Ders Notları – İkinci Bölüm
Transkript
Ders Notları – İkinci Bölüm
başlatmıştır. Amerika’daki koloniler üzerinde zamanla İngiltere hakimiyeti ön plana çıkmaya başlamış, merkantalizm doktrini1 doğrultusunda geliştirilen politikalar sayesinde İngiltere çok büyük kazançlar sağlamıştır. 1780 yılında her dört Amerikalıdan üçünün İngiliz veya İrlandalı olması nedeniyle Amerika’da İngiliz dili ve kültürü hakim olmuştur. ABD’yi kuranların Avrupa’daki siyasal baskıdan ve iktisadi sorunlardan kaçarak buraya gelen göçmenlerden oluşmaktaydı. Bu nedenle Amerika, batı uygarlığının bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Ancak Amerika’nın kuzey ve güneyine gelen grupları birbirinden ayrı düşünmek gerekmektedir. Çünkü iki grup arasında büyük bir amaç farkı bulunmaktaydı. Kuzey Amerika’ya göç edenler, güneye gelenler gibi altın ve elmas bularak zengin olup ülkelerine dönmek hırsıyla değil; dinsel baskılardan, işsizlik ve yoksulluktan kurtulmak, kendilerine özgürce yaşayacakları yepyeni bir ortam oluşturmak amacıyla göç etmişlerdi. Göç nedenlerini birkaç maddeyle sıralarsak; Birinci olarak; Güney Amerika’ya gelenler, madenlerden elde ettikleri altın ve elmasları yüklenip zengin olarak ülkelerine dönmek isterken, Kuzey Amerika’ya gelenler, dinsel baskıdan, işsizlikten, fakirlikten kurtulmak ve kendilerine özgürce yaşayacakları yeni bir ülke kurmak umuduyla temelli yerleşmek düşüncesiyle ailelerini de beraberlerinde getirmişlerdi. İkinci olarak; Zenci kölelerin bulunduğu Amerikan kolonilerinde mal sahipleri ve başarılı tüccarlardan oluşan oligarşik bir yapı bulunmakla beraber, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin tersine aristokrasi yoktur. Coğrafi koşullar düşünüldüğünde olmasına da imkân yoktur. Topraklar var olan Avrupalı nüfusla karşılaştırıldığında o kadar geniştir ki ilk yerleşim bölgelerinde nüfus artınca yerleşecek yeni toprak bulmak çok zor bir iş değildir. Ancak bunun olumsuzluğu XV. İLE XX. YÜZYILLARDA BÜYÜK GÜÇLER (Ders Notları – İkinci Bölüm) Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER Ders notlarının birinci kısmında, güç-büyük güç kavramları ve bu kavramlar içerisinde olması gereken unsurlardan başlayarak coğrafi keşiflerin Dünya tarihine etkisi ile 18. yüzyıla kadar gelen süreç içerisinde Avrupa devletlerinin büyük güç haline gelme sürecini ele almıştık. Bu kısımda ise, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan süreçte yine büyük güç kavramı çerçevesinde devletlerin tarihlerinin belirli dönüm noktalarına, çıkar ilişkilerine, güç mücadelelerine değinilecektir. Amerikan Devrimi ve ABD’nin Kuruluşu Ülkemizde Amerika tarihi üzerine çalışmaların az olduğu hemen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu alanda ortaya konulan ve çoğunluğunu tercüme eserlerin oluşturduğu çalışmalara ve batılı tarihçilerin araştırmaları incelenirse, Amerika devrimi konusunda bir fikir birliği olmadığı görülecektir. Daniel Boorstin gibi kimi tarihçiler Amerikan Devrimini “devrim değildi” şeklinde nitelerken; kimileri “devrimi oldukça başarılı ve bu başarı nedeniyle yereli çok az aşan bir olay” olarak ele almış; Palmer gibi bazı araştırmacılar da “18. yüzyıl devrim çağındaki öncülerden biri” olarak söz etmektedir. Her ne kadar Amerikan Devrimi’nin niteliği, ortaya çıkışı ve etkileri gibi çeşitli unsurlarında üzerinde görüş birliğine varılamasa da hemen tüm araştırmacıların referans noktasını Fransız Devrimi oluşturmaktadır. Yani Amerikan Devrimi yorumlanırken, Fransız Devrimi ile karşılaştırma yapmak genel kabul gören bir durum olarak göze çarpmaktadır. 1492’de Colombus’un kıtaya ayak basması ile birlikte Avrupa için bir sömürü alanı olan Amerika kıtasına İspanyollardan sonra 1500’de Portekizliler, 1534’te Fransızlar ve 1603’te de Fransızlar gelmiştir. 1607 yılında ise yalnızca erkeklerden oluşan bir grup Amerika’ya gelmiş ve Jamestown kasabasını kurmuşlardı. 1608 yılında İngiltere’den gelen 100 kişilik grubun Virginia bölgesine yerleşmesi ile Amerika’daki ilk sömürü dönemi başlamış oldu. Bu yerleşmeler adına koloni denilen yerleşmeleri İlk iktisat doktrini ve politikası olan ticari kapitalizmdir. Merkantilizm, 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadarki dönemin ulusal devletlerinin, ülkede altın ve gümüşün (specie) biriktirilebilmesi için tatminkâr (favorable) bir dış ticaret bilançosu durumuna ulaşılmasını zorunlu gören öğreti ve uygulamalarına verilen addır. Bu doktrine tepki olarak da zenginliğin kaynağını toprak ve tarımda gören fizyokrasi doğmuştur. 1 1 Kızılderililerin 2,5 milyonu bulan sayılarının asimilasyona ve katliama uğramalarına neden olmuştu. Üçüncü olarak; dinsel alandaki farklılık. Avrupa, Protestanlarla Katolikler arasında yaşanan mücadeleler, sürgünler ve katliamlarla çalkalanırken, Kuzey Amerika’da göçmenler, dinsel çoğulculuğu toplum kurucu bir unsur olarak kabul etmişti. Gerçekten birbirinden çok farklı mezheplerden gelen insanların barış içinde bir arada yaşayabilmeleri için de başka çıkar yol yoktu. Zaten göçmenleri Amerika’ya sürükleyen en önemli nedenlerden biri anayurtlarında yaşamış oldukları dinsel baskı idi. Dördüncü olarak göçmenler Amerika’ya demokratik bir siyasal geleneği getirmişlerdi. Kralın mutlak otoritesinden yılmış olan göçmenler temsil kurumlarına özel bir önem vermişlerdir. Amerikan kolonilerinde; Vali, Konsey ve Temsilciler Meclis’i vardı. Ayrıca her bir koloni özgürlükleri güvence altına almak için birer anayasa kabul etmek yoluna gidecektir. Temelli yerleşmek düşüncesiyle göç ettiklerinden ailelerini de yanlarına alarak gelmişlerdi. bazıları da dini sebeplerle göç edenler tarafından kurulmuştur. Bu koloniler zamanla krala ait sömürgeler haline getirilmişlerdir. Koloniler üzerinde İngiltere’nin farklı bir yönetim şekli oluşmuştu. Bu farklılıkları üç grupta toplamak mümkündür: Birincisi kral, istediği birini vali olarak tayin ederdi. Vali de, kral adına toprakları idare ederdi. İkincisi kral, bir şahsa veya bir şirkete bir miktar arazi tahsis ederdi ve bu durumda yine kralın himayesinde olmak kaydıyla halk yönetilirdi. Üçüncüsü ise belirli sayıdaki göçmenlerin bir siyasi varlık oluşturarak anavatanın himayesinde, onun kanunlarına aykırı olmayacak tarzda kendilerini yönetmeleri idi. 1756-1763 yılları arasında gerçekleşen Yedi Yıl Savaşları’ndan Büyük Britanya galip çıkmıştı. Ancak dünya savaşı niteliği taşıyan savaşta alınan bu galibiyet, İngiliz ekonomisinde büyük açıklar meydana getirmişti. Yedi Yıl Savaşları neticesinde Kuzey Amerika’daki Fransız kolonilerini, Kanada’yı ve Hindistan’ı ele geçiren İngilizler, savaşın ekonomik yükünü Amerika’daki kolonilerden karşılama yoluna gitmiştir. Ayrıca kolonilerdeki insanlar İngiliz subayların yönetiminde Fransa’ya karşı savaşmıştır. Kolonilerdeki insanlar için bu savaş önemli bir kazanım anlamına gelmekteydi: Kendine güven! Yapılan savaşlar neticesinde imzalanan 1763 Paris Antlaşması, Amerika’da kuzeyden ve batıdan Fransız tehlikesini, güneyden de İspanyol tehlikesini ortadan kaldırmıştı. Buna karşılık savaş maliyetlerini kolonilere yükleyen İngiltere, 1765’te Damga Pulu Yasası’nı çıkarmıştı. Koloniler ise toplanarak buna Halklar Beyannamesi ile karşılık vermişlerdi. Bunun üzerine 1765 yasası geri çekilmiş, ancak yeni vergiler konulmuştur. İngiltere ve koloniler arasındaki çekişme buna benzer şekilde devam ederken, 5 Mart 1770 tarihinde önemli bir liman olan Boston’da İngiliz askerlerini kartopu ile protesto eden gruba silahla karşılık verilmesi Boston Katliamı olarak tarihe geçmiştir. Adaletsiz vergiler, kolonilerin birleşmesinin de önünü açmıştı. Onüç koloniden dokuzu New York’ta bir araya gelmiş ve Haklar ve Göçmenlerde kader birliği yaptıran üç unsur vardı: Fransa’nın askeri ve ekonomik baskısına duyulan öfke, Kızılderililere duyulan öfke, İngiliz sömürgeciliğine karşı zamanla artan öfke. Her ne kadar insanlar bu üç faktör nedeniyle Avrupa’dan yeni kıtaya kaçsalar da Avrupa’daki yönetim şekli kolonilerde de uygulanmaya çalışılıyordu. İngiltere’deki Kral’a, Lord’a ve Avam Kamarası’na, kolonilerde Vali, Konsey ve Temsilciler Meclis’i tekabül etmekteydi. Kral’ın tayin ettiği vali ile koloninin yasama meclisi arasında vergi konusunda mücadele oluyordu. Kolonilerin hürriyet ve haklarla ilgili anayasaları vardı. Diğer sömürgelerden farkı ise; bu kolonilerin kıtanın yerli halkları ile değil Avrupa’dan gelen göçmenlerle kurulması idi. Bazı koloniler, ticaret şirketleri ve büyük toprak sahipleri tarafından kurulmuş, 2 Haksızlıklar isimli bir bildiri yayınlamışlardı. Kolonilerin bu şekilde Büyük Britanya’ya karşı çıkışına Fransa ve İspanya da destek vermekteydi. Yeni vergiler yüzünden 1774’de Amerikan kolonileri İngiliz sömürgesine isyan ederek I. Filedelfiya (Philadelphia) Kongresini topladı. Bu kongrede koloni meclislerinin onayı olmadan vergi toplanamaması kararı alındı. 15 Mayıs 1775’te Filedelfiya’da II. Kongre toplanıp General George Washington komutanlığında bir ordu kurulmasına karar verildi. Washington, Amerikan direnmesinin somut ruhu oldu. İngiliz asıllı ve aristokrat bir insandı ve bütün enerjisini Amerika’nın hizmetine verdi. 1776’da ayrı bir Amerikan bayrağı kabul edildi. Ancak bu bağımsızlığı İngiltere kabul etmediği için savaş 7 yıl daha sürdü. Savaşın en büyük çarpışmalarından biri 1781’de Virginia, Yorktown’da yaşandı. Fransız ve Amerikan birlikleri, İngilizleri kuşattı ve onları teslim olmaya zorladı. Thomas Jefferson başkanlığındaki heyet, 4 Temmuz 1776’da Bağımsızlık Beyannamesi’ni kabul etti. Bu belge; demokrasi tarihi ve siyaset bilimi açısından çok önemlidir. İlk defa insanların doğuştan sahip oldukları hak ve hürriyetler ve demokrasinin temel ilkeleri yer aldı. İnsanların doğuştan sahip oldukları devredilemez hakları vardır: Yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve saadetini temin etme hakkı. Devletler bu hakları sağlamak için kurulmuştur ve yönetenler her türlü iktidarı yönetilenlerin rızasından alırlar. Bu haklara aykırı davranan iktidarı değiştirmek milletin hakkıdır. Beyannamenin sonunda eyaletler içişlerinde serbest olmak şartıyla Amerika Birleşik Devletleri adlı bağımsız bir devlet kurulduğu ilan edilmiştir. ABD’yi oluşturan ve beyannameye imza koyan on üç koloni belirlenen ABD bayrağında da on üç şerit ile temsil edilmektedir. Bu koloniler; New Hampshire Massachusetts Rhode Island Connecticut New York New Jersey Pensilvanya Delaware Maryland Virginia Kuzey Carolina Güney Carolina Georgia Bağımsızlık bildirgesinin iki önemli kaynağı bulunmaktaydı. Bunlardan biri John Locke’un Two Treatises of Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme) adlı eserdir. Locke bu eserde, devletin en büyük görevinin her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyetin korunması olduğunu belirtmektedir. Bildirgenin ikinci ana kaynağı da Jean-Jacques Rousseau Toplum Sözleşmesi’dir. 3 Eylül 1783’te Paris Anlaşması imzalanarak İngiltere, ABD’nin bağımsızlığını tanıdı. ABD’nin kuzey sınırı bugünkü Kanada sınırı, batı sınırı Misisipi nehri ve güney sınırı ise İspanya’ya ait Florida oldu. Fransa, Antiller’deki Tobago adasını aldı. İspanya, Florida ve Minorka’yı aldı. Hollanda ise zararlı çıktı. Çünkü Güney Hindistan’daki Negapotam’ı İngiltere’ye kaptırdı. Böylece İngilizler Seylan’ı ele geçirmek için bir adım atmış oldu ve Hollanda’nın sömürgeleriyle ticaret yapma hakkı elde etti. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, tüm Avrupa'da ama özellikle Fransız aydınları üzerinde bir etki yapmıştır. Fransızlar, bu belgeyle kendi aydınlarının söylediklerini tekrar hatırlamışlardır ve bu belge kafalarındaki düşünceleri dirilişe geçirmiştir. Fransızlar bir avuç Amerikalının küçük salonlarda özgürlük ve bağımsızlık üzerine konuşmalar yapıp kararlar almalarına, bu uğurda savaşmalarına imrenerek ve hayranlıkla bakmışlardır. Amerikan halkına yardım için giden Fransızlar, buradaki tecrübeleriyle birlikte Fransa'ya geri dönmüşlerdi. Fransız Devrimi’nde önemli görevler almışlardır. Bu bağlamda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Magna Carta gibi yerel kalmamıştır, insan haklarının dünyada yayılması için ilk adım sayılabilir. 3 ABD’nin bağımsız bir ülke olarak dünya tarihindeki yerini alması ardından, ülkenin gelişimi açısından hem dış, hem de iç politikada önemli hedefler çizilmiştir. Avrupa ile ilişkiler ticari olarak sürdürülmeye devam edilmiş itr. Ancak siyasi ilişkilerde mesafeli davranılmaya çalışılmıştır. İsolation yani izolasyon denilen politikalarla Avrupa diplomasisinden uzak durulmuştur. Bu bağlamda Amerika Başkanı Monreo’nün katkısını yadsıyamayız. 2 Aralık 1823 tarihinde Kongre’ye sunulan bildiri ile açıklanan Monreo Doktrini, ABD’nin yalnızlık politikasının resmen ilanı demekti. Bu doktrin çerçevesinde Amerika, ne kendi kıtası dışındaki işlere karışacak, ne de Avrupa’nın o zamanki sömürgeci güçlerinin kıtaya müdahalesine izin verecekti. Doktrinin dayandığı hususlar şu şekildeydi: Anti-kolonializm görüşü: Elde ettikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumları ile Amerika Kıtaları, bundan böyle Avrupa devletlerinden herhangi birinin kolonileştirme isteklerine konu olamaz. (O sıralarda Alaska’ya sahip bulunan Rusya’nın egemenliğini daha aşağılara doğru genişletmek niyetine-Kaliforniya’ya kadarkarşı çıkılıyordu.) Siyasal sistem farklılığı: Kutsal İttifak Devletleri’nin siyasal sistemi, Amerika’nınkinden tamamen farklıdır. Kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir yerinde yaymak için yapacakları herhangi bir girişimi barış ve güvenliğimiz için tehlikeli görürüz. Karışmazlık (non intervention) isteği: Avrupa ülkelerinin herhangi birinin mevcut kolonilerine ya da ona tabi olan bölgelere hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. (Çünkü o sıralarda Güney Amerika’daki İspanyol kolonilerinde bağımsızlık isyanları olmaktaydı ve Avrupa büyük devletlerinden oluşan Mukaddes İttifak (Sainte Alliance)’nin buralara müdahale ile kolonialist çıkarlara hizmet için karışması istenmiyordu) Kabuğuna çekilme (isolation) ilkesi: Avrupa devletlerinin kendilerini ilgilendiren sorunlar yüzünden yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık ve böyle bir davranış siyasetimize de uymaz. 4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Beyannamesi 4 Dış politika ilkeleri belirlenirken, diplomasi zaferleri de kazanılmıştı. Bu bağlamda yüz yıl içerisinde ABD’yi bugünkü sınırlara ulaştıracak topraklar teker teker satın alındı. 1782’de ABD 3,5 milyon nüfusu bulan 13 federal devletten oluşuyordu. 1803’te Louisiana 80 milyon franka Fransa’dan, 1819’da Florida 5 milyon dolara İspanya’dan, Teksas 15 milyon dolara Meksika’dan satın alındı. Bu toprak kazancı, Amerikan tarihindeki en büyük diplomatik başarılardandır. 1846 yılında İspanya’dan Oregon satın alındı. 1846’da kuzey paraleli Kanada ile sınır oldu. 1867’de Alaska 7,2 milyon dolara Rusya’dan alındı. 1893’te Hawai takımadaları satın alındı. ABD İspanya ile 1898 yılında yapılan savaş neticesinde Porto Rico’yu ve Filipinler’i ele geçirdi. ABD, 1917 yılında Karaibler denizinde oldukça önemli olan ve 50 adadan oluşan Virgin adalarını da Danimarka’dan 25 milyon dolara satın aldı. Aynı zamanda Akdeniz havzasında ekonomik faaliyetler yürütülerek önemli kazançlar sağlandı. Bütün bu kazanımlar Amerikan yayılmacılığının temellerini oluşturmuştu. Böylelikle bir yandan Amerikan Emperyalizmi tüm dünya tarafından bilinen, hafızalarda yer edinen bir olgu haline gelirken, diğer yandan ABD’nin büyük güç olarak kendini ispatlaması söz konusuydu. canlandırmıştı. İşte bu baskı unsuru toplumsal harekete, özgürlük arayışına sebep olmuştur. Benzer tablo Fransa’da da söz konusudur. 1614 yılında Parlamentoyu toplayan ve bir daha asla parlamentonun toplanmasına müsaade etmeyen Fransa Kralı, hakimiyetini mutlak hale getirme çabasındaydı. Bu da, daha önceki derslerde de belirttiğimiz üzere, aşırı merkeziyetçiliği ortaya çıkarmıştı. Ancak bu aşırı merkeziyetçi tutum, ticaretle uğraşan orta sınıfın güçlenmesini engelleyememiştir. Yedi Yıl Savaşlarının Fransa üzerinde de mali yükü söz konusuydu. Tıpkı Britanya Krallığı’nın yaptığı gibi bu mali yük Fransızların üzerine yüklenmeye çalışılmıştı. Fransa, Amerika kıtasındaki kolonilerini Yedi Yıl Savaşları sonucunda kaybettiğinden mali yükün tümünü kendi ülke topraklarına yüklemek durumunda kalmıştır. Fransa Kralı 16. Louis, savaşın mali yükü için toprak sahiplerini seçmişti. Bu konuların görüşülmesi için Kral, 1614 yılından beri toplanmayan parlamentonun 1789’da tekrar toplanmasını zorunlu kılmıştı. Ancak parlamentonun toplanması Fransa Kralı’nın aşırı merkeziyetçi politikalarının da başarısızlığının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çünkü parlamentoda bir yanda ayrıcalıklı soylular ve din adamları, diğer yanda burjuvazi ve halktan temsilciler yer almıştı. Toplumsal çelişkiyi gözler önüne seren bu tablo içerisinde ticaretle uğraşan ve 18. yüzyılda güçlenmiş hale gelen burjuvazi sahip olduğu güce oranla politik güç de talep etmiştir. Ayrıca sosyo-ekonomik sınırlandırmaların kaldırılmasını talep etmekteydiler. Tıpkı Amerika’da olduğu gibi istekler söz konusuydu. Fransızların bu istekleri şu başlıklarla aktarılabilir: Yeni bir anayasa ile merkezi monarşinin yetkilerinin sınırlanması Sınıf farklılıklarının sona ermesi İç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin serbestleştirilmesi, Vergilerin yeniden düzenlenmesi, Yönetimde herkesin hak sahibi olabilmesi gibi Amerika’daki kolonilerinki gibi başlıklarla yeni düzenlemeler talep edilmekteydi. Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimini sonuçları açısından karşılaştırdığımızda yine bir takım çıkarımlarda bulunabiliriz. Amerikan Devrimi sonucunda Amerika kıtasında 13 koloninin birleşimi ile 4 Karşılaştırma: Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi Araştırmacıların Amerikan Devriminin, bir devrim olup olmadığını sorgulamakta kullandığı yöntemin 1789 Fransız Devrimi olduğunu konunun en başında belirtmiştik. Bu nedenle her iki toplumsal hareketin kısa bir karşılaştırması burada faydalı olacaktır. Nedensel karşılaştırma: 4 Temmuz 1776 tarihinde ABD’nin bağımsızlığı ile sonuçlanan hareketin ortaya çıkışında en önemli etkenin ekonomik nedenler olduğu açıktır. Yukarıda da değindiğimiz üzere Yedi Yıl Savaşlarının (1756-1763) yani ilk dünya savaşının Büyük Britanya’ya yüklediği aşırı ekonomik yük, Amerika’daki koloniler üzerine yeni vergiler konularak karşılanmak istenmişti. Ancak Avrupa’daki baskı ortamından kaçarak Amerika’ya gelen ve burada ticaret sayesinde ekonomik refaha ulaşan kolonilerdeki tüccar, Krallığın artan vergi yüküne karşı çıkmıştır. Vergideki artış, Avrupa’dan kaçarak yeni bir umutla Amerika’ya gelen insanların bu gelişlerinden önce Avrupa’da üzerlerine uygulanan baskıyı 5 Temmuz 1776 tarihinde ABD adında yeni bir devlet ortaya çıktı. Yayınlanan Bağımsızlık Beyannamesi de içerik olarak Fransız Devrimini etkilemişti ve benzer talepler söz konusuydu. Fransız Devrimi imparatorluk şeklindeki siyasi yapıların çözülmesine neden olmuştur. Bu da dünya siyasi tarihinin yeniden şekillenmesi anlamına gelmişti. Amerika’da ABD’nın kurulması ve zamanla süper güç konumuna gelmesi, Fransız Devrimi ile yeniden şekillenen devletlerin ortaya koyduğu tabloya etki edecektir. ABD’nin varlığı, Fransız Devrimi ile başlayan yakınçağda önemli siyasi ve ekonomik gelişmelere neden olacaktır. Bu bakımdan I. ve II. Dünya savaşları oldukça önemli süreçlerdir. Son olarak her iki devrim de birey-devlet ilişkisinin bir ürünüydü. Yani, dönemin geleneksel toplum yapısının bağımlılık ilişkisinin yakılması ve siyasal iktidar karşısında bireysel özerklik anlamı taşımaktaydı. üstlenmişken, zamanla sınırların değişmesi neticesinde Kiyev merkez haline gelmeye başladı. Merkezin buraya kayması, Rusların bugün Rusya tarihinin Kiyev Knezliği ile başladığına inanmasına sebep olmuştur. Hıristiyanlığın Bizans aracılığı ile kabul edilmesi ve Ortodoksluğun benimsenmesi, Rusları batı Avrupa kavimlerinden ayırmıştır. Cüveyni’nin Tarih-i Cihângüşâ adlı eserinde bahsettiği üzere Altay Dağlarından Batı Sibirya, İdil-Ural ülkesi ve ötesinin yönetimi kendisine verilen Cuci Han’a, “Moğol atlarının basabileceği her yer”i fetih hakkı verilmişti. Netice itibarıyla Cuci’nin oğlu Batu Han’ın Macaristan’a varan akınları neticesinde 1242 yılında Altın Orda Hanlığı kurulmuş oldu. 1502 yılına kadar süren dönem içerisinde Rus knezlikleri Altın Orda Hanlığı’na bağlı varlıklarını sürdürmüşlerdi. 1453 yılında İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin eline geçmesi, tüm Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Moskova’da da büyük rahatsızlığa neden olmuştu. Daha önce de 1439 yılında Floransa Anlaşması ile Roma Katolik Kilisesi tüm Ortodoksları itaat altına almayı istemişti. Ancak bu hareket, Rus din adamları ve Knez II. Vasiliy tarafından hoş karşılanmamış, 1448 yılındaki piskoposlar toplantısında Piskopos İvan, İstanbul’un onayını almadan Rus knezliklerinin metropoliti seçilmiştir. Böylelikle bağımsız hale gelen Rus kilisesi, 1453 yılında İstanbul’un Türklerin eline geçişini de Bizans’ın Katoliklerle işbirliğine Tanrı’nın bir cezası şeklinde yorumlamıştır. Aynı tarihlerde Altın Orda Devleti de parçalanma sürecinde idi. Altın Orda’nın içerisinde bulunduğu parçalanmış yapı, Moskova ile ilişkilerin zayıflamasına neden olmuş ve III. İvan’ın Altın Orda’nın büyük hanına karşı sağladığı başarı, kendisinin 1485 yılından sonra bütün Rus topraklarının hükümdarı unvanını almasını sağlamıştı. III. İvan da kendisini Çar ilan eden ilk knez olarak bundan sonra Rusya terimi kullanılmıştır. III. İvan’ın Bizans soyundan Sophia Palaiologina ile evlenmesi adından Sophia’nın, Papa’nın amacına aykırı olarak, Ortodoksluğu benimsemesi ve ardından Bizans gelenek-göreneklerinin Moskova’ya taşınması, Çar III. İvan’a ve dolayısıyla Moskova’ya yeni bir ufuk açmıştır. Artık Moskova’nın Üçüncü Roma olması önünde bir engel kalmamıştı. Çünkü Hıristiyanlık’taki Baba-Oğul Kutsal Ruh üçlemesine Çarlıktan İmparatorluğa: Rusya Kimi araştırmacılar Rusya’yı bir Asya devleti olarak kabul ederken, kimi araştırmacılar da Rusya’nın Avrupa devleti olarak kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu iki görüşü ortaya koyanların tümünün kendi tezlerini doğrulayacak deliller ortaya koyduklarını ve her iki görüşün de kendi içerisinde doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Aslında birbirinden farklı bu iki görüşün varlığı, Rus2 devletinin kurulup gelişmesi veya büyümesi süreçleriyle doğrudan alakalıdır. Çünkü tarihi süreç içerisinde Rus toplumunun yaşadığı dönüşüm açısından bakıldığında Rusya’nın doğulu ve aynı zamanda batılı bir devlet olarak algılanması kaçınılmaz hale gelmiştir. Biz bu noktada var olan tartışmaları bir kenara bırakarak, Rus devletinin kuruluşundan itibaren izlediği politikaları ve özellikle Çar I. Pyotr’dan itibaren Rusya’nın imparatorluğa dönüşümünü ve büyük güç oluşunu ele almaya çalışalım. 9. yüzyıldan itibaren şehir hayatı yaşayan Slavların Kiyev, Çernigov, Lübeç, Polots, Smolensk, Novgorod adlı şehirlerde yaşadıkları bilinmektedir. Bu Slav şehirlerinin merkez rolünü başlangıçta Novgorod Rus adının ortaya çıkışı ile ilgili çeşitli görüşleri derleyecek olursak; XI. yüzyılın ortalarında Normanların Slav halkları içerisinde tamamen asimile olduklarını, Norman savaşçı tüccarlarının ismi olan Rus adının, bölgedeki Slavlar için kullanılmaya başlandığını söyleyebiliriz. 2 6 göre, birinci Roma batı Roma’nın merkezinin 476 yıkılmasıyla; ikinci Roma İstanbul’un 1453 yılında Türklerin eline geçmesiyle ortadan kalkmıştır. Bu aşamadan sonra Moskova, yeni bir imparatorluğun ve Hıristiyan dünyanın merkezi iddiasıyla sonsuza kadar varlığını sürdürecektir. 1547 yılında taç giyen son Moskova knezi IV. İvan (Korkunç İvan) ile birlikte Moskova Knezliği’nin tam anlamıyla çarlığa dönüştüğünü söyleyebiliriz. 1550 yılında soylular ve ruhani liderlerden oluşan “sobor” adlı bir meclis oluşturmuş, buradaki toplantıda Rusya’da mevcut kanunlar, işleyiş ve kurumlar ile ilgili bir takım görüşler ortaya konulmuştur. Var olan düzende iyileştirmeler yapılması gerektiği fikrine varılarak, karar mekanizmasını oluşturan bir heyet oluşturulmuştur. Bu sıralarda Altın Orda Devleti’nin dağılmasıyla ortaya çıkan hanlıklar birer birer Rus hakimiyetine girmiştir. 1552’de Kazan Hanlığı, 1556’da Astarhan (Astrahan; Hacı Tarhan) Hanlığı ele geçirilmiş; böylelikle Aşağı İdil boyundaki Türk hakimiyeti de ortadan kalkmıştır. 1598 yılında da Sibir Hanlığı ele geçirilecek ve Altın Orda mirası, şimdilik Kırım hariç olmak üzere, Çarlık Rusya’nın eline geçmiş olacaktır. IV. İvan dönemi Rusyası’nın Altın Orda topraklarına hakim olması dışında en önemli dönüm noktası, 1564 yılında Kremlin’i terk etmesidir. Sobor’da (meclis) oluşturulan heyet, İvan’ın gözünden düşmüştür. Bu terk edişin nedeni olarak soyluların ihanetini gösteren IV. İvan, iki ay sonra geri döndüğünde kendisine “Korkunç” unvanını bahşedecek uygulamalara girişmiştir. Neredeyse bütün idare kademesi IV. İvan’ın gözünde hain olduğundan, geri döner dönmez pek çok kişiyi öldürtmüştür. IV. İvan bu uygulamaları Opriçina adı verilen gizli bir polis teşkilatı ile birlikte gerçekleştiren Çar, kendisine muhalif olan bütün aristokratların mallarına müsadere yoluyla el koymuştur. Çarlığının son 20 yılında gerçekleştirdiği kanlı baskınlar neticesinde ki, oğlunu da 1582’de öldürtecektir, Çarlık Rusya’ya tek adamlık sistemini de yerleştirmiştir. IV. İvan dönemi Türk illeri üzerinde önemli toprak kazanımlarının ve buraların ekonomik, jeopolitik kazanımlarının Rusya eline geçtiği dönemdir. Rusya bu kazanımlar üzerine 17. yüzyılın sonlarında başa gelen I. Pyotr’ın (Pyotr) izlediği siyaset neticesinde imparatorluğa dönüşecektir. Çarlık Rusyasını geri kalmışlık içerisinde gören Pyotr, Rusya’yı Asyalı bir devlet olmaktan ziyade Avrupalı bir kimliğe dönüştürmeyi temel alarak bir dizi yeni politika belirleyecektir. Çar Pyotr’ın ilk önemli hareketi 1696’da Azak’ı ele geçirmek oldu. Onun bu girişimi daha sonra Azak tekrar Türklerin eline geçse de Rusya’yı Karadeniz’e açan ve bu doğrultuda politikaların geliştirilmesinde cesaret veren bir eylemdi. Ancak Pyotr, bu hareket sırasında Rus askeri kabiliyetinin yetersizliğini görmüş, bunun üzerine 1697-1699 yılları arasında kimliğini gizleyerek Avrupa’ya bir seyahat gerçekleştirmiştir. Buradaki amaç, Avrupa’nın gelişmiş tekniğinin Rusya’ya aktarılmasıdır. İngiltere, Almanya, Hollanda gibi devrin önemli ülkelerine gerçekleştirdiği seyahatte gerektiğinde en ağır işlerde bile çalışmıştır. Rusya’ya geri dönerken beraberinde başta gemi yapım tekniğini iyi bilen uzmanlar olmak üzere 800 yabancı ile dönmüştür. Onlardan yararlanmak suretiyle başta askeri olmak üzere, idari, hukuki, ekonomik reformlar gerçekleştirmiş, Rusya’ya yeni ufuklar çizmiştir. Öncelikle Baltık ülkeleri ile uğraşmış, XII. Şarl’ı Poltava’da yendikten sonra, onun Osmanlı’ya sığınmasını fırsat bilerek Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Pyotr tüm bunları yaparken 1700’de imzalanan İstanbul Antlaşması ile elde ettiği İstanbul’da daimi elçi bulundurma hakkını çok iyi değerlendirmiştir. Elçi olarak görevlendirilen Pyotr Andreyeviç Tolstoy vasıtasıyla başta İstanbul olmak üzere, Osmanlı hakimiyetindeki Balkanları iyi analiz etmiş, Osmanlı’nın içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri durumu öğrenmiştir. İşte bu bilgilerden hareketle Prut Savaşı’na girişmiştir. Çar Pyotr’ın tüm bu hareketi ve planlaması Çarlık Rusyası’nı imparatorluğa dönüştürmüş ve 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın önemli büyük güçlerinden biri haline getirmiştir. Rusya’nın Türkistan’a (Orta Asya) Yönelik Politikaları (XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı) Çar I. Pyotr’un döneminde özellikle dış politikadaki seyrin kendisinden sonra da devam ettirildiği gerçeği dikkate alınırsa, Çarlık Rusyası’nın güney siyasetinin fikri alt yapısının I. Pyotr döneminde temellendirildiği noktasında birleşmek mümkündür. Türkistan’a yönelik politikaların geliştirilebilmesi ise, bu toprakların dikkatli bir şekilde analiz edilmesi ile mümkün olabilecekti. Bu doğrultuda, I. Pyotr döneminde 7 Türkistan’a bir heyet gönderilmiş, Amuderya’da altın bulunduğu rapor edilmiştir3. Hemen aynı dönem içerisinde 1713 tarihinde Sibirya Valisi, ki gubernatör adını taşır, Doğu Türkistan tarafında da altın tozu bulunduğu bilgisini iletmiştir. Bunun üzerine Çarlık, 1714’te Yarkend’in alınması emrini vermiştir. Kalmuk baskısı ve Rus ordusundaki hastalık sebebiyle bu sefer başarısızlığa uğrasa da 1719-1720 yıllarında tekrar harekete geçilmiştir. Ancak bu kez öncekinden farklı olarak, çeşitli menzil mesafelerinde Rus ordusunun ilerlediği topraklarda kaleler inşa edilmeye başlanmıştır. Çünkü herhangi bir sebeple, gerçekleştirilen seferler başarısızlığa uğrasa bile gidilen en son noktada kalıcı olmak amaç edinilmiştir. Bu doğrultuda 1716’da Omsk, 1718’de Semipalatinsk, 1719’da Ust-Kamenogorsk kaleleri inşa edilmiştir. Kaleler, Türkistan içlerine ilerleyebilmek için gerekli altyapının oluşmasına yardımcı olmuştur. Küçük Cüz Kazaklarının artan baskılar sebebiyle Çarlık’tan yardım talebinde bulunması ise, Rusya için büyük bir fırsat niteliğindeydi. Bu isteği geri çevirmeyen Çarlık yönetimi, Tevkelev’i elçi olarak Kazaklara göndermiş, bunun karşılığı olarak Kazak halkının tamamı istemese bile Küçük ve Orta Orda Kazakları 1732 yılında Rus hakimiyetini kabul etmek durumunda kalmıştır. Üstelik Or nehrinin Ural’a döküldüğü yerde bir Rus kalesi inşasına onay verilmiştir. Daha sonra ise 1734’de Orenburg’da bir merkez oluşturulması, Türkistan ile ilişkilerin yürütülmesini kolaylaştırmıştır4. Orenburg’daki komisyon, Rusya’nın Asya’daki güney sınırlarında tarım, sanayi ve ticaret konularında araştırmalarda bulunmakla görevlendirilmiş, daha sonra da Çarlığın doğu komşuları ile ticari ve diplomatik ilişkilerini geliştirme yetkisini de almıştır. 1744 yılında Orenburg’a Nepluev adında bir vali tayin edilmesi ise, bu şehri tam bir merkez haline getirmiştir. Hatta Nepluev ilk faaliyet olarak, Türkistan şehirleri ve Hindistan ile olan ticaretin geliştirilmesi için buralara ticaret kervanları göndermiştir5. 1744’ten sonra ise Orenburg, Türkistan’ın işgaline ve Genel Türkistan Hükümetinin kuruluşuna kadar, Kırgız stepleri ile Türkistan’daki ticari ve diplomatik ilişkilerin idare edildiği bir merkez olmuştur. I. Pyotr ile II. Katerina dönemi arasındaki otuzyedi yıllık süreç, biraz önce de sözünü ettiğimiz Rus tarihinde yaşanan duraklama dönemlerinden biridir. Dış politika açısından I. Pyotr ve II. Katerina dönemlerine nazaran çok fazla bir gelişmenin yaşanmadığı dönem birbiri ardına altı Çarlık yönetimi görmüştür. Rusya için bu dönem Saray İhtilalleri Dönemi olarak da adlandırılmaktadır. Hatta Rus tarihinde yaşanan kırılmaların, değişimlerin, iniş-çıkışların önemli bir sentezinin yapıldığı Tamamlanmamış Rusya adlı eserde bu otuz yedi yıllık süreç şu şekilde özetlenir: Türkistan şehirleri ve Hindistan’a gönderilen bu ticaret kervanları şüphesiz ki, bölge için XVIII. yüzyılda da hayati önem taşıyan ticaret yollarına erişmek için gerekli bir adımdır. Çok eski devirlerden beri Orenburg’da oluşturulan bu merkez, XIX. yüzyılda Çarlık için daha önemli bir konum kazanmıştır. Bu yüzyılda ruhani bir merkez konumuna da kavuşan Orenburg’da oluşturulan dini merkez, çeşitli yerleşimlerde bulunan ve o bölgenin dinsel açıdan önde gelen kişisi olan müftü tayinlerini de yapar hale getirilmiştir. Doğal olarak buradan gerçekleştirilen müftü atamaları da Rus kontrolünde gerçekleşmekteydi. Böylelikle XVIII. yüzyılın siyasiaskeri merkezi olan Orenburg, XIX. yüzyılla birlikte kültürel bir hüviyet de kazanmıştır. Ayrıca 1824 yılında çıkarılan kanunla Kazakistan’ın Turgay ve Ural bölgelerinin yönetimi Orenburg Genel Valiliği’ne bağlanmasıyla Orenburg’un siyasal anlamdaki işlevi artmıştır. 5 Orenburg’da merkez oluşturma fikri I. Pyotr’a aitti. Pyotr bu merkezde, içeride ve Orenburg sınırında huzurun sağlanabilmesi, itaat altına alınan yabancıların soydaşları tarafından saldırıya uğramamaları ve Putperest yada Müslümanlıktan Ortodoksluğa geçenlerin baskı görmemesi için askeri bir güç bulundurmak gerektiğini düşünmüştür. Bu yüzden Orenburg bölgesinin istihkamlarla donatılması ve Ruslarla iskan edilmesi düşünülmüştür. Üç kadın, oniki yaşında bir oğlan, küçük yaşta bir çocuk ve bir akıl hastası. 4 I. Pyotr döneminde “Elçilik Hizmetleri Şark Masası Sekreteri” Florio Beneveni, Kafkasya ve İran üzerinden 1721 yılında Buhara’ya gitmiş, buradan da Hive’ye geçerek bir takım incelemelerde bulunmuştur. 1725 yılında Rusya’ya döndüğünde ise, gördüğü yerler hakkındaki izlenimlerini rapor halinde Çarlık yönetimine sunmuştur. Rapora göre, Amu Derya ve buranın yukarısındaki bölgelerden olan Bedahşan’da altın kaynakları bulunmaktadır. Ayrıca Beneveni, Sir-Derya yatağının her noktası ile Andican ve Mergilan’da da yeterli miktarda altın bulunduğunu rapor etmiştir. Barthold, söz konusu raporda bölgenin siyasi durumu hakkında da bilgiler verildiğini, ancak raporun Türkistan’ın altın rezervi konusunda abartılı ifadeler içerdiğini söylemektedir. 3 8 Türkistan’daki siyasi çekişmelerin pek çoğu buradan geçmekte olan ticaret yolları ile doğrudan ilgilidir. Bölgede özellikle Timurlu döneminde sağlanan siyasi istikrar devresi Türkistan’ı her yönüyle medeni bir merkez haline getirmiştir. Türkistan’ın bu şekilde bir merkez olarak algılanmasının en önemli nedenlerinden birinin, bölgenin ticaret yollarının kesişme noktası olmasıyla açıklanabilir. kültürel faaliyetlere de başlanmıştır. Örneğin şarkiyat araştırmaları alanında bilimsel nitelik taşıyan ilk Rus çalışmaları gerçekleştirilmiştir. Çeşitli şehirlerde bulunan kalıntıların muhafaza edilmesinden, başka dillerde yazılmış yazıtların kopyalarının çıkarılarak tercüme edilmesine kadar pek çok faaliyetin bizzat Pyotr’un emriyle gerçekleştirildiği bilinmektedir. Buna ek olarak, başta Asya olmak üzere, yakın ve uzak bölgelerin coğrafi olarak keşfi de önemli bir hedef haline gelmiştir. Örneğin, Pyotr’un Sibirya ve uzak kuzey bölgeleri keşif merakı, büyük bir seferin düzenlenmesine sebep olmuştur. Büyük Kuzey Seferi olarak adlandırılan ve oldukça kalabalık olan bu büyük heyetin gerçekleştirdiği seyahat, aynı zamanda Akademinin İlk Seferi adını da taşımaktadır7. Çünkü gerçekleştirilen sefer, I. Pyotr’un kurduğu akademiler için oldukça kıymetli bilgiler ifade etmektedir. Barthold, bu hereketi yerine getirdiği görevlerin genişliği açısından o güne kadar tarihte hiçbir devletin meydana getiremediği bilimsel sefer olarak tanımlamaktadır. Yazarın bu tespiti abartılı bir ifade olarak değerlendirilecek olsa dahi, buradan elde edilen verilerin kıymetini ortaya koymaktadır. Kazak bölgesinde daha sağlam tutunabilmek için Ural, Orenburg, Yedisu’da (Semireçensk) Rus kolonilerinden oluşan yerleşim birimleri kuruldu. Ural, Orenburg ve Sibirya’da mevcut ordu birliklerinden askeri kuvvetler alınarak İrtiş boyunca yeni bir hat meydana getirilmiştir6. Daha sonra Sempzlatinsk Kazakları olarak bilinen bu hattakilere ek olarak, Rus topraklarından getirilen köylüler kendilerine ev inşasında gerekli aletler ve zirai faaliyetlerde desteklenerek bu hat üzerine yerleştirilmişlerdir. Bu grup da Yedisu Kazak ordusunun önemli bir kısmını teşkil etmiştir. Çarlık Rusyası bu şekilde oluşturduğu hatlarla kendisine güvenli bölgeler oluşturmaktaydı. Böylelikle Çarlığa karşı olabilecek herhangi bir saldırıda buralar tampon bölge olarak kullanılacak, buraların askeri gücünden faydalanılmış olacaktı. Bu uygulama, başta da söz ettiğimiz Çarlık Rusyası’nın coğrafi talihsizliğini yenmek adına oluşturulmuştur. Çünkü ancak bu şekilde doğal sınırlarına sahip olamayan bir ülke dış tehditlerden kendini koruyabilmiştir. Büyük Kuzey Seferi yada diğer adıyla Akademinin İlk Seferi adını taşıyan ve Asya’nın kuzeyinde gerçekleştirilen bu hareket, bir keşif niteliği taşımaktaydı. Buralardan elde edilen coğrafi, kültürel, ticari bilgiler Çarlık için bölgede nasıl bir politika izlenmesi gerektiğinin ip uçlarını vermiştir. Dolayısıyla görünüşte kültürel bir mahiyet içeren hareket, aslında izlenecek siyasal politikalara da yön verme amacını gütmektedir. XVIII. yüzyılda Çarlık yönetiminin özellikle Kazak toprakları üzerinden Türkistan’a yönelik uyguladığı bu politikalar yalnızca siyasi emellere hizmet etmiyordu. Daha doğrusu izlenen siyasi politikaların bir tamamlayıcısı olarak kültürel alanda da bir takım uygulamaların yapıldığı bilinmektedir. Bu nedenle incelediğimiz dönem itibarıyla kültürel politikalara da değinmek yerinde olacaktır. Kültürel alanda gerçekleştirilen politikalar, aslında Türkistan üzerinde hedefleri olan Çarlık yönetimine bölge için geliştirilecek siyasetin hangi esaslar çerçevesinde olması gerektiği konusunda fikir vermekteydi. Bu nedenle Türkistan ve Türk tarihi, kültürü üzerine I. Pyotr döneminde temelleri atılmaya başlanan çalışmalar başlatılmıştır. Siyasi politikaların kültür politikaları ile nasıl bir bütünlük oluşturduğunun en önemli kanıtlarından biri 1733 yılında hazırlanan bir planla ortaya çıkmaktadır. Bu yılda Rusya Bilimler Akademisi’nde görev yapan Arapça Profesörü Ker I. Pyotr ile birlikte Çarlık Rusyası’nın dış dünya ile bağlantısı ve ilgisi artmıştır. Özellikle Uzak Doğu ve İslam dünyasıyla olan ilişkiler için yeni bir dönemin başladığı ifade edilmektedir. XVII. yüzyılın getirdiği siyasi ve ticari sorunlar Pyotr ile farklı şekilde çözümlenmeye çalışılırken, Gerçekleştirilen Büyük Kuzey Seferinden elde edilen topografik ve astronomik çalışmaların sonucu olarak 1745 yılında Rusya’nın ve Asya’daki topraklarının akademik atlası yayınlanmıştır. 7 Türkistan’ın kuzeyinde oluşturulan bu hattın aynı amaç doğrultusunda bir başka örneği de Azak’tan başlayan ve Kafkasların kuzeyine uzanan Kozak Hattıdır. 6 9 tarafından Anadolu ve Orta Asya’nın fethine ilişkin daha önce hazırladığı planlara atıfta bulunduğu özel bir Şark Akademisinin kurulması hakkında proje sunulduğu bilinmektedir. günden güne güçlenen bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu yapının kendi dinamikleri ile hayata geçirdiği politikalar pek çok unsuru içerisinde barındırır niteliktedir. Doğal sınırlarından yoksun olduğunun farkında olan ve bu nedenle pek çok siyasi güç karşısında geri kaldığını hisseden Çarlık yönetiminin içeride sağlam bir yapı oluşturarak işe koyulması son derece önemli görülmüştür. Bu nedenle kısmen de olsa yukarıda özet olarak sözü edilen reformlar birbiri ardına hayata geçirilmiştir. İçerideki durumu bu şekilde düzeltmeye çalışan yönetim, dış politikada da kendisine önemli hedefler koymuştur. Rus yayılmacılığı olarak da adlandırılacak dış politikanın en önemli özelliği, kavimleri, toplulukları yada siyasal yapıların herbirini diğerine karşı desteklemektir. Çarlık Rusya bu yolla, hem karşısına çıkabilecek yada kendi politikalarına ters düşecek güç unsurlarını günden güne güçsüzleştirmeyi başarırken, hem de gerektiğinde bu unsurların topraklarını ele geçirebilmekte veya onlara karşı koruyuculuk görevini üstlenerek maddi ve manevi açıdan kendine bağlılık sürecini oluşturmaktadır. Bu nedenle uygulanan bu politikanın en kısa ve öz ifadesi böl-yönet olarak kullanılmaktadır. Türk toprakları üzerinde uygulanan kültürel politikaların bazı dönemlerde şiddet unsuru içerdiği de görülmektedir. İlk defa Kazan Türkleri arasında başlayan kitleler halinde Türklerin Hıristiyanlaştırılması olayı çoğu kez güç kullanarak gerçekleştirilmiştir. Bunlar arasında çocukları ailelerinden ayırma gibi uygulamalar da bulunmaktadır ve buradan yola çıkarak Hıristiyanlığı kabul eden Türklerin bunu gönül rahatlığı ile yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu faaliyetler için XVIII. yüzyılın ilk yarısında Rus ordularının askeri seferlere çıkarıldıkları bilinmektedir. Ayrıca Kazan’da bulunan Din Değiştirenler Bürosunun varlığı da Çarlık yönetiminin bu politikaya ne kadar önem verdiğini vurgular niteliktedir. 11 Eylül 1740 tarihinde merkez tarafından bu büroya gönderilen bir buyrukla vaftiz olanların vergiden ve askerlikten muaf tutulacağının ve vaftiz olmayanlardan ise iki kat vergi alınacağının bildirilmesi Hıristiyanlaştırılma politikasına verilen önemin bir başka göstergesidir. Buna ek olarak 1744 yılında Kazan bölgesindeki 536 camiden 418’inin yıktırıldığını da belirtmek gerekir. Yukarıda sözü edilen Kazakların cüzler şeklindeki ayrılışı, aslında Çarlık politikalarının önemli bir dayanak noktasıdır. Çünkü Kazaklar, kendi içerisinde bölünmüşlük ve birlikte hareket edememe gibi bir durum içerisindedir. Çarlık ise, onların bu görünümünden oldukça fazla yararlanmıştır. Çarlık yönetimi birlik olamayan, dolayısıyla güçten yoksun dağınık grupların, kendi aralarında da devam eden mücadelesini destekleme yolunu seçmiştir. Böylelikle hem bu dağınık gruplar günden güne güç ve nüfuz kaybederken, Çarlık ise artan gücüyle onlara bir koruyucu olarak görünmeye başlamıştır. Nitekim, Kazakların zaman içerisinde Çarlık yönetimine bizzat başvurarak hakimiyetine geçmeyi kabul ettiklerini görmekteyiz. Bu sürecin en önemli örneklerinden birisini de yine yukarıda sözünü ettiğimiz Kalmuk hareketinin gerçekleştiği dönem oluşturmaktadır. Çünkü Kalmuk akınları devam ettiği yüzelli yıllık süreçte, en büyük darbeyi Kazaklara vurmuştur. Bu akınlardan bunalan Kazaklar ise, Kalmuk akınlarından bıktıklarını dile getirip, Çarlık himayesine geçmek için adeta yalvarmışlardır. Rus Dış Politikasının “Böl – Yönet” İlkesi Açısından Analizi XVIII. yüzyılla birlikte büyük bir güç haline gelen Çarlık yönetiminde Çar I. Pyotr’un uygulamaya koyduğu politikalar8 sayesinde Çar I. Pyotr’nun gerek içeride, gerekse dışarıda belirlediği politikaları şu şekilde özetlemek mümkündür: “1- Rus ulusunu Avrupalılaştırmak, 2- Olabilecek ani saldırılara karşı orduyu hazır tutmak, 3- Denize açılabilmek için Baltık ülkelerine ve Özellikle İsveç’e yönelik politikalar üretmek, 4- Ticari eksikliği gidermek için İngiltere ile ittifak kurmak, 5Kuzeyde Baltık, güneyde de Karadeniz kıyıları boyunca genişlemek, 6- Dünya gücü olabilmek için İstanbul ve Hindistan’a doğru ilerlemek, 7- Karadeniz ve Baltık Denizi’ne ulaştıktan sonra dünya hakimiyetinde söz sahibi olmak için Habsburg ve Fransızlarla ilişkiler kurularak, ortaklık teklif etmek, 8- Bu iki kuvvet ile birliktelik kurulduğunda onları zayıflatmaya çalışmak ve tek güç olarak kalmak”. Bazı yönleriyle ütopik olarak değerlendirildiğinden bilim dünyasınca gerçekliği tartışılan “Pyotr’un Vasiyetnamesi” bu ilkeler üzerinde odaklanmıştır. Her ne kadar gerçekliği tartışmalı da olsa, uygulanan politikaların pek çoğunun burada sözü edilen ilkeler etrafında şekillenmektedir. 8 10 I. Pyotr döneminde Kalmukların, Kozakların ve başka grupların açıkça desteklendiği görülmektedir. Çünkü onlara verilen bu destek yoluyla özellikle Türkistan, Hazar, Kafkaslar, Karadeniz’in kuzeyi gibi bölgelerde askeri birimler oluşturulmuştur. Yerleşimler vasıtasıyla oluşturulan bu birimler, Çarlık Rusyası’nın sınır bölgelerini güvence altına alınmasını sağlamıştır. Ayrıca farklı noktalara yerleştirilen bu birlikler yoluyla bölgedeki halkların birbirleriyle olan iletişimi veya yakınlaşması da engellenmeye çalışılmıştır. Ayrıca dış politikada etkin biçimde kullanılan Kalmuk, Kozak gibi grupların askeri gücünden de faydalanılmıştır. Örneğin Çarlık Rusyası, İsveçle olan mücadelesinde Kalmuk askerlerinden yararlanmıştır. Kalmukların askeri gücüne dikkat edilmesi gerektiğinin İsveç subaylarının notlarına geçtiği de bilinmektedir. Napolyon Çağı 1789 tarihi, yaklaşık yüz yıl boyunca Fransa’da tahta gelenlerce uygulamada olan aşırı merkezi politikaların yani mutlak monarşi modelinin çöküşü anlamını taşımaktaydı. Kralın aşırı merkezi politikalarına karşı toplumun ortaya koyduğu tepkinin yansıması olan Fransız Devrimi (İhtilali), halkın Fransa Kralını dahi giyotin ile idam edişine yol açmış, bu anlamda giyotin adaletle, özgürlükle eş anlamlı hale gelmişti. Girişilen savaşlar karşısında Fransa ekonomisinin büyük maliyetlere sebep olmuştu. Buna karşı reform gerçekleştirilememiş, politik hoşnutsuzluklar artmış, böyle bir ortamda Fransa dış politikada gittikçe daha başarısız hale gelmişti. Napolyon çağında yaşanan gerek Fransa içinde ve gerekse Fransa dışındaki gelişmeleri ele almadan önce Napolyon’un nasıl bir anda devrim sonrası yönetime geldiğini kısaca açıklamamız daha doğru olacaktır. Devrimden önce (1789’dan önce) Fransa devleti bir soylu sınıf yaratmaya çalışıyordu. Bu soylu sınıf da Korsika soylu sınıfı idi. Söz konusu çabalar devam ederken 1771 yılında Bonaparte ailesi Fransa yönetimi tarafından soylu olarak ilan edilmiştir. Bonaparte ailesi içerisinden seçilen kişiler özel yerlerde eğitim almaktaydılar. Brienne’de eğitim gören seçilmiş 110 öğrenciden 50’si de kraliyet öğrencileri adını taşımaktaydı. Bu özel öğrenciler arasında yer alan Napolyon’un başlangıçta Korsika’nın bağımsızlığını savunduğunu, hatta Korsika tarihi kaleme aldığını biliyoruz. Böyle tezat bir duruma rağmen Napolyon’un başa geçişini kimileri doğru zamanda doğru yerde olmak ile açıklamaktadır. Çarlık Rusyası’nın böl-yönet ilkesi açısından göze çarpan önemli bir uygulaması Kazaklara yönelik olarak çıkarılan Dala Vilayeti Gazetesi’dir. Bu gazete ile Rusya’nın genel amacı, hükümetin yayınladığı emirleri halkın dili ile yayımlayarak Rusya’nın Kazakistan ve Türkistan’daki hakimiyetini kevvetlendirmekti. Gazete, Çarlık yönetiminin bu ana hedefine hizmet edecek bir takım amaçlara sahipti. Bunlardan ilki, oluşturulacak müstakil bir Kazak yazı dili ile Rus hakimiyetindeki kültürel birliği bozmaya yönelik çalışmalara destek vermekti. Gazetenin ikinci amacı, yapılan yayınlar yoluyla Tatarların Kazakistan ve Türkistan üzerindeki sosyo-kültürel etkilerini engellemekti. Bir diğer amacı ise, yerel halkın çocuklarının Rus okullarına gönderilmesini sağlayarak Rusça’yı yaygınlaştırıp, asimilasyonu desteklemekti. Gazetenin son amacı da Rus idaresine karşı doğabilecek tepkileri hafifletmek için bölgede yaşanan sosyo-ekonomik gelişmeleri göstererek, Rus işgalinin bölge halkları için ilerici bir hareket olduğunu anlatmaktı. Bölgede yaşayanların kültürüne yönelik bir takım ilkeleri bulunan yayının bu açıdan Ruslaştırma amacı taşıdığı görülmektedir. Ayrıca Rus egemenliğinde yaşayan Türklerin tarihi süreç içerisinde alfabelerinde meydana gelen değişimler sonucu günümüzde kiril alfabesini kullanıyor olmaları, uygulanan politikaların başarıya ulaştığının bir kanıtı olarak görülebilir. 1789 hareketi (devrim/ihtilal) Fransa’da askeri kesimi oldukça önemli bir konuma getirmişti. Bu çerçevede bir takım dönüşümlerin yaşandığını görmekteyiz. Fransız Devriminin baş siyasi teorisyenlerinden biri olan ve devrimden sonra Fransız İmparatorluğu’nun kuruluşunda önemli bir rolü olan Emmanuel Joseph Sieyes (Abbe Sieyes olarak bilinir) oluşturulan bu yeni askeri düzene bir general aramaktaydı. Bu arada Leon, Marsilya, Toulon, Bordeaux gibi bölgelerde isyanlar söz konusudur. Bu 11 isyanlarda merkeze karşı olanlar, Napolyon da dahil, Jakoben hareketine9 katılmışlardı. Bu harekete dahil olması bir süre hapsedilmesine neden olsa da onu koruyan siyasiler serbest kalmasını sağlamıştır. Ancak Korsika adasındaki Ajaccio’da yer alan meclisin, Bonaparte ailesini kınaması, Napolyon’un Korsika’nın bağımsızlığını savunmaktan vaz geçmesini ve merkeze yakınlaşmasını sağlamıştı. Napolyon’un bağımsızlık hareketine yüz çevirmesi hıslı yükselişini sağlamıştır. 1793’te Toulon’da kral yandaşları ve İngiliz ittifakçılara karşı başarılı savunması Napolyon’un tuğgeneralliğe yükselmesine ve 1795’te yine kralcılara karşı kazandığı başarı İç Güvenlik Kuvvetleri’nin başına getirilmesine neden olmuştur. 1796’da ise İtalya’daki Fransız ordusunun başına getirilmişti. Onun bu hızlı yükselişinde yukarıda sözünü ettiğimiz Abbe Sieyes’in önemli bir rolü vardır. 1797’de Kuzey İtalya’daki Avusturya askeri birliklerinin geri çekilmesini sağlamış, hemen ardından Viyana üzerine yürümüştür. Ancak Avusturya’nın barış isteği ve barış imzalanması Napolyon’un geri dönmesine neden olmuştur. Devrimin Fransa üzerindeki etkileri devam ederken Nisan 1792’de Fransa Avusturya’ya savaş ilan etmişti. Prusya’nın da Mayıs 1792’de dahil olduğu bu savaş, daha önce Hollanda ve Britanya’nın müdahalelerine karşı çıkış gibi, devrim sonrası Fransa’yı yeniden dizayn etmek idealini taşımaktaydı. Fransızlar bu savaşı (1792 Savaşı), halkların krallara karşı savaşı olarak görmekteydi. Ayrıca Fransızlar, Habsburglara bağlı olan halkların savaşta kendilerine yardım edeceğini düşünüyordu. Ancak bu savaş, büyük Avrupa devletlerince pek ciddiye alınmıyordu. Çünkü Fransa’nın yalnızca bir iç savaşı gözüyle bakılıyordu. Hatta Fransızların 1791 yılında Avignon’daki Papalık mülkünü ilhak etmeleri dahi ciddiye alınmamıştı. Avrupa’nın Fransa’yı dikkate alması 1793-1795 yılları arasında kazandığı zaferlerden sonra olacaktır. 1793-1797 evresi Fransa’nın Avrupa devletleri karşısında önemli başarılar elde ettiği dönemdir. Birinci Koalisyon savaşları adı verilen busüreçte Fransa’ya karşı Britanya, Prusya, Avusturya, İspanya, Portekiz, Sardinya, Napoli, Hollanda bir araya gelerek ittifak yapmışlardı. Uzun süren bu mücadele döneminin galibi Fransa olmuş ve yeni kurulan Fransa Cumhuriyeti’nin sınırları savaş sonunda belirlenmişti. İttifak güçlerinin Fransa’ya karşı başarısız olmasının en önemli nedeni olarak, kendi aralarında koordinasyonu sağlayamamaları gösterilir. Birinci Koalisyon Savaları, açıkça Fransa’nın yayılış dönemi olarak bilinir. Bu mücadele sırasında Bonaparte’nin kazandığı başarılar ile yükseldiği açık bir şekilde görülmektedir. Özellikle İtalya üzerinde uyguladığı baskı oldukça önemlidir. Çünkü bu baskı İtalyan devletlerinin varlığını ciddi şekilde sarsmıştır. Siyasi istikrarsızlığa düşen İtalya üzerine, güney sınırlarını güvenceye almak için gönderilen Fransız birlikleri, işgal altında tuttukları Roma’da Şubat 1798’de Roma Cumhuriyeti’nin ilan edilmesine neden olmuştu. Aralık 1798’de Sardunya Krallığının kontrolü Fransızlara geçti. Napoli’de Parthenopean Cumhuriyeti kuruldu. Aynı zamanda İsviçre üzerine yürüyen Fransız birlikleri burada Helvet Cumhuriyeti’nin ilanına da yol açmıştı. Fransız birliklerinin ve özellikle Napolyon Bonaparte’ın hızlı ilerleyişi ve Avrupa’daki siyasi dengeleri alt üst eden girişimler, Avrupa devletlerini Fransa’ya karşı daha dikkatli olmaya itmiştir. Prusya savaşa dahil olduktan hemen sonra duruma ağırlığını koyarak ordularını Fransa’ya soktu. Ancak Fransızlar Eylül 1792’de Valmy’de Prusya ordusunu durdurmayı başarmıştı. Ardından Ren nehri üzerinde stratejik olarak önemli bir bölge olan Mainz şehri ele geçirilmiştir. Fransızların kazandığı bu başarı içeride, XVI. Louis’nin hükümdar yetkilerini de geçersiz kalmasına sebep olmuş ve hükümdarlık ortadan kaldırılmıştı. Ardından Paris hapishanelerindeki pek çok mahkumun sıradan kişiler tarafından katledildiği Eylül Katliamları denilen baskınlar gerçekleşmişti. Ardından Cumhuriyet ilan eden Milli Konvansiyon, Kral XVI. Louis’yi mahkeme önüne çıkarıp Eylül 1793’te idam etmişti. Jakobenler, 1789’dan sonra bir yıl süreyle Fransa’ya egemen olan siyasi bir partidir. Jakoben hareketi, Fransa’da devrimden çok daha fazla kan dökülmesine neden olmuştu. Bu hareketin siyasi görüşleri de Jakobenizm adını almıştır. 9 Napolyon Bonapart Fransa’nın en önemli rakibi olarak İngiltere’yi görüyor, onları Akdeniz’den çıkarmak, Süveyş bölgesi ile Kızıldeniz’deki 12 İngiliz ticaret noktalarını ele geçirmek ve uzak doğudaki İngiliz hakimiyetine son vermek istiyordu. Bunu gerçekleştirmek için Hindistan’a giden yolların en kısası olan Mısır’ı ele geçirmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu şekilde İngiltere’yi barış yapmaya zorlayacak, Fransa’da iktidarı ele geçirecek derecede bir şöhrete de kavuşmuş olacaktı. Napolyon 1797 yılında Campo Formio Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Paris’e döndüğünde, kendisi gibi Fransa’nın Mısır’a yerleşmesini isteyen Dışişleri Bakanı Talleyrand ile anlaşmış, iki devlet adamı bu düşüncelerini Direktuvar hükümetine de kabul ettirmişlerdi. Sonuç olarak 1798 yılı Mart ayında, Napolyon’un Mısır’a asker çıkararak doğudaki Fransız çıkarlarını İngilizler aleyhine sağlamlaştırmasına karar verilmiş, Fransa’yı Akdeniz’de önemli bir sömürge imparatorluğu haline getirme planı uygulamaya geçirilme noktasına gelmişti. Osmanlı Devleti’nin tepkisini en aza indirebilmek için de Fransa’nın esas amacının Mısır’daki Memluk beylerinin zorba yönetimlerine son vermek olduğunu İstanbul’daki Fransız elçisi Ruffin’in Osmanlı hükümetine bildirmesi istenmişti. uzaklaştıramamış ve onları sömürge yolları üzerinde ezmeye de muvaffak olamamıştır. Ancak uzun vadede bu seferin Fransızlar ve dünya tarihi açısından dikkat çekici bazı sonuçları olmuştur. Her şeyden önce Mısır seferi, Fransızların gelecekte kuzey Afrika’da kuracakları sömürge imparatorluğu için iyi bir deneyim olmuştur. Ayrıca, Napolyon’un beraberinde götürdüğü bilim adamlarının bu ülke hakkında donanımlı bilgiyle geri dönmeleri de önemli sonuçlar doğurmuştur. Napolyon’un Mısır’da bir enstitü kurarak Mısır medeniyeti üzerine araştırmalar yapılmasına zemin hazırlaması, 1809- 1822 yılları arasında Description de L’Egypte adıyla büyük bir eserin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu dönemden itibaren bilimsel açıdan Mısır medeniyetine olan ilgi artmış, Mısır ile ilgili araştırmalar geliştirilerek Egyptology adıyla bir bilim dalı ortaya çıkmıştır. Fransızların Mısır’dan çekilmesinin İngiltere’yi oldukça rahatlattığı söylenebilir. Çünkü İngiltere bu şekilde doğudaki sömürgelerine giden yolları güvence altına aldığı gibi Akdeniz’deki önemli stratejik noktalardan biri olan Malta Adası’na da sahip olmuştur. Fransızların Mısır’ı işgali Ruslar açısından da önemli sonuçlar doğurmuştur. Her şeyden önce bu işgal Rusların geleneksel saldırı politikasını terk ederek Osmanlı Devleti ile ittifak yapmasına neden olmuştur. Zira Mısır’ı ele geçirdikten sonra Suriye üzerine sefere çıkan Napolyon’un, başarılı olduğu takdirde yoluna devam ederek Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmesi bile söz konusu olabilirdi. Bu durum ise Osmanlı Devleti üzerindeki Rus çıkarlarına aykırıydı. Ayrıca Osmanlı Devleti ile yaptığı ittifak sayesinde tarihinde ilk defa Rus gemilerinin boğazlardan geçmesi de bu işgal olayının bir sonucudur. Napolyon Bonapart Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmeye gerek görmeden 19 Mayıs 1798 tarihinde L’Orient adlı gemisiyle Mısır’ı ele geçirmek için Toulon’dan hareket etmiştir. Yaklaşık 38000 asker, 1200 at ve 171 top taşıyan 50 savaş gemisi ve 500 civarında nakliye gemisiyle26 yola çıkan Napolyon’un yanında Kleber, Reynier ve Menou gibi yakından tanıdığı generaller ile 167 kişiden oluşan bilim ve sanat adamlarından kurulu bir de heyet bulunmaktaydı. Bilim adamlarının beraberinde 287 ciltten oluşan bir kütüphane ile Fransızca, Arapça ve Yunanca baskı yapabilen iki tane de matbaa makinesi mevcuttu. Napolyon’un bu heyeti yanına almasının amacı, onlara eski Mısır uygarlığını inceletip Avrupa’ya tanıtmak, Avrupa’nın bilim ve tekniğini Mısır’da uygulatmak suretiyle burayı ekonomik açıdan kalkındırmak ve bu durumdan Fransa’ya fayda sağlamaktı. Napolyon, Mısır işgali devam ettiği dönemde Fransa’da Kasım 1799’da bir hükümet darbesi gerçekleşince ordusunu Mısır’da bırakarak Fransa’ya geri dönmüştü. Anayasada yapılan değişikliklerle üç konsül oluşturulmuş ve yönetim bu konsüllere devredilmişti. Napolyon ise bunlardan en önemlisi olan Birinci Konsül’ün başına getirildi. Bundan sonra ekonomik ve yasal bir takım düzenlemelere başlamıştır: Napolyon Bonapart’ın Fransa’yı bir sömürge imparatorluğu haline getirme arzusu sınır tanımayan bir Fransız yayılmacılığı olarak kendisini göstermiş, bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan Mısır seferi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Fransızlar Mısır’ı ele geçiremedikleri gibi Akdeniz’i Fransız gölü haline getirememiş, İngiltere’yi Hindistan’dan 13 Fransız Merkez Bankasının kuruluşu, Devlet okullarının açılarak eğitimin devlet kontrolüne alınması, Fransız Medeni Kanunu hazırlıklarına başlanması (bu kanunlara Code Napoleon yani Napolyon Kanunları adı verilir) Napolyon, Mısır’dan geri çekildikten hemen sonra 1801 yılında İtalya’yı ele geçirmişti. Bu sırada Avusturya’ya karşı da önemli bir başarı kazanılmıştı. 9 Şubat 1801 tarihinde imzalanan Luneville Barışı imzalandı. Buna göre; Subay okulları açılması, gibi düzenlemeler, Napolyon’un daha sonra kendisini İmparator ilan edişinin alt yapısı olarak görülmüştür. Mısır işgalinin olduğu dönemde Fransa’nın 1798-1802 yılları arasında İkinci Koalisyon Savaşlarında da mücadele ettiğini görmekteyiz. Birinci Koalisyon döneminde başarısız olan Britanya’nın politikası, ikinci ittifak girişimini tekrar gündeme getirmişti. 1797 yılında Britanya’nın İspanyol donanmasını yenmesi ve Hollanda’nın büyük filosunu Camperdown’da imha etmesi, Britanya’nın dış politikada kendine güvenini yenilemiş ve Fransa’ya karşı yeni bir ittifaka girişmişti. Britanya Dış İşleri Bakanı Lord Grenville’nin desteği ve başbakan William Pitt’in onayıyla gündeme gelen ittifakla Britanya, Fransa’yı mağlup etmeyi, ardından barış anlaşmasına zorlamayı, bu anlaşmayı da büyük devletlerin toprak çıkarları ile örtüştürmeyi planlamıştı. Ortaya çıkan bu ittifak Britanya öncülüğünde Prusya, Avusturya, Portekiz, Napoli, Rusya ve Osmanlı kuvvetleri ile gerçekleşmişti. Buna karşın Fransa da Birinci Koalisyon’a karşı başarı kazanmış olarak bu kez İspanya ve Danimarka-Norveç desteğini yanına çekebilmişti. İkinci Koalisyonun oluşumundaki en önemli faktörlerden birini de Napolyon Bonapart’ın Mısır seferi teşkil etmektedir. Fransızların Mısır’ı işgal altına almaları, büyük güçlerin Fransa’yı çok ciddi bir rakip olarak algılamalarına yol açmıştı. Bu ikinci ittifak (İkinci Koalisyon) 1814’te oluşacak ittifakın ve kongre sisteminin oluşması açısından oldukça önemli görülmektedir. Ancak İkinci Koalisyon’un da tıpkı birincisi gibi tam bir ittifak teşkil ettiğini söylemek hayli güçtür. Çünkü ikinci koalisyon tam Fransa karşıtı güçlerin hepsinin hemfikir olduğu tam bir ittifak değil, bu güçlerin her birinin kendi arasındaki birkaç ittifaktan oluşmuştur. Yani tam bir bütünlükten söz edemeyiz. Habsburglar, Fransa’nın Belçika’ya ve Ren Nehrinin sol sahilini ele geçirmesini kabul etmek zorunda kaldı. İtalya’da bir Habsburg mülkü olan Toskana grandükalığı Habsburgların elinden çıktı. Cisalpine Cumhuriyeti yeniden tesis edildi. Fransızların orta ve kuzey İtalya üzerinde kontrolü ele alması kabul edilmiş oldu. Luneville Barışı ve Amiens anlaşmaları, Fransa’nın Avrupa üzerinde hegemonya oluşturmasına yol açmış, dünya tarihi için açıkça Napolyon Çağı başlamış oldu. Bu başarısının ardından 1804 yılında Notre Dame Katedrali’nde Fransa’nın devlet başkanı, İtalya Kralı ve General unvanları ile taç giyme töreni yapıldı. Törende Papa’yı uzun süre bekletmesi, tacı Papa’nın elinden alarak kendi giymesi büyük bir otorite olmaya çalışması ve gücünü herkese kabul ettirme girişimi olarak görülür. Zaten çok geçmeden devrimin ruhuna aykırı olarak Fransız İmparatorluğu’nu kuracaktır. Napolyon’un uygulamaları, o dönemde gerek iç siyasette ve gerekse dış siyasetteki gelişmeler hem Fransızlarca hem de dünyanın farklı bölgelerindeki araştırmacılarca tartışılmış ve üzerinde durulmaya devam eden konuları içerir. Bu nedenledir ki, Napolyon hakkında 1980’lere kadar yaklaşık 220,000 kitap, makale vs. gibi çeşitli yazılar kaleme alınmıştır. Kendi milletinden de olmak üzere pek çok insanın ölümüne yol açan Napolyon’un Fransa’ya bıraktığı en önemli mirasın eğitim sistemi olduğu belirtilmektedir. Napolyon'un tasarladığı eğitim sistemi, daha fazla imkana sahip zenginler ile kıt imkanlara sahip fakirlerin arasındaki eğitim farkının kapatılması ile ortaya konulduğu savunulmaktadır. Bu anlamda Fransız eğitim sisteminin zamanla gelişmesini sağlayacak temeli attığına inanılmaktadır. Bu sistem Fransa’nın grand ecoles (büyük ekol) adı verilen eski seçkin üniversitelere sahip olmasını da sağlamıştır. Napolyon’un pek 14 çok insanın ölümüne yol açan savaşlarının yanında sanata çok ciddi katkılar verdiğini söylemek mümkündür. II. Dünya savaşı sırasındaki Almanya örneğinde olduğu gibi, kıymetli sanat eserlerinin yağmalanarak tren vagonlarında özensizce taşınmasının tam tersine Napolyon, ele geçirdiği sanat eserlerinin özenle paketlenerek Paris’e ulaşmasını sağlamıştır. “1790’lı yıllar Britanya Başbakanı William Pitt’in savunduğu Avrupa’nın Kamu Hukuku savunmasına karşı çok kesin bir Fransız meydan okuması olarak geçmişti. 1812 yılına gelindiğinde Napolyon çok büyük bir imparatorluğu şahsen yönetiyor ve Avrupa’yı Romalıların zamanından beri eşi görülmemiş derecede kontrol altında tutuyordu. Napolyon’un üstünlüğünün ortaya çıkışı ve ardından parçalanması Amiens Barışı ve Viyana Kongresi arasındaki kısa dönemde bütün Avrupa diplomasisinin temel sorunu haline gelmişti. Fransa’nın sınırlarının ihtilalciler tarafından Hollanda’ya, Ren nehrine ve kuzey İtalya’ya kadar uzatılması Napolyon’un siyasetinin genel karakterini belirlemişti. Napolyon dönemi Fransasının en önemli farkı, Fransa’nın 1789 öncesinde çökmekte olan ülkelerden elde ettiği topraklar yerine artık toprak kazanımlarının devrin büyük güçlerinden alınmasıydı. Napolyon kazandığı tüm başarılara rağmen hem ülke içinde hem de uluslararası alanda kendisine karşı oluşan hoşnutsuzluğun önüne geçememiştir. Çünkü birbiri ardına giriştiği askeri harekatlar çok büyük ekonomik kayıp anlamını taşımaktaydı. Bu savaş giderlerini karşılamak için doğrudan vergilerin yanı sıra dolaylı vergiler de konulmuştu. Ayrıca askeri harekatlar, giderleri karşılamak için yağma ile sonuçlanmaktaydı. Her bir askeri harekat asker ihtiyacı anlamına geliyordu. Bu bakımdan çok büyük bir insan gereksinimine ihtiyaç duyulmuştu. Çünkü her askeri sefer aynı zamanda çok büyük insan zayiatı demekti. Örneğin Eylau’da 15.000, Friedland’da 12.000, Bailen’de 23.000 Aspern’de 44.000, Wagram’da 30.000 asker kaybedilmişti. Sayısı yaklaşık olarak 500.000 kişiden oluşan Fransız ordusunun bu kayıpları her yıl yaklaşık 150.000 yeni asker gereksinimi ortaya çıkarmaktaydı. Tüm bu kayıplar çok kısa sürede ve askeri harekatın zaferle sonuçlanmasına rağmen birbiri ardına gerçekleşmişti. Ayrıca Napolyon çağı, 1789 devrimi veya ihtilalıyla Avrupa’ya özgürlük, kardeşlik, eşitlik duyurusunda bulunan bir ulusun (yani Fransızların), bir imparatorun emri ile Fransız olmayanları yenilgiye uğratması, onların topraklarına asker yığması, mallarını ele geçirmesi, ticaretlerini bozması, onlardan büyük miktarda tazminatlar almaları, gençlerini askere almaları gibi pek çok sebeple devrimle ortaya atılan vaatlerin boşa çıkması anlamına gelmekteydi. Napolyon’un Avrupa devletler sistemi üzerinde askeri başarıları nedeniyle benzersiz bir etkisi söz konusuydu. Düşmanlarına karşı kazandığı kesin zaferler, onları Fransa’nın eline düşürmüştü. Kazandığı zaferler, diplomatların faaliyetlerini önemsiz hale getirmişti. Örneğin 1806 yılında Prusya’ya karşı kazandığı zafer, 1809’da da Avusturya’ya karşı kazandığı zafer, bu iki yenilen devletin müzakere görüşmeleri yapmasını imkansız hale getirmişti. Yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelen bu devletler Napolyon’un istediği bütün toprakları vermek zorunda kalmıştı. Napolyon’un uluslararası hukukun ve diplomasinin bütün kurallarını görmezden gelmesi kıta Avrupasının bu yönüyle de kendisine düşman olmasına neden olmuştu. Tüm görüşmelerinde bir diplomat veya dışişleri bakanı gibi davranmaktan ziyade, general olarak güç gösterisinde bulunuyordu. Onun uygulamaları, Napolyon Fransa’sının Napolyon Çağı ve Avrupa Devletler Sistemine Dair Genel Bir Analiz Bıraktığı etki nedeni ile Napolyon Çağı olarak adlandırılan sürecin uluslararası sistemde de önemli sonuçlara yol açmıştı. Bu konuyu özetlemek açısından Mckay ve Scott’ın görüşüne özet olarak yer vermek konunun anlaşılması açısından oldukça önemlidir. 15 hiçbir zaman uluslararası toplumun kabul görmüş bir üyesi olmamasının en önemli nedeni olmuştur. arasında istikrarlı bir siyasi anlaşma nasıl gerçekleşebilirdi? İşte bu soruna karşı Napolyon’un her defasında askeri çözüm arayışına girmesi, sonunda gücünün sınırlarını çok aşmasına ve Moskova’ya kadar uzanan askeri yürüyüşlere sebep olmuştur.” Napolyon’un dış siyasetinin bir merkezi konusu da yoktu. Ancak stratejisi şu şekilde açıklanabilir: Britanya’ya muhalefet, Almanya ve İtalya’nın kontrol edilmesi, Balkanlar’da üstünlük kurmak, Kendisinin ve Bonaparte ailesinin başarısının tüm devletler tarafından kabul edilmesini sağlamak. Ders Notlarının Oluşturulmasında Kullanılan Kaynaklar David Armitage, “The Declaration of Independence in World Context”, OAH Magazine of History, April 2004, s. 61-66. Derek Mckay – H. M. Scott, Büyük Devletlerin Yükselişi 1648 - 1815, çev.: Eşref Bengi Özbilen, Dergah Yay., İstanbul 2011. Gültekin Sümer, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, c. 5, S. 19 (Güz 2008), s. 119-144. İhsan Burak Birecikli, “Amerika’nın Kuruluşu ve ABD-Avrupa İlişkileri (1776-1876)”, History Studies (ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı), 2011, s. 81-103. Helene Carrere d’Encausse, Tamamlanmamış Rusya, çev.: Reşat Uzmen, Ötüken Yay., İstanbul 2003. İlyas Kamalov, Altın Orda ve Rusya. Rusya Üzerindeki Türk-Tatar Etkisi, Ötüken Yay., İstanbul 2009. İsabel De Madariaga, Korkunç İvan, İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul 2012. Kamil Çolak, “Mısırın Fransızlar Tarafından İşgali ve Tahliyesi (17981801)”, SAÜ Fen Edebiyat Dergisi, 2008-II, s. 141-183. Oktay Berber, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Çarlık Rusyası’nın Türkistan Siyasetine Böl-Yönet İlkesi Bağlamında Bir Bakış”, 10. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, Kırım/Ukrayna (28 Ağustos-2 Eylül 2012), Bildiri Kitabı, İstanbul 2012, s. 729-736. Napolyon’un her askeri zaferi, onun kesinlikle bir fırsatçı ve çare bulan biri olduğunu ortaya koymaktadır. Onun başarısı, sahip olduğu benzersiz enerjisi ve ruh hali, megalomani sınırlarındaki kişisel ihtirasları ile açıklanmaktadır. Onun kişiliğini yansıtan anlatımlardan biri İspanya Kralı ile olan diyalogunda geçmektedir: İspanya Kralı Napolyon’a; “Siz sadece altın, para, ganimet ve toprak kazanmak için savaşıyorsunuz. Oysa biz, şerefimiz ve namusumuz için” dediğinde Napolyon’un cevabı; “Doğru, herkes kendisinde olmayan şeyler için savaşır” şeklinde anlatılmaktadır. Napolyon’un dış siyasette tek tutarlı diplomatik stratejisinin, en azından bir büyük devleti yanında tutmak olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğrultuda 1806 yılına kadar Prusya’yı, Tilsit görüşmelerinden sonra (1807) Rusya’yı, 1809’dan sonra da Avusturya’yı yanında tutmaya çalışmıştı. Her bir devlet ortaklık ardından kazançları olacağına dair ikna edilmişti, ancak hiçbiri bunları bulamamıştı. Napolyon ittifakları yalnızca taktik için kullanmaktaydı. Ona göre diplomasi, ilk olarak askeri stratejinin hizmetinde olmalıydı. Bütün problemlerin askeri olarak çözülmesine inanıyordu. Bu inancı, 1803’ten sonra her yeni Fransız zaferine karşı aynı problemi ortaya çıkarmıştır: Napolyon ile Avrupa İnternet Kaynakları http://www.archives.gov/exhibits/charters/charters_downloads.html http://www.acikders.org.tr/ 16