Frédéric Bastiat`nın “Hukuk”
Transkript
Frédéric Bastiat`nın “Hukuk”
Frédéric Bastiat’nın “Hukuk” adlı eserinden seçme bölümler Hayat Tanrının Bir Lütfudur Tanrı bizlere, hayat dediğimiz, bedenî, fikrî ve ahlâkî boyutları olan bir armağan bahşetmiştir. Ancak, Tanrı, bize, onu korumak, kollamak, geliştirmek ve mükemmelleştirmek sorumluluğunu da yüklemiş, bunu başarabilmemiz için de bizleri muazzam yeteneklerle donatarak doğal zenginlikler ortamına yerleştirmiştir. Sahip olduğumuz yeteneklerle, doğal kaynakları işe yarar mallar haline getirir ve kullanırız. Hayatın, önceden belirlenmiş bir istikamette sürdürülebilmesi için böyle bir süreç zorunludur. Hayat, çeşitli yetenekler ve üretim -başka bir ifadeyle ferdiyet, özgürlük, mülkiyet-, işte insanı insan yapan şeyler. Politik liderler ne kadar zeki ve becerikli olurlarsa olsunlar, Tanrının bu üç armağanı, insan yapısı yasalar düzeninden önce gelir ve onun üstündedir. Hayat, özgürlük ve mülkiyet insanlar yasalar yaptığı için var değildir. Aksine, ezelden beri var olan bu unsurların kendisi insanı hukuk yapmaya sevk etmiştir. Hukuk Nedir? Öyleyse hukuk nedir? Hukuk, bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonudur. Hepimiz, kendi varlık, özgürlük ve mülkiyetimizi korumak gibi tanrısal kaynaklı bir hakkın sahibiyizdir. Bu üç temel unsur, hayatımızın, her birinin varlığı diğer ikisinin varlığına bağlı olan vazgeçilmez şartlarındandır. Yeteneklerimizin, kişiliğimizin gelişmesinden başka ne amacı olabilir ki? Mülkiyet yeteneklerimizin bir uzantısı olmaktan başka ne olabilir ki? Eğer herkes- güç kullanarak da olsa- kendi kişiliğini, özgürlüğünü ve mülkiyetini savunma hakkına sahipse, bir insan grubunun da bu hakları sürekli olarak koruyabilmek için ortak bir güç oluşturmaya ve bu gücü desteklemeye hakları olması gerekir. O halde, kolektif bir hakkın varlık ve meşrutiyet nedeni, bireysel bir hakka dayanmış olmasıdır. Kolektif bir hakkı korumaya yönelik bu ortak gücün, yerine geçtiği bireysel gücün temel amacının ötesine geçmemesi de mantık gereğidir. Buna göre, başka birisinin kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarına karşı bireyin güç kullanmasını engelleyen şeyin, ortak gücün kullanılmasını da engellemesi gerekir. Gücün her iki halde de kötüye kullanılması bizim temel kabulümüze aykırıdır. Sadece kişisel haklarımızı koruyabilmemiz için bize verilmiş bir güç kullanma hakkıyla, kardeşlerimizin aynı haklarını tahribe yönelmemizi meşrulaştırmak mümkün müdür? Başka bir deyişle, tek başına hareket eden bir kimseye başkalarının haklarını yok etme amacını taşımama koşuluyla tanınan güç kullanabilme hakkını, bireysel güçlerin toplamının organizasyonundan başka bir şey olmayan ortak güce tanıdığımız takdirde de aynı prensip gereği sınırlayamaz mıyız? Bu soruların cevapları olumsuz değilse şu sonuca varırız: Hukuk, doğal bir meşru müdafaa hakkının organizasyonudur. O, ortak bir gücü, bireysel güçlerin yerine geçirme organizasyonudur. Söz konusu ortak gücün amacı, sadece bireysel güçlerin doğal ve meşru olarak yapmaya hakkı olan şeyleri yapmakla sınırlanmıştır: Kişilik, özgürlük ve mülkiyet haklarını korumak ve adaletin hepimize hükmetmesini sağlamak. Âdil ve Dayanıklı Hükümet Böyle sağlam bir temele dayandırılması halinde toplum için hem fikrî hem de fiilî olarak gerekli düzenin oluşabileceği inancındayım. Böyle sağlam bir hukukî zemine oturtmak kaydıyla, bir millet, politik biçimi ne olursa olsun, kabul edilebilecek, en basit, ekonomik, sınırlı, zulmetmeyen, âdil ve dayanıklı bir hükümete sahip olacaktır. Böyle bir yönetimde, herkes varlığının tüm imtiyazları kadar, sorumluluklarının da farkına varacaktır. Kendi kişiliğine saygı gösterildiği, emeğini istediği gibi kullanabildiği, emeğinin ürünlerine karşı girişilecek her türlü haksız saldırılara karşı korunabildiği sürece hiç kimse yönetime karşı gelmeyecektir. Bu şartlarda, işlerimizde başarı kazandığımızda, devlete hiçbir minnet borcumuz olamayacağı gibi, don ve dolu afetleri yüzünden tarlasında gerekli verimi elde edememiş bir çiftçi gibi, işlerimizdeki talihsizlikler yüzünden de onu kınamaya hakkımız olamayacaktır. Devlet, ancak böyle bir yönetim anlayışının sağladığı güvenlik hizmeti sayesinde hissedilebilecektir. Devletin özel işlerimize karışmaması halinde, hem ihtiyaçlarımız hem de onları tatmin imkânlarımız mantıkî bir gelişme çizgisi izleyebilecektir, işte, bu mantıkî gelişme sayesindedir ki, ne yoksul insanların yiyecek ekmek bulamadan önce edebiyat öğrenimine talip olduklarına ve ne kırsal alanlar aleyhine kentsel alanlarda, ne de kentsel alanlar aleyhine kırsal alanlarda aşın nüfus sorununa rastlamak mümkün olacaktır. Yasama organının baş döndürücü bir hızda sermaye, emek ve nüfus hareketlerine yol açabilme imkânı da söz konusu olamayacaktır. Yaşama koşullarımızdaki belirsizlik ve güvensizliğin asıl kaynağı, devlet kararlarının sebep olduğu bu hızlı hareketlerdir. Bu tür müdahaleler, devletlere, giderek artan oranda sorumluluklar yüklemektedir. İnsanlığın Vahim Eğilimi Kendini korumak ve geliştirmek insanlığın ortak arzusudur. İnsanlar kendi yeteneklerini istedikleri gibi kullanabilme ve emeklerinin ürünlerine özgürce sahip olabilme hakkına kavuştuğu takdirde, sosyal gelişme kesintisiz ve başarılı bir biçimde sürüp gidebilir. Ancak, halk arasında göze batan başka bir eğilimin altını çizmeliyiz. Bu, insanların becerebildikleri oranda başkalarının aleyhine yaşama ve zenginleşme eğilimidir. Böyle bir teşhisi, acımasız ve kasvetli bir ruh halinden kaynaklanan aceleci bir suçlama olarak almamak gerekir. Tarihî kayıtlar bu gerçeğin yeterli şahididir. Sürekli savaşlar, kitlesel göçler, dinsel baskı ve zulümler, köle ticareti, ticarî ahlâksızlıklar ve tekeller bu konuda anlamlı örneklerdir. Bu vahim eğilimin kaynağı, insanı, sürekli olarak ihtiyaçlarını en az gayret ve zahmetle elde etmeye iten ilkel, evrensel ve bastırılması zor bir içgüdüdür. Mülkiyet ve Yağma İnsan, ihtiyaçlarını ancak sürekli olarak çalışarak karşılar ve böylece yaşar. Bunu yaparken sahip olduğu yeteneklerini doğal kaynaklara tatbik eder. Bu süreç mülkiyetin kaynağını oluşturur. Ancak, insanın, başkalarının emeklerinin ürünü olan malları ele geçirip tüketerek yaşaması da mümkündür, işte yağma ve soygun sürecinin kaynağı budur. Mademki insanoğlu kendi ihtiyaçlarını giderme konusunda en az zahmete katlanmaya mütemayildir ve çalışmak bir zahmet biçimidir, o halde yapacağı en doğal tercih, çalışmaya oranla daha zahmetsiz ve kolay bulduğu yağmalama giri- şimidir. Tarihin açıkça kanıtladığı gibi ne din ne de ahlâk tek başına bu eğilimi durdurabilmiştir. Acaba yağmacılık nasıl durdurulabilir? Bunun yanıtı açıktır: O, ancak, çalışmaktan daha ıstırap verici ve tehlikeli kılındığı zaman durdurulabilir. İşte hukukun temel amacı, kolektif gücün, soygunu çalışmaya tercih ettiren beşerî eğilimi durdurmak için kullanılmasıdır. Bütün hukukî tedbirler mülkiyeti korumalı yağmayı ise cezalandırmalıdır. Ne var ki, kanunlar, bir insan veya insan grubunun eseridir. Hukuk, müeyyidesiz olarak ve güç kullanılmaksızın hayata geçirilemeyeceğinden gerekli gücü temin etme görevi de kanunları yapan iradeye bırakılacaktır, işte bu olgunun insanoğlunun kalbinde ezelden beri var olan, ihtiyaçlarını en az çabayla karşılama eğilimiyle bir araya gelmesi, hukukun evrensel bozulma sürecinin temel nedenidir. Bu tespitin ışığı altında, adaletsizliği frenleme ve denetleme adına yola çıkan hukukun, kendisinin, sonunda nasıl adaletsizliğin yenilmez silahı haline dönüştüğünü anlayabiliriz. Yine bu gerçekçi teşhis sayesinde, hukukun, kanun yapıcı tarafından nasıl halkın geri kalan kısmının bağımsızlığını farklı derecelerde köleliğe dönüştürdüğünü, özgürlüğü zulüm, mülkiyeti ise yağmayla yok ettiğini daha kolay anlayabiliriz. Sözünü ettiğimiz tahribat, kanun yapıcının menfaatine uygun olarak ve elinde bulundurduğu güçle orantılı olarak yapılmaktadır. … … … … … Kölelik ve Gümrük Tarifeleri Birer Soygun Çeşididir Bu konular, kölelik ve gümrük tarifeleridir. Hukuk, Birleşik Devletler’de, cumhuriyetçilik ruhuna hiç yakışmayacak soyguncu bir karakter kazanmıştır. Kölelik, özgürlüğün yasayla ihlâl edilmesidir. Koruyucu gümrük tarifeleri ise mülkiyet hakkının yasal olarak gasp edilmesidir. Eski Kıta’dan tevarüs edilen bu iki yasal suçun, Birliğin yok olmasına neden olabilecek kadar önemli olduğunu vurgulamamız gerekir. Bir toplumun vicdanında, “hukukun, adaletsizliğin aleti haline gelmiş olması” gibi bir kanaatin yer etmesinden daha vahim ve şaşırtıcı bir şey düşünülebilir mi? Hukukun, sadece kölelik ve gümrük tarifeleri konusunda ihlâl edildiği Birleşik Devletler’de bile dramatik sonuçlar yaratan hukukî yozlaşma olgusunun, adeta bir prensip ve sistem haline getirildiği Avrupa’da yaratacağı sonuçların boyutlarını hiç düşündünüz mü? İki Soygun Türü Bir yazar ve politikacı olan Bay Montalembert, Bay Carlier’in meşhur söylevindeki bir düşünceye atfen “sosyalizme karşı savaşmalıyız” demiştir. Bay Charles Dupin’in tanımına göre, bunun anlamı “soyguna karşı savaşalım’dır. Bildiğimiz kadarıyla açık ve hukukî, iki tür soygun olduğuna göre, acaba bunlardan hangisini kastetmiştir? Ceza yasasının tanımladığı ve cezalandırdığı hırsızlık ve dolandırıcılık gibi gayrikanuni soygunun sosyalizm olarak anılacağını sanmıyorum. Yasal olmayan soyguna karşı zaten dünya kurulduğundan beri savaşılmaktadır. Yani, toplumun temellerini tehdit eden yasa dışı soyguna karşı savaşmak için bu bayların emir vermelerini beklemek gerekmemiştir. 1848’deki Şubat Devriminden, hatta sosyalizmin zuhurundan çok öncelerinden beri Fransa, yasal olmayan soyguna karşı, polis, yargıç, hapishane, zindan ve darağacını yeterince kullanagelmiştir. Hukukun bu misyonunun devam etmesi benim de en halisane dileğimdir. Hukuk Soygunu Savunmaktadır Ne var ki hukuk her zaman soygunu cezalandırmaz, bazen da kendisi soygunu savunur, hatta ona iştirak eder. Hukukun bu tarafından yararlananlar eylemlerinin gerektireceği utanma duygusu, endişe ve cezaî tehlikelerden kurtarılmış olurlar. Bazen hukuk tüm yargı, polis, hapishane ve jandarma aygıtını soyguncuların hizmetine tahsis edebildiği gibi, kendini savunan gerçek mağduru da suçlu konumuna getirir. Kısaca, hukukî soygun denilen bir şey vardır ve bu, kuşkusuz, Bay Montalembert’in sözünü ettiği şeydir. Hukukî mevzuat içinde, bir meşru soygun yasasının bazen tek başına istisnaî bir leke olarak kaldığı da görülebilir. Bu lekeyi çıkarmanın en etkili yolu, onu menfaat gruplarının tepkilerine aldırmaksızın kararlı bir biçimde kınamak ve mahkûm etmektir. … … … Yasal Soygunun Pek Çok Çeşidi Vardır Yasal soygun çeşitli şekillerde yapılır. Çünkü soygunu organize eden plan ve programlar çok çeşitlidir. Gümrük vergileri, tarife dışı korumalar, sübvansiyonlar, teşvikler, artan oranlı vergiler, devlet okulları, iş güvencesi, kâr güvencesi, asgarî ücret, faizsiz kredi, yoksullara yardım vb. İşte yasal soyguna vücut veren tüm bu plan ve programlar son tahlilde sosyalizmi oluştururlar. Bu durumda, kendisi bir doktrin olan sosyalizme, doktriner bir savaşın dışında hangi yöntemle karşı çıkılabilir? Sosyalist doktrini yanlış, saçma ve zararlı bulduğunuz takdirde yapacağınız şey onu çürütmektir. Onun ne kadar yanlış, saçma ve zararlı olduğunu anlarsanız çürütülmesinin de o kadar kolay olduğunu görürsünüz. Eğer güçlü bir millet olarak kalmak istiyorsanız, mevzuatımıza sızmış her sosyalizm parti-külünü söküp çıkarmakla işe başlamalısınız. Ancak bunun hiç de kolay olmadığını kabul etmek gerek. Sosyalizm Yasal Bir Soygun Düzenidir Bay Montalembert, sosyalizme karşı kaba kuvvet kullanarak savaşma yanlısı olmakla itham edilmiştir. Aslında kendisi böyle bir suçlamayı hak etmemiştir. Çünkü dediği kısaca şuydu: Bizim sosyalizme karşı verebileceğimiz savaş, hukuk, adalet ve şeref kavramlarına ters düşmemelidir. Ancak, bu düşüncesiyle Bay Montalembert bir kısır döngü içine düştüğünü fark etmiş midir acaba? Kendisi de yasalara dayanan sosyalizme, yasalarla nasıl karşı çıkılabilir? Unutmayalım ki sosyalistlerin uygulamak istedikleri soygun yasadışı değil yasal bir soygundur. Diğer bütün tekel taraftarları gibi sosyalistler de kendilerine silah olarak hukuku seçmişlerdir. Öyleyse, sosyalizme hizmet eder hale getirilen yasaların, daha sonra ona karşı kullanılabileceği nasıl düşünülebilir? Yasalarla meşrulaştırıldıktan sonra soygun düzeni sizin ne polisinizden, ne mahkemenizden, ne de hapishanenizden korkar; aksine, başı darda kaldıkça onları yardıma çağırır ve kullanır. Bunu önlemek için sosyalizmin kanun yapma yetkisini mi alacaksınız? Sosyalizmin yasama meclisine girmesini mi engelleyeceksiniz? Yasamanın asıl işi soygun düzenini yasallaştırmak şeklinde sürüp gittikçe ona karşı başarılı olabileceğinizi hiç düşünmeyin, bu mantıken mümkün değildir. … … … Sosyalizmin Dayanılmaz Cazibesi Şimdi size, zamanımızın en popüler yanılgısından söz etmek istiyorum. Buna göre hukuk sadece âdil olmakla yetinmemeli bir o kadar da müşfik ve yardımsever olmalıdır. Yani, hukukun, her vatandaşın fiziksel, düşünsel ve ahlâkî açıdan inkişaf edebilmesi için sahip olduğu yeteneklerini başkalarına zarar vermeden özgürce kullanabilme hakkını güvence altına alması yeterli sayılmamaktadır. Hukuktan, aynı zamanda, refahı, eğitimi ve ahlâkî değerleri tüm millete yayması da talep edilmektedir. Bu, sosyalizmin aldatıcı, baştan çıkartıcı yüzüdür. Tekrarlamak gereğini duyuyorum. Hukukun bu iki farklı kullanılış biçimi birbiriyle açıkça çelişmektedir. Aralarında mutlaka bir tercih yapmalıyız. Çünkü bir insan aynı anda hem özgür, hem özgürlükten mahrum olamaz. Zoraki Kardeşlik Özgürlüğü Yok Eder Bu konuda, bir zamanlar Bay Lamartine’in bana yazdıklarını hatırlıyorum: Senin doktrinin, benim programımın ancak yarısıdır. Sen sadece özgürlüklere takılıp kalmışsın. Oysa ben bir adım öteye, kardeşliğe de geçmiş durumdayım. Ben de cevaben şöyle yazmıştım: Ancak, senin programının ikinci yarısı birinci yarısını yok etmektedir. Bana göre kardeşlik ve gönüllülük kavramları birbirinden ayrılamaz. Özgürlük hukuken yok edilmediği ve adalet ayaklar altına alınmadığı sürece, kardeşliğin, hukuken nasıl dayatılabileceğini anlamam mümkün değildir. Hukukî soygunun daha önce de belirttiğim açgözlülük ve sahte bir yardımseverlik olmak üzere iki ana kaynağı vardır. Bu noktada soygun kelimesinden tam olarak ne anladığımı da açıklamalıyım. Soygun Sahiplik Olgusuna Tecavüz Demektir Ben bu kavramı sık sık yapıldığı gibi mecazî ve muğlak anlamında değil bilimsel olarak kabul gördüğü anlamda, yani herhangi bir mülkiyet (ücret, para, toprak vb.) düşüncesinin zıddını ifade eden bir anlamda kullanırım. Servetin küçük bir kısmının dahi, sahibinin rızası olmadan veya tazmin edilmeden, zorla veya hileyle, bir başkasına transferi halinde mülkiyet hakkı ihlâl edilmiş ve soygun fiili işlenmiş demektir. Belirtmeliyim ki böyle bir fiil, hukukun her zaman ve zeminde ortadan kaldırmaya çalıştığı varsayılan bir fiildir. Cezalandırılması beklenen böyle bir fiili hukukun kendisinin işlemesi halinde soygun eylemi sürüyor demektir. Toplum ve refah açısından insan haklarına karşı girişilen böyle bir eylem birincisinden daha kötü ve tehlikelidir. Çünkü, yasallaşmış bir soygundan kazançlı çıkan insanlar soygun fiilinden sorumlu tutulamazlar. Bunun sorumlusu hukuk, kanun yapıcı ve toplumun kendisidir, işin siyasal tehlikesi de buradadır. Üzülerek belirteyim ki, soygun sözcüğünün hayli incitici olduğunu ve hakaretamiz bir anlam taşıdığını ben de biliyorum. Bu konuda daha nazik bir sözcüğü şimdiye kadar boşuna aramış olduğumu da belirteyim. Tartışmamıza özellikle şu anda tahrik edici bir kavram katmamaya da özen gösteriyorum. Burada hiç kimsenin niyet ve ahlâkî değerlerine saldırı amacı taşımadığımı da belirtmek isterim. Yapmak istediğim şey, sadece, yanlış olduğuna inandığım ve bana ada- letsiz gelen bir sisteme karşı savaşmaktan ibarettir. Söz konusu olan öyle bir adaletsizliktir ki, bir yandan bizlere ara sıra menfaat sağlarken, bir yandan da sebebini kavrayamadığımız genel yoksulluğumuzun asıl kaynağını oluşturur. Üç Soygun Sistemi Korumacılığın (protectionism), sosyalizmin ve komünizmin savunuculuğunu yapanların samimiyetini burada tartışmayacağım. Çünkü onlar politik bir zihniyet ve endişenin etkisi altındadırlar. Benim ise bu konuda hiçbir politik angajman ve kaygım yok. Bana göre, aslında korumacılık, sosyalizm ve komünizm bir bitkinin büyüme sürecinin değişik evrelerini temsil ederler. Aralarındaki temel fark şudur: Korumacı bir sistemde soygun belli grup ve sanayi dalları ile sınırlı iken komünizmde total dolayısıyla daha açık bir sömürü söz konusudur. Buna karşılık, sosyalizm, büyüme sürecinin en muğlak ve belirsiz ve dolayısıyla soyguna en müsait aşamasını oluşturur. Samimi olsun veya olmasınlar, burada kişilerin niyetleri söz konusu değildir. Zaten, daha önce de belirttiğim gibi, yasal soygun, kısmen, yapay da olsa bir acıma ve yardımseverlik duygusuna dayandırılır. Bu izahatın ışığı altında şimdi de, genel refahın genel soygun yoluyla yükseltilebileceği iddiasını taşıyan bu popüler özlemin değerini -kaynağını ve istikametini- tartışmak istiyorum. * Fransa'da rekabete karşı hükümet koruması imtiyazı -tekel- sadece bir tek gruba, meselâ demir işçilerine tanınsaydı, bu öylesine açık bir yasal yağmala ma olurdu ki, fazla uzun ömürlü olamazdı. Bu sebepten bütün koruma altındaki sektörlerin ortak dava etrafında birleştiğini görürüz. Hatta, bunlar kendilerine, bütün çalışanları temsil ediyormuş görünümü vermeye çalışırlar, içgüdüsel olarak, yasal yağmanın, genelleştirilmek suretiyle gözden kaçırılabileceğini hissederler. Hukuk Güç Demektir Sosyalistler adaleti organize eden hukukun neden işgücü, eğitim ve dini de aynı şekilde organize edemeyeceğini sorarlar. Neden hukuk bu amaçlar için de kullanılmasın? Ancak, böyle bir soruyu sorarken çok önemli bir noktayı unuturlar. O da, hukukun bu faaliyetleri de düzenlemeye kalktığında asıl amacı olan adaleti tahrip edeceği gerçeğidir. Tekrar hatırlatalım ki hukuk, kolektif bir dayatma gücü olup, bu gücün aslî amacının dışında kullanılması onu tahrip eder. Hukuk ve güç bir insanı adaletin sınırları içine alırken ona, sadece, çekinme, yani başkalarına zarar verebilecek eylemlerden kaçınma sorumluluğunu yükler. Bunu yaparken onun ne kişiliğine, ne özgürlüğüne, ne de mülkiyet hakkına tecavüz ederler; aksine onları müdafaa eder. Yani hukuk ve güç müdafaa nitelikli olup herkesin haklarını âdil bir şekilde korur. Hukuk Negatif Kavramdır (Müdahaleci Olmayan) Bir Hukukun misyonundaki zarar vermezlik ve yasal korumacılık özellikleri eşyanın tabiatı gereğidir. Bu özellikleri ile faydası ve meşruiyeti tartışılmayacak kadar açıktır. Bir dostumun da belirttiği gibi, hukukun negatif olma özelliği o kadar açıktır ki, “hukukun amacı adaletin hükümranlığını sağlamaktır” ifadesi yanlıştır. Onun yerine “hukukun amacı adaletsizliğin hükümran olmasını önlemektir” ifadesini kullanmak gerekir. Kendiliğinden var olan, adalet değil, adaletsizliktir. Adalet, ancak adaletsizlik yoksa gerçekleşebilir. Buna göre, kendi zorunlu yöntemi olan “güç” kullanma yoluyla insanlara işgücünün istihdamını, eğitimin konu ve yöntemini veya dinsel bir inanç ve itikadı zorla dayatmaya kalktığı andan itibaren hukuk negatif olma özelliğini yitirir ve insanlar üzerinde pozitif (karışmacı, müdahaleci) bir eyleme dönüşür. Böyle bir hukuk anlayışıyla halk iradesi yerine kanun koyucunun iradesi hâkim duruma geçer. Bu durumda halk, ne tartışma, ne seçenekler arasında tercih yapma, ne de geleceği için plan yapma gereği duyar. Onun adına bütün bunları hukuk üstlenir. Artık düşünme melekesini kullanma zorunluluğu da kalmadığından halk, beşerî özelliklerini, kişiliğini ve mülkiyetini de yitirmiştir. Zor kullanarak işgücünün kullanımına müdahalenin özgürlüğü ve servet transferlerinin de mülkiyet haklarını ihlâl etmediğini iddia edebilir misiniz? Bu çelişkileri uzlaştırabilmemiz imkânsız olduğundan, hukukun adaletsizliği organize etmeden işgücü ve sanayii de organize edemeyeceğini kabul etmek zorunda kalırsınız. … … … Hukuk ve Yardımseverlik “Aramızda hiç parası olmayan insanlar var” deyip hemen hukuka yönelirsiniz. Oysa hukuk herkese memesinden süt veren sağmal bir inek değildir. Süt veren damarları besleyen toplumun kendisidir. Toplumda, hangi grup ve sınıftan olursa olsun hiç bir vatandaş, kendisine zorla dayatılmadıkça, başkalarının çıkarı için devlet hazinesine para aktarmak istemez. Herkes, ancak, devletin hazinesine koyduğu kadar çekmek istediği takdirde, hukukun kimseyi dolandırmadığı iddia edilebilir. Ancak böyle bir uygulama hiç parası olmayana katkıda bulunmayacağı için gelir adaletini sağlama amacını gütmez. Hukuk, ancak, bazılarından alıp başkalarına verdiği takdirde gelir eşitliği sağlayan bir araç haline getirilir ki bu haliyle o, artık, bir yasal soygun cihazına dönüşmüştür. Bu tespiti aklımızdan çıkarmadığımız sürece koruyucu gümrük, sübvansiyon, kâr güvencesi, refah ve yoksullara yardım programları, kamu eğitimi, artan oranlı vergiler, faizsiz krediler gibi kamu girişimlerinin birer organize adaletsizlik yani yasal soygun türleri olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Hukuk ve Eğitim Aynı şekilde “aramızda eğitim fırsatından yoksun kişiler vardır” diyerek gene hukuktan yardım beklersiniz. Oysa hukukun, halkı aydınlatan bir eğitim meşalesi olmadığını bilmemiz gerekir. Hukuk, bazıları bilgili bazıları bilgisiz, bazıları öğrenen bazıları da öğreten insanların oluşturduğu bir toplumun tümünü ilgilendirmektedir. Eğitim konusunda hukuken iki alternatif vardır; ya öğretme-öğrenme işlemlerinin zor kullanmadan yapılmasına izin vermek veya bazılarından arzuları hilafına para alarak, devlet tarafından başkalarını eğitmek için atanacak öğretmenlere maaş olarak ödemek. İkinci seçenekte, hukukun özgürlük ve mülkiyet haklarını ihlâl eden yasal soygun fiilini işlediği açıktır. Hukuk ve Ahlâk Bazı insanların dinî ve ahlâkî donanımlarının yetersiz olduğu düşüncesiyle de hukuk yardıma çağrılır. Ancak unutmayalım ki hukuk güç kullanmak demektir. Din ve ahlâk eğitimi konusunda zor kullanmanın ne kadar kıyıcı ve beyhude bir tutum olduğunu ayrıca hatırlatmama gerek var mı? Kendilerine ne kadar hayran olurlarsa olsunlar, sosyalistlerin bu tür çaba ve uygulamalarıyla sonunda nasıl canavarlaşmış bir yasal soygun sistemi yarattıklarını görmemeleri imkânsızdır. Peki sosyalistler neye yararlar? Onların temel misyonu yasal soygunu, birlik, beraberlik, kardeşlik, organizasyon, dernek gibi son derece göz boyayıcı adlarla başkalarından, hatta kendilerinden gizlemektir. Hukuktan, sadece adalet gibi küçücük bir şey istediğimizde bile sosyalistler bizlere, birlik, kardeşlik, organizasyon ve dernek kavramlarına düşman olduğumuz zannıyla, ferdiyetçi damgasını yapıştırırlar. Sosyalistleri temin ederiz ki, bizler, sadece doğal organizasyonlar yerine zorlama organizasyonları, özgür dernekler yerine bize dayatılan dernekleri, gerçek kardeşlik yerine zoraki kardeşliği reddetmekteyiz. İnsanların ferdî sorumluluk duygusunu yok etmekten başka bir şeye yaramayan yapay birlik ve beraberliklere de razı değiliz. Tanrı’nın insanlara bahşettiği doğal birlikteliklere ise sözümüz yoktur. Bir Kavram Kargaşası Sosyalizm, tıpkı kendisinden doğduğu antik düşünceler gibi devlet ile toplum kavramlarını birbirlerinden ayırt edememiştir. Bu yüzden sosyalistler, devletin yaptığı herhangi bir şeye itiraz ettiğimizde, toplum için gerekli olan şeylere de karşı olduğumuz sonucunu çıkarırlar. Devlet eğitimine mi itiraz ediyoruz, o halde bizler, her türlü eğitime karşı çıkan, halkın cahil kalmasını isteyen insanlarızdır. Devletin din işlerini organize etme girişimine karşı çıktığımız için din düşmanlarıyızdır. Devlet zoruyla yaratılmak istenen eşitsizliği benimsemediğimiz için de sömürü ve sosyal adaletsizlik yanlısı damgasını yeriz. Bu, devletin üretime girişmesini tasvip etmediğimiz için, insanların aç kalmalarını istemekle itham edilmemizden farksızdır. Sosyalist Yazarların Etkisi Nasıl oldu da politikacılar, hukukun kendi alanına değil, refah alanına giren servet, bilim, din gibi şeylerin elde edilmesi için de kullanılabileceği gibi tuhaf bir düşünceye vardılar? Böyle bir düşüncenin oluşmasında politika yazarlarının acaba hiç katkısı yok mudur? Günümüzün özellikle sosyalist düşünce okuluna mensup yazarları, teorilerini oldukça yaygın bir hipoteze dayandırırlar. Buna göre insanlık âlemi ikiye ayrılabilir; halk -yazarların kendisi hariç- birinci grubu, yazarlar ise tek başına ikinci ve en önemli grubu oluştururlar. Böyle ayırımcı bir yaklaşım, şimdiye kadar insan beynine musallat olmuş en çarpık ve en tehlikeli düşüncenin ürünüdür. Bazı siyaset bilimi yazarlarının gözünde halk kendi haline bırakıldığında iyiyi kötüden ayırma kapasitesi olmayan, her türlü motivasyondan yoksun bir insan kalabalığından ibarettir. Onlara göre halk hareketsiz partiküler ve atomların oluşturduğu bir hammadde yığını, veya, en iyi ifadeyle, kendi varlık nedenine bile yabancı bir bitkiden farksızdır. Bu haliyle halk, başkasının iradesi ve yardımıyla sayısız simetrik, sanatsal ve kusursuz şekillere sokulmaya müsait bir hammaddedir. Dahası, bu yazarların hiçbiri kendisini bir organizatör, kâşif, kanun yapıcı ve önder sıfatıyla, yüce amacı, dağınık ve şekilsiz vaziyetteki bir maddeyi cemiyet kalıbına dökmek olan evrensel bir yaratıcı gücün sahibi olarak görmekte tereddüt etmez. Sosyalist yazarların gözünde halk, bahçıvanın gözündeki ağaçlardan farksızdır. Ağaçlarına büyük bir coşkuyla değişik şekiller veren bahçıvan gibi, sosyalist düşünürler de aynı heyecanla insanları gruplara, serilere, merkezlere, alt merkezlere, meslek birliklerine vb. ayırırlar. Ağaçlarına istediği şekilleri verebilmesi için bahçıvanın ihtiyaç duyduğu balta, testere ve makas türünden aletler gibi, sosyalist yazarın da kullanabileceği araçlar olmalıdır, işte gümrük, vergi, sosyal yardım ve eğitim yasaları sosyalist yazarın kutusundaki aletlerdir. Bu alet kutusunun adı ise hukuktur. Sosyalistler Tanrı Rolünü Oynamak İster Halkı çeşitli sosyal bileşimlere dönüştürülebilecek hammadde gibi gören sosyalistler, bu bileşimlerin başarısı konusunda en ufak bir kuşkuya kapıldıkları takdirde, insanlığın hiç olmazsa bir kısmını tecrübe malzemesi olarak kullanmayı talep etmekte bile tereddüt etmezler. Bütün sistemlerin denenmesi gerektiği konusunda oldukça yaygın bir kanaat vardır. Bu meyanda, bir sosyalist liderin, Kurucu Meclis’ten, projesini üzerinde denemek üzere tüm halkıyla bir bölgenin kendisine tahsis edilmesini ciddî olarak talep ettiğine tanık olmadık mı? Bir mucidin tam ölçekli makine üretimine geçmeden önce küçük bir maket yapmasıyla, deneme yaparken kimyacının bazı maddeleri, çiftçinin bazı tohum ve toprak parçasını israf etmesiyle, sosyalist denemenin yaratacağı maddî ve beşerî büyük israf arasında bir fark görüyor musunuz? On dokuzuncu asır yazarları toplumu, kanun yapıcının dehasının yarattığı yapay bir olgu olarak algılamışlardır. Klâsik eğitimin bir ürünü olan bu düşünce, ülkemizin tanınmış aydın ve yazarlarını da adeta büyülemişti. Onların gözünde, insanlarla kanun yapıcılar arasındaki ilişki, çömlekçi ile çamur arasındaki ilişkiden farksızdı. İnsana tek başına eylem yapabilme ve temyiz kabiliyetini bile çok gören bu düşünürler, bunları teslim etmek zorunda kaldıkları ender zamanlarda, böyle bir ilahî bağışın içerdiği sözde ölümcül bir tehlikeye dikkat çekmekte pek mahirdirler. Onlara göre bu sözde yeteneklerinin dürtüsüyle hareket etmekte serbest bırakılan insanlardan beklenebilecek şey, birbirlerini yok etme eğilimidir. Kanun yapıcının insanlara kendi doğal eğilimlerine göre hareket özgürlüğü tanıması halinde, onların, din yerine Tanrı tanımazlığa, bilgi yerine cehalete, üretim ve ticaret yerine yoksulluğa meyletmeleri kaçınılmazdır. Sosyalistler İnsanlığı Küçümserler Bu yazarlara göre, Tanrı’nın bazı yönetici ve kanun yapıcıları, öteki insanların sahip olduğu eğilimlerin tam aksi istikamette yaratması, insanlık için büyük bir lütuftur, şanstır. Kendi haline bırakıldığında daima kötülüğe meyleden insanların aksine, kanun yapıcılar her zaman iyinin peşinden koşarlar, insanlar karanlığa yönelirken onlar her zaman aydınlığın ve erdemin peşindedirler. İşte bu düşünceyle kanun yapıcılar, pek övdükleri kendi eğilimlerini, kınadıkları, küçümsedikleri beşeriyetin eğilimi haline getirebilmek için güç kullanımını talep etmeye başlarlar. Tesadüf ettiğiniz bir felsefe, politika ve tarih kitabını açıp bakınız. Klâsik eserlerin çocuğu ve sosyalizmin anası olan bu düşüncelerin ülkemizde ne denli kökleşmiş olduğunu görürsünüz. Hepsinde işlerine gelmiş olan temel fikir, beşeriyetin, hayatı, organizasyonu, ahlâkı ve refahı devletin gücünden alan cansız bir hammadde yığını olduğudur. Daha vahimi, bu eserlerde, dejerasyona mütemayil beşeriyeti kurtaracak tek gücün, kanun yapıcının sihirli ve gizemli eli olarak takdim edilmesidir. Yaygın klâsik düşünce, toplumun ardında her zaman hukuk veya kanun koyucu denilen bir gücün var olduğu düşüncesini sistemli olarak telkin etmiştir. Başka bir terminolojiyle ifade edersek, tartışılmaz etki ve yetkiye sahip bazı isimsiz kişi veya kişilerin temsil ettiği bu güç insanlığın hareketini sağlayan, denetleyen ve onu geliştiren vazgeçilmez bir güçtür. … … … … Sosyalist Yazarların Yanlışları 17. ve 18. asırlar boyunca insan ırkının, her şeyini (şekil, enerji, hareket, hayat) büyük bir hükümdar, büyük bir kanun yapıcı ve büyük bir dahiden almaya hazır bir cansız madde olarak algılanmış olması tuhaf değildir. Bu asırlar, antik çağların eserleriyle beslenmiştir. Antik çağlar, her yerde -Mısır, İran, Yunanistan, veya Roma’da- az sayıda insanın, çeşitli hile ve entrikalarla ele geçirdiği güç ve prestij sayesinde, beşeriyeti, kendi arzu ve ihtiraslarına göre nasıl kalıplara dökerek şekillendirdiğini anlatan bir piyes gibidir. Toplumların gelişme sürecine başladıkları çağlara inildikçe kölelik, zorbalık, cehalet ve batıl inançların doruk noktasına ulaştıkları görülür. Yukarıda, kendilerinden alıntı yaptığımız yazarlar da bu hususu saptarken son derece doğru hareket etmişlerdir. Onların yanlışı, bu doğru tespitin sonuçlarını sonraki kuşaklar için takdir ve taklit edilmeye değer bulmalarıdır. Olaylara tepkisiz ve kritikçi yetenekten yoksun saf insanlar, antik dünyanın mamul cemiyetlerinin haysiyet, ahlâk, erdem, yücelik ve mutluluk gibi boyutlarının aynen devam edeceğini sanma gafletine düşmüşlerdir. Bu insanların anlamadıkları şey, akan zamanla, bilgilenme sürecinin de gelişeceği ve toplumun doğru olanın ne olduğunu kavrayarak kendi kaderine sahip çıkacağıdır. Özgürlük Nedir? Günümüzde şahit olduğumuz siyasal mücadelenin aslı, halkın içgüdüsel mücadelesinden başka bir şey değildir. Peki, telaffuzu dahi yürekleri hoplatan ve dünyayı sarsan özgürlük ne demektir acaba? O, vicdan, eğitim, dernek kurma, basın, seyahat, iş, ticaret gibi tüm özgürlüklerin ittifakı olarak algılanmaz mı? Kısa ifadesiyle o, başkalarına zarar vermemek kaydıyla her insanın kendi yeteneklerini istediği gibi kullanabilme serbestliği değil midir? O, yasal da olsa her türlü despotluğun yok edilmesi hürriyeti değil midir? Nihayet o, hukuku, sadece bireyin meşru savunma hakkını organize etme ve adaletsizliği cezalandırma alanıyla sınırlı tutma özgürlüğü değil midir? İnsan ırkının özgürlüğe olan doğal eğilimine, başta Fransa olmak üzere pek çok yerde karşı çıkılmıştır. Bunun temel nedeni, antik öğretinin etkisinde kalan yazarların tümünün, kendilerini, beşeriyeti organize etme ve düzenleme konularında herkesten üstün ve yetkili görme gibi son derece zararlı bir eğilime sahip olmalarıdır. … … … Sosyalistler Diktatörlük İsterler Sosyalistlerin iddiasına göre insanlar bir hammadde yığınıdır. Kendi gelişmelerini istemekten bile aciz olan insanlara bu iş bırakılamaz. Onların adına başkaları istemelidir. Saint-Just’a göre bu, sadece kanun koyucunun işidir. Kişilerin yapması gereken şey, sadece, kanun yapıcıların, olmasını istedikleri gibi olmalarıdır. Rousseau’yu aynen kopya eden Robespierre’e göre kanun yapıcı toplumun refahını gerçekleştirme hedefini ilan etmekle işe başlar. Bundan sonra hükümete düşen görev milletin tüm fizik ve moral güçlerini bu hedefe tahsis etmektir. Vatandaşlardan istenen tek şey, itiraz etmeden uslu uslu beklemeleridir. Billaud-Varennes’in öğretisine gelince; halk, kanun yapıcının izin verdiklerinin dışında hiçbir ön yargı, sevgi ve özel isteğe sahip olmamalıdır. Ona göre Cumhuriyetin temelini oluşturan şey, kişilerin, feragat ve kanaatkârlık sınavında göstereceği sebatkârlık derecesidir. Bazen, varlığı iddia edilen yozlaşma, alışılmış devlet önlemleriyle önlenemeyecek kadar azalabilir, işte burada büyük düşünür Mably, erdemin zaferi için, kısa bir süre için de olsa olağanüstü yetkilerle donatılmış mahkemelerin kurulmasını tavsiye eder. Çünkü insanların hayallerinde ara sıra fırtınalar estirmenin yararı vardır. Bu doktrin henüz unutulmuş değildir. Robespierre’i dinleyelim: Cumhuriyet hükümetinin ilkesi erdemliliktir. Erdemi tesis etmenin yöntemi ise terördür. Ülkemizde bencillik yerine ahlâkı, gelenekler yerine prensipleri, terbiye ve görgü yerine görev bilincini, zarafetin tiranlığı yerine aklın imparatorluğunu, küstahlığın yerine gururu, kibir yerine ruhun yüceliğini, para aşkı yerine zafer aşkını, iyi dostlar yerine iyi halkı, entrika yerine erdemi, zekâ yerine dehayı, parıltı yerine gerçeği, zevkin cazibesi yerine mutluluğun güzelliğini, büyüğün küçüklüğü yerine insanın büyüklüğünü, ılımlı, hercai ve bozulmuş bir halk yerine cömert, güçlü ve mutlu bir halkı, kısaca, monarşinin bütün saçmalık ve kötülüklerinin yerine cumhuriyetin tüm erdem ve mucizelerini yerleştirmek arzusundayız. … … … Sosyalist Özgürlük Anlayışı Ne olursa olsun, halka bir nebze de olsa özgürlük tanınamaz mı? Hayır, çünkü Bay Yüce Akıl’a göre özgürlüğün kaçınılmaz sonucu monopoldür. Özgürlüğün serbest rekabet olduğunu sanan bizler, demek ki yanılırmışız! Bay Louis Blanc sayesinde, rekabetin, işadamlarını iflasa sürükleyen ve halkı yok eden bir sistem olduğunu da öğreniyoruz. Ona göre, özgür insanlar, özgürlükleri oranında varlıklarını yitirir ve yok olurlar! (Bay Louis Blanc’ın, rekabetin ne olduğunu kavrayabilmesi için İsviçre, Hollanda, İngiltere ve Birleşik Devletler deneyimlerine bir göz atması kaçınılmaz görünüyor). Bay Louis Blanc bize rekabetin monopol yarattığını söylüyor. Bize, önce düşürülen fiyatların daha sonra yükseltileceğini, rekabetin, monopoller yaratarak üretimi tahrip edici bir süreç haline dönüşeceğini, dolayısıyla toplumun satın alım gücü kaynaklarını kurutacağını, rekabetçi güçlerin üretimi arttırsalar bile tüketimi zorunlu olarak düşüreceğini de öğretiyor. (Bu mantığa göre, zavallı özgür insanlar şimdiye kadar farkında olmadan tüketim imkânlarını giderek azaltmak, yani yoksullaşmak için çalışır dururlarmış meğer!...) Bay Louis Blanc’a göre özgürlük, toplumda, kendisini önlemeye görevli saydığı baskı, zulüm ve çılgınlıklara sebep olmaktadır... Sosyalistler Her Türlü Özgürlükten Korkarlar Peki, kanun yapıcılar halkın hangi özgürlüğüne izin vermelidir? İnanç özgürlüğüne mi? (Buna izin verildiği takdirde halka ateist olma hakkı tanımış olmaz mıyız?) Yoksa eğitim özgürlüğüne mi? (Böyle bir özgürlükle velilerin, öğretmenlere, çocuklarına ahlâksızlığı ve yanlış bilgileri öğretmek için ücret ödemelerine neden olmaya hakkımız yoktur. Bay Thiers’e göre millete eğitim özgürlüğü tanıdığımız takdirde, eğitim millilik özelliğini yitirir, çocuklarımıza Türklerin ve Hintlilerin fikirlerini öğretmek durumunda kalabiliriz. Oysa, eğitim üzerindeki yasal despotluğumuz sayesinde çocuklarımıza, Romalıların soylu düşüncelerini öğrenebilme fırsatı tanıyoruz.) Kendi işgücünü istediği gibi kullanma özgürlüğüne mi? (Böyle bir özgürlüğün sonu, yaratılan üretimin eksik tüketimi, iş adamlarının iflası ve halkın yok olmasına götüren emekçiler arası rekabet değil midir?) Yoksa ticaret özgürlüğü mü? (Herkes, koruyucu gümrük vergilerinin avukatlığını yapanların, serbest ticaretin ilgili bütün insanları iflasa sürüklediğini ve refahı arttırmak için ticaret özgürlüğünün neden kaldırılması gerektiğini defalarca kanıtladıklarını bilmiyor mu?) Muhtemelen, dernek kurma özgürlüğü mü? (Fakat, sosyalist doktrine göre, gerçek özgürlük ve gönüllü birliktelik birbiriyle çelişir ve sosyalistlerin amacı insanları gerçek özgürlük içinde bir araya gelmeye zorlamak için örgütlenme özgürlüğünü bastırmaktır.) Açıkça görüldüğü gibi, hamurunda mevcut yozlaşma ve felakete yönelme eğilimi bahanesiyle insanlara hiçbir özgürlük tanımama kararlılığı, sosyal demokrat zihniyetin esasıdır. Bu durumda kanun koyucunun en önemli görevi, halkı kendi kendinden koruyabilmek için planlar yapmaktır. Bu düşünce yöntemi bize haklı olarak şu soruyu sordurur: Mademki halk politikacıların iddia ettiği gibi yeteneksiz, ahlâksız ve cahildir, o halde onlara seçme hakkı tanımalarının ve bu hakkı coşkuyla savunmalarının anlamı nedir? … … … Fransız İhtilali’nin Nedeni Fransa’da yaşanan olaylar, söz konusu fikirlerdeki mantıksal çelişkiyi su üstüne çıkarmıştır. Fransızlara bakılırsa, onlar, tüm Avrupalılara haklarını, daha yerinde bir deyimle politik hakları kazandıran bir ulustur. Ne var ki bu olgu, Fransızların, Avrupa’da en fazla yönetilen, işlerine en fazla müdahale edilen, sonuçta da en fazla sömürülen bir halk olmasını önleyememiştir. Daha kötüsü, Fransa, öteki milletleri de, ülkelerinde her an ihtilallerin beklenebileceği birer halk haline getirmeyi başarmıştır. Mevcut şartlar devam ettiği sürece bunun değişeceğini beklemek de hayaldir. Politikacılarımız, Bay Louis Blanc’ın çok iyi ifade ettiği gibi “topluma ilk momentumu iktidar kazandırır” düşüncesini paylaştığı sürece durum değişmeyecektir. İnsanlar pasif ve hareketsiz kaldığı, refah ve mutluluklarını arttırmanın kendi enerji, zekâ ve girişimlerine bağlı olduğu düşüncesinden koptukları, her şeyi yasalardan bekler hale geldikleri, özetle, devletle olan ilişkilerini koyun çoban ilişkisi şeklinde algılamaya devam ettikleri sürece bu vahim tablonun değişmesini beklemek beyhudedir. … … … Hukuk Merhamet Demek Değildir Ne kadar hayırsever bir ruh taşırsa taşısın, hukukun, fertlere baskı yapmak, mülkiyetlerine zarar vermek gibi bir görevi kesinlikle söz konusu değildir. Aksine onun görevi fertleri ve mülkiyetlerini korumaktır. Kaldı ki, insanlara baskı uygulamaktan ve mülkiyetlerini yağmalamaktan imtina etmesi bile onun hayırsever olarak nitelenmesini gerektirmez. Hukukun kişiler ve mülkiyetleri üzerinde kaçınılmaz etkileri vardır. Bunları koruma amacının dışına çıktığı takdirde hukukun kendisi kişilik ve mülkiyet haklarını ihlâl ediyor demektir. Hukuk, kelimenin, sade, açık ve kesin anlamıyla adalet demektir. Adalet, ölçülebilir, değişmez ve değiştirilemez özellikleriyle her gözün görebileceği, her aklın kavrayabileceği kadar açık bir kavramdır. Bu misyonun sınırını aşıp ona dinsel, kardeşlikçi, sosyal adaletçi, hayırsever, eşitlikçi, sınaî, edebî ve sanatsal boyutlar eklemeye çalıştığımız takdirde sınırları belirsiz bir arazide kaybolur, her biri hukuku ele geçirerek size dayatan bir ütopya veya daha kötüsü ütopyalar bataklığında boğulursunuz. Adaletin aksine, kardeşlik ve hayırseverlik kavramlarının açık ve kesin sınırları yoktur. Bir kere bu hedeflere yönelmeye görün, nerede duracağınızı kestiremezsiniz. … … … Adalet Eşit Haklar Demektir Hukuk adalet demektir. Zaten, başka bir şey ifade etseydi, tuhaf olmaz mıydı? Adalet hak değil midir? Haklar eşit değil midir? Hangi hakla hukuk beni Bay Mimerel’in, Melun’un, Thiers’in veya Louis Blanc’ın sosyal planlarına uymaya zorlayabilir? Hukukun bunu yaptırmaya ahlâkî bakımdan hakkı varsa, aynı nedenle bu bayları benim planlarıma uymaya neden zorlamasın? Doğa’nın bana da bir ütopya düşlemeye yetecek gücü vermediğini düşünmek doğru mudur? Yoksa hukuk, devletin organize gücünü pek çokları arasından seçeceği tek bir fantezinin emrine mi verecektir? Hukuk adalet demektir. Ancak bu kimliğiyle sürekli olarak söylenegeldiği gibi insanlara Tanrı tanımazlık, ferdiyetçilik ve acımasızlık gibi özellikler aşıladığı da sanılmasın. Böyle bir algılama tarzı, hukuk sadece insanlıktır inanışına dayalı bir hükümet türüne tapanlara aittir. Ne kadar saçma! Acaba devletçilik müritleri, özgürlükçü insanların hiç hareket yeteneklerinin olmadığını mı sanırlar? Hukukun, onların yaratıcı enerjilerini arttırmadığını mı düşünürler? Hukukun, becerilerimizi serbestçe kullanabilme hakkı- mızı koruma işleviyle sınırlanmasıyla, onları kullanabilme gücümüzün zayıflayacağını mı sanırlar? Hukukun bize belli dinlere, derneklere intisap etmeyi, belli eğitim yöntemlerini benimsememizi, işgücünün istihdamını düzenleyen iş mevzuatını, devletin dış ticarete müdahalelerini dayatamaması, bizlerin mutlaka dinsiz, cahil, sefil ve açgözlü kalmasını mı gerektirir? Bazılarının sandığı veya sunduğu gibi, hukukî zorlama olmadan da, birbirimizle bir araya gelerek işbirliği yapamaz, talihsiz kardeşlerimize yardım edemez, birbirimizi sevemez, doğanın sırlarını araştıramaz ve nihayet yeteneklerimizi sonuna kadar kullanacak şekilde geliştiremez miyiz? … … … Gelin Artık Özgürlüğü Yaşayalım Tanrı, insanlara kendi hayatlarının gerektirdiği her şeyi bahşetmiş, beşerî biçimlerinin yanında bir de sosyal çerçeve sunmuştur. İnsanlar arasında oluşan sosyal organlar ancak özgürlük ikliminin temiz havasında gelişebilmektedir. Zincirleri, çengelleri ve halkalarıyla kâhinleri ve organizatörleri aranıza sokmayın. Size önerdikleri yapay sistemlere sakın aldanmayın! Onların devleti yönetme hırslarından, toplumcu projelerinden, merkezileştirici eğilimlerinden, gümrük tarifelerinden, banka tekellerinden, kısıtlayıcı müdahalelerinden, vergi yoluyla eşitlik sağlama düşüncelerinden ve adeta dinselleştirilmiş bozuk sosyal ahlâk anlayışlarından uzak durun! Şimdiye kadar, gerek kanun yapıcılar, gerekse yöneticiler topluma boş yere pek çok sistemler uygulayıp, durdular. Artık gerçeği anlasınlar, beyhude sistem arayışlarına son versinler ve tekrar başa, yani özgürlük düzenine dönsünler. Unutma- yalım ki özgürlük, Tanrı’ya ve eserlerine olan inancın ifadesinden başka bir şey değildir.