Ders Notları – İkinci Bölüm

Transkript

Ders Notları – İkinci Bölüm
başlatmıştır. Amerika’daki koloniler üzerinde zamanla İngiltere hakimiyeti
ön plana çıkmaya başlamış, merkantalizm doktrini1 doğrultusunda
geliştirilen politikalar sayesinde İngiltere çok büyük kazançlar sağlamıştır.
1780 yılında her dört Amerikalıdan üçünün İngiliz veya İrlandalı olması
nedeniyle Amerika’da İngiliz dili ve kültürü hakim olmuştur. ABD’yi
kuranların Avrupa’daki siyasal baskıdan ve iktisadi sorunlardan kaçarak
buraya gelen göçmenlerden oluşmaktaydı. Bu nedenle Amerika, batı
uygarlığının bir temsilcisi olarak karşımıza çıkar.
Ancak Amerika’nın kuzey ve güneyine gelen grupları birbirinden
ayrı düşünmek gerekmektedir. Çünkü iki grup arasında büyük bir amaç
farkı bulunmaktaydı. Kuzey Amerika’ya göç edenler, güneye gelenler gibi
altın ve elmas bularak zengin olup ülkelerine dönmek hırsıyla değil; dinsel
baskılardan, işsizlik ve yoksulluktan kurtulmak, kendilerine özgürce
yaşayacakları yepyeni bir ortam oluşturmak amacıyla göç etmişlerdi. Göç
nedenlerini birkaç maddeyle sıralarsak;

Birinci olarak; Güney Amerika’ya gelenler,
madenlerden elde ettikleri altın ve elmasları yüklenip zengin
olarak ülkelerine dönmek isterken, Kuzey Amerika’ya gelenler,
dinsel baskıdan, işsizlikten, fakirlikten kurtulmak ve kendilerine
özgürce yaşayacakları yeni bir ülke kurmak umuduyla temelli
yerleşmek düşüncesiyle ailelerini de beraberlerinde getirmişlerdi.

İkinci olarak; Zenci kölelerin bulunduğu Amerikan
kolonilerinde mal sahipleri ve başarılı tüccarlardan oluşan
oligarşik bir yapı bulunmakla beraber, İngiltere ve diğer Avrupa
ülkelerinin tersine aristokrasi yoktur. Coğrafi koşullar
düşünüldüğünde olmasına da imkân yoktur. Topraklar var olan
Avrupalı nüfusla karşılaştırıldığında o kadar geniştir ki ilk
yerleşim bölgelerinde nüfus artınca yerleşecek yeni toprak
bulmak çok zor bir iş değildir. Ancak bunun olumsuzluğu
XV. İLE XX. YÜZYILLARDA BÜYÜK GÜÇLER
(Ders Notları – İkinci Bölüm)
Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER
Ders notlarının birinci kısmında, güç-büyük güç kavramları ve bu
kavramlar içerisinde olması gereken unsurlardan başlayarak coğrafi
keşiflerin Dünya tarihine etkisi ile 18. yüzyıla kadar gelen süreç içerisinde
Avrupa devletlerinin büyük güç haline gelme sürecini ele almıştık.
Bu kısımda ise, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan süreçte yine
büyük güç kavramı çerçevesinde devletlerin tarihlerinin belirli dönüm
noktalarına, çıkar ilişkilerine, güç mücadelelerine değinilecektir.
Amerikan Devrimi ve ABD’nin Kuruluşu
Ülkemizde Amerika tarihi üzerine çalışmaların az olduğu hemen
herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu alanda ortaya konulan ve
çoğunluğunu tercüme eserlerin oluşturduğu çalışmalara ve batılı
tarihçilerin araştırmaları incelenirse, Amerika devrimi konusunda bir fikir
birliği olmadığı görülecektir. Daniel Boorstin gibi kimi tarihçiler Amerikan
Devrimini “devrim değildi” şeklinde nitelerken; kimileri “devrimi oldukça
başarılı ve bu başarı nedeniyle yereli çok az aşan bir olay” olarak ele almış;
Palmer gibi bazı araştırmacılar da “18. yüzyıl devrim çağındaki öncülerden
biri” olarak söz etmektedir. Her ne kadar Amerikan Devrimi’nin niteliği,
ortaya çıkışı ve etkileri gibi çeşitli unsurlarında üzerinde görüş birliğine
varılamasa da hemen tüm araştırmacıların referans noktasını Fransız
Devrimi oluşturmaktadır. Yani Amerikan Devrimi yorumlanırken, Fransız
Devrimi ile karşılaştırma yapmak genel kabul gören bir durum olarak göze
çarpmaktadır.
1492’de Colombus’un kıtaya ayak basması ile birlikte Avrupa için
bir sömürü alanı olan Amerika kıtasına İspanyollardan sonra 1500’de
Portekizliler, 1534’te Fransızlar ve 1603’te de Fransızlar gelmiştir. 1607
yılında ise yalnızca erkeklerden oluşan bir grup Amerika’ya gelmiş ve
Jamestown kasabasını kurmuşlardı. 1608 yılında İngiltere’den gelen 100
kişilik grubun Virginia bölgesine yerleşmesi ile Amerika’daki ilk sömürü
dönemi başlamış oldu. Bu yerleşmeler adına koloni denilen yerleşmeleri
İlk iktisat doktrini ve politikası olan ticari kapitalizmdir. Merkantilizm, 15. yüzyıldan 18.
yüzyıla kadarki dönemin ulusal devletlerinin, ülkede altın ve gümüşün (specie)
biriktirilebilmesi için tatminkâr (favorable) bir dış ticaret bilançosu durumuna ulaşılmasını
zorunlu gören öğreti ve uygulamalarına verilen addır. Bu doktrine tepki olarak da
zenginliğin kaynağını toprak ve tarımda gören fizyokrasi doğmuştur.
1
1
Kızılderililerin 2,5 milyonu bulan sayılarının asimilasyona ve
katliama uğramalarına neden olmuştu.

Üçüncü olarak; dinsel alandaki farklılık. Avrupa,
Protestanlarla Katolikler arasında yaşanan mücadeleler, sürgünler
ve katliamlarla çalkalanırken, Kuzey Amerika’da göçmenler,
dinsel çoğulculuğu toplum kurucu bir unsur olarak kabul etmişti.
Gerçekten birbirinden çok farklı mezheplerden gelen insanların
barış içinde bir arada yaşayabilmeleri için de başka çıkar yol
yoktu. Zaten göçmenleri Amerika’ya sürükleyen en önemli
nedenlerden biri anayurtlarında yaşamış oldukları dinsel baskı
idi.

Dördüncü
olarak
göçmenler
Amerika’ya
demokratik bir siyasal geleneği getirmişlerdi. Kralın mutlak
otoritesinden yılmış olan göçmenler temsil kurumlarına özel bir
önem vermişlerdir. Amerikan kolonilerinde; Vali, Konsey ve
Temsilciler Meclis’i vardı. Ayrıca her bir koloni özgürlükleri
güvence altına almak için birer anayasa kabul etmek yoluna
gidecektir. Temelli yerleşmek düşüncesiyle göç ettiklerinden
ailelerini de yanlarına alarak gelmişlerdi.
bazıları da dini sebeplerle göç edenler tarafından kurulmuştur. Bu koloniler
zamanla krala ait sömürgeler haline getirilmişlerdir. Koloniler üzerinde
İngiltere’nin farklı bir yönetim şekli oluşmuştu. Bu farklılıkları üç grupta
toplamak mümkündür:

Birincisi kral, istediği birini vali olarak
tayin ederdi. Vali de, kral adına toprakları idare ederdi.

İkincisi kral, bir şahsa veya bir şirkete bir
miktar arazi tahsis ederdi ve bu durumda yine kralın
himayesinde olmak kaydıyla halk yönetilirdi.

Üçüncüsü ise belirli sayıdaki göçmenlerin
bir siyasi varlık oluşturarak anavatanın himayesinde, onun
kanunlarına aykırı olmayacak tarzda kendilerini
yönetmeleri idi.
1756-1763 yılları arasında gerçekleşen Yedi Yıl Savaşları’ndan
Büyük Britanya galip çıkmıştı. Ancak dünya savaşı niteliği taşıyan savaşta
alınan bu galibiyet, İngiliz ekonomisinde büyük açıklar meydana
getirmişti. Yedi Yıl Savaşları neticesinde Kuzey Amerika’daki Fransız
kolonilerini, Kanada’yı ve Hindistan’ı ele geçiren İngilizler, savaşın
ekonomik yükünü Amerika’daki kolonilerden karşılama yoluna gitmiştir.
Ayrıca kolonilerdeki insanlar İngiliz subayların yönetiminde Fransa’ya
karşı savaşmıştır. Kolonilerdeki insanlar için bu savaş önemli bir kazanım
anlamına gelmekteydi: Kendine güven!
Yapılan savaşlar neticesinde imzalanan 1763 Paris Antlaşması,
Amerika’da kuzeyden ve batıdan Fransız tehlikesini, güneyden de İspanyol
tehlikesini ortadan kaldırmıştı. Buna karşılık savaş maliyetlerini kolonilere
yükleyen İngiltere, 1765’te Damga Pulu Yasası’nı çıkarmıştı. Koloniler ise
toplanarak buna Halklar Beyannamesi ile karşılık vermişlerdi. Bunun
üzerine 1765 yasası geri çekilmiş, ancak yeni vergiler konulmuştur.
İngiltere ve koloniler arasındaki çekişme buna benzer şekilde devam
ederken, 5 Mart 1770 tarihinde önemli bir liman olan Boston’da İngiliz
askerlerini kartopu ile protesto eden gruba silahla karşılık verilmesi Boston
Katliamı olarak tarihe geçmiştir.
Adaletsiz vergiler, kolonilerin birleşmesinin de önünü açmıştı.
Onüç koloniden dokuzu New York’ta bir araya gelmiş ve Haklar ve
Göçmenlerde kader birliği yaptıran üç unsur vardı:

Fransa’nın askeri ve ekonomik baskısına
duyulan öfke,

Kızılderililere duyulan öfke,

İngiliz sömürgeciliğine karşı zamanla artan
öfke.
Her ne kadar insanlar bu üç faktör nedeniyle Avrupa’dan yeni
kıtaya kaçsalar da Avrupa’daki yönetim şekli kolonilerde de uygulanmaya
çalışılıyordu. İngiltere’deki Kral’a, Lord’a ve Avam Kamarası’na,
kolonilerde Vali, Konsey ve Temsilciler Meclis’i tekabül etmekteydi.
Kral’ın tayin ettiği vali ile koloninin yasama meclisi arasında vergi
konusunda mücadele oluyordu. Kolonilerin hürriyet ve haklarla ilgili
anayasaları vardı. Diğer sömürgelerden farkı ise; bu kolonilerin kıtanın
yerli halkları ile değil Avrupa’dan gelen göçmenlerle kurulması idi. Bazı
koloniler, ticaret şirketleri ve büyük toprak sahipleri tarafından kurulmuş,
2




Haksızlıklar isimli bir bildiri yayınlamışlardı. Kolonilerin bu şekilde
Büyük Britanya’ya karşı çıkışına Fransa ve İspanya da destek vermekteydi.
Yeni vergiler yüzünden 1774’de Amerikan kolonileri İngiliz
sömürgesine isyan ederek I. Filedelfiya (Philadelphia) Kongresini topladı.
Bu kongrede koloni meclislerinin onayı olmadan vergi toplanamaması
kararı alındı. 15 Mayıs 1775’te Filedelfiya’da II. Kongre toplanıp General
George Washington komutanlığında bir ordu kurulmasına karar verildi.
Washington, Amerikan direnmesinin somut ruhu oldu. İngiliz asıllı ve
aristokrat bir insandı ve bütün enerjisini Amerika’nın hizmetine verdi.
1776’da ayrı bir Amerikan bayrağı kabul edildi. Ancak bu bağımsızlığı
İngiltere kabul etmediği için savaş 7 yıl daha sürdü. Savaşın en büyük
çarpışmalarından biri 1781’de Virginia, Yorktown’da yaşandı. Fransız ve
Amerikan birlikleri, İngilizleri kuşattı ve onları teslim olmaya zorladı.
Thomas Jefferson başkanlığındaki heyet, 4 Temmuz 1776’da
Bağımsızlık Beyannamesi’ni kabul etti. Bu belge; demokrasi tarihi ve
siyaset bilimi açısından çok önemlidir. İlk defa insanların doğuştan sahip
oldukları hak ve hürriyetler ve demokrasinin temel ilkeleri yer aldı.
İnsanların doğuştan sahip oldukları devredilemez hakları vardır: Yaşama
hakkı, hürriyet hakkı ve saadetini temin etme hakkı. Devletler bu hakları
sağlamak için kurulmuştur ve yönetenler her türlü iktidarı yönetilenlerin
rızasından alırlar. Bu haklara aykırı davranan iktidarı değiştirmek milletin
hakkıdır. Beyannamenin sonunda eyaletler içişlerinde serbest olmak
şartıyla Amerika Birleşik Devletleri adlı bağımsız bir devlet kurulduğu ilan
edilmiştir. ABD’yi oluşturan ve beyannameye imza koyan on üç koloni
belirlenen ABD bayrağında da on üç şerit ile temsil edilmektedir. Bu
koloniler;

New Hampshire

Massachusetts

Rhode Island

Connecticut

New York

New Jersey

Pensilvanya

Delaware

Maryland
Virginia
Kuzey Carolina
Güney Carolina
Georgia
Bağımsızlık bildirgesinin iki önemli kaynağı bulunmaktaydı.
Bunlardan biri John Locke’un Two Treatises of Government (Hükümet
Üzerine İki İnceleme) adlı eserdir. Locke bu eserde, devletin en büyük
görevinin her insanın hakkı olan yaşam, özgürlük ve mülkiyetin korunması
olduğunu belirtmektedir. Bildirgenin ikinci ana kaynağı da Jean-Jacques
Rousseau Toplum Sözleşmesi’dir.
3 Eylül 1783’te Paris Anlaşması imzalanarak İngiltere, ABD’nin
bağımsızlığını tanıdı. ABD’nin kuzey sınırı bugünkü Kanada sınırı, batı
sınırı Misisipi nehri ve güney sınırı ise İspanya’ya ait Florida oldu. Fransa,
Antiller’deki Tobago adasını aldı. İspanya, Florida ve Minorka’yı aldı.
Hollanda ise zararlı çıktı. Çünkü Güney Hindistan’daki Negapotam’ı
İngiltere’ye kaptırdı. Böylece İngilizler Seylan’ı ele geçirmek için bir adım
atmış oldu ve Hollanda’nın sömürgeleriyle ticaret yapma hakkı elde etti.
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, tüm Avrupa'da ama özellikle
Fransız aydınları üzerinde bir etki yapmıştır. Fransızlar, bu belgeyle kendi
aydınlarının söylediklerini tekrar hatırlamışlardır ve bu belge kafalarındaki
düşünceleri dirilişe geçirmiştir. Fransızlar bir avuç Amerikalının küçük
salonlarda özgürlük ve bağımsızlık üzerine konuşmalar yapıp kararlar
almalarına, bu uğurda savaşmalarına imrenerek ve hayranlıkla
bakmışlardır. Amerikan halkına yardım için giden Fransızlar, buradaki
tecrübeleriyle birlikte Fransa'ya geri dönmüşlerdi. Fransız Devrimi’nde
önemli görevler almışlardır. Bu bağlamda Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi, Magna Carta gibi yerel kalmamıştır, insan haklarının dünyada
yayılması için ilk adım sayılabilir.
3
ABD’nin bağımsız bir ülke olarak dünya tarihindeki yerini alması
ardından, ülkenin gelişimi açısından hem dış, hem de iç politikada önemli
hedefler çizilmiştir. Avrupa ile ilişkiler ticari olarak sürdürülmeye devam
edilmiş itr. Ancak siyasi ilişkilerde mesafeli davranılmaya çalışılmıştır.
İsolation yani izolasyon denilen politikalarla Avrupa diplomasisinden uzak
durulmuştur. Bu bağlamda Amerika Başkanı Monreo’nün katkısını
yadsıyamayız. 2 Aralık 1823 tarihinde Kongre’ye sunulan bildiri ile
açıklanan Monreo Doktrini, ABD’nin yalnızlık politikasının resmen ilanı
demekti. Bu doktrin çerçevesinde Amerika, ne kendi kıtası dışındaki işlere
karışacak, ne de Avrupa’nın o zamanki sömürgeci güçlerinin kıtaya
müdahalesine izin verecekti. Doktrinin dayandığı hususlar şu şekildeydi:
 Anti-kolonializm görüşü: Elde ettikleri ve
sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumları ile Amerika
Kıtaları, bundan böyle Avrupa devletlerinden herhangi birinin
kolonileştirme isteklerine konu olamaz. (O sıralarda
Alaska’ya sahip bulunan Rusya’nın egemenliğini daha
aşağılara doğru genişletmek niyetine-Kaliforniya’ya kadarkarşı çıkılıyordu.)
 Siyasal
sistem
farklılığı:
Kutsal
İttifak
Devletleri’nin siyasal sistemi, Amerika’nınkinden tamamen
farklıdır. Kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir
yerinde yaymak için yapacakları herhangi bir girişimi barış ve
güvenliğimiz için tehlikeli görürüz.
 Karışmazlık (non intervention) isteği: Avrupa
ülkelerinin herhangi birinin mevcut kolonilerine ya da ona tabi
olan bölgelere hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. (Çünkü
o sıralarda Güney Amerika’daki İspanyol kolonilerinde
bağımsızlık isyanları olmaktaydı ve Avrupa büyük
devletlerinden oluşan Mukaddes İttifak (Sainte Alliance)’nin
buralara müdahale ile kolonialist çıkarlara hizmet için
karışması istenmiyordu)
 Kabuğuna çekilme (isolation) ilkesi: Avrupa
devletlerinin kendilerini ilgilendiren sorunlar yüzünden
yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık ve böyle bir
davranış siyasetimize de uymaz.
4 Temmuz 1776 tarihli Bağımsızlık Beyannamesi
4
Dış politika ilkeleri belirlenirken, diplomasi zaferleri de
kazanılmıştı. Bu bağlamda yüz yıl içerisinde ABD’yi bugünkü sınırlara
ulaştıracak topraklar teker teker satın alındı. 1782’de ABD 3,5 milyon
nüfusu bulan 13 federal devletten oluşuyordu. 1803’te Louisiana 80
milyon franka Fransa’dan, 1819’da Florida 5 milyon dolara İspanya’dan,
Teksas 15 milyon dolara Meksika’dan satın alındı. Bu toprak kazancı,
Amerikan tarihindeki en büyük diplomatik başarılardandır. 1846 yılında
İspanya’dan Oregon satın alındı. 1846’da kuzey paraleli Kanada ile sınır
oldu. 1867’de Alaska 7,2 milyon dolara Rusya’dan alındı. 1893’te Hawai
takımadaları satın alındı. ABD İspanya ile 1898 yılında yapılan savaş
neticesinde Porto Rico’yu ve Filipinler’i ele geçirdi. ABD, 1917 yılında
Karaibler denizinde oldukça önemli olan ve 50 adadan oluşan Virgin
adalarını da Danimarka’dan 25 milyon dolara satın aldı. Aynı zamanda
Akdeniz havzasında ekonomik faaliyetler yürütülerek önemli kazançlar
sağlandı.
Bütün bu kazanımlar Amerikan yayılmacılığının temellerini
oluşturmuştu. Böylelikle bir yandan Amerikan Emperyalizmi tüm dünya
tarafından bilinen, hafızalarda yer edinen bir olgu haline gelirken, diğer
yandan ABD’nin büyük güç olarak kendini ispatlaması söz konusuydu.
canlandırmıştı. İşte bu baskı unsuru toplumsal harekete, özgürlük arayışına
sebep olmuştur. Benzer tablo Fransa’da da söz konusudur. 1614 yılında
Parlamentoyu toplayan ve bir daha asla parlamentonun toplanmasına
müsaade etmeyen Fransa Kralı, hakimiyetini mutlak hale getirme
çabasındaydı. Bu da, daha önceki derslerde de belirttiğimiz üzere, aşırı
merkeziyetçiliği ortaya çıkarmıştı. Ancak bu aşırı merkeziyetçi tutum,
ticaretle uğraşan orta sınıfın güçlenmesini engelleyememiştir. Yedi Yıl
Savaşlarının Fransa üzerinde de mali yükü söz konusuydu. Tıpkı Britanya
Krallığı’nın yaptığı gibi bu mali yük Fransızların üzerine yüklenmeye
çalışılmıştı. Fransa, Amerika kıtasındaki kolonilerini Yedi Yıl Savaşları
sonucunda kaybettiğinden mali yükün tümünü kendi ülke topraklarına
yüklemek durumunda kalmıştır. Fransa Kralı 16. Louis, savaşın mali yükü
için toprak sahiplerini seçmişti. Bu konuların görüşülmesi için Kral, 1614
yılından beri toplanmayan parlamentonun 1789’da tekrar toplanmasını
zorunlu kılmıştı. Ancak parlamentonun toplanması Fransa Kralı’nın aşırı
merkeziyetçi politikalarının da başarısızlığının ortaya çıkmasına neden
olmuştur. Çünkü parlamentoda bir yanda ayrıcalıklı soylular ve din
adamları, diğer yanda burjuvazi ve halktan temsilciler yer almıştı.
Toplumsal çelişkiyi gözler önüne seren bu tablo içerisinde ticaretle uğraşan
ve 18. yüzyılda güçlenmiş hale gelen burjuvazi sahip olduğu güce oranla
politik güç de talep etmiştir. Ayrıca sosyo-ekonomik sınırlandırmaların
kaldırılmasını talep etmekteydiler. Tıpkı Amerika’da olduğu gibi istekler
söz konusuydu. Fransızların bu istekleri şu başlıklarla aktarılabilir:

Yeni bir anayasa ile merkezi monarşinin
yetkilerinin sınırlanması

Sınıf farklılıklarının sona ermesi

İç gümrük duvarlarının kaldırılarak iç ticaretin
serbestleştirilmesi,

Vergilerin yeniden düzenlenmesi,

Yönetimde herkesin hak sahibi olabilmesi
gibi Amerika’daki kolonilerinki gibi başlıklarla yeni düzenlemeler
talep edilmekteydi.
Amerikan Devrimi ve Fransız Devrimini sonuçları açısından
karşılaştırdığımızda yine bir takım çıkarımlarda bulunabiliriz. Amerikan
Devrimi sonucunda Amerika kıtasında 13 koloninin birleşimi ile 4
Karşılaştırma: Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi
Araştırmacıların Amerikan Devriminin, bir devrim olup olmadığını
sorgulamakta kullandığı yöntemin 1789 Fransız Devrimi olduğunu
konunun en başında belirtmiştik. Bu nedenle her iki toplumsal hareketin
kısa bir karşılaştırması burada faydalı olacaktır.
Nedensel karşılaştırma: 4 Temmuz 1776 tarihinde ABD’nin
bağımsızlığı ile sonuçlanan hareketin ortaya çıkışında en önemli etkenin
ekonomik nedenler olduğu açıktır. Yukarıda da değindiğimiz üzere Yedi
Yıl Savaşlarının (1756-1763) yani ilk dünya savaşının Büyük Britanya’ya
yüklediği aşırı ekonomik yük, Amerika’daki koloniler üzerine yeni vergiler
konularak karşılanmak istenmişti. Ancak Avrupa’daki baskı ortamından
kaçarak Amerika’ya gelen ve burada ticaret sayesinde ekonomik refaha
ulaşan kolonilerdeki tüccar, Krallığın artan vergi yüküne karşı çıkmıştır.
Vergideki artış, Avrupa’dan kaçarak yeni bir umutla Amerika’ya gelen
insanların bu gelişlerinden önce Avrupa’da üzerlerine uygulanan baskıyı
5
Temmuz 1776 tarihinde ABD adında yeni bir devlet ortaya çıktı.
Yayınlanan Bağımsızlık Beyannamesi de içerik olarak Fransız Devrimini
etkilemişti ve benzer talepler söz konusuydu. Fransız Devrimi
imparatorluk şeklindeki siyasi yapıların çözülmesine neden olmuştur. Bu
da dünya siyasi tarihinin yeniden şekillenmesi anlamına gelmişti.
Amerika’da ABD’nın kurulması ve zamanla süper güç konumuna gelmesi,
Fransız Devrimi ile yeniden şekillenen devletlerin ortaya koyduğu tabloya
etki edecektir. ABD’nin varlığı, Fransız Devrimi ile başlayan yakınçağda
önemli siyasi ve ekonomik gelişmelere neden olacaktır. Bu bakımdan I. ve
II. Dünya savaşları oldukça önemli süreçlerdir. Son olarak her iki devrim
de birey-devlet ilişkisinin bir ürünüydü. Yani, dönemin geleneksel toplum
yapısının bağımlılık ilişkisinin yakılması ve siyasal iktidar karşısında
bireysel özerklik anlamı taşımaktaydı.
üstlenmişken, zamanla sınırların değişmesi neticesinde Kiyev merkez
haline gelmeye başladı. Merkezin buraya kayması, Rusların bugün Rusya
tarihinin Kiyev Knezliği ile başladığına inanmasına sebep olmuştur.
Hıristiyanlığın Bizans aracılığı ile kabul edilmesi ve Ortodoksluğun
benimsenmesi, Rusları batı Avrupa kavimlerinden ayırmıştır.
Cüveyni’nin Tarih-i Cihângüşâ adlı eserinde bahsettiği üzere Altay
Dağlarından Batı Sibirya, İdil-Ural ülkesi ve ötesinin yönetimi kendisine
verilen Cuci Han’a, “Moğol atlarının basabileceği her yer”i fetih hakkı
verilmişti. Netice itibarıyla Cuci’nin oğlu Batu Han’ın Macaristan’a varan
akınları neticesinde 1242 yılında Altın Orda Hanlığı kurulmuş oldu. 1502
yılına kadar süren dönem içerisinde Rus knezlikleri Altın Orda Hanlığı’na
bağlı varlıklarını sürdürmüşlerdi.
1453 yılında İstanbul’un Osmanlı Devleti’nin eline geçmesi, tüm
Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Moskova’da da büyük rahatsızlığa
neden olmuştu. Daha önce de 1439 yılında Floransa Anlaşması ile Roma
Katolik Kilisesi tüm Ortodoksları itaat altına almayı istemişti. Ancak bu
hareket, Rus din adamları ve Knez II. Vasiliy tarafından hoş
karşılanmamış, 1448 yılındaki piskoposlar toplantısında Piskopos İvan,
İstanbul’un onayını almadan Rus knezliklerinin metropoliti seçilmiştir.
Böylelikle bağımsız hale gelen Rus kilisesi, 1453 yılında İstanbul’un
Türklerin eline geçişini de Bizans’ın Katoliklerle işbirliğine Tanrı’nın bir
cezası şeklinde yorumlamıştır. Aynı tarihlerde Altın Orda Devleti de
parçalanma sürecinde idi.
Altın Orda’nın içerisinde bulunduğu parçalanmış yapı, Moskova
ile ilişkilerin zayıflamasına neden olmuş ve III. İvan’ın Altın Orda’nın
büyük hanına karşı sağladığı başarı, kendisinin 1485 yılından sonra bütün
Rus topraklarının hükümdarı unvanını almasını sağlamıştı. III. İvan da
kendisini Çar ilan eden ilk knez olarak bundan sonra Rusya terimi
kullanılmıştır.
III. İvan’ın Bizans soyundan Sophia Palaiologina ile evlenmesi
adından Sophia’nın, Papa’nın amacına aykırı olarak, Ortodoksluğu
benimsemesi ve ardından Bizans gelenek-göreneklerinin Moskova’ya
taşınması, Çar III. İvan’a ve dolayısıyla Moskova’ya yeni bir ufuk
açmıştır. Artık Moskova’nın Üçüncü Roma olması önünde bir engel
kalmamıştı. Çünkü Hıristiyanlık’taki Baba-Oğul Kutsal Ruh üçlemesine
Çarlıktan İmparatorluğa: Rusya
Kimi araştırmacılar Rusya’yı bir Asya devleti olarak kabul
ederken, kimi araştırmacılar da Rusya’nın Avrupa devleti olarak kabul
edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu iki görüşü ortaya koyanların
tümünün kendi tezlerini doğrulayacak deliller ortaya koyduklarını ve her
iki görüşün de kendi içerisinde doğru olduğunu kabul etmek gerekir.
Aslında birbirinden farklı bu iki görüşün varlığı, Rus2 devletinin kurulup
gelişmesi veya büyümesi süreçleriyle doğrudan alakalıdır. Çünkü tarihi
süreç içerisinde Rus toplumunun yaşadığı dönüşüm açısından bakıldığında
Rusya’nın doğulu ve aynı zamanda batılı bir devlet olarak algılanması
kaçınılmaz hale gelmiştir. Biz bu noktada var olan tartışmaları bir kenara
bırakarak, Rus devletinin kuruluşundan itibaren izlediği politikaları ve
özellikle Çar I. Pyotr’dan itibaren Rusya’nın imparatorluğa dönüşümünü
ve büyük güç oluşunu ele almaya çalışalım.
9. yüzyıldan itibaren şehir hayatı yaşayan Slavların Kiyev,
Çernigov, Lübeç, Polots, Smolensk, Novgorod adlı şehirlerde yaşadıkları
bilinmektedir. Bu Slav şehirlerinin merkez rolünü başlangıçta Novgorod
Rus adının ortaya çıkışı ile ilgili çeşitli görüşleri derleyecek olursak; XI. yüzyılın
ortalarında Normanların Slav halkları içerisinde tamamen asimile olduklarını, Norman
savaşçı tüccarlarının ismi olan Rus adının, bölgedeki Slavlar için kullanılmaya başlandığını
söyleyebiliriz.
2
6
göre, birinci Roma batı Roma’nın merkezinin 476 yıkılmasıyla; ikinci
Roma İstanbul’un 1453 yılında Türklerin eline geçmesiyle ortadan
kalkmıştır. Bu aşamadan sonra Moskova, yeni bir imparatorluğun ve
Hıristiyan dünyanın merkezi iddiasıyla sonsuza kadar varlığını
sürdürecektir.
1547 yılında taç giyen son Moskova knezi IV. İvan (Korkunç İvan)
ile birlikte Moskova Knezliği’nin tam anlamıyla çarlığa dönüştüğünü
söyleyebiliriz. 1550 yılında soylular ve ruhani liderlerden oluşan “sobor”
adlı bir meclis oluşturmuş, buradaki toplantıda Rusya’da mevcut kanunlar,
işleyiş ve kurumlar ile ilgili bir takım görüşler ortaya konulmuştur. Var
olan düzende iyileştirmeler yapılması gerektiği fikrine varılarak, karar
mekanizmasını oluşturan bir heyet oluşturulmuştur. Bu sıralarda Altın
Orda Devleti’nin dağılmasıyla ortaya çıkan hanlıklar birer birer Rus
hakimiyetine girmiştir. 1552’de Kazan Hanlığı, 1556’da Astarhan
(Astrahan; Hacı Tarhan) Hanlığı ele geçirilmiş; böylelikle Aşağı İdil
boyundaki Türk hakimiyeti de ortadan kalkmıştır. 1598 yılında da Sibir
Hanlığı ele geçirilecek ve Altın Orda mirası, şimdilik Kırım hariç olmak
üzere, Çarlık Rusya’nın eline geçmiş olacaktır.
IV. İvan dönemi Rusyası’nın Altın Orda topraklarına hakim olması
dışında en önemli dönüm noktası, 1564 yılında Kremlin’i terk etmesidir.
Sobor’da (meclis) oluşturulan heyet, İvan’ın gözünden düşmüştür. Bu terk
edişin nedeni olarak soyluların ihanetini gösteren IV. İvan, iki ay sonra
geri döndüğünde kendisine “Korkunç” unvanını bahşedecek uygulamalara
girişmiştir. Neredeyse bütün idare kademesi IV. İvan’ın gözünde hain
olduğundan, geri döner dönmez pek çok kişiyi öldürtmüştür. IV. İvan bu
uygulamaları Opriçina adı verilen gizli bir polis teşkilatı ile birlikte
gerçekleştiren Çar, kendisine muhalif olan bütün aristokratların mallarına
müsadere yoluyla el koymuştur. Çarlığının son 20 yılında gerçekleştirdiği
kanlı baskınlar neticesinde ki, oğlunu da 1582’de öldürtecektir, Çarlık
Rusya’ya tek adamlık sistemini de yerleştirmiştir.
IV. İvan dönemi Türk illeri üzerinde önemli toprak kazanımlarının
ve buraların ekonomik, jeopolitik kazanımlarının Rusya eline geçtiği
dönemdir. Rusya bu kazanımlar üzerine 17. yüzyılın sonlarında başa gelen
I. Pyotr’ın (Pyotr) izlediği siyaset neticesinde imparatorluğa dönüşecektir.
Çarlık Rusyasını geri kalmışlık içerisinde gören Pyotr, Rusya’yı Asyalı bir
devlet olmaktan ziyade Avrupalı bir kimliğe dönüştürmeyi temel alarak bir
dizi yeni politika belirleyecektir.
Çar Pyotr’ın ilk önemli hareketi 1696’da Azak’ı ele geçirmek oldu.
Onun bu girişimi daha sonra Azak tekrar Türklerin eline geçse de Rusya’yı
Karadeniz’e açan ve bu doğrultuda politikaların geliştirilmesinde cesaret
veren bir eylemdi. Ancak Pyotr, bu hareket sırasında Rus askeri
kabiliyetinin yetersizliğini görmüş, bunun üzerine 1697-1699 yılları
arasında kimliğini gizleyerek Avrupa’ya bir seyahat gerçekleştirmiştir.
Buradaki amaç, Avrupa’nın gelişmiş tekniğinin Rusya’ya aktarılmasıdır.
İngiltere, Almanya, Hollanda gibi devrin önemli ülkelerine gerçekleştirdiği
seyahatte gerektiğinde en ağır işlerde bile çalışmıştır. Rusya’ya geri
dönerken beraberinde başta gemi yapım tekniğini iyi bilen uzmanlar olmak
üzere 800 yabancı ile dönmüştür. Onlardan yararlanmak suretiyle başta
askeri olmak üzere, idari, hukuki, ekonomik reformlar gerçekleştirmiş,
Rusya’ya yeni ufuklar çizmiştir. Öncelikle Baltık ülkeleri ile uğraşmış,
XII. Şarl’ı Poltava’da yendikten sonra, onun Osmanlı’ya sığınmasını fırsat
bilerek Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Pyotr tüm bunları yaparken
1700’de imzalanan İstanbul Antlaşması ile elde ettiği İstanbul’da daimi
elçi bulundurma hakkını çok iyi değerlendirmiştir. Elçi olarak
görevlendirilen Pyotr Andreyeviç Tolstoy vasıtasıyla başta İstanbul olmak
üzere, Osmanlı hakimiyetindeki Balkanları iyi analiz etmiş, Osmanlı’nın
içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri durumu öğrenmiştir. İşte bu
bilgilerden hareketle Prut Savaşı’na girişmiştir. Çar Pyotr’ın tüm bu
hareketi ve planlaması Çarlık Rusyası’nı imparatorluğa dönüştürmüş ve
18. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın önemli büyük güçlerinden biri haline
getirmiştir.
Rusya’nın Türkistan’a (Orta Asya) Yönelik Politikaları
(XVIII. Yüzyılın İlk Yarısı)
Çar I. Pyotr’un döneminde özellikle dış politikadaki seyrin
kendisinden sonra da devam ettirildiği gerçeği dikkate alınırsa, Çarlık
Rusyası’nın güney siyasetinin fikri alt yapısının I. Pyotr döneminde
temellendirildiği noktasında birleşmek mümkündür. Türkistan’a yönelik
politikaların geliştirilebilmesi ise, bu toprakların dikkatli bir şekilde analiz
edilmesi ile mümkün olabilecekti. Bu doğrultuda, I. Pyotr döneminde
7
Türkistan’a bir heyet gönderilmiş, Amuderya’da altın bulunduğu rapor
edilmiştir3. Hemen aynı dönem içerisinde 1713 tarihinde Sibirya Valisi, ki
gubernatör adını taşır, Doğu Türkistan tarafında da altın tozu bulunduğu
bilgisini iletmiştir. Bunun üzerine Çarlık, 1714’te Yarkend’in alınması
emrini vermiştir. Kalmuk baskısı ve Rus ordusundaki hastalık sebebiyle bu
sefer başarısızlığa uğrasa da 1719-1720 yıllarında tekrar harekete
geçilmiştir. Ancak bu kez öncekinden farklı olarak, çeşitli menzil
mesafelerinde Rus ordusunun ilerlediği topraklarda kaleler inşa edilmeye
başlanmıştır. Çünkü herhangi bir sebeple, gerçekleştirilen seferler
başarısızlığa uğrasa bile gidilen en son noktada kalıcı olmak amaç
edinilmiştir. Bu doğrultuda 1716’da Omsk, 1718’de Semipalatinsk,
1719’da Ust-Kamenogorsk kaleleri inşa edilmiştir. Kaleler, Türkistan
içlerine ilerleyebilmek için gerekli altyapının oluşmasına yardımcı
olmuştur.
Küçük Cüz Kazaklarının artan baskılar sebebiyle Çarlık’tan
yardım talebinde bulunması ise, Rusya için büyük bir fırsat niteliğindeydi.
Bu isteği geri çevirmeyen Çarlık yönetimi, Tevkelev’i elçi olarak
Kazaklara göndermiş, bunun karşılığı olarak Kazak halkının tamamı
istemese bile Küçük ve Orta Orda Kazakları 1732 yılında Rus hakimiyetini
kabul etmek durumunda kalmıştır. Üstelik Or nehrinin Ural’a döküldüğü
yerde bir Rus kalesi inşasına onay verilmiştir. Daha sonra ise 1734’de
Orenburg’da bir merkez oluşturulması, Türkistan ile ilişkilerin
yürütülmesini kolaylaştırmıştır4. Orenburg’daki komisyon, Rusya’nın
Asya’daki güney sınırlarında tarım, sanayi ve ticaret konularında
araştırmalarda bulunmakla görevlendirilmiş, daha sonra da Çarlığın doğu
komşuları ile ticari ve diplomatik ilişkilerini geliştirme yetkisini de
almıştır. 1744 yılında Orenburg’a Nepluev adında bir vali tayin edilmesi
ise, bu şehri tam bir merkez haline getirmiştir. Hatta Nepluev ilk faaliyet
olarak, Türkistan şehirleri ve Hindistan ile olan ticaretin geliştirilmesi için
buralara ticaret kervanları göndermiştir5. 1744’ten sonra ise Orenburg,
Türkistan’ın işgaline ve Genel Türkistan Hükümetinin kuruluşuna kadar,
Kırgız stepleri ile Türkistan’daki ticari ve diplomatik ilişkilerin idare
edildiği bir merkez olmuştur.
I. Pyotr ile II. Katerina dönemi arasındaki otuzyedi yıllık süreç,
biraz önce de sözünü ettiğimiz Rus tarihinde yaşanan duraklama
dönemlerinden biridir. Dış politika açısından I. Pyotr ve II. Katerina
dönemlerine nazaran çok fazla bir gelişmenin yaşanmadığı dönem birbiri
ardına altı Çarlık yönetimi görmüştür. Rusya için bu dönem Saray
İhtilalleri Dönemi olarak da adlandırılmaktadır. Hatta Rus tarihinde
yaşanan kırılmaların, değişimlerin, iniş-çıkışların önemli bir sentezinin
yapıldığı Tamamlanmamış Rusya adlı eserde bu otuz yedi yıllık süreç şu
şekilde özetlenir:
Türkistan şehirleri ve Hindistan’a gönderilen bu ticaret kervanları
şüphesiz ki, bölge için XVIII. yüzyılda da hayati önem taşıyan ticaret
yollarına erişmek için gerekli bir adımdır. Çok eski devirlerden beri
Orenburg’da oluşturulan bu merkez, XIX. yüzyılda Çarlık için daha önemli bir konum
kazanmıştır. Bu yüzyılda ruhani bir merkez konumuna da kavuşan Orenburg’da oluşturulan
dini merkez, çeşitli yerleşimlerde bulunan ve o bölgenin dinsel açıdan önde gelen kişisi
olan müftü tayinlerini de yapar hale getirilmiştir. Doğal olarak buradan gerçekleştirilen
müftü atamaları da Rus kontrolünde gerçekleşmekteydi. Böylelikle XVIII. yüzyılın siyasiaskeri merkezi olan Orenburg, XIX. yüzyılla birlikte kültürel bir hüviyet de kazanmıştır.
Ayrıca 1824 yılında çıkarılan kanunla Kazakistan’ın Turgay ve Ural bölgelerinin yönetimi
Orenburg Genel Valiliği’ne bağlanmasıyla Orenburg’un siyasal anlamdaki işlevi artmıştır.
5 Orenburg’da merkez oluşturma fikri I. Pyotr’a aitti. Pyotr bu merkezde, içeride ve
Orenburg sınırında huzurun sağlanabilmesi, itaat altına alınan yabancıların soydaşları
tarafından saldırıya uğramamaları ve Putperest yada Müslümanlıktan Ortodoksluğa
geçenlerin baskı görmemesi için askeri bir güç bulundurmak gerektiğini düşünmüştür. Bu
yüzden Orenburg bölgesinin istihkamlarla donatılması ve Ruslarla iskan edilmesi
düşünülmüştür.
Üç kadın, oniki yaşında bir oğlan, küçük yaşta bir çocuk ve
bir akıl hastası.
4
I. Pyotr döneminde “Elçilik Hizmetleri Şark Masası Sekreteri” Florio Beneveni, Kafkasya
ve İran üzerinden 1721 yılında Buhara’ya gitmiş, buradan da Hive’ye geçerek bir takım
incelemelerde bulunmuştur. 1725 yılında Rusya’ya döndüğünde ise, gördüğü yerler
hakkındaki izlenimlerini rapor halinde Çarlık yönetimine sunmuştur. Rapora göre, Amu
Derya ve buranın yukarısındaki bölgelerden olan Bedahşan’da altın kaynakları
bulunmaktadır. Ayrıca Beneveni, Sir-Derya yatağının her noktası ile Andican ve
Mergilan’da da yeterli miktarda altın bulunduğunu rapor etmiştir. Barthold, söz konusu
raporda bölgenin siyasi durumu hakkında da bilgiler verildiğini, ancak raporun Türkistan’ın
altın rezervi konusunda abartılı ifadeler içerdiğini söylemektedir.
3
8
Türkistan’daki siyasi çekişmelerin pek çoğu buradan geçmekte olan ticaret
yolları ile doğrudan ilgilidir. Bölgede özellikle Timurlu döneminde
sağlanan siyasi istikrar devresi Türkistan’ı her yönüyle medeni bir merkez
haline getirmiştir. Türkistan’ın bu şekilde bir merkez olarak algılanmasının
en önemli nedenlerinden birinin, bölgenin ticaret yollarının kesişme
noktası olmasıyla açıklanabilir.
kültürel faaliyetlere de başlanmıştır. Örneğin şarkiyat araştırmaları
alanında bilimsel nitelik taşıyan ilk Rus çalışmaları gerçekleştirilmiştir.
Çeşitli şehirlerde bulunan kalıntıların muhafaza edilmesinden, başka
dillerde yazılmış yazıtların kopyalarının çıkarılarak tercüme edilmesine
kadar pek çok faaliyetin bizzat Pyotr’un emriyle gerçekleştirildiği
bilinmektedir. Buna ek olarak, başta Asya olmak üzere, yakın ve uzak
bölgelerin coğrafi olarak keşfi de önemli bir hedef haline gelmiştir.
Örneğin, Pyotr’un Sibirya ve uzak kuzey bölgeleri keşif merakı, büyük bir
seferin düzenlenmesine sebep olmuştur. Büyük Kuzey Seferi olarak
adlandırılan ve oldukça kalabalık olan bu büyük heyetin gerçekleştirdiği
seyahat, aynı zamanda Akademinin İlk Seferi adını da taşımaktadır7. Çünkü
gerçekleştirilen sefer, I. Pyotr’un kurduğu akademiler için oldukça kıymetli
bilgiler ifade etmektedir. Barthold, bu hereketi yerine getirdiği görevlerin
genişliği açısından o güne kadar tarihte hiçbir devletin meydana
getiremediği bilimsel sefer olarak tanımlamaktadır. Yazarın bu tespiti
abartılı bir ifade olarak değerlendirilecek olsa dahi, buradan elde edilen
verilerin kıymetini ortaya koymaktadır.
Kazak bölgesinde daha sağlam tutunabilmek için Ural, Orenburg,
Yedisu’da (Semireçensk) Rus kolonilerinden oluşan yerleşim birimleri
kuruldu. Ural, Orenburg ve Sibirya’da mevcut ordu birliklerinden askeri
kuvvetler alınarak İrtiş boyunca yeni bir hat meydana getirilmiştir6. Daha
sonra Sempzlatinsk Kazakları olarak bilinen bu hattakilere ek olarak, Rus
topraklarından getirilen köylüler kendilerine ev inşasında gerekli aletler ve
zirai faaliyetlerde desteklenerek bu hat üzerine yerleştirilmişlerdir. Bu grup
da Yedisu Kazak ordusunun önemli bir kısmını teşkil etmiştir. Çarlık
Rusyası bu şekilde oluşturduğu hatlarla kendisine güvenli bölgeler
oluşturmaktaydı. Böylelikle Çarlığa karşı olabilecek herhangi bir saldırıda
buralar tampon bölge olarak kullanılacak, buraların askeri gücünden
faydalanılmış olacaktı. Bu uygulama, başta da söz ettiğimiz Çarlık
Rusyası’nın coğrafi talihsizliğini yenmek adına oluşturulmuştur. Çünkü
ancak bu şekilde doğal sınırlarına sahip olamayan bir ülke dış tehditlerden
kendini koruyabilmiştir.
Büyük Kuzey Seferi yada diğer adıyla Akademinin İlk Seferi adını
taşıyan ve Asya’nın kuzeyinde gerçekleştirilen bu hareket, bir keşif niteliği
taşımaktaydı. Buralardan elde edilen coğrafi, kültürel, ticari bilgiler Çarlık
için bölgede nasıl bir politika izlenmesi gerektiğinin ip uçlarını vermiştir.
Dolayısıyla görünüşte kültürel bir mahiyet içeren hareket, aslında
izlenecek siyasal politikalara da yön verme amacını gütmektedir.
XVIII. yüzyılda Çarlık yönetiminin özellikle Kazak toprakları
üzerinden Türkistan’a yönelik uyguladığı bu politikalar yalnızca siyasi
emellere hizmet etmiyordu. Daha doğrusu izlenen siyasi politikaların bir
tamamlayıcısı olarak kültürel alanda da bir takım uygulamaların yapıldığı
bilinmektedir. Bu nedenle incelediğimiz dönem itibarıyla kültürel
politikalara da değinmek yerinde olacaktır.
Kültürel alanda gerçekleştirilen politikalar, aslında Türkistan
üzerinde hedefleri olan Çarlık yönetimine bölge için geliştirilecek siyasetin
hangi esaslar çerçevesinde olması gerektiği konusunda fikir vermekteydi.
Bu nedenle Türkistan ve Türk tarihi, kültürü üzerine I. Pyotr döneminde
temelleri atılmaya başlanan çalışmalar başlatılmıştır. Siyasi politikaların
kültür politikaları ile nasıl bir bütünlük oluşturduğunun en önemli
kanıtlarından biri 1733 yılında hazırlanan bir planla ortaya çıkmaktadır. Bu
yılda Rusya Bilimler Akademisi’nde görev yapan Arapça Profesörü Ker
I. Pyotr ile birlikte Çarlık Rusyası’nın dış dünya ile bağlantısı ve
ilgisi artmıştır. Özellikle Uzak Doğu ve İslam dünyasıyla olan ilişkiler için
yeni bir dönemin başladığı ifade edilmektedir. XVII. yüzyılın getirdiği
siyasi ve ticari sorunlar Pyotr ile farklı şekilde çözümlenmeye çalışılırken,
Gerçekleştirilen Büyük Kuzey Seferinden elde edilen topografik ve astronomik
çalışmaların sonucu olarak 1745 yılında Rusya’nın ve Asya’daki topraklarının akademik
atlası yayınlanmıştır.
7
Türkistan’ın kuzeyinde oluşturulan bu hattın aynı amaç doğrultusunda bir başka örneği de
Azak’tan başlayan ve Kafkasların kuzeyine uzanan Kozak Hattıdır.
6
9
tarafından Anadolu ve Orta Asya’nın fethine ilişkin daha önce hazırladığı
planlara atıfta bulunduğu özel bir Şark Akademisinin kurulması hakkında
proje sunulduğu bilinmektedir.
günden güne güçlenen bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu yapının kendi
dinamikleri ile hayata geçirdiği politikalar pek çok unsuru içerisinde
barındırır niteliktedir. Doğal sınırlarından yoksun olduğunun farkında olan
ve bu nedenle pek çok siyasi güç karşısında geri kaldığını hisseden Çarlık
yönetiminin içeride sağlam bir yapı oluşturarak işe koyulması son derece
önemli görülmüştür. Bu nedenle kısmen de olsa yukarıda özet olarak sözü
edilen reformlar birbiri ardına hayata geçirilmiştir. İçerideki durumu bu
şekilde düzeltmeye çalışan yönetim, dış politikada da kendisine önemli
hedefler koymuştur. Rus yayılmacılığı olarak da adlandırılacak dış
politikanın en önemli özelliği, kavimleri, toplulukları yada siyasal
yapıların herbirini diğerine karşı desteklemektir. Çarlık Rusya bu yolla,
hem karşısına çıkabilecek yada kendi politikalarına ters düşecek güç
unsurlarını günden güne güçsüzleştirmeyi başarırken, hem de gerektiğinde
bu unsurların topraklarını ele geçirebilmekte veya onlara karşı koruyuculuk
görevini üstlenerek maddi ve manevi açıdan kendine bağlılık sürecini
oluşturmaktadır. Bu nedenle uygulanan bu politikanın en kısa ve öz ifadesi
böl-yönet olarak kullanılmaktadır.
Türk toprakları üzerinde uygulanan kültürel politikaların bazı
dönemlerde şiddet unsuru içerdiği de görülmektedir. İlk defa Kazan
Türkleri arasında başlayan kitleler halinde Türklerin Hıristiyanlaştırılması
olayı çoğu kez güç kullanarak gerçekleştirilmiştir. Bunlar arasında
çocukları ailelerinden ayırma gibi uygulamalar da bulunmaktadır ve
buradan yola çıkarak Hıristiyanlığı kabul eden Türklerin bunu gönül
rahatlığı ile yapmadığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu faaliyetler için
XVIII. yüzyılın ilk yarısında Rus ordularının askeri seferlere çıkarıldıkları
bilinmektedir. Ayrıca Kazan’da bulunan Din Değiştirenler Bürosunun
varlığı da Çarlık yönetiminin bu politikaya ne kadar önem verdiğini
vurgular niteliktedir. 11 Eylül 1740 tarihinde merkez tarafından bu büroya
gönderilen bir buyrukla vaftiz olanların vergiden ve askerlikten muaf
tutulacağının ve vaftiz olmayanlardan ise iki kat vergi alınacağının
bildirilmesi Hıristiyanlaştırılma politikasına verilen önemin bir başka
göstergesidir. Buna ek olarak 1744 yılında Kazan bölgesindeki 536
camiden 418’inin yıktırıldığını da belirtmek gerekir.
Yukarıda sözü edilen Kazakların cüzler şeklindeki ayrılışı, aslında
Çarlık politikalarının önemli bir dayanak noktasıdır. Çünkü Kazaklar,
kendi içerisinde bölünmüşlük ve birlikte hareket edememe gibi bir durum
içerisindedir. Çarlık ise, onların bu görünümünden oldukça fazla
yararlanmıştır. Çarlık yönetimi birlik olamayan, dolayısıyla güçten yoksun
dağınık grupların, kendi aralarında da devam eden mücadelesini
destekleme yolunu seçmiştir. Böylelikle hem bu dağınık gruplar günden
güne güç ve nüfuz kaybederken, Çarlık ise artan gücüyle onlara bir
koruyucu olarak görünmeye başlamıştır. Nitekim, Kazakların zaman
içerisinde Çarlık yönetimine bizzat başvurarak hakimiyetine geçmeyi
kabul ettiklerini görmekteyiz. Bu sürecin en önemli örneklerinden birisini
de yine yukarıda sözünü ettiğimiz Kalmuk hareketinin gerçekleştiği dönem
oluşturmaktadır. Çünkü Kalmuk akınları devam ettiği yüzelli yıllık süreçte,
en büyük darbeyi Kazaklara vurmuştur. Bu akınlardan bunalan Kazaklar
ise, Kalmuk akınlarından bıktıklarını dile getirip, Çarlık himayesine
geçmek için adeta yalvarmışlardır.
Rus Dış Politikasının “Böl – Yönet” İlkesi Açısından Analizi
XVIII. yüzyılla birlikte büyük bir güç haline gelen Çarlık
yönetiminde Çar I. Pyotr’un uygulamaya koyduğu politikalar8 sayesinde
Çar I. Pyotr’nun gerek içeride, gerekse dışarıda belirlediği politikaları şu şekilde
özetlemek mümkündür: “1- Rus ulusunu Avrupalılaştırmak, 2- Olabilecek ani saldırılara
karşı orduyu hazır tutmak, 3- Denize açılabilmek için Baltık ülkelerine ve Özellikle İsveç’e
yönelik politikalar üretmek, 4- Ticari eksikliği gidermek için İngiltere ile ittifak kurmak, 5Kuzeyde Baltık, güneyde de Karadeniz kıyıları boyunca genişlemek, 6- Dünya gücü
olabilmek için İstanbul ve Hindistan’a doğru ilerlemek, 7- Karadeniz ve Baltık Denizi’ne
ulaştıktan sonra dünya hakimiyetinde söz sahibi olmak için Habsburg ve Fransızlarla
ilişkiler kurularak, ortaklık teklif etmek, 8- Bu iki kuvvet ile birliktelik kurulduğunda onları
zayıflatmaya çalışmak ve tek güç olarak kalmak”. Bazı yönleriyle ütopik olarak
değerlendirildiğinden bilim dünyasınca gerçekliği tartışılan “Pyotr’un Vasiyetnamesi” bu
ilkeler üzerinde odaklanmıştır. Her ne kadar gerçekliği tartışmalı da olsa, uygulanan
politikaların pek çoğunun burada sözü edilen ilkeler etrafında şekillenmektedir.
8
10
I. Pyotr döneminde Kalmukların, Kozakların ve başka grupların
açıkça desteklendiği görülmektedir. Çünkü onlara verilen bu destek
yoluyla özellikle Türkistan, Hazar, Kafkaslar, Karadeniz’in kuzeyi gibi
bölgelerde askeri birimler oluşturulmuştur. Yerleşimler vasıtasıyla
oluşturulan bu birimler, Çarlık Rusyası’nın sınır bölgelerini güvence altına
alınmasını sağlamıştır. Ayrıca farklı noktalara yerleştirilen bu birlikler
yoluyla bölgedeki halkların birbirleriyle olan iletişimi veya yakınlaşması
da engellenmeye çalışılmıştır. Ayrıca dış politikada etkin biçimde
kullanılan Kalmuk, Kozak gibi grupların askeri gücünden de
faydalanılmıştır. Örneğin Çarlık Rusyası, İsveçle olan mücadelesinde
Kalmuk askerlerinden yararlanmıştır. Kalmukların askeri gücüne dikkat
edilmesi gerektiğinin İsveç subaylarının notlarına geçtiği de bilinmektedir.
Napolyon Çağı
1789 tarihi, yaklaşık yüz yıl boyunca Fransa’da tahta gelenlerce
uygulamada olan aşırı merkezi politikaların yani mutlak monarşi
modelinin çöküşü anlamını taşımaktaydı. Kralın aşırı merkezi
politikalarına karşı toplumun ortaya koyduğu tepkinin yansıması olan
Fransız Devrimi (İhtilali), halkın Fransa Kralını dahi giyotin ile idam
edişine yol açmış, bu anlamda giyotin adaletle, özgürlükle eş anlamlı hale
gelmişti. Girişilen savaşlar karşısında Fransa ekonomisinin büyük
maliyetlere sebep olmuştu. Buna karşı reform gerçekleştirilememiş, politik
hoşnutsuzluklar artmış, böyle bir ortamda Fransa dış politikada gittikçe
daha başarısız hale gelmişti.
Napolyon çağında yaşanan gerek Fransa içinde ve gerekse Fransa
dışındaki gelişmeleri ele almadan önce Napolyon’un nasıl bir anda devrim
sonrası yönetime geldiğini kısaca açıklamamız daha doğru olacaktır.
Devrimden önce (1789’dan önce) Fransa devleti bir soylu sınıf yaratmaya
çalışıyordu. Bu soylu sınıf da Korsika soylu sınıfı idi. Söz konusu çabalar
devam ederken 1771 yılında Bonaparte ailesi Fransa yönetimi tarafından
soylu olarak ilan edilmiştir. Bonaparte ailesi içerisinden seçilen kişiler özel
yerlerde eğitim almaktaydılar. Brienne’de eğitim gören seçilmiş 110
öğrenciden 50’si de kraliyet öğrencileri adını taşımaktaydı. Bu özel
öğrenciler arasında yer alan Napolyon’un başlangıçta Korsika’nın
bağımsızlığını savunduğunu, hatta Korsika tarihi kaleme aldığını biliyoruz.
Böyle tezat bir duruma rağmen Napolyon’un başa geçişini kimileri doğru
zamanda doğru yerde olmak ile açıklamaktadır.
Çarlık Rusyası’nın böl-yönet ilkesi açısından göze çarpan önemli
bir uygulaması Kazaklara yönelik olarak çıkarılan Dala Vilayeti
Gazetesi’dir. Bu gazete ile Rusya’nın genel amacı, hükümetin yayınladığı
emirleri halkın dili ile yayımlayarak Rusya’nın Kazakistan ve
Türkistan’daki hakimiyetini kevvetlendirmekti. Gazete, Çarlık yönetiminin
bu ana hedefine hizmet edecek bir takım amaçlara sahipti. Bunlardan ilki,
oluşturulacak müstakil bir Kazak yazı dili ile Rus hakimiyetindeki kültürel
birliği bozmaya yönelik çalışmalara destek vermekti. Gazetenin ikinci
amacı, yapılan yayınlar yoluyla Tatarların Kazakistan ve Türkistan
üzerindeki sosyo-kültürel etkilerini engellemekti. Bir diğer amacı ise, yerel
halkın çocuklarının Rus okullarına gönderilmesini sağlayarak Rusça’yı
yaygınlaştırıp, asimilasyonu desteklemekti. Gazetenin son amacı da Rus
idaresine karşı doğabilecek tepkileri hafifletmek için bölgede yaşanan
sosyo-ekonomik gelişmeleri göstererek, Rus işgalinin bölge halkları için
ilerici bir hareket olduğunu anlatmaktı. Bölgede yaşayanların kültürüne
yönelik bir takım ilkeleri bulunan yayının bu açıdan Ruslaştırma amacı
taşıdığı görülmektedir. Ayrıca Rus egemenliğinde yaşayan Türklerin tarihi
süreç içerisinde alfabelerinde meydana gelen değişimler sonucu
günümüzde kiril alfabesini kullanıyor olmaları, uygulanan politikaların
başarıya ulaştığının bir kanıtı olarak görülebilir.
1789 hareketi (devrim/ihtilal) Fransa’da askeri kesimi oldukça
önemli bir konuma getirmişti. Bu çerçevede bir takım dönüşümlerin
yaşandığını görmekteyiz. Fransız Devriminin baş siyasi teorisyenlerinden
biri olan ve devrimden sonra Fransız İmparatorluğu’nun kuruluşunda
önemli bir rolü olan Emmanuel Joseph Sieyes (Abbe Sieyes olarak bilinir)
oluşturulan bu yeni askeri düzene bir general aramaktaydı. Bu arada Leon,
Marsilya, Toulon, Bordeaux gibi bölgelerde isyanlar söz konusudur. Bu
11
isyanlarda merkeze karşı olanlar, Napolyon da dahil, Jakoben hareketine9
katılmışlardı. Bu harekete dahil olması bir süre hapsedilmesine neden olsa
da onu koruyan siyasiler serbest kalmasını sağlamıştır. Ancak Korsika
adasındaki Ajaccio’da yer alan meclisin, Bonaparte ailesini kınaması,
Napolyon’un Korsika’nın bağımsızlığını savunmaktan vaz geçmesini ve
merkeze yakınlaşmasını sağlamıştı.
Napolyon’un bağımsızlık hareketine yüz çevirmesi hıslı
yükselişini sağlamıştır. 1793’te Toulon’da kral yandaşları ve İngiliz
ittifakçılara karşı başarılı savunması Napolyon’un tuğgeneralliğe
yükselmesine ve 1795’te yine kralcılara karşı kazandığı başarı İç Güvenlik
Kuvvetleri’nin başına getirilmesine neden olmuştur. 1796’da ise
İtalya’daki Fransız ordusunun başına getirilmişti. Onun bu hızlı
yükselişinde yukarıda sözünü ettiğimiz Abbe Sieyes’in önemli bir rolü
vardır. 1797’de Kuzey İtalya’daki Avusturya askeri birliklerinin geri
çekilmesini sağlamış, hemen ardından Viyana üzerine yürümüştür. Ancak
Avusturya’nın barış isteği ve barış imzalanması Napolyon’un geri
dönmesine neden olmuştur.
Devrimin Fransa üzerindeki etkileri devam ederken Nisan 1792’de
Fransa Avusturya’ya savaş ilan etmişti. Prusya’nın da Mayıs 1792’de dahil
olduğu bu savaş, daha önce Hollanda ve Britanya’nın müdahalelerine karşı
çıkış gibi, devrim sonrası Fransa’yı yeniden dizayn etmek idealini
taşımaktaydı. Fransızlar bu savaşı (1792 Savaşı), halkların krallara karşı
savaşı olarak görmekteydi. Ayrıca Fransızlar, Habsburglara bağlı olan
halkların savaşta kendilerine yardım edeceğini düşünüyordu. Ancak bu
savaş, büyük Avrupa devletlerince pek ciddiye alınmıyordu. Çünkü
Fransa’nın yalnızca bir iç savaşı gözüyle bakılıyordu. Hatta Fransızların
1791 yılında Avignon’daki Papalık mülkünü ilhak etmeleri dahi ciddiye
alınmamıştı. Avrupa’nın Fransa’yı dikkate alması 1793-1795 yılları
arasında kazandığı zaferlerden sonra olacaktır.
1793-1797 evresi Fransa’nın Avrupa devletleri karşısında önemli
başarılar elde ettiği dönemdir. Birinci Koalisyon savaşları adı verilen
busüreçte Fransa’ya karşı Britanya, Prusya, Avusturya, İspanya, Portekiz,
Sardinya, Napoli, Hollanda bir araya gelerek ittifak yapmışlardı. Uzun
süren bu mücadele döneminin galibi Fransa olmuş ve yeni kurulan Fransa
Cumhuriyeti’nin sınırları savaş sonunda belirlenmişti. İttifak güçlerinin
Fransa’ya karşı başarısız olmasının en önemli nedeni olarak, kendi
aralarında koordinasyonu sağlayamamaları gösterilir. Birinci Koalisyon
Savaları, açıkça Fransa’nın yayılış dönemi olarak bilinir. Bu mücadele
sırasında Bonaparte’nin kazandığı başarılar ile yükseldiği açık bir şekilde
görülmektedir. Özellikle İtalya üzerinde uyguladığı baskı oldukça
önemlidir. Çünkü bu baskı İtalyan devletlerinin varlığını ciddi şekilde
sarsmıştır. Siyasi istikrarsızlığa düşen İtalya üzerine, güney sınırlarını
güvenceye almak için gönderilen Fransız birlikleri, işgal altında tuttukları
Roma’da Şubat 1798’de Roma Cumhuriyeti’nin ilan edilmesine neden
olmuştu. Aralık 1798’de Sardunya Krallığının kontrolü Fransızlara geçti.
Napoli’de Parthenopean Cumhuriyeti kuruldu. Aynı zamanda İsviçre
üzerine yürüyen Fransız birlikleri burada Helvet Cumhuriyeti’nin ilanına
da yol açmıştı. Fransız birliklerinin ve özellikle Napolyon Bonaparte’ın
hızlı ilerleyişi ve Avrupa’daki siyasi dengeleri alt üst eden girişimler,
Avrupa devletlerini Fransa’ya karşı daha dikkatli olmaya itmiştir.
Prusya savaşa dahil olduktan hemen sonra duruma ağırlığını
koyarak ordularını Fransa’ya soktu. Ancak Fransızlar Eylül 1792’de
Valmy’de Prusya ordusunu durdurmayı başarmıştı. Ardından Ren nehri
üzerinde stratejik olarak önemli bir bölge olan Mainz şehri ele
geçirilmiştir. Fransızların kazandığı bu başarı içeride, XVI. Louis’nin
hükümdar yetkilerini de geçersiz kalmasına sebep olmuş ve hükümdarlık
ortadan kaldırılmıştı. Ardından Paris hapishanelerindeki pek çok
mahkumun sıradan kişiler tarafından katledildiği Eylül Katliamları denilen
baskınlar gerçekleşmişti. Ardından Cumhuriyet ilan eden Milli
Konvansiyon, Kral XVI. Louis’yi mahkeme önüne çıkarıp Eylül 1793’te
idam etmişti.
Jakobenler, 1789’dan sonra bir yıl süreyle Fransa’ya egemen olan siyasi bir
partidir. Jakoben hareketi, Fransa’da devrimden çok daha fazla kan dökülmesine
neden olmuştu. Bu hareketin siyasi görüşleri de Jakobenizm adını almıştır.
9
Napolyon Bonapart Fransa’nın en önemli rakibi olarak İngiltere’yi
görüyor, onları Akdeniz’den çıkarmak, Süveyş bölgesi ile Kızıldeniz’deki
12
İngiliz ticaret noktalarını ele geçirmek ve uzak doğudaki İngiliz
hakimiyetine son vermek istiyordu. Bunu gerçekleştirmek için Hindistan’a
giden yolların en kısası olan Mısır’ı ele geçirmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bu şekilde İngiltere’yi barış yapmaya zorlayacak, Fransa’da iktidarı ele
geçirecek derecede bir şöhrete de kavuşmuş olacaktı. Napolyon 1797
yılında Campo Formio Antlaşması’nın imzalanmasından sonra Paris’e
döndüğünde, kendisi gibi Fransa’nın Mısır’a yerleşmesini isteyen Dışişleri
Bakanı Talleyrand ile anlaşmış, iki devlet adamı bu düşüncelerini
Direktuvar hükümetine de kabul ettirmişlerdi. Sonuç olarak 1798 yılı Mart
ayında, Napolyon’un Mısır’a asker çıkararak doğudaki Fransız çıkarlarını
İngilizler aleyhine sağlamlaştırmasına karar verilmiş, Fransa’yı
Akdeniz’de önemli bir sömürge imparatorluğu haline getirme planı
uygulamaya geçirilme noktasına gelmişti. Osmanlı Devleti’nin tepkisini en
aza indirebilmek için de Fransa’nın esas amacının Mısır’daki Memluk
beylerinin zorba yönetimlerine son vermek olduğunu İstanbul’daki Fransız
elçisi Ruffin’in Osmanlı hükümetine bildirmesi istenmişti.
uzaklaştıramamış ve onları sömürge yolları üzerinde ezmeye de muvaffak
olamamıştır. Ancak uzun vadede bu seferin Fransızlar ve dünya tarihi
açısından dikkat çekici bazı sonuçları olmuştur. Her şeyden önce Mısır
seferi, Fransızların gelecekte kuzey Afrika’da kuracakları sömürge
imparatorluğu için iyi bir deneyim olmuştur. Ayrıca, Napolyon’un
beraberinde götürdüğü bilim adamlarının bu ülke hakkında donanımlı
bilgiyle geri dönmeleri de önemli sonuçlar doğurmuştur. Napolyon’un
Mısır’da bir enstitü kurarak Mısır medeniyeti üzerine araştırmalar
yapılmasına zemin hazırlaması, 1809- 1822 yılları arasında Description de
L’Egypte adıyla büyük bir eserin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu
dönemden itibaren bilimsel açıdan Mısır medeniyetine olan ilgi artmış,
Mısır ile ilgili araştırmalar geliştirilerek Egyptology adıyla bir bilim dalı
ortaya çıkmıştır.
Fransızların Mısır’dan çekilmesinin İngiltere’yi oldukça
rahatlattığı söylenebilir. Çünkü İngiltere bu şekilde doğudaki
sömürgelerine giden yolları güvence altına aldığı gibi Akdeniz’deki önemli
stratejik noktalardan biri olan Malta Adası’na da sahip olmuştur.
Fransızların Mısır’ı işgali Ruslar açısından da önemli sonuçlar
doğurmuştur. Her şeyden önce bu işgal Rusların geleneksel saldırı
politikasını terk ederek Osmanlı Devleti ile ittifak yapmasına neden
olmuştur. Zira Mısır’ı ele geçirdikten sonra Suriye üzerine sefere çıkan
Napolyon’un, başarılı olduğu takdirde yoluna devam ederek Çanakkale
Boğazı’nı ele geçirmesi bile söz konusu olabilirdi. Bu durum ise Osmanlı
Devleti üzerindeki Rus çıkarlarına aykırıydı. Ayrıca Osmanlı Devleti ile
yaptığı ittifak sayesinde tarihinde ilk defa Rus gemilerinin boğazlardan
geçmesi de bu işgal olayının bir sonucudur.
Napolyon Bonapart Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmeye gerek
görmeden 19 Mayıs 1798 tarihinde L’Orient adlı gemisiyle Mısır’ı ele
geçirmek için Toulon’dan hareket etmiştir. Yaklaşık 38000 asker, 1200 at
ve 171 top taşıyan 50 savaş gemisi ve 500 civarında nakliye gemisiyle26
yola çıkan Napolyon’un yanında Kleber, Reynier ve Menou gibi yakından
tanıdığı generaller ile 167 kişiden oluşan bilim ve sanat adamlarından
kurulu bir de heyet bulunmaktaydı. Bilim adamlarının beraberinde 287
ciltten oluşan bir kütüphane ile Fransızca, Arapça ve Yunanca baskı
yapabilen iki tane de matbaa makinesi mevcuttu. Napolyon’un bu heyeti
yanına almasının amacı, onlara eski Mısır uygarlığını inceletip Avrupa’ya
tanıtmak, Avrupa’nın bilim ve tekniğini Mısır’da uygulatmak suretiyle
burayı ekonomik açıdan kalkındırmak ve bu durumdan Fransa’ya fayda
sağlamaktı.
Napolyon, Mısır işgali devam ettiği dönemde Fransa’da Kasım
1799’da bir hükümet darbesi gerçekleşince ordusunu Mısır’da bırakarak
Fransa’ya geri dönmüştü. Anayasada yapılan değişikliklerle üç konsül
oluşturulmuş ve yönetim bu konsüllere devredilmişti. Napolyon ise
bunlardan en önemlisi olan Birinci Konsül’ün başına getirildi. Bundan
sonra ekonomik ve yasal bir takım düzenlemelere başlamıştır:
Napolyon Bonapart’ın Fransa’yı bir sömürge imparatorluğu haline
getirme arzusu sınır tanımayan bir Fransız yayılmacılığı olarak kendisini
göstermiş, bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan Mısır seferi başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Fransızlar Mısır’ı ele geçiremedikleri gibi Akdeniz’i
Fransız
gölü
haline
getirememiş,
İngiltere’yi
Hindistan’dan

13
Fransız Merkez Bankasının kuruluşu,

Devlet okullarının açılarak eğitimin devlet kontrolüne
alınması,

Fransız Medeni Kanunu hazırlıklarına başlanması (bu
kanunlara Code Napoleon yani Napolyon Kanunları adı
verilir)

Napolyon, Mısır’dan geri çekildikten hemen sonra 1801 yılında
İtalya’yı ele geçirmişti. Bu sırada Avusturya’ya karşı da önemli bir başarı
kazanılmıştı. 9 Şubat 1801 tarihinde imzalanan Luneville Barışı imzalandı.
Buna göre;

Subay okulları açılması,

gibi düzenlemeler, Napolyon’un daha sonra kendisini İmparator ilan
edişinin alt yapısı olarak görülmüştür.


Mısır işgalinin olduğu dönemde Fransa’nın 1798-1802 yılları
arasında İkinci Koalisyon Savaşlarında da mücadele ettiğini görmekteyiz.
Birinci Koalisyon döneminde başarısız olan Britanya’nın politikası, ikinci
ittifak girişimini tekrar gündeme getirmişti. 1797 yılında Britanya’nın
İspanyol donanmasını yenmesi ve Hollanda’nın büyük filosunu
Camperdown’da imha etmesi, Britanya’nın dış politikada kendine güvenini
yenilemiş ve Fransa’ya karşı yeni bir ittifaka girişmişti. Britanya Dış İşleri
Bakanı Lord Grenville’nin desteği ve başbakan William Pitt’in onayıyla
gündeme gelen ittifakla Britanya, Fransa’yı mağlup etmeyi, ardından barış
anlaşmasına zorlamayı, bu anlaşmayı da büyük devletlerin toprak çıkarları
ile örtüştürmeyi planlamıştı. Ortaya çıkan bu ittifak Britanya öncülüğünde
Prusya, Avusturya, Portekiz, Napoli, Rusya ve Osmanlı kuvvetleri ile
gerçekleşmişti. Buna karşın Fransa da Birinci Koalisyon’a karşı başarı
kazanmış olarak bu kez İspanya ve Danimarka-Norveç desteğini yanına
çekebilmişti. İkinci Koalisyonun oluşumundaki en önemli faktörlerden
birini de Napolyon Bonapart’ın Mısır seferi teşkil etmektedir. Fransızların
Mısır’ı işgal altına almaları, büyük güçlerin Fransa’yı çok ciddi bir rakip
olarak algılamalarına yol açmıştı. Bu ikinci ittifak (İkinci Koalisyon)
1814’te oluşacak ittifakın ve kongre sisteminin oluşması açısından oldukça
önemli görülmektedir. Ancak İkinci Koalisyon’un da tıpkı birincisi gibi
tam bir ittifak teşkil ettiğini söylemek hayli güçtür. Çünkü ikinci koalisyon
tam Fransa karşıtı güçlerin hepsinin hemfikir olduğu tam bir ittifak değil,
bu güçlerin her birinin kendi arasındaki birkaç ittifaktan oluşmuştur. Yani
tam bir bütünlükten söz edemeyiz.
Habsburglar, Fransa’nın Belçika’ya ve Ren Nehrinin sol
sahilini ele geçirmesini kabul etmek zorunda kaldı.
İtalya’da bir Habsburg mülkü olan Toskana grandükalığı
Habsburgların elinden çıktı.
Cisalpine Cumhuriyeti yeniden tesis edildi.
Fransızların orta ve kuzey İtalya üzerinde kontrolü ele
alması kabul edilmiş oldu.
Luneville Barışı ve Amiens anlaşmaları, Fransa’nın Avrupa
üzerinde hegemonya oluşturmasına yol açmış, dünya tarihi için açıkça
Napolyon Çağı başlamış oldu. Bu başarısının ardından 1804 yılında Notre
Dame Katedrali’nde Fransa’nın devlet başkanı, İtalya Kralı ve General
unvanları ile taç giyme töreni yapıldı. Törende Papa’yı uzun süre
bekletmesi, tacı Papa’nın elinden alarak kendi giymesi büyük bir otorite
olmaya çalışması ve gücünü herkese kabul ettirme girişimi olarak görülür.
Zaten çok geçmeden devrimin ruhuna aykırı olarak Fransız
İmparatorluğu’nu kuracaktır.
Napolyon’un uygulamaları, o dönemde gerek iç siyasette ve
gerekse dış siyasetteki gelişmeler hem Fransızlarca hem de dünyanın farklı
bölgelerindeki araştırmacılarca tartışılmış ve üzerinde durulmaya devam
eden konuları içerir. Bu nedenledir ki, Napolyon hakkında 1980’lere kadar
yaklaşık 220,000 kitap, makale vs. gibi çeşitli yazılar kaleme alınmıştır.
Kendi milletinden de olmak üzere pek çok insanın ölümüne yol açan
Napolyon’un Fransa’ya bıraktığı en önemli mirasın eğitim sistemi olduğu
belirtilmektedir. Napolyon'un tasarladığı eğitim sistemi, daha fazla imkana
sahip zenginler ile kıt imkanlara sahip fakirlerin arasındaki eğitim farkının
kapatılması ile ortaya konulduğu savunulmaktadır. Bu anlamda Fransız
eğitim sisteminin zamanla gelişmesini sağlayacak temeli attığına
inanılmaktadır. Bu sistem Fransa’nın grand ecoles (büyük ekol) adı verilen
eski seçkin üniversitelere sahip olmasını da sağlamıştır. Napolyon’un pek
14
çok insanın ölümüne yol açan savaşlarının yanında sanata çok ciddi
katkılar verdiğini söylemek mümkündür. II. Dünya savaşı sırasındaki
Almanya örneğinde olduğu gibi, kıymetli sanat eserlerinin yağmalanarak
tren vagonlarında özensizce taşınmasının tam tersine Napolyon, ele
geçirdiği sanat eserlerinin özenle paketlenerek Paris’e ulaşmasını
sağlamıştır.
“1790’lı yıllar Britanya Başbakanı William Pitt’in
savunduğu Avrupa’nın Kamu Hukuku savunmasına karşı
çok kesin bir Fransız meydan okuması olarak geçmişti. 1812
yılına gelindiğinde Napolyon çok büyük bir imparatorluğu
şahsen yönetiyor ve Avrupa’yı Romalıların zamanından beri
eşi görülmemiş derecede kontrol altında tutuyordu.
Napolyon’un üstünlüğünün ortaya çıkışı ve ardından
parçalanması Amiens Barışı ve Viyana Kongresi arasındaki
kısa dönemde bütün Avrupa diplomasisinin temel sorunu
haline gelmişti. Fransa’nın sınırlarının ihtilalciler
tarafından Hollanda’ya, Ren nehrine ve kuzey İtalya’ya
kadar uzatılması Napolyon’un siyasetinin genel karakterini
belirlemişti. Napolyon dönemi Fransasının en önemli farkı,
Fransa’nın 1789 öncesinde çökmekte olan ülkelerden elde
ettiği topraklar yerine artık toprak kazanımlarının devrin
büyük güçlerinden alınmasıydı.
Napolyon kazandığı tüm başarılara rağmen hem ülke içinde hem
de uluslararası alanda kendisine karşı oluşan hoşnutsuzluğun önüne
geçememiştir. Çünkü birbiri ardına giriştiği askeri harekatlar çok büyük
ekonomik kayıp anlamını taşımaktaydı. Bu savaş giderlerini karşılamak
için doğrudan vergilerin yanı sıra dolaylı vergiler de konulmuştu. Ayrıca
askeri harekatlar, giderleri karşılamak için yağma ile sonuçlanmaktaydı.
Her bir askeri harekat asker ihtiyacı anlamına geliyordu. Bu bakımdan çok
büyük bir insan gereksinimine ihtiyaç duyulmuştu. Çünkü her askeri sefer
aynı zamanda çok büyük insan zayiatı demekti. Örneğin Eylau’da 15.000,
Friedland’da 12.000, Bailen’de 23.000 Aspern’de 44.000, Wagram’da
30.000 asker kaybedilmişti. Sayısı yaklaşık olarak 500.000 kişiden oluşan
Fransız ordusunun bu kayıpları her yıl yaklaşık 150.000 yeni asker
gereksinimi ortaya çıkarmaktaydı. Tüm bu kayıplar çok kısa sürede ve
askeri harekatın zaferle sonuçlanmasına rağmen birbiri ardına
gerçekleşmişti. Ayrıca Napolyon çağı, 1789 devrimi veya ihtilalıyla
Avrupa’ya özgürlük, kardeşlik, eşitlik duyurusunda bulunan bir ulusun
(yani Fransızların), bir imparatorun emri ile Fransız olmayanları yenilgiye
uğratması, onların topraklarına asker yığması, mallarını ele geçirmesi,
ticaretlerini bozması, onlardan büyük miktarda tazminatlar almaları,
gençlerini askere almaları gibi pek çok sebeple devrimle ortaya atılan
vaatlerin boşa çıkması anlamına gelmekteydi.
Napolyon’un Avrupa devletler sistemi üzerinde
askeri başarıları nedeniyle benzersiz bir etkisi söz
konusuydu. Düşmanlarına karşı kazandığı kesin zaferler,
onları Fransa’nın eline düşürmüştü. Kazandığı zaferler,
diplomatların faaliyetlerini önemsiz hale getirmişti. Örneğin
1806 yılında Prusya’ya karşı kazandığı zafer, 1809’da da
Avusturya’ya karşı kazandığı zafer, bu iki yenilen devletin
müzakere görüşmeleri yapmasını imkansız hale getirmişti.
Yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelen bu devletler
Napolyon’un istediği bütün toprakları vermek zorunda
kalmıştı.
Napolyon’un uluslararası hukukun ve diplomasinin
bütün kurallarını görmezden gelmesi kıta Avrupasının bu
yönüyle de kendisine düşman olmasına neden olmuştu. Tüm
görüşmelerinde bir diplomat veya dışişleri bakanı gibi
davranmaktan ziyade, general olarak güç gösterisinde
bulunuyordu. Onun uygulamaları, Napolyon Fransa’sının
Napolyon Çağı ve Avrupa Devletler Sistemine Dair Genel Bir
Analiz
Bıraktığı etki nedeni ile Napolyon Çağı olarak adlandırılan sürecin
uluslararası sistemde de önemli sonuçlara yol açmıştı. Bu konuyu
özetlemek açısından Mckay ve Scott’ın görüşüne özet olarak yer vermek
konunun anlaşılması açısından oldukça önemlidir.
15
hiçbir zaman uluslararası toplumun kabul görmüş bir üyesi
olmamasının en önemli nedeni olmuştur.
arasında
istikrarlı
bir
siyasi
anlaşma
nasıl
gerçekleşebilirdi? İşte bu soruna karşı Napolyon’un her
defasında askeri çözüm arayışına girmesi, sonunda gücünün
sınırlarını çok aşmasına ve Moskova’ya kadar uzanan askeri
yürüyüşlere sebep olmuştur.”
Napolyon’un dış siyasetinin bir merkezi konusu da
yoktu. Ancak stratejisi şu şekilde açıklanabilir:




Britanya’ya muhalefet,
Almanya ve İtalya’nın kontrol edilmesi,
Balkanlar’da üstünlük kurmak,
Kendisinin ve Bonaparte ailesinin başarısının tüm devletler
tarafından kabul edilmesini sağlamak.
Ders Notlarının Oluşturulmasında Kullanılan Kaynaklar
David Armitage, “The Declaration of Independence in World Context”,
OAH Magazine of History, April 2004, s. 61-66.
Derek Mckay – H. M. Scott, Büyük Devletlerin Yükselişi 1648 - 1815, çev.:
Eşref Bengi Özbilen, Dergah Yay., İstanbul 2011.
Gültekin Sümer, “Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış
Politik Kültürü”, Uluslararası İlişkiler, c. 5, S. 19 (Güz 2008), s.
119-144.
İhsan Burak Birecikli, “Amerika’nın Kuruluşu ve ABD-Avrupa İlişkileri
(1776-1876)”, History Studies (ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri
Özel Sayısı), 2011, s. 81-103.
Helene Carrere d’Encausse, Tamamlanmamış Rusya, çev.: Reşat Uzmen,
Ötüken Yay., İstanbul 2003.
İlyas Kamalov, Altın Orda ve Rusya. Rusya Üzerindeki Türk-Tatar Etkisi,
Ötüken Yay., İstanbul 2009.
İsabel De Madariaga, Korkunç İvan, İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul
2012.
Kamil Çolak, “Mısırın Fransızlar Tarafından İşgali ve Tahliyesi (17981801)”, SAÜ Fen Edebiyat Dergisi, 2008-II, s. 141-183.
Oktay Berber, “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Çarlık Rusyası’nın Türkistan
Siyasetine Böl-Yönet İlkesi Bağlamında Bir Bakış”, 10.
Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi,
Kırım/Ukrayna (28 Ağustos-2 Eylül 2012), Bildiri Kitabı, İstanbul
2012, s. 729-736.
Napolyon’un her askeri zaferi, onun kesinlikle bir
fırsatçı ve çare bulan biri olduğunu ortaya koymaktadır.
Onun başarısı, sahip olduğu benzersiz enerjisi ve ruh hali,
megalomani
sınırlarındaki
kişisel
ihtirasları
ile
açıklanmaktadır. Onun kişiliğini yansıtan anlatımlardan biri
İspanya Kralı ile olan diyalogunda geçmektedir:
İspanya Kralı Napolyon’a; “Siz sadece altın, para,
ganimet ve toprak kazanmak için savaşıyorsunuz. Oysa biz,
şerefimiz ve namusumuz için” dediğinde Napolyon’un
cevabı; “Doğru, herkes kendisinde olmayan şeyler için
savaşır” şeklinde anlatılmaktadır.
Napolyon’un dış siyasette tek tutarlı diplomatik
stratejisinin, en azından bir büyük devleti yanında tutmak
olduğu ileri sürülmektedir. Bu doğrultuda 1806 yılına kadar
Prusya’yı, Tilsit görüşmelerinden sonra (1807) Rusya’yı,
1809’dan sonra da Avusturya’yı yanında tutmaya çalışmıştı.
Her bir devlet ortaklık ardından kazançları olacağına dair
ikna edilmişti, ancak hiçbiri bunları bulamamıştı. Napolyon
ittifakları yalnızca taktik için kullanmaktaydı. Ona göre
diplomasi, ilk olarak askeri stratejinin hizmetinde olmalıydı.
Bütün problemlerin askeri olarak çözülmesine inanıyordu.
Bu inancı, 1803’ten sonra her yeni Fransız zaferine karşı
aynı problemi ortaya çıkarmıştır: Napolyon ile Avrupa
İnternet Kaynakları
http://www.archives.gov/exhibits/charters/charters_downloads.html
http://www.acikders.org.tr/
16

Benzer belgeler