Fotograf Dergisi
Transkript
Fotograf Dergisi
Kontrast 38 Kasım - Aralık 2013 Fotog raf Dergisi ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Dosya Konusu Editör Kasım - Aralık Merhaba Fotoğraf halen gerçeğin dolayımsız bir temsili, kendisinde olan saf gerçekliğin kanıtı mıdır, yoksa artık fotoğraf sanatı artık içerikle değil görüntülerle mi uğraşmaktadır? Geçmişin gerçeği olduğu gibi belgeleme ve kanıt olarak kullanma özelliği, günümüzde tarihi manipüle etme gücüne mi dönüşmüştür? Ya da fotoğrafın gerçeği gösterdiğini söyleyerek yaşam, zaman ve mekân boyutu olan çok boyutlu akışı, iki boyutlu düzleme indirgemeye çalışmak manipülatif bir eylem midir? En basiti, renkli olarak algıladığımız dış dünyayı, siyah beyaza dönüştürürken manipüle mi ediyoruz? Çok soru vardı aklımızda “Fotoğraf ve Manipülasyon Olgusu”na dair… 1850’lerden itibaren fotoğrafın nesnel ve görsel gerçeklikle olan ilişkisini sorgulamaya neden olacak çalışmalar birbiri ardına ortaya çıkarken şimdilerde nereye kadar müdahale “dijital düzenleme”, nereden sonrası “manipülasyon” kabul ediliyor. Manipülasyona evet ama… “ama”ları araştırdık, sorduk, soruşturduk… Yusuf Murat Şen, fotoğrafın, imgenin, algının manipülasyonu sürecini tarihten yakın geçmişe özetledi. Tolga Hepdinçler, yakınlaşan bir gerçeklik ile artık bilinç dışımızın bulanık alanından çıkıp bilincimizin “gerçek” alanına dahil olan bir nesne veya onun temsilinden söz etmemizin mümkün hale geldiğine dair görüşlerini aktardı. Kerem Ozan Bayraktar, imgenin çıplak gözle görünür bir materyalden yoksun oluşu, kolaylıkla manipüle edilebilir olması, bir ortamdan diğerine hızlı bir biçimde aktarılması ve en önemlisi programlanabilir olmasının, sayısal olmanın getirdiği bir yenilik olduğu fikrini paylaştı. Manipülasyon önemli olanın 2 3 AFSAD türlerinden bahsederken, manipülasyonların bilinçli olarak kullanılması gerektiği görüşünü savundu Orhan Alptürk. Ali Alışır, bu kadar imge bolluğunda görecek birşey bulamayışımız ve hiçbir şeyin üzerimizde kalıcı bir iz bırakmaması, sistemin fraktal yapısının bir sonucu olarak karşımıza çıktığı görüşünde. Murat Yaykın, anlam ve içerik olarak çeşitli yöntemlerle manipüle edilen haber fotoğraflarının, tüketicilerini nasıl etkilediğini örnekledi. Bilincimizi besleyememek ya da geliştirmek bizim kabahatimiz ya da başarımız ise ve iktidar gerçeği manipüle ederek algı sistemlerimizi yönlendiriyorsa bu bizi aynı zamanda, sorgulamayan kitlelerin çoğulculuğuna mı götürüyor? sorusunun yanıtını bulmamıza yardımcı oldu. Reklam fotoğraflarının önceden tasarlanarak oluşturulması, tüketicinin reklamın amaç ve hedefleri doğrultusunda ikna edilebilmesi için yapılan manipülasyon uygulamaları ve gerçekliğin yeniden sunumu konusunda Osman Ürper’in görüşlerini sorduk. Emre İkizler, her fotoğrafın görsel bir lezzeti olduğunu belirtti. Bir ana yemeğin az pişmiş olması, ya da az tuzlu olması, ya da yağsız olması onu nasıl “tatsız”, “kötü pişmiş” ya da “perhiz tabağı” sınıfına sokuyorsa, çekildikten sonra hiç işlem görmeyen fotoğraflar da benzer şekilde “olmamış” ya da “bitmemiş” fotoğraflardır şeklinde değerlendirme yaptığı ilginç yazısını paylaştı. Özcan Yurdalan, belgesel fotoğraf ile onun konu aldığı hakikat arasında hem işlevsel, hem de kavramsal boyutta bir rabıta bulunduğu, rabıtaya hayat verenin ise “doğruluk, güvenilirlik ve sorumluluk” olduğu; fotoğrafçının otantik olanı değiştirme hakkına karşın izleyicinin de fotoğrafçının yaptığı müdahalenin boyutlarını bilme hakkını beraberinde getirdiği düşüncesine dayanan görüşlerini aktardı. Usta İşinde, fotoğrafın erken dönemlerinden itibaren fotoğrafın sanatsal potansiyelini araştıran Gustave Oscar Rejlander konuğumuzdu. Kontrast AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Mustafa ERTEKIN Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) İmren DOĞAN PINAR Eda Çalışkan bir başka manipülatif işlem “25. Kare”nin sinemada nasıl kullanıldığına ve bilinçaltımızın bunu algılayış biçimine değindi. İhsan Derman’ın “Fotoğraf ve Gerçeklik” üzerine kaleme aldığı kitabını Mine Hoşgün Soylu bizim için yorumladı. İsmail Haykır iki fotoğrafının hem çekim öncesi kurguya hem de çekim sonrası müdahaleye ilişkin detaylarını paylaştı. Manipülatif fotoğraflarından oluşan portfolyolarıyla Giuseppe Mastromatteo, İlke Veral Coşkuner, Murathan Özbek bu sayımızda yerlerini aldılar. Ve Doğaçlama köşesi bu kez de yine çok önemli saydığımız ve halen üzerine tartışmaların devam ettiği ODTÜ ormanını gündemine aldı. Mehmet Murat İldan, ODTÜ’den geçirilmesi planlanan “bagzı yollar” ile ilgili duygu ve düşünceleriyle bizimleydi. Engellerden uzak, aydınlık ve bol ışıklı günlerde birlikte olabilmek dileğiyle. Keyifli okumalar. İmren DOĞAN PINAR Yayın Kurulu Arzu ÖZGEN Irmak SOLDAMLI Mine HOŞGÜN SOYLU Özgür YILDIRIM Sibel ACAR Redaksiyon Mine HOŞGÜN SOYLU Grafik Tasarım Nur CEMELELİOĞLU ALTIN Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 21.21.2013 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Giuseppe Mastromatteo Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. İçindekiler 4 Fotoğraf ve Manipülasyon Olgusu 4 6 Fotoğraf ve Gerçek Yrd. Doç. Dr. Tolga HEPDİNÇLER İz ve Gerçeklik Bağlamında Fotoğrafın Sayısallaştırılması Kerem Ozan BAYRAKTAR 10 Fotoğraf ve Manipülasyon İlişkisi 12 Tarihsel Süreç İçinde Fotoğrafın, İmgenin, Algının Manipülasyonu Orhan ALPTÜRK Prof. Yusuf Murat ŞEN 18 Fraktal Bir Yüzyılın İmgeleri - Ali 22 Kitlelerin Tutumu ve Haber Fotoğrafları 25 Reklam Fotoğraflarında Manipülasyon Uygulamaları ve Gerçekliğin Yeniden Sunumu ALIŞIR Murat YAYKIN Doç.Dr. Osman ÜRPER 30 Damak Zevki… Doç.Emre İKİZLER 32 Portfolyo 32 Indepensense-2009 Giuseppe Mastromatteo 35 Devranda Deveran İlke VERAL COŞKUNER 38 İn Murathan ÖZBEK İşi 42 Usta Oscar Gustave REJLANDER Sibel ACAR 46 f/64 Müdahale İyi de Nereye Kadar Özcan YURDALAN Ve Sinema... devrede… 25. Kare nerede? 48 Bilinçaltımız Eda ÇALIŞKAN Okuyoruz 50 Fotoğraf ve Gerçeklik Mine HOŞGÜN SOYLU 51 Doğaçlama 55 Fotoğraf Okuma ODTÜ Ormanı Üzerine Düşünceler Mehmet Murat İLDAN Lale Aşkına… İsmail HAYKIR Dosya Konusu Fotoğraf ve Gerçek Kasım - Aralık Yrd. Doç. Dr. Tolga HEPDİNÇLER Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi Fotoğraf ve Video Bölümü Öğretim Üyesi Tarihsel bağlamda fotoğrafın sahip olduğu varsayılan gerçeği temsil edebilme yeteneği, 19. Yüzyıl boyunca büyük ölçüde fen bilimleri, nadiren beşeri bilimler tarafından kullanılmasına neden olmuştur.[1] 20.yy ise fotoğraf, kendi dilini meşrulaştırdığı bir alan içerisinde gerçekliğin aktarılmasının en doğal yolu olarak görülmeye devam etmiştir. Berger’e göre bu dönem fotoğrafın gerçeğe ulaşmak için en dolayımsız, en geçirgen temsil biçimi olarak görüldüğü dönemdir (Berger 2009, 52). Paul Strand’ın “Yeni Nesnelci”, Ansel Adams’ın “Doğrudan Fotoğrafları” ve Cartier Bresson’un “Karar Anı Fotoğrafları” genellikle bu geçirgenlik ve dolayımsızlıktan beslenmektedir. Varlık oradadır ve fotoğraf makinası onun en yalın temsil biçimdir. Ancak bu doğal temsile duyulan arzu kırılgandır ve bu kırılganlığın ötesinde büyük bir yıkıma da yol açmıştır. Kırılgandır çünkü fotoğrafın aracılığı olmadan da “doğal” ve “gerçek” olan nesne ile kurduğumuz ilişki bile, asla doğrudan değildir. Yıkıcıdır çünkü, gerçeğe duyduğumuz önlenemez arzu faşizme, yıkıma ve Holocaust’a yol açmıştır. Fotoğrafın “dolayımsız” aracılığı özellikle bu ikinci süreçte tarihi bir felakettir. Walter Benjamin ünlü makalesini 1936 yılında yazdığında felaket yüzünü göstermişti ama yaratılacak yıkımın büyüklüğünü henüz kimse öngörmemişti.[2] Yıkımın bugün kolayca modernitenin, varlık ile kurmuş olduğu ilişki ile ortaya çıktığını söylememiz mümkündür. Modernizm, doyurulmayan gerçeklik arzusu üzerinde inşa edilirken, onun içinden doğan fotoğrafında bu süreçten ayrı tutulması mümkün görünmemektedir. Fotoğraf görüntüsünün gerçek (doğal) ile kurduğu çok yönlü karşılaşma keşfinden bugüne kadar defalarca tartışılmış ve büyük ihtimalle kapsayıcı bir açıklanmayla sonuçlanmamış bir ilişkidir. Fotoğraf hem gerçekliğe duyulan arzuyu bastırırken, hem de kendi dilini inşa etme sürecinde gerçekliği kendi yararına kullanmıştır. Alfred Stieglitz ve çağdaşlarının 20. Yüzyıl başında resimselcilikten, daha gerçekçi bir temsil pratiği4 5 AFSAD ne, onun ötesinde sosyal belgeciliğe dönmelerinin altında modernitenin yarattığı akıl almaz bir dönüşüm ve bu dönüşümün temsilden beklentileri yatmaktadır. Ancak, diğer taraftan fotoğrafın temsil biçimi olarak özgünleşmesi ve böylelikle diğer temsil pratiklerinden ayrılması da bu süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Gerçekliğe duyulan arzunun üstesinden gelebilecek temsil pratiği fotoğrafın yeni temsil biçimi içerisinde oluşabilmiştir. Walter Benjamin’in burada kısaca sanat yapıtı olarak adlandıracağım ünlü makalesi[3] endüstri çağında, endüstrinin yaratmış olduğu iki mekanik yeniden üretim biçimine (fotoğraf ve sinema) değinirken basitçe fotoğrafın gerçek olan ile kurmuş olduğu ontolojik yazgısından söz etmektedir. Bizden uzakta ve tekil (unique) olan nesneyi, yani açıkça bizim psychemiz dışında yer alan bir “gerçeği” yakınlaştırmakta ve çoğalmaktadır (Benjamin, 2008). Bize yakınlaşan bu gerçeklik ile, artık bilinçdışımızın bulanık alanından çıkıp bilincimizin “gerçek” alanına dahil olan bir nesnenin (veya onun temsilinden) söz etmemiz mümkün hale gelmiştir. Fotoğraf nesne ile kurulan her türlü deneyimin aktarıcısı olurken, fotoğraf makinesi ise gerçeğe aç olan bilincimizi doyurmaktadır (Berger, 2009, 53). Roland Barthes’a göre fotoğraf sadece gerçeği yakınlaştırmakla kalmaz aynı zamanda nesnenin kendisinde olan saf gerçekliğin kanıtıdır. Barthes’in fotoğrafa değindiği çalışmalarında art arda yinelediği, fotoğrafın hakikat ile kurduğu ilişki, neredeyse fotoğrafla ilgili hemen herkesin apriori kabul ettiği bir olgudur. Ona göre fotoğraf, en temel haliyle fotoğraf, onu üreten kişi için “şimdi” ve “burada” olanın, onu alımlayan izleyici için ise orada bulunmuş olanın kanıtıdır. Bu nedenle, fotoğraf analojik bir sanattır, doğal olanı gerçeğe kaynak alarak oluşturur, doğal bir temsil “gerçek” olana benzer: İnsanlık ise bu analojiye mahkum edilmiştir (Barthes 1978, 44). Fotoğrafın gerçek (dolayısıyla doğal) Temsil edilen nesne aynı kalsa bile, zamansal bir akış içerisinde fotoğrafın taşımakta olduğu gerçeklik dönüşür, mesajını yeniden ve yeniden inşa eder. ile olan ilişkisi -bu ve gösterilen arasındaki ilişki- doğrudandır. Basitçe her iki temsil biçimi de (fotoğraf ve sinema) temsil ettikleri nesne ile doğrudan bir ilişki kurmaktadırlar. Müdahalesiz ve doğrudan olan bu ilişki hem sinemada, hem de fotoğrafta gerçekten var olan bir nesnenin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Ancak, fotoğrafın nesnesi ile kurduğu ilişki diğer taraftan kusursuz bir ilişkidir. Sinema en azından zamansal düzeyde, fotoğrafın temsil ettiği kusursuz analojiden uzaklaşır. Sonuçta Barthes’a göre sinema kurmaca varlığı ile aslında hem zamansal olarak hem de temsil biçimi olarak yanılsamayı da inşa etmektedir (Barthes, 1978, 17). Fotoğrafın nesneler ile olan ilişkisi, kodlar ile inşa edilen sinematik yapının dışında, analojik ama kodsuz ve süreklilik arz eden bir mesajdır. Fotoğrafik olarak temsil edilen nesne, sembolik olarak (dolayısıyla kodlar ile birlikte) yeniden inşa edilemez. Temsil ettiği nesneye zamansal bir süreklilik katmasına rağmen, temsil ettiği nesne eğilip bükülemez, dolayısıyla oluşturulduğu anda sona ermiş olan bir zamansallıktır. Barthes’ın ünlü Camera Lucida’sında, kaydetmiş olduğu annesinin fotoğrafına bakarken ya da Kracauer’in büyük annesinin fotoğrafına bakarken, fotoğrafın temsil ettiği gerçeklik ile kurdukları ilişki tam da bu zamansallıktır. Kracauer için de, tıpkı Barthes için olduğu gibi, fotoğrafın sürekli olarak taşıdığı mesaj onun bir daha geri dönülmesi imkansız bir gerçekliği işaret ediyor olmasıdır. Kracauer’e göre bu gerçeklik mekansal bir süreklilikten beslenmektedir (Kracauer, 1995, 48). Zaman artık geri dönmeyecek bir şekilde akmaya devam etmiş ancak fotoğraf ile mekan, yani temsil edilen nesnenin kendisi ve onu kuşatan uzam, temsilin gerçekleştiği anda sıkışıp kalmıştır. Kracauer, 1864 yılında fotoğraf daha çeyrek yüzyılını bile doldurmamışken fotoğrafı çekilen büyük annesinin temsiline bakarken, onun nesnel varlığı ile kurduğu ilişkiyi sorgulamaktadır. Fotoğraftaki büyükanne artık yoktur ve temsil edildiği genç haline tanıklık edecek kimse kalmamıştır. Böylece temsil edilen gerçeklik (ya da büyükanneye benzeyen genç kadın), onu kuşatan mekanın parçasında dönüşmüş, mekanın kendisine indirgenmiştir (Kracauer, 1995, 48). Bu nedenle temsil edilen nesne her ne kadar gerçekte var olmuş bir deneyimi aktarıyor olsa bile, asla gerçeğin dolayımsız bir temsili değildir. Temsil edilen nesne aynı kalsa bile, zamansal bir akış içerisinde fotoğrafın taşımakta olduğu gerçeklik dönüşür, mesajını yeniden ve yeniden inşa eder. Bu haliyle fotoğrafı yaratmış gerçek süreç, bilinçdışı bir süreç olarak kalmaya devam edecektir: Fotoğrafı üreten, temsil edilen ve ona bakan kişi arasında sürekli yenilenen bilinçdışı bir süreç... Kaynakça Barthes, R. 1978. “The photographic message.” Image-music-text. Çev.. Stephen Heath. New York : Hill and Wang, 15-31 Berger, J. 2009. About looking. Bloomsbury UK Benjamin, W., Jennings, M. W., Doherty, B., Levin, T. Y., & Jephcott, E. F. N. 2008. The work of art in the age of its technological reproducibility, and other writings on media. Cambridge, Mass.: Belknap Press of Harvard University Press Kracauer, S. 1995. The mass ornament: Weimar essays. Harvard University Press Dipnotlar 1 Diğer taraftan, fotoğrafın temsil ettiği gerçeklik polis dosyaları, askeri kayıtlar, antropolojik sınıflandırmalar, her türden arşiv, resmi ya da gayriresmi portre ve hatta pornografi için kullanılmıştır. 2 Benjamin her ne kadar sırtını geçmişe dönen Paul Klee’nin Angelus Novus’unun ardında bıraktığı yıkımın rüzgarı ile geleceğe savrulduğunu söylese de, meleğin kanatlarını savuran yıkımın kendisini de yok edeceğini görememişti. 3 Orijinal adı” Das Kunstwerk im Zeitalter Seiner Technischen Reproduzierbarkeit” olan makale Türkçeye “Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı” başlığı ile çevrilmiştir. Makalenin Türkçe tam çevirisi için bkz. Benjamin, Walter. (2004). Pasajlar. Çev. Ahmet Cemal. İstanbul:YKY. Dosya Konusu Kasım - Aralık İz ve Gerçeklik Bağlamında Fotoğrafın Sayısallaştırılması Kerem Ozan BAYRAKTAR Marmara GSE, Sanatta Yeterlilik Öğrencisi “Dijital teknoloji ‘normal’ fotoğrafı yıkmaz çünkü ‘normal’ fotoğraf hiç var olmamıştır”[1] Lev Manovich Gerçeklik kavramının dijital imgelerle ilişkisi tartışıldığında temel problem; tutarlı ve sabit bir gerçeklik kavramını modellediğimize inandığımız analog ortam ile akışkan bir enformasyonun temsili olarak ortaya çıkan dijital ortam arasındaki kıyaslamadır. Bu kıyaslama analog medyayı yeniden tanımlamamıza yarayarak oldukça olumlu bir işlev görmesine karşın, analog aygıtlar üzerinden gelişen teoriler günümüz için çoğu zaman “bir şeylerin kaybı” noktasından öteye gidemez. Gerçeklik tek bir model üzerinden okunduğunda, hipergerçek imgeler sıklıkla analog bir dünyanın yitimi olarak yorumlanır. Benzer bir biçimde fotoğraf bir gerçeklik temsili olarak kabul edildiğinde de, sinemanın fotogerçekçi grafikler kullanarak ürettiği efektlerin hipergerçek olarak anılması doğaldır. İmgenin çıplak gözle görünür bir materyalden yoksun oluşu, kolaylıkla manipüle edilebilir olması, bir ortamdan diğerine hızlı bir biçimde aktarılması ve en önemlisi programlanabilir olması, sayısal olmanın getirdiği bir yeniliktir. Dijital imgeye yönelik tartışmaların temelinde de bu sayısal yapı yatar. İmgenin “çıplak gözle görünür bir materyale sahip olmaması”, maddesellik üzerine temellenmiş gerçeklik anlayışları ile ele alındığında sorunlu bir 6 7 AFSAD b-004-2012, 29x41 cm, Bilgisayar üretimi imge, c-print Belgelenecek gibi davranan P-40’lar-2013, 40x26 cm, Bilgisayar üretimi imge, c-print durum olarak gözükür. Bu hem analog (örneksel) ortamlardan dijital ortama aktarılan, hem de doğrudan dijital ortamda üretilen imgeler için geçerlidir. Temel problem, dijital imgenin kendinden önceki medyayı taklit ediyor olmasının, bu medya üzerinden oluşturulmuş dünya modellerini çökertiyor olmasıdır. Bu medya içinde ise en temel rollerden birini fotoğraf oynar. Bunun nedeni fotoğrafın uzun bir süredir kültürel dinamikleri belirleyen birincil medyum olmasıdır. Fotoğraf üzerinden gelişmiş bir gerçeklik anlayışı dijital imgenin fotoğrafı taklit edebilme kabiliyeti ile sekteye uğradığından, dijital imgenin gerçekliği yok ettiği varsayımları ortaya atılır. Oysaki temel neden ne dijitalin teknolojik yapısı, ne de fotoğrafı taklit yeteneğidir. Sorun fotoğrafla birlikte gelişen gerçeklik anlayışıdır. log/dijital ayrımı üzerinden şekillendirir ve Charles Sanders Peirce’in “Belirtisel Gösterge” (İng. Indexical Sign)[2] kavramı temel bir önem taşır. Dijital ortamda imgelerin sayısallaştırılmasının yarattığı öncelikli sorunlardan biri, imgenin materyali ile olan bağının kopmasının yarattığı temsil sorunudur. Bu tartışma sıklıkla kendisini ana- W.J.T. Mitchell imgeleri madde olarak tanımlar. İmgeler her zaman taş, metal ya da tuval olsun nesnelerin materyallerinde cisimleşmiştir. İmgenin kazındığı madde onun gerçekliği “doğru” bir biçimde yansıtmasının ön koşulu olarak görülür. Zeynep Sayın, ortaçağda imge (imago) ve iz (vestigium) kavramlarının birbirinden ayrı ele alındığına değinir ve Aquinolu Thomas’ın şu sözlerini vurgular: “İmge türsel bir benzeşime göre temsil eder. Oysa iz, nedenin yol açtığı sonucu öyle bir şekilde temsil eder ki, türsel bir benzeşime uzanmaz. İz, hayvanlara özgü hareketlerin bıraktığı izlenimlerdir (impressiones); külün, ateşin izi ya da harap olmuş bir toprak parçasının, düşman bir ordunun izi olması gibi.”[3] “Şu açık olmalıdır ki nesneler olmadan imgeler olmayacağı gibi imgeler olmadan nesneler de yoktur.”[4] İmgeler, sayısallaştırılmaya başladıklarında ise bu tanım sorunlu görünmeye başlar, çünkü ortada gözün görebileceği bir materyal yoktur. Analog materyal, varoluşu gereği temsil ettiği nesnenin izini taşır. Materyal bir medyumdan diğerine taşınır. İmge de bu maddesellikle iç içe geçmiştir. Işık fotonlarının ya da ses titreşimlerinin fiziksel ve kimyasal etkilerini analog mecralarda görmek mümkündür. Aynı şekilde bir plak üzerinde sesin kayıt izini gözle görmek mümkündür. Bu durum Peirce’in belirtisel gösterge tanımına uyar, çünkü gerçekleşen temsilin nesnesi ile varoluşsal bir bağı vardır. Topraktaki toynak izi, atın oradan geçmiş olduğunun kanıtıdır. Bir şeyin belirtiselliğinden bahsetmek bir “temas”tan, bir “iz”den veya bir “aşınma”dan söz etmek demektir. Fotoğraf (ışığın izi) ele Jinekolojik inceleme Odası-2011, 28x50 cm, bilgisayar üretimi 3B imge, c-print alınacak olursa, analog fotoğraf, objeden yansıyan radyasyonun lensin içinden geçip, emülsiyonla kimyasal bir etkileşime girmesi ve kameranın negatif bir analogon üretmesi sonucudur. Analog fotoğrafta, “Fiziksel objeler ışığın optik ve kimyasal eylemi ile kendi kendilerinin imgelerini basarlar.”[5] Peirce göstergebilimi ile ilgili makalesinde, dijital işaretlerin belirtisel gösterge olma özelliklerinin onların fiziksel-teknolojik karakteristiklerinden yadsınmasının teknik olarak mümkün olmadığını belirtir.[7] Sayısallaştırma sürecinin her aşamasında gösteren ve onun nesnesini birbirine bağlayan zorunlu bir fiziksel temas vardır. Bu durum halihazırda fotoğrafın gerçekliği temsil etmesi için yeterli görünür: “Örneğin, bir fotoğraf yalnızca bir imgeyi tahrik etmez, bir görüntüsü vardır, ancak obje ile olan optik bağından dolayı bu görüntünün gerçekliğe tezahür ettiğinin kanıtıdır.”[6] Laura U. Marks’ da günümüz bilgisayarlarında kullanılan silikon yongalarda (çip), elektronların analog yollarla var olmaya devam ettiğini ve burada mikro düzeyde de olsa bir belirtisel gösterge olma durumundan söz edilebileceğini söyler. Ancak Marks oldukça önemli bir durumun altını çizer: Her devrede bulunan flip-flop denilen elemanlar, “0” ve “1” arasındaki değerlere tolerans göstermez ve zayıf sinyalleri eler. Sadece yüksek yükte elektrona sahip güçlü sinyallerin işlenmesi elektronların doğal akışını bozar. Bu nedenle nesne ve temsilinin analojik bağı kırılmış olur.[8] Buna karşın Marks’ın öngörüsüne göre gelecekte atom altı parçacıklar karşılıklı olarak fiziksel bağlar kurduklarında, elektronik mimesisten söz etmek mümkün olacaktır.[9] Dijital kamerada ise ışık sensör tarafından kodlanarak sayı dizileri ile temsil edilir. Bu tip bir temsil, gerek ses, gerek görüntü olsun, sayısallaştırılmış her türlü verinin gerçekliğe verdiği referans konusunda temel tartışmayı oluşturur. Bu tartışmanın asıl nedeni sayısallaştırma gerçekleşirken yukarda da sözünü etmiş olduğumuz örnekleme aşaması ve onun yarattığı referans sorunudur. Hèlio Godoy, örnekleme teorisi ve 8 9 AFSAD Görüldüğü gibi, aslında elektrik akımı var olduğu sürece sayısallaştırma işlemi ile analog sürecin ayrıştırılmasının mümkün olmadığı açıktır. Ayrıca dijital bilginin ancak monitörler, yazıcılar ya da hoparlörler gibi analog yollarla, çeşitli temsillere çevrilerek deneyimlendiği unutulmamalıdır. Fiziksellik zorunlu olarak mevcuttur. Fotoğrafa yüklenen gerçeklik aslında tarih boyunca gelişmiş ve zamanla kültürel bir sözleşme haline gelmiş bir olaydır. Zira bir imge ile tarih ya da gerçeklik arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Fotografik imgelerin tarihsel gerçeği yansıttığı fikri, genel bir kabuldür. “Tarihsel enformasyon, imgeler tarafından sağlanan çerçeveye uyacak bir biçimde yeniden şekillendirilebilir.”[10] Bu anlamda imgelerin tarihi göstermekten çok inşa ettiğini söylemek yanlış olmaz. Fotoğrafın belirtisel özellikler taşıması onun nesnel bir gerçekliği yansıtması için yeterli değildir. Çünkü belirtisellik aşamasında dahi izleyicinin öznelliği devreye girer. Fotoğrafın her şeyden önce ’’… bir fotoğraf yalnızca bir imgeyi tahrik etmez, bir görüntüsü vardır, ancak obje ile olan optik bağından dolayı bu görüntünün gerçekliğe tezahür ettiğinin kanıtıdır.” belirtisel değil “ikonik” olduğunu söyleyen Göran Sonneson’a göre fotoğrafın belirtisel özellikleri sonradan ona eklemlenir. Örneğin bir toynak izi bize atın daha önce burada olduğunu kesin olarak söyler fakat bir at fotoğrafında, fotoğraf bize sadece “bir at vardı” der. Zamanı ve mekânı izleyici sonradan inşa etmeye başlar.[11] reni olduğunu söyler. Postman’a göre “Bu gerçek midir?” sorusu fotoğrafa uygulandığında yalnızca şu anlama gelir: Bu gerçek bir mekân-zaman kesitinin yeniden üretimi midir? Fotoğrafın kendisi tartışılabilir önermeler ortaya atmadığı gibi kapsamlı ve kesin yorumlarda da bulunmaz. Çürütecek bir iddiası olmadığından kendisi de çürütülemez.[15] Buradaki asıl nokta, pozitivist bakış açılarında yatan, nesnel bir gerçekliğin var olduğu inancıdır. John Berger, pozitivizm ile fotoğrafın aynı tarihlerde belirginleşmeye başladığına işaret eder.[12] Fotoğraf makinasının bulunuşu ile Auguste Comte’un “Pozitivist Felsefe Notları”nı yazması aynı döneme rastlar. Pozitivist için fotoğraf makinası doğanın gerçekliğini anlamak ve çözümlemek etmek için mükemmel bir aygıttır. Mitchell de fotoğraf makinesinin ideal bir Kartezyen cihaz olduğunu söyler. Fotografik işlem tıpkı bilimsel işlemler gibi, öznelliğin üstesinden gelip, nesnel gerçeğe ulaşma için garantili bir yöntem gibi görünür.[13] Fotoğraf üzerinden bir gerçeklik yaklaşımı tartışıldığında, tartışılanın gerçeklik değil, bir durumu açıklamak üzerine kurulmuş bir model olduğu gözden çıkarılmamalıdır. Fotoğraf bilgisayar ile simüle edilir hale geldiğinde bu durum daha çok önem kazanır çünkü temsil edilen şey bir gerçeklik değil bir dilin gerçeklik yaklaşımı olur. Asıl sorun ise fotoğrafta olduğu gibi imgelerin neden sürekli gerçek kılınmak istendiğidir. Bir imge anlamsızdır. İmgeye yüklenen anlam, imgenin ister bir iz, ister bir simülasyon olarak varlığa gelme sürecinden “zorunlu” olarak çıkmaz. “Gerçekçiliğin öteki yüzüdür fotoğraf -gerçekliği kanıtlaması ve bilgiyi göstermesi istendiğinde bile, bilimin ve sanatın bütün alanlarının gerçekliği yansıladığını kurgulayan bir çağda, bilinmeyenin muştalanmasıdır. Index olma özelliğiyle göndergeyle göstergeyi, gösterilenle göstereni benzeştirmesi olanaksız olsa da, 19. yüzyıl Avrupası fotoğrafın yine de gösterileni doğa olan bir gösterge, doğal tarih göndergesiyle benzeşen bir imge olmasını arzulamıştır; bu da tamamen 19. yüzyıl Avrupası’nın varoluşsal duruşuyla ilintilidir.”[14] Postman, “gerçek” ile “sahte” sözcüklerinin kaynağının dil ev- Bu yazının daha kapsamlı bir versiyonu için: http://apofani. org/2012/08/02/iz-ve-gerceklikbaglaminda-fotografin-sayisallastirilmasi/ Kaynakça [1] Lev Manovich, “The Parodoxes of Digital Photography”, Erişim: http://manovich.net/TEXT/digital_photo.html (2012, Mayıs 25). [2] Charles Sanders Peirce göstergeleri “ikon”, “belirti” ve “simge” olarak sınıflandırır. “Belirti”, varlığına işaret ettiği nesneyle yakınlık ilişkisi kuran bir göstergedir. Örneğin duman bir ateşin belirtisidir. Belirti, nesnesi ortadan kalktığında kendisini gösterge yapan özelliği yitirir fakat yorumlayan bulunmadığında bu özelliğini yitirmez. Thomas Lloyd Short, Peirce’s Theory of Signs, Cambridge: Cambridge University Press, 2007, s.214-225. [3] Aquinolu Thomas’ dan aktaran: Zeynep Sayın, İmgenin Pornografisi, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s.19. [4] W. J. T. Mitchell, What Do Pictures Want? :The Lives and Loves of Images, Chicago: University of Chicago Press, 2005, s.108. [5] Rudolf Arnheim, “On the Nature of Photography”, Critical Inquiry, 1974, Vol.1 s.149, Erişim: http:// www.journals.uchicago.edu/doi/ abs/10.1086/447782 (2012, Mayıs 25). [6] Vincent Michael Colapietro ve Thomas M. Olshewsky, Peirce’s Doctrine of Signs : Theory, Applications and Connections, Berlin: de Gruyter, 1996, s.305. [7] Hèlio Godoy, s.107-117. [8] Laura U. Marks, “How Electrons Remember, “Nonorganic Subjectivity, or Our Friend the Electron””, Millenium Film Journal, vol.34, 1999. [9] Laura U. Marks. [10] Ron Burnett, İmgeler Nasıl Düşünür, Türkçesi: Pusar Güçsal, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, s.65. [11] Göran Sonesson, “Post-photography and Beyond. From. Mechanical Reproduction to Digital Production”, Visio, vol.4(1), 1999, s. 11-36. [12] John Berger ve Jean Mohr, Another Way of Telling, Londra: Writers and Readers, 1982, s.99. [13] William J. Mitchell, The Reconfigured Eye : Visual Truth in the Post-Photographic Era, Cambridge, The MIT Press, 1992, s.27. [14] Zeynep Sayın, İmgenin pornografisi. İstanbul, Metis, 2003, s.79. [15] Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence; Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Türkçesi: Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010, s.86-87. Dosya Konusu Fotoğraf ve Manipülasyon İlişkisi Kasım - Aralık Orhan ALPTÜRK Fotoğraf Sanatçısı İki yüzyıla yakın bir süreç içerisinde her tür fotoğraf üretiminde ve tüketimde en önemli sorun üretilen Fotoğraf’ın realite (gerçeklik demiyorum;ilerleyen satırlarda açıklanacaktır) ile olan ilişkisi olmuştur. Ortaya çıkan fotoğrafın, realitenin “nesnelleştirilmiş” bir hali olmasından dolayı manipülasyonla olan ilişkisi sorgulanmış ve günümüzde de sorgulanmaya devam edilmektedir. Hatta bir çok çağdaş fotoğraf sanatçısı bunu üretim biçimlerinin temel yapı taşı haline getirmiştir. Sağlıklı bir paylaşım için önce manipülasyon sözcüğünün Türkçede karşılıkları nedir diye sormamız gerekiyor. Kısaca şu anlamlar ile karşıya geliyoruz: Tahrif, kötüye kullanmak, kendi çıkarları için kullanmak, değiştirmek, hile yapmak, kullanmak, vs. Fotoğrafa da genelde bu olumsuz anlamlar üzerinden bakıldığı için manipülasyonun fotoğraftaki anlamı da bir olumsuzluk, doğrudan, dürüstlükten, gerçeklikten uzaklaşmak, onu saptırmak olarak ele alınmıştır. Bunun nedeni de realiteyi kendisine malzeme olarak seçen bir anlayışın, gerek fotoğraf üretme araçlarının yarattığı manipülasyonları ve fotoğrafçı öznenin realite ile kurduğu ilişkinin (gerçeklik) tarihsel, toplumsal, ideolojik bir ilişki olduğunu göz ardı eden yaklaşımıdır. Fotoğrafı realite ile yüz yüze (face to face) kurulan bir algı ve anlamlandırma ilişkisi ile özdeş olarak görmesidir. Hatta bu nedenle de fotoğrafa bir AYNA bir PENCERE gibi bakılır. Halbuki her fotoğraf, insan 10 11 AFSAD bilincinde var olanın fotoğrafta bir anlam boyutunda vücut bulmasıdır. Yani; her fotoğraf, reel (var olan) nesne ile fotoğrafçı öznenin karşılıklık ve karşıtlılık ilişkisi sonucunda ortaya çıkar. Dolayısıyla KÖTÜCÜL anlamlardan insanın yarattığı manipülasyonlardan (değişikliklerden) söz edebilmek için bir referans (veya referanslar) sistematiğinden söz etmemiz gerekmektedir. En birincil sistemi, en baştan itibaren fotoğrafta temsil edilen nesne veya nesnelerin fotoğrafçının objektifi önünde realite var olup olmadığıdır. Bu anlayış Roland Barthes’ın Camera Lucida kitabında gayet güzel açıklanmıştır: “Fotoğraf’ta saptadığım yalnızca nesnenin yokluğu değildir: Aynı zamanda tek bir aynı hareketle, aynı biçimde, bu nesnenin gerçekten var olmuş olduğu ve onu gördüğüm yerde bulunmuş olduğu gerçeğidir.” (Barthes 1992, 120) Fotoğraf’ın özü budur der. Yani fotoğrafta manipülasyonun olmadığı şey budur. Bir başka düşünür de Jean Baudrillard, Neden Her Şey Hala Yok Olup Gitmedi? adlı kitabında sayısal görüntü ve klasik film görüntüsü ile hesaplaşırken şöyle der: “İnsanın artık imge, imgenin hayati (tabi ki fotoğrafik imgeden söz ediyor) öneme sahip illüzyon (yanılsama) duygusu ile bir şey düşlemesi bile olanaksızdır, çünkü sentetik (sayısal) fotoğraf üretme işlemi sırasında referans görevi yapan bir şey olmadığı için gerçeğin var olmasına da gerek kalmamakta, imge bir sanal gerçeklik şeklinde üretil- mektedir.” (Baudrilliard 2012, 23) Bugün şunu çok iyi biliyoruz ki her fotoğraf özünde bir ANLAM yaratma çabasıdır ama bu anlamı da tek başına nesnenin objektifin önünde var olup olmamasına indirgeyemeyiz. Bu sorgulamayı salt bu tür fotoğraflar üreterek 1970 yıllarında Bernd ve Hilla Becher çifti tipografik serisinde ortaya koymuş ve irdelemişlerdir. Yani nesnenin gerçekten realite de var olması, adlandırılıp işlevsellikleri üzerinden tanımlanmasını sağlayan işler üretmişlerdir. Buna karşın 1990 yıllarda ise yine bir Alman fotoğrafçı Thomas Demand nesnenin adlandırılmasından yola çıkıp objektifin önündeki realitenin bir yanılsama olarak ortaya konmasını sorunsallaştıran işler üretmiştir. İşte fotoğrafı salt bu bağlamda ele aldığımızda kendimizi kısır bir döngü içinde bulmamız işten bile değildir. Her fotoğraf bir şekilde realite ile ilişki kurarken bu ilişkinin bir YANILSAMA yani reel (var olan yerine ikame edilemeyecek olan) ile onun mutlak bilgisinin (zaman ve uzam, süreç içerisindeki olan) ilişkisinden oluştuğunu unutmamız gerekiyor. İşte bu tamamıyla adına gerçeklik ilişkisi dediğimiz bir ANLAM yaratma edimidir. Burada referansımız eğer yüz yüze algı, anlamlandırma ve kavrama ilişkimiz olacak ise, fotoğraf bu ilişkiye karşın sayısız MANİPÜLASYON içerir. Fotoğrafı bir “kod” sistemi ve “görsel dil sistemi” olarak ele almamızın nedeni budur. Bu referansa göre sayısız fotoğrafa yönelik sayısız manipülasyon örneği verebiliriz. Örneğin, insan gözüne (yaklaşık 48mm lik bir açıda) göre farklı açıda kayıt sağlayan objektif seçimleri (nesnelerin uzamsal ilişkisini değiştir), renkli-SB tercihleri, renklerin doygunluklarıyla oynamak, aydınlık ve kontrast tercihleri, kontrol altında tutulan alan derinliği, doku yapısı, resimsel altın orandan yararlanmak, kesintisiz realite süreci ile bir zaman ve an kurmak (yani pozlama sürecinin sonsuz olanaklarından sadece birini kullanmak. Anımsayalım, Daguerre tarafından çekilen insanlı ilk fotoğraf, “ayakkabı boyacısı” 1839 yılında 10 dakikalık bir poz süreci içinde gerçekleştiği için realitede olan bir çok nesne ve canlı pozlanıp görünür hale gelememiştir. Çağdaş bir Japon fotoğrafçısı olan Hiroshi Sugimoto ise bugün bu pozlama süresini aşırı uzatarak yüz yüze algı ve anlamlandırmadan çok farklı görünümler, yani fotoğraflar elde ederek bu tarz manipülasyondan bilinçli olarak yararlanmaktadır.) Manipülasyon çeşitlerini saymaya devam edersek elimize çok ama çok geniş bir liste geçecektir. Önemli olan bu manipülasyonların bilinçli olarak kullanılmasıdır. Yani fotoğrafçı özne, “ne”, “neden” ve “nasıl” sorularının yanıtlarını vererek bunları kullanmalıdır. Hasan B. Kahraman’ın Sanatsal Gerçeklikler Olgular ve Öteleri kitabında dediği gibi insan bilinci, mutlaklaştırmaktan çok dönüştürmekten yanadır (Kahraman 2002, 13) ki bence nesnenin her anlamda mutlak bilgisi inanç sistemlerine yönelik bilgi anlayışıdır. Ve bu bilgi, her hangi bir gerçekliği yani öznenin realite ile kurdu- ğu ilişkiyi kendi bağlamından kopararak fakat içinde yaşanılan sistematiğin koşullarıyla ilişkili olarak bir dönüştürüme uğratır. Her tür fotoğrafta bu şekilde bir DÖNÜŞTÜRME sonucunda gerçekleştirilir. Artık şunu çok iyi biliyoruz; realite ile kurduğumuz her tür gerçeklik ilişkisi -ki FOTOĞRAF da bu ilişkisi türlerinden biridir- ile realite arasında bir mutlak çakışma olamaz. Her zaman ikisinin arasında bir BOŞLUK (gap) olacaktır. Kaynakça Barthes, Roland. 1992. Camera Lucida. AltıKırkbeş Yay. Baudrilliard, Jean. 2012. Neden Her Şey Hala Yok Olup Gitmedi? Boğaziçi Üni. Yay. Kahraman, Hasan. 2002. Sanatsal Gerçeklikler Olgular ve Öteleri, 2.basım, Everest Yayınları. Dosya Konusu Kasım - Aralık Tarihsel Süreç İçinde Fotoğrafın, İmgenin, Algının Manipülasyonu Prof. Yusuf Murat ŞEN MSGSÜ Fotoğraf Bölümü Öğretim Üyesi Fotoğrafın manipüle edilmesinin ne olduğu sorusuna karşı alınacak yanıtlar birbirinden çok farklılık gösterebilecektir. Fotografik üretimde sınır neresidir, hangi aralıklarda veya üretimlerde manipülasyondan söz edebiliriz? Bu alan ve sınırlar farklı fotoğraf anlayışlarına göre değişkenlik gösterir. En basitinden, belli bir fotoğrafçı kitlesi için, çekilmiş fotoğrafların tekrar kadrajlanması tahammül edilemez bir sınır ihlali ve manipülasyondur. Hatta bu görüşle film çağında, çekilmiş fotoğrafların müdahalesiz tam kare olduğunu ispatlamak için filmin perforeli kısmından bir miktarı ve görüntünün sınır çizgileri baskıda gösterilirdi. Aslında bazı sorular sorarsak; - En temel bakış ile fotoğrafın gerçeği gösterdiğini söyleyerek yaşam, zaman ve mekân boyutu olan çok boyutlu akışı iki boyutlu düzleme indirgemeye çalışmak manipülatif bir eylem midir? - Veya en basitinden renkli olarak algıladığımız dış dünyayı, siyah beyaza dönüştürürken manipüle mi ediyoruz? Bu soruların ışığında fotoğrafın hiç bir zaman nesnel gerçekliğin kendisinin olamayacağını veya yerini alamayacağını, kendisinin başlı başına bir illüzyon olduğunu görürüz. Bu bakış açısıyla manipülasyonu, fotoğrafın salt sonradan kesilip biçilmesi veya deforme edilmesi ile sınırlandırmamak gerekir. Fotoğraflardaki imgelerin ve gerçek algılarının dönüşümü veya yanılsamaya sokulması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Fading Away Henry Peach Robinson list ve kurgusal kategoride yer alır. Daha sonraları Julia Margaret Cameron’un mistik kurgulamalarını görürüz. Bu fotoğraflardaki piktoryalist duyguyu verebilmek için sınırlı netlik, softfokus objektifle çekim gibi yöntemlerle oluşturulan difüz atmosferin, manipülatif bir davranış olduğunu düşünebiliriz. 19. yy. sonlarına doğru Marey’in kronofotoğraf çalışmaları farklı zaman kesitlerinin tek karede buluşturulduğu yeni bir algı- fotografik algı- biçimini ortaya koyarak fütüristlere ilham verir. Photo-Secession; 1902’de Alfred Stieglitz tarafından kurulan, fotoğrafı genel çerçevede bir sanat dalı, detayda ise resimsel olarak sunan bir harekettir. Karşıt olarak görüşleri, “bir fotoğraf için önemli olanın Dolayısıyla çerçeve biraz geniş tutulup farklı öznel fotoğraf anlayışları gösterilmeye çalışılacak ancak içlerindeki manipülasyonların biçimi ve miktarı hakkındaki yorum okuyucuya bırakılacaktır. Tarihteki ilk örnekler üzerinde hafızamızı zorlarsak; Oscar Gustave Rejlander’in “Hayatın İki Yolu” eserinden başlayabiliriz. Bildiğimiz üzere ayrı ayrı çekilmiş otuz küsür negatiften oluşturulan kompozit fotoğraf, zamanında da büyük yankı uyandırmış ve dünya fotoğraf tarihindeki önemli yerini almıştır. Aynı yıllarda Henry Peach Robinson da Rejlander gibi birden çok fotoğrafı birleştirerek kompozit fotoğraflar üretir. Ressam Turner’dan etkilenen Robinson’un en ünlü eseri “Fading Away” de piktorya12 13 AFSAD Chronophotographie Sur Plaque Fixe-1882 f:Etienne Jules Marey kameranın önünde olmadığı, fotoğraf sanatçısının kendi öznel görüşünü elde edebilmesi için görüntüyü manipüle etmesidir”. Erken yirminci yüzyıl dönemdeki fotoğrafın bu piktoryalist tutumu ile tercihen softfokus objektiflerle çekilmiş görüntülerin gumbikromat, bromoil, karbon baskı gibi keskinliği elimine eden ve yeniden yorumlamaya imkan tanıyan yöntemleri kullanarak basıldıklarını görürüz. Daha sonra görüş ayrılıkları yüzünden Photo-Secession grubunun ayrıldığını ve karşıt görüşler olarak, modernist fotoğrafçıları, saf - doğrudan fotoğraf savunucularını ve f: 64 grubunu görürüz. Sürrealizm ve Dada içinde değerlendirilen Man Ray’in fotogramları ve Bauhaus Okulu hocası Lazslo Moholy Nagy’nin konstrüktivist etkili kolaj ve fotog- Yakın Geçmiş Yakın geçmişte fotoğrafçılarda, gerçekliği dökümante etmektense görüntüleri yaratma ilgisi yer aldı. 1970’lerin ortasından itibaren beliren sanat fotoğrafı marketi yaratıcı fotoğraf içinde manüpilatif içerikleri, birçok uygulayıcı için daha önce olmadığı kadar cazip olması anlamına geldi. Fotoğrafçılar Çağdaş sanat içinde bir bütün olarak hüküm süren deneysel davranışları yansıtarak, nesneye objektiften önce aksiyonlar yönlendirerek veya fotografik prosesleri manipüle ederek veya grafik ve fotoğraf prosedürlerini karıştırarak veya makineyi tümüyle baypas ederek görüntüler keşfettiler. Fotoğrafçılar, medyumun tarihine de daha aşina olmaya başlayınca manipülasyonun 1920’lerden beri yaygın bir uygulama olduğunun farkına vardılar. Magazin sayfalarında, bilboardlarda, hatta televizyon ekranlarında -ki setler kurmayı, modelleri yönlendirmeyi, fotoğrafları kroplamayı, rötuşlamayı ve birleştirmeyi gerektirengörülebilen, parçalanıp yeniden oluşturulan “gerçeklikler” bir örnek imkânlar kitabı olarak sunuldu. 1980’lerde Baudrillard post endüstriyel toplumumuzda gerçekliğin yerini, onun somut güç ilişkilerine ya da sebep sonuca bağladığı görünen bir şekilde göstergelerin ve imajların aldığını savunuyordu. Bu yüzden siyasette bir semboller oyunundan öte anlam taşımaz hale gelmişti; reklamlar fiili ürünler değil güya onların sağlayacağı düşünülen hayat tarzının da pazarlanmasını kapsamaktaydı. Baudrillard böyle bir durumu “hiper gerçeklik” olarak adlandırıyor, gerçek şeyler ve eylemlerin değil, onların basit simülasyonlarının egemen olduğu bir alana işaret ediyordu. Warhol da ondan yirmi yıl daha önce “ben okumam sadece resimlere (fotoğraflara) bakarım” diyerek, gazetelerdeki portrelerden, reklam fotoğraflarından faydalanıp, onları renkli iki boyutlu katmanlara dönüştürüp, mekanik olarak yeniden üretilmelerini sağlamıştır. Bu sayede geriye kalan, canlı, nefes alıp veren “asıl” a yaklaşmaktan ziyade sonsuz derecede çoğaltmaya uygun bir suretler dizisiydi. Medyadaki görüntülerin etkilerinden çıkarılan bu dersler birçok sanatçıya ilham verecektir. Bunlardan birisi, bilincin medya tarafından manipüle edilmesini araştıran John Baldessari’dir. Unutulmuş Holywood filmlerindeki fotografik görüntüleri bir araya getirerek yeniden okunma platformunu kurgular. Yesterday-Today-Tomorrow-1924 f:Man-Ray ramları, fotoğraf sayesinde insan gözünün göremeyeceği “Yeni Görüş”ü ortaya koymaya çalışır. Man Ray’in solarizasyon veya üst üste çekim yöntemi ile yapılmış portreleri, nü modelli çalışmaları ise fotografik üretim süreçlerindeki deneysel manipülasyonlardır. Cindy Sherman ise 1970’lerin sonunda yaptığı “İsimsiz Film Kareleri” serisi ile fotoğrafta yaşanan tüm postmodern devrime öncülük eder. Sanat eleştirmeni Rosalind Krauss, Cindy Sherman’ın (1954-) “bir mitin sırrını çözen kişi, bir mitoloji yıkıcı olduğunu ve büründüğü kisvelerin kültürel mitlerin maskesini düşürdüğünü” ileri sürer. Richard Prince de Marlboro adamını yeniden fotoğraflayıp sergileyerek kendine yeterlilik ve bireysel özgürlük mitolojisinin kusursuz metaforunu izole etmeyi başarmıştır. Çoğaltma içgüdülerini karşılayan bir yaklaşımla sanat eserlerinin kendilerini hazır yapımlara çeviren sanatçı Sherrie Levine “After Walker Evans” veya “After Edward Weston” gibi adlandırdığı çalışmaları ile ünlenmiştir. Ünlü fotoğrafçıların orijinal fotoğraflarını yeniden fotoğraflayıp sergilerken asılların yeni eserlere dönüştüğü noktasında ısrarcı olmuştur. Sanatçı Vik Muniz de, bir görüntüyü veya resmi nasıl okuduğumuz, onu nasıl gerçekçi algıladığımız ile ilgilenir ve fotoğraftaki yanılsamacılık üzerinde durur. Sanatçı ikon olmuş resimler veya görüntüleri kırmızıbiber, jöle, şeker, çikolata şurubu, cam kristaller veya renk- li oyuncaklarla yeniden resmeder. Daha sonra da yeniden yaratılmış sahnenin veya düzenlemenin fotoğrafını çekerek sergiler. Sanatçı; “ izleyicinin benim resimlerime inanmasını bekliyor değilim; benim ondan istediğim, resimlerde kendi inandığı şeyin bir kesitini, bir dönemini deneyimlemesidir” şeklinde görüşünü ortaya koymuştur. Barthes, 1980’de şöyle yazıyordu: “Resim, onu görmeden gerçeklik taklidi yapamaz. Fakat bu referanslar hayalde olabilir ve çoğunlukla da böyledir. Bu taklitlerin aksine fotoğrafta, ben şeyin orada durduğu gerçeğini hiç bir zaman yadsıyamam”. Ancak bir fotoğrafın sahiciliğine duyulan bu kısmi güvenin bile ömrü kısa sürecekti. Çağdaş fotoğrafçılar kendi sanatlarını sık sık, tümüyle gerçek göDeadTroopsTalk rünebilecek şekilde ustalıklı hayali sahneler yaratarak kurmacanın hizmetine koşmaktadırlar. Dijital devrim bu eğilimi ateşlemiş, fotoğrafların dışsal gerçeklikle hiçbir bağının bulunmamasını mümkün hale getirmiştir. Fotoğrafın sözde gerçek değeri ile onun tahayyül aracı olma statüsü arasındaki gerilime oynayan Jeff Wall, gerçeklik ile yanılsamayı hepten karıştıran duvar resmi büyüklüğünde fotoğraflar yaratır. Dehşet verici bir savaş fotoğrafı olarak görünen Dead Troops Talk (A Vision After an Ambush of a Red Army Patro Near Moquor, Afghanistan, Winter 1986) aslında 1992 yılında stüdyoda hazırlanmış mekân ve modellerin fotoğraflarının dijital yolla birleştirilmiş halidir. Wall’un çalışmaları, resimsel teatrallik ile fotografik gerçekçiliği öyle ayırıcı bir şekilde harmanlar ki, görünüşte en belgesel hallerinde bile bir tertip öğesi barındırırlar. Sanatçı kendi tarzını ise “belgesele yakın” şeklinde nitelendirir. f: Vik Muniz 14 15 AFSAD James Casebere ve Thomas Demand, Wall’dan daha da kökten uydurulmuş fotoğraflar üretirler. Ancak bu ikisinin de ellerinden çıkan fotoğraflar, yakından incelendiğinde anlaşılır modeller olan, fotoğrafçının gerçek olan şeyin görünümünü taklit etmek üzere dikkatle kurguladığı, mimari ortamlar ya da iç mekânlardır. Casebere, gerçek mekânları model alan minyatür iç mekânların fotoğraflarını çeker. f: Jeff Wall f: Thomas Ruff Düsseldorf Kunstakademie’nin en önemli hocaları Becher çiftinin öğrencisi olan Thomas Ruff’un 2004-2005 yıllarında yaptığı Jpeg Serisi, çağdaş bir tarih sözlüğü yaratmak amacıyla, webden alınmış jpeg fotoğraflar seçkisidir. Çok küçük boyutlu olan bu görüntüler devasa şekilde büyütülerek sergilenmiş ve bu sayede pikselli karelere çevrilmiş soyut görüntülere dönüştürülmüştür. Mount Saint Helens’in patlaması gibi doğal yolla veya insan hatasıyla meydana gelen felaketleri gösteren fotoğraflarda, görüntülerdeki dağılmanın f: İdris Khan olayın yıkıcılığına ayna tutuşunu yansıtırlar. Idris Khan ise özellikle tipoloji üzerine çalışan Becher’ler ve Blosfedt gibi fotoğrafçıların benzer türdeki çoğaltmalarını tek karede toplayarak titreşen kütleden aurası olan yeni bir form ortaya koymaya çalışır. Dijital dünyanın dinamikleri çağdaş fotoğrafı yönlendirirken öte yandan bu seri üretime ve sanal dünyaya karşı gelişen “Antik-Avangarde” yaklaşımıyla, elle tutulabilir “image-object” fotoğrafları savunan bir gruptan ve 1970’lerde özellikle Rochester’da doğan ve daha sonra tüm Amerika’ya ve dünyaya yayılan antik fotoğraf yöntemleri ile çağdaş fotoğraf üretimlerinde bulunan sanatçılardan söz edebiliriz. Sally Mann, ıslak kolodyon yönteminin yarattığı beklenmedik kıvrımlı dokuları ve izleri, “sürecin rastlantı eseri önüme çıkardıklarını kucaklıyorum” diyerek yapıtın birer parçası kılar. Aynı zamanda şans eseri elde edilen bu verilerin daha fazlaymış gibi görünmesi için formata uygun olmayan, hasarlı lensleri de kullanır. Bir lensi o kadar 16 17 AFSAD Love, Chibachrome Photogram-1993 f:Adam Fuss ...manipülasyonu, fotoğrafın salt sonradan kesilip biçilmesi veya deforme edilmesi ile sınırlandırmamak gerekir. Fotoğraflardaki imgelerin ve gerçek algılarının dönüşümü veya yanılsamaya sokulması da bu çerçevede ele alınmalıdır. eskidir ki ancak tutkalla bir arada durmaktadır. Ama Mann, “ışığı her şeyin etrafına yayma ve cam üzerinde bu parlaklığı yapma şekline” adeta tutkundur. Adam Fuss, renkli cibachrome kâğıtlar üzerine yaptığı fotogram çalışmalarını son yıllarda daguerreotype plakalar üzerinde uygular. Sanatçı,“Kameranın işleyiş dizgesine o kadar şartlanmışız ki görsel alfabenin yarısını kullandığımızın farkında değiliz. Fotogramlar tüm sadelikleriyle alfabenin bilinmeyen harflerini öğretiyor” der. Catherine Yass, bir psikiyatri kliniğinin iç mekan fotoğraflarını, tıpkı halüsinasyon gören bir hastanın mental bakış açısı ile göstermek ister gibi solarize renkli görüntülere büründürür. Dijital teknolojinin sağladığı son imkânlar doğrultusunda fotogra- Corridor 1995 fik imge üretimi için artık optik bir makine görüntüsüne bile ihtiyaç duyulmamaktadır. Yani fotoğrafların dışsal gerçeklikle hiçbir bağının bulunmaması mümkün hale gelmiştir. Örneğin Craig Kalpakjian’ın “Koridor” çalışması, fotografik imge algısını yaratmasına rağmen üç boyutlu bir mimari tasarım programı ile üretilmiştir. Son söz olarak şunu söylemek gerekir ki, artık optik gerçek imgesinin üretilmesi için bir fotoğraf makinesine ve ışığa ihtiyaç duyulmaması en temelde fotoğrafın gerçekliğini manipüle etmiştir. f: Sally Mann NOT: Makalede yazım alanı kalmadığı için bahsedilemeyen ancak konu ile ilgili araştırılabilecek bir dünya sanatçıdan bazılarının isimleri: Robert Rauschenberg, David Hockney, Chris Mccaw, Jerry Uelsmann, Robert Heinecken, Ray K. Metzker, Joyce Neimanas, William Mortensen, Douglas ve Michael Starn ikizleri, Henry Holmes Smith, Joel Peter Witkin, Les f: Craig Kalpakjian Krims, Michiko Kon, Christian Boltanski, Lucas Samaras, Olivia Parker, , Betty Hahn, Naomi Savage, Bea Nettles, 0livo Barbieri, Martina Lopez, Susan Derges , Esteban Pastorino Diaz, Maurizio Anzeri, Hiroshi Sugimoto, Chuck Close…. Kaynakça Eleanor Heartney, Sanat& Bugün, Akbank, İstanbul, 2008 Jackie Higgins, “Why It Does Not Have To Be In Focus” Modern Photography Explained, Thames& Hudson Ltd., London, 2013 Joshua P. Smith, The Photography of Invention, American Pictures of The 1980’s, Smithsonian Institution, Washington D.C.,1989 Naomi Rosenblum, A World History of Photography, Abbe Ville Press( 3. Edition), New York, London,Paris, 1997 Nick Hallam, Springfield Hospital CorridorsCatherine Yass,Photography in The Visual Arts, Art&Design Magazine No 44, Florida, 1995 Dosya Konusu Fraktal Bir Yüzyılın İmgeleri Kasım - Aralık Ali ALIŞIR [email protected] 20.yüzyıla kadar, sanatın en önemli özelliği, toplumun “değerli” gördüğü herşeyi “doğru” olarak yansıtmasıydı. Fotoğrafın icadıyla beraber resim sanatının taklittemsil ile tüm mekan ve anlam bütünlüğü de ortadan kalktı. Bir zamanlar sanat akımlarının doğmasına neden olan fotoğraf, tarih süresi içinde resim yapıtının fotoğrafını (çekip) çoğaltarak onun tek olma özelliğini de elinden aldı. Bu yolla sanat yapıtı artık yalnızca olduğu yerde değil birçok yerde görülebilir bir hale geldi. Bir müzedeki yapıt, takvim yapraklarına, posterlere, kitaplara, t-shirtlere basılabilir oldu. Kendi mekanında “tek” olan yapıt, görüntüsünün çoğaltılmasıyla beraber mekan değiştirip bir anlam kaybına uğramaya başladı. Yapıt artık müzedeki anlamından çıkıp gündelik hayatın içinde bambaşka bir anlama karıştı. Örneğin Da Vinci’nin La Jakond tablosunun 18 19 AFSAD müzedeki anlamıyla, bir manav dükkanındaki anlamı artık aynı değildi. Bu anlamların birbirine karışmaya başlaması, kopyanın orjinali etkilemesi tartışmasını da beraberinde getirdi. Bir zamanlar sanat yapıtının imgesini etkileyen, onu çoğaltan fotoğraf bugün yerini gazeteler, dergiler, bilgisayarlar ve televizyon ekranlarına bıraktı. Böylece günümüzde imgelerin üzerimizdeki hakimiyeti sanat boyutundan gündelik hayata sıçramış oldu. İmgeler artık günümüzde temsil ettikleri gerçeklikten daha fazlasını (hatta görmek istemediklerimizi de) bize göstermeye başlamıştır. İmgelerin içerikleri, teknoloji ve medya kurumlarının hakimiyetindeki ekranlar üzerinden bize dağıtılmaktadır. Bu görüntü bombardımanı, tıpkı bir zamanlar resimde olduğu gibi, aslının (orjinalinin) yerine göstergeleri konmuş bir gerçeklikten oluşmaktadır. Yani, artık içe- riği saptırılmış bir gerçekliğin hayatımıza egemen olmaya başladığı söylenebilir (günümüzde politikayı kamuoyu araştırmaları, reklamı testler, radyoda çalınan parçaları tüketici panelleri, sinemada oynatılan filmlerin sonunu ve afişlerini anketler, televizyon programlarını reytingler belirlemektedir). Belki de geçmişten günümüze yaşadığımız en büyük değişim, bugün imgelerin kontrolünün, üretiminin ve dağıtımının dijital işlemcilere, yapay belleklere ve teknolojik iletişim araçlarına geçmiş olmasıdır. Örneğin; “Bugün dünyada saniyede iki Barbie bebek satılırken, 2,8 milyar insan günde iki doların altında parayla çalışmaktadır. Dünyada saatte bir milyon Coca Cola satılırken Avrupa’da iki milyon işsiz vardır.” Bu tür iki farklı kutupta oluşturulmuş gerçek haberlerin içerikleri ve görsel şablonların da- ğılımı yapılırken, güç ve kontrol artık haberin kaynağından gelmemektedir. İmgelerin kontrolünün artık bizim hakimiyetimizden çıkmış olması bu gerçekliğin yoğunluğunu sürekli azaltıp değiştirmektedir. İç içe geçen imgeler ve süreklilikleri haberin önemini zamanla kaybettirmektedir. Bu bağlamda görüntü üretiminin teknolojik seyri, bugün bize siyasal, dinsel, ekonomik vs. yapısıyla ilgili de bir çok tehlike uyarısında bulunmaktadır. Bu kadar imge bolluğunda görecek birşey bulamamız ve hiçbir şeyin üzerimizde kalıcı bir iz bırakmaması, bu sistemin fraktal yapısının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, gerçeklikle bağlantısı kopmuş imajlar üreten sanat da bu sistemin bir iz düşümü haline geliyor. Modern dönemde, geçmişin gerçeği olduğu gibi belgeleme ve kanıt olarak kullanma özelliği, günümüzde tarihi manipüle etme gücüne dönüşmüştür. Artık fotoğraf sanatı içerikle değil görüntülerle uğraşmaktadır. Gerçeği yeniden üreterek “öz” ün anlam ve içeriğini değiştirmeye başlamıştır. İmgelerin ve görüntülerin bombardımanı ile kendine yabancılaşan insan, günümüzde algıda gerçeğin bozulumunu yaşıyor. Fotoğraf tarihinin kısa ama hızlı serüveni günümüzde medya ağının ve teknolojinin gelişmesiyle belleklerimizi köşeye sıkıştırıyor. Ve henüz yaşadığımız yüzyılın başındayız… 20 21 AFSAD f: Ali ALIŞIR Dosya Konusu Kasım - Aralık Kitlelerin Tutumu ve Haber Fotoğrafları Murat YAYKIN Gazeteci/ Yazar/ Fotoğrafçı /Sinema Yönetmeni Seksenli yıllar, Berlin Olimpiyat Stadyumu... Alman gençler stadı doldurmuş, çünkü 20. yüzyılın en önemli filozof-sanatçılarından Frank Zappa konser verecek... Ama bir sorun var; konser saati gelmesine rağmen sanatçı ortada yok. Yarım saat, bir saat geçiyor, yok, yok, yok... Tam iki saat sonra teşrif ediyor nihayet ağır adımlarla sahneye... Çıkıyor, mikrofonun önünde durup seyirciye bakıyor... Sonra eliyle bir Nazi selamı çakıveriyor birden; “Heil Hitler!” Stadyumda ölüm sessizliği... Berlinliler şaşkın... Yavaş yavaş bir homurtu yükselmeye başlıyor. Sahnedeki adamsa hiç oralı değil. Tekrar çakıyor Nazi selamını. “Heil Hitler!” Seyircilerin küçük bir kısmı, aynı şekilde bağırarak cevap veriyor ona. Ama sanatçı hala memnuniyetsiz... Daha sert bir Nazi selamı veriyor ve bağırıyor avazı çıktığı kadar; “Heil Hitler!” Bu sefer seyirci hazırlıklı... Stadyumun yarıya yakını sahnedeki adamın söylediği şeyi bir ağızdan tekrarlıyor. Ne var ki tatmin olmuyor Frank Zappa... Karşısındaki binlerce kişiye ters ters baktıktan sonra yine veriyor o selamı, yine bağırıyor; “Heil Hitler!” Kitle artık ne yapması gerektiğini anlamış durumda, bir ağızdan; “Heil Hitler!” diye cevap veriyorlar, bütün stadyumu inleterek... Bir sessizlik oluyor... Kısa ama gergin bir sessizlik. Frank Zappa’nın sözleri bozuyor sessizliği. “Ey! Almanlar gördüğüm kadarıyla siz hala akıllanmamışsınız. Yok size konser, monser”. Dönüyor arkasını, çekip gidiyor sahneden... Bu satırları, aynı zamanda kitle kültürü ve davranışları üzerinden özellikle haber fotoğraflarından yola çıkarak yapmaya çalıştığım bir denemenin giriş yazısı olarak da sayabilirsiniz. Haber fotoğraflarının üretim ve kullanım biçimleri 22 23 AFSAD üzerinden manipülasyonlarının nasıl üretildiğini “Fotoğraf İdeolojisi” ve “Sanat, Teknoloji, Bilim ve Fotoğraf” adını verdiğim kitaplarımda ayrıntılarıyla anlatmıştım, bu yazıda yeniden değinmeyeceğim, ancak bu kez haber fotoğraflarını, izleyicisi ve kitle kültürünün tüketicileri üzerinden yorumlamayı denemek istiyorum. Bunun bir deneme olduğunu, kesin yargılara varmayacağımı, daha çok sorgulamalar üzerinden bir zihin pratiğini hedeflediğimi baştan belirteyim. Öncelikle şunu anımsatmakta yarar var; kitle iletişim teknolojilerinin ortaya çıkmasıyla kültürün kendisinin bir endüstri haline geldiğini biliyoruz. Bugüne gelindiğinde söyleyebiliriz ki artan oranda “bilinç endüstrisi” tarafından yayılan kitle kültürü, tüketicilerini manipüle ediyor, onlara sahte ihtiyaçlar sunuyor, sahte arzular dayatıyor. Anlam ve içerik olarak çeşitli yöntemlerle manipüle edilen haber fotoğrafları tüketicilerini nasıl etkiliyor sorusundan başlayalım ve deneyelim: Kitle kültürü, tüketicilerini, davranışlarına göre; metnin mesajlarını olduğu gibi kabul edenler, uzlaşmaya dayalı tepkileri kabul ederken belli bir iddiayı tartışanlar ve muhalif bir tavırla, altsınıf çıkarları için kapitalist sistemi toptan reddedenler diye sınıflayabilir miyiz? Stuart Hall’ün tezi şu; bu sınıflamayı kabul ediyorsak; bir mesajın alımlanması, söz konusu mesaja/metne ya da kitle iletişim aracına değil, izleyenin politik inançlarına ve genel toplumsal deneyimine bağlıdır. Haber fotoğraflarını da, kültür üretiminin bir parçası olduğu kabulüyle -tüketim toplumu insanlarını budala yerine koymadan- tartışabilecek miyiz bakalım? Şu ana kadar çizmeye çalıştığım bakış açısı bizi algı kavramına götürüyor. Algıda gerçeğin bozulumuyla, gerçeğin bozulup algıya gönderilmesi aynı şeyler mi? Yukarıdaki sorular her iki önermenin de doğruluğunu göstermiyor mu? Evet, iktidar gerçeği manipüle ederek algı sistemlerimizi yönlendiriyor. Doğru. Peki, bu bizi aynı zamanda, sorgulamayan kitlelere, yani tüketim toplumunun çoğulculuğunun kabulüne götürmüyor mu? Oh! Ne ala. İktidar için biçilmiş kaftan, nasılsa kitleler sorgulamıyor. Oysa algı, bilincimizi oluşturan parçalardan biri değil mi? Bilincimizi besleyememek ya da geliştirmek bizim kabahatimiz ya da başarımız değil mi? “Gerçeğin bozulumunu” sorgulamıyor muyuz, yoksa sorgulayamıyor muyuz? Peki biz ne yapıyoruz? İsterseniz özel bir gün seçelim ve kitlelerin tutumlarına bakalım. 10 Eylül saat 21:00. Türkiye- Romanya maçı oynanıyor. Kitleler televizyon başında. Aynı saatlerde Hatay-Antakya’da öldürülen 22 yaşındaki Ahmet Atakan’ın ölümünü protesto etmek için tüm ülke ayakta. Polis direnişi gaza bulamış, plastik mermilerle direnişçileri vuruyor. Birkaç saat öncesinden başlayalım. 18:54 - Antakya’da Ahmet Atakan’ın cenazesinin ardından Armutlu Mahallesi’ne giden gruba polis müdahale ediyor. Göstericilerin barikat kurduğu mahalleye polis TOMA ve Akrep’lerle müdahale ediyor. 19:02 - İstanbul’da Taksim Meydanı ve Gezi Parkı vatandaşların girişine kapatılıyor. Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla meydanda toplanan göstericilere basın açıklamasına izin verilmeyeceği söyleniyor. Aynı saatlerde maçı izlemeye hazırlanan kitleler mekanlara dolmuş, coşkulu, maç saatini bekliyor. 19:05 - Polis, İstiklal Caddesi’nde toplanan gruplara biber gazıyla müdahale ediyor. 19:13 - Yüzlerce kişi Boğa Heykeli’nde toplanıyor. Göstericiler Kadıköy’den Taksim’e yürümeyi planlıyor. “Hepimiz Ahmet’iz Öldürmekle Bitmeyiz” sloganı atılıyor. 19:23 - Polis, Hatay’ın Armutlu Mahallesi’nde toplanan göstericilere müdahale ediyor. 19:25 - Polis, Cihangir’den İstiklal’e çıkmak isteyen kitleye biber gazı kapsülü ve ses bombası ile saldırıyor. Kitle dağılmıyor. 19:31 - Antakya’daki Gündüz Caddesi üzerindeki benzin istasyonu civarında konuşlanan çevik kuvvet, göstericilere biber gazı kullanıyor. Sivil polisler ise gazetecilerin ve diğer vatandaşların caddeye girişini engelliyor. 19:33 - Mis Sokak’ta barikat kuruluyor. Yaralılar ambulansla hastaneye götürülüyor. 19:30 - Batıkent’te 200 kadar direnişçi turnikelerden atlayıp metro ile Kızılay’a geliyor. 19:42 - Aydın’ın Didim ilçesinde toplanan göstericiler “Her Yer Taksim, Her Yer Direniş” sloganını atıyor. 19:43 - Polis, İstiklal Caddesi’nde toplanan kalabalığı dağıtıyor, eylemciler ara sokaklara kaçıyor. 19:47 - Antakya diken üzerinde. Patlamaya hazır. 19:47 - Kadıköy’den binen kalabalık bir grup, Beşiktaş vapurunda. “Diren Taksim, Kadıköy Geliyor” sloganları atılıyor. 19:56 - R.T.E stadında gazdan etkilenen Ümit Milli oyuncular maçı yarım bırakıyor. 20:01 - Kızılay Meydanı Güvenpark’ta toplanma başlıyor. 20:02 - İzmir, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde büyük bir kalabalık var. Karşıyaka’dan dolan vapurlar Alsancak yolunda. 20:16 - Kadıköy grubu Karaköy’e varıyor, Taksim’e çıkmadan önce diğer vapuru bekliyor. 20:17 - İzmir’de yaklaşık 10 bin kişi NATO Binası önünden ilerliyor “Antakya’da düşene, dövüşene bin selam” sloganları atılıyor. 20:27 - Samsun’da Emek ve Demokrasi güçleri platformunun çağrısıyla eylem yapan yaklaşık 200 kişi, Öğretmenevi önünde toplanıyor. 21:00 - İstanbul’da Taksim ve civarında gösteriler sürerken Gazi Mahallesi, İkitelli, Kartal, Sarıgazi’de eylemler gerçekleştiriliyor. 21:00 - Karaköy üzerinden Taksim’e yürümek isteyen gruba, Şişhane yakınlarında müdahale ediliyor. 21:00 - VE MİLLİ MAÇ BAŞLIYOR. Stadyum ve birahaneler tıklım tıklım. 21:01 - İzmir’de tazyikli su ve biber gazlı müdahale sürüyor. Kalabalık dağılıp yeniden toplanıyor. 21:02 - Kızılay dolmaya başlıyor, her yerden gruplar geliyor, polis anonsu başlıyor. 21:08 - Taksim Meydanı’na bağlanan Sıraselviler Caddesi’nde barikat güçleniyor. 21:14 - Ankara’da yapılan protestoya Anti-Kapitalist Müslümanlar da destek veriyor. 21:14 - Akrepler Taksim sokaklarına rastgele ateş ediyor. İstiklal Caddesi’nde havada biber gazı ve plastik mermi uçuyor. 21:16 - Ankara’da polis TOMA’larla kitleyi dağıtıyor. Kızılay’da gazdan nefes alınamıyor. 21:22 - Burak Yılmaz ilk golü atıyor, herkes oturduğu yerden fırlıyor, çığlıklar... 21:24 - Polis kitleyi İstiklal’den çıkarmaya çalışıyor. Gözaltılar başlıyor. 22:03 - Ankara’da da gözaltılar başlıyor. 23:04 - Mevlüt Erdinç, milli takımın 2. golünü atıyor, kitleler yerinde duramıyor. 23:14 - Eskişehir’de oturma eylemi devam ediyor. Ben de bir futbol seyircisi olarak maçı seyreden kitlelerin coşkusunu anlayabileceğim ama aynı anda ülke çalkalanıyor, yaralılar, tutuklananlar var. Bu arada maçın 34. dakikasında “Her yer Taksim, her yer direniş” sloganı atanlar var. Belki maç bitimi futbol seyircilerinin bazıları direnişe katılmıştır ya da takip etmiştir, orasını bilemem, gözlemleyebilme şansım olmadı, ancak yanı başında olaylar olurken izleyici kitle maçtan kopmadı/kopamadı -en azından ruhen-. Bunların haber fotoğraflarıyla ne alakası var? Ertesi gün gazetelere bakmak sorunun yanıtını verecek. İki haberin de fotoğraflarına baktığımızda yandaş medyada en az dört sayfa olan spor ha- Görüntüler, görünür olan ile anlamını, ya da söz ile etkisini birbirine bağlayan ve birbirinden koparan, beklentiler üreten ve beklentileri yolundan çıkaran işlemlerdir (Görüntülerin Yazgısı-Jacques Ranciere-Versus). berleri fotoğraflarının çokluğuyla dikkat çekiyor. O yüzden birçok gerekçeli nedenden ötürü, görüntü asla basit bir gerçeklik değildir, ötekine göndermede bulunur. Söylenebilir olanla, görülebilir olan arasındaki birtakım ilişkilerdir. Görüntüler; görünür olan ile anlamını, ya da söz ile etkisini birbirine bağlayan ve birbirinden koparan, beklentiler üreten ve beklentileri yolundan çıkaran işlemlerdir (Görüntülerin Yazgısı - Jacques Ranciere-Versus). Kitle kültürünün “metin”lerinde ifadesini bulan ideolojilerin çoğu egemen ve hegemonyacı ideolojilerdir, dolayısıyla tam da bu yüzden “kitleler” sınıfla yakından bağlantılıdır. Şimdi, artık denememi bir sona bağlamalı. Denememin başında iktidarın gerçeği manipüle edip algı mekanizmalarımızı yönlendirdiğinden ve kitlenin gösterdiği farklı tutumlardan bahsetmiştim. Acaba bildiğimiz eleştiri yönteminin dışında, yani kitle kültürü eleştirisi ve manipülasyona açık toplum eleştirisi yanı sıra, şöyle bir 24 25 AFSAD sorgulama yöntemini de beraberinde izleyebilir miyiz? İnsanlar ideolojileri ya da inançları doğrultusunda kamplaşmaya mı yönlendiriliyor? Haber fotoğraflarına ya da metinlere/mesajlara bakan insanlar, yalnızca kendi ideolojilerine, inançlarına dönük bir okuma mı yapıyor? Kamplaşmalar birbirine doğru geçişlilik içermiyor mu? İçeriyorsa bu geçişlilik nasıl olacak? Fotoğraflar, haberle tanışıklıktan öteye neden gidemiyor? Fotoğraflar, olayların (futbol, direniş vb.) görsel anlatımının, “nesnel” haber değerinin deposu olarak mı kabul görüyor? Seyirci olarak tepkilerimiz de mi belirsizleşti? Yoksa artık iktidar bizi izlemiyor da, biz mi iktidarı izler hale geldik? Soruları çoğaltmak mümkün. “Yapmam gerekenleri kısmen biliyorum, ama yine de...” demek kötü. “Yaparım” dediğimiz için/”yaparım” dediğimiz halde, yapmadığımız çok şey var. Bu yazı, tefrika halinde BirGün Gazetesi’nde yayımlanmaktadır. Reklam Fotoğraflarında Manipülasyon Uygulamaları ve Gerçekliğin Yeniden Sunumu Dosya Konusu Kasım - Aralık Doç.Dr. Osman ÜRPER Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölüm Başkanı Dijital fotoğraf teknolojisiyle birlikte fotoğrafta en çok tartışma yaratan kavramlardan biri de manipülasyon uygulamalarıdır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde manipülasyon: yönlendirme; seçme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme gibi iki farklı anlamda kullanılmaktadır (tdk.org.tr). Manipülasyon kavramına ilişkin her iki sözlük anlamının da aslında fotoğrafın doğasında var olduğu aşikardır. Çekilen her bir fotoğrafta gerek çekim esnasında, gerekse çekim sonrasındaki işlem basamaklarında seçme, ekleme ve çıkarma yapılmakta olup; fotoğrafın çerçeve düzeni içerisinde yaratılmak istenen anlama bağlı olarak izleyicinin yönlendirilmesi söz konusudur. “Fotoğraf tarihine az çok aşina olan herkesin bilebileceği gibi, gerçekte müdahale tekniğin içindedir. Optik kültürün getirdiği katı mekan anlayışı bir yana, fotoğraf çekimi ve banyosu sırasında verilen kararların tümü gerçeğe müdahalenin farklı aşamaları olarak algılanabilir. Üstelik bilindiği gibi, fotoğrafların kullanım yer ve biçimleri, onların bize sunuldukları bağlamlar, onlardan nasıl etkilendiğimizi, onları nasıl algıladığımızı doğrudan tanımlar” (Topçuoğlu 2003, 125). Manipülasyon uygulamaları fotoğrafın gerçeklikle daha yakın bir ilişkisi olan haber ve belgesel türlerinde daha çok tartışılırken sanat, kurgu, reklam, moda gibi uygulamalarda ise bu tartışmaların daha az ve farklı bir eksende olduğu görülmektedir. Reklam kampanyalarında kullanılan fotoğrafların önceden tasarlanarak oluşturulması, nasıl bir fotoğrafik görüntü olacağının daha çekilmeden bilinmesi, hedef tüketicinin reklamın amaç ve hedefleri doğrultusunda ikna edilebilmesi için yapılan müdahaleler ve manipülasyon uygulamaları çoğunlukla doğal karşılanmaktadır. Reklamın ilgi ve dikkat çekebilmesi için yapılan her türlü manipülatif uygulama hedef kitle tarafından da bilinir ve doğal kabul edilebilmektedir. Reklam fotoğrafçısı Saygun Dura’ya göre “Günümüzde, aynı sektördeki tüm ürünler birbirlerine benzemektedir. Farklılığı vurgulayabilmek için yeni bir dünya görüşü, yeni bir yaratıcılık sergilemek gerekir. Ürün veya hizmet tanıtılırken alışılmadık, yankı uyandırabilen bir dil yapısı araştırılır. Amaç, ürünün benzer diğer ürünler arasından ayrılmasını, ayırt edilmesini sağlamaktır. Tanıtım fotoğrafı rastlantısal değil, kurgusal bir çalışmadır” (Dura’dan aktaran Görel: 2006, 74). sayfası fotoğrafik yöntemlerle çözümlenmiş ilanlara ayrılmıştır. Ve böyle bir dergi milyonlarca okuyucu tarafından tüketilmektedir. Günlük gazetelerde de durum aynıdır. Reklam panolarının %60’lık bir yüzeyi foto afişlerle örtülüdür” (fcy.com). Kitlelerin ticari ürünlerle karşılaşmaları bir çok kez farklı mecralar aracılığıyla onlara ulaşan bu görüntüler yoluyla gerçekleşmektedir. Messaris’e (1997:4) göre reklamlardaki görsellerin iki tür rolü bulunmaktadır. Biri reklama dikkati çeker, diğeri ise reklamı yapılan ürün ya da obje ile ilgili duyguları ortaya çıkarır. Reklama dikkat çekmek için kullanılan stratejilerin en etkililerinden biri görüntüde yansıtılan gerçekliği bozmaktır. Diğer rutin değişikliklerden farklı olarak birçok reklamda kullanılan değişiklikler izleyenlerin reklama bakmasını sağlamaya çalışır. Bunun için ya gerçeğe bir takım eklemeler yapılabilir ya da gerçeğin bazı unsurları başkalarıyla yer değiştirebilir (Messaris, 1997:153). Görsellik, günümüzde ürün ve hizmetlere yönelik olarak tüketiciyi etkilemede, mesajın daha kolay ve hızlı bir biçimde algılamasında en önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. Bu nedenle ürünlerin pazarlanmasında fotoğraf, video ve diğer görsel öğeler hayati bir rol oynamaktadır. “İçinde bulunduğumuz ‘Optik Çağ’ı fotoğrafik imgeler bir ağ gibi sarmıştır. Gün boyu bu imgelerle iç içeyiz. 100-150 sayfalık bir resimli derginin 60 Reklam fotoğraflarının hedef kitleye istenen etkiyi yaratabilmeleri için teknik ve içerik olarak her türlü müdahale olağan karşılanmaktadır. Işık, kompozisyon, aksesuar, mekan ve model kullanımlarıyla idealize edilerek kimi zaman olduğundan daha da estetik olarak gösterilen ürünler reklam fotoğrafçılığının var oluş sebebi gibi durmaktadır. Tüketicilerin dikkatini çekebil- mek ve algılarını yönlendirebilmek adına ilginç ve dikkat çekici fikirler geliştirmek, bunları kampanyalarda somut reklam görsellerine dönüştürebilmek için bilgisayar teknolojisi ile birlikte farklı dijital teknikler kullanılmaktadır. Bu tekniklerle üretilen kimi zaman gerçekçi, kimi zamansa gerçek dışı fantastik imgeler tüketicinin hedeflenen mesajı algılamasında aracılık etmektedir. Dijital fotoğraf teknolojisindeki gelişmelerin ardından ortaya çıkan yeni olanaklar reklam görsellerinin tasarımında ve elde edilmesinde de etkili olmaktadır. Dijital kameralar sayesinde görüntünün kaydedilmesi, yazılımlar aracılığıyla ışık, renk, kontrastlık, keskinlik vb. değerlerinin değiştirilebilmesi, farklı fotoğraflarda yer alan nesne ve imgelerin katmanlar halinde kullanılarak birleştirilebilmesi, doku transferi, ekleme, çıkarma, silme, yerini ve boyutunu değiştirme, yan yana (panaromik) birleştirme gibi bilinen işlemlerin yapılması, fotoğraf dışındaki farklı tür ve formattaki dijital görüntü dosyalarında (vektörel, 3D modelleme, autocad vb.) yer alan imgelerin fotoğrafla bir araya getirilerek birleştirilmesi gibi 26 27 AFSAD değişikliklerin reklam tasarım uygulamalarında sıklıkla uygulandığı gözlenmektedir. Eskiden beri reklam fotoğraflarında manipülasyon yapılarak oluşturulan sürrealist anlatımlar doğal karşılanmaktadır. Ancak yine de reklam fotoğraflarının tüketiciyi aldatacak ve yanıltacak bilgiyi taşımamaları gerekmektedir. 2001 yılında Kanada’da NCC isimli resmi bir kuruluşun Ottowa ile ilgili hazırlamış olduğu bir tanıtım broşürünün kapağında “dünyanın en uzun doğal paten pisti” olarak lanse ettiği fotoğrafta, bir kaç fotoğraf birleştirilmiş, ayrıca pistin daha simetrik görünmesi için seçilen bazı bölgeler seçilip ters yüz edilerekgenişletilmiş tir(mediaawareness.ca). GQ dergisinin 2003 yılında yayımlanan bir sayısının kapağında aktris Kate Winslet’in fotoğrafı yer almaktadır. Winslet bu fotoğrafta bacaklarının aşırı derecede inceltildiğini; gerçekte böyle görünmediğini; derginin yapmış olduğu bu değişikliğin kendisinden habersiz yapıldığını ve bundan büyük bir rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir (Hany, 2008: 266271). Dijital fotoğraf teknolojisi kulla- nılarak, reklam fotoğrafında değişikliklere yönelik girişimlere ülkemizde de rastlanmaktadır. Arçelik tarafından anneler günü için hazırlanan, “benim milyonlarca annem var” reklam kampanyasında kullanılan fotoğrafta, anne olarak gösterilen modellerin etek boyları ve elbiselerinin kolları reklam verenin izni ve haberi olmadan, muhafazakar bir yayın anlayışına sahip Milli Gazete tarafından uzatılmıştır. Çıkan tepkiler üzerine gazete reklamı, bir kez daha orijinal haliyle yayımlamıştır (w9. gazetevatan.com). Türkiye’de reklamların manipülasyonu ile ilgili olarak bir başka tartışma ise politik bir reklam afişi üzerine yaşanmıştır. CHP’nin 2007 Temmuz ayında yapılan seçimler için hazırlattığı ve birçok mecrada yayımlanan reklam çalışması halkı yanılttığı eleştirilerine yol açmıştır. Söz konusu reklamda kullanılan fotoğrafta, İstanbul Levent Oto Sanayi sitesinde kepenkleri kapanmış dükkanlar görülmekte ve geri plandaki bilboard’da AKP’nin seçim afişi yer almaktadır. Eleştirilere yol açan, dükkanın kapalı kepenkleri üzerinde bulunan “taşındık” yazısının sonradan bilgisayarda silinmiş olmasıdır(yenisafak.com). Günümüzde reklam fotoğraflarının neredeyse hiçbiri tek bir fotoğraftan oluşmamaktadır. Burger King reklamında farklı zaman ve mekanlarda çekilmiş fotoğraflar bir araya getirilerek nihai kompozisyon oluşturulmuştur. Fethi İzan bu fotoğrafın istenen etkiyi sağlayabilmesi ve reklamda verilmek istenen mesajın vurgulanabilmesi için kırka yakın fotoğrafın birleştirildiğini ifade etmiştir. Reklam prodüksiyonlarında, ürünlerin pazarlanmasında kul- lanılan reklam görsellerinin elde edilmesinde kullanılan bir başka yöntemde, farklı fotoğrafçıların çalışmaları da bir araya getirilmektedir. Özellikle global markaların reklamlarında, üretici ülkede stüdyoda çekilen ürün fotoğrafı, yerel pazara ilişkin yapılan reklamlar için soyut ya da somut mekan ve konsept fotoğraflarıyla birleştirilerek sunulmaktadır. Wolkswagen reklamında ürün fotoğrafı Almanya’da, model fotoğrafı Türkiye’de çekilmiş ve bu fotoğraflar zemin ve arka planda kullanılan stok fotoğraflarla da birleştirilmiştir. Teknolojik gelişmeler görsel iletişimin araçları kadar biçim ve yöntemlerini de ciddi ölçüde dönüştürmektedir. Son yıllarda reklam prodüksiyonlarında sıklıkla kullanılmaya başlayan CGI (Computer Generated Imagery) teknolojisi de bu etkilerin en açık bir biçimde görülebileceği bir teknolojik uygulama ve yeni bir trend olarak göze çarpmaktadır. Dijital fotoğraf teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak, üç boyutlu görüntü elde etmeye olanak sağlayan yazılımların geliştirilmesi sayesinde, BurgerKing-FishBurger Scirocco 28 29 AFSAD f: Fethi İZAN f: Serdar TANYELİ. ©Georg Simon Ohm University. http://cgi.ohmdesign.de/ (Erişim: 12.12.2009) gerçekte var olmayan görsellerin çizilerek oluşturulabilmesi de olanaklı hale gelmiştir. Bu sayede, daha üretim bandından ürün çıkmadan reklam fotoğrafları elde edilebilmektedir. Örnek görselde CGI aracılığıyla gerçekleştirilen reklam prodüksiyonunun dört farklı aşaması görülmektedir. Önceden çekilmiş mekan görüntüsünün üzerine ürünün autocad dosyaları yerleştirilerek çeşitli yazılımlar aracılığıyla modelleme, kaplama, ışık, renk vb. işlemler yapılarak gerçekçi bir fotoğraf görüntüsüne ulaşılabilmektedir. İster dijital, ister CGI yoluyla yaratılmış reklam görüntülerinin gerçekten ayırt edilememesi için ortaya konan tüm teknolojik ve profesyonel çaba göz önüne alındığında, dijital manipülasyonlar nedeniyle insanların reklam görsellerine karşı giderek daha fazla şüpheci olacağını öngörebiliriz. Fakat son kertede görüntünün güvenirliğini belirleyecek olan, görüntüleri üretenlerin takındığı etik tutum olacaktır. Fotoğrafın bir kanıt olarak değeri, bu medyanın teknik niteliğinden kaynaklansa da, bir fotoğrafın inanırlığını sağlayan kullanıldığı bağlamdır. Mesaris’in (1997, 160) belirttiği gibi eğer onu kanıt olarak kullanan kişiye güvenmiyorsak, fotoğraf ne kadar sahici gözükürse gözüksün onun sahnelenmiş ya da yanlış etiketlenmiş olarak reddedebiliriz. Kaynakça -Görel, Hünkar Sibel. (2006) “Başarılı Fotoğraf Başarılı Reklam: Reklam fotoğrafçılarından Görüşler” Fotoğraf Dergisi, Sayı 67 -Messaris, Paul. (1997) Visual Per-suasion: The Role of Images in Advertising, Sage Publication -Topçuoğlu, Nazif. (2003) Fotoğraf Ölmedi Tuhaf Kokuyor, YKY Yayınları, 2. Baskı, İstanbul. -Ürper, Osman. Dijital Teknoloji Çağında Reklam Fotoğrafçılığı, Say Yayınları, 2012 İstanbul -Ürper, Osman. “Reklam Prodüksiyonlarında CGI Kullanımı: Simüle edilmiş görüntülerin Gerçekliği” İkinci Medya Çağında İnternet. Alfa Yayınları, 2010 İstanbul. -www.tdk.org.tr -www.fcyproduction.com Erişim: 15.11.2009 -http://www.mediaawareness. ca/english/resources/educational/teachable_moments/photo_ truth Erişim:12.4.2009 -Farid, Hany. (2008) “Photo Tampering Throughtout History” Scientific American, 298(6): 6671 http://www.cs.dartmouth. edu/faridresearch/digitaltampering/ Erişim:16.5.2009 -http://w9.gazetevatan.com/ haberdetay.asp?detay=Arcelik_ sansure_sert_cikti_Milli_ Gazete_U_donusuyapti_1779 57_1&Newsid=177957 Erişim: 8.2.2009 -http://yenisafak.com.tr/Politik a/?t=20.07.2007&c=2&i=56708 Erişim: 8.2.2009 Dosya Konusu Damak Zevki… Kasım - Aralık Doç.Emre İKİZLER Marmara Üniversitesi GSF Fotoğraf Bölümü Fotoğraf bir teknolojinin adıdır. Bu teknolojiyi haber üretmek için kullandığımızda haber fotoğrafı, doğayı görüntülemek için kullandığımızda doğa fotoğrafı, bir ürün ya da hizmeti tanıtmak için kullandığımızda tanıtım fotoğrafı, sanat üretmek için kullandığımızda sanat fotoğrafı, bilimsel araştırmaları görüntülemek için kullandığımızda da bilimsel fotoğraf dediğimiz ürünler ortaya çıkar. Yani, amacımız ne türde fotoğraf üretmekse, o amaca uygun ekipman, teknik ve yaklaşımları kullanırız. Dolayısıyla tüm fotografik yaklaşımlar için tek bir genelleme yapıp, hepsini aynı kefeye koymak doğru değildir. Tüm fotografik yaklaşımlar için “fotoğraf şöyledir, fotoğraf böyle olmalıdır” gibi söylemler her zaman gereksiz, bu şekilde konuşanlar da “dar görüşlü” ya da “cahil”dir. Fotoğrafın bu geniş kullanım alanları içinde herkes kendine uygun bir ya da birkaç kulvar seçer ve bu yönde kendini geliştirir, ürünler verir. Ama ilginçtir ki, özellikle dernek ortamlarında eli yüzü düzgün fotoğraflar üretmeye başlayan hemen herkes kısa bir süre içinde başımıza “usta fotoğrafçı” kesilir ve sınırlı bilgisiyle ahkâm kesmeye başlar: “O öyle olmaz, doğrusu budur” şeklinde… Herkesin bilgisini diğerleriyle paylaşması çok güzel bir şey olsa da, bunu söyleyiş şekli, kullanım ortamı ve üretilen fotoğrafın alanı çok önemlidir. Örneğin belgesel tarzda fotoğraf üre30 31 AFSAD ten bir kişinin, deneysel sanat fotoğrafı peşindeki bir gence söyleyebileceği fazla bir şey yoktur, olmamalıdır. Fotoğrafın dijitalleşmesi sürecinde önemli değişimler yaşandı. Kullanılan ekipman, baskı teknikleri ve beğeniler tümüyle değişti. Fotoğraf çekmek çok kolaylaştı ve bunun sonucunda da çok yaygınlaştı. Fotoğrafın kullanım ve paylaşım alanları da çok genişledi. Artık insanlar tek bir tür fotoğrafın peşinde koşmuyorlar. Literatürümüze “Facebook pozu” ya da “Instagram fotoğrafı” gibi kavramlar da girdi. Cep telefonuyla fotoğraf çeken pek çok kişi kendini “mobil fotoğrafçı” olarak adlandırıyor. Fotoğrafçı olmadıklarını itiraf eden sanatçılar, eserlerinde fotoğrafı kullanabiliyorlar. Gazete ve dergiler, hiçbir fotoğraf eğitimi almamış elemanlarını habere gönderebiliyorlar… Bütün bu değişimlere paralel olarak “görüntü işleme” programları gelişti ve fotoğraf yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına girdi. Bu süreçte “fotoğrafa müdahale edilmeli mi, edilmemeli mi? Edilirse ne kadar edilmeli? Her müdahale manipülasyon mudur?” gibi sorularla çok sık karşılaştım ve karşılaşmaya da devam ediyorum. Keşke bu tür soruların yanıtları “Evet” ya da “Hayır” gibi kısa ve kolay anlaşılabilir olabilseydi. Açıklama gerektiren yanıtlar ne yazık ki kısa olamazlar, ama kolay anlaşılabilir olmalarını sağlamanın bir yolu her zaman bulunur… Sonuçta, tam bir yeme-içme ülkesinde olduğumuzu düşünerek fotoğrafı “yemeğe” benzetmenin herkesin anlayabileceği bir yaklaşım olduğuna karar verdim… Fotoğraf üretimini “yemek yapma”ya benzetiyorum, çünkü yemek yapmak için de pek çok araç gereç kullanılıyor: Fotoğraf makinesi yerine tencere, objektif yerine tencere kapağı, ışık yerine ateş, kağıt yerine tabak kullanılıyor. Bu tencerenin içine ne atarsanız, onu pişiriyorsunuz. Kimi yemek için düdüklü tencere, kimisi için kazan gibi derin tencere, kimisi için de pilav tenceresi gibi yüksekliği az tencere gerekir. Bazı yemekler için tencere değil tava gerekir. Kimi yemekler kızgın ateşte birkaç dakikada pişerken, öyle yemekler var ki kısık ateşte saatlerce pişmesi gerekir. Bazı yemekler çiğ yenirken, bazıları birkaç değişik işlemden geçtikten sonra yenebilir hale gelir. Bazı aşçılar çok pişmiş yemeğin daha iyi olduğunu öne sürerken bazı aşçılar da az pişmişin makbul olduğuna inanır. İşe böyle baktığınız zaman çok fazla değişkenin olduğunu ve doğru söz söylemenin ne kadar zor olduğunu daha iyi görürsünüz. Bir aşçı bütün bu malzemelerle uğraşıp da işine bütün bilgi birikimini ve emeğini katarken kaç kişinin aklına “Hangi marka tencere kapağı kullanıyorsunuz” gibi bir soru ge- Her fotoğrafın görsel bir lezzeti vardır ve bunu yemekler için kullandığımız “damak tadı”na benzetebiliriz. Bir ana yemeğin az pişmiş olması, ya da az tuzlu olması, ya da yağsız olması onu nasıl “tatsız”, “kötü pişmiş” ya da “perhiz tabağı” sınıfına sokuyorsa, çekildikten sonra hiç işlem görmeyen fotoğraflar da benzer şekilde “olmamış” ya da “bitmemiş” fotoğraflardır. lebilir? Yemekle uğraşanların aklına gelmiyor, ama niyeyse fotoğrafla uğraşanların aklına geliyor! Kimi aşçı uzun sürede pişen yemekleri sever ve mutfağında fazla zaman geçirirken, kiminin de eli hızlıdır ve 5 dakikada pişen yemekler yapıp mutfakta fazla zaman harcamak istemez. Kimi yemekler hızlı üretilir ve hızlı tüketilir; genel olarak “fast food” olarak bilinirler. Mobil fotoğrafçılık olarak adlandırılan, akıllı telefonlarda üretilip yine akıllı telefonlarda tüketilen fotoğrafçılık türünü bu gruba sokabiliriz. Aperatif yani iştah açıcı olarak doğa fotoğrafçılığının uygun olduğunu düşünüyorum: Ortaya çıkan işlerin iştah açıcı olmasından hareketle… Ana yemek olarak haber ve belgesel fotoğrafçılığı uygun seçim olacaktır. Ne de olsa en çok üretim yapılan alan, ayrıca malzemesi de et! Salata ve turşu gibi her türlü yemekle birlikte tüketildiği gibi tek başına da yenebilen yemekler ise kanımca tanıtım fotoğrafçılığına karşılık gelir: Neredeyse her yemekle birlikte karşımıza çıktıkları için… Sanatsal nitelikli fotoğraflar elbette tatlı sınıfını oluşturacaktır. Hem deneysel hem de kavramsal lezzetlere ulaşılabildiği için (hanım göbeği, dilber dudağı gibi örneklerden hareketle…). Burada yer veremediğim diğer fotoğraf alanlarını da kendi hayal gücünüzle uygun bir yemek sınıfıyla denkleştirebileceğinizi düşünüyorum. Manipülasyon ya da fotoğrafa müdahale dediğimiz şey bu yemeklerin tadı, tuzu, biberidir… Eğer çektiğiniz fotoğrafa hiçbir şekilde müdahale etmezseniz, bu yemeği sade sevdiğiniz anlamına gelir. Ama biraz tuz, karabiber, kırmızıbiber, nane, kimyon, kimi zaman sirke, zeytinyağı, limon, tatlılar için de şeker, tarçın gibi eklentiler yapılmadan ortaya lezzetli yemekler çıkabilir mi? Yanıt basit: HAYIR! Yapıtlarını hayranlıkla izlediğimiz Henri Cartier-Bresson, Sebastiao Salgado gibi isimlerin fotoğraflarının çekildiği gibi basıldıklarını mı sanıyorsunuz? Bu ve benzeri isimlerin fotoğrafları, karanlık odada yeniden yorumlayarak baskıları yapan karanlık odacıları sayesinde en mükemmel değerlerine ulaşmışlardır. Eugene Smith, Edward Weston gibi ustalar ise kendi baskılarını kendileri yorumlayarak basıyorlardı. Ami Vitale, Marcus Bleasdale gibi günümüzün önemli belgesel fotoğrafçıları ise arkalarındaki ekibin, dozunda Photoshop müdahaleleri ile var olabiliyorlar. Burada yer verdiğim isimler yalnızca belgesel nitelikte çalışan fotoğrafçılardan bir kaçı. Bunlara tanıtım, sanat ya da diğer alanlarda ürün veren ve Photoshop’u “başkalaştırmak amacıyla” yoğun biçimde kullanan isimleri katmıyorum bile… Her fotoğrafın görsel bir lezzeti vardır ve bunu yemekler için kullandığımız “damak tadı”na benzetebiliriz. Bir ana yemeğin az pişmiş olması, ya da az tuzlu olması, ya da yağsız olması onu nasıl “tatsız”, “kötü pişmiş” ya da “perhiz tabağı” sınıfına sokuyorsa, çekildikten sonra hiç işlem görmeyen fotoğraflar da benzer şekilde “olmamış” ya da “bitmemiş” fotoğraflardır. Elbette çok fazla müdahaleye uğrayarak “çok tuzlu”, “yanmış”, “çok ekşi” yemekler de vardır. Amatör arkadaşlarımızın son yıllarda fotoğraf paylaşım sitelerindeki HDR uygulanmış fotoğraflarını bu tür yemeklere benzetebiliriz. Önceki paragrafta dile getirdiğim tuz, karabiber, kırmızıbiber, nane gibi eklentilerin her birini fotoğraftaki kontrast, renk, parlaklık, keskinlik, köşe kararması gibi kavramlarla özdeşleştirebiliriz. Bu tür son dokunuşları yapmadan fotoğraf “bitmiş olmaz”. Bir şeyleri eksik kalır. Bu eksiklerle yaşamak isteyenler için söyleyecek sözüm yok, ama toplumun büyük bölümünün kabul ettiği ortak bir damak zevkimiz var. Çektiğiniz fotoğrafta eğer bazı eksiklikler olduğunu düşünürseniz ve bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için fotoğrafınıza müdahale etme gereği duyarsanız, bütün yapmanız gereken kendi damak zevkinize güvenmektir. Portfolyo Doğaçlama Indepensense-2009 Kasım - Aralık Giuseppe Mastromatteo Çeviren: Arzu ÖZGEN Giuseppe Mastromatteo’nun portreleri Şiirsel Sürrealism’i yeniden hayata geçirmektedir. Bunlar, dijital teknolojiyi büyük bir ustalıkla kullanarak, insan fotoğraflarında olması olanaksız ve düşsel görüntüleri sergileyen kolajlardır. Elleri delip geçen yırtık yüzler, gözler ve kulaklar hayali gerçekliğin odak noktasını oluşturmaktadır. Bu fotoğraflar Magritte ve Man Ray gör32 33 AFSAD sellerinden ilham alırlar ve stilistik bir yaklaşımla görsel sentez oluştururlar. Her biri, reklam ve araştırma dünyasında var olan görsel bir dille günümüz fotoğrafçılığının en modern örneklerini temsil etmektedirler. Arka fon beyaz ve ışık homojendir; hiçbir şey bu büyüleyici ve sessiz absürd tiyatrodaki karakterlerin yüzlerindeki detaylı ifadeyi bozmaz. Piercing yapılmış, kesilmiş biçilmiş vücutlar herhangi bir şiddet görüntüsü içermemektedir, hatta bundan tamamen uzak, fotoğrafçının kamerası önünde sessiz ve asil bir görüntü sergilemektedirler. Yüzlerde hiç bir ifade ve gerilim yoktur, bunun yerine bizi üçüncü milenyumun belirsizliğini yansıtan bir zamansızlık ifadesi ile başbaşa bırakırlar. İzleyenler bir yandan modellerdeki yoğunluk ile büyülenirken, bir yandan da ciddi bir rahatsızlık hissine kapılmaktadırlar. Mastromatteo içsel güzellik duygusunu altüst etmektedir. Fotoğrafları için seçtiği modeller görüntülerinde klasik bir uyum ve denge yaratarak büyülenme ve tiksinme duyguları arasındaki karmaşayı sergilemektedirler. Fotoğraflar, izleyenlere kendini keşfetme olanağı olan bir tahta çıkıp, bunu yapma olanağından mahrum olma duygusunu yaşatmaktadırlar. Evren, estetik düşünceye aracılık ederken bunu fotoğraf ile anlatmaktadır, yani fotoğrafçılık yok edilemeyecek olan gerçeklerle bağlantı sağlamaya devam etmektedir. Portre fotoğrafçılığında yüzlerdeki özelliklerin kullanımı günümüzün estetik detaylarını daha güzelleştirmek içindir, gerçek ve kurgunun modası geçmiş bulunmaktadır çünkü artık en çok hafızaya odaklanılmaktadır. Sonuç olarak, bu projedeki duyguları bir araya getirmek için “fotoğraf” tek başına yeterli değildir, fotoğraftan biraz daha fazlasına ihtiyaç duyulmaktadır, hedefe ulaşmak için fotoğrafın kendisini metafora dönüştürmesi ve diğer kanallar aracılığı ile iletişim kurması gerekmektedir. 34 35 AFSAD Devranda Deveran Portfolyo Doğaçlama Kasım - Aralık İlke VERAL COŞKUNER Deniz Evi Yaklaşık 20 senelik fotoğraf dolu yaşantımda en önemsediğim detay, öyküsüyle, estetiğiyle tüm hatların benim kontrolümde olmasıdır. Bunu en iyi gerçekleştirebildiğim teknik ise dijital manipülasyon yoluyla kurduğum fotoğraf yapma şeklindeki dilim oldu. Son hazırladığım seri “ Devranda Deveran” zaman ve dünya anlamına gelen devranda bir gezinti halidir. Bu nedenle ben de eski zamanların stüdyo fotoğraflarının izini sürdüm uzunca bir süre. Kimini İpek Cabadak’ın koleksiyonundan istedim, kimini de sahaflardan satın aldım. Ardından onlar bana bazı görsel öyküler çağrıştırdı. Bu noktadan sonra bazılarını kendi çektiğim görsellerin içine taşıyarak o öyküleri kur- maya devam ettim. Modern zamanın içinde bambaşka bir anlam ve biçimde ifade bulmaya başladılar. Estetiğini hikayesinden kopartmadan, tam da istediğim hale getirene dek işlemeye çalıştım. Ortaya çıkan değişim duygusu beni etkiledi ve önümüzdeki günlerde izleyici ile paylaşmaya başlayacağım. Bahçe Gelin 36 37 AFSAD Oltada Devran Portfolyo Doğaçlama İn Kasım - Aralık Murathan ÖZBEK İzleyicileri, gözlemlenen dünyadan bilinçaltının karanlık tünellerine taşıyan ‘İn’ portrelerinde, Murathan Özbek’in yakın çevresindeki kişiler yer alıyor. Görünen ve görünmeyeni ayırt etmek için çekilmiş iki ayrı karenin 38 39 AFSAD birleştirilmesiyle ortaya çıkan anlatımda, bireylerin engel ve kaygıları beliriyor. Bilinçaltının bilince hükmetmesi, resmedildikleri yaşam alanlarında, insanların ne kadar çaresiz olduklarını gözler önüne seriyor. 40 41 AFSAD Usta İşi Doğaçlama Oscar Gustave Rejlander Kasım - Aralık Sibel ACAR Hayatın İki Yolu, Albümin baskı 79x41cm Camera obscuranın içinde oluşan görüntüleri kaydedebilmek amacıyla yaptığı denemeler sırasında Niepce, objektifi yapay bir retinaya benzetmektedir (1816). Gerçekten de ilk icat edildiği on yılı kapsayan kısa bir dönem içerisinde fotoğraflar, mekanik bir gözün gördüğü dolayısıyla insan zihninin yaratıcılığına, zanaatının marifetine maruz kalmamış, saf, gerçeği olduğu gibi yansıtan imgeler olarak algılanırlar. Ancak bu durum çok da uzun sürmez. 1850’lerden itibaren fotoğrafın nesnel ve görsel gerçeklikle olan ilişkisini sorgulamaya neden olacak çalışmalar birbiri ardına ortaya çıkar. Bu çalışmalar, fotoğrafın sadece belgeleme işlevine sahip, sanayi ve ticaretin hizmetinde bir teknik araç olarak görülmesine tepki olarak, fotoğrafın sanat alanında yer alması için gösterilen gayretler sonucunda ortaya çık42 43 AFSAD mıştır. Bu konuda da seslerini en çok yükseltenler, çoğunlukla sanat eğitimi almış, ressamlık geçmişi olan fotoğrafçılar olmuştur. İsveçli ressam fotoğrafçı Gustave Oscar Rejlander (1813-1875), bu erken dönemde fotoğrafın sanatsal potansiyelini araştıran fotoğrafçılar arasında yer alır. En cüretkar çıkışını “Hayatın İki Yolu” isimli eseriyle yapmıştır. 1830’lu yıllarda Roma’da sanat eğitimi alan Rejlander, 1941 yılında İngiltere’ye taşınır. İlk yıllarda fotoğrafla çok ilgili değildir, 1851 yılında Londra Hyde Park’da gerçekleşen Büyük Sergi’de izlemiş olduğu dagueretipler ve kalotipler de onu etkilememiştir. O yaz, Roma’ya tekrar gittiğinde kendisinin daha sonra dile getirdiği gibi fotoğrafın, çocuk portreleri ya da arka plan da resmedeceği manzaralar için yar- dımcı bir araç olabileceğini düşünür. Fakat, fotoğraf üretmeye başladıktan kısa bir süre sonra, fotoğrafın sanatsal potansiyelini keşfedecektir. 1853 yılında, ıslak kolodyon tekniğini öğrenir. Çalışmalarıyla 1855 yılında Londra Fotoğraf Derneği’nin sergisine katılır. Bu tarihten, hayata veda ettiği 1875 senesine kadar portreler, manzaralar ve birden fazla negatif kullanarak kurguladığı fotoğraflar üretir, çalışmaları yerel ve uluslararası sergilerde sergilenir (Spencer 1989, 20). Rejlander, portre çekimlerinde kamera önünde takınılan yapmacık, kendinden memnun ifadeden nefret eder. Fakat, anlar içinde belirip kaybolan ifadeleri, mimikleri ve jestleri, bugünün teknik imkanlarıyla yakalamak büyük bir marifet sayılmasa da, henüz elektronik flaşın olmadığı ve Çamaşır günü, Albümin baskı kimyasallarının uzun poz süreleri gerektirdikleri bir dönemde doğallıkla kaydetmek mümkün değildir. O da çareyi rol yaptırmakta bulur. Modellerini, bir tiyatro yönetmeni gibi değişik ifadeler takınmaları konusunda yönlendirerek ve bu ifadeleri on ila yirmi saniye arasında değişen poz süreleri boyunca sabit tutmaları konusunda ikna ederek portreler çeker. İfadeleri doğallıkla kaydetme konusunda ısrarcıdır, modellerine istediği pozu verdirebilmek için hayaller ve çağrışımlar yoluyla gerçek duygulanımların neden olduğu mimikler, jestler yaratmaya çalışır. Stüdyosunda bir tiyatro sahnesi gibi kurguladığı dekorlar ile oldukça teatral, özellikle ev içi sahneleri çeker. Tek bir modeli yönlendirmek oldukça zor iken “Çamaşır Günü” isimli çalışmasında olduğu gibi bir grup insanı, günlük bir ya- şantının içindeymişcesine doğal halleriyle fotoğraflamak çok zordur. Bu prova gerektiren zahmetli sahnelerde ailesi ve arkadaşları modellik eder. Ev içi sahnelerinin yanı sıra çektiği çocuk portreleri de o zaman için görülmemiş nitelikte işlerdir. Fotoğrafları kısa zamanda dikkat çekmeye başlar. 1856 yılında, çocuk portreleri yerel basında “Rafael’inkiler kadar güzel” yorumuyla yer alır (Jones, 14). Rejlander, fotoğrafın sanatsal potansiyelini resim gibi eserler üreterek yoklamakta, kompozisyon ve konu seçimlerinde resim sanatına öykünmektedir. Doğrusu, bu oldukça anlaşılır bir durumdur. İçerik ve şekil olarak neyin sanat olduğu neyin olamayacağı konusunda toplumun katı fikirlerinin ve standartlarının olduğu bir dönemde sadece Rej- lander’in değil, fotoğrafı sanat kulvarına taşımak isteyen diğer sanatçıların da, fotoğrafı resimle yarıştırmaktan başka seçenekleri yok gibidir. Rejlander ile birlikte “high art photography” akımının içinde yer alan William Lake Price, Julia Margeret Cameron, Henry Peach Robinson gibi fotoğrafçılar da konu ve kompozisyon tercihlerinde klasik resim ve edebiyattan esinlenmişlerdir. Rejlander, alegorik ve metaforik anlatımlara yönelir. 1856 tarihli “Bebek fotoğraf ressama ilave bir fırça verir” çalışması Onun metaforik anlatımlı çalışmalarına güzel bir örnektir. Fotoğrafın kurgusu, hem kendi kariyerine hem de Paul Delaroche atfedilen “Bugünden itibaren resim sanatı ölmüştür” aforizmasıyla başlayıp süre gitmekte olan fotoğraf ve resim tartışmalarına atıfta bulunmaktadır. Bebek fotoğraf ressama ilave bir fırça verir, Albümin baskı Rejlander, üzerinde en çok konuşulan eserini 1857 yılında verir. O yıllarda fotoğrafta dengeli bir ton dağılımı elde etmek amacıyla konunun iki ayrı negatife, farklı poz süreleriyle kaydedildikten sonra baskı aşamasında bir arada kullanılması bilindik bir uygulamadır. Rejlander’in de bir şekilde bu tekniğe aşina olmuş olması muhtemel olmakla birlikte, sanatsal amaçla çok fazla sayıda negatifi bir arada kullanarak, kurgusal bir sahnenin büyük boyutta baskısını gerçekleştiren ilk fotoğrafçıdır(Fineman, 75). Manchester Sanat Hazineleri Sergisi’ne fotoğrafçıların, en iyi eserleriyle katılmaları üzere davet edilmeleri Rejlander’i harekete geçirir. Hayal gücü Rafael’in “Atina Okulu” eserinin kompozisyonundan esinlenen alegorik 44 45 AFSAD bir sahneyi tetikler. Hazırlıklarını yapar, fotoğrafın tamamlanması altı haftasını alır. Otuzdan fazla ıslak kolodyon negatif kullanır. Tekniği oldukça resimseldir, figürleri peyderpey boyamaya benzer bir mantıkla hareket eder. Antik bir dekor ve kostümler içerisinde ayrı ayrı fotoğrafladığı modelleri ve arka planı, baskı aşamasında foto montaj ile bir araya getirir. Fotoğraf, genç bir adamın aile ve onurlu bir yaşantı ya da zamparalık ve sefalet olarak seçebileceği iki ayrı yolu sembolik figürler aracılığıyla anlatmaktadır. Kendisi de yol gösteren bilge rolünde fotoğrafta yer alır. Fotoğraf tek baskı kağıdı için oldukça büyüktür, dolayısıyla aynı üreticiden temin ederek tamamen eşzamanlı ve aynı şekilde hazırladığı iki baskı kağıdını yan yana kullanarak baskı yapar (Jones, 19). Gerek konu seçimi ve içerdiği sembolizm gerekse kompozisyon ve baskı boyutu göstermektedir ki resim ile yarışmak, fotoğrafın resim ile benzer işlev üstlenebildiğini iddia etmek üzere tasarlanmış bir çalışmadır. Eser, Manchester Sanat Hazineleri Sergisi’nde sergilenir. Toplumun ahlak anlayışı, klasik resimde ve heykelde çıplaklığı mesele etmiyor olsa da fotoğrafın içerdiği çıplaklık tartışma yaratır. Resim sanatının baş yapıtlarıyla boy ölçüşmeye çalışması büyük cüretkarlık olarak eleştirilir. Ancak bütün bunlar çalışmanın bir kopyasının Kraliçe tarafından Prens Albert’in koleksiyonuna dahil edilmek üzere satın alınmasını engellemez. Yine de kendisi bu çalışmasını büyük bir başarı ola- ...fotoğrafı mekanik yeniden üretim aracı olarak gören anlayışa karşı, eğer fotoğrafçılar sanatın büyük ustalarının eserlerinden dersler alabilirlerse, fotoğrafın da sanat olabileceğini iddia eder. fotoğraf üretir (Jones, 37). Bu çalışması 19.yüzyılın bilim sanat etkileşimine bir örnektir. Rejlander, fotoğrafı mekanik yeniden üretim aracı olarak gören anlayışa karşı, eğer fotoğrafçılar sanatın büyük ustalarının eserlerinden dersler alabilirlerse, başka bir deyişle fotoğrafçı sanatçı ise fotoğrafın da sanat olabileceğini iddia eder. Fotoğrafın kendi başına; resim, heykel gibi sanatçının düşüncelerini aktarabileceği, bir görsel sanat ortamı olduğunu çok erken idrak etmiş ve bunu ispatlamak için uğraşmıştır. Bu kavrayışı sayesinde kalıpların dışına çıkabilmiş; çoklu pozlama, fotomontaj gibi yaratıcı teknikleri kullanarak denemeler yapma özgürlüğünü kendine tanımıştır. Bu nedenledir ki çalışmaları 1920’ler de ortaya çıkacak sürrealistlerin işlerini de öncelemiş, öncülüğünü yaptığı foto montaj tekniği 20.yüzyılın avangart akımlarından başlamak üzere bugüne değin pek çok sanatçı tarafından sıklıkla başvurulan bir teknik olmuştur. Bugün Yağmur Yağmayacak, Albümin baskı rak değerlendirmez. Daha sonraları foto-montaj yapmaya devam etse de bu kadar büyük ölçekli başka bir çalışma üretmez. İlerleyen yıllarda ifadelere yoğunlaştığı portre çalışmalarına devam eder. Sokak çocuklarını stüdyo ortamında fotoğraflar (Spencer 1985, 18). Tıpkı ev içi sahnelerinde olduğu gibi bu fotoğraflar da stüdyoda yerleşiminden kostümüne, ışığından ifadesine kadar titizlikte kurgulanmış ve her bir değişkeni kontrol edilerek üretilmiş olmalarına rağmen sokaktan geçerken göze takılıvermiş bir an hissini yaratacak doğallıktadırlar. Duygusal ifadeleri, mimiklere ve jestlere yansıyan ruh hallerini fotoğraflamaktaki başarısından dolayı olsa gerek, 1871 yılında Charles Darwin’den bir iş alır. Darwin, İnsan ve Hayvan Duygularının İfadesi (1872) isimli kitabında kullanmak için Rejlander’den öfke, kızgınlık, zevk, şaşkınlık, iğrenme, çaresizlik ve benzeri duyguları yansıtan ifadeleri fotoğraflamasını ister. İleri derece de hastalığına rağmen heyecanla beş poz için kendisinin de kamera karşına geçtiği bir seri Kaynakça: Fineman, Mia. Faking It. Manipulated Photography Before Photoshop. The Metropolitan Museum of Art, 2013 Jones, Edgar Yoxall. Father of Art Photography O.G. Rejlander 18131875. New York Graphic Society Ltd.,1973 Spencer, Stephanie. “O. G. Rejlander’s Photographs of Street Urchins” Oxford Art Journal 7:2, 1984 Spencer, Stephanie. ”O.G.Rejlander: Art Studies” Weaver, Mike. British Photography in the Nineteenth Century: the Fine Art Tradition, Cambridge University Press, 1989 f/64 Doğaçlama Müdahale İyi de Nereye Kadar Kasım - Aralık Özcan YURDALAN Fotoğrafçı, Yazar [email protected] “Belgesel fotoğrafta konuya müdahale caiz midir?” sorusuna verilecek cevap belli: “Siz nasıl biliyorsanız öyledir” Öyle midir değil midir? diye kafa yormaya ne hacet. Üç buçuk kompozisyon kuralı, renk bilgisi, ışık oyunuyla fotoğraf sanatı yapma heyecanını yıllardır diri tutmayı başaran popüler fotoğraf anlayışının, bir süredir kendi kabuğunu kırma sancıları yaşadığı ortada. Hal böyle olunca, “Kendi hayat suyunu tez zamanda bulasın!” diye dilek tutmaktan başka bir şey gelmez elimizden. Yine de öyle yapmıyoruz malum, oturup beklemiyoruz... ... taşı gediğine koyma hevesiyle ettiğim bu lafları toparlayıp derginin dosya konusuna gelecek olursak, “asıl mesele temel kavramlarda anlaşabilmektir” gibi bir pelesengi yinelemek bahasına şunları söyleyerek devam etmek isterim: Görüntü üretebilen aletlerle, yani ister fotogramın indirgeyici sadeliğiyle, ister pinhole’un doğrudan göstermeciliğiyle, ister ileri SLR’lerin mükemmel yansıtmacılığıyla yapılsın, isterse son model telefonların fotoğrafın doğasına mükemmel uyumu ile çekilmiş görüntüler olsun fark etmez, hepsi kabulümüzdür. Yani görüntü üretebilen herhangi bir alet vasıtasıyla dış dünyanın yeniden üretimi olarak ortaya çıkmış her fotoğraf, doğası gereği olduğu kadar, bugünkü anlam dünyamızda bulduğu karşılık itibariyle de “belge” niteliği taşır. Eyvallah. Hatta fotoğrafçının müdahale ettiği, düzenlediği sahnelerin fotoğrafı da belge vasfına sahiptir, yeter ki şerhi düşülmüş, “bu fotoğrafa şu aşamadayken, şöyle şöyle müdahale edildi” denmiş olsun. O da tamam. Lakin burada bir hadise var, can ile canan arasında olduğu kadar fotoğrafçı ile fotoğraf arasında bir hadise bu: Kendini “belgesel” (bu “sel” tam olarak neye tekabül ediyor dersiniz?) olarak ortaya koyan görüntüler, elbet bir tez taşıyarak, bir ön kabulü peşinden sürükleyerek ve mutlaka fotoğrafçısını da bağlayan 46 47 AFSAD güvenceler vererek ortaya çıkıyor. En genel anlamda bu tez şöyle bir şey: “Belgesel fotoğraf bir hakikate işaret etme potansiyelini en baştan taşır.” Yani belgesel fotoğraf ile onun konu aldığı hakikat arasında hem işlevsel, hem de kavramsal boyutta bir rabıta bulunur. Bu rabıtaya hayat veren, sahici kılan ise can ile canan arasındaki hadisenin ta kendisidir. Nedir bu hadise diye sorulacak olursa cevabı, “doğruluk, güvenilirlik ve sorumluluktur” bana kalırsa. Alt tarafı ortaya teknik bir kayıt çıkarıyoruz, kompozisyonu, ışığı, rengi yerli yerindeyse hele bir de popüler fotoğraf kültürü içinde “güzel” sıfatına layıksa, nereden çıktı bu “doğruluk, güvenilirlik, sorumluluk” gibi mevzular? Fotoğrafla ne alakası var böyle şeylerin? Fotoğraf deyince aklımıza sanat geliyor, sanat deyince de “bir şeyi güzel gösterme maharetini” anlıyoruz ya da “ilginç suretler yansıtma marifeti” diye biliyoruz... Kuşkusuz fotoğrafın böyle bir kullanım alanı da var. Popüler fotoğraf, dünyada da, memlekette de belirli kriterler üstünden yarattığı bir evrende yaşıyor. Kendine yeterli ve kendini besleyerek üretebilen bir yaşam alanına sahip. Öte yandan fotoğrafın haber, bilgi ve tanıklık taşıyan bir medyum olmak gibi doğasından gelen bir haslet mevcut. Bu sayının konusuna, bu yazının da sebebine işte tam buradan bakarak konuşulmalı bence: Acaba bir görüntünün belge vasfını kazanabilmesi için fotoğraf haline getirilmiş olması yeterli mi? Yoksa başka vasıflar arayıp farklı kriterleri mi devreye sokmalıyız? Teknik görüntüyü tüketim toplumunun vazgeçilmez bir parçası olarak düşündüğümüz zaman, fotoğrafçılık meşgalesini sadece hoşça vakit geçirip, güzel görünümleri tükettiğimiz bir alan olarak düşünmemek gerek. Çünkü fotoğrafın her türü, ideolojinin hem üretildiği, hem dağıtıldığı canlı bir âlem. Ayrıca her fotoğraf günlük politikanın etkili bir aparatı olmaya son derece müsait. İşte belgesel fotoğrafa ilişkin kriterler buradan itibaren anlam kazanmaya başlıyor. Çünkü belgesel fotoğraf, hakikat ile kurduğu ilişkiyi ikna edici karakteriyle birlikte ortaya koyuyor. Bu nedenle fotoğrafın belgesel alanını kendi başına bir anlamlar dünyası olarak düşünmek ve dağıtım mecrasıyla bağımlı bir iletişim aracı olarak ele almak gerekiyor. O zaman işte kendine özgü kriterleri, değer yargıları ortaya çıkıyor. Eğer ki bir fotoğraf haber, bilgi, tanıklık iletmek için dolaşıma sokulmuşsa, fotoğrafçısının şerhlerini de arıyoruz ister istemez. Eğer ki fotoğrafçı nesnel bilgiler içeren altyazı dışında bir açıklama yapmamışsa şunu anlıyoruz: “Karşımda olup bitenlere, oradaki varlığımın yaptığı etki dışında, benim doğrudan bir müdahalem olmadı.” Elbet fotoğraf çeken herkesin, her istediğini istediği gibi yapma hakkı vardır, tersini düşünmek abes, lakin fotoğrafçı belgesel, ya da haber çalışıyorsa doğruluk, güvenilirlik ve sorumluluk kriterlerinin yanında bir de fotoğraflanan konunun otantik olup olmadığı sorgulanıyor bu âlemde. Fotoğrafçının otantik olanı değiştirme hakkı vardır, ancak bu hak izleyicinin de fotoğrafçının yaptığı müdahalenin boyutlarını bilme hakkını beraberinde getirir. Fotoğrafla birlikte müdahalenin bilgisi de dolaşıma girmemişse eğer işte o vakit fotoğrafın doğruluğu ve fotoğrafçının güvenilirliği sorgulanır hale gelir... diye düşünüyorum. Ve Sinema... Bilinçaltımız Devrede… 25. Kare Nerede? Kasım - Aralık Eda ÇALIŞKAN [email protected] Bilinçaltımız ya da başka bir deyişle altıncı duyumuz, maalesef sürekli çalışıyor ve her şeyi depoluyor. Gördüklerimiz ve hatta bazen görmediklerimiz… Nedir bu görmediklerimiz veya gördük zannettiklerimiz? Gördüklerimiz mi, yoksa seçim şansımız olmadan görmek durumunda kaldıklarımız mıdır onlar? Efendim, lafı çok gevelemeden konuya girmek gerekirse; görüntülere yerleştirilen “25. Kare” bir şehir efsanesi mi, yoksa gerçekten bizi etkisi altına almak isteyenlerin oyunları mı? Bu sayıda konumuz bu! 25. kare söylemi temel olarak; gerek bazı inanışları etkin kılmak, gerek reklam amaçlı, gerekse kötü niyetlerle, hareketli görüntüler arasına subluminal mesajların yerleştirildiği ve bilinçaltının bu yolla bazı fikir, düşünce ve inanışlara yönlendirilmesi çalışmasıdır. Peki, bu görüntüler madem gözümüzün önünden geçiyor ve biz bu kareleri neden gözlemleyemiyoruz? İşte bu noktada, insan gözünün doğası yani, saniyede yalnızca 24 kareyi görerek algılaması, 25. Kareyi görmesi ancak görme duyusu ile algılayamaması olgusu karşımıza çıkıyor. Aslında, insan gözü gördüğü 24 kareyi de ayrı ayrı algılayamıyor zaten, ancak bunların arasında bir bütünsellik kurarak, devamlılığını sağlayarak bir sonraki hareketi içeren 24 kareye geçiyor. Subluminal reklam ve 48 49 AFSAD mesaj vermek isteyen kişiler, 24 kareye hareketin yavaşca değiştiği görüntüyü yerleştirip 25. kareye tümüyle farklı tek bir görsel yerleştirdiklerinde, işte bu son karenin ayrı algılanması beyin tarafından gerçekleştirilemiyor. Çünkü bilinçli görme aşamasında beyin saniyede yalnızca 24 kare algılayabilme yetisine sahip. Bu da, sinema da 24 kareden sonrasının yani 25. karenin direkt olarak bilinçaltına gönderildiğinin işaretidir o halde. Televizyon teknolojisinde de durum benzerdir, ancak küçük bir teknik farkla: Televizyonda saniyede geçen görüntü 24 değil 25’dir. Hatta 3 boyut teknolojisinde saniyede 30 karelere kadar ulaşılır. Yani istenmeyen görüntüleri 25. kareye yerleştirmek şart değildir. 25-30 kare içerisinde herhangi birine yerleşecek bir kare aynı etkiyi yapabilmektedir. Söylenen o ki; göz bu görüntüleri göremese de saniyenin 3 binde biri gibi bir zaman aralığında, bu görüntü bilin- çaltına ulaşabiliyor ve mesajlar halinde, o reklamı, diziyi, filmi hazırlayan kişinin vermeyi amaçladığı mesaj, 25. karelerle bilinçaltına gönderilmiş oluyor. Görme duyusu ile algılayamadığı zaman da maalesef, devreye altıncı duyumuz denen bilinçaltı giriyor. Bilincimiz kendine ulaşan her tür malzemeyi kendi kazanımları ve değer yargıları Amerika’da yapılan detaylı araştırma ve çalışmalar bu düşünceyi destekler sonuçlara ulaşmıştır. Takıstoskop denilen bir cihaz sayesinde, reklamların bilinçaltını nasıl etkilediği konusunda bazı tespitler yapılmıştır. Burada düşündürücü olan, reklam sektörünün insanlara, ihtiyaçları olsun olmasın ürünlerini dayatmaya çalışmasıdır. Günümüzde; sinema ve reklam sektörlerinin her birinin pasta paylarının büyüklüğü ve 2013 yılı itibariyle teknolojide gelinen noktayı da hesaba katarsak, sanırım durum kaçınılmaz nitelikte olabilmektedir. doğrultusunda bir süzgeçten geçirirken, bilinçaltı ne yazık ki bu iş için fazla tembel davranmakta, herhangi bir ayıklama işine girişmeden, bilgileri doğrudan depoya atmaktadır. Nöroloji uzmanı Dr. Mehmet Yavuz’un konuya ilişkin yapmış olduğu bilimsel açıklamaya göre: “Bilinçaltı, heyecanlarımızı, sezgilerimizi, alışkanlıklarımızı ve güdülerimizi depoladığı gibi, bunların eyleme dökülmesinden de sorumludur. Aynı zamanda da zihin, telkin ve imgeleme yoluyla iknaya müsaittir. Bilinçli zihnin aksine, sorgulamadan, tekrarlanan önerileri kabul eder, pekiştirir. Zira sıklık arz eden tekrarlar, içsel algılarımıza odaklıdır. Yani bütün otomatik davranışlarımız, alışkanlıklarımız ve heveslerimiz, bilinçaltımız tarafından biçimlendirilir. Bundan dolayı, bilincin aksine bilinçaltını etkilemek hiç de zor değildir. Çünkü bilinçaltı, gerek görsel, gerekse işitsel yoldan gelen mesajları sorgulamaya bile gerek duymadan kabul eder, “Evet”, “Hayır” demez, bilinç gibi yargı belirtmez. Bu nedenle değişik metotlarla bilinçaltı etkilenecek olursa, çok daha çabuk ve kalıcı sonuçlar alı- nabilir. Bu yöntemlerle insanları bir istikamet doğrultusunda, farkında olmadan yönetmek ve idare etmek mümkün olabilmektedir.” Sinemanın büyülü dünyasında bu kötücül 25. Kare de ne ola, diye düşünebiliriz elbet, ancak devasa bütçelerin döndüğü bir sektörde, belki de sürpriz değildir… Özellikle ilk çıkış noktasının reklamlar olduğu düşünülecek olursa. Ayrıca söylentiler bunun sadece görüntü dosyalarında değil, ses dosyalarında da yer alabileceği şeklinde genişletilmektedir. 1950’li yıllarda, Amerika’da yaşayan ünlü bir reklamcı, James Vicaroy, perdede flaşlar şeklinde beliren gıda görüntülerinin insanlar üzerinde tüketimi arttıran bir etki yaptığı yönünde iddiada bulunur ve bir deney gerçekleştirilir. Deneyde, film salonunda bulunan deneklere, film arasına yerleştirilen ancak gözün algılamasına imkan olamayacak sürelerde verilen karelerde “Coca Cola iç”, “patlamış mısır ye” şeklinde mesajlar gönderilir, deney sonucunda; patlamış mısır satışlarında %20 ve Coca Cola satışlarında % 57 oranında artış tespit edilir. 1960 yılı sonrasında İşin boyutları bu kadarla da kalmıyor; maalesef, çocuklar için üretilen animasyon ve çizgi filmlerde cinsel içerik, şiddet, dini ve siyasi subliminal mesajların da varlığı varsayımlar arasında... Peki mademki bu tür bir uygulama bizim kontrolümüzde olmadan bilincimiz dışında gelişiyor, o halde ne yapacağız? Sanırım en güzel yolu seyrettiklerimiz ve seyredeceklerimizdeki seçicilik olacaktır. Tükettiğimiz Tv programı veya sinema filmi bile olsa, bilinçli tüketici olmak işe yarar mı acaba? Ülkemizde bilinçaltı reklamını önlemek için kanuni bazı girişimler mevcut ancak son tüketiciler olarak, teknolojiye bu anlamda karşı koymak oldukça zor olacak gibi görünmektedir. Her ne kadar bu tür uygulamalar yasalar ile sınırlandırılmış gibi görünse de her birimiz artık sanal dünyada yaşıyor sayılırız. Sanal hayatı sınırlamak elbette ki mümkün değil, size de sınırlama çabası yerine, farkındalığınızı arttırarak içinde yer almayı öneririm. Gözünüz açık olsun... Okuyoruz Kasım - Aralık Fotoğraf ve Gerçeklik İhsan DERMAN, Hayalbaz Yayınları, 120 sayfa, 2008 Mine HOŞGÜN SOYLU “Fotoğraf anı yakalar.” “Fotoğraflar gerçeğin yansımasıdır.” Bu söylemler eskiyeli ve inandırıcılığını yitireli çok oldu. Artık 9 yaşındaki kızım bile, elimden aldığı telefonuma yüklemek istediği, “fotoğraf işleme” uygulamasından sözediyor. Ne yaptığının farkında bile olmadan, saptadığı gerçekliği dilediğince değiştiriyor, hoşuna giden öyküyü oluşturmak için seçtiği eski fotoğraflarını sunumunda yan yana getiriyor. İhsan Derman “Fotoğraf ve Gerçeklik” kitabında bu konuyu detaylı anlatımlarıyla ortaya koymaya çalışıyor. 2008 yılında yazılan kitap, yazarın daha önceki yıllarda yayımladığı makalelerinde de yer alan, “fotoğraf=gerçeğin izi” kuramını analiz ediyor. Bu kuram yazarının sözleriyle “... fotografik görüntü ve ona konu olan nesne arasındaki ilişkiyi araştırıyor(s.2).” Yazar, fotoğrafı oluşturan her ögeyi tek tek ele alıyor ve bizleri; fotoğrafçının “o anda” orada olduğuna, ancak öznel gerçek algısı, seçimleri ve fotoğrafı yapma yöntemleriyle, gerçekliği değil izini yansıttığına ikna ediyor. Oysa yazarın bu konudaki yaklaşımı oldukça alçakgönüllü; kitabın önsözünde, bu kitapla bir iddiada bulunmadığını, fotoğrafın kuramsal olarak tartışılmasına ve tartışma dilinin oluşmasına zemin hazırlamak istediğini ifade ediyor. Hayalbaz Yayınlarının çıkardığı kitap 120 sayfa, gerçek kavramının ve fotoğrafın ayrı başlıklar altında irdelendiği iki ana bölüm ve sonuç bölümünden oluşuyor. Giriş kısmında, 150 yıllık tarihi boyunca fotoğrafın sanat kavramıyla neden kolayca eşleştirilemediğine, teknik girdilerin fotoğrafçının kendisiyle nasıl yarıştırıldığına değiniliyor. Zaman içinde, resim sanatının dilini kullanan fotoğraf, becerileriyle –üst üste bindirme, röntgen görüntüleri veya geniş açının büyüsü- bu sanatın önemli temsilcilerini etkiliyor. Yazar, bugün gelinen noktada fotoğraf, sanat değil, değişik dillerde ve yapılarda, sanatsal ürünlerin de verildiği bir ortamdır, diyerek bitiriyor tarihsel verileri. Gerçeklik kavramının incelendiği bölümde; konuya bakış açılarındaki değişimi, ancak tüm görüşlerde, gerçek ile insan ilişkisinin önemini anlatarak başlıyor. İnsanın, toplumun bir parçası olarak, “gerçek” algısını doğrudan ona toplumun öğrettiği/dayattığı/tekrarlanarak yerleşen bilgilerden oluşturduğu belirtiliyor. Bu bölümde toplumsal gerçeklik ve bireysel gerçeklik ayrı başlıklar altında inceleniyor kitapta. “Toplumsal düzen biyolojik bir olgu değildir. İnsanoğlunun bir ürünüdür. Toplumsal düzeni oluşturan kurumlar, sosyal etkileşimin takrarlanmasından oluşan yapılardır ve sonuç olarak toplumsal gerçekliği belirlerler. Bu döngüsel yapıyı oluşturan yaklaşımların formulasyonu şöyledir; toplum insan eyleminin bir 50 51 AFSAD ürünüdür.(s.23)” Bu çıkarım bizi, gerçekliğin, fiziksel ve –objelerin yaşam döngüsünün elverdiğince- süresiz algılandığı, bireysel yargıya ulaştırır. Oysa idealist yaklaşım çerçevesinden bakarsak “gerçek” bir adım daha ileri taşınır; insan bilinci onu algıladığı sürece gerçeklikten sözedilebilir. Sonuç olarak, gerçekliği oluşturan onu nasıl algıladığımızdır. “Algılama, seçicidir, bireyseldir, uyarıların ötesine geçerek duyumsal verilerle kaynaşır. Genel olarak yaratıcıdır, süreklidir, tam değildir, genelleştirilmiş ve önyargılıdır.(s.29)” Fotoğrafçıyı “algılayan” olarak düşünebiliyor musunuz? Ya onun tüm duyularıyla –özellikle, görme duyusuylaalgıladığı gerçekliği, kendi yarattığı bir yeniden sunumla bize ilettiğini? Bu yeniden sunumu oluşturan bileşenler o kadar çok ki, kimin gerçekliğinden sözediyoruz? Kitabımızı izlemeye devam edelim, bir sonraki bölüm; bu karmaşıklığın fotoğraf tekniğine hakimiyetle nasıl daha da zorlayıcı hale geldiğini anlatıyor. “Teknik” sözcük algısı nedeniyle, bilimsel/müdahale edilmemiş/güvenilir kabul edilen bir olgu. Sizce de öyle mi? Bugün geldiğimiz noktada sayısallaşmış, piksellere indirgenmiş haline gelmeden önce bile “fotografik ürünü” fotoğrafçının gerçeğine dönüştürmenin birçok “teknik” yöntemi vardı. İhsan Derman kitabında; fotoğraf aygıtından, çerçevelemeye, karanlık oda tekniklerinden, kağıda veya zone sisteme, gerçeklik algımızın nasıl çarpıtabileceğini anlatmış. Bir de işin içine zaman –fotoğrafın çekildiği an, şu an mıdır, geçmiş zaman mı?- ve hareket boyutları da girince, iki boyutlu yüzeye hapsedilen fotografik nesne için, herkesin aynı algılayacağı bir gerçeklikten söz etmek olanaksızlaşıyor. Yazarımızın kendi sözleriyle, bu aşamada geriye fotoğrafın çekildiği gerçeklik değil, sadece gerçeğin izi kalıyor. “Fotoğrafta, gerçekliğin şu veya bu şekilde bir temsilinden çok farklı bir şey, gerçekliğin “izi” adı verilebilecek bir şey görünür. Ne bir ressamın izlenimi, ne de bir dışavurum, ifade söz konusudur. Gerçekliğin “izi” bambaşka bir psikolojidir ve o ana kadarki psikolojinin anlayışının ötesinde görünür. Bu bir “oradalık” ve “şimdiliktir”: Işığa duyarlı levhanın üzerine kazınmış gerçeklik izleri... Görüntü, ne kadar çarpıtılmış olursa olsun, bazı şeylerin fotoğraf çekildiği anda varolduğuna dair bir işarettir... Fotoğraf, araya kendi ürettiği görüntüleri koyarak, zaten kendinden uzaklaşmış olan gerçeklikten her geçen gün biraz daha uzaklaşmaktadır.(s.108).” ODTÜ Ormanı Üzerine Düşünceler Doğaçlama Kasım - Aralık Mehmet Murat İLDAN mehmetmuratildan.hpage.com/ ODTÜ Ormanından Şehrin Görünümü Sene 1981; ailemin bir ferdi ODTÜ’de eğitimine başlıyor, bir yıl sonra da ben giriyorum ODTÜ’ye. 32 yıl geçmiş ODTÜ ormanına ayak bastığımdan bu yana. Bu süre içerisinde 1989-1997 yurt dışı günlerim hariç Ankara’da olduğum hemen her gün, her fırsatta mutlaka bu ormanda oldum, çünkü orası bizim yaşam alanımız, bilgelik kazanma alanımız, meditasyon alanımız, zihnimizi dinlendirdiğimiz bir tapınak, şehrin kirliliklerinden kaçıp sığındığımız tertemiz yeşil bir liman, bizim için kutsal bir mekan, bir sihirler dünyası! Ankara’nın içinde orman denilen tek yer ODTÜ arazisidir, başka da bir orman yoktur ve o yüzden çok çok değerlidir! Bu ormana sahip çıkmak bütün Ankaralıların görevidir; gencin, yaşlının, öğrencinin, polisin, emeklinin, çalışanın, kısacası herkesin görevidir! Ah- f: Mehmet Murat İLDAN laklı ve vicdanlı her insan bu ormanı ve bütün ormanları korumalıdır. ODTÜ arazisi 4500 hektardır yani 45 kilometrekarelik müthiş bir alandır; ben Avrupa’da bile böylesine geniş bir yerleşke görmedim. Bunun 31 kilometrekaresi orman alanıdır; bir uçtan bir uca yürümek saatler alır; içinde sayısız yangın yolları açılmıştır ve bu yollarda yürümek Alice’in Harikalar Diyarı’nda yürümekle aynıdır! Buranın güzelliği zaten 6 Mart 1995 tarihinde Kültür Bakanlığı tarafından Doğal ve Arkeolojik Sit Alanı olarak ilan edilerek tescillenmiştir. Bu tescil doğru ve bilimsel bir karardır ve o kararı alanları kutlamak gerek, uygarlığın yol-köprü-baraj yapmaktan ibaret olmadığını, doğanın müthiş önemini bilen gelişmiş insanlarmış. ODTÜ Stadı ve Devrim Yazısı Bir bozkır alanı, deyim yerindeyse bir çöl, teraslandırmalar yapılıp, milyonlarca fidan dikilerek harika bir ormana dönüştürülmüştür. Bu büyük ölçekli, çok müthiş bir başarıdır. 3 Aralık 1961 yılı Ağaçlandırma Şenliği’nin başlangıcıdır; o gün bugündür bu şenlikler her 52 53 AFSAD f:Simay SELEK sene yapılır ve bu şenlikleri kaçıranlar bir hayli üzülürler, seneyi beklerler ve hatta seneyi bile beklemeden gider kayısı, meşe palamudu, vs. çekirdekleri kendi kendilerine dikerler buldukları boş alanlara… Bu ağaç dikimi şenlikleri için başka kentlerden kalkıp gelen ODTÜ mezunlarına da şahit olmuşumdur. 100. Yıl sakinleri de zaman zaman ODTÜ’ye gelip ağaç dikerler. Ağaçlara saygı duyarak, saygı duyulmayı hak eden bir insan olduğunu kanıtlarsın. Buradaki başarı sadece ağaç dikimi değildir, bir orman ekosistemi yaratmış olmaktır. Bugün en düşük bütçeli, en cahil belediyeler dahi sağı solu, bilinçsiz de olsa, az da olsa çok da olsa ağaçlandırabilmektedirler. Ama gerçek bir orman yaratmak, bütünlük halinde duran bir “yeşil denizi” yaratmak, kentin içinde binasız dev bir alan yaratmak, açgözlü girişimcinin ele geçiremediği bakir bir mekân yaratabilmek başka bir şeydir! Orada bir cennet yaratılmıştır ve paranın pulun olmadığı dönemlerde, imkânsızlıklar içinde yapılmıştır; oraya dünyanın emeği verilmiştir ve bunu takdir etmek, daha da geliştirmek gerek. Anıt yaratmak zordur, anıt yıkmak kolaydır! Fabrika kurmak zordur, fabrika satmak kolaydır! Yapılmış bir güzelliği geliştirmektir önemli olan, yapılmışı yıpratmak ve yıkmak değil! Kuşların ağaçlara ihtiyacı var ve insanoğlunun her ikisine de! Doğayı ve çevreyi korumak sadece bir ahlak meselesi değil aynı zamanda bir varoluş meselesidir! ODTÜ ormanına girince tilki görmediğimiz zaman pek olmaz. Tatlı bir tavşan görmek bir mucize değildir ODTÜ ormanında. Şahinler, atmacalar, kartallar, tarla fareleri, kaplumbağalar, keklikler, yılanlar, kısacası vahşi bir yaşam var orada, tam da kentin içinde! Burada insanoğlu, kentin içinde öteki canlılara da bir yaşam alanı yaratmıştır. İşte başarı budur! Hayvanat bahçeleri kurup hayvanları kafeslerin ardında çürüten sağlıksız ve merhametsiz zihinlerin değil sağlıklı zihinlerin insanlarla birlikte hayvanlara da özgürce bir yaşam alanı sunmalarının başarısıdır bu! Bu sağlıklı zihinler içinde Kemal Kurdaş’ın adını tam da şimdi anmalıyız. Mustafa Kemal Kurdaş, 1961-69 yılları arasında ODTÜ rektörlüğü yapmıştır ve ağaç dikimlerinin mimarıdır; yurtlarda öğrencilerin kapılarını çalıp onları ağaç dikimine götürürmüş! Çeyrek yüzyılda 30 milyondan fazla ağaç dikilmiştir ODTÜ arazisine. Karaçam, badem, sarıçam, çeşit çeşit meyve ağaçları, meşe, kavak ve Toros sediri gibi pek çok ağaç çeşidi barındırır ODTÜ ormanı (Elbette sarıçamlar bölgeye pek uyumlu değillerdi ama o zamanki bilgiler çerçevesinde dikilmişler, çünkü sarıçam biraz daha yüksek irtifaları ve nemi sever.) Yukarıda bahsettiğim bu başarılar, bu akılcı düşünceler 1995 yılında Uluslararası Aga Khan Mimarlık ödüllerini getirmiştir ODTÜ’ye ve elbette Türkiye’ye. http://www.akdn.org/architecture/project. asp?id=1364 Bugün biraz yüksek bir yere çıkıp 100. Yıl tarafına bakan biri çirkin beton yapıların tam da ODTÜ sınırına gelip durduğunu görür; yine Bilkent tarafına bakarsanız da aynı şekilde devasa beton rezillikler sınıra dayanmıştır ama öteye geçememiştir, çünkü tam orada “Yeşil Kale” yani ODTÜ ormanı onları durdurmuştur. ODTÜ hem bir “Bilim Kalesi” ve hem de bir “Yeşil Kale”dir; bu iki başarının altında ODTÜ’deki özgür ve evrensel düşünce ortamı yatar. Eğer bu kale orada olmasaydı şimdi ODTÜ arazisi bir beton-bina çöplüğüne dönüşmüştü, beton emperyalizmi, rant çakallığı oraları da yutmuştu! Ankara’nın en yeşil bölgesidir ODTÜ arazisi. Yurdum insanı sağda solda ormanları ya dikkatsizlikle, ya da bilerek tutuşturup yakarken, keçi gibi ormanları yiyip bitirirken, mangalıyla her türlü pisliğini ormanlara taşıyıp oraları kirletirken, bilinçli ve onurlu insanlar bu araziye ağaç dikmiş, oraları dikkatlice korumuşlar, tertemiz tutmuşlardır. Belediyeler bu “Yeşil başarının” yanına dahi yaklaşamamışlardır, çünkü burada gerçek bir orman yaratılmıştır, içinde 140 kadar kuş türünün yaşadığı gerçek bir orman, bütünlüğü olan bir orman! Bu “bütünlük” sözcüğünü defalarca tekrarlıyorum ki iyice anlaşılabilsin; ‘sağa sola ağaç dikmekle’ bir ‘bütün halinde bir orman’ yaratmanın arasındaki büyük fark gerçek manada anlaşılsın diye tekrarlıyorum sözcüğü! Bugün AOÇ’un bütünlüğü kalmamıştır; bir yeşil alanı bütün olarak tutarsanız işte ancak o zaman güzel bir şey yapmış olursunuz. Bir yerden bir yol geçti mi artık o yerden başka bir sürü yol geçmesinin de önü açılabilir ve bütünlüğü bozulmuş alan karakterini yitirir. Yolun açıldığı yerde yapılaşma da başlar. Yeşil bir alanı parçalara bölmek, bir insanı parçalara bölmekle aynıdır; insan, bütünken canlıdır; yeşil, bütünken canlıdır! Kabul edilebilir tek emperyalizm, Ormanın Emperyalizmidir! Bırakalım bütün dünya ‘ağaç-askerler’ tarafından işgal edilsin! 19 Nisan 2011 günü kaybettiğimiz Kemal Kurdaş’ın vizyonuyla oluşturulmuş ODTÜ ormanının içinden iki tane yol geçirilmesi planlanıyor. Bunlardan ilki Anadolu Bulvarı’nın devamı olarak Vişnelik tesislerinin batısından ve 100. Yıl Mahallesi’nden geçmesi planlanan yoldur; bu 1993-1994’te planlanmıştı. 1993 yılında ODTÜ bu güzergâhı Karayolları Genel Müdürlüğü’ne vermiş, orada bir hata yapılmış ya da belki de yolun alttan tünelle yapılacağı düşünülerek verilmiş veya yolun dar olacağı düşünülmüş; fakat daha sonra ODTÜ arazisi 1. Derece Sit Alanı ilan edilmiş. Şu anda “Diren ODTÜ Ormanı” şeklinde bir karşı çıkışın olduğu ve espritüel bir şekilde “Kahrolsun Bagzı Yollar” denen yol işte bu yoldur. İkinci yolun ise, Bilkent yolu üzerinde bulunan kapıdan girmesi ve az önce bahsettiğim yola bağlanması planlanıyor. Bu ikinci yolun tamamen tünel olarak yapılması öngörülmüş. Birinci yol neden tünel olarak düşünülmemiş, bir teknik imkânsızlık mı var bilemiyorum, ayrıca incelenmesi gereken bir konudur. Bu ikinci yol daha önceleri okulu ikiye bölecek şekilde hemzemin yol olarak düşünülmüş ki böyle bir şeyi ancak ODTÜ’ye aşırı bir kişisel hınç duyan, ODTÜ’yü düşman olarak gören birisi düşünebilir. Türkiye’deki Uluslara- rası projelerin %50′sini yapan bir üniversite bu ülkede yaşayanların en büyük dostudur! Kim bu ülkede bilimi, aklı ve sanatı yükseltiyorsa, o kişi ya da kurum bu ülkenin en büyük ve en gerçek dostudur! Hemzemin olarak planlanmış ikinci yol ODTÜ’nün açtığı dava sonucu iptal edilmiştir; o kararı alan mahkemeyi de tebrik etmek gerekir, doğru bir karar vermiştir. Bir üniversiteyi ikiye bölecek şekilde yol geçirmek için o üniversiteyi düşman toprakları olarak görmek gerek, başka da bir izahı yoktur bu işin. Yanlıştan dönmek her zaman mümkündür. Bu yol güzergâhı için komik bir savunma da yapılmaktadır; orada zaten fundalık vardır pek bir ağaç yoktur denmektedir. Eğer ODTÜ yönetimi planda oradan yol geçmesi öngörüldüğünden dolayı oraya yıllardan beri ağaç dikimi yapmamışsa yanlış yapmıştır! Rektör Ahmet Acar’ın dediğine göre 80’li yıllardan beri oraya ağaç dikilmemiş, kendiliğinden ağaçlar çıkmıştır ve o halde buralara ağaç dikilmemekle yanlış yapılmıştır! Nerede boşluk gördüysen dik oraya ağacı; başka türlü Ankara çöllükten nasıl kurtulabilir? Bir de ağaçlar kesilmeyecek, taşınacaklar şeklinde bir durum vardır ki bu da kabul edilemez, çünkü taşınan yetişmiş büyük ağaçların yeniden tutması oldukça zordur, tutabilir de tutmayabilir de, bir çeşit kumardır bu. Net olarak kaç ağaç kesilecek ya da taşınacak bu konuda çok farklı rakamlar var, ODTÜ’nün son verdiği rakam 2388 ağacın kesilecek olmasıdır. İhtiyaç ve tercih aynı şeyler değildir; bu iki yol yapılmasa da olur; o yollar yapılmasa kimse ölmez, ama yollar yapılınca ağaçlar ölecek. Belediye, tercihini her zaman doğadan yana kullanmalıdır! Ekolojik bir alanı bozmak müthiş bir “istisna” haline getirilmelidir. Ayrıca belediye yolu yapmadan önce insanlara sormalıdır, onların rızasını almalıdır, onları ikna etmelidir. Ankara gibi bir kentte ODTÜ ormanından yol geçirmek akla gelmesi gereken en son, ama en son çare olmalıdır, onu da çok çok zorunluysa tünelle yapabilirsin! Ekolojik değerleri hiçe sayarsan ekolojik değerler de seni hiçe sayar! Meşhur Kızılderili sözünün belirttiği şeyi yaşarsın: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” 2000’li yılların başında ODTÜ Çevre Topluluğu ve ODTÜ Doğa Topluluğu üyesiydim; çok güzel topluluklardı bunlar. ODTÜ’lülere ve topluluğa gelen herkese açıklardı; doğa bilincinin gelişmesinde önemli bir işlev görüyorlardı; her hafta toplanılıp doğayla ilgili sorunlar tartışılırdı. ODTÜ Doğa Topluluğu, ODTÜ Kır Çiçekleri Rehberi hazırlamış ve kitap olarak 1999 yılında basmıştı. ODTÜ arazisinde 500 civarında bitki 54 55 AFSAD türü vardır, bunların 250’si de çiçektir ve aralarında endemik çiçekler, yani sadece orada yetişen çiçekler vardır. Buralardan yol geçirmek isteyen insanların bu çiçeklere dair en ufak bir bilgileri yoktur. Oraya yapılacak yol trafik sorununun sadece yerini değiştirir; yani trafik sorununu bir yerden alıp başka bir yere taşırsın, Anadolu bulvarından alıp Konya Yolu’na taşırsın! Doğanın korunması, trafiğin rahatlamasından daha ciddi, daha varoluşsal bir meseledir. İnşaat sektörünün canlı tutulması adına her türlü çevre karşıtı projeyi hayata geçirmek doğanın hayatına kastetmektir. Yol yapmak her zaman medeniyet değildir; medeniyet önce ahlak içermelidir ve doğanın korunması yüksek ahlak içeren en büyük medeniyettir! En büyük uygarlık, yollar köprüler inşa etmek değil, öncelikle içinde yaşanan doğayı korumaktır, herkesin hayranlık duyabileceği sanatsal eserler yaratabilmektir ve o eserlerle kenti süsleyebilmektir; eğitimi ve kültürü yüksek bir toplum yaratabilmektir! Umarım şiddet olmaksızın her şey ODTÜ ormanının lehine sonuçlanır ve ağaçlar kurtulur ve ağaçların kurtulduğu yerde insanlar da kurtulmuş demektir! Şiddet olmaksızın dedim çünkü şiddet ilkelliktir; polis şiddet kullanırsa bu ilkelliktir; öğrenci şiddet kullanırsa bu ilkelliktir, halk şiddet kullanırsa bu ilkelliktir. Uygar insanın eli yumruk olmaz, tokalaşmak için açıktır onun eli! Gelişmiş insanın şiddetle bir ilgisi olmaz; şiddet, az gelişmiş, hayvani yönlerini törpülememiş, evrimsel açıdan geri kalmış insanın aracıdır. Gelişmiş insanın fikirlerden, barışçıl eylemlerden başka bir aracı olamaz. Bütün bu düşünceler içindeyken, henüz umutluyken ağaçlar bir gece vakti kesildiler! ODTÜ’nün ana giriş kapısına bugün gidip baktığımda gördüğüm şey “mahvolmuş bir doğaydı!” Ankara’ya yapılan büyük bir kötülüktür bu ve kötülük onu yapana bir gün mutlaka geri döner, evrensel bir yasadır bu, kaçışı yoktur! İktidarlar sürekli değişirler; geleceğe baktığım zaman şu an kupkuru asfalt ve soğuk bir yola dönüşmekte olan alanın yeniden ormanlaştığını büyük bir heyecanla hayal edebilmekteyim. Tek bir yaprağın bile hem bu ülke için ve hem de dünya için müthiş önemini içselleştirmiş olan yeni kuşaklar bir gün bu alanı yeniden ormanlaştırma kararı aldıklarında, yolu da alttan tamamen tünelle geçirerek, yol işini de çözdüklerinde, evlerinden sökülüp atılmış kuşlar, tilkiler, tavşanlar ve dahi çiçekler yeniden oraya, yuvalarına döneceklerdir! ODTÜ ormanına emeği geçen herkesi sevgi ve saygıyla anarak; bilim ve sanatta ilerlemiş, tamamen bir akıl toplumuna dönüşmüş ve yemyeşil bir doğaya sahip olmuş bir Türkiye’ye kavuşma dileklerimle saygılar sunarım. Kontrast 37. sayıda yer alan Doğaçlama köşesinde sizlere sunduğumuz PAB Arşivi kaynaklı fotoğraflar Sayın Nuran Kansu'ya aittir. Eksik bilgilendirme için kendisinden ve okuyucularımızdan özür dileriz. Lale Aşkına… Fotoğraf Okuma Doğaçlama Kasım - Aralık İsmail HAYKIR Fotoğraf Sanatçısı [email protected] Lale’nin Orta Asya steplerinden, Tiyanşan eteklerinden başlayan yolculuğuna paralel, ben de lale aşkına yollara düştüm, gezdim, gördüm, fotoğrafladım. 2010-2013 yılları arasında orta format Hasselblad, dijital arkalıklarla ve Nikon d7000 fotoğraf makineleri ile lale bahçelerinde 50 bin kareden fazla lale çektim. Geldiğim noktada ortaya büyük formatlı bir kitap çıktı. Dünyanın her yerine uzanan bu yolculuğum dilerim hiç bitmesin. Zira lale aşkına daha gidilecek ve görülecek çok yer var… Bu fotoğraf üstüste pozlama yöntemi ile üretilmiştir. Klasik fotoğraf zamanlarında film üzerine bir kaç pozlama yapardık, bazen poz telafisinde zorlanırdık. Deneme-yanılma yöntemiyle sayısal teknolojide bunu daha kolay yapabilirim diye düşündüm. Işık ve renk olarak pozlamalardaki geçişleri iyi tutturmam lazımdı. Makinemin menüsünden çoklu pozlamayı (multiple exposure) ve kaç kare üste üste çekeceğimi ayarladım, bol bol deneme yaptım. Photoshop kullanmadan çekim mekanında fotoğrafı bitirmem gerektiğini düşündüm. Hangi zeminle, hangi çiçeği eşleştirmem gerektigine karar vermek için, zemin fotoğraflarımdan bir kolleksiyon oluşturdum. Bu fotoğrafları 20x30 cm ebatlarında parlak olmayan mat kartlara bastırttım. Herşey hazırdı… Çantamı toplayıp çekim alanına gittim. Hasselblad 120 mm macro lens, f4, T1/160, Phase One P65+arkalık, 8984X6732 pixel, 50 ISO Önce zemin olarak kullanacağım fotoğrafları birinci ve ikinci poz olarak üst üste çektim. Bazende ana konu olan çiçeği önce, zemini sonra çektim. Pozlama telafisini ayarlamak orta formatta hemen mümkün olmuyor. Bu nedenle epey deneme yapmam gerekti. Bir fotoğraftan çok sayıda varyantlar elde ettim. Bunlardan bitanesi de işte bu İstanbul Lalesi… Hasselblad 120 mm macro lens, f8, T1/125, Phase One P65+Arkalık, 8984X6732 pixel, 100 ISO Ayrı ayrı çekilmiş 2 fotoğraf “phase one capture one” yazılımında, raw formattan JPG formatına dönüştürüldü, photoshop yazılımında açıldı, arka 56 57 AFSAD plan silinip temizlendi ve zemin layer olarak yerleştirildi. Nisan ayının başından itibaren açmaya başlayan bu güzel çiçek, fotoğrafçıları da kendi çekim alanına sokuyor. Lale fotoğrafları çalışan, yapan fotoğrafçıların artması dileklerimle… Işığınız bol olsun…