Mikrobiyolojiye Giriş

Transkript

Mikrobiyolojiye Giriş
Mikrobiyolojinin Tarihçesi
İlk in”sanlar hastalıkların ve ölümlerin tanrılar veya insan üstü güçler
tarafından, yeryüzündeki kötü kişilere ceza olarak gönderildiğine inanmışlar ve bu
inançlarını da yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdir. Milattan Önce 8000-7000 yılları
arasında Mezopotamya bölgesinde yaşayan insanların hastalıklar, ölümler ve bunların
nedenleri hakkındaki bilgi ve görüşleri yok denecek kadar azdı. Bunların, insan üstü
kuvvetler tarafından oluşturulduklarına inanıyorlar, bunlardan korkuyorlar ve bu
duygularını da saygı ve tapınma tarzında gösteriyorlardı. İlkel yaşantının hüküm
sürdüğü bu dönemde hayata, doğaya ve doğal olaylara insan üstü kuvvetlerin hakim
olduğuna inanılırdı.
Bu tarihlerde bazı sağlık kurallarının konulduğu ve bunlara titizlikle uyulduğu
papirüslerden anlaşılmaktadır. En eski papirüs olan Kuhn papirüs 'ünde (MÖ. 1900)
köpeklerdeki paraziter hastalıklardan ve muhtemelen, sığırlardaki sığır vebasından
bahsedilmektedir. Bunların sağaltımı için hayvanların kendi hallerine bırakılması ve
tütsü edilmeleri önerilmektedir. Smith papirüs'ünde (MÖ.1700) yaraların sağaltımında
taze
etin,
ve
hemorajilerde
koterizasyonun
kullanılabileceğine
dair
bilgiler
bulunmaktadır. Bu papirus, o devirlere ait bazı önemli tıbbi bilgiler de vermektedir.
Ebers papirüs'ünde (MÖ. 1550), hastalıkların esas nedenlerinin şeytanlar olduğu ve
hastalıkların ancak sihir ve dualarla giderilebileceği belirtilmektedir. Bazı hastalıkların
tedavisinde sinek ve timsah pisliklerinin ve farelerin yararlı olacağına da inanılıyordu.
Heredot 'un eserlerinde, Mısırlıların tuzu antiseptik olarak kullandıkları belirtilmektedir.
Rönesans Öncesi Mikrobiyoloji
Hippocrates (MÖ. 460-377), hastalıkların topraktan çıkan fena hava ile su,
yıldız, rüzgarların
ve mevsimlerin etkisiyle oluştuğuna da inanmıştır. Bu öğretiye
miasma teorisi denilir. Bilgin yazdığı kitaplarda sıtma, lekeli humma, çiçek, veba,
sara ve akciğer veremine ait bilgiler vermiştir. Ayrıca, yaraların sağaltımında
kaynatılmış su ile irrigasyonu, operatörlerinin ellerini ve tırnaklarını temizlemelerini,
yaraların etrafına bazı ilaçların sürülmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Hipokrat, hava,
su, toprak olarak dört elementi; sıcak, soğuk, nem, kuru olarak dört kaliteyi;
kan,
mukus, sarı safra, siyah safra) olarak vücudun dört sıvısını tanımlamıştır. Mevsimlerin
hastalıkların çıkışında önemli rol oynadığını da savunmuştur.
1
Aristoteles, (MÖ. 384-322), veba, lepra, verem, trahom ve uyuz hastalıkları ve
bunların bulaşma tarzları hakkında bazı açıklayıcı bilgiler vermiştir. Ayrıca, temasla
bulaşmaya da dikkati çekmiş ve vebalı hastaların soluk havasının bulaşıcı olduğunu da
belirtmiştir.
Bataklıklar ve sıtma arsındaki ilişki bir çok bilim adamının dikkatini çekmiştir.
Empedocles, MÖ. 490-430), Sicilya'da bataklıkların kurutulmasının malaryayı kontrol
altına alacağına değinmiş ve malarya ile bataklıklar arasında bir ilişkinin varlığını
gözlemiştir. Aristophanes, MÖ. 422-385 aynı şekilde sıtma ve bulaşması hakkında
bilgiler vermiştir.
Esclepiades (MÖ. 124), Themison (MÖ. 143-23) ve Thesallus (MS. 60) farklı
görüşlere sahip olmakla birlikte bilginler genelde birleştikleri ortak nokta, vücudun
doğal delikleri arasındaki uyumun değişmesinin hastalık ve ölümlerin nedeni
olacağıdır. Bu teoriye porlar teorisi denilmektedir.
Gallenos (MS. 120-200), miasmatik görüşe katılmış ve desteklemiştir. Bilgin,
Hipokrat 'ın 4 sıvı teorisini kabul etmekte, sıvıların azalması veya artmasını
hastalıkların nedeni olarak göstermekteydi. Galen, gözlemlerine göre, şahısları 4
gruba (kanlı, flegmatik, safralı ve melankolik) ayırmıştır. Galen, aynı zamanda, kan
almanın bazı hastalıkların sağaltımı için yararlı olacağını da düşünmüştür.
Anadolu'da imparatorluk kuran Hititler de hastalıkların doğa üstü kuvvetler
tarafından oluşturulduğuna inanırlardı.
İbraniler arasında, hastalıkların günahkâr insanlara, ilâhi kuvvetler tarafından
gönderildiği görüşü yaygındı. Leviticus 'un kitabında, doğumdan sonra kadınların çok
iyi
temizlenmeleri
gerektiğine,
menstrasyon
hijyenine,
bulaşıcı
hastalıklardan
korunmaya, temiz olmayan eşyalara dokunmamaya, izolasyon ve dezenfeksiyonun
bazı hastalıkların (veba, uyuz, antraks, sara, trahom, verem, frengi) kontrolünde
gerekli olduğuna dair bazı açıklamalar bulunmaktadır. Bu dönemde, difteri, lepra,
gonore ve diare bilinmekteydi. Musa peygamber (MÖ. 1300), zamanında bazı sağlık
kuralları konulmuşsa da, bunlara sonradan uyulmamıştır. Bu dönemde, özellikle, gıda
hijyenine önem verilmiş, domuz eti, ölmüş hayvanın eti, deniz kabuklu hayvanların
eti, kan ve yağın yenmemesi öğütlenmiştir.
Hindular (MÖ. 1500) döneminde, Sanskrit'ler de, hastalıkların nedenleri olarak
şeytanlar, cinler ve büyücüler gösterilmektedir. Bu dönemde yazılan eserler arasında
2
Bower’in yazmaları, Sustrata Samtiha ve Charaka Samhita sayılabilir. En eski Hindu
tıp eseri, İ.Ö. 4 yy’dan kalan Bower elyazmasıdır. Bu el yazması, bir ilaç listesi ile
bunların nasıl kullanılacağına ilişkin bilgileri içermektedir . Ameliyat kitabı olan Susrata
Samtiha, 121 farklı ameliyat aleti tarif edilmekte ve modern zamanlardan önce bilinen
ameliyatların çoğu hakkında bilgi verilmektedir. Malarya ile sivrisinek; fare ölümü ile
veba ve şeker hastaları ile tatlı idrar arasındaki ilişki Sustrata Samtiha’ da
bulunmaktadır. Sustrata Samtiha, bunların yanısıra, çocuk bakım ve hijyenine ait
bilgiler de vermektedir. Charaka Samhita’da ise
insan vücudunda üç yaşamsal
süreçler ve bu süreçleri oluşturan akkan, kan, et, yağ, kemik, ilik ve meniden oluşan,
yedi ilkel maddelerden bahsedilmektedir. Esere göre sağlık bu yedi ilkel maddenin
niceliksel uyuşumuna bağlı olup, bunun herhangi bir bozukluğa, hastalığa sebep olur.
Eski Çin Medeniyeti (MÖ. 3000-2000) döneminde yazılan Materia Medika adlı
kitapta kan dolaşımına ait bilgiler verilmekte, dolaşımın kanın kontrolünde yapıldığı,
kanın sürekli ve günde bir defa dolaştığı bildirilmektedir. Ayrıca, kitapta, akupunktur
ve nabız hakkında da bazı bilgilere yer verilmiştir. Bu dönemde, Çin'de frengi, gonore
ve çiçek hastalıkları bilinmekte ve bunlara karşı bazı önlemlerin de alınmakta olduğu
belirtilmektedir. Milattan Sonra 2. asırda haşhaşın ağrı kesici olarak kullanıldığı da
zannedilmektedir. Wong Too (MS. 752), insan ve hayvanlarda rastlanılan hastalıklar
ve bunların sağaltım yöntemlerini Dış Alemlerin Sırları adlı eserinde 40 bölümlük bir
yazıda toplamıştır. Konfüçyüs (MÖ. 551-479) döneminde kuduzun tanındığı ve bazı
önlemlerin alındığı bilinmektedir. Eski Çin döneminde, hastalıkların nedeni olarak,
erkek ve olumsuz unsur olan Yang ile dişi ve olumlu öğe olan Yu 'nun arasındaki
düzenin bozulmasına bağlanmaktadır.
Milattan önceki dönemde yaşayan
Türkler de, hastalıklara ve jeolojik ve
meteorolojik olaylar ile ruhların neden olduğuna inanılırdı. İyi ruhlar ise insanları
hastalıklardan korurlardı. Ülgen en büyük tanrıyı, Erklik de kötülükleri temsil ederdi.
Şaman olarak tanımlanan ve ruhlarla ilişki kurduğu varsayılan din adamlarının kötü
ruhların yaptıkları fenalıklardan ve hastalıklardan insanları koruduğuna inanılırdı .
İslamiyet döneminde İlk hastanenin Şam'da MS. 707'de kurulmuş olduğu
açıklanmıştır. Bağdat'da yaşamış olan Ebubekir Mehmet bin Zekeria El Razi (MS. 854925), yazdığı "Tıp Ansiklopedisi'nde" çiçek ile kızamık hastalıklarını tanımlamış ve
bulaşıcı hastalıkların fermentasyona benzediğini bildirmiştir. Buharalı İbni Sina
3
(Avicenna, MS. 980-1038), bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen kurtçuklardan ileri
geldiğini ve korunmak için temizliğin önemli olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, yazdığı
kitaplarda, bazı hastalıkları da (plörizi, verem, deri ve zührevi hastalıklar) tanımlamış
ve korunmak için de bazı ilaç adlarını vermiştir. Abu Marvan İbn Zuhr (MS. 10941162), tıp konusunda 6 cilt kitap yazmış ve birçok hastalıkları da (mediastinal tümor,
perikarditis, tüberkulozis, uyuz, vs.) tarif etmiştir. Ak Şemsettin (MS. 1453), kitabında
malaryanın aynı bir bitki tohumu gibi, görülmeyen bir etkeni olduğunu ve vücuda
girdikten sonra ürediğini açıklamıştır.
Orta Çağ döneminde de Hipokrat ve Galen'in görüşleri kabul görmüş ve fazlaca
taraftar toplamıştır. Roger ve Roland (11. ve 12.asırlar arasında) Salorno'da kurulan
ilk bağımsız medikal okulda çalışmışlar, kanseri tanımlamışlar, paraziter hastalıklarda
cıvalı bileşikleri kullanmışlar ve irinin yaranın içinde meydana geldiğini bildirmişlerdir.
Orta Çağ döneminde, veba, lepra, erisipel, kolera, terleme hastalığı (muhtemelen
influenza) ve frengi gibi hastalıklar oldukça fazla yaygındı. Milyondan fazla insanın bu
hastalıklardan öldüğü açıklanmıştır. Venetian Hükümeti, infekte gemileri limanlara
sokmamak için bazı karantina önlemleri almış ve bir halk sağlığı örgütü kurmuştur
(1348). Boccacio (1313-1375), yazdığı Dekameron (decameron) adlı eserinde,
öldürücü ve yaygın olan vebanın bulaşması hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Bu
dönemde, sirke antiseptik olarak tavsiye ediliyordu.
Rönesans Döneminde (1453-1600), bilimde ve özellikle tıp alanında yeni
gelişmeler meydana gelmiştir. Hastalıkların nedenleri olarak gösterilen ilahi ve
insanüstü kuvvetlere inanışa ve miasmatik görüşlere karşı çıkılmaya başlandı.
Deneylere, gözlemlere ve bu tarzdaki araştırmalara önem verildi. Paracelcus (14931541), hastalıkları 5 esas nedene (kozmik, gıdalardaki zehirler, ay ve yıldızlar
tarafından kontrol edilen doğal olaylar, ruh ve şeytanlar, ilahi nedenler) bağlamıştır.
Fracastorius (1478-1553), yayımlandığı kitabında, bulaşıcı hastalıkların jermler
(Seminaria morbi) tarafından sağlamlara nakledildiği, bulaşmada direkt temas,
hastaların eşyası ve havanın önemli olduğu üzerinde durmuştur. Böylece, ilk defa
jerm teorisi ortaya atılmış ve bulaşmada da canlı varlıkların (Contagium vivum) rol
alabileceği düşünülmüştür. Fracastorius, ayrıca, veba, frengi, tifo ve hayvanlardaki
şap hastalığı üzerinde de bazı çalışmalar yapmıştır. Bir şahısdan diğerine geçen
hastalıkların, o şahısda da aynı veya benzer hastalık tablosu oluşturduğu,
4
Fracastorius'un
gözlemleri
arasında
yer
almaktadır.
Von
Plenciz
(1762),
Fracastorius'un görüşlerini benimseyerek, hastalıkların gözle görülemeyen küçük
canlılar aracılığı ile bulaşabileceğini ileri sürmüştür.
Mikroskop Tarihçesi
Roger Bacon (1214-1294) basit büyüteç yaparak başlatığı mikroskop tarihçesi
bir çok bilim adamının katılmasıyla bu güne gelmiştir. Bu konudaki önemli taşlardan
birisi Hooke tarafından atılmış olup 1665'de, yayımladığı Micrographia adlı eserinde
gördüklerinin mikroskobik görünümlerini çizmiş ve bunlar hakkında detaylı bilgiler
vermiştir. Hollandalı bir tüccar ve amatör bir mercek yapımcısı olan Antony van
Leeuwenhoek (1632-1723), 200 defadan fazla büyütebilen ve iki metal arasına
yerleştirilmiş
bikonveks
mercekten
oluşan
büyütme
aleti
ile
yaptığı
çeşitli
incelemelerde mikroskobik canlılar dünyasını bulmayı başarmıştır. Bu nedenle
kendisine mikrobiyolojinin kurucusu gözü ile bakılmış ve mikrobiyoloji biliminin
başlangıç tarihi olarak 1683 yılı kabul edilmiştir. İlk bakterileri 1676 yılında görerek,
şekil ve hareketlerini izlemiş ve şekillerini çizerek bu konuda hazırladığı 200'den fazla
mektubunu Londra'daki Phylosophical Transaction of the Royal Society’ye göndermiş
ve yayımlanması sağlanmıştır. Yayınlarında özellikle diş kirinden yaptığı muayenelerde
milyonlarca küçük canlıya kendisinin deyimiyle very little animalcules’e rastladığını da
belirtmiştir. Leewenhoek bu canlıların yüksek ısıda tuttuğunda veya sirke ile muamele
ettiğinde öldüklerini de belirtmiştir.
Bu tarihten sonra mikroskop alanında bir çok atılım yapılmıştır. Ernest Abbe
(1840-1905), 1870'de, akromatik objektif ve kondansatörü yapmış ve kullanmıştır.
Abbe ve Zeiss (1816-1866), apokromatik mercek sistemini bulmuşlardır. Andrew Ross
(1798-1853), 1843'de binoküler mikroskobu yapmıştır. Woodvar 1883’de mikroskop
yardımı ile fotoğraf çekmeyi başarmıştır. Heimstadt, Carl Reichert ve Lehmenn, ilk
olarak fluoresans mikroskobu geliştirmişlerdir. Daha sonra Fritz Zernike faz konstrast
yöntemlerini geliştirmiştir. Louis de Broglie elektron mikroskobun esasını bulmuştur.
Max Knoll ve Ernst Ruska ilk elektron mikroskubu yapmışlardır (1933).
Spontan Generasyon ve Germ Teorilerileri
Aristo (Aristoteles, MÖ. 384-322), veba, lepra, verem, trahom ve uyuz
hastalıkları ve bunların bulaşma tarzları hakkında bazı açıklayıcı bilgiler vermiştir.
Ayrıca, temasla bulaşmaya da dikkati çekmiş ve vebalı hastaların soluk havasının
5
bulaşıcı olduğunu da belirtmiştir. Küçük canlıların çamurdan, ölü hayvan ve
bitkilerden oluştuğu ileri süren spontan jenerasyon yani abiyogenesis teorisi ortaya
atmıştır. Bu teori uzun yıllar bir çok kişi tarafından benimsenmiştir.
Diğer taraftan Girolamo Fracastoro (1478-1553), 1546 yılında yayınlanan
kitabında bulaşıcı hastalıkların jermler (Seminaria morbi) tarafından sağlamlara
nakledildiği, bulaşmada direkt temas, hastaların eşyası ve havanın önemli olduğu
üzerinde durmuştur. Böylece, ilk defa jerm teorisi ortaya atılmış ve bulaşmada da
canlı varlıkların (Contagium vivum) rol alabileceği düşünülmüştür.
Girolamo Fracastoro’nun
ortaya attığı
jerm teorisi Viyanalı bir doktor olan
Marcus Antonius von Plenciz tarafından da desteklenmiştir. Plenciz , 1792'de,
Hastalıklarda Jerm Teorisi isimli eserinde hastalıkların kendine özgü görülmeyen bir
nedeni olduğuna dikkati çekmiştir.
Abiyogenesis teorisi destekçilerinde olan Jan Baptist van Helmont (1580-1644),
farelerin meydana gelebilmesi için, toprak içeren bir tülbent içine buğday ve biraz da
peynir konulduktan sonra ahır veya benzer bir yerde hiç dokunulmadan uygun bir
süre bekletilmesinin yeterli olacağını iddia etmiştir. Ayrıca, havada kalmış etlerde
kurtçukların oluşması da bu görüş için destek kabul ediliyordu.
Buna karşılık bir köy doktoru olan Francesco Redi (1626-1697), canlıların bir
önceki canlıdan gelmekte olduğu görüşünü savunan ve bunu deneysel olarak
gösteren ilk bilim adamıdır. F. Redi, iki kavanoz içine et ve balık koyduktan sonra
birinin ağzını sıkıca bağlamış ve diğerini açık bırakmıştır. Deneme sonunda, ağzı
kapalı olan kavanozdaki et ve balıkta kurtçukların bulunmadığını, buna karşılık açık
olanda ise kurtçukların varlığını göstermiştir. Tülbent üzerinde sinek kurtlarının
bulunmasına rağmen içinde olmaması, kurtçukların sinekler tarafından meydana
getirildiği görüşünü de doğrulamıştır ve spontan generasyon görüşünü reddetmiştir.
Fransız bilim adamı Louis Joblot (1645-1723), samanı iyice kaynattıktan sonra
ikiye ayırarak kavanozlara koymuş, bunlardan birinin ağzını iyice kapatmış diğerini ise
açık bırakmıştır. Açık olan kavanozda birkaç gün sonra mikroorganizmaların ürediğini
buna karşılık, kapalı olanda ise böyle bir şeyin oluşmadığını gözlemiştir. Böylece, L.
Joblot, bir kere ve iyice kaynatılarak her türlü canlıdan arındırılmış bir ortamda,
yeniden bir canlının oluşamadığı ve canlıların kendiliğinden meydana gelemeyeceğini
ispatlamıştır. Bu da, F. Redi gibi, dekompoze hayvan ve bitki materyallerininin
6
kendiliğinden
bir
canlı
oluşturma
yeteneğine
sahip
olamayacağı
görüşünü
benimseyerek, abiyogenezis teorisinin olanaksız olduğunu kanıtlamıştır.
Louisi Joblot’un görüşlerine İngiliz katolik rahim olan John Needham (17131781), ve Fransız Complete de Buffon (1707-1788) yaptıkları deneylerle karşı
çıkmışlardır. Jon Needham
yaptığı denemede, ısıtılmış ve ağzı kapatılmış et suyu
içeren bir kavanozda bir süre sonra canlıların ürediğini gözlemiş ve benzer durumu
ısıtılmamış ve ağzı kapalı olan kavanozda da saptamıştır. Araştırmasının sonuçlarına
bakarak spontan generasyon görüşüne katılmış ve desteklemiştir. Buna göre,
ısıtılarak tahrip edilen mikroorganizmalar sonradan yeniden hayatiyet kazanarak
kendiliğinden oluşmuşlardır.
Lazzaro Spallanzani (1729-1799), yaptığı bir seri deneme sonunda, J.
Needham'ın çalışmalarını ve görüşünü reddetmiştir. L. Spallanzani, ısıtmanın yeterli
derece ve sürede yapıldıktan ve ağızlarının, mantar yerine, ateşle ve hava girmeyecek
derecede kapatılması halinde herhangi bir animakulatın meydana gelmeyeceğini
açıklamıştır.
Antoine-Laurent de Lavoisier (1734-1794) 1775 yılında yaptığı denemelerde
havada oksijenin varlığını saptamış ve bunun yaşam için gerekli olduğunu
vurgulayarak, spontan jenerasyon teorisinin doğruluğunu iddia etmiştir. Araştırıcı,
kaynatmakla şişelerin içindeki oksijenin dışarı çıktığını buna bağlı olarak da et suyu
veya saman infusyonunda canlıların oluşmadığını da savunmuştur.
Franz Schulze (1815-1873) ,Theodore Schwann (1910-1882),
Heinrich
Schröder (1810-1885) ve Theodor on Dusch steril hava verilmesinin mikroorganizma
gelişmesinin ve bozulmanın engellendiğini göstermişlerdir. Franz Schulze bu amaçla
sülfürik asit veya potasyum hidroksit solüsyonundan havayı geçirmiştir. Theodore
Schwann ise havayı sıcak bir cam tüp içinden geçirerek deneyi tekrarlamıştır. Heinrich
Schröder ve Theodor von Dusch havayı pamuktan geçirerek et suyu veya saman
infusyonuna
vermişler.
Farklı
tarihlerde
yapılan
bu
denemeler
sonucunda
araştırmacılar ortamda herhangi bir animakulata rastlamadıklarını açıklamışlardır.
John Tyndall (1820-1893) kendi hazırladığı tahta kültür kutusunda sıvı gliserin
kullanarak havadaki tozları tutmuş ve daha sonra yerleştirdiği steril besiyerlerinin
bekletilmelerine rağmen steril kaldığı gözlemiştir. Deneme sonucunda toz içermeyen
havanın mikropsuz olacağı görüşüne ileri sürmüştür. Tyndall mikroorganizmaların
7
termolabil olan vejetatif formlar
ve termostabil olan sporlu formlar şeklinde iki
formunun olduğuna dikkati çekmiştir. Bu konuda bir diğer önemli adım ise Ferdinant
Cohn (1828-1898) tarafından Bacillus subtilis endosoprlarının gösterilmesi olmuştur.
Louis Pasteur (1822-1895), Heinrich Schröder ve Theodor von Dusch tarafından
yapılan
çalışmaları
modifiye
ederek
tekrarladığı
denemeler
sonucunda
mikroorganizmaların varlığı göstermiş ve sponton jenerasyon teorisi sonlandıran kişi
olmuştur. Pasteur ayrıca kuduz, tavuk kolerası, şarbon hastalıkları hakkında korunma
ve aşılama çalışmalar yapmıştır. Fermentasyon konularında yaptığı çalışmalar
sonucunda
şarap ve biranın maya hücreleri tarafından fermente edildiğini alkol
fermentasyonu, laktik asit fermentasyonu, zorunlu anaeroplarla gerçekleştirilen
butirik asit fermentasyonu ve etkenlerini göstermiştir. Bunların yanı sıra, optimal
koşulların dışında üretilmeye çalışılan mikroorganizmalalar da bazı değişmelerin
meydana
gelebileceğini,
özellikle,
hastalık
oluşrtuma
etkileri
azaltılan
mikroorganizmaların aşılama ile koruyucu etki göstereceklerini saptamıştır. Pasteur,
hayvanlardaki antraks hastalığına karşı hazırladığı aşılar ile hayvanları bu hastalıktan
korumuştur. Bu çalışmaların yanı sıra, 1885'de, kendi yöntemi ile virüs ile enfekte
tavşan omuriliğini kurutmuş ve böylece hazırladığı aşı ile korunmanın mümkün
olabileceğini ortaya koymuştur. Pasteur, yaptığı çalışmaların sonucuna göre, kendi adı
ile anılan pastörizasyonun esasını da kurmuştur.
Mikrobiyoloji Alanında Diğer Gelişmeler
Bir İngiliz cerrahı olan Joseph Lister (1827-1912) operasyonlarda dezenfektan
bir madde olan asit fenike batırılmış sargılar kullanarak enfeksiyonun önüne
geçmiştir. Böylece, Lister 1852 yılında cerrahide, antiseptiklerin önemini ve
antisepsinin yerini ortaya koymuştur.
Robert Koch (1843-1910), mikroorganizmaları saf üretebilmek için katı
besiyerlerini geliştirmiş ve karışık kültürlerden saf kültürler elde etmeyi başarmıştır.
Koch, kendi adıyla anılan postülasını ortaya atarak hastalık ve etkeni arasındaki
ilişkileri belirleyen kuralları koymuştur.
Diğer taraftan
Koch, mikroorganizmaların
anilin boyaları ile boyama yöntemlerini de geliştirmiş ve bakteriyoloji alanında
uygulanabilir hale getirmiştir. Şarbon konusunda da çalışmalar yapan Koch
hastalığının bulaşma yolunu ve etkeninin sporlu olduğunu göstermiştir. Koch, 1882'de
verem hastalığı
etkenini de izole edebilmiş ve hastaların teşhisinde çok yararlar
8
sağlayan bir biyolojik madde olan tüberkülini hazırlamıştır. Kolera hastalığı etkeni olan
Vibrio cholerae bakterisi de Koch tarafından 1883 yılında bulunmuştur.
H.Christian
Gram
1884
yılında
Gram
boyası
bularak
bakterilerin
sınıflandırılmasında önemli bir adım atmıştır. R.Ruluis Petri 1887’de bu gün
kullandığımız petri kapları tasarlayarak mikrobiyolojinin gelişimini hızlandırmıştır.
Bu tarihten sonra mikrobiyoloji konusunda çalışmalar hızla ilerlemiştir. Bakteriler
üzerinde yapılan çalışmalardan sonra, bilinen yöntemler ile etkeni bakteri olarak
saptanamayan hastalıklar konusunda da yoğun araştırmalar yapılmaya başlanmıştır.
Bu konudaki gelişmeler Charles Chamberland’ın 1884 yılında bakterileri geçirmeyen
filtrelerin bulunması ile hızla artmıştır. Iwanowski, 1892'de, ilk defa tütün mozaik
virusunu bulmuştur. Bu ajanın virus olduğu 1898 yılında Beijerik tarafından
gösterilmiştir. Löffler ve Frosch, sığırlarda önemli hastalıklara yol açan şap etkeninin
bakteri filtrelerinden geçtiğini saptamışlar ve virus olduğunu göstermişlerdir. Wendell
M.Stanley 1935 yılında virusun yapısını ortaya koymuştur. Tword, 1915'de,
İngiltere'de ve d'Herelle, 1917'de, Fransa'da birbirinden bağımsız olarak yaptıkları
çalışmalarda
bakteriyofajları
bulmuşlar
ve
bunların
süzgeçleri
geçtiklerini
göstermişlerdir. W. Reed ve ark.1901'de, insanlarda sarı humma (Yellow fever)
hastalığı etkeninin filtreleri geçtiklerini kanıtlamışlardır.
Bağışıklama yönündeki ilk adımı, bir İngiliz olan, Edward Jenner (1749-1823)
atmıştır denilmekle birlikte Lady Mary Wortley Montagu’nun İngiliz Flying Post
gazetesinde yeralan makalesinde çiçek aşısının 1714 yılında İstanbul’da kullanılmakta
olduğu anlaşılmaktadır. Jenner yıllar sonra 1790 yılında muhtemelen bu bilgilerden
yola çıkarak yaptığı çalışmasını yayınlamıştır. Bağışıklığın kurucusu olarak haksız yere
tanımlanan araştırıcı, sığır çiçeği alan bir şahsın, insan çiçeğine karşı bağışık olacağını
ve hastalanmayacağını göstermiş ve aşılama ile immunitenin elde edilebileceği
görüşünü yerleştirmiştir.
Pasteur de tavuk kolerası, koyun antraksı ve kuduza karşı yaptığı aşılar ile
bağışıklama konusunda dev adımlar atmıştır. Emil Von Behring de bir dğer önemli
hastalık olan difteriye karşı antitoksin elde etmeyi başarmıştır. Paul Ehrlich (18541916) ve Bordet bağışıklığın humoral ve Elie Metschnikoff (1845-1916) da hücresel
(fagositoz) yönlerini açıklamış ve bunların önemi üzerinde durmuşlardır. Jules Bordet
(1871-1962) ve Gengou ile birlikte Albert Calmette (1868-1933) ve Guerin ile birlikte
9
BCG 'yi hazırlamışlardır. H. Durham ve Max Gruber, 1896'da, mikroorganizmaların
spesifik antiserumlar tarafından aglutine olduklarını göstermişlerdir.
Mikrobiyoloji alanında bir çok buluş birbirini izlemiş ve bu alanda çalışan bilim
adamları arka arkaya Nobel Tıp Ödülü kazanmışlardır.
Mikrobiyoloji çok küçük canlılardan bahseden bilim dalıdır. Yunanca Mikros
(=küçük), Bios (=yaşam) ve Logos (=bilim) kelimelerinden oluşmaktadır.
Mikrobiyoloji içinde yer alan canlılar önceleri hayvan veya bitki gruplarından
birisine sokulmaktaydı. Bu durum Ernst H. Haeckel’in 1866 yılında mikroorganzimalar
için protistalar alemini önermesiyle son bulmuştur. Hücresel yapı göstermeyen
viruslar bu sınıflama dışında tutulmuşlardır. Prostista içinde prokaryotik ve ökaryotik
mikroorganizmalar yer almaktaydı. Zamanla mikroorganzimaların hücresel yapıların
farklılık gösterdiği görüldü. H.Whittaker 1969 yılında beş alem sistemi geliştirmiştir.
Bunlar Monera veya Procaryotae, Protista, Plantae, Animalia ve Mycobiota
veya Myceteae alemleridir. Daha sonra rRNA moleküllerinin ve bunları belirleyen
genlerin en iyi evrimsel göstergeler olduğu anlaşılmıştır. Tüm canlılar alemi üç ana
kola ayrılmıştır ; Bacteria, Archae ve Eukarya . Bakteriler ve siyanobakteriler
Bacteria kolunda; arkebakteriler Archae kolunda; hayvanlar, bitkiler, parazitler ve
mantarlar Eukarya kolunda yer alırlar.
Hastalık yapan etkenleri basit olarak şeklide aşağıdaki tanımlayabiliriz.
1. Hücre Olmayanlar
a. Prion
b. Virus
c. Viroid
2. Hücre Olanlar
a. Procaryotae (Prokaryotlar)
i. Cyanobacteria
ii. Archaebacteria
iii. Bakteriler (Bacteria)
b. Eucaryotae (Ökaryotlar)
i. 1.-Alg
ii. 2.-Protozoonlar (Protozoa)
iii. 3.-Fungus (Fungi)
10
Prion
İlerleyici, kronik ve dejeneratif MSS enfeksiyonuna neden olan etkenlerdir.
Protein içeren küçük enfeksiyöz partiküllerdir.
İnsanlarda Neden Olduğu Hastalıklar
 Kuru
 Creultzfelt-Jacop
 Gerstmann-Straussler-Scheinker Hastalığı
 Fatal Familial Imsomnia (Ailesel Öldürücü Uykusuzluk)
Hayvanlarda Neden Olduğu Hastalıklar
 Scrapie
 “Chroning Wasting Diseases”
 “Bovine Spongioform Ensefalapati”, Deli Dana Hastalığı
 “Transmissible Mink Ensefalopati”
Prion Hastalıkların Özellikleri
 MSS tutulur.
 İnkübasyon süreleri uzundur.
 Progresif ve fataldir.
 İnfekte dokunun enjeksiyonu ile hastalık bulaşır.
 Patolojide reaktif astrosidoz ve vakuoller (spongioform değişiklikler) vardır.
 20-100 nm; Protein yapısında; %3.7 formaldehit, UV, nükleazlara dirençlidir. Uzun
süre muamele edildiği zaman proteinazlara hassasdır. Hastalık oluşturdukları
konakta immun cevap oluşturmazlar.
Viroid
 Çıplak, çembersel, tek iplikli RNA,
 Otonom replike olur,
 Hücre-dışı nükleazlara, UV, radyosyone dirençli,
 Protein kılıf içermediği için ısı ve formaldehite dirençli,
 Enfekte hücrenin çekirdeğinde replike olurlar,
 Konağın DNA ya bağımlı RNA polimerazını kullanırlar.
 Bitkilerde hastalık oluştururlar.
 İnsanlarda hastalık oluşturduğu bilinmiyor.
11
Virus
Viruslar genetik bilgiyi taşıyan nükleik asit ve onu çevreleyen protein kılıfdan
oluşur. Bu protein kılıfa kapsid denilir. Nükleik asit ya DNA yada RNA’ dır. Viral
nükleik asit ve kapside Nükleo-Kapsid denilmektedir. Bazı viruslarda kapsidi
çevreleyen, glikoprotein yapısında çıkıntıları olan lipoprotein tabiatında zarf bulunur.
 RNA veya DNA içerirler.
 Nükleik asit koruyucu protein kılıf ile çevrilidir.
 Sadece canlı hücrelerde çoğalabilirler.
 Enfekte ettikleri hücrenin sistemlerinden yararlanarak çoğalırlar.
 Enfekte ettikleri hücrede çoğalabilmesi için önce genomun protein kılıfdan
sıyrılması gereklidir.
 Antibiyotiklere duyarlı değillerdir.
 Antiviral etkiye sahip protein yapısındaki interferona duyarlıdırlar.
Sınıflandırma:
1.-Morfolojisi,
2.-Zarf varlığı,
3.-Nükleik Asit yapısına göre yapılmaktadır.
Virusların replikasyonu prokaryotik ve ökaryotik hücreden farklı olarak konak
hücre ribozomlarına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Virusların konak hücreye girmesi
ve çoğalması sonucunda 105-106 yeni virus partikülü oluşmaktadır. Virusların yeni
hücreye girmesinden yeni viruslar sentez edip hücre dışına çıkmasına kadar olan
olaylar üç devrede incelenir.
1.-Enfeksiyonun başlaması,
2.-Biyosentez,
3.-Olgunlaşma ve salınım.
İnsan, bitki, hayvan, mantar, alg, protozoa ve bakteri virusları vardır.
Cyanobacteria
Uzun süre mavi-yeşil alg olarak tanımlanmıştır. Klorofil içeren, fotosentez yapan ve
bunun ürünü olarak sudan gaz halinde O2 üreten mikroorganizmalardır. Elektron
mikroskop çalışmaları bunların gerçek prokaryot olduklarını göstermiştir.
12
Archaebacterıa
Üç grupta incelenen mikroorganizmalardır.
 Methanojen
 Şiddetli halofiller
 Termoasidofiller
 Sülfüre bağımlı olanlar
Ribozomal RNA baz dizisi, hücre duvarı yapısı, hücre zarı ve metabolizmaları farklıdır.
Tekrarlayan DNA dizisi, histon benzeri proteinler içeren nükleozonları ve modifiye
translasyon elongasyon faktörleri ile ökaryotiklere benzerlikler gösterirler.
Bacteria
Bakteriler prokaryotturlar ve ökaryotik hücrelerden daha küçük ve daha az
komplekstirler. Normal olarak bakterilerin sert hücre duvarı vardır. Küresel, çomak ve
sarmal şekillerde olabilirler. Bakteriler her yerde bulunurlar. Bazıları minimal besin
maddelerinde veya çok özel çevre koşullarınad üremeye adapde olmuşlardır. Bazıları
inorganik bileşiklerde üreyebilirler. Sıcak su kaynaklarında, soğukta saklanan
yiyeceklerde veya okyanusların altında üreyebilirler. Bazısı tamamen oksijenden
mahrum yerde ürerler. Birçok bakteri iki yavru hücreye bölünerek (binary fission)
çoğalırlar. uygun koşullarda çoğalma çok çabuk olur. Bakteri hücresi her 12-15
dakikada bir çoğalır. Bakterilerin çabuk çoğalması çevrede önemli değişikliklere
yolaçar. Önemli insan hastalıkların çoğunluğunun nedeni bakterilerdir. Birçoğu
hastalık yapma yeteneğinde değillerdir. Bakteriler faydalı değişiklikler de yaparlar.
Örneğin kullanım artığı ürünlerin dekompozisyonu, toprak fertilizasyonu ve kimyasal
maddeler imalini sayabiliriz.
İki grup küçük bakteri, 0.3-0.5 m. çapında, olan Rickettsia ve Chlamydia sadece
canlı hücreler içinde çoğalırlar. Bu küçük yapıları ve çoğalmaları için canlı hücrelere
gereksinim duymaları nedeniyle daha önceleri viruslar içinde sınıflandırılmışlardır.
Rickettsia ve Chlamydiaların benzer hücre yapıları vardır ve küçük, zorunlu parazit
bakteri olarak kabul edilirler. Yaşayan konak hücreye bağımlı olmaları nedeniyle dış
çevreler üzerine önemli etkileri yoktur. Bununla beraber önemli insan hasatalıklarına
neden olabilirler. Örneğin Rickettsialar Q Ateşi, tifüs ve Chlamydialar ise trahom,
genital infeksiyon ve pnömoni gibi hastalıkların etkenleridir.
13
Alg
Ökaryotik organizmlerin makroskobik, mikroskobik ve fizyolojik olarak değişik
grubudur. Hepsi klorofil içerir ve fotosentez yaparlar. Bunun neticesinde enerji içeren
bileşikler ve O2 yapılır. Bir çok alg 1-60 m. arsında tek hücreden oluşur. Küresel,
çubuk ve iğ şeklinde olabilir. Bazıları flagella içerir ve bazen protozoa olarak
sınıflandırılır Bazıları çıplak gözle görülebilen çok hücreli koloniler oluştururlar ve çok
değişik şekiller olur. Alglerin binlerce türü vardır. Çok nemli yerlerde, suda, toprakta,
kayaların yüzeyinde ve benzer yerlerde bulunurlar. Bazıları buz ve karda bir kısmı ise
sıcak su kaynaklarında çoğalabilirler. Özellikle yaz aylarında alg miktarı fazla olduğu
zaman kabuklu deniz hayvanlarında fazla toksin birikebilir ve insanlar tarafından
yendiğinde hastalığa neden olabilirler.
Mantarlar
Mantarlar fotosentez yapmayan, bitki benzeri büyük bir grup ökaryotturlar.
Sitoplazmayı sterol içeren sitoplazmik membran bulunmakatdır. Bunun dışında ise
hücre duvarı vardır. Bazı mantar türlerinde polisakkarit yapısında kapsül veya “slime”
tabakası bulunmaktadır.
Çok hücreli ipliksi yapı şeklinde üreyenler
Küf
Tek hücreli üreyenler
Maya
İki şekilde üreyenler
Diformik
Hastalık oluşturan mantarların çoğunluğu difazik mantarlardır. Küfler hif (hyphae)
denilen 2-10 m. genişliğinde, ince, silindirik, dallanan iplikçiklerden meydana
gelmiştir. Hifler çapraz bölmeli (septalı) ve bölmesiz (septasız) olabilir. Hiflerin bir
araya gelerek oluşturdukları kümeye miçelyum (mycellium) denilmektedir. Hif
kümeleri havaya doğru (aerial miçelyum) veya besiyerine doğru (vejetatif miçelyum)
olabilir. Aerial miçelyumlar aynı zamanda sporları taşıdıkları için reprodüktif miçelyum
alarak da isimlendirilirler. Vejetatif hiflere beslenme hifi de denilir. Mantarlar seksüel
ve aseksüel yolla çoğalmaktadırlar. Çoğalma sporlar aracılı ile olur.
Mantarlar dört gruba ayrılırlar
1. Ascomycotina (Ascomycetes)
2. Basidomycotina (Basidomycetes)
3. Deuteromycotina(Fungi imperfecti)
4. Zygomycotina(Phycomycetes)
14
Mantarlar insanlarda yüzeyel, kutanöz, subkütanöz ve sistemik hastalıklara neden
olurlar. İnsanlarda enfazla görülen mantar infeksiyonları dermatofit infeksiyonlarıdır.
Bununla beraber immun sistemi baskılanmış olanlarda mantar infeksiyonlarına daha
sık raslanmaktadır.
Protozoon
İnsanlarda parazit olarak bulunurlar. Değişik büyüklerde olabilirler, 1m.-2mm.
arasında değişen çapda. Bazı protozonlar sadece yuvarlak veya oval formda iken bir
kısmı hayatlarındaki değişik evrelerde değişik formlarda olabilirler.
Çekirdek ve sitoplazmadan oluşan hücresi vardır. Sitoplazma endoplazma ve
ektoplazmadan meydana gelmektedir. Beslenme ve çoğalma işlevleri endoplazma
tarafından yürütülür. Endoplazma çekirdek, beslenme ve sindirim vakuollari, ribozom, golgi cisimciği, mitokondri ve glikojen içerir. Ektoplazma savunma çıkartıları ,
hareket ve gıdaların alınmasından sorumludur.
Yalancı ayak, kamçı ve kirpik gibi
hareket organellerinden birisi bulunabilir. Protozoonların besin alıp büyüyebilen,
çoğalan, hareketli formuna trofozoid form ve etrafı dayanıklı zar ile çevrili hareketsiz
formuna kistik form denilmektedir. Protozoonlar seksüel veya aseksüel yolla
çoğalırlar.
Sarcomastigophora, Apicomplexa ve Ciliophora olmak üzere üç grupta incelenir.
1.-Mastigophora
2.-Sarcodinia
3.-Apicomplexa (Sporozoa)
4.-Ciliophora
 İntestinal
G. lamblia, B.coli, E.histolytica, Cryptosporidium türleri.
 Ürogenital
Trichonomas vaginalis.
 Kan ve Doku
Leishmania türleri, Plasmodium türleri, Toxoplasma gondii
İnsanlarda özellikle üçüncü dünya ülkelerinde önemli morbitite ve mortalite nedenleri
arasındadır. G.lamblia tüm dünyada yaygın olup önemli ishal nedenleri arasındadır.
15
AIDS hastalığı ile beraber P.carinii, T.gondii, Cryptosporidium türlerinin neden olduğu
infeksiyonlar daha sık görülmeye başlanmıştır.
Helmintler
Solucanlar çok hücreli organizmalardır. İki tarfı simetriktirler. Boyları birkaç milimetre
ile metreler arasında değişmektedir. Sindirim enzimlerine dayanıklı kitiküla denilen
yapıyla örtülmüşlerdir. Helmintler yuvarlak, yassı
ve yapraksı olarak üç farklı
şekillerde görülebilirler. Yumurta, larva ve erişkin şekilleri vardır. Döllenmiş yumurta
ve larvaları infektiviteden erişkin şekil ise klinikten sorumludur. Helmintler insanlara
fekaloral,
deriden
penetrasyon,
vektörler
ve
ara
konağın
alınması
yoluyla
bulaşmaktadır.
Nemahelmint ve Playthelmint diye ikiye ayrılır. Playthelmintler de sestod ve trematod
olarak ikiye ayrılır.
Nemahelmint, Nematod
Yuvarlak, erkek ve dişisi ayrı, sindirim, sinir, boşaltım ve üreme sistemleri var.
Sestod
Şerit, hermafrodit, boşaltım ve sinir sistemi
Trematod
Yaprak şeklinde, hermafrodit, boşaltım ve sinir sistemi var.
Helmint enfeksiyonları helmintin türüne, alınan miktarına ve konağın yanıtına göre
asemptomatik enfeksiyondan ciddi klinik tabloya kadar çeşitli şekillerde olabilir.
Anemi, hipoproteinemi ve çeşitli dokularda granulom oluştururlar. Enfeksiyonlarda
eozinofil artışı vardır.
Artropod
Ektoparazit olarak bilinirler. Patojen mikroorganizmaya taşımaları ve deriyi enfekte
etmeleri nedeniyle önemlidirler. İkiye ayrılırlar.
Arachnida
Akrep, Örümcek, Uyuz böcekleri, kene.
Insecta
Bit, tahtakurusu, pire, kanatlı artropotlar.
16
Karasinekler
Salmonellla
Sivrisinekler
Plasmodium
taşırlar ve insanlara bulaştırılar.
17

Benzer belgeler

Bağışıklık Sistemi

Bağışıklık Sistemi gelişmeler meydana gelmiştir. Hastalıkların nedenleri olarak gösterilen ilahi ve insanüstü kuvvetlere inanışa ve miasmatik görüşlere karşı çıkılmaya başlandı. Deneylere, gözlemlere ve bu tarzdaki a...

Detaylı