Kötülüğü adaletle, iyiliği de iyilikle karşıla.

Transkript

Kötülüğü adaletle, iyiliği de iyilikle karşıla.
DEĞER
Eylül 2015 Sayı:21
Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
Kötülüğü adaletle,
iyiliği de iyilikle karşıla.
ÜCRETSİZDİR
BÜTÜN DÜNYAYI VERSELER
VE BUNA KARŞILIK BİR KARINCANIN
AĞZINDAKİ TANEYİ ALMAMI İSTESELER
BU ZULMÜ YAPAMAM
HZ. ALİ (r.a.)
Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi
Yıl: 2 Sayı: 21 Eylül 2015
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır
YAYIN KURULU
Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı)
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı
Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı)
Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi)
Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü)
Habil KANOĞLU (Şube Müdürü)
Elçin Çakar TERZİOĞLU (Eğitim Uzmanı)
Irmak ŞENEL (Sosyal Çalışmacı)
Zümrüt ÖZKAN
(Psikolog)
İlhan GÜLER
(Öğretmen)
İslam AZAKLI
(Sosyal Çalışmacı)
Emrullah ÖZGER
(Sosyal Çalışmacı)
Hakan ERDEM
(Memur)
Editör
İlhan GÜLER
Sahibi
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına
Necmi ACUN (Kurum Müdürü)
Katkı Sağlayanlar
Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz
Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin
Ejder Topal - Evren Tanrıkulu- Ferhat Çeliker
Mehmet Gökçe - Said Şener - Bayram Ural
Ömer Gökduman - Ramazan Sağır
Recep Güngör - Sema Gök -Tuncay Karaca
Mustafa M. Ünlü - Bahattin Benli
Matbaa-Baskı Şefi
Salim KILIÇ
Grafik Tasarım
0312 441 00 40 0533 616 23 18
Baskı
Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası
İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı
Şaşmaz / Ankara
Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Basım Tarihi: 15/09/2015
İletişim
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA
Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91
e-posta: [email protected]
Web: www.cte.adalet.gov.tr
Sesleniş Gazetesinin ekidir
EDİTÖRDEN
Adalet kavram olarak eşit davranma, hakkaniyetli
olma, kimseyi kayırmama anlamlarını taşır. Bu ilkelerle
hareket eden birey sayısı arttıkça, adaletli bir düzen toplumda hakim olmaya başlar. Herkes kendinden sorumlu
olduğu kadar, hayata bakış açısı ve karakteriyle yaşadığı topluma karşı da sorumludur. Bu çerçevede adalet bir
toplumun ana temasını oluştururken diğer kavramlar bu
ana temanın etrafından bulunan birleşenler gibidir. Bileşenler birbirleriyle ne kadar uyumlu olurlarsa işleyiş o
kadar düzenli olur.
Bireyler birbirleri hakkındaki kararları kendi
adalet anlayışıyla verirse kaos meydana gelir. Hiç kimse
gerçek adaletten bağımsız hareket etme hakkına sahip
değildir. Gerçek adaletin, yalnızca hukukun üstünlüğü
ile sağlanacağını unutmamak gerekir. Hukuk, adaleti
sağlayan yapının kontrol merkezini oluşturur. Bu temel
yapıda bireylere de hayati görevler düşmektedir. Adaletin
sağlanmasında özne koltuğunda oturan bireyler, adaletin
sağlanmasına yardımcı olmalıdır. Bireylere düşen başlıca
sorumluluklar arasında; haksızlık yapmamak, haksızlıklara göz yummamak, emek sarf eden birinin emeğine saygı duymak, güçsüz ve mağdur olanı ezmemek, insanlara
karşı adaletsiz davranmamak, çıkar uğruna insanların
zaaflarından faydalanmamak, ceza verirken adil olmak,
haksız bir nedenle kişiler arasında ayrımcılık yapmamak
şeklinde sıralayabiliriz.
Şüphesiz ki, adaleti yanıltmak ve hukukun kararlarını bu yönde şekillendirmek insanların adalete olan
inancının sarsılmasına yol açacaktır. Bu çerçevede herkes
üzerine düşeni yapmalıdır.
Bizler de bu sayımızda siz “Değer”li okuyucularımız için, bir toplumun gelişmesinde en önemli etken olan
ADALET temasını seçtik.
Bu sayımızın kapak yazısında; adaletin suça bir
ceza öngörme, herkese hak ettiğini taksim etme olduğuna
ve adaletin insan ruhunu iyi tahlil etmeyi zorunlu kıldığına değinilmekte, adaletin insan hayatındaki yerinin doldurulamayacak kadar önemli olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Sağlık sayfamızda; parmak çıtlatmanın alışkanlık
haline gelebileceğini, parmak çıtlatmanın zararlarını ve
tedavi yöntemlerini aktaran hoş bir yazıyla karşılacaksınız. Gezi sayfamızda siz değerli okuyucularımızı Ülkemizin güzel şehirlerini gezdirmeye devam ediyoruz. Bu ay
ki sayımızda sizleri, tabiat harikası Trabzon ilimize götürüyoruz. Sümela Manastırından tarihi yapılara, yöresel
yemeklerden geçim kaynaklarına kadar birçok konuya
değindiğimiz yazımızı siz değerli okuyucularımızın istifadesine sunduk.
Dergimizin diğer bölümlerinde; bilimden sanata,
kitap tanıtımından tarihi olaylara, canlılar aleminden eğlenceye kadar birçok zengin içerik sizleri bekliyor. Dergimizde okuduklarınızı hayatınıza yansıtmasınız dileğiyle
adaletle ve sağlıcakla kalın...
İlhan GÜLER
ADALET
MÜLKÜN
TEMELİDİR
08
14
DEĞERLERLE
YAŞAMAK
20
AİLENİN
ÇOCUKLAR
ARASINDA
AYRIM
SEVDA
FIRTINASI
TRABZON
28
YAPMASI
36
İNSAN
EĞİTİME
MUHTAÇTIR
45
EBRU’NUN
YAŞAYAN
EN BÜYÜK
USTASI
içindekiler
Eylül2015
Enis Yavuz YILDIRIM
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü
Hayatın Vazgeçilmez Öğesi: Adalet
Değerli Okurlarım,
Adalet kavramı için günümüze kadar birçok
tanım yapıldı ve birçok söz söylendi. Kimisi adalet
için savaş çıkardı. Kimisi isekendi öz evladını bile
ateşe attı. Bununla kalmadı elbette kimi milletler bu
kavram için yüzyıllarca savaştılar, adalet uğrunda
kendi canlarından insanlara bile kıydılar.
Suç, dizilmiş domino taşlar gibidir biri onu
durdurmadığı sürece akıp gider ve en korkunç
olanı da kişileri bundan zevk alacak boyuta kadar
getirebilecek olmasıdır. Bu açıdan caydırıcı yöntemlerin yanında suçu sabit görülmüş kişiler için
topluma kazandırma projeleri hızla artmakta ve
uygulanmaktadır. Tabi ki suçu yok etmek asıl hedef olmalıdır fakat suçun ardındaki nedenleri irdelemek ve bu yönde çalışmak daha etkili olacaktır.
Evrenin dört büyük kitabından tutunda bütün yasal eğitim birimleri adaleti sağlayabilmek
için insanlar yetiştirdi. Toplumlara aşılamaya çalıştığı adaleti koruyabilmek için de önlemler aldı.
Yasalar düzenlendi, mahkemeler kuruldu, ceza infaz kurumları açıldı. Milyonlarca insan bu sistemde adaletle yaşamanın yollarını aradı. Günümüzde
adaletin sağlanması için gerekli adımlar atılmakla
beraber ideal adalet anlayışına ulaşmak için çalışmalar devam etmektedir.
Adaleti sağlanmanın bir başka boyutu olan
eğitim ve ihtiyaçlarımız, toplumların yapısını belirlemekte iki büyük güç olan ahlak ve yasalarımızda bunları sağlayabilmek için bir kalkan olmaktadır. Biliyoruz ki hiçbir bebek konuşarak doğmaz
ve doğar doğmaz yürümez yani bütün insanlardan
dünyanın gidişatına da bakarsak eşit düzeyde âlim
olmasını bekleyemeyiz. Bunun için adalet kavramı
kadar adaleti sağlayabilmek ve korumak da en temel ihtiyacımızdır.
Öncelikle adaleti koruyabilmenin bir insana
korkunç gibi gelen yanını ele almak istiyorum. Adaletin ana mekanizması kişinin vicdanıdır. Bireylerin
kendi vicdan muhakemesi adaleti savunan koruyan
ve de yargılayan üçüncü dördüncü kişilerin gücünden daha büyüktür. Zaten vicdanıyla hesaplaşmak
zorunda kalan bir birey ona verilecek olan ceza ile
ıslah etme yöntemine gidilmezse daha fena suçlar
işlemeye an ve an daha açık bir hale gelecektir. Cezalar bu yönden bakıldığında daha anlaşılabilir ve
suçlu gördüğümüz bireylerin vicdanlarını olgunlaştırabilmek için daha sağlıklı görülebilir.
Adalet kavramı çok büyük ve yüce bir kavramdır. Çünkü adaletin en büyük düşmanı aklın
kötüye kullanılması, en büyük silahı ise vicdandır.
Adaletin kırıldığı yerde akıl savunmaya geçecek
aklını kaybetmek üzere olan vicdan ise hiçbir şekilde sessiz kalamayacaktır. Umarım bütün adalet
kavramı bütün ülke toplumlarının merkezini oluşturur. Bizler de bu ülkenin vatandaşı ve bir dünya
insanı olarak üstümüze düşen görevi yaparız.
Adaletli bir yaşam dilerim.
KAPAK KONUSU
4
ONLAR ADİLDİ
“Düşmanlarımıza bir tek borcumuz var: Adalet”
Aliya İzzetbegoviç
“Suç” olgusu kadar kadime giden bir diğer
olgu, adalet arayışıdır. İnsanoğlu adalete aşerdiği kadar başka hiçbir arzu karşısında bu denli yanıp tutuşmamıştır. Elbette ki bu arayış aynı zamanda insanın
kendi benliğindeki savaşı da ortaya koymaktadır. İnsanın sadece bir et yığını olmadığı, bir ruhu taşıdığı,
daha doğru bir ifade ile ruhun cesedi taşıdığı artık su
götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Suça bir ceza öngörme, herkese hak ettiğini taksim
etme manasına gelen “adalet”, insanı iyi tanımayı gerektirmektedir. Her şeyden önce insan ruhunu, psikolojisini iyi tahlil etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu
okumalar gerçek hayatta olduğu kadar sanatsal eserlerde de varlığını bütün cesameti ile göstermektedir.
Dostoyevski “Suç ve Ceza” isimli ünlü romanında Raskolnikov karakteriyle bir anlamda bizim de
elimizden tutar, suç ve psikoloji arasındaki karanlık
dehlizlerde dolaştırır. Dostoyevski sıradan bir yazar,
bir kurgu ustası değildir. Bazen kendisi de bizzat buhranlar geçiren, oluşturduğu roman karakterleriyle özdeşleşen bir insandır. O kadar özdeşleşir ki, romanda ölen karakterleri için oturup ağlayan bir hissiyata
sahiptir. Dostoyevski’nin bu baş yapıtında anlatılanın
bu kadar ilgi çekmesindeki temel sebep; insanı bütün
çıplaklığı ile anlatması ve adeta insan ruhunun röntgenini çekmesi, suç motivasyonuna dair gerçekçi tespitlerde bulunmasıdır. Romanında bize döner ve o gür
sesi ile “Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen” der.
Yine en az Dostoyevski kadar büyük bir başka üstattan bahsetmek isterim. Hukuk eğitimi, günümüzde de önemli bir alan olmakla birlikte geçmişte
daha da ilgi çekici ve itibarlı idi. Hukuk öğrencilerine, hukuk teknisyenliğinin yanı sıra “hukuk felsefesi”
de öğretiliyordu. Daha önceki hukuk âlimleri ve suç
okulları bu felsefeyi anlatmada büyük bir yer tutuyordu. Günümüzde maalesef, bu husus ceza hukuku
kitaplarında ihmal edilen ve tamamen ayrıntı gibi görülen bir konuma düşürülmüştür.
İşte hukuk eğitiminin bu denli önemli ve
zahmetli olduğu bir dönemde, 1948 yılında ülkemizden Muhittin Göklü isimli bir genç hukukçu; hukuk
doktorası eğitimi için Fransa’ya, Paris Hukuk Fakültesi’ne gider. Gelin bundan sonrasını Muhittin Göklü’den dinleyelim:
1948 yılının karlı bir kış akşamı idi. Dersimiz
bittiği halde, birkaç arkadaş Paris Hukuk Fakültesi Kriminoloji Enstitüsünün sıcak dershanesinden
daha rahat bir yer bulamayacağımızdan çıkmamıştık. Konuştuğumuz mevzu ceza hukukuna dairdi. Fas’lı bir hukukçu birden söze karışarak: “Ben,
Rabbin en adil, en cesur ve alicenap kulu olan Hazreti Ömer’den sonra bir kişiyi seviyor ve koyduğu
mukaddes hukuk esaslarını beğeniyorum” dedi. Biz
telaşlandık; o hemen çantasından pek eski, çok yıpranmış küçük hacimli bir kitap çıkararak önümüze
koydu: “Bir kere okursanız, bana hak verirsiniz” diye
ilave etti. Kitabı aldım ve birinci sahifeyi okur okumaz, kendi soğuk inzivagahımı dershanenin sıcaklığına tercih ederek çıktım. İtiraf ederim ki, Fransız
diline hakkı ile vakıf olanlara dahi, ancak büyük bir
ısrar, sebat ve tetkikatla gülümseyebilecek bu felsefi
ve hukuki eseri anlayabilmek için çok zahmet çektim. Lakin bir kere nüfuz etmeye başlayınca, ihtişamı, ulviyeti karşısında öyle heyecanlar ve saadetler
hissediyordum
ki, gözlerime
sevinç yaşları
doluyordu.
5
KAPAK KONUSU
Ahmet Cevdet Paşa’yı büyük bir hukukçu yapan, bir medeni kanun
olan Mecelle’yi adeta bir insan hakları manifestosuna çeviren
adalete ve insan onuruna olan inançtır. Mecellenin girişindeki temel
kaideleri, birçok insan hakları belgesinde bulamazsınız.
Evet değerli okuyucular,
Fas’lı hukukçunun Muhittin Göklü’ye, Göklü’nün ise muhteşem bir tercüme ile bize hediye ettiği bu isim; büyük İtalyan ceza hukukçusu Beccaria’dan başkası değildir.
1764 yılında henüz 26 yaşında iken “Suçlar ve
Cezalar Üzerine” isimli büyük kitabını yazdı ve insanlığa adeta bir hediye olarak sundu. Bahsettiğimiz yıllar
karanlık işkence odalarında “ikrar” peşinde koşulan
bir dönemdir. İşte bu genç hukukçu, 20’li yaşlarında
iken kimsenin söylemeye cesaret edemediği şeyleri
söyledi. Bir infaz usulü olan işkencenin karşısında hayatını ortaya koydu: “Kişiyi suç işlemekten alıkoyacak
olan cezaların ağırlığı değil, failde cezadan kaçamama
duygusunu oluşturmaktır” dedi.
Ceza hukukçusu rahmetli Baha Kantar, Beccaria için şöyle der: “Beccaria, devrinde çamura atılmış beşeriyetin haysiyet ve şerefini müdafaa etti”.
Dostoyevski’ye, Beccaria’ya bakın. Mecelle’nin mimarı olan Ahmet Cevdet Paşa’ya bakın.
Bunlar aynı iklimin, aynı mahallenin çocuklarıdır.
Devirleri, inançları, coğrafyaları farklıdır ama ortak
bir noktaları vardır. Kendi devirlerindeki doğrular
ile yetinmezler, ufkun arkasını tararlar. Bu öyle bir
irtifadır ki 10 sene, 20 sene, 50 sene sonrası değildir.
100 yıl, 200 yıl önden giderler. Bu büyük insanların
bir diğer özelliği ise insanlık onuruna, adalete inanmalarıdır. Bütün insan haklarının odağı da işte
bu olgudur. İşte Ahmet Cevdet Paşa’yı büyük
bir hukukçu yapan, bir medeni kanun olan
Mecelle’yi adeta bir insan hakları manifestosuna çeviren adalete ve insan onuruna
olan bu inançtır. Mecellenin girişindeki
temel kaideleri, birçok insan
hakları belgesinde bulamazsınız.
Mütefekkir Cemil Meriç, bu sözü
İbn-i Haldun için kullanır ama müsaadenizle ben bu bahsettiğim insanlar için
sarfetmek istiyorum: “Kendi semasında
tek yıldız!”
Bizler, yetki sahibi kişiler olarak bir tasarrufta bulunurken bu ortak mirastan faydalanmak
ve feyz almak zorundayız. Bunlar sırf entelektüel
renklilik olsun diye bilinmesi gereken bilgiler değildir. Gerek kendi medeniyetimiz, gerekse insanlığın
ortak ve kadim doğruları bize bir vazife, bir misyon
yüklemektedir.
Bizim hukuk anlayışımızda intikam yoktur,
adalet vardır. Aynı zamanda ilahi bir buyruk olan
emri, Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç şöyle ifade eder:
“Düşmanlarımıza bir tek borcumuz var: Adalet”
Bu veciz ifade bu medeniyetin özetidir.
Gelin son sözü ben değil de Dostoyevski söylesin:
“Her insan, herkes karşısında her şeyden sorumludur”
Hüseyin ŞIK
Tetkik Hâkimi,
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü
Dışilişkiler Daire Başkanlığı
KÜLTÜR
YAŞAM
Huzurevi Olmayan Tek Şehir !
Mardin’de yaşayan aileler yaşlı yakınlarını yanlarından ayırmıyor.
Mardin’de hiç huzurevi yok, çünkü
güçlü aile bağları sayesinde insanlar,
yaşlı yakınlarını huzurevlerine göndermek yerine kendileri bakıyor. Mardin’de yaşlılara hürmet ve ilgi o kadar
fazla ki bu şehirde huzur evi yok. Mardinliler kendi yaşlısına sahip çıkıyor.
Büyüklere hürmeti kutsal kabul eden
aileler yakınlarına bakmayı bir iyilik
olarak değil bir vazife olarak görüyor.
Sümela Manastırı 1 yıl kapatılacak
Türkiye’nin en önemli simgelerinden biri
olan ve çok sayıda turist çeken tarihi Sümela Manastırı 1 yıl süreyle ziyarete kapatılacak. Trabzon İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü, tarihi Sümela Manastırı’nda
yapılacak çalışmalar nedeniyle manastırın
22 Eylül tarihinden itibaren bir yıl ziyarete
kapatılacağını bildirdi.
Kültür ve tabiat varlığı açısından
Sümela Manastırı’nın dünyaya mal olduğu, manastırda kaya ıslahlandırma projesi
yapılacağı ve ziyaretçiler için olası tehlikelerin önlenmesi amaçlanıyor.
Mutfaktaki Tatlı Sır:
l
a
B
Osmanlı mutfağının baş tatlandırıcısı bal, günümüz mutfağında da
hâlâ yerini korumakta ve şifa kaynağı olarak kullanılmaktadır.
Gastronomi dünyasında doğal tatlandırıcı
olarak kullanılan bal, kusursuz görünümü, çiçeklerin izlerini taşıyan lezzeti ve besleyici özelliği ile
insanlık tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Her
şeyden önce, bal şifadır. Peygamber Efendimiz’in
bala bereket ile dua etmeleri ne derece mühim bir
gıda olduğunu gösterir.
Bal, asırlardır insan
hayatının ve
ekonomisinin bir
parçası olmuştur.
İspanya Valencia’da bir mağarada bulunan
milattan önce 6 bin yılına ait bir duvar resminde,
bal yapan arılar ve o balı toplayan tarih öncesi bir
insanın resmedilmiş olması balın tarihçesinin ne
kadar eskilere dayandığının işaretidir.
Belli ki devrin insanları, hayatlarını büyük
bir tehlikeye atarak, ağaçlara tırmanıp arı kovanlarındaki balları bir besin olarak kullanmışlardı.
Öyle ki o zamanları arılardan korunmak için günümüz teknolojisi söz konusu değil.
Bal; insanların ilk besin kaynaklarından
biridir. Sadece bu kadar uzun süredir kullanılan
bir besin olması bile balın hayatımıza renk
katan ne kadar değerli ve zengin bir
doğal ürün olduğunun bir ispatıdır.
Balın içinde ne var?
Bal tamamen doğal bir üründür.
Yaklaşık %80’i şekerlerden oluşur.
Baldaki şekerin ise
yaklaşık % 80’ni
fruktoz ve glukoz
oluşturur. Balda bulunan
diğer şekerler sakaroz,
maltoz gibi disakkaritlerin
yanı sıra diğer yüksek
şekerlerdir. Balın nem
oranı yaklaşık olarak
%17’dir. Balın diğer bileşenleri
ise proteinler, vitaminler ve
minerallerdir.
SAĞLIK
25 dakika yürü 7 yıl fazla yaşa...
Almanya’daki Saarland Üniversitesi’nde yapılan araştırma kapsamında sigara kullanmayan ancak düzenli
egzersiz de yapmayan 30-60 yaş arası
kişileri inceleyen uzmanlar, deneklere
6 ay düzenli egzersiz yaptırdı ve kan
testlerinde büyük bir iyileşme belirledi.
Egzersiz sayesinde yaşlanan DNA’ların
iyileşme ibareleri gösterdiğini belirleyen uzmanlar, “Egzersiz insan ömrüne
3 ila 7 yıl ekliyor”sonucuna eriştiler.
Osmanlı mutfağının baş tacı
Osmanlı mutfağının baş tatlandırıcısı bal,
günümüz mutfağında da hâlâ yerini korumakta ve
şifa kaynağı olarak kullanılmaktadır. Günümüz gastronomisinde toz şeker kullanımı azalmakta, bunun
yerine doğal tatlandırıcılar bal, pekmez gibi ürünler
tercih edilmektedir. Tatlandırıcı bal Osmanlı mutfağı yemekleri, uluslararası yemek soslarının ağdalaştırılması, pandispanya kekinin yumuşatılması,
tatlılar gibi yerlerde kullanılmaktadır. Tabi ki balın
nasıl ve nerede kullanılacağı aşçının insiyatifinde ve
maharetindedir. Gastronomi dünyasında kahvaltı büfeleri ve menülerinin dışında, daha çok süzme
bal tercih edilmektedir. Bal iyi muhafaza edildiğinde bozulmadığından, mutfak çalışanlarına kolaylık
sağlamaktadır.
Dünya mutfağında bal
Günümüz şekerlemecilik alanında yüksek
kaliteli şarküteri ürünlerinin olmazsa olmazı baldır.
Almanya, ABD ve Çin mutfağında bal eksik olmaz.
ABD’de bal ile yapılan Virginia Jambonu ile Çin’de
yapılan fırında ördek dünya çapına marka olmuştur.
Çörekler, bisküviler, pastalar, nugatlar, şekerler ve
meyve ezmeleri balla yapılır. Kuzey Afrika ülkelerinde ise bunun dışında kuskus, dondurulmuş güvercin, kuzu çevirme, erik kurulu piliç türlüsüne de bal
kullanılır.
Mutfakta bal için bilmeniz
gerekenler
Elinizin altında bir laboratuvar
bulundurmanız zordur.
Balın kalitesinin anlaşılması için aşağıdaki pratiklerden faydalanabilirsiniz.

Balın yoğunluğu
çok, akışkanlığı sürekli olmalıdır.
BİLİM
Unutkanlık tarih olacak...
RbAp48 isimli protein sayesinde hafıza kaybı önlenebilecek. Columbia Üniversitesi’nde yaşları 33 ila 86
arasında olan 8 kişi üzerinde yapılan
araştırma unutkanlığın, Alzheimer
hastalığından farklı olduğunu gösterdi. Yani genç yaşta görülen unutkanlığın Alzheimer hastalığı ile bağlantısı olmayabilir. Yapılan araştırmada
RbAp48 proteinin eksik olduğu deneklerin nesneleri tanıma ve yönleri
bulmada zorlandıkları görüldü.

Hakiki bal, kaşıkla alındığı zaman akışkanlığı kesintisizdir.

Soğuk havada donmaz ise balın katkı oranı
fazla ya da sahtedir. Zeytinyağının donması gibi kavanozun alt kısımları donarsa hakiki baldır.

Sahte balın rengi biraz daha açıktır, hakiki
balın kokusu yoktur. Hakiki balın kıvamı biraz daha
katıdır.

Balı kaşıkla alıp yere döktüğünüzde sahte bal
uzar, örümcek ağı gibi havada uçar.

Balın şekerlenmesi durumunda ise, eski hâlini alması için güneşe çıkarılması veya kabıyla birlikte sıcak suya konulması kâfidir.
ÖMER DEMİR
KİŞİSEL GELİŞİM
8
DEĞERLERLE YAŞAMAK
Değerleri; insani, toplumsal, manevi, evrensel, temel ve kişisel değerler şeklinde
adlandırabiliriz. Her ne ad verilirse verilsin, her nereye gidilirse gidilsin değerler
hep aynı sonucu verir.
İnsan bir akıl varlığıdır ve diğer canlı türlerinden, hayvandan ayrılır. İnsan salt doğal türü devam ettiren canlı değildir sadece. Yaşadığı dünyayı
anlamlı kılmaya çalışan bir yaratılışa sahiptir. Varlığının fiziksel, biyolojik yanları yaşaması için yeterli
değildir. Kendi iç dünyası ve çevresiyle sürekli bağ
halindedir. Çoğu kere sözcüklere, kelimelere dökülen
bu bağlar önemlidir. Çünkü anlaşmayı, anlaşılmayı
ya da anlaşmazlıkları mümkün kılan bu sözcüklerdir.
Sözcüklerin değişmeyen, sabit anlamları vardır. Öyle
bazı sözcükler, kelimeler vardır ki insan hayatında
anlamı olan değerlerin dile gelmiş halidir. Bu değerler ki hiçbir kimsenin inkar etmeyeceği, edemeyeceği
değerlerdir.
Değerleri; insani, toplumsal, manevi, evrensel, temel ve kişisel değerler şeklinde adlandırabiliriz.
Her ne ad verilirse verilsin, her nereye gidilirse gidilsin değerler hep aynı sonucu verir. Değersiz yaşayan
bir fert yahut bir millet görmek mümkün değildir.
Örneğin; Hayal edin anavatanınızdan başka
bir ülkeye yolculuk yaptınız. Yolda yanınızdan tesadüfen geçen birinin ayağı takılarak düştüğünü gördünüz. Hiç aldırmaz yürür gider misiniz? Yoksa bir
yerine bir şey olmuş mu diye ilgilenip kaldırmaya mı
çabalarsınız? Cevabınız evet ise “merhamet ve iyilik”
duygularınızın harekete geçtiğini ve dolayısıyla değerlerinizin düzgün yürüdüğünü gösterir. Tam aksi
bir tutum ve düşünce var ise bir kez daha dönüp içinize bakma zamanıdır. İçerilerde bir yerlerde sıkışmış, nötrleştirilememiş negatif değerler ya da başka
bir ifadeyle değersizlikler vardır. Yaptığınız bu yolculukta aynı şey sizin başınıza gelse muhtemeldir ki size
de yardım edilecektir. Demek oluyor ki insanın var
olduğu her köşe bucak değerlerle doludur.
Kaç kere hayatımızda kendimize sorduk, kaç
kere tefekkür ettik. Bazen mi, sık sık mı, hiç mi? Neden şu an yaşadığınız yerdesiniz? Neden şu an birlikte olduğunuz kişiyi seçtiniz? Neden şu an hayatınız
istediğiniz gibi ya da istemediğiniz gibi? Birçok soru
çıkartabilirsiniz hayatınıza dair, ancak o birçok sorunun tek cevabı vardır. Değerleriniz “sizi siz yapan
değerleriniz” ile bugün bu durumdasınız. Değerlerin
mana yönü aynı olmakla birlikte uygulama sınırı ve
çerçevesi kişiden kişiye farklılık arz eder. İç dünyanızın ne kadar düzgün, entelektüel yapınızın ne kadar
geniş olması ile alakalı bir şeydir değerleri yerinde ve
yerlice uygulamanız. Şimdi durup bir kez daha düşünmek lazım bu değerlerden hangileri sizin için öncelikli?
Adalet, denge, güç, nezaket, şefkat, aile, disiplin, güven, olgunluk, anlamlılık, doğa, güzellik,
onur, tatmin, arkadaşlık, doğallık, ilham, özgürlük,
tevazu, aşk/sevgi, dürüstlük, istikrar, tolerans,
bağlantı, eğlence, kararlılık, para, tutku, barış, empati,
katılım, rahatlık, umut, başarı, en iyi olmak, kontrol,
rekabet, uyum, bereket, enerji, macera, sadelik, varlık,
bilgi, esneklik, maneviyat, sağlık, yaratıcılık, bütünlük,
etkinlik, merak, sakinlik, yardımseverlik, canlılık, eylem, mutluluk, samimiyet, zeka, cesaret, farkındalık,
mükemmele yakın, saygı, zindelik, çoşku, gelenek,
neşe sorumluluk, statü, dayanıklılık, gerçek, netlik.
Değerlerinizin ne olduğunun farkında olmanız, karakterinizin ne olduğunu
bilmeniz demektir. Ya da karakterinizi iyi biliyorsanız değerlerinizin
farkındasınızdır demektir. Değerler insanı insan yapan ana belirleyicilerdir.
Bu değerlerin dışında da değerler oluşturulabilir elbet, önemli olan bu değerlerden hangileri
sizin vazgeçilmeziniz. Hayatınızdaki basamakları
çıkmadan önce kendinizi değerleriniz konusunda
tanımanız gerekir. Kişisel değerleriniz hayatınızdaki her adımınızı, kararınızı etkiler. Değerler çocukluk dönemlerinde şekillenmeye başlayıp, ilerideki
yaşlarda gelişir. Hayatınızda bir şeylerin gerçekten
yanlış mı gittiğini düşünüyorsunuz? O halde değerlerinizde bir uygulama hatası vardır. Değerlerinizin
farkında olmak size pek çok fayda sağlayacaktır.
Değerlerinizin ne olduğunu düşünürken
mutlaka hiyerarşik sıralamaya tabi tutmalısınız ve
bir karar alırken değerler sisteminizi gözden geçirmelisiniz.
En kestirmesinden mantıklı kararlar alabilmek için güçlü değerlerinizin neler olduğunu
bilmeniz hayatınızda yol gösterici olarak kullanabilme farkındalığınızı artırabilir. Negatif değerlerinizin farkına varabilirsiniz, böylece uzak durmanız
gereken ve sizi yanlışlara, yok etmeye, başarısızlıklara götüren şeylerden uzak durabilirsiniz.
Ve Jean –Paul Sartre der ki “insan kendisinden ne yaratırsa ondan ibarettir.” O halde insanın değerleri ne ise kendi de odur” demek yanlış
olmayacaktır.
Değerlerinizin ne olduğunun farkında olmanız, karakterinizin ne olduğunu bilmeniz demektir. Ya da karakterinizi iyi biliyorsanız, değerlerinizi biliyorsunuz demektir. Değerlerin insanı
insan yapan şeyler olduğunu söylemek yerinde olsa
gerek.
Kişisel Gelişim Uzmanı & Eğitmen
Tuğba BAYTUR
İnsan salt doğal türü devam ettiren canlı değildir sadece.
Yaşadığı dünyayı anlamlı kılmaya çalışan bir yaratılışa
sahiptir. Varlığının fiziksel, biyolojik yanları yaşaması için yeterli değildir.
TOPLUM
10
ADALET;
İnsanın Doğuştan Talebi
İnsan, kendisini anlamaya başladığı andan itibaren; iyi olanı, güzel olanı, çok olanı ister. İhtiyaçlarını
giderirken; kolay yoldan, az emek ve az değer karşılığında almayı tercih eder. Hayatı boyunca hep güven
içinde olmayı, hep sevilmeyi, tercih edilmeyi ve çokça
sahip olmayı diler. Kendisine karşı yapılacak olan muamelede ise hakkının korunmasını bekler.
İnsanın bu dilek ve temennileri ile haklarının
korunması adalet duygusu içinde bir beklentiye dönüşür. Bu adalet beklentisi, aynı zamanda içinde eşit ve
dengeli muameleyi de barındırır. Birey, kendisi için eşit
ve dengeli bir muamele beklerken, kendisinin de eşit
ve dengeli davranma sorumluluğu taşıması gerektiğini
unutmamalıdır. Bu noktada toplum hayatının huzur ve
sükuneti adalet beklentisi ve sorumluluğunun karşılanmasına bağlıdır.
Adalet kelimesi sözlükte: “doğru olmak, doğru
davranmak, adaletle hükmetmek, eşitlemek anlamlarında kullanılmakta olan ‘adl’ fiilinden türetilmiştir.”
Kavram olarak “hukuk ve muamelatta”, toplum ve birey ilişkilerinde aranır. Tarihi ve kültürel köklerimizin
üzerinde yeşerdiği değer dünyamıza göre ise adalet;
her şeyin yerli yerinde olmasıdır.
Yani, insanın gerek yaratılış tabiatı itibariyle doğuştan getirdiği, gerek sonradan kazandığı hakların korunmasıdır.
Adalet, insanlık ailesinin sahip olduğu en
önemli ilkelerden biridir. İnsan, her nerede yaşarsa
yaşasın bir toplumsal yapı içinde olmak zorundadır.
İçinde yaşadığı toplumda hakları olduğu gibi yerine
getirmesi gereken sorumlulukları da vardır. Toplumsal yapılarda bireysel hak ve sorumlulukların
korunması ve yerine getirilmesi, toplum adına görev
ve yetki verilmiş kurumlar eliyle yine o toplum tarafından kabul görmüş hukuk metinleriyle sağlanır.
Böyle bir tertip ve düzen içerisinde yürütülmez ise
herkes kendi adaletini kendi eliyle sağlamaya çalışır ki, bu da güçlü olanın zayıf olanı mağdur etmesi
etmesi anlamına gelir. Böylesi bir yapıda ise dengeli
ve eşit bir hak tayin ve tanziminden bahsedilemez.
Bireylere dengeli ve ölçülü bir hayat sunma ve
bunun sürekliliğini sağlamak, iyi organize olmuş,
yani devlet haline gelmiş toplumlarda kurumların
görevidir. Bu aynı zamanda bireye de sorumluluklar
yüklemektedir.
Sahip olduğumuz hakları talep
ederken sorumluluklarımızı da
hatırlamamız gerekir.
Adalet; hak talebindeki hassasiyetin, toplumun kurum ve kuruluşları ile diğer
bireylerine karşı yerine getirmemiz gereken görevlerimizi yerine
getirirken de gösterilmesiyle mümkündür. Sorumluluklarımızın yerine
getirilmesi de adil bir yapının parçasıdır.
Haklarımızın korunması nasıl ki adalet adına bir talebimiz ise, içinde yaşadığımız topluma
karşı olan sorumluluklarımızı yerine getirmek de
adaletin korunması adına bir o kadar zaruridir.
Devlet kurumları bireyin; can güvenliği, özel
hayatın gizliliği, hane dokunulmazlığı, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme ve düşünce özgürlüğü,
ailenin korunması, eğitim-öğretim, çalışma, sağlığının korunması, sosyal güvenlik ve mülkiyet, seçme, seçilme ve siyasal etkinliklerde bulunma, kamu
hizmetine girme, dilekçe ve vatandaşlık hakkını korumakla mükellef iken, bireyler de tabi olduğu topluma ve devlete karşı ödevlerini yerine getirmekle
mükelleftirler.
Devlet ve toplum hayatının huzur ve sükunet içinde yürüyebilmesi için her bireyin görevi
olan kurallar vardır. Bunların en önemlisi, sevgi
ve birbirimize karşı haklarımıza saygıdır. Yanı başımızda yaşayan insanlarla iyilikte yardımlaşmak,
muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamak, kötü ve olumsuz davranışlara sebep olmamak ve bu fiillerde yardımlaşmamak, insanlar arasında kin ve husumet
oluşturacak söz ve davranışlardan kaçınmak, çalışmak, üretmek, aynı zamanda kendimize, ailemize
ve topluma karşı olan yükümlülüklerimizdir. Daha
da sayabileceğimiz bu ve benzeri yükümlülüklerimizi yerine getirmek, insanın sahip olduğu hakları
çiğnemekten kaçınmak, âdil bir insanın sahip olduğu temel değerlerdir.
Günlük hayat içinde adalet kavramı, genelde birey hak talebinde bulunurken hatırlanmaktadır. Oysa, içinde yaşadığımız topluma yükümlülüklerimiz de vardır. Nasıl ki otomobil kullanmaya
kendi hür iradesiyle karar veren sürücü direksiyona geçtiği andan itibaren; o aracın teknik özelliklerine (çalışma ve yürüme özellikleri)
uymak, harekete geçtikten sonra da
yol ve trafik şartlarına riayet etmek
zorunda ise birey de ait olduğu
toplumun kurallarına uymak ve üzerine
düşeni yerine getirmek zorundadır.
Bir de, sosyal sorumluluklarımız
vardır. Dar günde, zor zamanda elimizi
tutan birine karşı minnet duygusu sarar
bizi. Sevincimizi paylaşanlarla kucaklaşırız. Derdimize deva olana sonsuz
vefa duygusu besleriz.
Düşkün olduğumuz zamanlarda ihtiyacımızı giderenlerin kadir – kıymetini daha çok bilir sadakat
gösteririz. Acılarımızı paylaşanların acısını kendimize dert ediniriz. Bütün bu haller, bu paylaşımlar
bireyleri birbirine bağlar, birlikte yaşamalarını kolaylaştırır. Karşılıklı sevgi ve saygıyı arttırır. Güven
duygusu gelişir. Güven içinde olan bireyler endişelerinden kurtulur ve huzur duyar.
Şayet bir toplumda bireyler haklarını talep
ederken gösterdikleri titizlik kadar, sorumluluklarını yerine getirirken de hassasiyet göstermiyorlarsa, orada adaletin tesisi imkansız hale gelmiş olur.
Adalet; hak talebindeki hassasiyetin, toplumun kurum ve kuruluşları ile diğer bireylerine karşı yerine
getirmemiz gereken görevlerimizi yerine getirirken
de gösterilmesiyle mümkündür. Sorumluluklarımızın yerine getirilmesi de adil bir yapının parçasıdır.
Devlet ve toplum hayatında adalet; bir kefesinde haklarımızın, diğerinde ise sorumluluklarımızın olduğu bir terazidir. Kefelerden biri diğeri
adına feragat edemez. Sorumlulukların yerine getirilmediği yerde adalet, adaletin olmadığı yerde hak,
hakkın olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı
yerde dirlik ve düzen olmaz.
Özcan GÜLTEKİN
Kartal H Tipi C.İ.K Öğretmeni
Hayata Işıltı Katan İşleme:
Sim Sırma
Osmanlı’dan bu yana çeyizlerdeki en nadide parçalar arasında her
zaman sim sırma işleme ürünleri yer aldı. Yaygın olarak Maraş işi
olarak bilinen sim sırma işlemeciliği Anadolu’nun
en eski el nakışlarından biri.
Anadolu’da evlenen her genç kızın
çeyizi büyük bir özenle hazırlanır. Yeni hayatında
kullanacağı pek çok eşya annesinin, ablasının ve
ailedeki diğer kadınların el emeği, göz nuruyla ortaya çıkarılır. Yorganlar, yatak örtüleri, seccadeler,
masa örtüleri hep yeni gelinin sevdiklerinden izler
taşır. Genç kızların çeyizinde böylesi değerli eşyaların yanında bir de yaşadıkları yörenin en değerli
el işlemeleri bulunur. Osmanlı’dan bu yana çeyizlerdeki en nadide parçalar arasında her zaman sim
sırma işleme ürünleri
yer alır.
Yaygın olarak Maraş işi olarak
bilinen sim sırma işlemeciliği Anadolu’nun en
eski el nakışlarından
biri. Anlatıldığına
göre Fatih Sultan
Mehmet’e gelin giden
Dulkadiroğlu Beyi’nin
kızı Sıddi Mükrime
Hatun’un çeyizleri
arasında 40 katır yükü
sırma işi bulunuyordu.
Böylelikle ünü Dersaadet’e
ulaşan sim sırma işlemeciliğinin
örnekleri daha sonraları Rumeli’ye
kadar taşındı. Maraş işinin Arap
Yarımadası’ndan geldiğine dair iddialar
da var ancak sim sırma motifleri
Anadolu’daki geleneksel nakış
motiflerinden hiçbir farklılık göstermiyor.
Osmanlı sarayında büyük ilgi
gören bu işlemeler zaman içinde zengin
bir çeyizin olmazsa olmazı haline gelir.
Öyle ki bir dönem geline sırma işlemeli
fes takma âdeti başlık parası kadar önem
arzetmeye başlar.
Bugün sim sırma denilince ilk akla gelen ‘’bindallı’’
adı verilen nişan ve kına gecesine özel giysiler olsa da
bu göz dolduran el nakışının kullanım alanı kıyafetlerle sınırlı değil.
Maraş işi ilk zamanlarda Çukurova beylerinin binici takım ve başlıklarına gümüş sırmalarla
işlenirmiş. Daha sonraları Maraş’ta, Antep ve Kilis’te
erkeklerin kullandıkları fesleri süslediği biliniyor.
18. yüzyılda silah kılıflarında, palaskalarda,
kemer ve erkek yeleklerinde de sim sırma
işlemelere rastlamak mümkün.Ancak çeyiz
olarak değer bulmaya başladığı’nda yastık
ve perdelere, yatak örtüsü, sedir örtüsü,
seccade, bohça ve gelinliklere de sim sırma
işlemeler yapılmaya başlanmış.
Osmanlı hat sanatında da
kendine yer bulmuş Maraş
işi. Sim-sırma ile işlenen
hat levhaları geçmişten
bugüne taşınan en
değerli miraslar arasında.
Günümüzde kadın giyim
eşyaları, sabahlık, gece
kıyafetleri, çanta, masa
örtüleri, bayan ayakkabıları,
terlik, küpe, broş, seccade,
Kuran-ı Kerim mahfazası, gözlük kılıfı, para
kesesi, yatak örtüsü ve oda takımı gibi
eşyaları süsleyen Maraş işi, erkek giysileri
arasında da Maraş abası, palaska, cepken,
şalvar ve zıbınlara işleniyor.
EN MEŞAKKATLİ EL NAKIŞI
Maraş işinin işleme tekniği, araç ve
gereçleri diğer işlemelerden oldukça farklı.
Sim sırma için kullanılan araç gereçler de
iplik ve iğneden ibaret değil. Tezgâh
(Cülde), makaralık, askı, makas, biz,
Sim Sırma işi kumaşın ön yüzünden yürütülen, arka
yüzünden görünmeyen, diğeri kumaşın arka yüzünden
yürütülen ön yüzünden görünmeyen sim ve sırma
kullanılan iki yüzlü işlenen bir nakıştır. Sim Sırma işinde
deriyi desene göre kesme, oyma önemli bir yer tutar.
möhlüke (keski), sim, sırma, çamaşır ipeği, balmumu,
çiriş, solüsyon, uhu, tırtıl, kurt, kumaş, astar kumaş,
nakış ipliği, beyaz karton, gri karton, çimento kâğıdı (graft kâğıdı), sarı karton, beyaz sabun, çeşitli
pul ve boncuklar, silgi, çıkrık ve çekiç sim sırma
yapabilmek için ihtiyaç duyulan malzemeler. Yüzü
ve tersi birbirinden farklı ve tek yüzlü bir işleme
olan sim sırma sire saten, kadife, organze, şifon
ve çeşitli ipekli kumaşlar üzerine uygulanabiliyor.
İnce kumaşlar üzerine işlenirken altı organze veya
astarlı kumaşlarla destekleniyor.
GEÇMİŞİ
Selçuklulardan bu yana
yapılagelen sim sırma işçiliği
Dulkadiroğulları Beyliği’nden
Osmanlı Sarayı’na gelin giden
Emine Hatun ve Sıddi Mükrime
Hatun’un çeyizleriyle İstanbul’a getirilir.
İpek Tanır
Tezgâha sıkıştırılan kumaş, Maraş işi yapıldıktan sonra bir dizi teknik işlemden geçiriliyor.
Kabartma kartonu hazırlama, Maraş işinin pesent
iğnesini yapma, Maraş işinin verev pesent iğnesini
yapma, Maraş işinin hasır iğnesini yapma şeklinde adlandırılan özel teknikler tamamlandığında
sim sırma da bütün albenisiyle ortaya çıkar. Maraş
işi sarı ve gümüş rengi sırma, sim ile işlendiği gibi
motiflerin tamamı veya bir kısmı pamuk ve ipliklerle de işlenir. Maraş işinin bir özelliği de nakış
işlenirken alt ipliğin üstten, üst ipliğin alttan görünmemesidir.
Kahramanmaraş’ın en önemli kültürel değerlerinden biri olan ve şehrin adıyla anılan sim
sırma bazen eski zamanlara ait bir güzellik gibi hatırlansa da yeni kullanım alanları ve tasarımlarla
bundan sonra da estetik bir el sanatı olarak varlığını sürdürmeye devam edecek gibi görünüyor.
NASIL YAPILIYOR?
Hazırlanan desen kâğıtları
seçilen kumaşa teyellenerek sim
sırmaya başlanıyor. Ardından
desen oyma işlemi uygulanıyor
ve desen kumaşa yapıştırılarak sim sırma işlemeye
hazırlanmış oluyor.
BAZI TEKNİKLER
Mukavva işi,
bastırma işi, dival işi gibi
adlandırmaları olsa da sim sırma
ve Maraş işi en çok bilinen isimleri.
Sim-sırmanın özel bir sanat
dalı haline gelmesinden
sonra günümüzde kadın
giyim eşyaları, bindallı,
sabahlık, gece kıyafetleri,
çantalar, masa örtüleri,
bayan ayakkabıları, terlik,
küpe, broş, seccade,
Kuran-ı Kerim kabı, gözlük
kılıfları, para keseleri,
panolar, yatak örtüleri
ve oda takımları yapılmaktadır. Erkek giysileri
arasında Maraş abası,
palaska, cepken, şalvar ve
zıbınlara işlenmektedir.
ADALET MÜLKÜN TEMELİDİR
Bir yerde adalet varsa öteki haklar da var demektir. Yoksa bile, var olan
adalet sayesinde öteki haklar da gelecektir. Bir yerde adalet yoksa öteki
haklar da yok demektir. Olsa bile adaletsizlik yüzünden öteki haklar da
yok olmaya mahkûm demektir.
Adalet, tanımlara sığmayan ve daha
çok uygulamayla anlaşılabilecek bir kavramdır. Ancak genel anlamda, “bireysel ve toplumsal yaşamda dirlik, düzen, hakkaniyet,
eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan
ahlâki erdem” olduğu şeklinde tarif edilebilir. Eşitlik ve hakkaniyetin temin edilmesi, bütün düzenlemelerin, kanunların ortaya
çıkmasının temel ve nihai sebebidir. Çünkü
insanlar arasında malların, hakların, görevlerin, dengeli ve ölçülü bir şekilde bölüşülmesi;
insan şeref, onur ve haysiyetinin korunması,
adaletin uygulanması ile gerçekleşir. Bu anlamıyla adalet; varlık, fıtrat ve toplumsal hayatı ayakta tutan en önemli husustur.
Sadece eşitlik prensibi ile hareket etmek her zaman adaleti sağlamayabilir. Çünkü insanlar fiziksel ve zihinsel yetenekleri,
kültürel birikimleri bakımından birbirlerinden çok farklı durumlarda oldukları için çok
katı eşitlikçi davranmak bazen adaletin zıttı
olan zulmün ortaya çıkmasına sebep olabilecektir.
Maddi durumu aynı olmayan, beden
sağlığı eşit olmayan, yaşam koşulları farklı
olan insanlara Adalet adına aynı muamele
yapıldığında bu durum en büyük adaletsizlik örneği olacaktır. Adaletin eşitlikle uygulanması, hukuk önünde eşitlik ve her bireyin eşit haklara ve imkânlara sahip olması
ile ilgilidir. Peygamber Efendimizin vefatına yakın bir zamanda verdiği şu mesaj çok
anlamlıdır: “Ey insanlar! Şunu iyi biliniz ki
Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap’ın
Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, be-
yaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza
bir üstünlüğü yoktur.” İslâm düşüncesinde
bütün insanlar tarağın dişleri gibi eşit kabul
edilir. Bütün insanlar etnik köken, ırk, aile,
kabile, sosyal sınıf, renk, din ve dil gibi özelliklerine bakılmaksızın hukuk önünde eşittir.
Bazı kişilerin sahip oldukları güç ve kuvvet,
bu eşitliği güçlüden yana değiştiremez. Hatta
İslâm, insanlar arasında sadece adaletin tesis edilmesini yeterli görmemekte, daha ötesinin yani ihsan, fedakârlık, îsâr derecesinde
bir düzenin oluşmasını hedeflemektedir.
Bir yerde adalet varsa öteki haklar da
var demektir. Yoksa bile, var olan adalet sayesinde öteki haklar da gelecektir. Bir yerde
adalet yoksa öteki haklar da yok demektir.
Olsa bile adaletsizlik yüzünden öteki haklar
da yok olmaya mahkûm demektir. Bundan
dolayı hadis kitaplarında adaletin mülkün
temeli olduğu yolundaki şu orijinal ifadeyi
takdir ve tefekkürle okumaktayız: El adlü
esasül-mülk! Adalet mülkün temelidir!
İslam’ın ilk günlerinde yaşananlar,
Adaletin en iyi nasıl uygulanabileceğine dair
en güzel örneklerdir. Siyer ve İslâm tarihi
kitaplarında geçen şu evrensel adalet örneği
bize kesin bilgi vermektedir. Bir Yahudi ile
Müslümanların dördüncü halifesi Hazreti Ali
arasında geçen adalet örneği şöyle cereyan
eder. Hazreti Ali Efendimiz, Sıffîn’e giderken
yolda devesi üzerindeki heybede bulunan
zırhını düşürür. Arkasından gelen bir Yahudi
ise zırhı bulup alır; ama kimselere söylemez.
Aradan zaman geçer,
Yüce Allah,vicdan denilen temiz, muhafaza edildiği müddetçe kişiye
doğru ve yanlışı fısıldayan bir içgüdü yaratmıştır. Yapacağı
davranışlarında ve işlerinde vicdanına, inancına, değerlerine hassas
davranan bir insanın adaletten ayrılması mümkün olmayacaktır.
Hz. Ali zırhı Yahudi’nin elinde Kûfe’de görünce hemen tanır ve sahip çıkarak ister:
Yahudi inkâr eder: – Zırh benim
elimdedir, öyle ise benimdir.
Hazreti Ali imkânı olduğu halde zırhını zorla
almak yerine şu teklifi yapar:
– Ben zırh benimdir diyorum, sen ise
değil diye diretiyorsun, bunun çaresi adalete
gitmektir. Buyurun birlikte gidelim mahkemeye.
Ve Müslümanların halifesi Hazreti Ali, Yahudi kökenli bir insanla yan yana mahkemeye çıkar, adalet önünde eşit şekilde ifade
verir.
Davayı meşhur hukukçu Kadı Şüreyh görmektedir. Sorar:
– Ya Ali, bu zırhın senin olduğuna şahidin var mıdır?
– Var efendim oğlum Hasan’la yardımcım Kanber şahidimdir.
Kadı Şüreyh hiç beklemeden cevap verir:
– Oğlunla yardımcın senin yakınlarındırlar, senin hakkında şahitlikleri geçerli
değildir. Başka şahidin var mı?
- Yok efendim.
– Öyle ise zırhın sana ait olduğunu
ispat edemediğinden, davayı kaybetmiş oluyorsun. Zırh kimin elinde ise sahibi odur.
Hayret ki hayret! Müslümanların halifesi
Müslümanların mahkemesinde Yahudi aleyhine açtığı davayı kaybediyor; Yahudi kazanırken halife adalete boyun eğerek itiraza
yönelmiyor, rıza gösteriyor.
Manzarayı ibret ve hayretle seyreden Yahudi
nihayet insafa geliyor ve gerçeği itiraf ederek
şunları anlatıyor:
– Ey müminlerin emiri, bu zırh gerçekten de sizindir. Ben sizin arkanızdan giderken yolda rastladım. Sizin düşürdüğünüz
kesin. Gördüğüm bu adalet karşısında daha
fazla direnemiyor, ben de Müslüman oluyorum.
Allah Teâla hazretleri her insanı birbirinden çok farklı imtihanlara tabi tutar.
Bu sınavlar esnasında insana yardımcı olacak peygamberler ve kitaplar göndermiştir.
Bir de her insanın fıtratına inanma ihtiyacı
ve vicdan denilen temiz, muhafaza edildiği
müddetçe kişiye doğru ve yanlışı fısıldayan
bir içgüdü yaratmıştır. Yapacağı davranışlarında ve işlerinde vicdanına, inancına, değerlerine hassas davranan bir insanın adaletten ayrılması mümkün olmayacaktır.
Yüce Allah, hayatın bazı dönemlerinde insana güç, kuvvet verip adalet içinde
kalıp kalmayacağını imtihan eder. Bazen de
güçsüz ve imkânsız bırakıp, insanın helal
dairesi içinde kalıp kalmayacağını, bu zor
durumdan kurtulmak için haram yollara
başvurup başvurmayacağını sınar. Bu imtihanlar bazen söylediğimiz bir söz, bir şahitlik ya da kuvvetimizi hak ve doğruluk lehine
kullanmak olarak çeşitli şekillerde karşımıza
çıkar.
Unutmayalım ki, Allah(c.c.) adil
olanları sever.
Ne mutlu adil olanlara, adaleti şiar
edinip, şaşmaz bir mizanın kurulacağı hesap
gününe iman edenlere!
Ömer Aydın,
Diyanet İşleri Başkanlığı, Cezaevi Vaizi
1- (HM23885 İbn Hanbel, V, 411)
2-(MB195 Kudâî, Müsnedü’ş-şihâb, 1/145)
3- (Âl-i İmrân, 3/92; Nahl, 16/90; Haşr, 59/9)
4- Maide 5/42.
TÜRK EİNSTEİN’I:
PROF.DR. OKTAY SİNANOĞLU
1975 yılında özel kanunla ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı, 1962
yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti tarafından yalnız
kendisine mahsus Danışman Profesör ünvanı, Yale Üniversitesi’nde ikinci bir
kürsü profesörü, 1973’de Almanya’nın en yüksek “Aleksander Von Humboldt
Bilim Ödülü”nü ilk kazanan kişi, 1975’de Japonya’nın “Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü” Amerikan Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesi, Meksika
hükümeti tarafından verilen yüksek Bilim Ödülü “Elena Moshinsky” sahibi...
“İnsanlık karanlık çağlara doğru hızla götürülüyor. Sınırlar kalkıyor, ulus devletler yok ediliyor, yüzlerce etnik küçük bölünmeler yaşanıyor.
Bilim ve teknoloji hiç olmadığı kadar küresel sermayenin elinde. Birkaç küresel şirket enerji kaynakları yanında gıda ve su kaynaklarına da hâkim
olmaya başladı. Dünya nüfusu etnik ve mezhep
bölünmeleriyle birbirine kırdırılıyor. Diğer yandan da sağlıkla ilgili ilaçlar, aşılar ve serumlarla,
gen araştırmalarıyla insanlık büyük bir tehdit altında. Dünya nüfusunun azaltılması, tek bir dünya hâkimiyeti, tek bir dil (köle dili) ve tek bir sahte
dinî düzen kurulmak isteniyor. Basın-yayın tekeli
insanların gerçekleri görmesini engelliyor. Etrafımızı saran yalan perdelerini nasıl yırtıp gerçekleri görebiliriz? Mutlaka dünyada karanlık çağlara
doğru gidişle mücadele edenler var ve her zaman
olacaktır. Önümüzdeki yıllarda koltuğunuzda rahatça oturup keyfinizin bozulmamasını sakın beklemeyin. Çünkü insanlığın geleceği tehlikede!”
Türk Einstein’ı Oktay SİNANOĞLU günümüzdeki yaşananları ve durumumuzu böyle özetliyor “Göçmen Hamamı” isimli kitabında. Yine de
söylediklerinin üzerine umutsuzluğa kapılmamamızı tembihleyerek çözümün anahtarını da veriyor
bizlere, “Ne Yapmalı” isimli kitabıyla:
“Büyük sorunlar küçük adımlarla çözülür.
Durup dinlenmeden çalışacağız; aldatılmışları aydınlatacak, gafiller uykusundakileri uyandırmaya
devam edeceğiz. Allaha şükürler olsun ki yıllardır
süren, sahte ayrımcılıkların sahteliğini yıllar önce
görüp milletimizin her kesimini, sağcısı, solcusu,
dindarı demeden iki temel dava uğrunda tek vücut
olma davetimizin boşa gitmediğini gördük. Bu çığ
büyüyecek; iki temel dava uğrunda herkes birleşecek: Birincisi, Bu vatan Türk’ün vatanıdır.
Bir karış toprağı bile kimseye verilemez; eşdeğerde ikincisi ise: Bu ülkenin dili, çoğunluğunun anadili olan büyük ve birleştirici resmî dil, eğitim dili
Türkçedir, Vatanımıza ve manevî vatanımız Türkçeye sımsıkı sarılacağız. Halkımızın maddî ve manevî refahı da o yoldan geçecek…”
19 Nisan 2015 tarihinde sessizce aramızdan
ayrıldı. Ardında çoğumuzun hayal bile edemeyeceği
bir öz geçmiş bırakarak. Sağlığındayken, dizi filmlerden, magazin programları ve yarışmalardan yer kalmadığı için yayınlarda göremediğimiz, gazetelerde
yazdıklarına ve araştırmalarına yer verilmeyen, hayatını kaybedene kadar ismini çoğumuzun bilmediği bir
değerimizi yitirdik. Öyle ya bizim için önem arzeden
ve değerli olan, bir bilim ve fikir insanının eserleri
ve düşünceleri değil, magazin dünyasının önde gelenlerinin, gece kulüplerinin çıkışındaki, çakırkeyif
söylemleri ile sosyal medyada verdiği pozların altına
yazdıkları yorumlarıydı! Tam da bunların oluşturacağı tahribat ve yıkımdan bahsediyordu Oktay Hoca;
hem de yıllar öncesinden olacakları biliyormuşçasına. Onu anladığımızda çok geç olmaması temennisiyle, saygıyla ve hürmetle anıyoruz kendisini…
Kitapları
• Göçmen Hamamı
• 2050’ye 5 Kala Dünyanın 105 Yıllık Tarihi
• İlerisi için
• Türkçe Giderse Türkiye Gider
• Bye Bye Türkçe / Bir New-York Rüyası
• Büyük Uyanış
• Hedef Türkiye
• Ne Yapmalı / Yeniden Diriliş ve Kurtuluş İçin
• Yeni Bilim Ufukları I - 2 - 3
• Açıklamalı Fizik, Kimya, Matematik Ana
Terimleri Sözlüğü
17
OKTAY SİNANOĞLU KİMDİR?
Babasının (Nüzhet Haşim Sinanoğlu) Türkiye
Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu Bari’de
doğdu. 1939 yılında İtalya’da II. Dünya Savaşı’nın
başlamasının ardından ailesiyle Türkiye’ye döndü.
Oktay Sinanoğlu, sonradan TED Koleji olan Ankara
Yenişehir Lisesi’ne 1953 yılında burslu öğrenci olarak girdi ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla Kimya Mühendisliği bölümünde okumak üzere
ABD’ye gitti. 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi
Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi.
1957’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi
oldu. “Alfred Sloan” ödülünü aldı. 1959’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960’ta Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi (asistan profesör) oldu.
1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin
çok-elektronlu kuramı ile “Doçent” oldu. 1963’te 50
yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim
dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör”
unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu
ünvanı kazanan en genç öğretim üyesidir.
1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi
mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus
olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını
verdi. Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha
profesör olarak atandı. 1973’de Almanya’nın en yüksek “Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü”nü ilk
kazanan kişi oldu. 1975’de Japonya’nın “Uluslararası
Seçkin Bilimci Ödülü”nü kazandı; yine 1975 yılında
özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye
Cumhuriyeti Profesörü ünvanı verildi. 1976’da Japonya’ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim
ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerikan Bilim ve
Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü “Elena
Moshinsky” ile ödüllendirildi.
Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler
biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. DNA
sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna
açıklama getirdi. Dünyanın pek çok yerinde buluşları
ve kuramları ile ilgili konferanslar verdi.
1980’li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit
bir şekilde öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı. Ancak 1988’de yayımlanan
çalışmaları akademik dünyada ilgi görmedi. 1993’te
Yale Üniversitesi’ndeki profesörlük görevlerinden erken sayılabilecek bir yaşta emekliye ayrıldı. Aynı yıl
Türkiye’ye dönerek Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü’nde profesörlüğe
atandı. 2002 yılında bu görevden de emekliye ayrıldı.
ÖRNEK HAYATLAR
Türkiye’de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili
milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı. Eğitim dilinin
resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır.
Matematiksel yapısından dolayı Türkçe’nin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir.
Yaşamı boyunca Kuantum Mekaniği’ne birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. P.A.M. Dirac’in de üzerinde uğraştığı ancak çözümleyemediği
bir problemi, “Kuantum mekaniği”nde, Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri çözdü.
Böylece Kimya bilimini bu topolojik inceleme ile sağlam bir temele oturttu.
İki defa Nobel Adaylığı olan Oktay Sinanoğlu 19 Nisan 2015 tarihinde aramızdan ayrılmıştır.
En önemli 5 kuramı:
Many Electron Theory of Atoms and Molecules
(1961) Atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı
Solvophobic Theory (1964) Çözgeniter kuramı
Network Theory (1974) – Kimyasal tepkime mekanizmaları kuramı
Microthermodynamics (1981) Mikrotermodinamik
Valency Interaction Formula Theory (1983) Değerlik kabuğu etkileşim kuramı.
Türkçe karşılığını önerdiği yabancı sözcükler
Türkçe
Örütbağ
Evrenkent
Hızlı Katar
Dirilbilim
Teknikbilim
Tezyemek
Çay Evi
Neft
Basın-yayın
Gezim
Ruhbilim
Orta Okul
Yabancı Karşılığı
İnternet
Üniversite - Bölümce Fakülte
Tren
Biyoloji
Teknoloji
Fast Food
Cafe
Petrol- Yakıt yağ
Fuel oil
Medya
Turizm - - Gezgin
Turist
Psikoloji - - Hekim Doktor
Rüştiye
www.sinanoglu.net, www.oktaysinanoglu.com.tr
BUNLARI
BİLİYOR MUSUNUZ?
Çinlilerin Soyadları
1.35 milyarlık Çin’de 100 tane soyadı kullanılıyor.Dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1.35 milyar kişi, sadece
100 soyadı kullanıyor. Çin’de Vang (Kral) soyadına ait 93 milyon nüfus
kaydı var. Soyadının esas addan önce yazıldığı ülkede, Vang’ı 92 milyonla
“Li” ve 88 milyon kişiyle “Zhang” yani Türkçe ve özgün telaffuzuyla “Cang” izliyor.
Nüfusun büyük bölümünün sadece 100 soyadı kullandığı Çin’de isimlerin kökeni binlerce yıl geriye kadar gidiyor.
Akciğer’in görevi...
Akciğer havadan aldığımız oksijeni kanla karıştırarak,
dolaşımdaki karbondioksiti dışarı atmakla görevledir.
Akciğerdeki bu görevi yapan, bol miktarda bulunan hava kesecikleridir.
Kalpten gelen kirli kan akciğerlere girer. Buradaki hava keseciklerine geçerek
“alviol’’ denilen bölmede temiz oksijenle birleşerek gaz değişimi yapılır ve
kalptenden de aort atardamarı sayesinde tüm vücuda yayılır. Akciğerin
yapısına gelince, akciğer vücudumuzda iki adet bulunur, Sağ akciğer sol akciğerden biraz büyükçedir.
Ağırlık olarak erkeklerde sağ akciğer yaklaşık 700 gram iken sol akciğer bundan yaklaşık
olarak 100 gram daha hafiftir. Vücudumuzdaki ağırlığın 1250-1300 gram civarını akciğerler oluşturmaktadır. Kadınlarda ise akciğerler vücutla orantılı olarak erkeklere nazaran biraz daha küçüktür.
Toplam iki akciğerin ağırlığı yaklaşık olarak 1100 gram civarındadır.
Babüsselam
CD-ROM NEDİR?
“Kompakt Disk-Salt Okunur Bellek”
anlamına gelen İngilizce “Compact
Disc Read-Only Memory” sözcüklerinin baş harfleriyle oluşturulmuş terim.
CD-ROM’lar CD’lerle aynı yapıdadır.
Ancak, bunlar bilgisayar ortamına aktarılabilecek bilgileri içerirler.
CD-ROM’larda bilgiler, sayısal veriler
olarak optik bir disk üzerine minik
çukurlar şeklinde kaydedilir. Kaydedilen
veriler düşük güçlü bir lâzer demetince
okunur. Sayısal veriler kullanıldığından
CD-ROM üzerine metin dışında ses ve
görüntü de kaydedilebilir.
Bu nedenle CD-ROM’lar, ses ve görüntü
aygıtlarında müzik,
grafik ve film
kaydetmek
içinde
kullanılır.
Horlama Sesi
Topkapı Sarayının Ortakapı’da denilen ikinci kapısıdır.
Babüsselam’ın biri dışa, öteki iç avluya açılan iki büyük kapısı arasındaki bölümüne “kapı arası” denirdi. Kapıyı Kapıcıbaşı Ağanın
idaresindeki “Bevvaban-ı Dergah-ı Ali” denilen kapıcılar korurdu.
Babüsselam bugün Topkapı Sarayı Müzesinin giriş kapısı olarak kullanılmaktadır. Suçlu devlet adamları ve sürgünler, padişah fermanının
çıkışına dek burada hapsedilirlerdi. Padişah makamının başladığı
yer olarak kabul edilen Babüsselâmdan içeri girmek kurallara bağlıydı. Padişahtan başka hiç kimse buradan at üstünde geçemez. Başta
sadrazam olmak üzere bütün yöneticiler buraya adım attıkları andan
itibaren yetkilerini kullanamazlardı. Topkapı Sarayının inşa edildiği 15.
yüzyılda yapılmıştır. Kuleleriyle 15 yüzyıl yapılarına benzemektedir.
Kapı üzerinde Kelime-i Tevhid altında Sultan II. Mahmud Tuğrası,
yanlarda da 1758 yılı onarımını belgeleyen kitabeler ve Sultan III.
Mustafa’nın Tuğraları vardır. Kapının II. Avluya bakan cephesinde
rokoko üslubu süslemeleriyle dekore ettirilen geniş bir revak bulunur.
Bu kapıdan sedece Padişahlar atla geçerdi, diğerlerinin attan inmesi
gerekiyordu.İkinci Avluda vezirlerin divanı vardı. Bu divan sadrazam
yönetimindeki teşkilata bağlıdır.Bevvaban-ı Dergah-ı Ali denilen
görevlilerce korunurdu. Amirlerine Kapıcı Başı denirdi.Kapının sağında konferans ve geçici sergi salonu, solunda müze çıkışı bulunur.
m
i
y
De
EŞREF SAAT
İşe başlamanın uğurlu ve uygun zamanını tanımlarken “eşref saatini bekle” telkininde bulunur yahut yapılan bir işin hayırlı sonuç vermesi durumunda
“eşref saate rastladı” deriz.
Bir kimseye bir işi yaptırmanın en uygun zamanını bildirmek üzere kullandığımız bu deyimin aslı
eşref-i saat (zamanın şereflisi, muvafık zaman, denk
gelme) şeklinde ifadelendirilen bir astroloji terimidir.
Tarihte gök bilimleriyle ilgilenen ilk medeniyetler,
Sümerler ile Keldanîlerdir. Mezopotamya’nın bu eski
kavimleri, gök cisimlerine tapar ve yıldızların hareketleri ile aldıkları değişik konumlardan bazı hükümler
çıkarırlarmış. Şimdi astroloji dediğimiz ilm-i ahkâm-ı
nücum’un esası işte buraya dayanır. Astrolojiye göre,
insanların ve kâinatın hareket ve tavırlarında burçların etkisi, daima hissedilmektedir.
İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve madenlerden
her biri bir burcun ve gezegenin etkisi altında hareket eder. Duygular, ahlâk, huylar, sağlık, rakımlardan
burçlar, değişik zamanlarda değişik etkiler gösterir ve
bazen olumlu, bazen olumsuz sonuçlara sebep olurlar. Astroloji sisteminde yer alan her bir yıldız ve gezegenin etkisi altındaki insan da yıldızına uygun olarak
iyi veya kötü cimri veya cömert, neşeli veya üzgün,
kısaca talihli veya talihsiz dönemler yaşarlar. Eskiler,
gezegenlerin kutlu ve kutsuz zamanlarını tespit etmişlerdir ve bir gezegenin ilk hareket noktasına dönüşünü, onun kutlu zamanı kabul edip buna zaman-ı şeref
(veya şeref-i şems, şeref-i kamer) demişlerdir.
Yıldızların burçlar sistemindeki konumları,
uğurlu (sa’d) veya uğursuz (nahs) dönüşümlerle doludur. Gezegenlerin on iki burcu sınırlayan zaman
dilimlerine girişleri (yükselen burç) ve duruşları, o
burcun güneşe göre konumu içerisinde bazen uğurlu,
bazen de uğursuz zamana denk gelir. Bu yüzden, her
burç için aylık veya günlük dilimdeki kutlu ve kutsuz
saatler değişebilir ve bazen ayın başında olan kutlu
saat (sa’d), bir sonrakinde sonuna; birinde gün ortasına rastlayan kutsuzluk (nahs), ertesi gün akşam veya
sabaha rastlayabilir. Bunu ancak astroloji ile yakından
ilgilenenler takip edebilirler. İşte, uğurlu olduğu tespit
edilen veya zannedilen böyle bir zamanda başlanılacak işlerin insana uğur getireceğine inanılır ve buna
eşref-i saat denilir.
Eskiler eşref saate çok önem vermişler ve yıldız ilminin bu şubesini ayrıca ele alıp ihtiyarat (Ast-
rolojide yıldızlara göre herhangi bir işin yapılacağı
ve yapılmayacağını gösteren bâtıl hükümler.) adıyla
özelleştirmişlerdir. Emevîler ve Abbasilerden başlayarak hemen bütün İslâm saraylarında mevcut
olan müneccimlerin uğraştıkları işlerden birisi de
eşref saati tespit etmek ve onları belli dönemlere ait
listeler hâlinde sultana sunmak olmuştur. Osmanlı
sarayında da müneccimbaşılık müessesesi bulunur.
Padişahın tahta çıkması, şehzadelerin doğumu ve
isimlerinin konulması, savaş ilânı, ordunun hareketi, önemli bir devlet işine başlanılması, sadrazama
mühür verilmesi, bina inşaatına temel konulması,
denize gemi indirilmesi, sultanların düğünlerinin
yapılması, vs. pek çok konunun zamanını tespitte
müneccimbaşı, son sözü söylemiş ve işler ona göre
yürütülmüştür. O kadar ki eşref saati bir dakika bile
tehir edilmeyerek bütün teşrifat ve protokolü ona
göre düzenlettiren padişahlar olmuştur. Sultan II.
Mehmet’in, İstanbul’un fethi için müneccimlerin
belirlediği eşref saatte sefere çıktığı rivayeti bunlardandır.
Günümüzde, açılış merasimlerinde kurban
kesilmesi, bir işe başlanılacağı gün sadaka verilmesi,
uğur getirsin diye bazı günlerde özel davranışların
tercih edilmesi, uğur sözlerinin tekrarlanması, vb.
pek çok âdette biraz da bu eşref saat anlayışının etkisinin bulunduğu düşünülebilir. Eski şairlerin eşref
saatlerinin, sevgiliye vuslat ânı olduğunu Enderunlu
Fazıl’ın şu beytinden anlıyoruz:
Bir gün elbet ola eşref saati Bu dil-i şikestemi ben
sağlarım
(Bir gün elbet sevgilinin eşref saatine rastlarım da
şu kırık gönlüm yapılır.)
Bakînin şu beytinden de eski cinci hocaların, eşref
saatte muska yazdıklarını anlıyoruz:
Rûyundalâ’liüzrehatt-ı müşg-bâr-ı yâr Şîrînlik yazar
şeref-i âfitâbda
(Sevgilinin yüzündeki misk damlası ben, dudağının
üzerinde öyle durur ki; görenler, güneş burcunun,
şeref saatinde şirinlik muskası yazdığını zannederler.)
İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek)
20
AİLE
Ailenin Çocuklar Arasında Ayrım ve
Kıyas Yapması
Ailenin çocuklar arasında ayrım ve kıyas yapması, çocukta telafisi güç sonuçlar doğurur.
“Ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk dışlandığını, ailesinin artık kendisini sevmediğini düşünüyor. Bu da minik dünyalarında korkunç fırtınalar estiriyor. Çocuk yapayalnız kaldığını düşünüyor.
Depresyona giriyor, içine kapanıyor. Ruh dünyası
allak bullak oluyor. Kendine güveni azalıyor. Arkasında ailesinin desteği olmadığını düşünerek bocalıyor. Evde mutsuz bir görüntü sergilerken, okulda da
başarısız oluyor.”
Genelde ayrım, kız ve erkek çocuklar arasında
yapılıyor. Bu hem insanlık hem de inandığımız değerler açısından son derece olumsuz bir davranıştır.
“Anne babada ayrım yapma davranışına neden olan
durum, genellikle her çocuğun farklı kişileğe sahip
olmasındandır”. Kimi çocuğu anne babalar ‘iyi çocuk’ olarak görüyorlar. Daha az problem getiren yani.
Hâlbuki diğer kardeş bunu ‘iyi çocuk’ olmak şeklinde
değerlendirmiyor. Anne babasının tamamıyla haksız
yere iki kardeş arasında ayırım yaptığını düşünebiliyor. Anne babanın çocuğa davranışını belirleyen en
önemli etkenlerden birisi de çocuğun kişilik yapısı.
Yani, çocuğun sinirli, aksi, veya yumuşak, duygusal
oluşu.
1- Aynı evi,
aynı anne babayı
paylaşan çocuklar
farklı tecrübeler
ediniyorlar.
Çünkü çocuklar,
sadece görünüşte
aynı ortamı tecrübe ediyorlar. Çocuklar yaşları, algılamaları, duygusallıkları, anne ve babanın kendilerine olan davranışlarından dolayı aynı ev ortamını farklı şekillerde algılıyorlar. Yapılan araştırmalar
çoğunlukla çok çocuklu aile ortamlarında ebeveynlerin kardeşler arasında herhangi bir şekilde ayrım
yaptığını gösteriyor. Bu ayırım maddi veya manevi
olabiliyor. Çünkü anne baba kendi bakış açılarına
göre çocukta diğer kardeşe göre daha uysal, ılımlı bir
kişilik yapısını’ görüyor. Anne baba evde huzur istiyor. Kolay, sıkıntı vermeyen çocuklar tercih sebebi!
Tercih edilmeyen hareketli, hırçın olan kardeş kendisi ile kardeşinin arasındaki kişilik farkını bilemediği
için anne babasının ona bakışının dokunuşunun, ses
tonunun sert ve agresif olduğunu hissedebiliyor.
Anne ve baba çocukları arasındaki bu istem dışı yaptıkları ayrımcılığa rağmen çocuklarının birbirlerine
yakın ve sevgi dolu olmalarını bekliyorlar.
Ebeveynler, kendilerinin çocukları
arasındaki gerginliğe yol
açtıklarını kabullenmek
istemiyorlar, çünkü hiçbir
anne baba kendi doğurup
büyüttüğü çocuğuna haksızlık
etmiş olduğu düşüncesi veya
duygusuyla yaşamak istemez.
Ebeveynlerin, kendini
korumaya almanın
en kolay yolu da çocuklarına eşit davrandıklarını söylemek olabiliyor.
Çocukların
isteklerini açık
ve net bir şekilde
dile getirmelerine
yardımcı olun.
Onlara ilgi gösterin.
Çocuklarınızı sık sık
kucaklayın, sevin.
Bütün şikayet ve
duygularını objektif
ve sevecen bir
kulakla dinleyin.
AİLE
2- Kardeşlik ilişkisi yakın bir ilişki. Çocukluktaki ilk sosyal tecrübelerimizi kardeş ilişkilerimizden ediniyoruz. Sosyal dünyayı onlar sayesinde
tanıyoruz ve daha da önemlisi kendimizi onlar sayesinde keşfediyoruz. Çocuklar ilk sosyal yarışlarını
da kardeşleriyle tecrübe ediyorlar. Kim anne babanın dikkatini daha çok çekebilir, bunun sınırlarını
denemeye başlıyorlar. Çocuklar yaşından önce son
derece gelişmiş bir sosyal bilinç sergiliyorlar. Küçük
yaşlardan itibaren çocuklar anne babaların sevgi, sıcaklık, gurur duyma, koruma gözetme, disiplin gibi
sosyal iletişim stratejilerinde kardeşler arasında eşit
davranıp davranmadıklarını çok iyi fark ediyorlar.
Özellikle anne sevgisinin kardeşler arasında eşit dağıtılmadığı durumlarda haksızlığa uğradığını düşünen çocuklar, endişe, anksiyete, depresyon gibi sorunlarla karşı karşıya kalabiliyorlar. Ve kendilerini
değerlendirdiklerinde hissettikleri eksiklik duygusu
kaçınılmaz oluyor. Sevgi eşitsizliği ne kadar büyükse veya çocuk tarafından ne kadar büyük algılanıyorsa, öfke büyür.
Evde mümkün olduğunca çocuklar arasında
eşit ilgi ve sevgi ayarı yapılmalı, aksi halde kardeşlerin birbirlerine nefretle bakmalarına sebep olunabilir. Ayrım ve kıyaslama çocukta duygu karmaşasına
da neden olabiliyor: “Ailenin duyarlı olmaması durumunda kardeşler arasındaki nefret, birbirlerine
zarar vermeye kadar uzanabilir. Hatta ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk, anne ve babadan da nefret etmeye başlar. Çocuk hep gergin ve stresli
olur. Kavgacı bir yapıya bürünür.
Kendini sürekli mutsuz ve boşlukta
hisseder. Çevreye karşı ilgisi ve
neşesi azalır.
Önceden zevk aldığı
şeyleri bile yapmak
istemez. Oyun bile
oynayamaz hale gelir.
Bu depresyon halidir.”
Bu aşamada mutlaka
çocuğun durumu
dikkatle takip
edilmelidir.
21
Sevgi dağıtımında eşitlik gözetmeyen ailelerde büyüyen çocuklar ister sevgiyi daha fazla alan
olsun ister de daha az, durum hiç fark etmiyor. Bu
çocuklar hayatları boyunca uyum sağlamada ciddi
problemler yaşıyorlar. Özellikle yetişkinlik çağında
kurdukları ilişkilerde zorluklar çekiyorlar.
3-Erkek ve kız çocukları, ya da büyük ile
küçük çocuklar arasında ailelerin farkına bile varmadan ayrım yapmalarının, ayrım yapıldığı hissine
kapılan çocukta büyük yaralar açtığını biliyoruz.
“Ayrım yapıldığı hissine kapılan çocuk dışlandığını,
ailesinin artık kendisini sevmediğini düşünüyor. Bu
da minik dünyalarında korkunç fırtınalar estiriyor.
Yapayalnız kaldığını düşünüyor. Depresyona giriyor, içine kapanıyor. Ruh dünyası allak bullak oluyor. Kendine güveni azalıyor. Aile desteği olmadığını düşünerek bocalıyor. Evde mutsuz bir görüntü
sergilerken, okulda da başarısız oluyor.” Anne, baba
sevgisinin, çocuğun öğrenim hayatını olumlu etkilemesinin yanında istikrarlı arkadaşlıklar ve dostluklar kurma, mutlu olacağı mesleği seçme, mesleğinde
başarılı olma, hayattan zevk alma, mutlu bir yuva
kurma gibi yaşamın ilerideki süreçlerinde de etkili
olduğu bilinmeli.’’
Kardeşler arasında
ayrım yapılması,
başarısızlık
nedenleri
arasında yer
alır.Çocukların
başarısızlığını
etkileyen
ailevi faktörler arasında,
anne, babaların çocukları
arasında ayrım
yapmasının,
sevgi, şefkat
ve ilgilerini eşit
göstermemesinin çok önemli
rolü var.
www.sabah.com.tr
Fatih Sultan Mehmet
MAHKEMEDE
HİKAYE
23
Fatih Sultan Mehmet’in yargılanıp elinin kesilmesine karar verilen
dava, Üsküdar Gülfem Hatun Mahallesi’ndeki 11 numaralı kırmızı taş binada
görülmüştü. 1941’den sonra ofis, terzi, kuaför ve halı dükkanı olarak kullanılan
binanın izine yıllar sonra ulaşıldı.
İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey, Fatih Sultan
Mehmet’in ellerinin kesilmesini istemişti…
Evliya Çelebi’nin ‘’Seyahatnamesi’’nde bir
olay aktarılır. Olayın başrollerinde Fatih Sultan Mehmet, Atik Sinan ve Hızır Bey var…
Padişahlığının yanında şehrin imarıyla uğraşan Fatih Sultan Mehmet, ilk İstanbul kadısının atanmasını da sağladı. Buradan Bursa Müderrisi Hızır
Bey, şehrin ilk kadısı olarak atandı. Geçimlik olarak
da kendisine Kadıköy bölgesi verildi. Zaten bölgenin
isim hikayelerinden bir tanesi de buradan gelmektedir.
İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet,
fethin üzerinden yaklaşık on sene sonra cami inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Sinan Atik isimli
Rum mimara (bazı kaynaklarda bu mimarın ismi Khristodoulos olarak geçer) teslim eder.
Tarihi olayın hikâyesi ise şöyle:
Fatih Sultan Mehmet, fetihten on yıl sonra da
Mimar Atik Sinan’a, kubbesi Ayasofya’dan daha büyük bir cami yapması için emreder.
Atik Sinan her ne kadar bu işe “Emrin başım
üstüne” diyerek başlasa da malzemeler arasında bulunan yüksek mermer sütunları kendi hesabına göre
ölçüp biçip “üç arşın” kestirdikten sonra yaptığı cami
Fatih’in istediği ölçüde heybetli olmaz.
Fatih Sultan Mehmet, yeni yapılan camiyi
görünce “Kubbesi Ayasofya’dan daha büyük olsun.”
emrine neden uyulmadığını sorar. Mimar, büyük
bir depremde caminin yıkılacağından korktuğu için
kubbesini Ayasofya’dan daha küçük yapmak zorunda
kaldığını ve bu yüzden sütunları kestirdiğini söyler.
Fatih, mimarın hem Ayasofya’yı (emrine rağmen) özellikle kayırdığını düşündüğü için hem de
kendinden izin alınmadan böyle bir işe kalkıştığı
için “Mermer sütunları kesen ellerin kesilmesi”
emrini verir.
Mimar Atik Sinan bunu özellikle yapmadığını “Hesaplarına göre Ayasofya’nın kubbesinden
daha büyük bir kubbenin, ilk depremde yıkılacağını” düşündüğünü söyler ama emir büyük yerdendir
ve geri dönüşü yoktur.
Fakat çevresindekilerin de cesaretlendirmesiyle, mimar haklılığına olan güvenini daha da
bir pekiştirir ve “İstanbul’u fetheden, fatihler fatihi, Padişah Fatih Sultan Mehmet”i mahkemeye
verip hakkını aramak için Kadı Hızır Bey’e şikâyet
eder.
Bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından
atanmış, Osmanlı adaletini simgeleyen Kadı Hızır
Bey, mimarı dinleyip dava açılması için haklı sebep
olduğuna kanaat getirir ve Fatih Sultan Mehmet’in
mahkeme edilmesine karar verir.
Fatih mahkemeye gelir ve duruşma başlar;
Fatih Sultan Mehmet çok büyük bir insan olabilir
ama emrindeki birini mahkeme etmeden cezalandırmıştır. Karşı taraf savunmasını yapar, mimar
gerekçelerini açıklar ve kadı kararını verir: Fatih
Sultan Mehmet suçlu bulunur ve kendisi de mimara uyguladığı cezayla yani elleri kesilerek cezalandırılacaktır.
Bunu duyan Mimar Atik Sinan kulaklarına
inanamaz ve kadıya yalvararak şikâyetini geri çeker.
Kadı, bunu göz önünde bulundurarak cezayı maddi
tazminata çevirir ve mimara yüklü bir miktarda para
verilmesine karar verir.
Evliya Çelebi`nin aktardığına göre, karardan sonra Fatih, çıkardığı demir sopayı kadıya
göstererek: “Eğer sen Allah`ın hükmünü uygulamayıp, elimi kesmeye beni mahkum etmeseydin
bununla başını paramparça ederdim” der. Kadı
Hızır Bey de sakladığı kamayı çıkararak cevap verir:
“Sen de benim hükmümü kabul etmeseydin, ben de
bununla seni delik deşik ederdim” der.
Vicdan
Neye Yarar?
Sözlük anlamıyla vicdan: yanlış ve
doğrunun ne olduğunu bildiren duygu, içsel ses
anlamına gelmektedir. Davranışlarımızın ahlakça
değerli olup olmadığı hakkında öznel şuur. Bu şuur
yapmayı ya da yapmamayı öğütleyerek, uyararak,
suçlayarak, kınayarak, yargılayarak, onaylayarak
kendine özgü bir biçimde yaşam ve eylemlerimize
etki eder. Ruhsal bilgiye göre vicdan ruhun öz malı
olan bir yetenektir, kudrettir ve tekâmül oranında
gelişir.
Vicdan; insan ruhunun en mümtaz hususiyeti, en ileri bilgi kaynağı… O, bir şeye “evet”
dedi mi, onu ne akıl yalanlayabilir, ne de duyu organları…
Vicdan, akıl ve beş duyu… Hepsi de insana
bir şeyler takdim ederler, ayrı ayrı hakikatlere kapı
açarlar. Üstünlük daima vicdandadır; onu akıl takip eder, beş duyu arkasından gelir.
Gerçek akıl bir hakikati buldu mu, onun
duyu organlarına ters düşmesi hiçbir mana ifade
etmez. Bunun en güzel örneği, dünyanın döndüğünü aklın emretmesine karşılık hissin reddetmesidir. Neticede akıl galip gelmiş, hüküm ona göre
verilmiştir.
Hissin akıl karşısındaki durumu ne ise, aklın vicdan karşısındaki durumu da odur. Vicdana
ters düşen bir akılla amel edilmez. Bir hakikati vicdanen biliyorsak, onun olmadığına dair getirilen
bütün akli deliller demagojiden ileri
gitmez. Mesela, yaptığımız bir
haksızlık için vicdanımız bizi
rahatsız ediyorsa, aklın
ileri süreceği hiçbir özür,
derdimize deva olmaz.
İnsan birçok hakikati
vicdanen bilir. Görme, işitmeden ne
kadar farklı ise vicdanen bilme de
aklen kavramadan o kadar ayrıdır.
Vicdanda kıyas, mantık, fikir yürütme, hipotezler
kurma yoktur. O, bütün bunlara muhtaç olmaksızın hakikatleri doğrudan bilir.
Maviyi yeşilden gözümüzle ayırt ettiğimiz
halde, “şefkatin sevgiden” yahut “korkunun endişeden” farkını vicdanen biliriz.
İnsan kendi varlığını da vicdanen bilir. Bunun için düşünüp taşınmasına, “acaba ben var mıyım, yok muyum?” diye bir soru ortaya atmasına ve
sonunda “mademki düşünüyorum, o halde varım”
gibi manasız deliller getirmesine ihtiyaç yoktur.
İnsan kendi varlığı gibi, kendi sıfatlarını da yine
vicdanen bilir. Hayatta olduğunu, ilmi, iradesi bulunduğunu, görmeye işitmeye sahip olduğunu hep
vicdanen bilir. Bunlardan şüphe ettiği olmaz.
İnsan, gözüne inanmayabilir; “acaba yanlış
mı görüyorum?” diye gözlerini ovuşturup yeniden
bakabilir. Keza, aklına da inanmayabilir: “yanlış
mı anladım?” diye yeniden okuyabilir ama, vicdanı
hususunda, onun bildirdikleri hakkında böyle bir
tereddütte düştüğü olmaz.
www.e-psikoloji.com
25
TOPLUM
Hakkına razı olmak
Haklı olup herkes haklılığının gereğini yapsa herkes hakkını ve haddini bilse
hukuksuzluk diye bir şey söz konusu olmaz. Hakkına razı olmanın
enayilik olarak görüldüğü bir dünyada, insan haklarının çiğnenmesi
sıradan bir olay haline gelir.
Hakkına razı olmanın saflık olarak algılandığı bir dünyada yaşıyoruz. Konuşurken haktan hukuktan bahsederiz fakat iş bizim başımıza gelince
ne hak tanırız ne hukuk. İnsanca yaşamayı içimize
sindiremediğimiz sürece bu hep böyle olacak. Konuştuğumuzda doğrucu, yaptığımızda çıkarcı davrandığımızda aynı paradokslar yaşanacak. Toplum
olarak kurallarla yaşamanın enayilik, saflık olmadığını anlarsak bu sorun yaşanmaz herhalde.
Bu konuda örnek vereceğimiz bir sürü olay
yaşamışızdır. Mesela hastaneye gidiyorsunuz hastanede acil durumunuz var ama sıra bekliyorsunuz.
Kurallara uyuyorsunuz. Karşınızdakileri kendiniz
gibi zannedip dakikalarca hatta saatlerce bekliyorsunuz. Sonunda bakıyorsunuz ki sizi unutmuşlar,
başkaları alıp başını gitmiş. O zaman kendinizi itilmiş, dışlanmış hissediyorsunuz ve kendinizi sorguluyorsunuz yaşananların hangisi doğru diye?
Otobüs kuyruğunda sıra bekliyorsunuz. Kalabalık almış başını gidiyor. İşinize yetişmek için
çaba gösteriyorsunuz. Her azalan kişi size yol açmak
demek ancak bir külhanbeyi paldır küldür sanırsınız doğal olarak sıranın başına geçiyor ve hakkınıza
saygı göstermiyor. Bütün duygularınız ve inancınız
sarsılarak beklemeye devam ediyorsunuz. Düşünün
o duygularla işe gitmiş ve işe başlamışsınız. İş veriminiz ve ruh haliniz ne hale gelir.
Çok acıktınız yemek için kuyruktasınız kantinde ya da yemekhanede. Sıranın size gelmesini
her geçen zamanın sizi daha acıktırdığını düşünerek
istiyorsunuz. Kimseye bir şey demeden haline razı
bir şekilde sırada bekliyorsunuz. Kantinciyle ahbap
çavuş misali sıraya giren birisi sizi daha da geride bırakabiliyor. Olaya müdahale ediyorsunuz. Yanlışını
anlatıyorsunuz ama kimseden çıt çıkmıyor.
Kala kala yalnız kalıyorsunuz. Biraz önce
uğultusu yükselenler şimdi
çıt çıkarmıyorlar.
Yine siz hakkına razı olmanın cezasını çekiyorsunuz.
Öfkeniz daha da artsa insanların iki yüzlülüğü midenizi bulandırıyor.
Bankadasınız diyorsunuz burada elektronik
sistem var. Artık hakkıma razıyım kimse hakkımı
gasp edemez. Rahatsınız ve diğer işlerinizi ona göre
planlıyorsunuz. Bu sistemde beklenmedik bir şekilde cebinde banknotlarla gelen müşteriye kadar
devam ediyor. Sizde bir kez daha sûkûtu hayale uğruyorsunuz. Kızarsınız, sinirlenirsiniz, kimseye bir
şey anlatamamanın verdiği sıkıntıyla soğuk terler
dökersiniz. Sonra kendinize dönersiniz bütün bu ve
bunun gibi bir sürü yaşanmış yaşanması muhtemel
olayların sebeplerini düşünürsünüz.
Karşımızdakinin yerine kendimizi koyamadıktan sonra zaman ne kadar değişse de mekan ne
kadar gelişse de aynı sonuçları yaşayacağız. Herkes
hakkına razı olmayı bilse sonuçta bir gün eleştirdiği duruma düştüğünde hayal kırıklığına uğramamış
olur. Güçle var olmak daha büyük gücün varlığının
ortaya çıkmasına kadardır. Bu sefer sizde mağdur
durumuna düşersiniz. Hâlbuki haklı olup herkes
haklılığının gereğini yapsa herkes hakkını ve haddini bilse hukuksuzluk diye bir şey söz konusu olmaz.
Hakkına razı olmanın enayilik olarak görüldüğü bir
dünyada, bir ülkede insan haklarının çiğnenmesi sıradan bir olay olarak görülür. Çuvaldızı kendimize
batırdığımızda canımızın yandığını göreceğiz. Başkalarının canının yandığını anlamak bakımından bu
bir vicdani muhasebe yaptırır insana.
Elbette ki böyle bakana göre.
İzzet KELEŞ
Türkiye’de çok eşli evliliğin kaldırıldığı ve tek eşliliğin
zorunlu hale getirildiği medeni kanun düzenlemesinin
yapılması üzerinden 88 sene geçti.
(1 Eylül 1927)
Yüzücü Erdal Acet, Manş Denizi’ni 9 saat 2 dakikada
geçerek Dünya rekorunu kırması üzerinden 39 sene
geçti.
(1 Eylül 1976)
Tekke, zaviyelerin kapatılması ve memurların şapka
giymesine karar verilmesinin üzerinden 90 sene geçti. (2 Eylül 1925)
Mustafa Kemal Paşa’nın, Kurtuluş Savaşı’nın rotasının
çizildiği Sivas Kongresini açmasının üzerinden 96 sene
geçti.
(4 Eylül 1919)
Latrobe’nin Jeanette’yi 12-0 yenmesiyle sonuçlanan ilk
profesyonel futbol maçının yapılmasının üzerinden
120 sene geçti.
(3 Eylül 1895)
Birleşmiş Milletler’de Köleliğin, Köle Ticaretinin ve
Köleliğe Benzer Kurum ve Uygulamaların Kaldırılması Ek
Sözleşmesinin kabul edilmesi üzerinden 59 sene geçti.
(7 Eylül 1956)
Dumlupınar Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının ardından Yunan Ordusunu önüne katan Türk Ordusunun işgal altında bulunan İzmir’i
işgalden kurtarması üzerinden 93 sene geçti.
(9 Eylül 1922)
13000 kişinin yaşamını yitirdiği ve tarihte “Küçük
Kıyamet” adıyla yerini alan Büyük İstanbul Depreminin gerçekleşmesi üzerinden 506 sene geçti.
(10 Eylül 1509)
Kurtuluş Savaşımızın dönüm noktalarından biri olan
Sakarya Meydan Muharebesi’nin zaferle sonuçlanmasının üzerinden 94 sene geçti.
(13 Eylül 1921)
Galileo Galilei, İspanyol engizisyon mahkemesinde,
dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için yargılanması üzerinden 382 sene geçti.
(20 Eylül 1633)
Cep Herkülü’ Naim Süleymanoğlu’nun 6 dünya rekora kırarak, Seul Olimpiyat Oyunlarında şampiyon
olmasının üzerinden 27 sene geçti.
(20 Eylül 1988)
Kanuni Sultan Süleyman komutasındaki Osmanlı
Ordusu’nun Viyana’yı kuşatma altına almasının
üzerinden 486 sene geçti.
(27 Eylül 1529)
GEZİ
28
SEVDA FIRTINASI:
TRABZON
29
Trabzonum doludur, tarihin şerefle şanla
Özde de sözde de birsin dinle, imanla
Tabiatın doludur, yeşille sisle dumanla
Özde de sözde de tarihsin sen Trabzon
GEZİ
GEZİ
30
Havası serin, insanları sıcacık
bir sevdadır Trabzon...
Hayatınızda ilk defa gördüğünüz insanları
sanki yıllardır tanıyorsunuz hissinin içinize işlediği,
selam verdiğiniz zaman sohbetlerinden ve ikramlarından hiçbir zaman mahrum kalmayacağınız, misafirperverliğin zirvesi Trabzon...
UZUNGÖL
Kartpostallara yansımış bir düşün fotoğrafı, belgesellere yansıyan kısa bir hayal. Bazen gidip
görenlerin anlatımı ile bir masal diyarı. Anlatılanı
dinlemekle, görmek arasındaki farkı yaşamak için
Uzungöl’e mutlaka bir yolculuk yapmak gerekir.
Suya düşmüş bir minare silüetinin düşüne takılıp,
Of’un sisli sabahını dağıtırken güneş, çay bahçelerinin üzerine düşerken ışığın yansıması, erkenden
çay kesmeye çıkmış kadınları gayreti ile uyanmak...
Karadeniz’e paralel uzanan dağların, geçit vermez
yükseklikleri arasına sığınmış suların ve vadilerin derinliğinde aralanmış yolların arasında sanki cennetten bir parçadır Uzungöl. Anlatıldığına
göre Haldizen deresinin önünü kapayan heyelan
neticesinde su birikintisi büyüyerek göl oluşmasına sebep olmuş. Anlayacağınız doğanın felaketi bir
güzelliğe dönüşmüş. Hayat böyle sürprizlerle karşılıyor bazen bizi. Bazen üzerimize gelen bir felaket
neticesinde ümitsizliğe kapılıp sonucu beklemeden
homurdanıyoruz. Biraz sabredince o felaketin bize
yeni bir kapı araladığını, bizi yeni başlangıçlara çağırdığını anlayabiliyoruz. Uzungöl’ün güzelliğini
görünce iyi ki heyelan olmuş diyesi geliyor insanın!
Burada güneş doğmasına rağmen dağ yamaçlarında sisler hala kalkmamış yer yer yeşil
ağaçların üzerinde seyri sefer ediyor. Göl ve vadi
dağlar tarafından kuşatılmış. Dağlarda yeşilin her
tonuna rastlamak mümkün. Kaya yamaçlarındaki
mor dağ gülleri ise yeşilin içerisinde kendi güzelliklerini daha rahat sergiliyor. Yeşillik, dağ güllerine
güzel bir fon oluşturuyor. Yaban ördeklerinin göldeki su ile dansı gölün güzelliğine başka bir güzellik
katıyor. Güneş netleştikçe yağmurla yıkanmış dağ
yeşilleri daha da parlıyor.
ZÜMRÜT YEŞİLİ: MAÇKA
Trabzon’un yamaçlarını örten yemyeşil
ormanlarla çevrili Maçka, serin yaylalardan görkemli mabetlere, yerel lezzetlerden renkli festivallere her adımda yeni bir sürpriz sunuyor.
Trabzon’dan Zigana Dağları’na ağaç kokuları eşliğinde uzanan yol, 29 kilometrede Maçka’ya
ulaşıyor. Şehir merkezinden itibaren çok katlı binalar, yerini irili ufaklı köylere, mısır ve fasulye
bahçelerine bırakıyor. Maçka yakınlarında ise yol
bambaşka bir dünyaya açılıyor: Yıldızlı oteller,
renk renk pazar tezgâhları, şık lokantalar ve kır
kahveleri… Yöreye hayat veren Coşandere’nin gürül gürül çağlayan suları, bölgenin hazinelerinden
biri olan Sümela Manastırı’nı işaret ediyor. Yol
üzerinde sıralanan kır lokantaları yerel lezzetler
sunan birer ziyafet mekânı.
KARADENİZ’İN ÇATISINDA
Gökyüzüne asılan bulutların arasından belli
belirsiz seçilen Sümela Manastırı, Karadağ’ın içine
oyulmuş gerçek üstü bir şatoyu andırıyor. 5. yüzyılda iki rahibin Meryem Ana’nın mezarının bulunduğuna inandıkları Altındere Vadisi’ne inşa ettirdiği
manastır, bin küsur yıl boyunca büyütülerek bugünkü haline kavuşmuş.
Önde peş peşe sıralanmış beş büyük bina ile
arkasına gizlenmiş yüz kadar irili ufaklı konuttan
oluşan manastır, göz kararı birkaç bin kişinin yaşayabileceği büyüklükte. Kiliseler, şapeller, kütüphaneler, çeşmeler, mutfaklar ile keşiş, misafir ve inziva odalarından oluşan manastırın bazı hücreleri,
rengârenk fresklerle süslü.
31
31
Arka bahçedeki havuzlu çeşmenin suyu yüzyıllardır kutsal kabul ediliyor. Yöre halkına göre
ağustos - eylül ayları arası Maçka’ya gitmek için en
ideal dönem. Maçka’yı merkez alarak Trabzon’u
gezmek de elinizde. Zağnos Paşa Köprüsü, Kanuni
Evi, Ayasofya Kilisesi, Taşhan, Atatürk Köşkü, Tarihi Cephanelik ve Roma surlarının her biri bir saat
mesafede. Canlı alabalık, mısır çorbası, mıhlama,
kuymak, hamsili kaygana, turşu kavurması, lahana
sarması, minci peyniri, fikoki denilen böğürtlen şurubu ve güveçte köy sütlacı gibi yöresel yemeklerin
tadına baktıysanız size bir önerimiz daha var. Tarihi
evleriyle ünlü Akçaabat’ın sahiline kadar uzanıp yörenin meşhur köftesini mutlaka denemelisiniz.
KARADENİZ EVLERİ
Çam, köknar, kayın, kızılağaç ve kestane
ormanlarıyla kaplı Zigana Vadisi’ne doğru gittikçe
güzelleşip dağların içine sokulan yol, iki binli rakımlarda yoğun bir sis tabakasının içinde ilerliyor. Maçka - Torul yolu üzerinde birbirinden güzel Karadeniz evleriyle karşılaşmak mümkün. Zigana Dağı’nın
eteklerindeki bin 700 rakımlı Hamsiköy’ün sütlacı
dillere destan. Trabzon’un doğal sınırını oluşturan
Zigana Dağı’nı aşmak için önümüzde iki seçenek
var. Soldaki eski yol, inişli çıkışlı tepelerin kıvrımlarını izleyen keyifli bir dağ yolu. Sağdaki Zigana
Tüneli, bin 700 küsur metre ile Türkiye’nin en uzun
tünellerinden biri. Dağı aştığınızda, farklı bir iklime
hazırlıklı olmalısınız. Nitekim geçidin Trabzon’a bakan ucu ılıman Karadeniz, Doğu Anadolu’ya bakan
ucu ise karasal iklim özellikleri taşıyor. Geçidin çıkışındaki Torul’da bulunan Karaca Mağarası, esrarengiz dehlizleri, ışıklandırılmış dev sarkıt ve dikitleriyle sıra dışı bir gezi parkuru. Yolun buradan sonraki
bölümü, Doğu Karadeniz’in keşfedilmemiş hazinelerine açılıyor. Torul - Gümüşhane - Yayladere rotasını izleyip 2 bin 280 metrelik Salmankeş Geçidi’ni
aşarak varılan Yağmurdere Vadisi, Karadeniz Dağ-
GEZİ
GEZİ
ları’nın en ulaşılmaz noktalarından biri. Yanbolu
Çayı’nın kıyısına kurulan Dumanlı kasabası, tarihte
yedi eski köyün merkezi olmuş. Bin 500 ile bin 800
metre yüksekliğindeki dar vadi çanaklarının içine
oturan köylerin yapıları hâlâ ayakta. Sabah saatleri
dışında, hemen her gün sislere gömülen köylere, kış
aylarında gitmekse riskli olabiliyor.
Maçka, çevresine yeşil birer zümrüt tanesi
gibi dağılmış yirmiden fazla yaylaya ev sahipliği yapıyor. Kiraz, Lapazan, Çakırgöl, Çatma Oba, Düzköy,
Hıdırnebi, Kuruçam ve Sis Dağı bunlardan sadece
birkaçı. Yörenin yüzlerce yıllık geleneksel kültürünü
yansıtan taş ve ahşap evleri, dağ gölleri ve coşkun
dereleriyle bölgenin karakterini yansıtan yaylaları
mutlaka keşfetmek gerek. Oksijen yüklü tertemiz bir
havaya sahip yaylalar yazın horon sesleriyle şenleniyor. Maçka’da yaşayacağınız bunca güzellikten sonra, dönüşte köy çarşılarından rengârenk dokumalar,
yerel peynirler, taze çay ve fındık almayı unutmayın.
Çünkü bu cennet coğrafyayı çok özleyeceksiniz!
YOLA ÇIKMADAN ÖNCE
Yayla gezilerinde uzun yürüyüşlere hazırlıklı
olmalısınız. Burkulmalara karşı ayağınızı koruyabilecek, su geçirmeyen botlar, yağmurluk ve rahat bir
pantolon bulundurmanız çok önemli. Soğuk algınlıklarına ve mide bozukluklarına karşı ise ilaç bulundurmanızda yarar var.
KÜLTÜREL BİRİKİMİ
Trabzon bölgesinde giyim, batı ve doğu bölgesi olarak ikiye ayrılabilir. Batı bölgesi genelde
daha çok Türkmen özelliği gösterirken doğu bölgesi
daha çok Kuman-Kıpçak ve Transkafkas giyim özelliği gösterir. Kadınlarda fistanlar daha çok büyük çiçeklerle süslü, renkli ve bolca işlemelidir. Erkekler
ise bölgenin yerel giysisi olan zıpka, kukula, körüklü
üçlüsünü kullanmaktadır.
GEZİ
32
Geçmişi Antik Çağlara uzanan, tarihi ve kültürel eserleriyle görenleri büyüleyen
ve benzersiz doğal güzelliklere sahip olan Trabzon, Fatih’in fethettiği, Yavuz’un
yönettiği, Kanunin doğduğu, Atatürk’ün üç kez ziyaret edip vasiyetini yazdığı,
Tarihi İpek Yolunun başlangıcı olan 5000 Yıllık Tarih ve Kültür şehri...
hamsi olup, bu üçlünün çorbasından ekmeğine dek
sayısız kombinasyonu bulunmaktadır. Bölgeye özgü
yemeklerden en karakteristik olanları, yağlaş, haçapur, hamsili ekmek, lamesli ekbek, karalahana
çorbası ve sarması, kabak tatlısı, kabak pilavı, buğulama, hoholli hamsi, kaygana, lobya kavurma ve
korkottur.
Erkeklerde, başta iki ucu üzerinden sarık
gibi dolanarak uzun kulaklı bir düğümle bağlanan
ve kukula adı verilen siyah başlık vardır. Üstte beyaz
mintan ve üzerine siyah aba yelek vardır. Altta bacak arası körüklü bacak kısmı dar zipka adı verilen
siyah şalvar vardır.
Kadınlarda ise içte kamis adı verilen yakasız
Trabzon bezinden gömlek, başta keşan peştemal,
altta etek veya üçe tek elbise (zibun) ve rengi yöreden yöreye değişen peştemal vardır. Üstte fermene
veya kadife adı verilen yelek vardır.
Ayrıca başta tepelik, Tapla, Koursi, hotoz adı
verilen gümüş ya da altın sırmalı yuvarlak tepelik.
İçte kamis, üzerine zibun (üçe tek) belde peştemal,
lahor veya trablus. Köylü ya da şehirli olsun Trabzon
kadını (Rize ve Artvin sahilinde yaşayan Lazlar gibi)
kesinlikle şalvar giymemektedir. Tek istisna Şalpazarı bölgesinde olup Çepni kadınları şalvar giymekte
ve ucu püsküllü kırmızı ya da pembe bel bağı takmaktadır.
Trabzon bölgesinin geleneksel çalgıları şimşir kaval, kemençe, davul zurna ve yörede zimpona,
dankiyo adlarıyla da bilinen tulumdur. Sayısız çeşidi olup kadın ve erkekler tarafından toplu oynanılan
geleneksel dansların adı ise
horondur. Kolbastı oyunu
1930 yılında Trabzon’un
Faroz mahallesinde başlamıştır.
Farozlu balıkçıların kendi
aralarında oynadığı bir oyundur.
Trabzon mutfağının ayırıcı
temel besinleri karalahana, mısır ve
TARİHİ YERLER
Roma İmparatorluğu ve Osmanlı döneminde
eyalet merkezi olmuş, Ortaçağ’da bir Rum imparatorluğuna başkentlik yapmış kent doğal güzelliklerinin yanı sıra pek çok tarihi yapıyı barındırmaktadır.
Bunların en önemlileri:
Camiler, Kiliseler, Manastırlar: Sümela Manastırı, Ayasofya müzesi,Kaymaklı Manastırı(Amenapırgiç Ermeni Kilisesi), Kızlar (Panagia Theoskepastos) Manastırı, Gregorios Peristera
(Hızır İlyas)Manastırı, Kızlar (Panagia Kerameste)
Manastırı, Vazelon Manastırı, Hagaios Savas (Maşatlık) Kaya Kiliseleri, Hagia Anna (Küçük Ayvasil),
Sotha (St. John)K, Hagios Theodoros, Hagios Konstantinos, Hagios Khristophoras, Hagios Kiryaki,
Santa Maria, Hagios Mikhail, Panagia Tzita, Fatih
(Panagia Khrysokephalos), Yeni Cuma (Hagios Eugenios), Nakip (Hagios Andreas Kilisesi), Hüsnü
Köktuğ (Hagios Eleutherios), İskender Paşa Camii,
Semerciler, Çarşı Camii, Gülbahar Hatun Camii.
Düzenleyen: Mehmet Varnalı
(İzmir 3 Nolu T Tipi
Kapalı C.İ.K Öğretmeni)
Ayasofya müzesi
Sümela manastırı
Ayasofya müzesi
Atatürk Köşkü
Akçaabat Köfte
Trabzon Kalesi
Bir Türkü Bir Hikaye
Kolbastı
Kolbastı, Faroz Kesmesi ya da Hoptek Trabzon
il merkezinde oynanılan bir halk dansının adıdır. Horon
olarak adlandırılan geleneksel Karadeniz oyunlarından
birisi değildir. Kolbastının popülerleşmesiyle birçok
kolbastı ekibi kurulmaya başlanmıştır. Trabzon, oyunun patentini almıştır.
Bir anlatıya göre 1930’lu yıllarda ağaların ve
dayıların olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. O dönemde Trabzon’un ilçesi Faroz, Değirmendere, Arafil
ve Boztepe’de mağaralar bulunurmuş. O mağaralarda
ağalar, dayılar alem yaparlarmış. O dönemde askerlerin
kolluk kuvvetleri varmış. Kolluk kuvvetleri bu alemlere
baskın yaparmış. Alemcilerde basılmayalım diye kapıya erketeler (gözcüler) koyarlarmış. Erketeler kolluk
kuvvetlerini gördüğü an içeri haber getirirlermiş. İçeridekilerde haberi aldıklarında seslerini kısarlarmış. Başlamışlar söylemeye kısık sesle “Geldiler, Bastılar, Vurdular”. Kol kuvvetleri böyle baskınlar yaptığı için oyuna
‘’kolbastı’’ denildiği iddia edilmektedir. Bununla birlikte
Anadolu’nun neredeyse her yerinde Kol oyunu, Kol horonu, Kol havası adlarıyla oynanılan halk oyunlarının
varlığı bu tezin bir yakıştırma olduğunu düşündürmektedir.
Bir diğer anlatı ise, Faroz’lu balıkçıların bereketli avlardan sonra düzenledikleri eğlencelerde hoptek
adıyla oynanılan sonradan Faroz kesmesi adı verilen
oyunun 1970’lerde Erkan Ocaklı’nın okuduğu Kolbastı
türküsünden sonra popüler olması üzerinedir. Oyunun
en eski adı olan Hoptek kelimesinin kökeni bilinmemekte Slav dilleriyle ilişkili olduğu ileri sürülmektedir.
Kolbastı adlı ezgi Nejat Buhara tarafından Trabzon’da derlenmiş ve müzik repertuarına Trabzon ezgisi
olarak geçmiştir. İlk kolbastı kaydı ise taş plağa Trabzon
havalarını da okuyan Osman Gökçe tarafından 1943 yılında yapılmış olup, bugün bilinen ezgilerin tümünden
farklıdır ve hoptek oyununun orijinal versiyonu olması
muhtemeldir.
Horon
Bununla birlikte Karadeniz’de 9/8 lik kol oyunu havaları, 7/8lik kol horonları, Trabzon’da Kolbastı Hoptek, Giresun’da metelik, dere boyu kavaklar olarak
adlandırılan müziklerin tümüyle kolbastı oynanılabilmektedir.
Bugün kolbastı adıyla oynanılan oyun Anadolu’da kol oyunu olarak bilinen oyunlardan hem çok
daha hızlı hem de figürsel ve adımlama tekniği açısından farklıdır. Kolbastıda yöreye uygun kürek çekme,
yüzme, ağ atma, olta atma, ağ çekme, balık tutma gibi
yerli insanların uğraşlarını simgelediği iddia edilen gelişi güzel hareketler vardır. Son yıllarda oyunun popülerlik kazanmasıyla daha da hareketli bir hal almıştır. Özellikle Avrupa Türkleri bu oyunu, oyuna yeni hareketler
ekleyerek geliştirmişlerdir.
“KOLBASTI”
Dere boyu kavaklar
Açtı yeşil yapraklar
Ben yare doyamadım
Ben o yare doyamadım
Doysun kara topraklar
Asmadan gel asmadan/Fistan giymiş basmadan
Kalk gidelim sevdiğim/Devriyeler basmadan
Acem kızı çeçen kızı
Sen allar giy ben kırmızı
Çıkalım şu dağın başına
Sen gül topla ben nergisi
Hadi gülüm yandan yandan yandan
Biz korkmayız ondan bundan
Hadi gülüm yandan yandan yandan
Oy kul ancak
Bu işler nasıl olacak
Biz Erkeklerin Günahı
Kız sizlerden sorulacak
Acem kızı çeçen kızı
Sen allar giy ben kırmızı
Çıkalım şu dağın başına
Sen gül topla ben nergisi
Hadi gülüm yandan yandan yandan
Biz korkmayız ondan bundan
BİLİM-TEKNOLOJİ
34
Güneş Sistemi ve Bilinmeyenler
Güneş, sisteminin en büyük gezegenidir.
Orta büyüklükte olduğunu kabul edebiliriz. Güneşten yayılan ışınları gün ışığı olarak düşünürsek, bu
ışınlar Dünya üzerinde fotosentez sayesinde yaşamın var olmasını sağlamaktadır. Dünyanın iklimi
ve hava durumu üzerinde en önemli etkilerde bulunan gezegendir.
Samanyolu’nda 200 milyar yıldızın bulunduğunu ve bunlardan bir tanesinin de güneş olduğunu biliyor muydunuz?
Güneşin 3 günde yaydığı enerjinin, Dünyadaki tüm petrol, doğalgaz vb. yakıtların yanması
sonucu açığa çıkan enerjiye eşit olduğunu biliyor
muydunuz?
ÖGüneş, tüm solar sistemin toplam kütlesinin
yaklaşık %99,86’sını oluşturmaktadır.
ÖDünyanın çekirdeği, en az güneş kadar sıcaktır
ÖGüneş, Ay’dan 400 kat daha büyüktür ve Ay’a
göre Dünya’dan 400 kat daha uzaktadır. Bu nedenlerden dolayı gökyüzüne baktığımızda Güneş
ve Ay aynı büyüklüktedir.
ÖGüneş, her 1 saniyede Dünya’daki insan sayısının 10 katı kadar nötrino ışınları göndermektedir.
Ö1.3 Milyon adet Dünya , Güneş içine
sığdırılabilir.
ÖGüneş üzerinde 1.200.000.
000.000.000.000. 000
kilogram altın bulunmaktadır.
ÖPlüton’un güneş
etrafındaki turu yaklaşık
248 yıl sürmektedir.
ÖGüneşin kendi etrafında bütün ömrü boyunca
20 defa döneceği tahmin edilmektedir.
GÜNEŞ SİSTEMİ NASIL OLUŞMUŞTUR?
Güneş Sistemi 4,6 milyar yıl önce dev bir
toz ve gaz bulutunun kendi ağırlığı ve yerçekimi
ile çökmesi sonucu meydana gelmiştir. Bunun sonucunda buluttaki maddeler dev bir halka halinde
dönmeye başladılar. Bunu küveti doldurup gideri
açtığınızda suyun dönerek gitmesine benzetebilirsiniz.
Dönmekte olan bulutun merkezinde küçük
bir yıldız oluşmaya başladı. Yıldız etrafında dönen
buluttan toz ve gazlar almaya devam ettikçe giderek büyüdü. Merkezdeki bu kütlenin uzağında daha
küçük kütleler toplaştı ve onlar da kendi içlerine
çökmeye başladılar. Merkezdeki yıldız nihayetinde
Güneş oldu ve merkezden uzakta toplanan kütleler
de gezegenler, cüce gezegenler ve Güneş Sistemi’ndeki diğer gök cisimleri oldu.
GÜNEŞ SİSTEMİ’NİN ENLERİ
Güneş Sistemi’nin toplam kütlesinin %99.86’sını
oluşturan ve çekim kuvveti ile sistemi
bir arada tutan gök cismi tabi ki
bir sarı cüce olarak sınıflandırılan
G2V tipi bir yıldız olan Güneş’tir.
Kalan kütlenin (0.14) %90’dan
fazlasını ise Güneş Sistemi’nin
büyük iki gök cismi Jüpiter
ve Satürn oluşturur.
35
Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter’dir. Sistemdeki tüm gezegenleri Jüpiter’in içine
sığdırabilirsiniz.
Venüs gezegeni Güneş Sistemi’nin en uzun
yılına sahiptir. Venüs’ün bir yılı (Güneş’in etrafında
döndüğü süre) Dünya’da 248.5 yıla karşılık geliyor.
Sistemin en kısa yılı ise Güneş’e en yakın gezegen
olan Merkür’e ait. 1 Merkür yılı Dünya’da 88 güne
karşılık geliyor.
En uzun gün de Venüs’te yaşanıyor. Venüs’ün
kendi etrafında dönmesi dünya zamanına göre 243
gün sürüyor. Kendi etrafında en hızlı dönen gezegen
ise Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni Jüpiter. Jüpiter’in 1 günü Dünya zamanına göre sadece 9.8 saat
sürüyor.
Güneş Sistemi’nin en yoğun gezegeni Dünya’dır. Yoğunluğu en az gezegen ise Satürn’dür. Hatta
Satürn gezegeni suda yüzebilir.
Güneş Sistemi’nin en büyük uydusu Jüpiter’in Ganimede adlı uydusudur. Bu uydu Merkür
gezegeninden daha büyüktür ve çapı Dünya’nınkinin
üçte biridir.
Güneş Sistemi’nde en büyük fırtına Jüpiter’deki 28 bin kilometre uzunluğunda ve 14 bin kilometre genişliğindedir. Dünya’yı içine alabilecek
kadar büyük olan bu fırtına yüzlerce yıldır devam etmektedir.
En hızlı rüzgârlar Neptün’ün yüzeyinde esmektedir. Bu gezegendeki rüzgârların hıza saatte
2,400 km’ye ulaşmaktadır. Güneş Sistemi’nin en büyük volkanı Olympus Mons, Mars’ta bulunmaktadır.
27 km yükseklikteki bu volkanın 20-200 milyon yıl
önce patladığı tahmin ediliyor.
BİLİM VE TEKNOLOJİ
En büyük krater Valhala, Jüpiter’in uydusu Callisto’da yer alıyor. Kraterin merkezi 600 km
uzunluğunda ve etrafındaki halkalar (çarpmanın etkisiyle oluşan) neredeyse 3000 km’ye kadar yayılıyor.
Güneş Sistemi’nin en sıcak gezegeni 480 derece ile Venüs’tür. Sistemdeki en soğuk gök cismi ise
Neptüne’ün Triton adlı uydusudur.
Güneş Sistemi’nin en pürüzsüz gök cismi Jüpiter’in Europa adlı büyük uydusudur. Bu uydunun
yüzeyi buzullarla kaplıdır.
Güneşimizin etrafında olan gezegenler ve
uydularının olduğu topluluğa güneş sistemi denilmektedir. Güneş sistemi etrafında bulunan tüm gezegenler ve gök cisimleri güneşin çekim kütlesi nedeni ile belirli bir yörüngede dönmektedirler. Güneş
sistemimizde 10 gezegen vardır.
Güneş sistemimizde olan 10 gezegen güneşe
olan uzaklığına göre, Merkür, Venüs, Dünya, Mars,
Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün’dür. Aslında Plüton’da bu gezegenler arasındadır fakat küçüklüğü
nedeni ile cüce gezegen olarak bilinir.
Güneşin özellikleri nelerdir?
5 milyar yaşında olduğu düşünülen Güneş, Hidrojen ve Helyum gazlarından oluşmuştur.
Dünyanın kütlesinin 332.000 katıdır. Dünyamıza
uzaklığı, 149.500.000 kilometredir. Kendi etrafında
dönüşünü, 25 günde tamamlayan güneş, büyük bir
enerji kaynağıdır. Saniyede 600 milyon hidrojen,
helyuma dönüştüğünden 6.000 C sıcaklık oluşturur.
Merkezinde olan sıcaklığın 1.5 milyon C olduğu düşünülüyor. Yaklaşık olarak 8 dakikada güneş ışınları
dünyaya ulaşmaktadır.
www.bilimgenc.tubitak.gov.tr
EĞİTİM
36
İNSAN EĞİTİME MUHTAÇTIR
Eğitim, “bireyleri bir yandan topluma rahat ve mutlu şekilde uyacak davranışlar
kazandırmaya, bir yandan da yarınların toplumuna hazır esneklikte düşünme
gücü ve becerisine sahip davranışlar edindirmeye yarar. Ayrıca planlı ve kasıtlı
öğretim faaliyetlerinin tümünü içeren bir süreçtir”.
İnsan, varlıklar arasında eğitime ve öğretime en çok muhtaç olanıdır. Oysa hayvanlar, içgüdüleriyle doğduklarından, kısa bir süre sonra çevreye uyum sağlarlar. O yüzden de eğitime ihtiyaçları
yoktur. Bir at yavrusu doğduktan kısa süre sonra
ayağa kalkabilmekte, yaşamı boyunca herhangi bir
bakıma muhtaç olmadan hayatını devam ettirebilmektedir.
Fakat yeni doğan çocuk, aciz, bakıma ve korunmaya muhtaçtır. Kendi başına hayatını sürdürmesi, çevreye uyum sağlaması imkânsızdır. Uzun
süre, hatta hayat boyu bakıma, yardıma ve eğitilmeye muhtaçtır. Aynı zamanda, şaşılacak kadar da
öğrenme yeteneğine sahiptir. İnsanın bu muhtaçlığı
ve eğitilmeye temayüllü olması, bilgi, beceri ve tutumlarla donanmasını zorunlu kılmaktadır.
Çağlar boyu, insanın nasıl eğitilmesi gerektiği hususunda eğitim bilimcilerin farklı düşünceleri ve geliştirdikleri ekolleri olmuştur. Klasik eğitimciler, davranışçılığı temel alarak ödül ve ceza ile
davranış değiştirmeyi kabul ederken, çağdaş eğitimciler insanın ihtiyaçlarından hareketle, benlik
algısını bozmadan eğitilmesini savunmuşlardır.
-
Modern çağın ge
rektirdiği demokratikleşme anlayışı, eğitime
yeni boyut ve sorumluluklar
yüklemiştir. “Daha çok demokrasi”
gerekçesi ile otoriter yönetimlerden
kaçış, eğitime, “temel hak ve
özgürlükler” kavramını taşımıştır.
Disiplin ve cezanın yerini,
sevgi, saygı, hoşgörü, öz denetim,
katılımcılık, ekip ruhu gibi
kavramlar almıştır. Günümüzün
çağdaş eğitim anlayışı da budur.
Bu eksende eğitim; “gerekli
davranışları istendik biçimde
oluşturma, geliştirme ve
uygulamalar için yapılan
kasıtlı ve planlı öğrenme
faaliyetleridir.”
Eğitim, “bireyleri bir yandan topluma rahat
ve mutlu şekilde uyacak davranışlar kazandırmaya,
bir yandan da yarınların toplumuna hazır esneklikte
düşünme gücü ve becerisine sahip davranışlar edindirmeye yarayan planlı ve kasıtlı öğretim faaliyetlerinin tümünü içeren bir süreçtir”. Ertürk de eğitimi,
“bireyin davranışında kendi yaşantısı yoluyla, kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme süreci”
olarak tanımlamaktadır. Bireyin, insan onuruna yakışır davranışlar kazanması, kendisini değerli, güçlü
ve sevilen biri olarak görmesi, olumlu duyguların etkili olduğu ortamlarda bilgi ve sevgi ile donatılması
ile mümkündür.
Bunu sağlayacak olan ilk ve en önemli eğitim
ortamı ailedir. Mutlu ve olumlu aile ortamlarında
yetişen bireylerin daha başarılı ve sağlıklı oldukları
bir gerçektir. Okulların da öğrencileri çağdaş anlayışla yetiştirmeleri beklenmektedir. Öğrenmeyi sağlayan insan beyni, birey olumlu duyguların etkisindeyken daha iyi çalışmakta, öğrenilenler daha kalıcı
olmaktadır. Diğer yandan, modern çağın gereksinmeleri de ezber bilginin yersizliğine vurgu yapmaktadır. “Öğrenmeyi öğrenmek” le bilgiye erişim yollarını kazanan birey, kendi sorunlarını daha kolay ve
daha pratik bir şekilde çözebilmektedir.
Artık gereksiz bir yığın bilgi yerine, beyni
çalıştıracak kadar yeterli bilgi ve eleştirel düşünme
becerisi önemsenmektedir. Bilgiyi sevmeyi, bilgiye
ulaşmayı ve bilgiyi paylaşmayı öğretebilirsek, bireyin kendi kendine öğrenebileceğini unutmamalıyız.
Eski eğitim anlayışındaki ön kabullere göre; insan
doğuştan kötüydü. Kaytarma, istismar etme, zarar
verme eğilimi güçlüydü. Bu yüzden bireyleri sıkı denetlemek, hatalarını cezalandırmak, boş bırakmamak, haşin davranmak gerekiyordu. Evde, okulda,
aşırı baskıcı ve sert tutum bu anlayışın ürünüydü.
Yapılan araştırmalar, çalışanlara değer verildiğinde, güvenildiğinde ve temel hakları gözetildiğinde güdülendiklerini, mutlu olduklarını, iş veriminin yükseldiğini göstermektedir. Çağdaş eğitim,
çocukların benlik algılarını sağlıklı kılmayı ve kendileriyle barışık olmalarını amaçlamaktadır .
37
EĞİTİM
Eğiticiler eğittiklerini sevgi dünyasında gezdirerek eğitmelidirler. Gönül
kapılarını onlara açık bırakmalıdırlar. Onlar bu kapıdan girerler ve eğiticilerinin
sevgi bahçelerinden istedikleri bilgi çiçeklerini dererek kolayca öğrenirler.
Böylelikle, çocukların doğuştan getirdikleri
saflık, temizlik duyguları korunmaya çalışılmakta,
cezanın yerine uygun geri bildirimler ve sonuçlarına
katlanma iradesi önemsenmektedir. Eğitimin en üst
amacı, bireyin kendini gerçekleştirmesidir. Kendini
gerçekleştiren birey, yeteneklerini ve gizil güçlerini
içinde yaşadığı ortama göre sonuna kadar kullanabilen kimsedir.
Çağdaş eğitim sistemleri bireyin zihinsel, bedensel, sosyal ve duygusal yönden bir bütün olarak
gelişimini hedefleyen eğitimde bütünlük ilkesini benimsemektedir. Yanlış anne, baba ve öğretmen tutumları, yeni neslin kişilik gelişimini olumsuz yönde
etkilemekte ve ruh sağlığını tehdit etmektedir.
Bu bağlamda insan doğasına ilişkin yeni ön
kabuller, yönetim ve eğitim anlayışının giderek daha
demokratikleşmesine yol açmıştır. Yeni eğitim yaklaşımları, klasik okulun çocukların öğrenmekten ve
okula gitmekten nefret etmelerine yol açan yanlışlarını düzeltmek üzere harekete geçmiştir.
Dünyaya biyolojik anlamda insan olarak gelmekle insan olunmuyor. Bireylerin, anne karnında
teşekkül etmesinden itibaren beden ve ruh sağlığının
korunması gerekmektedir. Bebeklikte sağlıklı aile
ortamında yetiştirilmesi, gelişiminin bütün alanlarında, kapasitesi ölçüsünde ve doğrultusunda çağdaş
eğitimden yararlanmaları, başarılı ve mutlu olmaları
için elzemdir. Böyle olduğu takdirde saldırgan eğilimlerden, olumsuz duygu düşünce ve davranışlardan kurtularak insanlaşmaları mümkündür.
Çocuklarımızın sevgi ortamlarında, bilimsel
bilgi ile donanmaları, kendilerini gerçekleştirmenin
anahtarı, insanlaşmalarının ön koşuludur. Bunu sağlayacak olan yetişkinlerin de, bu anlayışta kendilerini
yenilemeleri ve yetiştirmeleri bir zorunluluktur.
için sevgi eğitiminin işe koşulması gerekir. Sadece
eğitimde değil toplumsal her ortamda, sevginin bir
zayıflık değil, insan olmanın getirdiği bir güç olduğu
kavratılmalı ve önemi vurgulanmalıdır.
Eğitimin mayası sevgi ve şefkattir. Eğitim
sevgiyle öğretmeli ve sevgiyle yapılmalıdır. Çocuklar için sevgi çok önemlidir. Çocukların sevgiye daha
çok ihtiyacı vardır. Onlar sevgiyle büyür ve sevgiyle
eğitilirler. Çocuk sevgi gördüğü kişiye bağlanır, onu
dinler, onun gibi yaşamaya çalışır.
Eğitimin vitamini sevgidir. Sevgiye dayalı
eğitim verilen çocuk sudaki balık gibidir. Bulunduğu
ortamı terk etmek istemez. Sevgiden yoksun öğrenci
ise kafesteki kuş gibidir. Kulağı kaçış zilindedir. Sevgi, eğitim verimliliğinde önemli bir faktördür. Sevgisiz, eğitim düşünülemez.
Eğiticiler eğittiklerini sevgi dünyasında gezdirerek eğitmelidirler. Gönül kapılarını onlara açık
bırakmalıdırlar. Onlar bu kapıdan girerler ve eğiticilerinin sevgi bahçelerinden istedikleri bilgi çiçeklerini dererek kolayca öğrenirler.
Bizi başkalarıyla iletişime açık kılan, bir başkasını özveri ile sevmenin önündeki engelleri ortadan kaldırarak; bunun en iyi biçimde gerçekleştiği
alan bir insan- kültür etkinliği olan eğitimdir.
Sevgiye dayalı bir eğitim ortamının
çocukta saklı olan güçleri,
duyarlılığı ve potansiyeli ortaya
çıkarmada daha etkili olacağı
savından yola çıkılmalıdır.
“Bilmediğini bilmek en iyisidir. Bilmeyip de
bildiğini sanmak tehlikeli bir hastalıktır.” Lao-Tzu
“Sadece bir iyi vardır, bilgi; ve sadece bir kötü vardır,
cehalet.” Sokrates
EĞİTİMİN MAYASI SEVGİDİR
İnsan olarak hepimizin gereksinim duyduğu
sevginin yeterince yaşama geçirilebilmesi, dinamik,
özgüvenli, duyarlı, sağlıklı nesiller yetiştirilebilmesi
kaynak: Edebiyat defteri kültür ve sanat platformu
YAŞAM
38
Kralların Oyunu:
Satranç
Kralların oyunu olarak da
bilinen satrancın
M.Ö. 2000’li
yıllarda oynandığına dair bulgular
Mısır’da piramitlerdeki
kabartmalarda vardır. Satranç M.S 10. yüzyıla
gelindiğinde tüm Asya, Ortadoğu ve Avrupa’ya
yayılmıştı. En geç 15. Yüzyıldan itibaren de
Avrupa da soylular arasında çok popüler bir oyun
haline geldi. Kurallar ve dizilişler zaman içerisinde
çeşitli değişiklikler gösterdi ve 19. yüzyılda bugünkü standart halini aldı. 20. yüzyıl Avrupası’nda
toplumun entelektüel üst tabakaları arasında yayıldı ve dünyanın en popüler oyunlarından biri haline
geldi. Oyunun icadı konusunda birkaç efsane mevcuttur. Bunlardan biri Sissa İbn Dahi buğday tanesi
efsanesidir. 19. yüzyılın ortasından bugüne kadar
düzenli satranç turnuvaları yapılmaktadır.1924’te
Dünya Satranç Federasyonu (FIDE) kurulmuştur.
Satrancın geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması için
sürekli araştırmalar yapılmaktadır. Yapılan bu araştırmalardan birinde Satranç Turnuvaları sırasında
satranç oynayanlar üzerinde yapılan bir araştırmaya
göre aşağıdaki özellikleri nedeniyle başarılı
oldukları gözlenmiştir.
1- İyi sağlık durumu,
2- Kuvvetli sinirler,
3-Kendine hakim olma,
4-Dikkatini sürekli ve düzenli bir şekilde kullanmak,
5-Dinamik ilişkileri kullanma yeteneği,
6-Ruhi ve zihni bakımdan huzurlu ve ölçülü olmak,
7-Yüksek derecede zihni gelişme
8-Somut düşünce yeteneği
9-Objektif düşünme yeteneği
10-İyi bir satranç belleği
11-Birleştirici düşünce ve hayal gücü
12-Kombinezon yeteneği
13-İrade disiplini
14- Zihni süratini intikal
15-Kendine güvenmek.
Bunun yanında satranç bir güçler
savaşıdır. Güç kendini çeşitli
şekillerde hissettirir. Maddi
üstünlük bir güç göstergesi
olduğu gibi tek başına maddi üstünlüğe sahip olmak her zaman üstün
olduğu anlamına gelmez ve oyunu
kazandırmaya yetmez. Bu nokta da
dikkatin ve öngörünün şekle dönüşü
Satrancın tahtada ki dizilimi, yerleşimi
ve koordinasyonu ön plana çıkar.
Satranç geniş bir birikim müthiş
bir zeka kıvraklığı ve azimli bir
çalışma isteyen bir spor dalı olarak
karşımıza çıkar. Yukarıda bahsettiğimiz gibi yapılan araştırma da
araştırmacılar tarafından gözlemlenen
durumların satranç oyununu kazanma
da püf noktaları olduğunu ifade eder.
satranç turnuvalarında gözlemlediklerimiz
de yapılan araştırmayı doğrular niteliktedir.
Oyuncuların her durumda soğukkanlı
davranması ve hamlelerin aleyhine olduğu
bir zamanda bile tedirgin olduğunu rakibine
hissettirmemesi sağlam bir irade ve nakış nakış
örülmüş bir hamleler bütününü gösterir.
Satranç Hakkında İlginç Bilgiler
1. Dünyanın en genç büyük ustası olma
başarısını 12.5 yaşında Sergej Karjakin
elde etmiştir ve de hala bu rekoru
elinde tutmaktadır.
2. Oxford 1845 yılında satranç
kulübünü kuran ilk üniversite idi.
3. George Kaltanovski 1960 yılında
arka arkaya 56 körleme oyun
oynadı. 50 tanesini kazandı,
diğer 6’sı berabere kaldı.
4. Jose Capablanca
Cleveland’da 103 oyuncuya
karşı aynı anda oynadı.
39
Sadece 1 tanesini berabere yaparak hepsini kazandı..
5. Koyu ve açık renklere sahip ilk satranç tahtası 11.
yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktı.
6. Star Trek’in televizyon serisinde Kaptan Kirk ve
Mr.Spock üç kez satranç oynadılar. Kirk tüm oyunları kazandı.
7. İlk cep satrancı 1845 yılında Roget’s Thesaurus’un
yazarı Peter Mark Roget tarafından icad edildi.
8. Sürrealist ressam Salvador Dali klasik taşların
yerini gümüş parmakların aldığı bir satranç takımı
dizayn etti.
9. Napoleon öldüğünde kalbinin çıkartılıp bir satranç masası içine yerleştirilmesini vasiyet etti.
10. Garip gözükebilir ama Brooke Shields (evet, o
Brooke Shields) 1990 Dünya Satranç Şampiyonası’nın organizasyon komitesinin bir üyesiydi.
11. Gazetede ilk satranç köşesi 1813 yılında Livepool
Mercury’de basıldı.
12. Usta bir satrançcı olmamasına rağmen Lenin yazışmalı satrançla o kadar çok ilgilenirdi ki sık olarak
uykusunda bunun hakkında konuşurdu.
13. “Nasıl Satranç Ustası Olunur” konulu kitap yazan Franz Gutmayer Almanya satranç turnuvasını
hiçbir zaman kazanamadığı gibi ustalık konusunda
da bir gelişme elde edemedi.
14. Philidor hiçbir zaman kendi adını
taşıyan Philidor savunması yapmadı.
15. Bir satranç oyunu
iki hamlede
kazanılabilir.
YAŞAM
16. 40 yıl deneyimli ve satrançla ilgili 20 kadar kitap
yazmış olan büyük usta Tartakower bir keresinde 11
hamlede mat olmuş. İşte Tartakower’in silkelendiği
oyunun hamleleri.
17. Ustalar düzeyinde turnuvalarda kayıtlara geçen
en kısa oyun yalnızca dört hamle sürmüş. Bu oyun,
Gibaud ve Lazard arasında 1924 yılındaki Paris
Şampiyonluğu Turnuvası’nda oynanmış.
18. 11. yüzyılda Avrupa’ da Kilise, satrancı İslam Kültürünün bir parçası olarak ilan ederek, oynayanları
afaroz etmiştir(dinden atmıştır) Bu yasak yaklaşık
400 yıl sürmüştür.
19. 15. yüzyılda Satranç oyunundaki figürlerin adları
değiştirilerek yasak kaldırılmıştır.Buna göre; Vezir
– Kraliçe, Fil – Papaz olarak adlandırılmıştır.
20. Halife Muttasım Billah tarafından ilk satranç
problemi 534-542 yılları arasında hazırlandı.
21. Safevi Devleti’nin hükümdarı Şah İsmail satranç
maçında kendisini yenene 1000 altın vereceğini söylüyordu.O sırada Tebriz’de bulunan şehzade Selim(Yavuz Sultan Selim) saraya gidip Şah İsmail’i yendi.
Yavuz Sultan Selim padişah olunca 1514 Çaldıran
Savaşı’nda da Şah İsmail’i yendi.Elde edilen ganimetler arasında 8000 adet satranç takımı da vardı.
22. Bir ara İngiltere’de satranç sevgisi o kadar ilerlemişti ki mektupla bile satranç maçı yapılıyordu.
Mektupla oynanan ilk maç 2 yıl sürmüştü.
23. 1916 yılında Almanya’da düzenlenen satranç
turnuvasında ödüller arasında yarım
kilo tereyağı vardı.Çünkü o sırada
birinci dünya savaşı sürüyordu.
Tereyağı bulmak
çok zordu.
www.webleebi.tr.
Ey Seçilmiş
Her duygunun bir dili vardır. Bana ‘’Sevgi’’ derler...
İstediğime giderim, karşılığım yoktur. Tüm
dünyayı önüme serseniz yine de bana sahip olamazsınız. Görünmezimdir ama geldiğimde herkes hisseder. Hayvanlar dile gelir. Köpeğin sadakati, kuşların
şarkıları hep banadır. Doğayı canlandırır tüm dünyayı ancak ben doyurabilirim.
Bana “Saygı’’ derler...
Sevginin hemen yanı başında ikamet ederim.
En iyi matematikçi bile en ince detayları benim gibi
hesaplayamaz. Hataları ve kusurları istesem de göremem ama en küçük iyilik benden kaçamaz. Benim
olduğum yerde kolay kolay bir sorun barınamaz.
Bana “Dürüstlük’’ derler...
Tüm ilişkilerin kapısı benimle açılmaya başlar. Her şey ortadadır. Dokuz köyden kovulsam da
bildiğimden şaşmam. Her defasında kazanan ben
olurum. Herkes bana güvenir. Nefret dahil...
Bana “Tutku’’ derler...
Gören gözleri köreltir. Doğruları ve yanlışları
altüst etmekle beraber tüm bildiklerinizi talan edip
yıkar geçerim. Engel tanımaksızın yalnızca hedefime giderim. Hiç kimse yolumun üstünde duramaz.
Düştüğüm her içi yakar kavururum.
Yani kısaca bana “AŞK’’ derler. Ötekilerin her
biri sadece parçacıklarımdır. Her ne kadar insanlar
benden bahsedip dursalar da tam anlamıyla bir bütün olarak beni göremezler ve tanıyamazlar. Çünkü
ben yüzyılda bir uğrarım. O da yalnızca SEÇTİĞİM
KİŞİYE!
Adnan Bozuk
Sincan 2 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü
Bana “Nefret’’ derler...
Saygının olmadığı yerler
benden sorulur. Kendime ve
sevdiklerime zarar vermekte
üstüme yoktur. Kaybetmekten,
rakip takımlardan, ve özellikle
karşıt görüşlerden haz etmem.
Düşüncesizliği, gamsızlığı
bir de çıkarımı her şeyin üstünde
tutarım.
Umudum
Karışık d
uy
Yüreğim gular savrulur
in son
Yaprağım baharında
dökülür
Umutsu
,
z bir sev
da yolun
da
Umudum
var özgü
Sevgiye
rlük yolu
h
a
nda
s
retim bu
Hayaller
k
ö
i
r
m
k
u
k
y
a
uda
y bo
Bilmem
güneş do ldu bir cahillik
u
ğar mı g
önlümü ğruna
n toprağ
ına
Sinan A
KBUCAK
Giresun
E Tipi
Kapalı C
İK - Hük
ümlü
Duyguların
Resmi: Adalet
Adaletli davranışımızın karşılaştığı en büyük
güçlük çevremizdeki herkesi mutlu edememesidir. Oysa
bizim tasarlamamız gereken küçük mutlulukları mümkün olduğu kadar genele yayma mücadelesi olmalıdır.
Herkes için geçerli olabilecek bir adalet tanımı bulmak güç bir uğraştır.
İnsanların duygusal olarak bağlı bulunduğu birtakım değerleri vardır.
Bu değerler kimilerine göre ahlak, kimilerine göre vicdandır. Başarmamız gereken
aslında ahlak ve vicdan ilişkisini adalet nikahıyla birleştirmektir. Bu nikahı adaletin
teorisinden çıkarıp, ahlak ve vicdanı standartlarda geleceğe pozitif bir olgu
halinde sergileyip, toplum nezdinde hayatımızı adalet duygusuna büründürmeliyiz.
Davranışlarımızın özünün belirleyiciliğini aklımızın yattığı saplantılardan dezenfekte edip gerçekleşmesini istediğimiz arzularımızı bencil iç güdülerimizle ulaşamayacağımızı bilmeliyiz. Adaletsizliğin Arim (Mekke’yi basan sel) gibi
yıkıp geçtiğini, yıkmasa bile boğup geçeceğini veya temelini çürüteceğini nazarımızdan çıkarmamalıyız. Bu nazarda göstereceğiniz her türlü zaaflar bizleri çıkarcılık
kavramına iter. Ezme veya ezilme bu teori yanlıştır. Unutmamalıyız ki ezende ezilen
kadar darbe alır. Bu nedenle insan ne ezmeli, ne de ezilmemelidir. İnsanlığın
bekasının medeniyet ile ayakta durabilmesi adaletle olur.
İnsanın özü temelde ahlak olmakla beraber bizler bu temelde ahlakımızı
topluma adaletli olarak yansıtabiliyormuyuz? Asıl çözmemiz gereken soru budur.
Bu çerçevede sömürgeciler tarafından yeni dünya düzeni adı altında
ortaya atılan yaklaşım, toplumla kaynaşmayı değil, toplumları yok edip
değerlerinden ve maneviyatlarından uzaklaştırmayı amaçlamaktadır.
Bu tür yaklaşımlara karşı uyanık olmak zorundayız. Onlar gibi bireyselliği
değil, toplumsal bütünlüğü esas almalıyız. Bizler kendimizi toparlamazsak
yaşayacağımız ömür hep dağınık ve karmaşık olur. Dikkatimizi
toplumun içinde kendimizde oluşturduğumuz fayda sağlayıcı,
adalete inanan ve güvenen bir yapıda kurmalıyız. Adalet duygusuna
aldırış etmeden değişimin etkisinden sıyrılıp, verimli duygu
güdülerini harekete geçirmemiz olanaksızdır.
Kültürlerin ortak özelliği değişimdir. Bu değişimin enerjisi adalettir.
Adaletin toplum açısından önemli yansımaları ise hem empati hem de fedakarlığın gelişmesini sağlamasıdır. Toplumumuzda sonuç doğurabilecek bu
tür ahlaki seçimlerimizle yaşam standartlarımızda paylaşımın öneminin
ortaya çıkacağını görebiliriz. Hz. Ali’nin de söylediği gibi
“Öyle bir hayat yaşayın ki Allah’ın sizi yarattığına değsin’’ ...
Ejder ÖZKAYA
İzmir 1 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu - Hükümlü
CANLILAR ALEMİ
42
MUHABBET
CANLILARI
Muhabbet kuşları fiziksel olarak bir serçeyle
hemen hemen aynı boyuttadırlar. Ancak içlerinde
bazı türler biraz daha iri olabilmektedir. Papağan
ailesinden olmaları itibariyle kuyrukları normal kuşlara nazaran daha uzun olan muhabbet kuşlarının
renkleri de son derece göze hoş gelecek ve dikkat çekecek şekildedir. Muhabbet kuşları ana renk olarak
yeşil, sarı, mavi renkler’inde bulunmaktadır. Ancak
bu ana renkler üzerine siyah ve diğer renklerden
farklı desen ve kombinasyonlarla karşımıza çıkabilmektedirler. Muhabbet kuşlarının boyu ortalama 18
santimetre ve kiloları da ortalama olarak 40 gramdır. Muhabbet kuşlarının ana renkleri genellikle karın ve but bölgesidir. Geri kalan kısımları desenli ve
farklı renklerdedir. Muhabbet kuşlarının büyük bir
kısmının kuyruk tüyünün uçları mavi renklidir. Gagaları da zeytin yeşili rengindedir. Muhabbet kuşlarının renkleri yaşadıkları
ortama, kalıtsal bozukluk ve
değişikliklere göre farklılaşabilmektedir.
Kuşların gagası üst
ve alt gaga olmak üzere iki
kısımdan oluşur. Boynuzu
andıran sertlikteki üst gaga,
üst çene ve burun kemikleri
ile yine ucu boynuzumsu
maddeden yapılı alt
gaga alt çene kemiklerinin birleşmesinden
meydana gelir. Gaga
kafatası ve alt çene ile
bağlantılı olduğundan
eklemli ve oynaktır.
Burundan itibaren
devam eden bir sırt
kısmı olan üst gagayı
kuşun beslenme şekline
göre az veya çok eğik olan
bir uç ve keskin kenarlara
sahip olarak yaratılmıştır.
Kuşların dişleri yoktur fakat üst gagada testere gibi
girintili çıkıntılı bir özellikte yaratılmıştır. Bu girinti ve çıkıntılar kuşun besinleri kesme ve parçalama
işlemi sırasında büyük kolaylık sağlar. Birçok kuşun
üst gaga dibinde yumuşak ve genellikle sarı renkte
bir deri bulunur. Bu deri bazı bataklık ve su kuşlarında ise bütün gagayı örter ve zengin sinir uçları ile
dokunma organı görevini üstlenir. Alt gaga ise üst
gagadan daha farklıdır ve Allah’ın üstün aklının kusursuz detaylarına sahiptir.
Muhabbet Kuşlarının Üremesi
Muhabbet kuşları doğal ortamlarında genellikle Haziran ile Eylül ayları arasında üremektedir.
Ancak bu zamanlar Kuzey ve Güney Avustralya’ya
göre değişebilmektedir. Kuzey Avustralya’ya göre
olan bu zaman aralığı güneyde Ağustos, Ocak ayları
arasındadır. Ancak bu tarihler dışında istisnai olarak
çiftleşmeler de olabilmektedir.
Bu muhabbet kuşlarının iyi beslenmesiyle alakalıdır. Muhabbet kuşları eşlerine karşı son derece ilgili
olan kuşlardır. Eşlerinin
tüylerini gagalarıyla
düzenleyip, yedikleri
tohumları eşlerinin
ağzına kusarak onları
besleyebilmektedirler.
Muhabbet kuşları
yuvalarını genellikle
ağaç kovuklarına
ya da yerlerde
bulunan kütüklere
yapmaktadırlar.
Bu yuvalarda
muhabbet
kuşları
ortalama
olarak 20
günlük bir
kuluçka
süresi
geçirirler.
43
CANLILAR ALEMİ
Bu süre sonunda dünyaya 4 - 5 yavru gelmektedir.
Bu yavrular bir ay sonunda yuvayı terk etmektedirler. Bu süre içerisinde yavru muhabbet kuşları erkek
tarafından yuva ağzında beslenmektedir. Kuluçka ve
büyüme süresi içerisinde anne muhabbet kuşları yuvayı çok nadir olarak terk etmektedir.
Saniyede 150 Resim
Muhabbet kuşları, objeleri, tıpkı insanlar
gibi renkli algılarlar. Kafalarının her iki yanındaki gözleri sayesinde çok geniş bir alanı görebilirler.
Gözleri birbirinden bağımsız hareket edebilir ve arkalarını yukarıda olup bitenleri görebilir. Saniyede
150 resmi algılar. Buna karşılık insanların 16 resmi
algılayabildiklerine dikkat çekmek isteriz. Bu kuşların hızlı uçması nedeniyle görmeleri hayati önem
taşır.
Teyp Gibi
İyi duymak kuşlar için hayati öneme haizdir. Çağırma ve ötüş kuşların iletişim kurmada en
önemli aracıdır. Örneğin 400-20000 arasındaki
ses frekansını algılayabilirler. Tıpkı teyp gibi, belirli
sesleri hafızaya alırlar. Onları tekrar kullanabilirler.
Bizim dilimizdeki kelimeleri kullanabildikleri gibi
doğadaki kendi aralarındaki iletişimde de bu duyu
özellikleri önem taşır.
Titreşime Duyarlı
Muhabbet kuşları iyi bir dokunma duyusuna
sahiptirler. Kuluçkadaki dişi kuş yumurtadaki yavru kuşun hareketlerini karnı ile hissedebilmektedir.
Şüphesiz muhabbet kuşunun en iyi dokunma duyusu titreşim duyusudur. Bu da ayaklarının titreşimi
algılamasıdır. Bu duyu organı ile yem arayışında bir
yılanın tehlikesine karşı uyarılmış olur. Evcil kuşların kendilerini bazı seslere alıştırması gerekir. Örneğin ağır vasıtaların geçiş seslerine ve son zamanların
korkusu deprem gibi seslere alıştırılabilir. Bu sesler
gece panik yaratır. Sık sık kuşlar korkutulmamalıdır. Örneğin titreşim gösteren araçlardan buzdolabı
üstü gibi yerlerden uzak tutulmalıdır.
Bazıları Tatlı Sever
Kuşların tat alma duyusu insanlarınkine
eşdeğer değildir. Yine de farklı tat alma duyusuna
sahiptirler. Bazıları tatlı algılarlar ve her şeyi tuzlu
severler. Hatta tuz tanelerini gagalarlar. Bazı muhabbet kuşları tatlı yiyeceklere saldırırlar. Ancak
muhabbet kuşları tatlı ve tuzlu yiyeceklerden uzak
tutulmalıdır. Fakat yine de bazı tatlı yiyecekler mesela bir kek parçacığı tabaktan dökülen tuz tanelerinin bir bölümünün yenilmesine izin verilebilir.
Muhabbet Kuşlarının Renklenmesi
Muhabbet kuşları genel anlamda iki ana renk
üzerinden kalıtsal olarak oluşmaktadırlar. Bunlar
beyaz renge bağlı olarak mavi, gri ve beyaz, diğeri de
sarı renge bağlı olarak yeşil ve sarıdır. Şu anda dünya üzerinde 32 farklı renk çeşidinde muhabbet kuşları bulunmaktadır. Bu farklı mutasyonlar da bu ana
renkleri kalıtsal özellikleri sayesinde olmaktadır. Bu
da yüzlerce farklı kombinasyon anlamına gelmektedir.
Muhabbet Kuşlarının cinsiyeti nasıl anlaşılır?
Muhabbet kuşlarının erkek yada dişi olduğunu anlayabilmek için kullanılan en basit yöntem
şudur: Muhabbet kuşunun gagasının üzerindeki etli
kısım koyu renkli (mavi ya da benzeri renkli) ise erkek, renk yok ise dişidir diyebiliriz.
Muhabbet Kuşları kaç yıl yaşar?
Muhabbet kuşları 1 yaşından sonra erişkin sayılırlar. Dişi muhabbet kuşları 4, erkekler ise 6 yaşından sonra yaşlanmaya başlarlar. Muhabbet kuşlarının ortalama ömrü 8 ila 10 yıl
arasında değişir. Bununla
birlikte, yaşadığı ortam,
beslenme gibi noktalara
dikkat edildiğinde muhabbet
kuşlarının ömrünün
15 yıla kadar uzayabildiği hatta bazı
istisnai durumlarda bu rakamın üzerine
çıkıldığı görülmüştür.
www.kuslar.gen.tr
Türk-İslam sanatı
ebrunun yaşayan en
büyük ustası
Alparslan Babaoğlu
Ebru sanatının insan üzerindeki etkisinden bahseder misiniz?
Ebrunun insan üzerindeki etkileri çok tartışıldı ve üzerinde çok konuşuldu. İnsanı rahatlattığı, sorunlarından uzaklaştırdığı kesin. Ben yöneticilik yaptığım yıllarda akşam işten gelip de ebru
teknesinin başına geçtiğimde bütün problemlerimi
unutur, ertesi güne taptaze ve zinde başlardım.
Ebrû sanatının gelenekleri nelerdir?
Gelenekler bireylerde o geleneklerin çıktığı toplumlara aidiyet duygusunu güçlendirir.
İngiliz geleneklerini yaşarsanız, kendinizi İngiliz
hissedersiniz. Türk İslam geleneklerini yaşarsanız
da kendinizi bu topraklara ve bu topluma ait hissedersiniz. O nedenle gelenekler önemli. Şüphesiz
ebrunun da kendine has birtakım gelenekleri var.
Bunların başında öğrenme yöntemi gelir. Ebru,
usta çırak münasebeti ve meşk usulüyle öğrenilir.
Kendi kendine ebrucu olunmaz. Bunun dışında
ustaya tam teslimiyet, ışıktan etkilenmeyen, suda
erimeyen ve kağıda zarar vermeyen doğal boyalar
kullanılması, fırçaların atın kuyruk kıllarından ebrucunun kendisi tarafından sarılması, cilt ve hat
sanatçılarının ihtiyaç duydukları ebru türlerinin
üretilmesi sayılabilir.
Bir çok ceza evinde hükümlülerimiz ebru
sanatıyla tanışma fırsatı buluyor. okurlarımızdan ebrû sanatı ile uğraşmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
Ebruda başarılı olabilmek için en önemli unsur sabırdır. Ben ebruyla uğraşmayı düşünen
herkese sabır tavsiye ediyorum. Çünkü güzel ve
doğru ebrular üretme süreci çok uzun.
Uzun ve sabır isteyen bir sanat dalıdır
Ebru. Siz ne kadar sürede icazet aldınız?
Doğrudur öğrenme süreci çok uzun. Ben
1984 senesinde kendi kendime ebru çalışmaya
başladım. 1985’de ustam Mustafa Düzgünman ile
tanıştım ve 1989 senesinde de kendisinden ebru
sanatının icrası ve öğretilmesi hususunda icazet aldım. Hala ustam gibi ebru yapmaya çalışıyorum.
Ebru dışında hat, tezhip ve minyatür dersleri aldınız. Diğer sanatlarla kıyasladığınızda Ebru sanatını nereye konumlandırıyorsunuz?
Diğer sanatlarımızın kuralları açık olarak
belli hatta yazılı olarak tespit edilmiş. Mesela hat
sanatında elfin boyunun ne kadar olacağı, “sin”
harfinin dişleri arasındaki mesafenin ne kadar olacağı belli. Aynı şekilde tezhipte de motiflerin spiraller üzerine yerleştirilmesinden tutun da hatayı
ve rumilerin bu spirallere nasıl yerleştirileceklerine kadar bir çok kriter belli ama ebru için maalesef
bundan söz edemiyoruz.
45
RÖPÖRTAJ
O; işini gönlüyle yapan, sanatının zirvesini görmüş, bir çok eser vermenin yanı sıra bir çok da
öğrenci yetiştirmiş olmasına rağmen ebrularındaki laleler kadar mütevazi bir ebruzen
Elimizde sadece ustalarımızın ebruları var kriter
belirleyebileceğimiz. Bu ebru için önemli bir handikap aslında. Kuralın olmadığı yerde sanat yapıyorum diye eline fırçayı alan yeni bir ebru türü icad
ediyor.
Diğer geleneksel sanatlarda bir takım ekoller ve kurallar var. Ebru diğer sanatlara
göre daha bağımsız görünüyor bunun sebebi nedir?
Fırçayı tekneye doğru vurduğunuzda hangi
damlanın nereye ve ne büyüklükte düşeceğini kestiremiyorsunuz. Bu belirsizlik bazı ebru yapanlarca
özgürlük olarak algılanınca sözünü ettiğiniz bağımsızlık ortaya çıkıyor. Mesela iyi ve doğru bir battal
ebrunun nasıl olması gerektiği konusu bana göre
belli. Bu durumda renk seçimleri ve bunların birbirlerine göre nispetleri dışında size hareket edebileceğiniz fazla bir alan kalmıyor ama amacınız
güzel ve doğru yapmak değilse elbette istediğiniz
boyayı istediğiniz gibi sermek ya da yaptığınız çiçeğe “ben de bu çiçeği böyle yorumluyorum” diyerek
istediğiniz gibi şekil vermek mümkün. Bu da ebrunun bağımsız ve kuralsızmış gibi algılanmasına sebep oluyor.
Ebrûnun günümüzdeki kullanım alanlarından bahsedebilir misiniz?
Ebrunun doğru kullanım alanları bundan
yüz sene önce neyse bugün de aynı hisn-i hat levhaların pervazları ve kitap ciltleri. Bugün bence tamamen ticari endişelerle ebru seramiğe, kumaşa hatta
keçeye uygulanıyor ve bunlardan kravat eşarp hatta iç çamaşırı üretiliyor. Bunlar yapılmaması gereken şeyler ama insanlar bundan gelir elde ettikleri
sürece yani müşterisi olduğu sürece bunlar yapılacak. Bu durumu düzeltmenin tek yolu, toplumu bu
konuda bilinçlendirerek bunların sanat değerinin
olmadığının ve itibar edilmemesi gerektiğinin anlatılması ancak bu da pek mümkün görünmüyor.
Ebrunun size kattığı en önemli değer nedir?
Ebru kişinin kendisini tanıması, enaniyetten kurtulması ve sabrı öğrenmesi için çok önemli
bir vasıta bence.
Alparslan Babaoğlu
Kimdir?
1957 yılında Ankara’da doğdu. İlk
ve orta öğrenimini Ankara ve Erzurum’da
tamamladı. Devlet bursuyla gönderildiği
İngiltere’de Elektronik Mühendisliği eğitimini 1979 yılında, aynı dalda yüksek lisans
eğitimini 1980 yılında tamamlayarak yurda
döndü. Mühendislik mesleğini bir kamu kurumunda yönetici olarak sürdürmektedir.
1984 yılında Topkapı Sarayı Nakışhanesi’ne
devam ederken başladığı ebru yapımını o
tarihten bu yana aralıksız sürdürmektedir.
1985 yılında ustası Mustafa Düzgünman ile
tanıştı. 1989 yılında kendisinden ebru sanatının icrası ve öğretilmesi konusunda icazet
aldı. İlk kişisel sergisini 1990 yılında Topkapı Sarayı’nda açan Babaoğlu sayısız karma
sergiye katıldı.
Ebru sanatının ustası, Mustafa
Düzgünman’la kemal noktasına ulaştığına inanan Babaoğlu, ustasının ebrularının
benzerlerini yapmaya çalışmanın yanı sıra,
“boya olarak ezilmiş varak altın kullanılma”
gibi özgün çalışmalar yapmaktadır. Eskiden
yaygın olmasa da kullanıldığı bilinen “aynı
kağıdın her seferinde farklı bir bölgesini
ebrulamak suretiyle minyatürler yapılması”
ve “katı’ tekniği ile kalıbı çıkartılan hüsn-i
hat örneklerinin ebru ile yapılması” gibi
çalışmalar da yapmaktadır.
“EBRU İSTANBUL” isimli bir ebru
kitabı hazırlamış ve bu kitap, İstanbul Belediyesi Kültür A.Ş. tarafından 2008 yılında
yayınlanmıştır. Neyzen Sadreddin Özçimi’ye
ve İsmail Tirkeş’e icazet vermiştir. Bir dönem Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi Geleneksel Türk Süsleme Sanatları
Bölümü’nde ebru dersleri vermiştir.
KİTAP ÖNERİLERİ
Kitap okumak
beyni güçlendirmekle
birlikte anlama ve
algılamayı kuvvetlendirir.
Kadılar Kitabı
Prof. Dr. İskender Pala
Kadılar Kitabı, bilimsel bir iddiadan öte, kültürel bir gaye taşır. Kadılarla
ilgili birtakım anektodlar, epizotlar, uydurma da olsa tarihe yansımış öyküler ve
fıkralar kenarda köşede kalmasın, derlenip iki kapak arasına girsin ve böylece
okuyucu tarih boyunca hukuk serüvenimizle alâkalı fikirlerini kendisi oluştursun, eğer hukuk ile yakından ilgiliyse tavırlarını ona göre düzenlesin, eski meslektaşlarının hayatlarından kesitler görerek kendisini yeniden formatlayabilsin.
Eyvallah
Hikmet Anıl Öztekin
Herkesin bir derdi vardır. Bazıları geçer, bazıları geçmez. Bazıları anlatılır
bazıları da anlatılmaz. Bazen de anlatmak istersin ama dinleyecek kimseyi bulamazsın. Bilirsin, muhabbettir ihtiyacın ama edecek kimse yoktur. İşte bu kitap bunun için, dertleşmek için yazıldı. Yalnız olmadığını bil diye yazıldı. Muhabbet için,
muhabbetle yazıldı. Biraz yağmurun, biraz da hüznün düştüğü gecelerde bu kitabı
okurken şunu hissedeceksiniz; “Hâlâ dertleşebilecek birileri varmış bir yerlerde...”
Hz. Ömer Bir Adalet Savaşçısı
Ahmet Necip Tarihin yetiştirdiği büyük insanlardan biri de Hz. Ömer dir. Hz.Peygamberin bağlılarından biri olarak, halifeliği de göz önünde bulundurulursa İslam tarihindeki yeri daha iyi anlaşılabilir. Sert ve mert duruşu ile bulunduğu ortamda kendini
belli eden karizmatik liderliğinin yanında Hz. Ömer aynı zamanda dini metinleri yorumlarken birçok sahabiden de ayrılır. Aynı zamanda O, bir yenilikçidir. Geleneğin
özünü değişen şartlara göre uyarlamasını bilmiş bir öncüdür. Bir kahramandır aynı
zamanda Hz. Ömer gerek İslamdan önceki yaşamında gerekse Müslüman olduktan
sonraki tavırlarıyla çevresindeki en cesur insanlardan biridir.
Leyla’nın Evi Zülfü Livaneli Boğaziçi’nde Bosnalılar Yalısı’nda doğup büyümüş paşa torunu
Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu tarafından sokağa atılır
ve mahallenin çocuklarından gazeteci Yusuf’un Cihangir’deki bekâr evine
sığınmak zorunda kalır. Yusuf’un sevgilisi Rukiye (“sahne adı”yla Roxy),
Almanya’da peep show’larda modellik yapmış, hip-hop tarzı müzik yaparak
“yırtmaya” uğraşan bir Almancı kızıdır.
KİTAP ÖNERİLERİ
Okuyanın düşüncesi
ve konuşması çok farklı
olup toplumda kabul
görülür bir kişiliğe sahiptir.
Adalet Kitabı
Prof. Dr. Halil İnalcık
Adâlet Kitabı, Türklerin, adâlet anlayışını, idare geleneklerinde bu anlayışın yerini, tarihî süreçte yaşanan değişim ve dönüşümleri, yüzyıllar içinde
teşekkül eden önemli hukuk ve adâlet kurumlarını inceleyen araştırmalardan bir
demet sunmak amacıyla hazırlanmıştır. Eserlerin seçiminde, kronolojik bir bütünlük sağlanmaya çalışılmış, hukuk ve adâlet tarihimizin önemli meselelerinin
incelendiği çalışmalara özellikle yer verilmiştir.
Son Dünya Düzeni Erhan Afyoncu
Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük imparatorluklardan
birisiydi. Ancak tarihi tam olarak yazılamadığı gibi, eksik ve yanlış yazılmıştır.
Bu yüzden Osmanlı tarihi hakkında birçok şeyi bilmeyiz.
Günümüzde, özellikle son 20-25 yılda Afrika’da, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu’nun
izleri çıkıyor. Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük iki imparatorluktan birisiydi.
Sahalin Adası
Anton Çehov
Anton Çehov, 1890 yılında Rusya’nın en doğu ucuna doğru zahmetli
bir yolculuğa girişti. Sonrasında bir nüfus sayımı için Japonya’nın kuzeyindeki Sahalin Adası’nda binlerce tutuklu ve yerleşimciye söyleşiler yaparak üç
ay geçirdi.
Sahalin Adası’nda tanık olduğu şeyler -kırbaç cezaları, erzak ve ikmal
malzemelerinin zimmete geçirilmesi, kadınların fuhşa zorlanması- Çehov’u
hem son derece şaşırtmış hem de öfkelendirmiştir.
Osmanlı’nın Büyüme Sırları
Yavuz Bahadıroğlu Tarihteki insanımız insana saygılıydı, çünkü insan olmanın ne anlama
geldiğini biliyordu. Birbirimizin hakkını, hukukunu bu anlayış içinde gözetiyor, bizimle aynı dini, aynı inancı, aynı milliyeti, aynı siyaseti, aynı kıyafeti
paylaşmayanlara karşı, yine bu anlayış içinde müsamahakâr olabiliyorduk.
Çünkü kul olduğumuzu biliyorduk. Bizi efendilik makamına yücelten işte bu
kulluk şuuruydu. Osmanlı’yı yönetenler de aynı şuurun insanlarıydılar. Yanlarında, her türlü yanlıştan onları ikazlarıyla koruyan hocaları vardı.
PARMAK ÇITLATMAK
KAVRAMA GÜCÜNÜ ZAYIFLATIYOR MU?
Siz de parmaklarınızı çıtlatıyor musunuz?
Peki parmak nasıl çıtlar ve bu hareketin zararları nelerdir?
Birçok kişi stresli anlarda, sinirlen
diğinde, panik içerisindeyken ya da ortada hiçbir şey yokken parmakla-
rını çıtlatır. Bu eylem parmağını çıt-
latan kişiyi rahatlatırken etrafında-
kileri rahatsız edebilir ya da parmak
çıtlatmanın bazı yan etkileri olabilir.
Çıtlatma eylemi esnasında eklem bağlarına bir baskı uygulanır ve bu baskı kapsüllere etki
eder. Basıncın etkisiyle kapsüllerin içeriğinde yer
alan sıvı basıncında değişiklik meydana gelir ve gaz
kabarcıkları serbest kalır. Yani patlar. Patlama esnasında da alışkın olduğumuz çıt sesleri meydana
gelir.
Bu yazımızda sizlerle parmak çıtlatmanın
zararlarını, parmak çıtlatmayı nasıl bırakabileceğinizi ve parmak çıtlatmanın arkasında yatan nedenleri paylaşacağız.
Parmak Çıtlatmak Zararlı mı?
Her ne kadar bazı kaynaklar parmak çıtlatmanın ciddi bir probleme yol açmayacağını söylese
de, ihtimal dahilinde olabilecek bazı zararları belirtmekte fayda var diye düşünüyoruz. İşte parmağınızı çıtlattığınızda oluşabilecek problemler:
4 Parmak çıtlatmak, kişide kavrama gücünde zayıflığa neden olabiliyor.
4Parmaklarınızı çıtlatmak bağlarınızın zarar görmesine neden olabilir.
4Uzun yıllar boyunca parmak çıtlatmak parmaklarınızın zayıflamasına ve ellerinizin gücünün azalmasına yol açabilir.
4Yapılan bir araştırmaya göre parmaklarınızı çıtlatmak eklemlerde şişliğe neden olabilir.
4Eklem kapsüllerinde yumuşak doku hasarı oluşabilir.
4Kemikleri birbirine bağlayan yumuşak dokularda hasar meydana gelebilir.
4Parmak çıtlatan kişilerin kavrama yeteneği parmak çıtlatmayan kişilere göre daha düşük olabilir.
Parmaklarımızı Neden Çıtlatırız?
4Çok uzun süre yazı yazan insanlar yazıcı krampı
denen sorun sonucu parmaklarını rahatlatmak için
parmaklarını çıtlatabilirler.
4Stresli olduğumuz anlarda, önemli bir sınav öncesi ya da uzun süre ellerimizi kullandıktan sonra
ellerimizdeki ağrıyı hafifletmek için parmaklarımızı çıtlatabiliriz.
4Bazen de belirgin hiçbir neden yokken sadece
edindiğimiz bir alışkanlık olduğu için ya da gevşeyip rahatlamak için parmaklarımızı çıtlatabiliriz.
Parmak Çıtlatmayı Nasıl Bırakabilirsiniz?
4Ellerinizi
başka bir şeyle meşgul edin. Mesela
elinizle kalem ya da bozuk para çevirmeyi öğrenin. Böylelikle hem kendinize zarar vermeyecek bir
alışkanlık kazanmış olursunuz hem de parmaklarınızın gücünü ve koordinasyonunu arttırmış olursunuz.
4Hem parmaklarınızı hem de zihninizi meşgul
edecek bir hobi edinin. Mesela resim yapın, yazı yazın, boyama yapın ya da yeni bir puzzle’a başlayın.
4Çantanızda el kremi bulundurun ve parmağınızı çıtlatmak istediğinizde hemen çantanızda kremi
çıkarın ve ellerinize sürün. Böylelikle hem elleriniz
meşgul olacak hem de yumuşak ve nemli ellere sahip olacaksınız.
4Yakın arkadaşınızdan ya da aile bireylerinden
parmağınızı çıtlatmanız durumunda sizi uyarmalarını isteyin. Genellikle etrafınızdakiler parmağınızı
çıtlattığınızın daha fazla farkında olurlar.
4Stres topu kullanmayı deneyin. Parmak çıtlatmanın size vereceği rahatlamayı stres topu ile sağlayabilirsiniz.
4Parmakları çıtlatma pozisyonuna getirip çıtlatmadan hafifçe esnetebilirsiniz.
4Parmak germe egzersizleri uygulayabilirsiniz.
49
SAĞLIK
Eğer parmak çıtlatmalar bir alışkanlık haline geldiyse çok erken yaşlarda
eklemlerde kireçlenme, yıpranmalar meydana gelebiliyor.
Uzmanlar, parmak çıtlatmaların alışkanlık
haline geldiğinde erken yaşlarda kireçlenmeye sebep olabileceğini belirterek, parmakları çıtlatmak
yerine esnetmeyi öneriyor.
Eklemin etrafındaki bağlarda zorlanmalar sonrası
bağlarda iltihaplanmalar, bazen liflerde yırtıklar da
meydana gelebiliyor.
ÇITLATMA YERİNE ESNETME HAREKETLERİ
Parmak çıtlatmalarının birçok sebebi var,
bazen romatizmal bir hastalıktan kaynaklanabilir.
Özellikle erken yaşlarda başlıyorsa altında hormonal ya da metabolik bir problem ya da erken yaşlarda başlayan romatizmal bir rahatsızlık var mı bunun
araştırılması gerekiyor. Bazen psikolojik durumlarda da olabilir. İnsan gergin olduğu zaman özellikle
duygusal olarak değişik travmalar ya da yoğun yük
yaşadığı zaman özellikle parmak çıtlatma ihtiyacı
olabilir.
Fiziksel ve zihinsel olarak esnek olunursa
sağlık durumunun da daha iyi olacağını vurgulayan uzmanlar, “Ellerimizdeki eklemlerin sağlığı için
özellikle esnetme hareketleri yapabiliriz. Çıtlatma
meydana gelmeden ellerimizi yavaş yavaş, acı vermeyecek şekilde her eklemi hareket ettirerek esnetme hareketlerini yaparsak kaslardaki gerginliği
önleyebilir, eklemlerin arasındaki beslenmeyi daha
kolay bir hale getirebilir ve tedavisi konusunda bir
yol alabiliriz” diyorlar.
ÇITLAMA SESİNİN SEBEPLERİ
KİŞİYE GÖRE TEDAVİ YAPILMALI
Fizik Tedavi Rehabilitasyon olarak eklemlerin yapısını bozan durumlarda çıtlama sesleriyle
daha sık karşılaşılıyor. Eklem arasındaki boşlukta
normalde bir gaz birikimi olur. Buna bağlı olarak ses
meydana gelebilir. Bazen de eklem aralarındaki darlıklardan bu problemler kaynaklanabilir. Özellikle
bazı vitamin eksiklikleri, romatizmal hastalıklar bunun sebebi olabilir.
Parmak çıtlatmaların nedeni araştırılarak
kişiye göre tedavi programı yapılması gerekiyor. Bu
durumlarda önemli olan parmak çıtlatmaya sebep
olan patolojik bir durum var mı? Bunu tespit etmek.
Çünkü erken dönemde başlayan bazı iltihaplı hastalıklar, travmatik durumlar bunun bir sebebi olabiliyor.
PARMAK ÇITLATMA ALIŞKANLIK HALİNE GELDİYSE
ERKEN YAŞTA KİREÇLENME OLABİLİR
Eğer parmak çıtlatmalar bir alışkanlık haline geldiyse çok erken yaşlarda eklemlerde kireçlenme, yıpranmalar meydana
gelebiliyor.
www.makaleler.com
ÇOCUK
52
Bizim Adaletimiz
Çok şerefli bir geçmişe sahip olan Türk milleti adaletli, hoşgörülü ve dürüst
yönetimiyle tarihe geçmiş ender topluluklardan biridir. Bu gerçeği, Batılı pek çok
tarihçi teyit etmektedir. Ayrıca bu gerçek, geçmişte Türklerin yönetiminde
asırlarca yaşamış halklara mensup araştırmacılar tarafından da samimiyetle dile
getirilmektedir. İki büyük Türk imparatorluğu olan Büyük Selçuklu ve Osmanlı
İmparatorluğu bu konuda akla gelen ilk örneklerdir. Bu imparatorlukların
yönetimi altında asırlar boyunca yaşayan çeşitli halklar arasında gerçek adalet
sağlanmış, toplumda barış ve hoşgörü hâkim olmuştur.
SELÇUKLU’DA ADALETLE HÜKMEDEN
HAKANLAR
Türklerin İslamiyeti kabulüyle birlikte hakanların, padişahların yönetimi de İslam ahlakına göre
olmuştur. Kuran’da Allah’ın bildirdiği adaleti uygulayan yöneticiler, bu tutumları neticesinde çok büyük
başarılar elde etmiş, büyük fetihler gerçekleştirmiş ve
İslam’ın yayılmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. İngiliz araştırmacı Sir Thomas Arnold, ‘The
Preaching of Islam’ (İslamda Vaaz) adlı kitabında Hıristiyanların, Selçukluların bu tutumlarından dolayı,
nasıl onların idaresi altına girmek istediklerini şöyle
anlatmıştır:
“İslam idaresi altında dini hayatın emniyette
olduğu hakkındaki bu hisler, yine o devirlerde Küçükasya (Anadolu) Hıristiyanlarının, Selçuk Türklerini
bir kurtarıcı sıfatı ile karşılamalarına vesile olmuştu... Hatta VIII. Mihail (1261-1282) devrinde, Küçükasya içerisindeki ufak kasabaların halkı, Bizans
İmparatorluğu’nun istibdadından kurtulmak ümidi
ile Türkleri kasabalarının işgali için davet etmişlerdi.
Hatta bu halk arasında zengin veya fakir birçok kimseler, o zamanki Türk Milli sınırları içerisinde göç etmeyi bile göze almışlardır.”
Bu büyük Türk İmparatorluğu’nun en parlak
devrinde yönetimde olan Melikşah, Kuran’ın hükümlerini uygulama konusunda oldukça hassas davranmıştır. Ele geçirdiği topraklardaki halka karşı büyük
bir hoşgörü ve merhametle yaklaşmış, bunun neticesinde de fethettiği ülkelerin halkları tarafından büyük
bir sevgi ve saygıyla anılmıştır. Ermeni tarihçisi Urfalı
Mathiu, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu şu şekilde
anlatır:
“Melikşah’ın saltanatı Allah’ın lütfuna mazhar oldu. Hâkimiyeti uzak ülkelere kadar yayıldı ve
Ermenilere huzur verdi. Kalbi Hıristiyanlara karşı
şefkatle dolu idi. Geçtiği ülkelerin halklarına karşı bir baba gibi davrandı. Birçok şehir ve vilayetler
kendi arzuları ile onun idaresine girdi; bütün Rum
ve Ermeni beldeleri onun kanunlarını tanıdı.”
TÜRK-İSLAM ADALET VE HOŞGÖRÜSÜ
Tüm tarafsız tarihçiler Melikşah’ın adaletini
ve hoşgörülü tavrını içtenlikle dile getirmektedirler.
Onun hoşgörüsü kitap ehlinin kalbinde de kendisine
karşı bir yumuşama oluşmasına vesile olmuştur. Hatta bu nedenle tarihte eşine az rastlanır şekilde, birçok
şehir kendi isteğiyle Melikşah’ın idaresi altına girmeyi
kabul etmiştir. Sir Thomas Arnold’ın yine aynı kitabında yer alan, 2. Haçlı seferine VII. Louis’in özel kâtibi olarak katılan St. Denis Manastırı mensubu Odo de
Diogilo adlı rahibin anılarında, Müslümanların hangi
din mensubu olursa olsun herkese karşı nasıl adaletli
davrandıkları tüm şeffaflığıyla şöyle anlatılmaktadır:
“Eğer Müslüman Türklerin kalplerine, o sefaleti ve felaketi görerek, bir acıma duygusu gelmemiş
olsaydı, geri kalan Haçlı kafilesinin durumu çok
feci olurdu. Türkler, bu biçarelerin yaralılarına
baktılar, fakirlerini cömertlikle beslediler ve sıkıntıdan kurtardılar. Hatta bazı Müslümanlar,
Rumların tehdit ve hile ile hacılardan koparmış
olduğu Fransız paralarını satın alarak ihtiyacı
olan hacılara verdiler. Aynı dinden olmayanların
bu koruyucu muameleleri ile dindaşları olan ve
kendilerini ağır işlerde kullanan, döven, dolandıran Rumların hareketleri, Hıristiyan hacıları
arasında, öyle bir karşılaştırma vesilesi oldu ki,
bunlardan pek çoğu kendi istekleri ile kendilerini
kurtaran Müslümanların dinini kabul ettiler.”
2. Haçlı Seferi sırasında yaşananları anlatan Odo de Diogilo, Müslümanların gösterdiği
hoşgörülü, şefkatli ve adil tutumun nasıl güzel sonuçlara vesile olduğunu da şu satırlarla aktarmıştır:
“Kendilerine karşı zalimce davranan dindaşlarından sakınarak, imansız telakki olunan,
fakat haklarında gayet yumuşak ve şefkatle muamele edenlerin arasına emniyetle girdiler. Ve işittiğimize göre, Türkler çekilirken 3 bin kadarı da
onlara katılmıştır… Gerçekte Müslümanlar, ifa
ettikleri hizmetle yetinerek, bunlardan hiçbirisini
dinlerini terk etmeye zorlamamışlardı.”
Tarihçiler tarafından yazılan bu satırlar
İslam ahlakının savaş ya da zorluk döneminde de
adaleti emrettiğini göstermektedir. Türklerin -tüm
dünyanın zorba imparatorlarla yönetildiği, zulmün hüküm sürdüğü bir dönemde- gösterdiği bu
üstün ahlak, Kuran’a olan bağlılıklarının ve yüksek karakterlerinin bir göstergesidir. Bu nedenle
de, Türklerin karşısındaki millet ya da topluluk
her ne kadar İslam’a karşı önyargılı da olsa, bu güzel Müslüman ahlakına şahit olduktan sonra aynı
Haçlı Ordusu’ndaki Hıristiyanlar gibi kalplerinde
İslam’a karşı bir yumuşama, sevgi oluşacaktır.
Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan
fetihlerle imparatorluk üç kıtaya yayılmış, İstanbul’un fethi ise bir çağın kapanıp, yeni bir çağın
açılmasına neden olmuştur. Bu fetih Osmanlı’da
olduğu gibi, Avrupa tarihinde de bir dönüm noktasıdır. İstanbul’u olağanüstü bir askeri deha ile
fetheden ve böylelikle dünyada bir çağı değiştiren
Fatih, gittiği her yeni ülkeye İslam’ın adaletini ve
hoşgörüsünü götürmüştür.
Fatih Sultan Mehmet’in kitap ehline karşı
olan hoşgörüsü günümüze kalan birçok anlaşmalarla da belgelenmiştir. Onun İslam ahlakından
kaynaklanan hoşgörüsünden Hıristiyan, Yahudi,
Ermeni, Süryani her dine mensup insan payını
alıyordu. Bu nedenle Fatih’in padişah olduğu süre
boyunca birçok yabancı millet onun yönetimi altına girmekten büyük bir memnuniyet duymuştu.
Bizanslı yönetici Büyük Düka Notaras’ın “Bizans’ta
Latin şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi
tercih ederim” şeklindeki sözü de bu gerçeği teyit
eder niteliktedir.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi, ilk
başlarda gayrimüslim halk arasında büyük bir korkuya neden olmuştur. Baskılara ve saldırılara maruz kalacaklarını düşünen bu kişilerin büyük bir
bölümü ya firar etmiş ya da Ayasofya’da toplanmıştır. Ancak Fatih Sultan Mehmet onlara hoşgörü ve
adaletle yaklaşmış, her türlü korkudan uzak olarak
evlerine dönmelerini ve işleriyle rahat bir şekilde
uğraşmalarını istemiştir. Onlara dinleri konusuda
hiçbir baskı yapmamış, aksine birçok din mensubunu büyük bir hoşgörüyle karşılayarak, dinlerini
rahatça yaşayabilecekleri bir ortam hazırlamıştır.
Sarayda Müslüman ve Hıristiyan bilginler yan
yana yaşamış ve her türlü ilmi konuyu büyük bir
müsamaha ile tartışmışlardır.
Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığı bir Hıristiyan aracılığıyla tanımaya çalışmış ve Patrik’e
İsa cemaatine bir “temin-i hukuk” (modus-vivendi)
tesis ettiğini belirten bir ferman vermiştir. Fatih,
Patrikhane’ye çok geniş imkanlar tanımış, böylece
Patrikhane ilk defa Türkler zamanında bir muhtariyete kavuşmuştu. Batı ve Doğu kaynaklarından
yararlanarak fermanın bir örneğini yayınlayan tarihçi Hammer, Padişah’ın, Patrik’e gönderdiği beratta şunların yazılı olduğunu belirtmektedir:
TARİH
52
Osmanlı devletinin hükümranlığı zamanında fethedilen tüm bu topraklarda her
dinden ve her görüşten insan barış ve hoşgörü içinde yaşamış, hiç kimseye dininden,
dilinden ya da ırkından dolayı zulmedilmemiştir.
“Kimse Patrik’e tahakküm etmesin: kim olursa
olsun, hiçbir kimse kendisine ilişmesin: Patrik ve maiyetinde bulunan büyük rahipler, her türlü genel hizmetlerden süresiz olarak affedilmiş olsunlar.”
Fatih Sultan Mehmet fethin ardından hemen
gayrimüslim azınlıkların hukuki haklarıyla ilgilenmiş
ve Rum-Ortodoks Patrikliğine Gennadius’u getirerek,
onlarla bir anlaşma yapmıştır. Galata’da yaşayan kitap
ehliyle yaptığı anlaşmada ise, Galata kiliselerine el konulmayacağı, mescid haline getirilmeyeceği, ibadetlerine karışılmayacağı ve hiçbir gayrimüslimin zorla Müslüman yapılmayacağı teyit edilmektedir. Aynı döneme
ait bir başka anlaşmada ise ruhani reislerin bundan
önce nasıl “metropolit” sıfatı taşıyorlarsa, öylece devam
etmelerine izin verildiği görülmektedir.
Fatih Sultan Mehmet, Hıristiyanlığın yanısıra
Yahudilerin haklarına da sahip çıkmıştır. Onlara da Hahambaşıları liderliğinde kendi havralarına sahip olma
ve dini hizmetlerini serbestçe yürütme hakkı tanımıştır. Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı döneminin ilk Hahambaşısı olan Moşe Kapsali’yi huzuruna davet ederek,
kendisine iltifatta bulunmuş ve Yahudilere ait davaları
görmek için bir ferman vermiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle
başlayan bu ilerleme, Fatih’ten sonra gelen padişahlar tarafından da devam ettirilmiştir. Osmanlı orduları iki kez Viyana kapılarına dayanmış, Sırbistan,
Arnavutluk, Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan başta olmak üzere Balkanlar baştan sona fethedilmiş, Macaristan Osmanlı himayesine girmiş, Osmanlı denizlere açılmış, Karadeniz Türk gölü haline getirilmiş,
Mora yarımadası, Rodos, Girit, Sakız gibi birçok
Ege adası alınmış, Kafkasya ele geçirilmiş, Bağdat,
Tebriz, Yemen, Suriye, Irak, Lübnan, Mısır, Filistin,
Kudüs, Fas, Tunus, Cezayir, Doğu Anadolu, Baharat
Yolu, Lehistan gibi daha pek çok yer Türk toprağı
haline gelmiştir.
Fethedilen tüm bu topraklarda her dinden ve
her görüşten insan barış ve hoşgörü içinde yaşamış,
hiçkimseye dininden, dilinden ya da ırkından dolayı
zulmedilmemiştir. Aksine farklı inançlara, geleneklere, törelere sahip insanlar, aralarında hiçbir anlaşmazlık olmadan, Osmanlı’nın adil yönetimi altında
huzur içinde senelerce birarada yaşamışlardır.
www.osmanli.com.tr
GAZİLER
Başlarında kalpağı
Onbaşısı albayı
Seviyorlar bayrağı
Buralıdır gaziler
Uhut, Hendek, Bedir’de
Antep gibi şehirde
Bakın Seddülbahirde
Korelidir gaziler
Paşasıyla eratı
Kazanmışlar beratı
Hiçe sayarlar hayatı
Berelidir gaziler
Beşparmak Dağlar’ında
Gabar’ın yollarında
Gurbetin illerinde
Oralıdır gaziler
Altmış yetmiş olsa yaş
Kalmaz taş üstünde taş
Şehitlerle arkadaş
Törelidir gaziler
Osman ŞİŞİK
Bolvadin Ceza İnfaz Kurumu
İzleme Kurulu Başkan Yardımcısı
Göğsünde madalyası
Sıralıdır gaziler
Memleket sevdalısı
Yaralıdır gaziler
T.....
54
Çocukların Eğlencesi
Oyuncaklar
Oyuncak, çocuklar ve içindeki çocuğu
öldürmemiş olan yetişkinler için
oldukça önemli bir eğlence, öğrenme ve
gelişim aracıdır. Peki oyuncak nedir?
Nasıl dünyamıza girdi?
Oyuncak, oyun aracı olarak kullanılan her türlü
nesneye denir. Bu tanıma göre, minyatür bir elektrikli
tren ya da elektronik bir uzay aracı kadar, mısır koçanından yapılma bir bebek ya da iple çekilen bir teneke
kutu da oyuncak sayılır.
At başı takılmış sopalar ortaçağda çocukların sevdiği oyuncaklar arasındaydı. Bunlara zamanla dört tekerlek ve eyer eklendi. Çocuklar, tekerlekli
ya da sallanan atlara karşı günümüzde de ilgi göstermektedir.
Oyuncağın Tarihçesi
Osmanlılar döneminde İstanbul’un Eyüp
semti oyuncak yapım merkeziydi. Eyüp, çemberleri,
tahta arabaları, topraktan testi biçimindeki düdükleriyle ünlüydü.
Sus, Lagaş ve Pompei gibi eski kentlerde yapılan kazılarda bulunan bebekler, pişirilmiş topraktan
minyatür ev eşyaları, çeşitli hayvancıklar, tekerlekli küçük arabalar ve askerler, oyuncağın binlerce yıllık bir
geçmişi olduğunu gösterir. Eski Yunan’da çocuklar, iple
çekildiğinde kuyruk sallayan ya da ağzını açıp kapayabilen tahtadan hayvanlarla oynamaktan çok hoşlanırdı.
Kolları, bacakları hareket edebilen, boyanmış kilden bebekleri de vardı. Eski Mısırlı çocukların yassı tahtadan
bebeklerinin başını saç yerine boncuk dizileri süslerdi.
Bugün de olduğu gibi çocukların yüzyıllardan beri sevgiyle oynadıkları bebekler onlar için hem arkadaş, hem
oyun aracıdır.
Kilden, avuçta biçimlendirilerek yapılan ilk toplar zıplamıyordu. Çocuklar bu topları yerde yuvarlayarak oynardı. Fırlatılan toplar ise ya yünden
ya da sazdan yapılırdı.
Bebekleri eğlendirici
saplı çıngırakların da tarihi
çok eskidir. Yeni yürüyen
çocuklar bugün olduğu gibi
eskiden de çıngıraklı çemberlerden ve iple çekilen arabalardan hoşlanırdı. Bilye ve aşık
ise küçüklerin olduğu kadar
büyüklerin de sevdiği oyun
araçlarıydı. Eski Çin’de demir
bilyeler vardı. Daha sonra
Hollanda, Almanya, İngiltere
ve ABD’de akik, taş, mermer,
kil ve renkli cam bilyeler yapıldı.
18. yüzyıldan başlayarak dans eden, şarkı söyleyen hatta yazıp çizen kurmalı oyuncaklar
yaygınlaşmaya başladı. “Genç Yazar” olarak adlandınlan mekanik bir oyuncak 50 sözcük kullanarak
mektup yazabiliyordu. Kurmalı palyaço, balerin ve
maymunlar, kurmalar tükeninceye kadar tüm hünerlerini ortaya döküyordu. Bundan başka, kurulunca öten, başını sağa sola çeviren ve kanatlarını
çırpan küçük kuşlar da yapılmıştı.
18. yüzyılda Avrupa’da tahta, fildişi ve gümüşten
minyatür süs eşyalarını
sergilemek amacıyla
oyuncak evler yapıldı.
Bunların en güzel
örnekleri Hollanda’da
üretiliyordu. Bir tarafı
açık, kutu şeklindeki
bu evlerdeki oyuncak
mutfak ve odalar
çocukların da ilgisini
çekmekte gecikmedi.
Özellikle oyuncak yapımında önde gelen
Alman kentlerinden
Nürnberg’de üretilen
oyuncak mutfaklarda
tabak, çanak, tencere, çaydanlık
gibi her çeşit mutfak eşyası vardı.
Osmanlılar döneminde İstanbul’un Eyüp semti
oyuncak yapım merkeziydi. Eyüp, çemberleri, tahta
arabaları, topraktan testi biçimindeki düdükleriyle ünlüydü.
Oyuncak beşikler ve karyolalar daha önceleri
de yapılırdı. 18. yüzyılda kullanılmaya başlayan bebek
arabalarının hemen ardından oyuncak bebek arabaları
ortaya çıktı.
Kilden ve sırlanmış taştan yapılmış oyuncak askerler yüzyıllar öncesinin oyuncaklarıdandır. 18. yüzyıldan sonra ise kurşun askerler yapıldı. Önceleri Prusya
Kralı Friedrich’in zaferlerini kutlamak amacıyla Nürnberg’de boyalı ve boyasız kurşun askerler yapılmıştı.
Sonraları günümüzün kurşun askerlerine benzeyen
oyuncaklar ortaya çıktı.
Gerçek savaşlar oyuncak askerlerin üniforma ve
silahlarına da yansıdı. İlk oyuncak silahın 10. yüzyılda
yapılmış olan mancınık olduğu söylenir. Yapı temelleri
ve metro için tüneller kazılırken Paris’teki Sen ve Londra’ daki Thames ırmaklarının yataklarında 16.yüzyıldan
kalma oyuncak silahlar bulundu. Mantar tabancalan ise
19. yüzyılda ortaya çıktı.
Anayurdu Çin ve Japonya olan uçurtma, bu
ülkelerde hâlâ batıda olduğundan daha yaygındır. İlk
balonlar Avrupa’da yapıldı. Shakespeare çağında bile
çocuklar hayvan bağırsağından yapılma balonlarla oynuyordu.
19. yüzyılda gerçekleşen bilim alanındaki yeni
buluşlar ilginç oyuncakların ortaya çıkmasına yol açtı.
Bunlardan renkli küçük cam parçalarını simetrik bir
geometrik desen halinde yansıtan aynalardan oluşan
kaleydoskop 1816’da bulundu.
19. yüzyıla kadar elle ya da kalıplara dökülerek
yapılan oyuncaklar, bu tarihten sonra makineler aracılığıyla üretilmeye başladı. Böylece oyuncak yapımı hızlandı. Daha çok sayıda ve ucuz oyuncak üretildi.
Gündelik yaşamdan esinlenen oyuncak yapımı
20. yüzyılda büyük bir çeşitlilik ve gelişme göstererek
başlıca sanayi kolları arasına girdi. 1900’e kadar zemberekli mekanizmalarla ve buharla çalıştırılan mekanik
oyuncaklar bu tarihten sonra elektrikle çalıştırılmaya
başlandı. Rayları, tünelleri, uyarı ışıkları, lokomotifleri
ve vagonlarıyla gerçek trenin tıpkısı minyatür elektrikli
trenler çocuklar kadar büyüklerin de ilgisini çekti.
20. yüzyılın sonuna doğru, uzay araştırmaları
alanındaki gelişmelere paralel olarak uzay gemisi ve astronot türünden elektronik oyuncaklar yapıldı. Elektromagnetik komutlarla işleyen oyuncaklar çocukların ilgi
odağı durumuna geldi.
www.kisiselbasari.com
am
nm
a
l
ş
o
H
dan
Şaka
Biraz
tebessüm..
.
Nasreddin Hoca çarşamba pazarında gezintiye çıkmış.
Dolaşırken birden ensesinde bir tokat hissetmiş ve
kendini yerde bulmuş. Hemen kalkmış arkasına
bakmış, bide ne görsün iri yarı bir adam.
Nasreddin Hoca: Bana sen mi vurdun?
Adam: Evet ben vurdum..
Nasreddin Hoca: Şakamı yaptın yoksa gerçek mi vurdun?
Adam: Gerçek vurdum ne olacak..?
Nasreddin Hoca: Haa… iyi öyleyse, ben şakadan hiç hoşlanmam da..!
Etki tepki olayı
Klasik tepki: “Sıraya geç kardeşim.”
Neoklasik tepki: “Şeker kardeşim sıraya geçiver.”
Realist tepki: “Sıra var.”
Sürrealist tepki: “Sallandıracaksın bunlardan ikisini Kızılay’da
bak bir daha yapabiliyorlar mı?”
Romantik tepki: “Beyefendi galiba sırayı görmediniz.”
Modern tepki: “Efendim insanımız eğitimsiz. Halbuki Avrupa’da...”
Postmodern tepki: “Sırana geçsene birader!”
Uzlaşımcı tepki: “Acelesi olmasa öne geçmezdi, üzmeyin garibi...”
Devrimci tepki: “Altyapı sorunları çözülmeden halkımız sıraya
geçmez. Devrim olunca herkes hizaya gelecek.”
Kaderci tepki: “İki dakika fazla beklesek kıyamet mi kopar?
Kısmetse hepimizin işi görülür.”
Felsefeci (septik kuşkucu) tepki: “Ön ve arka kavramları görecelidir. O tarafın ön taraf olduğuna kim karar verdi? Öne geçtiğini zanneden, aslında arkaya geçmiş olabilir.”
Kantçı tepki: “Efendim, algılanmayan şeyler yok demektir.
Bakmayın o tarafa, adam yok olur.”
Kötümser varoluşçu tepki: “Herkes bir gün ölecek. Onurlu bir
şekilde bekleyin. Bir gün o adam da ölecek.”
İyimser varoluşcu tepki: “Sıkmayın canınızı, şu anın tadını çıkarmaya çalışın. Bakın ne güzel hayattasınız ve birileri önünüze
geçebiliyor.”
Hümanist tepki: “İnsanlık bir bütündür. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için. Dolayısıyla birimiz öne geçince, aslında hepimiz öne geçmiş oluyoruz.”
Ayı
Beni Yedi
Teyo Pehlüvan kahvehanede oturmuş,
Zafer Pehlüvanın de kahvede olduğundan habersiz böbürlenerek anlatmaktadır.
-Ola gardaş birgün dağda gezirem,
tamda böyük bir kayanın dibinde garşıma bir ayi çıhmasın!
Ayi benim kibi üç var, ama heç isdifimi
bozmadım.
Ola Teyo dedim gendi gendime bir
ayıdan mi gorhacağsan.
Başladık ayiyinan güleşmiye....
O beni alir yere vurir, sonra ben oni
yerden yere vuriram,
ne ayi pes edir, ne de ben pes diyirem.
Aradan iki gün geçti, hele daha birbirimizin sırtını yere deydirmiş deyilih.
Herkes işin sonunu merakla beklerken
Zafer Pehlivan sert bir şekilde çıkışır.
-Ola Teyo, sora ne oldu?
Zaferi gören Teyo lafı dolaştırır, ne dediğini, nerede kaldığını unutur ve noktayı
koyar:
-Ne olacah ayi beni yedi!
“İyi olmak kolaydır; zor olan adil olmaktır.
En mükemmel adalet ise vicdandır.”
Victor Hugo
D E ĞERSİ Z
İ NS A N YO K T UR
D E ĞERİ N İ
D ÜŞÜREN
İ NS A N VARDI R

Benzer belgeler