı olduğu yaz aylarında kalabalık bir ortamda verilen dersler faydadan hâli olmamakla beraber uzun süre beklenen verim alınamamıştır. Bunun üzerine 2004 yılında kur sitemine geçilerek çocuklar yaş ve bilgi seviyesine göre gruplara ayrılmıştır. Başlangıçta bu hususta da bazı sıkıntılar yaşanmış olmasına rağmen, daha faydalı olduğu ve daha fazla beğeni topladığı hem Diyanet yetkilileri ve görevliler, hem de veli ve öğrenciler tarafından değişik ortamlarda dile getirildiğine şahit olunmuştur. Genelde tüm camilerde bayanlar için yer ayrılmış olmasına rağmen çok az sayıda bayan cuma ve vakit namazını camide kılabilmekte, ramazan ayında ise isteyenler teravih namazı için camiye gidebilmektedir. Bu konuda bir yasaklama 42 43 Cemal Tosun; Din ve Kimlik, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, s. 38- 41, 166- 167. Ali Çarkoğlu; Binnaz Toprak; Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset , TESEV Yayınları, İstanbul 2000, s. 14. 184 Hasan YAVUZER olmamasına rağmen oluşan teamül gereği cami, daha ziyade erkeklerin gidebildiği ve istifade edebildiği bir konum kazanmıştır. Bu nedenle ülke genelinde bayanların camilere gitme, ibadetlerini camilerde ifa etme, hutbe, vaaz-nasihat dinleme gibi durumlar yok denecek kadar azdır. Hocanın erkek olması, camiye erkeklerin devam etmesi ve oluşan geleneksel anlayış ülke nüfusunun yarısını teşkil eden bayanların 44 dini konularda ihmal edilme gerçeğini ortaya çıkarmış, bunun sonucu olarak genelde bayanlar dini bilgi bakımından yetersiz kalmıştır. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu bu duruma son vermek için bayanların cami hizmetlerinden daha fazla yararlanması konusunda tedbir alınmasını istemiş, hem teşkilat içerisinde yaptığı icraatlar hem de çeşitli platformlarda yaptığı konuşmalar ile bayanlara pozitif ayrımcılık yapılacağını her vesile ile dile getirmiş,45 uygulamalarında da bunu göstermiştir. Her yaştaki kişilerin camiye gittiği bilinmekle beraber cami cemaatinin daha ziyade belirli bir yaşın üzerinde olan kişiler olduğu dikkat çekmektedir. Bu durum Türk toplumunun gelecekteki ümidi ve istikbalinin garantisi olarak kabul edilen gençlerin camilerden, cami görevlilerinden ve cami hizmetlerinden yararlanma konusunda ciddi bir eğilimi olmadığı kanaatini doğurmaktadır. Eğitim seviyesi yüksek46 ve ekonomik durumu iyi olan kişiler47 ile halk arasında sosyete diye tabir edilen kesimin de din ve dinî pratikler ile cami ve cami görevlilerine fazla rağbet etmedikleri, bu nedenle cami ve cami görevlilerinden pek yararlanmadıkları konusundaki genel eğilim dikkate alındığında Diyanet İşleri Başkanlığının bu konuda tedbir alması gereği ortaya çıkmaktadır. Bu konuda geç kalınmış ancak, son zamanlarda Başkanlıkta bu konuda bir temayül belirmiş, kırsal kesim ve varoşlar ile diğer yerlerde olduğu gibi zengin ve aydınların oturduğu yerlerdeki hizmetleri geliştirmek istedikleri doğrultusundaki açıklamalar ve bazı tedbirler dikkat çekmeye başlamıştır. Cami hizmetleri ile ilgili belirteceğimiz bir başka husus, toplumda önemli bir yer tutan özürlüler ile ilgili camilerde gerekli tedbir yıllarca alınmamış, onlara da yeterli hizmet götürülememiştir. Son zamanlarda ülke genelinde gelinen olumlu gelişmeler ve özürlüler haftası etkinlikleri dolayısıyla bu konuda da bazı adımlar atıldığı görülmüştür. Bu durumun özürlüler, yakınları ve cemaat tarafından memnuniyetle karşılandığı gözlenmiştir. D) Cami Hizmetlerinin Sosyolojik Değerlendirmesi Hz. Peygamber döneminden itibaren cami ve cami hizmetlerine önem verilmiş, İslam tarihi ve Türk İslam geleneğinde cami ve cami hizmetlerinin her zaman ayrı bir yeri olmuştur. Hz. Peygamberin camide ve cemaat ile namaz kılmayı tavsiye ve teşvik eden sözlerinin de etkisiyle48 imkânlar ölçüsünde beş vakit namaz, camide kılınmaya 44 45 46 47 48 www.die.gov.tr/nüfus_sayimi (15..7.2008), Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Veri Tabanı; http://report.tuik.gov.tr (15.07.2008). Nuriye Akman; Nuriye Akman’ın Ali Bardakoğlu ile yaptığı röportaj: “Diyanet’te Kadınlara Pozitif Ayrımcılık Yapıyoruz”; Zaman Gazetesi, 20.09.2005, s. 23 (tam sayfa röportaj). M.Emin Köktaş; Türkiye’de Dini Hayat, İşaret Yayınları, İstanbul 1993, s. 111-112. M.Emin Köktaş; Türkiye’de Dini Hayat, İşaret Yayınları, İstanbul 1993, s. 111-113. Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, Zeynüd-din Ahmet b. Ahmed .b. Abdi’lLatif’z- Zebidi, (Terc. Ahmed Naim), C. 2, s. 606-609, Dördüncü Baskı, Emel Matbaacılık Sanayi, Ankara 1975. 185 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 çalışılmış, cuma ve bayram namazlarının ise tek başına kılınamayacağı için bu vakitlerde camilerin daha kalabalık olduğu görülmüştür. 1985 yılında ülkemizde yapılan bir araştırmada ibadet etmek için öğle namazında 1,5 milyondan fazla kişinin camiye gittiği, Cuma namazında bu rakamın 14 milyonun üzerine çıktığı, namazla mükellef olan Müslümanlardan Cuma namazına gidenlerin oranının %87.5 olduğu bildirilmektedir.49 Bir başka araştırmada da erkeklerin %84.2’si Cuma namazlarına, %91.9’unun da bayram namazlarına gittiği tespit edilmiştir.50 Diyanet İşleri Başkanlığı da camileri daha cazip ve aktif, cami görevlilerini de daha etkin hale getirmek için zaman zaman değişik metotlar denemiş, yeni yapılacak camiler için örnek cami projeleri, mevcut camiler için cami dersleri, merkezi vaaz ve ezan sistemleri, merkezi hutbe hazırlamalar bunlardan sadece bazıları olmuştur. Her bir projeden çeşitli kazanımlar elde edilmiş ise de hiç birinden beklenen netice alınamamış, bu yüzden yeni arayışlar içine girilmiş ve bu arayışlar halen devam etmektedir. Başkanlığın uygulamaya koyduğu merkezi vaaz ve ezan sistemi ile merkezden hazırlanarak ülke genelinde tüm camilerde okunan hutbelerden olumlu-olumsuz çeşitli tepkiler alındığı bir vakıadır. Olumlu tepkileri ezanların daha düzgün okunduğu ve okunan ezanların dinleyenlere huzur verdiği, vaazlarda olası olumsuzlukların ortadan kalktığı, hutbelerin de daha iyi hazırlandığı şeklinde özetlemek mümkündür. Olumsuz tepkilere örnek olarak merkezi vaaz sisteminde cemaatin hatibi göremediği için etkili olamadığı, mevcut vaizleri ve din görevlilerini pasifleştirdiği, merkezi ezan sisteminde ezan nasıl olsa okunacak diye düşündüğü için görevlinin camiye geç gittiği, merkezden hazırlanan hutbelerin de ülke genelinde beklenen verimi vermediği şeklindeki değerlendirmeleri aktarmak mümkündür. Ezan okumayan, vaaz-nasihat vermeyen, hutbe hazırlamayan personelin kendisini yenilemek için bir gayret içerisinde olmadığı, hatta bildiklerini dahi unuttuğu şeklinde hem cemaat hem de görevlilerden ciddi tepkilerin ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Bu uygulama ile merkezi vaaz sistemi; görevlileri cemaatten uzaklaştırmış, cami görevlilerini halka daha da önemlisi halkı da cami görevlilerine yabancılaştırmıştır. Karl Marx’ın yabancılaşma terimi işçilerin birbirleri ile yabancılaşmasını ifade etmektedir. Buradaki durum ise cemaat ile din görevlilerinin birbirlerine yabancılaşmasına ve diyaloglarının azalmasına sebebiyet vermiştir. Öyle görülmektedir ki, gelen tepkiler üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından bazı tedbirler alınma yoluna gidilmiş, 2006 yılında hutbe yazımı illere verilerek, gerekli eğitimden sonra illerde hutbe komisyonları oluşturulmuştur. Mahallindeki hutbe komisyonunun koordinesinde, mahalli şart ve ihtiyaçlar göz önünde bulundurularak hutbe hazırlanması yoluna gidilmiş, hutbe yazma konusunda görevliler teşvik edilmiştir. Bu uygulama halen devam etmektedir. Merkezi ezan ve merkezi vaaz sisteminde de esnekliğe gidilerek daha önceki katı uygulamadan vazgeçilmiştir. Vaiz kadrosuna atamalar yapılarak, merkezi camiler başta olmak üzere cemaati bol olan 49 50 Ali Rıza Abay: Cumhuriyet Dönemi Diyanet İşleri Başkanlığı Organizasyonu, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 110-111İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1989. Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, s. 14, TESEV Yayınları, İstanbul 2000. 186 Hasan YAVUZER camilerde canlı vaaz edilmesi yoluna gidilmiş, vaiz ile cemaatin diyalogu sağlanmaya çalışılmıştır. Wach’ın da dediği gibi dini tecrübenin teorik, pratik ve sosyolojik anlatım biçimleri vardır.51 Camiler, bir yönüyle beş vakit ibadet ile diğer ibadetlerin yerine getirildiği kutsal mekânlar olma özelliğini devam ettirirken, diğer taraftan da birlik, beraberlik, kardeşlik bağlarının kuvvetlendirildiği, manevi huzurun sağlandığı mekânlar ve herkese açık yaygın eğitim ve kültür merkezleri olmuşlardır. Ayrıca camiler, okunan hutbeler ve yapılan vaaz-nasihatler ile dinî ve dünyevî konularda halkı aydınlatıcı, inananların dinî, dünyevî, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına çözüm yollarını gösteren özel mekânlar olarak kabul görmüştür. Bilim ve teknolojideki hızlı gelişmelere paralel olarak sosyal ve toplumsal alanlarda da ciddi değişimler yaşanmaktadır. Bu gelişme ve değişmelerin fert ve topluma daha güzel imkânlar sunma ve refah düzeyini artırma gibi çok olumlu sonuçları olduğu gibi toplumsal barış ve insanların mutluluğuna zarar veren olumsuz bazı sonuçları da olabilmektedir. Dünyadaki hızlı gelişme ve değişmelerden etkilenen ülkemizde suç oranı her geçen gün artmakta, intiharlar, cinayetler, aile faciaları ve toplumsal olaylar gün geçtikçe daha da çoğalmakta, huzur ve mutluluğumuz ile birlik ve beraberliğimiz bundan olumsuz etkilenmektedir. Milli ve manevi değerlere bağlılık giderek zayıflamaktadır. Şüphesiz ki bu duruma gelinmesine etki eden pek çok faktör vardır. Ancak bütün bunlarda topluma verilen din hizmetlerinin yetersizliğinin de önemli etkisi bulunmaktadır. Milli mücadele yıllarında Atatürk ve silah arkadaşları cami kürsülerinden, din görevlilerinden ve manevi değerlerden azami şekilde istifade etme yoluna gitmiş, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında bunun da çok olumlu sonuçları görülmüştür.52 Türkiye Cumhuriyeti devletinde en yetkili dini kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığının varlığının sebebi hurafelerden arınmış, etkin ve verimli din hizmeti verilmesidir. Oysa toplum içinde dinî konulardaki cehalet ile hurafe ve batıl inançlar gün geçtikçe yaygınlaşmakta, zaman zaman yazılı ve görsel basında ve kamuoyunda bu konuda garip örneklerle karşılaşılmaktadır. Başta gençler olmak üzere tüm toplumda ahlaki bir yozlaşma ve dejenerasyon yaşanmakta, dine ve dinî değerlere ilgisizlik ve bu konulardaki bilgisizlik gün geçtikçe artmaktadır. Bu durum;79.096 bin camisi53 ve 01.09.2008 de başlayan ramazan ayı dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun o günlerde katıldığı çeşitli televizyon programlarında dile getirdiği 102.000 personeli ile ülkemizin en ücra köşelerine kadar ulaşabilme imkânına sahip Diyanet İşleri Başkanlığının harekete geçmesini ve sorunun sebeplerini araştırıp, gerekli tedbirleri alması gerektiğini göstermiştir. Çeşitli kesimler tarafından dini konularda ilgisizlik-bilgisizlik, hurafe ve batıl inanışlar konusunda hiç şüphesiz muhtelif etkenler 51 52 53 Geniş bilgi için Bkz. Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri; s. 168-181; Ünver Günay; Din Sosyolojisi, s. 238; Joachim Wach, Din Sosyolojisi (çev.: Ünver Günay), Kayseri 1990, s. 21-49. Geniş bilgi için bkz. Cemal Kutay; Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara; Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2003, 3. Baskı, Ali Sarıkoyuncu; Milli Mücadelede Din Adamları; C. I-II, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2002 [email protected] (10.09.2008) 187 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 olmasına rağmen, din görevlilerinin görevlerini içselleştirememesi ve görevlerini gerektiği gibi ifa edememesi de önemli bir neden olarak değerlendirilmektedir. Bu görüşe Diyanet yetkililerinin de katıldığı aşağıdaki örnekten de anlaşılmaktadır. Diyanet İşleri Başkan Yardımcılarından Prof. Dr. İzzet Er 01.07.2007 tarihinde Kayseri İl Özel İdare Genel Sekreterliği Konferans Salonunda Kayseri il merkezi ve merkez ilçelerde görev yapan cami görevlileri ile Kur’an kursu öğreticilerine verdiği ve kişisel olarak hazır bulunduğum “Cami ve Din Görevlilerinin Toplum Hayatındaki Yeri” konulu konferansta “72 milyonluk Türkiye'de 80.000'e yakın cami bulunduğunu, camilerin en kalabalık olduğu cuma günlerinde camiye gitme çağındaki yetişkin nüfusun %40'ına hizmet götürüldüğünü, geride kalan nüfusun Diyanetten ve hocalardan hizmet beklediğini” ifade etmiştir. Sözlerini, “Ülke genelinde işlenen suçlar, dini konulardaki yaşanan sıkıntılar ve 60 milyon insanın Diyanet ve Müftülük hizmetlerinden mahrum kalmasından dolayı müftüsü, vaizi, imamı, müezzini ve tüm görevliler acaba ben neyi eksik yaptım, yapmam gereken daha neler var diye kendisini sorguya çekmeli” şeklinde devam ettirmiştir. Diyanet adına en yetkili kişilerden biri ve din hizmetlerinden sorumlu başkan yardımcısı olan Prof. Dr. İzzet Er'in bu sözlerinin başta her kademedeki tüm Diyanet hizmetleri ve personeli olmak üzere cami hizmetlerinin ve cami görevlilerinin genel durumunu ortaya koymak bakımından da son derece çarpıcı, düşündürücü ve ilginç olduğu kanaatindeyiz. Bu sözler Diyanet İşleri Başkanlığının sunduğu cami hizmetleri ve bu görevi yapan cami görevlilerinin durumu ile ilgili daha önce arz ettiğimiz görüşleri de teyit etmektedir. Cami hizmetlerinde kaliteyi yükseltebilmek bir yönüyle eğitim, bilgi, beceri, tecrübe, sosyal ve kültürel bakımdan din görevlilerinin kalitesinin yükseltilmesi ve onların hizmete iyi yönlendirilebilmesine, diğer yönüyle de camilerin fiziki şartlarını ve imkânlarını iyileştirip camileri daha cazip bir konuma getirmeye bağlıdır. Bu konuda muhtelif zamanlarda çeşitli girişimlerde bulunulmuş ve karşılaşılan sıkıntılar giderilmeye çalışılmıştır. Diğer çalışmalara ilave olarak 1986 yılından beri her yıl düzenlenen “Camiler Haftası” ve 2003’den beri de “Camiler ve Din Görevlileri Haftası” olarak ismi değiştirilen hafta dolayısıyla cami hizmetlerinin ve cami görevlilerinin durumunun iyileştirilmesi gündeme getirilmiştir. Alınan tedbirle neticesinde 1986 yılından sonraki dönemde camilerin fiziki yönden daha iyi bir konuma getirilmesi ve çevre düzenlemesi bakımından önemli gelişmeler sağlanmış, günümüzde camiler daha temiz ve bakımlı bir hale getirilmiştir. Ancak camileri daha aktif, buralarda verilen din hizmetlerini de daha kaliteli ve daha faydalı bir hale getirmede beklenen gelişme henüz yeterince sağlanabilmiş değildir. Ayrıca buralarda görev yapan din görevlilerinin sosyal, kültürel ve ekonomik yönden durumlarını iyileştirecek, din görevliliğini cazip hale getirecek ve onların daha etkin bir hizmet sunması konusundaki adımların gereğince atıldığını ve bunlardan sonuç alındığını söyleme imkânı da henüz olmamıştır. Bu durum din görevlilerini başka arayışlara sevk etmekte, daha iyi imkânlarda iş bulduğu takdirde kurum değiştirmeye teşvik etmekte, yetişmiş, kalifiye elamanların kurumdan ayrılmasına ve teşkilatta yetişmiş kalifiye eleman sıkıntısına yol açmaktadır. Bu yüzden Diyanet İşleri Başkanlığında özellikle din hizmetleri sınıfında çalışan ve teşkilatın toplam personelinin %84.62 gibi büyük bir kısmını teşkil eden din görevlileri arasında teşkilattan kaçış derecesine varan bir kurum değiştirme talebi dikkat 188 Hasan YAVUZER çekmektedir. Konuyla ilgili olarak Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız 2005 yılının ilk yedi ayında 2139 din görevlisinin diğer kamu kurumlarına geçmek için izin istediğini belirterek, Diyanet İşleri Başkanlığı muvafakat taleplerine sıcak baksa gitmek isteyenlerin sayısının 2000’den 5000’e çıkacağını iddia etmiştir.54 Diyanet İşleri Başkanlığı şimdilik muvafakat vermeyerek bu kaçışı önlemeye çalışmaktadır.55 Muvafakat verilmeyip zorla teşkilatta tutulanlardan ise beklenen verim alınamamakta, bütün bunlar din hizmetlerini olumsuz etkilemektedir. Sosyolojik bir gerçek olarak ülkemizin en eski ve en köklü kuruluşlarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığının sunduğu din hizmetlerini takdir edenler olduğu gibi bu hizmetler ile ilgili zaman zaman çeşitli eleştiriler de yapılmaktadır. Cami cemaatinden, akademisyenlerden ve toplumun değişik katmanlarında yer alan farklı kesimlerden eleştiriler geldiği gibi, bazen bu hizmeti yapan kişi ve kurum yetkilileri de eleştirilerde bulunmakta ve öz eleştiri yapmaktadır. Bu öz eleştirilerin hizmete katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Halen Diyanet İşleri Başkanlığı merkez teşkilatında görevli bulunan Dr. Mehmet Bulut, hazırladığı doktora tezinde şu iddialara yer vermektedir. “Diyanet İşleri Başkanlığı ülkenin en ücra ve en küçük biriminde bile temsilci bulundurma imkânına sahip olması, halkın da din görevlilerinin faaliyetlerine açık ve istekli bulunmaları Türkiye’de yaygın din eğitimi için önemli bir fırsattır. Ancak bu imkânı Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir dönem değerlendirememiş ve halen de değerlendirememektedir. Gelecek açısından da ümit vermekten uzaktır…Hutbe ve vaaz konularında Başkanlık günü kurtarma yoluna gitmiş, gayretleri gündelik ve kişisel çabaların ötesine geçmemiştir. Hatta Türk insanını din açısından sağlıklı bir şekilde aydınlatmayı, onları cehaletten, hurafelerden, sapmalardan korumayı kendisine fazla dert ettiğini söylemek zordur. İmkânsızlıklar bir yana, elindeki imkânları iyi kanalize ettiğini iddia edemiyoruz. Ülke çapında eleman ve örgüt bulundurabilme imkânını iyi değerlendirmediğini hatta heba ettiğini söyleyebiliriz”.56 Yukarıdaki örnekte çok açık bir şekilde görüldüğü gibi kadrolu camilerdeki hizmetlerin yeterliliğinin tartışıldığı bir dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı verilerine göre 26.11.2007 tarihi itibariyle 11.746 kadrosuz cami bulunmaktadır.57 Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediğinden din gibi hassas bir konudaki boşluk başka yollardan doldurulmakta, çoğu zaman da ehil olmayan ve sorumluluk taşımayan insanların yanlış uygulama ve beyanları gerek bireysel gerekse toplumsal bazda ciddi sıkıntılara sebep olabilmektedir. Bu durumlara fırsat vermemek için boş kadroların doldurulması, cami hizmetlerine ve bu hizmeti yürüten görevlilere önem verilmesi ve bu hizmetin cazip hale getirilmesi konusundaki talepler geçerliliğini korumaktadır. 2008 yılı Nisan ayı verilerine göre ülke genelinde 67.624 kadrolu cami bulunmakta bu camilerde 60.826 İmam-Hatip, 10.134 Müezzin Kayyım olmak üzere 70.960 kadrolu personel58 ve rakamını tespit edemediğim bir hayli de sözleşmeli imam 54 55 56 57 58 “Diyanet’te Yaprak Dökümü” www.memurlar.net (15.10.2005). Ahmet Yıldız; “Diyanet’te Yaprak Dökümü”, www.memurlar.net (15.10.2005). Mehmet Bulut; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yaygın Din Eğitimi’ndeki Yeri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1997, s. 433. [email protected] (26.11.2007). [email protected] (08.04.2008). 189 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 hatip ve müezzin kayyım görev yapmaktadır. Bu kadar camide bu kadar din görevlisi ile din hizmeti verilmesine, yurdun dört bir yanında ve en ücra köşelerde dahi hizmetlerin devam etmesine rağmen camilerin aktif ve etkin bir hizmet alanı olarak kullanıldığını, cami ve cami görevlilerinin de fonksiyonlarını gereği gibi yerine getirdiğini söylemek mümkün değildir. Bunda devletin camilere bakış açısının önemli rolü olduğu gibi, vatandaşların camilerden beklentilerinin ve buralarda görev yapan personelin durumunun da büyük etkisi vardır. Toplumun azımsanamayacak bir kısmı “ezanımız okunsun, namazımız kıldırılsın, cenazemiz kaldırılsın bu yeter” görüşündedir. Personelden bir kısmı da kendisini namaz kıldırma memuru olarak görmekte, başka bir mesuliyet yüklenmemeye çalışmaktadır. Yani bazı cami görevlilerinde memur tipi imam anlayışı hâkimdir.59 Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilat kanununda belirlenen imam ve müezzinlerin görevleri bu düşüncede olan personeli haklı çıkarmakta, camiyi açıp, ezanı okuyup, namazı kıldırması halinde resmi görevini yerine getirmiş olmaktadır. Oysa başarılı bir din hizmeti verebilmek için din görevlisi kendisini din gönüllüsü kabul edip ona göre hareket etmek durumundadır. Tüm bunlara ilave olarak hızlı kentleşme ve yaşanan sosyal değişim ile birlikte cemaat görüntüsünde de değişiklikler olmuş, meydana gelen bu oluşumda eski usul ve metotlar ile yeterli din hizmeti götürme imkânı kalmamıştır. Cumhuriyetin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Din vardır ve lüzumludur. Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şûra muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor”60 demektedir. M. Kemal Atatürk’ün de dile getirdiği gibi din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir toplumun ayakta kalması ve huzur bulması mümkün değildir. Atatürk “Türk milleti daha dindar olmalıdır” demektedir. Bu hedefin gerçekleşebilmesi için camilerin ve din görevlilerinin daha aktif olması, topluma verilen din hizmetlerinin kalitesinin artırılması büyük önem arz etmektedir. Camilerin bu haliyle kullanılması ve cami görevlilerinin mevcut hizmeti devam ettirmeleri ile Atatürk’ün hayalinin gerçekleşme ihtimali uzak görünmektedir. Bunu başarabilmek için camileri ibadet yeri olarak kullanmanın yanında, yurtdışındaki camilerin genelinde görüldüğü ve uygulandığı gibi buradaki faaliyetler sosyal ve kültürel aktiviteler ile çeşitlendirilmeli, zenginleştirilmeli ve herkese yaygınlaştırılmalıdır. Her kademedeki din hizmeti veren görevliler de pozitif ilimler ve sosyal bilimler alanında eğitilerek daha sosyal ve daha pozitif düşünen bir konuma getirilmelidir. Türk ulusunu muasır medeniyetler seviyesine çıkarmayı kendisine ilke edinen Mustafa Kemal Atatürk’ün camiler, camilerin konumu ve camilerde yapılacak hizmetler hususundaki şu sözleri de çok manidardır. Atatürk 07.02.1923 de Balıkesir Zagnos Paşa camiinde irâd ettiği hutbede şunları söylemiştir. “Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapmak lazım geldiğini düşünmek yani meşveret için yapılmıştır”.61 O 59 60 61 Hasan Yavuzer; s. 138. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk ve Din Adamları, s. 18-26. Ahmet Gürtaş; Atatürk ve Din Eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1996, s. 29. 190 Hasan YAVUZER halde camilerimizde bir taraftan dini ritüeller yerine getirilirken diğer taraftan din ve dünya için neler yaptığını-yapması gerektiğini düşünmek-düşündürmek ve öğretmek de büyük önem taşımaktadır. Camiler ve oralarda verilecek hizmetler ile ilgili olarak Mustafa Kemal Atatürk bir başka önemli konuyu şöyle dile getirmektedir. “Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhî, ahlakî gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille, ruh ve beyne hitap olunmakla Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur”.62 Gerçekten de yoruma gerek kalmayacak şekilde sözler açık ve verilen mesaj ortadadır. Cumhuriyetin emanetçileri olan Devlet adamlarına, Diyanet yetkililerine ve cami görevlilerine düşen görev; camileri bu hale getirmek, burada verilen maddi ve manevi bilgilerle fert ve toplumu en iyi şekilde aydınlatmak, ahlakî öğüt ve öğretileriyle de toplumsal barışa ve ülkeye daha fazla katkı sağlamaktır. Din hizmetlerinin daha geniş kesimlere ulaştırılması, camiye gelmeyen veya gelemeyen kişilerin de camilerden ve cami görevlilerinden istifade edebilmesi için hizmetin cami dışına da çıkarılarak bu konuda projeler geliştirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu manada camilere tarihi süreçteki işlevliği yeniden kazandırılarak, hem ibadet yeri hem de yaygın eğitim kurumu olarak her yaş ve cinsteki insana hizmet verebilme konusunda yeni tedbirler alınma yoluna gidilmesi faydalı görünmektedir. Özellikle bayanlar ve özürlülerin de cami hizmetlerinden azami derecede yararlanabilmeleri için yeni önlemler alınması konusundaki taleplerin geçerliliğini devam ettirdiği görülmektedir. Camilerin gençler için cazibe merkezi olacak, onların camilere devam etmelerine ve cami hizmetlerinden daha fazla istifade etmelerine imkân hazırlayacak yeni tedbirler alınmalıdır. Cami müştemilatında kütüphane, okuma, oturma, ders çalışma, bilgisayardan yararlanma ve spor salonu gibi yerlerin tahsis edilmesinin bu konuya olumlu katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının 2010 yılına kadar camilerde ve din hizmetlerinde yapmayı planladığı, 19 Eylül 2008 tarihinde de kamuoyuna açıkladığı projeler bu konuda yeni ve olumlu bir açılım olarak değerlendirilmekte, tezimizin Başkanlıkça da benimsendiğini ortaya koymaktadır. Buna göre camilerde kütüphane, çay ocağı, derslik ve çok amaçlı salon olacak, uygun olan camilerde bilgisayar teknolojisinden yararlanılacak, cemaatin namaz dışında da vakit geçirilebileceği sosyal ve kültürel içerikli programlar düzenlenecektir.63 Konuyla ilgili haberler “Diyanetten camilere büyük reform,”64 Camilere yeni düzenleme-Camiler sosyal ve kültürel mekânlar olacak65 başlıklarıyla verilmiştir. Küreselleşen dünyada tüm ülkelerde hem ibadet mekânlarını daha aktif ve daha etkin bir hale getirebilme, hem de kitleleri buralara çekebilme gayretleri yoğun bir şekilde devam etmektedir. Diğer din ve devletlerde olduğu gibi ülkemizde de aynı 62 63 64 65 Utkan Kocatürk; Atatürk’ün fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999, s. 234; Hasan Yavuzer; s. 212. “Diyanet’ten Devrim Atağı”; Hürriyet Gazetesi 19 Eylül 2008. “Diyanet’ten Camilere Büyük Reform”; Yeni Şafak Gazetesi 19.09.2008. “Camilere Yeni Düzenleme- Camiler Sosyal ve Kültürel Mekanlar Olacak”; Sabah Gazetesi 19.09.2008. 191 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 gayretin gösterilmesi ve bu konuda ciddi tedbirler alınması her geçen gün daha da önem arz etmektedir. Ülke çapında en ücra köşelere, yurtdışında da dünyanın pek çok yerine yayılmış camiler ve buralarda görev yapan personel hizmete en iyi bir şekilde kanalize edilir ve gerekli ortam hazırlanırsa, Diyanet İşleri Başkanlığının bu önemli hizmet alanı daha aktif ve daha etkin bir duruma gelebilir. Bu durum bir yönüyle Diyanet İşleri Başkanlığının ve din görevlilerinin etkinliğini artıran, diğer yönüyle de din hizmetlerini daha verimli ve yararlı kılan bir faktör olabilir. Bu durum devlet ve millet kaynaşması ile birlik, beraberlik ve toplumsal barışın sağlanmasına da katkı sağlayabilir. E) Sosyolojik ve Kurumsal İşlevleri Bakımından Cami Görevlileri Daha önce belirtildiği üzere din hizmetlerinin büyük çoğunluğu cami eksenlidir. Konuya böyle yaklaşıldığında Diyanet İşleri Başkanlığının hizmetlerinin çok önemli bir kısmını cami görevlileri ifa etmektedir. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu “camilerin ayrılmaz parçası, şüphesiz din görevlilerimizdir. Onlar olmadan halka din hizmeti sunmak ve camilerimizin manasına uygun bir hizmet vermek mümkün değildir”66 sözleriyle onların yerine getirdikleri hizmetlerin önemini dile getirmektedir. Din hayatın her alanında var olduğu için din görevlisinin hizmeti sadece camide yerine getirdiği görev ve dini alan ile sınırlı kalmaz, bilgi, beceri, kültür ve tecrübesi oranında günlük hayat alanına da yansır.67 Bu nedenle cami görevlileri camilerde yerine getirilen ibadet ve dini konulardaki irşat görevi dışında isteyen ailelerin yeni doğan çocuklarına isim koyma, kulaklarına ezan ve kamet okuma, belirli bir yaşa geldiğinde yaz kurslarında onlara dini bilgiler verme, sünnet, nişan, nikâh, düğün, asker gönderme, ölüm ve şehit cenazeleri, temel atma ve açılış merasimleri ile din değiştirerek Müslüman olmak isteyenler dâhil olmak üzere çok değişik alanlarda farklı görevler icra etmektedirler. Aile ziyaretleri, daha ziyade yaşlı ve kimsesizlerin kaldığı huzur evi, çocuk esirgeme kurumuna bağlı yurt, hastane ve cezaevlerine hizmet götürme,68 dargınlık, kırgınlık ve husumetlerin önlenmesi, kişisel, ailevi ve toplumsal problemlerin çözümü, birlik, beraberlik, yardımlaşma, dayanışma, kaynaşma, sağlık, eğitim, çevre, sosyal ve psikolojik rehberlik konularında69 da din görevlilerinin önemli hizmetler ifa ettikleri bilinmektedir. Camideki dini görevleri yerine getirmenin yanında, cami dışında da sevinçli ve kederli gününde vatandaşın yanında yer alan ve her zaman onlarla iç içe olan cami görevlileri aynı zamanda Başkanlığı halk ile bütünleştiren bir görev de üstlenmektedir. Onların yerine getirdikleri bütün bu faaliyetleri “Cami görevlileri doğumdan ölüme kadar, hem iyi hem de kötü günde insanların yanındadır”70 şeklinde özetlemek mümkündür. Cami görevlileri sosyolojik işlevleri bakımından Diyanet İşleri Başkanlığının toplum ile iç içe olmasına önemli katkı sağlamakta ve Başkanlığı toplum 66 67 68 69 70 Diyanet Aylık Dergi Haber Bülteni, s. 4, Kasım 2007, Sayı: 203. Halil Altuntaş; “Leke Kaldırmayan Kumaş - Din Görevlisi”, Diyanet Aylık Dergi, s. 13, Ekim 2007, Sayı: 202. Mehmet Kapukaya; “Cami Dışı Hizmetlerde Din Görevlileri,” s. 16-19, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202. Ahmet Onay, “Cami Eksenli Din Hizmetleri”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2003, Sayı: 154, s. 36-40. Ahmet Onay, “Cami Eksenli Din Hizmetleri”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2003, Sayı: 154, s. 36. 192 Hasan YAVUZER ile birleştirmektedir. Bu durumun bir kurum olarak Diyanetin toplum nezdindeki saygınlık, etkinlik ve otoritesini pekiştirdiği düşünülmektedir. Diyanet İşleri Başkan Yardımcılarından Doç. Dr. Fikret Karaman din görevlilerinin asıl amaç ve hedeflerinin mihrap ve minber başta olmak üzere bulundukları çevrede halkımızı inanç, ibadet ve ahlak konularında aydınlatmaktır71 diyerek cami görevlilerinin asıl amaçlarını ve görevlerinin neler olduğunu ortaya koymaktadır. Bardakoğlu ise, din görevlilerinden ve onların yapmış oldukları görevlerden bahsederken, insanlara sağlıklı bilgi veren, müjdeleyen, nefret ettirmeyen, kolaylaştıran, zorlaştırmayan, bütünleştiren, dışlamayan, ayırım yapmayan, herkesi kucaklayan, dinin doğru bilgisini insanlara çekinmeden veren ve onu verirken de aynı zamanda bunu yasal görevi sayan kişi olarak değerlendirmektedir.”72 Takdir edileceği üzere diğer mesleklere göre din görevlilerinin çok daha geniş halk kitlelerine hitap eden bir hizmet alanı vardır. Görevi gereği din görevlisi, kadınerkek, genç- ihtiyar, köylü-kentli, esnaf-çiftçi, öğrenci-öğretmen, akademisyen, hukukçu, mühendis, hasta-doktor, asker-sivil ve bürokrat kısaca herkese hizmet götürecek, herkesi bilgilendirecek ve onların dini sorunlarına yardımcı olacaktır. Mezhebi, meşrebi, cinsiyeti, siyasi görüşü, işi ve tahsili ne olursa olsun, Müslüman’ım diyen herkese dini ve dinin güzelliklerini en iyi şekilde anlatmak din görevlilerine düşmektedir. Din görevlileri, meslekleri gereği sadece cami cemaatine değil, değişik sebep veya gerekçelerle camiye ve cemaate gelemeyen insanlara da ulaşmak, onların kafa ve gönüllerini de İslami bilgilerle aydınlatmak durumundadır. Bunu yapabilmek için sürekli yeniliklere açık olmalı ve kendisini geliştirmeli, teknolojik gelişmeleri de hizmete yansıtabilmelidir. Bütün bu görevleri başarılı bir şekilde yerine getirebilmeleri için onların bilgi, beceri, mesleki yetenek, sosyal ve kültürel yönü ile liderlik vasfı bakımından iyi seçilmesi, seçildikten sonra da görevlinin itibar ve saygınlığı, hizmet içi kurslar ile bilgilerinin yenilenmesi ve mesleğini sevmesi-sevdirilmesi etkinliğini artıran ve başarıya götüren faktörler arasında yer almaktadır. Din konusu hassas, hassas olduğu kadar da önemli bir konudur. İhmali veya istismarı halinde ciddi sıkıntıların gündeme gelmesi söz konusudur. Atalarımız “yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” diyerek çok önemli bir konuya dikkat çekmişlerdir. İnsanı dinden edecek değil, ona dini sevdirecek ve din hizmeti götürecek olan din görevlisinin bilgili, görgülü, sosyal yönünün geniş olması ve çevresiyle iyi ilişkiler kurması çok önem arz etmektedir. Hepsinden de önemlisi, din hizmeti verecek kişi, gönül insanı olmalı, gönüle girmesini ve gönülleri kazanabilmeyi bilmelidir. Din görevlilerinin yerine getirmiş olduğu bunca fonksiyona rağmen, kendilerinden daha fazla hizmet beklenmektedir. Din görevlilerinin sosyalleşme, kendilerini yenileme, bilgilerini geliştirme ve teknolojik gelişmeleri hizmette kullanabilme konusunda gerekli başarıya henüz ulaşamadıkları yönünde toplumun önemli bir kısmında yaygın bir kanaatin olduğu gözlenmektedir. Kanaatimizce bunun en 71 72 Fikret Karaman; Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202, s. 26 Diyanet Aylık Dergi Haber Bülteni, Kasım 2007, Sayı: 2003, s. 4. 193 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 önemli sebepleri arasında imam hatip lisesi ve ilahiyat fakültelerinde almış oldukları mesleki ve sosyal içerikli derslerin yetersizliği ile Diyanet İşleri Başkanlığı ve müftülüklerin bu konuda yeterli motivasyonu verememesi önemli rol oynamaktadır. İmamlık ve müezzinlik gibi görevlerin tercih edilen meslekler arasında ilk sıralarda yer almaması, pek çok kişinin başka bir görev alamayınca veya başka bir iş bulamayınca bu göreve talip olması da başarıyı olumsuz etkileyen faktörler arasında yer almaktadır. Başarıyı olumsuz etkileyen faktörler arasında personelin yaklaşım ve değerlendirmeleri de önemli rol oynamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde camilerde görev yapan din hizmetleri sınıfındaki görevliler, kurum için bu kadar önemli olmaları ve kurum hizmetlerine bu kadar katkı sağlamalarına rağmen teşkilat içinde kendilerine gereken önemin verilmediğinden dert yanmakta, hatta kendilerini sahipsiz ve teşkilatın üvey evladı olarak görmektedir. Diyanet yetkilileri ve müftüler bu görüşe katılmasa da, onlara göre Başkanlık ve müftülükler cami görevlilerine karşı ilgisiz ve sahipsiz tavırlarını yıllarca devam ettirmiş ve cami görevlilerine gereken değeri vermemiştir. Kurum içindeki ilgisizlik ve rahatsızlıktan ayrı olarak din görevlilerini rencide eden bir diğer husus da çeşitli platformlarda kötü rollerde gösterilmiş olmalarıdır. Film, tiyatro, çeşitli oyun ve gösterilerde din görevlisi çoğu kez olumsuz rollerde gösterilmekte, bu davranış kendilerini ve onlara gönül veren insanları rencide etmektedir. Bu durum aynı zamanda cami görevlilerinin toplum nezdindeki konumunu da olumsuz etkilemekte ve bir sonuç olarak toplumla kendileri arasında bir engel teşkil etmektedir. Kötü bir cami görelisi imajı sebebiyle aklı karışmış cemaat cami görevlisinden yeterince faydalanamamaktadır. Bunun doğal sonucu ise toplumdaki dini cehaletin artmasına yol açmaktadır. Bu nedenden kaynaklanan olumsuzlukları gidermek için önce teşkilat içerisinde ve cemaat arasında, sonra da ilgili ve yetkili kişi ve kurumlar ile toplumun tüm kesiminde din görevlisine gerekli saygı zemininin hazırlanması ve gereken hassasiyetin gösterilmesinin yararlı olacağı düşünülmektedir. Bu konuda din adamlarına da önemli görev düşmektedir. Müftüsü, vaizi ile tüm din görevlisi devletine, milletine ve dinine hizmet etme bilinciyle, bilgili, görgülü, his ve duygularına hâkim, söz ve davranışlarında tutarlı, hal ve hareketleri, tutum ve davranışları ile topluma örnek olabilecek kişiliğe sahip olmalıdır. Her kademedeki din görevlisi sevgi ve hoşgörüyü benimsemiş, yapıcı, birleştirici, söz, davranış, bilgi ve uygulamaları ile toplumda örnek alınacak bir lider kişi olmalıdır. Aynı zamanda din görevlisi yerine getirdiği din hizmetlerinin yüceliğini bilmeli, bu bilinç ve şuur ile görevinin gereğini en iyi bir şekilde yerine getirmeli işini isteyerek ve severek yapmalıdır. Yukarıda ifade edilen güzel hizmetler ve hizmette gelinen önemli noktalar toplum nezdinde Diyanet İşleri Başkanlığına büyük itibar ve saygınlık kazandırmıştır. Bununla beraber Diyanet İşleri Başkanlığının bu kadar personeli ve maddi imkânı göz önünde bulundurulduğunda cami ve cami hizmetleri başta olmak üzere tüm din hizmetlerini daha cazip ve etkin hale getirmesi ve daha güzel hizmetler sunması beklenmektedir. Bu bağlamda aydınların, gençlerin, özürlü ve bayanların cami hizmetinden daha fazla istifade noktasında çağa ve yeni teknolojik gelişmelere uygun farklı açılımlar yapması gerektiği toplumun büyük bir kısmı tarafından her vesile ile 194 Hasan YAVUZER dile getirilmektedir. Gerek cami gerekse her kademedeki din hizmetlerinde oluşan boşluğu doldurmak için çeşitli gruplar, cemaatler, cemiyetler, tarikat faaliyetleri vs. adı altında yeni oluşumlar gündeme gelmiş, gün geçtikçe bunların sayısı ve etkinliği artmış, buna bağlı olarak da çeşitli din istismarları ortaya çıkmıştır. Bu konuda yeni olumsuzluklara fırsat vermemek ve din hizmetlerinde başarıyı yakalamak için önce teşkilat içerisinde, sonra da cemaat ve toplum nezdinde cami görevlilerine ve cami hizmetlerine gerekli itibar ve saygınlık kazandırılmalı, cami yaşlıların gittiği bir yer olmaktan, imam da namaz kıldırma memurluğundan çıkarılmalıdır. Akif’in dediği gibi asrın idrakine İslami anlatabilmek ve benimsetebilmek için bu konuda yeni tedbirler alınması gereği her geçen gün kendisini daha fazla hissettirmektedir. F) Sonuç ve Öneriler Din, tarih boyunca varlığını sürdüren ve bundan sonra da varlığını sürdüreceği öngörülen, Emile Durkheim’in ifadesiyle “sui generis” bir sosyal olgudur. Din hizmetleri ise toplumsal hassaslığı bulunan bir görevdir. İhmali veya istismarı halinde ciddi toplumsal problemlerin ortaya çıkması söz konusudur. Atasözünde dile getirilen “yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” görüşü de bunu doğrulamaktadır. Avrupa’daki din savaşları ve İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı radikal akımlar bu konudan kaynaklanan sosyal problemlere en iyi örnekleri oluşturmaktadır. Onun için din ve din hizmetlerine ayrı bir önem verilmesi konusundaki talepler haklı gözükmektedir. İhtisaslaşma ve uzmanlaşmanın öne çıktığı günümüzde din hizmetinde çalışacak ve camilerde görev yapacak personeli yetiştirmek için İlahiyat Fakültelerinde konuyla ilgili bir bölüm açılıp, bu bölümden mezun olan kişilerin buralarda istihdam edilmesinin yararlı olacağına inanılmaktadır. Camilerde verilen vaaz ve irşat hizmetlerinin gözden geçirilerek, vaaz ve irşatta çağın ihtiyaçları ve insanların gereksinimleri göz önünde bulundurularak yeni bir yaklaşım ve açılım yapılmasına ihtiyaç gözükmektedir. Bu faaliyetleri yaparken her türlü din hizmetinde teknolojinin verilerinden istifade edilmesinin hizmete ayrı bir etkinlik katacağı göz ardı edilmemelidir. Başarılı bir din hizmeti için camilerin büyüklük, cemaatin sosyal, kültürel, ekonomik ve sayısal durumu ile bulunduğu yerin özelliklerine göre gruplandırılıp, buralarda görev yapacak personelin seçiminde de ona göre kıstaslar belirlenmelidir. Özelliği olan camilerde duruma göre sesi ve hitabeti güzel, sosyal yönü gelişmiş, gerektiğinde hafız, İlahiyat Fakültesi mezunu, yüksek lisans ve doktoralı imamlar ile yabancı dil bilen imamlar istihdam edilme yoluna gidilmelidir. Alevi-Bektaşi inancına mensup insanlara hizmet götürülecek, özelliği olan yerlerde görev yapan veya yapması planlanan personelin Alevi-Bektaşi kültürü konusunda eğitilmesi hizmete olumlu katkı sağlayacaktır. Aynı şekilde farklı mezheplerde insanların yaşadığı yerde görev yapan din görevlilerinin de görev yapacağı yerin özelliğini ve o mezhebin gereklerini öğrendikten sonra orada görevlendirilme yoluna gidilmesinin olası birçok olumsuzlukların önlenmesinde yardımcı olacağı göz ardı edilmemelidir. Aynı durum yurtdışında görevlendirilecek din görevlileri için de söz konusu olup, gideceği ülkenin tarihi, kültürü, sosyal ve kültürel durumu ile dini yapısı hakkında görevlinin eğitilmesi, gittiği ülkenin dili tercih edilmek üzere en az bir yabancı dili konuşup anlayacak seviyede dil 195 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 bilgisine sahip olması hem iletişimi kolaylaştıracak hem de hizmete olumlu etki edecektir. Gerek yurtiçi gerekse yurtdışında yaşanan sosyal ve kültürel değişime bağlı olarak cami hizmetlerine de çeşitlilik kazandırılması, camilerin sadece ibadet mahalli olarak günde beş defa ibadet için açılıp kapanan bir yer olmaktan kurtarılıp, sosyal hayat ile bütünleştirilmesi ve bir kültür merkezi haline getirilmesi önem arz etmektedir. Cami görevlisinin de namaz kıldırma memurluğundan çıkarılıp daha etkin ve farklı alanlarda da hizmet götürebilen, topluma ve cemaate daha yararlı bir konuma getirilmesi olumlu sonuçlara vesile olacağına inanılmaktadır. Başarılı bir din hizmeti için görevlilerin eğitim ve kültür seviyesinin yükselmesi, din görevlisinin daha fazla sosyalleşmesi, yapıcı, birleştirici ve cami cemaati olsun olmasın herkesi bir gözle görüp ona göre muamele yapması gerekmektedir. Eğitim ve kültür seviyesi yükselen personel ile yetişmiş personelin kurum değiştirme gerekçeleri araştırılıp bu konuda gerekli tedbirler alınması, din görevliliği ve teşkilattan kaçışa varan ayrılıkların önlenmesi de başarıya olumlu etki yapacak etmenler arasında yer almaktadır. Cami görevlilerine din hizmetlerinin gönüllülük esasına dayalı olduğunun anlatılması, görevin sevdirilmesi, personele bu mesleğin fedakârlık isteyen bir görev olduğu şuuru verilmesi de bu konuda bir başka önemli faktör olarak yerini almaktadır. Teşkilat içerisinde cami görevlisine gerekli değerin verilmesi ve saygın bir konuma getirilmesi, bunun da kendilerine hissettirilip inandırılması, toplum içinde din görevlisini ve din görevliliğini küçük düşürecek ve din hizmetini olumsuz etkileyecek her türlü söz ve davranıştan sakınılması da başarıya katkı sağlayacak unsurlar olarak dikkat çekmektedir. Bu konuda bir başka önemli husus da cami yapımına bir çeki düzen verilmesi, rasgele her yere cami yapılmaması ve yaptırılmaması gerektiğidir. İhtiyaç iyi tespit edilmeli ve ihtiyaç olan yerlere ilerideki cemaat durumu da göz önünde bulundurularak gerekli büyüklük, mimari özellik ve estetik güzelliğe sahip camiler yapılmalıdır. Belirli merkezlere Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde örneklerini gördüğümüz külliye şeklinde, sosyal ve kültürel ihtiyaçlara da cevap verecek tesisler ile fonksiyonel bakımından cami ve cami görevlisinin etkinliğini artırma, din hizmetlerini de daha yaralı hale getirme yoluna gidilmelidir. Yukarıda dile getirilen hususların dışında Diyanet İşleri Başkanlığında boş olan cami kadroları doldurulmalı ve hizmette boşluk bırakılmamalıdır. Din hizmetleri ve cami görevliliğinin herkesin talip olduğu cazip ve saygın bir konuma getirilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapılmalı, yapılan çalışmalardan sonuç alınmalı ve din hizmetleri özendirilmelidir. Kaynaklar Ahmet Gürtaş; Atatürk ve Din Eğitimi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 3. Baskı, Ankara 1996. 196 Hasan YAVUZER Ahmet Onay; “Cami Eksenli Din Hizmetleri”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2003, Sayı: 154. Ali Çarkoğlu; Binnaz Toprak; Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, TESEV Yayınları, İstanbul 2000. Ali Rıza Abay; Cumhuriyet Dönemi Diyanet İşleri Başkanlığı Organizasyonu, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1989. Ali Sarıkoyuncu; Atatürk, Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2003, 3. Baskı. Ali Sarıkoyuncu; Milli Mücadelede Din Adamları, C. I-II, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2002. Cemal Kutay; Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Mimarları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara. Cemal Tosun; Din ve Kimlik, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993. “Camilere Yeni Düzenleme-Camiler Sosyal ve Kültürel Mekânlar Olacak”; Sabah Gazetesi (19.09.2008). Davut Dursun; Din Bürokrasisi: Yapısı, Konumu ve Gelişimi, İşaret Yayınları, İstanbul 1992. Diyanet Aylık Dergi Haber Bülteni, Kasım 2007, Sayı: 2003. Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki 633 sayılı Kanun Diyanet İşleri Başkanlığı İstatistikleri, Ankara 1990. Diyanet İşleri Başkanlığı 1993 Yılı İstatistikleri, Ankara 1994 Diyanet İşleri Başkanlığı 1995 Yılı İstatistikleri, Ankara 1996 Diyanet İşleri Başkanlığı 1998 Yılı İstatistikleri, Ankara 1999. Diyanet İşleri Başkanlığı 2003 Yılı İstatistikleri, Ankara 2004 Diyanet İşleri Başkanlığı 2006Yılı İstatistikleri, Ankara 2007. “Diyanet’ten Camilere Büyük Reform”;Yeni Şafak Gazetesi (19.09.2008). “Diyanet’ten Devrim Atağı”; Hürriyet Gazetesi (19.09.2008). “Diyanet yeni kadro almak için Meclis’i ikna etmeye çalışıyor,” Zaman Gazetesi (08.04.2005). Düstur, III. Tertip, C. 5, İstanbul, 1931, s. 665. Düstur, III. Tertip, C. 12, Ankara 1931, s. 551-552. Fikret Karaman; “Din Görevlileri ve Sosyal Hayat”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202. Hakan Kahraman; Sosyolojik Açıdan Diyanet İşleri Başkanlığı Üzerine Bir İnceleme, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993. Halil Altuntaş; “Leke Kaldırmayan Kumaş-Din Görevlisi,” Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202. Hasan Yavuzer; Çağdaş Din Hizmeti ve Diyanet İşleri Başkanlığı-Dini Otorite ve Teşkilatların Sosyolojik Analaizi, Laçin Yayınları, 2. Baskı, Kayseri 2006. Hüseyin Algül; “Mescid-i Kuba”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 29, s. 279-280. 197 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 175 – 199 İbrahim Sarıçam; Hz. Muhammed ve Evrensel Measajı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2004. İlhan Yıldız; “Avrupa Birliğine Taşıdığımızın Görevlisi ve Din Hizmetleri Tablosu”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişinin Din Boyutu (Sempozyum), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2003, s. 136. İstatistiklerle Diyanet İşleri Başkanlığı; Ankara 1990. İstatistiklerle Diyanet İşleri Başkanlığı; Ankara 1994. İzzet Er, “Hademe-i Hayrattan Din Görevliliğine”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202. Jaschke Gotthard; Yeni Türkiye’de İslamlık, (Ter. Hayrullah Örs), Ankara 1972. Joachim Wach, Din Sosyolojisi, (Çev. Ünver Günay), Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1990. Kur'anı Kerim Meali; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2006. Mehmet Bulut; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yaygın Din Eğitimi’ndeki Yeri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 1997. Mehmet Kapukaya; “Cami Dışı Hizmetlerde Din Görevlileri”, Diyanet Aylık Dergi, Ekim 2007, Sayı: 202. M. Emin Köktaş; Türkiye’de Dini Hayat, İşaret Yayınları, İstanbul 1993. Muhammed Abdülhay El-Kettânî; Et-Terâtîbu’l-İdariyye/Hz.Peygamber’in Yönetiminde Sosyal Hayat ve Kurumlar, (Çev. Ahmet Özel), İz Yayıncılık, İstanbul 1990 Mustafa Öcal; “Dünden Bugüne Din Görevlileri ve Mesleki Yeterlikleri”, Yaygın Din Eğitiminin Sorunları Sempozyumu (28-29 Mayıs 2002), s. 48-49, Kayseri 2003. Nihat Aytürk, Yaşar Çelik, Enver Şahinarslan; Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilat Tarihçesi (1924-1987), Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1987. Nebi Bozkurt- Mustafa Sabri Küçükaşcı; “Mesid-i Nebevi”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 9, s. 281-290. Nuriye Akman; Nuriye Akman’ın Ali Bardakoğlu ile yaptığı röportaj: “Diyanet’te Kadınlara Pozitif Ayrımcılık Yapıyoruz”, Zaman Gazetesi 20.09.2005, s. 23 (tam sayfa röportaj). Resmi Gazete (02.07.1965 tarih ve 12038 sayılı) TDV İslam Ansiklopedisi, “Diyanet İşleri Başkanlığı” Maddesi, C. 9, s. 456. TDV İslam Ansiklopedisi, C. 7, s. 46-92. Utkan Kocatürk; Atatürk’ün fikir ve Düşünceleri, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1999. Ünver Günay, Din Sosyolojisi Dersleri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1993. Ünver Günay; Din Sosyolojisi, İnsan Yayınları, Altıncı Baskı, istanbul 2005. Yurtdışı Göç Hareketleri ve Vatandaş Sorunları, Dışişleri Bakanlığı Ekonomik ve Sosyal İşler Genel Müdürlüğü, Ankara 1973. Yurtdışındaki Temelden İnşa Edilen Camilerimiz, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık Ticaret İşletmesi, Ankara 1992. 198 Hasan YAVUZER Zeynüd-din Ahmet b. Ahmed b. Abdi’l- Latif’z- Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, (Terc. Ahmed Naim), c.2, Dördüncü Baskı, Emel Matbaacılık Sanayi, Ankara 1975 Web Kaynakları www.memurlar.net (15.10.2005) Ahmet Yıldız; “Diyanet’te yaprak Dökümü” www. [email protected] ( 10.09.2008) www.die.gov.tr/nüfus_sayimi (15.7.2008), Adrese dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Veri Tabanı; http://report.tuik.gov.tr (15.07.2008) 199 AVRUPA BİRLİĞİ HUKUKUNDA BİR ESNEK HUKUK ARACI OLARAK AÇIK KOORDİNASYON YÖNTEMİ VE ENTEGRASYONA KAZANDIRDIKLARI Hakan TAŞDEMİR Murat ÇINAR Özet / Abstract Son yıllarda birçok uluslararası hukukçu, uluslararası hukukun sadece hukukî olan-hukukî olmayan, yaptırımı olan-yaptırımı olmayan kurallardan ibaret olmadığını, siyah ve beyaz gibi keskin bir ayırım yerine; tam olarak hukukî olmayan, ama hukukîliği de göz ardı edilemeyecek araçların bulunduğu büyük bir gri alanın da var olduğunu savunmaktadır. Bundan hareketle, Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde, üye devletlerin de artmasıyla ortaya çıkan anlaşmazlıkların ve sorunların çözülmesinde esnek hukuk araçlarının kullanılması, tartışılan ve aynı zamanda gittikçe yaygınlaşan bir yöntem olmuştur. Avrupa Birliği Hukukunun ikincil kaynakları arasında gösterilen ‘esnek hukuk’ araçlarından olan Açık Koordinasyon Yönteminde, hukukun ‘gri alanları’ kullanılmakta, masaya oturan tarafların bir şekilde ortak bir paydada uzlaşmaları sağlanmaktadır. Esnek hukuk araçlarının hukuksal boyutunun ve yaptırım gücünün sorgulandığı Avrupa Birliğinde, sosyal güvenlik, emeklilik ve istihdam politikaları gibi büyük sorunların çözümündeki etkinliğiyle Açık Koordinasyon Yöntemi, çok sık kullanılan bir araç olmuştur. Özellikle son katılan Doğu Avrupa ülkelerinin zayıf altyapısı Birlik önünde bir sorun olarak durmaktadır. Bu nedenle, çıkarılan direktif ve tüzükleri uygulama eskisinden daha sancılı olabilecektir. Bu klasik yönteme alternatif olan esnek hukuk, özellikle AB’ye yeni katılan bu devletlerin ‘Avrupalılaştırılması’ yönünde en etkin araç olarak ortaya çıkmaktadır. Anahtar Kelimeler: AB Hukuku, esnek hukuk, sert hukuk, Açık Koordinasyon Yöntemi, uzlaşma. THE OPEN METHOD OF COORDINATION AS A SOFT LAW INSTRUMENT IN THE EUROPEAN UNION LAW AND ITS BENEFITS TO THE INTEGRATION In the recent years, many international lawyers had stated that international law is not just legal or illegal, binding or non binding. ‘Law’ is not just black or white, there is also a large grey area which is not clearly law; but also cannot be considered ‘insignificant’. During the integration process of the European Union, soft law instruments are not only widely argued on but are also used in order to solve the problems among the Member States. In the Open Method of Coordination, which is a common soft law instrument to be counted in the secondary sources of the EU Law, the grey areas of the law is used to have all the parties at the table come to an agreement. In EU, although some arguments about its legal dimensions and binding measures are still hot, Open Method of Coordination is widely used, especially in social security and employment policies. Because of the weak infrastructure of the newly joint Eastern European countries, applications of directives and regulations will probably cause some troubles. Therefore, at this point, soft law instruments will help these countries during the ‘ Europeanization’ process. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü. [email protected] Doktora Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 201 – 210 Key Words: EU Law, soft law, hard law, Open Method of Coordination, agreement. Giriş Avrupa Birliği Hukukunun ikincil kaynakları arasında ‘tavsiye’ ve ‘görüşler’ de yer almaktadır (Bozkurt, 2006:159; Shaw, 1993:114; Vincenzi, 1996:59; Craig ve Burca, 1995:101; Kent, 1996:27). Farklı alanlardaki Topluluk politikalarının çeşitli esnek hukuk araçları ile yapılması son dönemde büyük önem kazanmıştır. AB içinde de çok tartışılan bu yöntem hakkındaki bu makalede, genel olarak AB hukukunda esnek hukuk uygulamalarına değinildikten sonra, bu uygulamaların en yaygınlarından olan Açık Koordinasyon Yöntemi incelenmiştir. Birinci bölümde esnek hukukun genel tanımı yapıldıktan sonra, bu kavramın uluslararası hukukta ve AB hukukunda nasıl algılanıldığı yansıtılmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde ise etkin bir esnek hukuk aracı olan Açık Koordinasyon Yöntemi ele alınmış, Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde, özellikle istihdam politikalarının uygulanmasında ortaya çıkan sorunların çözümünde oynadığı rolün altı çizilmeye çalışılmıştır. AB içinde esnek hukukun artan önemi, esnek hukuk araçlarının kolaylaştırıcı ve ikna edici özellikleriyle üye devletler tarafından daha fazla benimsenmeye başlanılması ve bu konudaki tartışmalar incelenmiştir. Üçüncü bölümde ise AB entegrasyon sürecinde üye devletlerin hükümetleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların uzlaşmaya dönüşmesinde esnek hukuk araçlarının rolü ve avantajları irdelenmiştir. Sonuçta, AB’nin genişleme ve entegrasyon sürecinde zorlayıcı direktif ve kararların yerine, genelde esnek hukuk araçlarının, özelde ise Açık Koordinasyon Yönteminin, tarafların ‘asgarî müştereklerde birleşme’ ve masadan el sıkışarak ayrılma olasılıklarını artıran özellikleri ile gittikçe yaygınlaşan bir uzlaşma yöntemi olduğunun altı çizilmiştir. I) ESNEK HUKUK (SOFT LAW) NEDİR? 1970’lerin başından bu yana, uluslararası hukukçular uluslararası hukukun sadece hukukî olan-hukukî olmayan, yaptırımı olan-yaptırımı olmayan kurallardan ibaret olmadığını, aksine ‘sonsuz bir çeşitlilikte’ olduğunu iddia etmişler, siyah ve beyaz gibi keskin bir ayırım yerine; tam olarak ‘hukukî’ olmayan, ama hukukîliği de göz ardı edilemeyecek araçların bulunduğu büyük bir gri alanın da var olduğunun kabul edilmesi gerektiğini savunmuşlardır (Cini, 2003:193-194; Klabbers, 1996:167). Buradan yola çıkarak, esnek hukuk kavramı üzerinde pek çok tartışma yaşandığını söyleyebiliriz. Bazı yazarlar esnek hukuku, “sert hukuk olmayan her şey” olarak tanımlarken, bazıları da tanımlarında ‘hukukî olmadığına’ vurgu yapmışlar veya ‘siyasî veya ahlakî yaptırımı olan anlaşmalar’ (Klabbers, 1996:167) tanımını tercih etmişlerdir. Karşıt görüşü savunanlar ise, esnek hukukun, normal sert hukukun (hard law) yerini alabileceğinden endişe ederken, zorlayıcı mekanizmalardan yoksun olmasını ve halihazırda yürütülen Reform Antlaşması sürecinde esnek hukuk yöntemlerinin 202 Hakan TAŞDEMİR – Murat ÇINAR anayasal bir statüsünün olmamasını eleştirmiş; hatta daha da ileri gidenler, esnek hukukun ‘AB’nin anayasal evriminin sonu’ olmasına neden olabileceğini iddia etmiştir (O’hagan, 2004:383-384). Esnek hukuk için, ‘hukuk ile uluslararası normlar arasında bir yerde’ olduğu, ayrıca uyulmadığında ceza gerektiren ‘yeni bir sert hukuk kuralının ilk basamağı’ olduğu da söylenmiştir (Skjaerseth vd., 2006:104). Ancak, daha kapsamlı olarak, ‘hukukî bağlayıcılığı olmayan, ama dolaylı hukukî etkiye sahip olup, bir takım pratik sonuçları amaçlayan ve üreten araçları kullanan süreç ve kurallar bütünüdür’ (Schafer, 2006:204) tanımını kullanmak daha uygun olacaktır. Uluslararası hukukun pek çok kuralı şu iki bölümden birine girmektedir: Birincisi olan yazılı anlaşmalar yazılıdırlar ve yaptırımları vardır. İkincisi olan teamül hukuku yazılı değildir, ama devletlerin uymasının zorunlu olduğu kurallardır. Uluslararası hukukun üçüncü kısmına esnek hukuku alabiliriz; esnek hukuk zorlayıcı hukuk kurallarına uymakta isteksiz davranan hükümetler ve uluslararası aktörler için iyi bir yöntemdir. Esasen hukukî açıdan bakıldığında, esnek hukuk ile sert hukuk veya teamül hukuku arasındaki çizgi çok incedir (Christensen, 2006:294). Sert hukuk bireylerin davranışlarını düzenlerken, esnek hukuk örgütlerin, sistemlerin ve hatta politikaların davranışlarını düzenlemektedir (Korver ve Oeij, 2005:367). Esnek hukukun en önemli savunucularından Alman hukukçu Ulrich Fastenrath; hukukun beraberinde birtakım boşluklar da getirdiğini, bunun da siyasî endişeleri giderme adına bir bakıma iyi olduğunu, siyasetin ‘hukukun imparatorluğuna’ girişinin ancak esnek hukuk ile mümkün olabildiğini ve esnek hukukun özünde bulunan açıklayıcı niteliğiyle bu boşluğu doldurduğunu belirtmiştir (Klabbers, 1996:178). Buna benzer şekilde, esnek hukukun ‘açıklayıcı etkisi’nin devletler arası siyasî ilişkilerde önemli rol oynadığı üzerinde de durulmuş (Santana, 2006:481), bazı yazarlar daha da ileri giderek, esnek hukukun ‘heyecan verici bir innovasyon’ (O’hagan, 2004:382) olduğunu, çağımızın bir ‘esnek hukuk çağı’ (Cini, 2003:193) haline geldiğini söylemişlerdir. Çeşitli politika geliştirme yöntemleri ile birlikte kurumlar arası anlaşmalar, tavsiyeler ve görüşlerin tamamı esnek hukuku oluşturmaktadır (DTM, 2007:30). Literatürde geçen esnek hukuk araçları olarak; tavsiye ve görüşlerin yanı sıra, prensip (principle), belge (documentation), tebliğ/bildirge/bildiri (communique, bulletin, announcement, manifesto, memorandum), deklarasyon/kılavuz (guideline), program (program), eylem planı (action plan), rapor (report) gibi metinleri sayabiliriz (Cini, 2003:193; Klabbers, 1998:381; Shaw, 1996:202; Beveridge ve Nott, 1998:295; Gold, 1983:443). Her ne kadar hukukî bağlayıcılıkları olmasa da, bu metinler sayesinde; masaya oturan tarafların uzlaşmaya varmaları, el sıkışarak müzakerenin başarısız olmasına engel olmaları mümkün olmuştur. Şartların sert hukuktan kaçınmayı gerektirdiği durumlarda, ‘anarşinin tek alternatifinin’ (Gold, 1983:444) esnek hukuk olabileceği unutulmamalıdır. AT Antlaşması md.249’a (AET Antlaşması md.189) göre, tavsiye ve görüşler bağlayıcı değildir. Bununla beraber, Grimaldi davasında Avrupa Topluluğu Adalet Divanı (ATAD) kararı büyük önem taşımaktadır. Meslekî bir hastalıktan dolayı uğradığı zarar nedeniyle tazminat talep eden bir göçmen maden işçisinin, bu gibi 203 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 201 – 210 durumlarda para ödenmesini düzenleyen Komisyon tavsiyesini gerekçe göstermesiyle ilgili olan Grimaldi davasında (Curtin vd., 1994:137-140) ATAD, ulusal mahkemelerin, özellikle bağlayıcı AET mevzuatına eklemek niyetiyle yapılan ya da AET mevzuatını uygulamak üzere kabul edilen ulusal hükümlerin yorumlanmasına açıklık sağlayan Topluluk tavsiyelerini, önlerine gelen bir davada karar verirken göz önüne almak zorunda olduklarına karar vermiştir. Divan’ın bu yorumu tartışmaya açık olduğundan, bağlayıcı olmayan tasarruf olarak tavsiyelerin, en fazla iç hukuktaki belirsizliklerin çözülmesinde göz önüne alınabileceği de ileri sürülmüştür (Bozkurt, 2006:159-160). Bir belgenin esnek hukuk kaynağı niteliğinde olması, hukuksal bağlayıcılığı olmayan salt siyasî bir belge niteliğinde olduğunu ifade etmez. Bu tür belgelere taraf olan devletler, daha sonraki eylem ve işlemlerinde söz konusu belge ile bağlı sayılmakta, o belge yokmuşçasına davranamamakta ve söz konusu belge ile düzenlenen konunun ulusal yetki alanına girdiği iddiasını ileri sürememektedirler (Alpkaya, 1996:46). Nitekim esnek hukukun, biraz daha ‘sert’ olması halinde daha etkin bir mekanizma haline gelebileceği de altı çizilen hususlardandır (O’hagan, 2004:379). II) YÖNTEMİ ETKİLİ BİR ESNEK HUKUK ARACI: AÇIK KOORDİNASYON Bu görüşlerden yola çıkarak, esnek hukuka dayanan ‘daha esnek yönetişim biçimleri’ de geliştirilmiştir (Cini, 2003:195; Branch, 2005:321; Porte ve Deacon, 2004:122). Makalenin bu bölümünde, 27 tane üyesi bulunan ve her bir ülkenin çıkar alanlarının farklı olduğu Avrupa Birliğinde, son yıllarda müzakerelerde çok tercih edilen bir esnek hukuk aracı olan 'Açık Koordinasyon Yöntemi' tartışılacaktır. Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde, Amsterdam Antlaşmasının istihdam ile ilgili faslıyla birlikte yeni bir esnek hukuk aracı ortaya çıkmış, bu yöntem Mart 2000 Lizbon zirvesinden sonra Açık Koordinasyon Yöntemi (Open Method of Coordination, AKY) olarak adlandırılmıştır (Schafer, 2006:204). Bu yönteme, ‘hukukun gölgesinde pazarlık’ da denilmiştir (Korver ve Oeij, 2005:370). Maastricht zirvesinin sonunda Avrupa entegrasyonu krize girmişti. 1992’deki referandumda Danimarkalı seçmenler anlaşmayı reddetmiş, Fransızlar ancak küçük bir farkla kabul etmişlerdi. Aynı zamanda Avrupa ekonomisi tatsızdı ve işsizlik tırmanıştaydı. Entegrasyonun çok fazla piyasa bütünleşmesine odaklandığı ve işsizliğin en acil problem olarak görülmediği konusunda Avrupalıda yaygın bir kanı vardı. Entegrasyonu destekleyen ortak irade tehdit altındaydı. Bu yüzden, merkez sol hükümetler işsizlikle mücadele için “Brüksel bürokratlarına” daha fazla güç kazandırmayacak ortak bir Avrupa yaklaşımı ortaya çıkarmak istediler (Schafer, 2006:204). Böylece 1993 Kopenhag zirvesinde Avrupa Konseyi, Komisyon’a bir “White Book (Beyaz Kitap)” hazırlaması talimatını verdi. Hazırlanacak bu raporda istenen; daha fazla büyüme, rekabet ve işsizlik konularında bir stratejinin geliştirilmesiydi. Komisyon'un hazırladığı rapora, Jacques Delors’un katkılarından dolayı Delors Beyaz Kitabı (Delors White Book) adı verilmiştir. Avrupa’nın istihdam problemini çözmeye yönelik bir sonraki adım 1994’de Essen zirvesinde geldi. Devlet ve Hükümet Başkanları işsizlikle savaşmak için bir dizi 204 Hakan TAŞDEMİR – Murat ÇINAR bağlayıcı olmayan hedefte anlaştılar. Bunlar arasında insana yatırım (iş gücünün niteliklerini arttırma), istihdama yönelik büyümeyi artırma, kayıt dışı işgücü maliyetlerinin aşağıya çekilmesi, emek piyasası politikalarının pasiften aktife çevrilerek çalışma politikalarının etkinliğinin artırılması ve işsizlikten büyük zarar gören grupların desteklenmesi vardı. Ancak, ‘Essen Çalışma Prosedürleri’, esas olarak Avrupa Konseyi'ndeki artan ‘sosyal demokrat çoğunluğun hırslı önerilerini savuşturmak için’ düzenlenmiş, istihdam artışının nasıl elde edileceği sorusu hakkındaki politik tartışmalar da örtbas edilmişti (Schafer, 2006:205). Tabi, bu politikalarda büyük çelişkiler vardı; biraz önce belirtilen hedeflerin hiçbirinin bir tüzük, direktif veya karar gibi kabul zorunluluğu da yoktu. Avrupa istihdam politikaları ile ilgili zaten kuşkuları olan hükümetler, AB şemsiyesi altında ve bağlayıcılığı olacak bir anlaşma yoluyla kendi ulusal politikalarının şekillenmesinden rahatsız oldular. Bu yüzden esnek hukuk yaklaşımını benimsediler. Bunun sonucunda, üye ülkeler kendi ekonomik ve sosyal durumlarının gerekliliklerini dikkate alarak, bu önerileri bir kaç yıla yayılabilecek bir program dâhilinde kendi politikalarına dönüştürmeye teşvik edildiler (Schafer, 2006:204). Avrupa Birliği Komisyonu, Çalışma ve Sosyal İşler Konseyi ve Ekonomik ve Finansal İşler Konseyi'nden ise ulusal gelişmeleri takip etmeleri ve gelişmeler konusunda yıllık olarak Avrupa Konseyine rapor vermeleri istendi. Böylece AKY’nin temel unsurları (ortak hedefler, ulusal gerçekleştirme, Komisyon ve üye ülkeler tarafından izlenme) 1994’de ortaya konmuş oldu. Esnek koordinasyon sayesinde hükümetlerin yükümlülükleri sınırlandırmış ve faaliyetlerin denetlenmesi kabul edilerek uzlaşmaya varılmıştı. Amsterdam Antlaşması öncesi düzenlenen hükümetler arası konferansta sosyal demokrat hükümetler işsizlikle mücadelede daha yüksek bir AB profilini desteklemişlerdi. Yine de 1997 başlarında İngiltere, Fransa ve Almanya’nın muhafazakâr hükümetleri bu sınırlı yaklaşıma bile karşı olduklarından, görüşmelerin anlaşma ile sonuçlanması pek mümkün gözükmüyordu. Ancak İngiltere’deki İşçi Partisini ve Fransa’daki Sosyalistlerini başa geçiren seçimlerden sonra anlaşma mümkün oldu. Sonuçta, Kohl hükümeti de küçük bir mesele için anlaşmayı engelleyen taraf olmak istemiyordu ama yine de Avrupa Komisyonu'na verilecek yetkinin kesinlikle sınırlı olması konusunda ısrar ediliyordu. Bunun yanında merkez sol hükümetlerde bile Avrupa İstihdam Stratejisi (European Employment Strategy, AİS) konusunda anlaşmazlık vardı. Lionel Jospin ve Tony Blair kendi ülkelerinde birbirlerinden farklı ulusal emek piyasası politikalarını destekliyorlar ve ikisi de kendi politikalarını Avrupalılaştırmaya çalışıyordu. Bir çok sosyal demokrat hükümet genellikle istihdam faslını desteklerken, subsidiarite (yetki devri) konusunda direndiler, çünkü aksi takdirde merkez sol partilerin seçim serveti olan 'işsizlikle savaşma' konusunda bütün ‘puanları’ AB toplayabilirdi (Schafer, 2006:204). Sonunda istihdam konusu Amsterdam Antlaşması'nın bir faslı oldu. İşsizlikle nasıl savaşılacağı ve bunun AB yeteneklerini (competencies) gerektirip gerektirmediği konusundaki anlaşmazlık Avrupa İstihdam Stratejisi'nde esnek koordinasyonu yarattı. Avrupa İstihdam Stratejisi, sonuca ulaşmada en umut veren yöntem olduğu için değil, istihdam faslına karşı çıkanlar ve destekleyenler arasında uzlaşmayı kolaylaştırdığı için kabul edildi. Toplantı bitip herkes ayrılırken, istihdam faslı destekçileri fasıl için başarılı 205 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 201 – 210 bir mücadele verdiklerini iddia ediyorlardı, rakipleri ise herhangi bir kayıp ve zarara uğramadıklarından emindiler (Schafer, 2006:206). İşte, çok zor ve uzlaşılamaz sanılan bir konuda, yaptırımı olmayan ve kimseyi zorlamayan bir esnek hukuk aracı kullanılarak varılan uzlaşının insanlarda bıraktığı izlenim bu şekilde olmuştu. Bu anlaşmanın düzeltildikten sonra 1999’da onaylanması için, hükümetler 1997’de istihdam konusunda özel bir zirve yapmaya karar verdiler. Zirve toplantısı Lüksemburg’da gerçekleştiği için Avrupa İstihdam Stratejisi “Lüksemburg Süreci” adını aldı. Maastricht sürecinde üzerinde ciddi olarak durulan Amsterdam Antlaşması'nın istihdamla ilgili faslı, aşağıdaki denetim ve izleme mekanizmalarını tanımlamaktadır: (1) Her yıl üye ülkeler ortak hedefleri içeren İstihdam Kılavuzu üzerinde anlaşacak, (2) Her hükümet bir Ulusal Eylem Planı (National Action Plan, UEP) hazırlayarak bu hedeflere nasıl ulaşılacağını detaylı olarak açıklayacak, (3) Komisyon'un taslak raporuna dayanarak Konsey ve Komisyon, üye ülkelerin UEP’lerini ve politikalarını değerlendirdiği ortak bir istihdam raporu yayınlayacak, (4) Avrupa Konseyi her yıl bu raporları değerlendirecek ve eğer uygunsa yönergeleri güncelleyecektir (Schafer, 2006:206). Görüldüğü gibi, bahsedilen Lüksemburg sürecinde herhangi bir hukukî yaptırımdan özellikle kaçınılmış, sınırlı olan hukukîlik ve yaptırım gücünü kullanma konuları, hükümetlerin verdikleri sözlere yapılan güçlü vurgu ile telafi edilmeye çalışılmıştır. Hükümetlerden işsizlikle savaşmak için kullandıkları yaklaşımı detaylandırmaları için hazırlanılması istenen UEP dokümanları, belirlenen süre zarfında, verilen sözler ile yapılan icraatları karşılaştırmak için kullanılabilecekti. Komisyon, bu dokümanları kullanarak, anlaşmanın uygulanması konusunda isteksiz olan hükümetlere verdikleri sözlerini hatırlatarak ulusal politikaları etkilemeyi hedeflemiştir. Ancak Lüksemburg zirvesinde kamu zararını, enflasyon ve borçları düşünenlere karşı istihdam hedefini tanımlamada bir konsensüse varılamamıştır. Komisyon daha sıkı bir istihdam politikası önermiş ve üye ülkelerin açık olarak belirlenen somut ve sayısal hedefleri kabul etmesinde ısrar etmiş, ancak direnci aşamamıştır. Bunun ardından Komisyon, istihdam politikasını, hükümetleri güç durumda bırakacak zorlayıcı hedefler göstermeden, gönüllü olarak katkıda bulunabilecekleri bir seviyeye çekerek, desteklenmesini kolaylaştırmıştır. Sonunda Jospin, Blair, Aznar ve Kohl liderliğindeki birbirlerinden farklı görüşteki hükümetler bu şekilde hazırlanan İstihdam Stratejisi'ne razı olabilmişlerdir. Kısaca, esnek hukuk yoluyla, istihdam politikası konusundaki derin anlaşmazlıklar yüzünden görüşmelerin kilitlenmesi önlenmiştir. Avrupa entegrasyonunu sürecinde üye devletlerin hükümetleri arasındaki çekişmeler de önemli rol oynamıştır. Merkez partiler genellikle entegrasyonu savunurken, politikaların ortak olarak ele alınabileceği ve alınması gerektiği yönünde oluşan konsensüs de azalmıştır. Bunun nedeni, Avrupa’da iş başında olan hükümetlerin farklı hedefleri ve net bir sol-sağ bölünmesinin olmasıdır: Sol; çevre, birlik ve istihdam politikalarında Avrupa yeteneklerini desteklerken, sağ ise bunlara karşı çıkmaktadır (Schafer, 2006:206). Mart 2000’deki Lizbon zirvesinde merkez sol koalisyonlar on bir ülkede yönetimdeydiler ve Avrupa İstihdam Stratejisi'ni, Açık Koordinasyon Yöntemi olarak 206 Hakan TAŞDEMİR – Murat ÇINAR isimlendirilen bir esnek hukuk aracıyla hayata geçirme fırsatını kaçırmadılar (Schafer, 2006:207). Bu yeni yöntemin uygulama sahası, bundan sonra, üzerinde anlaşılma ihtimali az olan ve uzlaşma zemini olmayan, ancak hükümetlerin ortak girişimler aradığı bütün politika alanlarına genişletilebilmiştir (Ör: sosyal güvenlik, araştırma geliştirme, emeklilik). Açık Koordinasyon Yöntemi, var olan ekonomik yapıya sosyal politika elbisesi giydirmek için yapılan sosyal demokrat bir girişim olarak adlandırılabilir. AKY yayıldıkça Avrupa Konseyi AB için daha büyük hedefler tasarlamıştır. Lizbon Stratejisi'nde, AB’nin tam istihdam, daha çok ve iyi iş imkânları ile dünyanın en dinamik ve en rekabetçi ekonomisi olma hedefi açıklanmıştır (Schafer, 2006:207). Ancak, ne hedeflerin ne de yöntemlerin hukukî olarak bağlayıcılığı olmayıp, bunun yerine gönüllü katılım esas alınmıştır. Artan üye devlet sayısı AB içindeki çıkar farklılıklarından kaynaklanan çatışmaları artırmış, doğrudan anlaşmaları daha az olası hale getirmiştir. Sonuç olarak, hükümetler günümüzde esnek hukuka eskisinden daha fazla güvenmekte, çünkü bu yolla bir ‘anlaşmazlıkta bile anlaşmaya’ varabilmektedirler (Schafer, 2006:207). Yine de bu yöntemleri fonksiyonel bir gereklilik olarak düşünmememiz gerekir. Bunlar siyasal anlaşmazlıklara ve politik çekişmelere bir çözüm arayışı olarak görülmekte ve problemleri çözmek için öncelikli yol olarak benimsenmemektedir. III) ESNEK HUKUKUN AVANTAJLARI AB’nin daha önceleri kullandığı klasik Topluluk Yöntemi'nde, sert hukuk kuralları geçerlidir ve üye devletlerin uyması gereken kurallar vardır. Devletlerin bunlara uymaları zorunludur, aksi takdirde ceza ve yaptırıma maruz kalırlar. AKY’de ise genel ve açık uçlu metinler vardır, uyulmadığında resmî bir ceza öngörülmez, yargıya tâbi değildir, ancak etkili bir yöntemdir. Esnek hukuk yöntemleri, üye devletler AB'nin hedefleri konusunda aynı fikirde olmadıklarında kullanılmıştır. AB’nin son zamanlarda en çok kullandığı Açık Koordinasyon Yönteminin temel öğelerini şu şekilde sıralamak mümkündür: (1) Üye devletler tarafından ortak bir amacın tanımlanması, (2) Bu amaçlara ulaşmak için ulusal raporların, eylem planlarının ve bunlara bağlı olarak reform önerilerinin sunulması, (3) Planların incelenerek ortak eleştirilerin yapılması, tecrübelerin aktarılması, bazı hususlarda tavsiye ve görüşlerin alınması, (4) Ulusal planların detaylandırılması, uygulamalarla kazanılan tecrübelerin ışığında ortak amaçların gözden geçirilmesi (Trubek ve Trubek, 2005:348). Avrupa Birliği, istihdam politikasını kabul sürecinde Açık Koordinasyon Yöntemi'nin tüm öğelerini kullanmaya karar vermişti, çünkü 1990’ların ilk yarısında işsizlikle savaşmak için hangi ortak politikaların benimsenip uygulanması gerektiğine dair bir anlaşma yoktu. Sosyal demokrat partilerle muhafazakâr partiler arasında olduğu gibi, merkez sol partilerin kendi içinde bile büyük siyasî çekişmeler ve politik anlaşmazlıklar vardı. Emek piyasası politikaları konusunda çatışan ulusal fikirler, ortak Avrupa politikalarına kolayca çevrilemedi. Avrupa İstihdam Stratejisi, çıkar çatışmaları 207 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 201 – 210 ve uluslar üstü bağlantılar (üye devletlerin yetkilerini Topluluğa devretmeleri) oldukça azaltıldıktan sonra kabul edilebildi (Schafer, 2006:209). Hükümetler, AB’nin kendilerinin istemediği politikaları zorla kabul ettirmeyeceğinden emin olduktan sonra istihdam faslını onaylamaya razı oldular. Bütün bunlardan; ‘esnek hukukun bütün anlaşma süreçlerinde her derde deva bir yöntem olduğu’ gibi bir sonuç çıkarmamız mümkün değildir. Nitekim AB, yularıda bahsedilen esnek hukuk mekanizmalarını, etkinliği kanıtlandığı için değil, anlaşma zeminin olmadığı durumlarda, ‘masadan bir şekilde el sıkışarak kalkmak’ ve bir sonraki adıma zemin hazırlamak için kullanmıştır. Sonuç Maastricht Antlaşması, sosyal politikalarda ve Avrupa Para Birliği'nde birçok problemli konuya sebep olduğundan, Amsterdam Antlaşması ve sonrasında, çıkmazların çözümlenmesi için AKY birçok kez kullanılmıştır. Maastricht Antlaşması öncesi müzakereler sürecinde hükümetler, bir çok ulusal çıkarın Antlaşma’nın onaylanmasını tehlikeye attığını görmüşlerdir. Bu nedenle, taraflar arasında politik alanlarda önemli bir anlaşmazlık olduğunda, bu konular uluslararası görüşmeler sırasında Komisyon taslağından çıkarılmıştır. Bu ‘problemli konuları taslak metinden çıkarma’ süreci sonunda Amsterdam Antlaşması'na sadece küçük tartışmalar yaratan başlıklar girmiştir. Diğer bir teknik de, sadece genel amaçları tanımlamak ve gerçek anlamı tanımsız bırakmaktır. Gerçek anlam pratik uygulama sırasında tanımlanacaktır. Ancak bu makalede, problemli konuları taslak metinden çıkarma dışında, ‘etkilerini azaltmak’ şeklinde tanımlanabilecek bir başka olasılık daha olduğu gösterilmiştir. İstihdam politikası görüşmeleri sürecinde olan da budur. İstihdam faslını bir bütün olarak çıkartmak yerine, hükümetler faslı ‘sulandırmışlardır’. Sonuçta taraflar, iyi niyete dayanan ve bağlayıcı olmayan yöntemlere başvurarak anlaşabilmiştir. Müzakerecilerin uzlaşması için pek çok yöntem vardır ve yıllar boyunca bunların birçoğu Avrupa Birliği sürecinde görülmüştür. Ancak, son yılların en gözde yönetişim aracı olarak tanımlanan esnek hukuk yöntemleriyle, anlaşmalar bağlayıcı olmadığından, karşıt fikirde olan tarafların bile desteklemesi mümkün hale gelmektedir. Üye devletlerin hükümetleri, AB’nin uluslar üstü yapısının kendi bağımsızlık ve özerkliklerine ‘dokunmasından’ korktuklarında, ya da çok büyük anlaşmazlıklar olduğunda anlaşma masasına oturmaktan kaçınmaktadırlar. Böyle durumlarda iş birliği bitmek zorunda değildir, bunun yerini bir esnek hukuk şekli alabilir. Açık Koordinasyon Yöntemi, uluslararası görüşmelerin başarısızlığa uğramasını önlemenin bir yoludur ve bu nedenle hükümetler arasında yakın yıllarda çok popüler olmuştur. Sonuç olarak, son katılan Doğu Avrupa ülkelerinin zayıf altyapısı Birlik önünde bir sorun olarak durmaktadır. Bu nedenle, çıkarılan direktif ve tüzükleri uygulama eskisinden daha sancılı olabilecektir. Bu klasik yönteme alternatif olan esnek hukuk, özellikle AB’ye yeni katılan bu devletlerin ‘Avrupalılaştırılması’ yönünde en etkin araç olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle AB, etkin ve birleştirici bir politika aracı olan esnek hukuk araçlarını resmî olarak bir yönetişim biçimi olarak kabul etmiştir. Açık Koordinasyon Yöntemi de bunun iyi bir örneğidir. Esnek hukukun gelişmesiyle Avrupa 208 Hakan TAŞDEMİR – Murat ÇINAR Birliği’nin politika yapması ve bu politikaların üye devletler tarafından onaylanmasının yanı sıra, entegrasyon süreci de büyük oranda etkilenecek, üye devletlerin ortak paydada buluşması daha kolay hale gelecektir. Kaynaklar Alpkaya, Gökçen. (1996), AGİK Sürecinden AGİT’e İnsan Hakları, 1.Baskı, Kavram Yayınları, Ankara. Bozkurt, Enver; Özcan, Mehmet ve Köktaş, Arif. (2006), Avrupa Birliği Hukuku, 3.Baskı, Asil Yayınevi, Ankara. Branch, Ann. (2005), “The Evolution of the European Social Dialogue Towards Greater Autonomy: Challenges and Potential Benefits”, The International Journal Of Comparative Labor Law and Industrial Relations, vol.21/2, pp.321-346. Christensen, Robert K. (2006), “International Nongovermental Organizations: Globalization, Policy Learning, and the Nation-State”, International Journal of Public Administration, 29, pp.281-303. Cini, Michelle. (2001), “The soft law approach:Commision rule-making in the EU’s state aid regime”, Journal of European Public Policy, 8:2. pp.192-207. Craig, Paul and De Burca, Grainne. (1995), EC Law: Text, Cases and Materials, Oxford University Press, New York. Craig, Paul and Harlow, Carol. (1998), Lawmaking in the European Union, , Institute of Advanced Legal Studies, London. Curtin, D.; Van Empel, M.; Vilker, E.L.M. and Winter, J.A. (1994), Leading Cases on the Law of the European Communities, 6.Edition, Kluwer Law and Taxation Publishers, Deventer. De La Porte, Caroline and Deacon, Bob. (2004), “Social Policy Influence of the EU and other Global Actors: The Case of Lithuania”, Policy Studies, vol.25, no.2, pp.121-138. Gold, Joseph. (1983), “Strengthening the soft international law of exchange arrangements”, The American Journal of International Law, vol.77, no.3, pp.443-489. Kent, Penelope. (1996), Law of the European Union, 2.Edition, Pitman Publishing, London. Klabbers, Jan. (1996), “The Redundancy of Soft Law”, Nordic Journal of International Law, 65, pp.167-182. Klabbers, Jan, (1998), “The Undesirability of Soft Law”, Nordic Journal of International Law, 67, pp.381-391. Korver, Ton and Oeij, Peter R.A. (2005), “The Soft Law of the Covenant:making Governance Instrumental”, European Journal of Industrial Relations, Vol.11, No.3, pp.367-384. O’hagan, Emer. (2004), “Too Soft to Handle? A reflection on Soft Law in Europe and Accession States”, European Integration, vol.26, no.4, pp.379-403. 209 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 201 – 210 Santana, Mariely Lopez. (2006), “The domestic implications of European soft law: framing and transmitting change in employment policy”, Journal of European Public Policy, 13:4. pp.481-499. Schafer, Armin. (2006), “Resolving Deadlock: Why International Organisations Introduce Soft Law”, European Law Journal, Vol.12, No.2, pp.194-208. Shaw, Jo. (1996), Law of the European Union, 2.Edition, Macmillan Law Masters, Basingstoke. Shaw, Josephine. (1993), European Community Law, , McMillan Publishing, Palgrave. Skjaerseth, Jon Birger; Stokke, Olav Schamd an Wettestad, Jorgen.(2006), “Soft Law, Hard Law, and Effective Implementation of International Environmental Norms”, Global Environmental Politics 6:3, pp.104-120. Trubek, David M. and Trubek, Louise G. (2005), “Hard and Soft Law in the Construction of Social Europe: the Role of the Open Method of Co-ordination”, European Law Journal, Vol.11, No.3, pp.343-364. Vincenzi, Christopher. (1996), Law of the European Community, Financial Times Pitman Publishing, London. 210 İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MEVZUATI Leyla ÇAKICI GERÇEK Özet / Abstract Günümüz toplum yaşamının en önemli parçalarından birisi olan iş sağlığı ve güvenliği konusu çok çeşitli yasal düzenlemelerle karşımıza çıkmaktadır. Kişi temel hak ve özgürlüklerinin başında gelen yaşam hakkını ilgilendiren bu hassas konu, Uluslararası sözleşmelerle ve çalışmalarla da güvence altına alınmıştır. Ancak, hızla gelişen ve değişen teknoloji karşısında hiçbir zaman yapılan çalışmalar yeterli gelmemekte; sürekli olarak daha güvenli çalışma koşullarını sağlayacak önlemlerin araştırılması yapılmaktadır. İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı esas olarak, 4857 sayılı İş Yasası, İşçi Sağlığı ve Güvenliği Tüzüğü, İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik, İş Güvenliği ile Görevli Mühendis veya Teknik Elemanların Görev, Yetki ve Sorumlulukları ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik gibi yasa gereği çıkarılan tüzük ve yönetmeliklerle, Uluslararası düzenlemelerden oluşmaktadır. İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı çok geniş kapsamlı olduğundan bu çalışmada, mevzuatın içeriği genel olarak açıklandıktan sonra başta Anayasa olmak üzere, 4857 sayılı İş Yasası ile Yasa gereği çıkarılan tüzük ve yönetmeliklerin önemli maddeleri incelenmiştir. Ayrıca, iş güvenliği ile ilgili olan Uluslararası anlaşmalar ve kuruluşlardan da kısaca söz edilmiştir. Anahtar Kelimeler: İş Sağlığı, İş Güvenliği, İş Yasası, Mevzuat. THE LAWS OF WORK HEALTH AND SAFETY The issue of Work health and safety which is one of the most important fragments of today’s society comes up with various legal arrangements. This sensitive issue involving the living rights which is of the foremost importance in the matter of personal rights and freedom has been secured by international agreements and studies. Nevertheless, the operations taken befalling inadequate with the fastly improving and changing technology; measures that will create safer working conditions are constantly being researched. Work health and safety regulations are principally consisted of international arrangements and codes and constitutions made by law such as Work Law numbered 4857, Worker's Safety and Health code, Regulations about Labour Health and Safety, Regulations considering the duties, authorities and responsibilities also the labour methods and principals of the engineers or technical staff in charge of the work safety. Due to the wide extent of the work health and safety regulations, in this study, after the contents of the regulations are generally explained, the important articles of Work Law numbered 4857 and The codes and arragenments made by law have been carefully examined, the constitution being held as the prior source. Key Words: Work Health, Work Safety, Work Law, The Laws. Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Alaplı Meslek Yüksekokulu İktisadi ve İdari Programlar Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 Giriş İş sağlığı ve güvenliği konusunun, belirlenmiş olan “sosyal risklerin yol açabilecekleri gelir kayıplarına ve gider artışlarına karşı bir ülkede yaşayan insanların ekonomik güvenliklerinin sağlanması” olarak tanımlayabileceğimiz sosyal güvenlik kavramının içerisinde, önemli bir yeri vardır.1 İşçi ile işveren arasında gerçekleşen iş sözleşmesi ile işçi, bedensel ya da düşünsel olarak bir işi yerine getirme, işveren ise bunun karşılığında ücretini ödeme yükümlülüğündedir. İşçi işverene bağımlı olarak, taahhüt ettiği işini yerine getirirken, tarafların karşılıklı yerine getirmek zorunda oldukları başka yükümlülükleri de vardır. Bunlardan birisi, işverenin iş yerinde işçinin sağlığını (beden ve ruh sağlığı) koruyucu önlemleri almak yükümlülüğüdür. İş hukukunun önemli konularından birisi, işçinin işini yerine getirirken her türlü risklerden arındırılmış, sağlıklı ve güvenli bir iş yerinde bulunmasını garantilemektir. Bir ücret karşılığında başkasına bağımlı olarak çalışmanın var olduğu her durumda ortaya çıkan, sağlıklı ve güvenli bir iş yerinin sağlanması ihtiyacının artık sosyal bir ihtiyaç olduğu tartışmasız kabul edilmekte ve kapsamlı bir şekilde düzenlenerek, yasal güvence altına alınmaktadır. Günümüzde iş yerlerinde karşılaşılan riskler yaşanan teknolojik gelişmelere paralel olarak hızla artmaktadır. Bu nedenle, artık sadece meydana gelen iş kazası ve meslek hastalıklarının sonuçlarını giderici düzenlemelerle yetinilmemekte, bundan da önemli olan iş kazası ve meslek hastalığının meydana gelmesini önleyici düzenlemeler yapılmaktadır. 2 “İş güvenliği, kavram olarak işin yapılması sırasında çalışanların karşılaştığı tehlikelerin ortadan kaldırılması veya azaltılması konusunda, işverene getirilen yükümlere ilişkin teknik kuralların bütününü anlatır.”3 İş sağlığı ve iş güvenliği kavramlarının temel amacı, iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi ve çalışanların en insancıl koşullarda sağlıkla ve güvenle çalışmasının sağlanmasıdır. Bu ortamın sağlanması için Devlet etkili bir denetim gerçekleştirdiğinde, iş kazaları ve meslek hastalıklarından doğan maddî ve manevî kayıplar azalacak bundan da tüm taraflar yani işçi, işveren ve devlet kazançlı çıkacaktır. Dünya Sağlık Örgütünün yaptığı bir tanıma göre iş kazası, “ önceden planlanmamış çoğu zaman kişisel yaralanmalara, makinelerin, araç ve gereçlerin zarara uğramasına, üretimin bir süre durmasına yol açan bir olaydır.” 4 1. Tarihsel Süreç İş sağlığı ve güvenliğinden söz edebilmek için öncelikle iş hukukunun varlığı gerekir. İş hukukunun doğmasını gerektiren ekonomik şartlar, XVIII. yüzyılın 1 2 3 4 Tuncay C. ve Ekmekçi Ö. (2005) Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, Beta, s. 4. Mollamahmutoğlu H.,(2004) İş Hukuku, Turhan Kitabevi, s. 725. Demircioğlu M. ve Centel T., (2006) İş Hukuku, Beta, s. 154. Dizdar N. E., (2003) İş Güvenliği, Dilara Yayınevi, s. 110. 212 Leyla ÇAKICI GERÇEK başlarından itibaren oluşmaya başlamıştır.5 İş hukuku, XIX. Yüzyılda, Avrupa’daki kapitalist sanayinin gelişmesine paralel olarak doğup, gelişip, yayılmıştır.6 İş hukukunun tarihsel gelişimi dendiğinde ilk akla gelen kavram sanayi devrimidir. Sanayi devrimi ile hızla artan fabrikalarda çalışan işçi sayısı da aynı hızda artmıştır. İşveren, işçileri istediği ücretle ve istediği süre, en olumsuz koşullarda çalıştırmaya başlamıştır. Özellikle de, kadın ve çocuk işçilerin insanlık dışı davranışlara maruz kaldıkları bu dönemin sonunda, işçi artık kaybedeceği hiçbir şeyi kalmadığı için, toplu olarak örgütlenmek ve işi bırakma yolunu seçmiştir. Toplum içinde var olan sosyal huzursuzluk daha da büyüyerek bir sosyal patlama ortamına dönüştüğünde, devlet bu konuya el atmak zorunda kalmış ve işçi işveren ilişkisini yasal olarak düzenlemeye başlamıştır.7 İş bulmak zorunda olan işçi, üretim araçlarını elinde bulunduran, iktisadî gücü olan işverenin yanında çalışmak zorundadır. Bu durumda işveren işçiyi olumsuz koşullarda çalışmaya zorlayabilecektir. Bu dengesizlikten dolayı, iş hukuku “işçiyi koruma” amacına dayanmaktadır.8 İşçinin korunması ihtiyacından doğan İş Hukukunun içerisinde, işçinin sağlığını ve yaşamını doğrudan etkilediği için iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili düzenlemelerin ayrı bir önemi vardır. Tarihsel süreç içerisinde bilinen en eski kaynaklara örnek olarak şunları sayabiliriz;9 M.Ö. 370’de Yunanlı Hipokrat kurşunun zararlarından söz etmiştir. M.Ö. 254 – 184 yıllarında Romalı Plato, çalışma konumlarından doğan şekil bozukluklarından söz etmiştir. 28 – 79 yıllarında Romalı Pliny, toplu yerlerde maske kullanımı gerekliliğinden ve işçilerdeki varislerden söz etmiştir. Ülkemizde tarihsel süreç incelendiğinde, iş hukukuna ilişkin ilk önemli düzenlemenin Cumhuriyetin ilanından sonra çıkartılan, 1924 tarihli Hafta Tatili Yasası olduğu görülür. Bunun ardından 1926’da yürürlüğe giren Borçlar Yasası gelir. 1930 yılında Umumi Hıfzısıhha Yasası ve Belediyeler Yasası’nda da işçi ile ilgili düzenlemeler yer almış ve nihayet 1936’da ilk İş Yasası yürürlüğe konmuştur. Bundan sonra yürürlüğe giren belli başlı düzenlemeler şunlardır10: 1946’da, 4792 sayılı “İşçi Sigortaları Kurumu Yasası” çıkarılmış, 1950’de yürürlüğe giren, 81 Sayılı Uluslararası Çalışma Sözleşmesinin 9. maddesinin onanmasına dair 5690 sayılı yasa gereği, teknik elemanlarla ilgili yasal düzenleme yapılmış, 1950’de, 5502 sayılı “Hastalık ve Analık Sigortası Yasası” çıkarılmış, 1952’de 5953 sayılı “Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranların Arasındaki İlişkilerin Düzenlenmesi Hakkındaki Yasa” çıkarılmış, 5 6 7 8 9 10 Tunçomağ K. ve Centel T. (2005) İş Hukukunun Esasları, Beta, s. 14. Andaç F.(2001) Türk İş Hukuku, Yargı Yayınevi, s. 14. Şakar M. (2002) İş Hukuku Uygulaması, s. 6, 8. Demir F.(2006) Sorularla Bireysel İş Hukuku, Şen Matbaa, s. 7, 8. Yelekçi M.(2005) İşçi Sağlığı-İş Güvenliği-İş Emniyeti, s. 15. TMMOB Makine Mühendisleri Odası , “İş Güvenliği”, s. 15, 16. 213 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 1954’de 4772 sayılı “İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları Sigortası Yasası” çıkarılmış, 1954’de 6309 sayılı “Maden Yasası” çıkarılmış, 1957’de 6700 sayılı “İhtiyarlık Yasası” çıkarılmış, 12.01.1963 tarihinde, çeşitli illerde “İş Güvenliği Müfettişleri Grup Başkanlıkları” kurulmuş, 1963 tarihli 274 sayılı değişik 1983 tarihli 2821 “Sendikalar Yasası” çıkarılmış, 1963 tarihli 275 sayılı ve 1983 tarih ve 2822 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası” çıkarılmış, 1964’de tüm sigorta kollarını içeren 506 sayılı “Sosyal Sigortalar Yasası ” çıkarılmış, 1967’de “Deniz İş Yasası” çıkarılmış, 1971 tarihli 1475 sayılı eski “İş Yasası” çıkarılmıştır. 2. Genel Olarak İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatı 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri arasında sosyal hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Devlet, bu niteliğine uygun olarak iş hukuku alanında da işçiyi koruyucu düzenlemeler yapmak zorundadır. Anayasa’nın 17. maddesine göre, herkes yaşama hakkına sahiptir. Anayasa’nın 48. maddesinde, çalışma ve sözleşme hürriyeti düzenlenirken 49. maddesinde “Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” denilerek çalışma hakkı ve ödevi düzenlenmiştir. 50. maddede çalışma şartları ve dinlenme hakkı, 51. maddede sendika kurma hakkı, 55. maddede ücretle ilgili düzenlemeler yer almaktadır. 60. maddede herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yasal mevzuatı iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yasalar, tüzükler ve yönetmelikler ile bu konudaki uluslararası çalışmalar oluşturmaktadır. 4857 sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra 25370 sayılı ve 11.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan, “İş Ekipmanlarının Kullanımında Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği”, 25368 sayılı ve 09.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayımlanan, “Kişisel Koruyucu Donanım Yönetmeliği”, 25370 sayılı ve 11.02.2004 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, “Kişisel Koruyucu Donanımların İş yerlerinde Kullanılması Hakkında Yönetmelik” gibi kırktan fazla yönetmelik çıkarılmıştır.11Ancak, konu ile ilgili olan yasa, tüzük ve yönetmeliklerin kapsamı çok geniş olduğundan, bu çalışmada yasalar, tüzükler ve yönetmeliklerin hepsi sayılmamıştır. İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili belli başlı tüzükler, yönetmelikler ve tebliğler şunlardır:12 “İş Teftiş Tüzüğü” (28.08. 1979 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) 11 12 Uğur İ.( 2004) 4857 Sayılı İş Kanunu ve İlgili Yönetmelikler, Detam yayınları,. s. 113. http://www.bilgit.com/ 214 Leyla ÇAKICI GERÇEK “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü” (11.01.1974 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Maden ve Taş Ocakları İşletmelerinde ve Tünel Yapımında Alınacak İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Önlemlerine İlişkin Tüzük” (22.10.1984 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Parlayıcı Patlayıcı Tehlikeli ve Zararlı Maddelerle Çalışılan İşyerlerinde ve İşlerde Alınacak Tedbirler Hakkında Tüzük” (24.12.1973 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Radyasyon Güvenliği Tüzüğü” (07.09.1985 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü” (22.06.1972 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Yapı İşlerinde İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü” (12.09.1974 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “İş Sağlığı ve Güvenliğine İlişkin Risk Grupları Listesi” (13.04.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Kişisel Koruyucu Donanımlarla İlgili Uyumlaştırılmış Ulusal Standartlara Dair Tebliğ” (06.04.2007 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği” (16.06.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Asbestle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik” (26.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Tehlikeli Kimyasallar Yönetmeliği” (20.07.1993 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Balıkçı Gemilerinde Yapılan Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri hakkında Yönetmelik” ( 27.11.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Biyolojik Etkenlere Maruziyet Risklerinin Önlenmesi Hakkında Yönetmelik” (10.06.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Çalışanların İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitiminin Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” (07.04.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Çocuk ve Genç İşçilerin Çalıştırılma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” ( 06.04.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Ekranlı Araçlarla Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik” (23.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Geçici veya Belirli Süreli İşlerde İş Sağlığı ve Güvenliği Hakkında Yönetmelik” ( 15.05.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Gürültü Yönetmeliği” (23.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Güvenlik ve Sağlık İşaretleri Yönetmeliği” (23.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “İş Ekipmanlarının Kullanımında Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği” ( 11.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) 215 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 “İş Güvenliği ile Görevli Mühendis veya Teknik Elemanların Görev, Yetki ve Sorumlulukları ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” (20.01.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği” (09.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik” (07.04.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “İşyeri Bina ve Eklentilerinde Alınacak Sağlık ve Güvenlik Önlemlerine İlişkin Yönetmelik” (10.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “ İşyeri Sağlık Birimleri ve İşyeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” (16.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “ İşyerlerinde İşin Durdurulmasına veya Kapatılmasına Dair Yönetmelik” (05.03.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Kimyasal Maddelerle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik” (26.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Kişisel Koruyucu Donanımların İşyerlerinde Kullanılması Hakkında Yönetmelik” (11.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Patlayıcı Ortamların Tehlikelerinden Çalışanların Korunması Hakkında Yönetmelik” (26.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Sondajla Maden Çıkarılan İşletmelerde Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği” (22.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Tarım ve Ormandan Sayılan İşlerde Çalışanların Çalışma Koşullarına İlişkin Yönetmelik” (06.04.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Yapı İşlerinde Sağlık ve Güvenlik Yönetmeliği” (23.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Yeraltı ve Yerüstü Maden İşletmelerinde Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği” (21.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış.) “Titreşim Yönetmeliği” (23.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış) “Kimyasal Maddelerle Çalışmalarda Sağlık ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik”, (26.12.2003 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış) “İş yeri Bina ve Eklentilerinde Alınacak Sağlık ve Güvenlik Önlemlerine İlişkin Yönetmelik”, (10.02.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış) “Geçici veya Belirli Süreli İşlerde İş Sağlığı ve Güvenliği Hakkında Yönetmelik”, (15.05.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış) “İş yeri Kurma İzni ve İşletme Belgesi Alınması Hakkında Yönetmelik”, (17.12.2004 günlü Resmi Gazete’de yayınlanmış) İş Yasası’nın içeriğinin oluşmasında etkili olan Uluslararası düzenlemelerin önemi büyüktür. Avrupa Birliğine katılma çalışmaları sürecinde ve Uluslararası Çalışma Örgütünün 216 Leyla ÇAKICI GERÇEK (ILO) aldığı kararlar sonucunda yapılan düzenlemelerle, iş hukukunda olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Ülkemiz tarafından kabul edilen çok sayıdaki ILO sözleşmelerine örnek olarak 158 ve 161 sayılı sözleşmeleri gösterebiliriz. İş güvencesi ile ilgili 158 sayılı ILO sözleşmesi Türkiye tarafından 1994 yılında onaylanmış ve sözleşmenin ILO tarafından tescil işlemleri 4 Ocak 1995 yılında gerçekleşmiştir. İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili önemli düzenlemeler getiren 161 sayılı ILO sözleşmesi 2004 yılında Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.13 Ülkemizin onayladığı Uluslararası Çalışma Örgütü sözleşmelerinden iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili olanlardan bazıları şunlardır14: 102 Numaralı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında Sözleşme” (Resmi Gazete yayım tarihi ve sayısı 15.10.1974/15037) “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin 155 Sayılı Sözleşme” (Resmi Gazete yayım tarihi ve sayısı 13.01.2004/25345) 182 Numaralı “Kötü Şartlardaki Çocuk İşçiliğinin Yasaklanması ve Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Acil Önlemler Sözleşmesi” (Resmi Gazete yayım tarihi ve sayısı 27.06.2001/24445) 81 Numaralı Sözleşmesi “Sanayi ve Ticarette İş Teftişi Hakkındaki Milletlerarası Çalışma Sözleşmesi” (Resmi Gazete yayım tarihi ve sayısı 22.12.1950/17689) 3. İş Yasası’ndaki İş Sağlığı ve Güvenliği ile İlgili Yasal Düzenlemeler15 4857 sayılı İş Yasası 10.06.2003 günlü ve 25134 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yasa’nın 76 ilâ 90. maddeleri arasında “İş Sağlığı ve Güvenliği” konusu, on üç madde halinde düzenlenmiştir.16 MMO, Yasa’nın iş sağlığı ve güvenliği bölümünde, eski kanunda kullanılan “işçi sağlığı” ifadesi yerine, “iş sağlığı” ifadesinin kullanılmasını haklı olarak eleştirmiştir. İşlerin yapılmasında esas olan insan faktörünün yani işçinin adının çıkarılması doğru bulunmamıştır. 17 İş sağlığı ve güvenliği kamu düzenini ilgilendirdiği için, bu konunun düzenlendiği maddeler, mutlak emredici hukuk kuralı niteliğindedir.18 3.1. İşverenlerin ve İşçilerin Yükümlülükleri “İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri” başlıklı 77. maddeye göre, işveren; işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak; araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; iş yerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek; işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek; gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek ve işyerlerinde 13 14 15 16 17 18 Şardan S., (2003) İş Sağlığı ve Güvenliğinde Yeni Oluşumlar; Risk Değerlendirmesi ve OHSAS 18001, s. 11. http://www.ilo.org/public/turkish/region/eurpro/ankara/about/ilo_turkey.htm İş Yasası kapsamında yapılan incelemelerde, “İş Yasası’nın İş Sağlığı ve Güvenliği Boyutu” isimli poster çalışmamdan yararlanılmıştır. İş Yasası’ndaki düzenlemelerle ilgili bu bölümde “İş Yasası’nın İş Sağlığı ve Güvenliği Boyutu” isimli poster çalışmamdan yararlanılmıştır. TMMOB (2002) “İş Yasası Ön Tasarısı” Söyleşi Dizisi-I. Ankara, s. 99. Mollamahmutoğlu, age, s. 727. 217 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 meydana gelen iş kazasını ve tespit edilecek meslek hastalığını en geç iki iş günü içinde yazı ile ilgili bölge müdürlüğüne bildirmek zorundadır. Bu maddenin birinci fıkrasına göre işverenin alması gereken önlemlerin kapsamı oldukça geniş ve her iş yeri için değişkendir. İşveren, açıkça mevzuatta belirtilmemiş bile olsa, “bilim ve teknik gelişmelerin” gerektirdiği bütün önlemleri almak zorundadır.19 Yargı kararları ile desteklenen ve doktrinde de kabul gören bu yoruma göre, işveren, İş Yasası’nın bu düzenlemesi karşısında iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili her türlü önlemi almak zorundadır.20 İş sağlığı ve güvenliği konusunda yeterli eğitim ve bilinci olmayan işçilerin, alınan önlemlere uymakta ihmal göstermeleri mümkündür.21 “Yargıtay’a göre, işveren, sadece işin niteliğine uygun koruyucu malzeme vermekle yükümlü olmayıp, verilen malzemenin kullanılmasını sağlamak ve önlemlerin uygulanıp uygulanmadığını sürekli ve etkin bir biçimde denetlemekle yükümlüdür.” 22 Koruyucu malzemeyi kullanmayanları tespit ettiğinde, bu işçilere disiplin cezası verebilecektir. Yargıtay bir kararında, işçi eğitiminin kapsamının sadece mevzuat hükümlerinin aktarılması olmadığını, bu bilgilerin eylemli olarak aktarılıp, öneminin kavratılması, daha sonra önlemler alınarak denetlenmesi gerektiğini vurgulamıştır.23 Bir başka kararında da, işverenin “iş yerinde geniş anlamda doğmuş ve doğabilecek tüm tehlikeleri önlemek” zorunda olduğunu vurgulamıştır.24 İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili olarak düzenlenen yönetmekte de işverenin, işçilerin sağlığını ve güvenliklerini sağlayabilmeleri için gereken eğitim ve bilgiyi vermesi gerekliliği ayrıntıları ile düzenlenmiştir. İşçilerin işe başlamadan önce çeşitli olasılıklara göre geniş kapsamlı bir sağlık ve güvenlik eğitiminden geçirilmesi zorunluluğu öngörülmüştür. Eğitimin kapsam ve tekrarlanma sürelerine ilişkin düzenlemeler de yönetmelikte yer almaktadır. “İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmeliği” Aralık 2003 tarihinde, 25311 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş, ancak Danıştay 10. Dairesi (2004/1942 esasla gördüğü davada) 24.05.2004 günlü kararı ile böyle bir konunun öncelikle bir tüzükte düzenlenmesi gerektiği gerekçesi ile yürütmeyi durdurma kararı vermiştir. Bu durumda Yönetmelik yeniden düzenleninceye kadar eski “İşçi Sağlığı ve Güvenliği Tüzüğü” uygulanmaya devam edecektir.25 Yeni mevzuata göre düzenlenen “İş Sağlığı ve Güvenliği Tüzüğü” hazırlık çalışmaları sürmektedir. 07.04.2004 tarih ve 25426 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan “İş Sağlığı ve Güvenliği Eğitimlerinin Usul ve Esasları Hakkındaki Yönetmelik” ile işçilere verilecek eğitimin amacı ve kapsamı ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. “Asıl işveren-alt işveren” ilişkisi kurulan iş yerlerinde, alt işverene ait çalışanların eğitimlerinden asıl işveren, alt işverenle birlikte sorumlu olur. Geçici iş 19 20 21 22 23 24 25 Süzek, İş Hukuku, s.180’den aktaran, Mollamahmutoğlu, age, s. 729. Mollamahmutoğlu, age, s. 729. Günay İ. (2004) İş Hukuku Yeni İş Yasaları, Yetkin Yayınları, s. 26. Çelik N.(2006) İş Hukuku Dersleri, Beta Yayınları, s. 157. Çelik, age, s. 158. Esin A. (2004) Yeni Mevzuatın Işığında İş Sağlığı ve Güvenliği, Tasarım Baskı, s. 41. İncirlioğlu L. (2005) Yeni İş Hukuku Uygulaması, Legal Yayınları, s. 269. 218 Leyla ÇAKICI GERÇEK ilişkisi kurulan işveren, geçici iş ilişkisi ile çalışanlara gerekli eğitimi vermekle yükümlüdür.”26 İşçiler ise iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymak zorundadırlar. İşçi işverence alınan önlemlere uymazsa, işveren iş sözleşmesini haklı nedenle feshedebilecektir. Ancak işverenin sözleşmeyi feshedebilmesi için27; işçinin karşılaşabileceği tehlikeleri ve sonuçlarını belirlemiş olması; belirlediği risklere karşı koruyucu ve önleyici önlemleri alarak işçilere riskler hakkında bilgi ve eğitim vermiş ; işçilerin belirlenen risklerden korunabilmesi için gerekli yöntem ve şartları belirlemiş ve belirlenen yöntem ve şartlara uyulup uyulmadığını, denetlemiş olması gerekir. Bu konuda 1968 yılında verilmiş olan “ İşveren yalnız işçiyi iş yeri tehlikelerine karşı uyarmakla yükümlü bulunmamaktadır. Gerektiğinde işçiyi alınmış olan tedbirlere uymaya dahi zorlama ödevini taşımaktadır.” şeklindeki Yargıtay kararı hâlâ güncelliğini korumaktadır.28 Eski İş Yasası’ndaki düzenlemeden farklı olarak, işverenin önlem almak ve işçileri bilgilendirerek eğitmek görevinin kapsamı daha geniş tutularak, bu konuda herhangi bir sınırlama konulmamıştır. Yeni düzenlemeler ve Yargıtay kararları özellikle eğitimin üzerinde durmuştur. “Her türlü önlem” den bahsedilerek, işverenin yükümlülük alanı genişletilmiş, bilim ve teknolojide yaşanan gelişme ve değişmeleri izlemek ve iş yerinde henüz var olmayan ancak olma olasılığı bulunan riskleri belirleyerek, bu konularda işçileri bilgilendirmek ve gerekli önlemleri almak yükümlülüğü kapsamlı olarak düzenlenmiştir.29 Avrupa Birliği Yönergesinde de yer aldığı gibi, bu maddede iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili mevzuatın, iş yerinde çalışan çırak ve stajyerlere de uygulanacağı açıkça belirtilmiştir.30 3.2. İşin Durdurulması veya İş Yerinin Kapatılması İş Yasası’nın “İşin durdurulması veya iş yerinin kapatılması” başlıklı 79. maddesinde, hangi durumlarda, işin tamamen veya kısmen durdurulacağı ile iş yerinin kapatılacağı belirlenmiştir. Bir iş yerinin, tesis ve tertiplerinde, çalışma yöntem ve şekillerinde, makine ve cihazlarında, işçilerin yaşamı için tehlikeli olan bir husus tespit edildiğinde tehlike giderilinceye kadar tehlikenin niteliğine göre iş tamamen veya kısmen durdurulur veya iş yeri kapatılır. İş yerleri, iş sağlığı ve güvenliği bakımından denetlemeye yetkili iki müfettiş, bir işçi temsilcisi, bir işveren temsilcisi ve bölge müdüründen oluşan beş kişilik bir komisyon kararıyla kapatılır veya iş durdurulur. Bu durumlardan birisi nedeni ile işsiz kalan işçilere, işveren ücretlerini ödemeye veya ücret kaybı olmamak kaydı ile meslek veya durumlarına uygun başka bir iş vermekle yükümlüdür. İşveren, komisyon kararına karşı yerel iş mahkemesinde altı iş günü içinde dava açabilir. 26 27 28 29 30 İncirlioğlu L. (2006) Açıklamalı Yeni İş Kanunu, Legal Yayınları, s. 559. Esin A., age, s. 43, 45. Esin A., age, s. 46. Datassıst, “4857 Sayılı İş Kanunu”, s. 54. Günay İ. age, s. 27. 219 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 Bu madde hükmüne göre işin durdurulması veya iş yerinin kapatılması halinde, işveren işçilerin ücretlerini ödemekle veya ücretlerinde bir düşüklük olmamak kaydı ile meslek ve durumlarına uygun bir iş vermekle yükümlüdür. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından hazırlanarak 2004 yılında yürürlüğe giren “İş Yerlerinde İşin Durdurulması veya İş Yerlerinin Kapatılmasına Dair Yönetmelik” ile iş yerlerinde işçiler için tehlikeli olan tesis ve tertiplerin veya makine ve cihazların ne şekilde işletilmekten alıkonulacağı; bunların ne şekilde yeniden işletilmelerine izin verilebileceği; iş yerinin kapatılması ve açılması, işin durdurulmasına veya iş yerinin kapatılmasına karar verilinceye kadar acil hallerde alınacak önlemlere ilişkin hususlar ile komisyonda görev yapacak işçi ve işveren temsilcilerinin nitelikleri, seçimi, komisyonun çalışma şekil ve esasları ayrıntılı olarak düzenlenmiştir Eski 1475 sayılı İş Yasası’na ve buna dayalı olarak çıkarılan tüzüğe göre işin durdurulması veya iş yerinin kapatılması yaptırımı, ancak kurma izni ve işletme belgesine sahip iş yerlerine uygulanabilirdi. Yeni Yasa’da iş yeri tanımında böyle bir ayrımdan söz edilmemiştir. 3.3. İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu 80. madde, İş Yasası’na göre sanayiden sayılan, devamlı olarak en az elli işçi çalıştıran ve altı aydan fazla sürekli işlerin yapıldığı iş yerleri için “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu” oluşturma zorunluluğu getirmiştir. İşverenler, bu kurullarca alınan yasal kararlara uymak zorundadır. İş sağlığı ve güvenliği kurulunun nasıl oluşturulacağı ve yükümlülükleri yine Bakanlıkça hazırlanan “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları Hakkında Yönetmelik” ile düzenlenmiştir. Bu yönetmeliğin 5. maddesine göre, iş sağlığı ve güvenliği kurulları aşağıda belirtilen kişilerden oluşur; “a) İşveren veya işveren vekili, b) İş Yasası’nın 82. maddesi uyarınca iş güvenliği ile görevli mühendis veya teknik elemanı, c) İş Yasası’nın 81. maddesi uyarınca görevlendirilen iş yeri hekimi, d) İnsan kaynakları, personel, sosyal işler veya idari ve mali işleri yürütmekle görevli bir kişi, e) Varsa sivil savunma uzmanı, f) İş yerinde görevli formen, ustabaşı veya usta, g) 2821 sayılı Sendikalar Kanununun değişik 34. maddesi hükmü uyarınca iş yerinde bulunan sendika temsilcilerinin kendi aralarında seçecekleri kişi, iş yerinde sendika temsilcisi yoksa o iş yerindeki işçilerin yarıdan fazlasının katılacağı toplantıda açık oyla seçilecek işçi, h) Sağlık ve güvenlik işçi temsilcisi. Kurulun başkanı işveren veya işveren vekili, kurulun sekreteri ise bu maddenin (b) bendinde sözü edilen kişidir.” 220 Leyla ÇAKICI GERÇEK Yelekçi, kurulun etkili olarak çalışabilmesi için, sendika temsilcisinin çok iyi niteliklere sahip bir kişi olması gerektiğini özellikle vurgulamıştır.31 MMO, Ülkemizde meydana gelen iş kazalarının % 70’inin, elliden az işçi çalıştıran iş yerlerinde gerçekleşmesi nedeni ile maddedeki elli olan işçi sayısının azaltılması gerektiğini ifade etmiştir. Sayı düşürülemezse, çok küçük işletmelerde ortak organizasyona gidilerek “ortak iş sağlığı ve güvenliği kurulları” oluşturulmasını önermektedir. 32 3.4. İş Yeri Hekimleri İş Yasası’nın 81. maddesine göre devamlı olarak en az elli işçi çalıştıran işverenler, SSK tarafından sağlanan tedavi hizmetleri dışında kalan, işçilerin sağlık durumunun ve alınması gereken iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin sağlanması ve ilk yardım ve acil tedavi ile koruyucu sağlık hizmetlerini yürütmek üzere; iş yerindeki işçi sayısına ve işin tehlike derecesine göre bir veya daha fazla iş yeri hekimi çalıştırmak ve bir iş yeri sağlık birimi oluşturmakla yükümlüdür. En az elli işçi sayısının hesaplanmasında bağımsız bir iş yeri göz önüne alınacaktır. Aynı işverene ait birden fazla iş yerleri olduğunda, bütün iş yerlerinde çalışan işçi sayısı toplanarak hesaplama yapılamaz. Bakanlık, Sağlık Bakanlığı ve Türk Tabipleri Birliğinin görüşünü alarak, iş yeri hekimlerinin niteliklerini; sayısını; işe alınmalarını, görev, yetki ve sorumluluklarını; eğitimlerini; çalışma şartlarını ve görevlerini nasıl yürüteceklerini; iş yeri sağlık birimleri ile ilgili düzenlemeleri belirlemek üzere “İş Yeri Sağlık Birimleri ve İş Yeri Hekimlerinin Görevleri ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmeliği” hazırlamıştır. Bu yönetmeliğe göre, iş yeri sağlık birimi, en az bir iş yeri hekimi ile en az bir iş yeri hemşiresi veya sağlık memurundan oluşur. İş yerinde çalıştırılacak iş yeri hekimi sayısı ise iş yerinin içinde yer aldığı risk grubuna ve iş yerinde çalışan işçi sayısına göre belirlenir. İş yeri hekimleri yönetmeliğin 22. ve 23. maddelerinde kapsamlı olarak sayılan, eğitmenlik, danışmanlık, ilk yardım, acil tedavi hizmetlerinin yürütülmesi gibi pek çok önemli görevleri yerine getirir. İlk yardım ve acil tedavi dışında kalan tedavi hizmetleri Sosyal Sigorta Kurumu tarafından yürütülecektir. İş yeri hekimleri özellikle, iş sağlığı ve güvenliği konusunda önleyici ve koruyucu faaliyetlerle uğraşacaktır. Çelik, iş yeri hekimliğinin, mevzuat ve uygulama açısından çalışma hayatının en sorunlu konularından birisi olduğu için, bu konunun yasada düzenlenmiş olmasını yerinde bulmuştur.33 MMO, Yönetmelikte iş yeri hemşirelerinin çalışma usul ve esaslarının tanımlanmamış olmasını eksik bulmuştur.34 Danıştay 10. Dairesi, Hemşireler Derneği tarafından açılan ve 2005/6257 Esas numarası ile görülen iptal davası sırasında, 18.10.2005 tarihinde, Yönetmeliğin 4. maddesinin son fıkrasında yer alan iş yeri hemşiresi ve sağlık memuru tanımlamaları ile 27, 28 ve 29. maddelerinin yürütmesinin durdurulmasına karar vermiştir.35 31 32 33 34 35 Yelekçi M., age, s. 53. TMMO-MMO, İş Sağlığı ve Güvenliği Oda Raporu, s. 9, 10. Çelik, age, s. 161. TMMO-MMO, İş Sağlığı ve Güvenliği Oda Raporu, s. 10. İnciroğlu, Açıklamalı Yeni İş Kanunu, s. 587. 221 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 Eski İş Yasası’nda iş yeri hekimliği açıkça düzenlenmemiş olmasına rağmen yeni yasa ile en az elli işçi çalıştıran işverenlere, işçilerin sağlık durumu ile iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin denetlenmesi için, iş yeri hekimi çalıştırma ve iş yeri sağlık birimi oluşturma zorunluluğu getirilmiştir. Ayrıca Yönetmelikteki düzenleme ile iş yeri sağlık birimleri, iş yeri hemşiresi ile iş yeri sağlık memuru kavramlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğe göre, iş yeri hekimlerinin sertifikaları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından verilecektir. 3.5. İş Güvenliği ile Görevli Mühendis veya Teknik Elemanlar 82. maddeye göre, İş Yasası’na göre sanayiden sayılan, devamlı olarak en az elli işçi çalıştıran ve altı aydan fazla sürekli işlerin yapıldığı iş yerlerini çalıştıran işverenler; iş yerinin iş güvenliği önlemlerinin sağlanması, iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenmesi için alınacak tedbirlerin belirlenmesi ve belirlenen önlemlerin uygulanmasının izlenebilmesi için, iş yerindeki işçi sayısına, iş yerinin niteliğine, tehlikelilik derecesine göre, bir veya birden fazla mühendis veya teknik eleman görevlendirmek zorundadır. Bu madde gereği, 20.01.2004 günlü ve 25352 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, “İş Güvenliği ile Görevli Mühendis veya Teknik Elemanların Görev, Yetki ve Sorumlulukları ile Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” ile İş güvenliği ile görevli mühendis veya teknik elemanların; nitelikleri, sayısı; görev, yetki ve sorumlulukları; eğitimleri, çalışma şartları ve görevlerini nasıl yürütecekleri düzenlenmiştir. Ancak, Türk Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği, yönetmeliğin 4, 5, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16 ve 17. maddelerinin, İş Yasası’na aykırı olduğu iddiası ile dava açmıştır. Danıştay 10. Dairesi, 2004/6075 Esas, 2006/2159 Karar numaralı ve 28.03.2006 günlü kararı ile bu yönetmeliğin 4. maddedeki “iş güvenliği uzmanı” tanımı ile 5, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15 ve 16. maddelerinin iptaline karar vermiştir. Aynı yönetmeliğe, görevleri gereği iş yerinde, her türlü olumsuz koşullara katlanan ve sırasında iş kazalarında sorumluluk yüklenen mühendislerin, iş sağlığı ve güvenliği çalışmalarında “yetkili ve belirleyici” olmaları gerektiği şeklinde yapılmış başka eleştiriler de yöneltilmiştir.36 MMO, 82. maddenin başlığının “iş güvenliği ile görevli sertifikalı mühendisler” şeklinde olması gerektiğini belirterek teknik eleman ifadesinin çıkarılmasını önermiştir. MMO’na göre maddede, görevlendirilecek mühendislerin eğitim, belgelendirilme ve denetlenme işlemlerinin meslek odaları tarafından yapılması gereği belirtilmeli, elli olan işçi sayısı da otuza düşürülmelidir.37 3.6. İşçilerin Hakları İş Yasası’nın 83. maddesine göre, iş yerinde işçi, iş sağlığı ve güvenliği açısından sağlığını bozacak veya vücut bütünlüğünü tehlikeye sokacak, yakın, acil ve hayatî bir tehlike ile karşı karşıya kaldığında, iş sağlığı ve güvenliği kuruluna 36 37 Çakar Y., vd, (2005) “İş Güvenliği Mühendisliği Uygulamasında Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, Bildiriler Kitabı, s. 12. TMMOB, “İş Yasası Ön Tasarısı”, s. 100. 222 Leyla ÇAKICI GERÇEK başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini isteyebilir. İş sağlığı ve güvenliği kurulunun bulunmadığı iş yerlerinde bu talep, işveren veya işveren vekiline yapılır. İşveren veya işveren vekili bu talebi yazılı olarak cevaplamak zorundadır. İş sağlığı ve güvenliği kuruluna başvuru üzerine; Kurul aynı gün acilen toplanarak kararını verir. Durumu tutanakla tespit eder. Alınan karar işçiye yazılı olarak bildirilir. Kurulun işçinin talebi yönünde karar vermesi halinde işçi, gerekli iş sağlığı ve güvenliği tedbiri alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. İşçinin çalışmadığı dönem için ücreti ve diğer hakları saklıdır. İş sağlığı ve güvenliği kurulunun kararına ve işçinin talebine rağmen gerekli tedbirin alınmadığı iş yerlerinde işçiler altı iş günü içinde, iş sözleşmesini haklı olarak derhal feshedebilir. İş Yasası’nın 79. maddesine göre iş yerinde işin durdurulması veya iş yerinin kapatılması durumunda, bu hükümler uygulanmaz. İşçinin çalışmaktan kaçınabilmesi için gereken şartları kısaca şöyle özetleyebiliriz; Yakın, acil ve hayatî bir tehlikenin varlığı, Yakın, acil ve hayatî bir tehlikenin varlığının; iş sağlığı ve güvenliği kurulu tarafından tespit edilmiş olması, Tespit edilen tehlikeyi ortadan kaldıracak önlemin alınmamış olması, İş yerinde işin durdurulmamış veya iş yerinin kapatılmamış olması gerekir. Kanunda açıkça belirtilmemiş olmasına rağmen, işçinin, işveren veya vekiline başvurusu üzerine talebi doğrultusunda karar verilmesi durumunda da gerekli iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınma hakkının olması gerekir. Doktrinde bu yönde yapılmış yorumlar vardır.38 Demircioğlu ve Centel, işçinin, işveren veya vekiline başvurusu üzerine gerekli önlemi almayan işverene karşı sadece iş sözleşmesini haklı olarak feshedebileceğini düşünmektedir.39 Çelik ise, işçinin hem çalışmaktan kaçınma hakkını hem de sözleşmeyi feshetme hakkını kullanabilmesi için, iş sağlığı ve güvenliği kurul kararına ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.40 Çil, işveren veya işveren vekilinin başvuru üzerine verdiği tespit yazısında tehlike ve alınacak önlemlerden söz edilmiş ise, işçinin bu önlemler alınıncaya kadar iş yapmaktan kaçınma hakkının varlığının maddenin gerekçesinden açıkça anlaşıldığını ifade etmiştir.41 İş sağlığı ve güvenliği kurulunun, işverenin veya işveren vekilinin işçinin istemini reddetmesi durumunda ise, işçi yetkili makamlara başvurabilecektir. İş müfettişleri tarafından iş yerinde yapılacak inceleme sonucunda, işçinin istemi haklı bulunursa, yine işçi işini yapmaktan kaçınabilecektir. İş müfettişlerinin böyle bir başvuru olmaksızın yaptıkları herhangi bir denetim sırasında iş yerinde 83. maddede 38 39 40 41 Mollamahmutoğlu, age, s. 732. Demircioğlu ve Centel, age, s. 160. Çelik, age, s. 160. Çil Ş. (2004) 4857 Sayılı İş Kanunu Şerhi, Turhan Kitabevi, s. 1394. 223 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 belirtilen koşulların varlığını tespit ederlerse, bunu öğrenen işçinin yine işini yapmaktan kaçınma hakkı olmalıdır. Bazı ülkelerde işçinin bu tür bir tehlikeye maruz kaldığını düşünmesine yol açan haklı nedenler olduğunda, bir karara gerek kalmaksızın işini yapmaktan kaçınmasına yasal olanak sağlanmıştır.42 Bizim hukukumuzda da bu tür bir olanağın sağlanması ile pek çok iş kazasının önüne geçilebilecektir. Eski İş Yasası’nda olmayan bu madde ile işçinin hakları daha kapsamlı olarak belirlenmiştir. Ancak, işçinin iş yapmaktan kaçınma hallerinin maddede daha açık ve kapsamlı olarak düzenlenmesi ile doktrindeki yorum farklılıklarının önüne geçilerek, uygulamada kolaylık sağlanabilirdi. 3.6. Ağır ve Tehlikeli İşler 85. madde ile on altı yaşını bitirmemiş genç işçilerle çocukların, ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılması yasaklanmıştır. On altı ilâ on sekiz yaş arasındaki gençlerin hangi koşullarda ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacağı, 25494 sayılı ve 16 Haziran 2004 günlü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Ağır ve Tehlikeli İşler Yönetmeliği” ile belirlenmiştir. MMO, İş Yasası yürürlüğe girmeden önce, bu maddede belirtilen yaşın yirmi olması ve ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacakların “fizyolojik, anatomik ve ortopedik yönden işe uygun olup olmadıkları konusunda Tabipler Odasının da görüşünün” alınması gerektiği şeklinde önerilerde bulunmuştur.43 Ayrıca, 86. maddeye göre, ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçilerin, işe girişinde veya işin devamı süresince; bedence bu işlere elverişli ve dayanıklı olduklarını belirten doktor raporu olmadıkça, işe alınmaları veya işte çalıştırılmaları yasaktır. En az yılda bir kere bu rapor alınmak zorundadır. 87. madde, on dört ilâ on sekiz yaş arası işçilerin işe alınmaları sırasında ve işi sürdürürken altı aylık dönemlerde almak zorunda oldukları sağlık raporuna ilişkin düzenlemeler içermektedir. Eski yasada on üç olan yaş, bu madde ile on dörde çıkarılmıştır. İş Yasası’ndaki bu ana başlıkların daha ayrıntılı düzenlemelerini içeren “İş Sağlığı ve Güvenliği Tüzük Taslağı” çalışmaları devam etmektedir. Burada işçi ve işverenin, iş sağlığı ve güvenliği açısından yerine getirmek zorunda olduğu kurallar belirlenmiştir. Yönetmelik iptal edildiği için şu anda yürürlükte olan “İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü”nde de yine iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili ayrıntılı düzenlemeler yer almaktadır. Sonuç Yapılan araştırmalara göre, dünya genelinde her üç dakikada bir işçi44; her yıl 1.2 milyon işçi iş kazası veya meslek hastalığı yüzünden yaşamını yitirmekte, 250 milyon işçi iş kazasına maruz kalmaktadır.45 Bu rakamlara kayıt dışı çalışanların 42 43 44 45 Mollamahmutoğlu, age, s. 732. TMMOB “İş Yasası Ön Tasarısı” Söyleşi Dizisi, s. 100. Kuru O. (2000) İş Sağlığı ve Güvenliğinde Yeni Oluşumlar, İşveren Dergisi, Mayıs, http://www.isggm.gov.tr/arsiv/haberler/sskistatistik2005.asp http://www.isggm.gov.tr/arsiv/haberler/sskistatistik2005.asp 224 Leyla ÇAKICI GERÇEK uğradığı kazalarla, bildirilmeyen diğer kazalar da eklendiğinde çıkan sonuç çok ürkütücüdür. ILO kayıtlarına göre, “ülkemizde sigortalı her bir işçinin iş kazası sebebiyle ölüm riski ortalama 0.5 iken Avrupa’da bu oran 0.1’dir.”46 Yapılan araştırmalar, Ülkemizde her 6 dakikada bir iş kazasının meydana geldiğini ve her 6 saatte de bir işçinin yaşamını yitirmekte olduğunu göstermektedir. “İş Kazaları istatistiklerinde Avrupa'da ilk sırayı, dünyada ise 3. sırayı almaktayız. Yapılan Araştırmalarda iş kazalarının % 50 sinin kolaylıkla önlenebilecek kazalar olduğu, % 48 inin sistemli bir çalışma ile önlenebileceği, % 2 sinin ise önlenemeyeceğini ortaya çıkmıştır”.47 Yeni İş Yasası ile iş sağlığı ve güvenliği konusuna bakış açısı da bir değişim göstermiştir. Arseven’e göre, yeni İş Yasası’na dayalı olarak çıkarılan yönetmeliklerde temel amaç “işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği açısından sürekli iyileştirme” olmuştur.48 Bakanlar Kurulunun ,”Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programının Uygulanması, Koordinasyonu ve İzlenmesine Dair” almış olduğu karar doğrultusunda, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı iş sağlığı ve güvenliği konusunda Avrupa Birliği Direktifleri uyumu için gerekli çalışmaları başlatmış ve çok sayıdaki yönetmeliğin mevzuata girmesine olanak sağlamıştır.49 İş sağlığı ve güvenliğini tehdit eden olayların her geçen gün değişik şekillerde karşımıza çıkması nedeni ile bu tehditleri önleyici çalışmaların da değişerek sürekli gelişmesi gerekmektedir. Dolayısıyla şu anda genel hatlarını çizdiğimiz yasal düzenlemeler, zaman içinde sürekli bir değişim ve gelişim içinde olacaktır. Yeni teknolojik gelişimler, uluslararası sözleşmeler ve Avrupa Birliğine uyum çalışmaları bu değişim ve gelişimi zorunlu kılmaktadır. Yapılacak yasal düzenlemelerde, çalışmamızda da zaman zaman yer verdiğimiz doktrindeki görüş ve eleştirilerle, meslek odalarının görüş ve eleştirilerinin de göz önünde tutulması, yasal düzenlemelerin daha etkili olmasına katkı sağlayacaktır. Çalışmamızda ana hatlarını çizdiğimiz kanun, tüzük ve yönetmeliklerle, uluslararası anlaşmaların varlığına rağmen iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili mevzuat Ülkemizde çalışan tüm işçilere uygulanamamaktadır. Kanımızca bu durumun en önemli sorumlusu işsizliğin varlığıdır. İşsizlik önlenmediği ve çoğaldığı ölçüde işçiler en kötü koşullardaki işlerde çalışmaya razı olacaktır. Bunun anlamı ise işçilerin çoğunun kayıt dışı çalışacağıdır. Kayıt dışı çalışılan işyerleri de her türlü denetimden uzak olduğu için saydığımız yasal düzenlemelerin, bu işyerlerinde uygulanma şansı olmayacaktır. Dolayısıyla çok sayıdaki işçi, iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınmadığı ortamlarda çalışmaya devam edecektir. Bu nedenle iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili mevzuat ne kadar iyi düzenlemelerden oluşsa da Ülkenin tüm çalışanlarına uygulanmadığında ve uygulama yeterince denetlenmediğinde anlamını yitirmektedir. Bizce, Ülkenin ekonomik politikası ile iş sağlığı ve güvenliği çalışmalarının çok yakın bir ilişkisi 46 47 48 49 http://enm.blogcu.com/4559607/ İyibozkurt A. http://www.isguv.com/ Arseven F. (2004) “Yeni İş Kanununun İş Sağlığı ve Güvenliği Yaklaşımı” İşveren Dergisi, Nisan. Batur E. (2004) “ İş Sağlığı ve Güvenliğinde Gelişmeler” İşveren Dergisi, Nisan. 225 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 211 – 227 bulunmaktadır. Bu nedenle, iş sağlığı ve güvenliği konusunda yapılan çalışmaların bir bölümünün “işsizliğin ve kayıt dışı çalışmanın önlenmesi” oluşturmalıdır. Bu gereklilikleri Fişek’in kayıt dışı çalıştırılan bir işyerinde meydana gelen patlamada ölen kayıtsız işçilerle ilgili “Çalışanlar, başka iş bulamadıkları için bu olumsuz koşullara ve sigortasız çalıştırılmaya razı olmuşlardı. Bu bize, işsizlik olgusunun yüksek olduğu ülkelerde, işçi sağlığı iş güvenliğini sağlamanın ne kadar güç olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü ne kadar olumsuz çalışma koşulları olursa olsun, buna razı olarak çalışacak birçok kişi bulunabiliyor. Bu da bilinçsiz işverenleri, önlem almaktan para harcamaktan caydırıyor” şeklindeki sözleri de gayet güzel açıklamaktadır.50 Ayrıca, iş yeri hekimi, iş sağlığı mühendisi bulundurma ve iş sağlığı ve güvenliği kurulu oluşturma gibi yükümlülükler elli işçi veya elliden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde zorunlu tutulduğundan, iş kazasının daha çok görüldüğü küçük işyerlerinde bu boşluğu dolduracak iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yasal düzenlemelerin de yapılması gerekmektedir. Kaynaklar Andaç F., Türk İş Hukuku, Yargı Yayınevi, 2001. Arseven F. (2004) “Yeni İş Kanununun İş Sağlığı ve Güvenliği Yaklaşımı” İşveren Dergisi, Nisan http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=933&id=54 Erişim Tarihi: 11.03.2008 Batur E. (2004) “İş Sağlığı ve Güvenliğinde Gelişmeler”, İşveren Dergisi, Nisan, http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=933&id=54 Erişim Tarihi: 11.03.2008 Çakar Y. ve İlhan N., Tekin B., Yılmaz G., “İş Güvenliği Mühendisliği Uygulamasında Sorunlar ve Çözüm Önerileri”, III. İş Sağlığı ve Güvenliği Kongresi Bildiriler Kitabı, Kardelen Ofset, Yayın no: E/2005/368, 2005. Çelik N., İş Hukuku Dersleri, Beta Yayınları, 2006 Çil Ş., 4857 Sayılı İş Kanunu Şerhi, Turhan Kitabevi Yayınları, 2004. Demircioğlu M. ve Centel T., İş Hukuku, Beta Yayınları, 2006. Demir F., Sorularla Bireysel İş Hukuku, Şen Matbaa, 2006. Dizdar N. E., İş Güvenliği, Dilara Yayınevi, 2003. Esin A., Yeni Mevzuatın Işığında İş Sağlığı ve Güvenliği, Tasarım Baskı, Yayın No: MMO/2004/363, 2004. Fişek Gürhan A., “İş Kazası Sayılmaz” Erişim Tarihi: 14.03.2008 http://www.isguvenligi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1012&Item id=32 Günay İ., İş Hukuku Yeni İş Yasaları, Yetkin Yayınları, 2004. Kuru O., http://www.tisk.org.tr/isveren_sayfa.asp?yazi_id=88&id=6, Erişim Tarihi: 05.03.2008. 50 Fişek Gürhan A. “İş Kazası Sayılmaz” http://www.isguvenligi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1012&Itemid=32 226 Leyla ÇAKICI GERÇEK Mollamahmutoğlu H., İş Hukuku, Turhan Kitabevi, 2004. Şakar M., İş Hukuku Uygulaması, Beta Basım A.Ş., 2002. Şardan S., İş Sağlığı ve Güvenliğinde Yeni Oluşumlar; Risk Değerlendirmesi ve OHSAS 18001, ÇİMSE- İŞ Yayınları, 2003. İncirlioğlu L, Sorulu-Cevaplı Yeni İş Hukuku Uygulaması, Legal Yayınları, 2005. İncirlioğlu L., Güncel Yargıtay Kararları Işığında Açıklamalı Yeni İş Kanunu, Legal Yayınları, 2006. İyibozkurt A. http://www.isguv.com/ Erişim tarihi: 15. 03. 2008. TMMOB Makine Mühendisleri Odası, “İş Yasası Ön Tasarısı”, Söyleşi Dizisi I., Yayın No: SD/2002/309, 2002. TMMOB Makine Mühendisleri Odası, İş Güvenliği, Yayın No: MMO/2003/294/2, Özkan Matbaacılık, 2003. TMMOB Makine Mühendisleri Odası, İş Sağlığı ve Güvenliği Oda Raporu, Yayın No: MMO/2006/420, 2006. Tuncay C. ve Ekmekçi Ö., Sosyal Güvenlik Hukuku Dersleri, Beta Yayınları, 2005. Tunçomağ K. ve Centel T., İş Hukukunun Esasları, Beta Basım A.Ş., 2005. Uğur İ. 4857 Sayılı İş Kanunu ve İlgili Yönetmelikler, Detam Yayınları, 2004. Yelekçi M., İşçi Sağlığı- İş Güvenliği- İş Emniyeti, Sanayide İş Kazaları ve Meslek Hastalıkları, Kendi Yayını, 2005. “4857 Sayılı İş Kanunu” ve 1475 Sayılı İş Kanunu’na Göre Getirdiği Değişiklikler” http://ynb.datassist.com.tr/link.htm, Erişim tarihi: 15. 03. 2008. http://www.bilgit.com/ , Erişim Tarihi: 01.03.2008. http://www.isggm.gov.tr/arsiv/haberler/sskistatistik2005.asp, Erişim Tarihi: 01.03.2008. http://enm.blogcu.com/4559607/, Erişim Tarihi: 11.03.2008. 227 XX. YÜZYILIN BAŞINDA İSTANBUL’DA YAYIMLANAN GAZETELER Ahmet KANKAL* Ahmet CİHAN** Özet /Abstract İstanbul, tarihi birikimi ve kültürel bakımdan oldukça zengin bir kenttir. Kent, geniş bir coğrafya ve pek çok uygarlığın etkisi altında kalmıştır. İstanbul’daki kültürel değerler sistemi, Roma ve Bizans, İslam ve Osmanlı medeniyeti gibi, geçmişin birikimlerinin farklı sosyal koşullarda yeniden tezahürüdür. İstanbul, inanç değerler açısından farklı dini-kültürel unsurları koruyup bir arada geliştirmiştir. Bu çalışma, XIX. yüzyılın sonu ile XX. yüzyılın başında Osmanlı toplumunda ortaya çıkan sosyal-kültürel ve demokratik gelişme temelli olarak basım-yayım kurumları ile gazetelerdeki sayısal artışa odaklanmaktadır. Çalışmada, gazetelerin yaygınlaşması, bu trendin başkaca hangi dinamiklerden kaynaklandığı ve etkileri tartışılmaktadır. Bu çalışma, 1896-1897 ve 1900-1901 yıllarındaki ulusal istatistikleri kullanarak, gazeteleri basıldığı dil, yayınlanma sıklığı ve imtiyaz sahipliği bakımından ele almaktadır. Yayımlanan gazeteler, 1896-1897 ve 1900-1901 yıllarındaki ulusal istatistikler kullanılarak, basıldığı dil, yayımlanma sıklığı ve imtiyaz sahipleri bakımından tartışılmaktadır. Anahtar Kelimeler: İstanbul, gazete, dil, kültür ve Osmanlı toplumu. THE NEWSPAPERS PRINTED IN ISTANBUL AT THE BEGINNING OF XXTH CENTURY Istanbul is a very rich city in terms of historical and cultural backgraund. The city in under the effect of a very large geographical area and much more civilisation. Today in İstanbul the system of cultural values in an appearance of the accumulation of its past, such as Byzantine and Rome, Islam and Otoman civilization. It has been spending a significant effort to protect and develoop the different cultural-religipus elements together. This work focuses on the rise of the number of the press-printing and newspapers, at the end of ninteen century and the beginning of twenty century due to social-cultural and democratic development. It is discussed that the relation the increase in the number of newapapers, questioned its reasons and effects. It is discussed that the printed newspapers in terms of press languages, printing tendency and the type of holding, used to make the national statistic of 1896-1897 and 1900-1901 basically. Key Words: Istanbul, newspaper, language and culture, Otoman society. Bu çalışma, belirli bir tarihte imparatorluk başkenti İstanbul’da çıkan gazeteler üzerinde genel bir değerlendirme yapmak üzere kaleme alınmıştır. İnceleme, basın * ** Prof. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. [email protected] Prof. Dr., Nevşehir Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü. [email protected] SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 tarihini ayrıntılı bir şekilde konu edinmediği gibi, İstanbul’da yayımlanan bütün gazeteleri de kapsamamaktadır. Çalışmada önce, 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901) yıllarında yayımlanan iki devlet salnamesindeki (umumi istatistikteki) veriler çerçevesinde XX. yüzyılın başında İstanbul’da çıkan gazeteler tespit edilerek tablo halinde verilmiş; daha sonra gazeteler, yayımlandığı dil, imtiyaz sahipleri, yayımlanma sıklığı bakımından gruplandırılarak özlüce bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Yayımlandığı Dil Bakımından İstanbul’da çıkan gazetelere bakıldığında, imparatorluğun çok dilli ve dinli, çok kültürlü yapısı hemen anlaşılmaktadır. Ancak bu, günümüzde bazılarının iddia ettiği gibi mozaik görümünde değildi. İstanbul’da 1314 (1896-1897)’de yayımlanan toplam 51 gazetenin 16 farklı dil kategorisinde olduğu, 1318 (1900-1901)’de ise toplam 49 gazetenin 13 ayrı dil grubunda çıktığı tespit edilmiştir. İstanbul’daki gazeteler genelde iki farklı dil grubunda yayımlanmaktadır denilebilir. Birincisi, imparatorluğun etnik terekkübünü temsil eden nüfusun dili, ikincisi ise Fransızca, Almanca, İtalyanca ve İngilizce gibi Batı dilleridir. Bu ikinci dil grubunda yayımlanan gazetelerin, İstanbul’da yaşayan Batılılar kadar yabancı dil bilen Osmanlı vatandaşlarına hitap ettiğini söylemek de mümkündür. Osmanlı imparatorluğunda yaşayan ve değişik etnik kökenden gelenler için Rumca, Ermenice, Bulgarca, Yahudice ve Sırpça gibi farklı dillerden gazeteler çıkarıldığı gibi, bunlardan Türkçe ile ortaklaşa yayımlananlar da bulunmaktadır. Ayrıca Rumca ve Ermenice harfli Türkçe gazetelerin yayımlandığı da gözlenmektedir. İmparatorluğun demografik yapısı içinde mühim bir Arap nüfus bulunmasına karşın, salt Arapça olarak çıkan bir gazete yoktur. Türkçe-Arapça olarak yayımlanan sadece bir gazete bulunmaktadır. Buna mukabil Doğu dil grubundan Farsça olarak bir gazetenin İstanbul’da çıkıyor olması oldukça anlamlıdır. Gerek Doğu dillerinden ve gerekse Avrupa dillerinden olsun İstanbul’da yayımlanan gazeteler, imparatorluk merkezinin dil ve kültür bakımından ne denli zengin bir nüfus yapısına sahip olduğunu açığa çıkarmaktadır. Ayrıca birçok gazetenin, Doğu veya Batı dil grubundan iki dilden, kimi durumda üç veya dört dilden ortak olarak çıkması, imparatorluğun etnik terekkübünü oluşturan ve farklı dilleri kullanan insanların bütünüyle kapalı cemaat yaşamı ve dini-sosyal örgütlenme yapısı içinde bulunmadıkları anlamına gelmektedir. Aksine bu gruplar arasında belirli bir geçişkenlik ve birbirine eklemlenmenin varlığından söz edilebilir. Dahası her bir grup ve cemaat yapısı içinde gözle görülür bir dikey ve yatay hareketliliğin varlığı da kabul edilebilir. Yayımlandığı dil bakımından İstanbul’da çıkan gazetelere bakıldığında, 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901) yılında toplam sayının dillere göre dağılımında belirgin bir fark ortaya çıkmamaktadır. Tamamen Türkçe olarak çıkan 15 gazetenin toplam sayı içindeki payı 1314 (1896-1897)’de %28 iken, 1318 (1900-1901)’de Türkçe çıkanlar toplam 49 gazetenin %32’sine tekabül etmektedir. Ayrıca kısmen Türkçe yayımlananlar ise (Arapça-Türkçe %2, Türkçe-Fransızca %4, Türkçe, Ermenice, Rumca ve Fransızca %2) genel sayının %8’ini teşkil etmektedir. 230 Ahmet KANKAL – Ahmet CİHAN Türkçe dışında ikinci en büyük grubu Ermenice çıkan gazeteler oluşturmaktadır. Ermenice gazeteler, 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901)’de toplam sayı içinde %14’lük bir yekûn oluşturmaktadır. Rumca çıkan gazeteler 1314 (1896-1897)’de %12’lik bir orana sahipken, 1318 (1900-1901)’de %10’a gerilemiş gözükmektedir. Sadece Fransızca olarak çıkan gazetelerin genel sayı içindeki oranı 1314 (18961897) ve 1318 (1900-1901)’de %6’dır. Fransızca-İngilizce yayımlanan gazeteler sözü edilen tarihlerde değişmemiş olup, iki tanedir. Ayrıca 1318 (1900-1901)’de FransızcaRumca olarak çıkan tek bir gazete bulunmaktadır. Ermeni harfli Türkçe gazete sayısı 1314 (1896-1897)’de üç iken, 1318 (19001901)’de dörde yükselmiştir. 1314 (1896-1897)’de iki olan Rumca harfli Türkçe gazete sayısı 1318 (1900-1901)’de bire düşmüştür. Bütün bu göstergelerin arz-talep dengesi yanında, grupların hem demografik durumlarına hem de imparatorluk içindeki nüfuzlarına işaret ettiği söylenebilir. Diğer yandan, beş ayrı gazete iki dilli olarak çıkmaktadır. Dört dille yayımlanan tek gazete vardır, o da bir tür reklâm gazetesi olan “Mecmua-ı İlâmât” adlı gazetedir. Yayımlanma Sıklığı Bakımından Yayımlanma sıklığı bakımından 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901) yılındaki verilerde önemli bir fark ortaya çıkmaktadır. 1314 (1896-1897) yılında toplam 51 gazetenin %26’sına karşılık gelen 14 gazete haftada sadece bir defa yayımlanmaktadır. Pazar dışında her gün çıkan 12 gazete, toplam sayının %24’ünü teşkil etmekte olup, en büyük ikinci dilimi oluşturmaktadır. On beş günde bir yayımlanan gazeteler (7 tane) ise genel sayının %14’ünü meydana getirmektedir. Bunu, haftada iki defa yayımlanan gazeteler (6 tane) izlemektedir ki, bunlar da toplam rakamın %12’sini teşkil etmektedir. Diğer yandan, her gün yayımlanan gazete sadece beş tanedir. Bu rakam, genel sayının %10’unu oluşturmaktadır. Haftada üç gün/defa yayımlanan dört gazete toplam sayının %8’ini teşkil ederken; ayda bir yayımlananlar ise genel rakam içinde %6’lık bir paya sahiptir. 1318 (1900-1901)’de her gün çıkan gazeteler (15 adet) İstanbul’da yayımlanan toplam 49 gazetenin %32’sini oluşturmaktadır. Böylece 1314 (1896-1897)’de her gün yayımlanan gazetelerin toplam sayı içindeki oranı sadece %10 iken, 1318 (19001901)’de üç kattan daha fazla artarak %32’ye çıkmıştır. Bununla birlikte, 1318 (19001901)’de toplam gazete sayısı içinde ikinci en büyük dilimi haftada bir defa yayımlananlar oluşturmaktadır. Bu gruptakiler, on bir gazete ile toplam sayının %22’sini meydana getirmektedir. Bunu, dokuz ile toplam sayının %18’ini teşkil eden ve on beş günde bir yayımlanan gazeteler izlemektedir. Pazar dışında her gün çıkanlar (7 adet) %14’lük bir paya sahiptir. Haftada iki defa çıkan gazeteler, genel sayı içinde %6’lık bir yekûn teşkil etmektedir. Ayrıca haftada iki, ayda bir ve iki defa yayımlanan gazeteler toplam sayı içinde sadece %2’şerlik bir oran meydana getirmektedir. Gazete imtiyaz sahipleri XX. yüzyılın başında İstanbul’da yayımlanan gazetelerin büyük çoğunluğunun gayrimüslimler tarafından çıkarıldığını söylemek mümkündür. Bu durum, imparatorluk 231 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 merkezi olan İstanbul’da gayrimüslimler arasında okuma-yazma oranı başta olmak üzere, eğitim-öğretime katılma süresi, genel kültür ile iktisadi gelişmişlik düzeyinin Müslümanlara nazaran çok daha yüksek olduğunu kanıtlayan bir veri olarak kabul edilebilir. Gazeteleri imtiyaz sahipliğine göre gruplandırmak istediğimizde, 1314 (18961897) ve 1318 (1900-1901) yıllarında belirgin bir farklılaşma olmadığı gözlemlenmektedir. 1314 (1896-1897)’de toplam 51 gazetenin %14’üne tekabül eden yedi gazete resmi kurumlarca çıkarılırken, bu rakam 1318 (1900-1901)’de sekiz gazete ile %16’ya yükselmiştir. Müslüman bireyler tarafından çıkarılan gazeteler 1314 (18961897)’de 8 gazete ile toplam sayı içinde %16’lık bir paya sahipken, 1318 (19001901)’de gazete sayısı dokuza çıkmış, ancak yayımlanan toplam 49 gazete içindeki payı değişmemiştir. Aynı şekilde gayrimüslim bireylerin çıkarmış olduğu gazeteler 1314 (1896-1897)’de otuz beş olup toplam sayının %68’ini teşkil ederken, bu rakam 1318 (1900-1901)’de otuz iki gazete ile %66’ya gerilemiş gözükmektedir. Patrikhane tarafından çıkarılan gazete her iki tarihte de tek olarak kayıtlara geçmiş durumdadır. Başkaca Özellikleri Bakımından 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901) yılındaki verilere bakıldığında, sadece birinin, o da Rumca yayımlanan “Vizantis” isimli gazetenin imtiyaz sahibinin Madam Eleni isimli bir kadın tarafından çıkarıldığı görülmektedir. Resmi ve kamu tüzel kişiliğine ait olanlar dışındaki diğer bütün gazeteler erkekler tarafından yönetilmekte ve çıkarılmaktadır. Diğer yandan, resimli gazete sayısı oldukça azdır. 1314 (1896-1897) yılı verilerine göre sadece dört gazetenin resimli (musavver) olarak çıktığı anlaşılmaktadır. Resmi kurumlar tarafından yayımlanan gazetelerin belirli bir mesleğe yönelik genel bilgi verme ya da uzmanlara yönelik çıkarılmış olma ihtimali yüksektir. Bunlar genelde askeri, tıp, ziraat, bayındırlık ve hukuk gibi alanları kapsamaktadır. Bunların dışında “Hanımlara Mahsus” ve “Çocuklara Mahsus” özel gazetelerin hazırlanmış olduğunu tespit etmek mümkündür. Ayrıca, genelde “haber”, “fikir ve ideoloji” gazeteciliği denilebilecek bir yayın anlayışının baskın olduğu öne sürülebilir. Ermenice yayımlanan “Avarelik” adlı gazete, daha çok eğlence ve kültürü ön plana çıkarmaktadır. Benzeri konular üzerine odaklanan başkaca gazetelerin bulunduğu düşünülmektedir. Sonuç Yerine Sonuç olarak 1314 (1896-1897) ve 1318 (1900-1901) yıllarında imparatorluk başkentinde 51 ve 49 gazetenin yayımlanıyor oluşu hem Osmanlı matbuatının gelişimi açısından hem de Osmanlı tebaasının dünyadaki gelişmeleri takip etmeleri ve genel kültürlerini geliştirmeleri bakımından olumlu bir durumdur. Az veya çok toplumun hemen her kesimine (din-ırk-meslek ve cinsiyet bakımından) hitap eden gazetelerin bulunuşu olumlu bir diğer gelişmedir. Yayımlanan gazeteler içerisinde dil bakımından en büyük grubu Türkçe olanların oluşturması normaldir, çünkü Türkçe sadece Türklere hitap eden bir dil olmayıp o dönemde gerek devletle ve bürokrasiyle gerekse ticaret açısından toplumun hatırı sayılır kısmını oluşturan Müslümanlarla iletişim kurmanın 232 Ahmet KANKAL – Ahmet CİHAN aracı olarak bütün etnik unsurların bildiği ve konuştuğu bir imparatorluk dilidir. O dönemde İstanbul’da yaşayan veya bir sebeple bulunan Avrupalı devlet adamı ya da tüccara hitap edecek yeteri kadar gazete bulunduğu anlaşılmaktadır. Ancak tek başına Arapça yayımlanan bir gazetenin bulunmaması imparatorluk başkentinde yeterince Arap tebaa veya tüccar bulunmamasına ne derece işaret eder burası tartışılabilir. Buna mukabil Farsça bir gazetenin yayımlanıyor oluşu dikkate değerdir. Arapçanın daha çok dini içerikli metinlerin yayımlanmasında tercih edilmesine karşılık, Farsçanın edebi yönü yanında uluslararası ilişkiler ve siyaset açısından ön plana çıktığı düşünülebilir. Türkçenin yanında diğer en büyük grubu Ermenice yayımlanan gazeteler oluşturmaktadır. Bu durum muhtemelen imparatorluk başkentinde Rumların eski durumlarına nazaran gözden düşmesi ve onların yerini Ermeni tebaanın doldurmasıyla alakalıdır. Türkçe ibareli Ermeni harfli gazeteler de dikkate alındığında bu durum açıkça kendisini göstermektedir. Diğer yandan bu görüntünün, Ermenilerin, Türk kültürüne ve diline Rumlardan çok daha yakın durduğuna bir işaret olduğu iddia edilebilir. Yunanlılar, Sırplar ve Bulgarlar milli devletlerini kurmuş olmalarına rağmen, söz konusu milletlere mensup olanların veya aynı etnik kökenden olan imparatorluk başkentinde yaşayan Osmanlı vatandaşlarının durumu çok fazla değişmemiştir. Gazetelerin yayımlandığı dile göre tasnifine bakıldığında, imparatorluk başkentinde, İngilizlerin aksine Fransızların daha etkin olduklarına ilişkin bir görüntü ortaya çıkmaktadır. Alman, İngiliz ve İtalyanların durumu birbirlerine yakındır. Osmanlı toplumundaki erkek egemen kültür nedeniyle, kamu kurumları tarafından çıkarılanlar bir tarafta tutulacak olursa, gazeteler, biri dışında tamamen erkekler tarafından yönetilmektedir. Geleneksel toplum yapısının giderek değişmeye başladığı XIX.. yüzyılın sonlarında, toplumda örgütlenme ve bilinçlenme çabalarının Müslüman gruplardan daha ziyade gayrimüslimler tarafından çok daha önce başlatılmış olduğu açıktır. Ayrıca, Ermenice gazetelerin sayısında görülen artış da bu dönemde Ermeni milliyetçilik hareketlerinin basın-yayım alanındaki bir yansıması olarak kabul edilebilir. 233 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 SBArD Tablo-1: 1896-1897 Yılında İstanbul’da Yayımlanan Gazeteler 1896-1897 YILINDA İSTANBUL’DA YAYIMLANANAN GAZETELER Sıra No 1 2 3 4 (Kaynak: 1314 (1896-1897) Yılı Devlet Salnamesi, s. 984-987) Gazetenin Adı Yayımlandığı Dil İmtiyaz Sahibi Kaç Günde Bir Basıldığı Türkçe Türkçe Türkçe Türkçe Resmi Resmi Resmi Resmi Haftada 1 defa 15 günde 1 defa 15 günde 1 defa 15 günde 1 defa Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Türkçe Resmi Ayda 1 defa Türkçe-Fransızca Heyet-i Tıbbiye Tarafından Ayda 1 defa 9 10 11 Ceride-i Askeriye Ceride-i Bahriye Ceride-i Mehakim Vekayi-i Tıbbiye-i Askeriye Mecmua-i Umur-ı Nafia ve Ziraat Mecmua-i Fünun-ı Bahriye Ceride-i Emakinü'sSıhha Dersaadet Ticaret Odası Gazetesi Tarik Tercüman-ı Hakikat Saadet 12 13 Sabah İkdam Türkçe Türkçe 14 15 Servet Servet-i Fünun (Musavver) Hanımlara Mahsus Gazete (Musavver) Türkçe Türkçe Türkçe 18 Resimli Gazete (Musavver) Hukuk 19 20 Ahter İstanbul Farsça Fransızca 21 22 23 Monitör Oryantal Levand Herald Uryan Fransızca-İngilizce Fransızca-İngilizce Fransızca 24 Uryan (Musavver) Fransızca 25 Rasina İtalyana İtalyanca 26 Osmanishe Post Almanca 27 Kostantinopolis Rumca 5 6 7 8 16 17 234 Türkçe-Fransızca Türkçe Türkçe Türkçe Türkçe Arapça-Türkçe Haftada 1 defa Filip Efendi Cevdet Efendi Mehmet Nuri Efendi Mihran Efendi Ahmet Cevdet Bey Nikolaidi Efendi Ahmet İhsan Bey Günde 1 defa Günde 1 defa Günde 1 defa İbnü'l-Hakkı Mehmet Tahir Efendi Karabet Efendi Haftada 2 defa Dr. İlyas Matar Efendi Tahir Efendi Mösyö Edvard Cester Ayda 1 defa Mösyö Bilis Mösyö Vitaker Mösyö Andrejeplis Mösyö Andrejeplis Mösyö Antoynoros Mösyö Diyones Roznefled Nikoladi Efendi Günde 1 defa Günde 1 defa Pazar dışında her gün Haftada 1 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa Pazar günü dışında her gün. Pazar gününe mahsus ayrı bir nüshası var. Pazar dışında her gün Pazar dışında her gün Pazar dışında her gün Haftada 1 defa Haftada 1 defa Pazar dışında her gün Pazar dışında her gün Ahmet KANKAL – Ahmet CİHAN 28 Neologos Rumca Mösyö Votiras 29 Niyaepita Orisis Rumca 30 31 Vizantis Anadolu 32 Eklisastiki Elita Rumca Türkçe ibareli Rumca harfli Rumca Sorumlu müdür: Karayanidi Efendi Madam Eleni Mesailidi Efendi 33 34 Anatolikos Astir Angeliyaforos 35 Ceride-i Şarkiye 36 Mecmua-i Ahbar 37 38 Aravelik Manzume-i Efkar 39 40 41 Masis Ponç Zağik Türkçe ibareli Ermeni harfli Ermenice Türkçe ibareli Ermeni harfli Ermenice Ermenice Ermenice 42 Evadapir Ermenice 43 Purağın Ermenice 44 Luis Ermenice 45 Zorniçe Bulgarca 46 Nüyeni Bulgarca 47 Telgraf Yahudice 48 49 Teyempo Ceride-i Tercüme Yahudice Yahudice 50 Mecmua-i İlanât 51 Çarigradiski Glasnik Türkçe, Fransızca, Rumca ve Ermenice. Sırpça Rumca Türkçe ibareli Rumca harfli Türkçe ibareli Ermeni harfli Haftada 1 defa ayrıca bir nüshası daha var. Pazar dışında her gün Haftada 3 defa Pazar dışında her gün Patrikhane Gazetesi Kalifron Efendi Mösyö Barnim 15 günde 1 defa Dikran Civelekyan Efendi Dolayan Efendi Pazar dışında her gün Damadyan Efendi Ponosyan Efendi Pazar dışında her gün Haftada 3 defa Ütücüyan Efendi Alacaciyan Efendi Andon Sakayan Efendi Mösyö Barnim Pazar dışında her gün Haftada 1 defa Haftada 1 defa İstepan Ütücüyan Efendi Vahan Vartabet Efendi Mösyö Tomson Dimitraki Efendi Pandor Yasef Selami Efendi Garamona Efendi Nesim David Efendi Bekyan Sarayof Efendi Nikodim Saviç Efendi Haftada 3 defa Haftada 1 defa Pazar dışında her gün 15 günde 1 defa. Türkçe ibareli Ermeni harfli 1 nüshası daha var. 15 günde 1 defa Haftada 2 defa Haftada 1 defa Ayda 1 defa basılan ayrıca bir nüshası vardır. Haftada 2 defa Haftada 2 defa Haftada 2 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa 235 SBArD Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 Tablo-2: 1900-1901 Yılında İstanbul’da Yayımlanan Gazeteler 1900-1901 YILINDA İSTANBUL’DA YAYIMLANANAN GAZETELER Sıra No 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 236 (Kaynak: 1318 (1900-1901) Yılı Devlet Salnamesi, s. 754-757) Gazetenin Adı Yayımlandığı Dil İmtiyaz Sahibi Kaç Günde Bir Basıldığı Ceride-i Askeriye Türkçe Resmi Haftada 1 defa Vekayi-i Tıbbiye-i Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Askeriye Ceride-i Mehakim Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Ceride-i Bahriye Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Mecmua-i Fünun-ı Türkçe Resmi Ayda 1 defa Bahriye Mecmua-i Umur-ı Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Nafia ve Ziraat Ziraat Mecmuası Türkçe Resmi 15 günde 1 defa Dersaadet Ticaret Türkçe-Fransızca Resmi Haftada 2 defa Odası Gazetesi Sabah Türkçe Mihran Efendi Günde 1 defa İkdam Türkçe Ahmet Cevdet Efendi Günde 1 defa Tercüman-ı Hakikat Türkçe Mehmet Cevdet Efendi Günde 1 defa Saadet Türkçe Mehmet Nuri Efendi Günde 1 defa Servet Türkçe-Fransızca Nikolaidi Efendi Günde 1 defa sorumlu müdür Mehmet Tahir Musavver Servet-i Türkçe Ahmet İhsan Bey Haftada 1 defa Fünun Malumat Türkçe-Arapça Tahir Bey Türkçesi hergün, Arapçası haftada 2 defa İrtika Türkçe Memduh Bey Haftada 1 defa Hanımlara Mahsus Türkçe İbnü'l-Hakkı Mehmet Haftada 1 defa Gazete Tahir Bey Çocuklara Mahsus Türkçe İbnü'l-Hakkı Mehmet Haftada 1 defa Gazete Tahir Bey Patriki Fransızca-Rumca Batroplo Efendi Haftada 1 defa Kefarmakoloyiki Efimiris Monitör Oryantal Fransızca-İngilizce Mösyö Bilis Pazar günü dışında her gün Levand Herald Fransızca-İngilizce Mösyö Vitaker Pazar dışında her gün İstanbul Fransızca Mösyö Rene Bodoy Pazar dışında her gün Aravelik Ermenice Zare Yosefyan Efendi Günde 1 defa Veest Bulgarca Dimitri Barziçof Efendi Günde 1 defa Anadolu Türkçe İbareli Mesailidi Efendi Pazar dışında her Rumca harfli gün Ceride-i Şarkiye Türkçe ibareli Dikran Civelekyan Pazar dışında her Ermeni harfli Efendi gün Manzume-i Efkar Türkçe ibareli Panosyan Efendi Haftada 3 defa Ahmet KANKAL – Ahmet CİHAN 28 Mecmua-i Ahbar 29 Avedapir 30 Kostantinopolis Ermeni harfli Türkçe ibareli Ermeni harfli Türkçe ibareli Ermeni harfli Rumca 31 Eklisa Estiki Alitya Rumca 32 33 Angeliya Foros Nia Efimiris Rumca Rumca 34 35 36 37 38 Revöfarmasotik Masis Ponç Purağın Luis Fransızca Ermenice Ermenice Ermenice Ermenice 39 40 41 42 43 44 45 Mecmua-i Ulum Pozantiyon Zorniçe Çarigradiski Glasnik El-Teyempo Telgraf Progros Ermenice Ermenice Bulgarca Sırpça Yahudice Yahudice Bulgarca 46 Zorniçe (Çocuklara mahsus) Pera Tahidiromos Sürhantak Bulgarca 47 48 49 Fransızca Rumca Ermenice Dolayan Efendi Mösyö Barnim Nikoladi Efendi Rum Patrikhanesi marifetiyle Mösyö Barnim İspiridon Karayanidi Efendi Aleksan Hıristidi Efendi Ütücüyan Efendi Alacaciyan Efendi İstepan Ütücüyan Efendi Tokat Marhasası sabık Vahan Vartabet Efendi Armen Lusiyinan Keçeyan Pozant Efendi Mösyö Tomson Nikodin Saviç Efendi Garamona Efendi Yasef Selami Efendi Todoraki Mavragani Efendi Mösyö Tomson Zare Yosefyan Efendi Mösyö Bilis Dikran Civelekyan Efendi Pazar dışında her gün Haftada 2 defa Pazar dışında her gün 15 günde 1 defa Haftada 1 defa Günde 1 defa 15 günde1 defa Günde 1 defa Günde 1 defa 15 günde 1 defa 15 günde 1 defa Haftada 2 defa Günde 1 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa Haftada 1 defa Günde 1 defa Ayda 2 defa Günde 1 defa Günde 1 defa Günde 1 defa 237 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 SBArD Grafik-1: Yayımlandığı Dile Göre Gazetelerin Dağılımı (1896-1897) Sırpça 2% Türkçe-Fransızca 4% Yahudice 6% Türkçe, Fransızca, Rumca ve Ermenice 2% Türkçe ibareli Rumca harfli 4% Türkçe ibareli Ermeni harfli 6% Rumca 12% Arapça-Türkçe 2% Bulgarca 4% Ermenice 14% Farsça 2% Fransızca 6% İtalyanca 2% Fransızca-İngilizce 4% Almanca 2% Türkçe 28% Grafik-2: Yayımlandığı Dile Göre Gazetlerin Dağılımı (1900-1901) Türkçe-Arapça 2% Yahudice 4% Türkçe-Fransızca 4% Türkçe İbareli Rumca harfli 2% Türkçe ibareli Ermeni harfli 8% Türkçe 32% 238 Bulgarca Bilinmeyen 8% 2% Ermenice 14% Sırpça 2% Rumca 10% Fransızca 6% Fransızca-İngilizce 4% Fransızca-Rumca 2% Ahmet KANKAL – Ahmet CİHAN Grafik-3: Yayımlanma Sıklığına Göre Gazetelerin Dağılımı (1896-1897) Pazar dışında her gün 24% On beş günde bir 14% Ayda bir 6% Her gün 10% Haftada üç defa 8% Haftada iki defa 12% Haftada bir 26% Grafik-4: Yayımlama Sıklığına Göre Gazetelerin Dağılımı (1900-1901) Türkçesi hergün, Arapçası haftada 2 defa On beş günde bir 2% 18% Ayda 1 defa 2% Ayda 2 defa 2% Pazar dışında her gün 14% Haftada 3 defa 2% Haftada 1 defa 22% Haftada 2 defa 6% Her gün 32% 239 Eylül 2008, Sayı 12, sh. 229 – 240 SBArD Grafik-5: İmtiyaz Sahipliğine Göre Gazetelerin Dağılımı (1896-1897) Müslüman bireyler 16% Resmi 14% Patrikhane 2% Gayrimüslim bireyler 68% Grafik-6: İmtiyaz Sahipliğine Göre Gazetelerin Dağılımı (1900-1901) Müslüman bireyler 16% Resmi 16% Patrikhane 2% Gayrimüslim bireyler 66% 240