Mart 2014

Transkript

Mart 2014
04
ÖYKÜ
Kaya Genç
Bir öykücü olarak
Herman Melville
16
TARİH
Ömer Ayhan
08
Münevver Ayaşlı’dan
‘edep’ kitabı
Ahmet Doğru
17
Necati Tosuner’den
Korkağın Türküsü
Ali Emin Tunç
Şairler ve yazarlar
nasıl çalışır? Edebiyat
tarihinde iz bırakan
şiirler, öyküler, romanlar
hangi koşullarda yazıldı?
İlginç örnekleri derledik.
SAYFA 10
Osman İridağ
Avrupalı gözüyle
Sultan
Abdülhamid
19
ÖYKÜ
İnan Çetin
Başar Başarır’ın
toplu öyküleri
21
FELSEFE
Süreyya Su
Bir metaforlar
kitabı: Endişe
Nehri Geçiyor
24
ŞİİR
Ercan Yılmaz
Haydar
Ergülen’in şiir
günlükleri
38
USTA GÖZÜYLE
Recai Güllapdan
ve
İrfan Külyutmaz
Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 9 8 3 M A R T 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý
İLLÜ STRASYO N : ZAMAN , O RHAN N ALIN
06
Macar edebiyatının
sıra dışı yazarı
4
1
âlim
kitap
Okul İnsan ve kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıma adına
ruh ve gönül dünyamızda farklı pencereler açacak dört eser…
• Fethullah Gülen ve Edebiyat
• Şiddetsiz Aksiyon
• Fethullah Gülen’in Fıkhını Anlamak
• Fethullah Gülen’in Sünnet Anlayışı
Kulaktan dolma ile kitaptan bilme arasındaki fark “hakikat”tir. Ülkemizin ve dünyanın son yarım asrına ışıktan bir mühür
vuran kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’ye dair hakikatli değerlendirmeler içeren bu eserleri, mutlaka okuyunuz…
kitapkaynagi
www.kitapkaynagi.com
KAP
­ A K 1 0 YAZARLAR NASIL ÇALIŞIR?
Sarsıcı bir anne-kız ilişkisi 23
Şairin yazma sevinci 24
Dünya yok az ötede 25
İnsan fikrinin izinde 26
18
Kedi Şiirleri
Antolojisi, Türk
edebiyatının kedici
şairlerini okura
tanıtıyor. Yüzyıllar
öncesinden günümüze farklı
kuşaklardan ve edebiyat
anlayışlarından isimlerin ortak
noktası, kedi sevgisi.
20
Amerikan bilim
çevrelerinin
oldukça ilgisini
çeken James
Gleick’ın yeni
kitabı, Enformasyon: Bir
Tarih Bir Kuram Bir Tufan
ismiyle dilimize
kazandırıldı.
22
Amerikalı
akademisyen ve
çellist Lewis
Lockwood’un
kaleme aldığı
Beethoven adlı biyografi,
büyük besteci üzerine
yazılmış en kapsamlı ve
özgün kitaplardan biri.
28
Sibel K. Türker
edebiyata öyküyle
başlamış, daha
sonra romanlarıyla adından
söz ettirmişti. Yazar yeni
kitabı Aşkın Kalplerimizdeki
Mutat Yolculuğu’yla tekrar
öyküye dönüyor.
Bilinmeyen yönleriyle 28 Şubat 27
Şehrin ve kaçışların öyküsü 28
Fişleme cumhuriyeti 29
Uyum göstermek mi, yok olmak mı? 30
Sanatın felsefesi üzerine 32
Bediüzzaman ve zamanın hükmü 32
Kâinata müjde olan sözler 34
Kafası karışık sinema 35
Çalışmak şart!
E
debiyat tarihinde iz bırakan şiirler,
romanlar, öyküler hangi koşullarda
yazılmıştır? Şairler ve yazarlar
nasıl çalışır; ne tür takıntıları vardır, yazı masasına oturmak için
günün hangi saatlerini tercih ederler, el yazısıyla mı yazarlar klavyede mi, masa başında kaç saat geçirirler, ilham gelmesini mi beklerler, yürüyüşçü
yazarlar kimlerdir, eline kalemi almadan aklına
hiçbir şey gelmeyen yazarlar hangileri? Bu gibi
sorular okurun daima ilgisini çekmiştir. Mason
Currey’nin yenilerde dilimize çevrilen kitabı Günlük
Ritüeller, yazarların nasıl çalıştıklarını öğrenmek
için iyi bir başlangıç. Kitaptan yola çıkarak edebiyat tarihinden ilginç örnekleri derledik. Bütün
örneklerin öğrettiği tek şey var: İyi bir edebi eserin
yazılabilmesi için disiplin ve çalışma şart.
Macar edebiyatının sıra dışı yazarı László
Krasznahorkai, ülkemizde de bir okur kitlesi edinmeye başladı. Yazarın dilimize yeni çevrilen Savaş ve
Savaş adlı romanını Ömer Ayhan tanıtıyor.
Edebiyatseverleri sevindiren bir başka haber, Necati
Tosuner’in yeni romanının yayımlanmasıydı; kitabı
Ali Emin Tunç değerlendirdi. Ahmet Doğru’nun tanıttığı Münevver Ayaşlı’nın hatıraları ise kültürümüzün
kaybolan güzelliklerini tanımak için iyi bir kılavuz.
Özellikle öykü sevenleri mutlu edecek, iyi öykü
kitaplarının yayımlandığı bir ayı geride bıraktık.
İyi okumalar.
ÝM­TÝ­YAZ SA­HÝ­BÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ.
GE­NEL YA­YIN MÜ­DÜ­RÜ: EK­REM DU­MAN­LI Ge­nel Ya­yIn Mü­dür Yar­dIm­cI­sI:
MEH­MET KA­MIÞ Ge­nel Ya­yIn EdÝ­tö­rü: ALÝ ÇO­LAK EdÝ­tö­r: CAN BAHADIR YÜCE
Gör­sel Yö­net­men: FEV­ZÝ YA­ZI­CI Say­fa Ta­sa­rIm: YUNUS EMRE YILDIRIM
So­rum­lu Mü­dür ve Ya­yIn Sa­hÝ­bÝ­nÝn Tem­sÝl­cÝ­sÝ: HAY­RÝ BE­ÞER Rek­lam Grup
Baþ­ka­nI: MELİH KILIÇ Rek­lam Grup Baþ­ka­n YARDIMCISI: İskender YILMAZ
REKLAM Sek­tör Yö­ne­tÝ­cÝ­SÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ:
Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ
Ya­yIn Tü­rü: YAY­GIN SÜ­RE­LÝ ad­res: Za­man Ga­ze­te­sÝ 34194
Ye­nÝ­bos­na-Ýs­tan­bul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Rek­lam
Tel: 0212 454 82 47 Bas­kI: Fe­za Ga­ze­te­cÝ­lÝk A.Þ Te­sÝs­le­rÝ http://
kÝ­tap­za­ma­nÝ.za­man.com.tr E-POSTA: kÝ­tap­za­ma­nÝ@ZAMAN.COM.TR
Her ayIn Ýlk pa­zar­te­sÝ gü­nü ya­yIm­la­nIr
twitter.com/kitap_zamani
facebook.com/kitapzamanicom
30
Fransız romancı
Gustave
Flaubert’in 19
yaşında yazdığı,
Türkiye okuru
tarafından pek bilinmeyen
novellası Kasım, Elif
Gökteke’nin titiz ve akıcı
çevirisiyle yayımlandı.
33
Amy Mills, Hafızanın Sokakları adlı
kitabında Kuzguncuk’un tarihini,
kültürünü ve geçirdiği dönüşümü inceliyor. Kitap,
semt hakkında basılı kaynak-
lar kadar Kuzguncukluların
anlattıklarına da yer veriyor.
36
Kitapları Fazla Seven Adam, gazeteci
Allison Hoover
Bartlett’ın ilk
romanı. Kitapları
sevdiği için çalan bir kitap
hırsızının hikâyesini anlatan
eser, başarılı polisiye kurgusu
ile dikkati çekiyor.
37
Tanıl Bora ile Ziya
Adnan’ın birlikte
kaleme aldıkları
Kimi Başrol Kimi
Karakter: Kulüp
Hikâyeleri adlı kitap, Ada
futbolundan ülkemize kadar
farklı coğrafyalardan anekdotları bir araya getiriyor.
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Verandada gelecek hayalleri
Amerikan edebiyatının büyük ustası Herman Melville hayattayken tek bir
hikâye kitabı yayımlamıştı. Veranda Öyküleri adlı bu eser ilk kez Melville’in
yaşarken gördüğü şekilde çıkıyor karşımıza. 1856 yılında yayımlanan kitapta
unutulmaz Melville öyküleri de var, pek tat vermeyen vasat metinler de...
VERANDA ÖYKÜLERİ, HERMAN MELVILLE, ÇEV.: ARZU ALTINANIT, ALAKARGA KİTAP, 320 SAYFA, 20 TL
Y
aşadığı dönemde tek bir
hikâye kitabı yayımlamış
Herman Melville. Adını da
Veranda Öyküleri koymuş.
Geçenlerde Arzu Altınanıt
çevirisiyle Türkçesi yayımlanan bu kitap dışında bir de Elma Ağacı Masası ve
Öteki Eskizler diye bir hikâye derlemesi var Melville’in. Ölümünden 31 sene
sonra, 1922’de Princeton Üniversitesi
tarafından basılmış. Amerikan edebiyat
dünyasının bu büyük yazarı mezarından
çıkardığı, “Melville’i diriltme dönemi”
diye literatüre geçmiş bir dönemde yayımlanıyor Elma Ağacı Masası. Zamanlama manidar dediğinizi duyar gibiyim. Bir
kenara itilmiş, parasız kalmış, unutulmuş
bir adamın yaşarken yayımladığı Veranda Öyküleri bir yanda, Elma Ağacı Masası
diğer yanda. Elimizdeki kitabı böylesine
hüzünlü kılan da bu ikilik zaten.
Veranda Öyküleri, 1856 yılında büyük
umutlarla yayına hazırlanmış. İçindeki
hikâyeleri Türkiyeli yayıncılar geçtiğimiz
yıllar boyunca ayrı ayrı kitaplar halinde
basmış; altmış yetmiş sayfa uzunluğunda, bir oturmada okunmalık ufak kitaplar
bunlar… Veranda Öyküleri, ilk defa şimdi Melville’in yaşarken gördüğü şekilde
toplu halde çıkıyor karşımıza. Sayfalarını
Nabokov gibi not vererek karıştırınca “A”
alacak kadar iyi hikâyelere de (“Bartleby”
mesela), bırakın “A”yı, “C”ye layık olmak
için birkaç fırın ekmek yemesi gerekenlere de rastlıyoruz (Nabokov’a hafakanlar basmış hissi veren türdeki alegorik
hikâyeleri kastediyorum). Yine de Veranda Öyküleri’nin yayımlanış hikâyesi o
kadar dokunaklı ki, insanın içi Melville’in
yazdığı en iyi paragraflardan bazılarını da,
pek bir tat vermeyenleri de bulabileceğiniz bu kitabı koruma isteğiyle doluyor.
30’lu yaşlarında yazdı
foyası meydana çıkan Babo’nun başına
gelenleri, Cereno’nun bu yaşananlar karşısında hissettiklerini anlatıyor.
Bir sayfası mahkeme tutanağı, diğeri
macera romanı görünümündeki böyle
bir hikâyenin yanında “Bartleby” ile karşılaşmak tabii ki şaşırtıyor insanı. Bakmayı bilen gözler için Kitab-ı Mukaddes
göndermeleri de var hikâyede, modern
New York’un bir tablosu da. Ama biçimsel olarak diğer hikâyelerin aksine bir sadelik hâkim. Wall Street’te bir hukuk bürosu sahibi anlatıcımızın duru sesinden
dinliyoruz ofise alınan yazıcı Bartleby’nin
öyküsünü. Bu çalışkan elemanın günlerden bir gün anlatıcının kendisine verdiği
bir kopya etme işini yapmamayı tercih
ettiğini, diğer sorumluluklarından birer
birer kendini kurtardığını, nihayetinde
büroda durmak dışında hiçbir şey yapmadığını okuyoruz.
KAYA GENÇ
Melville değerli kitaplar, herkesin hayranlık duyacağı romanlar ve hikâyeler
yazmak istemiş. Lakin iyi bir kitap yazmakla para kazanmak arasında doğru
orantı olmadığını görmüş. Hatta ters bile
olabiliyormuş bu orantı: Çıtayı ne kadar
yükseltirse o kadar büyük bir sessizlikle
karşılanıyormuş hikâye ve kitapları. Sevgili ahbabı Nathaniel Hawthorne’a ithaf
ettiği Moby-Dick yayımlandığında 32 yaşında olan Melville, ne beklediği üne ve
Herman Melville (1819-1891)
paraya kavuşmuş ne de eleştirmenlerin
övgülerine mazhar olabilmiş. London
Athenaeum’da yayımlanan bir yazıda
Melville’in İngilizcesi “kötü değil de delice” diye tarif ediliyormuş mesela (“mad
rather than bad”). Moby-Dick’in bugün
hayranlıkla okuduğumuz, farklı üslupları,
yazım tarzlarını ve edebi türleri bir araya
getiren ansiklopedik yapısı pek çok kişiye tuhaf gelmiş; ondan beş sene sonra,
1856’da yayımlanan kitabı Veranda Öyküleri ise 30’lu yaşlarının ortasındaki parasız Melville için Beckett’ın “yine dene,
yine yenil, daha iyi yenil” düsturunun bir
sağlaması gibi olmuş. Eleştirmenler yine
sevmemiş yazdıklarını. Okurlar yine satın almamış. Edebiyat âleminde yine yer
yerinden oynamamış.
Veranda Öyküleri’nin tuhaf bir yapısı
var. Tek bir tema yok kitapta. O yüzden
de içindeki hikâyelere tek bir çerçeve
çizmek kolay değil. “Efsunlu Adalar”
başlıklı hikâye mesela: Her biri Edmund
Spenser’ın dizeleriyle başlayan on tane
eskizden oluşuyor. Bize kâh Galápagos
Adaları’nı anlatıyor, kâh oradaki kaplumbağaları. Kâh oraların nasıl keşfedildiğini
resmediyor, kâh vaktiyle adalara uğramış
bir gemiyi. Bir National Geographic makalesinden alınmış da olabilirdi bu derken
Melville uzaktan kumandanın durdurma
düğmesine basıyor ve bizi hop diye Hıristiyan mitolojisine götürüveriyor. Sonra
bir de bakmışız, Peru’nun bağımsızlık
savaşının ortasındayız. “Efsunlu Adalar”ı
okuma deneyimi, bu nedenle gerçekten
de efsunlu bir yolculuğu getiriyor akla.
Bir baş dönmesi ve merkezsizlik hissiyle
okuyoruz hikâyeyi.
Deniz meraklıları için
“Benito Cereno” ise daha derli toplu bir
hikâye. Vaktiyle tiyatroya da uyarlanmış. Gemicilik, deniz, isyan hikâyelerine
meraklı olanlar için güzel bir keşif. Geçenlerde sinemalarda gösterilen Tom
Hanks’li Captain Phillips’i beğenenler
için de. Hikâyenin kahramanı Kaptan
Delano, günlerden bir gün San Dominik
isimli tuhaf bir gemiye rastlıyor. İspanyol
gemisinin kaptanı, Don Benito Cereno
adlı bir arkadaş. Lakin Cereno’nun kafasında bir tuhaflık var. Konuşması, hali
tavrı, bakışları filan bir garip. Delano bu
tuhaflığın ne olduğunu çözmek için kafa
patlatıyor, bir yandan da gemiyi inceleyip
San Dominik’in yaşadıklarını dinliyor.
Cereno’nun kişisel kölesi olduğunu söylediği Babo, bir an olsun efendisinin yanından ayrılmıyor. Cereno mütemadiyen
fenalaşır, baş dönmesi sonucu dengesini
yitirir ve kendinden geçerken Babo hep
yanında. Delano zamanla anlıyor ki kendi önüne çıkmasından evvel gemide bir
isyan yaşanmış; Babo, Cereno’yu esir almış; adamın sıkıntılı hallerinin açıklaması
da buymuş… Melville burada durmuyor, bizi hikâyenin devamına götürüyor,
4
Bartleby’Yİ farklı kılan ne?
Pek çok genç insan tanıdım, Bartleby’nin
hayatta en çok sevdikleri edebi karakter
olduğunu söylediler bana. Bir önceki kuşak, Gonçarov’un Oblomov’unu okumuş,
bu Rus kahramanın hareketsizliğini, ‘Oblomovluk’ denilen davranışını hayattaki
temel konulardan biri olarak görmüştü.
Bizim edebiyatımızda Oğuz Atay’ın Turgut Özben’inin oynadığı rol de belki benzer mahiyetteydi. Oblomov veya Özben’e
kıyasla bugün insanlar Bartleby’de daha
çok şey buluyorsa bunun nedeni hiçliğin,
zengin insanların tembelliğinden de entelektüellerin kararsızlık ve harekete geçememe sıkıntılarından da daha sahici bir
şey olması belki de.
Belki kitaptaki asıl güzel hikâye, “Bartleby” kadar güzel ama hiç bilinmeyen
hikâye ise en baştaki “Veranda” hikâyesi.
Anlatıcı kır evinde yaptırdığı verandadan
hayata baktığında onu büyüleyen bir
manzara görüyor. Bu hikâyede anlattığı
ev, Massachusetts’te bulunan ve 31 yaşındayken taşındığı evdi Melville’in. Verandayı taşınmasından bir sene sonra
yaptırmıştı. Kitabı okurken yazarı bir
günbatımında verandasından manzaraya, hayata, kendi geleceğine bakarken
hayal ettim. Korunmasızdı, parasızdı ve
kimse tarafından umursanmıyordu ama
Melville hayatının geride kalan 40 senesinde yazmaya devam edecekti. Nedir diye soranlara duyurulur, yazarlık
işte böyle bir şeydir.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dünya: Kesintisiz bir kıyamet
Macar edebiyatının güçlü ismi László Krasznahorkai’nin kendine özgü bir üsluba
sahip, uzun cümlelerden oluşan Savaş ve Savaş adlı romanı dilimizde yayımlandı. Çok karamsar metinler kaleme alan Krasznahorkai, bugüne ait temaları işlemese de yaşadığı çağın farkındalığıyla yazan, gerçek anlamda çağdaş bir yazar.
SAVAŞ VE SAVAŞ, LÁSZLÓ KRASZNAHORKAI, ÇEV.: GÜN BENDERLİ, CAN YAYINLARI, 320 SAYFA, 22.50 TL
FOTO ĞRAF: Hart wig Kla p p ert
M
ÖMER AYHAN
acar
edebiyatı
da tıpkı Türkçe
edebiyat gibi sınırlı sayıda çevirmenle
dünyaya açılabiliyor. Bu duruma bir
de yayıncı ve okur önyargısı eklenince başka dillerde buluşmalar gecikebiliyor. László Krasznahorkai, adının
yazılışı ve telaffuzuyla bile yabancı yayıncıları ve okuru ürkütebilir, ama işte
talih rüzgârı birdenbire ‘doğru’ yönde
esmeye başlayınca, altmışına merdiven dayamış bir yazar, sonunda dünya edebiyatında çok tartışılan, günden
güne yeni hayranlar edinen bir fenomene dönüşebiliyor. Susan Sontag,
Gogol ve Melville’le kıyaslanabilecek
ölçüde büyük bir yazar olduğunu söylemiş ancak Krasznahorkai, yaşadığı
çağın farkındalığıyla yazan, gerçek
anlamda çağdaş bir yazar. Dolayısıyla
akla daha ziyade günümüz yazarlarını getiriyor. Oysa Savaş ve Savaş adlı
romanı geçtiğimiz günlerde dilimizde
yayımlanan yazarın temalarının yeni
olduğu söylenemez.
Bir elyazmasının TUHAF hikâyesi
Macaristan’da, başkente yakın bir kasabada arşivci olarak çalışan György
Korin, İkinci Dünya Savaşı’na ait belgelerin arasında bir elyazması keşfeder.
Yazarı belli olmayan elyazmasındaki
hikâye Korin’i hayatını değiştirecek ölçüde etkiler. Evi dâhil elinde avucunda
ne varsa elden çıkaran Korin çılgınca
bir fikre kapılır. Arşivden yürüttüğü
elyazmasıyla dünyanın merkezi olduğunu düşündüğü New York’a gidecek
ve belgeyi ebediyete iletebilmek için
noktasına virgülüne varasıya internete geçirecektir. Lanetli bir epiphany
(aydınlanma) anıdır Korin’in yaşadığı.
Aslında çoktan kanıksadığımız yüzlerce kuraldan başka bir şey olmayan
gündelik hayata sırt çeviren ve çılgın
damgası yiyen Korin’in başından geçenlere elyazmasındaki akıl almaz
hikâye eklendiğinde, neden gemileri
yaktığını yavaş yavaş anlamaya başlarız. Elyazmasında, zamanda yolculuk
yapan dört arkadaş (Kasser, Bengazza, Felker ve Toot) ilkin milattan önce
yara geçirirken, bir yandan da hikâyeyi
tercümanın kız arkadaşına anlatmaya
başlar. Ne var ki bir tür sağırlar diyaloğudur bu. Korin İngilizce bilmez, kadın
da Macarca. Zamanla birbirlerini çok az
ortak sözcük ve vücut diliyle anlayabildikleri tuhaf bir iletişim başlar aralarında. Korin’in bir taksinin camından New
York’u ilk görüşü de gizemlerle doludur. Elyazmasında okuduklarının gerçek manasının bu gökdelenlerle dolu
şehirde olduğunu hisseder. Şehirde
saatlerce dolaşır, etrafına dikkatle bakar
ama uzun süre önünde duran gerçeği göremez. Elyazmasındaki hikâyeyle
kendi yaşadıklarını ve şehrin kaotik
mimarisini birleştirebildiğindeyse yolculuk kaçınılmaz biçimde yön değiştirir.
Krasznahorkai hikâye içinde hikâye
anlatmayı seviyor, elyazmasından kendi hikâyesine, oradan tercümanla kız
arkadaşının hikâyesine, sonra bir başkasına o kadar sağlam geçişler yapıyor
ki, evini vitrin mankenleriyle dolduran
umutsuz bir âşıktan şehirde tutunabilmek için her türlü yola başvuran yabancılara, şiddete boyun eğen çaresiz
1400’lerde Girit’te karşımıza çıkar.
Bir başka hikâyede 19’uncu yüzyılda
Köln’de büyük katedralin inşasına tanıklık ederler, Britanya’da inşa edilen
Hadrian (Roma) Duvarı’na da ‘ışınlanan’ dört arkadaşın yolu 1493’te
Cebelitarık’a düşer. Krasznahorkai,
çok sık kullanılan bir klişeye yaslanarak söyleyeyim, adeta kanıyla yazan
bir yazar, fantastik edebiyatın popüler
kanadıyla karıştırılabilecek bir temayı
ele aldığının da elbette farkında. Savunması ise o uzun cümlelerinde gizli:
“...bir bu eksikti, bir tane daha, bir çağdan başka bir çağa geçiş, yani, neden
amatör hayal gücünün yarattığı bu türden oyunların artık bıkkınlık verdiğini
düşünmezler ki, demiyor insan, hayır,
okurken kesinlikle böyle demiyor insan... başka türlü olamazdı...”
Savaştan geriye kalan
Elyazmasındaki hikâye Korin’in yolunu
ilkin New York’a düşürür. Kahramanımız Macar bir tercümanın evinde kalmaya ve bir yandan elyazmasını bilgisa-
6
kadınlardan diğer insanlarla ilişki kurmaktan kaçınan yalnızlar kafilesine,
ileri kapitalizmin açtığı yaraları iliklerinizde hissediyorsunuz. Elyazmasındaki dört karakterin zamanda yolculuğu
hep aynı şekilde başlayıp sona eriyor.
Dünyayı değiştirmeye dönük ümitler,
savaştan, insana özgü o benzersiz şiddetten kaçma girişimleriyle sonuçlanıyor her defasında. Yazarın meseleleri
eski demiştim, eski ama hâlâ eskimemiş, insan var olduğu sürece de eskimeyecek. Sözgelimi, elyazmasında M.
S. II. yüzyılda geçen hikâyede “...ister
Londinium’da ister İskenderiye’de
Tarraco’da, Germanya’da ya da ölümsüz Roma’da olup biten hiçbir şeyin
karanlıkta kalmaması için her şeyi
ve herkesi mükemmelen denetleyen,
ölümsüz Hadrianus’un hizmetindeki gizli sistem” yolumuzu dosdoğru
Orwell’ın 1984’üne, zıtlıklar içeren
Venedik tasvirleri ve iyilikle kötülüğün
aynı kapta buluşması (“...mermer ve
küf, şaşaa ve çürüme, altın ışıklı lal ve
kurşunî loşluk...) başta Hesse’ninkiler olmak üzere birçok farklı romana
çıkarıyor. Korin’in New York’taki yalnızlığını ve kentle kurduğu karmaşık
ilişkinin benzerini Paul Auster’ın Cam
Kent’inde de görürüz.
Yazarı özgün kılan dil
Peki, yazarı biricik kılan nedir? Krasznahorkai bütün bu temaları benzersiz
bir üslupla anlatıyor. Romanı kısa kısa
bölümlerden oluşturmuş. Gelgelelim
her bölüm sayısız virgül ve noktalı virgülle uzayıp gidiyor. Cümlelerin sayfalarca sürmesi gözünüzü korkutmasın. Aslında birçok küçük ara
cümleden meydana gelen görkemli
bir ağ kurmuş yazar. Dolayısıyla Savaş
ve Savaş için okuru zorlamayan, etkileyici, hatta paranoyakça bir dil şöleni
diyebiliriz. László Krasznahorkai, edebiyatın belkemiğinin dil olduğunu
gösteren ve dili kullanma biçimiyle
okuru büyüleyen bir yazar. Ne var ki,
hep kıyamet gününden bahsediyor
bize, savaş ve savaş, diyor, kesintisiz
bir kıyameti yaşadığımızı söylüyor.
Peki ama, bu karamsar yazarın haksız
olduğunu söyleyebilir miyiz?
Eco ortaçağı
“aydınlatıyor.”
2500. Kitap
ECO ILAN.indd 1
27.02.2014 17:33
KÝ­TAP ZA­MA­NI
İlla edep, illa edep...
HATIRA
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
“Osmanlı için en kolay ve tabii olan şey edepli, terbiyeli ve nazik
olmaktı. Kaba olmak, nâdân ve terbiyesiz olmak hatıra bile gelmezdi.” diyor Münevver Ayaşlı, Edep Yâ Hû adlı kitabında ve
zengin hatıralar eşliğinde bu edepten örnekleri anlatıyor.
EDEP YÂ HÛ, MÜNEVVER AYAŞLI, TİMAŞ YAYINLARI, 216 SAYFA, 14.50 TL
M
AHMET DOĞRU
ünevver
Ayaşlı’nın Edep Yâ Hû
adlı kitabı Timaş
Yayınları tarafından yeniden okura sunuldu. Günümüz nostalji meraklılarının hat
levhalarından tanıdığı “edep yâ Hû” ifadesine pek bir kıymet atfediyor, Osmanlı’dan
cumhuriyet dönemine intikal etmiş, vefat
ettiği 1999 yılına kadar yalısında payitaht
İstanbul’unun hatıralarıyla gün geçirmiş
bu “münevver” hanımefendi. “Vaktiyle ‘teşrifat’ denilen resmî protokol, bizim
medeniyetimizin yani İslam-Türk, kısacası
Osmanlı medeniyetinin terbiyesini teşkil
eden temel kaide ‘Edep Yâ Hû’ idi.” diyor.
Yunus’un “Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb/ Her hüner makbûl imiş, illâ edeb,
illâ edeb” diye övdüğü edebi de bu çerçevede tarif ediyor: “Edep, ‘edep yâ Hû’ ihtarına muhatap olmamaktır.”
Saray İstanbul’unu gördü
Münevver Ayaşlı, ucundan kıyısından da olsa Devlet-i Aliyye’ye yetişmiş.
Selanik’te, türküsünde “Selanik içinde selâ
okunur/ Selamın sedası câna dokunur” denilen Osmanlı Selanik’inde dünyaya gözlerini açmış. Üç yaşında iken İstanbul’a gelmiş. Babasının askerliği münasebetiyle bir
kısmı bugün hudut haricinde kalan farklı
şehirleri gezmiş. Avrupa-i Osmanî dediği
Rumeli’ni, Osmanlı’nın uzak diyarlarını,
sarayın, saraylıların, saray terbiyesinin
mevcut olduğu İstanbul’u görmüş. Sadullah Paşazade Nusret Ayaşlı ile evlenmiş.
Sadullah Paşa Yalısı’na gelin olmuş. Bu
sayede Bayramî Melâmilerinin büyüklerinden Bünyamin-i Ayaşî Hazretleri’nin
sülalesine dâhil olan Münevver Ayaşlı,
yazar, çizer, şiir söyler kimselerden pek
çoğuyla yakın dostluklar kurmuş. Serapa
edep timsali insanları, cemiyetin her tabakasına sirayet etmiş üstün ahlâkın, asırlar
boyu süzülüp gelen asaletin numunelerini
görüp aralarında yaşamış. Edep Yâ Hû’da
anlattıkları, bugünkü nesilden pek çokları
için sanki başka bir dünyadan sesleniyor.
Lafza-yı Celâl’e hürmetkârlık
Louis Massignon’dan bir alıntı yapıyor
Münevver Ayaşlı: “Öyle Müslüman kızları
bilirim ki Lafza-yı Celâl’i söyledikleri zaman
hicaplarından yüzleri kızarır, önlerine bakar ve ancak öyle Allah diyebilirler.” Ayaşlı,
kendisi de bu müşahedeyi tasdik ediyor; çocukluğunda, gençliğinde Müslüman kızlarının hep böyle olduğunu, hatta yalnız kızların
değil hiç kimsenin günlük konuşmalarında
Münevver Ayaşlı (1906-1999)
mekânları tarif ediyor. Yazarın, bilhassa saray edebi, saray hayatı, saray sofrası hakkında anlattıkları, başka yerde rastlanması pek
mümkün olmayan bilgiler. Zira ekseriyetini hanedan mensubu ya da Osmanlı ricali
dostlarından bizzat dinlediği, şahit olduğu
hatıralar oluşturuyor. Ayaşlı, saraylıların birbirlerine hitap tarzlarındaki zarafeti anlattıktan sonra yeni devirde hanedan mensupları
arasında bile bu durumun değişmesinden
üzüntü duyduğunu belirtiyor: “Otuz senelik
bir menfadan sonra memlekete avdetlerinde, bu hanedan kaidesinin değiştiğini esefle
gördüm ve gayet laubali bir tarzda sultanlara
‘… Teyze’ veya ‘… Hala’ dediklerini hayretle
ve büyük bir üzüntü ile müşahede ettim.”
Münevver Ayaşlı, “nezaket ve şefkati
müsellem olan Sultan Abdülhamid Han”ın,
saltanat makamında bulunmasına rağmen
hizmetindeki kızlardan bir şey istediği zaman bile “Yapar mısınız?”, “Verir misiniz?”,
“Getirir misiniz?” dediğini; arzularını sual
tarzında ifade ettiğini söylüyor. Abdülhamid
merhumun kerimesi Refia Sultan’ın maiyetinde bulunan Kadriye Hanım’ın sonradan
bir Mısırlı prensesin hizmetine girdiğini,
gördüğü kaba muameleler karşısında yana
yakıla içini döktüğünü anlatıyor.
bugünkü kadar sık Lafza-yı Celâl’i ağzına
almadığını, yemin etmediğini, kahkahayla
gülmediğini söylüyor. Dindarlığını ispatlamak ya da o yolda tepkisini göstermek için
kalabalıklara “Tekbiiir!” diye bağırmak, o
mübarek ism-i şerif ile slogan attırmak nerede, bu hürmetkârlık nerede…
Münevver Ayaşlı, içinde doğup büyüdüğü cemiyetin o günlerinde bir insanın Yüce
Hâlık’ın isminden başlayıp kitabına, peygamberine, devletine, milletine, mahallesine,
cümle yaradılmışa karşı devam eden edepten nasipsiz olmasına da anlam veremiyor.
“Niçin terbiyesiz olsun ki?” diye soruyor:
“Evi, muhiti, camii, tekkesi, medresesi, mektebi ve memuriyet hayatı, esnaflık hayatında da bütün çevresi edepli, terbiyeli idi. Ve
bu edep, terbiye ve nezaket çerçevesinden
çıkmak, bir Osmanlı için hakikaten güç ve
hatta imkânsızdı. Evinde anasına, babasına,
ağabeyine ve ablasına saygılı olan bir çocuk,
camide, tekkede, medrese ve mektepte de
büyüklerine karşı hürmetkâr ve saygılı olurdu.
Osmanlı için en kolay ve tabii olan şey edepli,
terbiyeli ve nazik olmaktı. Kaba olmak, nâdân
ve terbiyesiz olmak hatıra bile gelmezdi.”
Mahalle çeşmesinden evine su taşıyan
on üç yaşındaki bir ahretlik kızın bile ceylan
kadar ürkek, hassas, mahcup ve afif olduğunu; bütün davranışlarında bir saray cariyesi edası, inceliği ve zarafeti bulunduğunu
anlatan Ayaşlı, kitabın sonraki bölümlerinde mahalle konağından saraya, bu edebin
kemâliyle yaşandığı, yaşatıldığı, öğretildiği
Rıza Tevfik’ten bir hatıra
Kitaptaki şu hatıra ise Feylesof Rıza
Tevfik’ten nakil… Rıza Tevfik Bey, bir
gün sürgünde iken Londra’da eski dostu
Nicholson’ı ziyaret eder. İngiltere’yi kast
8
ederek “Niye Sultan Abdülhamid Han ile
bu kadar uğraştınız, sonunda yıktınız?”
diye sorar. Nicholson şu cevabı verir: “Mecburduk, zira bizim ordumuzla, donanmamızla, açlık tehdidimizle yola getiremediğimiz Hintlileri, Hint Müslümanlarını Sultan
Abdülhamid bir selamı ile yola getirebiliyordu, her istediğini yaptırabiliyordu. Binaenaleyh bu kuvveti yıkmak mecburiyetinde
kaldık. Bu mücadelemizde yalnız değildik;
bütün dünya devletleri ve Siyonizm bizimle
beraberdi. Fakat Sultan Abdülhamid’in yıkılmasında biz en büyük yardımı içeriden
gördük. Yeni Osmanlılar (Jeunes-Turcs) ve
İttihatçılar bizim beşinci kolumuzdu.”
Edep Yâ Hû muhtevası zengin olsa da
küçük hacimde bir kitap. İlk kez 1984’te
cep boy olarak neşredilmiş. Yeni baskısının ilk bölümü, bu kitabın gözden geçirilmiş halinden oluşuyor. İkinci bölüm ise
Münevver Ayaşlı’nın 1967-1972 yılları arasında Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah gazetelerinde yayımlanmış yazılarından bir
seçki. Yazılar mübarek gün ve gecelerden,
İslam tarihinden, din büyüklerinden bahseden makalelerden, Eşrefoğlu Rûmî’nin
Müzekki’n-Nüfûs, İmam Gazâlî’nin Kırk
Esas ve Mükâşefetü’l-Kulûb gibi klasik dinî/
tasavvufî eserlerinden alıntılardan oluşuyor. Mehmet Ali Özkardeş, Hali Can gibi
zâtların Münevver Ayaşlı’nın sorularına
verdikleri yazılı cevapların da yer aldığı
bu bölümün adı, Ayaşlı’nın gazetedeki
köşesinin de adı olan “Merak”.
245x325 Subat ilan.indd 1
17.02.2014 23:16:01
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Yazarlar nasıl çalışır?
Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? adlı
kitabında büyük dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürüyor. Kitap, edebiyat
eserlerinin içeriğine değil, yazıldığı koşullara, “anlamdan ziyade üretime” odaklanıyor. Currey’nin kitabından yola çıkarak edebiyatçıların eserlerini araştırdık.
P
MEHMET ÖZTUNÇ
hilip Roth yazma uğraşıyla
ilgili şöyle der: “Kömür madenciliği zor bir iştir. Yazı ise
kâbus… Mesleğin içine yerleşmiş muazzam bir belirsizlik, sizi bazı açılardan
destekleyen ve sürekli devam eden bir
şüphe dozu var. İyi bir doktor işiyle
mücadele halinde olmaz; iyi bir yazarsa
işiyle giriştiği mücadeleye hapsolmuştur. Çoğu mesleğin bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Ama yazmak her zaman yeniden başlar. İşin doğası gereği
yeniliğe ihtiyaç duyarız. Bu işte birçok
yenilenme söz konusudur. Aslında her
yazarın ihtiyaç duyduğu tek yetenek,
bu son derece olaysız çalışma esnasında hareket etmeden oturma becerisidir.” Yazmanın nasıl harlı bir ateş
olduğunu Roth’un bu tespitleri bütün
açıklığıyla ortaya koyuyor. Her zaman
yeniden başlayan, sürekli yeniliğe ihtiyaç duyan bir çalışma... Peki, yazar
nasıl çalışır, hayranlıkla okuduğumuz
yapıtlarını nasıl var eder?
Mason Currey
Kadim zamanların sorusu
Sadece günümüzde değil kadim zamanlardan beri insanlar bu sorunun
yanıtını aramışlardır. Bir Çin meseli tam
da söz konusu arayışa ışık düşürüyor:
“Çinli ressamların kendilerini tamamıyla doğaya kaptırmak üzere haftalarca dağlarda ve ormanda, hayvanlar
arasında, hatta suyun içinde yaşadığı
söylenir. Mi Fei, tuhaf bir şekilde bir
kayaya kardeşim diyordu, Fan K’uan
dağlarda ve ormanlarda yaşıyor, genellikle bütün gününü bir kayanın üzerine
tüneyerek geçiriyor, kırın güzelliğini
seyrediyordu. Yer karla kaplı olduğu
zaman bile ay ışığında geziniyor, esinlenmek için kararlı bir tavırla ilerilere
bakıyordu. Kao K’o-Ming karanlığı ve
sessizliği seviyordu; yabanda dolanıyor,
günlerini kendini kaybetmiş bir halde
dağların ve ormanların güzelliğini tefekkür ederek geçiriyordu. Eve dönünce de bir odaya kapanıyor, kimsenin
girmediği o odada ruhunun bu dünyanın sınırlarını aşması için çabalıyordu.”
Susan Sontag, daha çok Pavese’nin
günlüklerinden yola çıkarak yazdığı
ufuk açıcı “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş”
adlı denemesinde, yazma sürecini şu
sözlerle ifade eder: “Yazar, örnek bir
Philip Roth
çilekeştir çünkü hem acı çekmenin en
derin katmanlarına inmiş hem de acısını yüceltmede profesyonel bir yöntem
keşfetmiştir. Yazar, bir insan olarak acı
çeker; yazar olarak da bu acısını sanata
dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta
elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı
keşfetmiş kişidir -tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı
ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi.”
Sontag dikkat çekici bir biçimde yazarı
insan ve yazar kimlikleriyle ele alıyor.
İnsan kimliği bu acıyı yüklenirken, yazar kimliği sanat katına çıkarıyor.
Tanpınar, güç ve yavaş yazdığını söyleyerek söze girer ve “Yazarken çok
değiştiririm. Çalışmaya başlayınca araya herhangi bir şey girmezse sonuna
kadar aynı hızla devam ederim. Fakat
aralık verince tekrar başlamaklığım için
aylar ister.” dedikten sonra sözlerini
şöyle sürdürür: “Çok defa devamlı çalışmam için eserin beni bırakmayacak
kadar ilerlemiş olması ve kapıda matbaacının adamı beklemesi lazım olur.
Hayatımda en mesut olduğum anlar
sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır.”
‘Zorluk ve sıkıntıyla yazarım’
Nurullah Ataç
“Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar
mısınız? Ve sırf yazmak ihtiyacı ile
masa başına hazırlıksız oturduğunuz
olur mu?” sorusuna şu cevabı verir:
“Öylesi de olur, böylesi de… Biliyorsunuz, ben bir gazeteye her hafta bir yazı
veririm. Bir konu bulamadığım günler
olur. Gene otururum yazmaya, konu
gelir kendi kendine. Bir yazımı, gün
olur, dört saat, beş saatte yazarım, kimi
de çabuk biter.” Yaşar Nabi Nayır’ın bu
sorusuna cevap veren yazarlarımızdan
biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.
‘Konu bulamadığım günler olur’
Nurullah Ataç, 10 Eylül 1955 tarihinde
güncesine şu notu düşer: “O yazarların ne yaptıklarıyla, nasıl yaşadıklarıyla
gerçekten ilgilenirler mi? İlgilendiklerini sanırlar, o başka. Çoğu, öğrenmeleriyle unutmaları bir olur. Diyelim
ki unutmadılar, şu hikâyecinin ne biçim çalıştığını, bu şairin geceleri kaçta
yatıp sabah kaçta kalktığını iyice biliyorlar, ne olacak bunu bilecekler de?”
Öte yandan Ataç, Yaşar Nabi Nayır’ın
Varlık dergisi için kendisine yönelttiği,
10
Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore
gibi edebiyatımızın klasikleri arasında
sayılan romanların yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise yazdıklarından
hiç de hoşnut değildir. Kendisine karşı
müsamahasızlığını ya da kendi ifadesiyle “müşkülpesentliğini” ilkgençlik
yıllarında okuduğu Gustave Flaubert’in,
Anatole France’ın eserlerindeki göz kamaştırıcı ifade yeteneğine bağlar ve nasıl
çalıştığını şu sözlerle dile getirir: “O uzak
zamanlardan kalma harâbatilikle ben,
kendimi hâlâ edebiyatın bohème’i içinde
hissetmekteyim. Öyle Avrupa’nın kalantor üstadları gibi muayyen ve hususi
bir çalışma tarzım yoktur. Yalnız şunu
söyleyeyim ki, yazılarımı büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım. Yazıp bitirdikten sonra da hiçbir ferahlık duymam.”
Dâhiler nasıl çalışıyordu?
Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır?
(Kolektif Kitap) adlı kitabında büyük
dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürü-
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
yor. Kadim Çin hikâyesindeki duruma
benzer bir biçimde Currey de bir buçuk
yıl boyunca hafta içi hemen her sabah
beş buçukta kalkarak önce dişlerini fırçalar, sonra bir fincan kahve hazırlar ve
son dört yüzyılın büyük dâhilerinin nasıl
çalıştıkları üzerine yazmaya koyulur. Kitap, yazarın da belirttiği gibi, “anlamdan
ziyade üretime” odaklanıyor. Currey yazarlar kadar besteciler, bilim adamları ve
felsefecilerin de çalışma biçimlerini irdeliyor ama biz bu yazı da sadece yazarların nasıl çalıştıkları üzerinde duracağız.
‘Haftada yedi gün, her sabah yazarım’
Nobelli yazarların çalışma biçimleri,
disiplinleri askerî bir düzeni ve titizliği andırır. 2013 Nobel Edebiyat
Ödülü sahibi Kanadalı öykücü Alice
Munro, ödülü almadan önce verdiği bir söyleşide kendisine yöneltilen,
“Haftada kaç gün yazarsınız?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Haftada yedi
gün, her sabah yazarım. Sabah sekiz
gibi başlarım yazmaya ve on bir civarında bitiririm. Günün geri kalan kısmında başka işler yaparım, eğer son
müsveddemi yazıyorsam ya da üzerinde çalışmaya devam etmek istediğim bir şey varsa bütün gün küçük
aralar vererek çalışırım.” Munro’nun
bu çalışma disiplini karşısında kaçınılmaz olarak ikinci soru gelir: “Bir
düğün ya da etkinlik olsa bile uyulan
katı bir çalışma programı mıdır bu?”
“Öylesine takıntılıyımdır ki, belirli bir
sayfa kotam vardır. Belli bir günde bir
yere gideceksem o sayfaları önceden
yazarım.” diyen Munro, söyleşinin
devamında bir öyküyü bitirdikten
hemen sonra yeni bir öykü yazmaya
koyulduğunu söylüyor.
Orhan Pamuk: Günde on saat
Orhan Pamuk ise Manzaradan Parçalar adlı kitabında yer alan ve The
Paris Review’a verdiği söyleşide, yazı
mekânının mutlaka hayatın diğer işlerinin görüldüğü yerden farklı olması gerektiğini; evcilleşmiş, ehlileşmiş
günlük düzenin, hayal gücünün işlemek için ihtiyaç duyduğu öteki dünyaya duyulan özlemi soldurduğunu
ifade ediyor. Pamuk, 1986 baharında
eşiyle birlikte evli öğrencilere ayrılmış
bir evde yaşadığını belirtiyor ve aynı
mekânda hem yatmak hem de yazmak
zorunda kaldığını, aile hayatını hatırlatan ayrıntıların çalışırken kendisini huzursuz ettiğini anlatıyor. Pamuk daha
sonra sabahları karısıyla tıpkı işe giden
bir adam gibi vedalaştığını, evden çıkıp sokaklarda dolaştığını ve ofisine
yeni gelen biri gibi masasına geçtiğini
aktarıyor. Yazar, 1994’te Cihangir’deki
evinde her gün ortalama on saat çalışmış. “Günde on saat mi?” şeklindeki
soruya şu cevabı veriyor: “Evet, çok çalışırım. Masamda oturmak, oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi hoşuma
gidiyor. Yaptığım temelde bir iş, ama
aynı zamanda oyun ve eğlence.”
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
İkindi saatlerinde yazılan başyapıt
Alice Munro
Çocukların gürültü yapması yasak!
Mason Currey, Thomas Mann’ın her
gün saat sekizde uyandığını, yataktan çıktıktan sonra karısıyla bir fincan kahve içtiğini, daha sonra banyo
yapıp giyindiğini, sekiz buçuktaki
kahvaltının ardından dokuzda odasına geçtiğini ve hiç kimseyle görüşmediğini aktarıyor. Mann’ın esas
yazma saatleri dokuz ile öğle saatleri
arasıymış ve çocukların evde gürültü
yapması kesinlikle yasakmış. Mann,
“Her paragraf bir yolculuğa, her sıfat
da bir karara dönüşür.” diye yazmıştı. Yazar için öğleye kadar oluşmayan her şeyin ertesi güne kalması
gibi bir riski vardı, bu nedenle Buddenbrooklar, Doktor Faustus, Lotte
Weimar’da ve Büyülü Dağ’ın yazarı “dişlerini sıkıp bir seferde yavaş
adım atmaya” kendini zorluyordu.
Mesaiden sonra yazı masasında
Orhan Pamuk
Ayakta yazan HemIngway
Kısa cümlelerin ustası Ernest Hemingway, bilinenin aksine, her yazma seansına iki numaralı yirmi tane
kalemin ucunu açarak başlamaz. Bu
yanlışı şu açıklamasıyla düzeltir: “Bir
seferde yirmi kalemim birden olduğunu hiç sanmıyorum.” Hemingway,
üstünde bir daktilo ve onun da üstünde bir okuma levhası olan, göğüs
hizasındaki bir kitap rafına dönük
olarak ayakta çalışır. İlk müsveddeleri, levhanın üstündeki eğik duran pelür daktilo kâğıtlarına kalemle yazar,
çalışma iyi gittiğinde panoyu kaldırıp
yerine daktilosunu koyar. Günlük
kelime randımanını bir çizelge üzerinden takip eder, yazmanın iyi gittiğine inanmıyorsa romana ara verir.
11
William Faulkner, “Ruhum beni harekete geçirdiğinde yazıyorum. Ve o
ruh beni her gün harekete geçiriyor.”
demişti. Döşeğimde Ölürken’i denetmen
olarak çalıştığı üniversitenin elektrik
santralindeki gece mesaisine başlamadan önce, ikindi saatlerinde yazmıştır.
1930’da büyük ve döküntü bir ev alan
Faulkner, evi tamir etmek ve işleri hal
yoluna koymak için istifa eder. Sonrasında erken saatlerde uyanan, kahvaltısını yapan ve bütün sabahı çalışma masasında geçiren bir Faulkner karşımıza
çıkar. Öğle yemeğinden sonra evin tamiratına devam eder, ardından ya uzun
yürüyüşler yapar ya da ata biner.
Ernest Hemingway
Tam yirmi yıl önce aramızdan ayrılan
Tarık Buğra verdiği bir söyleşide Orhan
Pamuk’un yazma imkânlarını kıskandığını söylemiş ve Pamuk’un başka bir iş
yapmak zorunda olmadan bütün vaktini
yazarak geçirebildiğini, oysa kendisinin
sabahtan akşama kadar süren bir memuriyet mesaisinden sonra yazı masasına oturabildiğini anlatmıştı. ABD’li
yazar Toni Morrison da çalışma koşullarından yakınan yazarlardandır. The Paris
Review’a verdiği söyleşide, “Düzenli yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman beceremedim; nedeni de daima dokuz-beş bir
işim olmasıydı. Ya bu saatler dışında hızlı
hızlı yazmam ya da hafta sonlarımın ve
gün doğmadan önceki vakitlerimin büyük kısmını harcamam gerekti.” der.
Morrison yazı masasına oturduğu anda
hayatı bir kenarda bekletmeyi başaranlardandır: “Yazmaya oturduğumda asla derin düşüncelere dalmıyorum. Buna vaktim yok; çocuklarımla ve öğretmenlikle
ilgili yapacak başka bir dolu işim oluyor.
Düşüncelere dalma, fikirler üretme işini
arabayla işe giderken, metrodayken veya
çim biçerken yapıyorum. Kâğıdın başına
geçtiğimde üzerinde çalışabileceğim bir
şeyler oluyor ve böylece üretebiliyorum.”
‘Gün ışığına ihtiyacım var’
Tarık Buğra
Günter Grass, “Gece mi yazarsınız,
gündüz mü?” sorusuna, “Asla gece
olmaz. Geceleri yazmak çok kolaydır.
Sabah okuduğumda gece yazdıklarımın hiç iyi olmadığını görürüm. Başlamak için gün ışığına ihtiyacım var.
Sabah dokuz ile on arasında okuyarak
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
ve müzik dinleyerek uzun bir kahvaltı
yaparım. Kahvaltıdan sonra çalışırım ve
öğleden sonra bir kahve molası veririm.
Sonra tekrar başlar ve akşam yedide çalışmayı bırakırım.” şeklinde cevap verir.
Hiç kuşkusuz şiirin süzülüp gelmesiyle öykü ya da romanın yazılma biçimi
arasında fark vardır. Söz ya da dize esaslı şiir, bazen küçük bir kıvılcımla birden
ortaya çıkabilirken, öykü özellikle de
roman daha uzun soluklu bir çalışmayı
gereksinir. Şairlerin nasıl yazdığı da bu
tartışmanın bir başka yönü. Bilge şair T.
S. Eliot bir söyleşide, “Dizelerinizi kaleme alırken alışkanlık olarak yaptıklarınızdan söz eder misiniz?” sorusuna şu
cevabı verir: “Elle ya da daktiloyla fark
etmez, düzenli saatlerle çalışırım, ondan bire kadar mesela. Ama daktiloyla
yazarken hatırı sayılır değişiklikler yaparım. Gerçek anlamda yazabildiğim,
üç saati geçmiyor. Aynı gün daha sonra
yazdıklarımın üstünde çalışabilirim.”
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Günter Grass
Sezai Karakoç
Ziya Osman Saba
W. B. Yeats
Hızırla Kırk Saat nasıl yazıldı?
Sezai Karakoç ise Hatıralar adlı kitabında Hızırla Kırk Saat’in yazılış
hikâyesini şu sözlerle anlatıyor: “Mayıs, haziran aylarında (1976) akşamüzerleri Yenikapı’ya iniyor, deniz kenarındaki kahvelerde Hızırla Kırk Saat’i
yazıyordum. Sanki denizle mülâkat
yapıyordum da şiir bu mülâkatın notlarıydı. İki ay içinde aşağı yukarı 40 gün
kadar deniz kenarına inip şiiri bölüm
bölüm yazdım. Tabii ki ikindiden sonra
gidiyor, akşam dönüyordum… Her gidişimde net bir saat yazmış olduğumu
kabul edersek kitap için kırk saatlik net
çalışma olmuş demekti.”
Ziya Osman Saba ise nasıl çalıştığını şu sözlerle anlatıyor: “Çok şükür
şiiri ne zaman, nerede olsa yazabiliyoruz. Tramvayda, vapurda, yürürken, otururken, yatarken hatta kim
bilir uykuda bile… Kalemle yazmak
bakımından yaptığım, fazla fazla, küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bu
küçük kâğıt parçalarını, cebimde yine
küçük kâğıt parçalarına not etmektir.
Bazı şiirler inatçıdır, bitmek bilmezler; nihayet olmayacak der bırakırım.
Notlarım o küçük kâğıtların üzerinde
kalır. Ara sıra yoklarım, yine bana mısın demezler. Sonra ne olur bilmem,
bazen senelerce sonra o şiirler yola
gelmişlerdir, bitiverirler.”
Ziya Osman demişken Cahit Sıtkı
Tarancı’ya söz vermemek olmaz: “Nasıl yazdığımı ben de bilmiyorum dersem şaşırmayın. Şiirde bu belli olmaz.
Yemek yerken veya yolda giderken bir
mısra geliverir, galiba Valéry’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Dairede
çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi,
uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu yükten
kurtulamazsınız.”
yacıyla masa başına ya da başka bir yere
oturduğunu belirtse de, “Böyle hallerde
daima ellerim böğrümde kalır.” der ve
sözlerini şöyle sürdürür: “İnadına hiçbir
şey yazamam. Hele yazmak istediğim
bir şiir olursa. Bir şiir yazdıktan sonra
uzun zaman başka bir şey yazmazsam
belli belirsiz bir huzursuzluk duyarım.
Sonra birden gelen bir iki mısra etrafında dönenir, ya tamamlarım yahut kalır.” Uyar’ın dikkati çeken açıklamaları
ise daha sonra gelir: “Mektepten kalma
bir alışkanlık olacak, şiir yazdığım zaman bir kabahat yapıyormuşum gibi
gizli, hemen daracık vakitte, suçüstü
yakalanacakmışçasına çabuk davranmamı gerektirecek şartlar ararım. İşimi
bir an evvel ve en iyi şekilde (zira sonra
kolay kolay düzetmem) bitirmeye zorlayacak sebepler bulunmalıdır.”
Yeats: Çok ağır yazarım
“Çok ağır yazarım.” diyen İrlandalı
şair W. B. Yeats, günde beş ya da altı
iyi cümleden fazlasını yazamadığını söyler. Edebiyat çevreleri onun her
gün en az iki saat yazdığında hemfikirdir. Günlük düzeni bozulunca yazma gücünü kaybeden şair, “Her türlü
değişiklik, benim hiçbir zaman güçlü
olmayan çalışma alışkanlığımı altüst
ediyor.” der. Şairlerin çok okumadığı yaklaşımını boşa çıkartacak şekilde
Yeats, sabah ondan bire kadar düzenli
okuma alışkanlığını sürdürmüştür.
İkinci Yeni’nin usta şairi Turgut Uyar
da içinden gelsin gelmesin yazma ihti-
İlham beklenmez, çağrılır
Cahit Zarifoğlu ise “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna şu cevabı verir: “Eskiden böyle soruları ilham geliyor mu,
diye sorarlardı. İlham önemlidir ama
onun gelmesini beklemem. Çağırırım.
Sanırım Balzac gibi kafama sargılar mı
12
doladığımı, bir dağ evine çekilmek, evden kaçmak gibi şeyleri öğrenmek istediniz. Böyle alışkanlıklarım yok.”
Çok ilginç yazma yöntemleri olan
yazarlar da var elbet. Sözgelimi Voltaire, yatakta okuyarak eserlerini sekreterine dikte ettirir. Victor Hugo romanlarını çıplak yazarken, Colette yazıya
başlamadan önce kedisinin pirelerini
ayıklar. Edgar Allan Poe da kedisi olmadan yazamayanlardandır. O yazarken kedisi mutlaka omzundadır. Schiller masasının çekmecelerindeki çürük
elma kokuları içinde adeta kendinden
geçer eserlerini yazarken, Alexandre
Dumas ise sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güne elma yiyerek başlar. Virginia
Woolf da tıpkı Hemingway gibi ayakta
yazanlardandır. Kemal Tahir ise romanlarını ses kaydediciye söyler, sonra
de eşi Semiha Hanım yazıya aktarır.
Selim İleri, Kemal Tahir’in eserlerine
olan hâkimiyetini anlatırken, bir yandan art arda cümleler kurduğunu bir
yandan da “Semiha, ünlem diyorum
dikkat etmeyip nokta koyuyorsun!”
sözleriyle karısını uyardığını aktarıyor.
Savaş ve Barış sekiz defa yazıldı
Sevim Burak, cümlelerini küçük
kâğıtlara yazar, perdelere tutuşturur
sonra da bunları toplayıp öykülerini
tamamlar. Raymond Carver, öykünün
ilk taslağını bir oturuşta çıkarmasına
rağmen aynı öykünün birkaç versiyonunu yazmanın zaman aldığını, yaklaşık otuz-kırk taslak daha çıkardığını
söyler. Carver, bu sözlerinin arasında
Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı sekiz defa
yazdığını da hatırlatır. Herman Melville her sabah ahıra gidip önce atını sonra da ineğini ziyaret edip yazı masasının başına geçerken, dindar bir Katolik
olan Flannery O’Connor güne sabah
altıda başlar, dualarını okur, sabah ayinine katılır ve sonra yazmaya koyulur.
Elinde sigara ve kahvesi olmadan adeta
düşünemeyen Truman Capote de yatarak yazanlardandır. Capote kopyaları
daktilo ederken bile yataktadır ve daktilosu dizlerinin üzerindedir. “İnsanın
hayatını bir kitap imal etmeye adaması
gerçekten iğrenç.” diyen Marcel Proust
kronik astımını rahatlatmak için Legras
tozunu yakar ve bazen odası tamamen
duman altı olur. Gümüş demlikte yanına bırakılan iki fincanlık sert kahve ve
KAPAK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Cahit Zarifoğlu
tek kruvasan, yazı yazarken gün boyu
idare ettiği azığıdır.
“Öyküler uzunluklarına bağlı olarak en iyi bir ya da üç sıçrayışta yazılır.
Üç sıçramalık öykü art arda üç günde
yazılıp bitirilmeli, ardından gözden
geçirilmeli ve sonra da işe gitmeli.”
diyen F. Scott Fitzgerald, askerdeyken
bile gizli gizli yazmıştır. Bu yazma aşkına rağmen Fitzgerald düzenli yazamamaktan yakınır. Graham Greene
ise başyapıtını tamamlamak için karısından başka kimsenin giremediği
özel bir atölye kiralar. Ev yaşamının
hengâmesinden kaçmak için adresini ve telefon numarasını hiç kimseye
vermez. Her gün beş yüz kelime sınırı
olan Greene bu dönemde günde iki bin
kelime yazar ve altı haftanın sonunda
The Confidential Agent’ı (Gizli Ajan) tamamlar. Yazar, altmışlı yaşlarda ise beş
yüz kelime çıtasını iki yüz kelimeye kadar düşürmüştür. Stephen King de her
gün iki bin kelime kotasını doldurmadan çalışmaya asla ara vermez.
Joyce Carol Oates
geçirdiğini aktarıyor: “Sözüm ona düş
ürünü yaşantının büyük bir kısmı, dikişle tutturulmadan birbirinin içine
geçmiş gibi olan bu üç eylem tarafından çepeçevre sarılır. Bu sık sık yaptığım sözlüğe bakma eyleminden pek
de farklı değil, bütün sabahlar böyle bir
zihin meşguliyetinin mutlu sersemliği
içinde akıp gidebilir. İnsanlar benim
üretken biri olduğumu düşünüyor ama
yakınlarımın bildiği gibi, zamanımın
çoğunu pencereden dışarıya bakarak
geçiriyorum ve bunu öneriyorum.”
Fiziksel gücün sanatsal duyarlık
kadar gerekli olduğuna inanan Japon
yazar Haruki Murakami, koşmak ve
sağlıklı beslenmek için Tokyo’dan
taşraya taşınır ve sigarayı bırakır. Murakami yoğun yazma temposu içinde
birçok daveti geri çevirir. Japon romancı, sabah dörtte kalkıp kesintisiz
beş altı saat çalışır. Öğleden sonra
ise ya koşar ya da yüzer. İkisini yaptığı zamanlar da olur. Günlük işlerin
ardından müzik dinler. Saat dokuzda
ise uyur. The Paris Review’a verdiği
söyleşide, “Her gün hiç aksatmadan
bu rutini sürdürüyorum.” der.
‘Soldan sağa doğru yazıyorum’
Sevim Burak
Umberto Eco
Yazma koşullarının, yazı araçlarının,
görsel imkânların değiştiği, çeşitlendiği
günümüzde çağdaş yazarların nasıl çalıştıklarına bakalım. Günümüz İtalyan
edebiyatının en önemli romancılarından Umberto Eco, Genç Bir Romancının
İtirafları adlı kitabında belki de “Nasıl
yazıyorsunuz?” sorusuna verilebilecek
yeni bir cevabın kalmayışını muhteşem
ve ironik bir imkâna dönüştürerek,
“Soldan sağa doğru yazıyorum.” demişti. Eco bunu söylese de romanları
öncesinde belgeler topladığını, haritalar çizdiğini, bir binanın ya da geminin planlarını defterlerine geçirdiğini
belirtiyor. Eco, Gülün Adı’ndaki keşişlerin portrelerini bile çizmiştir. İtalyan
romancı, Gülün Adı için uzun zaman
bir şatoda kaldığını, münzevi bir hayat
yaşadığını aktarıyor. Foucault Sarkacı’nı
planlarken de hikâyenin temel olaylarından bir kısmının geçtiği Conservatoire des Arts et Métiers’nin koridorlarında dolaştığını söylüyor.
Düş kurarak yazmak
Graham Greene
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
El yazısıyla ve kurşunkalemle
Amerikalı yazar Joyce Carol Oates, yazı
yazarken zamanının çoğunu daima
uzun uzun pencereden dışarı bakarak,
düş kurarak ve düşüncelere dalarak
Yaşar Kemal hâlâ kurşunkalemle ve el
yazısıyla yazarken, yakın bir zamana
kadar daktilo ile yazan Selim İleri artık
14
Yaşar Kemal
şerit bulmakta zorlandığı için bilgisayara geçtiğini söylemişti. Selim İleri
bir yazısında, Nazlı Eray’ın bilgisayarla yazmaya başlasa da bir süre sonra
tekrar el yazısına döndüğünü belirtiyordu. Cemil Kavukçu ise yürümeyi
adeta bir yazma öncesi seans gibi kurguladığını yürüme esnasında zihnine
doluşan sözcükleri bir an önce kâğıda
ya da bilgisayara aktarmak için eve
döndüğünü söylüyor. Belirlenmiş bir
güzergâhta yol almaktan, belirlenmiş
bir hedefe doğru yürümekten hoşlanmadığını belirten Hasan Ali Toptaş,
“Romanı romanın içinde düşünebiliyorum ben, orada, onunla birlikte
planlayabiliyorum.” diyor.
Bir yazarın nasıl yazdığı, bir magazin sorusu niteliği taşısa da yazıyla, yazarla kurulan ilişkiyi renklendiren, çeşitlendiren bir özellik de
barındırır, bu ilişkiyi derinleştirir.
Philip Roth, kömür madenciliğini
zor bir iş, yazıyı ise bir kâbus olarak
tanımlarken zorluktan öte nasıl bir
azap olduğunu da tarif ediyor. Zor
bir işten kaçmanın yollarını ararken
çoğu zaman çekilen azaba ortak olmaktan kendimizi alamayız. Belki de
yazarın nasıl yazdığının izini sürerken
bir okur olmanın konforundan sıyrılıp
örnek çilekeşlerin çektiği o azaba ortak
olmanın peşindeyizdir, kim bilir.
TARİH
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Avrupalı gazeteci gözüyle ‘ulu hakan’
Nicolas Nicolaides, 1800’lü yılların sonunda Paris’te gazete çıkaran, Sultan
II. Abdülhamid tarafından maddi ve manevi olarak desteklenen bir gazeteciydi.
Nicolaides’in padişahı anlatan Bir Gazeteci Gözüyle Abdülhamid adlı kitabı
Erdoğan Keskinkılıç tarafından yayına hazırlanıp günümüz okuruna sunuldu.
BİR GAZETECİNİN GÖZÜYLE II. ABDÜLHAMİD, NICOLAS NICOLAIDES, HAZ.: ERDOĞAN KESKİNKILIÇ, YİTİK HAZİNE YAYINLARI, 167 SAYFA, 8.50 TL
D
OSMAN İRİDAĞ
ers kitaplarında Osmanlı Devleti anlatılırken dört dönem sayılır: Kuruluş,
yükselme, duraklama ve dağılma dönemleri… Söğüt’te Osman Gazi tarafından temeli atılan ve kısa sürede
fetihlerle büyüyerek üç kıtada hüküm
süren Osmanlı Devleti, 600 yıl boyunca dünya siyasetine yön vermeyi
başarmıştı. Toplam 36 padişah ülkeyi
yönetirken, tarih kitaplarında ağırlıklı
olarak ilk 10 padişah dönemi anlatıldı. Daha doğru bir ifadeyle, tarihe biraz meraklı olanların ilgisi hep ilk 10
padişah dönemiyle sınırlı kaldı. 11.
padişah olan II. Selim’e (Sarı Selim)
kadar olan süreç -12 yıllık Fetret Devri
sayılmazsa- Osmanlıların hep yükseliş dönemiydi. Bu nedenle olsa gerek,
ilk dönem padişahlarının kim olduğunu, neler yaptıklarını, hangi zaferleri kazandıklarını, ülkenin sınırlarını
nasıl genişlettiklerini okuduk, öğrendik, hayal ettik. Duraklama dönemi
ile beraber padişahların sırasını da
karıştırmaya başladık; kimin kimden
sonra geldiğini öğrenmeye pek hevesimiz kalmadı. Bu dönemlerde toprak
kaybetmeye başlanması padişahların
‘büyüklüklerini’ anlamaya engeldi.
Oysa bu süreçte de, Osmanlı’nın son
yıllarında da dünya tarihine yön veren sultanlar çıkmıştı tahta. Onlardan
biri de Avrupa’nın Osmanlı’yı “hasta
adam” ilan ettiği yıllarda başa geçen
Sultan II. Abdülhamid’di… Sultan
Abdülhamid’in tahta çıktığı dönemde
Devlet-i Aliyye dış borçları ödeyemez
hale gelmiş, ordu arka arkaya alınan
yenilgilerle dağılmaya başlamış, deniz
kuvvetleri neredeyse yok olmuş ve dönemin büyük devletleri, özellikle de sıcak denizlere inmek isteyen Rusya için
kolay lokma haline gelmişti.
‘Hasta adam’ı iyileştirmeye çalıştı
Kardeşi V. Murat’ın kısa süren padişahlığının ardından sürpriz bir şekilde tahta çıkan Sultan Abdülhamid,
33 yıllık padişahlığı süresince özellikle dış politikadaki siyasetiyle ‘hasta adam’ın iyileşmesi için adımlar
atmıştı. Büyük devletlerin kendisin-
den önce başlatıp devam ettirdikleri
planlara karşı reel politika şartlarında
her devlete eşit uzaklık ilkesiyle barış
ortamında bağımsız bir politika izledi.
Kendi sağlığında politikasını beğenmeyen Fransız ve İngiliz yazarların
“kızıl sultan”, “büyük cani” şeklindeki kampanyalarına karşılık yurtdışında
Osmanlı Devleti lehinde kamuoyu
oluşturmak için stratejiler geliştirdi.
Avrupa başkentlerinde çıkan gazeteleri lehte yayın yapmaları şartıyla
maddi olarak destekledi, çeşitli devlet
nişanları ve madalyalarla ödüllendirdi. Hatta sadece lehte yayın için gazete çıkarılmasını sağladı. Gazetelerin
yanında bazı haber ajanslarına abone
adı altında maddi destek sağladı veya
İstanbul’daki muhabirlerine para verildi. Yurtdışında kamuoyu oluşturma
yoluna giden ilk Osmanlı padişahı
olan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti
sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan
Müslümanlarla eşit şartlar altında
yaşadıklarını bu yayınlar aracılığıyla
Avrupa kamuoyuna anlattı.
Sultan II. Abdülhamid’in yurtdışında desteklediği gazetecilerden biri
de Nicolas Nicolaides idi. Osmanlı
tebaasından İstanbullu bir Rum olan
Nicolaides, Paris’te ilk sayısı 1888’de
yayımlanan L’Orient isimli haftalık bir
gazete çıkarıyordu. Başlangıçta sadece Rumların hukukunu savunan gazete, 1892 yılından itibaren logosunda hem Rumların hem Osmanlıların
gazetesi olduğunu duyurmaya ve ilk
sayfasına Abdülhamid’in büyük bir
turrasını koymaya başladı. 1893 yılından itibaren gazetenin logosuna “Organe special des Interes de l’empire
Ottoman” ifadesi yazılarak Osmanlı
Devleti’nin yayın organı olduğu tescillendi. Hizmetlerinin karşılığı olarak
Devlet-i Aliyye’den aylık 200 frank ve
çeşitli nişanlar alan Nicolaides, II. Abdülhamid ve Osmanlı Devleti ile ilgili
üç kitap yazdı.
Aynı zamanda bir Osmanlı tebaası olan Nicolaides’in Sultan Abdülhamid’le ilgili yazdığı üç kitaptan en
dikkat çekicisi, Erdoğan Keskinkılıç
tarafından hem günümüz hem Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Bir
le ilgili istatistiklerin yazara verildiği
izlenimini uyandırıyor. Yazara göre
hükümdar, dönemin ağır şartlarına
aldırmadan ülkesinin gelişmesi ve
ilerlemesi için gece-gündüz çalıştığından, hürmetle anılmaya lâyıktır ve
başarıları ne kadar övülse azdır.
İyi siyasetçi, akıllı komutan, hayırsever
II. Abdülhamid
Gazeteci Gözüyle Abdülhamid adlı eser
olsa gerek. Gazeteci bu kitapta amacının sultanın idari, siyasi ve askeri
konularda yaptığı ıslahatları anlatmak
olduğunu söylüyor. Tarihçi olmadığını belirten Nicolaides, II. Abdülhamid
dönemini hiçbir kritiğe tabi tutmadan
olduğu gibi anlatan bir tarzı tercih
etmiş. Eserin bazı bölümlerinde Osmanlı Devleti’ne dair sayısal veriler ve
ayrıntılı bilgiler var. Bu husus, devlet-
16
Padişahın 33 yıllık iktidarını dokuz
bölümde anlatan Nicolaides onun
sadece iyi bir siyasetçi, akıllı bir komutan değil, aynı zamanda iyi kalpli
bir insan olduğuna dikkati çekiyor.
Yaptırdığı aşevi ve imarethanelerin
çokluğunu hatırlatan yazar; sel, deprem ya da yangın gibi felaket yaşanan
bölgelere padişahın kendi hazinesinden para aktardığını söylüyor. Bizzat
Abdülhamid’in nakit yardımlarıyla
kurulan Darülaceze’de ayrım gözetilmeksizin her din ve mezhebe
mensup, bakıma muhtaç kişilerin barındırıldığını anlatıyor. O dönemde
Avrupa’da acizlere yardım için böyle
bir yer olmadığını belirtiyor. Hac ibadeti sırasında hacılara gerekli tıbbi
hizmetlerin sağlandığı, tabip ve ilaç
gönderildiği ve bütün masrafların sultanın hassa bütçesinden karşılandığı
da kitapta yer alan bilgiler arasında.
Kitapta Abdülhamid’in maliye,
bayındırlık, ticaret, sanat, ziraat, eğitim ve savunma alanlarında yaptıkları detaylıca aktarılmış. Her bölümde sultanın ‘büyüklüğüne’ şahitlik
ediyor yazar. Biz tek örnekle yetinelim: Sultan Abdülhamid’in tahta
çıktığı dönemde ülkedeki toplam
demiryolu uzunluğu 1068 km. imiş.
Tahttan indiğinde ise bu rakam 6159
km. olmuş. Üstelik İstanbul’a tarihin en eski tramvay yolu yapılmış
ve yine payitahttan kutsal topraklara
kadar bir tren yolu inşa edilmiş.
Nicolaides’in kitabını okurken
ders kitaplarında anlatılan kuruluş
ve yükseliş dönemlerindeki Osmanlı
padişahlarından
birinin
hayat
hikâyesini okuyormuş hissine kapılabilirsiniz… Ve dönemin şartları
düşünüldüğünde yazarın anlattığı
Sultan Abdülhamid’in neden “ulu
hakan” olduğu gerçeğiyle de yüzleşirken bulabilirsiniz kendinizi.
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Korkaklar türkü söylemez
Necati Tosuner’in yeni kitabı Korkağın Türküsü, 2008’de Attilâ
İlhan Roman Ödülü’ne değer görülen Kasırganın Gözü ve 2012’de
yayımlanan Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı adlı romanlarla bir
üçleme oluşturuyor. Tosuner, bu yapıtıyla ustalığını pekiştiriyor.
KORKAĞIN TÜRKÜSÜ, NECATİ TOSUNER, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 190 SAYFA, 14 TL
N
ALİ EMİN TUNÇ
ecati Tosuner, yazarlığının 50. yılında
yeni bir kitapla çıktı
okuyucusunun karşısına. 1964 yılında
“yalnızlığa övgüler” dizerek başlamıştı yazarlık yaşamına. “Ben suçsuzum”, “insan sayılmak istiyorum”
diyerek Özgürlük Masalı’nda öykülerini topladığında yıl 1965’ti. Ardından,
1969 yılında ikinci kitabı Çıkmazda’yı
yayımladı. Bu kitabında da ‘eksik
adam’ın bütün çizgilerini her sayfaya
çizmişti. Ben suçsuzum, dedi; başkaldırıyorum, dedi, ilk kez adını koydu:
Kambur, dedi. “Ben bir garip kalmış
türküyüm, kimselerin söylemediği.” dedi. Artık eksik adam değildi;
1972’de çıkan Kambur’da da eksik
adam değildi, 1977’de çıkan Sisli’de
de. Dilini ve üslubunu bulmuştu. O
günden bugüne bütün yazdıklarında
iyiden iyiye damıttığı dilinin özelliklerini o ilk kitaplarında okuyucusuna
duyurmuştu Tosuner. Sonra kendi
dilini ince ince işlemeye başladı. İşledikçe fazlalıklarından arındırdı, parlattı, yeniledi, canlandırdı.
Üçleme tamamlandı
Necati Tosuner, 2008’de Attilâ İlhan
Roman Ödülü’ne değer görülen Kasırganın Gözü ve 2012’de çıkan Susmak
Nasıl da Yoruyor İnsanı adlı romanlarıyla bir üçleme oluşturan Korkağın
Türküsü ile ustalığını pekiştiriyor. Yıllardır kendi içine işleyen o şiirsel üslubunu bir romanın içinde gezinen yeni
bir şiir gibi bir üst basamağa koyuyor.
Yazar/anlatıcı hem kendisiyle hem
herkesle dertleşmeye/hesaplaşmaya
soyunuyor Korkağın Türküsü’nde. Önceki eserlerinde “bireysel ve karamsar” olduğu gerekçesiyle bir anlamda
olumsuz bir nitelemenin sınırları içerisinde değerlendirilen (bireysel ya
da karamsar olmak her ne kadar bazı
okur ve eleştirmenlerin beklentisini
karşılamasa da, onların değil yazarın
bileceği bir iştir bu) Tosuner, bu kez
toplumsal olayların tam merkezinde
yer alıyor. Yazar/anlatıcının belleğindeki silecek çalışmaz olduğunda bulutlar başka yerin bulutu olmaya gidiyor, gölgeleri başka yerlere düşüyor.
Yorgun, öfkeli bir ses var okuyucunun karşısında. İtmeden, ezmeden,
bükmeden duramayan, kendini bilinmez dağların bulunmaz çiçeği zanne-
den, bir karabasan gibi, düş olsa korkunç gerçek olsa daha da korkunç biri
bütün ülkeyi toza dumana boğarak
dolaşıyor sayfalar arasında. Anlatıcı
sesin öfkesi bu karabasan üzerinde yoğunlaşıyor. “Ben senin babanın uşağı
değilim!” diyecek biri(leri) bekleniyor.
“Herkes kendini bilsin diyen niye bilmez kendini?” diye soruyor anlatıcı
ses. “Genç yazarlar tedirgin!” sözleri
bu aşamada daha bir anlamlı hale geliyor. Belki de o yüzden, “üstgeçit”ler
kuruyor yazar kitabın birkaç yerine.
İkinci üstgeçitte: “Yahu gençler, ne iyi
ettiniz.” diyor, “Atatürk de Yalova’da
çınar ağacını kestirmeyip hani…”
Durduk yere insanların öldürüldüğü
yerler geçiyor kitabın içinden. Sonra
karanlığın içinden karanlık geliyor,
hem de daha karanlık. Ezilen kadınlar beliriyor kitabın içinde, komşu
hakkını unutup muhbirliğe soyunanlar, kaybedilmiş vicdanlar… İnsanlar
Tanrı’nın evine sığınınca ‘muktedir’
çılgına dönüyor, kan gövdeyi götürecekmiş, umursamadan. Sonra anlatıcı, çocuk oluyor yeniden. Sırtı ağrıyan
bir çocuk. “Ölüm hiç değilse ders olmaz mı insana? Hele ölüm varken?”
diye soruyor. Bütün bunlar gelip, artan, büyüyen, katmerlenen utancın
kapısına dayanıyor. “Bana doğru gelince, durur dünya, -usançtır.” Sonra
bir ses: “Var mı usanmayan!” Bir soru
mu bu, bir çığlık mı?
Hangi zalim kazdığı kuyuya düşmekten kurtulabilir?
Zalimlerin kazdırdığı kuyular var kitapta. Hangi zalim kazdığı/kazdırdığı kuyuya düşmekten kurtulabilir? Zalimlik
arttıkça derinliği artmaz mı kuyunun?
Bir insanın kendine geçmiyorsa
sözü, başkasına geçer mi? Anlatıcı,
kendini kandırmaya gücü yetmeyenlerin başkasını kandıramayacağını söylüyor. “Evet, bir kez daha
söylüyorum… Bunların gittiğini
görmeye ömrüm yetse iyi olur. Yok
göremezsem… Korkağın türküsü,
-korkulu.” Vasiyet gibi acı bir sözle
mühürlüyor kitabını Tosuner:
“Mezarcıya söyleyin. Biraz çukur
kazsın sırtımın geleceği yeri. Başka da
bir beklentim yoktur kimseden.”
Necati Tosuner, Gezi olaylarından
başlayıp ülkede sürüp gitmekte olan
siyasal ve toplumsal gelişmelere derinden, pırıltılı bir dil ve yorumla, cesurca
bakıyor Korkağın Türküsü’nde.
17
II. ABDÜLHAMİD’E
DAİR TÜM EZBERLER
BOZULUYOR!
Balkanlar’da çözülmeyi başlatan Resneli Niyazi
isyanını bastırmak için II. Abdülhamid tarafından
görevlendirilen Şemsi Paşa, İttihatçı Teğmen Atıf
tarafından öldürülmüştür. Şemsi Paşa’nın ölürken
dilinden dökülen, “beni zabitler bitirdi” sözü, sadece
kendisinin değil; âdeta Abdülhamid’in de
son sözü olmuştur…
Drahor kıyısında Atıf’ın tabancasından çıkan kurşun,
Manastır’da Şemsi Paşa’yı; İstanbul’da ise son imparator Sultan II. Abdülhamid’i devirmiştir. Hakan
Özdemir ilk defa gün yüzüne çıkan kaynaklarla
Abdülhamid’i deviren kurşunun peşine düşüyor...
ŞİİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kedi şiirdir, köpek düzyazı
Saime Akat’ın derlediği Kedi Şiirleri Antolojisi Türk edebiyatının kedici
şairlerini okura tanıtıyor. Necip Fazıl’dan Nâzım Hikmet’e, Asaf Halet’ten
Orhan Veli’ye, Behçet Necatigil’den Hulki Aktunç’a kadar farklı kuşaklardan ve edebiyat anlayışlarından isimlerin ortak noktası, kedi sevgisi.
KEDİ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ, HAZ.: SAİME AKAT, YASAKMEYVE YAYINLARI, 144 SAYFA, 15 TL
E
MUSA İĞREK
İLLÜSTRASYON: ZAMAN, CEM KIZILTUĞ
debiyatçılarıın en çok
sevdiği
hayvanların
başında kuşkusuz kedi
gelir. Kedinin bu cazibesini neye borçlu olduğunu kestirmenin zorluğu bir
yana, buna anlam vermek beyhude
bir uğraştır. Bir kedisever olan Tomris
Uyar’ın deyişiyle, “Çoğu edebiyatçıya ve sanatçıya esin kaynaklığı eden
kedinin asıl hayranlık uyandıran yanı,
belirsiz bir dünyanın sınırlarını çizmek
ve o sınırlara ayak uydurmak becerisi
olmalı.” Fakat resim sanatında köpekler kedilere oranla daha görünürdür, bu
yüzden edebiyatın kedilere mahsus bir
alan vaat ettiği söylenebilir. Özellikle
şiirde bunun izleri daha açıkça görünür.
T. S. Eliot bunun nedenini “Köpekler,
mısralara dökülmeye kediler kadar uygun değil.” cümlesiyle açıklar.
Komşu Yayınevi’nin yayın koordinatörlerinden Saime Akat’ın derlediği
Kedi Şiirleri Antolojisi, Türk edebiyatının
kedicilerini önümüze sererken, Türk
şiirindeki dönüşümleri ve eğilimleri
hakkında da kediler üzerinden ip uçlarını veriyor. Kitapta, Necip Fazıl’dan
Nâzım Hikmet’e, Asaf Halet’ten Orhan Veli’ye, Behçet Necatigil’den Hulki
Aktunç’a, Enis Batur’dan Arif Ay’a uzanan geniş bir liste var.
Yalnızlığımıza eş kediler
Kedi Şiirleri Antolojisi’nin hazırlanış öyküsünü Saime Akat şöyle anlatıyor: “Bu
antolojinin çıkış noktası Jean Burden’in
sözü oldu: ‘Köpek düzyazıdır, kedi şiir.’
Böyle iddialı bir söz söylenmişken ve
köpek­lerle ilgili kayıt altına alınmış,
kitaplaşmış epeyce öykü varken ne­den
Türkçede bir kedi şiirleri antolojisi yok
diye merak ettik. Araştırmaya başlayınca gördük ki bir ilgisizlik söz konusu
değil, yüzyıllar boyunca kediler şiirlerin
konusu olmuş ve bu ilgi hiç ek­silmemiş.
Hatta şairler kediyi konu edinmelerinin
yanı sıra başka temalarda yazarken bile
kediyi bir şekilde misafir etmişler şiirlerine. Bir de baktık ki elimizde bir antolojinin sınırlarını aşacak kadar şiir birikmiş. Biz de yalnızca kediyi konu edinen
şiirleri aldık anto­lojimize.”
99 şiirin yer aldığı kitap, Sururi Osman Efendi’nin (1163-1229) isimsiz şiiriyle başlıyor ve Emre Polat’ın (1989)
“Bayan Tüy Yumağıyla Dramatik Bir
Akşam Yemeği” şiiriyle sona eriyor.
Kitaptaki şiirler şairlerin doğum tarihi-
ne göre sıralanmış ve kitabın sonunda
şairlerin doğum tarihlerine yer verilmiş.
Türk şiirinden tematik şiirlerin derlendiği kitapların azlığı göz önünde bulundurulduğunda, Kedi Şiirleri Antolojisi
özellikle kediseverlerin kitaplığının en
güzel yerine konuverecektir. Antolojide
Tevfik Fikret’in bir lahza elinden bırakamadığı kedisi, Halit Fahri Ozansoy’un
kitaplarını farelerin kemirmesinden
kurtaran kedisi, Nâzım Hikmet’in
şiir yazarken uyuklayan kedisi, Asaf
Halet’in “ahmak bir ayak”ın ezdiği kedisi, Necatigil’in kendi yalnızlığımıza eş
tuttuğu kedileri okura eşlik ediyor.
Kitaptan
Kediler
Evlerde hapis kediler
Yalnız nedir söyledikleri
Okşarsınız
Bir kenara çekilirler.
Kıvrıldıkları köşede
Gene sizde gözleri
Yerinizden kalksanız
Peşinizden gelirler.
Sizken tek sahipleri
Kalabalık isterler
Belki hepsi sizin gibi
Yalnız kediler.
Behçet Necatigil
Kedi severken ağlayınız
Kanuni Sultan Süleyman devri şairlerinden Meâlî’nin ölen kedisi için
yazdığı mersiye, kedinin bir insanın
hayatındaki yerini önümüze seriyor:
“Her seher kalkar elini yüzünü yur idi
18
ol / Katı pâk idi ve her vech ile ma’mûr
idi ol / Kimse bilmezdi ama anun kadrini bir nûr idi ol / Nidelüm âh pisi, neyleyeyüm vâh pisi”. Meâli’nin hüznüne
İsmail Uyaroğlu’nun “Kedileri severken
ağlayınız / Beyaz değil aslında mahzundur kediler / Bu şiiri okurken de ağlayınız
/ Görüldüğü gibi / Kemiriyor İsmail’i keder” dizelerini de ekleyebiliriz. Ya Hulki Aktunç’un “Pencereler içeriye döndüğünden / Bir ikindi vakti, yazgılı dünya /
Bir kedinin adımlarıyla kilitlendi” dizelerine ne demeli? Ernest Hemingway,
“Bir kedinin duygusal bir dürüstlüğü
vardır: insanlar ise kendi duygularını saklarlar. Kedi ise bunu yapmaz.”
deyişini, bir kenara yazarsak, şairler
ve yazarlar duygularını anlatmak için
kedilerin bu ‘duygusal dürüstlüğü’ne
başvuruyor diyebiliriz.
Her şairin kedisiyle ilişkisi, onun
özgürlüğüne olan tutkusunu dile getirişi farklı. Enis Batur, uyuşukluğundan
yakındığı kedisine şöyle seslenir: “ne
bir eğitim görmüş, ne kültürden nasibini / almış: tek satır okumamıştır Bilge
Karasu’dan, / Giacometti’nin adını olsun
duymamıştır, / bırakın Mısır’a gitmeyi
Heybeli’den çıkmamıştır / hiç – tekir olalı.”
Bir yazısında “Kedilerin Sonsuzluğu”
adını vereceği ve “Galiba bitirmeyeceğim, bitiremeyeceğim bu kitabımı.” diyen bir başka kedisever Haydar Ergülen
ise “ilk gözağrım benim, ilk şiirkızım, küçük aşkım, Mısır’ım” diye seslenir kendisine. Nilgün Marmara’nın soruları ise
sarsıcıdır: “Kimdi o kedi, zamanın / eşyayı örseleyen korkusunda / eğerek kuşları
yemlerine, / bana ve suçlarıma dolanan? /
Gök kaçınca üzerimizden ve / yıldız dengi
çözüldüğünde / neydi yaklaşan / yanan yatağından aslanlar geçirmiş / ve gömütünün
kapağı hep açık olana?”
Şairlerin kedi tutkusunu bir bir gösteren kitaptaki şiirleri bitirdiğinizde
Tomris Uyar’ın şu sözünün gerçekliği
sizi düşündürüyor: “Hangimiz bir kedi
kadar bağımsızız, barışığız dünyayla?”
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Hiçbir şey tesadüf değil
Başar Başarır’ın yeni kitabı Bize Umut Gerek, yazarın
daha önce yayımlanmış Düzenboz (2012), Çıktığınız
Hevesle İniniz (2004) ve Getirin O Günleri Yakalım
Bu Öyküleri (2003) adlı yapıtlarını buluşturuyor.
BİZE UMUT GEREK, BAŞAR BAŞARIR, CAN YAYINLARI, 336 SAYFA, 24 TL
B
İNAN ÇETİN
aşar Başarır’ın daha önce
yayımlanmış
Düzenboz
(2012), Çıktığınız Hevesle
İniniz (2004), Getirin O Günleri Yakalım
Bu Öyküleri (2003) adlı kitaplarını buluşturan Bize Umut Gerek şu cümlelerle
açılıyor: “Bu kitaptaki olayların ve karakterlerin tamamı elbette ki kurgusaldır. Ancak anlatılanların gerçek hayattaki olay ve karakterlerle benzerlikleri
hiç de tesadüfi değildir.”
Gerçek hayattan beslenen kurmacanın tesadüfi olmayan benzerliklerle inşa
edildiğini baştan okura söylemek, kuşkusuz ki kışkırtıcıdır. Ancak bir dünyayı
ve ona ait kurmaca olay ve kişileri gerçeğe uygun bir şekilde görmeyi, başka
bir deyişle, gerçek hayattaki olay ve karakterleri kurmaca dünyada görmeyi her
zaman arzu etmeyebiliriz. Başarır, Bana
Umut Gerek’in ilk bölümünde yer alan
Düzenboz’da belki de bu hakikati dile getiriyor. Hiçbir şeyin gerçekte olmuş haliyle yer almadığı Düzenboz’da tesadüfi
olmayan benzerlikleri ve göndermeleri
merkeze koyuyor yazar. Kitabın “Gören
Gözler” öyküsündeki benzerliklerle kurmacanın iki yönünü de (hayal ve hayalin yanı başında duran gerçek) koruyor.
Kuşkusuz ki gerçek hayattan alınmış
olay ve karakterlerin gerçekle ne ölçüde
örtüştüğünü yazarından başkası bilemez
ama “Gören Gözler” öyküsü “benzerlikler tesadüfi değildir”in güzel bir örneği.
Bir cinayet öyküsü
Yazarın bir söyleşisinde belirttiği gibi,
“… çok daha net, belirgin bir cinayeti”
anlatan öykünün tüm çeperleri gerçeklikle örülmüş. 19 Ocak 2007 Cuma günü
saat 15.00 sularında Şişli Halaskargazi
Caddesi’nde bir gazeteci öldürülmüştür
ve öykünün konusu bu cinayettir. Peki,
öyküde yer alan adı konulmamış bilgilerin, yol göstericilik değil de ayıklık haline
hizmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Belki.
Daha önemlisi, kurgunun gerçeğe hizmet
ettiğini ileri sürebilir miyiz? Bu ve benzeri
soruları sorarak Başarır’ın öykü dünyasında gezindiğimizde şunu görüyoruz:
Bir tür sözdizim rüyası. Rüyanın hizmet
ettiği kurgusal dünya ise gerçeğe dayalı,
gerçeklikten besleniyor. Kitabın arka kapağında da yer alan şu cümleler okurun
bir gerçeği yeniden anımsamasına yardım
edebilir: “O sırada ürkek adımlarından
ve her halinden şehrin yabancısı olduğu
aşikâr beyaz bereli bir genç, heyecandan
titreye tireye arkadan yaklaşıyordu, siz
görmediniz. O sırada, ayakkabısının altı
delik, canı sıkkın, içinde büyük bir boşlukla caddeye yeni inmiş gazeteci cigarasını
yakmak için durmuş, rüzgârı kolluyordu,
siz görmediniz. Hemen önünüzde olup
biten onca kepazeliğe durup bir an bile
bakmazken görülüyordunuz.”
Öldürülen gazeteci kimdir? Kuşkusuz ki toplumun vicdanını kanatan
böylesi olayları sezmek güç değildir okur için. Öldürülen gazetecinin
ayakkabısının altının delik olması bile
yeterli bir ipucudur. Bir de “beyaz bereli genç” var ki, derinleştirmek şöyle
dursun, yüzeyde kalmış bir durumla
karşı karşıyayızdır: Öldürülen gazeteci, Hrant Dink’ten başkası olamaz.
Ele avuca sığmaz bir dil
Başar Başarır’ın öykülerinde başat olan
eleştirel dili ve ironiyi incelemek başka
bir yazının konusu olabilir, ama ironiyle
yürüyen anlatımın ve dilin içinde kendiliğinden yayılan eleştirel tavrın derece
derece geliştiğini, yazarın dilsel bir gezintiyle bildik gerçekliği deforme ettiğini
söyleyebilirim. “Ben” anlatıcının düşünsel dünyası da bu anlatım biçimiyle
kendini gösteriyor. Yeri gelmişken söylemekte yarar var: Başar Başarır, ilk kitabından başlayarak ele avuca sığmaz bir dille,
eleştirel tavrını çeşitli anlatım biçimleriyle
sürdürüyor. Kuşkusuz, nerede olursa olsun, ele avuca sığmaz dilin bir doz ayarlamasına, ölçüye vurulmaya, sözcüklerin
özelliğini, kökenini harmanlayan titiz bir
çalışmaya gereksinimi oluyor.
Kitapta kırk öykü var. Çıktığınız Hevesle İniniz ve Getirin O Günleri Yakalım Bu
Öyküleri denebilir ki Düzenboz’a göre daha
dizginsiz bir dili temsil ediyor. Düzenboz
ise öncelikle “bireysel yatak” olarak adlandırılabilecek bir atmosferden “toplumsal yatak”a geçişiyle ötekilerden ayrılıyor.
Kitabı okurken, hangi öyküde olursa olsun, kendinizi onun içinde bir yere koyma
isteği belki duymazsınız ama soğuk, nedensiz, basit bir uzaklık, bir yabancılaşma
da hissetmezsiniz. Düzenboz’daki bireyselden toplumsala uzanan hikâyeler dizisinde de, kitaptaki bütün öykülerin ortak
özelliği sayılabilecek dilsel ve zihinsel
atmosferde de... Bize Umut Gerek Başar
Başarır’ın baştan beri yazdıklarının güzel
derlemesi diyebiliriz. Uzun zamandır piyasada bulunmayan Çıktığınız Hevesle
İniniz ve Getirin O Günleri Yakalım Bu
Öyküleri kitaplarının yeniden okurla buluşması açısından da sevindirici.
19
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Bir kuramın tarihi
ARAŞTIRMA
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Amerikan bilim çevrelerinin oldukça ilgisini çeken James Gleick’ın yeni
kitabı, Enformasyon: Bir Tarih Bir Kuram Bir Tufan ismiyle dilimize kazandırıldı. İsveç Parlamentosu’nda bir parlamenter yıllar önce şöyle demişti:
“Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil Die Information’u yazardı.”
ENFORMASYON, JAMES GLEICK, ÇEV.: ÜMİT ŞENSOY, OPTİMİST KİTAP, 456 SAYFA, 45 TL
Ü
Burada “bilgi” kavramı ile “enformasyon” kavramlarının karıştırılmaması
gerektiğini belirtmekte fayda var. Enformasyonun mesajın içerdiği anlamla hiçbir
ilgisi yoktur. Enformasyon haber, istatistik, rapor, kayıt, vergi cetveli, mahkeme
kararı gibi birçok şey demek. Bunların
ezici çoğunluğunun bilgi kavramı ile ilişkisi yok. Bilgilenmek bir bağlama oturtup
yorumlamak, şerh etmek, ilişkilendirmek
ve kavramlaştırmak anlamına geliyor.
CEM MERT
nlü gazeteci ve popüler
bilim yazarı James Gleick ülkemizde TÜBİTAK
Yayınları’ndan çıkan Kaos isimli kitabıyla
tanınıyordu. Glecik’ın Amerikan bilim
çevrelerinin oldukça ilgisini çeken yeni
kitabı, Enformasyon: Bir Tarih Bir Kuram
Bir Tufan ismiyle dilimize kazandırıldı.
İsveç Parlamentosu’nda bir kadın parlamenter yıllar önce şöyle demişti: “Karl
Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil Die Information’u yazardı.” Gleick da
aynı görüşte: “Enformasyonun dünyamızın üzerinde döndüğü şey, onun kanı
ve yakıtı, yaşamsal ilkesi olduğunu görebiliyoruz. Bütün ilim alanlarına tepeden
tırnağa sinerek, bilginin her dalını dönüştürüyor. Enformasyon kuramı matematikten elektrik mühendisliğine doğru
bir köprü kurarak başladı, şimdi biyoloji
bile bir enformasyon bilimi, mesajlar, talimatlar ve kodlar konusu oldu çıktı.”
Demir Çağı ile Buhar Çağı’nın ardından gelen yeni dönemi Enformasyon
Çağı diye adlandırıyoruz. Nabi Avcı’nın
Enformatik Cehalet’te belirttiği gibi, iletişim ilkçağlardan beri herhangi bir
toplumsal örgütlenmenin ön şartı oldu,
iletişim olmaksızın “topluluk” mümkün değildi. Bu açıdan bütün insan
toplumları aslında enformasyon toplumuydu. Ancak yeni teknolojik gelişmelerin doğrultusu ve etkileri ile bambaşka bir durumla karşı karşıyayız.
Enformasyonun tarihi
James Gleick
İletişimin bireyselleşmesi
İletişim teknolojisinin geçirdiği bir dizi
devrim niteliğindeki değişimin ardından
bu teknolojinin üretim, depolama, işleme, aktarma ve alma yeteneği olağanüstü
arttı. Böylece seçme imkânlarının çokluğu ve esnekliği görünür hale geldi. Artık
birbirinden farklı teknolojileri, yöntemleri
ve sistemleri birbirine ekleme imkânına
sahibiz. Bu, iletişim araçları ve kanallarının bireyselleşmesi ve bağımsızlaşmasıdır.
İletişim alanının en temel üç değişkeni
teknolojik olabilirlik, iktisadi elverişlilik ve
toplumsal gerekliliktir. Teknolojik olabilirlik bir engel olmaktan çıkınca diğer iki
değişken belirleyici rol oynamaya başladı.
Telekomünikasyon, bilgisayar ve diğer
elektronik enformasyon endüstrilerinden oluşan “endüstri kompleksi” dünya ekonomisinde birinci sıraya yükseldi.
Acaba bu gelişmeler insanoğlunu homo
economicus indirgemeciliğine benzer bir
homo informaticus durumuna mı sürük-
lüyor? Enformasyonu diğer bütün mallar
gibi pazarda alınıp satılan, üretilip dağıtılan bir meta olarak görme eğilimi onun
toplumsal, siyasal ve kültürel boyutlarını
gölgeliyor. Enformasyonu bir meta gibi
değerlendiren yaklaşım kapitalist ekonomilerde ortaya çıktı, bu yaklaşımın yaygınlaşmasıyla yeni yeni meslekler türedi,
enformasyon toplamak, üretmek ve satmak bir uzmanlık işi oldu. Bugün birçok
ticari kuruluşun en değerli varlığı, elindeki
enformasyondur. Böylece enformasyonun
toplanması ve aktarılması esasına dayanan
yeni bir sanayinin ortaya çıktığı söylenebilir. Burada, acaba toplumda enformasyon
zenginliği ve fakirliği olarak adlandırılabilecek yeni bir sınıflaşma mı ortaya çıkıyor,
sorusunu sormakta fayda var.
Kitapta James Gleick’in bu ve benzeri sorulara ve eleştirel yaklaşımlara karşı
olumlayıcı bir tavır takındığını görüyoruz.
Yazar Babil Kitaplığı’nın insanlığın biriki-
mi açısından son derece sembolik oluşunun yanında onun modern kuzeni olan
enformasyon çağının kendimizi biraz
daha anlamamıza yardım edecek sonsuz
imkânlara sahip bulunduğunu düşünüyor. Enformasyon, alanında yazılmış en
kapsamlı kitaplardan biri. Kitabın merkezinde enformasyon kuramı var. Enformasyon kuramının öncüsü, Amerikalı
elektrik mühendisi ve matematikçi C. S.
Shannon, bilginin iletilmesi ya da işlenmesini etkileyen koşulları ve parametreleri matematiksel olarak ifade etmeyi başarmıştı. Enformasyon, Shannon’a göre
bir sistemin kendi durumunu başka bir
sisteme bildirmesi demekti. Kuram çeşitli iletişim cihazlarının verimini artırma
ve onları daha ekonomik hale getirme
imkânını sağladı, yalnız iletişim sistemlerinin tasarımını değil, otomasyon, psikoloji, dilbilim ve termodinamik gibi alanları da etkiledi.
20
Gleick kitapta enformasyon kuramını merkeze almakla birlikte enformasyon tarihini
de detaylı ve kapsamlı olarak anlatmış.
Çalışmasına Afrika’da binyıllar öncesinde
iletişim aracı olarak kullanılan konuşan
davulların şifrelerini çözmekle başlamış.
Sonra yepyeni enformasyon kanallarının
açılmasına olanak tanıyan ve insanlığın en
büyük buluşu olan yazıyı ve yazının gelişimini incelemiş. Yazı mantığın ve matematiğin doğmasına yol açmıştır. Aristoteles
yazı ve mantıkla tecrübenin dışına çıkılıp
sözcüklerle bilgi üretilebileceğini savunmuştu. Yunanlıların alfabeyi, Babillilerin
ise matematiği bulmaları enformasyon
tarihinin köşe taşlarıdır. 1604 yılında Robert Cawdrey ilk alfabe tablosunu, 1822’de
Charles Babbage ise ilk hesap makinesini
geliştirdi. Bunlar daha sonra bulunacak
olan telgrafın habercileriydiler. Yazar, C. S.
Shannon’ın enformasyon kuramını ortaya
atmasını “Enformasyon Dönemeci” olarak
tanımlıyor. Bu dönemeçten sonra telefon,
faks makinesi ve sonunda bilgisayar ve internet bilgiyi hafızada tutmak, kullanmak
ve iletmek için birer birer icat edildiler.
Geleceğin dünyası nasıl olacak?
Gleick kitabın diğer bölümlerinde enformasyonun genetik bilimi ve kuantum mekaniği ile ilişkisini incelemiş. Geleceğin
dünyasının nasıl olacağına ilişkin çıkarımlarda bulunmuş. Bu bağlamda 20. yüzyıl
ile 21. yüzyıl fiziği arasında köprü kuran
kuantum fizikçisi J. A. Wheeler’ın kehanet
niteliğindeki sözleri kitabın ana fikri olarak
okunabilir: “It from bit (Her şey bit’ten gelir). Enformasyon her şeyin, her parçacığın, her güç alanının, hatta bizzat uzay-zaman sürekliliğinin kaynağıdır. Fiziksel olan
ne varsa kökeni bakımından enformasyon
kuramına uyar niteliktedir ve bu katılımcı
bir evrendir. Böylelikle evren karşımıza bir
bilgisayar, bir kozmik enformasyon işleme
makinesi olarak çıkar. Bir gün evreninin
tamamını enformasyon diliyle anlamayı
ve ifade etmeyi öğrenmiş olacağız.”
FELSEFE
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bu nehri geçmek kolay değil
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ait en önemli felsefecilerinden Hans Blumenberg’in Endişe Nehri Geçiyor adlı kitabı dilimizde.
Kitap daha önce süreli yayınlarda okurla buluşan deneme, anekdot,
mesel ve aforizmaların tematik olarak düzenlenmiş bir derlemesi.
“Halid,
ölümle arkadaştı.”
Amr bin Âs (r.a.)
ENDİŞE NEHRİ GEÇİYOR, HANS BLUMENBERG, ÇEV.: CEMAL ENER, METİS KİTAP, 200 SAYFA, 18 TL
ans Blumenberg, Türkçede şimdiye kadar tanınmamış, sadece Almanca konuşan ve çağdaş Alman düşüncesine aşina sınırlı bir entelektüel çevrenin
bildiği bir isim. Gerçi yıllar önce Gemi
Batıyor Seyrediyorlar adlı kitabı, dilimizde yayımlanmıştı ama bu kitap
onun tanınması için yeterli olmadı.
Diğer taraftan, Blumenberg’in İngilizce konuşulan dünyada tanınması da
oldukça yenidir; İngilizceye tercüme
edilen ilk kitabının yayın tarihi 1980’lerin başlarına rastlar. Şimdi, Endişe Nehri
Geçiyor adlı kitabı Türkçede.
Hans Blumenberg, Almanya’nın
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ait
en önemli felsefecilerinden biri. 1920’de
Lübeck’de doğdu. Savaş nedeniyle çalışmaları yarıda kesildi. Bu zaman içinde
Yahudi kimliği yüzünden zulme uğradı
ve gelecekte karısı olacak kişinin ailesi
tarafından saklandı. Savaşın bitiminden sonra alelacele doktorasını ve doktora sonrası tezini tamamladı. Sonra
sırayla Hamburg, Giessen ve Bochum
üniversitelerinde hocalık yaptı, nihayet
Münster’de kalarak 1970 ile 1986 yılları arasında ders verdi. 1966’dan itibaren
hacimli kitaplar yayımladı. Bunların en
önemlileri Modern Çağın Meşruiyeti, Mit
Üzerine Çalışmalar ve Kopernik Çağının
Oluşumu’dur. 1996’daki ölümünden sonra hazırlanan kitaplarının düzenli olarak
yayımlanması, Almanya’da çalışmalarına
ilginin canlı kalmasını sağladı.
‘Mutlak metaforlar’
Blumenberg’in eserlerinin temel konusu,
insanın tarihi nasıl deneyimlediği meselesi ve buna bağlı olarak tarihin retoriği
ve metaforlarıdır. Daha ilk metinlerinden
itibaren “mutlak metaforlar” kavramını
düşünce tarihinden örneklerle inceledi.
1957’de “Bir Hakikat Metaforu Olarak
Işık” adlı makalesini yayımladıktan sonra 1960’ta Bir Metaforoloji İçin Paradigmalar adlı kitabını yayımladı. Orijinal
baskısı 1987 tarihli olan Endişe Nehri
Geçiyor, Blumenberg’in bir metafor bilimi önerdikten sonra, yaklaşık otuz yılda metaforları ele alış tarzının değişmiş
olduğunu gösteriyor. Burada ele alınan
hikâyeler ve felsefe tarihinden anekdotlar, artık anlamın yüzyıllar içinde değişen
ufuklarına açılıyor. 1980’lerden itibaren
Blumenberg’in felsefi söylemi zenginleştirici bir ifade aracı olarak metafor
tarafından icra edilen yaratıcı eser nosyonu, onun yazılarının biçim ve biçemini
temelden şekillendirmeye başlamıştır.
Blumenberg, 1970’lerdeki gibi metaforlar
için bir tarihyazımı yapmak ya da bir teori
üretmek yerine, felsefe tarihindeki çeşitli boşlukları keşfetmek üzere kısa edebi
denemeler yazmayı tercih etmiştir. Edebi
bir tutkuyla felsefi ve bilimsel hedeflerin
yer değiştirmesi onun düşüncesinin tarzı ve nesnesi arasında daha büyük bir
uyum meydana getirmiştir.
Kitapta bir araya gelen anekdotlar,
meseller, aforizmalar ve denemeler, metaforların sıklıkla çarpıtılan ve kavranamayan anlamları için başka türlü yorumlar
öneriyor. Blumenberg bu kısa denemeleri
ilkin Akzente adlı edebiyat dergisinde ve
Neue Zürcher Zeitung gazetesinde yayımlamıştı. Endişe Nehri Geçiyor daha önce
süreli yayınlarda çıkmış bu edebi denemelerin, tematik olarak altı bölüm halinde
düzenlenmiş bir derlemesi.
YENi
352 SAYFA
H
SÜREYYA SU
Entelektüel tutarlılık
Bu kısa denemeleri çarpıcı şekilde farklı kılan özellik, Blumenberg’in metafor
üzerine daha erken tarihli çalışmalarından hem biçim hem biçem olarak
farklılık göstermesidir. Bu kitap ayrıca
felsefecinin tematik ilgilerinde ve entelektüel yönelimlerindeki tutarlılığa örnek
teşkil ediyor. “Denizciliğin Tehlikeleri”
ve “Muhtemel Kayıplar” adlı ilk iki bölümde, deniz seyahati ve deniz kazası
metaforlarındaki varyasyonlar tartışılıyor.
“Temel Farklılıklar” adlı üçüncü bölümde, Blumenberg Almancada hem “zemin” hem “akıl” anlamına gelen grund
kelimesiyle oynuyor. Üçüncü bölümdeki
mahcup, sıkılgan sorgulamalar, “Dünya
Düzeni Gibi Bir Şey” adlı dördüncü bölüme kolay bir geçiş sağlıyor. Bu bölümdeki
ilk deneme mutlak metaforların sürekliliğini zımnen tasdik eden bir paragrafla
başlıyor. “Kaçırılmış Buluşmalar” adlı
beşinci bölüm, ressamlar, müzisyenler,
yazarlar ve filozoflar gibi tarihi figürlerin
birbirleriyle karşılaşmalarını anlatıyor.
Blumenberg’in burada odaklandığı konu
yanlış anlamalar ve kaçırılan fırsatlar.
“Dasein’ın Endişesi” adlı altıncı bölüm,
başlığın da ima ettiği gibi, Heidegger’den
esinlenen ve ona cevap olarak yazılmış
metinlerden oluşuyor.
Blumenberg metaforları seven ve onlarla uğraşıp düşünen bir felsefeci, bu yüzden
metinleri oldukça kapalı ve farklı çağrışımlarla yüklü; metaforların güçlü aktığı bir
nehirde iyi yüzme bilmeniz gerek.
21
Bir yanda atalarının bozuk akidesi, diğer yanda güneş
gibi doğan yeni din. Ne yapmalı? İnatla atalarının
yolunu mu takip etmeli? Yoksa amcaoğulları gibi ışığın
peşinden mi koşmalı? Işığa daha fazla direnemez.
Tarih, o güne kadar kaydetmediği savaş taktiklerini
öğrenmeye hazırdır artık!
Zamanın iki süper gücünden birinin yok olacağı,
diğerinin ise kabuğuna çekileceği günler yakındır.
Halid bin Velid, gönlünden Allah’ı, elinden kılıcı
bırakmayan bir kahramanın romanı...
336 SAYFA 6. BASKI
KÝ­TAP ZA­MA­NI
MÜZİK
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Unutulmaz bir Beethoven portresi
Amerikalı akademisyen ve çellist Lewis Lockwood’un kaleme aldığı Beethoven adlı
biyografi, besteci üzerine yazılmış en kapsamlı ve özgün kitaplardan biri. Ebru Kılıç’ın
başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan çalışma, hem bir insan ve besteci olarak
Beethoven portresi sunuyor hem de sanatçının eserlerini derinlemesine inceliyor.
BEETHOVEN, LEWIS LOCKWOOD, ÇEV.: EBRU KILIÇ, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 640 SAYFA, 52 TL
Ö
ALİ PEKTAŞ
lümünün
üzerinden
neredeyse iki asır geçti.
Besteleri klasik olarak tanımlansa da popülerliğini hiç yitirmedi.
Adının önüne gelen sıfatlar ve hakkında
yapılan yorumlar neredeyse bir kitap
oluşturacak hale geldi. Kimilerine göre
bir müzik dâhisi, kimlerine göre filozof,
kimilerince de bir devrimci. Mozart’la
birlikte gelmiş geçmiş belki de en büyük
besteci. Ludwig van Beethoven (17701827), 56 yaşında hayata veda ettiğinde
ardında dokuz senfoni, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, piyano,
keman ve çello için bir üçlü konçerto,
otuz iki piyano sonatı ve birçok oda
müziği eseri bıraktı. Alman bestecinin
hayatının son on yılını sağır olarak geçirdiğini ve bugün Avrupa Birliği marşı
olan Dokuzuncu Senfoni’yi hiç dinleyemediğini sanırım bilmeyenimiz yoktur.
Beethoven hakkında bugüne kadar yüzlerce biyografi yazıldı. Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan
Lewis Lockwood’un kaleme aldığı Beethoven bunlardan belki de en özgün ve
farklı olanı. Ebru Kılıç’ın güzel çevirisiyle
okuduğumuz kitabın içeriğine geçmeden, yazarını kısaca tanımakta fayda var.
Lewis Lockwood, Princeton, Harvard
ve Boston üniversitelerinde ders veren
Amerikalı bir müzikolog ve Beethoven
uzmanı. Akademisyenliğinin yanı sıra
bir diğer özelliği, dünyanın tanınmış
Beethoven yorumcularından bir çellist
olması. Yazarın bu iki özelliği yaptığı çalışmayı farklı kılıyor.
tan daha ağır bastığı bir portresini çizme
yönündeki tercihini ortaya koyuyor. Kitap
her ne kadar Beethoven’ın eserlerinin izini sürse de bestecinin yaşadığı dönemin
tarihsel, siyasal ve kültürel çevresine ilgi
duyan okurlar için de doyurucu bir okuma sunuyor. Fransız Devrimi döneminin
çalkantılı Avrupa’sı, sanayi devrimi, Romantik devri getiren büyük dönüşüm…
Elbette satır aralarında ‘insan’ ve ‘sanatçı’ olarak Beethoven’ı bütün detaylarıyla
görmek mümkün. Viyana’ya Mozart’ı
aramaya gitmesinden Haydn ile birlikte
çalışmalarına, yayın dünyasına atılmasından kadınlarla ilişkilerine kadar bestecinin hayatındaki bütün durakları görme imkânına sahip oluyoruz.
Kitaptaki bazı detaylar çoğumuzun
kafasındaki Beethoven imgesini yerle
bir edecek cinsten. Özellikle dönemin
bir sanatçı var karşımızda. Kraliyet arabasını gördüğünde sırtını dönüp uzaklaşarak aristokrasiye tepkisini gösteren
bir düşünür aynı zamanda.
Kitaptaki “Beethoven’ın İç ve Dış
Dünyaları” isimli bölüm yıllardır telif
hakları konusunda araştırmalar yaptığım
için özellikle ilgimi çekti. Bu bölümde sanatçının müzik yayıncıları ile ilişkileri kafa
karıştırıyor. Çok üretken olduğu ilk yıllarda Beethoven’ın yayıncılarla ilişkilerinin
de iyi olduğunu görüyoruz. Eserlerinin
her birine yüksek bir rakam alabilmek
için durmadan pazarlık yapabilen besteci, çoğu zaman parasını nakit alabilmek
maksadıyla daha tamamlamadığı eserleri
tamamlanmış göstermeye çalışmış. 1822
yılında kaleme aldığı ve özel belgeleri
arasında kalan “Bütün Eserleri Üzerine
Açıklama Taslağı” başlıklı yayımlanmamış
Ludwig van Beethoven ( 1770-1827)
Kapsamlı biyografi
Lockwood, bestecinin hayatındaki en küçük parçayı bile es geçmemiş. Her parça
yerli yerinde ve yeterli büyüklükte kesilip biçilmiş. Bütün bu parçalar birleşince
karşımıza kapsamlı bir Beethoven portresi çıkıyor. Bu portrenin de genel olarak
iki ana renge/katmana sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Biri arka fondaki biyografik
katman: Beethoven’ın hayatı, karşılaşmaları, kariyeri, karakteri, duyguları… Yani
bir insan ve besteci olarak Beethoven.
İkincisi ise eserleri: Konçertolardan yaylı
kuartetlere, piyano için yazdığı eserlerden senfonilere kadar bestelerinin oluşum süreci... Bu hacimli çalışma esasen
yazarın kendi müzik tecrübelerinden kaynaklandığı için kaçınılmaz olarak onun
bakış açısını ve ilgilerini yansıtıyor. Aynı
zamanda Beethoven’ın, müziğin hayat-
“Neşeye Övgü”dür; yani sadece melodi,
melodinin doğduğu incelikli ve karmaşık
hareket değil. Diğeriyse eksiksiz bir eser
olarak; devasa finalin solo ve koral sesleri ilk kez senfoni türüne dâhil ettiği, dört
hareketli geniş ölçekte bir halka olarak
senfoninin kendisi. “Neşeye Övgü” melodisinin dünya çapında ulaştığı konum, 19.
yüzyılda yazılmış Beethoven efsanesinin
nasıl yeniden şekillendiğinin en gözle görülür örneklerinden.
Son olarak her şeyde ustalaşmayı
hayal eden Beethoven’ın, opera hayali kurduğunu okuyoruz kitapta. Yazara
göre, ikinci bir Mozart olacağı tahminini boşa çıkarmamak için dikkat çekici enstrümantal eserler bestelemesinin
yeterli olmadığını, bir noktada operayla,
Mozart’ın rekabet çıtasını hayal edilemeyecek kadar yukarılara taşıdığı bu müzi-
ileri gelenleriyle ve müzik yayıncılarıyla
mektuplaşmaları bazen insanı hayrete
düşürüyor. Beethoven’ın karakteri ve
yaşam tarzı ile eserleri arasındaki büyük tezat ise gözden kaçacak gibi değil.
Kitabın sunuş yazısında da ifade edildiği gibi, düşünülebilecek en pis ve dağınık evlerde yaşayan, ömrünü huysuz,
kaba, savruk, pasaklı bir adam olarak
geçiren Beethoven’ın beste çalışmalarınaysa büyük bir titizlik, kesinlik ve
ayrıntıcılık hâkim. Alkolik ve zalim bir
baba ile başlayan, sürekli sağlık sorunları ve giderek işitme güçlüğü ile devam
eden hayatını en az dehası kadar büyük
irade gücü sayesinde kabullenmiş ama
kurulu düzenin kendini konumlandırdığı yere hayatı boyunca razı olmamış
satırlarda onun müzik yayıncıları ile ilgili
hislerini daha iyi görmek mümkün. Beethoven sadece aristokrasiye değil, sanatın
ticarileşmesine, yayıncıların izin almadan
ve yeterince telif ödemeden eserlerini basmasına da itiraz etmiş.
Dokuzuncu Senfoni efsanesi
Lockwood kitabında Beethoven’ın bütün
eserlerini ayrıntılarıyla anlatıyor. Bunları
ilgilisine bırakıp onun en ünlü eseri Dokuzuncu Senfoni ile ilgili birkaç noktayı
hatırlatalım. Dokuzuncu Senfoni’nin final
bölümü “Neşeye Övgü” 1956 yılından
beri bütün olimpiyatlarda çalınıyor, bugün
Avrupa Birliği’nin marşı. Yazara göre kamuoyunun zihninde aslında iki tane Dokuzuncu Senfoni var. Biri koral marş olarak
22
kal biçimle yakından ilgilenmesi gerektiğini biliyordu Beethoven. Ama opera
ona zor geliyordu. Çünkü opera pratiği
yaparak yetişmemişti. Ayrıca Beethoven, Viyana’da sahne projeleri üzerine
düşünmeye başladığı sıralarda, 1803 yılı
civarında, sağırlığı da iyice ilerlemiş; durumu şarkıcılarla, emprezaryolarla, sahne
yönetmenleriyle, tiyatro izleyicileriyle, gişeyle, kısacası opera yapımının kalabalık
dünyasıyla uğraşmasını zorlaştıracak kadar kötüleşmişti. Belki de büyük sanatçının en büyük ukdesi buydu.
Elimizdeki kitap, esasen müziğine
odaklanarak ama hayatına, kariyerine ve
yaşadığı çevreye de büyük bir dikkat
göstererek Beethoven’ı bir insan ve sanatçı olarak başarıyla resmediyor.
HATIRA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Sarsıcı bir anne-kız ilişkisi
Amerikalı yazar Maya Angelou, Annem ve Ben ve Annem adlı otobiyografik kitabında annesiyle olan karmaşık ilişkisini anlatıyor.
Okuyucuya sevginin, iletişimin, bağ kurmanın meydana getirdiği
farkı göstermeye çalışan bir büyüme ve iyileşme öyküsü...
ANNEM VE BEN VE ANNEM, MAYA ANGELOU, ÇEV.: SİNEM ER, EVEREST KİTAP, 152 SAYFA, 12.50 TL
A
AYŞE BAŞAK
merikalı yazar Maya
Angelou, Annem ve
Ben ve Annem adlı
otobiyografik kitabında annesiyle kurduğu ilişkiye odaklanmış.
Onlarınki alışılmışın dışında, trajedilerin yaşandığı, şiddetin baş
gösterdiği, rollerin değişip iç içe
geçtiği, hem kişiliklerinin hem de
koşulların eseri olarak daha da
zorlaşan bir anne-kız ilişkisi. Yıllar
sonra annesini “olduğu gibi” kabul eden Angelou, ona bu kitapla
teşekkür etmiş. Elbette bu ‘kişisel’
şükranın, başka annelere ve kızlarına yol göstermek, onların ‘kişisel’
gelişimlerine katkı sağlamak gibi
bir misyonu da var.
Angelou’nun uzun yaşamı
Maya Angelou, Amerikan toplumu için, özellikle de Afro-Amerikalılar için önemli bir figür. 1928
yılında doğan Angelou, bugün
86 yaşında ve hâlâ aktif, üretmeye devam ediyor. Yazarlık, uzun
ömründe edindiği mesleklerin en
bilineni. Dansçı, koreograf, oyun
yazarı, öğretmen, şarkıcı, şair, aktivist, televizyon yapımcısı gibi pek
çok şapkası var. Hatta yaşamının
erken dönemlerinde toplumun
kabul etmekte zorlandığı yollara
sapmak zorunda da kalmış.
Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın yemin töreninde şiir okuyan Angelou, Kennedy’nin töreninde aynı görevi üstlenen Robert
Frost’tan sonra ikinci kez o kürsüye
çıkan nadir şairlerden olsa da şairliği konusunda ciddi eleştirmenlerin
karşı karşıya geldiği, şiirini beğenenler kadar beğenmeyenlerin de
bulunduğu bir isim. Ama iş yazarlığa geldiğinde Angelou çarpıcı otobiyografik eserleriyle herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı önemli
bir hikâye anlatıcı. Çünkü o, AfroAmerikan hayatların sesi olmayı
başarabilmiş, siyahların özgürlük
mücadelesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmamış bir kadın.
Kurgu kurbanı anılar
Angelou, yaklaşık 40 kitap yazdı. İçlerinde şiir, çocuk ve yemek
kitapları da var. İlk otobiyografik
eseri I Know Why the Caged Bird
DÜNYAYA
HÜKMETMEYE
BİR ADIM KALMIŞKEN…
Sings 1969’da yayımlandığından
bu yana en çok ilgi gören eserleri
hep kendi hikâyesini anlattıkları
oldu. Annem ve Ben ve Annem yazdığı sekizinci ve son otobiyografik eser. 2013 yılında, Angelou 85
yaşındayken yayımlandı. Kitap,
yazarın çocukluğuna, hatta annesi
Vivian Baxter’ın ilkgençliğine ışık
tutarak başlıyor ve onun ölümüne dek yaşadıkları sıra dışı ilişkiyi
anlatıyor. Özetle, annesine adanmış, anne-kız ilişkisinin mahrem
yönlerine sınırsızca yer veren, okuyucusuna sevginin, iletişimin, bağ
kurmanın meydana getirdiği farkı
göstermeye çalışan bir büyüme ve
iyileşme öyküsü diyebiliriz.
Biyografisinden farklı
Kitaba 85 yaşında bir kadının anlatısı olarak baktığımızda ise işin
rengi değişiyor. Aslına bakarsanız,
Angelou’yu hiç tanımayan dikkatli okur bu durumu kolaylıkla fark
edecektir. Çünkü okuyucu için
bile hazmetmesi çok zor anılara,
bizzat tecrübe etmesine rağmen
neredeyse günlük olay muamelesi yapan, çok şeyi unutup affetmiş, hesaplaşmalarını bitirmiş ve
hayata olumlu bakmayı öğrenmiş
bir kadının tavrı açıkça görülüyor. Bu durum belki biraz da aynı
hikâyeleri, detaylarıyla önceki
eserlerinde anlatmasından kaynaklanıyor olabilir. Okuyucuya,
“sen bunları nasılsa biliyorsun”
diyerek anne-kız ilişkisinin dinamiklerine odaklanmaya da çağırıyor gibi bir tavrı var yazarın.
Fakat bu noktada başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Hayat hikayesinin can alıcı denebilecek bölümlerinin, önceki eserlerinde -mesela
kapsamlı otobiyografisi, onu Amerika’ya tanıtan I Know Why the Caged
Bird Sings’te- anlatıldığından çok
farklı bir biçimde yansıtılması. Kitapla ilgili fazla ipucu vermek istemediğimden detaylara girmiyorum
ancak üç çok önemli ve sarsıcı olay
bilinenden farklı ele alınmış. Yaşamöyküsündeki çelişkiler bununla
sınırlı kalmıyor, kitap boyunca karşımıza farklı anlatılan daha pek çok
durum çıkıyor. İşte kitabın otobiyografiden bir nevi kişisel gelişim
kitabı eksenine kaydığını düşündüren de bu oluyor.
23
Timur, biri savaş dehası olarak anılan, dünyanın tek hâkimi
olmaya cehdetmiş, önüne çıkacak her engeli devirmeye
ant içmiş bir savaşçı.
Yıldırım Bayezid, Anadolu’dan yeşeren koca çınarın,
Osmanlı’nın genç padişahı. Niğbolu fatihi, azmiyle, gözü
karalığıyla Haçlılara korku salmış bir Sultan.
İki büyük komutan, iki cengâver hükümdar,
Ankara’da, Çubuk Ovası’nda çarpışan iki ordu ve
hiç bitmeyen nefis muhasebeleri…
Bugüne kadar yüz binlerce okura ulaşan
Okay Tiryakioğlu bu sefer de Devlerin Savaşı’yla
geliyor.
DENEME
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Şairin yazma sevinci
Y
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Şiirdir, kalbimizden geçer
Şair Mustafa Aydoğan’ın çeşitli dergilerde ve kitap eklerinde
yayımlanan denemeleri Yazma Sevinci adıyla kitaplaştı. Altı
bölümde bir araya getirilen yazıların odağında şiir ve şairler
var. Kitabın sonuna ise şairle yapılan dört söyleşi eklenmiş.
Haydar Ergülen’in şiir günlüklerini topladığı Şiirdir, Geçer deyiş yerindeyse gayriresmî bir edebiyat tarihi. 80 sonrası Türk şiirinin ve kültür hayatının önemli ve ilginç ayrıntılarını barındıran kitapta şairler,
hatıralar ve şahitlikler Ergülen’in samimi üslubuyla anlatılıyor.
YAZMA SEVİNCİ, MUSTAFA AYDOĞAN, EDEBİYAT ORTAMI YAYINLARI, 275 SAYFA, 18 TL
ŞİİRDİR GEÇER, HAYDAR ERGÜLEN, MÜHÜR KİTAPLIĞI, 137 SAYFA, 15 TL
P
“
TURAN KARATAŞ
aklaşık yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Aydoğan, hayat tasavvurunun
mühim bir yerine sanatı, daha özelde
şiiri koymuştur. Kendi ifadesini ödünç
alarak, yaşamak onun için “şiirsel bir
üslup ve varoluş biçimidir” dersem,
abartmış olmam. O okur, yazar ve
yaşar. Altı yıldır, neredeyse tek başına
çıkardığı Edebiyat Ortamı dergisi, dört
senedir hazırladığı şiir yıllıkları söz
konusu yaşama tasavvurunun bir gereğidir. Yeridir, söyleyeyim: Mustafa
Aydoğan, Edebiyat Ortamı şiir yıllıklarıyla, farklı zihinlerin, beğenilerin,
ideolojilerin şiir kamusuna; hakkaniyetli, liyakatli ve iyi niyetli bir tutumun
nasıl olabileceğini gösterdi.
Şairin bilhassa son 10 yıl içinde çeşitli dergilerde, kitap eklerinde
yayımlanan denemeleri bir kitapta
toplandı. Yazma Sevinci’nde altı bölümde bir araya getirilen yazıların
odağında elbette şiir ve şairler var.
Ayrıca, genel olarak ‘sanat’a eğilen,
dergiler üzerine yoğunlaşan yazıları
da anmalıyım. Son bölüme ise şairle
yapılan dört söyleşi konmuş.
Her şiir insana dair haber taşır
Mustafa Aydoğan haklı, “poetik metinlerin sıkıcı bir yanı vardır.” Birçok
okur, bu nedenle şairlerin şiir üzerine
düşüncelerini kolay kolay okumaz.
Azdır ilgilisi bu türden yazıların. Şairler içinde ise poetik metinler yazmaya
heves edeni çoktur da başarılı olanı
azdır. Yazma Sevinci’ndeki metinler,
bir ‘dert’in, bir özgörevin gereği olarak ortaya konmuş ve hemen hepsi
okunmayı hak ediyor.
‘Geçmişe övgü, geleceğe müjde’ olan şiirin karanlıkta kalmış kimi
veçhelerini bu yazılarda aydınlanmış
görüyoruz. Sözgelimi, insan eliyle de
olsa şiirin ‘yaratılış’ anının yani doğum anının şairine de nihan kaldığını
söylüyor Aydoğan. Bir bakıma, şiirin
kendisini yazdırdığını… Bu, yaygın
bir görüştür. Şairin iradesiyle/istemesiyle vücut bulan, yani ‘yapılan’
metinlerin iyi şiir olma ihtimali azdır.
Büyük şiir, şaire bir yaşama anında
gelir. Elbette şairin buna yetenekli,
hazır ve arzulu olması gerekir.
Bugün birçok şiirde önemli bir
sorun, özündeki ‘yeni haber’den yoksunluk. Zayıf bile olsa, diyor Aydoğan,
her şiirin insana dair bir haber taşıdığını düşünmek zorundayız. Salt düşünmek değil, bu haberi şiirde görünür
kılmak şairin vazifesidir. Okur olarak
bizim hakkımız da, bu ışıyan haberi,
çok zaman muştuyu beklemek. Tıpkı
oruçlunun iftarı bekleyişi gibi. Hoş bir
benzetmeyle şiirin okurla buluşmasını
‘iftar’ istiaresiyle açıklıyor yazar: “Şairin kelimelere yüklediği oruç ruhu,
okurun ruhunda karşılığını bulduğunda iftar anı gelmiş demektir.”
Okuyucu şiirle buluştuğunda o ana
özgü bir ilişki biçimi vardır. Bu tutum kişiden kişiye değişebilir. Aydoğan bu edimin, bazı kurallar çerçevesinde olması
gerektiğini söylüyor. Bir şiirin okunma
anında diyor, okurun farkında olması ya
da uyması gereken şartlar vardır: 1. Şiiri
ciddiye almak. 2. Şiirden bize yansıyacak bir değer olduğuna inanmak. 3. Şiir
okuduğunun bilincinde olmak. 4. Dikkat ve sükûnet içinde bulunmak.
Kitabın “Şair ve Şiiri” bölümünde
Aydoğan’ın kimi şairlerimiz ve şiirleri
üzerine kuşatıcı yazıları yer alıyor. Necip
Fazıl, Asaf Hâlet, Ahmet Muhip Dıranas,
Behçet Necatigil, İlhan Berk, Ece Ayhan,
Cahit Zarifoğlu gibi tanınmış olanların
yanında, Türkiye’de bazı çevrelerin bile
isteye görmezden geldiği Erdem Bayazıt, Akif İnan, Alaeddin Özdenören,
Arif Ay, Cahit Yeşilyurt, M. Ragıp Karcı
gibi şairlerin şiirleri hakkında ilgilisine
yetecek yazılar bunlar. “Sanatçının Tutumu” kısmında bir Mehmet Akif yazısı
var ki, defaatle okunsa sezadır.
Yazarın her dediğine katılmak,
her düşüncesine ortak olmak elbette
mümkün değil. Kabullerimizi bir yana
bırakalım, görüş/fikir ayrılıklarımız,
itirazlarımız bile bizi yeni düşünme
kapılarına vardırabilir. Örnekse, Aydoğan şiir çözümlemesi bahsinde “şiir,
ayrıntısına inildikçe şiirsel imkânlarını
boşaltır ve bir kelime yığını haline gelebilir” diyor. Bu endişeden, şiirin bütüncül ve derin yapısına müdahalede
ne kadar donanımlı ve dikkatli olmak
gerektiği sonucunu çıkarabiliriz.
Kanaatim şu; Yazma Sevinci’ndeki
yazılar, bilhassa birinci bölümde yer
alan pür poetik metinler ve “Sanatın
Boyutları” bölümünde toplanan kuramsal yazılar, tekrar tekrar okunmalıdır. Şiire önem atfedenlerin, sanatın ilkelerini tevarüs etme hevesinde
olanların, hem şiirin/şairin kimi özelliklerini tanıması hem de sanatın derin yapısını kavraması için buna ihtiyaç var.
ERCAN YILMAZ
eki kime yazıyoruz, kimin için yazıyoruz? Ya
da şiir gitgide niye daha
az okunuyor?” diye soruyor Haydar
Ergülen Şiirdir, Geçer adlı yeni kitabında. Soruyor ve cevap veriyor: “Çünkü
yitirdiğimiz bir dünyayla, o dünyanın
değerleriyle, insani değerlerle birlikte,
o değerlerin sahibi ve taşıyıcısı olan insanları da yitiriyoruz, onlar da şiir gibi
azalıyor. Böylece bir bakıma kendimiz gibi olan, kendimiz gibi olacağına
umut bağladığımız bir ‘azınlık cemaati’ için yazıyoruz. Yaşamın tümüyle bir
‘eğlence’ye dönüştürüldüğü, her sanatın ‘eğlendirme gücü’yle ölçüldüğü bir
çağda, elbette ‘romantik’lerin en soylu
uğraşı olan, biricik aracı olan şiirin payına da gitgide daha fazla karamsarlık
ve keder düşecektir. Turgut Uyar’ın ‘şiir
çıkmazda, çünkü insan çıkmazda’ sözünü ve şiirlerini hatırlayalım. Büyük
usta, ‘şiir çıkmazda’ derken çağdaşı şairleri suçlamak yerine, daha temelli bir
şeyi, ‘insanın çıkmazda’ oluşunu da dile
getirdiği için büyüktür. Ben de bugün
‘kötü şiirler yazıldığı için, eskisi gibi büyük şiirler yazılmadığı için şiir okunmuyor’ diyenlere katılmıyorum. Bu hem
çok kolay hem de çok haksız bir yargı
çünkü. Zengin ve çeşitli bir şiirimiz var
bugün de, ama onu alımlayabilecek, şiirin hayatındaki önemini ve yerini kavrayabilecek bir ‘okur’ yok ortada.”
İNCE ŞEYLERE VAKTİ OLANLAR İÇİN
Haydar Ergülen’in, durup ince şeyleri anlamaya vakti olanlar için, o talihli
diyebileceğimiz azınlık için tuttuğu şiir
günlüklerini topladığı Şiirdir, Geçer deyiş yerindeyse gayriresmî bir edebiyat
tarihi. Bilhassa 80 sonrası Türk şiirinin
ve kültür hayatının önemli ve ilginç
ayrıntılarını da barındıran günlüklerde
neler yok ki? Yayımlanan kitaplar, dergiler, şairlerin özel hayatları, hatıralar,
şahitlikler, kültür olayları... Ergülen, o
kendine özgü samimi ve vefalı üslubuyla sayfalara taşıyor bütün bunları.
Kitap, Haydar Ergülen’in 20072010 arasında Varlık dergisinde yayımlanan yazılarından oluşuyor. Bu yazılara, şiir günlüğü demek daha doğru olur.
“Şiirin kalbi dergilerde atar.” sözünün
somut bir kanıtı bu günlükler. Kâh “ölü
şairler antolojisi”, kâh “genç şairler antolojisi”, kâh “şahsî edebiyat tarihi”,
kâh “hüzün güncesi”... Ne dersek di-
24
yelim Haydar Ergülen kalbini yazıyor,
kalbine yazıyor, kalbinden yazıyor...
“Tuğrul Tanyol’un güzel suçlamasıyla ‘çok şairsever’ olduğum bilinir.”
diyor Haydar Ergülen kitabın bir yerinde. Öyle, ‘çok şairsever’ bir şair o,
kendi kuşağının önemli şairlerinden
V. B. Bayrıl’ın “Şiir iyidir, şairler hariç”
mottosunu deyiş yerindeyse “şiir de
iyidir şairler de” şeklinde yeniden kuran bir şair... Ama aynı zamanda ‘hayli
filmsever’ bir şair Ergülen. Ve elbette
‘kedisever’. Bütün bunları Ergülen’in
şiirle kurduğu ilişki dolayımında söylüyorum. Dokunduğu şeyi ‘şiir’ kılma hünerini hayatının düsturu haline
getirmiş bir şairin günlükleri olarak
okumak mümkün Şiirdir, Geçer’i. Bu
arada kitabın ismi üzerinde de durmalı. Ergülen, “şiirdir, gelir geçer, geriye
insanlık kalır” diyor sanki. Kitap boyunca bu duygunun hakkını veriyor.
GENÇ ŞAİRE ÖĞÜTLER
“Aranızda bilenler vardır ama bir
kere daha tekrarlamak yerinde olur,
İstanbul’da yayın yapan ‘Açık Radyo’nun bir sloganı vardır, bu sloganı çok
beğenirim ve benimserim: ‘Kâinatın bütün seslerine, renklerine, titreşimlerine
açık...’ Doğrusu benim şiire bakışım da
biraz böyle.” Bu bakış açısıyla kaleme
alınan yazıların toplamı olmanın yanı
sıra kitapta yer yer aforizmaya yaklaşan tespitlerine de rastlamak mümkün
Ergülen’in. “İyi şairler, birbirinin şiirine
gönderen şairlerdir.” cümlesi gibi... Şiir
üzerine düşünceler de içeren kitabın
genç şairlere öğütler niteliği taşıdığını
rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu bir bilge
ya da usta edasıyla yapmıyor Ergülen.
Bu tevazuun da genç şair için bir ders
niteliğini taşıdığı âşikâr.
“Şiir ölüyor mu?” sorusunun cevabı, bu günlüklerde saklı. Şiirinin kalp
atışlarını duyuruyor bize Ergülen. Büyük bir şiir medeniyetinden tevarüs edilen parıltılarla dolduruyor gönlümüzü.
Vefa, muhabbet, incelik, dostluk, kardeşlik, samimiyet kalıyor insanda, kitabı
bitirdikten sonra. Şiirin kalbe değen yanını hatırlıyor, hatırlatıyor, kendini şiirin
aynasında seyrediyor, şiirle güzelleşiyor
insan Şiirdir, Geçer’i okurken. ‘İnsan
çıkmazda’ ama şiir dünyayı kurtaracak
güzelliğin bir parçası hâlâ…
Anılar atölyesi, muhabbet treni, şiir
kardeşliği, veda töreni... Ne derseniz
deyin, ‘şiirdir geçer’, geriye insanlık kalır! Öyle değil mi Haydar Abi?
ŞİİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Dünya yok az ötede
Genç şair Nadir Aşçı’nın yeni kitabı Fi’d-dünya sıkıntı, varoluş,
melankoli, hüzün, yokluk gibi kavramlar etrafında değerlendirilebilecek bir kitap. Şair “çocukluk”, “düş”, “baba”, “ev”,
“yalnızlık” gibi kavramlar etrafında kuruyor şiirini.
Dört padişah, bir usta:
MİMAR SİNAN
Fİ’D-DÜNYA, NADİR AŞÇI, GRANADA KİTAP, 80 SAYFA, 8 TL
“Dünyada rahat yoktur” mottosuyla başlayan bir kitabın ‘anne’ye
ithaf edilmesinin manası nedir?
Orada, dünyada, şairane konaklamanın yolunu bulmuş mudur şair?
Acının kral yolu şiir midir? Nadir
Aşçı’nın Fi’d-dünya’sı bu sorulara
cevap vermiyor ama daha önemli
bir şey yapıyor. Bu soruların cevapsız olduğunu ima ediyor. O da,
Şem’î gibi, bir yaş gibi düşürmüş
dünyayı gözünden. Dünyada-olmak bir şiiri imlemiyor artık onda.
Hüznün bile hüzün vermediği bir
dünyada teselliden başka bir şey
değil yine de şiir!
Günlük hayatın, sıradanın metafiziğini barındıran bir dili var
Aşçı’nın. Deyiş yerindeyse Dil’de
inzivaya çekilmeyi tercih ediyor.
Fi’d-dünya’nın ilk bölümünde
Nedim’i Divan şiirinin, ikinci bölümünde Karacaoğlan’ı Halk şiirinin, üçüncü bölümünde de Yahya
Kemal’i modern Türk şiirinin ‘mü-
‘Ev’ imgeli şiirler
“Sessizlik iyi geliyor her türlü hastalığa/ ıska geçmek nasıl da güzel
bazı şeyleri” diyor bir şiirinde Aşçı.
Noksanlığın, yoksunluğun, uzaklığın tadını biliyor sanki. Ama insanı
ıska geçmeyen bir şiiri var onun.
İnsanı, dünyanın gözbebeği kabul
eden duyarlıktan hareket eden bir
şiir… ‘Ev’ imgesinin öne çıktığını görüyoruz kitapta. Hilmi Yavuz
bir şiirinde, “ev içleri daima hüzünlü
olur/ öyleyse o ev içlerinden biriyim”
demişti. Aşçı da “o ev içlerinden
biri” sanki; kalbi de yalnızlığın misafir odası…
“Çocukluk”, “düş”, “baba”,
“ev”, “yalnızlık”… Nadir Aşçı’nın
şiirindeki başat kelimeler. Bu kelimelerin sıkça kullanılıyor oluşu,
onun şiirinin bir bakıma ‘çocukluk
temrinleri’ olarak algılanmasına
imkân tanıyor. Aşçı, ‘çocuk’ saflığının, şiirin o gerçek özünün peşinde
olduğunun farkında. Bachelard’ın
Düşlemenin Poetikası’ndan hareketle okumak da ilginç bir tecrübe
olabilir Fi’d-dünya’yı. Söylese de
hüzün oluyor çünkü şair, söylemese de; “ağzı var dili yok, daha ne
söylesin kalbim” diyor…
Susacağını, belki susarak cevap
vereceğini bile bile soruyoruz şaire:
“Yaşarken kaybettiğimiz Hayat nerede?”
Ve “sade, söylediğinden hesaba
çekilmez insan”, değil mi?
25
Osmanlı’nın en ihtişamlı yüzyılı.
Anadolu’nun bağrından devşirilen bir genç: Sinan.
Çetin seyahatlerde yetişen bir mimari deha.
Azmin açtığı yolda emin adımlarla yürüyen derviş
yürekli bir bilge.
Ve dile getirilmeye korkulan imkansız bir aşk:
Mihrimah!
Tükenmek bilmeyen bir arayışın zirvesinde
doksandokuz yılın nefes kesen hikâyesi:
Taşları Konuşturan Adam.
Kitabı incelemek
için mobil
cihazınızdan
barkodu
okutabilirsiniz.
336 SAYFA 3. BASKI
‘Dünyada rahat yoktur’
YENi
304 SAYFA 5. BASKI
S. Eliot bir şiirinde
şöyle fısıldar: “Where is the Life we have lost in living?”
(Yaşarken kaybettiğimiz Hayat nerede?) Nadir Aşçı, yeni şiir kitabı
Fi’d-dünya’da aynı soruyu soruyor,
fakat başka kelimelerle…
Granada Kitap tarafından yayımlanan Fi’d-dünya sıkıntı, varoluş,
melankoli, hüzün, yokluk gibi kavramlar etrafında değerlendirilebilecek bir kitap. Aşçı’nın kavramdan
imgeye yolculuğunda Dünya’nın
metafizik görüntülerine odaklandığını, bu görüntülerin güncel hayattan devşirildiğini, ân’ın romantizminin zamanı gölgelediğini söylemek
mümkün. “Sıkıntının ilk büyük
kuramcısı” Pascal’ın çözümüne
kulak vermiş gibi Aşçı; Tanrı ile
ilişki. Yaşarken kaybedilen hayatın
O’nda olduğunun bilinçdışı argümanlarla dışavurumu sayılabilecek
kitapta şair, “Hayata uyma yeteneğimin sırrı mı? –Gömlek değiştirir
gibi ümitsizlik değiştirdim.” diyen
Cioran’dan da el almış gibi görünüyor. Bir yandan Batı’nın ‘bilge’lerine bir yandan da Şark’ın ‘ârif’lerine
atıflarla ilerletiyor şiirini…
meyyiz’ şairleri olarak konumlandırıyor Nadir Aşçı. Böylece lirik
bir imtidâdın peşinde olduğunu
hissettirerek poetik zeminini hazırlıyor. ‘Sahih’ şiirin yollarının
nerelerden geçtiğini, köklerinin
nerelere uzandığını bilen bir şairin
tavrı bu.
“Eksik-oluş’u şiirle telafi ediyor
gibisin; -ama gibi’sin” diye sormuştum bir söyleşide ve şöyle bir
cevap almıştım Aşçı’dan: “‘İnsan
bu, doğar doğmaz eksiliyor işte’
diye bitirmiştim bir şiirimi. İnsan
eksilen bir şey ve kendini sürekli şarj etmek durumundadır. Ben
bunu şiirle yapmak istiyorum. Ama
sadece yapmak istiyorum. Yapabildiğim konusunda tereddütlerim
var. Başka bir şiirimde ‘olmuş da
sanki hiç olmamış bütün olanlar’
diyerek itiraf da etmiştim bunu.”
288 SAYFA
T.
KEREM GÜNEŞ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
İnsan fikrinin izinde
DÜŞÜNCE
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Peter Watson’ın, Türkçeye çevrilen ilk çalışması olan Fikirler Tarihi: Ateşten
Freud’a adlı kitabın nihai yapısını ve tezini üç fikir belirliyor: “Ruh, Avrupa
ve deney”. Toplam beş bölüm ve 36 alt başlıktan oluşan kitap, Lucy’den
Gılgamış’a, Vico’dan Freud’a uzanan fikirler tarihini gözler önüne seriyor.
FİKİRLER TARİHİ, PETER WATSON, ÇEV.: KEMAL ATAKAY-NURETTİN ELHÜSEYNİ-BAHAR TIRNAKÇI-KAYA GENÇ-BARIŞ PALA, YKY, 1088 SAYFA, 65 TL
E
EMRAH
PELVANOĞLU
rgenliği doksanlı yıllarda
geçmiş orta sınıf şehirli
çocukların hemen hatırlayacağı bir bilgisayar oyunu vardır: “Civilisation”. En son beşinci sürümü çıkan
oyunda belirleyeceğiniz rakiplerle eşzamanlı olarak M. Ö. 4000 dolaylarından itibaren tarih sahnesinde rekabete çıkıyor ve
diğerlerini alt ederek uzay çağını imleyen
bir gelecekte, yine sizin belirlediğiniz bir
rejimin iktidarı ile mutlu sona ulaşmaya çalışıyordunuz. Oyunun, “ulus” ve “devlet”i
ta en baştan verili kabul ederek anakronik
bir düzlemde “ilerleyen” sanal bir tarihi
canlandırmasından gayrı; savaşlar, antlaşmalar ve büyük adamlara dayanan başat
tarihyazımından önemli bir farkı daha bulunmaktaydı: Rekabet büyük oranda düşünce düzlemindeydi ve ön almak isteyen
oyuncular doğru strateji ile en önemli fikrî
atılımları (yazı, çömlekçilik, din, demir vb.)
gerçekleştirerek ilerliyorlardı.
Bir kitap eleştirisine bilgisayar oyunu
tanıtarak başlamak biraz sıra dışı gelebilir
ama söz konusu olan Fikirler Tarihi: Ateşten Freud’a (IDEAS: A History From Fire to
Freud) gibi ilgi çekici bir yapıtsa durum değişecektir. Kitabın Türkçe çevirisi için belirlenen isim aslında farklı ve biraz da yanlış bir algı yaratıyor. Zira Peter Watson’ın
(d. 1943) yapmaya çalıştığı, bir kavram
olarak “fikir”in tarihinden ziyade, kendi
tabiri ile “geleneksel tarihe alternatif” bir
“insan tarihi” yazmak ve bunu yaparken
de tıpkı “Civilization”ın hızlandırılmış
sanal tarihinde olduğu gibi insanın yeryüzündeki varlığını değiştiren/geliştiren
“fikirler”i takip etmek.
EN ÖNEMLİ KİTABI
Fikirler Tarihi, Peter Watson’ın Türkçeye
çevrilen ilk çalışması. Farklı ve son derece geniş bir alanda hem kurmaca hem de kurmaca olmayan onlarca kitabı bulunan Watson
akademi dışı bir figür ve önemli bir gazetecilik kariyeri var. Bu ilgi çekici yazarlık serüveninin en önemli ürünü olan Fikirler Tarihi
(2005), 2001 yılında çıkan The Modern Mind:
An Intellectual History of the 20th Century’nin
bir nevi “öncesi” olarak tasarlanmış. Nitekim The Telegraph’a Fikirler Tarihi için yazdığı yazıda Noel Malcolm, bu sıra dışı yazma
iştahını biraz da tiye alan bir mizansen kurgulayarak, Watson’ı Modern Mind’ın basılmasının ardından yayıncısıyla çıktığı bir kutlama yemeğinde tasavvur eder. Bir devam
kitabı niyetini belirten Watson’a yayımcısı
hâkimiyetinde olan insanın, soyut düşünce ve kategoriler geliştirerek tekamül eden
düşünce kapasitesinin ilk önemli verimi
olarak değerlendiriyor. Din, felsefe ve birey gibi kurumların önceliği olan bu fikir
özellikle ikinci bölümde detaylandırılıyor.
“Tarihin Büyük Menteşesi” başlıklı üçüncü bölüme kadar nispeten evrensel bir
düzlemde ilerleyen Watson, bu bölümden
itibaren Avrupa fikrinin izini sürmeye ve
kurgusunu Batı merkezli standart modele
uygulamaya başlıyor. Özellikle Avrupa fikri ile Ruh fikrinin bir araya geldiği dördüncü bölümden itibaren bu kurgu başat bir
hal alıyor ki, Watson’ın bu bağlamda imlediği, günümüz insanını belirleyen fikirlerin
ancak bu model uyarınca anlaşılabileceği...
Birey fikrinin ortaya çıkışını modernliğin başlangıcı olarak ele alan Watson, bu
bağlamda genelgeçer anlatıdan koparak
Rönesans düşüncesinden önceye, “Tanrı
ile İnsan Arasında” oluşan soyut müzakere alanının şekillendiği skolastik döneme
işaret ediyor. Son derece doyurucu ve derli
toplu bir modernite tarihi sunan bu bölümde, bu güncellemeden başka yeni bir
şey ortaya konulduğunu söylemek zor.
MODERN TUTARSIZLIKLAR
Peter Watson
“19. yüzyılı mı kastediyorsun?” diye sorar.
Watson’ın cevabı, “Hayır, 20. yüzyıldan evvelki bütün insanlık tarihini kastediyorum.”
olur. “Australopithecus’a kadar”.
Yaklaşık 1000 sayfalık bu muazzam çalışmanın tek bir insanın elinden bu kadar
kısa sürede çıkmış olması gerçekten de
inanılması güç gibi dursa da, Watson külliyatının çizdiği geniş manzara bu. Ancak
kitabı mümkün kılan en önemli unsur,
büyük oranda ikincil kaynaklara dayanan
büyük ama hazır bir malzemeye dayanması. Ancak hemen belirtmeliyim, kitapta bu son derece değerli malzemenin bir
araya getirildiği bir kaynakça yok. Dipnotlarda verilen kaynakların bu şekilde
bir araya getirilmemiş olmasının, konuyla
ilgili araştırmacılar için gereksiz bir okuma
zorluğu meydana getireceğini söyleyebiliriz. Yine de iyi kotarılmış “Kavram Dizini” ve “Özel Adlar Dizini”nin yanında,
Watson’ın yazdığı “Tarihteki En Önemli
Fikirler: Bazı Adaylar” başlıklı giriş yazısı
da bu bağlamda kısmi bir kolaylık sağlı-
yor. Giriş bölümünde Watson, hem biricik
olmayan yöntemini açıklıyor hem de yöntemine öncülük eden ikincil kaynakların
geniş bir serimini gerçekleştiriyor. “Bu
kitapta toplam 58 sayfalık 3550 kadar referans var.” diyen Watson, kendi çalışmasına öncülük eden bu büyük anlatılardan
entelektüel tarih için “üçlü yapı” modeline
kaynaklık edenleri ayırarak (kitabın boyutu düşünüldüğünde) küçük bir tartışma
yapıyor. Bacon, Carlyle, Vico, Gellner gibi
düşünce insanlarının kendi entelektüel
tarih modelleri için daha önce belirlediği
üçlü yapılarda öne çıkan kimi kavram ve
eylemlerden farklı olarak Watson, “kitabın
nihai yapısını ve tezini belirleyen üç fikir”
tespit ediyor: “Ruh, Avrupa ve deney”.
Toplam beş bölüm ve 36 alt başlıktan
oluşan kitapta bu üç fikir, günümüz Batılı-seküler insanını belirleyen en önemli
aşamalar olarak genel bir çerçeve çiziyor.
“Lucy’den Gılgamış’a” ve “Yeşeya’dan
Cu Şi’ye” başlıklı ilk iki bölümde Watson,
“Ruh” fikrini, dışsal fenomenlerin mutlak
26
“Vico’dan Freud’a” başlıklı beşinci bölümden itibarense, ruh fikrini cogito/zihin ile
değiştiren modern (Batılı) insanın, dış dünya ile kurduğu yeni ilişki çeşitli düşünsel
aşamalarla anlatılıyor. Dördüncü bölümden itibaren karşımıza çıkan “deney fikri”,
Watson’a göre dış dünyayı kendi zihinsel
hegemonyasında yeniden şekillendirebilen
insanın temel dayanağı. Bu bölümden itibaren anlatının Modernlik/Batılılık düzleminde yeniden evrensel tona döndüğünü söyleyebiliriz. Watson’ın yine bu bölümde dikkat
çektiği bir diğer önemli nokta ise deney fikri
ile çelişen ruh fikrinin beraberliğinde açığa
çıkan “Paralel Hakikatler: Modern Tutarsızlık”. Giriş bölümünden sonra gelen “Zamanın Keşfi” başlıklı bölüm ise tam da bu
tutarsızlığın, 19. yüzyılda hızlanan paleontolojik keşiflerle bilim adına nasıl aşıldığını
anlatıyor. “Eski Ahit”in belirlediği ve Tanrı
failliğinin doğrudan vuku bulduğu insan
merkezli bir tarih öncesi bilgisinin ortaya
çıkan yeni bulgularla kazandığı yeni seküler çizgi, biz modernlerin zamanı nasıl
algıladığının da hikâyesini içeriyor.
Uzman olmayan ama meraklı bir genel
okur profiline hitap eden Fikirler Tarihi, beşeri bilimler derslerinin sıkıcı klişelerinden
yılmış öğrenciler için de iyi bir kaynak. Modern Mind ve diğer Watson kitaplarının da
bir an evvel çevrilmesi dileğiyle.
ARAŞTIRMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bilinmeyen 28 Şubat
28 Şubat sürecine gazeteci olarak tanıklık eden Emine Dolmacı,
yaşadıklarını 28 Şubat’ın Haber Dükkânı: Yalanlar Üstüne isimli
kitabında detaylarıyla anlatıyor. Dolmacı, 28 Şubat’tan bu yana
medyada pek bir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor.
28 ŞUBAT’IN HABER DÜKKÂNI: YALANLAR ÜSTÜNE, EMİNE DOLMACI, POZİTİF YAYINCILIK, 328 SAYFA, 20 TL
T
TUĞBA KAPLAN
ürk siyasi tarihi, geçmişte
yaşanmış olmasına rağmen hâlâ tazeliğini koruyan kritik olay ve dönemlerle dolu.
Bunlardan biri de şüphesiz 28 Şubat.
Ülkenin ilk kez gördüğü farklı bir
darbe girişimi... Asker yine devrede
ama bu kez farklı olan, askerin sivil
toplumu da harekete geçiren unsur
olması. “Sivil toplum” diye ortaya
çıkan, darbe sürecini hızlandıranların kim ve ne olduğu, bir anda hangi maksatla türediği sonraki yıllarda
anlaşılır. Elbette o dönem askerin
destekçisi sadece sivil toplum değildir. Her darbe döneminde darbeyi
yapanların eli ayağı, dili kulağı olan
medya da görevini askerin istediği
gibi kusursuzca yerine getirir. Özetle
tanımlamaya çalıştığımız, “en uzun
şubat”ın şartlarını, ülkenin içinde
bulunduğu atmosferi ve özellikle
medyayı, o günleri yaşayan gazeteci Emine Dolmacı 28 Şubat’ın Haber
Dükkânı: Yalanlar Üstüne isimli kitabında detaylarıyla anlatıyor.
Dünün mağdurları
bugünün aktörü olursa…
28 Şubat’ta yaşanan kamplaşmanın
bir benzerinin bugün Türkiye’de ve
her zamanki gibi medya üzerinden
yaşandığına şahitlik ediyoruz. Emine Dolmacı bunu “Dünün mağdurları, yeni medyanın aktörleri oldu”
sözleriyle anlatıyor. Diğer darbe dönemlerinde olduğu gibi, toplumun
bütün kesimleriyle beraber medyanın da yaşadığı olağanüstü bir
dönemin kodlarına dikkati çekiyor.
Meslek ilkeleri ve medya ahlâkına
taban tabana zıt davranışlar, toplumu ve süreci yönlendirmek için
yapılan mühendislik haberleri, yalan ve iftira dolu manşetlerle bir algı
zemini oluşturulduğu görülüyor.
Aslında toplumun adım adım bir
darbeye, örtülü bir müdahaleye hazırlandığı, üzerinden yıllar geçince
anlaşılıyor. Bununla bağlantılı olan
bir diğer nokta ise, kitapta da vurgulandığı gibi, aslında 28 Şubat’ın
hiç bitmediği gerçeği. Zira bu tarihten sonra yapılan değişiklikler de
bunun üzerinden gerçekleşiyor: Zorunlu eğitimin kesintisiz sekiz yıla
çıkarılması, imam hatip liselerinin
orta kısmının kapatılması, Kur’an
kurslarına sınırlamalar getirilmesi gibi. Yani önce algı oluşturulup,
sonra bunlar tek tek uygulanıyor.
Bugün ülkenin içinde bulunduğu
siyasi atmosfere ve medya kurumlarının, gazetecilerin sırf çıkarları uğruna, işbirlikleri zarar görmesin diye
hem avukat hem savcı hem yargıç
görevini üstlenmeleri 28 Şubat’tan
bu yana medyada pek de bir şeyin
değişmediğini gözler önüne seriyor.
Neo-28 Şubat mı?
Emine Dolmacı o gün gazetelere yansıyan haberlere ve bütün detaylara kitabında yer vermiş. Aslına bakarsanız,
kitap sadece 28 Şubat’ta başörtülü bir
gazetecinin yaşadıklarından ibaret değil. Emine Dolmacı, 2014 Türkiye’sinde
meydana gelen, dönüm noktası denilebilecek Gezi Parkı ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonu gibi
önemli olayları da anlatarak aslında
dünden bugüne Türk siyasetinin fotoğrafını çekiyor. Nitekim o günlerde yaşananlar, bugün olacakların habercisi
gibi. Mesela bugünlerde dolaşımda
olan “cemaat, silahsız terör örgütü” ifadesi, 28 Şubat’ın da argümanları arasında yer alıyor. Günde sayısız kez “paralel yapı” ithamına maruz kalan
Hizmet Hareketi, 28 Şubat’ta Nuh
Mete Yüksel’in hazırladığı iddianameye
konu olmuştu. Bugün yaşananlar neredeyse aynen o günlerde de cereyan etmişti. 1999 yılında Yüksel’in “Fethullah
Gülen Örgütü” olarak isimlendirdiği
yapının suçu, “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dinî kurallara dayalı bir
devlet kurmak amacıyla, yasa dışı örgüt
kurup bu amaçlar doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak” şeklinde tanımlanmıştı. 35 ülkede açılan toplam 279 eğitim kurumu bu yapının suç organları
olarak gösterildi. Örgütün en büyük 20
kuruluşunun başında Zaman, Samanyolu Televizyonu, Cihan Haber Ajansı,
Aksiyon ve Sızıntı dergileri gösterildi. Bu
vesileyle yayın organlarını kapayıp yönetici ve çalışanlarını hapse atma planları yapıldı. Bugün Hizmet Hareketi’ne
yönelik söylemler 16 yıl önceki 28
Şubat’tan farklı değil. Hatta bütün bu
yönleriyle Neo-28 Şubat ifadesini kullanmak doğru olabilir. Keşke 28
Şubat’ın mağduru, bugün medyanın
aktörü olan, 28 Şubat zulmüne maruz
kalan o dönemin gazete ve gazetecileri,
bugünlerin de yazılıp bir gün kendilerine hatırlatılacağını unutmasa...
27
Hayat bağlanmalardan ibarettir. Önce anneye… Sonra
babaya… Aileye… Ardından “yaşama” ve “yaşamaya”…
Yani bağlanmak hayatla ilgilidir, hayatidir.
Pedagog Adem Güneş hayatın en temel konularından biri
olan ‘güvenli bağlanma’yı bütün boyutlarıyla anlatıyor.
CNR FUARI - HALL 4 C 02
Konferans: 09 Mart Pazar Saat: 14.00-15.00
İmza: 09 Mart Pazar Saat: 15.00-17.00
BURSA FUARI - SALON 4 / 304
İmza: 20 Mart Perşembe Saat: 15.00-17.00
ÖYKÜ
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Gerçek ile gerçeküstü arasında
S
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Şehrin ve kaçışların öyküsü
Sibel K. Türker edebiyata öyküyle başlamış, daha sonra romanlarıyla adından söz ettirmişti. Yazar yeni kitabı Aşkın Kalplerimizdeki
Mutat Yolculuğu’yla tekrar öyküye döndü. Kitapta Türker’in gerçek
ile gerçeküstü arasında gidip gelen metinleri yer alıyor.
Nuhan Nebi Çam, Yolcu ve Eşkıya adlı kitabında yeni
öykülerini bir araya getiriyor. Şiirsel ve görsel bir
anlatımın egemen olduğu öykülerde yazar, münzevi
ve kendisiyle hesaplaşan karakterleri anlatıyor.
AŞKIN KALPLERİMİZDEKİ MUTAT YOLCULUĞU, SİBEL K. TÜRKER, CAN YAYINLARI, 160 SAYFA, 14 TL
YOLCU VE EŞKIYA, NUHAN NEBİ ÇAM, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 109 SAYFA, 9.50 TL
KÂMİL AVCI
ibel K. Türker’in önceki kitabı Hayatı Sevme
Hastalığı kimi eleştirmenlerden olumsuz eleştiriler alsa
da iki önemli ödüle değer görüldü.
Bir tarafta eleştirmenlerin pek de
beğenmediği bir roman, diğer tarafta taltif... Bu tartışmayı yeniden
açmak yerine belki de şunu hatırlamak gerekiyor: Denemeyi seven,
var olan anlatım biçimlerinin sınırlarını zorlayan bir yazar Sibel K.
Türker. Uçlarda gezinmesi, farklı
biçimlerden yepyeni deneyimler
çıkarması (tıpkı Hayatı Sevme Hastalığı romanında olduğu gibi) her
zaman başarılı olamıyor ama yine
de bu çabası ilgiyle takip ediliyor.
Kısa zamanda kendi okur kitlesini edinmesi de, aldığı ödüllerle
dikkati çekmesi de bu çabasından
kaynaklanıyor. Elbette bütün bu
ilgiye karşın eleştirilmesi de yine
aynı nedene bağlanabilir.
Ortak temalı öyküler
Sibel K. Türker edebiyata öyküyle
adım attı ama daha çok romanlarıyla adından söz ettirdi. Yeni
kitabı Aşkın Kalplerimizdeki Mutat
Yolculuğu’nda yazarın yeni öyküleri var. On dört öykünün yer aldığı
kitap, ortak temalara odaklanıyor.
Yazarın romanlarıyla da ortak bu
temalar zaman zaman başvurulan
ironiyle daha da ilginç hale geliyor.
Yine verili öykü kalıplarının dışına
çıkıyor yazar. Öykülerdeki olaylar
ilginç, hatta büyülü. Kimi zaman
bozkır ortasında unutulmuş bir
iç denizi, kimi zaman ilahi sesle
uyanan insanları, kimi zaman da
birbirini gözetleyen iki kişinin
hikâyesini anlatıyor Sibel K. Türker. Ama sayfalarda ilerledikçe yazarın olaydan çok onun işaret ettiği duyguyla ilgilendiğini anlıyoruz.
Örneğin, kitaptaki “Nöbetçi”
öyküsünde bir kadın ile onu izlemekle görevli bir gece bekçisinin
öyküsü anlatılıyor. Bu öykünün
pekâlâ ilginç noktalara çekilebilecek olay örgüsünden çok,
dayandığı temel duyguyu açık
etmeye çalışıyor yazar. Yazının
başında sözü edilen ayrıksılık
tam da bu noktada başlıyor. Öykülerin anlatıcısı, kendini olayın
S
çekimine kaptırmaktansa hep
aynı noktada durup üzerinde çok
da düşünmediğimiz insanlık hallerine çekiyor dikkatleri.
İSA DARAKCI
eslerin var gücüyle ortalığı inlettiği, türlü velvelenin arşı tuttuğu vakitlerde
insanın saflığını muhafaza edecek
olan nedir? Dünya ve içindekiler cifeden ibaretse, çamura çirkefe bulanmadan yaşamak mümkün müdür? Ya
da toza çamura bulanmış halimizin
nedir çaresi? İyi kitaplar bile derman
olamazken, sığınılacak liman neresidir? Sorular uzayıp gidedursun, bilinen bir şey varsa, o da güneşli günler
ihtimalinin insanı ayakta tuttuğudur.
Piyasanın can simidi gibi yapıştığı özel
günlerden biri geçenlerde yediden
yetmişe herkesçe kutlanırken, aynı
güne denk gelen Dünya Öykü Günü
sessiz sedasız geçiverdi. Silkelenip öze
dönmenin, insan olduğumuzu, bir
kalp taşıdığımızı hatırlamanın bahanesi olabilirdi pekâlâ. Geçmiş ola.
Ursula K. Le Guin’e göre öykü bir
eve benzetilecekse, okurun orada yaşayabileceği, gönlünce gezebileceği, türlü
oyunlara dalabileceği bir evdir. “Ya da
okura pencerelerden, daha önce hayal
edilmemiş manzaralar gösterebilir, büyülü pencere kanatlarını hayali ülkenin
tehlikeli denizlerinin köpüklerine açabilirsiniz.” diye eklemeyi ihmal etmez
fantastik dünyaların anlatıcısı.
Aşktan çok yalnızlıkla ilgili
Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu her ne kadar ilk elde aşka dair
bir kitap olduğu zannı uyandırsa
da aşktan çok yalnızlıkla ilgili. Zaten yazar, Hafız-ı Şirazi’nin “Önce
kolay göründü aşk/ Nice müşkül olduğu sonradan anlaşıldı” beytine
yer vererek asıl istikametinin aşk
değil, ondan geriye kalan yalnızlık tortusu olduğunu ima ediyor.
Kahramanların çoğu, başka insanlarla iletişim halindeyken bile
bu yalnızlık duygusunu üzerinden
atamıyor. Ankara’da bir deniz olduğuna kimseyi inandıramayan
kahramanların, yalnız kaldığı için
mecburen kötülüğü seçen, gece
bekçisi tarafından izlenirken bile
yalnız olduğunu hisseden yaşlı kadınların, kitapları büyük ilgi
görmesine rağmen evde hayaletlerle söyleşen bir yazarın yalnızlığını anlatıyor Türker. Bu yalnızlık
duygusuna zamanla korkular ve
rüyalar da karışıyor. Kaçmaktansa
bu duygularla yüzleşmeye çalışıyor öykü kahramanları. Nitekim
kitaptaki en dikkat çekici öykülerden olan “Ev Arkadaşı”nda
şunları söyler öykünün yazar
kahramanı: “İnsanlar korkuyu
aciz bir duygu sayar. Ama korku duyguların en acizi değildir.
İnsanlar korkmaktan kurtulmayı
anlar ve hemencecik bir iktidar
aygıtı kurarlar kafalarında. Bense korkmaktan bir inancı anladığımdan olacak, inancı her daim
inançsızlığa yeğlerim. İnançta ses
vardır çünkü, bu evde de o kaba,
hantal suskunluğa karşı bir sesin
barındığını hemen anlamıştım.
Vazgeçiş mümkündü, fakat aynı
derecede imkânsızdı.”
Gerçek ile gerçeküstü arasında
beliren bir noktada kuruyor öyküsünün çatısını Sibel K. Türker. Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu’ndaki öykülerin bildik, sıradan,
alışılmış kalıplara uymamasının bir
nedeni bu. Öyküler şaşırtmıyor
çoğu kez, okuyanı heyecanlandırmıyor belki ama üzerinde uzun
uzun düşündürmeyi başarıyor.
‘Hüznün resmini çizmek’
Nuhan Nebi Çam’ın Yolcu ve Eşkıya’sını okurken bana hangi pencereleri
açtığını soruyorum kendime. Bundan
önceki öykülerini Yangın Sonrası Ölmek ve Kaçış adıyla yayımlayan Çam’ın
on sekiz güzel öyküsünü barındıran
üçüncü kitabı bu; yeryüzü sürgününde paylarına “hüznün ve acının resmini
çizmek” düşmüş hayatlara ayna tutuyor.
Kitabın ilk öyküsündeki, John Fowles’un
Fransız Teğmenin Kadını’nı çağrıştıran,
sahilde sevgilisini bekleyen mahzun
kadın da, bileklerini keserek canına kıymaya kalkan Derviş Musa da, kocasıyla
birlikte “hikâyesini de kaybeden” kadın
da bu aynanın içinde. Ayna; münzevi,
kalplerini evirip çevirip kendileriyle hesaplaşan kişileri gösteriyor. Bu
hesaplaşma bazen tutunacak bir şey
bulamamayla, bir boşlukla, bir kaçışla
da sonuçlanabiliyor. Önceki kitabında da ‘kaçış’ı mesele edinen yazar, bir
söyleşisinde nelerden kaçtığını şöyle
sıralıyordu: “Metropolden, soğuk ilişkilerin, iletişimsizliklerin olduğu bir
28
coğrafyadan… Anlamsız ve iğreti bir
zamandan… Şehrin yapmacık hallerine ayak uydurmayı başarabilen kendimden… Belki sekülerizmden, belki
idealizmden…”
Çare nerededir o halde? Çare, şehre dönmekten çekinene bir balıkçı kasabasının tenhalığıdır; ölümden kaçana
ıssız bir kulübedir. Sonuçta ideallerinin ve umutlarının altında kalmak ise
kaçınılmazdır. Hayal kırıklığının özeti:
“İdealler sanki kısa, özensizce yazılmış
kötü bir hikâyeden ibarettir.”
Öykülerde şiirsel ve görsel bir anlatım egemen. Kavgayı ve hırsı bilmeyen, kendini şair olarak gören bir
öykücünün şu satırlarına şaşırmamak
gerekir o yüzden: “Sonbahar… Bir
ömrün en arkadaki zamanları. Her
eylül, korkunç mevsimler. Korkunun
ürpertileri…” Olaydan ziyade durum
hikâyesine yakın duran metinlerin yanında, tahkiyenin başarıyla uygulandığı olay öyküsü “Kayıp Hikâye” yazarın
bu kulvarda da başarılı olduğunu göstermesi açısından dikkate değer.
Sait Faik, iyi hikâyeci diye sitayişle
bahsedilen birini “balık isimlerini bile
bilmiyor” yollu yermişti. Bu kitapta
çevre, envai çeşit ağacı, kuşu, denizi
ve rüzgârıyla arz-ı endam ediyor.
Fonda İstanbul var
Şiire göz kırpan öykülerin fonunda hep İstanbul var. Denizi, Boğaz’ı,
“şehrin akşam çavuşu” güvercinleri,
martıları, Sultanahmet ve Firuzağa
Camii müezzinlerinin ahenkli ezanları, gündelik hayatın yanı başında
sakin medreseleriyle İstanbul... Şehre
sevgi her satırda kendini belli ediyor.
Yazar da bunu saklamıyor: “Bu şehre
âşık olmayanları, kentin sokaklarında adımlamaktan mahrum kalanları
üzüntüyle düşünüyorum.” O halde
seviyorsak bu gösterilmeli, şehir “adım
adım, santim santim gezilmelidir.”
Modern zamanların bize unutturduğu ne varsa haykırıyor kitap: Bir
şehri sevmeyi, sevildiğini bilmenin
verdiği çocuksuluğu, kuşları, ruhları
ferahlatan dağ yelini, sedir ağacı gölgesinde isten kararmış bir demlikten
içilen köz çayını... Belki de haykırmıyor, ‘sessizlik iyidir’ düşüncesiyle
umudu fısıldıyor: “Akşam, bütün kiniyle nefretiyle çöktü ama Boğaz’da
ışıklarıyla gezinen gemileri kim karartabilir?” O halde soralım, geceden
sonraki gündüzü kim karartabilir?
ARAŞTIRMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Fişleme cumhuriyeti
Genç gazeteci Bayram Kaya, Zaman Kitap’tan yayımlanan Sakıncalı
Bürokratlar kitabında, ağırlıklı olarak mağdurların gözü ile bir 28
Şubat okuması yapıyor. Kaya, konu bütünlüğünü iyi yakaladığı
için, rahat okunacak bir eser ortaya koymayı başarmış.
SAKINCALI BÜROKRATLAR, BAYRAM KAYA, ZAMAN KITAP, 256 SAYFA, 12 TL
G
HARUN ODABAŞI
azeteci Cengiz Çandar
28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu’nun
(MGK) irtica ile mücadele kapsamında aldığı 18 maddelik kararın ardından başlayan sürece Postmodern
Darbe ismini uygun görmüştü. Sonra
bu ifade o kadar beğenildi ki, dönemin adı haline geldi. İçinde “post”
ve “modern” gibi iki naif ifade geçse
de, asker fiilî olarak Meclis’i feshedip yönetime el koymasa da 28 Şubat
“buz gibi” bir darbeydi. Ve yine her
darbenin sebep ve sonuç ilişkileri bakımından tarihî, sosyolojik, psikolojik
ve ekonomik birçok sonucu olduğu
gibi, gerçek mağdurları ve sahte kahramanları vardı!
İşte genç nesil gazeteci kuşağın
temsilcilerinden Bayram Kaya, Zaman
Kitap’tan yayımlanan Sakıncalı Bürokratlar kitabında, ağırlıklı olarak mağdurların gözünden bir 28 Şubat okuması yapıyor. Kaya, bir kitapta aranan
en önemli özelliklerden biri olan konu
bütünlüğünü çok iyi yakaladığı için,
kitabı sıkıcı hale getirmesi muhtemel
kurum, tarih ve kişi isimleri bolca geçmesine rağmen, rahat okunacak bir
eser ortaya koymayı başarmış.
6 MİLYON KİŞİ FİŞLENDİ
Bütün darbeler ‘düşman’ inşasına
dayanır. Önce devleti ele geçirmek
isteyen son derece tehlikeli bir düşman olacak ki, askerin siyaset kurumuna ve sivil halka karşı hegemonik
güç kullanması meşru bir zemine
otursun. 1980 İhtilali’nde müdahalenin meşru gerekçesi kardeş kavgası
iken 28 Şubat’ı tasarlayanların düşmanı ‘irtica’ oldu. Cuntanın elinde
yasal olmayan bir kurum olan Batı
Çalışma Grubu marifeti ile dönercilik yapan kişilere varıncaya kadar çok
geniş bir mürteci (!) listesi vardı. İşte
hukuk dışı oluşturulan bu listelere
fişleme adı veriliyor. Bayram Kaya’ya
göre fişleme, bürokrasinin en büyük
hastalıklarından biri ve bize özgü ilk
fişleme İttihat ve Terakki’ye kadar
uzanıyor. Cumhuriyet tarihinde Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl
Kısakürek, Nâzım Hikmet gibi isimlerin eserlerini okudukları için binlerce insan fişlendi. Bu kişiler genel
olarak komünist, irticacı ve milliyetçi
olarak tasnif edildi. Fişleme mağdur-
ları arasında bugün Türk siyasetinin
en belirleyici isimleri; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da var. Ayrıca Ergenekon,
Balyoz ve 28 Şubat sanıklarının ev
ve işyerlerinde yapılan aramalarda
elde edilen fişleme belgeleri, fişleme
hastalığının boyutlarını gözler önüne
seriyor. Rakam oldukça ürkütücü: 28
Şubat ve sonrasındaki süreçte ülke
genelinde fişlenen kişi sayısı yaklaşık
6 milyonu buluyor.
DARBENİN MALİYETİ
Darbenin ekonomik boyutu ile ilgili
rakamlar ise Türk milletinin ödediği
bedeli ortaya koyuyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a göre postmodern darbenin maliyeti 450 milyar lira.
“Türk halkı magazin tadındaki ‘Türkiye İran olmayacak’ haberlerini izlerken devletin üst düzey bürokratları ve
komutanlarının da içinde bulunduğu
bir çete, banka kasalarında toplanan
halkın paralarını kendi ceplerine indirmekle meşguldü.” Yine BDDK verilerine göre bu dönemde içi boşaltılan
banka sayısı yirmiyi buluyor. Müdahale o kadar vahim bir boyuta tırmandı
ki, süreçte fona devredilen bankaların
yönetim kurulları Genelkurmay toplantı odalarına dönmüştü.
Sakıncalı Bürokratlar kitabının baskıya veriliş tarihi, 17 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu’nun hemen sonrasına denk geldiği için kitap adeta henüz
bitmeyen bir film tadında. Ama
AKP’nin dershane kapatma kararının
ardından gündeme gelen MGK’daki
“2004 Gülen Cemaatini Bitirme
Planı”nın ayrıntılarını vererek fişleme
hastalığının sadece olağanüstü dönemlerde değil, istikrar dönemlerinde de
sürdüğü net bir şekilde vurgulanıyor.
Hatta 17 Aralık’ın hemen ardından bürokrasi havuzunda MİT tarafından yapılan fişlemelerin bulunduğu dosyalar
birer birer raflardan indirildi. Emniyet
ve yargıda binlerce memur tasfiye
edildi, görev yerleri değiştirildi. Bayram Kaya’nın kitabı bu olağanüstü
gelişmelerin arefesinde nihayete eriyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi
hukuksuz dinlemeden tutun, pek çok
ses ve görüntü kasetine kadar sırlar
orta yere saçıldı. Ortalığın durulmasının ardından kitabın ikinci bölümünü
de bekliyoruz. Dileğimiz, filmin ülke
için en hayırlı sonla bitmesi…
29
ROMAN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Madam Bovary’nin habercisi
R
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Uyum göstermek mi, yok olmak mı?
Başyapıtı Madam Bovary ile tanıdığımız Fransız romancı
Gustave Flaubert’in 19 yaşında yazdığı, Türkiye okuru tarafından
bilinmeyen novellası Kasım, İthaki Yayınları tarafından Elif
Gökteke’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlandı.
İspanyol yazar Carlos Ruiz Zafón, 2001’de Rüzgârın Gölgesi ile
başladığı Sempere ve Oğulları’nın gerilim dolu hikâyesine, üçüncü
kitap Cennet Mahkûmu ile devam ediyor. Romanın iyi tarafı, serinin önceki kitaplarından bağımsız okunabilmesi...
KASIM, GUSTAVE FLAUBERT, ÇEV.: ELİF GÖKTEKE, İTHAKİ YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL
CENNET MAHKÛMU, CARLOS RUIZ ZAFÓN, ÇEV.: FÜSUN DORUKER, ALTIN KITAPLAR, 304 SAYFA, 18 TL
SAKİNE KORKMAZ
ealizmin dünya edebiyatındaki ilk güçlü
örneklerinden biri, hiç
şüphesiz Gustave Flaubert’in başyapıtı Madam Bovary’dir. Flaubert o
güçlü karakterle “okuduğu romanları yaşama sevdasına düşüp gerçek
hayatla yüzleşince ya salt trajik ya
da trajikomik bir hale sürüklenen
tip”i ifade eden Bovarizmi literatüre
sokmuştur. Bu tip aslında Madam
Bovary’den çok önce Cervantes tarafından Don Kişot’ta yazılır. Aynı
tip Türk edebiyatında da başta Araba
Sevdası olmak üzere birçok romanda
karşımıza çıkar. Gerek dünya gerek
Türk romanında yazarların “okuduğu romanlardaki hayatı yaşamaya
çalışan” tipleri sergilerken hiç şüphesiz başka meseleleri vardı. Türk
romanında bu tip genellikle “yanlış
Batılılaşma” ya da Şerif Mardin’in
deyişiyle “aşırı Batılılaşma” ve “modernizm eleştirisi” olarak kullanılmıştır. Flaubert’in elbette böyle
bir meselesi yoktu. Fakat başka bir
meselesi vardı: Emma Bovary üzerinden romantizm eleştirisi yapmak.
Flaubert neredeyse bütün tiplerini
temsil ettikleri durumları eleştirmek için kullanır. Türkçeye Bilirbilmezler adıyla çevrilen romanının iki
karakteri Bouvard ve Pécuchet de
‘yarı aydın’ tipinin temsilcileridir ve
“Aydınlanma’nın ansiklopedik bilgiyi üst bir değere taşıması”nın eleştirisi için vardırlar.
19 yaşında yazdı
Flaubert’in 19 yaşında yazdığı, ülkemiz okuru tarafından bilinmeyen novellası November (Kasım)
Elif Gökteke’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlandı. Flaubert’in
Louise Colet’ye kitap hakkında,
“November’a iyi kulak verdiysen, kim
olduğumu belki de açıklayan ama
söze dökülemeyecek bin türlü şeyi
tahmin etmişsindir. Ama o yaşlar
geçti. Bu yapıt gençliğimin kapanışı
oldu.” dediği novellanın kahramanı, belki de bu ifadelere dayanılarak
Flaubert’in kendisi şeklinde yorumlanmıştır. Yazarın böyle bir ifadesi
olsa da metni yazara bağımlı okumanın zamanı çoktan geçti. Metnin,
bir gencin aşk ve ruhsal sancılarının
ötesinde bize söylediği bir şey var ki,
R
o da Bovarizmi önceleyen bir duruma işaret etmesi.
Adının özellikle verilmediği bir
gencin ruhsal sıkıntılarının, aşk ve
cinsellikle ilgili yoğun arayışlarının,
hayal kırıklıklarının ilk iki bölümde
birinci tekil şahıs ağzından anlatıldığı novellada son bölüme gelindiğinde bir sürprizle karşılaşırız. Gerek
elyazması aracılığıyla kahramanın
ağzından, gerekse son bölümdeki
anlatıcıdan okuduğumuz bu bilgilerde de yine özellikle aşkı şiirlerden, romanlardan okuyup öğrenen
ve bu öğrendiklerini hayatta arayan
bir karakterle karşı karşıyayızdır:
“Şairlerde aşk sözcüğünü öyle çok
okumuştum, o sözcüğün tatlılığıyla kendimden geçmek için öyle çok
tekrarlardım ki…”, “Yaşamak istediğim bu tutkuları kitaplarda inceliyordum.” “Şairlerin çektiği acıyı
düşlerdim.” “Belki de bütün bunlar
yüzünden şair olduğuma inandım.”
Üçüncü bölümde anlatıldığına göre
kahramanımız, “bakan olmaktan
çok André Chénier okumayı” sever.
André Chénier yani romantizmin
müjdecisi şair.
HATİCE HANDAN ARIKAN
omanın başında kitabevi vitrinini Noel dekoruyla süsleyip satışları
a r t ı r m a y ı hedefleyen Sinyor Sempere ve oğlu Daniel, arkadaşı Fermin’in
huysuz itirazlarına şu soruyla cevap arıyor: “Uyum göstermek mi, yok olmak
mı?” Aslında biraz çabayla sen de mutlu
olabilirsin der gibi... Ancak Fermin hiç
düşünmeden, “Yok olmak.” diye cevap
veriyor. Anlıyoruz ki Fermin’in bize anlatacak çok şeyi var. Geçmişi sırtında bir
yük, sırları ve karanlığı ile hayatı dönemin İspanyasına da ışık tutuyor.
Cennet Mahkûmu’nu elime ilk aldığımda gerilim romanlarıyla arama
koyduğum mesafeyi fark ettim. Bu
alanda tecrübeli bir okur değildim,
bazen önyargılarım, bazen edebiyat
zevkim sanırım bu gizemli hikâyelerin
gerçek tadını almamı engellemiş. İspanyol yazar Carlos Ruiz Zafón’un
2001’de yetişkinler için yazdığı ilk romanı Rüzgârın Gölgesi, aynı zamanda
bir serinin de ilk kitabı. 40’tan fazla dile
çevirilen, yalnızca İngiltere’de bir milyondan fazla satan bu kitap ile başlayan Sempere ve Oğulları’nın hikâyesi,
takip eden diğer kitaplar Meleğin Oyunu ve son olarak Cennet Mahkûmu’nda
kronolojik bir sıra izlemiyor.
ACILAR GERÇEK DEĞİL Mİ?
Okuduğu kitapların etkisinde kalan
sadece kahramanımız değildir; kendisi gibi aşk macerası yaşamak isteyen, aşk ve sevilme arzusunun peşinde koşmaktan sefih bir hale düşen
Marie’nin de yüz kere okuduğu kitap
Paul ve Virginie’dir. Paul ve Virginie,
romantizmin bütün öğelerini bünyesinde taşıyan kitap.
Flaubert’in biyografisini yazan
Frederick Brown, yazarın bu kahramanını Chateaubriand’ın René’si,
Goethe’nin Werther’i, Musset’nin
Octave’ı gibi romantizmi temsil eden
kimliklere benzetiyor. Fakat Flaubert’in
kahramanının yaşadığı acılarda, arayışlarda, sıkıntıda gerçek olmayan bir
şey vardır. Bunu okura son bölümde
anlatıcı örtük ve ironik bir biçimde
dile getirir: “Artık yakınmamayı uygun
buldu, gerçekten acı çekmeye başladığının bir kanıtı bu belki de.” Böyle
derken bütün novella boyunca sonradan bir el yazmasından okuduğumuzu anladığımız o sıkıntılar, arayışlar ve derin acıların gerçek olmadığını
mı söylemek istiyor acaba? Yoksa
November’ın isimsiz kahramanı, Emma’nın habercisi miydi?
KLİŞEDEN UZAK BİR HİKÂYE
Altın Kitaplar, Cennet Mahkûmu adlı
romanı Füsun Doruker’in zaman zaman aksayan ancak genel olarak sorunsuz ilerleyen çevirisiyle yayımlandı. Çizgisel bir zaman takibi olmayan
hikâyelerden oluşması, seriye üçüncü
kitaptan başlayan biri olarak benim için
bir teselli oldu. Bu tercihi ile Zafron,
postmodern edebiyatın imkânlarını
kullanması, hatta bunu gerilim türü
için epey elverişli bir zemin olarak
adapte etmesi ile son derece başarılı.
Cennet Mahkûmu bir gerilim ve suç romanı olduğu kadar aynı zamanda edebiyat ve seçkinci aydınlar üzerine ince
dokundurmalar ile söyleyecekleri olan
bir hikâye. Ancak yazar, türün klişelerinden uzak durmayı da biliyor.
II. Dünya Savaşı sonrası İspanya’nın karanlık atmosferinde başlayan
roman, Sempere&Oğulları adlı küçük
bir kitapçıda, kitabevinin sahibi Sinyor Sempere, oğlu Daniel ve Daniel’in
yakın arkadaşı Fermin karakterlerinin
geçmişe dönen, beklenmedik anlarda
30
kesişen hikâyeleriyle ilerliyor. Kitapçıyı sisli, soğuk bir günde bir yabancının ziyaret etmesiyle başlar her şey.
Bu beklenmedik ziyaret ve yabancının gizemli bir notla birlikte Fermin’e
vermesi için Daniel’e bıraktığı Monte
Kristo Kontu romanı, artık hiçbir şeyin
bu iki dostun arasında eskisi gibi olamayacağının işaretidir.
İÇ SAVAŞIN YIKINTILARI
Hikâyenin ana karakteri Daniel,
üzerine hayatını kurduğu yalanları Fermin’in gizemli geçmişi üzerinden keşfeder. Roman içinde başka
bir hikâyeye kapı açan Zafón, bizi
1940’ların, yani yine bir savaş sonrası
İspanya’sına götürüyor. Bu kez iç savaşın yıkıntıları ile boğuşan sistem ve
karakterler, zamanın ruhuna uygun
olarak hapishaneye keyfi bir şekilde,
kurmaca delillerle atılan mahkûmların,
soğuk, karanlık duvarlar arasında geçirdiği dehşet dolu günlerde, Fermin
ve Daniel’in kesişen hayatlarının izini
sürüyor. Fermin her iki dönemi de yaşayan karakter olduğu için olsa gerek,
romanda politik sistemden ümidini
kesmiş, inancını yitirmiş tam bir modern çağ Avrupalısı; karamsar ve öfkeli.
Öyle ki, Daniel’e, “varoluşçuluk kürsüsünü bir kenara bırakıp en azından iş
saatlerinde koronun bir üyesiymişsin
gibi davranmanı isteyeceğim” diye isyan ettirecek kadar da keskin. Daniel
ise sanki umuda sarılan, geleceğin belki
de o kadar da kötü olmayacağını bize
kurduğu hayatla anlatan bir karakter.
Romanın kalabalık bir kadrosu yok,
ancak diğer karakterler de hikâyenin
içinde var oldukları ölçüde gerçekçi.
Cennet Mahkûmu, çok farklı iki
açıdan okunabildiği için başarılı. Yazar, sağlam bir şekilde kurduğu gotik
atmosferin içinde, geçmişe uzanan
bir suç ve giz ağını soğuk süprizlerle anlatırken, diğer yandan edebiyat,
romanlar ve seçkinciliğin bir ülkenin
siyasi ve toplumsal hayatına etkisini
de takip etmeye, art arda gelen savaşlarla inancı kırılan İspanya’yı daha iyi
anlamaya imkân tanıyor.
Nihayetinde Fermin belki yeni bir
hayata başlıyor. Peki, Daniel mutluluğunu içini kemiren şüphelerden arındırıyor mu? Bunun cevabını vermek
zor. Çünkü seriye bir kitap daha eklenecek ve okur bu iç içe geçmiş, aydınlandığını zannettiği sırlar hakkında
daha pek çok şey öğrenecek.
DÜŞÜNCE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Sanatın felsefesi üzerine
B
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Bediüzzaman ve zamanın hükmü
Süreyya Su, Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi adlı kitabında
sanatın temel konularını ele alıyor. Kültür endüstrisi, avangart
sanat, postmodernizm, özne meselesi, göçebelik kavramı ve
yaşama sanatı olarak etik, kitapta tartışılan belli başlı konular.
Prof. Dr. Yunus Çengel’in Şahdamar Yayınları’ndan çıkan
Zamanın Hükmü: Zamanın Değerlerine Said Nursi’den Farklı
Bir Bakış adlı kitabı, Bediüzzaman’ın çağın değerleriyle birlikte okunması gereğini hatırlatan bir çalışma.
ÇAĞDAŞ SANATIN FELSEFE SÖYLEMİ, SÜREYYA SU, PROFİL KİTAP, 256 SAYFA, 15 TL
ZAMANIN HÜKMÜ: ZAMANIN DEĞERLERİNE SAİD NURSİ’DEN FARKLI BİR BAKIŞ,
YUNUS ÇENGEL, ŞAHDAMAR YAYINLARI, 175 SAYFA, 9 TL
ALİ GALİP YENER
atı medeniyeti paradigmasından modern
sanata bakan bir kitap
daha okurla buluştu. Sanat sosyolojisi ve sanat felsefesi alanlarında
yayımladığı makalelerle bilinen sosyolog Süreyya Su, konuyu bu defa
Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi adıyla
bir kitap bütünlüğünde ele alıyor.
Su, modern sanatın esas amacının
izleyene haz vermek olmadığı, eleştirmeyi ve izleyiciyi rahatsız etmeyi
amaçladığı görüşünde.
Kitapta modern sanatın temel
konularında derinlemesine analizler içeren 12 makale yer alıyor.
Barok, kartezyen felsefenin barok
müzikle ilişkisi, kültür endüstrisisanat bağı, sanatın çeşitli meselelerle ilişkileri, avangart sanat, postmodernizm, özne meselesi, göçebelik
kavramı ve yaşama sanatı olarak
etik kitapta tartışılan belli başlı konular. İçeriğin esasını; kendiliğindenlik ve olay, gösteri ve görüntü,
yüce ve varlık, fark ve başka, flaneur
ve göçebe gibi kavram çiftlerinin
mukayeseli analizi oluşturuyor.
Modern aklın dayatmaları ve estetik
Süreyya Su, Terry Eagleton’ın yaklaşımından yararlanarak estetiği,
modern aklın dayatmaları ve Aydınlanma’daki tiranlaşmış akıl karşısında yabancılaşmamış bir hikmeti
ihya edebilmeye dair bir formül arayışı şeklinde sunuyor. Bu arayış, estetiğin felsefede duyusal alanın akıl
tarafından tahakküm altına alınması projesi olarak ortaya çıkışı ile
modern estetik söylemde Aydınlanmacı tiranlığın basıncının aşılmasına dair gayretin bir sentezini içerir.
Yazar, Nietzsche düşüncesinin merkezinde Platon’dan itibaren önem
kazanan bir fikrin, Batı metafiziğini
tersine çevirme fikrinin bulunduğunu belirtiyor. Batı sanatının felsefi
köklerini Nietzsche-Heidegger çizgisi bağlamında ele alarak felsefenin
estetiğe dönüşümünü inceliyor.
Süreyya Su, Aydınlanma’ya karşı
en radikal eleştiriyi yapan Frankfurt
Okulu mensuplarının eleştirel teorisinin, sanatı toplumsal ilişkilerden
bağımsız olarak, hem bu ilişkilere isyan hem de onları aşma potansiyeli
şeklinde değerlendirmesinin öne-
İ
mine dikkati çekiyor. Adorno’nun
Aydınlanma’yı, vaat ettiği özgürleşmeye rağmen insanı ve doğayı
esarete götüren diyalektik bir süreç
olarak görmesinin önemi de kitapta
vurgulanan noktalar arasında.
Su, eleştirel teori ve yapısalcılık
sonrası teorilerle modern sanata
sıkça gönderme yapan kavram ve
fikirler arasındaki ilişkiyi inceliyor.
Güncel sanatın, aklın sınırlamalarının ötesinde başka bir fikir için
taşıdığı önemi vurgularken, modern
sanatın rasyonel olma amacı gütmediğini, aklı hayrete düşürmekten
hoşlandığını tespit ediyor. Yazar,
modern sanatın krizinin, sanatın
majörlerinin tükenişi yani Batılı
metafiziğin güzellik, iyilik, doğruluk tariflerinin geçersizleşmesi anlamına geldiği iddiasında. Modern
sanatın krizini postmodernliğin
argümanlarıyla okuyan Su, krizin
altında yatan sosyo-ekonomik ve
politik dinamiklere değinmiyor.
Felsefe, sanat, edebiyat arasındaki
sınırların silindiğini iddia ederken,
bir bakıma modern sanatın felsefi
söylemini sadece estetik ve karşıestetik verilerin sunduğu imkânlar
içinden okumakla yetiniyor.
KEMAL SUSKUN
slam dünyasının uzun
zamandır “öteki” kaldığı
dünya düzeninde, yeniden var olabilmesinin ve “devletler
muvazenesi”nde yeniden eşit bir
aktör olarak yerini alabilmesinin
vazgeçilmez koşullarından biri,
fikrî diyalog olarak görülebilir. Elbette bu diyalogların, karşılıklı
konuşmaların zeminini Batı’dan ve
Doğu’dan âlimlerin, o âlimlerin fikirleri etrafında örgülenen düşünce
sistematiğinin karşılıklı konumlandırılmasının oluşturacağını belirtmek gerek. Bu durumda, artık geri
dönülmez bir biçimde küreselleşen
ve meseleleri ortaklaşan toplumların, aralarındaki konuşma ve fikir alışverişinde kullanabilecekleri
metotlardan biri de, fikirler arası
benzerlikleri ve asgarî müşterekleri ön plana çıkarmak, ortak meselelerde istişare etmek olmalıdır.
Burada küreselleşme karşıtı, daha
yerelci fikirlerin dikkat çektiği,
“farklılıkların korunması” esasını
akılda tutmakla birlikte, insanlığın
yaşadığı krizleri artık daha geniş
paydalarda ve çeşitli çözüm havuzlarında ele almak gerekiyor.
Kültürün kırılganlığı
Adalet, hürriyet ve kalbî hayat
Yazar, kitabında Batı medeniyeti
referansının dışına çıkamamış. Batı
kültüründe estetik problemine yaklaşım biçimi ve modern estetiğin
felsefi söylemi, Aydınlanma karşıtı
ekoller bağlamında detaylı şekilde
ele alınırken, bütüncül bakışla meselenin Batı dışı medeniyetlerde nasıl
ele alındığına değinilmiyor. Süreyya
Su, Batı’yı Batı medeniyeti paradigması içinden eleştirmekle yetiniyor.
Süleyman Seyfi Öğün, kültürün
kırılganlığına dikkati çektiği bir yazısında, modern estetik süreçlerin
estetiği gelenekteki bağlarından
kopardığına ve sanatın metalaşmasının, ticarileşmesinin estetik alana
nasıl zarar verdiğine işaret etmişti
(Yeni Şafak, 14.02.2013). Bu bağlamda, sanatın felsefi söylemle ilişkisini
tartışırken gelenek-modernlik ikilemi üzerinde durmak ve geleneğin
gücünü unutmamak zorunlu.
Süreyya Su, ele aldığı konunun
hakkını veren analizler içeren kitabında modern sanatın felsefi söylemini
başarılı bir şekilde ortaya koyuyor.
Prof. Dr. Yunus Çengel’in Şahdamar Yayınları’ndan çıkan Zamanın
Değerlerine Said Nursi’den Farklı Bir
Bakış isimli kitabı, Bediüzzaman’ın
çağın değerleriyle birlikte okunması yönünde anlamlı bir gayret. Prof.
Çengel, Bediüzzaman’ın özellikle
toplumsal meselelere ve bireysel
hürriyetlere atıf yapan eserlerini,
çağımızın özgürlük, demokrasi,
akıl, istişare, laiklik, terör, baskı
gibi kavramlarıyla yan yana getirerek eşzamanlı bir diyalog öneriyor.
Böylece, “küfrün cehaletten değil,
ilim ve fenden geldiği” bir dönemde, yanlış anlaşılmaların yine “ilim
ve fen” dairesindeki konuşmalar
ile çözülebileceğine dair önemli
bir katkı sunmuş oluyor. 1800’lerin
sonlarındaki istibdat tartışmalarını,
1900’lerin başındaki demokrasi ve
din-siyaset ilişkilerine dair fikirleri,
küreselleşme ve terör gibi çağın iki
büyük fenomeni hakkında görüşlerini Bediüzzaman’ın satırlarından
okuyoruz. Adalet, hürriyet ve bi-
32
reyin kalbî hayatı diyebileceğimiz
üç ana eksende, toplumsal hayatın
nasıl şekillenmesi gerektiği, bireylerin nasıl geliştirilebileceği gibi
meselelerde çağın ihtiyaçlarına
uygun görüşlerini yaklaşık bir asır
evvelinden dinliyoruz.
Bediüzzaman merkezli okumalar
Bediüzzaman’ı bu çağın fikrî çeşitliliği içerisinde kendi sözünü söyleyen bir mütefekkir olarak okumanın ötesinde, onun muasırları ve
hatta kendisinden önceki devrin
meseleleri ile birlikte okunması da
önem arz ediyor. Nitekim, Bediüzzaman topyekûn Avrupa medeniyeti ile hesaplaşmak yerine, Avrupa
medeniyetinin özellikle küfre götüren, materyalist düşünce yapısıyla
bir mücadele içinde görülebilir. Bu
küfür fikrinin yegâne mirasçısının
Avrupa medeniyeti içerisindeki bir
kısım düşünürler olmadığı da açık.
Bu durumda, Bediüzzaman’ın hem
kendinden önceki fikrî birikim açısından 19. yüzyıldaki konumu ve
tarihselliği, hem de bugünün düşünce hayatı adına bir diyaloğa vesile olabilecek değerler ve idealler
sistematiği önem arz ediyor. Yunus
Çengel’in, “zamanın hükmü” diyerek 19. yüzyıldan itibaren değişen
ve önceki devirlere göre farklı esaslar üzerinde yükselen “zaman” için
Bediüzzaman merkezli okumaları,
bu yönüyle, yukarıdaki iki türlü değerlendirmeye de uyarlanabilir.
Ancak Bediüzzaman’ın Kur’anî
bir perspektifle inşa ettiği çağa uygun değerler sisteminin, bugünün
giderek ortaklaşan meseleleriyle
eşleştirilmesi konusunda hâlâ yeterli derinlikte ve yaygınlıkta çalışmaların olmadığını vurgulamak
gerekir. Bu eksiklik, Risale-i
Nur’un yaygın bir okuyucu kitlesine ulaşmasından öncelikli olarak,
onun manasının, toplumsal düzlemdeki fikrî çeşitliliğin içinden
devâsâ bir mıknatıs gibi geçirilmesini ve o mıknatısa takılacak meselelerin hallini engelliyor. Cemil
Meriç’in tabiriyle, Said Nursî hâlâ
münzevi bir münevver olarak, günümüz dünyasının tartışmalarına
anahtar kavramlarla birlikte dâhil
edilmeyi bekliyor. Prof. Yunus
Çengel’in kitabı, bu yönde atılmış
önemli bir adım.
ŞEHİR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Diren Kuzguncuk!
Kore’de 316 gün
316 GÜN, HAZIRLAYANLAR: PUNA PAMİR,
ERHAN ÇİFTÇİ, YKY, 326 SAYFA, 29 TL
Amy Mills, Hafızanın Sokakları adlı kitabında İstanbul’un en güzel semtlerinden Kuzguncuk’un tarihini, kültürünü ve geçirdiği dönüşümü inceliyor. Semt
hakkında basılı kaynaklar kadar Kuzguncukluların anlattıklarına da yer veren
yazarın sözlü tarihe kayan üslubu, kitabı akademik sıkıcılıktan uzaklaştırıyor.
İ
FOTOĞRAF: ZAMAN, TURGUT ENGİN
HAFIZANIN SOKAKLARI, AMY MILLS, ÇEV.: CEM SOYDEMİR, KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 344 SAYFA, 28 TL
ALPER SARI
stanbul çok kültürlü yapısı,
hoşgörü zemini, değerlerine
bağlılığı ve yeniye uyum sağlama
pratikleri ile akademisyenlere özgün
örnekler sunuyor. Sakinleri için her gün
önünden geçtikleri, havasını soludukları mekânlar kimi zaman pek bir şey
ifade etmese de, dışarıdan bakan bir
çift göz bu karmaşa içinde bir bütünlük
bulabilir ve kendisine farklı görünen bu
durumu paylaşma ihtiyacı hissedebilir.
Amerikalı akademisyen Amy Mills de
bu paylaşımcılardan biri. İstanbul’un
güzide semtlerinden Kuzguncuk’un
tarihi, kültürü, geçirdiği kentsel ve toplumsal dönüşüm hakkında basılı kaynaklara olduğu kadar Kuzguncukluların anlattıklarına da yer veren yazarın
sözlü tarihe kayan üslubu, Hafızanın
Sokakları adlı çalışmasına akademik sıkıcılıktan uzak, samimi bir hava katıyor.
II. Abdülhamid ve Sultanbeyli
SULTAN II. ABDÜLHAMİD VE DÖNEMİ,
EDİTÖR: COŞKUN YILMAZ, 327 SAYFA
Sultanbeyli’nin tarihiyle
ilgili çalışmaların ortaya
koyduğu bilgilere göre
Sultanbeyli ile Sultan II.
Abdülhamid arasında özel
bir bağ var. Sultanbeyli Belediyesi de bu
‘tarihsel bağa’ dayanarak ‘Ulu Hakan’
adına geçtiğimiz yıllarda sempozyum düzenlendi. Bu sempozyumda sunulan tebliğler Coşkun Yılmaz tarafından bir araya
getirildi. Alanında uzman akademisyenlerin araştırmaları sadece Abdülhamid
dönemine değil, Sultanbeyli’nin tarihine
dair de önemli veriler sunuyor.
Gazeteciliğin modernleşmeye katkısı
OSMANLI MODERNLEŞMESİ,
GAZETECİLİK VE EDEBİYAT, ALİ BUDAK,
BİLGE KÜLTÜR SANAT, 464 SAYFA, 28 TL
Tarihî bostan için verilen mücadele
Kitap, Kuzguncukluların semtlerinde bulunan tarihî bostanı kaybetmemek için
verdikleri ve zaferle sonuçlanan mücadeleyle açılıyor. Bostan ve semtin tarihî
dokusuna sahip çıkmak için Kuzguncuklular Derneği, dernek üyeleri ve diğer
mahalle sakinlerinin anlattıkları, Türkiye’deki mülkiyet sorunu ve gayrimüslim
azınlığın misafirperverliğinin yanı sıra,
geçmişte yaşanan acı hadiseler sebebiyle
büründükleri sessizlik kendine yer buluyor. Kuzguncuk’tan yola çıkarak yer yer
İstanbul’un başka meselelerine de değinen yazar; üçüncü köprü projesi, kentsel
dönüşüm ve Gezi Parkı eylemleri gibi
halkın duyarlı olduğu olaylarla AK Parti
iktidarının gayrimenkul ve inşaat temelli
ekonomik büyüme göstergelerini de bir
noktada karşı karşıya getiriyor.
Altı bölümden oluşan kitabın girişinde
ilginç bir tespit göze çarpıyor: “Türkler birisiyle tanıştıklarında söze hemen ‘Nerelisiniz?’ diye başlar.” Türklerin birbirleriyle
bağ kurmakta anahtar olarak kullandıkları bu soru cümlesi, Kuzguncuk’un etnik
yapısı hakkında bir girizgâh oluşturabilir.
Tarihte Boğaz kenarında merkeze uzak,
küçük bir balıkçı ve zanaatkâr köyü olarak kurulmuş olan Kuzguncuk, fetihten
önce Bizans’ın küçük dinî merkezlerinden biriydi. Buradaki Rum varlığının yanı
sıra Ermeni ve Yahudilerin yerleşimiyle
gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı
Kore Savaşı’nda şehit düşen
en yüksek rütbeli Türk subayı Nuri Pamir’in Kore’de
tuttuğu günlük, YKY tarafından okura sunuldu. 316
Gün: “Küçük Kartal”ın Kore Günlüğü’nde
Albay Nuri Pamir’in Kore Savaşı günlüğü ve eşiyle mektuplaşmaları bulunuyor.
Günlükte, Kore Savaşı’na ilişkin şimdiye
kadar duyulmamış ve kayda geçmemiş bilgiler yer alırken, Nuri Pamir’in savaşın çetin şartlarında yazdığı mektuplarda bazen
yufka yürekli bir insanı, bazen savaş şartlarını kolaylıkla kabullenen bir profesyoneli,
bazen savaşın bir an önce bitmesi için gün
sayan bir askeri, çoğunlukla da ailesini özleyen bir erkeği görüyoruz.
Kuzguncuk
bir yer haline gelen semte, 19. yüzyıldan
sonra buharlı gemilerin seferlere başlamasıyla Karadeniz şehirlerinden gelen
göçler Türk nüfusunda artışa sebep olmuş.
“1914 yılında Kuzguncuk’ta 1600 Ermeni,
400 Yahudi, 250 Rum, 70 Müslüman vardı.” diye özetlenebilecek nüfus durumu,
cumhuriyet sonrasındaki bazı millileşme
politikaları sebebiyle değişime uğramış ve
birçok insan başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. Bir dönem yapılan “Vatandaş, Türkçe Konuş” kampanyası, Varlık
Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve 1964 yılında
Yunan kökenlilerin sınır dışı edilmesi gibi
pek çok örnek bu göçlere yol açan asıl unsurlar olarak toplumsal hafızada derin izler
bırakmıştır. Kitapta anılarını paylaşan birçok insan Kuzguncuk’un eski günlerinden
bahsederken bu küçük semtle beraber aslında Türkiye’deki sancılı bir sürecin gizli
kalmış yanlarını açığa vuruyor.
Kitabı okuduktan sonra daha önce
yapmadığım bir şey yaptım; Üsküdar’dan
otobüse atlayıp İcadiye Caddesi durağında inerek yukarıya doğru yürümeye
başladım. Kitapta geçtiği şekliyle tarihî
bostanı, yan yana duran cami ve kiliseyi, küçük şirin dükkânları, dizilerin çekildiği bazı mekânları tek tek seyrederek Kuzguncuk’ta kısa bir tur attım.
Caddenin iki yanında binalar eski sahiplerinin hüznünü paylaşır gibi mahzun sıralanmıştı. Geçmişte var olan birçok şey artık yoktu; tıpkı sokak ve
parklardaki yaşlı nüfusun geçip giden
gençliği gibi... Bir kitap kaybolanı geri
getirmez elbette ama belki Kuzguncuk
ve İstanbul’un genelinde kaybolan başka şeyleri hatırlamaya ve yeniden yaşanmaması için acı tecrübelerden ders
almaya yardımcı olabilir. İstanbul’un çok
kültürlü manzarasına Kuzguncuk penceresinden bakmak ya da kaydedilmiş
onlarca anının rehberliğinde ‘hafızanın
sokakları’nda çekinmeden dolaşabilmek
için okunması gereken bir eser.
33
Osmanlı’nın son dönemlerine dair araştırmalarıyla
tanınan akademisyen-yazar Ali Budak, bu kez o
dönemin gazetecilik faaliyetlerini ele alıyor. Osmanlı Modernleşmesi,
Gazetecilik ve Edebiyat adlı kitap, Batılılaşma sürecimizi siyasal, sosyal ve kültürel
boyutlarıyla incelerken, kadın hareketlerinin modernleşmeye katkıları, Ziya
Paşa’nın Londra’da gördüğü saltanat
“rüya”sı, Fransız İhtilâli’nin imparatorluğa armağanı gazeteler ve bunların medeniyet değişimindeki rollerini inceliyor.
Şiirler arasında
ŞİİRİN SOĞUK SARAYINDA, HAZIRLAYAN: EMEL
KOŞAR, MÜHÜR KİTAPLIĞI, 240 SAYFA, 15 TL
Şiirimizin 1980 kuşağı temsilcilerinden, Üç Çiçek ve
Poetika dergilerinin kurucusu Tuğrul Tanyol, imge
merkezli şiirleriyle tanınıyor. Popülaritenin uzağında duran Tanyol,
müzik ve resim gibi diğer sanat dallarından
da beslenerek şiirde estetiğe önem verir.
Şair ve akademisyen Emel Koşar’ın hazırladığı Şiirin Soğuk Sarayında, Tanyol’un
poetik yolculuğunu, gelenek, müzik ve
resim ile ilişkisini, şiir dilini ve şiirlerinde
hangi temaları hangi imgelerle işlediğini
farklı kalemlerden okuma imkânı sunuyor.
DİN
KÝ­TAP ZA­MA­NI
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kâinata müjde olan sözler
İstanbul’un sekiz hali
BENİM ADIM İSTANBUL, ALİ ZENGİN,
SÜTUN YAYINLARI, 152 SAYFA, 8 TL
Öykücü kimliğiyle tanıdığımız Münire Daniş, son
kitabında hadis öyküleri anlatıyor. Saadet asrına ışık
tutan Dinle Sözü Sevgili’den, Peygamber Efendimiz’in
kutlu sözlerini derinlikli düşünme imkânı sunuyor okura.
Ali Zengin’in kaleme aldığı Benim Adım İstanbul,
bu kadim şehrin sekiz
halini anlatıyor okuyucuya. Sekiz hayatın söz
konusu olduğu romanda, sekiz farklı
zaman tek bir şehirde akıyor. İlgi çekici
kurgusuyla okurunu, tarihin şahitliğinde bir aşk hikâyesine ortak eden yazar,
seyyahların, ressamların, şairlerin sevdiği, yazarların tutulduğu İstanbul’un
bize söylediklerini fısıldıyor.
DİNLE SÖZÜ SEVGİLİ’DEN, MÜNİRE DANİŞ, TİMAŞ YAYINLARI, 176 SAYFA, 9.50 TL
S
ASLIHAN
KÖŞŞEKOĞLU
öyleyeni bu dünyadan
göçüp gitmiş olsa da her
zaman kalıcıdır “söz”. İki
dudak arasından çıkmışsa bir kere,
iyisiyle kötüsüyle sahibine aittir. Bu
yüzden muhatabında bıraktığı etki
güçlüdür. Hele ki kâinata bir müjde
olarak gönderilen, yaşantısı ve davranışları bütün zamanlara örnek kılınan,
hiçbir kelimesi doğruluktan şaşmayan
kutlu bir Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve
sellem) aitse kelimeler, etkisi asırlar
geçse de devam eder. Hatta yüzyıllar
önce dile gelmiş bu mübarek sözleri
öğrenmek bile sevap hükmündedir:
“Kim ümmetime helâl ve haramlar
hakkında bilgi vermek için Allah’ın
rızasını isteyerek kırk hadis öğrenirse,
Allah onu kıyamet gününde âlim olarak haşreder (diriltir). Ben de kıyamet
günü ona hem şefaatçi hem de şahit
olurum.” Evet, Efendimiz Hazreti
Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) bu müjdeyi bize veriyor.
Onun dudaklarından dökülen, bizi
hayra ve hakiki kulluğa davet eden
cümleleri idrakine vararak, gösterdiği istikameti kavrayarak ezberlemek
ve bu bilinçle insanlığa aktarmak,
ödüllerin en güzeline lâyık görülüyor. Öykücü kimliğiyle tanıdığımız
Münire Daniş, Dinle Sözü Sevgili’den
adlı son kitabında bu şefaat müjdesine mazhar olmak isteyenlere güzel
bir fırsat sunuyor. Daniş’in hadis öykülerine yer verdiği çalışmasının en
dikkati çeken yönü, hadis-i şerif öğrenmeyi kolaylaştırması.
Samurayların sonu
SAMURAYLAR ÇAĞI, ERDAL KÜÇÜKYALÇIN,
İNKILAP KİTABEVİ, 240 SAYFA, 15 TL
Japon ekonomisi ve tarihi
üzerine çalışmalar yapan
Erdal Küçükyalçın, Japonya tarihinde önemli kırılma
noktalarından olan Samuraylar Çağı’nı ele alıyor. Yazar, Samuraylar
sınıfının nasıl oluştuğunu, mücadelelerini,
savaşları ve Japon kültürüne özgü uyumun
oluşmasında nasıl bir fonksiyon üstlendiğini detaylarıyla gözler önüne seriyor. Eser,
popüler kültürde bile saygı duyulan Samurayların ortaya çıkışını ve damga vurdukları
dönemleri anlamak için önemli bir kaynak.
meyi sürdüren zaman sahnelerinden
biri…” Yazarın bu girizgâhından sonra, “Nihayet insan emeline doğru didinip dururken bir de bakar ki (şu) ecel
oku gelmiş, onu bulmuş.” hadis-i şerifinin hikâyesi anlatılıyor.
PEYGAMBER TAVSİYELERİ
Münire Daniş
KUR’AN’DAN SONRAKİ TEMEL KAYNAK
Efendimiz’in kutlu sözleri, hikâyeleriyle
birlikte veriliyor kitapta. Yazarın derinlikli bakışıyla yorumladığı hikâyeler,
lezzetli bir dille sunuluyor okura.
Daniş’in, kitabın girişinde, Cenâb-ı
Hakk’ın sünneti nasıl Kur’an’dan sonra asli ikinci kaynak gösterdiğine dikkati çekmesi önemli. “Emel ve Ecel”
başlıklı birinci hikâyenin giriş cümleleri, yazarın üslubuna güzel bir örnek:
“Zaman bir yerde eskiye dâhil olur,
anılar yavaş yavaş silinir ve kaybolur.
Hep akacağı zannedilen zaman bitmek
üzere uzaklaşır, eskir ve yabancılaşır.
Ama bir zaman var ki eskimiyor. İçinden geçenler, içinde yaşananlar ilerleyen ve yenileyen bir sırla hep şimdiye
ait olabiliyor; şimdinin ideali, şimdinin
hasreti, şimdinin arzuladığı… Bir zaman ki, insanın anlamı onda… İşte bir
gün Mescid-i Nebevi avlusunda, Allah
Resulü’nün elindeki bir dal parçasıyla
toprağa çizdiği tablo, kendini yenile-
Kitabın kapağında yer verilen “Size
kendi aranızdan öyle bir peygamber
geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır
gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.”
(Tevbe, 128) ayeti, onun sözlerini hayatımıza şiar edinmenin aslında hiç de zor
olmadığına dikkat kesilmemizi sağlıyor.
Peygamberimizin tavsiyeleri bizi yormuyor, aksine dünya ve ahiret hayatımızı doğru yola sevk edecek, bize zahmet değil rahmet kapılarını aralayacak
bir istikamet gösteriyor. Manevi, sosyal,
kültürel hayatımızın her anına dokunan
hadis-i şeriflerin özenle seçilmesi de
bunu destekliyor. Kâh ırklar arasında
üstünlük olmadığına ve toplumsal barışa dikkat çekiliyor, kâh kişinin öfkesini
yenmesinin erdemine değinilerek insanlar arası iletişim vurgulanıyor.
Timaş Yayınları’ndan çıkan kitapta
Buhari, Darimi, İbn Kesir, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizi, Heysemi gibi farklı hadis
ravilerinden aktarılan 40 hadis-i şerife
yer verilmiş. Yazar, önsözde şöyle diyor:
“Bu kitap; Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem) ne yapmış, nasıl yapmış, ne
söylemiş, niye söylemiş; halimizin, huyumuzun, düşüncemizin, hissiyatımızın,
sözlerimizin ve amellerimizin O’na yaklaşması ve benzemesi için bir vesile olabilirse, maksadına ulaşmış olur.”
Ahmet Kabaklı’nın yazıları
Yalnız şairler
BİR ESKİ SOKAK SESİ, SEVİNÇ ÇOKUM,
KAPI YAYINLARI, 215 SAYFA, 12.50 TL
Sevinç Çokum’un 2003
yılında yayımlanan Bir
Eski Sokak Sesi adlı öykü
kitabı, yeni baskısıyla
Kapı Yayınları tarafından
okura sunuldu. Aslında eser, Çokum’un
1972-74 yılları arasında yayımlanan
ve çok sevilen ilk öykü kitapları Eğik
Ağaçlar ve Bölüşmek’in toplamı. Yazarın yaşanmışlıklardan seçtiği çizgiler ve
gözleme dayalı renklilik bu öykülerin
dünyasını oluşturuyor. Kitapta şehir
dokusu ve insani değerleri bakımından
farklılaşmaya başlayan İstanbul dekoru
içinde dayanışmalar ve kırılışlar incelikli bir üslupla sergileniyor.
Askeri ‘zayiatlar’
MERHABA ASKER, SEÇKİ: MURATHAN
MUNGAN, METİS YAYINLARI, 160 SAYFA, 15 TL
Murathan Mungan, farklı
yazarların kaleminden çıkmış asker ölümlerine dair
öyküleri bir araya topladı.
Merhaba Asker, Türkiye’nin
özellikle son yirmi otuz yılının önemli ve
acılı bir gündem maddesini oluşturan şüpheli asker ölümlerinin etrafında dolaşan,
her yazarın konuyu kendi yazarlık meşrebine uygun bir tutum ve yaklaşımla ele alıp
işlediği, özel olarak bu kitap için yazılmış
on altı öyküyü içeriyor. Mungan’ın seçkisinde Sibel K. Türker, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Sema Kaygusuz, Aslı Tohumcu,
Murat Özyaşar, Şule Gürbüz gibi isimlerin
öyküleri yer alıyor.
Sâmiha Ayverdi’nin gözünden
BU DÜNYADAN KİMLER GEÇTİ, AHMET KABAKLI,
TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, 160 SAYFA, 13 TL
SÂMİHA AYVERDİ’NİN İSTANBUL’U,
KUBBEALTI NEŞRİYAT, 168 SAYFA, 15 TL
Bu Dünyadan Kimler Geçti,
1300 yıllık edebiyat eserlerimizi beş ciltte özetleyen Ahmet Kabaklı’nın kaleminden, şair ve yazarlarımızın
farklı yönleriyle okura sunan bir eser. Yazarın, Tercüman gazetesi ve Türk Edebiyatı
dergisinde çıkan yazıları, kültür dünyamızda edebi bir gezinti yapma imkânı sunuyor. Sait Faik’ten Peyami Safa’ya, Nurettin
Topçu’dan Halide Nusret’e kadar edebiyatımızın farklı isimleri, bilinmeyen anekdot ve değerlendirmelerle okura ulaşıyor.
Kubbealtı Akademisi’nde
düzenlenen Sâmiha Ayverdi
sempozyumunun
bildirileri bir kitapta toplandı. Sâmiha Ayverdi’nin
İstanbul’u adlı eser, Uğur Derman’dan
Kazım Yetiş’e, Fatih Andı’dan Sema
Uğurcan’a, Abdullah Uçman’dan Kenan
Gürsoy’a kadar alanında uzman isimlerin makale ve tebliğlerinden oluşuyor.
Eserde, Sâmiha Ayverdi’nin gözünden
İstanbul’u anlatan kalemler, okuyucuyu
da ‘farklı’ bir şehirle tanıştırıyor.
ŞİİRİN YALNIZLARI, TÜLAY ÖZEKİN,
NEVA KİTAP, 462 SAYFA, 20 TL
Akademisyen Tülay Özekin, Türk şiirinin ideoloji
bahsinde isimleri öne çıkan
iki şairini bütün yönleriyle
incelemeye çalışıyor. Özekin, Türk şiirinde günümüze kadar sevgi,
nefret, inkâr ve ötekileştirme söylemleriyle
yaklaşılan Necip Fazıl ve Nâzım Hikmet’in,
yaşamları, iktidarla ilişkileri, polemikleri,
sanatçı yönleri ve şiirlerinden yola çıkarak
karşılaştırmalı olarak inceliyor. Bu çetin
mukayesede ortaya beklendik farklılıklar
kadar ilgi çekici ‘aynılıklar’ da çıkıyor.
Eski İstanbul öyküleri
34
SİNEMA
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Kafası karışık sinema
Camus’nün özgürlüğü
Postmodern çağın sinemasını nasıl anlayacağız, neye göre
yorumlayacağız? Dr. Rıdvan Şentürk’ün Postmodern Kaos ve Sinema
adlı kapsamlı çalışması, bu konuda yol gösterici. Kitap, hiçbir filmin
sadece kendinden ibaret olmadığını hatırlatıyor sinemaseverlere...
POSTMODERN KAOS VE SİNEMA, DR. RIDVAN ŞENTÜRK, AVRUPA YAKASI YAY., 528 SAYFA, 25 TL
İ
GÜNSELİ IŞIK
lk sinema gösteriminin Lumière
kardeşler tarafından Salon Indian du Grand Café’de gerçekleştirildiğini biliyoruz; seyircilerin, üstlerine
doğru gelen tren görüntüsüne korkarak
tepki verdiğini de. Ama bugünden sonrası için tahminlerimiz, teknolojinin hızına yetişemiyor. Sinema salonlarında
35 mm ile yapılan gösterimler tarihte
çok kısa sayılabilecek süre içinde yerini
önce Betamax ve VHS kasetlere, ardından CD’lere, DVD’lere, derken Bluray’lere ve hatta serçe parmağımız kadar
USB’lere bırakırken, salonlar da yavaş
yavaş devasa 35 mm projektörlerini DCP
sistemlerle değiştiriyor.
Bu kadarla kalmayacağı da kuvvetle
muhtemel. Bilimkurgu filmlerinin sonsuz
hayal gücünü bir parçacık ödünç almama
müsaade edilirse, geçenlerde izlediğim
bir haberden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Yakın gelecekte filmleri, gözümüze
taktığımız özel bir gözlükle istediğimiz
her ortamda izleyebiliriz. Haberde İstiklâl
manın bu doğrultuda gerçekleşmesi gibi
Caddesi’ndeki bazı vatandaşlara bir gözüzerinde pek düşünülmeyen fakat hayli
lük taktırılarak deneyimlerini paylaşmalaehemmiyetli mevzular söz konusu.
rı isteniyordu. Gözlük, gözlüğü takan kişi
Peki, buraya nereden geldik? Çok
için çeşitli yazılı ve sesli komutlar içeriözetle ‘aydınlanma’ akabinde dünyanın
yordu. İleride buna uydu vasıtasıyla ya da
merkezine insan, onun merkezine de
ufak bir çiple film yükleyerek izletmek de
‘akıl’ yerleştirildikten sonra tüm düşünpekâlâ mümkün görünüyor.
ce sistemleriyle beraber sanat algısı da
Tabii bu şekilde film izlemenin debu yoldan ilerleyerek ‘şuur’a seslendi.
ğerlendirilmesi, o yapılan işleme ‘izleme’
Sinema tarihi boyunca takip ettiğimiz
mi deneceği, takip edilen
türlü akımlar kâh buna omuz
görüntülerin ‘film’den mi savererek kâh bunun karşısınyılacağı veya bu tecrübenin
da durarak ama referans
insan algısına, ruhuna yapanoktası olarak ‘aklı’ almak
cağı tesirler de muhtemelen
suretiyle insanlara seslendi.
yepyeni tartışmalar armağan
Modernizmin insan ihtiyaçedecektir bize. Ama doğrularına cevap vermekte yetersunu söylemek gerekirse şu
siz kalışının -zımnî- ilanıyla
an da bu tarz tartışmalardan
ise karşıt bir bakış oluşmaya
çok uzak değiliz. Postmobaşladı. Ancak bu karşıtdernizmin estetiğinin hem DR. RIDVAN ŞENTÜRK
lık da alternatif bir referans
sanat eserinin biçimine hem
noktasından değil sadece
de muhatabın algısına yaptığı değişiklik‘değilleme’den hareket etti.
ler koca bir tartışma külliyatına tekabül
Bunun görsel algıya ve özelde sineediyor bile. En basitinden, bir filmi sinemaya yansıması ise modernizmin vazetmada izlemekle evde DVD’den izlemek
tiği logos’un yerine ‘şuur ötesi’ni konumarasındaki tek fark, izleme alanının bülandırma biçimindeydi. Logos’a hitap
yüklüğü/küçüklüğü değil, sinemada keeden modernist sinema kâh -Godard’ın
sintisiz ilerleyen akış içinde filmin inanyaptığı gibi- sinema biçiminde radikal
dırıcılığına kapılma... Oysa DVD’yi başa/
değişimler kâh -Eisenstein’ın yaptığı
sona sarar ya da sadece belli bir sahneyi
gibi- montajı kullanarak ‘söylem’ inşa
izlerken filme yapılan müdahale ile filetmeye çalıştı. Postmodernist estetiğin
min ‘kurgu’ olduğunun idraki ve alımlasineması ise aklın iflas bayrağı çektiği
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
ALBERT CAMUS ÖZGÜRLÜK VE DEVRİM, GÜLSER
ERÇEL, KAFEKÜLTÜR YAYINCILIK, 350 SAYFA, 25 TL
20. yüzyılın önemli yazarlarından Albert Camus’nün
hayatına ve eserlerine
dair şimdiye kadar birçok eser yazıldı. 44 yaşında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan üç yıl sonra hayata veda eden
yazar, 47 yıllık hayatında geriye bıraktıklarıyla çağının önemli düşünür ve yazarlarından biri oldu. Gülser Erçel’in hazırladığı Albert Camus
Özgürlük ve Devrim kitabı Camus
üzerine yeni bir şey söylemese de
onun hayatına özgürlük penceresinden bakan kapsamlı bir eser.
Çağına tanıklık eden kadın
ÇAĞIN OLAYLARI ARASINDA, EDİTÖRLER:
BETÜL ÇOTUKSÖKEN, GÜLRİZ UYGUR, HÜLYA
ŞİMGA, TARİHÇİ KİTABEVİ, 512 SAYFA, 29 TL
Türkiye Felsefe Kurumu’nun
başkanı olan İoanna Kuçuradi, bu alandaki çalışmalarıyla Türkiye’de öncü
akademisyenlerin başında
geliyor. Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur
ve Hülya Şimga’nın hazırladığı Çağın
Olayları Arasında adlı eser, Kuçuradi’ye
armağan kitabı. Ana izleği “arada olmak” olan kitap, Kuçuradi’nin “düşünce
akrabaları”na çok şey borçlu. İoanna Kuçuradi, “çağın olayları arasında” olduğu
kadar eleştirici, tartışmacı, sorgulayıcı kimliğiyle de çağdaşı okurlarının arasında.
Balıkesir’in tünelleri
KUVAYI MİLLİYE’NİN HAZİNESİ, METİN SAVAŞ,
ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 496 SAYFA, 27.50 TL
noktada söylemin yerine ‘figür’ü kullanarak şuurun ötesine seslenmeyi tercih
etti. (Aslına bakılırsa hem -bilim değil
de- sanat oluşu itibarıyla hem de diğer
sanat dallarından farklı olan yanını ortaya koyması itibarıyla sinemanın asıl
gücü baştan beri ‘figüratif’ olmasındaydı.) Postmodern dönem filmleri, modernist sinema anlayışının konvansiyonel
yapısını bozarak, olay örgüsünü parçalayarak, hikâye anlatımını alaşağı ederek, zaman ve mekân kullanımını bambaşka anlayışla inşa ederek “gerçekliğin,
görerek ve zihinle ihata edilemeyeceği”
tezini savunuyor.
Dr. Rıdvan Şentürk’ün Postmodern
Kaos ve Sinema kitabında burada çok kısaca özetlerini verebildiğim meselelerin
çok daha şümullü anlatımına ve elbette
enine boyuna ele alınan pek çok sinema
örneğine ulaşmak mümkün. Seyrettiğimiz her bir filmin yalnızca kendinden
ibaret olmayıp uzunca bir felsefi, sosyolojik ve psikolojik sürecin sonundan süzülerek seslendiğini hatırlatıcı olma bakımından kitabın önemi büyük. Kaldı ki
Şentürk bununla bile yetinmeyip meseleleri en başından ele alırken girizgâhı
da fizik biliminin tarihçesiyle yapıyor.
Bütün bu interdisipliner okuma içinde
terimler arasında koştururken nefes nefese kalmamanız için kitabın sonuna
eklenen “lügatçe” de hediyesi!
35
Zemheri Kuyusu adlı romanıyla adını duyuran
Metin Savaş, yeni romanında okurunu Kurtuluş Savaşı’na götürüyor.
Balıkesir’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünden hareket eden yazar,
şehrin altında var olduğu iddia edilen esrarengiz tünellerin izini sürüyor. Yazar,
Zağanos Paşa Camisi’nin ön cephesindeki sembolik mermer saatin çözülemeyen
şifresini ve bu saatin niçin daima iki buçuğu gösterdiğini anlatırken, bir taraftan
da yetişkinlerin tüketim kültürü aymazlığı
ile gençliğin hercai atılganlığına varıncaya
dek iç içe geçmiş hikâyeleri harmanlıyor.
Karun’un düşüşü
KARUN, SUAT AÇAR, KARMA KİTAPLAR,
240 SAYFA, 14 TL
Suat Açar ilk romanı
Karun’da, “madeni parayı icat eden ülke” olarak
bilinen Lidya’nın son kralı Krezüs’ün, namıdiğer
Karun’un hikâyesini anlatıyor. Zenginliği
ve mağrurluğu nedeniyle Batı Anadolu’da,
”Karun” diye bilinen Krezüs’ün Helen
kültürüyle yönettiği ülkesi, M. Ö. 547
yılında Kızılırmak yakınlarındaki bir savaşta tarihten silindi. Savaştan sonra kral,
Persler tarafından esir alındı. Müreffeh
bir ülkenin kralı iken, ihtiraslarına yenilip
esir edilen bir adamın iç dünyası, kurgusal
mitolojik bir romana dönüşmüş.
POLİSİYE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
‘Masum’ bir kitap hırsızı!
Müfettiş Rebus geri döndü
Kitapları Fazla Seven Adam, yazıları New York Times ve Washington
Post gibi gazetelerde yayımlanmış Allison Hoover Bartlett’ın ilk
romanı. Kitapları sevdiği için sürekli çalan bir kitap hırsızının gerçek
hikâyesini anlatan eser, başarılı bir polisiye kurgusuna sahip.
KİTAPLARI FAZLA SEVEN ADAM, ALLISON HOOVER BARTLETT, ÇEV.: SEDA ÇINGAY, PALOMA YAYINLARI, 208 SAYFA, 16.50 TL
O
“
söylendiği gibi, Bartlett gerçek bir kitap
hırsızlığı anlatıyor. Romanın kahramanı,
kumak” ile “kitap” araazılı kitap hırsızı John Charles Gilkey.
sında bir “sevgi” bağı kuracak
Bir gün, Bartlett’ın bir arkadaşı intihar
olsak herhalde şöyle bir önereden ağabeyinin eşyalarını düzeltirken eski
me çıkar ortaya: “Okumayı seven, kitapları
bir kitapla karşılaşır. Üzerinde, kitabın bir
da sever.” Peki, kitapları sevmek, ne kadar
üniversite kütüphanesinde çalışan bir arkadaşı tarafından ödünç alındığını açıklayan
okumayı sevmektir? Kitapları fazla seven
bir not vardır. Ne var ki ağabey kitabı iade
biri, okumayı sevmeyebilir mi? Evet, pek
etmeye vakit bulamamış ve bu görevi karçokları kendi çevresinde de görmüştür, kitap
deşine bırakmıştır. Ortaçağa ait bir ‘bitkiler
okumaktan çok kitap almayı seven, zengin
kitabı’dır bu (The Kräutterbuch). Eseri değerli
bir kütüphaneye sahip olma arzusuyla yanıp tutuşan bir ‘okur’ türü var… Bir de bu
kılansa, o yıllarda kitapların çoğunun yakılmasıdır. Bugüne ulaşan kitabın hikâyesini
işi meslek haline getiren nadir kitap tutkunları… Sahaflardan çıkmaz, hangi elyazması
merak eden Bartlett, biraz araştırma yapar.
kimdedir, hangi kitabın ilk baskısından kaç
Kısa sürede kitabın çalıntı olduğunu anlar.
tane vardır, yazarından imzalısı kimin kolekAraştırma yaparken de bir sürü hırsızlık
siyonundadır… Hepsinin bilgisi onda mevhikâyesiyle karşılaşır. Akademisyen hırcuttur. Ortak paydaları; kitap görünce dayasızlar, rahip hırsızlar, kâr amaçlı olanlar ve
namazlar… Ne yapıp edip o kıymetli parçayı
daha neler... Fakat en ilgi çekicileri sırf kitap
koleksiyonlarına dâhil etmek isterler. Kitap
aşkı için çalan kitap müptelalarıdır. İşte Bartlett, amatör bir dedektif olan nadir kitap saartık onun kitaplığını süsleyecektir.
‘Belgezâr’larıyla meşhur kitap müptelası
tıcısı (Türkçenin güzelliğiyle söyleyecek olursak, sahaf) Ken Sanders’ın adına bu sırada
Yusuf Çağlar, bir gün sahafta kitaplar arasında gezerken bir başka ‘kitap delisi’ şikâyet
rastlar. ‘Bibliyohafiye’ Sanders, son yılların
etmeye başlar: “Kitabı görünce dayanamıen ‘başarılı’ kitap hırsızını üç yıllık uğraş soyorum. Onu almak, bir emanunda yakalamıştır.
netçi gibi sıkıca kavramak
Bartlett tıpkı bir koleksiyoncu gibi bu hikâyenin
ve kütüphanemdeki eksik
parçalarının peşine düşer.
karelerden birini sevinçle
Önce New York Antitamamlamak çaresizliği içindeyim. Ben tam anlamıyla
ka Kitap Fuarı’nın yolunu
müptelayım. Onun için bu
tutar ve kitap hırsızlarını
söz bana tam uyuyor: Lâ
yakalamaktan zevk alan
takrabü’l-kitabe (Kitaba yakKim Sanders’ı bulur. Kitap
laşma). O an kitap müptekoleksiyonculuğu ve nadir
lası işi biraz daha ileriye taşır
kitap hırsızlıkları hakkında pek çok şey dinledikten
ve şöyle der: Lâ takrabü’ssonra Gilkey’i sorar. Sansahhafe! (Sahafa yaklaşma).”
AllIson Hoover Bartlett
ders onun çoktan serbest
Neden mi? Bilirler ki,
kaldığını düşünse de, Bartlett onu bir hasahafa girip eli boş çıkan pek az müptela
pishanede bulur ve konuşmaya ikna eder.
vardır. Antika koleksiyonculuğu, Freud’un
Gilkey, ilk hırsızlığını 1997’de, Burda dediği gibi, “bağımlılık konusunda yalnızca nikotinden geri kalır.” Peki, cüzi bir
bank’teki antika kitap fuarında karşıücretle posta idaresinde çalışan biri antika
lıksız çek ve limitsiz kredi kartı ile yapve nadir kitapları fazla severse ne olur? Hele
mıştır. Ama kitap çaldığı için değil daha
bu kişi hırsızlığa eli yatkın, profesyonel bir
sonra karşılıksız çeklerle dolar aldığı için
dolandırıcı ise… Ne mi olur? Kitapları Fazla
yakalanır. Hapse girer, çıktığında kuSeven Adam romanına ilham olur.
marda kaybettiklerini ödemek için karşılıksız çek yazar. Yine hapse girer. Tekrar
çıktığında kitaplara sahip olma tutkusu
GERÇEK BİR KİTAP HIrSIZLIĞI
devam etmektedir. Bu sefer içeri girmeye
Kitapları Fazla Seven Adam, yazıları New
hiç niyeti yoktur.
York Times ve Washington Post gibi ga Lüks bir mağazada bulduğu iş, ona istedizetelerde yayımlanmış gazeteci Allison
ği kitapları almak için sonsuz bir imkân sunar.
Hoover Bartlett’ın ilk romanı. Kitabın
O yıllarda makbuzda kredi kartı numarasının
üst başlığı ise şöyle: “Bir Hırsız, Bir Detamamı yazmaktadır. Babası ile bir seyahate
dektif ve Edebî Saplantılarla Dolu Bir
çıkar ve sistemli bir çalma işine girer. Önce
Dünyanın Gerçek Öyküsü”. Kapakta da
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
YAVUZ ULUTÜRK
Ortaçağdan kalma bitkiler kitabı: The Kräutterbuch
kitapçıları gezmekte, sonra da telefonla arayıp
belirlediği kitapları, ücretini kredi kartı numarası ödeyerek almaktadır. Kitabı bir arkadaşının alacağını söyleyip kendisi almaktadır. Böyle böyle Gilkey, çalıştığı süre içinde pek çok
makbuzu kendine saklar. Böylelikle Gilkey,
1999 sonundan 2003 başına kadar toplam
değeri yüz bin dolara yakın kitap çalar. Daha
doğrusu, kendisinin olduğunu düşündüğü
kitabı alır. Fakat kimse çalınan bu kitapların
izini süremez. Çünkü Gilkey çaldığı hiçbir
kitabı satıp para kazanmak derdinde değildir. O, kendisine hayranlık duyulmasını istemekte bu nedenle de Modern Library’nin
en iyi yüz İngilizce kitap listesinde yer alan
kitapları tercih etmektedir. Bartlett’ın da
dediği gibi, “çoğu kitap koleksiyoncusu gibi
Gilkey’in bağlılığı da hikâyeden ziyade kitabın temsil ettiği şeylere” yöneliktir.
BİR GAZETECİLİK BAŞARISI
Aynı zamanda bir gazetecilik başarısı da
olan Kitapları Fazla Seven Adam, yer yer nehir
söyleşi tadında ilerliyor. Bartlett, çalmaktan
usanmayan ve sadece kitap tutkusu için çalan Gilkey ve onu yakalamayı başaran Kim
Sanders ile uzun görüşmeler yapıyor. Kendisi sahafların cezbeden ve bağımlılık yapan
dünyasına dâhil olmakla kalmıyor, okuru da
kısa sürede maceranın içine çekmeye başarıyor. Sayfalar ilerledikçe Hemingway’den H.
P. Lovecraft’a, Nabokov’dan E. L.
Doktorow’a, Thomas Mann’dan A. Conan
Doyle’a uzanan geniş bir yelpazede kitap
hırsızlığına şahit oluyor okur. İster istemez
kendini bir sahafın ortasında kitaptan duvarlara bakarken buluveriyor. Dönüp dolaşıp şu soruya geliyor: Dünün nadir kitapları,
imzalı eserleri, ilk baskıları hâlâ kıymetli…
Yarın da böyle olacak gibi. Acaba ilk baskısı
yüz binler yapan ve imza kuyrukları metrelerce uzayan kitapların âkıbeti ne olacak?
36
BAŞKASININ MEZARI, IAN RANKIN, ÇEV.:
DİLEK ŞENDİL, YKY, 412 SAYFA, 22 TL
İskoç polisiyesinin önemli
isimlerinden Ian Rankin,
yirmi beş yıl önce başladığı Rebus serisine yeni
bir kitap ekledi: Başkasının Mezarı. Serinin ilk macerası Knots
and Crasses 1987’de yayımlanmış ve
2007’de Exit Music romanı ile Rebus
polislikten emekli olmuştu. Bu romanla birlikte Müfettiş John Rebus beş yıl
aradan sonra (kitap, ülkesinde 2012’de
yayımlandı) geri dönüyor. Artık polis teşkilatı adına sivil memur olarak
görev yapmaktadır. Kitap adını Jackie
Leven’ın Another Man’s Rain (Başkasının Yağmuru) adlı şarkısından alıyor.
Dilek Şendil’in titiz çevirisine kaliteli
bir baskı eşlik ediyor. Kitabın konusuna gelince: On yılı aşkın bir süre içinde
beş genç kız birer birer ortadan kaybolur. Davaya Müfettiş Siobhan Clarke ile
Rebus birlikte bakmaktadırlar. Olayın
üzerinden yıllar geçmesine rağmen Rebus, çözümsüz kalan kayıp vakalarından birini, işlenen yeni cinayetle ilişkilendirmeyi başarır. Ve macera başlar…
Kat ettiği kilometrelerce yol, uykusuz
kaldığı geceler, her şeyini ortaya koyarak adandığı bu dava, bir yerden sonra
Rebus’ın yaşama sebebi olur.
İnsanlık tehlikede, çare kim?
ON İKİ, JUSTIN CRONIN, ÇEV.: DOST KÖRPE,
DOĞAN KİTAP, 596 SAYFA, 35 TL
Gerilim sevenler için
ayın kitabı Justin Cronin
imzalı On İki. Yazarın
“Hiçlikten Gelen Kız”
üçlemesinin ikinci kitabı
olan roman, Dost Körpe’nin çevirisiyle
Türkçede. Amerikan ordusunun yürüttüğü Nuh Projesi korkunç bir felaketle
sonuçlanmıştır. İnsanlık virallerin hüküm sürdüğü vahşi bir dünyada var
olma mücadelesini sürdürmektedir.
Projeye dâhil edilen 12 denekten yayılan virüsü durdurmanın tek yolu,
onları bulup ortadan kaldırmaktır. Kitap, klasik Amerikan gerilimlerini sevenler için farklı bir seçenek olabilir.
Derin çeteler iş başında
DERİN ÇETEYE PUSU, ALİ ERKAN KAVAKLI,
NESİL YAYINLARI, 324 SAYFA, 14 TL
Ali Erkan Kavaklı’nın
“Derin Çete Serisi” altıncı kitaba ulaştı. Mafya Kıskacında Vurgun,
İtiraf Ediyorum, İntikam,
Cehennem Vadisi ve Ergenekon Şifreleri
adlı serinin önceki kitaplarında olduğu
gibi son romanda da Türkiye gerçekleri
merkeze alınıyor. Kavaklı, Derin Çeteye Pusu’da Dağlıca’da meydana gelen baskında 12 şehit, 16 yaralı ve 8
kayıp veren yarbayın neden plaketle
ödüllendirildiği, Aktütün karakoluna baskın yapılacağına dair ihbarlara
rağmen neden önlem alınmadığı ve
daha pek çok benzer olayda yaşananları roman kurgusunda anlatıyor.
SPOR
KÝ­TAP ZA­MA­NI
Dünya ve Türk futbolunun romanı
Tanıl Bora ile Ziya Adnan’ın birlikte kaleme aldıkları Kimi Başrol Kimi Karakter: Kulüp Hikâyeleri adlı kitap futbolla ilgili harika öykülerle dolu. Dünyanın
en önemli derbilerinden seçmelerle başlayan çalışma, Ada futbolundan
ülkemize kadar farklı coğrafyalardan anekdotları bir araya getiriyor.
KİMİ BAŞROL KİMİ KARAKTER: KULÜP HİKÂYELERİ, TANIL BORA-ZİYA ADNAN, DİPNOT YAYINEVİ, 344 SAYFA, 20 TL
B
Osmanlı’da Amerika rüyası
HARPUTLU HASAN, BÜLENT GÜNAL,
UFUK KİTAPLARI, 490 SAYFA, 19 TL
Bülent Günal’ın yazdığı
Harputlu Hasan, bir göç
hikâyesini konu alıyor. Roman, hayallerinin peşinden
koşan, hayatlarında deniz
görmeden okyanus aşmak için yola çıkan 14
yaşlarındaki üç Harputlu arkadaşın, Hasan,
Hamit ve Kişmo’nun yol hikâyesini anlatıyor. ‘Fırsatlar ülkesi’ Amerika’ya 18. yüzyıldan itibaren dünyanın çeşitli yerlerinden yüz
binlerce insan göç etti. ‘Amerikan rüyası’nın
peşinden koşanlar arasında Osmanlı vatandaşı üç Harputlu da yer alıyordu…
‘Öteki’ surda gedik açmak
AHMET ÇAKIR
aştan söyleyeyim, Kimi
Başrol Kimi Karakter adlı kitabı tanıtmak için uzunca bir
alıntı yapmak zorundayım. İşin kolayına
kaçmaktan değil, “Kulüp Hikâyeleri” alt
başlığını taşıyan kitabı çok iyi anlattığı için bunu yapacağım. Yoksa bu kitap
üzerine birkaç saat içinde beş ayrı yazı
yazabilirim, yayımlatacak yer bulabilmek koşuluyla tabii: “Her futbol kulübü bir nevi roman kahramanıdır. Haydi
deyin ki, hikâye kahramanı! Bu kitaptaki
yazılar, dünyanın dört bir köşesinden,
bu hikâye ve roman kahramanlarının bir
öbeğinin resmi geçididir. Nasıl ve nerede
başlamış hikâyeleri, renkleri nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler ya da önemsizliğe sürüklenmişler, zaman içinde kimler
giymiş formalarını, neler kazanmış, neler
kaybetmişler, şimdilerde ne yaparlar,
ne âlemdedirler, sevdalıları kimlerdir?
(...) Futbol birkaç renkten, birkaç büyük takımdan ibaret değil ki. Hep parlak ışıklar altında yaşayanlar var, gözünün feri sönmüşler var. Uzun ömründe
‘ikbali de idbarı da görenler’ var. Kimi
eski günlerine ağıt yakarken, kimileri
manşetlerden düşmeyen… Kimi endüstriyel futbolun zenginliğinde giderek büyürken, kimi zor zahmet ayakta
kalmaya çalışan… Kimi pek meşhur,
kimi uzaktan aşina, kimi gözden ırak,
adı bile bilinmez… niceleri var.”
Evet, Tanıl Bora ile Ziya Adnan’ın
birlikte kaleme aldıkları kitapta bu söylenenlerin hepsi, hatta çok daha fazlası var. O kadar ki, futbolun magazin
yanıyla ilgilenenler bile unutulmamış
diyebiliriz. Kuşkusuz yazarlarımızın
böyle bir dertleri yok ama Barcelona
savunmasının iki temel direğinden biri
olan Gerard Piqu’nin hayat arkadaşı
Kolombiyalı ünlü şarkıcı Shakira’nın
Real Madrid taraftarı olduğundan haberiniz var mıydı? Sadece bu değil, bunun gibi daha neler neler...
Kitap değişik zamanlarda yazılmış
yazılardan oluşuyor. İki yazarımız bunları belli bir düzen içinde derlemiş ve ortaya bu eser çıkmış. Dünyanın en önemli
derbilerinden seçmelerle başlıyor kitap.
Bu da benim için kışkırtıcı bir konu;
mesleğimin ahir zamanında dünyanın
en büyük 10 derbisini yerinde izleyip
bir kitap yazarak mesleğe nokta koymak
gibi bir hedef ve özlemim var.
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
AZINLIKLAR, ÖTEKİLER VE MEDYA,
DERLEYENLER: YASEMİN İNCEOĞLU, SAVAŞ
ÇOBAN, AYRINTI YAYINLARI, 368 SAYFA, 23 TL
İnsanlık tarihinde hemen
her coğrafyanın ve devletin ‘öteki’si olmuştur. Bu
açıdan, Türkiye’nin de, günümüzde bile ‘ötekisinin’
hayli çok olduğu söylenebilir. Bu kesimleri, grupları veya toplulukları tek tek saysak satırlar yetmez. Ötekilerin ve onların
medyayla ilişkilerini ele alan Azınlıklar,
Ötekiler ve Medya demokrasiye, özgürlüğe,
farklılığa, çoğulculuğa, hukukun üstünlüğüne, Müslümanlara, Kürtlere, Alevilere,
Müslüman olmayanlara çekilen duvarlarda bir nebze olsun gökyüzü görebileceğimiz gedikler açma umudu taşıyor.
Üçüncü dünya savaşının provası
Derbiler arasında en çok ilgimizi çeken El
Ahli-Zamalek oluyor. Niye ötekiler değil
de bu, sorusu gereksiz çünkü başka herhangi bir derbi “Üçüncü dünya savaşının
genel provası” olarak nitelendirilmiyor.
Bizim Fenerbahçe-Galatasaray derbisi de
şiddet yönünden hatırı sayılır bir potansiyele sahip ama yabancı bir gazeteciye
“gitmeyin, öldürülürsünüz” denilecek
kadar değil. Bu derbiyi konu etmeden
Mısır üzerine konuşmuş olamazsınız denilebilecek kadar ileri noktada iş…
Kızılyıldız-Partizan derbisi de ondan geri kalır gibi değil… Aralarındaki
mezhep ayrılığına karşın Celtic-Rangers
rekabeti bunların yanında romantik kalıyor. Zaten Rangers’ın küme düşürülmesi
nedeniyle bu derbinin yeniden başlaması için birkaç yıl beklememiz gerekiyor.
Roma derbisinde şiddet, nefret ve ırkçılık
var. Schalke-Dortmund rekabetinin içinde biraz biz de yer alıyoruz. Ajax-Feyenoord rekabetinin Yahudilerle köylülerin
çatışması olarak görüldüğünü işitmiş
miydiniz? Brezilya’nın Fla-Flu derbisinin
eğlence yanının ağır bastığını kestirebiliriz. Ancak “Brezilya’da futbol, adalet
ve demokrasinin ilk öğretmenidir.” gibi
önemli bir sözü de atlamayalım.
Ardından sertçe bir geçişle Ankara
futbolunun haline bakıyoruz. Ankaragücü ve Gençlerbirliği ağırlıklı olarak dünden bugüne yolculuk yapıyoruz. Elbette
ki hüzün tarafı ağır basan bir yolculuk
bu. Zaten yazarlardan Ziya Adnan ağırlıklı olarak İngiltere’den değişik bakımlardan çarpıcı örnekler verirken, bizdeki
fiyasko düzeyindeki aksaklıklara sık sık
göndermede bulunuyor. Gerçekten iki
dünya arasında o kadar büyük farklar var
ve bunlar öylesine aleyhimizde ki, sık sık
hatırlayıp hayıflanmamak elde değil.
Londra: Bir futbol kıtası
Ankara
bölümünden
“Avrupa’nın
Büyükleri”ne zıplıyoruz. Real Madrid,
Barcelona ve Bayern Münih’e birer selam çakıp Londra’ya geçiyoruz: “Bir Futbol Kıtası”. Evet, kenti ya da bölgesi filan
değil kıtası. Bence de Londra bir futbol
kıtası, belki daha da fazlasıdır. Burada o
kadar çok futbol romanı ve öyküsü var ki,
benzerini ancak bir kıtada bir araya toplayabilirsiniz. “Ada’nın Taşrasından” bölümündeki yazılar da bu iddiayı pekiştiriyor.
“Avrupa Taşrasından” bölümünün
sürprizi İsveç’teki Süryani takımı. Zaman
zaman Türk kökenli oyuncular da bu
takımda yer alıyor. Ceyhun Eriş bunların transferle Türkiye’den gideni olarak
aralarına katılmıştı... “Dünyanın Taşrasından” bölümünden inanılmaz bilgiler
edineceksiniz. Örneğin, Cezayir’in bağımsızlık savaşında futbolun önemli bir
rolünün bulunduğunu öğrenmek gerçekten ilginç. İlk cumhurbaşkanı Ahmed
Ben Bella, Marsilya’da oynamış bir futbolcu imiş. Daha fazlası da var.
“Unutulmuş… Ve Unutulmayan”
ile “Sol Kale Arkası” bölümleri kesinlikle ayrı bir yazıyı hak ediyor. Tanıl
Bora ismi zaten bu alanda bir kalite güvencesi. İki arkadaşımız hazine değerinde bir kitap ortaya çıkarmış. Payınızı
almak ister misiniz? Siz bilirsiniz.
37
Vahiy kültüründe iletişim
KUR’AN’DA İLETİŞİM DİLİ, SÜLEYMAN GÜMRÜKÇÜOĞLU, NESİL YAYINLARI, 312 SAYFA, 14.00 TL
Hayatın temel unsurlarından biridir iletişim. İnsan,
bir etkileşim içerisinde öğrenir, olgunlaşır, kemal bulur ve hakkıyla insan olur.
İşte bu sebepledir ki, âlemlerin Rabbi de
bir ‘iletişim’ imkânı sunar insana. Tenezzül buyurur, insan ile konuşur. Kur’an’dır
Yaratan ile yaratılan arasındaki iletişim
sürecini oluşturan mesajları içeren ilahî
kitabın, ezelî kelamın adı. Kur’an’da İletişim Dili, çağdaş iletişim unsurları, modelleri, türleri, şekilleri ve iletişim engellerini
vahiy kültüründe değerlendiriyor.
Felsefe ile tasavvuf karşılaşınca…
İSLAM FELSEFESİNDE MİSTİK BİLGİNİN YERİ,
ŞAHİN FİLİZ, SAY YAYINLARI, 384 SAYFA, 20 TL
Akademisyen Şahin Filiz,
İslam ve felsefe konusundaki birikimlerini İslam
Felsefesinde Mistik Bilginin
Yeri adlı çalışmasında ortaya koyuyor. Mistik bilgiyi önce genel
anlamda ve sıradan sezgi ile karşılaştıran
Filiz, Descartes’tan Kant’a, Bergson’dan
Russell’a kadar zaman zaman ele alınan
“genel sezgi”nin bize sadece fenomenlere
ait yüzeysel bilgi sağladığını ama bizi eşya
ve olayların gerisinde saklı hakikatlere eriştirmediğini tespit ediyor. Aynı zamanda,
tasavvuf disiplinini Muhâsibi, Gazali ve İbn
Arabi gibi önde gelen mutasavvıflardan yararlanarak epistemolojik açıdan ele alıyor.
USTA GÖZÜYLE
KÝ­TAP ZA­MA­NI
‘Ne olacak bu memleketin hali’ne dair
3 MART 2014 PA­ZAR­TE­SÝ
Kırk satır mı arzu buyurulur, kırk
katır mı, takdir sizin ey azizler!
Efendim, bendeniz sinnen bir hayli umur
görmüş, eyyam geçirmiş bir kardaşınız
olarakdan nevmîdî içindeyim: Ne olacak
bu memleketin hali?
Söz arasında sıkça imâen veya alenen, “Ah Recai Bey
gibi bir liyder başımızda olsa, bizi şu fırtınalı deryada
selâmete eriştirirdi” nevinden târizler gelse de
sükûnet ve asâletimi muhafazaya gayret edeyorum.
İRFAN
KÜLYUTMAZ
RE­CAÝ
GÜL­LAP­DAN
C
ânımdan
muazzez kaarilerim, efendim,
Cenâb-ı Hakk’ın
lûtf u ihsaniyle bu
def’a da mulâkıy olduk. Rabbime
binlerce hamd ü senalar ederekden
lakırdıma başlayorum. Efendim,
bendeniz sinnen bir hayli umur
görmüş, eyyam geçirmiş bir kardaşınız olarakdan nevmîdî içindeyim:
Ne olacak bu memleketin hali?
‘SEMİHA, NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?’
Bendeniz şahsen bu suali kaç def’a
sorduğumu bilmeyorum: Lâkin şurası
muhakkak ki, bu sual bugün olduğu
gibi âtîde de sorulmaya devam edecek gibi görüneyor. İstitraden arz
edeyim: Rahmetli Kemal Tahir’e ıtlak
edilen hoş bir hikâye vardır: Kemal
Ağabey, bir akciğer ameliyatı geçirdikden sonra nekahet devresinde
iken, rivâyet o ki, bir gece sabaha
karşı refikası Semiha Yenge’yi uyandırır: Rahmetli yenge, sabahın o saatinde Kemal Ağabey’in uyandırmasından fevkalhâd endîşe ederekden,
“Ne oldu Kemal, bir şeyin mi var?”
deye, halecan ve telâş ile yatakdan
fırlayarak Kemal Ağabey’e doğru
seyirttiğinde, ondan şu cevabı alır:
“Semiha, ne olacak bu memleketin
hali?” Semiha Yenge’nin, mekânı
cennet olsun, nûrlar içinde yatsın [ki
kendisi muazzez kardaşım Hilmi
Bey’in ikinci izdivâcında nikâh şâhidi
idi!] Kemal Ağabey’in bu cevabı üzerine “İlâhi Kemal! Sabahın bu saatinde sorulacak sual mi bu?” deyince,
mumaileyhin aslanlar gibi kükreyerek “Semiha! Semiha! Memleketi
düşünmenin günü, saati mi olur?”
dediği rivâyet olunur. Bendenizce de
Kemal Ağabey’in bu cevabı fevkalhâd
yerindedir. Hakiykaten muazzez kaarilerim, memleketi düşünmenin
günü, zemanı yokdur!
Eyi de, bendenizin yetmiş şu
kadar senedir bu suali günü ve
zemanı hisab etmeden sormakda
R
ahmetli
Mehmet
Akif
Ersoy’un,
“Allah bir daha
bu millete İstiklâl
Marşı yazdırmasın”
meâlindeki cümlesi mâlumunuzdur; aklı başında her evlâd-ı
melmeket bu temennîye âmiin der
ve fekat aziz vatanımızın ne kara
bir bahtı var imiş ki, buyrunuz
yeniden birileri vâsıtasıyla kurtarılması lâzım gelen bir duruma gelmiş bulunayor?
Kerrât ile buracıktan âleme ilan
ettiğim içün müsteriyhim; ey azizler,
ne zaman melmeket kurtarılmak
raddelerine getirildiğinde lütfen ve
keremen bizzat şu kendime, şahsıma doğru mânidar bir tarzda nazarlarınızı mıhlamayınız!
Yapamayacağımdan değil, bilakis bilürsünüz ki kendi şahsım itibariyle melmeket idare etmek, esasen damarlarımda mevcut ve
meknûz bulunan asîl ecdâd kanında kâfi ve vâfi, hatta hayli mebzûl
miktarda mevcut bulunan bir cevherdir fekat ele güne karşı,
“Gördünüz mü, Türkiya yine darda
kaldı, Recai yetişti kurtardı; Recai
olmasa bu Türkiya’nın hâli
nic’olur?” dedirtmem!
olduğum niyçün fark edilmemektedir? Şindilerde de bendeniz, Kemal
Ağabey gibi aslanlar misali kükreyerekden sual edemesem de “N’olcak
bu memleketin hali?” deyip durmakdayım. Haydi fark edilmeyor deyelim,
lakin ben bu suali sormakdan ne
zeman halâs olacağım, ya Rabbi?
Agleb-i ihtimal, “N’olacak bu
memleketin hali?” diye sorulmaya
ilelebed devam edeceğe benzemekdedir. Hal-i pür melâlimiz, Samih
Rif’at Bey’in o güzelim hicâz şarkısında ifade edildiği vechile, “günden
güne efzûn” olmaya devam edecek
midir? Rabbim bizi her türlü kaza ve
belâdan muhafaza etsin; ziyâde
müteellimiz, Cenab-ı Hak bize millet
olarak, takatimizin fevkınde bir yük
tahmil etmesin. Amin!
İŞİMİZ SADECE DUA ETMEK!
Üzülüyoruz elbetde! İslam’la şereflenmiş olan insanlarımız birbirlerine
düşmüş vaz’iyyetdeler. Üzülmemek
elde değil, zira biz öyle yetişdirilmedik! Nâmık Kemal üstâdımızın
buyurduğu gibi, hüzn-ü umûmî,
kendi derdimizi hatırlamamıza mâni
teşkil edeyor. Ne Muallim Naci
Efendi gibi, “ihtilâfatıyla dehrin”
uğraşmayıb onu “mirsâd-ı ibretden
temâşâ” edebiliyoruz, ne de üstad
Yahya Kemal’in ifâdesiyle “bülend
servilerin gölgesine” yatıb “dehrin
hây u hûyuna mecbûl-ü hande” olabiliyoruz! İlle de memleketin derdi,
ille de “ne olacak bu memleketin
hali?” [Her ne kadar Yahya Kemal bu
beyti ölüler için söylemişse de, bugün
halimizin ölümden beter olduğu
esbâb-ı mucibesiyle tekrarlamakda
bir beis görmedim!]
Şimdilik işimiz sadece dua etmek!
Rabbim müslümanı müslümana
düşürmesin. Rabbim adaleti zulme
taglib edecekdir, inşallah…
Efendim, bu ay da bu kadar.
Telakıy gelecek aya inşallah. O
vakde Rabbime emanet olunuz,
zâtınıza hoşca bakınız. Au Revoir,
canlarım benim…
RECAİ BEY GİBİ BİR LİYDER OLSA İDİ!
Bizim kahvede sabahtan yatsıya
kadar bu meseleler münakaşa edileyor; nefsime pek gîran gelmekle
beraber lâfa iştirak etmeyorum.
Söz arasında sıkça imâen veya
alenen, “Ah Recai Bey gibi bir liyder başımızda olsa, bizi şu fırtınalı
deryada selâmete eriştirirdi”
nevinden târizler gelse de sükûnet
ve asâletimi muhafazaya gayret
edeyorum.
Niyçün, diyeceksiniz?
Zira efendiler, cumhurî idâre,
alelhusus demirkırasî esasda kendi
ayağı üzerinde durmayı becerebilen, temyiz ve tefrik kudretini haiz,
meslek sahibi ve kendi hukuku
mevzuunda titiz ve salâbet sahibi
fertlerle kaimdir.
38
Bakınız, şu yokarıda tesâdüfen,
sözün gelişi itibariyle irâd buyurduğum cümle, melmeketin bütün
resmî dairelerine, mekteplerine,
bilumum kıraathane ve cemiyyetlerine altun ile yazılarak çerçevelenip
asılması iycab eden mühim bir
veciyzedir. Altına “Recai” yazılsa da
olur yazılmasa da... Bir mahz-ı
hakiykattir. Pekiy, bu vecize ile
aceba ne demeye getiriyorum, iyzah
edeyim:
Aziz kaarîlerim, âgâh olalım;
bizim melmeket içün en elverişli
siyasi usûl padişahlıktır; netekim
yeni yeni va’zolunan kanunlar da bir
nevi pâdişahlık tesisine doğru atılan
hatvelerdir. Padişahlık eyidir hoştur
fekat, lâyıkıyla randıman almak içün
–bizzat kendi şahsımı kasdediyorsam delikanlılığımın hayrını görmeyim!- evsafı itibariyle şu fakiyre pek
benzeyen âdil, âlim, fâzıl, gani
gönüllü, tok sözlü, müşfik, müdebbir, metîn, celâdet ehli, mehîb,
müdrîk, mes’ul, mülâyim, mergûb,
fatîn, zeyrek, ferâsetli, izanlı,
basîretli, zekî, mârifetli bir zâtı bulub
padişahlığa razı etmek lâzımdır.
DEĞNEK İLE KOVALAMAK CAİZDİR
Şahsan kendim itibariyle ben bu
vaziyfeye gönüllü olmam; esasen
padişahlık, böyle birini bulunca yalvar-yakar kabul ettirilecek bir mesuliyet mevkiidir. Her kim ki padişahlığa gönüllü ise o kişiyi oracıktan
uzak tutmak, hatta değnek ile kovalamak caiz ve şartdır.
Anlayacağınız, eyi padişah vardır;
eyi padişahlık yokdur muhteremler.
Şu dakiyka itibariyle demirkırasi,
padişahlıktan evlâdır fekat o kadar
“ferd”i nereden bulacaksınız?
Padişah bir tanecik, ferdden ise milyonlarca lâzım?
Ben sözümü dosdoğru ortaya
bıraktım efendiler. Karar size aitdir.
Yine de sizleri bîkarar ve bîhuzur
komamak içün minik bir çıtlatma ile
meseleye hitam vereyim: Benden
şahsan daha iyisini bulur iseniz kadr
ü kıymetini bilip başınıza geçiriniz;
bulamayor iseniz ferd olunuz; şüdtemam, vesselâm!
kitap
a
n
ı
r
a
kurtl
n
ü
g
r
e
h
fuar
,
300.000’e yakın kitap
i,
v
e
ın
y
a
y
e
d
in
r
e
z
ü
n
’i
4.000
r!
le
im
ir
d
in
n
a
r
a
v
’a
0
9
%
kitapla buluşmanın en kolay yolu!
kitapyurdu.com
/kitapyurducom
ı
r
a
l
Fuar
r
a
l
n
a
r
ı
ç
)
ka
:
n
i
s
e
m
l
üzü

Benzer belgeler