Bir Küçük Tarih

Transkript

Bir Küçük Tarih
Anlatan: Önder LİMONCUOĞLU
BİR KÜÇÜK TARİH
LİMONCUOĞLU LTD. ŞTİ.
ISBN: 9944-5140-0-4
Anlatan
Önder LİMONCUOĞLU
Hazırlık ve Baskı
TÜKELMAT
(0 232) 461 96 42
Baskı Tarihi: Nisan 2006
Yayınlayan ve Dağıtan
LİMONCUOĞLU LTD. ŞTİ.
1378 Sokak No:4/1 Kordon İşhanı K 3/308-309
Alsancak - İZMİR
Yıl 1924…
Hamam Sokağı’ndaki evin kapısı çalındı. Açtı küçük kız, elinde
bir buket çiçek ve pastayla Sabit Bey ziyarete gelmişti, kruvaze ceketi,
ütülü pantolonuyla çok şıktı.
Biri kız, ikisi erkek üç çocuk, on torun…
Mekanınız Cennet olsun…
Önder LİMONCUOĞLU
Karantina Hamidiye Camii (1884)
Hamam Sokağı’ndaki Ev
DONANMA GELİYOR!
Donanma geliyordu. Çelimsiz küçük kız, Sanatlar Mektebi’nin
bahçesinden koşarak çıktı. Tramvay yolunu geçip, bağırarak eve
daldı.
- Anne donanma geliyor, beni giydir!..
15 Mayıs 1919! Gelen Yunan donanması!..
Öyle görmüşlerdi, donanma ne zaman gelmişse, her yeri
şenlendirmişti. Gündüz bayraklarla, gece saçtığı ışıklarla! Adı
üstünde donanma!..
Ertesi günkü gazeteler “Donanmayı seyretmek için Kordon’a
çıkan çarşaflı bir kadının kalabalıktan denize düştüğünü”
yazdı!..
“İşgal…, Ulusçuluk…” çoğu Müslüman Türkler’ce bu kelimeler
bilinmiyordu!
İzmir’in kıyılarında yerleşik halkın çoğunluğu ise, toplamda
gayrimüslimlerdi. O tarihte Müslüman olmayanların mahkemeleri
de ayrıydı, okulları da, hastaneleri de!
Rum, Ermeni ve Levanten... En iyi yerlerde oturan onlar… Masa
üzerinde kalamarı, ahtapotu, karidesi yiyen onlar…
Çoğu Müslüman’ın evinde ise, kasnak üzerine konan, sini denilen
büyük ve yuvarlak bir tepside, tek tencereden, yerde bağdaş kurarak
yemek yenirdi. Hele biri kaşığını bir başkasının önüne uzatsın,
dedesinin kaşığı eline inerdi...
1912 yılında yayınlanan Türk Yurdu Dergisi’nde Türkçü Necip’in
“İzmir’li Türkler” adlı bir yazısı İzmir gerçeğini şöyle anlatır;
“Anadolu’nun medeni bir şehrini tahayyül edenler, şüphe yok İzmir’i
birinci derecede görürler… Yenikale’den geçince körfezin doğusunda
bir kitap yığını manzarasını gösteren İzmir, serviler, kubbeler ve
minarelerle karışmıştır. Tepe üzerinde Venedikler’den kalma eski
Kadifekalesi’nin harap ve yıkık duvarları birkaç saat uzaklıktan
görünür. Kordon denilen uzun ve geniş rıhtımı pek latiftir. Yarısı
her zaman ticarete ait eşyayla, arabalarla, azim ekseriyetini Türkler
teşkil eden hamallarla doludur... Rıhtımın bir kısmı üzerinde ticaret
müesseseleri, bankalar, acentalar ve Yunan kahvehaneleri… Daha
ilerde otel, birahane, sinematograf binaları… Büyük İzmir Tiyatrosu
ve sonra Frenk zenginlerinin mükellef ve muhteşem Kâşaneleri uzar,
gider… İçeri doğru giriniz “Frenk Mahallesi” denilen zengin bir çarşı
göreceksiniz…Bu muhitte mühim bir yer işgal eden mahalleler geniş ve
temiz, binalar yeni ve müzeyyendir. Çünkü ecnebiler mahallesidir…
Türklerin oturdukları mahalleler, bir kaçını istisna ettikten sonra,
hepsi dar ve intizamsızdır. Bahusus (özelikle) biraz zahmet eder
de yüksek taraflara çıksanız, adeta köy kulübelerine benzer evler
hatta barakalar göreceksiniz. Bu yerlerin uçurumlara benzeyen kirli
yollarında geceleri fener bile yanmaz… İzmir ticaretinin asıl büyük
payını yabancılar almakta olup, Türklerin payı yok gibidir…”
19. yüzyılda İzmir’de Müslüman gençleri için bir lise yokken,
Rum gençleri için Rumca eğitim yapan 6 tane, Ermeni gençleri için
Ermenice eğitim yapan 2 tane, Yahudi gençleri için İbranice eğitim
yapan 1 tane, İtalyanca eğitim yapan1 tane, Fransızca eğitim yapan
Vatikan rahiplerinin Saint Joseph ve rahibelerinin Saint Vincent
kız ayrı, erkek ayrı kolejleri ile İngilizce eğitim yapan ve gene erkek
ayrı, kız ayrı Amerikan Protestan Kilise vakıflarınca finanse edilen
Amerikan kolejleri vardı...
Askerlik yapan Türkler bu düzeni korurken, ticareti, sanayiciliği
yapan Levantenler, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler idi!..
Bu ne işgaliydi?..
KARANTİNA…
Küçük kızın yaşadığı o semte, 1960’lı yıllara kadar Karantina
denirdi. Eski yıllarda İzmir’e gelen gemiler orada karantinaya
alınırmış!..
Sultan Abdülhamit döneminde o semte bir cami, bir semt
karakolu, askerler için bir hastane, bir okul binası yaptırılmış.
Hamidiye Camii (1884) halen var. Karantina Karakolu şimdi
Küçükyalı Emniyet Amirliği, Hamidiye Askeri Hastanesi (1885)
şimdi Askerlik Şubesi, Hamidiye Sınai Mektebi (1892) şimdi
Mithatpaşa Anadolu Meslek Lisesi…
Bu gün olduğu gibi, semtin Karakolu, küçük kızın evlerinin
bulunduğu Hamam Sokağı’nın yanındaki yokuşun başında idi.
Komiseri, polisi, bekçisiyle herkes, herkesi tanırdı. Karakolu semt
zenginleri boyatır, bekçi parasını ortaklaşa öderlerdi.
Annesi her ev gibi sıra geldikçe bekçiye yemek verirdi. Genç kız
öyle görmüştü.
O yıllar bir semte oturanlar, o semtin karakolundan, bekçisinden,
genç kızından, delikanlısından, fakirinden sorumlu sayarlardı
kendilerini.
1950’li yıllarda dahi bu böyleydi! Komşuluk önemli ve değerliydi
ve komşular birbirini sahiplenirdi…
- Mansurzade’ler, İstanbul Emirgan’da ev yaptırıyorlarmış.
Hamam Sokağı’ndaki köşkün bahçesini parsellemişler, satıyorlardı.
Komşulara satın alma önceliğini tanıdılar!..
- Arka komşumuz Pakize Hanım Karşıyaka’dan dönüyormuş,
gecikmiş. Kış günleri kısa ya, etraf karanlık! Konak’tan troleybüse
biner, Sabit Bey görür, kalkar yerini verir ve sonra saatine bakar,
sorar; “Hayır ola Pakize Hanım, neden sen bu saatte sokaktasın?..”
Yaşlandıkça, eskilerin deyişiyle yufka yürekli, günümüzün
değişiyle daha duygusal oluyoruz. Bu anılar bana dokunuyor,
ağlamaklı oluyorum! Hele, kış günlerinin çok akşamı, Dul Ayşe’nin,
(öyle derlermiş) kapıyı çalışı:
- Musavver kızım, özledim sizleri bir kapıdan bakayım, dedim!
- Kapıdan olur mu, hiç! Gel içeri, soba yanıyor, çay da
demledim!
- Madem ısrar ediyorsun, kıramam seni, biraz oturayım!..
Sobanın yakınına çökermiş Ayşe teyze.
- Çay ?
- Yok be kızım! Zahmet etme!
- Ne zahmeti, hazır. Biz de içeceğiz!
- Sizinle beraber olmak için, tek bir bardak!.
Ağır, ağır, yudum, yudum, yarıladı mı bardağı;
- Kızım Musavver, bu çok demli olmuş, üzerine biraz sıcak su
katalım mı?..
Gene, yarıladı mı bardağı;
- Hele bak sen, şimdi de suyu çok gelmiş!
- Uzat, dem koyayım Ayşe Teyze…
Üst sokakta, yer, yer sıvaları dökük, tek katlı, bağdadi bir evde
oturan dul Ayşe Teyze, kış geceleri böyle ısınmaya çalışırken, eksiklik
duygusu içinde “tek bir bardak içerim” dedi ya, o tek bardak çayı işte
böyle içermiş. Allah kimseyi yalnız bırakmasın!
O günün, her türlü güvenceden yoksun insanının, bir yere ait
olduğuna inanmaya gereksinimi vardı. Yoksa, yaşam nasıl sevilebilir,
onca sıkıntı katlanılabilir olurdu ki?
Bugün, ayni apartmanda oturup da, birbirini ziyaret etmemiş
onlarca aile var.
Dilerim, yalnızlık duygusu içlerini sarmaz!
Gözlerimde, ışıltısı bakır bir tasın,
Kulağım, komşunun ayak sesinde,
Varsın, bir yudum su veren olmasın
Baş ucumda, biri bana “su yok” desin de …
(Kemalettin Tuğcu)
10
Sanatlar Mektebi (1892)
11
ADI YEMENDİR…
Hiçbir şey anlayamıyordu küçük kız? Komiser amca gitmişti…
Tanıdığı polisler yoktu… Karakolda tanıdık bir tek bekçi kalmıştı…
Artık, karakolun kapısında eteklikli askerler duruyordu. Ayni
askerlerden Sanatlar Mektebi ile Askeri Hastane kapısında da vardı.
Yunanistan’dan gelmişlermiş… Annesi bunlara “Efsun Askerleri”
diyordu.
İşgalin ikinci akşamı, “Türk evleri akşamları kapısına fener
asacak” dendi. Annesi zar, zor asılacak bir fener bulabildi, bir de
mum!..
Babaları bir süre önce çekip gitmişti. “Yunt Dağı’na odun
kömürü yakmağa gitti”, kimi zaman da “Manisa’da” deniyordu.
Yıllar sonra anladı ki, “İngilizler işgal etsin, buraya altın yağar”
diyen babası Yunan işgalinden kaçmıştı.
•••
Yunan geleli dördüncü gündü. “Lütfüm, Lütfüm” diyerek,
alacakaranlıkta iç çekiyordu annesi. Bir an korkusu derinleşti. Ya
öldürdülerse ağabeysini! İç çeken annesinin eteğine sarılıp, ağlamaya
başladı.
12
Aile içinde “sinirli” diyorlardı annesine! Ara, ara nöbet gelir,
kapanır bir odaya, “Yanıyom… Yanıyom…” diyerek inlerdi. Genç
kızken de böyleymiş. “Çocuk yapsın sinirlerine iyi gelir” demişler,
evlendirmişler. Büyük Harp yıllarını elinde bir kız, kucağında bir
kız çocuğu, çoğu kez erkeksiz geçirmişti sinirli kadın! Kocası askere
gitmemek için gene Yunt Dağları’nda, oğlu Lütfü asker olmak istediği
için, 18’inde Yemen’de!
“Şu Yemen’e giden sular akmıyor,
Cerrah gelip yaramıza bakmıyor,
Yiğitlerin hiç birisi kalkmıyor,
Yemen çöllerinde kaldım Allah’ım.
Mızıka çalınır, düğün mü sandın,
Al/ Yeşil bayrağı gelin mi sandın,
Yemen’e gideni gelir mi sandın
Adı Yemen’dir, gülü dikendir
Giden gelmiyor, acep nedendir.”
Evet, nasılsa Yemen’den dönebilmişti Lütfü ağabeyi! Hatırladığı,
ağabeyinin “bir daha beni canlı olarak kimse oralara götüremez”
deyip, trenden atlayıp, kaçtığını dile getirişiydi.
13
İzmir Tiyatrosu Girişi
14
YUMURTA SÜT VE TİRİT…
Büyük Harp delerek geçti! (1. Dünya Savaşı)
Bir kaç tavuk, bir de Cemile adında keçileri vardı. Akşam oldu
mu, Cemile gelir bodrumun kapısını boynuzlarıyla çalardı. Küçük
kızın göreviydi, içeri alır, sabah kapıyı açar, Cemile çeker giderdi.
Annesi, sık sık hastaneden aldıkları kemikleri kaynatır, suyuna
ekmek doğrardı. Bu yemeğe “tirit” diyordu.
Yumurta, süt ve tirit! Büyük Harp’te bunlarla doymuşlardı!..
Ekmekten yana hiç sıkıntıları olmadı. Teyze oğlu Ahmet Dayısı
atla gelir, beyaz undan yapılmış, adına franjola dedikleri ekmek
bırakırdı. İttihatçı ve gümrükte önemli bir görevi olduğu, Kordon’da
evi ve Rum kapatması olduğu söylenirdi…
Heves kâran adlı bir cemiyet üyesi olduğunu, o cemiyetin Hilal-i
Ahmer (Kızılay) yararına vereceği temsilde oynayacağını duymuştu
bir kere! Hayrandı dayısına! İnatçıydı da küçük kız... Yeri geldiğinde
ağlar, yalvarır, olmadı tırnaklarıyla, dişiyle saldırırdı. Onu da
tiyatroya götürmek zorunda kaldılar.
15
Sıkışmıştı, tiyatronun helasına götürdüler. İlk defa ipini çekince
su boşaltan hela görüyordu. Bir ara yerinde olmadığını fark ettiler.
Helada buldular. Oturmuş, su doldukça rezervuarın ipini çekiyordu
küçük çelimsiz kız…
Küçük kız, İzmir Tiyatrosu’nun görkemli binasını, kadife
perdelerini, avizesini ve sifonlu helasını hiç unutamadı…
At üstünde beyaz ekmek getiren, kara yağız dayı da hiç
unutulmadı. Öyle ki, esmer olan dokuzuncu torununa bakıp, gelinine
“Bak, elinle ağzı ve burnunu kapat, çenesi oğluma, yukarısı ise
benim kara yağız Ahmet dayım vardı, esmer kara gözlü, kara
kaşlı, aynen o!..” derdi.
“Bende bir zahmet doğurdum, anne” deyince kara gözlü,
karakaşlı gelini, hemen kendini toparlar “Tabii, size de benziyor
canım !” yanıtını verirdi…
Bir defa değil, ölene kadar (25.04.1985) yinelendi bu diyalog!
İzmir
Tiyatrosunun iç
görünüşü
16
KARANTİNALI LÜTFÜ…
Yunan geleli 5 gün olmuştu, oğlu Lütfü’den hala haber yoktu. Bir
kısım gencin hapishane avlusunda tutulduğu, yaralıların Gurebayı
Müslimin Hastanesi’nde (Garip Müslümanlar Hastanesi) olduğu
söyleniyordu. Ana değil mi? Ne olursa olsun, oğlunu arayacaktı.
Tramvay maşatlıktan içeriye, Sarı Kışla’yı deniz tarafında bırakıp,
bugün Bahri Baba Parkı denen Yahudi Mezarlılığı’na (Maşatlık)
yönelir, Gurebayı Müslimin Hastanesi (Bu günkü Diş Hastanesi, eski
Memleket Hastanesi) aşağısındaki, İzmir Hapishanesi (Bugünkü katlı
otopark) önünden Konak’a ulaşırdı.
Gitti. İzin verdiler, hapishane avlusuna girdi. Lütfü’sünü göremedi.
İnce sesiyle bağırdı;
- Karantina’lı Lütfü’yü gören var mı?
Önce sessizlik, sonra bir ses;
- Münir’e abla, Münir’e abla… Ben eczacının Necati, anneme
sağ olduğumu söyle!
Gözleri dolmuştu, yalnızca başını sallayabildi…
- Bir de istersen hastaneye bak, yaralılar orada… dedi
gardiyan…
Hastaneye de geçti. Baştabip bir hademe yanında koğuşları
gezmesine izin verdi. Lütfü’sü orada da yoktu.
Merdivenlerden inerken hademe;
- Ölüler aşağıda, hele oraya da bir bak! dedi…
Dayanamayacaktı artık, direncini yitirmiş, yüreği kabarmıştı…
- Yok, sağol!..
17
Gurabai’i Müslim’in Hastanesi (1880)
Müslümanlar için ilk Hastane. Cumhuriyet Döneminde Memleket
Hastanesi diye isimlendirildi.
Altta Hastanenin giriş holü
18
BOL SOHBETLİ KARANTİNA
“Türkler, evlerindeki silahları teslim edecek” dendi.
İki av tüfeği, bir eski mavzer, bir de sapı fildişi, üzeri yer yer taşla
süslü bir hançer vardı…
Hançeri, mutfak ve avlu tarafına giden koridorda döşeli taşlardan
birinin altına sakladı. (Hançer şimdi ablamdadır)
Tüfekleri alıp, Rum komşusu Bodoz’a gitti.
-Sana versem saklar mısın?..
Aldı Bodoz…
Aylar sonra, silahlar iade edildiğinde, Bodoz’a koştu.
- Ben senden silah almadım…
İnanamadı. Hırslandı, söylendi… Bodoz, kapıyı yüzüne kapatınca,
gözü döndü…
Olamazdı… Kendine yediremiyordu. Karakola koştu, çılgın gibi
yalnızca konuşuyordu.
Yunanlı subay Bodoz ’u çağırttı, ağzından tek cümle çıktı.
- Kadının tüfeklerini ver, Bodoz!..
Helalpara Münire teslim aldı tüfeklerini…
•••
19
Şükriye teyzenin evi deniz kıyısında, Mektupçu’ya doğru, Askeri
Hastane’nin karşısında, cumbalı bir evdi. En sık oraya giderler,
kadınlar konuşurken, Şükriye teyzenin oğlu küçük Lütfü ile cumba
içindeki saman sedire oturup, Mektupçu Sapağı’ndan karakol
köşesine kadar geleni gideni, tramvayları izlerler, tramvaylardan
inecek kişiler üzerine yarışırlardı.
- Aman Allah’ım! Koşun Münire’ye haber verin, Lütfü geliyor!..
Şükriye teyze cumbadan, Mektupçu Sapağı’ndan gözüken Lütfü’yü
tanımıştı. Üzerinde bir atlet, bir de donla, yalınayak geliyordu
Lütfü! Herkes koşuştu, kimi Münire’ye haber vermek, kimi Lütfü’yü
koltuklamak için!..
Bir harp gemisinin güvertesinde tutuklularmış. Bunları, genç, yaşlı
demeden, dipçikleyerek, kimi denize düşerek, kimi hizaya girerek,
şadlar üzerinden geçirip, muhribin güvertesine doldurmuşlar. Sabah
- akşam önce basınçlı su, arkasından peksimet atılarak bir hafta
geçmiş. O sabah salıvermişler…
•••
“Sadrazamlık yapmış koskoca paşa lağımda saklanmaz ya!..”
Dayanamadı, tepkisini böyle koydu kalfa kadın.
Abdülhamit’in ajanları lağıma kadar didik, didik aradılar!
Karantina Yokuşu’nun sol başında, pencereleri kafesli ve yeşil
kepenkli 3 katlı bir köşktü Mithat Paşa’nın evi.
20
Önü, tekli tramvayların Konak’a geri döndüğü krozman (kesişme)
noktası! Karşısı, vapur iskelesine inen merdivenli yolun başlangıcı!
Merdivenin solu Tiyatro/Sinematograf Salonu, sağı berber, manav,
bir de eczane! Merdiven aşağısı ise, iskeleye kadar ayaküstü
meyhaneleri ile ailelerin de gittiği, denize kadar uzanan bahçe içinde,
içkili bir lokanta…
Eski İzmir’de Karataş’tan Göztepe’ye kadar her yokuşun önü
Tramvay Caddesi’ni aşıp, denize ulaşırmış. Karantina Yokuşu
da; Tramvay Caddesi’ni geçer, merdivenli bir inişle, ayaküstü
meyhaneleri arasından vapur iskelesi ile bitermiş. İskeleden başını
kaldırıp yokuş yukarı baktın mı, yokuşun sonundaki kiliseye kadar
sıraya, karşılıklı Rum evleri görünürmüş! Sağda ki köşkle, yukarı eski
kiliseye doğru birçok ev hala duruyor. Kilise ise şimdi cami…
- Bu yokuştan geçerken hep müzik, hep şarkı duyulurdu,
demişti annem.
Hele Pazar günleri! En iyi elbiseleri ile caddeye inip, piyasa yapan
cıvıl, cıvıl Rum kızları... Meyhanelerden duyulan şarkılar... Urganaki
denilen aletten çıkan müzik...
Söz birliği etmişçesine Rum’u, Türk’ü, Ermeni’si, Yahudi’si;
merdiven başı tiyatro binası, aşağısı vapur iskelesi, önü tramvay
krozman (kesişme) noktası olan burayı mesken tutarlarmış!..
İskele Sokağı’ndaki meyhanelerde bekarlar ayakta iki tek atarlar,
aileler bahçede, deniz kıyısında kurulu masalarda otururlarmış...
21
PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI…
Çocukluğumda vapur iskelesinin yalnız ayak direkleri kalmıştı.
Halen korunan köşkün karşısındaki tiyatro binası semtin Halk
Evi idi. Önü, boydan boya açılıp, katlanır, camekanlı ahşap
kapılardandı…
Küçük kız annemin, döneminde olduğu gibi, benim
çocukluğumda da delikanlıların toplanma yeri orasıydı. Yukarıdan
inen ve çevreden gelen kızlar da hep oradan geçerlerdi. Ama artık,
beyaz yakalı siyah önlüğü ile İzmir Kız Liseli, Göztepe Kız Enstitülü
Türk kızları ile tek, tük Yahudi kızları!..
Delikanlıların, kızlar geçerken, Halk Evi Binası’nın ön cephesinde
ki, o katlanır kapının, ahşap çerçeveli kare, kare pencere camlarının
ortasına içerden vurup, kızlar bakınca, sanki camı kontrol ediyormuş
gibi, dört köşesini tıklayıp, sağlammış anlamına birbirlerine baş
sallayışlarını, hiç unutamam!.. O yaştaki bana, çok korkusuzca
gelmişti!..
10, 11 yaşlarındaydım, pinpon oynamayı burada, Halk Evi’nde
öğrendim.
Macar bir yazarın, “Pal Sokağı Çocukları” adlı kitabını burada
okudum.
Karantina Spor Kulübü’nün Kuruluş Genel Kurulu’nu burada
izledim.
Kuruluşa önderlik edenlerin ; Çiço Fikret, Joni Erol, Gürüz’ler ,
Egeli’ler, Barkay’lar olduğunu, Tabanoğlu Mustafa Bey’in ilk başkan
22
olarak seçildiğini, 1948 Londra Olimpiyatları’nda, 110 Engelli
koşuda, ilk 50 metre önde götürdüğü yarıştan madalyayla dönen
Erdal Barkay’a şilt verildiğini, anımsarım.
Halk Evi’nin Sahnesi’nde, her yıl, Karantinalı gençler bir tiyatro
eserini sahnelerlerdi. Ağabeyim de içlerinde olduğu için, rahatlıkla
aralarına girebiliyor, provaları izleyebiliyordum. Oyuncusuyla,
yöneteniyle hepsi Karantina’lı, hepsi amatördü. Bir tek profesyonel
Ulvi Uraz’dı. İzmir Halk Evi’nde oyunlar sahneye koyan ve oynayan
Ulvi Uraz’ın, amatörlere yardım etmek, onları çalıştırmak görevleri
içindeydi…
İhsan Ateşdağlı’dan aryalar… Akordeon eşliğinde Türkçe
tangolar…
Ve Cevat Fehmi Başkurt’un sahnelenen oyununun, perdeyi
indiren sözcüğü, PAYDOS!
Ve orası sonraları sinema oldu! (Köşk Sineması)
Türk Ocağı - Halk Evi - Devlet Tiyatrosu (1924)
23
YAŞAMAK PAHALI…
“Denizden babam çıksa yerim” derdi küçük kız annem!
Ahtapot’u vantuzlarıyla, kalamarı bıyıklarıyla, üzerine sarımsaklı
tereyağı sürerek ızgara yapardı…
“Salma” derdi ! Hafif ateş üzerinde açılmış kabuklu midyenin
üstüne, zeytinyağı döker, pirinci salardı...
Kendi suyunu salarak ateşte açılmış midye içinin üzerine,
zeytinyağı, limon döktü mü, yemeğe doyamazdım!
Dün gibi gözümün önünde topladığım midyeler! Sanki dolunay
zamanı içleri daha kocaman olurdu!
Çoğu kez, deniz kıyısında yakılan ateş üzerine konan teneke
parçası üzerinde kendini açan midyenin içleri! Yemeğe doyamazdın!..
Küçük kızın çocukluğunda da, Karantina meyhanelerini
doyumsuz yapan özelliklermiş bunlar. Yalnız bunlar mı?..
Kolunda cam kapaklı kovası ile “limonluuu…” diye çığırarak,
salatalık turşusu satan Yahudi satıcı!..
24
“Tuzluuu” diye, fırında pişirilmiş yumurtayı ibrişimle bölüp,
biraz tuzlayıp, biberleyip, üzeri kaya tuzlu küçük ekmek yanında
sunan satıcılar...
O zamanlar Yalı Boyu sıraya köşkler... Bu köşklerden çıkıp, piyasa
yapan, kızların yüreğini hoplatan, zengin Türk, Rum, Yahudi, Ermeni
gençleri...
O zamanlar Karataş, Karantina ve Göztepe, şehir dışı, sayfiye!
Havası ile, suyu ile!
Tramvay yolu ile birlikte pıtrak gibi köşkler, konaklar, dağlara
doğru bahçeli evler doldurmuş yöreyi 30 yıl içinde. ( 1870-1900 )
Öyle bir banliyö oluşmuş ki, “Orası zenginlerin yeri, gelip
gitmek para, yaşamak pahalı” deyip, ölene kadar kızlarına direnip,
Mezarlıkbaşı’ndan Karantina’ya taşınmayan hamalbaşı İbrahim bile,
gelir getirir diye, Hamam Sokağı’ndaki evle beraber, Karantina’ya doğru,
cadde üzerinde 3 ev daha yaptırmış.
(Hamam sokağı’nda ki ev 72 M2’lik bir alana yapılmıştı. Öylesi
kullanışlı bir evdi ki; Avlusu, kızma kazanı, gömme dolapları, cumba
denilen çıkıntıları, balkonu, tabaklıkları ve gömme ocakları ile mutfağı,
Her yöne doğru 14 adet kafesli, kepenkli pencereleri, çinko kaplı taraçası,
bodrumu, 2 hayat ve 5 odası, altta 2 dükkanı ile mimarlara örnek olacak
bir yapı. Her boşluk değerlendirilmiş. Değerlendirilmemiş 1 cm2 yer
bırakılmamış. Yapan bir kalfadır her halde?.. Müslüman’sa Allah rahmet
eylesin, değilse dinince dinlensin.)
25
GAVUR İZMİR!..
İzmir kimilerine göre “Gavur İzmir”! Ama, Cumhuriyet öncesi
Batı ile entegrasyon sağlayan bir şehir.
140.000 Müslüman, 120.000 Ortodoks, 30.000 Ermeni, 30.000
Katolik, 20.000 Yahudi yaklaşık 340.000 Nüfus!
Sokakları Napoli taşı döşeli ve tamamı kaldırımlı. Havagazı
fenerleri ile aydınlatılıyor.
Devlet daireleri, oteller, hanlar, hamamlar, mağazalar ve
meskenlerin çoğunda havagazı ocak, lamba ve fenerleri mevcut,
sanki Londra! Ferhanelerin içindeki bonmarşeleri ile sanırsın Paris!
Paris’in simgesi olan Eyfel Kulesi’ni inşa eden Eyfel’in, belki de
ilk yapıtı olan Gümrük antrepoları... Limanı... Pasaport binaları...
Alsancak Garı’na ulaşan rıhtımı... Üzerindeki Tiyatro binaları,
kafeleri, Maksim-Kramer gibi eğlence merkezleri ve Kordonu ile bir
Avrupa şehri gibiydi İzmir…
Ülkenin ilk demiryolu olan Aydın Demiryolu ile bütün Ege’ye
ulaşan İzmir (1857-1866)… İzmir’i Konya’ya bağlayan Kasaba
Demiryolu ile Anadolu’ya ulaştırılan İzmir…
İdareyi Mahsusa, Avusturya Loyd, Hacı Davut Ferah, Mesajeri
26
Maritim, Hidiviye, Rus, Pan Elenik, Pandeleon, Levant Alman
vapurları İzmir’i mesken tutmuşlar!..
Tanzimat sonrası İzmir’e özel, düşürülen vergiler, yabancı
şirketlere tanınan imtiyazlar, yabancı sermayeyi İzmir’e yönlendirmiş,
Levantenleri’yle İzmir Avrupa olmuştu.
Özellikle, Levantenler’in Bornova ve Buca’da, geniş araziler içinde
yaptırdıkları köşkler, Atlanta’daki pamuk zenginlerinin köşklerinin
bir benzeri gibiydi!
Evet, 19. yüzyıl İzmir için çok önemli, iz bırakan bir yüzyıl!
Mevsimine göre incir, üzüm, pamuk, palamut, zeytinyağı,
meyan kökü vb. ürünler Yemiş Çarşısına iner, yurtdışına buradan
pazarlanırmış!
Şaka değil Osmanlı ihracatının % 55’i.
Not: Rahmetli Priştina’nın kurduğu, ölümünden sonra onun adı
verilen Ahmet Priştina Kent Kitaplığı’nda (eski İtfaiye binası); şimdilik
elliye yakın İzmir ile ilgili kitap var. Örneğin;
- Adı “1873 İzmir” olan bir kitap var. 1873 de Avusturyalı Karl von
Scherzer yazmış, ayni yıl Viyana’da basılmış.
- Adı “1905 İzmir” adında bir kitap var. 1903’de Hizmet Gazetesi
muharriri Cevat Sami ile Maarif Muhasebe Memuru Hüseyin Hüsnü
yazmış, adı “Aydın Vilayeti 1321 Seney-i Maliyesine Mahsus Nevsali İktisat”. 1905’te, Belediye karşısı (Hisar Camii önündeki sokak)
Keşişyan Matbaası’nda basılmış…
Meraklıysanız, Gavur İzmir’i, Frenkler ile Türklerin sosyal
yaşantılarını Kent Kitaplığında görebilirsiniz.)
27
Frenk Mahallesinden bir görünüş (üstte)
Eiffel’in ilk yapıtlarından gümrük antrepoları - bugünkü Pier - (altta)
28
Kraemer Palace (Bugünkü Cumhuriyet Meydanı’nın bulunduğu alan) üstte
Sporting Club (altta)
29
MÜSLÜMANLAR NEREDE?..
Müslümanlara gelince!
Yoğun yerleştikleri bölge, Basmahane’den Kale eteklerine kadar
yükselen bölge…
Tilkilik, Müslümanların oturduğu en iyi semt… Basmahane
İstasyonu karşısı…
Burada oturanlar; açık fikirli ve para kazanmasını da bilen Türk
kökenli ailelerdi. Evleri, küçük bahçeler içinde, birbirine sırt vererek
yükselirdi Kadife Kale’ye doğru. Çoğu, özellikli evlerdi.
O yıllarda Türklerde, oğullarını yabancı okullarda batılı gibi
yetiştirmek, yurt dışına gönderebilmek bir tutku halindeydi.
İster çitçi olsun, ister ticaret yapsın, geliri iyi olan Türk aileleri
çocuklarını İtalyan, Fransız, Amerikan kolejlerine gönderirlerdi.
Hatta bir kısım memur aileleri bile, “yeter ki oğlu dil bilsin, yurt
dışında öğrenim görebilsin” ümidi içinde, deyim yerindeyse ekmek,
peynir yemeye razı, çocuklarını kolejlerde okutmuşlardır.
İstanbul’da, bu özeniş daha da yaygındı… Robert Kolej, Dame
de Sion, Saint Josephe, Saint Michele, Saint Picherie, Alman Lise’si,
İtalyan Okulları v.s…. Bu kolejler Anadolu’ya da yayılmışlardı.
Özellikle İzmir, Tarsus, Kayseri ve Güney Doğu! (Rum, Ermeni ve
Yahudi okullarını saymadım, oralara Türk çocukları gönderilmez,
zaten onlar da almazlardı. O okullar, bu yönüyle nasyonal okullardı.)
30
Tanzimat sonrası, eğitim ve öğrenimde yenilenme hareketi
başladı. Peş, peşe Kuleli, Harbiye, Mülkiye, Askeri Tıbbiye ve ülke
genelinde İdadi’ler kuruldu. Bu okullara Türk kökenli çocuklar
alındı. Buralarda okutulan Türk gençleri, İmparator’luğun son ümidi
idi…
Bu çocuklar, 1850’lerden sonra başlayan Fikir ve Türkçülük
hareketleri içinde yer aldı. Tevfik Fikret’in büyük tartışmalara sebep
olan Tarih-i Kadim’inden alınan mısralar koğuşlarını süslüyordu;
Şüphe, şüphe…..
İşte, suçum….
Şüphe, bir nura doğru koşmaktır.
Belki, öteki dünya var….
Belki, cennet, cehennem de var…
Yaradan’ın eseri olan insan,
Aklını kullanarak doğruyu bulmak yerine
Neden esiri olsun doğmaların.
•••
Bir İngiliz bilim adamı David Hium’un;
“Ben, bir deneyi bin kere yapsam ve ayni sonucu alsam! Bir kere
daha yaparsam, ayni sonucu alamaya bilirim, diye düşünür, bir
daha denerim.”
deyişi, ayni koğuşlarda gece yarılarına kadar tartışılıyordu…
31
İşte, Osmanlı’nın ancak farkına vardığı Türk çocukları, bu eğitim
kurumlarında, yalın, doğru ve vatan sevgisiyle eğitildiler, öğretileri
“Kuşku, Aklına varış, Deney”di…
Doğrusuya, çekilen sıkıntılara deydi, aydın, bilgili evlatlar
yetiştirildi.
Cumhuriyet bu genç aydınlarca kuruldu ve kök saldı.
32
İzmir’de Rum, Ermeni, Levanten, Musive ve Türklerin yerleşimini gösteren harita.
Görüldüğü gibi, Türkler Tilkilik, Mezarlıkbaşı ve Kale eteklerine yerleşmişlerdi.
Kaynak: 3 İzmir, Y.K.Y.
33
HELAL PARA…
Helaldir teriniz, helaldir paranız. Çalışın çocuklar…
Girit’li lehçesiyle böyle seslenirlermiş çalıştırdıkları hamallara! Bu
sebeple, Helalpara’lılar denmiş onlara. Küçük kızın annesi de, kendisi
de böyle anılırdı,
“Helalpara Münire! Helalpara Musavver!”
Küçük kızın nüfustaki adı Musavvere idi. Tasvir edilmiş
demekmiş! Çok severdi ismini. Babasından söz ederken, “babamın
yaşamında yaptığı tek olumlu iş ismimdir” derdi…
Helalparalı’lar aslen Mora’lı!
Mora’nın Yunanlıların hakimiyetine geçtiğini hamamda öğrenmiş
babaları, yığılmış kalmış. Üç oğul hızla malvarlıklarını nakde çevirip,
önce İskenderiye’ye, alışamayınca İzmir’e gelmişler. Yemiş Çarşısı
içindeki Cezayir Hanı’nı kiralayıp, depoculuğa başlamışlar. Günün
modasına da uyup, Bozyaka’da bir de kule yaptırmışlar…
“Bozyaka” diye, Üç Yol’un biraz ilersinden başlayıp, bahçeli
evlerin olduğu yerler, S.S.K. Hastanelerinin olduğu yerler ve devamı
olan Karafatma Dağı’nın arkasına denirdi. Bu gün de öyle diyorlar o
semte…
34
O zamanlar paralı İslam ailelerinin hemen, hemen hepsinin
Bozyaka’da bir kulesi varmış. Emniyet için olsa gerek her kule, bir
diğerini muhakkak görürmüş. Gittiğimizde, annem ilerdeki kuleleri
tek, tek gösterir, “Bu Salepçioğlu’nun… Bu Tabanoğlu’nun…”
derdi…
Kule’ler; iki katlı, duvarlarında mazgal delikleri olan, pencereleri
ve kapıları demirden yapılı ve arkaları kol demirli, bütün araziyi
gören taş yapılardı. Kule’lerin arazisi ise bölüm bölümdü. Bağı,
meyveliği, enginarlığı, baklalığı, bamyalığı ve benzeri ürünlerin
yetiştirildiği sebzeliği…
Her Hıdırellez’de (6 Mayıs), anne tarafım Bozyaka’da Helalpara’nın
Kulesi’nde buluşurdu… Babam silahını beline sokar, yayan olarak
Hamam Sokağı’nın sonunda ki bir tarafı uçurum (Oyuk derdik) dik
yokuştan çıkar, Osmanlı zamanı temelleri hapishane yapılmak üzere
atılmış ve öyle bırakılmış kalıntı bir taş yapının yanından (bu gün
Askeri Hastane) geçer, Talebe Çayırı denilen bugünkü İzmirspor
Sahası yanından varırdık. Helalpara Ahmet Dayı’nın oturduğu
Kule’ye…
Yediğim erikleri, bakla içlerini, annemin bakla içinin karnımı
ağrıtacağı uyarılarını yaşar gibiyim… Kule’nin kapı önü taşlıktı.
Koskocaman bir ceviz ağacı, yaygın dalları ile örterdi bu alanı. Bir
köşede tahtadan sedir, ot minderli… Yerde kilim…
Anneannem bebekken, her sabah annesi o kilimin üzerinde, içine
ekmek doğranmış bir tas süt içirirmiş…
Anlatılan doğruysa; bir gün anne kaşık almak için içeri girer…
Döndüğünde, anneannemin bir yılanı başından yakalayıp,
“pampisinden de ye” diyerek süt dolu tasa batırdığını görür… Feryat
eder, bayılır…
35
Geçende ayni yolu izleyerek oralara gittim.
Oyuk dediğimiz, dibinde mahalleler arası maçlar, zaman, zaman
da eski kravatlardan yapılmış sapanlarla taş kavgaları yaptığımız yer
doldurulmuş... Üzerinde bir cami ve Tansaş var.
Talebe Çayırı apartmanlarla kaplı... Önünde ki binalardan
Karafatma Dağı görülmüyor. Üç Yol’dan Karabağlar’a giden yol
Tabanoğlu Mustafa Bey’in oturduğu kulenin bahçesini bölmüş, ama
yolun sağında kalan bahçede, hala bir eski ev duruyor. Bozyaka
tarafında da eskiden kalan bir cami var… Adı Helalpara Camii!..
- Neden bu camiye Helalpara Camii deniyor?
- Bilmiyoruz, garip bir ad, ama adı bu…
dediler...
Yaşam işte böyle bir şey !..
36
HAMALBAŞI İBRAHİM…
Küçük kızın dedesi ise 1880’lerde gelmiş Konya’dan İzmir’e.
Cezayir Hanı’nda hamallığa başlamış. Çalışkan ve zeki imiş…
Helalpara kızını vermiş, artık Konya’lı İbrahim hamal getirip, kiralar
olmuş! Hamalbaşı!..
İşte, küçük kızın oturduğu ev, yaşlılıkta gelir getirsin diye, dede
Hamalbaşı İbrahim’in Tramvay Caddesi’nde yaptırdığı dört evden
Hamam Sokağı girişindeki evdi…
Sanatlar Mektebi’nin hamamı buradan sokağa açıldığı için olsa
gerek, bu sokak Hamam Sokağı diye anılırdı. Bozyaka Semti’ndeki
Karafatma Dağı eteklerinden gelen dere, Halil Rıfat’tan iner, Sanatlar
Mektebi ile evlerinin arasından geçer ve Hamidiye Camii’nin
yanından denize ulaşırdı.
O zamanlar evlerinin yanından, dut ağaçları arasından açık
akarmış dere…
Evlerinin yanı Hamidiye Sınai Mektebi, halk deyişiyle Sanatlar
Mektebi. Türk, Rum ve Musevi 200’ü aşkın yetim çocuğun ocağı
burası, bir askeri okul gibi…
Sanatlar Mektebi’nin öğrencilerden oluşan bir Bando Mızıka
Takımı da varmış. Bu takım her akşamüzeri, mahallenin çocuklarını
da peşine takıp, Tramvay Yolu’nda yürüyüş yaparmış, küçük kız
da peşlerinde. Bu yürüyüş, kıyıdaki okul bahçesinde toplananlara
verilen konserle sonlanırmış…
37
Musavver Hanım
1908 - 1985
38
Solfej defterinden...
MÜSAVVER RÜŞTÜ
Ne çalarsa çalsın keman, ut, tambur, piyano, bir de insan sesi çok
etkilerdi küçük kız annemi!..
Daha 3 yaşındayken süpürgeyi ut varsayarak çalıyor yapıp, şarkı
söylemeye çalışırmış! Tembel, ama keyif ehli olan babası, yeteneğini
fark edip, ona ut yaptırmış. Üzerine de “Şeyh Cemal Efendi talebesi
Musavver Rüştü ” yazdırmış. O zamanlar soyadı yok, aile kişileri
baba adıyla anılırmış. (O ut hala duruyor)
Küçük kız Şeyh Cemal Efendi’den ders almaya başlar, hızla gelişir.
Artık, ut ve tamburu çok iyi çalmaktadır…
39
Küçük kız kurtuluş sonrası Elhamra Tiyatrosu’nda verdikleri ve
Bestekar Lemi Atlı’nın yönetimindeki bir konserden gururlanarak
söz ederdi. O gün kendisine teşekkür edilmiş ve Lemi Atlı el yazısı ile
solfej defterine “Anadolu sen güzelsin, şirinsin” diye başlayan, hiç
duyulmamış bir bestesinin notalarını yazmış. Eski Türkçe yazılı bu
solfej defterinin o sayfasını hep heyecanla gösterir dururdu!.. (Solfej
defterleri duruyor.)
Hamam Sokağı’ndaki dede evindeki çocukluk yaşamından söz
edildiğinde; küçük kız, annesinin “Bu ev olmasaydı, köpekler
gülerdi halimize” diyerek, kendilerine sarılıp, babası Konya’lı
hamala rahmet okuyuşunu, ara ara da kocasına; “Yangın var deseler,
bana daha bir tahta var diyeceksin, tembel adam” diye feryat
edişini, dile getirirdi!..
Sinirli bir anne, sıkıyı gördü mü çekip, giden ehli keyif bir
baba!..
Ehli keyf baba, küçük kız doğduğunda, Foça Yed-i Emini imiş. O
zamanlar vapurla gidilirmiş Foça’ya!..
Aidiyet duygusu, ne menem bir duygudur?
Küçük kız annem, ölene kadar her yıl Foça’ya gitti ve doğduğu
Çan Dede’ye doğru, deniz kıyısında ki, 2 katlı taş evin önünden geçti.
Muhakkak, evin kapısını çalıp, içeriye de girmiştir…
Foça Yed-i Emini’in hesaplarında açık çıkar, kızı hatırına açığı
kayınpeder Hamalbaşı İbrahim öder. İzmir’e gelirler ve Hamam
Sokağı’ndaki dede evine yerleştirilirler…
“Benim bir defa yapacağım masraf bir kereliktir, asıl masraf
40
her gün eve girecek zembildir” diyerek kendini aldatıp, sinirli kızına
görkemli çeyiz veren baba, ayni gerekçe ile yine kendini avutup,
şimdi de Kemeraltı girişinde, köşede “Değerli kağıt ve damga pulu
satışı” için, küçük mü küçük bir dükkan açar damadına. Hükümet
Binası da orada ya, “İş yapar, bana da muhtaç olmazlar” diye
düşünür! O küçük dükkan, şimdi Milli Piyango Bayii…
Ne var ki; Kuran’ı ezberlemeye bir cüz kala pencereden atlayıp
kaçan, yaşamı boyunca sorumsuzluğu özgürlük sanan küçük kızın
babası Rüştü bu işten de tez sıkılıp, hava parasını cebine atar, dükkanı
devrediverir.
41
VE İŞGAL…
Büyük Harp bitmiş, Yunan gelmiştir...
Babaları kaçmış, artık ekmek getiren dayı da yoktur..
Bir zamanlar akşamları, annesinin de katıldığı kah Eczacı Ferit
Bey’in annesinde, kah Osmanzade İhsan Hanım’da, kah Paşalar’da,
kah Şam’lı Bedialar’da toplanıp ut, def, tambur çalıp, şarkı söyleyip,
çengi (erkek dansöz) dahi oynatan semt kadınları artık sokağa
çıkamaz olmuşlardır.
Kestelli Yokuşu’nda ki bir tekkenin şeyhi olan, küçük kızın müzik
hocası Şeyh Cemal Efendi karşılarında ki evde oturuyordu, Bu evde
haftanın belli günlerinde, bir kaç mahalleli toplanır, saz çalınır, şarkı
geçilirdi. Ama artık, Şeyh Cemal Efendi’nin evinde de saz çalınıp,
şarkı geçilmiyordu!..
Tramvay Yolu’na kadar kat, kat bahçesi olan, sırtını dik kayalıklara
dayayan, park gibi bahçesinde genç Mansurzade’nin yeni çıkan
kağıt lira ile sigarasını yaktığının söylendiği, karşılarındaki köşkte de
ışıklar yanmaz olmuş, bir tek bekçi kalmıştır…
Hamam Sokağı’na girince, evlerinin çapraz karşısı sağdaki ilk
sokak başında kendilerine de diken, terzi Rum bir kadın otururmuş,
adı Mariya! Kendi halinde iyi bir kadın olarak bilirlermiş!..
42
Ne olmuştu Mariya ya? Evlerinin köşesinden her geçişte;
- Münirana... Münirana... Burası Atina olacak... diye, annesine
seslenerek geçiyordu.
Köpeğinin adını “Kemali” koymuştu!..
•••
İşgal üzerinden 5 ay ya geçmiş, ya geçmemişti. Annesinin elini
tutmuş gene Şükriye teyzelere gidiyorlardı.
Sanatlar Mektebi önünde nöbet tutan Efsun Askeri, önünden
geçen küçük kızın yanağını okşamak istedi. Bir şaklama duyuldu,
küçük kızın eli kalkmış nefretle Efsun Askeri’nin koluna inmişti.
Yunan donanması gelirken “Anne donanma geliyor, beni giydir”
diyerek eve koşan küçük kızın artık hep çatıktı kaşları! Gülemiyordu
da! Sürekli çaldığı, Yemen Türküsü ile bir marştı.
“Dünyalara bedeldir mah cemalin,
Allah’ıma emanettir Kemal’im…”
Osmanlı Türkleri Ulus’a dönüşüyordu!
43
İzmir İdadi’si (1888) Türk gençleri için ilk Lise.
1927 - 1970 yılları arasında Adliye Sarayı olarak kullanılmıştır
44
KİM YIKTIRDI? NEDEN YIKTIRDI?...
Önünden her geçişte sorar, sonra “elleri kırılsın” diye beddua
ederdi okuyamamış, yaşlı küçük kız.
Kocasının okuduğu liseydi orası, İzmir İdadisi! Açılışı 1888.
(1927-1970 arası Adliye Sarayı)
Konak’taki Mescid’in (İngiliz Ayşe Mescidi) tam arkasında,
Hükümet Binası’nın yanında… İslam çocukları için ilk lise.
O binaya ben yetiştim. Adliye idi o zaman! Avukatlık stajımı
(1968) orada yaptım.
Mermerli giriş… Gazla siline siline pırıldayan ahşap merdiven
basamakları… Billur başlıklı tırabzanlar…
Gavur İzmir’de Türkçülük hareketi orada, İzmir İdadisi’nde
yeşerdi… Türk Ocağı’nın doğal üyesi idi burada okuyanlar!
Türkçe gazete çıkarmak, yazmak, aydınlatmak ve aydınlanmak
tutkusu! 15, 16 yaşındaki bir avuç Türk Lisesi öğrencisinin hedefi
olmuştu. Tevfik Nevzat, Halit Ziya, Bıçakçızade Hakkı, Türkçü Necip,
Mahmut Esat, Mehmet Şeref… Ve ismi bilinmeyenler… Bunları
yetiştirenler…
•••
45
Mondros Mütarekesi yapılmış, İzmir’e akın akın Yunanlı
geliyordu…
Mütarekeden 6 gün sonra İngiliz’lere ait M-29 numaralı, Binbaşı
Dickson komutasındaki bir savaş gemisi İzmir’e geldi.
Bu geminin geldiği gün, Yunan uyruklular ile İzmir’li Rumlar,
İzmir’i işgal provalarına başladılar. Özellikle, bu amaçla şartlandırılan
Ortodoks papazları başı çekiyordu. Bir anda, “Zito” naraları ve
kiliselerin can sesleri Kordon Boyuna yayılmıştı…
Yolu tesadüfen Kordon’a düşen Türk erkeklerinin fesleri
başlarından alınıp, çiğnendi. Kimileri dövüldü. Tramvaylarda
haremliği, selamlıktan ayıran örtüler parçalandı. Müslümanlara ait
bazı dükkanlar taşlandı.
6 Kasım taşkınlıkları sabaha kadar sürdü. Her yer, özelikle
Kloranidi ve Paris Gazinolarının bütün duvarları, Yunan bayrakları,
Venizelos ve Kral Aleksandra’nın resimleriyle donatıldı. Her dilde
şarkıların söylendiği bu gazinolarda, o gece yalnız Yunan marşları ve
şarkıları çalındı.
Ünlü Kramer Palas Oteli’ne, Yunan bayrağı asılmamıştı. Her
milletten insan burada kalır, yemek yemeğe buraya gelirdi. Gelen
İngiliz gemisinin subayları da yemeye gelmişlerdi.
Kapı tekmelenerek açıldı. Sarhoş Rumlar, önce görevlilere hakaret
ettiler, Yunan Marşını söylediler, masalar arasında sirtaki yaptılar,
müşterilerin kadehlerini ağızlarına boşalttılar, biri de yemek yiyene
aldırmadan, masanın üzerine çıkarak duvardaki kristal aplik üzerine
46
Yunan Bayrağı’nı astı. Küçük dünyaları ben yarattım gibi gerine,
gerine etrafı süzerken, masadaki genç arkasındaki apliğe takılan
bayrağı öfkeyle söktü. Sarhoş Rum’la, genç adam birbirine girdi.
Diğer Rumlar müdahale edemediler. İngiliz subaylar önlerindeydi.
Koltukladılar sarhoş arkadaşlarını, taşkınlıklarına devam ederek,
çıktılar. Gencin adı, Nesim Navaro idi…
Cicika’nın Meyhanesi’nde, Ayvalık Metropoliti İncil’den “Diriliş
Suresini” okudu. Sonra, “Türkler’i kesiniz, zalimleri parçalayınız”
sözlerini ekleyerek, Yunan Marşı’nı okuttu. Ardından, sarhoş
topluluğu peşine takıp, Türk Mahalleleri’nde önlerine çıkan her şeyi
kırıp, döktüler.
Ünlü Kraemer Palas Oteli’ne, Yunan bayrağı asılmamıştı. Her milletten insan
burada kalır, yemek yemeğe buraya gelirdi. Gelen İngiliz gemisinin subayları da
yemeye gelmişlerdi.
47
Beş-on Ortodoks papaz ile yüze yakın kişinin Kordon’da başlattığı
olay, tüm İzmir’e yayıldı. Özellikle, İtalyan Mahalleri ile Türk
Mahalleleri hedef alınmıştı.
Anadolu Gazetesi, bu olaylarla ilgili şöyle yazdı:
“Aya Fotini Kilisesi’ne Yunan Bayrağı çekilirken, avukat
veya doktor olduğu söylenen bir şahıs, binlerce azgın ve çılgın
ayak takımı önünde bir konuşma yapmış, Osmanlı hakimiyetini
tahkir edip, Türkler’in haysiyetine tecavüz etmiştir. Güvenlik
kuvvetlerinin, bu şahıs hakkında dikkatini çekeriz....”
Aynı gazetenin, 10 Kasım 1918 tarihli sayısında da, aşağıdaki bilgi
vardı:
“Çarşamba günü Aya Fotini Kilisesi’ne Yunan bayrağı çeken
ve beraberindekilere, kanlarının son damlasına kadar Türkler’le
mücadele edeceklerine dair yemin ettiren kişinin, Dr. Stefanopulos
olduğu anlaşılmıştır.”
6 Kasım olayları her geçen gün gelişerek sürmüş, her gün
değişik hüviyetler içinde, Yunan yetkili kişileri İzmir’e gelmiş ve
propagandaya hızla devam etmişlerdir. Örnek olarak, Yunan Adalar
Valisi Papa Zafiropulos’un gelişini gösterebiliriz.
Papa Zafiropulos, “muhtemel bir Yunan çıkarmasının hazırlığı,
Rum milis güçlerinin teşkilatlandırılması ve silahlandırılması,
İzmir civarıyla, bağlı sancak ve kazalarda oturan Rumlar’ın İzmir’e
getirtilmesi” görevleriyle, İzmir’e gönderilmişti.
48
Bütün bu olayların çıkarılma amacı;
“Bir yandan Türkleri sindirip kaçırmak, diğer yandan İtilaf
Devletleri’nin yetkililerine sayısal olarak Türkler’den fazla
olduklarını göstermekti...”
23 Kasım 1918 tarihli “Köylü Gazetesi”, Papa Zafiropulos’un gizli
ziyaretini ve bu ziyaretin hedeflerini, haber olarak açığa çıkardı.
Bu arada, “Vıctorio Emanuelle” adlı İtalyan savaş gemisi,
Fransızlara ait torpil arama gemisi İzmir’e demirlemişti. İtalyanlar ve
Fransızlar’ın da İzmir’de gözü vardı.
Telaşlanan Venizelos Hükümeti, Komutan Mavridis’i Sivastopol’da
bulunan İstanbul Yüksek Komiseri Galthorp’la görüşmeye gönderdi.
Bu ziyaret sonucunda, Yunanlılar’ın da, bir savaş gemisiyle İzmir’de
temsiline ve Yunan Dış İşleri Bakanlığı’na bağlı olarak, İzmir’de
“Yunan Temsilciliği” oluşturulmasına imkan sağlandı…
Mavridis “Küçük Leon” adlı savaş gemisi ile, 24 Aralık 1918 günü
İzmir’e demir attı.
Köylü gazetesinin, 25 Aralık 1918 tarihli bir haberi şöyleydi :
“Mavridis, onuruna verilen yemekte yaptığı konuşmanın
sonunda, ulusal amaçlarına ulaşacaklarını beyan ettikten sonra
(Hatta, şimdiden yaşasın İzmir diyebilirsiniz) cümlesini ilave
etmiştir.”
Bu haber, her ne kadar barış görüşmeleri henüz başlamadıysa da,
artık İzmir’in Yunanistan sınırlarına katılmasına az kaldığını açıkça
gösteriyordu. (Türkmen Parlak’ın İşgal’den, Kurtuluşa 1 işaretli
kitabından)
49
Çaresizlik duygusu içinde, İzmir’li bir kısım Türk genci, bir
şeyler yapabilmek umuduyla, Mütarekeyi takiben, 23 Kasım 1918
de (Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti) Osmanlı Hukukunu
Koruma Derneği’ni kurdu…
Mart 1919’da da, ayni gençler, İzmir ve Havalisi Komutanlığı’nı
yapmakta olan Nurettin Paşa’nın olur ve desteği ile muvazzaf
subaylarla birlikte (Müdafaa-i Vatan) Vatan Savunması adlı gizli bir
örgüt kurdular.
50
14 MAYIS 1919 SABAH!..
Yukarıda anılan iki dernek ile Türk Ocağı’nın yönetici ve üyeleri
Lise Binası’nda toplandılar. Takiben, halkın da katılımını sağlamak
için Kemeraltı’ndaki Türk Ocağı Merkezi’ne geçtiler. Toplantı da;
- İşgalin protesto edileceği büyük mitingler yapılması,
- Silahlı mücadelenin, savaş gemilerinin top menzili dışında
verilmesi,
-Kaçırılması mümkün olan savaş malzemelerinin İzmir’den
çıkarılması,
- Hapishanenin boşaltılması,
- Mansurizade Emin Bey, Nurettin Paşa, Rauf Bey’lerin
Milli Kongre ve Hilal-i Ahmer’le temas etmek üzere İstanbul’a
gönderilmesi
kararlaştırıldı…
Ragıp Nurettin, Haydar Rüştü ve Mustafa Necati Türk Ocağı’nda
“Reddi İlhak Bildirisi” başlığı altında ki bildiriyi, çocuk doktoru Ali
Agah Bey’de Moralızade Halit Bey’in Kordon’daki ticarethanesinde,
İzmir halkını Maşatlık’ta yapılacak mitinge davet eden bildiriyi
kaleme aldılar.
51
(Cumhuriyet Bulvarı (2. Kordon) üzerinde, Gündoğdu’ya doğru
Nato Binası’nı geçince 4. apartmanın kapısında, eğer iyi dikkat
ederseniz “Moralızade Halit bey burada otururdu” diye Büyükşehir
Belediyesinin plaketini okuyabilirsiniz. Aydın genç idin, Rahmetle yat
Ahmet Priştina!)
52
REDDİ İLHAK BİLDİRİSİ
Haydar Rüştü, 12 Mayıs’da Müttefik Sansür Kurulu’nca yayını
durdurulan Anadolu Gazetesi’nin sahibi Haydar Rüştü Bey’di…
Bildiriler Anadolu Matbaası’na götürüldü. Baş dizgici Ali Haki
Baba ile makinist Mustafa Efendi matbaayı terk etmemişlerdi. Her
iki bildiri Ali Haki Baba ile makinist Mustafa Efendi’nin gözyaşlarına
karışan alın terleri ile Anadolu Matbaası’nda basıldı. (Haydar Rüştü
Bey’in anılarından)
Reddi İlhak Bildirisi :
“İzmir ve Havalisi Yunan’a ilhak ediliyor. İşgal başladı. İzmir
ve çevresi tamamen ayakta heyecanlıdır. İzmir son tarihi gününü
yaşıyor. Son ümidimiz milletimizin göstereceği karşı koymaya
bağlıdır. Miting ve telgraflarla her yere başvurunuz. Ve vatan
ordusuna katılmaya hazırlanınız.”
Bu bildiri bütün ülkeye seslenişti!
Maşat’lık Bildirisi :
“Ey Bedbaht Türk !..
Wilson prensipleri insancıl başlığı altında senin hakkın gasp ve
namusun yırtılıyor.
53
Buralarda Rum’un çok olduğu ve Türkler’in Yunan’a
katılmasını memnuniyetle kabul edileceği söylendi ve bunun
sonucu olarak güzel memleket Yunan’a verildi.
Şimdi sana soruyoruz:
Rum senden daha mı çoktur?
Yunan egemenliğini kabule taraftar mısın?
Artık kendini göster.
Bütün kardeşlerin Maşatlık’tadır. Orada yüzbinlerle toplan. Ve
ezici çoğunluğunu orada bütün dünyaya göster. İlan ve ispat et.
Burada zengin, fakir, alim, cahil yok. Fakat Yunan egemenliğini
istemeyen ezici kütle vardır.
Bu sana düşen en büyük görevdir. Geri kalma. Hüsran ve
düşkünlük yarar getirmez. Binlerle, yüzbinlerle Maşatlık’a koş ve
Heyeti Milliye’nin emrine itaat et!”
Bu gün ordu evinin olduğu yer ve Bahribaba Parkı Maşatlık.
Yani, Yahudi Mezarlığı… Arkası, Eşrefpaşa’ya giden yokuş… Önü,
teknelerin kalafat için çekildiği deniz kıyısı.
Amaç, yabancılara Türkler’in azınlık olmadığını göstermek
olduğu için, yer olarak Maşatlık seçilmişti. Orada yapılacak toplantı
ve yakılacak ateş, Kordon’dan ve Frenk Mahallesi’nden çok iyi
görülebilirdi.
Miralay Rıza izin verdi… Türk Ocağı Derneği üyeleri, silah ve
mühimmat ne varsa akşamdan götürdüler... Hapishane de boşaltıldı...
Vali İzzet Bey, hala yarım ağız işgali yalanlıyordu…
•••
54
“Yunan geliyor, Allah’ını, milletini, İzmir’ini seven
akşam namazından sonra Maşatlık’a gelsin…”
Lise’nin öğrencileriydi bunlar…
Yanlarında bir davulcu, Maşatlık Bildirisi’ni dağıtıyor, okuma
bilmeyenler için böyle sesleniyorlardı.
Geçmedikleri sokak, girmedikleri kahvehane kalmadı…
•••
Kalafata çekilmiş teknelerin önünde, bayağı kalabalık toplandı…
Yakındaki Karataş Karakolu’ndan polisler de gelmişti.
Sarı Kışla’dan erler, bir kaç zabit… Onlar, İstanbul’dan gelen
“Direnilmeyecek telgrafı”ndan haberdardılar…
Hasan Tahsin de aralarındaydı.
Öbek, öbek büyük ateşler yakıldı…
Belli bir gündem yoktu… Söz alanlar içlerinden geldiği gibi
konuştu…
Sabah ezanı okunurken yemin etti, toplananlar!
“İşgale karşı direnilecekti”
Bu yemin buram, buram Ulus bilinci kokuyordu, artık…
55
İşgal sonrası Saat Kulesi önündeki Yunan askerleri
City of Smyrna before the Destruction Albümü - Nea Synora
İLK KURŞUN…
Hasan Tahsin yeminini tuttu!.. İlk kurşunu o attı…
Komiser Fethi silahını ateşledi. Çok tüfek doğrultuldu ona... Öyle
girildi Karataş Karakolu’na!
“Direnilmeyecek!” bir emirdi. Görevin ağırlığı altında ezilerek
Sarı Kışla’yı teslim etti miralay Rıza… Sonra çıktı… Döndü, dolu
gözlerle kışlasına baktı…
Yunan Bayrağı çekilmiş, nizamiyeye Efsun Askeri yerleşmişti bile!
56
Saat Kulesi önünde bir grup Yunanlı, her yakaladığını “Zito
Venizelos” diye bağırtıyordu. Üzerlerine doğru yürüdü… İnen
dipçik sayısını saymak mümkün değildi…
•••
Küçük kız okuyamamıştı, ama yaşadıkları onu eğitmişti.
Her söyleneni, her yaklaşanı kuşku ile karşılar, akıl, mantık, bir de
sezgi mihengine vururdu.
“Benim Mekkem aklım, Kabem vicdanım” der, dururdu.
Zeki ve iyi gözlemciydi!
Cumhuriyet öncesi, Müslüman Türkler’in ikinci sınıf kentli
olduğunun farkına varmıştı…
Telgraflarla başlatılmış, olanaksızlar içinde yürütülmüş bir
Kurtuluş Savaşı yapıldığının, yoktan bir Ulus yaratıldığının,
direnişler içinde Devrimlerin yapıldığının da farkındaydı.
Yeni harfleri okumayı ve yazmayı bu günkü Karataş Lisesi’nde
açılan kursta öğrendiğini dile getirirken, hep bir saz şairinin iki
mısraını mırıldanırdı.
“Yerde kağıt bulan okuyor,
Çobanları katip ettin, Atatürk.”
Ailesini Mustafa Sabit, Türk Ulusu’nu da Mustafa Kemal saygın
57
ve egemen kılmıştı. Peygamber gibi gördü onları! Yaşamı boyunca
onları hiç tartışmadı, tartışılmasına izin de vermedi…
İnsan’ın inanmaya da ihtiyacı vardı!
Ortada Saat Kulesi, sağ tarafta gözüken Sarı Kışla
58
59
Konak Meydanı: Sağda Sarı Kışla, ortada Saat Kulesi, solda İngiliz Ayşe Mescidi
Sabit Bey
1900 - 1965
60
NEDEN LİMONCUOĞLU?..
Bir gün, oğlumun “Bizim soyadımız neden Limoncuoğlu?”
sorusuna, şaka olarak, “Dedeniz pazar, pazar dolaşır limon satardı”
dedim.
Duydu küçük kız annem! Mustafa Sabit hafife alınıyor gibi geldi
ona... Alındı… Belli, yanıtım yüreğini dağlamıştı… Önce küsmek
istedi, yapamadı. Yaşlıydı artık... Gözleri dolu başladı anlatmaya...
Limoncular diye anılırlarmış Tilkilik’te. Dönertaş’ın oralarda
konak gibiymiş dede evi. Rivayet ya, Dönertaş Sebili Limoncuoğlu
Vakfı imiş… Hayfa’dan limon, portakal kısaca narenciye getirirmiş
dede Limoncuoğlu.
Yahya Bey’le orada tanışmışlar. Yahya Bey Hayfa Nüfus Nazırı! O
zamanlar nüfus müdürüne nazır denirmiş. Türkçe, Arapça, İbranice,
Rumca, Fransızca bilirmiş! Her Osmanlı bürokratı gibi!
Osmanlı, İmparatorluk! Hala hükümranlığını, “yerelliği”
ve “halkları” koruyarak sürdürebileceğinin inancında! Oysaki
varlıklarını korumaya çalıştığı halklar, çoktan uluslara dönüşmüş!
Her ırk var Hayfa’da! Babil Kulesi gibi, Türkü, Yahudisi, Arabı,
Kürdü, Ermenisi, Rumu, Asurisi, Dürzisi, Fransızı!
61
O zamanlar İzmir de öyle! Her dili biliyor ya, Yahya Bey’in tayini
çıkmış İzmir’e!
Yahya Bey İzmir’e gelir. Dostu Limoncuoğlu’nun kızını alır ve
Levantenler’in yoğun olduğu Bornova’da, Cumhuriyet döneminde
Bornova Postanesi olacak eve yerleşir. Bir oğlu olur, Ethem Bey.
Küçük Kızın kocası olacak olan Mustafa Sabit’in babası!
•••
Mustafa Sabit’in annesi Saniye, 3 kız, 1 oğlandan oluşan etkin
bir Çerkez ailesinin kızı! Beyaz mı, beyaz, oldukça da kilolu! Ethem
Bey’i Saniye ile evlendirirler. İşte, küçük kızın kocası Mustafa Sabit
bu evliliktendir.
Saniye’nin oğlan kardeşinin adı da, kocası gibi Ethem’dir.
Ethem Harbiyeli’dir, Mustafa Kemal, İsmet (İnönü) ve diğerleriyle
ayni kuşak! Kurtuluş savaşında “Küçük Ethem” diye anılacak,
150’liklerden!
Tarih kitabı okumaya meraklı küçük kız annem, ara ara
Şemsettin Günaltay imzalı Tarih kitabı içinden Erzurum Kongresi’ne
katılanların fotoğrafını bulur, bu dayıyı bize gösterirdi.
150’liklerin affından sonra Atina’dan İzmir’e dönen Ethem
Dayı’nın “Çerkez Ethem’le gitmeseydim beni vururlardı”
savunması, aile arasında sürekli tartışılırdı. Dönüşte, Veliye adlı bir
kızla evlendi, Bayraklı’ya yerleşti dayı.
62
Bayramlarda el öpmeye giderdik. El öpmelik verdiği Atatürk’lü
Gümüş Liralar ile bir bayram beni de yanına alıp, bir konuğu ile
birlikte Bayraklı sırtlarındaki ilk İzmir’in kalıntılarını gezdirmesini
hiç unutamıyorum!
Döneminin her Harbiyeli’si gibi, örgütlenme onun da iliklerine
işlemişti. Demokrat Parti’nin kurucularından oldu.
9 Eylül İzmir’in kurtuluş günlerinde, partilerin Basmahane’den
başlayıp Anafartalar Caddesi boyunca süren yürüyüşleri bir olaydı.
A partisi 3 saat, B partisi 2,5 saat!
Celal Bayar’la kol kola Demokrat Parti konvoyunun en önünde
yürürdü.
Bir 9 Eylül yürüyüşü akşamı, ziyafet sonrası öldü. “Yorgunluk ve
çok yemekten” dediler…
Kuruluşuna katıldığı partisi ve Celal Bayar unutmadı onu!
İktidar olunca itibarını iade etti, rütbelerini geri verdi ve eşine maaş
bağlandı, birikmişler de ödendi.
•••
Limoncuoğlu Sabit’in bir teyzesi Gülsüm Hanım, İzmir Lisesi’nde
hoca olan Fuat Bey’le evliydi. Fuat Hoca ülkücüydü. İdadi de okuyan
Türk gençlerini çok etkiledi.
1910’larda, öğrencilerinin hepsi Türk Ocağı Derneği üyesi, kardeşi
Mustafa Necati Türk Ocağı Şube Başkanı (İzmir Mebusu ve Milli
EğitimBakanı) Celal Bayar da (3. Cumhurbaşkanı) umumi katip idi.
Artık, parçalanmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nda
Türkler’in varlığını korumak için sarılacak Türkçülük’ten
başka ne kalmıştı ki!
63
KÖLE KIZI SAFİYE…
Limoncu’ların Ethem Bey genç ölür. Mustafa Sabit 9 yaşındadır.
Anne, kızını alır, Karşıyaka’ya gelin gider. Tilkilik’teki dede evinde
zenci dadısı Safiye ile yalnız büyür Mustafa Sabit.
Uslu mu, uslu! Çalışkan mı, çalışkan! İyi mi, iyi bir çocuk!
Kendisine makas fırlatan kız kardeşi Fatma’yı bodruma
kapadıklarında, korkar diye gizlice yanına inip, onunla kalacak
kadar!
Emniyet Müdürü Küntay’ın;“Sabit izleniyorsun, dayınla temas
etme” uyarısına rağmen, Çerkez Ethem’ le Atina’ya kaçmış dayısına,
kuyumcu dostu aracılığıyla, üşür diye yün fanila, aç kalır diye
ailesinin nafakasından kestiği birkaç kuruşu sürekli gönderecek
kadar!..
Safiye, köle kızı! Rahmetli Ethem Bey’le birlikte, onu eyleyerek
büyümüş... Tohumda mı şartlanıyor ne! Sahibinden daha fazla eve
sahip, patronuna sadık!
Ethem Bey’in ölümünden sonra, nasıl görmüşse öyle idare eder
evi, öyle yaşatır...
64
Bir anaç tavuk gibi sahiplenir Ethem’in oğlunu! Bir bohça gibi de,
her gittiği yere taşır!
Ethem Bey’in sağlığında her yaz Çeşme Ilıca’ya gidiliyordu ya,
gene gittiler…
Her sabah çantasını, sefertasını taşıyarak Ethem’in emanetini
okula teslim etti. Her akşamüstü teslim alıp, eve getirdi. Onun küçük
prensiydi, Sabit.
Bu sadakat etkiledi mahalleliyi! Artık, zenci kız, mahallelinin
saydığı “Safiye Abla” idi.
Babam Mustafa Sabit’i, kimseyi ve hiçbir hayvanı okşarken
görmemiştim.
Bir gün, bahçe kapısı aralıktı, babam merdivenlere çömelmiş
siyah bir kediye peynir yediriyor ve onu okşuyordu. Beni fark edince
hemen doğruldu, “pist… pist…” diyerek, ayağı ile iteledi kediyi…
O kedinin siyahi olduğu için okşandığını bu gün anlıyorum!
Evet, babam Mustafa Sabit, ne sevgisini dile getirirdi, ne de
üzüntüsünü. Duygularını kimsenin bilmesini istemezdi. Çocuklarını
uyurken seven babalar var ya, onlardandı… Sevgisi eylemlerinde
ışıldardı…
Öyle inanıyorum, bizi yetiştirirken dışarıda 10 kuruş ise kahve,
İstanbul’da okuyan iki oğluna daha fazla para gönderebilmek için onu
dahi içmemiştir, babam.
65
Sanki özel görevle gelmişti dünyaya! Onu büyüten köle kızı zenci
Safiye gibi…
Çocuklarını beslemek, büyütmek ve okutmak…
Sonra, Allahaısmarladık!
Aynen böyle de oldu! (15 Ocak 1965)
66
20 YIL GİYİLEN MANTO…
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran o kuşak, genelde böyleydi.
Annem, bir mantoyu 20 yıl giymekle övünürdü. Ağabeyimin
küçülen ceketi ters yüz yapılır, bana giydirilirdi. Köselesi aşınmasın
diye kabara çaktırılırdı ayakkabılarımızın altına.
Gençliğin ve olayların sıcaklığında fark edilmiyor, bu özveriler!
Cumhuriyeti kuran kuşakların koşullarını anlamaya çalışmıyoruz!
Üstüne, acımasız da oluyoruz, genç iken!
İdare Hukuku sözlü sınavına gireceğim. Öylesi, başaramayacağım
korkusu sinmiş ki içime! Yaşamlarını, onların “altın bilezik”
dedikleri, çocuklarının özgür bir meslek sahibi olması hedefine
kilitleyen anne ve babama
“Başarısızlığıma rağmen İstanbul’da okutmak ısrarınızla
beni eziyorsunuz, artık başaramamak umurumda değil, gene
de başaramadım dediğimde, haliniz gözümün önüne geliyor,
bu bitiriyor beni, silindir gibi eziyor. Bana bu kadar tasarrufa
hakkınız yoktu!”
diyen, çektiğim telgrafı anımsıyorum.
Her halde trajedi bu telgrafın okunduğu andır.
67
İdadi öğrencisi Mustafa Sabit (üstte)
İzmir İdadisi mezunu Mustafa Sabit (ortada oturan)
68
LİMONCULAR’IN SABİT…
İzmir İdadisi’ni bitirir Limoncular’ın Sabit… Askeri Tıbbiye’ye
girmek için başvurur... Sağlık kontrolünde 5 derece miyop olduğu
belirlenir, alınmaz. Bir gözlükle döner İstanbul’dan...
Avusturya/Macaristan İmparatorluğu Osmanlı gençlerine burs
vermektedir. Oraya başvurur... İzmir İdadisi’nden mezun üç genç
kabul görür. Biri Sabit, biri Emin (Birsel), biri Ethem (Menderes)…
Babamın yatağının başucunda eski bir konsol vardı, ön gözü
kilitli. Hiç açık olmazdı bu çekmece. Nasılsa bir gün açık buldum
çekmeceyi, karıştırdım.
Tabancası hemen üstte idi… Yanında, içinde tırnak makası bile
olan, herhalde Viyana’dan alınmış sedefli çakısı, zinciriyle beyaz
kadranlı Omega marka bir cep saati… Sarı, kalın zarflar içine
yerleştirilmiş mektuplar ve fotoğraflar... Bir zarf Avusturya’ya aitti.
Fotoğrafların birinde etli, butlu sarışın bir kız gülüyordu.
Çocukların ağzına düşmeyi gör… Ablam, ağabeyim dahil “Vay be
baba, iyi günler geçirmişsin Avusturya da…” diye sıkıştırdığımızda,
gülmüş, “O fotoğraf, frolayn Elizabet’e ait, kaldığımız pansiyonda
hizmet veren kız” demişti…
69
Onunla ilgili tek yorumu da “O tarihteki çoğu kız gibi, onun da
çizme hayranlığı vardı. Oda kapısı önünde subay çizmesi gördü
mü, o gün yalnız o odaya hizmet verirdi…” oldu.
Avusturya’dan nasıl döndü, neler yaşadı hiç anlatmadı. Küçük
kız annemden duyduğum; İstirdat sonrası, gemi güvertesinde, İtalya
üzerinden İzmir’e geldiğidir…
70
İSTİRDAT! İZMİR’İN GERİ ALINIŞI!
Küçük kız İzmir’in geri alınışından İstirdat diye söz ederdi.
O tarihte 14 -15 yaşlarında olmalıydı. Doğum tarihini bilmez,
“Hürriyette doğmuşum.” derdi… Herhalde, II. Meşrutiyet 1908…
Yunan bozgunu, Mustafa Kemal’in askerlerinin İzmir’e doğru
gelmekte olduğu kulaktan kulağa fısıldanıyordu.
Yunan muhripleri, kendilerini emniyete almak için, Yunan
askerlerini alarak Urla açıklarında demirlemek üzere İzmir’den
ayrıldılar.
İzmir’de yaşayan Rum ve Ermeni’lerde panik başlamıştı!
Osmanlı İmparatorluğu’nun yerellik ve halklar anlayışının
güvencesi içinde, Ege’nin en güzel kıyılarında, en güzel deniz
ürünlerini yiyerek, müzik dinleyip, rakısını, şarabını içerek varlığını
korumuş olan Anadolu Rum ve Ermeni’lerine ulusçuluk ve işgal
pahalıya patlıyordu…
Oyunu onlar başlatmışlar, uyutulan bir ırkı uyandırmışlardı!
Artık, Osmanlı İmparatorluğunun seferden sefere koşturduğu
Türkler de, o yüzyılın modası olan Ulus bilincine varmıştı!
Bin yıldır hükmettikleri Anadolu; Yurtlarıydı!
71
Ortada uzun çatı Basmane Garının peronlarının üzerindeki kaplamadır. Arka
planda Ermeni mahallesi, bugünkü Kapılar, Tepecik, Yeşildere. (üstte)
Ermeni mahallesinde başlamış olan yangının ilk dumanı (altta)
13 Eylül 1922 öğleye doğru
72
13 Eylül 1922 öğlen üzeri yangının başlangıcının denizden görüntüsü (üstte)
13 Eylül 1922 gecesi büyümüş olan yangının denizden görünüşü (altta
73
ORDU İZMİR’E GİRİYOR
“Minirana… Minirana burası Atina olacak…”,
“Türk evleri akşamları kapısına fener asacak…”
Yüzeyde gözüken bu soyut deyişlerin içeriğinde yaşanan somut
olaylar evlat acısı gibi koymuştu… Haklısı, haksızı, iyisi, kötüsü,
doğrusu, yanlışıyla talih bize gülmüştü!
Artık, Rum ve Ermeni kökenliler yaşamlarını İzmir’de
sürdürmelerine imkan olamayacağını anlamışlar, taşınabilecek ne
varsa toplanmış, çoluk, çocuk atlı arabalar üzerinde Urla’ya doğru
yollara dökülmüşlerdi…
Annesi, bütün kapıların ve demir kepenklerin arkasına kol
demirlerini sürdü. Ne ocak yaktılar, ne de ışık!
Ara, ara üst kattaki hayat cumbasında takılı kafesin arasından
gözükmeden, Karantina dönemecine kadar Tramvay Yolu’nu
izlediler.
Hızlı yol almağa çalışıyordu arabalar… Etrafında atlı korumalar
vardı. Bu korumalar, ara ara atlarını Hamam Sokağı’na doğru sürüp
gelişi güzel kurşun sıkıyorlardı…
74
Artık, Hamam Sokağı’nın içinden de karşılık veriliyordu…
İşgalin, kaçmanın, göçmenin ne olduğunu, açısını bilen, çoğu
tramvay şirketinde vatman veya biletçilik yapan, Girit Türkleri idi
bunlar… Derenin içindeki ağaçları siper alarak, giden konvoyların
arkasından kurşun atıyorlardı.
Küçük kızların evleri 2 ateş arasında kalmıştı. Kurşunlar
kimi zaman evin duvarına, kimi zaman kapı ve pencerelerine
rastlıyordu…
•••
Evlerinin önünde, cadde üzerinde Yani Amca’nın bir lokantası
vardı. (O dükkan daha sonra da, istimlak edilinceye kadar hep
Lokanta olarak işletildi.) Yani’nin ne karısı, ne çocuğu vardı. Kapalı
kepengin hızla vurulduğunu;
“Hadi Yani, Türkler geliyor, gidiyoruz…” diye bağırıldığını
duydu küçük kız.
Fakat ne kepenk açıldı, ne de Yani Amca’dan ses çıktı!..
•••
Konvoyların gidişi ardından, herkes sokaklara döküldü. Ordu
İzmir’e giriyordu.
Sarılan… Ağlayan… Allah’ına şükreden…
75
Karantina Askeri Hastanesi (1885) - solda. Karşısında doğumhanesi (Bugün 4.
Ordu Komutanının Lojmanının bulunduğu yer)
DOMDOM KURŞUNU…
Kadınlar, Askeri Hastane’ye koştular… Askeri Hastane
temizlendi... Küçük kıza sargı bezi sarması görevi verilmişti…
Frenk Mahallesi’nin dar sokaklarındaki evlerde direnç olduğu, bu
evlerden sıkılan kurşunlarla çok askerin yaralanmakta olduğunu, bu
sokaklara girilemediğini gelen yaralılardan öğrendiler.
Küçük kız, ilk defa komada olan bir yaralının çıkardığı hırıltıyı ve
çırpınışı gördü.
Birinin kangren olan ayağı kesilecekti. Çizmesini çıkarmak için,
76
“yardım et” dediler. Zavallı askerin çizmesinin içi kan dolmuş ve
kurumuştu. Deri ile birlikte geldi çizme. Çorabı hiç olmamıştı ki!
İlk defa duydu ve gördü. “Domdom kurşunu” dediler, yarayı
temizlerken! Girerken bir, çıkarken kat, kat açarmış geçtiği yeri!
Öyleydi, o askerin de yarası!
Basmahane arkasında, bu gün “Kapılar” denilen semt, İzmir’in
karadan girişi idi. Ermeni mahalleleri oradan başlar, uzun dar
sokaklarla Frenk Mahallesi’ne (Kültür Park ve civarı) ulaşırdı.
Ermeniler’in oturduğu sokakların birinde yangın çıkmış, Frenk
Mahallesi yanıyordu.
3 gün sürecek olan yağmalama da başlamıştı…
Terk edilmiş büyük baş, küçükbaş hayvanlar… Domuzlar…
Tavuklar… Hindiler sokaklardaydı…
Arkadaşı Ferhunde ve onun kardeşi Lütfü ile birlikte terk edilmiş
her eve girdiler.
Lütfü bir duvar saati indirmişti. 3 çocuk yüklendiler, doğru
Lütfü’lerin evine. Kapıyı açan anneleri Pakize Hanım oldu. İşgal
öncesi çengi dahi oynatan Osmanzade Pakize Hanım (Aksoy) çok
kızdı,
Hemen onu Karakola götürün…
77
Götürdüler…
Karakol yıkılıp, yerine 2 katı karakol, 6 katı lojman olan yeni
karakol binası yapılıncaya kadar, o saat karakol girişinin hemen
sağındaki Komiser Odası’nın duvarında asılı durdu…
•••
Karadenizliler’den oluşturulan özel giysili bir bölük asker Sanatlar
Mektebi’ne yerleştirilmişti. Mustafa Kemal’in Muhafız Alayı’ndan bir
bölük deniyordu.
Bir sabah bir gürültü, bir sesler duydular… Pencereyi açtı
annesi… Karadeniz’e has giysili bir kaç asker Yani’ yi götürüyordu…
- Müniranım, söyle ben sizlerin komşusu, dostu değil miyim?..
- O bizim komşumuz, iyi insan, bize yardım etti…
diye seslendiyse de annesi…
Karadenizli erin ağzından;
- Kadın, karışma, gir içeri, kadınlığını bil… çıktı.
Yani, Türkler’in dostuydu…
Kim gammazlamıştı? Günahı boynuna, sonra o lokantayı yıllarca
Ahçı Mehmet diye anılan Girit’li Mehmet işletti… Yani’dense hiç
haber alınamadı…
78
ÜTÜLÜ PANTOLONU İLE
ÇOK ŞIKTI…
Mustafa Sabit Avusturya dönüşü Menemen’e yerleşti. Annesi
evliydi, ama kız kardeşi henüz bekardı… O’ndan sorumluydu!
Köylüden yumurta topladı ve pazarcılık yaptı. Hangi kazanın
pazarıysa, topladığı yumurtaları oralara taşıdı. Ta ki, kız kardeşi
Fatma evleninceye kadar!
Menemen eşrafından Küçük Bekir ile evli olan annesi, kızı
Fatma’yı üvey oğlu Ahmet’e vereceklerini söylediğinde, kız kardeşine
döndü, “istiyor musun?” Cevap “evet” idi…
Düğün Menemen’de yapıldı… Küçük kız da düğündeydi,
babasının üvey kardeşiydi Küçük Bekir.
Küçük kızın gözleri, bir ara kapıdan giren ütüsüz pantalonlu,
zayıf bir delikanlıya takıldı. Delikanlı gözlerini dikmiş, sürekli ona
bakıyordu…
-Ülviye Hala kim bu?..
-Sabit Bey, gelinin ağabeyi. Okumuş, çalışkan bir çocuk,
pazarcılık yapıyor. Bekar, düşünür müsün?..
79
- Yapma hala, kıyafetine baksana, zayıflıktan da nülüğü çıkmış,
bir o kalsa, bir ben kalsam onunla evlenmem!..
Böyle demişti. Ulviye halasına küçük kız.
•••
Namusundan sorumlu olduğu kız kardeşi evlenmişti.
Sabit Bey, düğünün hemen ertesi eşyalarını toplayıp, İzmir’e
döndü. Dadısının ölümünden beri kapalı duran Tilkilik’deki Baba
Evi’ne yerleşti.
•••
29 Ekim 1923…..
Pare, pare atılan toplar Cumhuriyeti müjdeliyordu…
Her kez ümit dolu ve coşkuluydu…
Sabit Bey’in de içi, içine sığmıyordu, yüreği ağzından fırlayacak
gibiydi!
Türk Ocağı Toplantıları gözünün önüne geldi! Mırıldandı,
“Egemen bir Türk Cumhuriyeti ha… Sen gerçekten
büyüksün…”
•••
80
Osmanlı Bankası, İzmir Şubesi için, dil bilen Türk ve Müslüman
bir memur arıyordu.
Necati Bey İzmir’den mebus olmuştu. O’na gitti, tavassutunu
istedi.
- Ankara’ya yerleş Sabit, ben sermaye koyayım, bakalliye
açalım, Ankara çok gelişecek…
- Yok ağabey, ben yapamam. Sen benim için Osmanlı
Bankası’na tavassutta bulun.
Mustafa Sabit Osmanlı Bankası İzmir Şubesi’nde, ilk Türk kökenli
banka memuru olarak göreve başladı.
•••
Yıl 1924…
Hamam Sokağı’ndaki evin kapısı çalındı. Açtı küçük kız, elinde
bir buket çiçek ve pastayla Sabit Bey ziyarete gelmişti, kruvaze ceketi,
ütülü pantolonuyla çok şıktı.
Biri kız, ikisi erkek üç çocuk, on torun…
Mekanınız Cennet olsun…
oğlu
u
imonc
L
r
e
d
n
Ö
81
Yıl : 1915
YER : 1. Tayyare Bölüğü Havaalanı, Çanakkale
Var bir de, 1920 lerde Kurtuluş Savaşını yapanların giysilerini düşünün
82
ÇANAKKALE 1917
43-ncü Alay 1-nci P. Tb. 1-nci Bölük
1917 YILI YEMEK LİSTESİ
GÜN SABAH ÖĞLE
AKŞAM
EKMEK
15 HAZİRAN : ÜZÜM HOŞAFIYOK YAĞLI BUĞDAY ÇORBASI TAM
26 HAZİRAN : YOK YOK
ÜZÜM HOŞAFI TAM
18 TEMMUZ : ÜZÜM HOŞAFI
YOK
YOK
YARIM
8 AĞUSTOS : YARIM EKMEK
YOK
ŞEKERSİZ ÜZÜM HOŞAFI
NOT: 21 TEMMUZ 1917’DEN İTİBAREN BAŞLAYARAK ORDU EMRİYLE EKMEK
İSTİHKAKI 500 GRAMA İNDİRİLMİŞTİR. ÇÜNKÜ UN VE EKMEK KALMAMIŞTIR.
BU VATANIN NASIL KAZANILDIĞINI BİLMEYENLERE,
ANLAMAYANLARA YA DA ANLAMAK İSTEMEYENLERE
LÜTFEN ANLATIN
83
TBMM - ANKARA
84

Benzer belgeler