2008 Kasım - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2008 Kasım - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2008 -7
KASIM 2008
KRİZİN FATURASINI KİM ÖDEYECEK !
Söyleşi: Bu Kriz O Kriz Mi ?
Olcay’ın Anısına
SBF<d>DER 2006 İnek Bayramı
1
İÇİNDEKİLER
mülkiyeden........................................................................................................................ 3
KONFERANS: Nano Teknoloji ve Elektronik Hızlandırıcılar....................................... 5
SÖYLEŞİ: Bu Kriz O Kriz Mi?........................................................................................ 6
mülkiye’de öğrenci olmak................................................................................................. 7
Ümit Çağlar/ OLCAY’IN ANISINA................................................................................. 7
Filiz Tan Keskin/ İYİ Kİ FOTOĞRAFLAR VAR............................................................ 8
SBF<D>DER/ 2006 İnek Bayramı.................................................................................. 9
SBF<D>DER/ BANA PERSONEL SAĞLAYABİLİRİM DEDİRTEMEZSİNİZ!........ 10
Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu.................................................................................. 11
albümlerden....................................................................................................................... 13
MEHMET ÖZER ALBÜMÜNDEN ( 1978-1986 KAMU YÖNETİMİ)........................ 14
mülkiyeli şairler................................................................................................................ 15
SEZAİ KARAKOÇ............................................................................................................ 15
çeviriler.............................................................................................................................. 16
Fred Magdoff / DÜNYA GIDA KRİZİ: NEDENLERİ VE ÇÖZÜMLERİ.................... 16
konuk yazarlar.................................................................................................................. 23
Sibel Özbudun/ LatinAmerika Günlükleri 2 :................................................................. 23
Temel Demirer/ AŞK ÜSTÜNE....................................................................................... 34
Kübra Ceviz/ ANKARA’DA YAZAR OLMAYI DENEMEK............................................ 37
Bülent Serim
DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE SİYASAL PARTİLERİN KAPATILMASI...... 39
Mehmet Özer/ HİTİTLER DÖNEMİNDE ANKARA..................................................... 45
görme kültürü üzerine denemeler.................................................................................... 46
Ahmet Telli /İMGENİN BAŞAT ÖĞESİ OLARAK GÖRSELLİK................................. 46
Şükrü Erbaş/ BELLEK, ŞİİR, FOTOĞRAF................................................................... 48
kitapların dünyasından..................................................................................................... 50
BAKAN DANINŞMANI’NIN NOT DEFTERİ............................................................... 50
AHMET ABAKAY KİMDİR?........................................................................................... 50
fotoğrafın sözü.................................................................................................................. 51
mülkiyespor....................................................................................................................... 52
E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır.
mülkiye’den
Bültenimizi, içerik olarak gittikçe biraz daha
zenginleştirmeye ve daha çok okunur hale getirmeye
çalışıyoruz. Aldığımız eleştiriler de
Kasım sayımızla merhaba.
biraz mesafe kat ettiğimizi gösteriyor ve bizi
cesaretlendiriyor.Bu konuda sizlerden gelen malzemeler
elimizi rahatlatmaya başladı ve artık bu sayımızda yazı
ve görsel malzeme içerisinde seçim yapar hale geldik.
Beklentimiz, bunun sürekliliğinin sağlanabilmesi. Yazı,
görsel malzeme ya da farklı konularda paylaşımınızın
devamını bekliyoruz. Özellikle okulumuz/camiamız
Okulumuzla doğrudan ilintili tarihsel ve siyasi tarihiyle ilgili, sembol, logo ya da işaretlerin tarihi ya
olaylarla ilgili en azından bir yazı ya da fotoğraf karesi da anlamlarıyla ilgili, önemli fakat az bilinen konular
çoğunlukla sayılarımızda yer alıyor. Kendi tarihimize hakkındaki yazılar bekliyoruz.
sahip çıkmak, bu bülten çerçevesinde görevimiz. Fakat
Bu sayının giriş yazısında özellikle değinmek
ülkemiz tarihi içerisinde ve toplumsal hafızalarımızda istediğim bir konu var. Hepimizin çok iyi bildiği
yer eden kimi olayları da en azından giriş yazımız gibi, biz, üyelerinin ödediği aidatlar ve birliğimize ait
içerisinde de olsa anmak istedim. Bahçelievler işletmelerin gelirleri dışında parasal geliri olmayan bir
katliamı da içinde olmak üzere çok sayıda devrimcinin kuruluşuz. İşletmelerde de temel amacın kar etmek
katledilmesi ve idamı, Osmanlı Saltanatının olmadığını bütün üyelerimiz bilirler. Gerçi bütün
kaldırılması ve Türkiye Cumhuriyetinin ilanı, Türkiye giderlerimizi sadece işletmelerden elde ettiğimiz
Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı gelirlerle karşılayabiliyor durumda olsak bile aidat
Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ekim – kasım bir “üyelik bağı” göstergesidir. Birçok arkadaşımızın,
döneminde, bizim geçen sayımızla bu sayımızın çıktığı aidatlarını, önceleri “üşengeçlik”, sonra da “yahu
dönemde gerçekleşti. “Tarihte bu ay” gibi olmasa da, çok birikti, şimdi nasıl ödeyeceğiz” mazeretiyle
hafızalarımızı tazelemek ya da unutmamamız gereken yatırmadığını; fakat bütün arkadaşlarımızın da
olayları bize hatırlatmak isteyen bilgilere de her zaman temelde bu konuda duyarlılığa sahip olduğunu (olması
sayfalarımız açıktır.
gerektiğini) biliyoruz. Bu nedenle, aidatlarını düzenli
Güncel olanı içermek gibi bir iddiamız olmasa
da, duyarlılıklarımız çerçevesinde bize ait ya da bizi
de içeren etkinlik, eylem ya da haberleri mümkün
olduğunca ya da ulaşabildiğimiz kadar duyurmaya ya
da bilgilerini vermeye çalışıyoruz. Bu konuda sizlerin
katkılarını daha çok bekliyoruz.
Her sayımızın okunma oranında bir öncekini
geçmeye başladık. Bunu, bültenin internet adresimiz
üzerinden indirilme sayısından anlayabiliyoruz.
Bültenimizin duyurusu konusunda birliğimiz
veritabanını kullanıyoruz. Sizlerden bu konudaki
beklentimiz, şubelerimizin belli periyotlarla
güncellenmiş üye e-posta bilgilerini bize ulaştırması,
okuyucularımızın da kişisel olarak halen bilgileri
kayıtlı olmayan üyelerimizin ya da halen üye olmayan
mezunlarımızın bilgilerini bize, birliğimiz ve
yayınlarımızla ilgili bilgileri de tanıdıkları ve halen bize
uzak durumdaki üyelerimize ulaştırması. Amacımız,
mümkün olduğunca çok üyemize ve duruşumuza
yakın bulduğumuz ya da bulacağımız çevre ve kişilere
de ulaşabilmek.
3
olarak yatıran arkadaşlarımızı takdir ediyor, bütün
arkadaşlarımıza, öncelikle “biriktirmeden” aidatlarını
yatırmayı, eğer bazı nedenlerle biriktiyse de “küçük
küçük taksitlerle de olsa” ödemeye başlamasını
öneriyoruz. Herkesin yapılan işlerde mutlaka bir
katkısı olmalı. Üyelerimiz, biriken aidat borçlarının
durumunu, genel merkezimiz ve şubelerimizdeki
görevlilerimizden öğrenebilirler.
Tüm okuyucularımıza yeni sayıda buluşana kadar
esenlikler diliyoruz.
A.Raif FALCIOĞLU
MÜLKİYE 149 YAŞINDA
Mekteb-i Mülkiye – Siyasal Bilgiler Okulu – Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin 149. Kuruluş Yıldönümü dolayısıyla
düzenlenen tören 4 Aralık 2008 Perşembe günü saat 15.00’de Siyasal Bilgiler Fakültesi Prof Aziz Köklü salonunda
yapılacaktır.
149 KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PROGRAMI
-
Saygı Duruşu
- Dinleti
Ankara Üniversitesi Konservatuvar Korosu
Şef: Öğr. Gör. Dilruba AMANULLAYEVA
- Konuşmacılar
Prof. Dr. Celal GÖLE (Dekan)
Ali ÇOLAK (Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı)
Prof. Dr. Cemal TALUĞ (Rektör)
Cahit KAYRA (S.B.O. 1938 Yılı Mezunu)
-
-
Mülkiyeliler Birliği Vakfı “Mülkiye Ödülü”nün verilmesi
Mezuniyetlerinin 50. yılını kutlayan S.B.F. mezunlarına plaket sunulması
Tarih: 4 Aralık 2008
Saat: 15.00
Yer: Siyasal Bilgiler Fakültesi – Prof. Aziz Köklü Salonu
GELENEKSEL MÜLKİYE BALOSUNA DAVET
Mülkiye’nin 149. Mülkiyeliler Birliği’nin 62. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen geleneksel Mülkiye Balosu 20
Aralık 2008 Cumartesi günü saat 19.30’da Swiss otelde yapılacaktır. Mülkiyenin 149. yılında 25. Yıllarını kutlayacak
olan 1983 mezunları için bilet fiyatları 60YTL/kişi, diğer konuklar için 90 YTL/ kişi olarak belirlendi. Mülkiyenin
149. yılında düzenlenecek olan baloda 25 yıllık mezunlara Birliğimizce hazırlanan özel 25. Yıl rozetleri ve belgeleri
verilecektir. Baloya katılabilecek olan 1983 mezunlarının Birlik sekretaryasına bilgi vermeleri gerekmektedir.
KONFERANS
SÖYLEŞİ
BU KRİZ O KRİZ Mİ ?
NANO TEKNOLOJİ VE ELEKTRONİK
HIZLANDIRICILAR: NE KADAR BİLMELİYİZ ?
Mülkiyeliler Birliği ve Bilay-Bilgi Araştırma ve
Yönetim Vakfı ile birlikte 17 Ekim 2008 Cuma günü
saat 18.30’da örgütlediği “NANO TEKNOLOJİ
VE ELEKTRONİK HIZLANDIRICILAR: NE
KADAR BİLMELİYİZ ?” konulu konferansa
Argonne National Laboratory ve Bilket Üniversitesi
öğretim görevlisi Dr. Esen Ercan Alp katıldı.
Mülkiyeliler Birliği Konferans salonunu dolduran
izleyiciler Dr. Esen Ercan Alp’ın konuşmasını ilgiyle
izlediler
Yaşamımızın tüm alanlarında kullandığımız araç ve
gereçlerin yapımında kullanılan teknoloji sayesinde
yüksek kalitede teknolojik ürünler üretilmesine
olanak sağladığını örneklerle anlattı. Hayatımızı
tüm alanlarına giren nano teknolojisi tekstil, boya, su
arıtımı, otomotiv, medikal ve beyaz eşya sektöründe
kullanılmaktadır. Nano teknolojisi ile gerçekleştirilen
üretimlerde maddelerin molekülleri çok büyük enerji
yaratmaktadır. Bu yöntemle çok özel ürünler elde
edilmektedir. Nano teknolojisinin daha az maliyete
daha çok üretim olanağı sağlaması, ürünlerin yüksek
kalitede olması ve daha çok teknolojik tasarruf
nedeniyle dünyada hızla yayılmaktadır.
13 Kasım 2008 Cumartesi günü saat 18.30’da
Mülkiyeliler Birliği Konferans salonunda yapılan “Bu
Kriz O Kriz Mi?” söyleşisi yönetim kurulu üyemiz
Musa Ceylan’ın açılış konuşmasıyla başladı. Ersin
Yıldızoğlu “ Bu Kriz O kriz Mi?” sunumunu yaptı
Ergin Yıldızoğlu, öncelikle konuyu “Bu kriz, o kriz
mi?” sorusu çerçevesinde ele aldı. Elbette o krizden
kastedilen, 1930’larda boy gösteren ve emperyalistler
arası savaşa yol açan krizdi. Krizin temel parametreleri
ve göstergeleri incelendiğinde bu soruya rahatlıkla evet
cevabı verilebileceğini ve bunun kapitalizmin bir krizi
olduğu saptamasına ulaşılabileceğini söyledi
Dünya ekonomisinde bir resesyonun yaygınlaştığını,
başlayan bu krizin ekonomi yönetim modeliyle ilgili
olduğunu, fakat Kapitalizmin elindeki eski enstrüman
ve yöntemlerle bu krize çare bulmasının çok zor
olduğunu söyledi. Geçmişte ABD’de ki ekonomik
büyümenin tüketici talebinden kaynaklandığını, bu
talebin de dünyanın geri kalanında özellikle de Çin’de
oluşmuş tasarruflarla finanse edildiğini söyledi. Fakat
şimdiki verilerin ABD ekonomisinin daralmakta
olduğunu gösterdiğini söyledi. Neo-liberalizmin iflas
ettiğini
5
ve Keynesgil modele geri dönmenin tartışıldığını,
fakat koşulların o dönemle çok farklı olduğu gibi
aslında o dönemde de krizden çıkışın sadece ve
öncelikle bu modelle sağlanmadığını söyledi.
1990’larda Asya da başlayan krizin ana metropolleri
doğrudan etkilemeden atlatılmış olmasına rağmen,
bu sefer tersine metropollerde delinen ev piyasası
köpüğü, sonra menkulleştirme köpüğü ve türev
piyasalar köpüğünün yol açtığı krizden dünyanın
geri kalanının kendisini kurtaramayacağını söyledi.
Her emperyalist ülkenin öncelikle kendi küresel
şirketlerini kurtarmaya girişmesi nedeniyle çevre
ülkelerdeki özellikle mali varlıklarına son vererek
kendi metropollerine götürmeye çalıştıklarını
söyledi. ABD’nin tek taraflı hegemonyasının
bu krizle sona ereceğini fakat Çin’in ABD
katarını terk etmeye yanaşmadığını söyledi.
Türkiye’nin krizden kendisini kurtarmasının kolay
olmayacağını, bu sefer 2001’deki gibi IMF’nin
elinde de para olmadığını söyledi. İkinci konuşmacı
olarak söz alan Prof.Dr. Korkut Boratav, krizin
kapitalizmin, finans kapitalin, emperyalizmin krizi
olduğunu söyledi. Boratav “… kapitalizmin krizi,
kapitalizmin çıplak yüzünü, ahlaki çöküntüsünü,
devlet aygıtının sınıfsal içeriğini ve kapitalizmin
ikiyüzlülüğünü ortaya çıkardığını” söyledi. Prof.
Dr. Korkut Boratav “… finans kapitalin krizi,
son otuz yıldır, tekelci kapitalizmin giderek artan
boyutlarda kapitalizmin yönetimi altına girmesine
tanık oldu, bu da sistemin parazitleşmesine yol açtı.
6
Parazit özellikleriyle finans kapitalin kazanç
tutkusu sınır tanımaz ve finansal getirilerin
ekonomik büyüme hızıyla sınırlandırılmasını
kabul etmezler. Bu sistem “finans yenilikler” adı
altında bir dizi, ekonominin diğer sektörlerini
ve dünyayı söğüşleme yöntemleri bulmuşlardır.
Yüksek bir dolaşıma giren menkul değerler her
el değiştirmede satıcıya komisyon, prim sağlar.
Bu kriz emperyalizmin krizidir. Tekelci sermaye
artı finans kapitalizm = emperyalizmdir. Ancak
burada süper emperyalist konumuyla ABD’nin
yarattığı ilave patolojik bozulmalar …” olduğunu
söyleyen Boratav konuşmasını “ süper emperyalist
konumun getirdiği bu imtiyazı Amerika 1990’lı
yılların sonuna doğru kötüye kullanmaya
başladı. Ve öyle bir noktaya geldi ki 118 milyar
dolarlık dış açığı 2006 yılına gelindiğinde 812
milyar dolara yükseldi. Bu derece büyük bir dış
açığı artık bütün diğer bloklar, üçüncü dünya
ülkeleri dahil fazla vererek kapatmak zorunda
kaldılar. Sonunda dünya ekonomisindeki tüm
ana blokların işlevi, Amerikanın giderek artan
tasarruf açığını kapatmak; ABD’nin tüketicilerini
emperyalist yayılmacılık nedeniyle açık veren
devletini şirketlerini beslemek oluyor. Bu durumun
sürdürülemeyeceği, bir yerden patlak vereceği
birkaç yıldan beri söyleniyordu”dedi. Katılımın ve
ilginin çok yüksek olduğu söyleşi katılımcıların
sorularının yanıtlanmasıyla sona erdi.
mülkiye’de öğrenci olmak
vekatliamın ortasında, başbakan “ bana sağcılar
(milliyetçiler) cinayet işliyor dedirtemezsiniz “
diyerek faşist cinayetlerin bizzat tarafı olduğunu ve
desteklediğini beyan ederken, faşist beslemelerde
at oynatmaya devam ediyor, o başbakan, sonradan
cumhurbaşkanı olan zat şimdilerde demokrasi
dersleri veriyor.Tüm üniversitelerde, yüksek okul
ve fakültelerde öğretim üyeleri kolluk destekli
faşist çeteler tarafından katlediliyor. Evlerinde,
okullarına giderken, acımasızca yok ediliyorlar.
Bu acı Mülkiyede yaşanmıyor. Çünkü orada SBFDER var ve hocaları öğrencileri tarafından çok
yakından izleniyor, yalnız bırakılmıyor. Gecekondu
mahallelerinde, liselerde, Gazi’de, Yükseliş’te, kim
okuluna gidemiyorsa orada siyasallılar, kimin faşist
çetelere karşı yardıma ihtiyacı varsa oradalar.
İşte Olcay o günlerin çocuğuydu. Adıyaman’dan
gelip, Ankara’yı kucaklayanlardandı. Akdere semtini
hayatında görmemişti. Ama faşistler Akdere’de
bir can eksik alsınlar diye kendini feda etmişti.
Kaşının üzerinde bir tek delikle ”leke gibi bir delik”.
Ciğerlerinden hastalandığında hastaneye yattı. Ben
de “gogo Osman “ lakaplı Trabzon Tonya’lı bir
ağabeyimden Anzer balı getirtip Olcay’a götürdüm.
İki gün sonra gittiğimde Olcay yeni bal getirteyim
mi diye sordum. Aldığım yanıt, balı bir yan odada
yatan ve yetmişbeş yaşındaki bir amcaya verdiğiydi.
-Ben daha gencim dedi………amcanın ihtiyacı
var. Gözlerinden öptüm ve yanından ayrıldım. Bu
yıl yapılan Ankara SBF DER buluşmasında, kız
kardeşi aynen şöyle dedi “biz sizleri görünce, neyi
kaybetiğimizi şimdi daha iyi anladık”
OLCAY’IN ANISINA....
Konu nasıl açıldı bilmiyorum ama, Ali Başpınar’ın
cenazesinde Sıhhıye’deki çok katlı otoparkın
önünde otururken anlattı Enver. Yalnızca, kaşının
üzerinde leke gibi bir delik vardı.Dondum, iki
dakika hiçbirşey söyleyemedim Enver’e”kaşının
üzerinde bir delik” o kadar. Her ekimde beni
bir yerlere savuran şey bir küçük delikti
işteAdıyaman’dan çıkıp, Adana Erkek Lisesi’nde
yatılı okumak, lisede hep başarılı olup, oradan da
Siyasala gelmek yakışmıştı Olcay’a. Dostlar bilir
hemen tamamımız ona Olcay diye seslenirdik.Oysa
ismi Mehmet Adil Olcay; Olcay ise, kendiliğinden
oluşmuş bir kod adıydı ve de örgütsel bir önerme
de değildi. İnce, son derece efendi, ağırbaşlı,
bulduğu en küçücük fırsatı değerlendirerek
koro çalışmalarından kaçan, toplu sunumlara
aslakatılmayan, bahçede top oynamaya bayılan,
resim çekileceği zaman bir bahane bulup oradan
uzaklaşan….. işte öyle bir adam.
Kolluk ve kolluğun beslemeleri inanılmaz saldırıyor.
Mahallelerde, öğrenci yurtlarında, okullarda, kamu
kurumlarında, fabrikalarda, her yerde tüm devlet
gücü ve desteğiyle öldürmek için saldırıyorlar.
Ve öldürüyorlar. Öğrencileri, yoksulları, köylüleri,
işçileri, öğretmenleri, memurları, ilerici ve
yurtsever savcıları, öğretim üyelerini hatta emniyet
müdürlerini, yazarları, sosyalizme ve sola dair en
küçük söylemi olanları acımasızca katlediyorlar. Ve
o dönemin jargonuyla, karakolların ön kapılarından
girip arka kapılarından çıkıyorlar. Bu kan
OLCAY
beni duyuyorsan, sakın unutma.
seni seviyoruz,
Ümit Çağlar
7
İYİ Kİ FOTOĞRAFLAR VAR
OLCAY’A
işte,
ekim de geldi.
onyedi gün var
gitmesine olcay’ın.
onyedi gün sonra,
onlarca yıldır yaşadığım acıyı
yine yaşayacağım.
yine gidecek Olcay.
simsiyah,
ama hep gülen gözlerini,
uzamasa da,
inatla bıraktığı sakalını.
dudaklarının kenarından sarkan
o küçücük gülüşünü
yüreğimde taşıyacağım.
1980-1981 dönemi, SBF 1.sınıf. Şöyle bir 28 yıl geriye
uzandığımda kendimi okul merdivenlerinde arkadaşlarımla
birlikte otururken buldum. Henüz tanışalı çok olmamış,
önlerinde uzun bir gelecek olan gencecik kızlar…
Yaşanmamışlıklar o kadar çok ki, kim bilir her birimiz o
fotoğraf çekilirken neler düşünüyorduk? Fotoğraf bile henüz
siyah-beyaz, hiç birimizin cep telefonu yok. Hayat ne kadar
yalın imiş…
ekim geldi yine,
yine onyedisi olacak.
ve yine bir faşist mermi
koparacak Olcay’ı
benden.
ve ben,
tam otuz yıldır yaptığım gibi.
öfkemi,
katık yaparak ekmeğime.
gelecek o günü bekleyerek
sessizce
ağlayacağım.
Bir başka fotoğraf, 1984 yılı. Artık okulda dört yılı
geride bırakıp mezun olma yolundayız. Bizler Eylül1980
döneminde okula başlayanlar olarak,üniversite yıllarımızı
doya doya yaşayamanın verdiği eksikliği ,son yılımızda
uzun yıllardan sonra ilk kez kutlanan MÜLKİYE
GELENEKSEL İNEK BAYRAMI ile biraz da olsa telafi
etmek istemiştik. Bu mutluluğu da kalıcı kılmak istercesine
bayram afişi önünde çektirilen bir fotoğraf.. İyi ki
fotoğraflar var, geçmişi bugüne taşıyan. İyi ki fotoğraflar
var, yitip giden zamana inat, içimizi ısıtan
…
Ne yazık ki her iki fotoğrafta da aralarında bulunduğum
arkadaşların çoğu nerelerdedir , bilemiyorum. Bir gün
bir yerlerde karşılaşmak umuduyla bütün arkadaşlara
selamlar…
FİLİZ TAN KESKİN
EKİM- 2008
ve
her damlasını gözyaşımın.
bir mermi gibi
şarjöre basacağım.
30 Eylül 2007 küçükesat
8
2006 İnek Bayramı
Mülkiye öğrencisinin, diğer üniversitelerde okuyan
arkadaşlarına, Mülkiye’nin neden diğer okullardan
farklı olduğunu anlatmaya çalışırken sıklıkla belirttikleri
bir fark, İnek Bayramı’nın , diğer okulların bahar
şenliklerine benzemezliğidir. İnek Bayramı’nın kendine
has ritüellerinin yanı sıra hocalar ve yönetimin bir
eleştiri sürecinden geçirilmesi, onu diğer okulların
şenliklerinden farklı kılan önemli noktalardır. Bu
farklılıkların yanı sıra, 2006 yılı İnek bayramı, Mülkiye
öğrencisine, sadece bayramlarının değil, kendilerinin
de farklı olduklarını hatırlamalarını sağlayarak başka
bir rol üstlendi. 2006 yılı İnek bayramı ile Mülkiye
öğrencisi, bu okulun öğrencilerinin yüksek bir kolektif
bilinç ile sorumluluk alma , söz söyleme ve müdahale
etme gibi önemli meziyetlerinin tekrar ortaya çıktığı bir
bayramı gerçekleştirdi.
fakülte yönetimi tarafından alınması ne kadar
yanlışsa, Mülkiye öğrencisinin, gerektiği yerde gereken
sağduyuyu kendi başına gösteremeyeceğini düşünmek
de bir o kadar yanlıştı.
Mülkiye öğrencisi bu durum karşısında inisiyatif alma
konusunda tereddüt etmedi ve kendi okulu hakkında söz
söyleme ve bu sözü en uygun şekilde söyleme konusunda
doğal bir beceriye sahip olduğunu gösterdi. Öğrenciler
demokrasinin en saf formlarının işlediği ve gönüllülük
esasının hakim olduğu bir organizasyon ile öncelikle
İnek bayramının yapılması gerekliliğine karar verdiler.
Ve sonrasında ise bayramın en sorunsuz ve Mülkiye’ye
yakışır şekilde kutlanması için gerekenler yapıldı ve
başarılı olundu. Mülkiyeliler Birliği ve hocalarının
destekleri ile öğrenciler her türlü organizasyonu birkaç
gün içinde yaptılar ve bayramın olması gereken günde
olmasını sağladılar. Bunu mümkün kılan ise Mülkiye
öğrencilerinin okulları ile ilgili olarak taşıdıkları
sorumluluk ve bu sorumluluğun gereklerini yaparken
birlikte hareket etme yetenekleriydi.
sbf<d>der
2006 yılı’nın Mayıs ayının sonlarında, Mülkiye
öğrencisi İnek Bayramı’nın yaklaşması ile birlikte
gereken hazırlıklara başlamıştı. Festival Komitesi
gereken çalışmaları tamamlamak ile uğraşırken,
öğrencilerde ferman ve dua yazma gibi son hazırlıklar
ile uğraşıyordu. Bayramdan takribi dört gün önce ise,
öğrencilerin bayram hazırlıklarını sekteye uğratan
bir şey oldu ve Fakülte Yönetimi, öğrenci tarafından
hiçbir zaman anlaşılamayacak, kendine göre ise haklı
gerekçeleri ile İnek Bayramı’nı görünüşte erteleme,
gerçekte ise iptal etme kararı aldı. Bu kararın usul olarak
yanlışlığı ne öğrencinin, ne Festival Komitesi’nin ne de
Mülkiyeliler Birliği’nin hiç haberi olmadan, Fakülte
Yönetimi’nin kendi başına aldığı bir karar olması iken
içerik olarak ise Mülkiye öğrencisinin, İnek bayramı ile
olan ilişkisini yanlış kavramış olması ve öğrencilerin
İnek Bayramı’na bir yalnızca bir eğlence organizasyonu
olarak baktıklarını düşünmüş olmasıydı. Mülkiye
öğrencileri, Mülkiyeliler Birliği, fakülte hocaları ve
fakülte yönetimden oluşan, Mülkiye camiasında, bu
camianın bütün kısımlarını ve en çok da öğrenciyi
ilgilendiren bir kararın sadece
9
Mülkiyelilik kimliğinin önemli unsurları olan eleştirellik
ve kolektif hareket edebilme, İnek bayramı aracılığıyla,
2006 yılında, Mülkiye öğrencilerinde tekrar tezahürünü
buldu. Sadece Mülkiyelilik kimliği ile hareket eden
öğrenciler okullarına ve bayramlarına sahip çıktılar ve
uzun yıllardan beri Mülkiye’de unutulmuş olan bazı
kurucu değerleri tekrar Mülkiye gündemine soktular.
2006 yılı İnek Bayramı’nı, Mülkiye için önemli kılan
bir başka nokta ise, İnek bayramı hazırlıkları sırasında
öğrenciler arasında ortaya çıkan birlikteliğin daha
sonra bu birlikteliği çok daha üst noktalara taşıyacak
olan Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğrencileri Dayanışma
Derneği’nin tohumlarını atmış olmasıdır. 2006 yılı İnek
Bayramı sayesinde, Mülkiyeli öğrenciler kendilerinin de
okul hakkında söz söyleme ve müdahale etme haklarını
koruyacaklarını ve Mülkiye’ye gerektiği noktada sahip
çıkacaklarını göstermişlerdir.
BANA PERSONEL SAĞLAYABİLİRİM DEDİRTEMEZSİNİZ!
SBF öğrencilerinin sınav dönemlerindeki kronik
sorunlarından kütüphane mevzusu bir vize zamanında
daha gündemimizin orta yerine yerleşti. SBF’lileri
Hukuk kütüphanesinin
önünde
sabahın
köründe sıraya girmeye
mecbur bırakan; orda
yer yoksa üst kantinde,
alt kantine doğru
inen merdivenlerin
altında, bahar gelince
arka
bahçede,
varsa boş sınıflarda
muhabbet arası ders
çalışma yönteminde
ustalaşmamızı
sağlayan;
cümle
tüllabı kütüphaneden
s o ğ u tan
mesele
dekanlık tarafından çözümsüz bırakılmaya devam
ediyor. Çalışmayan klimalarıyla kışları soğuk ve karlı
yazları sıcak ve terli olsa da, akşam 5 olunca kapanıp
hafta sonları hiç açılmasa da bizim olan kütüphanenin,
öğrencilerin işine yarayacak şekilde açık tutulması için
toplanan yüzlerce imzaya rağmen “bugün git yarın gel”,
“personel yok”, “tamam, bir ara yaparız” gibi cevaplarla
öğrenciyi oyalayan dekanlığın ısrarcı tutumuna karşı
dün SBF<D>DER’in çağrısıyla bir araya gelen SBF’li
öğrenciler olarak kütüphanede normal olan bir şey
yaptık: DERS ÇALIŞTIK! Hem bizim gerekçelerimiz
de hukukiydi. Bu yılın ocak ayında verdiğimiz
yüzlerce dilekçenin cevabı olarak Yönetim Kurulumuz
kütüphanenin sınav zamanlarında “akşam saatleri”
gibi belirsiz bir süreye kadar açık tutulacağına dair
kararı hukuki dayanağımızdır. Dün akşam saatlerine
kadar kütüphanede ders çalışma hakkımızı kullanmak
istedik. Ancak Dekanlığımız önce özel güvenlikleri
kütüphaneye bizim, bize karşı “güvenliğimizi sağlamak”
amacıyla telsizleri ve telsizlerinin sesiyle birlikte
gönderdi, ardından kütüphanede doğal olarak ders
çalışan öğrencilerin muhatap alınma çağrılarına rağmen
yanımıza gelmeyi reddetti, bizimle eyleme destek veren
asistanlar veya aramızdan seçeceğimiz temsilciler gibi
dolaylı yollarla irtibat kurmayı tercih etti. Bu irtibat
çabalarında ise personelin yetersiz olduğu, hukuki
engellerin olduğu bilindik söylemlerini iletti. Amma
tüllab hukuk kütüphanesi ve morfoloji kütüphanesi
gibi yaratıcı buluşlardan haberdar olduğu için “oradaki
personel burada nasıl olmaz”, “orada olmayan hukuki
engel bize mi çıkıyor” gibi açıklayıcı cümlelerle bütün
bahaneleri bir kenara itti ve yoluna devam etti.
Tabi eylem sürdükçe karınlar acıktı bünyeler
çaya susadı ve voltran oluşturuldu, simitler, poğaçalar
ve çayları almak için Sulhi Abi’ye ve dışarıdaki simit
saraylarına gidildi. Sulhi Abi bize çay vermemek için
bin dereden su getirdi (o zaman zarfında en tazesinden
çaylar hazır olurdu bile), kahve isteğimize ise “Simitin
yanında kahve gitmez” özdeyişiyle cevap verildi. Belliydi
ki “kütüphanede ders çalışan
öğrencilere çay verilmeye”
fermanı yayınlanmıştı ve Sulhi
Abi önce yerim dar, sonra
ayakkabım sıkıyor dedi. Biz
tam kuru simite razı olmuşken
kampus girişinden gelen
haberle şok olduk: Öğrenci
geçer simit geçmez genelgesi
resmi gazetede yayınlanmadan
yürürlüğe girdi ve bizim
suç unsuru olan gururlu ve
mağrur simitlerimiz kapıda
güvenlik engeline takıldı. Bu
sırada yurda yemek götüren
öğrencilerin poşetlerinin içinde
simit olup olmadığına bakıldı, kimlikleri incelendi ve
geçebildiklerini görünce anladık ki genelgenin kapsamı
“SBF kütüphanesinde aç kalan ve ders çalışmaya çalışan”
öğrencilerle sınırlandırılmıştı. Yani dekanlığımız tüllab
aç kalırsa belki okulu boşaltır da biz de evimize gideriz
düşüncesiyle yönetimbilim tarihinde yeni bir çığır açtı.
Bu arada suların da kesileceği söylentisi kuşlar tarafından
öğrencilere iletildi. “Simit meselesi” için Dekanımız
Celal Göle’nin yanına çıkan bir arkadaşımıza Dekanımız
“evet o emri ben verdim” dedi. Bu sırada kütüphane
meselesini de açan Dekanımız personel yetersizliği
gerekçesini anlatırken arkadaşımız Hukuk Kütüphanesi
nasıl açık olabiliyor deyince, Dekanımız daha önceki
yönetim kurulu karalarına atıfta bulunarak “o zaman
gidin orda çalışın” dedi (KARARI HATIRLAYALIM,
HATIRLATALIM!). Bu arada kapıda soğumakta olan
simitlere kavuşma arzusu büyüyen tüllab alkışlar
ve “Siyasal simitle özgürleşecek”, “Ders çalışmak
hakkımız, simit rızkımız”, “Hepimiz simidiz, hepimiz
poğaçayız” sloganlarıyla kapıya yöneldi. Tüllabın
simitlerle buluşması duygusal anlara sahne oldu.
Simitlere kavuşulmasıyla biten eylemin sonunda tüm
SBF’liler Salı günü saat 17.00’den sonra da suç aletleri
olan kitap, kalem ve simitleriyle kütüphanede ders
çalışma sözü verdiler. Kalan simitler Özel Güvenlikçilere
ikram edildi, ancak bu ikram reddedilince simitler
evinde hazır yemeği olmayan tüllaba dağıtıldı.
sbf<d>der
10
SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ
MÜLKİYE KAMU ÇALIŞMA TOPLULUĞU
“Türkiye’nin En Büyük Kamu Yönetimi Öğrenci Topluluğu”
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr.
Ali Bardakoğlu, Yalım Eralp
gibi önemli isimlerle röportajlar
gerçekleştirdik.
Alev Alatlı, Yalım Eralp ve
Öğretim üyelerimiz; Baskın oran,
Onur Karahanoğulları, Kerem
Altıparmak, Murat Sevinç’ten
internet sitemizde yayınlanmak üzere makaleler
aldık.
İstanbul’a 2 otobüs 80 kişilik bir kafile ile tam
3 günlük bir gezi düzenleyerek, hiç İstanbul’u
görmemiş yada yeterince gezmemiş öğrenci
arkadaşlarımızı bu tarihi kentteki müze - sarayları
gezme ve bu güzide şehrimizi daha yakından tanıma
imkanını sağladık. Ayrıca; İlber Ortaylı ile Topkapı
Müzesini gezdik.
45 Mülkiyeli öğrenciye Bakanlıklarda,
Kaymakamlıklarda ve ilgili kamu kuruluşlarında staj
yapma olanağı sağladık.
Okulumuzun tek akademik – öğrenci dergisi
Epilog’u 2 yıl aradan sonra yeniden hayata geçirmek
için çalışmalara başladık.
• Ülkemizin en büyük 2. ilçesi Çankaya’nın Yerel
Yönetimini ve Mülki Amirini “Çankaya’nın
Kamu Yönetimine Bakışı” isimli panelimizde
Kamu Yönetimi reformu, Kamu Yönetiminde
yönetsel, siyasal, mali alanlarda merkez ve
yerelin görev ve yetki bölüşümü gibi konuları
konuşup tartışmak üzere mülkiyeli öğrencilerle
buluşturduk.
Biz Kimiz ?
Mülkiye Kamu Çalışma
Topluluğu, Siyasal Bilgiler
Fakültesi öğrencileri
arasında işbirliğini sağlamak,
üniversite öğrencisi olmanın
gereklerini yerine getirmek ve bunun gerektirdiği
yükümlülükleri üstlenmek; bunların yanında
belirli mevkilerde görev almış bulunan Siyasal
Bilgiler Fakültesi mezunları ve Siyasal Bilgiler
Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak bulunmuş
kişiler ile fakültemizin halen öğrencisi bulunan
üyeleri arasında iletişim, bilgi alışverişi ve
koordinasyon sağlamak, bu sayede ve çeşitli
kültürel aktiviteler ile görgü ve deneyimlerini
artırarak hem üyelerinin entelektüel
birikimlerine katkıda bulunmak hem de kariyer
planlamalarında onlara yardımcı olmak
amacıyla kurulmuş bir öğrenci topluluğudur.
Mülkiye Çalışma Topluluğu, Fakültemizin
parlayan yıldızı konumundadır. Öğrencilerin
daha üretken olmasını ayrıca; mezunlar,
öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında iletişimin
artmasını hedef edinen topluluğumuz Panel,
gezi ve staj imkanları ile üyelerine bir öğrenci
topluluğundan çok daha fazlasını sunmaktadır.
Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu, Türkiye’nin
sosyal bilimler alanın en önünde giden okulu olan Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin, bu
isme yakışır en iddialı topluluğu olarak ve
Türkiye’de ki diğer öğrenci topluluklarına da
liderlik yaparak önemli bir misyonu üstlenmiştir
2008 – 2009 yılı Etkinlik Takvimimiz
Neler Yapıyoruz ?
Neler Yaptık ?
Türkiye’de ilk defa öğrencilerin tüm araştırma ve
çalışmalarını www.mulkiyekamu.org adresinde
toplayarak, bu birikimi Türkiye’nin dört bir yanında
ki öğrencilerle buluşturduk.
İnternet sitemizde Abdüllatif Şener, Fikret Bila,
www.mulkiyekamu.org da ziyaretçi sayımız 20
bini aştı, Türkiye’nin dört bir yanında ki üniversite
öğrencilerinden tebrik ve topluluğumuza katılma
isteklerini bildiren mailler aldık.
Üye sayımız 120’yi aştı. Üyelerin tamamına
11
etkinliklerimizin bildirimi için ulaşabileceğimiz mail
grubumuz oluşturuldu.
Yaz döneminde ki yoğun çalışmalarımız
sonucu Epilog Dergisi 5. sayısı hazırlandı.
Epilog’un mayıs ayında çıkacak 6. Sayısı için
çalışmalara başlayacağız.
Muğla ilimize 2 otobüs 80 kişilik bir kafile ile
tam 3 günlük bir gezi düzenleyerek, Turistik
Bir Bölgede Valilik sistemine ilişkin Muğla
Valisi Dr. Ahmet Altıparmak’tan bir brifing
alıp, Valiliğin ve ilçe kaymakamlıklarının
çalışmalarını gezerek göreceğiz.
Yeni Kamu Yönetimi anlayışının tartışılacağı
2 günlük bir Çalıştay düzenleyeceğiz.
Türkiye’nin ilk kadın valisi Lale Aytaman ile
“İğneli Koltukta 4.5 Yıl” isimli bir söyleşi
gerçekleştireceğiz.
Yıl içinde ve yaz tatilinde Mülkiye’li
öğrencilere staj olanakları sunacağız.
İnternet sitemizde yayınlanmak üzere
Akademi, Medya, Siyaset dünyasının önemli
isimleri ile röportajlar gerçekleştireceğiz.
Eğitim Öğretim yılını ikinci devresinde; yerel
seçimler konferansı ve öğrenci kongresi gibi
iki büyük etkinliği gerçekleştireceğiz.
Ve daha hazırlığı süren bir çok etkinlik, panel,
gezi
Etkinlik Takvimi
Bahar Yarı Yılı
Yerel Seçimler Konferansı
Öğrenci Kongresi
Epilog Dergisi 6. Sayısının Mayıs ayında
Yayınlanması
Ve hazırlığı süren daha bir çok aktivite…
Epilog Dergisi
Epilog Dergisi, kamu yönetimi bölümü ile özdeşleşen
ve Mülkiyeli öğrencilerin yoğun çalışmaları
sonucunda yayınlanan okulumuzun tek Akademik –
Öğrenci dergisidir. Epilog dergisi, sınırları Mülkiye
ile kalmayıp, Siyasal Bilgiler Fakültesi tarafından
tüm kamu kuruluşlarına ve üniversitelerin ilgili
bölümlerine gönderilmektedir. Şimdiye kadar 4 sayısı
çıkmış olan Epilog, iki yılı aşkın bir sürenin ardından
Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu tarafından
yeniden yayın hayatına hazırlanıyor. Kasım ve Mayıs
aylarında çıkacak sayılarımızla, Epilog’u fakültemize
kazandırmanın heyecanın hep birlikte yaşayacağız.
Staj Olanakları
Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu, her yıl onlarca
öğrenciye kamu kurum ve kuruşlarında staj olanağı
sağlıyor. Geçen yıl 45 öğrenciye staj imkanı
sağlayan topluluğumuz, bu yıl bu sayıyı hem staj
yapılan kurumlar ve staj yapacak öğrenci sayısı
bakımından artırmayı hedeflemektedir.
www.mulkiyekamu.org
Güz Yarı Yılı
Türkiye de ilk defa öğrencilerin tüm araştırma
ve çalışmalarını bir internet sitesinde topladık.

14 Ekim Salı T a n ı ş m a Topluluğumuzun etkinliklerinin duyurulduğu,
Toplantımız
röportajların yayınlandığı, öğrenci – öğretim üyesi

17 – 20 ekim 2 Gece 3 Günlük ve akademi dünyası dışından önemli isimlerin
çalışmalarını bizlerle paylaştığı son derece önemli
Muğla Gezisi

15-16 Aralık Çalıştay – “Yeni bir çalışma. Ayrıca her hafta bir edebiyat, birde
edebiyat dışı 2 kitap olmak üzere, haftanın kitap
Kamu Yönetimine eleştirel Bir Bakış”
önerileri bölümünü öğrenci arkadaşlarımızla

17 Kasım
E p i l o g paylaşıyoruz. Sitemizde şuana dek 20 bini aşkın
dergisinin 5. Sayısının yayınlanması
misafiri konuk ettik. Sitemizin üst tarafında yer alan

3 Aralık
Türkiye’nin ilk “kayıt ol” sekmesinden üyelik gerçekleştirerek,
Kadın Valisi Lale Aytaman ile Söyleşi
tüm etkinlik ve duyurularımızdan haberdar
olabilir, site üyelerimize özel aktivitelerimizden
yararlanabilirsiniz.
12
albümlerden
MEHMET ÖZER (KAMU YÖNETİMİ1978-1986)
13
14
mülkiyeli şairler
SEZAİ KARAKOÇ
Kara Yılan
Güneşin yeni doğduğunu sana haber
veriyorum
Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını
Ve bütün varlığımla kara yılan seni
çağırıyorum
Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt
içmeğe
Pamuğun ağırlığını yapan dağın
hafifliğini
Sana haber veriyorum yeni doğduğunu
güneşin
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben
güneyli çocuk
Günahlarım kadar ömrüm vardır
Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum
Saçlarımı acının elınde unutuyorum
Parmaklarımdan süt içmeğe çağırıyorum
seni
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben
güneyli çocuk
1933 yılında Ergani (Diyarbakır)’de doğdu. Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve
İktisat Bölümü’nü bitirdi (1954). Maliye müfettiş
yardımcılığı ve gelirler kontrolörlüğü görevlerini
yaptı (1956-1965). İstifasının ardından gazetecilik ve
yayıncılık işlerine girişti. Sonra yeniden gelirler
kontrolörlüğündeki görevine döndü (1971-1974).
1974 sonrası yeniden devlet memurluğu görevinden
ayrılarak gazetecilik ve yayıncılığa başladı.
Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde
aşkı
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi
taşıyorum
Gelmiş dayanmışım demir kapısına
sevdanın
Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi
yaşıyorum
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi
taşıyorum
Öğrencilik yıllarında Şiir Sanatı adlı iki sayılık kısa
ömürlü bir dergi çıkardı. Daha sonra adı kendisiyle
özdeşleşen Diriliş adlı dergiyi çeşitli aralıklarla
yayımladı.
İkinci Yeni akımı doğrultusunda geleneksel İslam
kültürü ile eski Türk ve Ortadoğu uygarlıklarından
beslenen çarpıcı, mistik, özgün şiirler yazdı.
Seni süt içmeğe çağırıyorum
parmaklarımdan
Kara yılan kara yılan kara yılan kara
yılan
15
çeviriler
DÜNYA GIDA KRİZİ: NEDENLERİ VE ÇÖZÜMLERİ
Fred Magdoff
2008’de dünyada ağır bir gıda krizi çıktı. Bu kriz,
milyarlarca insanı aç bırakan ve kötü beslenmesine
yol açan daha uzun süreli bir tarım ve gıda krizinin
zirve noktasıdır. Bugün olanları anlamak için bu
kısa ve uzun dönemli krizler arasındaki etkileşime
bakmak gerekir. Bu iki kriz de asıl olarak gıda, lif
ve şimdi de biyoyakıtların kar için üretiminden ve
bunun sonuçta yarattığı gıda ve insanlar arasındaki
kopuştan ortaya çıkar.
Krizden önceki “rutin” açlık
Birleşmiş Milletler bugün dünyada yaşayan 6
milyardan fazla insandan yaklaşık 1 milyarının
kronik açlık çektiğini tahmin ediyor. Ama sadece
kaba bir tahmin olan bu rakam, vitamin ve
besin yetersizliği çekenleri ve başka şekillerde
kötü beslenenleri içermiyor. Kötü beslenen ve
hayati öneme sahip besinlerden yoksun olanların
toplamından oluşan gıda güvenliğinden yoksun
kişilerin toplamı ise muhtemelen 3 milyara, yani
insanlığın yarısına yakın. Durumun vahameti
yaklaşık bir yıl önce, BM’nin günde yaklaşık 18
bin çocuğun yetersiz beslenmenin doğrudan ya da
dolaylı sonuçları nedeniyle öldüğü tahmini ile daha
açık bir biçimde ortaya kondu. (Associated Press,
February 18, 2007).
İnsanların aç olmasının sebebi nadiren gıda
kıtlığıdır. Bu durum, en açık biçimde, nüfusun
ihtiyacından fazla gıda maddesi üretilmesine rağmen
açlığın hala önemli bir sorun olmaya devam ettiği
ABD’de görülebilir. ABD Tarım Bakanlığı’na
göre, 2006’da 13 milyonu çocuk olmak üzere
35 milyondan fazla insan gıda güvenliğine sahip
olmayan ailelerde yaşıyordu.
Açlık ve kötü beslenme daha büyük bir temel
sorunun belirtileridir – kar ve üretim tanrısından
başka tanrı tanımayan bir ekonomik sistemdeki
yoksulluk. Dünyadaki neredeyse tüm ülkelerde gıda
maddeleri, tıpkı otomobiller elbiseler, kalemler,
kitaplar, elmaslar ve benzeri gibi sadece başka
bir meta olarak görülür. Kapitalist ilişkilere göre
insanların hiçbir uygun beslenme, barınma ve tıbbi
bakım hakkı yoktur. Tıpkı diğer metalarda olduğu
gibi, ekonomistlerin deyimiyle “etkin talebi”
olmayan insanlar yeterince besleyici gıda alamazlar.
Elbette bu durumda “etkin talep” eksikliği,
yoksulların ihtiyaç duydukları kadar gıda alacak
16
paraları olmaması anlamına gelir.
İnsanların gıdaya “biyolojik olarak ihtiyaç
duyarlar”- hepimizin yaşamak için tıpkı su ve
havaya olduğu gibi gıdaya da ihtiyacımız vardır.
Birçok insanın bu biyolojik ihtiyacını tamamıyla
karşılamaktan uzak olması kapitalist toplumun
sistematik bir gerçeğidir. Bazı zengin ülkelerde,
özellikle Avrupadakilerde devletin yoksulların
beslemesine yardım ettiği doğrudur, ama
kapitalizmin işleme biçimi içsel olarak, insani varlığı
için temel ihtiyaçlarından sürekli biçimde mahrum
kalan bir aşağı tabaka yaratır.
Çağımızda, savaş ve insanların yerlerinden
sürülmelerinin neden olduğu ağır açlık dışında,
görece daha az insan gerçekten açlıktan ölmektedir.
İnsanların birçoğu sürekli biçimde kötü beslenmekte,
ardından da ömürlerini kısaltan ve sefalet içinde
yaşamalarına neden olan çeşitli hastalıklarla
uğraşmaktadırlar. Kötü beslenme felaketi çocukların
zihinsel ve fiziksel gelişmelerini engellemekte
ve yaşamlarının geri kalanında onlara zarar
vermektedir.
Elbette yoksul ülkelerde de yaygın ve sürekli bir
açlığın yanısıra, israf edilmiş ve yanlış dağıtılmış
gıda arzının olması da görülmedik bir şey değildir.
Ağır ve Büyüyen Kriz: Büyük 2008 Açlığı
Tarihin bu anında, yukarıda ele alınan “rutin”
açlığın yanı sıra, aynı anda iki ayrı küresel gıda krizi
yaşanmaktadır. İlk olarak, yaklaşık iki yıldır süren
ve her geçen gün daha da ağırlaşmakta olan şiddetli
ve ağır (akut) gıda krizini tartışacağız. Bu krizin
ağırlığı tartışma götürmez. Bu kriz, dünya çapında
kötü beslenen insanların sayısını hızla artırdı. Geçen
yıl içindeki artan açlıkla ilgili istatistik verileri henüz
elimizde olmamakla beraber, birçok insanın (bu
kriz nedeniyle) vaktinden önce öleceği veya başka
şekillerde zarar göreceği çok açık. (…) Temel tahıl
ürünlerinin (mısır, buğday, soya fasulyesi, pirinç ve
yemeklik yağ) dünya fiyatlarının aynı anda ve hızla
artışı insanlığın büyük bölümü üzerinde yıkıcı etkiler
gösteriyor.
Dünya pazarında ticareti yapılan 60 tarımsal
ürünün fiyatı geçen yıl yüzde 37 ve 2006’da yüzde
14 arttı (New York Times, January 19, 2008). Tahıl
fiyatlarındaki artış 2006’nın sonbahar başlarında
başladı ve birkaç ay içinde yüzde 70’e yakın artış
gösterdi. Buğday ve soya fasulyesi fiyatları da hızla
fırladı ve şu anda rekor düzeyde. Birçok yoksul
ülkede zorunlu gıda maddelerinden biri olan (asıl
olarak soyafasulyesi ve palmiye yağından yapılan)
yemeklik yağların fiyatı da geçen yıl yüzde yüzden
fazla arttı. (“High Rice Cost Creating Fears of Asia
Unrest,” New York Times, March 29, 2008).
Fiyat artışının nedenleri
Bu fiyat artışlarının nedeni yeterince açık. İlk
olarak petrol fiyatlarındaki artışın doğrudan ya da
dolaylı etkileri var. Bu artış ABD, Avrupa ve başka
birçok ülkede yakıt -biyoyakıt ya da (tarımsal
yakıt) denen- olarak kullanılabilecek tahılların
ekilmesini artırdı. Böylece etanol üretmek için
mısır ekmek veya dizel üretmek için soyafasulyesi
ve palmiye yağı üretmek, bu ürünlerin gıda olarak
kullanılmasına karşı doğrudan rekabet oluşturdu.
Geçen yıl ABD’de bütün mısır rekoltesinin yüzde
20’den fazlası etanol ürütmek için kullanıldı.
Gelecek 10 yılda ABD’deki mısır rekoltesinin üçte
birinin etanol üretimi için kullanılacağı tahmin
ediliyor (Bloomberg, February 21, 2008) Buna ek
olarak, büyük ölçekli ticari tarımdaki birçok girdi
petrole ve doğal gaza bağımlıdır.
Mısır ve soya fasulyesi ve yemeklik soya
yağı fiyatlarının artmasının ikinci nedeni Latin
Amerika, Asya ve özellikle Çin’de orta sınıfların et
taleplerindeki artıştır. 1961’de dünya toplam et arzı
71 milyon tondu. 2007’de bunun 284 milyon ton
olduğu tahmin ediliyor. Bu arada kişi başına
et tüketimi iki kattan fazla arttı. Gelişmekte olan
ülkelerde ise son yirmi yıl içinde kişi başına et
tüketimi 2 kat daha hızla arttı. (New York Times,
January 27, 2008.) Et üretmek için hayvanlara daha
fazla tahıl yedirmek tahıl stokları üzerinde giderek
artan bir baskı oluşturuyor.
Dünya gıda fiyatlarındaki büyük artışın üçüncü
nedeni, (gıda konusunda) kendi kendine yeterli,
yani gıda ithal etmeyen birkaç anahtar ülkenin şimdi
büyük miktarda gıda ithal ediyor olması. Hindistan
17
gibi ülkeler gıda ithal etmeye başladığında gıda
fiyatları fırladı. Ayrıca bazı kalkınma
projeleri nedeniyle pirinç ekilen bölgelerde artık
pirinç ekilmemesi de fiyat artışlarına kısmen katkıda
bulundu. Buğday ve pirinç fiyatlarındaki artışların
bazı nedenleri de iklimle
ilgili. En büyük tahıl
ihracatçısı ülkelerden
biri olan Avustralya’daki
kuraklık ve diğer
ihracatçılardaki
düşük rekolteler
buğday fiyatlarını
büyük oranda etkiledi.
2007’de Bangladeş’te
meydana gelen kasırga
bu ülkenin 600 milyon
dolarlık pirinç ürününün
yokolmasına, bu da
pirinç fiyatlarının
yaklaşık yüzde 70
artmasına yolaçtı.
(The Daily Star
[Bangladesh], February
11, 2008). Borsalardaki
spekülasyonlar ve
stokçuluk da gıda
maddelerinin fiyatlarının
artmasına neden oluyor.
Tepkiler
Krize tepkiler gösteri ve ayaklanmalar ve
hükümet politikalarında değişiklikler biçiminde
ortaya çıktı. Son birkaç ayda gıda fiyatlarındaki
artışları protesto için Pakistan, Gine, Moritanya, Fas,
Meksika, Senegal, Özbekistan ve Yemen de dahil
birçok ülkede gösteriler yapıldı. Çin temel
gıdalarda fiyat kontrolü başlatırken Rusya süt,
ekmek, yumurta ve yemeklik yağ fiyatlarını 6
aylığına dondurdu. Mısır, Hindistan ve Vietnam
pirinç ihracatını ya yasakladı ya da sıkı kontroller
getirdi. Dünyanın en büyük buğday ithalatçısı olan
Mısır gıda yardımı alma hakkı bulunan insanların
sayısını artırarak 10 milyonun üzerine çıkardı.
Ancak bu gıda açığını giderme çabaları asıl
olarak sorunun çözümü üzerinde küçük etkilere
sahip. Gıda krizinin
etkileri bütün dünyada
gerçekten zengin olanlar
dışında bütün toplumsal
sınıflarda hissedildi. BM
Dünya Gıda Programı
Başkanı Josette Sheeran,
durumu şöyle tanımlıyor:
“Bu açlığın yeni bir yüzü
... Raflarda gıda var ama
insanlar satın alamayacak
duruma düşerek pazarın
dışına atıldılar. Daha
önce açlığın görülmediği
kentsel bölgeler bile
krizden etkilenmeye
açık. Daha önce böyle
bir şey görülmeyen
ülkelerde açlıktan dolayı
ayaklanmalar oldu.”(The
Guardian, Feb. 26, 2008).
Afrika ve Asya’daki
birçok ülke, açlık geniş
biçimde yayılırken, krizden ağır biçimde etkilendi.
Ama sadece bu ülkeler değil, bütün ülkeler şu ya da
bu oranda krizden payını aldı. Fiyatların yumurtada
yüzde 38, sütte yüzde 30, marulda yüzde 16 ve
beyaz ekmekte yüzde 12 arttığı ABD’de birçok insan
daha ucuz ürünlere yöneldi. 30 Ocak 2008 tarihli
Wall Street Journal’de yayınlanan bir haberin başlığı,
“Yüksek Gıda Fiyatları Tüketicileri Sıkıştırmaya
Başladı” şeklinde idi. Ekonomik gerileme ABD’nin
birçok bölgesinde hissedilmeye başlandı ve
hükümetin değişik gıda yardımı programlarına
başvuranların sayısı arttı. (As Jobs Vanish and Prices
Rise, Food Stamp Use Nears Record, New York
Times, March 31, 2008). Ama gıda fiyatlarındaki
artış aynı zamanda bu programlardan sağlanan
18
toplam gıda yardımlarının miktarını da azalmaya
zorladı. Dolayasıyla 5 yıl önce gıda yardımı
programlarında 242 milyon dolarlık gıda yardımı
yapılırken, bu geçen yıl 58 milyona düştü.
yoksul ülkelerinde çalışan bazı batılı STÖ’lerin
önerdiği ya da zorladığı “neoliberal” politikaları
uygulamalarından sonra daha da zorlaştı. Neoliberal
politikalar, hükümetlerin çiftçilere verdiği gübre
sübvansiyonlarını durdurmasını, tarımsal ürünlerin
nakliye ve depolanması işinden el çekmesini ve
Uzun dönemli gıda krizi
çiftçileri kendi başına bırakmasını salık verir. Ayrıca
Yapısal yani uzun dönemli gıda krizi daha
hükümetlerin yoksullara gıda yardımı yapmasına
da önemli. Yapısal gıda krizi onyıllardır devam
da karşıdır. Bu mantık 2007’de Haiti’deki gıda krizi
ediyor ve bugünkü ağır (akut) gıda krizine
oluşmaya başladığında çıplak biçimde iş başındaydı.
katkıda bulunmanın yanısıra, bu kriz tarafından
Haiti Ticaret ve Sanayi Bakanı “Müdahale edip
güçlendirildi. Aslında
fiyatları donduramayız,
üçüncü dünya
çünkü serbest pazar
ülkelerindeki bu
düzenlemelerine bağlı
Dünyadaki hemen her ülkenin, ülkedeki kalmak zorundayız”
yapısal tarım ve gıda
krizi, yaşanan kısa
diyordu. (Reuters,
bütün insanların sağlıklı beslenmesine
dönemli gıda krizinin
December 9, 2007).
yetecek kadar toprağı, suyu ve iklimsel
bu kadar ağır ve sistem
Bu sömürgeci
kaynakları var. Buna ek olarak, birçok
içinde çözülmesini bu
Britanya’nın İrlanda
ülkede bilgi ve tahıl çeşitlenmesi de
kadar zor olmasının
patates kıtlığına ve
mevcut;
dolayısıyla
uygun
destek
asıl nedeni.
1800’lerin sonunda
verilmesi durumunda çiftçiler yeteri kadar Hindistan’da çıkan
Üçüncü dünyada
kıtlıklara karşı
yüksek tahıl rekoltesi elde edebilirler.
kırsal bölgelerden
uyguladığı politikanın
kentlere büyük bir
aynısıdır.
göç yaşandı. İnsanlar
kırsal bölgeleri
Elbette bu ideolojinin gerçeklikte bir temeli
toprakları olmadığı için terketti. Çoğunlukla
yoktur ve sözde serbest pazar, yoksulluk ve açlığı
toprakları tarım endüstrisinin zorlamaları nedeniyle
önlemek için bir mekanizma olarak kesinlikle
çalındı, ürünlerine verilen düşük fiyatlar nedeniyle
kullanılamaz. Ayrıca bu ideolojinin çekirdek
topraklarından oldular. Daha iyi bir hayat bulmak
kapitalist ülkelerin tarihsel olarak yaptıklarının
için kentlere gittiler, ama daha zor yaşam koşulları
ve bugün fiili olarak yapmakta olduklarının tam
ile karşılaştılar: gecekondularda yaşanan bir hayat,
karşıtını oluşturduğunu da daima aklımızda
yüksek işsizlik ve gizli işsizlik. Çoğu enformel
tutmalıyız. Örneğin ABD hükümetleri yüzyıldan
ekonomide al-sat işiyle uğraşarak hayatta kalmaya
fazla bir süredir çiftçileri birçok şekilde
çalıştı. Kentlerde yaşayan 3 milyar insandan 1
desteklemişlerdir. Ayrıca ABD, Avrupa ve
milyarı, yani üçte biri gecekondularda yaşıyor.
Japonya’nın, endüstriyel ekonomilerini koruyucu
Bu kitlesel ve sürekli göçün, köylülerin
topraklarından zorla atılmaları ve topraksız
olmalarına ek olarak temel etmenlerden birisi,
küçük çiftçi olarak yaşamalarının zor olmasıdır.
Küçük çiftçi olarak yaşamak özellikle ülkelerin
IMF, Dünya Bankası ve hatta üçüncü dünyanın
politikalara ek olarak sanayiye doğrudan destek
içeren bir dizi programla geliştirdiklerini vurgulamak
gerekir.
Üçüncü dünya ülkelerinin hükümetlerinin küçük
çiftçileri ve tüketicileri desteklemeye son vermesinin
19
etkisi, bu ülkelerdeki yoksulların hayatının daha da
zorlaşması demektir. Dünya Bankası’nın hazırlattığı
bağımsız bir raporda, “Birçok reform uygulayan
ülkede, özel sektör kamu sektörünün çekildiği
yerlerde boşluğu doldurmak için atım atmadı”
deniyor. (New York Times, October 15, 2007).
eden çiftçilerin sayısının 25 bini bulduğu tahmin
ediliyor.
Serbest pazar ideolojisinin daha da ağırlaştırdığı
bir dizi faktör insanların sürekli kırları terkedip
onlara verecek iş olmayan kentlere gitmesine yolaçtı.
Ve şimdi gecekondularda yaşayan ve kendi gıda
ürünlerini yetiştirmek için toprakları olmayanlar
dünya gıda fiyatlarının insafına kalmış durumdalar.
Dünya’da açlığı bitirmek kavramsal olarak
oldukça basittir, ama bunu fiilen hayata geçirmek
basit olmaktan oldukça uzaktır. İlk olarak, sağlıklı
ve çeşitlendirilmiş bir beslenme rejimine (diyet)
sahip olmak temel insan haklarından biri olarak
tanınmalıdır, ki açıkça öyledir. Hükümetler
kendi halkları arasında açlığı sona erdirmeyi bir
yükümlülük olarak kabul etmek zorundadırlar ve bu
yükümlülüğü yerine getirmek için zorlayıcı tedbirler
almalıdırlar. Birçok ülkede şu anda bile bütün nüfusu
yüksek beslenme rejiminde beslemeye yetecek
kadar gıda vardır. Bu elbette çok miktarda gıdanın
üretildiği ABD’de daha da açıktır. ABD’de gıda
bolluğu varken bu kadar çok yoksulun aç olması,
yetersiz beslenmesi ve gelecek öğünlerini nerede
bulacaklarını bilmemesi neredeyse suç teşkil eden
bir durumdur.
Artan tahıl fiyatları Amazon’da ormanların
yokolmasını da hızlandırdı. 2007’nin son beş
ayında 1,250 km kare orman yokedildi. Buna ek
olarak muazzam büyüklükteki tarım alanları ya
Geçen yıl Afrika’daki bir ülke, Malavi kendilerine konut projeleri ya da zenginlerin golf kulüpleri için
yapılan bu tür tavsiyelere kulak asmayıp tam aksini
kullanıldı.
yapmaya karar verdi. Hükümet gübre ve tohum için
Çin’de 2000-2005 yılları arasında kalkınma
sübvansiyona tekrar başladı; çiftçiler daha fazla
gübre kullandı, rekolte arttı ve ülkedeki gıda durumu programlarında kullanılmak üzere ayrılan tarımsal
arazilerin yıllık ortalama büyüklüğü 10 bin 522 km
büyük ölçüde iyileşti. (New York Times, December
kare (2.6 milyon akre) idi.
2, 2007). Aslında Zimbabve’ye bir miktar gıda
ihracatı bile yaptılar.
Dünya’da açlığı bitirmek
Sürekli kriz derinleşiyor
Gıda fiyatları arttığında çiftçilerin durumunun
daha iyi olması ve pazarın ortaya çıkardığı “talebi”
karşılamak için daha fazla üretim yapmaları
mantıklı görünür. Bir dereceye kadar bu doğrudur
- özellikle de büyük ölçekli üretimin bütün fiziksel
ve mali avantajlarından yararlanabilecek çiftçiler
için. Ancak, tarımsal üretimde kullanılan herşeyin
maliyeti de arttı, bu nedenle de çiftçilerin kardan
kazançları beklendiği kadar büyük değil. Bu
özellikle giderek daha da pahalanan tahıllarla
hayvancılık yapan çiftçiler için özellikle ağır bir
sorun.
Buna ek olarak küçük ve geçimlik tarım yapan
çiftçiler için gelişmeler otomatik olarak iyi değil.
Bu çiftçilerin çoğu borç batağına o kadar saplanmış
durumdalar ki, tekrar ayaklarının üzerinde durmaları
çok zor. Hindistan’da geçen yıl bu çıkmazdan
kurtuluşun başka yolunu göremedikleri için intihar
Kısa vadede her bir ülke, elindeki bütün
kaynaklarla artan ağır açlığı ve yetersiz beslenmenin
yolaçtığı acil durumu ele almalıdır. Herne kadar
büyük miktarda besin ve toz haline getirilmiş süt
dağıtımı sorunun çözümünde bir rol oynayacak olsa
da, ülkeler Venezuela’nın bütün yoksul mahallelerde
beslenme evleri kurarak yaptığı yeniliği örnek
almayı düşünebilirler. Halk hükümetin gerçekten
kendilerine yardım etmeye çalıştığına inanırsa
20
ve kendi sorunlarına bir çözüm bulmaya ya da
çözüme yardımcı olmaya teşvik edilirlerse, bu
bir şevk ve gönüllülük patlaması ile sonuçlanır.
Örneğin, Venezuela’nın beslenme programında
gıda ürünleri hükümet tarafından karşılansa da,
yoksullar, çocuklar ve yaşlılar için yemekler büyük
oranda gönüllüler tarafından hazırlanmakta ve
dağıtılmaktadır. Buna
ek olarak Venezuela,
temel gıda ürünlerinin
marketlerdekinden
önemli oranda daha
ucuz satıldığı bir
mağazalar zinciri de
kurdu.
Tarım üçüncü dünyanın en önemli önceliklerinden
biri haline gelmek zorundadır. Hatta Dünya Bankası
bile hükümetlerin ülkelerinde tarımı desteklemesinin
önemini vurgulamaya başladı. Dünya Bankası Genel
Direktörü Dr. Ngozi Okonjo-Iweala, “Dünya politika
belirleyicileri mali krizlere odaklanmış olsa da, asıl
kriz açlık ve kötü beslenmedir. Dünyanın dikkatini
çekmesi gereken asıl
kriz budur. Dünyanın
yoksul insanlarının
yüzde 75’inin
köylü olduğunu
ve geçimlerini
sağlamalarının
tarıma bağlı
olduğunu biliyoruz.
Tarım bugün her
zamankinden daha
fazla açlık ve kötü
beslenmeyle mücadele
ve sürdürülebilir
kalkınma ve
yoksulluğun
azaltılmasına yardımcı
olmanın temel bir
aracıdır (All-Africa
Global Media,
February 19, 2008).
Brezilya 2003’de
en yoksul insanların
durumunu hafifletmek
için bir program
başlattı. Brezilya’da
ulusal hükümet
nüfusunun yaklaşık
dörtte birine Bolsa
Familia (Aile Fonu)
programı çerçevesinde
doğrudan para
yardımı yapıyor.
Bu programda ,
aile bireylerinin her
Dünyadaki hemen
birinin günlük geliri 2
her ülkenin, ülkedeki
dolardan az olan her
bütün insanların
aile, her aile bireyi
sağlıklı beslenmesine
için ayda 53 doları
yetecek kadar toprağı,
bulan yardım alıyor. (The Economist, February 7,
suyu ve iklimsel kaynakları var. Buna ek olarak,
2008). Bu nakit yardım, ailenin çocuklarının okula
birçok ülkede bilgi ve tahıl çeşitlenmesi de mevcut;
gitmesine ve ulusal aşı programına katılmasına bağlı. dolayısıyla uygun destek verilmesi durumunda
çiftçiler yeteri kadar yüksek tahıl rekoltesi elde
Küba’da ve diğer ülkelerde kentsel bahçeler
edebilirler.
kentlilerin gıda ürünleri yetiştirmesi ve gelir
kaynağına sahip olması için başarılı biçimde
Çeşitlendirilmiş tarımsal üretim hayati iken,
kullanılıyor.
geçmişte daha çok ihraç edilebilir tahılların
üretimine önem verildi. Bu bir ülkenin ödemeler
21
dengesinin düzelmesine yardım etmekle birlikte,
ihracata yönelik tarım ne herkese yetecek kadar gıda
ürünü elde edilmesini garanti eder ne de sağlıklı
bir kırsal çevreyi destekler. İhracata yönelik tarım,
soya fasulyesi gibi temel ürünlere ek olarak aynı
zamanda, doğal olarak, yerel nüfusun ihtiyaçlarını
karşılayacak geçimlik tahılların üretiminden çok
ihraç pazarlarının talep ettiği yüksek fiyatlı, lüks
(yoksul bir üçüncü dünya ülkesinin temel gıda
ihtiyaçları bakımından lüks) tahılların üretimine yol
açar.
“Gıda güvenliği” hedefini gerçekleştirmenin en
iyi yolu, kooperatiflerde veya kendi hesaplarına
çalışan ve sürdürülebilir teknikler kullanan küçük
çiftçilerin her ülkenin kendi sınırları içinde yeterli
miktarda doğru tür gıda ürünlerini üretmesidir. Bu
şekilde ülke nüfusu belki dünya pazarındaki fiyat
dalgalanmalarından en azından kısmen korunmuş
olur. Bu elbette aynı zamanda toprakların gıda
üretiminden alınıp biyo-yakıt pazarları için tahıl
üretimine verilmemesi anlamına gelir.
Bunu yapmanın ve aynı zamanda kentlerin
gecekondularına yığılmış çok sayıda insanın
sorunlarının çözümüne yardım etmenin yollarından
biri, anlamlı bir tarım reformu yoluyla toprak
sağlamaktır. Ama toprak tek başına yeterli olmaz.
Tarımsal üretime başlayan ya da yeniden dönen
çiftçilerin gıda ürünleri üretmek için teknik
ve mali desteğe ihtiyaçları olacaktır. Buna ek
olarak, dostluğu teşvik etmek ve geliştirilen yeni
toplulukları sağlamlaştırmak için kooperatif ve
topluluk konseyleri gibi toplumsal destek sistemleri
geliştirilmelidir. Ayrıca kentlerde yaşayan insanların
kırsal bölgelere gidip çiftçi olmasını teşvik etmenin
başka bir yolu, yurtseverlik duygularına başvurmak
ve onların, ülkelerinin gıda konusunda kendine
yeterliliği kazanması, yani uluslar arası tarımsal
sanayi şirketlerinden bağımsız olması ve yeni bir
gıda sistemi kurmanın ve ülkenin bütün halkına
sağlıklı bir gıda sağlamanın gerçek öncüleri olduğu
fikrini yerleştirmektir. Bu öncü çiftçilerin, toplumun
geri kalanı ve hükümet tarafından ülkelerinin
geleceği ve nüfusun iyiliği için hayati olarak
görülmeleri gerekir. Ve hak ettikleri şekilde büyük
bir saygı görmelidirler.
Sonuç
Gıda bir insan hakkıdır ve hükümetler
halklarının iyi beslendiğini garanti altına almakla
yükümlüdürler. Buna ek olarak, açlığı sona
erdirmenin bilinen yolları vardır- mevcut kritik
durumla mücadele etmek için acil önlemler, kentsel
bahçeler, çiftçiler için tam bir destek sistemini de
içeren tarımsal reformlar ve çevreyi zenginleştiren
sürdürülebilir tarımsal teknikler dahil. İnsanların
gıdaya erişimi konusundaki mevcut sistem ülke
içinde ve ülkeler arasındaki çok eşitsiz ekonomik
ve siyasi güç ilişkilerini yansıtıyor. Sürdürülebilir
ve güvenli bir gıda sistemi insanlar arasında farklı
ve çok daha eşit ilişkileri gerektiriyor. Yoksullar
ve çiftçilerin kendileri gıda güvenliğini sağlama
çabalarının her yönüne ne kadar çok katılırlarsa ve
süreç içinde ne kadar çok harekete geçirilirlerse,
kalıcı gıda güvenliği sağlama şansı o kadar fazla
olacaktır. Yoksulluk ve açlıkla mücadele konusunda
çok şey yapmış bir ülke olan Venezuela’nın Devlet
Başkanı Hugo Chavez’in dediği gibi, “Evet,
yoksulluk ve sefaleti sona erdirmek önemlidir, ama
daha önemlisi yoksullara kendileri için mücadele
edebilmeleri için iktidar (yetki) vermektir.”
kaynak: http://www.monthlyreview.
org/080501magdoff.php
Kısaltarak çeviren: Ergun Duman
22
konuk yazar
LATİN AMERİKA GÜNLÜKLERİ-2
TUPAMAROSLARDAN “NEO-LİBERAL” VÁZQUEZ’E URUGUAY[*]
Sibel Özbudun
“Geçmişi değiştiremezsin ama,
gelecek daha elinin içindedir.”[1]
176.215 km²’lik yüzölçümüyle Surinam ve Fransız Guyana’sından sonra Güney Amerika’nın en küçük
ülkesi olan Uruguay, ya da, Uruguay nehrinin doğu yakasında yer almasına atfen, İspanyolca resmî adıyla
República Oriental del Uruguay (Uruguay Doğu Cumhuriyeti), Güney Amerika’nın güneydoğusunda;
kuzeyde Brezilya, batı ve güneybatısında Arjantin, güneydoğusunda Atlantik Okyanusu’yla çevrilidir. 3.46
milyonluk nüfusunun 1.7 milyonu başkent Montevideo’da yaşamaktadır.
Uruguay adının etimolojisi konusunda üç yorum bulunmaktadır:
i) “Uru’nun nehri”, ya da “Uru diyarının nehri”: Felix de Azara’ya atfedilen yoruma göre ülkenin adı
Uruguay nehri dolaylarında “kuş” anlamına gelen urú sözcüğünden türetilmiştir (uru=”kuş”, gua = “yeri”, y
= “su”)
ii) Juan Zorrilla de San Martín’e atfedilen şiirsel bir yorumla, “Renkli, ya da ‘boyalı’ chinchillalar (kuşlar)’ın
nehri”.
iii) Yiyecek getirenlerin nehri”; Cizvit Lucas Marton’un yazdığı eski bir belgenin ortaya çıkmasından sonra
yaygınlaşan anonim bir yorum.
URUGUAY’IN KISA TARİHİ
Bugün Uruguay olarak anılan toprakların ilk sakinleri, Paraguay Guaranílerinin güneye doğru sürdüğü avcıbalıkçılıkla geçilen Charrúa halkıydı ve İspanyollar bölgeye ulaşmadan önce nüfusları 5 ila 10 000 olarak
hesaplanmaktadır.
İspanyolları bol miktarda yiyecekle karşılayıp kadınlarını ikram eden Paraguay Guaranílerinin tersine,
Charrúalar bölgeye nüfuz etmeye çalışan Avrupalı kaşiflerin korkulu rüyasıydı; bu nedenledir ki bu
topraklara beyazların nüfuzu daha gecikmeli gerçekleşti. Uruguay topraklarına ilk kez 1536’da ayak basan
Avrupalılar XVI. ve XVII. yüzyıl boyunca ülkede az sayıda yerleşim kurdular. Ancak İspanyol çiftçilerin
XVII. yüzyıl başlarında büyük sığır çiftlikleri kurmaya başlaması, altın ve gümüş yoksunu bölgenin kaderini
değiştirecekti. Büyük sığır çiftçileri Uruguay topraklarını istila ettikçe Charrúalar, yerlerini Brezilyalı
acımasız köleci efendilerinden kaçarak Montevideo dolaylarına sığınan Afrika kökenli siyahîlere bırakarak,
bugün küçük cepler hâlinde yaşamlarını sürdürmeye çabaladıkları Brezilya sınırlarına doğru sürüldüler.
Yine de İspanyolların ilk andan itibaren bölgede egemenlik sağladıkları söylenemez. Cizvitler 1624
yılından itibaren sahnedeydiler; Portekizliler ise 1680’de Buenos Aires’e yönelik kaçakçılık faaliyetlerini
yürütebilmek için bugünkü Colonia’yı kurmuşlardı. İspanyollar ise ülkeyi kontrol altına alabilmek için
Montevideo’da bir kale inşa ettiler. Kent kısa sürede Buenos Aires ile rekabet eden bir ticaret merkezine
dönüşecekti. Ancak İspanyollar, Portekizliler ve İngilizler arasındaki hâkimiyet mücadelesi, 200 yıl kadar
sürecekti.
İspanyolların tam denetimi sağlamasıyla La Plata Viskrallığına bağlanan Uruguay’da bağımsızlığın
kazanılması da, diğer Latin Amerika ülkelerinden daha uzun süren, sancılı bir süreç olacaktı. Uruguay’ın
en saygı gören ulusal kahramanlarından José Gervasio Artigas, 1811 gibi erken bir tarihte Las Piedras
muharebesinde İspanyolları püskürtmeyi başarmıştı; ne ki, bu zafer Portekiz birliklerinin ülkeyi istila
etmesi (1816) ve Uruguay’ın Provincia Cisplatina adıyla Brezilya’ca ilhak edilmesiyle sonuçlandı. Artigas
Paraguay’a sürgün edilerek orada yaşamını yitirdi (1850). Ama cesareti, 19 Nisan 1825’te bir ayaklanma
başlatmak üzere Buenos Aires’den Uruguay’a dönen Juan Antonio Lavalleja komutasındaki Otüzüç
Doğulu’yu esinleyecek, Arjantin’in de desteklediği başkaldırı, Florida kentinde toplanan temsilcileri
Brezilya’dan bağımsızlık ilan etmesiyle sonuçlanacaktı (25 Ağustos 1825). Bu bağımsızlığın komşularınca
tanınması ise, Brezilya-Arjantin savaşından sonra, ve bölgede nüfuz sağlamaya çalışan İngiltere’nin aracılığı
sayesinde olacaktır.
23
BAĞIMSIZLIKTAN SONRA
Ancak bağımsızlık barış getirmedi. Bölgenin iki
yükselen devi Brezilya ile Arjantin arasındaki
tampon konumu, Uruguay’ın durumunu hep kırılgan
kılmıştır. Ayaklanmalar, darbeler birbirini izlerken,
Arjantin Montevideo’yu 1838-1851 arasında
kuşatacak, Brezilya ise her zaman bir tehdit olmayı
sürdürecektir.
XIX. yüzyıl ortalarında ülke ekonomisi büyük
ölçüde sığır ve yün üretimine bağımlıydı. Uruguay
kırsalından yükselen başına buyruk, bağımsız sığır
çobanı gaucho tipolojisi, yakın zaman öncesine
dek Uruguay siyasal sahnesinin iki kutbundan
birini oluşturan tutucu Blanco (“Beyaz”) siyasası
ve partisinin de kaynağını oluşturmaktadır. Karşı
kutupta ise kent (baskın olarak Montevideo)
merkezli, liberal Colorado (“Renkli”; “Kızıl” olarak
da bilinir) Partisi yer almaktadır ve her iki partinin
kökeni, XIX. yüzyıl ortalarına dayanır.
Ne ki büyük toprak mülkleri olan latifundia’ların
yükselişi ve sığırcılığın ticarîleşmesi, gaucho
imgesini de bir hayli gölgede bırakacaktır.
Günümüz Uruguay’ını diğer Latin Amerika
ülkelerinden farklı kılan -ve Raúl Zibechi’ye
bakılırsa Frente Amplio’nun iktidara geçmesine
olanak sağlayan geniş tabanlı toplumsal hareketin
öncelini oluşturan[2] - siyasal kültür mirası
XX. yüzyıl başlarında iki kez devlet başkanlığı
yapan (1903-1907 ve 1911-1915) José Battle y
Ordóñez’e dayandırılır. “Aydınlanmış despot”, José
Battle Başkanlık yaptığı iki dönem boyunca, bir
yandan millîleştirmeler, çiftçi kredileri, teknolojik
yenilenme gibi, tarım ve sanayide dışa bağımlılığı
azaltacak, ulusal ekonomiyi geliştirecek önlemlere
ağırlık verirken, bir yandan da teknik eğitimin
desteklenmesi, kız çocukların her kademede
eğitime katılması, iş saatlerinin kısaltılması,
emeklilik, işsizlik sigortası gibi haklarla işçi sınıfı ve
emekçileri takviye etmiş, kadınlara boşanma hakkını
tanımakla, Katolik Kilise’nin egemenliğine öldürücü
darbeyi indirmişti.[3]
1929 KRİZİ VE SONRASI
Uruguay’ın yün ve sığır ihracatı sürdükçe, toplumun
tüm kesimlerinin refahtan payını aldığı sürdürülebilir
bir kalkınma, kapitalizmin 1929 kriziyle birlikte
duvara toslayacaktı.
Avrupa ve ABD’ye hammadde ihracatçıları ve
buralardan mamûl ithalatçıları olarak Latin Amerika
ülkeleri, hammadde fiyatlarının uluslararası
piyasalardaki ani düşüşünden ve ihracat miktarındaki
dramatik azalmalardan etkilenmezlik edemedi;
yabancı yatırımlar azaldı, Avrupa pazarları
korunmacı duvarlarla çevrildi. Böylelikle 1929’daki
dünya ticaret hacmi 100 kabul edildiğinde, bu
rakam 1932’de 39.1’e, 1933’te ise 35.2’ye inmişti.
Aynı zaman aralığında Paraguay’ın yün ihracatı
yüzde 72, dondurulmuş et ihracatı ise yüzde 53
oranında azalmıştı; ülkenin 1934’teki ihracat
hacmi, 1927’dekinin ancak yüzde 58.6’sıydı...
Bu gelişmenin kaçınılmaz getirileri, pesonun
devalüasyonu (1930’da yüzde 15, 1931’de yüzde
60); gerçek ücretlerin büyük oranda gerilemesi,
sabit ve dar gelirlilerin (işçiler, memurlar, emekliler)
yaşam koşullarındaki dramatik kötürümleşme ve
işsizlik oranlarındaki sıçrama (1930’da yüzde 30;
1933’te yüzde 40.8) oldu.[4]
Emek kesimi, anarşist eğilimli FORU (Federación
Obrera Regional Uruguaya - Uruguay Bölgesel İşçi
Federasyonu) ve USU (Unión Syndical Uruguaya
- Uruguay Sendikal Birlik) ile komünist eğilimli
CGT (Confederación General del Trabajo - Genel
Emek Konfederasyonu) arasında bölünmüşken,
tarım, ticaret ve sanayinin patronlarını birleştiren
İktisadî Teyakkuz Komitesi (Comité de Vigilancia
Económica, kur.: 1929), Battlista’ların “sosyal
politikaları”na karşı savaş açmakta gecikmeyecekti.
Böylelikle izleyen darbeler ve karşı-darbeler
dönemi, genel olarak patronların elini genişleten,
özel yatırımcıları kayıran politikaların izlendiği bir
dönem oldu.
İkinci Dünya Savaşı, bir besin ve hammadde
ihracatçısı olan Paraguay’ın kendini toparlaması
için büyük bir şans olacaktı. Müttefikler Uruguay
tarım ürünlerine daha fazla ödüyor ve ne var ne
yoksa satın alıyorlardı. Öte yandan, savaş, Avrupa ve
ABD’den yapılan ithalatın durmasına, bu nedenle de
mamûl maddelerin yerel olarak üretilmesine yönelik
çabaların yoğunlaşmasına yol açacaktı. İthal ikameci
siyasalar, iç pazarın teşviki, işgücü gereksiniminin
24
artması, ücretlerin yükselmesi ve devletin gelir
dağılımına müdahil olması, emek güçleri açısından
refahın yükselmesi sonucunu verdi.
Oysa bu refah, savaşın yarattığı dış talebin sürmesine
bağlıydı; savaşın sona ermesi, Uruguay ekonomisini
kendi gerçekliğiyle yüz yüze bıraktı: duraganlık ve
kitlesel enflasyon. Ancak sanayileşme yolundaki
çabalar, belli başlı kentlerde boyutlu ve örgütlü bir
işçi sınıfının oluşmasına yol açmıştı; ve emekçiler
ekmeklerinin ellerinden alınmasına razı değillerdi.
1960’lı yıllar kırsal ve kentsel emekçilerin yanısıra,
öğrenci gençliğin de kitlesel protesto yıllarıydı.
olan sempatisini gizlemiyor ve onlarla organik
ilişkilerini sürdürüyordu. Geniş Cephe, kurulduğu yıl
katıldığı seçimlerde oyların yüzde 18’ini alacaktı...
Ve 27 Haziran 1973’te Areco’nun ardılı Juan
Bordaberry, Millet Meclisi ve Senato’yu lağvederek
ülkenin yönetimini tümüyle orduya devretti. Bu,
kıtadaki sol gelişmelerden tedirgin olan ABD’nin
Şili, Arjantin ve Uruguay için hazırladığı “Condor
Planı”nın bir adımıydı, aynı zamanda...
REJİMİN BUNALIMI, TOPLUMSAL
MUHALEFET VE DİKTATÖRLÜK
1967’de ölen devlet başkanı Oscar D. Gestido’nun
yerine geçen Jorge Pacheco Areco’nun ilk icraatı,
Sosyalist Parti, Uruguay Anarşist Federasyonu, Doğu
Devrimci Hareketi, Uruguay Halk Eylemi Hareketi,
Devrimci Sol Hareketi örgütlerinin tasfiyesi ve kent
gerillasıyla bağlantılı olmakla suçladığı “Epoca” ve
El Sol dergilerinin kapatılması oldu. Bir kaç ay sonra
ücretleri ve fiyatları dondurduğunu ilan etti.
Areco ve destekçisi sermaye grupları, bu önlemlerin
yönetimde demir bir yumruğu gerektirdiğinin
bilincindeydiler; 1965’den itibaren faaliyete geçen
solcu gerilla örgütü Tupamaros’un eylemleri, onlara
bu gerekçeyi verecekti.
Hükümetin 9 Eylül 1971’de Silahlı Kuvvetleri
“ayaklanma karşıtı mücadele” ile yetkili kılmasıyla,
diktatörlüğe kayış hızlandı. Muhalefetin bu eğilime
tepkisi, giderek sertleşen Areco hükümeti karşısında
Özgürlükler ve Egemenliği Savunma Hareketini
oluşturmak oldu. Bu girişim 1970’de Colorado
Partisi’nden kopma sürecindeki 99’lar Listesi,
Ulusal Parti’den ayrılan Beyaz, Halkçı ve İlerici
Hareket (MBPP) ile Komünist Parti, Sosyalist Parti
ve diğer grupların “ülkenin yapısal krizini aşacak bir
program” üzerine anlaşması, Frente Amplio (Geniş
Cephe)’ya doğru ikinci büyük adımı oluşturacaktı.
99’lar Listesi (Zelmar Michelini’nin Halk Hükümeti
Hareketi) ile Hıristiyan Demokrat Parti, 5 Şubat
1971’de “Geniş Cephe” çağrısı yaptılar; bu çağrı
üzerine toplanan parti ve gruplar, siyasal (bireysel
hakların savunulması), iktisadî (bankaların
millîleştirilmesi, tarım reformu), toplumsal
(kooperatifçiliğin teşviki), malî (vergi sisteminin
reformu) talepleri içeren bir programı savunmaya
yönelik “sürekli siyasal eylem”i hayata geçirmek
üzere Frente Amplio’yu oluşturdular. Cephe, silahlı
yolu benimsemediğini açıklamasına karşın, içinde
yer alan 26 Mart Bağımsızlar Hareketi, Tupamaros’a
Silahlı Kuvvetler kısa süre içerisinde, bir “milli
güvenlik devleti”ne dönüşen devlet aygıtının tümüne
nüfuz ederek denetimi eline aldı. Keyfî tutuklamalar
ve işkence, rutin uygulamaya dönüşmüştü.
Binlerce siyasal tutuklu, ele geçirilen Tupamaro
yöneticilerinin “rehin” tutulması, zanlıların
Arjantin’e kaçırılarak orada işkenceye uğratılması
ve “kaybedilmesi”,[5] basına uygulanan sansür,
gazeteci ve yazarların kovuşturulması, sendikaların,
kitle örgütlerinin kapatılması, üniversite ve orta
öğretim kurumlarının “zapt u rapt” altına alınması,
memurlardan rejime bağlılık yemini istenmesi...
Uluslararası Af Örgütü 1976’da Uruguay’ın kişi
başına düşen siyasal tutuklu sayısı en yüksek ülke
olduğunu hesaplıyordu.
25
BİR PARANTEZ: TUPAMAROLAR
“Tarih boyu süren bir tahakkümün ürünü olan
devlet ve devlet şebekesi, doğası gereği reformcu
çözümlere elvermez...” diyen Tupamarolar, tarihin
tanık olduğu önemli gerilla hareketlerinden
birisidir...
Toplumsal mücadelenin doğrudan “ürünü” olarak
Tupamarolar, enflasyon ve işsizlikle, yani sefalete
ve IMF’nin egemenliğine karşı işçilerle birlikte
mücadele içinde var oldular… Ülke toplu grevlere
ve başkent Montevideo’ya yapılan işçi yürüyüşlerine
sahne olurken; bu yürüyüşlerin en büyüğü Raul
Sendic’ in kurduğu UTAA (Şeker Kamışı İşçileri
Sendikası) tarafından yapılan 600 km.’lik bir
yürüyüştü. Raul Sendic’in etrafına toplanan bir avuç
insan, tam bir ova ülkesi olan Uruguay’da nüfusun
yüzde 40’ının yaşadığı Montevideo’da örgütlenerek
“Latin Amerika’nın en başarılı ve en iyi organize
gerilla hareketini”[6] oluşturmuşlardır.
Sendic ve arkadaşları 31 Temmuz 1963’de Tiro
Suizo (İsviçre Atış Kulübü)’dan 33 tüfek çalarak
aynı yılın noelinde “Robin Hood” eylemlerine
başlarlar. Noel günü, tüfekler, bıçaklar ve baltalarla
donanmış 10 genç, Manzanares’e (Uruguay’ın gıda
maddeleri satan en büyük şirketi) ait tırları soyarak
tavuk, hindi ve pastaları yoksul halka dağıtırlar. Bu
sırada okudukları bildiride “Bu, halkın ve gençliğin
zamanıdır. Hak dilenilmez. Devrimciler fakirlerin
noelini kutlar.” yazıyordu.
Bu olaydan sonra polisin araştırma yapması Sendic
ve arkadaşlarının gizlenerek “Cordinadora”yı
kurmalarına neden oldu. İlk eylemleri şeker kamışı
işçileri ile 1964 ve 65’de yaptıkları yürüyüşleri
düzenlemekti. 1965 Ağustosunda Bayer ilaç
fabrikasının önünde gerçekleştirdikleri bir eylemden
sonra bıraktıkları bildiri “Tupamarolar” imzasını
taşıyordu. (Tupamaro adı Tupac Amaru’dan
geliyor). Tupamarolar’ın 1965-66 yılları arasında
silahlı mücadele kararı almaları Maocular,
sosyalistler ve bazı anarşistlerin ayrılmalarına
neden olur -daha sonraki yıllarda bu gruplardan
katılımlar gerçekleşecektir. Örgütün yapılanması
tamamlanırken 1966 Aralığında “Movimento
Liberacion Nacional - Tupamaros”, Ulusal Kurtuluş
Hareketi - Tupamarolar adını alırlar.
Che Guevera’nın 67’de Bolivya’da öldürmesi,
özellikle gençler arasında büyük bir duygusal etki
yarattı. Birçok kişinin Tupamarolar’a katılması bu
trajik olayın sonucunda olmuştur. Artık örgütün
tabanını yalnız işçiler değil, öğrenciler, ekonomistler,
kimyagerler, mühendisler, doktorlar ve profesörler
de oluşturuyordu. Kendi tıp merkezlerini kurarak
ele geçirdikleri kanalizasyon planlarıyla yer altında
sığınaklar inşa ettiler. Bu arada cumhurbaşkanı
olan Pacheco, 9 Ekim 67’de birinci, 7 Ağustos
68’de ikinci sıkıyönetimi ilan etti. Tupamarolar ise
buna Devlet Elektrik İdaresi Müdürü ve Başkanın
Danışmanı Pereyra Revelbel’i kaçırıp halk
hapishanesinde sorguya çekerek yanıt verdiler. Fakat
bırakıldıktan sonra kendi aleyhlerinde konuşması
sonucu onu yeniden kaçırdılar ve bu defa 1.5 yıl
boyunca ellerinde tutarak polisin onu hiçbir zaman
kurtaramayacağını gösterdiler.
Tupamarolar, en büyük sempatiyi Monty finansman
topluluğuna ait bir binayı soyarak topladı. 24.000
doların yanı sıra kasa defterlerini de alarak
incelediler ve paravan firmalarla yapılan para
transferleri sonucu kanunsuz kazanç sağlayan bir
çok yüksek bürokratın ve iş adamının adını açığa
çıkardılar.
Savcılık iddiaları ciddiye alarak bir soruşturma
başlattı ve Monty’nin evini arattırdı. Ev aranırken
çıkan yangında (!) belgelerin yanması soruşturmayı
kesintiye uğrattıysa da, Tupamarolar ele geçirdikleri
defterlerin kopyalarını bir hâkimin evinin önüne
bıraktılar. Açılan dava pek çok mahkûmiyetle
sonuçlanınca bir hükümet krizi patlak verdi.
1969 Ocağında Mañana gazetesinin sahibinin
kaçırılması üzerine devlet “ölüm mangaları”
denilen birimi oluşturdu. 15 Mayıs l969’da Copa
America futbol şampiyonasının final maçının
naklen yayını sırasında MLN’li Sanandi radyo
istasyonunu ele geçirerek 30 dakikalık bir bildiri
okudu. Sonra kesinti için özür dileyerek dinleyicileri
harekete geçmeye çağırdı. Temmuz 69’da Nelson
Rockefeller’in ziyaretini protesto etmek için
Amerikan tesislerine bombalı saldırılar düzenlendi.
‘La Mañana’ ve ‘El Diario’ gazetelerinin baş yazarı
ve bankalar birliğinin müdürü, Mussolini döneminde
bakanlık yapmış bir faşistin oğlu olan G. Pellegrini
Gianpedro’yu kaçırdılar (9 Eylül 69). İki hafta halk
hapishanesinde tuttuktan sonra, kendisinden bir okul
ve poliklinik için istenen çekin alınmasının ardından
ıssız bir bölgede serbest bıraktılar. Pellegrini
kendisini kaçıranlardan polise ve avukatına haber
vermemelerini istedi, çünkü polisin kendisini
öldürüp suçu Tupamaroların üzerine atmasından
korkuyordu.
Che Guevera’nın ikinci ölüm yıldönümünde 49
Tupamaro başkente çok yakın bir yerde kurulu
Pando kentini işgal ederek tüm kilit noktaları
ele geçirdi. Güvenlik güçlerinin karşı saldırısı
sonucunda 3 Tupamaro öldürülürken 18’i de
yakalandı. Ancak kaçan gerillalar 400.000 dolarla
birlikte bazı önemli evrakları da yanlarında
26
götürmüştü. 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde 17
tutuklu kadın gerillayı hapishaneden kaçırırken Eylül
71’de 111 erkek mahkûm da 48 metrelik bir tünel
kazarak kaçmıştı. 13 Temmuz 1970’de Kalkınma
Danışmanı kılığında sunulan ABD’li işkence uzmanı
Daniel Mitrioni ve Brezilya Konsolosunu kaçırdılar
(yönetmen Costa Gavras’ın ünlü “Sıkıyönetim”
filmi, bu olay üzerine kurulmuştur). Karşılığında
tüm siyasi tutukluların serbest bırakılmasını isteyen
liderler daha sonra içine düşecekleri çıkmazı şöyle
eleştiriyorlardı: “Bizim tasarımız tutukluların
serbest bırakılmasını değil, hükümet krizini hedef
alıyordu, hükümetin ülkedeki düzeni koruma ve
milletvekillerinin, işadamlarının ve diplomatların
güvenliğini garantiye alma yeteneğine sahip
olmadığını göstermek istiyorduk... Bu objektif
olarak bir trajediydi ve Almeria sokağında MLN
önderlerinin tutuklanmasıyla ortaya çıkan ağır
yenilgiyle sonuçlandı.”[7]
Gerçekten de bir CIA ajanının gerillaların elinde
olması hem Uruguay, hem de ABD hükümetleri için
hiç de iç açıcı olmayacağından, Mitrione’nin ölmesi
onlar için daha uygundu. Hükümet, 20.000 polis ve
asker takviye ederek başkenti kuşattı ve aralarında
Sendic’inde olduğu 9 Tupamaro liderini tutuklarken
Mitrione’nin de cesedini buluyordu.
Dışarıda bulunan Tupamarolar 9 Ocak 71’de İngiliz
Konsolosunu kaçırırken, içerdekiler yeni planlar
yapıyorlardı. Bunlardan biri de halk arasında
“Kakao” eylemeleri olarak bilinen “Sıcak Yaz”
fikriydi: Zenginlere ait eğlence yerleri tahrip
edilirken, lüks evlere girilerek porselen ve kristal
eşyalar kırıldı, kumarhaneler soyuldu.
Medya MLN’yi ısrarla sıradan haydut ya da toplum
dışı caniler olarak göstermeye çalıştıysa da yoksul
halkın gözünde onlar, haksızlıklara karşı savaşan
birer Robin Hood’du (Zaten buna güvenerek
kurdukları “26 Mart” grubuyla Frente Amplio
-komünistler, sosyalistler, Hıristiyan Demokratlar
ve bağımsızlardan oluşan “Geniş Cephe”-’ya destek
vererek 71 seçimlerine girdiyseler de yüzde 19 oy
alabildiler. Buna karşın Colaradolar yüzde 25 ile
iktidar oldular).
Nisan 1972’de ölüm mangalarının 4 üyesini
öldürerek, bunlarla AID’in ilişkisini ortaya çıkaran
bir bildiri okudular.[8] Bundan yaklaşık 2 ay sonra
bir militanın 4 askeri taramasıyla ilk kez halkın
öfkesini üstlerine çekiyorlardı. Yaptıkları açıklamada
bunun bir hedef hatası olduğunu söylemeleri, halkın
artık bu savaşın kendi savaşları olmadığı düşüncesini
engelleyemedi.
Bu tarihten sonra Tupamarolar askeri olarak çok
büyük bir darbe aldılar. Ancak bu darbenin en
büyük sorumluları iki ajandı. P. Budes tüm yeraltı
sığınaklarının yerlerini gösterirken diğer ajan
Hector Amadio Perez yüzlerce MLN üyesini ihbar
etmiş, en sonunda asker üniforması giyerek onları
bizzat tutuklamıştır. Bu arada senato konseyinin
araştırmasında belirttiği “sık sık ve alışılmış” işkence
de sonuç vermiş, konuşan üyelerin de yardımıyla
9 Eylül 1972’ye kadar 2000 üye yakalanmış, 247
gizli merkez, sığınak ve depo, binlerce silah, bazuka,
bomba ele geçirilmişti.
Yıllar sonra yaptıkları eleştirilerin birinde MLN’nin
Merkez ve yürütme kurulu üyesi Eduardo Leon
Duter şöyle diyordu: “...Yağmurun yağacağını
söylemek yetmez, şemsiyeyi ne zaman açacağını
da bilmelisin...Yani biz yağmurun yağacağını
önceden söyledik, bu doğru bir öngörüydü ama,
şemsiyeyle yağmurun yağmasını sağlayabileceğimizi
bekleyerek, elimizde şemsiye çok çabuk bir şekilde
sokağa çıktık. Ve yağmur yağmadı. Ve yağmur
gerçekten yağdığında biz sokakta değildik, ne
şemsiyeyle ne botlarla caddede yoktuk, yağmur
yağdığında biz cezaevindeydik.”[9]
1972’de askerler ve Tupamarolar arasında bazı
görüşmeler yapılmıştı. Karşılıklı ilan edilen ateşkes
sürecinde gerillalar kan dökmeme, askerler de
işkenceyi sürdürmeme kararı aldılar. Görüşme hızla
ilerlerken -ki bunların arasında bazı genç subayların
tutuklu Tupamarolarla, Blanco’ların işlediği suçlar
hakkında bilgi alışverişinde bulunmaları çok
önemlidir- Ekim 1972’de militaristlerin aldığı yeni
bir kararla kesildi. Tutuklularla görüşen subaylar
hakkında soruşturma açıldı.
Ve Haziran 1973 Uruguay tarihinin kara günlerinden
biri oldu. Blanco destekli darbe tüm hakları askıya
aldığını ilan etti. Darbeye karşı çıkmaya çalışan
CNT (Convencion Nacional de TarabajadoresUlusal İşçi Kongresi) grev kararı almış, ancak
panzerlerin karşısında tutunamamıştı. Darbe yalnızca
sendikaları kapatmakla kalmamış, 3 milyon insanı
tehlike derecelerine göre tutuklamıştı. Bu arada
futbol kulüpleri dağıtıldı, doğum günü kutlamaları
izne bağlandı, uzun saçlıların saçları sokakta sıfıra
vuruldu, sakallı öğrencilerin üniversitelerine girişleri
polis tarafından engellendi, siyasi suçluların sayısı
50.000’e yükselirken işkence görenlerin sayısı da
50.000’e yaklaştı.
Yakalanan gerillaların çoğu “Libertad”[10] adlı
hapishaneye konularak fiziksel ve psikolojik baskı
aygıtları tarafından insanlıktan çıkarılmaya çalışıldı.
“Orada düğmelerin iliksiz dolaşmak, askerlerin
yüzüne bakmak, diğer companérolarla konuşmak,
onlarla göz göze gelmek, onlara selam vermek,
başının altından onlara bakmak, koridorda
27
merdivenlerde tuvalette banyoda onlarla fısıldaşmak,
banyoda 5 dakikadan fazla kalmak, elini cebine
sokmak, herhangi bir yüz ifadesi takınmak, şarkı
söylemek, ıslık çalmak, dans etmek Yasak! Bir
yıldız, bir kuş, bir güneş, bir gül, bir dağ, bir ağaç
ve bir sevgili çizmek: Yasak Duvara, ranzaya,
madalyonun üzerine bir kadın ve bir erkek,
hamile bir kadın, bebeğini tutan bir anne kazımak:
Yasak: Yalnız kalmak, düşünmek, hayal kurmak,
güneşlenmek ya da yıldızları seyretmek: Yasak!
Hastalanmak ve ölmek: Yasak! Çıldırmak değil.”
Kurtulanlar sadece çılgınlar ve hainlerdi: “Bu çok
tuhaftı: Bir hain çıldırabilirdi, ama bir çılgın hainlik
edemezdi.
Bu koşullardaki “zindan yazını”na gelince:
“Bir insana köpekmiş gibi davranılsa da o insan
havlamak zorunda değildir.”[11] 1973 Eylül’ünde
Tupamarolar’ın 9 önderi, Raul Sendic, Adolfo
Vasem, Jorge Manera, Julio Manendes, Jose Mujica,
Jorge Jabalza, Henry Engler, Eleuterio Fernandes,
Mauricio Rosencof, değişik kışlalardaki zindanlara
kapatıldı ve 11 yıl 6 ay ve 7 gün boyunca içinde hiç
bir eşyanın bulunmadığı, okumanın ve yazmanın
yasak olduğu hücrelerde, yok denecek kadar
az yemek ve suyla, ne birbirlerini ne de güneşi
görerek ama onurla direnerek yaşamayı sürdürmeye
çalıştılar. Kısıtlı ziyaretlerde kelepçeli elleri ve örtük
başlarıyla çifte parmaklıkların ardından etrafları
silahlı gardiyanlar ve köpeklerle çevrili olarak
ziyaetlerine gelen çocuklarını görebiliyorlardı.
Susuzluktan ölmemek için kendi sidiklerini içiyor,
açlıktan ölmemek için tuvalet kağıtlarını çiğniyor
ve böceklerle besleniyorlardı. Çıldırmamak içinse
düşünüyorlardı: Şiiri ve şarkıları. 9 kişiden biri
öldü, ikisi çıldırdı: Ama gülmeyi hiç bir zaman
unutmadılar!
“Gülmeyi biliyordum./ Gülmek:/ damağı okşayan/
Şarabın/ teni/ gibiydi./ Gülmeyi biliyordum,/ açık
denizde/ kaybolan kağıttan/ gemicik,”[12] diye
haykırdılar…
Gerçekten de M. Rosencof’un ifade ettiği
üzere, “Mutlak bir yalıtılmaya tabi olduğumuz
tutukluluğumuz sırasında, renkleri unuttuk, kuşlar
belli belirsiz bir tasarıma dönüştü, güneş bir efsane
oldu. Gündüz ve gece birdi. Çok parlak ışıklı bir
lamba çılgın bir göz gibi. Her defasında korku
ile sıçrayarak uyandığımız düşlerimizin içine dek
sızarak bizi göz hapsinde tutuyordu. Az yemek çok
dayak vardı, umut ise hemen hiç yoktu. Buraya
gelen herkes, Danté’nin cehenneminde olduğu gibi,
umutlarını dışarda bırakmak zorundaydı. Ama buna
rağmen içimizde, Pandora’nın kutusunda uykuya
dalmış bir kelebek gelişti. Kısa, yazıya dökülmemiş,
yalnızca hafızada saklanmış ve düşman bir evreni
aşan ilk şiirler oluştu. Gerçeğin ve hayalin birbirini
bölmeyip, birbirine bir bütün, bir birlik olduğunu
anlamam epey uzun sürdü.”
“Bir defasında bir gazeteci benim için özgürlüğün
ne olduğunu sormuştu. O zaman, küçük kızımın
ziyaretlerinin birinde ürkekçe kulağıma fısıldadığı
şu sözleri anımsadım: “Baba, ne zaman parka
gidip dondurma yiyebileceğiz?” O zamandan beri
benim için özgürlük, elinden tuttuğum kızımla
birlikte, ağaçların altında, güldüğümüz ve vanilyalı
dondurma tadımladığımız bir gezintiydi. Bu gezinti
öylesine yoğunlaşmıştı ki, dişlerim dondurmaya
değdiğinde sancır hâle gelmişti.”[13]
“DEMOKRASİYE DÖNÜŞ”
Evet Uruguay 70’lerin başında, Küba’dan
esinlenen yaygın bir gerilla hareketi Tupamaro
hareketi ile sarsılmaktaydı. Düzen güçleri faşist bir
darbe hazırlığına girişmişler ve 1972 Nisanında
ordu iç savaş durumu ilân etmişti. Faşist terör her
yerde olduğu gibi öncelikle devrimcilerin üzerine
yürüdü, Tupamaroların önderleri yakalandı, devrimci
örgütlere ağır darbeler indirildi. Diğer Latin Amerika
ülkelerinde veya Türkiye’de olduğu gibi Uruguay’da
da kitle hareketini pasifize etmek üzere, CIA
tarafından eğitilen kontr-gerilla güçleri tarafından
çeşitli saldırılar yürütüldü. O dönemde Uruguay,
bu kapsamda oluşturulan özel Düzen Güçleri adlı
örgütün işlediği cinayetlerin yanı sıra, özellikle
kanlı bir devrimci avı sürdüren Ölüm Mangaları ile
tanınacaktı. Bu mangalar, içinde askerlerin, polislerin
ve çeşitli devlet görevlilerinin yer aldığı gizli devlet
örgütleriydi.
Faşist darbe için hazırlanan koşullar
olgunlaştığında Haziran 1973’te askeri faşist bir
diktatörlük kuruldu. Parlamento dağıtıldı, yirmi beş
kişilik bir devlet konseyi atandı. Fakat tüm siyasal
yetki, Türkiye örneğinde olduğu gibi Milli Güvenlik
Konseyi’nin elinde toplandı. Siyasal partilerin
faaliyetine son verildi; sosyalist ve komünist siyasetler
tamamen yasa dışı ilân edildi. Basına ağır bir sansür
uygulaması getirildi. İşçilerin yüzde 90’ını kapsayan
sendikal konfederasyon CNT kapatıldı. Ordu
üniversiteyi işgal etti. Böylece faşizm Uruguay’da
da askeri bir diktatörlük biçimi altında iktidarını
sürdürmeye başladı. Ne var ki bu faşist yönetim,
Uruguay’da güçlü köklere sahip muhalif akımları
çok uzun süreliğine devre dışı bırakmaya muktedir
olamadı. Muhalif mayalanma faşist diktatörlüğü
endişeye sevk ettiği ölçüde, önce baskılar arttırıldı.
Ama bu durum da muhalif kitle hareketinin yükselişini
28
durduramayacak ve faşist diktatörlük çözülerek sona
erecekti.
Faşist cunta, daha sonra Türkiye’de de
uygulanan planın öncülü olarak 1980’de bir anayasa
hazırlayarak halkoylamasına gitmişti. Bununla
amaçlanan, ordunun ipleri elinde tutması koşuluyla
faşist iktidar biçiminden sivil görünümlü bir olağanüstü
yönetim biçimine geçilmesiydi. Hazırlanan anayasa
gereğince, asker üyelerden oluşan Milli Güvenlik
Konseyi varlığını sürdürecek ve yanı sıra bir de
Siyasal Denetim Mahkemesi kurulacaktı. Ayrıca
Konseyin, seçilecek devlet başkanına “tavsiyede”
bulunma ve ulusal güvenlik gerekçesiyle Meclisi
dağıtma gibi olağanüstü yetkilerle teçhiz edileceği
de öngörülmüştü. Bu model gerçekten de daha sonra
Türkiye’de uygulanmış olanın bir benzeriydi. Fakat
Uruguay’daki anayasa oylamasında ortaya çıkan
sonuç Türkiye’dekine benzemedi.
Türkiye’de 1982 anayasa oylamasında ezici
çoğunlukla evet sonucu çıkarken, Uruguay’da
kitleler askeri cuntanın sunduğu anayasayı büyük
bir çoğunlukla reddettiler. Anayasa referandumu
sürecinde Uruguay’da halkın birbirine günaydın
yerine Hayır! diye seslenerek yaygın bir muhalif
tutum sergilediği bilinir.
Uruguay’da 1982 yılında işte böyle bir ortamda
seçimlere gidildi ve seçimi askeri cuntanın tercih
etmediği adaylar kazandı. 1983 yılına gelindiğinde
kitle gösterileri alabildiğine yükselmiş ve bu durumdan
tedirgin olan burjuva muhalefeti, askerlerle uzlaşıp
faşizmin çözülme sürecinin kontrol altına alınması
çabası içine girmişti.
1984 yılında, hâlen pek çok yasağın devam
ettiği bir ortamda başkanlık seçimleri yapılıyor
ve seçimi muhafazakâr bir aday kazanıyordu.
Uruguay’da burjuvazi, tam da Türkiye’deki sınıf
kardeşlerini hatırlatır biçimde sinik bir politika
izleyecek, devrimci güçlerin yükselişine fırsat
oluşturmasın diye faşist rejimin yaptıklarının
hesabının sorulmaması için elinden geleni ardına
koymayacaktı.
Artan ekonomik sorunlar nedeniyle ordu, sivil
yönetime Mart 1985’te geçmeyi kararlaştırdı. Her
geçen yıl halkın artan tepkisi tüm Latin Amerika’da
kitleselleşirken, ABD’nin de yeşil ışık yakması
sonucu, tüm kıtada ‘demokrasiye dönüş’ süreci
başlatıldı. Uruguay’da 85’te yapılan seçimlerde
başkanlığı Julio Mario Sanguinetti kazandı.
Başlayan süreç, parlamentoda tüm siyasi tutukluların
salıverilmesi kararının alınmasına neden oldu.
‘Tüm siyasi tutuklular’ ise Tupamarolar’dan başkası
değildi.
“Yıllar yavaş yavaş geçiyor, zamanın sonsuzluğu
parmaklıktan parmaklığa uzanırken, hücre sadece
kısa bir an.”[14]
Salıverme işlemleri yoğun bir şekilde yaşanırken,
bir çok tutuklu buna inanamıyordu. Neredeyse 15
yıl içerde kalmışlardı ve şimdi... Özgürlüklerine
kavuşacaklardı. Artık karılarına doyasıya
sarılabilecek, çocuklarıyla parkta dondurma
yiyebileceklerdi. Daha önemlisi kazanmışlardı,
her şeye karşın hâlâ çıldırmamış ve ölmemişlerdi.
Tüm onurlarıyla dimdik ayaktaydılar ve insanlığı
yüceltiyorlardı. Yine de içlerinde bir şüphe
yüreklerini kemiriyordu: “Ya bu bir oyunsa?”
Salınacaklarını biliyorlardı, ama ordu onlara daha
çok acı vermek, içlerindeki umudu söndürmek için
değişik hapishanelere sevkediyorlardı. Libertad’da
kalan son 42 kişi, Merkez hapishanesine sevk
edildiğinde, aynı şeyi düşünüyordu.” Burada mı
kalacağız, işkence yeniden mi başlayacak?” Tam o
anda tuhaf sesler duymaya başladılar. Ses, küçük
bir pırıltıdan kocaman bir haykırışa dönüşerek tüm
cezaevini kaplıyordu. Bu, binlerce kişinin direklere
vurup ortalığı çınlatan sesiydi: “Tutukluları bırakın,
mücadele sürecek!”, “Tupalar dışarı, bekliyoruz
onları!” Cezaevinin önünde toplanan halk geceyi
caddelerde geçirmişti ve 14 Mart 1985’de onları
kucaklamak için kollarını açmış bekliyorlardı...
Ve içerdeki 42 yürek, 6 telli bir gitarla tek bir
ağızdan SİELİTO’yu söylemeye başlamışlardı, artık
özgürdüler:
“Chiloal Ormanı üzerinde/ Nar rengi bir kartal
gördüm/ Uçuyordu/ Kölelerin ruhuydu gördüğüm/
Özgürlüğe yükselen...”
Tupamaroların önderlerinin dışarı çıktıklarında
aldıkları ilk karar legalleşme oldu. “Yasal mücadele
insanlarla konuşmak, politikayı kitleselleştirmek
ve derdini anlatabilmek bakımından önemlidir...
Yasal siyaset yapma olanaklarımız varken bunu
neden reddedelim. Bu yollar kapatılmadığı sürece
böyle davranmaya devam edeceğiz. Ama bu yollar
kapatılırsa yeniden eskiye döner, silahları elimize
alırız.”[15]
Böylece Frente Amplio’yu yeniden canlandırırlar ve
iyi bir örgütlenme modeli oturtmayı başararak 1989
Kasım seçimlerinde ülke genelinde yüzde 21.23 oy
alırlar. Ve Montevideo’nun yerel yönetimine gelirler.
Toparlarsak; askerlerin hazırladığı anayasanın
referanduma sunulduğu 1980’de reddedilmesi, askerî
rejimde şaşkınlık yarattı ve “demokrasiye geçiş”
söylemlerine güç kazandırdı. Yine de, seçimler
Silahlı Kuvvetler’in “solu siyaset sahnesinden
silmeye yönelik” düzenlemeleri gerçekleştirmesinin
ardından, ancak dört yıl sonra, 1984’te
gerçekleştirilecekti. Devlet Başkanı seçilen Julio
29
María Sanguinetti (Colorado Partisi)’nin ilk icraatlerinden birinin, askerî rejimin insan hakları ihlâllerinin
kovuşturulmasını engelleyen bir “af” ilan etmesi oluşu, bu dört yıllık “geçiş süreci”nin sivil politikacılarla
askerler arasında ne gibi pazarlıklara konu olduğu konusunda fikir veriyor.
Günümüzde hâlâ tartışılan bu “af”, 1989 yılında bir referandumla yasalaştı. Aynı yıl Sanguinetti
yerini Blanco Luis Lacalle’a bırakacak, ancak 1994 seçimlerinde yeniden devlet başkanlığı koltuğuna
oturacaktı. Mart 2000’deki seçimleri ise Colorado Partisi adayı Jorge Battle Ibañez kazandı. Yeni bir darbe
gerekliliğinden söz eden Genelkurmay başkanını görevden almak, kaçakçılığı önlmek üzere ABD’ye
kokain kullanımını yasallaştırması yolunda çağrı yapmak gibi çıkışlarına karşın, koltuğunda hiç de rahat
edemeyecekti...
FRENTE AMPLIO HÜKÜMETİ
“Deli dana” hastalığına ilişkin panik, Uruguay’ın et ihracatını neredeyse durma noktasına getirdi. Bu
yetmiyormuş gibi, 2002 yılında Arjantin’de malî kriz patlak verdi. Arjantin bankaları mevduatları
dondurduklarında, panik içindeki Arjantinliler, Uruguay bankalarındaki hesaplarına hücum ettiler Arjantinlilerin hesapları, Uruguay bankalarındaki yabancı rezervlerin yüzde 80’ini oluşturuyordu. 2001’de
yüzde 3.6 olan enflasyon, 2002’nin sonuna gelindiğinde, yüzde 40’a fırlamış, (büyük ölçüde zengin
Arjantinlilere dayanan) turizm sektörü çökmüştü. Peso dibe vurdu, GSMH yüzde 11 oranında gerilerken,
işsizlik oranı yüzde 20’ye gırladı; yurttaşların 1/3’ü yoksulluk sınırının altında buldu kendini. Bu gelişmeler
üzerine ekonomi bakanı istifa etti ve hükümet hücumu engellemek için bankaları bir günlüğüne tatil
edecekti.
Öykünün bundan sonrası, yabancımız değil; Ibañez’in acilen yürürlüğe soktuğu “acı reçete”, yani kamu
harcamalarının düşürülmesi, satış vergilerinin arttırılması... ABD, Dünya Bankası ve IMF’den toplamı 1.5
milyar doları bulan kredisiyle ödüllendirilecekti. Ama Uruguaylılar kendilerine yutturulmaya çalışılan acı
“ilaç”tan hiç de memnun değildi... Ve bunu, 2004 seçimlerinde, eski Tupamarolar, komünistler, sosyalistler
ve sosyal demokratların oluşturduğu Frente Amplio’nun (Geniş Cephe) adayı, Montevideo eski belediye
başkanı, onkolog Tabaré Vázquez’i, yüzde 50.45 oy ile devlet başkanlığına getirerek gösterdi.
URUGUAY (2005-2006)[16]
BAŞKENT
PARA BİRİMİ
1 EURO =
Montevideo
Uruguay pesosu
29.16 peso (18 Ocak 2006’da)
DİLLER
İspanyolca
YÜZÖLÇÜMÜ
176.220 km²
SİYASAL VERİLER
DEVLETİN NİTELİĞİ
Üniter cumhuriyet
REJİMİN NİTELİĞİ
Başkanlık
ŞİMDİKİ DEVLET BAŞKANI
Tabaré Vázquez (31 Ekim 2004’te seçildi)
SEÇİM SİSTEMİ
BAŞLICA SİYASAL PARTİLER
Başkanlık seçimlerinde genel oy, iki turlu çoğunluk sistemi, uzatılabilen beş
yıllık görev süresi.
Ulusal ya da Beyaz parti, Colorado Partisi, İlerici Buluşma partisi,
Genişletilmiş Cephe, Yeni Çoğunluk
DİĞER GRUPLAR
Yeni Mekân
BİR SONRAKİ SEÇİM(LER)
Ekim 2009’da başkanlık ve yasama meclisi seçimi
SON BAŞKANLIK SEÇİMİNE KATILIM ORANI
SİVİL ÖZGÜRLÜKLER (2005)
89.6 (31 Ekim 2004)
1
YÖNETİŞİM (2004)
53
BÖLGESEL BAĞINTILAR/ ANLAŞMALAR
Mercosur, Aladi ve Güney Amerika Uluslar Topluluğu üyesi
TOPRAK ANLAŞMAZLIKLARI
-
İKTİSADİ VERİLER
2002
30
2003
2004
2005
TOPLAM GSH (milyon dolar)
12.276.7
11.182.5
13.138.4
Veri yok
BÜYÜME (yıllık yüzde)
-11.0
2.2
12.3
6.0
ENFLASYON (yıllık yüzde)
25.9
10.2
7.6
4.8
KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR (yıllık yüzde)
-11,7
1.5
11.5
5.3
KENTSEL İŞSİZLİK (aktif nüfusun yüzdesi)
17.0
16.9
13,1
12,1
KİŞİ BAŞINA YILLIK GELİR (2004)
3.950 USD (86. sırada)
AKTİF NÜFUSUN SEKTÖREL DAĞILIMI (2003)
Tarım: 4.1; sanayi: 22.4; hizmetler: 73.4
KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK TOPLAMI (Dünya Bankası İndeksi) (2000) 118.463 USD
KİŞİ BAŞINA ULUSAL ZENGİNLİK ARTIŞI (Dünya Bankası İndeksi) (2000)
20 USD
İKTİSADİ GÜVEN VE AÇILIMLAR (milyon dolar)
ÖDEMELER DENGESİ
2002
-3.914
2003
1.033
2004
342
2005
381
CARİ HESAP
322
-58
-105
-197
SERMAYE HESABI
İHRACAT
- 4.236
2.693
1.092
3.084
447
4.012
578
4.739
İTHALAT
2.492
2.734
3.675
4.519
TOPLAM BRÜT DIŞ BORÇ
10.548
11.013
11.593
11.217
BAŞLICA İHRAÇ MALLARI (ve toplam ihracat içindeki yüzdesi) (2003)
Sığır eti (16.3), deri (10.1) yün (5.5), pirinç
(5.2), balık (3.8)
BAŞLICA ALICILAR (2004)
ABD (19.8), Brezilya (16.6), Arjantin (7.6),
Almanya (5.2), Alena (27.4), Mercosur (26.2),
CAN (2.6), Caricom (0.4), MCCA (0.2)
BAŞLICA SATICILAR (2004)
Arjantin (22.2), Brezilya (21.7), Rusya (11.0),
ABD (7.1), Mercosur (44.4), Alena (8.4), CAN
(0.5), Caricom (0.1), MCCA (-)
DEMOGRAFİK VE TOPLUMSAL YAPILAR
NÜFUS (2005)
3.455.000 kişi
NÜFUS YOĞUNLUĞU (2005)
19.7 kişi/ km²
EN BÜYÜK KENT (2004)
Montevideo (1.325.968 kişi)
İKİNCİ BÜYÜK KENT (2004)
Salto (123.120 kişi)
YAŞAMA SÜRESİ BEKLENTİSİ (2003)
75.4 yıl
DEMOGRAFİK BÜYÜME ORANI (2005-2010 arası yıllık
ortalama varyasyon)
YOKSULLUK SINIRI ALTINDA YAŞAYAN HANELERİN
YÜZDESİ (kentsel nüfus içinde) (2002)
OKUMA YAZMA BİLMEYENLER (yetişkin nüfus içinde)
(2005)
TEMİZ İÇME SUYUNA ERİŞEBİLEN NÜFUS (yüzde)
(2002)
KENTSEL NÜFUS (yüzde) (2005)
YERLİ NÜFUSUN TOPLAM NÜFUSA ORANI (yüzde)
(2003)
YAŞ GRUPLARINA GÖRE NÜFUS YAPISI (toplam nüfus
yüzdeleri)
0.6
15.4 (% 2.5’u yerli)
2.0
98
93.1
0.4
0-14: 24.3; 15-34: 30.0; 35-49: 18.5; 50-64: 14.2; 65+: 13
İLETİŞİM VERİLERİ
TELEFON HATLARI (bin kişi başına) (2003)
280
CEP TELEFONLARI (bin kişi başına) (2003)
193
KİŞİSEL BİLGİSAYAR (bin kişi başına) (2003)
110
31
BAŞLICA GAZETELER
El País, La República, Brecha, El Telégrafo
Bir zamanlar yalnızca zenginliği ve düzeniyle değil, aynı zamanda tıkır tıkır işleyen bankacılık ve
malî sistemiyle “Amerika’nın İsviçre’si” olarak anılan, askeri diktatörlük döneminde “Latin Amerika’nın
cezaevi” olarak nam salan, ve günümüzde -Galeano’nun deyişiyle- sokaklarında dilenciler ve yaşlılardan
başkasına rastlanmayan Uruguay’da, Aslı Pelit’in dediği gibi, “2005 yılında Kongre başkanlığına getirilen Jose
‘Pepe’ Mujica, Tupamaros hareketinin yaklaşık on yıl hapis yatmış kumandanlarından biri. Onun gibi bir çok
milletvekili, danışman, müsteşar var yeni hükümette…”
Ama bu, iktidardaki Frente Amplio’nun sosyalist bir hat izlediği, ya da en azından anti-kapitalist, antiemperyalist bir yöneliş içerisinde olduğu anlamına gelmiyor. Tersine, bugüne dek izledikleri “yoksullara sosyal
yardım/yoksullukla mücadele/istihdam yaratma” gibi, krizin yerle bir ettiği geniş kesimleri doğrultmaya yönelik
sosyal politikalar bir yana, Frente Amplio’nun Uruguay’ı, Latin Amerika’nın “pembe dalgası” (Kirchner’li
Arjantin, Lula’lı Brezilya, Bachelet’li Şili ve Vazquez’li Uruguay’ın temsil ettiği, Latin Amerika’nın güney
ülkelerine damgasını vuran sosyal demokrat ekonomik politikalar) içinde ABD ile ilişkileri en iyi tutmaya
gayret eden ülke görüntüsünü vermekte.
Öyle ki, “Mayıs ayında, iki önemli bakan, Başkan’ın ekonomik politikasında ki sağa kayıştan
kaygılandıklarını bildirerek istifa tehdidinde bulundukları zaman Başkan Tabaré Vázquez önemli bir engel ile
karşılaştı.
Sol Vázquez’i -Uruguay’ın 176 yıllık tarihinde ilk ilerici başkanı -ülkeyi IMF’nin yörüngesine soktuğu
için ve uluslararası ekonomik uyum stratejilerini benimsediği için eleştirdi. En sert eleştiri çeşitli ilerici gruplar
ve sol partilerin oluşturduğu Geniş Cephe’den geldi.
Uruguay’ın Sosyalist Parti’sinin üyelerinden Mario Correa ‘İktidara geldiğimiz zaman, yalnızca
Geniş Cephe için değil, bütün Uruguaylılar için yönetmemiz gerektiğini biliyorduk, ancak, sosyal politikaları
her zaman meşru olmadığını söylediğimiz katı dış borç ödemelerinin arkasına itmek başka bir şeydir’ dedi.
Uruguay’ın dış borcu 12.8 milyar dolardır.
Correa Sol’un kendisi iktidarda olduğu için ‘sokaklarda protesto etmeyi artık hayal bile edemeyeceğini’
söyledi.Parti içindeki çatışmaların engelleme çabalarının bir neticesi olarak Geniş Cephe’nin 35inci yıldönümü
ve Vázquez iktidarının birinci yılı 1 Mart’da kutlanmadı.
Şubat ve Mart aylarında Ekonomi Bakanı Danilo Astori Uruguay’ın uluslararası mali kuruluşlara IMF’ye
300 milyon dolar ve Inter Amerikan Kalkınma Bankasına 630 milyon doları da içeren ödemelerini yapacağını
duyurdu. Bu kararı tartışma için Uruguay meclisine yollamadı ancak Vázquez bu kararı destekledi.”[17]
İzlediği malî politikaların “yeni-muhafazakârların (neo-con) desteklediği modele eğilimli” olduğu
söylenen[18] Ekonomi Bakanı Danilo Astori, 2010 yılında Uruguay’ın GSH’sının yüzde 20’sini yabancı
yatırımların oluşturması yolunda çaba gösterdiğini her fırsatta tekrarlar, ABD ile ikili anlaşma imzalamaya
sıcak baktıklarını -üye ülkelerin üçüncü bir ülkeyle ikili anlaşma imzalamasını engelleyen MERCOSUR paktını
ihlâl etmek pahasına- gizlemeye gerek görmezken, eski Tupamaro’ların, komünistlerin, sosyalistlerin… Frente
Amplio’su, IMF’nin Uruguay Ofis şefi Marco Piñón’un “Yeni Uruguay önemli bir örnek; bir zamanlar akla
gelmeyecek bir şeyi yapıyor” yolundaki alkışlarına hedef oluyor…
Evet, görmek gerek; Ernestro Herrera’nın dediği ‘Geniş Cephe’ yani “Frente Amplio hükümetinin
makro ekonomi modeli, neo-liberaldir. Onlar bugün, Avrupa’da sosyal liberal denilen tarzda bir sosyal
demokrat partidir...
Devrimci kamptan baktığında burada değişen hemen hemen hiçbir şey yok. Buradaki hükümet bir
Allende hükümeti değil. Evo Morales gibi milliyetçi, reformcu da değil…”[19]
Ya da Güneş Çelikkol’un veciz ifadesiyle, “Kızıl Bayraklı Neo-Liberalizm”dir söz konusu olan…
Bu noktada önemli bir soru, 1980’de askerlerin hazırladığı anayasa taslağını olduğu gibi, 2003’deki
referandumda devlete ait petrol şirketi ANCAP’ın özelleştirilmesini yığınsal bir şekilde -ki o dönem
Montevideo valisi olan Vazquez anti-neo-liberal tutumuyla göz doldurmuştu; ertesi yıl devlet başkanlığına
seçilmesinde bu duruşunun önemli bir rol oynadığı söylenir- reddeden Uruguay halkının, Frente Amplio’nun
“neo-liberalizmi”ne ne diyeceğidir…
Gerçekten de, Uruguay’da hiçbir şey sonlanmış değil…
32
16 Eylül 2008 12:10:15, Ankara.
N O T LAR
[*] Esmer Dergisi, No:44, Ekim 2008.
[1] H. White.
[2] Raúl Zibechi, “La gauche uruguayenne: de
l’hégémonie culturelle à l’hégémonie politique”,
Alternatives Sud, vol. 12-2005/2, Mouvements et
pouvoirs de gauche en Amérique latine, Points de vue
latino-américains, Centre Tricontinental et Editions
Syllepse, ss. 125-132.
[3] Uruguay’da Kilise ile Devlet 1919’dan bu yana
resmen ayrıdır ve halkın % 17.2 gibi yüksek bir
kesimi, kendisini “ateist” ya da “agnostik” olarak
tanımlamaktadır. (http://www.ine.gub.uy/enha2006/flash/
Flash%206_Religion.pdf)
[4] Benjamín Nahum, Manual de Historia del
Uruguay,Tomo II: 1903-2000. Ediciones de la Banda
Oriental, Montevideo, 2008, s.134-135.
[5] Diktatörlük döneminde en az26 kişinin bu şekilde
kayebedildiği bildirilmektedir. Ve çok sayıda asker
ve polis görevlisi bu suçla tutuklanmıştır. (“Uruguay:
Diktatörlük Suçları”, http://lahy.wordpress.com/category/
uruguay)
[6] The Cambridge, History of Latin America, s.216.
[7] Fernandez Huidobro (El Nato), Gaby Weber, Gerilla
Bilanço Çıkarıyor, Belge Yay., 1991, s.126.
[8] Bu bildiride Ölüm Mangalarını örgütleyenlerin AID
(Kalkınma Örgütü) uzmanı kimliğindeki CIA ajanları
olduğu söyleniyordu. Mitrione’den sonra Cantreli.
[9] Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkarıyor, Belge Yay.,
1991, s.192.
[10] ‘Özgürlük’ adıyla kurulan bu askeri cezaevine gelen
ilk tepki başkent duvarlarına yazılmış bir graffitiydi:
“Uruguay’da varolan tek özgürlük, cezaevidir.”
[11] Mauricio Rosencof, Gerilladan Yasal Siyasal
Mücadeleye Tupamarolar, Pencere Yay., 1990, s.22.
[12] yage, s.63.
[13] yage, s.18-19.
[14] Ateşi Tutmak, Belge Yay., 1991, s.65
[15] Alıntı, Oral Çalışlar, “Rosencof’la Röportaj”,
Cumhuriyet Gazetesi.
[16] Kaynak: “L’Amerique latine en 2005”, Les Etudes
de la documentation française, P. Zagefka (der.), Institut
des Hautes Etudes de l’Amérique Latine, Université Paris
III, Sorbonne Nouvelle, 2006.
[17] Pablo Long, “Başkan Vázquez ABD ile serbest
ticaret anlaşması imzalanması konusunda hâlen açık
bir politika belirlemedi” ( http://lahy.wordpress.com/
category/uruguay.)
[18] Matthew Beagle, “Uruguay’s Tabaré Vazquez: Pink
Tide or Political Voice of the Center?” http://www.coha.
org/2006/03/uruguay%E2%80%99s-tabare-vazquez-pinktide-or-political-voice-of-the-center/
[19] Ernestro Herrera, “Uruguay: Amerikaların İsviçresi,
Latin Amerika’nın Cezaevi”, Yeni Yol, No:24, No:1, Kış
2007, s.93-97.
33
AŞK ÜSTÜNE[*]
“Aşk ruhta devrimdir.”[1]
Sizin hiç sevda(ları)nız oldu mu?
Aşk(ların)ızdan öğrendiniz mi?
Bu iki soruya verdiğiniz olumlu yanıt, nasıl
ve nerede olursanız olun, hayatı kucaklayarak
yaşanmaya değer kılma kavgası verdiğinizin
işaretidir elbet...
Hayır; sözünü ettiğim Berkant Coşkun’un,
“Kapitalizm Mengenesindeki Aşk” aralığının
dışındaki bir şey...
Mesela Karacaoğlan’ın, “Güzel ne güzel
olmuşsun görülmeyi görülmeyi” dediği türden
bir hasret...
Ya da Cahit Külebi’nin, İstanbul’dan bir
yâr sevdim/ Adamı günaha sokar./.../
İzmir’in denizi kız, kızı deniz/ Sokakları
hem kız, hem deniz kokar,” dizelerindeki
duyumsayan cüretkârlık...
Evet, “Gönlümden hiçbir şeyi
esirgemedim, ne aşkı ne de sevinci,” diyen
Marguerite Duras’ın fütursuzluğuyla aşk bir
cürettir; bunun için insani, iradi ve devrimcidir.
Yani Yılmaz Odabaşı’nın, “Çarp kendini
ko savrulsun bu tarumar aşklara/ Vur aşkının
hicranını firar yolculuklara” dizeleriyle de
betimlenmesi mümkün olan o müthiş tutku; yani
“Aşk isyandır. Emek, beceri, bilgi, duyarlılık,
heyecan gerektirir. Yanlışlıklardan, eksikliklerden
çekinmeyen insanın arayışıdır.”[2]
Ama hayır; “Aşkta her zaman bir öpen, bir
de yanağını uzatan vardır,” diyen Fransız Atasözü,
onu bir bir “alış-veriş”e indirgemektedir; oysa
doğru olan, Latin Atasözü’nün, “Amor omnia
vincit”;[3] Goethe’nin, “Aşk, imkânsız birçok
şeyi mümkün kılar”; bir Yunan Atasözü’nün,
“Seven kalp, daima gençtir”; Afşar Timuçin’in,
“Estetik değerler ‘güzel’ kavramında, ahlâk
değerleri ‘iyi’ kavramında anlatımını bulur...
Aşk değerleri ahlâk değerleriyle estetik değerler
arasında bir yer tutar. Aşkta hem güzelin hem
iyinin belirgin bir ağırlığı vardır. Böyle olmakla
aşk, hem sanat hem ahlâk açısından bir bütünlük
onaya koyar”; bir Fransız Atasözünün, “Aşk eşeğe
bile dans ettirir,” sözlerinde betimlenendir.
Ya da her aşk, yeni bir yolculuktur... Çünkü
aşk isyandır, aşkındır ve engel tanımaz. Tutkulu
kızıl bir heyecandır. Hayal kurdurur, yüceltir,
kendi efsanesini yaratır. İnsanın devrimci
eylemidir. Yani insanın büyük serüvenidir.
Dünyanın yeniden keşfidir. İnsanın kendini ve
çevresini yeniden yaratmasıdır.
*****
Evet aşk, insanı yeniden insan yapar.
Aşkın başladığı yerde korku biter; ve hayat başlar,
bugünden sonsuza uzanan kavgalarıyla...
Aşk; “Sensiz olamam”lı cümlelerle iğdiş
edilmiş bir melankoli değildir! Aşk; çığlıklar
ata ata gelen bir trenin önüne atlayıp raylardaki
çocuğu kurtarma cüreti, düşüncesi, eylemi
ve vazgeçmeyen emeğidir... Bu bağlamda,
“Gerçek sevgi, onu yaratıcı bir eylem olarak
görebilmektir,” diyen Erich Fromm çok
haklıdır...
Tam da bunun için aşk ve sevda babında
Marcel Proust’un, “Sevdiğimiz zaman, aşk o
kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz;
sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini
durduran bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin
hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp
geriye dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla
etkilemesinin büyülemesinin sebebiyse,
kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir...”
William Shakespeare’ın, “Aşkın konusu
güzelliktir. İnsan evrenin en güzel nesnesi olduğu
için dışarıda aradığı bu güzelliğin örneğini kendi
içinde bulmalıdır. Bu yüzden insanlar kendisine
benzeyeni ve olabildiği kadar kendisine yakışanı
sever. Sevmeye başlayınca eskisinden bambaşka
bir insan olduğunun farkına varır.” “Amaç, sevgi
uğruna ölmek değil, uğrunda ölünecek sevgi
bulmaktır...”
Erich Fromm’un, “Sevgi bir inanç
davranışıdır. İnancı az olanın sevgisi de
azdır...”
Freud’un, “Yaşam belirtisinin kökeninde
duygulanma vardır; duygulanmanın da temeli
aşktır...”
Aristoteles’in, “Sevmek acı çekmektir,
sevmemekse ölmek...”
Antoine de Saint-Exupéry’nin, “Senin
34
gülün için harcadığın zaman var ya, işte gülünü bu
kadar önemli yapan şey odur.” “Sevmek birbirine
değil, birlikte aynı noktaya bakmaktır...”
Fox Kabilesi Atasözünün, “Aşkı
tanıdığında, Yaratıcı’yı da tanırsın...”
Gabriel Garcia Márquez’in, “Seni sen
olduğun için değil, senin yanında olduğum
zaman, ben olduğum için seviyorum...”
Fransız Atasözünün, “Güzellik, bakan
kimsenin gözündedir...”
Halil Cibran’ın, “Aşk ve şüphe bir arada
bulunmaz...” deyişlerinin altı ısrarla ve defalarca
çizilmelidir...
*****
Kim bilir belki de tüm bunlardan
ötürü 1934 yılı Şubat’ın da sevgilisi Gala’ya
mektubunda “Tüm yaşamımı sen var ettin,”
diyordu Paul Eluard...
Bunlar böyleyken; siz bakmayın Andrey
Platonov’un, “Aşk peşinde koşanlar, toplumsal
işlevi olmayanlardır,” dediğine...
“Aşkın olmadığı yerde gerçek de yoktur,”
der Aleksandr Puşkin.
Aynı kesinlikte ekler Aleksandr Blok:
“Mutlu olmak için yalnızca sevmek, aşk ağını
her yana savurup ağa takılanları birer birer
toplamak gerekir.”
İvan Bunin de onları desteklercesine,
“Mutsuz aşk olur mu hiç? Dünyanın en acıklı
müziği bile insana mutluluk vermez mi?”
Aslında Nâzım Hikmet’in dizelerindeki
üzeredir aşk: “Gelsene dedi bana./ Kalsana dedi
bana./ Gülsene dedi bana./ Ölsene dedi bana./
Geldim, kaldım, güldüm, öldüm...”
Kapitalizm
koşullarında
aşk,
sevda “hiç”lenirken; tüketim toplumunun
araçsallaştırarak kapitalist yabancılaşmaya
mahkûm ettiği; bir aşkınlık, aşırılık ve
devrimcilik olmaktan soyutlanmaktadır...
Nihayetinde “Aşk belki biraz da uzlaşmaz
kişilerin işidir,” der ve ekler Afşar Timuçin:
“Aşk bir yoldan çıkmadır, yoldan çıkarken
göreneklerin hatta alışkıların çizdiği çerçevelerin
dışına çıkmadır...”
“Aşkta... insan kendini çırılçıplak ortaya
koyar...”
“Aşkta kişi kendini tepeden tırnağa
özgeci özelliklerle donatmıştır. Onun özgeciliği
genellikle tek kişiye yönelmiştir ama tek kişiyle
sınırlamak zorunda da değildir. Özgeciler yarar
gözetmez biçimde kendilerinden başka bir şeye
adanırlar... Mutlak özgürlük mutlak bağlanış
biçiminde bu adanmışlıkta gerçekleşir... Aşkın
bencilliğe benzer bir yanı da yok değildir. Aşk
kendi dışına yöneliştir ama bir özneyi kendinin
kılmak için kendi dışına yöneliştir... Aşkın tek
bencil yönelimi birini kendinin kılma eğiliminde
yatar, buna da bencillik deyip çıkmak kolay
değildir. Kısacası aşkta bencilliğin koşulları
gerçekleşmez. Buna karşılık adanmışlığın
koşulları tam olarak vardır...”
“Ne olursa olsun aşk herkes için olmasa
da pek çok kişi için kaçınılmaz olan bir insanlık
durumudur... Aşk gereklidir, daha da insan
olabilmek için, sonsuz sevinçlerle sonsuz acıları
bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek için aşk
gereklidir... Yıkım getirmeyen aşk yoktur, yeter
ki insanlar aşkın getirdiği yıkımdan yepyeni
sevinçler, yepyeni kavrayışlar, yepyeni sezgiler
elde edebilsinler... Aşk insanın sonsuzluğu
duyumsadığı, ölmezliği sezdiği yerdir. Gerçek
İnsan olma düşlerimizi ancak aşkın sıcak ama
dikenli kanatları altında gerçekleştirebiliriz...
Aşkın olmadığı yerde ne doğru dürüst sanat,
ne doğru dürüst felsefe, ne doğru dürüst bilim
gelişebilir... Gene de onun yararla doğrudan bir
ilişkisi yoktur. O da sanat gibi yalnızca sonuçları
açısından insanlığın güçlü dönüşümlerine
katkıda bulunur...”[4]
Evet, insanın devrimci insani “olmazsa
olmaz”ıdır aşk!
Kolay mı? Rollo May ‘Aşk ve İrade’
başlıklı yapıtında, “İçinde yaşadığımız şizoid
dünyamızda aşk ve iradeye dair en çarpıcı nokta,
geçmişte yaşamın çıkmazlarına bir çözüm olarak
görülmelerine karşın, bu kavramların şimdi
bizzat sorun hâline gelmiş olmalarıdır,”[5]
derken; öte yandan da, aşk ve irade eylemiyle
-uzun vadede her ikisi de, gerçek olan her
eylemde mevcuttur- aynı anda hem kendimizi
hem dünyamızı şekillendiririz gerçeğine dikkat
çeker...
*****
Aşka dair onca pozitif saptamaya karşın,
şüpheci ve negatif olanlardan da söz edilir...
Soren Kierkegaard, “Mükemmel
35
aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi
sevmesidir”;
Antoine Brett’in, “Aşkın ilk soluğu,
mantığın son soluğudur”;
Hz. Muhammed’in, “Bir şeyi çok sevmek,
insanı o şeye karşı kör ve sağır yapar”;
Sam Sheppard’ın, “Aşk, daha iyi
hissettiren tek hastalıktır”;
William Faulkner, “Aşkın kitaplara
sokulması iyi oldu. Belki de başka yerde
yaşayamayacaktı”;
Alphonse de Lamartin’in, “Sevilmek
umuduyla sevmek insanidir. Fakat sevmek için
sevmek, meleklere mahsustur”;
Oscar Wilde’ın, “Aşkta sadık olanlar aşkın
yalnızca uçarı yönlerini bilirler; aşkın trajedilerini
bilenlerse vefasızlardır,” deyişlerine;
Veya Süreyya Berfe’nin, “Benim derdim/
hiç beklenmedik bir anda açan/ suçiçeği bulmak
ve daldırmak./
Tutar mı?/ Yerini beğenir mi?/ Yoksa
seninle benim gibi mi olur?/ /
Her aşk/ açık ya da gizli/ bir deneme değil
mi?/
Tutarsa değme keyfime./ Tutmazsa bir
daha daldırırım/ Aşkın meçhul sularına/ anaforlu
sularına./
Beğenirsin yerini/ adım gibi biliyorum/
yanımdaki yerini seversin./
Görmüyor musun hâlimi?/ Uyanıkken de
sayıklıyorum./
Önemli değil./ Herkesin başına gelebilir./
Seni seviyorum,” dizelerine yansıdığı üzere...
*****
‘Anlatmak için Yaşamak’ başlıklı
yapıtında Gabriel Garcia Marquez’in, “İnsanın
yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve
anlatmak için nasıl hatırladığıdır” deyişinin altını
defalarca çizerek noktalıyorum yazacaklarımı:
“Aşkı anlamak, bilmek, yaşamak; insanın
kendisini, insanları, toplumu, sanatı, bilimi,
felsefeyi vs. anlamaktan geçer...
Aşka-sevgiye aykırı unsurlara ve onların
kaynaklandığı ideolojilere karşı olan aşkasevgiyle birlikte olması gereken değerleriunsurları savunan, başka bir deyişle aşka-sevgiye
en yakın ideoloji sosyalizmdir.”[6]
Ve nihayet aşk, sevda ölmez, bitmek,
tükenmez...
“Eski sevgi paslanmaz,” diyen İsveç
Atasözünde; ya da bir Kolombiya Atasözünde,
“Eski aşklar yanmış, sönmüş kömür gibi gayet
kolay alev alır,” denmesi boşuna değildir...
Coşkusuyla, tutkusuyla, acısıyla,
mutluluğuyla aşkın bir yangın hâli olduğunu
göz ardı etmeden; sevdanın muhteşem bir insani
duygu ve varoluş hâli olduğunu; sevdasız kavga,
kavgasız sevda olmayacağını; ayrıca şefkatten,
dayanışmadan, mücadeleden, bağlanmaktan,
gelişmekten söz ediyorsanız bunun aşksız,
sevdasız olmayacağını göz ardı edemezsiniz...
Bunun için “Belki de biraz geç rastladım
sana/ Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza/
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi/ Eksikliğe
mi alışmışız mutsuzluğa mı yoksa,” der Cemal
Süreya...
Bundan ötürü “Değerini bilmek gerekir
aşkın/ ve ona kattığı değeri yılların./.../ Güzel
bir şarkıya benzer aşk/ ama kolay mıdır bir şarkı
yaratmak,” diye haykırır Stephan Sçpaçyov...
Ve “Düşleri ve arzuları değerli olan
zengindir,” derken Voltaire ekler Albert Einstein:
“Gençliğimizde düşüncelerimizi oluşturan tüm
konular sevgiyle ilgilidir. Sonraları ise tüm
sevgilerimiz düşüncemiz olur...”
18 Mayıs 2008 18:39:52, Ankara.
N O T LAR
[*] Güney Dergisi, No:45, TemmuzAğustos Eylül 2008.
[1] Paul Eluard.
[2] Rakel Rakella Asal, “Aşka Evet
Demek”, Deliler Teknesi, No:9, Mayıs-Haziran
2008, s.5.
[3] “Aşk her güçlüğü yener.”
[4] Afşar Timuçin, Aşkın Diyalektiği,
Bulut Yay., 2002, s. 11-34-161-166-172-173.
[5] Rollo May, Aşk ve İrade, Okuyanus
Yayınevi, 2008.
[6] Ozan Yılmaz, Aşkın Evrimi: CinsellikEvlilik-Sevgi-Aşk, Ceylan Yay., 2000, s.17-520521.
36
ANKARA’DA YAZAR OLMAYI DENEMEK
Kafka tandanslı notlar
;“İstanbul pastanesi, dergicilerin yazı topladıkları,
matbaadan gelen yazı, şiir provalarını okudukları yerdi.
Yaşar Nabi Bey, içerisinde , Varlık dergisinde çıkacak
Mekan / zaman : “an”
yazı, hikaye, vs., bulunan çantasıyla az mı gelmişti
buraya?” (Tanyer, 2006 : 67 )
“Şair arkadaş, bir derdin mi var ,
Bir kentin tarihi , sosyal/ kültürel anılar belleğini
bir şeyler çıkarmak mı istiyorsun derdinden ,
yaşatabildiği , gelecek kuşaklara aktarabildiği oranda
Ankara’ya gelmelisin” ( C.Süreya )
“var” demektir.Barthes’e göre “yazı özgürlük olarak
yalnızca bir an’dır.” ( 1999 :21 ) Siyasi / etnografik
Posta caddesinde yürüyorum, yenideki tüm belleklerin yaşatıldığı müzeler gibi kültürel belleğin /
hiçlikleri çıkararak algılarımdan , caddenin önceki yaşanan yazınsal “an” ların aktarıldığı bu tarz mekanlar
sakinlerini anımsamaya çalışıyorum.İş hanları, izbe da geleceğe , geçmişi ile birlikte aktarılmalıdır.Böyle
sokaklar, birbirine çarparak hızla uzaklaşan ve telaşı olmadığı vakit , posta caddesindeki yürüyüşünüz
mesai saatlerine yetişmek olan insanlarla göz göze ve Melih Cevdet’in sözleri ile bellek - belleksizlik
gelip , kısa irkilmelerden kurtulup Orhan Veli , Melih arasında gidip gelmekte ve edebiyata meraklı kuşakları
Cevdet ,Cahit Sıtkı ve Can Yücel ‘in vakit geçirdiği şizofrenik hale getirmektedir ; “Kimi akşam oradan çıkıp
meyhaneleri, lokantaları görmeye odaklanıyorum; , yakındaki Şükran Lokantasına akşamcılığa giderdik.
Şükran Lokantası , Cahit Sıtkı’nın kapıdan içeri girince Oradan Sebahattin Eyuboğlu’nun Yenişehir’deki Yeşil
solda camın önünde “penceresinden gün eksilmeyen” apartmanına göçtüğümüz de olurdu.Bakardınız Hasan
mekanı , canlanıyor gözümün önünde.Tercüme Ali Yücel ile Nurullah Ataç da gelmişler oraya.İşlerimiz
bürosunda yahut evraklar arasında kaybolmuş , öğlen , bıraktığımız yerden orda da konuşarak sürerdi.Orhan
vakti kıraathanede okunacak / okutulacak hikayeler Veli, elinde bir kadehcik rakı, çoğun ayakta , duvara
geliyor aklıma.
dayanmış dururdu.”( Tanyer, 2006 :70 )
Eski Ankara ; yani Ulus , Kale çevresi ve biraz
Ne Cemal Süreya’nın şiirleri Mülkiye’de, ne
da Yenişehir’de yapılacak mısralarla yolculuk hem de Sebahattin Ali’nin hikayeleri İstanbul Pastanesinde,
Ankaralı yazarların edebiyata armağanı yazılarını hem ne de Nurullah Ataç’ın eleştirileri Yenişehir’de Özen
de yazıların/ yazarların hikayelerini hatırlatıyor bir pastanesinde ( şimdilerde banka olmuştur !) tarihe
Ankaralı ‘ ya .Doğal olarak ,birçok edebiyat dergisinin gömülmemiştir, bizatihi mekana ve zamana dahil
tomurcuklarının atıldığı , tartışmaların cereyan ettiği , olup önce kağıda sonra edebiyat belleklerine girmeyi
şiirde devrim yapıldığı o günlere dönmeye çalışmak başarmıştır.Modernizm sonrası mekansızlaşmayı en
, iki binli yıllarda oturup bir şeyler yazmak ve bunları yakıcı biçimde hisseden bizim kuşak için de onlar ne
Ankara’da yapmak / yapmayı denemek, memur şehri yazık ki siber / sanal mekanlarda yaşamakta, geleceğe
olan bu mekanda devlet asabiyetinde yaşamak gibi zor aktarılmaya çalışılmaktadır.Kentimizin, her yıkımına
ama hazzı yüksek bir deneyim.
, unutulan mekanına ve yeniden yapılmaya çalışılan
Bu deneyimin mekansal yansımasını hem kentsel – modern- yüzüne inat , ne zaman Karanfil Sokak’ta
tarihimizde hem de yazınsal tarihimizde çakışık görmek yürüsem “kar altındaki varoşlar” gelir aklıma.
ne yazık ki günümüzde olanaksız. Örneğin; çevre
düzenlemesi ile yok olan, Ulus’taki İstanbul Pastanesi
Edebiyat : yüksek memuriyet
, ki müdavimleri Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi , Faruk
“Biliyor musun başkentim nedense
Nafız, Sebahattin Ali , Ahmet Muhip Dranas , ve mebus / birbirimizden çekiniyoruz ikimizde /
olan Yahya Kemal , Hüseyin Rahmi..(Tanyer , 2006 :
sen yaslarına hiç yaslanmaz oldun
66) Ankara’da edebiyat çevresinin / mekansal boyutu / ben acılarıma yeterince” ( C.Süreya )
itibariyle edebiyat tarihi açısından oldukça önemlidir
Tarihçi gerçekte ölülerin varlığını yönetmekle
37
görevli bir yüksek memurdur.Öyleyse , bu cenaze
görevlisi , ölüme iyice yaklaşmalıdır.Ölümü yaşamalı,
yani sevmelidir; ancak böylece ölülerle ilkel bir
kaynaşmaya girip onlarla yaşamın göstergelerini alıp
verebilir.(Barthes ,1999 : 29)
Belki de tarihçilere yüklediği cenaze
memurluğunu , edebiyatçılara da yüklemiştir Barthes
ancak bir edebiyatçı , yaşama / gerçekliğe dokunan her
şeyi yazına aktaramadığı yani kendisiyle götürdüğü
ölçüde cenaze memuru , kağıda ya da sözel anlamda
hayata aktardığı ölçüde de bir nevi ebelik görevini
üstlenmiştir.Zira tesadüf müdür yoksa edebiyat için
geçilecek , yaşanılacak gerçeklik midir bilinmez ama
birçoğunun yolu bürokrasiden , Kafka’nın düşsel
dünyasının da takıldığı gerçeklik olan Şato’dan
geçmektedir.
Ankaralı , Ankara’ya iz bırakmış bir çok yazar;
Tanpınar , Ataç gibi öğretmenlik yapmış , ya da Cemal
Süreya’nın Darphane müdürü olduğu gibi çeşitli
kurumlarda çalışmışlardır.Dolayısıyla bürokrasiyi , “bu
yüksek memurluk” olan yazınsal yaşam perspektifiyle
algılamaya çalışmışlar ve şiirlerine , hikayelerine
sinmiş kokusuyla bir farkındalık olarak yazılarına
yansıtmışlardır .Dolayısıyla Ankara’nın şairler için
bir mekan olması ,bürokrasinin ağına takılan yazar
olmak gibi bir ortak paydada da birleştirmiştir onları.
Diyebiliriz ki , kentin şiirsel yüzü ile resmi
yüzü çoğu zaman kavgalıdır aslında.Yani onlar için
hep “ iyi kalpli üvey ana” olmuştur biraz da Ankara.
kendisinde toplandığı son sığınak olur, bazen bir kartal
yuvası gibi erişilmesi imkansız yükselir.” ( Tanpınar
, 2005:13 )
Yüreğine Ankara ateşi düşmüş birinin ,Murat
Özsoy ‘un ,yenice ama uzun bir süreçte hazırlığını
yaptığı ve özenle tamamlayıp Kasım 2007 ‘de Kül
– Sanat ‘ın yayımladığı , arşivlik güzel bir derleme
olmuş “El yazılarıyla yazarların Ankara’sı”
Bir gazetenin kitap ekinde görüp , Ankara ‘da
yazar olmayı deneyen biri olarak kendimi kitapçıda
buldum.İçerisinde sayamadığım kadar çok yazarın
tanıtımı, fotoğrafı ve elyazmaları var . Metin Altıok,
Gülten Akın, Ahmet Telli, Mahmut Tali Öngören,
Orhan Asena, Ülkü Tamer gibi beklediğimiz isimler
bunlardan birkaçı.Cemal Süreya gibi ismini arayıp da
göremediklerimiz olsa da kitapta ve bu eksiklik bir
anlamda hayal kırıcı da olsa , benzeri bir derleme için
umut verici ve Ankara’da yazar olmayı deneyen genç
kuşak için cesaret verici bir çalışma diyebiliriz.
“Yeşil gölgeli yollarda yürüyüşe çıkılırdı ,
bahçe içinde evler tümden yok olmamıştı.Sıhıyye’de
bile hanımeli kokusu duyulurdu.” Erendiz Atasü /
Özlem Zamanı Geçti Öyküsünden, el yazması (Özsoy,
2007: 39)
Kaynakça:
Barthes, Roland , Yazı ve Yorum, Metis
Yayınları,İstanbul,Mart, 1999
Özsoy, Murat , El yazılarıyla yazarların
Ankara’sı , Kül-Sanat Yayınları, Ankara, Kasım,
Ve Bir Kitap : “ El yazılarıyla Yazarların 2007
Ankara’sı”
Süreya, Cemal, Sevda Sözleri, YKY, İstanbul,
“Ölürsem , senin toprağına Şubat, 2002
gömülmek isterim Ankara..” (M.Altıok)
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, Dergah
Eğer ateşi düştüyse bir kentin içinize ; sokaklarını Yayınları, İstanbul, Kasım, 2005
düşlersiniz, kaldırımlarını daha bir sahiplenirsiniz,
Tanyer, Turan, “Ankara’da eski mekanlar”
anılarınıza dahil ettiğiniz mekanı anlamlandırırsınız ,Kitap-lık, Ocak , 2006
, gökyüzüne oradan bakmayı seversiniz , hele bir
de kale’si varsa çıkıp oraya tepeden bakıp şehrinize
Kübra CEVİZ , Ocak 2008, ANKARA
kendinize yolculuk edersiniz.
“Bazen geniş sağrısını rüzgara vermiş bir harp
gemisi gibi , zaman ve hadiselerin denizinde çevik
ve kudretli yüzer, bazen bir iç kale , bütün ümitlerin
38
DEMOKRASİ, HUKUK DEVLETİ VE
SİYASAL PARTİLERİN KAPATILMASI
Bülent SERİM
(Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri)
İkinci Dünya Savaşına neden olanların, seçimle
işbaşına geldikten sonra demokrasiyi nasıl ortadan
kaldırdıklarını tüm dünya acı içinde yaşamıştır.
Savaştan sonra buna çare aranmış, demokrasinin
yalnız seçimden ibaret olmadığı bir düzen
kurulması için çaba gösterilmiş, kimi yeni değerler
ve kavramlar geliştirilmiştir. Erkler ayrılığı, hukuk
devleti ve temel hak ve özgürlükler bu dönemin
demokrasilere armağanıdır.
Erkler ayrılığı ilkesi, egemenliği ulus adına
kullanmak üzere öngörülen üç erkin, yasama,
yürütme ve yargının eşitliği ve işbölümü içinde
işbirliği esasına dayanır. Erkler ayrılığı ilkesi,
aynı zamanda, siyasetin egemen olduğu yasama
ve yürütmeden oluşan iktidar gücünün, çoğunluk
diktatörlüğüne dönüşerek demokrasiye zarar
vermemesi için sınırlandırılıp denetlenmesi ve
bu yolla dengelenmesi esasını temel alır. Bunu
sağlamak için hukuk devleti kavramı geliştirilmiştir.
Hukuk devleti, hukukun üstünlüğünü tanıyıp
koruyan, kamunun tüm eylem ve işlemlerini yargı
süzgecinden geçiren düzeni anlatmaktadır. Yasama
ve yürütmenin oluşturduğu iktidar gücü böylece,
yargı erkiyle sınırlandırılıp denetime alınmış ve
dengelenmiştir.
Her çağdaş demokratik ülkede olduğu gibi,
Anayasamızda da, erkler ayrılığı ve hukuk devleti
ilkeleri kabul edilmiştir. Anayasa’nın başlangıcında,
erkler ayırımının, belli Devlet yetki ve görevlerinin
kullanılması anlamına geldiği ve hiçbir erkin
diğerinden üstün olmadığı vurgulanmıştır. 6.
maddede de, başlangıçtaki kuralı tamamlayan
biçimde, Türk Ulusu’nun egemenliğini yetkili
organlar eliyle kullanacağı; 7, 8 ve 9. maddelerde
ise, bu organların yasama, yürütme ve yargı
olduğu belirtilmiştir. Hiç kimse ya da hiçbir organ
kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamaz.
Anayasamıza göre, egemenlik kayıtsız
koşulsuz ulusundur. Ancak ulus, egemenliği
doğrudan kendisi kullanamaz; Anayasa’nın koyduğu
esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır.
Böylece, anayasa koyucu, egemenliği Türk Ulusu
adına kullanacak olan yasama, yürütme ve yargı
erklerini, anayasal kurallarla oluşturulan düzenle
sınırlandırmıştır. Burada şu saptama yapılabilir:
Egemenliği doğrudan kullanamayan halkın her
istediğini yapma yetkisi yoktur; egemenliği
kullanma hakkına sahip organlar ise, anayasal
düzene bağlı kalmak zorundadır.
Anayasamızda benimsenen diğer çağdaş
demokrasi kavramları, hukuk devleti ve hukukun
üstünlüğü ilkeleridir. Anayasa’nın 2. maddesinde,
hukuk devleti ilkesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez
nitelikleri arasında sayılmıştır. Anayasa’nın
başlangıcında, erkler ayrılığının üstünlük sıralaması
anlamına gelmediği, üstünlüğün Anayasa ve
yasalarda olduğu vurgulanarak, 11. maddesinde de,
Anayasa’nın üstün ve bağlayıcı olduğu belirtilerek
hukukun üstünlüğü ilkesi kabul edilmiştir. Hukuk
devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri, yasama
(m.l48) ve yürütmenin (m.l25) tüm eylem ve
işlemleri yargı denetimine bağlı kılınarak yaşama
geçirilmiş; yargı kararları (m.l38) ile Anayasa
Mahkemesi kararlarının (m.l53) ayrımsız herkesi
bağlayacağı belirtilmiştir.
Anayasa’ya egemen olan bir başka temel
ilke laikliktir. Laiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez
niteliği olmanın yanında, Atatürkçü düşüncenin ve
dolayısıyla Anayasa’nın temelini oluşturmaktadır.
Anayasa’nın başlangıcında, laiklik ilkesi gereği
kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya
kesinlikle karıştırılamayacağı; 24. maddesinde de,
Devlet’in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal
temel düzeninin din kurallarına dayandırılamayacağı
belirtilerek laikliğin işlevsel tanımı yapılmıştır.
Yüce Atatürk’ün “laiklik adam olmak
demektir.” özdeyişi, laikliğin çağdaş bir yaşam
biçimi olarak öngörüldüğünü göstermektedir.
Anayasa Mahkemesi de, bu öngörüye katkıda
bulunmuş, laikliğin “ortaçağ dogmatizmini yıkarak
aklın öncülüğü ve bilimin aydınlığı ile gelişen
özgürlük ve demokrasi anlayışının, uluslaşmanın,
bağımsızlığın, ulusal egemenlik ile bölünmez
bütünlüğün ve insanlık ülküsünün temeli olan
uygar bir yaşam biçimi” olduğunu vurgulamıştır.
Yine Anayasa Mahkemesi, kararlarında, laikliğin
demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olduğunu
kabul etmiştir. Çünkü, demokrasinin temeli olan
özgürlük ve eşitlik, ancak laik rejimlerde yaşama
şansı bulabilmektedir. Yüksek Mahkeme, laiklik
ilkesinin ülke koşullarına göre farklı içerikte
olabileceğini şu sözlerle belirtmiştir:
39
“Türkiye’de laiklik ilkesinin uygulaması,
kimi batılı ülkelerdeki laiklik uygulamalarından
farklıdır. Laiklik ilkesinin her ülkenin içinde
bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden
esinlenmesi, bu koşullarla özellikler arasındaki
uyum ya da uyumsuzlukların laiklik anlayışına
da yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları
ortaya çıkarması doğaldır.”
Yüksek Mahkemeyi bu yoruma iten
neden, toplumların benimsediği dinler arası farkta
yatmaktadır. Hıristiyan dini devlet yönetimine talip
olmamıştır. Bu toplumlarda yönetime talip olan din
adamları ise, yüzyıllar önce kanlı savaşlarla boylarının
ölçüsünü almışlardır. Bu gelişmelerden sonra batılı
toplumlarda laiklik öylesine içselleştirilmiş ve
yaşamın doğrudan kendisi durumuna gelmiştir ki,
hiç kimse tersi bir dünya düzenini akıllarına bile
getirmemekte, en küçük aykırı politik görüşler
anında tüm toplumdan en sert tepkiyi görmektedir.
Bunun içindir ki, çoğu batı demokrasisinde, laiklik,
anayasaya bile konulmamıştır.
İslam dini ise, tam tersine, toplumsal
ve kamusal düzene ilişkin kurallarıyla devlet
yönetimine talip olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti
dışında tüm Müslüman ülkelerde bunu başarmıştır.
Ne var ki, Türkiye’de de devlet yönetimi sürekli
tehdit altında olduğu için, laiklik, temel ilke
olarak, tanımı yapılarak, değiştirilemez kılınarak
Anayasa’ya konulmuştur. Devlet’in dini denetim
altına alabilmesi için, Diyanet İşleri Başkanlığı
bir anayasal kurum olarak düzenlenmiş (m.133)
ve Anayasa’ya, laik Cumhuriyeti korumak adına
din ve inanç özgürlüğünün sınırlandırılabileceğine
ilişkin kurallar konulmuştur (m.13,14,24).
Laiklik Türkiye’de bir çağdaş yaşam
mücadelesi vermekle eş anlamlıdır. Bu nedenle,
“laiklik olmadan da demokrasi olabilir” sözünü
anlamak olanaksızdır. Laikliği içselleştirmiş ve
yaşam biçimine dönüştürmüş batılı politikacıların
bu sözü kendi ülkeleri için söylemeleri doğal
karşılanabilir. Doğal olmayan, bu sözü Türkiye
için söylemeleridir. Onların Türkiye’nin
bugünkü durumunu anlayabilmeleri için ortaçağ
tarihini yeniden bir kez daha okumaları gerekir.
Yoksa yaptıkları “ahkam kesmek”ten öteye
gitmeyecektir.
Anayasal düzeni böylece ortaya koyduktan
sonra, siyasal partilerin bu düzendeki yerine
bakmak gerekir. Devlet yaşamında olağanüstü
role sahip siyasal partilerin demokratik düzeni
tahrip edici bir güç durumuna gelerek toplumu
felakete sürüklemesi karşısında devletin seyirci
kalmayacağı kuşkusuzdur. Her devlet, kurduğu
düzeni, karşıtlarına karşı hukuk yoluyla koruma
hakkına sahiptir. Hiçbir demokratik düzenden,
kendini ortadan kaldıracak eylemlere hoşgörü ile
yaklaşması beklenemez. Nitekim, tüm demokratik
ülkeler, kendi varlığını ve rejimini tehdit eden
siyasal partileri, tehdit somutlaştığında yasaklama
eğilimine girmektedirler. Parti yasağını, kapatmayı
da içerecek biçimde anayasasında düzenleyen
ülkelerin başında Türkiye ve Almanya gelmektedir.
Anayasasında parti yasağına dolaylı ya da doğrudan
yer veren diğer ülkeler, İtalya, Fransa, İspanya,
Portekiz, Danimarka, Avusturya, Rusya, Çek
Cumhuriyeti, Polonya ve Yunanistan’dır. Belçika,
İngiltere, İrlanda ve Hollanda ise, parti yasağını
anayasa dışındaki hukuksal metinlerde düzenleyen
ülkelerdir. Bu ülkelerden, Almanya, İspanya,
Portekiz ve Belçika’da çeşitli tarih ve sayıda siyasal
parti kapatılmıştır. Almanya ve Hollanda’da, belli
siyasal partilerin kapatılması yakın tarihte gündeme
getirilmiştir.
Şu kadarını belirtmek gerekir ki, İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nde de, özgürlükleri yok etme
özgürlüğü, ilkesel olarak tanınmamıştır.
Anayasamızda, siyasal partilerin, demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olduğu ve
önceden izin almadan kurulacakları belirtilmiştir
(m.68). Anayasa’da, mali denetimleri ve uygulanacak
yaptırım yetkisi Anayasa Mahkemesi’ne, izleme
ve dava açma yetkisi Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı’na bırakılarak, siyasal partilere verilen
önem ortaya konulmuştur. Ne var ki, demokratik
siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olmaları,
devlet örgütü ve kamu hizmetleriyle doğrudan ve
yoğun ilişki içinde bulunan siyasal partilere her
istediklerini yapma olanağı vermemektedir. Siyasal
partilerin etkinlik alanları anayasal kurallarla
sınırlandırılmıştır. Buna göre, siyasal partilerin
tüzük ve programları ile eylemleri, Devlet’in
bağımsızlığına, ülkesi ve ulusuyla bölünmez
bütünlüğüne, ulusal egemenliğe, eşitlik, hukuk
devleti, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine,
insan haklarına aykırı olamayacaktır.
Olursa ne olur? Bu tür aykırılıkların
yaptırımı da Anayasa’da düzenlenmiştir (m.69).
Bir siyasal parti, tüzük ya da programı yukarıda
belirtilen aykırılıkları içeriyorsa, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcısı’nın yöntemince açacağı
dava üzerine Anayasa Mahkemesi’nce temelli
40
kapatılır. Siyasal partilerin eylemlerinden
ötürü temelli kapatılmaları, ancak, onların bu
nitelikteki eylemlerin odağı durumuna geldiğinin
Anayasa Mahkemesi’nce saptanmasına bağlıdır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın görevi, laik,
demokratik Cumhuriyet’e aykırı eylemlerin odağı
olduğuna kanaat getirdiği siyasal parti için kapatma
davası açmaktır. Bu görev, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı’na, laik, demokratik Cumhuriyeti
koruma sorumluluğu yüklemektedir.
Siyasal partinin laiklik karşıtı eylemlerin
odağı durumuna gelip gelmediğini saptama yetkisi
tümüyle Anayasa Mahkemesi’nindir. Anayasa’da,
önceleri yalnızca “Anayasa Mahkemesi’nce
saptanması” koşuluyla yetinilmişken, yani,
bir partinin temelli kapatılması için laikliğe
aykırı eylemlerin odağı olduğunun Anayasa
Mahkemesi’nce saptanması yeterli iken, 3.10.2001
günlü, 4709 sayılı Yasayla 69. maddeye yapılan
ekleme ile, bir partinin aykırı eylemlerinden
dolayı nasıl odak durumuna geleceğinin yöntemi
gösterilmiştir. Eklenen kurala göre, bir siyasal
parti,
- Aykırı eylemlerin parti üyelerince yoğun
biçimde işlendiği ve bu durum o partinin
büyük kongre, genel başkan, merkez karar
ve yönetim organları ya da TBMM grup
genel kurulu ya da yönetim kurulunca
zımnen ya da açıkca benimsendiği, ya
da
- Aykırı eylemler doğrudan anılan parti
organlarınca kararlılık içinde işlendiği,
takdirde, söz konusu eylemlerin odağı
durumuna gelmiş sayılacaktır.
Siyasal Partiler Yasası’nın 7. maddesinde,
siyasal partilerin merkez organları ile il, ilçe ve belde
örgütlerinden, TBMM, il genel meclisi ve belediye
meclisi gruplarından; 13. maddesinde, merkez
organlarının, büyük kongre, genel başkan, merkez
karar, yönetim, icra ve disiplin organlarından; 19
ve 20. maddelerinde ise, taşra örgütlerinin il ve
ilçe kongresi, başkanı, yönetim ve disiplin kurulu
ile beldelerden oluşacağı belirtilmiştir. Bir siyasal
parti, bu organlarca kararlılık içinde işlendiği
takdirde laiklik karşıtı eylemlerin odağı durumuna
gelmiş sayılacaktır.
Görüldüğü gibi, Anayasa Mahkemesi’nin
yetkisi bu kuralla sınırlandırılmıştır. Anayasa’da
yapılan değişiklik bununla da sınırlı kalmamıştır.
Aynı Yasa’yla yapılan bir başka düzenlemeye göre,
Anayasa Mahkemesi, temelli kapatma yerine, dava
konusu eylemlerin ağırlığına göre, siyasal partinin
Devlet yardımından kısmen ya da tamamen yoksun
bırakılmasına da karar verebilecektir (m.69).
Yine aynı Yasa’yla, Anayasa’nın l49.
maddesinde değişiklik yapılarak, Anayasa
Mahkemesi’nin bir siyasal partinin kapatılmasına
karar verebilmesi için beşte üç oyçokluğu esası
getirilmiştir. Yani, Yüksek Mahkeme, diğer
kararlarını 6-5 çoğunlukla verebilirken, siyasal
partileri ancak 7-4 oyçokluğu ile kapatabilecektir.
Böylece, azınlıkta kalanların çoğunlukta olanları
etkisizleştirmesinin yolu açılmıştır.
Görüldüğü gibi, yapılan düzenlemelerle
siyasal partilerin temelli kapatılmaları oldukça
güçleştirilmiştir. Buna karşın, hala parti kapatmayı
güçleştirmeye çalışmak, açılan bir davayı
etkisizleştirmeye çabalamanın ötesinde, parti
kapatmayı olanaksız kılarak, laik, demokratik
Cumhuriyet rejiminin kendini koruma refleksini yok
etmek anlamına gelmektedir. Üstelik, yetinilmeyen
2001 değişikliklerinin, Fazilet Partisi’nin
kapatılmasından sonra Avrupa normlarına uyum
gerekçesiyle yapıldığı anımsanırsa, bugünkü
değişikliklerin ve bunları isteyenlerin özel amaçları
daha iyi anlaşılacaktır.
Yapılmak istenilen değişikliğin mantığı,
“bir siyasal partinin cezasını seçimlerde ancak halk
verir” önermesinde yatmaktadır. Oysa, bir siyasal
parti, her şeyden önce, anayasal düzeni benimsemek,
ona uymak ve onu korumakla yükümlüdür. Bu,
herkes gibi, siyasal partinin Devlet’e karşı görevi
ve sorumluluğudur. Bu sorumluluğun yerine
getirilmemesinin yaptırımının da halk tarafından
değil, Devlet’in yetkili organlarınca uygulanması
doğaldır.
Üstelik, AKP tarafından hazırlattırılan
anayasa taslağının ilgili maddesinde, bugünkü
kuralın aynısı yinelenmiş, yalnızca “sürekli ve
ciddi tehlike oluşturacak şekilde” denilerek, odak
olma kavramının içinde zaten bulunan kimi öğelere
yer verilmiştir (Fikret Bila, Milliyet, 2.4.2008).
Bu da, hakkında kapatma davası açılan siyasal
partinin bile, sağlıklı düşündüğü zaman, rejimin
kendini koruması için böyle bir kurala gereksinim
bulunduğunu kabul ettiğini göstermektedir.
Bir siyasal partinin laiklik karşıtı eylemlerin
odağı olması için, üyelerce gerçekleştirilen
eylemlerin Türk Ceza Yasası’na göre suç oluşturması
ve mahkemelerce bu suçtan dolayı o kişiye ceza
verilmiş bulunması gerekli değildir. Çünkü,
Anayasa’da böyle bir koşul bulunmamaktadır.
41
Anayasa’ya göre önemli olan, eylemlerin anayasal
düzene ve temel ilkelere aykırılık oluşturmasıdır.
Anayasa Mahkemesi de, ceza yasalarına göre suç
oluşturmayan eylemlerin siyasal partiler yönünden
yaptırım gerektirebileceğini kabul etmiştir. Yüksek
Mahkeme’ye göre, kapatma davaları ceza davası
olmadığı gibi, siyaset yasağı da ceza değil, önlem
niteliğindedir.
Yasa koyucu, Siyasal Partiler Yasası’nın 102.
maddesine, 12.8.l999 günlü, 4445 sayılı Yasa’yla
eklediği ikinci fıkra ile bu yolu denemiştir. Anılan
kuralda, kapatma davalarında üye eylemlerinin kanıt
oluşturabilmesi için, bu eylemler nedeniyle üyelerin
“hüküm giymiş” olma koşulunun aranmasının
gerektiği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi Fazilet
Partisi kapatma davasında konuyu tartışmış; 102.
maddenin, Başsavcı’nın uyarısından sonra kapatma
davasına konu olabilecek bireysel eylemleri, 103.
maddenin ise, partiyi odak durumuna getirecek
laiklik karşıtı eylemleri kapsadığını, uygulama
alanlarının farklı olduğunu kararlaştırmıştır. Yüksek
Mahkeme, “İki maddenin tümüyle farklı amaçlarla
düzenlenmesi ve aralarında bağlantı bulunmaması
nedeniyle, 103. madde uyarınca kapatma davası
açılabilmesi için odak halini oluşturduğu ileri
sürülen Anayasa’nın 68. maddesinin dördüncü
fıkrasına aykırı faaliyetlerden dolayı hüküm
giyme koşulunun aranmasına gerek bulunmadığı”
gerekçesiyle kapatma kararı vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’ne göre, bir partinin
laiklik karşıtı beyan ve davranışlarıyla, demokratik
hak ve özgürlükleri araç olarak kullanıp, demokrasiyi
ortadan kaldıracak şeriat düzeninin getirilmeye
çalışılması kapatma nedenidir. Demokratik yaşamı
tehdit eden, ondan yoksun kalmaya yol açacak
eylemlere girişen ya da bu tür amaçları taşıyan
siyasal partilerin kapatılması doğaldır.
Maurice Duverger, Seçimle Gelen Krallar
yapıtında, “ABD, Büyük Britanya ve Fransa’nın
siyasal rejimleri birbirinden farklıdır. Washington’da
başkanlık rejimi, Londra’da parlamenterizm,
Paris’te ise karma rejim vardır. Fakat bu anayasal
görünüşlerin çeşitliliği arkasında aynı temel gerçek
onları birbirlerine yaklaştırır: Her üç rejimin de
nabzı, <seçimle gelmiş bir hükümdar>da atar.”
demektedir. İktidar gücünün, seçim yoluyla işbaşına
gelmiş bir kişinin elinde toplanarak “seçilmiş
krallar” yaratılmaması için, hukuk sisteminin
duyarlılıkla devrede olması zorunludur.
Bu genel açıklamalardan sonra, en son
örnekler olmaları yönünden Refah Partisi ile Fazilet
Partisi’nin kapatma kararları (1998/1 ve 2001/2
sayılı) üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.
Her iki davada da Anayasa Mahkemesi,
- Anayasa’nın 69. maddesi kapsamındaki
yasak eylemlerin TBMM çalışmaları
sırasında
oluşması
durumunda
milletvekillerine tanınan yasama
sorumsuzluğundan, siyasal parti
tüzelkişiliğinin yararlanamayacağını,
- “Odak olma” durumunun oluşması için
gerekli olan yasak eylemlerdeki nitelik
ve nicelik ile bunların yinelenmesindeki
kararlılık gibi öğelerin varlığı konusunda,
milletvekillerinin TBMM içindeki ve
dışındaki söz ve eylemlerin tümünün
değerlendirilmesi gerektiğini,
- Kişilerin eylemleri partiye bağlı olarak
değerlendirildiğinden, Bakanlar Kurulu
üyelerinin durumunun farklı olmadığını,
- Siyasal parti kapatma davalarının,
tümüyle ceza hukuku kuralları içinde
değerlendirilmesine olanak bulunmayan,
özel kuralları olan kendine özgü davalar
olduğunu,
- Eski Türk Ceza Yasası’nın 163.
maddesi kapsamına giren suçlara ilişkin
eylemlerin, Anayasa ve Siyasal Partiler
Yasası’nda yasaklanan eylemler arasında
yerini koruduğunu; bunlara aykırılığın
parti ile ilişkilendirilebildiğinde yaptırım
gerektireceğini,
karara bağlamıştır. Bu ilkelere vardıktan
sonra Yüksek Mahkeme şu değerlendirmeleri
yapmıştır:
1.
Genel Başkan’ın,
- Laiklik ilkesine ilişkin Anayasa ve
yasa kuralları ile Anayasa Mahkemesi
kararlarını göz ardı ederek, resmi daire
ve üniversitelerde türban ve başörtüsü
kullanmayı teşvik eden ve laik düzen
karşıtları için bir mesaj oluşturan
konuşmalarının laiklik ilkesine aykırı
olduğu sonucuna varılmıştır.
- Anayasa’nın
4.
maddesi
ile
değiştirilemeyeceği kabul edilen
laiklik ilkesinin sonucu olan hukuk
birliği yerine “çok hukukluluğu”,
diğer bir anlatımla “dine dayalı hukuk
sisteminin” getirilmesini amaçlayan
konuşmaları laiklik ilkesine açık aykırılık
oluşturmaktadır.
42
- “Adil düzen getirilecek, bu kesin şart.
Geçiş dönemi yumuşak mı olacak,
sert mi olacak, tatlı mı olacak, kanlı
mı olacak altmış milyon buna karar
verecek” biçimindeki, dine dayalı devlet
düzeni özlemini yansıtan konuşması,
partinin genel eğilimini ve kararlılığını
göstermektedir.
- Anayasa’nın 174. maddesinde sayılan
Devrim Yasaları’na aykırı kıyafetler
içindeki kişileri Başbakanlık konutuna
davet ederek, bunların Devlet katında
kabul gören kişiler olduğu görüntüsünü
vermesi, laik hukuk düzeninin reddi
anlamına gelmektedir.
2.Milletvekillerinin,
- Şeriat düzenini savunup cihat çağrısı
yapan, dini, din duygularını, dince kutsal
sayılan değerleri propaganda aracı olarak
kullanan,
- Laik düzenden yana yurttaşlar üzerinde
kaygı ve korku yaratan nitelikte cihat
çağrısı yapan, şeriat düzenini savunan,
halkı laik düzene karşı olmaya çağıran
konuşma ve davranışlarının laikliğe
aykırı olduğu kuşkusuzdur.
3.Laiklik karşıtı siyasal gösteriler
sergileyen ve Anayasa’nın laik
Cumhuriyet ilkesine açıkca meydan
okuyan davalı parti mensubu belediye
başkanının, parti genel başkan yardımcısı
ve bir bakan tarafından, kural ve gelenek
dışında tutuk
evinde ziyaret
edilmesi, belediye başkanının tutum
ve davranışının siyasal parti tarafından
da benimsendiğini ve desteklendiğini
göstermektedir.
4.Çalışma saatlarını ramazan ayında
iftara göre ayarlayan Bakanlar Kurulu
kararı (l3.l.l997 günlü, 97/9022 sayılı)
çıkarılması ve Danıştay 12. Dairesi’nce
laiklik ilkesine aykırı bulunarak
bu kararnamenin yürütülmesinin
durdurulması, davalı partinin bu
konudaki eğilimini göstermektedir.
5.Yukarıda belirtilen milletvekilleri
hakkında davalı parti, kapatma
davasından önce herhangi bir soruşturma
açtırmadığı gibi, bu konuşmaların
benimsenmediğini belirten bir açıklama
da yapmamıştır. Bu durum, söz konusu
konuşmaların davalı parti tarafından da
kabul edildiğini göstermektedir.
6.Kapatma davası açıldıktan bir ay
sonra milletvekillerini partiden ihraç
kararı alınması, kapatma davasından
kurtulmaya yönelik bir girişim olarak
değerlendirilmiştir.
7.
Atatürk ilkeleri ve laiklik karşıtı söz
ve eylemleri herkesçe bilinen kişilerin
belediye başkanı ya da milletvekili
seçtirilmesi, davalı parti tarafından
bu kişilerin söz ve eylemlerinin
benimsendiğinin açık kanıtıdır.
8.Ayrıca, davada adı geçen
milletvekilleri hakkında, “Devlet’in
askeri güçlerini alenen tahkir ve tezyif
etme”, “halkı din ve mezhep farklılığı
gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik
etme” ve “Atatürk’ün manevi şahsiyetine
ve hatırasına hakarette bulunma”
suçlarından fezlekeler düzenlenmiştir.
Çok önemli bir konu üzerinde ayrıca
durulmasında yarar bulunmaktadır. Fazilet Partisi
davasında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, ek
iddianame düzenleyerek Yüksek Mahkeme’ye
yeni deliller sunmuştur. Anayasa Mahkemesi,
dava tarihinden sonraki olayların açılmış bulunan
kapatma davasında delil olamayacağını karara
bağlamıştır. Bunun üzerine Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcısı ikinci bir kapatma davası açarak, aynı
delilleri yeni davanın eki olarak sunmuş; Anayasa
Mahkemesi de, davaları birleştirip, yeni delilleri de
göz önünde bulundurarak hüküm kurmuştur.
Günümüze gelindiğinde, “suç” oluşturmayan
binlerce eylem ve işlemin toplumsal ve kamusal
düzeni dönüştürdüğü görülmektedir. Türkiye 1985,
özellikle 2003 yılından itibaren ivme kazanan
bu tür eylem ve işlemlerin örnekleriyle doludur.
Nedir bu örnekler? Türkiye Cumhuriyeti’nin
laik ve demokratik yapısı ile tekil devlet ilkesine
ve bölünmez bütünlüğüne yönelik yasa çıkarma
çabaları; belli zihniyette birinin Cumhurbaşkanı
seçtirilebilmesi ya da üniversitelerde türban
yasağının kaldırılabilmesi için yapılan Anayasa
değişiklikleri; açılan parti kapatma davasını
etkisiz kılmak, toplumsal ve kamusal dönüşüme
meşruiyet kazandırabilmek için gündeme getirilen
Anayasa değişiklikleri; anayasanın bir parti
tarafından yeniden yazılması çabaları; Dışişleri
43
Bakanı’nın istemi üzerine yurt dışındaki Fettullah
Gülen okullarının desteklenmesi; Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde, türban ya da benzeri
davalarda, Devlet politikasıyla çelişir biçimde
eksik savunma yapılması; yurt içinde tarikat ve
cemaat okulları, yurtları, “ışık” evleri, “abi/abla”
evleri sayılarında inanılmaz artış görülmesi; tarikat
ve cemaatlerin Harp Okullarına yandaşlarını
sokabilmeleri için devlet okullarındaki başarılı
öğrencilere el atmaları; türbanın ilk ve orta dereceli
okullarda serbest bırakılması için gerçekleştirilen
yönetmelik değişiklikleri; dinci kadrolaşmayı
olanaklı kılmak amacıyla Milli Eğitim ve Sağlık
bakanlıklarınca çeşitli yazılı kuralların yürürlüğe
konulması; Anayasa değişikliğinin yetmemesi ve
yasa çıkarılmasının zorunlu olmasına karşın, YÖK
Başkanlığı’nca rektörlere türbanlı öğrencilerin
derslere alınması için yönerge gönderilmesi; yine
YÖK Başkanlığı’nca türban ve katsayı sorununun,
hükümetin etkisiyle derhal gündeme alınması; kamu
yönetimine atamalarda “tarikat mensubu olma” ya
da “eşi türbanlı olma”nın
neredeyse koşul durumuna getirilmesi; Diyanet
işleri Başkanlığı’nda görevli imam hatiplerin diğer
kamu kurum ve kuruluşlarına atanarak Devlet’in
bu zihniyete teslim edilmesi; özellikle Milli Eğitim
Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı’na bağlı il ve ilçe
örgütleri ile okullar, hastaneler ve sağlık ocaklarında
türbanlı personel çalıştırılması ve türbanlı
öğrencilere göz yumulması; laik Cumhuriyet’e
karşı söylem ve eylemleri bulunanların bürokrasinin
üst kademelerine atanmaları ya da milletvekili
seçtirilmeleri; Milli Eğitim Bakanlığı’nca öğretim
programları değiştirilip, Atatürkçülük neredeyse
müfredattan çıkarılırken, dinci söylemlere yer
verilmesi; ülkede imam hatip gereksinmesi
yokken ilahiyat fakülteleri kontenjanlarının
artırılması için YÖK’ten istemde bulunulması;
imam hatip liselerinin yaygınlaştırılıp öğrenci
sayısının artırılmasına ve bu liseleri bitirenlerin
genel lise mezunları gibi yükseköğretimin tüm
programlarına girebilmesi için yoğun çaba
gösterilmesi; Başbakan ya da bakanların türbanla
törene katılanlara ödül verilmesi ya da türbanla
törene katılmasına izin verilmeyen öğrencilerin,
mağdur yerine konularak desteklenmesi; Başbakan,
bakan ya da milletvekillerinin şeriat hukukunu
çağrıştıran ve belli bir özlemin dışa vurumu olan
söylemleri; laik Cumhuriyet karşıtı söylemleri
ile türban konusunda söylem ve eylemleri olan
bir milletvekilinin Cumhurbaşkanı seçtirilmesi;
Başbakan ve kimi bakanların İstanbul’da ve
saraylarda büro oluşturup haftanın birkaç gününü
orada geçirmeleri; TC Merkez Bankası’nı İstanbul’a
taşıma çabaları; belediyelerin laiklik karşıtı
uygulamaları, türbanlı personel çalıştırmaları,
şeriat hukuku içerikli kitapcıklar hazırlattırıp
dağıtmaları; öğrencilerin okul servisleriyle cuma
namazına götürülmesi; okullarda mescit açılması;
toplantılarda ve otobüslerde haremlik selamlık
uygulaması yapılması; TBMM ile okulların ders
saatlerinin cuma namazı saatine göre ayarlanması;
tüm kentlerde türbanlı sayısındaki olağanüstü artış
görülmesi; 23 Nisan Bayramı’na alternatif olarak
Kutlu Doğum Haftası uygulamasının başlatılması
ve süresinin giderek uzatılması.
Tüm bunlar, siyasal partinin tüzük ve
programında yer almayan, eski Türk Ceza Yasası’nın
163. maddesi benzeri bir düzenleme bulunmadığı
için de suç oluşturmayan, suç oluşturanlar için
ise toplumsal baskı nedeniyle işlem yapılmayan
ve laik demokratik Cumhuriyet rejiminin büyük
ölçüde dönüştüğünü gösteren örneklerdir. “Şiddet
içermeyen görüş, söylem ve eylemlerin kapatmaya
neden olmaması” gerektiğine ilişkin düşünce,
yukarıdaki gerçeklerle bağdaşmamaktadır. “Manevi
şiddet” içerse de “şiddet” içermeyen bu eylemlerin
toplumsal ve kamusal düzeni dönüştürdüğü
ve giderek daha da dönüştüreceği açıktır. Bu
dönüştürmenin laik Cumhuriyet’e karşı niteliği
açık olduğuna göre, parti kapatmaya neden olacak
eylemlerde şiddet öğesi aranması, rejimin kendini
koruma düzeneğini yıpratmaktan başka anlam
taşımayacaktır.
Siyasal parti kapatma bir hukuksal
süreçtir. Anayasal rejime aykırı davranışlar bu
sürecin birinci; bunların izlenip siyasal parti
hakkında kapatma davası açılması ikinci; Anayasa
Mahkemesi’nce o siyasal parti hakkında hüküm
kurulması da üçüncü aşamayı oluşturmaktadır. Her
üç aşamaya da egemen olan hukuk kurallarıdır.
Yargının siyasal davrandığını söylemek ya da
bu süreçten “yargı darbesi” diye söz etmek,
ayıptan öte bir anlam taşımamaktadır. Tam
tersine, anayasal düzeni değiştirmeye çalışmak,
açılan kapatma davasını etkisiz kılmak için
Anayasa değişikliğini gündeme getirmek ya da
dönüştürmenin meşru dayanağını oluşturmak
için bir parti taslağı ile yeni anayasayı yürürlüğe
koymaya çabalamanın adı, olsa olsa “sivil darbe”
olur.
44
HİTİTLER DÖNEMİNDE ANKARA
Toplum tarımsal yapıya dayanır. Tarım, hayvancılık,
demir işçiliği gelişkin bir örgütlenme içinde yapılır.
M.Ö. 2000 yılında Anadoluda yaşayan ve kendilerini;
Akadca “Hatti” “Hattuşa şehri ülkesinin halkı” denilen
Hititler, koloni çağının ilk çağlarında Pithana’nın oğlu
Anitta Anadoluda şehir beylikleri biçiminde yaşıyan
Hititlerin birleşmesinden güçlü,
merkezden yönetilen ilk devleti kurdu.
Asurlu kolonistler Anadoluyu terk
ettikten sonra I. Hattuşili devletin
başkentini Neşa (kaniş)’den Hattuşa
(Boğazköy)’ya taşımış. Bu dönem
eski Hitit Krallığı olarak bilinir. I.
Şuppiluliuma döneminde güçlü bir
imparatorluk haline gelen Hititler,
Mısır ve Babil’le birlikte anılan güçlü
bir devlettir.
Yazılı belgelerden buluntulardan öğrendiğimiz,
Hititlerin örgütlü ve hukuk kurallarını ilk uygulayan
uygarlık olduğudur. Anadoluda yüzlerce yıl yaşamasının
nedeni bu toplumsal yapısı olsa
gerek. Kızılırmak’tan başlıyarak,
orta Anadolu, Yamhad’a (Halep)
uzanan, bin tanrılı, Anadolu
halkı Hititler iç karışıklıklar,
savaşlar, batıda güçlenen Assuva
ve Ahiyama eyaletleri (İ.Ö. 1193),
istilacı halkların göç hareketleri
sonucunda giderek zayıflamış ve
küçülmüştür. Doğuda Urartuların
çöküşüyle güçlenen Asurluların
saldırıları sonucunda (İ.Ö. 700)
tarih sahnesinden silinmiş,
Hititlerin bıraktığı boşluğu Frig’ler
doldurmuştur.
Hattuşa, Boğazköy, Alacahöyük,
Eskiyapar’da bulunan seramikler
yazıtlar, vazolar, heykeller Hititlerin
tarımda, sanatta ve politikadaki
geldikleri yüksek seviyeyi anlatan
önemli bulgulardır.
Hitit uygarlığının yarattığı eserler,
taş işlemeler, avlular, mabetler
Hititlere özgüdür. Alacahöyükteki
ortostadlar (dik duran taş sırası) Hitit
mimarisinin önemli örnekleridir.
Hititler denilince aklımıza ilk gelen Kadeş Antlaşmasıdır.
Hititler ve Mısırlılar arasında orantes (Asi) ırmağı
kıyısında süren savaş her iki taraf açısından da zafere
dönüşmedi.Savaşı sona erdiren Hitit Kralı III. Hattuşili
ve II. Ramses arasında yapılan antlaşmadır. Boğazköyde
bulunan ve aslı gümüş tablet olan antlaşma Anadolunun
ilk yazılı antlaşmasıdır.
Kadeş Antlaşması insan hakları açısından da ilk belgedir.
III. Hattuşili antlaşmayla sadece savaşı sona erdirmez,
antlaşma, dil koparmak, göz çıkarmak, kulak kesmek,
kol-ayak kesmek ve işkence cezalarının kaldırılmasını da
içerir. Suçluların aileleri ve yakınlarına ceza verilmemesi
öngörülerek “suçların kişiselliği” ilkesini de yazılı metne
koymuşlardır.
Mürted Ovasında bulunan M.Ö.
2000 yıllarına ait vazo, Haymana
yakınlarında
Dereköy ’deki
Gavurkalede kaya yüzeyindeki
dinsel kabartmalar, Haymana,
Polatlı, Etimesgut, Sincan, Çubuk
bölgesindeki kalıntılar, Hititlerin
Ankara ve çevresinde yaşadıklarını kanıtlamaktadır.
Geç Hitit kabartmaları, A.O.Ç., Tren İstasyonu,
Anıtkabir, Bahçelievler ve Gölbaşında bulunmuş,
Anadolu Medeniyetler Müzesinde sergilenmektedir.
Hititler Ankara’yı bir kent merkezinden daha çok askeri
bir merkez, ileri karakol olarak kullandığı sanılmaktadır.
Bulgular daha çok bu yöndedir.
Mehmet Özer
Hitit Kralı Tepilinu, kendi adıyla anılan kararnamesinde
yeni hükümdarın seçilmesinde gözetilmesi gereken
kurallarını belirleyerek, taht kavgasını önlemek amacıyla
veraset sorununa kesin çözüm getirdi. Ayrıca, devlete karşı
suçları incelemek üzere PANKUS adlı yüksek bir kurul
oluşturarak görevlendirildi.
Hitit Kralları, yüksek yargıç, askeri önder ve devletin
en yüksek yöneticileridir. Hititler çok tanrılı ve hoşgörülü
bir toplumdur. Krallar fırtına tanrısının yeryüzündeki
temsilcileri sayılırlar. Öldüklerinde tanrı katına
yükseldiklerine inanılırdı. Hitit toplumu, yöneticiler ve
savaşçılar dışında özgür insanlar, zanaatçılar ve kölelerden
oluşurdu.
Gavurkale’de (Dereköy-HAYMANA) kayaya
işlenmiş iki tanrılı kabartma, Baş tanrı, ana
tanrıçanın erkeği Teşup / Tarchan ile oğlu Telepinu.
45
görme kültürü üzerine denemeler
İMGENİN BAŞAT ÖĞESİ OLARAK
GÖRSELLİK
Devam edelim. Söylediklerimizi örnekler
üzerinde görmeye çalışalım:
Cemal Süreya’nın iki dizelik bir şiiri:
Ahmet Telli
Yazımın başlığını “İmgenin başat Öğesi
Görsellik” olarak belirlerken, amacım, yazılı
alanda imgeye ulaşmak için edindiğim
deneyimlerle, sizlerin fotoğraf sanatı aracılığıyla
edindiklerinizi buluşturmak ve böylece birlikte
düşünme, bir sanat yapıtından alınabilecek estetik
tadın bakış alanını ışıklandırmaktı
“Bir ilkokul bahçesi geçiyordu
Cıvıl cıvıl sulardan”
Bu iki dizenin anlatmak istedikleri
demiyorum, sezdirmek istedikleri üstüne düşünce
cimnastiği yapalım.
Belli ki birinci öğe, “bir ilkokul bahçesi”.
Niye üniversite kampüsü, bir akademi yahut
pazar yeri değil?
İkinci öğe: Su…
Şimdi çoğumuzun aklına takılan, belki de,
imge’den ne anladığımızdır. Öteden beri, okul
Bunlar temel öğeler. Yan öğelere geçelim;
yıllarında bize, tanımdan hareket ederek tanımaya
Bahçede bulunan ne varsa hayatımızda yer
giden yolu önermişlerdir. Bu skolastik yöntemi
almış özellikleriyle zihnimizde belirmektedir:
tersine çevirebilmeliyiz.
Çiçek, böcek, kuş, renkler vs. (Bunlar bizim
İmgenin belli, belirli, değişmeyen ve
hayat bilgilerimizdir ve imge burada hayatı
herkesçe kabul edilmiş bir tanımı varmış gibi
çağırmaktadır.)
davranamayız. Eğer öyle olsaydı, sözlüklerdeki
Su ile hayat: Akışkan, sesli (cıvıl cıvıl),
tanımları itirazsız kabul etmek durumunda
hayatı yeşerten, hayatın sürekliliğini sağlayan…
olurduk. Özellikle Türkçe sözlükler, imge
Şimdi daha yakınlaşalım, daha doğrusu beş
tanımları konusunda insanın yüzünü kızartacak
duyumuzu kullanalım:
kadar tıkız, hatta abestirler. Bir dil bu kadar
yoksul olamaz dedirtiyor insana. Şöyle bir
Duyma: Suların cıvıl cıvıl (yansıma ses
bakarsanız ilgili maddeye; imge = hâyâl’dir…
olarak çağıldamak) akması ile okul çocuklarının
Sözlükçüler ya gerçekten imgenin estetik tad
şenşakraklığı arasındaki ilişkinin zihnen
yaratan özelliğini görmezden gelmişlerdir,
kurulmasına dayalı…
ya da “tanımı boşuna beklemeyin, hayat size
Koklama: Bahçede bulunan çiçeklerin,
bunu öğretecektir” demek istemektedirler. Hadi
bitkilerin kokulu özellikleri ile çocukların safiyeti
iyimser bir tutumla, demedikleri ama demek
arasında kurulacak zihni ilişki.
istediklerini düşünelim biz.
Dokunma: Suya temas ile tensel
İmgeyi tanımlamak yerine tanıma
duyumsayış…
yolunu seçelim demiştik. Bunu da kuşkusuz,
deneyimlerini ve bilgilerini bize aktaran
bilim ve sanat insanlarının yolgöstericiliğiyle
gerçekleştirebiliriz. Çağımızın estetleri, özellikle
de felsefecileri imgeyi sanat ürünleri üzerinden
göstermeye çalışmışlardır. Bu biraz da şuna
benzer: Öğrenciye sözcüğün anlam ve işlevleri,
sözcük türünün tanımıyla değil de, cümle içinde
yüklendiği görevlerle kavratılabilir. Siz ne
kadar edat’ı tanımlarsanız tanımlayın, edat olan
sözcüğü cümle içinde işaret etmezseniz, öğrenci
sadece edat’ın tanımı öğrenir, kendisini değil.
Tad: Suyun hayat sağlayan tadı…
Bu dört duyumuz hareket halindeyken
beşinci öğe olan göz, yani görme; diğer öğeleri
sarıp sarmalayarak zihnimize bir fotoğraf olarak
yansıtmaktadır. Denilebilir ki bu yansıyış, yani
görsellik yoksa, imge tamamlanmamış olacaktır.
İşte bu yüzden, başat öğe, görsellik diyorum….
İyi ve mükemmel bir imgenin beş duyuyu
harekete geçiren bir özelliği vardır. Ama bir
imgede mutlaka beş duyu birden hareketli
46
olmayabilir. Bunlardan ikisi, üçü, dördü kendi
başlarına yahut birlikte imgeyi oluşturabilir. Dört
öğeyi kaldırabilirisiniz ama görselliği kaldırmak
ancak nadir sanat insanları için mümkündür.
Görselliği de ortadan kaldıran ve duyuların
hareketlerine yer vermeyen imge kurucuları da
vardır. İlhan Berk belki bir örnek sayılabilir.
Görselliği hazırlayan diğer duyularımızdır.
Ama çağımızda, özellikle de teknolojik kültürün
baskın olduğu günümüzde imgeyi, görsel
öğeye yükleyerek diğer duyularımızı harekete
geçirtmeyi öngören bir eğilim sözkonusudur
ve fotoğraf yahut nonfigüratif resimler bunu
gerçekleştirmektedir. Tek rengin tuvale yayıldığı
tablolar, biraz da bu görsel öğe aracılığıyla
duyularımızı harekete geçirmeye yöneliktir. Ki
burada sanat alımlayıcısının ilgi, görgü, sezgi,
tarih, bilinç, deneyim ve estetik anlayışı gibi
edinilmiş birikimlerini gerekli hatta zorunlu kılan
bir durum vardır.
Tam da burada imge nasıl ve nice yaratılmış
olursa olsun, sezgilerimiz birincil ve öncüdür.
Sezgileri donmuş kişilerin genellikle sorduğu
sorudur: Ne anlatıyor bu resim, bu fotoğraf,
bu şiir… Bu soru kolay yanıtlanacak bir soru
değildir, çünkü alanlar farklılaşmıştır.
**
“Görme, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk,
konuşmadan önce bakıp tanımayı öğrenir” diyor
John Berger. Berger’in önemli bir estetyen
olduğu düşünülürse, felsefi olarak da gerçeği
yalınlaştırarak anlatmasıyla çağımızda kabul
görmüştür. “Görme konuşmadan önce gelmiştir”
sözü, belki de imgenin başat öğesi görselliktir
görüşümüzün çıkış noktası olmuştur.
Bir diğer yazar Walter J. Ong ise, “Bir
görüntü, bin kelimeye değer” demektedir. Yine
John Berger’in bir sözünü aktarmalıyım: “İmge,
ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan birkaç
dakika ya da birkaç yüzyıl kopmuş ve saklanmış
bir görünüş ya da görünüşler düzenidir.”
Yalnızca bu söz ile imge ile görselliği yahut
imgenin oluşumunda görselliğin başat oluşunu
zihnimize kazıyabiliriz. Bu kadar değil, imgenin
gelecek veya gerçekle ilişkisini de anlamamıza
giden ipuçları veriyor Berger.
Bir zamanlar edebiyat eleştirmenleri
gerçekliğin izdüşümünü anlatmaya çalışırlarken,
“fotoğraf gerçekçiliği” diye bir kavram icat
etmişlerdi. Bugün hâlâ kullanılıyor mu,
bilmiyorum. Fotoğraf gerçekçiliği deyiminden
gerçeğin olduğu gibi görünüşünü anlatmayı
amaçladığı vurgulanıyordu. Bu kavramdan önce
kullanılan “roman sokakta gezdirilen aynadır”
sözü vardı ki, bu sözle de, benzer bir anlamla,
gerçekliğin görüntüde olduğu imleniyordu. Biraz
eksik gelir bana bu yaklaşım. Onun yerine bugün
yerli yersiz, bazen de moda olduğu için kullanılan
“fotoğrafı okumak” deyimi belki daha yerinde.
Fotoğrafı okumak deyimi, görülenle, görünenin
ardında yatan gerçeği kavramak arasında gerekli
olanın imgesel düşünüşe bir çağrıdır.
Türkiye’nin fotoğrafını okumak dediğimiz
zaman, benim aklıma bu fotoğrafı kim, ne
zaman, neyi amaçlayarak çekti soruları kadar,
bu fotoğrafı çekenin imgesel yaratım gücü
nedir, sorusu da gelmektedir. Çünkü artık
fotoğraf, donmuş bir ânın karesi değil, bu kare
aracılığıyla bizim diğer duyularımızı da harekete
geçirerek, gerçeklik ile gerçek arasındaki ilişkiyi,
çelişkiyi çözümleyebileceğim bir olgu olmalıdır,
olabilmelidir. Gerçi artık burada sözü edilen
fotoğraf, fotoğraf değil, onun yerine geçen
şey’dir.
Sanat fotoğraflarıyla anı fotoğraflarının
hep varolacağını biliyorum. Çünkü anılar da
edinmeliyiz. Ama anı fotoğrafları kişiseldir, bu
kişisellik tarihe tanıklık edebilirse de estetik
yanıyla imgesel olmayabilir. Sanat fotoğraflarında
anılar hiç mi yoktur? Vardır elbette. Ama anılar
gizlenmiş ve insanlığın belleğine sezgisel
bilinçler kazandırmayı sürdürmektedir. Bu
fotoğraflar sezgilerimizi harekete geçirerek
gerçekle, zamanla, kendimizle vb. yüzleşme
olanağı sağlar. Evet, imge insanın , geçmişgelecek bağlamında şimdisiyle yüzleşmesine de
yarar. Bu yetmez mi?
Sözel kültürün alfabesindeki sözcüğün yahut
harfin görselliğini de imgenin olanağı olarak
kullanan şairlere, ressamlara rastlanmaktadır.
Apollonaier, İlhan Berk vs… Bunlar harfin
çağrıştırdığı görüntüyü yazıya ağdırmışlardır.
Demek ki imge arayışları hep sürüp gidecektir.
**
47
BELLEK, ŞİİR, FOTOĞRAF
Şükrü Erbaş
Bellek… İnsanın bilme, unutma ve anımsama
yetisi. İnsanın, farkında olarak yaşama
ayrıcalığı. Beş duyumuzla algıladığımız her
şeyi kaydettiğimiz bir özel alan. Yaşadığımız
her şeyi; zamanı, olayları, doğayı, toplumsal
olguları, geçmişe ve geleceğe taşıdığımız,
üç boyutlu hale getirdiğimiz, aralarında
ilişkiler kurduğumuz, karşılaştırmalar ve
değerlendirmeler yaptığımız, böylece kendimizi
ve dünyayı anladığımız, çoğalttığımız bir bilgi
ve bilinç hali… Yaşamayı biyolojik ihtiyaçlar
ve zorunluluklar alanından çıkarıp, etik, estetik,
ideolojik, dinsel ve felsefi bir değerler silsilesine
doğru taşıyan yetisi insanın. Bize hayal kurma,
haz alma, acı duyma, sevinçten korkuya kadar
pek çok heyecanı yaşama imkânı veren; bizi
bedensel varlığımızın ötesine geçiren; estetik
yaşantılar tasarlama ayrıcalığı veren, kısaca
varlığımızı insan kılan bir büyülü özelliğimiz…
Erken söylenmiş bir sonuç cümlesi sayılmazsa,
ödülü ve cezası insanın.
İnsanın doğumdan itibaren yaşadığı her şey;
ses, dokunuş, koku, tat, renk ve biçim olarak
algıladığı her şey, farkında olsun olmasın, onun
belleğini oluşturur. Biz bu görünmez ve sonsuz
kayıtla kavramaya başlarız dünyayı. Bu kaydın
alanı ne kadar büyürse, bizim dünyamız da o
kadar büyür. Bir başka ifadeyle, biz de o kadar
büyürüz. Yaşantı yoluyla, kitaplar yoluyla ve
daha pek çok kanaldan edindiğimiz bilgiler,
bizim hayatla ilişkimizi belirleyen, ona niteliğini
veren, bizi durmadan olup bitenlerle ilgili
değerlendirmeler ve seçimler yapmaya götüren
birisi yapacaktır. En sıradan, alışılmış, hiçbir
yenilik içermeyen bir yaşantı bile olsa, biz bir
değerlendirme ve seçim yaparız. Seçim, var
olanın kabulü, sıradan olana kolayca katılma
da olsa, bir seçimi içerir. Bize kadar herkesin
yineleyip durduğu ama bizim ilk kez yaptığımız
bir seçimdir bu.
Günlük yaşam, kendi akışı içinde bizi sonsuz
görüntülerden, sonsuz ayrıntılardan oluşan
bir etki altında tutar. Bunların çok büyük bir
kısmı önceden tasarlanmamış, planlanmamış,
rastlantısal etkilerdir. Evler, sokaklar, çalışma
hayatının bizim irademiz dışındaki gerçekliği,
çarşılar, güneşin doğuşundan bulutların seyrine,
ağaçlardan diğer canlılara pek çok toplumsal
olay ve ortam, doğa olayları ve varlıkları, hepsi
de bizim irademizin dışında oluşan, ancak bizim
imgelemimizi, duygu ve düşünce dünyamızı bir
biçimde oluşturan yaşantı parçalarıdır. Bütün
bunların oluşturduğu bellek, özellikle algı süreci
itibariyle, bizim rastlantısal belleğimizdir.
Elbette bu bellek de bizi bir bilgiye götürür,
bir bilinç oluşturur. Ancak böyle bir bilinçlilik,
bizim önceden kurguladığımız, bir amaç olarak
önümüze koyduğumuz, ona ulaşmak için çaba
gösterdiğimiz, tarafımızdan arzulanmış ve
tasarlanmış bir algı süreci ile başlamaz. Biz bu
rastlantısal algılarla da değerlendirmeler yaparız;
önceki algılarımızla bu “yeni” görüntüleri
farkında olmadan karşılaştırırız; buradan,
daha yeni görüntülere, yeni bilgilere varırız,
belleğimize yeni halkalar ekleriz. Bu, insanın
zihinsel süreçlerinin, algı ve değerlendirme
ediminin doğasında olan bir kaçınılmazlıktır.
Ancak bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişkiden
çok farklı olarak, ilk aşaması kesinlikle
rastlantısaldır.
Bir sanat yapıtıyla kurduğumuz ilişki, gündelik
hayatla kurduğumuz ilişkiden çok farklıdır. Bu
ilişkide bilinçli, seçilmiş, tasarlanmış bir algı
söz konusudur. İster sanat yapıtının yaratıcısı
olalım, ister yaratılmış bir sanat yapıtının
alımlayanı olalım, biz ayıklanmış, düzenlenmiş
ve kurgulanmış bir dünyayla ilişkiye giriyoruz
demektir. Bu, tam anlamıyla iradi bir ilişkidir;
bilinçli bir eylemdir; kendi hayatımıza kendimiz
tarafından yaptığımız bir müdahaledir. Bu
müdahale tam anlamıyla bir farkında olma
talebine dayanır, farkında olmayı içerir ve yeni
bir farkında olma alanına açılır.
Bellek, bir anlamda insanın hayat bilgisidir.
Bilgisinden de öte hayat bilincidir.
İnsan belleği neredeyse bütün algılarını
48
görüntülerle kayıt altına alır. Buradan, hayatın
her hangi bir alanına ilişkin soyut formüllere
indirgenmiş bir bilgiye varsa bile, özellikle bir
sanat yapıtıyla ilişki söz konusu olduğunda,
onun düşünce yürütme yeteneği, görüntülerle,
resimlerle düşünce yürütmedir. Tam burada,
resmin, fotoğrafın, karikatürün, heykelin,
edebiyat metinlerinin, şiirin nasıl bir bellek
oluşturduğuna kapı aralayabiliriz. Bunu
yaparken alanı biraz daraltarak iki dalın üzerinde
duralım: Sanatsal bir değer taşıyor olmak
koşuluyla fotoğraf ve şiir…
Bilinen olgu; fotoğraf, görüntülerle kurulmuş,
görüntülerle kayıt altına alınmış bir metindir.
Dış gerçeklik içinden sanatçısı tarafından
seçilmiş bir durumun, ışık, gölge, açı, renk ve
mekânla, o durumun içerdiği insani trajedinin,
en tam uygunluğunun bulunarak kalıcı kılınması
eylemidir. Doğal ya da toplumsal, hangi konuolay-olgu seçilmiş olursa olsun, fotoğraf
sanatçısı andığım tüm bu noktaların en iyi
kompozisyonunu yakalamak durumundadır.
Bunun için günlerce, saatlerce bekleyecektir,
uğraşacaktır, pek çok güçlükler çekecektir.
Ancak, seçtiği görüntünün anlık, geçici bir
gerçeklik, bir başka ifadeyle, çok kısa bir
sürede yitirilmiş bir bellek olmaktan çıkması
için bu emek ve yaratıcı kaygı kaçınılmazdır.
Çünkü sanatçı bize, yaptığı seçimle, kurduğu
görüntülü metinle, hayata ilişkin bir önermede
bulunmaktadır. Önerdiği sanatsal gerçeklikle
bizi, zamanımızın dışına taşımak; böylece
bize tek katmanlı, tek doğrulu, tek güzelli bir
dünyanın olmadığını, olamayacağını duyurmak
istemektedir. Kısaca bizi, gündelik hayatın tam
bir hapishaneye dönmüş tek boyutlu belleğinden,
üç zamanlı, çok katmanlı bir başka gerçeğe,
halka halka büyüyen bir belleğe, dolayısıyla da
sonsuzluğu gören, kavrayan bir hayat bilgisine
götürecektir. Fotoğrafın oluşturduğu bellek
sararmış, bir geçmiş hayıfı ve gelecek korkusu
olan bir bellek değil, insanı hem hayatın içinde
tutan, hem de bu hayatı güncel olanın dışına
çıkaran bir bellektir; öyle olmalıdır.
Şiire gelince… Benzer özellikleri taşımakla
birlikte, fotoğraftan daha etkili olan yanı, insana
sözcüklerle resim çizdirme özelliğidir. Fotoğraf,
ne kadar kurgulanmış, gerçeklik bozularak
kurulmuş olursa olsun, sonuçta resmedilmiş,
sabitlenmiş bir görüntüyle bizi yeni görüntülere
götürürken, şiir, ortada hiçbir resim yokken,
o resmi bize dille, sözcüklerle yaptırdığı
için, insanın imgelemini harekete geçirmede
fotoğraftan daha etkilidir. Bizden, biraz daha
fazla bir katılım ve çaba ister. Daha fazla bir
dil sezgisi ve bilinci ister. İşlek bir hayal gücü
ister. Daha gelişmiş bir soyutlama yeteneği
ister. Soyut kavramları somutlayabilme bilgisi
ve bilinci ister. Diyalektik bir görme ister. Daha
geniş bir hayat bilgisi ister. Kuşkusuz bütün
sanat yapıtları da bu donanımı bekleyecektir
onunla ilişkiye giren herkesten. Ancak şiir tüm
bunların en fazla billurlaştığı bir özel alandır.
Böyle bir yaşantının bizde oluşturduğu bellek
ise, bütün hücrelerimize işleyerek oluşmuş bir
bellek olacağından gerçek anlamda kalıcı, bütün
zamanları içeren, bizi durmadan yeni hayatlara
götüren, verili olanla yetinmeyen, kısaca yakıcı
bir farkında olma bilinci demektir.
Böyle bir farkındalık iyi midir? Elbette iyidir.
Bizim küçücük hayatlarımızı binlerce hayatı
içine alan bir hayata çevirdiği için iyidir.
Ömrümüzü sayılı yıllarla sınırlı bir ömür
olmaktan çıkardığı için iyidir. Yaşadığımız
zamanı halka halka büyüttüğü için iyidir. Bizi
başkalarının hayatına sevgiyle kattığı için iyidir.
Bizden sonrasını ve bizden başkasını anlama ve
yaşama yetisi kazandırdığı için iyidir. Tüm bu
özelliklerinden ötürü de acıdır. Ağırdır. Yaralı
bir özgürlüktür. Kendine batan bir sevgidir.
Bir incelik yenilgisidir. Bir mutsuzluk ve
huzursuzluk bilincidir. Ancak, insanın insan
olabilmesi için başka bir şansı da yoktur.
49
kitapların dünyasından
BAKAN DANINŞMANI’NIN NOT DEFTERİ
AHMET ABAKAY KİMDİR?
Ahmet Abakay, 1950 Sivas-Divriği doğumlu.
SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nu bitirdi.
İsta Haber Ajansı, Vatan gazetesi, Anka Ajansı,
Özgür Gündem gazetesinde toplam on sekiz
yıl aralıksız muhabirlik; 1981-1990 arasında
Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanlığı
yaptı. 1975’ten itibaren TİP üyesi. İnsan Hakları
Derneği kurucu üyelerinden. Prof. Sadun Aren’in
başkanlığını yaptığı Birleşik Sosyalist Parti’de
Yönetim Kurulu Üyesi oldu. 1992-2004 yıllarında
Başbakanlık, Devlet Bakanı Basın Danışmanı
olarak görev aldı. 1999-2001 arası Türkiye
Kalkınma Bankası Yönetim Kurulu üyeliği yaptı.
İsveç Gazeteciler Örgütü’nün “1988 - Yılın
Uluslararası Gazetecisi” ödülü sahibi. 2006 yılında
yeniden ÇGD Genel Başkanlığı’na seçildi. Evli,
bir kızı var.
Abakay, bakanları anlattı
Abakay’ın “Bakan Danışmanının Not Defteri”
yayınlandı.
Gazetecilik yaşamının on bir yılında, dokuz ayrı bakana
basın danışmanlığı yapan Ahmet Abakay’ın , tuttuğu
günlüklerden yola çıkarak yazdığı,”Bakan Danışmanının
Not Defteri” adlı kitabı yayınlandı.
Otuz iki yıllık gazetecilik yaşamının on bir yılını,
dokuz ayrı bakana danışmanlık yaparak sürdüren
Abakay, Bakan Danışmanlığı süresince danışmanlığın
ne olduğunu , bakanların hangi konularda, nasıl
uğraştıklarını izledi ve not etti. Abakay’ın notlarından
yola çıkarak yazdığı “Bakan Danışmanın Not Defteri”
adlı 370 sayfalık kitabı İmge Kitabevi tarafından
yayınlandı.
Kitapta birleşen notların önemli bir bölümü , Güneydoğu
Anadolu’ya yapılan gezilerin, bu bölgedeki acıların
izlerini oluşturuyor, bugüne dek kamuoyuna yansımayan
olaylar ve konular trajikomik bir dille anlatılıyor. Abakay,
kitabına ilişkin şunları söylüyor:
“Ülkemizi yöneten bakanların insan haklarına ve
ülke sorunlarına nasıl, günlük ve kısa bir anlayışla
yaklaştıklarını içeren gözlemlerim kitabın özünü
oluşturuyor. Merkezde ve özellikle Güneydoğu illerine
yaptığımız seyahatlar sırasında yaşanan, kamuoyuna
ve basına yansımayan gelişmeler ve tartışmaların
trajikomik bir dille anlatıldığı kitapta , ülke
yöneticilerinin çok ciddi sorunlar karşısında, “Vatan,
Millet, Sakarya “ anlayışına sıkı sıkıya sarıldıklarını
örnekleriyle anlatılıyor.”
Abakay’ın Eserleri:
• Politik Göçmenler (12 Eylül Sürecinde Yurt
Dışına Çıkanların Kaçış Serüvenleri) (Amaç
Yayınları, 1988)
• Bu Oyuna Gelmeyin (Açlık Grevlerinde Basının
ve Toplumun Suskunluğu) (tiyatro oyunu)
(Gülfem Emir ile birlikte, Amaç Yayınları, 1990)
• Bakan Danışmanı’nın Not Defteri (İmge
Kitabevi Yayınları, 2008)
50
fotoğrafın sözü
51
mülkiyespor
MÜLKİYE SPOR KULÜBÜ
MÜLKİYE’NİN KURULUŞUNUN 150. YILINDA
150 BABA /ANA YİĞİT
ARIYOR !
En az 2.000 YTL verecek Mülkiye Dostu kişi ya da kurumlar aranıyor.
Türkiye Basketbol 2.Lig’inde
yaşam mücadelesi veren kulübümüz
desteğinizi bekliyor!
Hakan ŞAHBAZ
Mülkiye Spor Kulübü Başkanı
B Gurubundaki Takımlar:
MÜLKİYE - İ.T.Ü - TOFAŞ - BANVİT - BEYKOZ - PERTEV NİYAL - ÇANAKKALE
BELEDİYESİ - UŞAK BELEDİYESİ - DÜZCE GENÇLİK – YEŞİLYURT – GELİŞİM
KOLEJİ
HESAP NUMARALARIMIZ
1- İŞ BANKASI ANKARA MEŞRUTİYET ŞUBESİ
2-ZİRAAT BANKASI ANKARA MİTHATPAŞA ŞB.
3- GARANTİ BANKASI ANKARA KIZILAY ŞUBESİ
4- HALK BANKASI ANKARA YENİŞEHİR ŞUBESİ
5- YAPI KREDİ ANKARA MİTHATPAŞA ŞUBESİ
873239
4800 3642 -5001y
629 75 89
16000103
83170237
İrtibat : 0(312) 419 79 84 – 0537 666 50 76 – 0533 661 01 60
Katılımcılar belgelendirilip, sitemizde ve spor salonunda oluşacak şeref listesinde yer alacaktır.
52