Kör Saatçi - CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ

Transkript

Kör Saatçi - CHARLES DARWİN VE EVRİM TEORİSİ
Kör Saatçi
Richar d Da wkin s
TÜBİTAK POPÜLER BİLİM
KİTAPLARI
Kör Saatçi The Blind Watchmaker
Richard Dawkins Resimler: Liz Pyle
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları 166
Çeviri: Feryal Halatçı
Türkçe metnin bilimsel danışmam: Doç. Dr. Ayhan Ersoy - Yrd. Doç. Dr. Erhan Ersoy
Redaksiyon: Mehmet Küçük
© Richard Dawkins, 1986
© Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu, 1998
Bu yapıtın bütün hakları saklıdır. Yazılar ve görsel malzemeler, izin alınmadan tümüyle veya
kısmen yayımlanamaz.
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları’nm seçimi ve değerlendirilmesi TÜBİTAK Popüler Bilim
Kitapları Yayın Kurulu tarafından yapılmaktadır.
ISBN 978 - 975 - 403 - 262 - 8
İlk basımı Temmuz 2002’de yapılan Kör Saatçi bugüne kadar 25.000 adet basılmıştır.
11. Basım Ağustos 2010 (5000 adet)
Yayın Yönetmeni: Adnan Bahadır Yayıma Hazırlayan: Barış Bıçakçı Kapak Tasarımı: Cemal
Töngür Sayfa Düzeni: İnci Yaldız Basım İzleme: Yılmaz Özben
TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları Atatürk Bulvarı No: 221 Kavaklıdere 06100 Ankara Tel:
(312) 427 06 25 Faks: (312) 427 66 77 e-posta: [email protected] www.kitap.tubitak.gov.tr
Semih Ofset Matbaacılık Sek. Yay. San. Tic. Ltd. Şti. Büyük Sanayi 1. Cadde No: 74 Iskitler Ankara Tel: (312)
341 40 75 Faks: (312) 341 98 98
Kör Saatçi
34
*
-
Rich ard Dawkins
Çeviri F eryal Hala tçı
TÜBİTAK POPÜLER BİLİN K İTAPLARI
Anneme ve babama
İçindekiler
Önsöz
I. Bölüm
Olasılık Dışı Olanı Açıklamak
II. Bölüm İyi
Tasarım
III.
Bölüm
IV.
Bölüm
V.
Bölüm
VI.
Bölüm
Küçük Değişimlerin Birikmesi
Hayvanlar Uzamında Patikalar
Güç ve Arşivler
Kökenler ve Mucizeler
VII. Bölüm Yapıcı
VIII.
Bölüm
IX.
Bölüm
X.
Bölüm
Evrim
Patlamalar ve Sarmallar
Noktacılığı Noktalamak
Yaşamın Tek Gerçek Ağacı
XI. Bölüm Lanetli
Kaynakça
Dizin
Rakipler
Önsöz
Bu kitap, varlığımızın bir zamanlar gizemlerin en büyüğü olduğu
fakat artık çözümlendiği kanısıyla yazıldı. Gizemi Darwin ve Wallace
çözdüler; biz onların çözümüne dipnotlar eklemeyi sürdürüyoruz. Pek
çok insanın bu derin soruya getirilen zarif ve güzel çözümden haberinin
olmaması, hatta inanılmaz bir şekilde böyle bir soru olduğunun farkında
bile olmaması beni şaşırttığı için bu kitabı yazdım.
Sorunumuz, karmaşık tasarım sorunu. Bu sözcükleri yazmakta
olduğum bilgisayarın bilgi depolama kapasitesi 64 kilo- bayt (metindeki
her karakter için bir bayt gerekiyor). Bu bilgisayar bilinçli tasarlandı ve
bilerek imal edildi. Yazdığım sözcükleri anlamanızı sağlayan beyniniz,
yaklaşık on milyar kilonöron içeriyor. Bu milyarlarca sinir hücresinin
çoğunda, her hücreyi başka hücrelere bağlayan “elektrik telleri” var.
Bunun da ötesinde, moleküler genetik düzeyinde, vücuttaki bir
trilyondan fazla hücrenin her biri benim bilgisayarımın bin katı, kesin
bir doğrulukla şifrelenmiş dijital bilgi içeriyor. Canlıların karmaşıklığı,
tasarımlarındaki zarif verimle uyum içinde. Bu boyutlardaki karmaşık
tasarımın
açıklanması
vazgeçiyorum.
Hayır,
gerektiğini
hayır,
kabul
ikinci
etmeyen
bir
kez
varsa,
ben
düşündüğümde
vazgeçmiyorum çünkü bu kitaptaki amaçlarımdan biri de, biyolojik
karmaşıklığın muhteşemliğine kapalı gözlere bir şeyler gösterebilmek.
Önce gizemi göstereceğim; sonra da nasıl çözüleceğini açıklayıp gizemi
ortadan kaldıracağım.
Açıklamak zor bir sanattır. Bir şeyi açıklarsınız, okuyucunuz da
anlar; ama bir şeyi öyle bir açıklarsınız ki, okuyucunuz onu ta
iliklerinde
hisseder.
Bu
İkincisini
yapabilmek
için,
kanıtları
okuyucunun önüne duygusuzca sıralamak yeterli değildir. Bir avukat
olmak
ve
hukuk
mesleğinin
tüm
inceliklerini
kullanmak
zorundasınızdır. Bu kitap duygusuz bir bilimsel deneme değil, ama
Darwincilik konusunda yazılmış başka kitaplar öyle, yine de çoğu
kusursuz bilgilerle dolu. Bu kitapla birlikte onları da okumaksınız.
Duygusal olmanın da ötesinde, bu kitabın bazı bölümlerinin uzman
bilimsel dergilerde eleştirilebilecek bir tutkuyla yazıldığını itiraf
etmeliyim. Tabii ki bilgi vermeyi amaçlıyorum ama ikna etmek ve esin
vermek de istiyorum -hedeflerimizi varsayımlar yapmadan da
belirleyebiliriz. Okuyucuya kendi varoluşumuza ilişkin esin vermeyi
istiyorum; doğrusunu söylemek gerekirse, tüyleri diken diken edecek
bir gizem bu. Aynı zamanda, bu gizemin, beynimizin algılayabileceği
zarif bir çözümü olduğu gerçeğinin tüm heyecanını duyurmak
istiyorum. Bunun da ötesinde, okuyucuyu Darwinci dünya görüşünün
yalnızca doğru olduğuna değil, varoluşumuzun gizemini çözebilecek,
bilinen tek kuram olduğuna inandırmak istiyorum. Tek oluşu, kuramı
iki misli daha tatmin edici hale getiriyor. Darvinciliğin yalnızca bu
gezegende değil, evrenin yaşam barındırabilecek her yerinde doğru
olduğunu savunacağım.
Bir bakıma, profesyonel avukatlardan uzak durmak istiyorum. Bir
hukukçu ya da bir politikacı, kişisel olarak inanmayabileceği bir
müşteriyi ya da bir davayı savunabilir. Ben bunu asla yapmadım,
yapmam da. Her zaman haklı olmayabilirim, ama doğruya tutkuyla
bağlıyım ve doğru, haklı olduğuna inanmadığım bir şeyi asla söylemem.
Bir üniversitenin tartışma topluluğuna, yaratılışcılarla tartışmaya
gidişimi hatırlıyorum. Tartışma sonrasında yemek yerken, yaratılışcılık
lehine görece güçlü bir konuşma yapmış genç bir bayanın yanına
oturmuştum. Bu hanımın yaratılışçı olamayacağı çok açıktı, onun için
de niçin böyle bir konuşma yaptığını dürüstçe söylemesini istedim.
Yalnızca tartışma becerisini denediğini ve inanmadığı bir şeyi savunmanın çok daha çekici geldiğini itiraf etti. Öyle görünüyor ki, üniversitelerin tartışma topluluklarında, konuşmacılara hangi tarafı
savunacaklarının önceden bildirilmesi alelade bir uygulama. Kendi
inançlarının bir önemi yok. Halk önünde konuşmak gibi pek
sevmediğim bir işi yapmak için uzun bir yoldan gelmiştim, çünkü
yapmamı istedikleri şeyin doğru olduğuna inanmıştım. Topluluk
üyelerinin bunu tartışma oyunları oynamak için bir araç olarak
kullandıklarını anlayınca, bundan sonra, bilimsel gerçeklerin masaya
konduğu konularda samimiyetsiz bir taraftarlık yapmayı özendiren
tartışma topluluklarından gelecek önerileri reddetmeye karar verdim.
Tam olarak anlayamadığım sebeplerle, Darwinciliğin savunulmaya,
başka bilim dallarındaki yerleşik bazı gerçeklerden daha fazla
gereksinimi var. Çoğumuz kuantum kuramını ya da Einstein'm özel ve
genel görelilik kuramlarını anlamayız, ama anlamamamız bu kuramlara
karşı çıkmamızı gerektirmez! “Einsteincılığm” tersine, Darwincilik
konusunda bilgisi olan olmayan ahkam kesiyor. Sanırım Darwinciliğin
bir sorunu da, Jacques Moriod’nun dediği gibi, herkesin bu kuramı
anladığını zannetmesi. Aslında Darvvincilik şaşırtıcı derecede yalın bir
kuram; hatta fizik ve matematikle kıyaslandığında çocuksu bir yalınlığı
var. Özünde, kalıtsal çeşitliliğin olduğu yerde, gelişigüzel olmayan
üreme biçiminin uzun erimli sonuçları olacağını söylüyor -tabii bu
sonuçlarm birikmesi için yeterli süre varsa. Fakat bu yalınlığın aldatıcı
olduğuna inanmak için iyi sebepler var. Unutmayalım ki, ne denli yahn
görünse de, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında Darwin ve Wallace akıl
edene dek, yani New- ton’un Principia’smdan 300 sene sonrasına ve
Eratosthenes’in Dünya’nın çevresini ölçmesinden 2000 sene sonrasına
dek, bu kuram hiç kimsenin aklına gelmedi. Nasıl oldu da böylesine yahn bir fikir Newton, Galileo, Descartes, Leibnitz, Hume ve Aristoteles
düzeyindeki düşünürler tarafından keşfedilemeden kaldı? Neden
Viktoria döneminin iki doğa bilgisi uzmanmı bek
li!
lemek zorunda kaldı? Düşünürler ve matematikçiler ne yanlış yaptılar
ki, bu gerçeği gözden kaçırdılar? Ve böylesine güçlü bir fikir nasıl
oluyor da hâlâ yaygın bilinç tarafından benimsenmeden kalabiliyor?
Sanki insan beyni özel olarak Danvinciliği yanlış anlamak ve
inanılması güç bulmak için tasarlanmış. Örneğin, sık sık tümüyle
rastlantı olarak dramatikleştirilen “rastlantı” konusunu ele alalım.
Darwinciliğe saldıranların büyük çoğunluğu bu kuramda gelişigüzel
rastlantıdan başka bir şey olmadığı yolundaki yanlış fikre sarılıyorlar hem de müthiş bir hevesle. Canlıların karmaşıklığı rastlantının antitezini içerdiğinden, Darvvinciliğin rastlantıyla eşdeğer olduğunu
düşünürseniz, karşı çıkıp çürütmeniz elbette kolay görünecektir!
Üstlendiğim görevlerden biri de Darvvinciliğin bir '‘rastlantı” kuramı
olduğu yolundaki miti yıkmak olacak. Darwinciliğe inanmamaya yargılı
olmamızın nedenlerinden biri de, beyinlerimizin evrimsel değişime
özgü zaman ölçeğinden tümüyle farklı zaman ölçeklerinde geçen
olaylarla uğraşmak üzere yapılanmış olmasıdır. Saniyeler, dakikalar,
yıllar ya da en fazlası birkaç on yıl alan süreçleri anlamak üzere
donanmışız.
Oysa
Darwincilik,
tamamlanması
yüzbinler-
ce,
milyarlarca yıl sürecek kadar yavaş gerçekleşen birikim süreçlerine
ilişkin bir kuramdır. Neyin olası olduğuna ilişkin tüm sezgisel
yargılarımız bu ölçekte müthiş yanlış çıkıveriyor. Kuşkuculuğumuz ve
öznel olasılık kuramımız inanılmaz yanılgılara uğruyor, çünkü evrim bu müthiş bir ironi taşıyor- bizi birkaç on seneden oluşan bir ömürlük
bir süre içerisinde düşünmeye ayarlamış. Hayal gücümüzün o aşina
olduğumuz zaman ölçeklerinin diktiği demir parmaklıkları aşıp kaçması
gerek. Tüm gücümle buna yardımcı olmaya çalışacağım.
Beyinlerimizin Darwinciliğe karşı önyargılı olmasının bir nedeni de,
yaratıcı
tasarımcılar
olarak
kazandığımız
büyük
başarıdan
kaynaklanıyor. Dünyamız mühendislik ve sanat ürünleriyle dolu.
Karmaşık zarafetin önceden planlanmış, sanatsal bir tasarımın göstergesi
olmasına alışmışız. Bu, büyük olasılıkla, bir tür doğaüstü Tanrıya
inanmamızın en güçlü sebebi. Darvvin ve Wallace’m, tüm sezgilere
karşın,
ilksel
yalınlıktan
karmaşık
"tasarımın”
ortaya
çıkışını
açıklayacak bir başka yol daha olduğunu görebilmeleri için -ki, bir kez
anladıktan sonra çok daha mantıklı bir yol bu- kocaman tahayyül
dünyasında büyük bir adım atmaları gerekti. Öylesine büyük bir
sıçrama ki bu, günümüzde birçok insan bu adımı atmaya cesaret
edemiyor. Bu kitabın temel amacı okuyucunun bu sıçramayı yapmasına
yardım etmek.
Yazarlar genelde kitaplarının uzun süreli etki uyandırmasını ister.
Ama her savunucu, savunduğu olayın zamanla değişmeyen tarafını
ortaya koymanın dışında kendisine karşı çıkan çağdaşlarının ya da karşı
çıktığı görüntüsünü veren çağdaşlarının görüşlerine de yanıt vermek
zorundadır. Bu savların bazıları gelecek yıllarda eskime tehlikesi
taşıyor. Zamanında Türlerin Kökeni’nin birinci basımının altıncı
basımından daha iyi olduğu paradoksuna sık sık dikkat çekilmişti.
Bunun sebebi Darvvin’in kendini, ilk basıma gelen eleştirileri sonraki
basımlarda dikkate almak zorunda hissetmesiydi. Ama bu eleştiriler
artık o kadar eskidi ki, bunlara verilecek yanıtlar zaman kaybına neden
oluyor ve hatta bizi yanlış yönlere sürükleyebiliyor. Yine de, üç günlük
ömrü olduğunu düşündüğümüz, moda halini almış bu çağdaş eleştirilere
yanıt vermeme isteğine kapılmamalıyız; yalnızca nezaketten değil,
kafası karışmış okuyucuya duyduğumuz saygıdan ötürü. Kitabımın
hangi bölümlerinin kısa ömürlü olacağına ilişkin bir fikrim var, ama
bunun yargıçları okuyucu ve zamandır.
Bazı kadın arkadaşlarım (neyse ki, sayıları çok değil) yazımda
kullandığım eril zamiri (he) kendilerinin dışlandığı biçiminde
yorumluyorlar; bu beni son derece üzüyor. Eğer bir dışlanma söz
konusu olsaydı (şükür ki yok), erkekleri dışlamayı yeğlerdim. Bir kez
soyut okuyucuma dişil zamirle (she) seslenmeyi denedim ve bir feminist
beni tevazu görüntüsü altında üstten almakla suçladı: “he-or-she” ya da
"his-or-her” demeliymişim; ya
ni iki zamiri de birlikte kullanmalıymışım. Dili önemsemiyorsanız bu
kolayca yapılabilir, ama eğer dili önemsemiyorsanız her iki cinsten
okuyuculara da layık olmuyorsunuz demektir. Bu kitapta, İngilizce
zamirlerin alışılmış kullanımlarını benimsedim. Okuyucularım için eril
zamir kullanabilirim ama onları erkek olarak düşünme eğilimim bir
Fransızm masanın dişil olduğunu düşünme eğiliminden öte değil. Aslına
bakarsanız, okuyucularımı daha çok dişi olarak düşünüyorum ama bu
benim kişisel sorunum; ve ana dilimi nasıl kullanacağım konusunda
üzerimde baskı olması hiç hoşuma gitmiyor.
Kişisel olan bir başka konu da bazı insanlara duyduğum minnettarlığın sebepleridir. Adil davranamadıklarım beni hoş göreceklerdir.
Yayımcılarım danışmanlarının (“eleştirmen” değil -40 yaşın altındaki
birçok Amerikalı kusura bakmasın ama, gerçek eleştirmenler kitapları
ancak yayımlandıktan sonra, yani yazarın elinden hiçbir şey
gelmeyeceği bir anda eleştirir) kimliklerini benden saklamaya gerek
görmediler ve John Krebs (yine), John Durant, Graham Caims-Smith,
Jeffrey Leviriton, Micha- el Ruse, Anthony Hallam ve David Pye’m
önerilerinden son derece yararlandım. Richard Gregoıy, 12. Bölüm’ü
eleştirirken çok nazikti, sonunda bu bölümü kitaptan çıkardım. Artık
resmi olarak öğrencim olmamalarına karşın Mark Ridley ve Alan
Grafen, ayrıca Bili Hamilton, evrimi tartıştığım ve fikirlerinden
yararlandığım dostlar grubunun başım çekti. Pamela Wells, Pe- ter
Atkins ve John Davvkins çeşitli bölümleri benim için eleştirdi. Sarah
Bunney sayısız düzeltme yaptı ve John Gribbin büyük bir hatayı
düzeltti. Alan Grafen ve Will Atkinson hesaplamalarda yardımcı oldu
ve
Hayvanbilim
Bölümü’nün
Apple
Macintosh
Yayın
Ajansı
biyomorfları basabilmem için lazer yazıcılarını ödünç verdi.
Michael Rodgers’m taşıdığı sarsılmaz dinamizmden bir kez daha
yararlandım (şimdi Longman için çalışıyor). Rodgers ve Norton’dan
Maıy
Cunnane
gereken
yerlerde
hızlandırıcıyı
(moralimin
hızlandırıcısı) ve freni (alaycılığımın freni) büyük bir beceriyle
kullandılar. Kitabın bir kısmı Hayvanbilim Bölümü ve New College
tarafından verilen izin sırasında yazıldı. Son olarak (aslında bu
teşekküre öbür iki kitabımda da yer vermeliydim), Oxford’daki öğretim
sistemi ve yıllar boyunca zooloji öğrencisi olanlar, açıklama sanatında
VI
göstermiş olduğum birkaç beceriyi öğrenmemde bana yardımcı oldu.
Richard Dawkins
Oxford, 1986
VII
I. Bölüm
Olasılık Dışı Olanı
Açıklamak
B
iz hayvanlar, bilebildiğimiz evren içerisindeki en karmaşık
şeyleriz. Kuşkusuz, bilebildiğimiz evren asıl evrenin ufacık bir
parçasıdır. Başka gezegenlerde bizden daha karmaşık nesneler
yaşıyor olabilir ve bunların bazıları belki de bizi çoktan fark etmişlerdir.
Ancak bu, vurgulamak istediğim noktayı değiştirmiyor. Nerede olurlarsa
olsunlar, karmaşık şeyleri açıklamak için çok özel bir yaklaşım gerekir;
nasıl var olduklarını ve neden bu denli karmaşık olduklarını bilmek
isteriz. Benim öne süreceğim açıklama evrenin her köşesindeki karmaşık
şeyler için aynı genel çizgide olacak; bizim için, şempanzeler, solucanlar,
meşe ağaçları ve uzaylı canavarlar için hep aynı... Öte yandan, kayaçlar,
bulutlar, nehirler, gökadalar ve kuarklar gibi benim “yalın” diye
adlandırdığım şeyler için aynı açıklama geçerli değildir. Bunlar fiziğin
konusudur. Şempanzeler, köpekler, yarasalar, hamamböcekleri, insanlar,
solucanlar, hindibalar, bakteriler ve uzaylı yaratıklarsa, biyolojiyi
ilgilendirir.
Buradaki fark, tasarımların karmaşıklık düzeyindedir. Biyoloji bir
amaç için tasarlanmış görüntüsü veren karmaşık şeylerle uğraşan bir
bilimdir. Fiziğin konusuysa, akla tasarım getirmeyen yalın şeylerdir. İlk
bakışta, bilgisayarlar ve otomobiller gibi insem elinden çıkma nesneler
istisna gibi görünecektir. Bu nesneler et ve kan yerine plastik ve
metalden yapılmışlardır; canlı olmamalarına karşın, karmaşıktırlar ve
belirli bir amaç için tasarlandıkları açıktır. Bu kitapta böyle nesneleri
biyolojik nesneler olarak ele alacağım.
Okuyucu buna tepki duyabilir: "Peki, otomobiller ve bilgisayarlar
gerçekten biyolojik nesneler mi?” Sözcükler bizim hiz- metkârlanmızdır,
efendilerimiz değil. Sözcükleri farklı amaçlar doğrultusunda, farklı
anlamlarda kullanmak işimizi kolaylaştırır. Birçok yemek kitabında,
ıstakozlar, balık başlığı altında sınıflandırılır. Bunu gören bir zoologa da
inme
iner!
Zoologlara
göre,
ıstakozlar
insanları
balık
olarak
smıflandırsalar daha haklı olurlar, çünkü balıklarla insanlar daha yakın
akrabadır. Hazır ıstakozlardan ve hak-hukuktan bahsederken, şunu da
ekleyeyim: Kısa bir süre önce, biç mahkemede ıstakozların böcek mi
yoksa “hayvan” mı olduğuna karar verilmesi gerekmiş; insanların
ıstakozları canlı canlı kaynatıp kaynatam ayacakları konusunu aydınlığa
kavuşturmak için... Zooloji açısından baktığımızda, ıstakozlar kesinlikle
böcek değildir. Istakozlar hayvandır, ama böcekler ve biz de hayvanız.
Sözcüklerin farklı insanlarca nasıl kullanıldığıyla uğraşıp durmanın bir
anlamı yok (fakat meslek dışı yaşamımda ıstakozları canlı canlı haşlayan
insanlarla uğraşmaya hazırım) . Aşçılar ve hukukçular sözcükleri
kendilerine özgü biçimde kullanmaya gerek duyar ve ben de bu kitapta
aynı şeyi yapacağım. Otomobillerin ve bilgisayarların “gerçekten”
biyolojik nesneler olup olmadığına aldırmıyorum. Önemli olan şu: Bir
gezegende bu karmaşıklık düzeyine sahip bir şeyler bulunduğunda, bu
gezegende yaşam bulunduğu ya da bir zamanlar var olduğu yargısına
varmakta duraksamam al lyız. Makineler, canh nesnelerin doğrudan
ürünleridir; karmaşıklık düzeyleri ve tasarımlan canh nesnelerce
oluşturulmuştur; ve bir gezegende yaşamın var olduğuna işaret ederler.
Aynı şey fosiller, iskeletler ve cansız gövdeler için de geçerlidir.
Fiziğin yalın şeyleri incelediğini söyledim. Bu da ilk bakışta tuhaf
görünebilir. Fizik girift bir konu gibi görünür, çünkü bizim için fizikteki
düşüncelerin anlaşılması zordur. Bizim beyinlerimiz avcılığı ve
toplayıcılığı,
çiftleşmeyi
ve
çocuk
büyütmeyi
anlamak
üzere
tasarlanmıştır: Ortalama hızlarla üç boyutta hareket eden orta boy
2
nesnelerle dolu bir dünya. Çok büyüğü ve çok küçüğü; varoluş süreleri
pikosaniyelerle veya gigayıllarla ölçülen şeyleri; konumu olmayan
parçacıkları; göremediğimiz ve dokunamadığımız halde, görebildiğimiz
ve dokunabildiğimiz şeyleri etkiledikleri için haklarında bilgi sahibi
olduğumuz kuvvetleri ve alanları anlayabilecek donanımımız zayıf.
Fiziğin girift olduğunu düşünüyoruz, çünkü fiziği zorlukla anlıyoruz ve
de fizik kitapları zor matematik işlemleriyle dolu. Ama fizikçilerin
incelediği nesneler yine de temelde yalın nesnelerdir: Gazlardan ya da
ufak parçacıklardan oluşan bulutlar ve kristaller gibi, atomik desenleri
hemen hemen sonsuz denebilecek bir biçimde tekrarlanan birörnek
madde kümeleri. Bunların hassas çalışan parçaları yok -en azından
biyolojik standartlara göre. Büyük fiziksel nesneler, örneğin yıldızlar
bile, az çok gelişigüzel düzenlenmiş, sınırlı sayıda parçadan oluşur.
Biyolojik olmayan, fiziksel nesnelerin davranışı öylesine basittir ki, böyle
davranışları tanımlamak için matematik dilini kullanmak kolaylık sağlar.
Fizik kitapları bu yüzden matematikle doludur.
Fizik kitapları girift olabilir, fakat tıpkı otomobiller ve bilgisayarlar
gibi, fizik kitapları da biyolojik nesneler olan insan beyinlerinin
ürünleridir. Bir fizik kitabında tanımlanan nesneler ve olgular, kitabın
yazarının bedenindeki tek bir hücreden da
3
ha yalındır. Ve bu yazar her biri birbirinden farklı, hassas bir mimari
ve mühendislikle, kitap yazabilme yeteneğine sahip bir makine
biçiminde
örgütlenmiş
böyle
trilyonlarca
hücreden
oluşur.
Beyinlerimizin, uç noktalardaki boyutların ve fizikteki diğer aşırılıkların
ötesindeki karmaşıklıklarla uğraşacak donanımı olduğu söylenemez. Bir
fizikçinin -hatta bir fizikçinin tek bir hücresinin- yapısını ve davranışını
topyekûn tanımlayabilecek matematiği henüz hiç kimse icat etmedi. Tek
yapabildiğimiz, canlıların niçin var oldukları ve nasıl işledikleri
konusundaki genel ilkelerin bazılarını anlayabilmek.
İşe bu noktadan başlamıştık. İnsanların ve diğer karmaşık şeylerin
niçin
var
olduklarını
bilmek
istiyorduk.
Şimdi,
karmaşıklığın
ayrıntılarını kavrayamasak bile, bu soruya genel bir yanıt verebiliriz. Bir
benzetme yapalım: Çoğumuz bir uçağm işleyişinin ayrıntılannı anlamaz.
Büyük olasılıkla, uçağın yapımcıları da bunu tümüyle bilmez: Motor
uzmanlan kanatlan aynntılany- la bilmez ve kanat uzmanlan da motor
hakkında ancak belirsiz bir bilgiye sahiptir. Kanat uzmanlan, kanatlan
bile tam bir matematiksel kesinlikle anlamaz; yalnızca, rüzgâr tünelinde
bir modeli ya da bir bilgisayar simülasyonunu inceleyerek, bir kanadın
düzensiz hava akışı koşullarında nasıl davranacağını kestirebilirler. Bir
biyolog da, bir hayvanı anlayabilmek için bu tür bir şey yapabilir. Fakat
hakkındaki bilgimiz ne denli eksik olursa olsun, uçağm nasıl bir genel
süreç sonucu var olduğunu hepimiz biliriz. Bir uçak, çizim masalarında,
insanlar tarafından tasarlanır. Daha sonra da, başka insanlar çizimlere
bakarak parçaları yapar; daha başka bir sürü insan (insanlar tarafından
tasarlanmış başka makinelerin yardımıyla) bu parçalan bir araya
getirerek, her birini yerli yerine perçinler, vidalar, yapıştırır ya da
kaynak yapar. Bir uçağm yapılma süreci bizim için temel bir gizem
taşımaz, çünkü insanlarca yapılmıştır. Parçalann amaçh bir tasarım doğrultusunda, sistendi bir biçimde birleştirilmesi, bildiğimiz ve anladığımız
bir şeydir, çünkü bu süreci biz de yaşamışızdır -en azından
çocukluğumuzda, modeller ya da legolar yaparak.
Peki, ya vücutlarımız? Her birimiz aynen uçak gibi bir makineyiz;
yalnızca çok daha karmaşığız. Yoksa biz de mi bir çizim masasmda
tasarlandık? Bizim parçalarımız da becerikli bir mühendis tarafından mı
birleştirildi? Şaşırtıcı ama yanıt, hayırdır. Bu, yalnızca bir yüzyıldır
bildiğimiz ve anladığımız bir yanıt. Charles Darwin konuyu ilk
açıkladığında, birçok insan ya anlamadı ya da anlamak istemedi.
Çocukken, Darwin’in kuramını ilk duyduğumda ben de inanmayı kararlı
bir şekilde reddetmiştim. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına dek,
hemen hemen herkes, Bilinçli Tasarımcıya inanmaktaydı. Birçok insan
hâlâ aynı inancı sürdürüyor. Belki de, varoluşumuzun gerçek, Dar- winci
açıklaması -tuhaftır- henüz genel eğitim müfredatının alışılmış bir
parçası olamadığı için... Gerçek şu ki, bu konu yaygın olarak yanlış
anlaşılıyor.
Kitabımın ismindeki saatçi, on sekizinci yüzyıl Tanrıbilimcisi William
Paley’in iyi bilinen bir savından ödünç alındı. Paley'in 1802’de
yayımlanan Natural Theology -or Evidences of the Existence and
Attributes of the Deity CoUected from the Appe- arances of Nature
(Doğal Tanrıbilim -ya da Doğanın Görünümlerinden Toplanan,
Yaradan’m Sıfatlarına ve Varlığına ilişkin Kanıtlar) adlı yapıtı, "Tasarım
Savı”nın en iyi bilinen açıklaması, Tanrı'nın varlığına ilişkin savların en
etkilisi olmuştur. Bu, müthiş saygı duyduğum bir kitaptır, çünkü yazarı
benim şu anda yapmaya çalıştığımı zamanında büyük bir başarıyla yapmıştır. Paley'in bir iletisi vardı, buna tüm kalbiyle inanıyordu ve iletisini
ortaya koymak için hiçbir çabayı esirgemedi. Canlılar dünyasının
karmaşıklığına saygıyla yaklaşıyordu ve bu karmaşıklığın çok özel bir
açıklama gerektirdiğini gördü. Tek hatası -itiraf etmeliyim ki, bu oldukça
büyük bir hataydı! - açıklamanın kendisiydi. Paley bulmacaya geleneksel
dinci yanıtı verdi, fakat bu yanıtı kendinden önce hiç kimsede
görülmemiş bir berraklıkla ve inandırıcılıkla ortaya koydu. Gerçek
açıklamaysa son derece farklıydı ve tüm zamanların en devrimci
düşünürünü, Charles Darvvin’i beklemek zorunda kaldı.
Paley, Natural Theology'ye çok iyi bilinen bir parça ile başlar:
Diyelim ki, bir çalılıktan geçerken ayağım bir taşa takıldı ve taşın
oraya nasıl geldiği sorusuyla karşı karşıya kaldım. Aksini
gösterecek bir şeyler bilmediğim için vereceğim olası yanıtlardan
biri, taşın ezelden beri orada olduğudur; ya da, tam tersine, bu
yanıtın saçmalığını göstermek çok kolay olacaktır. Fakat, diyelim
ki, yerde bir saat buldum ve saatin nasıl olup da orada olduğunu
sorguluyorum; biraz önceki yanıt> yani saatin ezelden beri orada
durmakta olduğu, aklımın köşesinden geçmeyecektir.
5
Paley burada taş benzeri doğal fiziksel nesneler ile, saat benzeri
tasarlanmış ve imal edilmiş nesneler arasındaki farkın hakkını veriyor.
Bundan sonra da, bir saatin yayları ile dişlilerinin tasarımlarındaki
doğruluğu
ve
bu
parçaların
bir
araya
getirilişindeki
giriftliği
yorumlayarak devam ediyor. Paley’e göre, bir çaldıkta saat benzeri bir
nesne bulduğumuzda, nasıl varlık kazandığını bilmesek bile, bu nesnenin
doğruluğu ve tasarımındaki giriftlik bizi şu yorumu yapmaya zorlar:
...saatin bir yapımcısı olmalıdır: Bir yerlerde, bir zamanda, belirli
bir amaçla saati oluşturmuş olan bir insan eh var olmalıdır; saatin
yapımını anlamış ve kullanımını tasarlamış olan bir insanın eli...
Paley, hiç kimsenin bu sonuca itiraz edemeyeceğini savunuyor, fakat
ona göre Tanrıtanımaz, doğanın işleyişini incelerken bu sonuca karşı
gelmektedir, çünkü:
...bir saatte var olan her düzen işareti, her tasarım belirtisi doğanın
işleyişinde de vardır ve hatta doğanın işleyişinde tüm öngörüleri
aşan daha da yüce bir görünüm almaktadır.
Paley, Darvvin'in de sonradan kullanacağı, çok iyi bilinen ve bu kitap
boyunca tekrar tekrar ortaya çıkacak olan insan gözü örneğiyle
başlayarak yaşamın makinelerinin mükemmel ve saygı dolu tanımlarını
yapıyor ve son noktayı koyuyor. Paley, gözü teleskop benzeri,
tasarlanmış bir aletle kıyaslıyor ve "teleskopun görmeye yardımcı olmak
üzere yapılmış olduğuna ilişkin kanıtımız, aynı zamanda gözün görmek
için yapılmış olduğunun da kanıtıdır” sonucuna varıyor. Tıpkı
teleskopun bir tasarımcısı olduğu gibi, gözün de bir tasarımcısı olmalıdır.
Paley savını içtenlikle inanarak ortaya koymuş; gereken bilgiyi ise
gününün en iyi biyologlarından almış. Fakat bu bilgi yanlış; baştan aşağı
yanlış. Müthiş bir yanlışlık bu. Teleskop ve göz arasındaki, saat ve canlı
organizma arasındaki benzetme de yanlış. Görünenin tersine, doğadaki
tek saatçi fiziğin amaçsız kuvvetleridir, yine de bu kuvvetler çok özel bir
biçimde düzenlenmiştir. Gerçek bir saatçi öngörü sahibidir: Geleceği
hayal eder; zembereklerini ve dişlilerini, aralarındaki bağlantıları planlar.
Oysa, Darvvin'in keşfettiği ve tüm yaşam biçimlerinin varoluşunu ve bir
amacı
varmış
gibi
görünmesini
6
açıkladığını
artık
bildiğimiz,
kendiliğinden, bilinçsiz, kör sürecin, yani doğal seçilimin hiçbir amacı
yoktur. Doğal seçilimin aklı ve düş gücü yoktur. Doğal seçilim geleceği
planlamaz; geleceği görme yetisi yoktur; öngörüsü yoktur. Doğal seçilim
hiçbir şey göremez. Doğal seçilimin doğanın saatçi olduğu söylenecekse,
bu saatçinin kör olduğu da eklenmelidir.
Bunu açıklayacağım; yam sıra birçok başka şeyi de açıklayacağım.
Fakat bir hataya düşmeyeceğim: Paley’i böylesine coşturan canlı
"saatleri” küçümsemeyeceğim. Tam tersine, Paley daha da ileri
gidebilirdi, diye düşünüyorum. Canlı "saatler” söz konusu olduğunda,
şaşkınlık duymada kimseden aşağı kalmam. Bunu Tanrıtanımaz olduğu
iyi bilinen, tanınmış bir çağdaş düşünürle bir akşam yemeğinde
tartışmıştım. Bu düşünürle kıyasladığımda, Paley’le aramızdaki ortak
noktaların daha fazla olduğunu görüyorum. Danvin'in Türlerin
Kökeni'nin yayımlandığı 1859 yılın
7
dan önce herhangi bir tarihte bir Tanrıtanımazın var olabileceğini
hayal bile edemiyorum, dedim. “Peki, ya Hume?” diye yanıtladı düşünür.
“Hume canlılar dünyasındaki örgütlü karmaşıklığı nasıl yorumlamıştır?"
diye sordum. Düşünür, “Açıklamadı,” dedi. “Bu konu neden özel bir
açıklama gerektiriyor ki?”
Paley özel bir açıklamanın gerekli olduğunu biliyordu; Dar- win de
biliyordu; hatta düşünür dostumun da yüreğinin ta derinliklerinde
bunun gerekli olduğunu bildiğini sanıyorum. Her neyse, ben bu kitapta
canlılar dünyasının örgütlü karmaşasına bir açıklama getirmeye
uğraşacağım. David Hume’a dönelim; zaman zaman bu büyük Iskoç
düşünürün, Tasarım Savı’nı Dar- win’den bir yüzyıl önce rafa kaldırdığı
söylenir. Ama Hume’ın yaptığı, doğada görünüşte var olan tasarımın, bir
Tanrı’nın varlığını gösteren kesin bir kanıt olarak kullanılmasındaki
mantığı eleştirmek olmuştur. Ancak, görünüşteki bu tasarım için başka
bir açıklama getirmemiş, soruyu açık bırakmıştır. Darwin öncesinde,
Hume taraftan bir Tanrıtanımaz şöyle derdi: “Karmaşık biyolojik tasarım
için bir açıklamam yok. Tek bildiğim, Tan- rı’nın iyi bir açıklama
olmadığıdır. Bekleyelim ve birilerinin daha iyi bir açıklama getirmesini
umut edelim.” Böylesi bir konumun, mantıksal açıdan sağlam olmasına
karşın, hiç de doyurucu olmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.
^Darvvin öncesinde Tanrıtanımazlık mantıksal olarak savunulabilirdi
belki; fakat ancak Darwin sayesindedir ki, entelektüel açıdan tatmin
olmuş bir Tanrıtanımaz olabiliyoruzjHume’un da benimle aynı fikri
paylaşacağını düşünmek hoşuma gidiyor, ancak bazı yazılarına
baktığımda da biyolojik tasarımın karmaşıklığının hakkını veremediğini
anhyorum. Genç doğabilimci Charles Darwin, ona bu konuda bir iki şey
öğretebilirdi; ne yazık ki, Darvvin, Hume’un zamanında çalıştığı
Edinburgh Üniversitesi’ne girdiğinde, Hume öleli kırk sene olmuştu.
Karmaşıklık ve görünüşte var olan tasarımdan söz etmekte sanırım
acele davrandım; bu sözcüklerin anlamları çok açıkmış gibi... Aslında, bir
anlamda açık; çoğu kişi karmaşıklığın ne olduğu konusunda sezgisel bir
fikre sahiptir. Ama karmaşıklık ve tasarım kavramları bu kitapta öylesine
önemli ki, karmaşık ve görünüşte tasarlanmış nesnelerde özel bir şeyler
olduğu konusundaki sezgilerimizi biraz daha kesinleştirerek, sözcüklere
dökebilmek istiyorum.
Peki, karmaşık bir nesne nasıl bir şeydir, nasıl tanınabilir? Bir kol
saatinin, bir uçağın, bir kulağakaçan böceğinin ya da bir insanın
karmaşık, öte yandan, Ay'ın yalın olduğunu söylemek ne anlamda
doğrudur? Karmaşık bir nesneye ilişkin olarak aklımıza ilk gelen şey, bu
nesnenin ayrışık bir yapısı olduğudur. Muhallebi ya da pelte şu anlamda
yalındır: İkiye bölündüklerinde, iki parçanın da içsel bileşimi aynı
olacaktır; pelte benzeşiktir. Bir otomobil ise ayrışıktır. Peltenin tersine,
bir otomobilin hemen hemen her parçası, diğer parçalardan farkhdır. İki
tane otomobil yarısını yan yana getirdiğimizde otomobili elde edemeyiz.
Başka bir deyişle, yalın bir nesnenin tersine, karmaşık bir nesne birçok
kısımdan oluşur; bu kısımlar, çeşitli türdendir.
Ayrışıklık ya da “çok kısımlı olma”, zorunlu koşul olabilir fakat yeterli
değildir. Çok kısımlı ve içsel yapısı ayrışık olan fakat benim kastettiğim
anlamda karmaşık olmayan birçok nesne var. Örneğin, Mont Blanc
birçok değişik cins kayaçtan oluşur ve bu dağı herhangi bir yerinden
kestiğimizde elde edeceğimiz iki parçanın içsel yapısı birbirlerinden
farklı olacaktır. Peltede olmayan yapısal ayrışıklık Mont Blanc'da var,
fakat Mont Blanc yine de biyologların kastettiği anlamda karmaşık değil.
Karmaşıklığın tanımını başka bir yoldan aramayı deneyelim ve
matematiksel olasılık düşüncesini kullanalım. Şu tanımı ele alalım:
Karmaşık bir nesnenin parçaları öyle bir biçimde düzenlenmiştir ki,
nesnenin yalnızca rastlantıya bağlı olarak oluşması olasılığı çok düşüktür.
Seçkin bir gökbilimcimizin bir benzetmesini ödünç almak istiyorum: Bir
uçağın parçalarını ahp gelişigüzel bir araya getirirseniz, çalışır durumda
bir Boeing elde etme olasılığınız müthiş düşüktür. Bir uçağın parçalarını
bir araya getirmenin milyarlarca olası yolu vardır ve bu yollardan
yalnızca biri ya da birkaçı gerçek bir uçak oluşturabilir. Bir insanın parçalarını bir araya getirmek içinse, çok daha fazla yol vardır.
Bu karmaşıklık tanımı daha umut verici, ancak hâlâ bir şeylere
gereksinim var. Mont Blanc'ı toparlamanın milyarlarca yolu olduğu ve
bunlardan yalnızca birinin Mont Blanc’ı oluşturacağı söylenebilir.
Öyleyse, Mont Blanc yalınken, uçağı ve insanı karmaşık yapan nedir?
Her hurda yığını benzersizdir ve bir yığın oluştuktan sonra süreç
düşünüldüğünde, her hurda yığını tüm diğer hurda yığınları kadar
olasılık dişilik barındırır. Uçak hurdacısının mezarlığındaki bir hurda
yığınının bir eşi daha yoktur. Birbirinin tıpkısı iki hurda yığını
bulamazsınız. Uçak parçalarını gelişigüzel atarak tepeler yaptığınızı
9
düşünün; iki kez aynı tepeyi elde etme olasılığı çalışan bir uçak yapma
olasılığı kadar düşüktür. Peki öyleyse, hepsinde atomların düzenlenişi
“benzersiz” olmasına karşm, neden bir çöp yığınının ya da Mont Blanc’ın
ya da Ay’ın, bir uçak ya da bir köpek kadar karmaşık olduğunu
söyleyemiyoruz?
Bisikletimin şifreli kilidinde 4096 farklı konum var. Bunların her biri
aynı derecede “olasılık dışıdır”, yâni çarkları gelişigüzel çevirdiğinizde
4096 konumun her birinin gelme olasılığı aynıdır. Çarkları gelişigüzel
çevirip, ortaya çıkan sayıya bakar ve olup biten konusunda şöyle
bağırabilirim: "Ne müthiş! Bu sayıyı tutturma olasılığı 4096'da l’dir.
Küçük bir mucize bu!” Bu, bir dağın kayaçlarmı ya da bir hurda
yığınındaki metal parçalarım "karmaşık” olarak nitelemekle eşdeğerdir.
Fakat çarkın bu 4096 konumundan birinin gerçekten de ilginç bir
benzersizliği var: 1207 kilidi açabilecek tek konumdur. 1207’nin
benzersiz olmasınm sürece ilişkin edinilen bilgiyle hiçbir ilgisi yok: İmalatçı tarafından önceden belirlenmiştir. Çarkları döndürüp 1207 yi ilk
seferde bulursanız, bisikleti çalabilirsiniz ve bu ufak çapta bir mucize gibi
görünebilir. Banka kasalarmdaki çok haneli kasa kilitlerinde şansınız
yaver giderse, bu, büyük çapta bir mucize gibi görünecektir; çünkü öbür
milyarlarca olasıhktan sıyrılıp büyük bir vurgun yapmış olursunuz.
İşte benzetmemizde, banka kasasını açan şanslı sayıyı bulu- vermek,
hurda metal parçalarını gelişigüzel savurarak bir Boeing 747yi bir araya
getirivermekle eşdeğerdir. Kasa kilidinin milyonlarca benzersiz ve,
geriye dönüp bakıldığında, eşit derecede olasılık dışı konumu içinden
yalnızca biri kilidi açacaktır. Tıpkı bunun gibi, bir hurda yığınının
milyonlarca benzersiz ve eşit derecede olasılık dışı derlemesi içinden
yalnızca biri (ya da birkaçı) uçabilecektir. Uçabilen derlemenin ya da
kasayı açan konumun benzersizliğinin sürecin işleyişine ilişkin edinilen
bilgiyle hiçbir ilgisi yoktur; ikisi de önceden belirlenmiştir. Kasa
yapımcısı kasayı açacak bileşimi belirlemiş ve banka yöneticisine
söylemiştir. Uçma yeteneği de uçağın önceden belirlenmiş bir özelliğidir.
Havada bir uçak gördüğümüzde, parçaların gelişigüzel atılmasıyla
üretilmediğinden emin olabiliriz, çünkü gelişigüzel bir parça yığınının
uçmama olasılığının çok büyük olduğunu biliriz.
Şimdi Mont Blanc kayaçlarından gelişigüzel bir yığıntı oluşturmanın
olası tüm yollarını düşünelim; biliyoruz ki, bunlardan yalnızca biri Mont
10
Blanc olacaktır. Fakat bizim bildiğimiz Mont Blanc, oluşma sürecine
ilişkin edinilen bilgiyle tanımlanmıştır. Kayaçları yığmanın birçok
yolundan herhangi biri bir dağ olabilirdi ve bu dağa Mont Blanc adı
verilebilirdi. Bizim bildiğimiz Mont Blanc’da özel bir şeyler, önceden
belirlenmiş bir şeyler, uçağm kalkışına ya da kasanın açılarak paraların
önümüze saçılmasına benzer bir şeyler yoktur.
Bir canlıda, kasanın açılmasına ya da uçağın uçmasına eşdeğer olan
nedir? Aslında, bu bazen sözcüğü sözcüğüne aynı şey: Kırlangıçlar uçar.
Gördüğümüz gibi, uçabilen bir makineyi yapmak kolay değil. Bir
kırlangıcın tüm hücrelerini gelişigüzel bir araya getirirseniz, elde
edeceğiniz nesnenin uçma olasılığı, sıfırdan pek de farklı olmayacaktır.
Tüm canlılar uçmaz, ancak tıpkı uçmak gibi olasılık dışı görünen ve
önceden belirlenmiş başka şeyler yaparlar. Balinalar uçmaz, fakat tıpkı
kırlangıçların
uçuşu
gibi,
etkin
hücrelerinden
11
bir
biçimde
yüzebilir.
Balina
oluşturulmuş gelişigüzel bir yığının, bırakın bir balina kadar hızlı ve
etkin bir biçimde yüzebilmeyi, yalnızca yüzebilme olasılığı bile ihmal
edilebilecek denli küçüktür.
Tam bu noktada, atmaca gözlü bir düşünür (atmacaların çok keskin
gözleri vardır ve ışığa duyarlı hücrelerle mercekleri gelişigüzel yığarak
bir atmacanın gözünü oluşturamazsınız), kısır bir sav ortaya attığımı
ileri sürerek söylenmeye başlayacaktır. Kırlangıçlar uçar amayüzemez ve
balinalar yüzer ama uçamaz. Gelişigüzel yığıntımızın yüzücü mü, yoksa
uçucu mu olduğuna sürecin işleyişine bakarak karar veriyoruz. Diyelim
ki, yığıntının bir şeyci olarak başarılı olacağına karar verdik, ancak "bir
şeyin’ne olduğu konusunu hücreleri bir araya getirinceye kadar açık
bıraktık. Bu gelişigüzel hücreler kümesi köstebek benzeri etkin bir
tünelci ya da maymun benzeri etkin bir tırmanıcı çıkabilir; çok iyi sörf
yapıyor ya da güreşiyor ya da gittikçe küçülen halkalar boyunca
kaybolana dek yürüyor olabilir; bu listeyi uzatabiliriz... Yoksa uzatamaz
mıyız?
Eğer liste gerçekten de uzatılabilscydi, benim varsayımsal düşünür
haklı olabilirdi. Elinizdeki maddeyi ne kadar gelişigüzel savurursanız
savurun, çoğu kez sonuçtaki yığının bir şey yapmada iyi olduğu, sürecin
işleyişine ilişkin sonradan edinilen bilgiyle söylenebiliyorsa, kırlangıç ve
balina örneğinde hile yaptığımı söylemek doğru olurdu. Fakat biyologlar
"bir şeyler yapmada iyi olmanın” ne anlama geldiği konusunda çok daha
açık seçiktirler. Bir nesneyi hayvan ya da bitki olarak tanımlamanın
asgari koşulu, bu nesnenin herhangi bir yaşam biçimini sürdürmede
başarılı olmasıdır (daha kesin bir dille, bu nesnenin türünün en azından
bazı üyelerinin üreyebilecek kadar uzun yaşayabilmesidir). Yaşamı
sürdürmenin birçok yolu olduğu doğru: uçmak, yüzmek, ağaçtan ağaca
salınmak... Fakat canlı olmanın ne kadar çok yolu olursa olsun, ölü
olmanın (daha doğrusu canlı olmamanın) çok daha Fazla yolu olduğu
kesin. Bir milyar yıl boyunca, tekrar tekrar hücreleri gelişigüzel
istifleyebilir ve bir kez bile, bırakınız kötü de olsa uçabilmeyi ya da
yüzebilmeyi ya
da toprağı delebilmeyi ya da koşabilmeyi ya da herhangi bir şey
yapabilmeyi, uzaktan da olsa kendini canlı tutmaya çalıştığı
söylenebilecek bir yığın elde edemeyebilirsiniz.
Bu tartışmayı oldukça uzattık; artık nasıl başladığımızı anımsamamızın zamanı geldi. Bir nesneye karmaşık sözcüğünü yakıştırmakla ne anlatmak istediğimizi ifade edebilecek kesin bir yol
arıyorduk. İnsanlarda ve köstebeklerde ve solucanlarda ve uçaklarda ve
saatlerde ortak olan, fakat pelte ya da Mont Blanc ya da Ayla ortak
olmayan
noktayı
belirlemeye
çalışıyorduk.
Ulaştığımız
yanıt
şuıHCarmaşık şeylerde önceden belirlenebilen ve tek başına gelişigüzel
rastlantıyla edinilme olasılığı çok düşük olan bir nitelik vardır. Canlılar
söz konusu olduğunda, önceden belirlenebilen bu nitelik, bir tür
"yeterlilik” olmaktadır; ya uçmak gibi belirli bir yetenek (bir uçak
mühendisi bu yeteneğe hayranlık duyacaktır) konusundaki yeterlilik,
ya da ölümü bir süre engelleme veya üreme sürecinde genleri çoğaltma
yeteneği gibi daha genel bir konuda yeterlilik. ^
Ölümden kaçınmak için çaba harcamak gerekir. Vücut kendi haline
bırakıldığında -ki, canlı öldüğünde olan budur- çevresiyle bir denge
hali oluşturmaya eğilimlidir. Canlı bir vücuttaki sıcaklık, asitlilik, su
içeriği ya da elektriksel gerilim benzeri bir niceliği ölçerseniz,
bekleneceği biçimde, bu niceliğin çevrede kendisine karşılık gelen
ölçümden
çok
farklı
olduğunu
bulursunuz.
Örneğin,
bizim
vücutlarımız genellikle çevreden daha sıcaktır ve soğuk iklimlerde bu
sıcaklık farkını korumak oldukça zordur. Öldüğümüzde bu çaba durur,
sıcaklık farkı azalmaya başlar ve sonunda çevreyle aynı sıcaklığa geliriz.
Hayvanların hepsi çevre sıcaklığıyla denge kurmak için bu denli çaba
harcamaz, fakat tüm hayvanlar bununla kıyaslanabilecek bazı işler
yapar. Örneğin, kurak bir ülkede, hayvanlar ve bitkiler hücrelerindeki
sıvı içeriğini belirli bir düzeyde tutmak amacıyla, suyun dışarıdaki kuru
dünyaya akma yolundaki doğal eğilimini engellemek için çaba
gösterirler. Bunu yapamazlarsa ölürler. fDaha genel bir biçimde
söylersek, canlılar, etkin biçimde iş ya-
©
parak engellemedikleri sürece, eninde sonunda kendilerini çevreleyen
dünya ile kaynaşır ve özerk varlıklar olma durumundan çıkarlar. İşte,
öldüklerinde olan budurj
Fahri canlılar olarak saymaya karar verdiğimiz yapay makineler
dışında, cansız nesneler bu anlamda iş yapmazlar ve kendilerini
çevreleriyle dengeye götüren kuvvetleri benimserler. Biliyoruz ki, Mont
Blanc uzun süredir var ve uzun bir süre daha var olacak; ancak Mont
Blanc var olmak için çaba sarf etmiyor, iş yapmıyor. Bir kaya yerçekimi
etkisiyle durduğunda öylece kalır. Kayayı orada tutmak için iş yapmak
gerekmez. Mont Blanc var, aşınıp ufalanana ya da bir deprem onu
devirene dek var olmaya devam edecek. Bir canlının tersine, bir dağ
aşındığında ya da yıprandığında önlem almaz; devrildiğinde düzelmeye
çalışmaz. Yalnızca fizik yasalarına boyun eğer.
Bu, canlıların fizik yasalarına boyun eğmediğini söylemek midir?
Kesinlikle
hayır.
Canlı
maddenin
fizik
yasalarına
uymadığını
düşünmemiz için bir sebep yok. Temel fizik kuvvetlerine rakip
olabilecek doğaüstü hiçbir şey, hiçbir “yaşam gücü" yok. Bu, yalnızca,
fizik yasalarım tüm bir canlı vücudun davranışını anlayabilmek amacıyla
naif bir biçimde uygulamaya çalıştığınızda çok fazla ilerleyemeyeceğiniz
anlamına geliyor. Vücut, birçok bileşeni olan karmaşık bir şeydir ve
davranışım anlayabilmek için, fizik yasalarını tüm vücuda değil,
parçalarına uygulamanız gerekir. Tüm vücudun davranışı ise, parçaların
arasındaki etkileşimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkacaktır.
Bir örnek olarak, devinim yasalarını ele alalım. Ölü bir kuşu havaya
attığınızda tıpkı fizik kitaplarmdakine benzeyen, zarif bir parabol çizer,
yere düşer ve orada kalır. Belirli bir kütlesi ve hava direnci olan bir
nesne nasıl bir davranış gerektiriyorsa, öyle davranır ölü kuş. Fakat canlı
bir kuş, havaya attığınızda bir parabol çizmez ve yere düşmez; uçar gider
ve hatta siz bir yerlere konduğunu göremeden kaybolur. Bunun sebebi,
canlı kuşun yerçekimine ve tüm vücudunu etkileyebilecek diğer fiziksel
kuvvetlere karşı koyabilecek kasları olmasıdır. Bu kasların her bir
hücresinde, fizik yasaları geçerlidir. Sonuç olarak da, kaslar
kanatlan
kuş
havada kalacak biçimde hareket ettirir. Kuş yerçekimi yasasını bozmaz;
yerçekimi tarafından sürekli aşağı çekilir, ama yerçekimine rağmen
kendini havada tutmak üzere iş yapar. Bu iş yapılırken de kasları için
fizik yasaları geçerlidir. Eğer canh kuşumuzu belirli bir kütleye ve hava
direncine sahip, yapısı olmayan bir madde yığını olarak ele alacak denli
safsak, fizik yasalarının bozulduğunu düşünürüz elbette. Ne zaman ki,
14
vücudun birçok parçası olduğunu, bu parçalann her birinin kendi
düzeylerinde fizik yasalanna uymakta olduğunu hatırlarız, işte ancak o
zaman
tüm
vücudun
davranışını
anlayabiliriz.
Kuşkusuz
bu
söylediklerim yalnızca canlılara ilişkin bir tuhaflık değil; insan yapımı
tüm makinelere ve karmaşık, çok parçalı nesnelere de uygulanabilir.
Bu epey felsefi bölümde tartışmak istediğim son konuya, yani
açıklamadan neyi anladığımız sorununa geldik. Artık karmaşık bir şey
demekle neyi kastettiğimizi biliyoruz. Ama girift bir makinenin ya da
canh bir vücudun nasıl çalıştığını merak ettiğimizde, bize doyurucu
yanıtı verecek olan ne tür bir açıklamadır? Bir önceki paragrafta
ulaştığımız türden bir açıklama elbet. Bir makinenin veya bir canlının
nasıl çalıştığını anlamak istediğimizde, bileşenlerine bakar ve bu
bileşenlerin birbirleriyle nasıl bir etkileşim içerisinde olduklarını sorarız.
Henüz anlayamadığımız karmaşık bir şey varsa, bu şeyi anlayabildiğimiz
daha yalın parçalarından yola çıkarak anlamayı başarabiliriz.
Bir mühendise buhar makinesinin nasıl çalıştığını sorduğumda, beni
tatmin edecek yanıtın genelde ne tür bir yanıt olacağı hakkında az çok
fikrim vardır. Mühendis buhar makinesinin "hareket ettirici kuvvet” ile
itildiğini söylediğinde, Julian Hux- ley gibi ben de kesinlikle
etkilenmem. Ve bu mühendis bütünün, parçalarının toplamından daha
büyük olduğu konusunu açıp can sıkmaya başlarsa, sözünü keserim:
,“Bunu bir kenara bırak ve bana makinenin nasıl çalıştığını anlat.”
Duymak istediğim, motor parçalarının aralarında nasıl bir etkileşim
kurdukla
15
rı ve bu etkileşimin motorun davranışını nasıl oluşturduğu hakkında
bir şeyler olacaktır. Başlangıçta, büyük alt-bileşenler düzeyinde bir
açıklamaya hazırımdır; bu alt-bileşerilerin kendi içsel yapıları ve
davranışları oldukça karmaşık ve henüz açıklanmamış olsa bile...
Doyurucu bir ilk açıklamanın birimlerinin kazan, ocak, silindir, piston,
buhar düzenleyicisi benzeri isimleri olabilir. Mühendis, başlangıçta
hiçbir açıklama yapmaksızın, bu birimlerin ne yaptığım söyleyebilir. Bir
an için, her birimin kendi özel görevini nasıl yaptığını sormadan
söylenenleri kabul ederim. Her birimin hangi özel işi yaptığını
öğrendikten sonra da, kendi aralarında nasıl etkileşerek motoru hareket
ettirdiklerini anlayabilirim.
Kuşkusuz, bu noktadan sonra, her parçanın nasıl çalıştığını sormakta
özgür olurum. Buhar düzenleyicisinin buhar akışını ayarladığı gerçeğini
önceden kabul ettikten ve bu gerçeği tüm motorun davranışını anlamak
üzere kullandıktan sonra, artık merakımı düzenleyicinin kendisine
yöneltebilirim. Artık, buhar düzenleyicisinin kendi davranışını nasıl
oluşturduğunu, bu parçanın kendi içsel kısımları düzeyinde bilmek
isterim. Bileşenler arasında bir alt-bileşenler hiyerarşisi vardır. Herhangi
bir düzeydeki bir bileşenin davranışını açıklamak için alt-bileşenler
arasındaki etkileşime bakar ve alt-bileşenlerin içsel düzenini bir an için
sorgulamaksızın kabulleniriz. Böylece, hiyerarşide aşağı doğru ineriz; ta
ki, gündelik amaçlar için soru sormayı gerektirmeyecek denli yalın
birimlere erişene dek... Örneğin, ister doğru ister yanlış, çoğumuz demir
çubukların özelliklerinden memnundur ve bu özellikleri, çubukları
içeren daha karmaşık makinelerin açıklanmasında kullamveririz.
Fizikçiler demir çubukların özelliklerini sorgulamasız kabullenmezler
elbette. Çubukların neden bükülmez olduğunu sorarlar ve hiyerarşik
sorgulama işlemine, temel parçacıklara ve ku~ arklara dek, birkaç
katman daha devam ederler. Fakat birçoğumuz için yaşam fizikçilerin
yaptığını yapamayacak kadar kısa. Belirli bir karmaşıklık düzeyinde,
normalde, başlangıç kat- yanımızdan bir iki katman aşağı indiğimizde
doyurucu
açıklamalar
elde
edebiliriz.
Bir
otomobilin
davranışı
silindirlerle, karbüratörlerle, bujilerle açıklanabilir. Doğru; bu bileşenlerin
her biri, daha alt düzeylerdeki açıklamalardan oluşan bir piramidin
tepesinde
durmaktadır; ancak bana bir otomobilin nasıl çalıştığını
sorduğunuzda, size Newton yasaları ve termodinamik yasalarıyla yanıt
verirsem, bir parça ukala olduğumu düşünürsünüz. Eğer yanıtıma temel
parçacıklarla başlarsam, düpedüz gerçeği gizlediğime karar verirsiniz.
Otomobilin işleyişinin, en alt düzeyde, temel parçacıklar arasındaki
etkileşimlerle açıklanacağı kuşkusuz doğrudur. Fakat bunu pistonlar,
silindirler ve bujiler arasındaki etkileşimlerle açıklamak işimize daha çok
yarayacaktır.
Bir bilgisayarın çalışması, yarıiletken elektronik geçitler arasındaki
ilişkilerle açıklanabilir; fizikçilerse, bu ilişkileri daha da alt düzeyde
inceliyorlar. Fakat çoğu kez, uygulamada bilgisayarın bütününün
işleyişini bu düzeylerde anlamaya çalışmak, zaman kaybından başka bir
şey olmaz; çok sayıda elektronik geçit ve aralarında çok sayıda ilişki
vardır. Doyurucu bir açıklamanın algılanabilir bir sayı çerçevesinde
tutulması gerekir. İşte bilgisayarların nasıl çalıştığını öğrenmek
istiyorsak, birkaç alt-bileşen hakkında bir ön açıklamayı yeğlememizin
nedeni budur: bellek, işlemci, art bellek, denetim birimi, girdi-çıktı
işlemcisi, vs... Ana bileşenler arasındaki etkileşimleri anladıktan sonra,
bu bileşenlerin iç yapısı hakkında sorular sormak isteyebiliriz. VE ve
VEYA geçitleri düzeyine inmek isteyenler yalnızca uzman mühendisler
olacaktır; ve yalnızca fizikçiler daha da aşağı düzeylere, yarıiletken
ortamda elektronların davranışı düzeyine inmek isteyeceklerdir.
Felsefi isimlerden hoşlananlar için, nesnelerin nasıl çalıştığını
anlamada kullandığım yaklaşıma verilebilecek en uygun isim “hiyerarşik
indirgemecilik” olacaktır. Eğer günümüzde moda olan entelektüel
dergileri okuyorsanız, “indirgemeciliğin”, tıpkı günah gibi yalnızca ona
karşı olanlar tarafından ağza alınan şeylerden biri olduğunu fark
etmişsinizdir. Bazı çevrelerde insanın kendini indirgemeci olarak
adlandırması, bebekleri yediğini itiraf etmek gibi bir şey. Ama insanlar
aslında bebek yemez; kimse de, karşı çıkmaya değecek anlamda,
indirgemeci değildir. Var olmayan indirgemeci -herkesin karşı olduğu
ama yalnızca hayallerde var olan cinsten- karmaşık nesneleri bunların en
küçük parçalarını temel alarak, doğrudan doğruya; hatta bu söylencenin
bazı aşırı uyarlamalarında, parçaların toplamı olarak açıklamaya çalışır.
Öte yandan, hiyerarşik indirgemeci, karmaşık bir varlığı, örgütlülük
hiyerarşisini herhangi bir düzeyde ele alarak, hiyerarşinin bir alt
düzeyindeki varlıkları kullanarak açıklamaya çalışır. Olasıdır ki, alt
düzeydeki
varlıklar
da
kendi
bileşenlerine
17
indirgenecek
kadar
karmaşıktır ve bu böylece sürer. Söylemeye gerek yok; söylencesel
bebek-yiyicisi indirgemeci bunu inkâr edecektir ama hiyerarşinin üst
düzeylerinde uygun olan açıklamalar, alt düzeylerde uygun olanlardan
epey farklıdır. Otomobilleri kuarklar yerine karbüratör kullanarak
açıklamanın anlamı buydu. Fakat hiyerarşik indirgemeci, karbüratörlerin
daha küçük birimler temelinde, daha küçük birimlerin daha daha küçük
birimler temelinde,
nihayetinde en
küçük temel parçacıklarla açıklandığına inanır. Bu anlamda indirgemeci,
şeylerin nasıl çalıştığını anlamaya yönelik dürüst bir istek duyanlar için
kullanılan bir isim sadece.
Bu bölüme, karmaşık şeyler için ne tür bir açıklamanın bizi tatmin
edeceğini sorarak başladık. Bu soruyu mekanizma açısından ele aldık:
Nasıl çalışıyor? Karmaşık bir şeyin davranışının, örgütlü bir hiyerarşinin
birbirini izleyen katmanları olarak düşündüğümüz, bileşen kısımları
arasındaki etkileşimler temelinde açıklanması gerektiği sonucuna vardık.
Başka bir soruysa her şeyden önce, karmaşık nesnenin nasıl varlık
bulduğunu sorar. Bu kitabın özellikle ilgilendiği soru da bu, onun için
şimdilik fazla söz etmeyeceğim.. Yalnızca mekanizmanın anlaşılmasındaki ilkenin aynen geçerli olduğunu söylemekle yetineceğim.
Karmaşık bir şey, varlığını sorgulamaksızm, peşinen kabul et
18
me eğiliminde olmadığımız bir şeydir, çünkü fazlasıyla “olasılık
dışıdır”. Tek bir rastlantıyla varlık bulmuş olamaz. Açıklamamız,
karmaşık bir şeyin daha yalın şeylerden, rastlantı sonucu varlık bulmuş
olabilecek kadar yalın ilksel nesnelerden adım adım, kerte kerte gelişen
birikimli dönüşümlerin bir sonucu olarak varlık bulduklarını ortaya
koyacaktır. Nasıl ki “büyük adımlı indirgemecilik” bir mekanizma
açıklaması olarak işe yaramıyor ve yerine hiyerarşik düzende küçük
adımlarla, katman katman aşağı inilen bir dizi benimsemek gerekiyorsa,
karmaşık bir şeyin ortaya çıkışını da tek bir adımla açıklayamıyoruz. Yine küçük adımlardan oluşan bir diziye, bu kez zaman açısından da
sıralanmış bir diziye başvurmak zorunda kalıyoruz.
Oxford Üniversitesi’nden fizikokimyacı Peter Atkins son derece güzel
yazılmış kitabı The Creation a (Yaratılış) şöyle başlamış:
Sizi zihinsel bir geziye çıkaracağım. Bu bizi uzamın, zamanın ve
anlamanın kıyısına götürecek bir idrak gezisi. Bu yolculukta,
anlaşılamayacak hiçbir şey olmadığını, açıklanama- yacak hiçbir
şey
olmadığını
ve
her
şeyin
olağanüstü
yalın
olduğunu
savunacağım... Evrenin büyük bir bölümünün açıklanmaya ihtiyacı
yoktur. Örneğin, filler. Moleküller bir kez rekabeti ve kendi
görüntülerine sahip başka moleküller yaratmayı öğrendiler miydi,
zamanı geldiğinde Biler ve fillere benzeyen şeyler etrafta
koşuşturmaya başlayacaktır^
Atkins, uygun fiziksel koşullar oluştuktan sonra karmaşık şeylerin
evriminin -kitabımızın ana konusu bu- kaçınılmaz olduğunu varsayıyor.
Evrenin ve sonra da fillerin ve karmaşık şeylerin bir gün varlık
bulabilmeleri için, çok tembel bir Yaratıcının yapması gereken en az
tasarım miktarını ve gerek koşulların ne olduğunu soruyor. Bir fizik
bilimcisi olarak, Atkins, Yaratıcı'nm son derece tembel olabileceğini
düşünüyor. Her şeyin nasıl varlık bulacağını anlayabilmek için
varsaymamız gereken temel kaynak birimler ya tam anlamıyla bir hiçtir
(bazı fizikçilere göre) ya da son derece yalındır, bilinçli Yaratılış gibi ulu
bir şey gerektirmeyecek kadar yalındır (başka fizikçilere göre).
Atkins, fillerin ve karmaşık şeylerin açıklanmasına gerek olmadığını
söylüyor ama bunu söylemesinin nedeni bir fizikçi olması ve biyologların
evrim kuramını sorgulamaksızm doğru kabul etmesi. Aslında fillerin
açıklanmasına gerek olmadığını düşünmüyor; fiziğin bazı gerçeklerini
kabullenen biyologların filleri açıklaması onu tatmin ediyor. Dolayısıyla
da, bir fizikçi olarak görevi, bizim o bazı gerçekleri kabullenmemizi
doğrulamaktır. Bu görevi başarıyor. Benimkisiyse, tamamlayıcı bir konum; ben bir biyoloğum. Ben fiziğin gerçeklerini, yalınlıklar dünyasının
gerçeklerini olduğu gibi kabul ederim. Eğer fizikçiler bu yalın
gerçeklerin anlaşılıp anlaşılmadığı konusunda henüz fikir birliğine
varamamışlarsa, bu benim sorunum değil. Benim görevim, filleri ve
karmaşık şeyler dünyasını fizikçilerin anladıkları ya da üzerinde
çalıştıkları yahn şeyleri temel alarak açıklamaktır. Fizikçinin sorunu
nihai
kökenler
ve
nihai
doğal
yasalardır.
Biyoloğun
sorunu
karmaşıklıktır. Biyolog, karmaşık şeylerin nasıl çalıştığını ve nasıl varlık
bulduğunu daha yalın şeyleri temel alarak açıklamaya çalışır. Güven
içinde fizikçilere devredebileceği kadar yahn varlıklara ulaştığında da bu
görevini tamamlanmış sayabilir.
Karmaşık bir nesneyi tanımlama biçimimin -sürece ilişkin bir bilgiye
sahip olmadan belirlenmiş bir yönde istatistiksel açıdan olasılık dışı- çok
özel bir durum gibi görülebileceğinin farkındayım. Fiziği yalınlıkları
araştıran bir bilim olarak tanımlamam da böyle görülebilir. Eğer siz
karmaşıklığı başka bir biçimde tanımlamayı yeğliyorsanız, benim için
hava hoş; tartışmayı sürdürebilmek için sizin tanımınızla devam etmeye
hazırım. Fakat aldırdığım bir şey var: sürece ilişikin bir bilgiye sahip
olmadan- belirlenmiş-bir-yönde-istatistiksel-açıdan-olasılık dışı olma
niteliğine ne ad verirsek verelim, bu, özel bir açıklama çabası gerektiren,
önemli bir niteliktir; biyolojik nesnelerin fizik nesnelerinden farkını
belirleyen
niteliktir.
Bulduğumuz
açıklamanın
fizik
yasalarıyla
çelişmemesi gerekir. Bu açıklama fiziğin yasalarını kullanmalı ve hatta
fizik yasalarından başka bir şey kullanmamalıdır. Benim açıklamam fizik
yasalarını genelde fizik kitaplarında tartışılan biçiminden farklı, özel bir
yoldan
kullanıyor.
Bu
özel
yol,
Darvvin’in
yolu.
Darvvin’in
açıklamasının özünü III. Bölüm’de, birikimli seçilim başlığı altında
sunacağım.
Bu arada, açıklamamızın karşı karşıya olduğu sorunun, biyolojik
karmaşıklığın devasalığı ve biyolojik tasarımın güzelliği ve zarafeti
sorununun önemini vurdulamak için Paley’in yolunu izleyeceğim. II.
20
Bölüm, Paley’in zamanından çok sonraları keşfedilmiş özel bir örneğin,
yarasaların "radarlarının” uzun bir tartışması olacak. Ve bu bölümde,
gözün ve iki ayrı bölümünün büyütülmüş, ayrıntılı şekillerini (1. Şekil)
çizeceğim -Paley olsaydı, elektron mikroskopundan nasıl hoşlanırdı
kimbilir! Şeklin üst kısmında gözün bir kesiti var. Bu büyütme
düzeyinde, göz, optik bir alet gibi görünüyor; bir kameraya benzediği
çok
açık.
İris
-diyafram-,
açıklığın
sürekli
değiştirilmesinden
sorumludur. Aslında birleşik bir mercekler sisteminin bir parçası olan
mercek, odaklama işleminden sorumludur. Odak, merceğin kaslarla
bastırılmasıyla değiştirilir (ya da, insan yapısı bir kamerada, merceği ileri
geri oynatarak). Görüntü arka bölümdeki ağtaba- ka üzerine düşer ve
buradaki ışıkhücrelerini (fotoseller) uyarır.
1. Şekil’in ortasında ağtabakanın büyütülmüş bir bölümü görülüyor.
Işık soldan geliyor. Işığın ilk vurduğu şey ışığa duyarlı hücreler
(ışıkhücreleri) değildir; bu hücreler derinlerde gömülü ve ışıktan
uzaktadır. Bu tuhaf özellikten daha sonra yine söz edeceğiz. Işığın
vurduğu ilk şey, ışıkhücreleriyle beyin arasındaki “elektronik arayüzeyi”
oluşturan gangliyon hücreleri tabakasıdır. Aslında gangliyon hücreleri
bilgiyi beyne iletmezden önce bilgiyi bazı ön-işlemlerden geçirir ve bu
nedenle “arayü- zey” sözcüğü yerine tam oturmuyor. “Uydu bilgisayar”
daha hakça bir terim olurdu. Gangliyon hücrelerinden çıkan teller
ağtabakanın yüzeyi boyunca uzanır ve “kör noktaya”, beyne gi-
21
Saydam
madde
Saydam sıvı
Mercek
peltemsi
Ağtabaka
Büyütülen bölüm
Kör nokta
Çekirdek
Bağlayıcı “tel”
Mitokondri
Foton yakalayan
tabakalar
1. Şekil
den ana kabloyu -görme sinirini- oluşturmak üzere ağtabaka içine
daldıkları noktaya gelirler. “Elektronik arayüzeyde” 125 milyon kadar
ışıkHücresinden veri toplayan üç milyon kadar gangliyon hücresi vardır.
1. Şekil’in alt tarafında büyütülmüş bir ışıkhücresi, bir çubuk var. Bu
hücrenin incelikli mimarisine bakarken bu karmaşıklı- ğın her
ağtabakasında 125 milyon kere yinelendiğini hatırınızdan çıkarmayın.
22
Ayrıca, buna denk bir karmaşıklık da vücudun başka yerlerinde
trilyonlarca kere yinelenmektedir. 125 milyon sayısı, kaliteli bir güncel
haber dergisinin resimlerinde ayrı ayrı çözümlenebilen nokta sayısının
yaklaşık 5000 katıdır. Şekildeki çubuk hücrenin sağındaki katlanmış
zarlar ışığı toplayan asıl yapılardır. Bu zarların katmanlı yapısı,
ışıkhücresinin foton -ışı- ğın yapısındaki temel parçacık- yakalama
verimliliğini artırır. Foton ilk zar tarafından yakalanamazsa, İkincisi,
İkincisi tarafından yakalanamazsa, üçüncü tarafından... yakalanacaktır.
Bunun bir sonucu olarak, bazı gözler tek bir fotonu bile saptayacak
yeteneğe sahiptir. Fotoğrafçıların kullandığı en hızlı ve en duyarlı film
emülsiyonlarının bir ışık noktası saptayabilmesi için bunun 25 katı kadar
foton gereklidir. Hücrenin orta bölümündeki kurtçuk biçimindeki
nesnelerin çoğu mitokondridir. Mitokondriler yalnızca ışıkhücrelerinde
değil, diğer hücrelerde de vardır. Her hücre, ana ürünü .kullanılabilir
enerji olan bir kimya fabrikası gibi düşünülebilir. Bu fabrikada, incelikle
katlanmış iç zarların yüzeyi boyunca uzanan, uzun, birbirine dolaşık
üretim hattında ana ürün taşınırken 700’den fazla farklı kimyasal madde
işlenir. Şeklin solundaki küre çekirdektir. Bu yapı da tüm hayvan ve
bitki hücrelerinde vardır. V. Bölüm de göreceğimiz gibi, her çekirdekte
sayısal olarak şifrelenmiş, bilgi içeriği açısından Encyclopaedia
Britannica’ nın 30 cildinin toplam bilgi içeriğinden daha fazlasını
kapsayan bir veritabam vardır. Ve dikkatinizi çekerim, bu sayı vücudun
hücrelerinin toplamı için değil, her bir hücre için verilmiştir.
Şeklimizdeki bu çubuk, tek bir hücredir. Bir insanın vücudundaki
hücrelerin toplam sayısı 10 trilyon kadardır. Bir biftek yediğinizdeyse,
Encyclopaedia Britannica nın 100 milyar kopyasına, hatta daha fazlasına
eşdeğer bilgi tıkınmış oluyorsunuz.
23
II. Bölüm
İyi Tasarım
D
oğal seçilim doğanın kör saatçisidir; kördür, çünkü ileriyi
görmez, sonuçlan hesaplamaz, görünen bir amacı yoktur.
Yine de, doğal seçilimin yaşayan sonuçları, usta bir saatçinin
tasarımlarını akla getiriyor; bizi etkileyen bir tasarım ve planlama
yanılsaması bu... Elinizdeki kitabın amacı, bu paradoksu okuyucuyu
tatmin edecek bir biçimde çözmektir; bu bölümün amacıysa okuyucuyu
tasarım yanılsamasının gücüyle daha fazla etkilemektir. Özel bir örneğe
bakacağız; ve tasarımın güzelliği ve karmaşıklık söz konusu olduğunda,
Paley'in işin henüz başında olduğu sonucuna varacağız.
Eğer canlı bir vücut veya organ uçma, yüzme, yemek yeme, görme, ya da
daha genelde, organizmanın genlerinin yaşamayı
sürdürmesini ve kopyalanmasını destekleme gibi mantıklı bir amaca
ulaşmak üzere zeki ve bilgili bir mühendis tarafından yapılmış olabileceği
izlenimini veriyorsa, iyi tasarlanmış olduğunu söyleyebiliriz. Bir vücudun
veya organın bir mühendisin yapabileceğinin en iyisi olduğunu
varsaymamız gerekmiyor. Çoğu kez, bir mühendisin yapabileceğinin en
25
iyisi, bir başka mühendis tarafından aşılır; özellikle de, teknoloji tarihinin
daha ileri bir evresinde yaşayan bir başka mühendis tarafından... Fakat
herhangi bir mühendis, kötü tasarlanmış da olsa, bir amaca yönelik
tasarlanmış bir nesneyi tanıyabilir; ve, genellikle, nesnenin yapısına
bakmakla bile bu amacın ne olduğunu kestirebilir. I. Bölüm’de çoğunlukla
felsefi yönlerle uğraştık. Bu bölümde, her mühendisi etkileyeceğine
inandığım özel bir gerçek örnekten söz edeceğim: yarasalardaki sonar
(“radar”). Ayrıntılı açıklamama, bu canlı makinenin karşı karşıya olduğu
bir sorunu ortaya koyarak başlayacağım. Sonra da, mantıklı bir
mühendisin düşünebileceği çözümleri ele alacağım; sonunda da doğanın
benimsediği çözüme ulaşacağım. Kuşkusuz bu yalnızca tek bir örnek.
Yarasalardan etkilenen bir mühendisi hayrete düşürecek sayısız canlı
tasarım örneği vardır.
Yarasaların bir sorunu var: Karanlıkta yol bulmak. Yarasalar geceleri
avlanır, avlarmı bulmada ve engellerden kaçınmada kendilerine yardımcı
olmak üzere ışığı kullanamazlar. Bu sorunu yarasaların kendi kendilerine
yarattıklarını ve alışkanlıklarını değiştirip gündüz avlanmakla sorunun
ortadan kaldırılabileceğini söyleyebilirsiniz. Fakat gündüz işleyen
ekonomi başka yaratıklar, örneğin kuşlar tarafından yoğun olarak
kullanılmaktadır. Geceleyin çalışarak yaşamı sürdürmek mümkün
olduğundan ve gündüz işleri tümüyle dolu olduğundan doğal seçilim,
geceleri avlanma işine çıkan yarasaların lehine işlemiştir. Yeri gelmişken
şunu da belirteyim: Yaşamını geceleri kazanma alışkanlığının, biz de
dahil, tüm memelilerin geçmişinde var olma olasılığı yüksek. Gündüz
işleyen ekonomide dinozorlarm egemen olduğu o eski zamanlarda,
memeli atalarımız büyük olasıUçla maişet motorunu geceleri çalıştırmanın bir yolunu buldukları için
hayatta kalabildiler. Ancak dinozorların 65 milyon yıl önce gizemli bir
biçimde kitle halinde yok olmasından sonradır ki, atalarımızın büyük
kısmı gün ışığına çıkabilmeye başlamıştır.
Yarasalara geri dönersek, bu hayvanların bir mühendislik sorunları var:
Işık olmayan bir ortamda yollarını ve avlarını bulabilmek... Günümüzde
bu güçlükle karşı karşıya olan yalnızca yarasalar değil. Geceleri uçan avcı
böceklerin de bir biçimde yollarını bulabilmeleri gerektiği çok açık. Derin
26
denizlerdeki balıklar ve balinalar gündüz de gece de ışığı çok az görebilir
ya da hiç göremez, çünkü güneşin ışınları derinlere sızamaz. Çok çamurlu
sularda yaşayan balıklar ve yunuslar, ışık olmasına karşm, bu ışık sudaki
pislikler tarafından engellendiği ve saçıl- dığı için göremez. Günümüz
hayvanlarının birçoğu, görmenin zor ya da olanaksız olduğu koşullarda
yaşar.
Karanlıkta nasıl hareket edilebileceği sorusuna bir mühendisin
önerebileceği çözümler nelerdir? Akla gelebilecek ilk çözüm, ışık üretmek
olabilir; tıpkı fener kullanmak gibi... Ateşbö- cekleri ve bazı balıklar
(genellikle bakterilerin yardımıyla) kendi ışıklarını üretebilir, fakat bu
işlem büyük miktarlarda enerji harcanmasını gerektirir. Ateşböcekleri
eşlerini kendilerine çekebilmek için ürettikleri bu ışığı kullanırlar.
Aslında hayvanı kısıtlayan enerji gereksinimi bu değil; bir erkek
ateşböceğinin topluiğne başı kadar olan ışığı, karanlık bir gecede dişi
tarafından oldukça uzaktan görülebilir, çünkü dişinin gözleri, ışık kaynağını doğrudan saptayabilecek biçimde yapılanmıştır. Asıl enerji
gerektirense, hayvanın yolunu bulması için ışığın kullanılmasıdır, çünkü
gözler bu ışığın ortamın her yerinden yansıyan çok küçücük parçalarını
saptayabilmek zorundadır. Bu yüzden, ışık kaynağı başkalarına işaret
vermek için değil de, yolu aydınlatacak bir fener olarak kullanılacaksa,
müthiş parlak olmalıdır. Her neyse, nedeni enerji masrafı olsun ya da
olmasın, bazı tuhaf derin deniz balıklan dışmda, insandan başka hiçbir
hayvan yolunu bulmak için ışık üretmez.
Mühendis başka neler düşünebilir? Körler bazen yollarının üstündeki
engelleri esrarengiz bir biçimde sezer. Bu sezgiye "yüzsel görme” adı
verilmiş, çünkü körler, bunun yüze dokunulmasına benzer bir duygu
olduğunu söylüyor. Bu konudaki raporlardan biri, evinin bulunduğu
sokakta “yüzsel görme” yoluyla bisiklet süren, hem de oldukça hızlı süren
bir çocuktan söz eder. Aslında, bu duyudan 'yüzsel görme” olarak söz
edilmesine karşın, deneyler bu sezginin yüzle ya da dokunmayla bir ilgisi
olmadığını göstermektedir; tıpkı kolsuz bir adamın kolunda ağrı
hissetmesi gibi... “Yüzsel görme” sezgisi aslında kulaklarla ilgilidir. Körler,
bilinçsizce de olsa, engelleri duyumsamak için kendi ayak seslerinin ve
başka seslerin yankılarını kullanır. Mühendisler bu ilkeyi kullanmaya
27
başladıklarında -örneğin, denizin derinliğini ölçmek için- körlere ilişkin
gerçek
henüz
keşfedilmemişti.
Keşfedildikten
sonra
da,
silah
tasarımcılarının bu yöntemi denizaltıların saptanmasına uyarlamaları
yalnızca zaman meselesi olmuştu, ikinci Dünya Savaşı’nda her iki taraf da,
Asdic (İngiliz) ya da Sonar (Amerikan) adı verilen bu cihazların yanı sıra,
ses yankıları yerine telsiz dalgalarının yankılarıyla çalışan, benzer Radar
(American) ya da RDF (İngiliz) teknolojisi kullanan cihazları yoğun
biçimde kullandılar.
Sonar ve Radar teknolojisinin öncüleri o zamanlar farkında değillerdi;
fakat bugün bütün dünya, yarasaların, daha doğrusu yarasalar üzerinde
çalışan doğal seçilimin, bu sistemi milyonlarca yıl önce mükemmel hale
getirdiğini ve yarasa “radarının” bir mühendisi hayranlıktan serseme
döndürecek bir başarıya eriştiğini biliyor. Teknik açıdan, yarasa
“radarından” söz etmek pek de doğru değil, çünkü yarasalar telsiz
dalgaları kullanmıyor; kullanılan sonar. Fakat bu iki teknolojinin
dayandığı matematiksel kuramlar birbirine çok benziyor ve yarasalar
hakkındaki bilimsel ayrıntıların çoğu, radar kuramının bu hayvanlara uygulanmasıyla bulunmuş. Yarasaların sonar sisteminin keşfinde büyük
emeği geçen Amerikalı zoolog Donald Griffin, hayvanlarda ve insan
yapımı aletlerde kullanılan, hem radar hem de sonar sistemlerini
kapsamak üzere “yankıyla yer saptama” terimini ortaya atmıştır. Ancak
uygulamada, bu terim daha çok hayvan sonarına ilişkin olarak
kullanılıyor.
Yarasalardan hepsi birbirine benzermişçesine söz etmek bizi yanlışlığa
sürükleyebilir. Bu, hepsinin etobur olduğunu düşünerek köpekleri,
aslanları, gelincikleri, ayıları, sırtlanları, pandaları ve köstebekleri aynı
kefeye koymaya benziyor. Farklı yarasa grupları, sonarı epey farklı
biçimlerde kullanıyor. Öyle görünüyor ki, her grup bu yöntemi
birbirinden ayrı ve bağımsız olarak “keşfetmiş”; tıpkı İngiliz, Alman ve
Amerikan
mühendislerinin
radarı
birbirlerinden
bağımsız
olarak
geliştirmeleri gibi. Yarasaların hepsi yankıyla yer saptama yöntemini
kullanmaz. Eski Dünya meyve yarasalarının görme duyuları iyidir ve çoğu
yollarını bulmak için yalnızca gözlerini kullanır. Bununla birlikte, birkaç
meyve yarasası türü (örneğin, Rousettus), gözlerin ne denli iyi olursa
28
olsun işe yaramayacağı, tümüyle karanlık bir ortamda yollarım bulabilir.
Bu hayvanlar sonar kullanır, ancak bu sonar ılıman iklimlerde görmeye
alışkın olduğumuz daha küçük yarasaların kullandığına kıyasla kaba bir
çeşit sonardır. Rousettus, uçarken dilini şaklatarak yüksek ve ritmik bir
ses çıkartır ve her şaklama sesi ile yankısı arasındaki süreyi ölçerek rotasını çizer. Rousettus’un çıkardığı bu seslerin büyük bir bölümünü biz de
duyabiliriz (dolayısıyla bunları sesüstü yerine, ses olarak tanımlamalıyız;
sesüstü de, insanların duyamayacağı kadar yüksek frekanslı olmanın
dışında, tıpkı ses gibidir).
Kuramsal olarak, ses ne kadar yüksek frekanslı olursa, o kadar doğru
sonar alınabilir. Bunun nedeni, pes (düşük frekanslı) seslerin uzun
dalgaboyuna sahip olması ve uzun dalgaboyları- nın birbirine yakın
cisimler arasındaki farkı çözümleyememesi- dir. Dolayısıyla, yankı
kullanan bir kılavuz sistemiyle yönetilen bir güdümlü mermi, ideal
durumda, çok tiz ses üretmelidir. Gerçekten de, yarasaların çoğu son
derece tiz, insanların duyabileceğinin çok ötesinde sesler üretirler; buna
sesüstü deniyor. Çok iyi görebilen ve bu duyusunu desteklemek üzere
değişim geçirmemiş, görece pes sesler kullanarak yer saptayan Rouset-
tus’un tersine, daha küçük yarasalar çok gelişmiş yankı-maki- neleri
olarak karşımıza çıkar. Çoğu kez, bu küçük yarasaların, büyük olasılıkla
pek iyi göremeyen, ufak gözleri vardır; bir yankılar dünyasında yaşarlar
ve bizim “gözümüzde” canlandırabil- memiz olanaksız olsa da, beyinleri
yankıları kullanarak imgeleri “görür” ya da ona yakın bir şeyler yapar.
Ürettikleri ses de, köpek düdüklerinin sesi gibi bizim duyabileceğimizin
biraz üstünde bir ses değildir; çoğu kez duyduğunuz ya da düşünebileceğiniz en tiz notadan çok daha tizdir. Bu sesleri duymadığımız için
şanslıyız çünkü müthiş güçlüdürler; eğer duysaydık, yarasalar bizi sağır
edebilecek bir gürültü çıkarıyor olurlardı ve geceleri uyumak mümkün
olmazdı.
Bu yarasalar minyatür casus uçakları gibi karmaşık aletlerle dolu.
Beyinleri bir yankılar dünyasının şifresini anında çözebilecek yazıkmla
programlanmış, hassas ayarlı, minyatür, büyücü işi elektronik alet
paketleridir. Suratları, çoğu kez, gerçekte ne olduklarını görene dek bizi
korkutacak çirkin şekiller almıştır; aslında yüzleri, yalnızca, istenilen
29
yönlerde sesüstü dalgalar yaymak için düzenlenmiş aletlerdir.
Yarasaların sesüstü atımlarını doğrudan duyamasak da, bir çeviri
makinesi, bir “yarasa-saptayıcı "yardımıyla neler olup bittiği konusunda
bir fikir edinebiliriz. “Yarasa-saptayıcı” özel bir sesüstü mikrofonla
atımları alır ve her atımı duyulabilir bir sese çevirir. Böylesi bir aleti alıp,
yarasanın karnını doyurduğu bir açıklığa gittiğimizde, atımların gerçekte
nasıl bir ses olduğunu bilemesek de, her atımın ne zaman oluştuğunu
duyabiliriz. Eğer yarasamız Myotis (sıkça görülen, ufak, kahverengi
yarasa) ise, hayvan alışılagelmiş gezisini yaparken, atım belirleyen sesi
saniyede yaklaşık on kez duyarız. Bu, standart bir tele-yazıcının ya da bir
Bren marka makineli tüfeğin hızı kadardır.
Büyük olasılıkla, yarasanın içinde gezindiği dünyanın imgesi saniyede
on kez güncelleştirilmektedir. Bizim görsel imgelerimizse, gözlerimizi
açık tuttuğumuz sürece, sürekli güncelleştiri
30
lir Aralıklarla güncelleştirilen bir dünya imgesinin nasıl bir şey
olabileceğini geceleyin bir stroboskop kullanarak görebiliriz. Bu bazen
diskoteklerde yapılıyor ve çarpıcı bir etki yaratıyor. Dans eden bir insan,
birbirini izleyen, donmuş, heykelsi pozlar veriyormuş gibi görünüyor.
Stroboskobun ışığının yanıp sönme hızı ne kadar yüksek olursa, imge, normal,
“sürekli” görüntüye o kadar yakın olacaktır. Bu tür görüntü, bir topu ya da bir
böceği yakalama konusunda mükemmel olmasa da, ışık saniyede yaklaşık on
atım olan yarasa atım hızına ayarlandığında, imge hemen hemen normal,
“sürekli” görüntü kadar iyi olacaktır.
İşte, bir yarasanın alışılagelmiş bir araştırma gezisinde ürettiği sesüstü
atım hızı budur. Ufak bir kahverengi yarasa bir böcek saptayıp, böceğin
yoluyla kesişecek bir yönde hareket etmeye başladığında, şaklama hızı
artar; makineli tüfek hızını da aşarak, yarasa avının üzerine kapanırken
saniyede 200 atımlık doruk hızlara ulaşır. Bunu taklit edebilmek için
stroboskopu- muzun ışığım şehir elektriğinin çevrimlerinin (ki, bu hızı
bir flo- resan lambada fark edemiyoruz) iki katı bir hıza çıkarmamız
gerekir. Böylesine yüksek frekanslı atımlarla görülen bir dünyada tüm
normal görsel işlevlerimizi yerine getirmede, hatta duvar tenisi ya da
pingpong oynamada bile hiçbir sorunumuz olmayacağı çok açık. Yarasa
beyinlerinde bizim görsel imgelerimize benzer bir dünya imgesi
oluştuğunu düşünürsek, tek başına atım hızı bile, yarasanın yankı
imgesinin en azından bizim görsel imgelerimiz kadar ayrıntılı ve
“sürekli” olabileceğine işaret ediyor. Yankı imgelerinin bizim görsel
imgelerimiz kadar ayrıntılı olmamasının başka nedenleri elbette var.
I” Yarasalar, saniyede 200 atımlık hızlara ulaşabiliyorlarsa, neden bu hızı
her zaman korumuyorlar? “Stroboskopları” üstünde bir hız denetim
“düğmesi” taşıdıkları çok açık. Neden bu “düğmeyi” sürekli en yükseğe
getirip, herhangi bir acil durumu karşılayabilmek üzere dünyayı
algılamalarını hep en keskin düzeyde tutmuyorlar? Bir neden, bu yüksek
hızların yalnızca yakın hedefler için uygun olması. Eğer bir atım kendinden bir önceki atımı çok yakından izlerse, onun uzak bir hedeften dönen
yankısıyla karışabilir. Bu böyle olmasaydı bile, büyük olasılıkla, en
yüksek atım hızını sürekli korumamak için geçerli ekonomik nedenler
olurdu. Şiddetli sesüstü atımlar üretmek masraflı olsa gerek: enerji
31
masrafı, aşınma masrafı, ses ve kulaklarda yıpranma, belki de bilgisayar
zamanı masrafı... Saniyede 200 ayrı yankıyı işleyen bir beyin, başka
şeyler düşünmek için zaman bulamayabilir. Büyük olasılıkla, saniyede on
atımlık hız bile masraflı olmaktadır, fakat bu masraf saniyede 200 atımın
masrafından daha azdır. Atım hızını artıran bir yarasa, ek bir enerji, vs.
bedeli ödemek zorunda kalacak ve sonarının duyarlılığının artması bu
bedeli karşılayamayacaktır. Yakın çevrede hareket eden tek nesne
yarasanın
kendisiyse, bu
çevre saniyenin
onda
biri içerisinde
değişmeyecektir ve bundan daha sık görüntülenmesi gerekmez. Öte
yandan, göze çarpan bölgede başka bir hareketli nesne, özellikle
izleyicisinden kurtulabilmek için umutsuzca çırpınan, zigzaglar çizen, bir
aşağı bir yukarı uçan bir böcek varsa, görüntüleme hızını artırmanın
yarasaya getireceği ek yarar artan bedeli karşılamaya yetip artacaktır bile.
Elbette ki, bu paragraftaki masraf ve yarar hesapları hep tahmin, fakat
buna benzer bir şeyler yapılıyor olsa gerek^j
Verimli bir sonar veya radar tasarlamaya kalkışan mühendis, kısa bir
süre sonra, atımları çok şiddetli yapma gereksiniminin getirdiği bir
sorunla karşı karşıya kalacaktır: Atımlar şiddetli olmalıdır, çünkü
yayınlanan ses dalgasının cephesi sürekli genişleyen bir küre şeklinde
ilerler. Sesin yeğinliği kürenin tüm yüzeyine dağılır ve bir anlamda
"seyrelir”. Bir kürenin yüzey alanı, yarıçapının karesi ile orantılıdır. Bu
yüzden de, dalga cephesi ilerledikçe, küre üzerindeki herhangi bir
noktada ses yeğinliği, ses kaynağına olan uzaklığın (yarıçapın) karesiyle
orantılı olacaktır; uzaklığın (yarıçapın) kendisiyle değil. Bu, ses kaynağından, yani yarasadan uzaklaştıkça ses şiddetinin hızla azalacağı
anlamına geliyor.
Bu seyrelmiş ses bir nesneye -diyelim ki bir sineğe çarptı- ğindayansır. Yansıyan ses, genişleyen küresel bir dalga cephesi olarak sinekten
uzaklaşır ve sineğe olan uzaklığın karesiyle orantılı olarak azalır. Yankı
yarasaya geri döndüğünde, yan- ^ının yeğinliğindeki azalma, sineğin
yarasaya olan uzaklığına (jbeğil; bu uzaklığın karesine de değil; fakat bu
uzaklığın karelinin karesine (dördüncü kuvveti) bağlı olacaktır. Bu, sesin
gerçekten de çok alçak olduğu anlamına geliyor. Yarasa sesi megafon
benzeri bir aletle gönderseydi, bu sorun kısmen çö- jpftlmüş olurdu; fakat
o zaman da hedefin yönünü önceden bilmesi gerekirdi. Her neyse;
yarasanın uzak bir hedeften yankı alabilmesi için, yarasadan çıkan çığlığın
gerçekten de çok şiddetli olması ve yankıyı saptayan aletin, yani kulağın,
alçak seslere karşı çok duyarlı olması gerekir. Önceden de söz ettiğimiz
flbi, yarasa çığlıkları çok şiddetlidir ve yarasaların kulakları da çok
duyarlıdır.
İşte burada, yarasa benzeri bir makine tasarlamaya çalışan mühendisi
uğraştıracak bir sorun var. Eğer mikrofon, yani kulak, bu denli duyarlıysa,
kendi çıkardığı sesten zarar görmesi tehlikesi vardır. Bu sorunla başa
çıkabilmek için sesin şiddetini azaltmak bir işe yaramaz; çünkü bu sefer
de yankı, duyulama- yacak kadar alçak olacaktır. Bu alçak sesi
duyabilmek için, mikrofonun (kulağın) duyarlığını artırmak yine işe
yaramayacaktır, çünkü kulağın -artık alçak da olsa- seslerden zedelenme
olasılığını artıracaktır! Çıkarılan sesin yeğinliğiyle geri dönen yankının
yeğinliği arasındaki çarpıcı fark, bir ikilem oluşturuyor; ancak yapacak bir
şey yok. Fiziğin amansız yasalarının getirdiği bir ikilem bu...
Mühendisin aklına başka nasıl bir çözüm gelebilir? Radar tasarımcıları
ikinci
Dünya
Savaşında
benzeri
bir
sorunla
karşılaştıklarında,
“alıcı/verici” radar adını verdikleri bir çözüm buldular. Radar sinyalleri,
zorunlu olarak, geri dönen zayıf yankıları bekleyen yüksek duyarlıklı
antenlere zarar verebilecek, çok güçlü atımlar halinde gönderiliyordu.
Çıkış atımı yayınlanma
33
dan hemen önce, “alıcı/verici” devresi alıcı antenin bağlantısını kesiyordu;
sonra da yankıyı alabilmek için tam zamanında ahcı anteni tekrar
bağlıyordu.
Yarasalar "alıcı/verici” açma-kapama teknolojisini çok çok uzun zaman
önce geliştirdiler; büyük olasılıkla, atalarımız ağaçlardan aşağı inmeden
milyonlarca yıl önce... Bu teknoloji şöyle çalışıyor: Yarasaların
kulaklarında, tıpkı bizimkilerde olduğu gibi, şekillerinden dolayı örs,
çekiç, üzengi diye adlandırılan üç ufak kemik, sesi kulak zarından
mikrofonik, sese duyarlı hücrelere taşır. Bir elektronik mühendisi de,
zorunlu bir “empedans uyumu” işlevini görmesi için bu üç kemiği ancak
böyle yerleştirebilirdi; fakat bu başka bir öykü. Burada önemli olan, bazı
yarasalarda üzengiye ve çekiçe bağlı gelişkin kaslar bulunmasıdır. Bu
kaslar büzüldüğünde, kemikler sesi iyi iletemez; bu tıpkı titreşmekte olan
diyaframa parmağmızı dayayıp mikrofonun sesini kısmaya benziyor. İşte
yarasa da kulaklarını geçici olarak devreden çıkarmak için bu kasları
kullanır. Yarasa her çıkış atımından hemen önce bu kasları kasarak
kulaklarını kapatır ve böylece yüksek atımın vereceği zararı önler.
Bundan sonra kaslar gevşer ve kulak geri dönen yankıyı yakalamak üzere
yüksek duyarlığını tekrar kazanır. Bu alıcı/verici açma-kapama sisteminin
çalışması, zamanlamanın saniyenin kesirlerinde bile kesin bir doğrulukla
ayarlanabilmesine bağhdır. Tadanda adı verilen yarasa, açma-kapama
kaslarını saniyede elli kere, makineli tüfek benzeri sesüstü atımlarıyla
mükemmel bir uyum içerisinde, sırayla büzüp gevşetebilir. Bu müthiş
zamanlama başarısı, Birinci Dünya Savaşı’nda bazı savaş uçaklarında
kullanılan zekice bir hileye benziyor. Uçakların makineli tüfekleri
pervanenin arkasındaydı ve zamanlama pervanenin dönüşüne göre
ayarlanıyor, mermiler pervane kanatlarının arasından geçiyor, hiçbir
zaman onlara değmiyordu.
Mühendisin aklına gelebilecek bir başka sorun da şu olacaktır: Eğer
sonar cihazı, bir sesin çıkartılmasıyla yankının geri dönmesi arasındaki
sessizlik süresini ölçerek (ki görünürde Ro- ytettus da aynı yöntemi
kullanıyor) hedeflerin uzaklığım saptı- jiorsa seslerin kısa ve kesik kesik
olması gerekir. Çıkarılan ses Ogün olsaydı ve yankı geri geldiğinde devam
etseydi, alıcı/veri- di kaslar tarafından kısmen boğuklaştırılsa bile,
yankının saptanmasını engellerdi. Öyle görünüyor ki, ideal durumda,
yarasa. atımlarının gerçekten de çok kısa olması gerekiyor. Fakat bir ses
ne kadar kısaysa, sese saptanabilir bir yankı üretmeye yete- oek enerjiyi
yüklemek o kadar zor olur: Karşı çıkamayacağımız bir başka fizik yasası
daha... Dahi mühendislerin aklına iki çö-
züm
gelebilirdi; gerçekten de
radarla uğraşan mühendisler aynı sorunla karşılaştıklarında bu çözümleri
akıl ettiler. Bu iki çözümden hangisinin yeğleneceği, uzaklığın mı
(nesnenin cihazdan ne kadar uzakta olduğu), yoksa hızın mı (nesnenin
cihaza göre hangi hızla hareket ettiği) önemli olduğuna bağlıdır. Birinci
çözüm, radar mühendislerince "hızlı frekans süpürmeli (çirp) rarlar”
olarak biliniyor.
Radar sinyallerini bir dizi atım olarak düşünebiliriz, fakat her atımın
bir taşıyıcı frekansı vardır. Taşıyıcı frekans, bir ses veya sesüstü atımın
"perdesine” benzer. Daha önceden de gördüğümüz gibi, yarasa
çığlıklarının atım tekrar hızı saniyenin onda biri ya da yüzde biri
dolaylarındadır. Bu atımların her birinin taşıyıcı frekansı ise, saniyede on
binleri, hatta yüz binleri bulan bir çevrim sayısına sahiptir. Başka bir
deyişle, her atım tiz bir çığlıktır. Tıpkı bunun gibi, her radar atımı da
yüksek taşıyıcı frekanslı bir telsiz dalgası çığlığıdır. Çirp radarın
özelliğiyse, her çığlık sırasında taşıyıcı frekansın değişmesi, bir oktav
inmesi ya da çıkmasıdır. Bunun sese ilişkin eşdeğerini düşünürsek, her
radar yayınını bir çapkın ıslığına benzetebiliriz. Sabit perdeli bir atımla
karşılaştırıldığında, çirp radarın şöyle bir üstünlüğü vardır: Yankı geri
geldiğinde, başlangıçtaki atımın sürüp sürmediği önemli değildir, çünkü
birbirlerine karışmazlar. Bunun nedeni, herhangi bir anda saptanan
yankının, çığlığın daha önceki bir bölümünün yankısı olması ve bu
yüzden de farklı bir perdeden olmasıdır.
35
Radar tasarımcıları (insanlar) bu dahice yöntemi çok iyi kullanmışlardır. Yarasaların da, tıpkı verici/alıcı sisteminde olduğu gibi, bunu
da “keşfetmiş” olduklarına ilişkin bir kanıtımız var mı? Aslını ararsanız,
birçok yarasa türü gerçekten de atım sırasında genellikle bir oktav kadar
aşağı inen çığlıklar üretiyor. Çapkın ıslığına benzeyen bu çığlıklara,
ayarlanmış frekanslı (FM) çığlık deniyor ve “çirp radar” yöntemini
kullanabilmek için gereken şeyin ta kendisi gibi görünüyor. Ancak şu ana
kadar elde edilen kanıtlar, yarasaların bu yöntemi asıl sesle ürettiği
yankıyı ayırt etmek için değil, yankıyı başka yankılardan ayırt etmek gibi
daha incelikli bir iş için kullandığını düşündürmektedir. Bir yarasa, yakın
nesnelerden, uzak nesnelerden ve bunların arasındaki tüm diğer
nesnelerden gelen bir yankılar dünyasında yaşar. Bütün bu yankıların bir
düzene sokulması gerekmektedir. Gittikçe pesleşen çapkın ıslığı benzeri
çığlıklar çıkaran bir yarasa bu işi kolaylıkla yapabilecektir. Uzak bir nesneden gelen yankı yarasaya eriştiğinde, yakın bir nesneden aynı anda
gelen başka bir yankıya kıyasla daha “eski” ve dolayısıyla, daha tiz
olacaktır. Çevresindeki nesnelerden gelen bir sürü yankının içinde kalan
yarasanın uygulayacağı pratik kural budur: Tiz olan, uzakta demektir.
Mühendisin, özellikle de hareketli bir hedefin hızını ölçmeyi isteyen
bir mühendisin akima gelebilecek ikinci dahice fikir, fizikçilerin Doppler
Etkisi olarak adlandırdıkları olguyu kullanmaktır. Buna “ambulans etkisi”
de diyebiliriz, çünkü en iyi örneği, dinleyenin yanından hızla geçen bir
ambulans sireninin perdesindeki ani düşüşle verilebilir. Bir ses kaynağı
(bir ışık ya da başka bir tür dalga kaynağı da olabilir bu) ve bu sesin alıcısı
göreli bir hareket içinde olduklarında, Doppler Etkisi görülür. Ses
kaynağının hareketsiz, dinleyicinin de hareketli olduğunu düşünmek
daha kolay olacak. Diyelim ki, bir fabrikanın damındaki siren tek bir
notayı sürekli çalıyor. Ses, dışarıya bir dalgalar dizisi biçiminde
yayınlanır. Bu dalgalar görülmez, çünkü hava basıncı dalgalarıdır.
Görülebilselerdi, durgun bir gölcüğe atılan çakılların oluşturduğu, dışa
doğru yayılan, eşmer- kezli çemberlere benzeyeceklerdi. Gölcüğün
ortasına hızla, bir- biri peŞİ sıra bir dizi çakıl attığımızı düşünelim; öyle ki,
merkezden dışa doğru sürekli dalgalar yayılsın. Gölcüğün içinde sabit bir
noktaya ufak bir oyuncak kayık demirlersek, kayık dalgalar altından
geçtikçe bir aşağı, bir yııkarı inip çıkacaktır. Kayığın iniş çıkış sıklığı, bir
sesin frekansına benzer. Şimdi, kayığın belirli bir yere demirli olmak
yerine, dalga çemberlerinin başladığı gölcük merkezine doğru gittiğini
düşünelim. Birbirini izleyen dalga cephelerine çarpan kayık, yine inip
çıkacaktır. Fakat bu durumda dalga kaynağına doğru yol aldığı için,
dalgalara vurma sıklığı artacak ve daha sık inip çıkacaktır. Diğer taraftan,
dalga kaynağını aştıktan ve gölcüğün öte yakasına doğru hareket etmeye
başladıktan sonra, inip çıkma sıklığının azalacağı açıktır.
Aynı nedenlerle, bir motosikletle (sessiz olması yeğlenir), çalmakta
olan bir fabrika sireninin yanından hızla geçtiğimizi düşünelim. Fabrikaya
yaklaşırken siren sesi tizleşecektir: Kulağımız dalgaları, hareketsiz
durumumuza kıyasla, daha sık alacaktır. Aynı mantıkla, motosikletimiz
fabrikayı
geçip
uzaklaşmaya
başladığında,
ses
pesleşecektir.
Durduğumuzdaysa, siren sesinin perdesini olduğu gibi, yani iki Doppler
Etkili perde arasında bir yerde algılarız. Bundan şu çıkıyor: Siren sesinin
perdesini tam olarak bilirsek, kuramsal olarak, kulağımıza gelen perdeyi
dinleyerek ve bilinen “gerçek” perdeyle kıyaslayarak, sirene doğru hangi
hızla hareket ettiğimizi veya sirenden hangi hızla uzaklaştığımızı
hesaplayabiliriz.
Aynı ilke, dinleyenin hareketsiz ve ses kaynağının hareketli olduğu
durumlarda da geçerlidir; bu nedenle ambulanslara uygulanabilir. Pek
inandırıcı değil, ama Christian Doppler’in bir bando kiralayıp, üstü açık
bir tren vagonunda şaşkın dinleyicilerin önünden hızla geçerken
çalmalarını sağlayarak bu etkiyi sergilediği söylenir. Önemli olan, göreli
harekettir ve Doppler Etkisi söz konusu olduğunda, ses kaynağının mı
kulağm yanından geçtiği, yoksa kulağın mı ses kaynağının yanından
geçtiği önemli değildir. Her biri saatte 125 kilometre hızla giden iki tren
zıt yönlerde hareket ederek birbirlerinin yanından geçiyorlarsa,
trenlerden birindeki bir yolcu, diğer trenin düdüğünün belirgin bir
Doppler Etkisi ile birden tizleşip birden pesleştiği- ni duyacaktır; çünkü
göreli hız saatte 250 kilometredir.
Doppler Etkisi motorlu araçların hızını saptayan polis radarlarında
kullanılır. Hareketsiz bir alet yol boyunca radar dalgaları gönderir. Bu
dalgalar yaklaşmakta olan otomobillerden geri yansır ve alıcı tarafından
kaydedilir. Otomobil ne kadar hızlıysa, frekanstaki Doppler kayması o
kadar fazla olacaktır. Aletin gönderdiği dalganın frekansıyla geri dönen
yankının frekansını karşılaştıran polis -daha doğrusu polisin kullandığı
otomatik alet-, geçen araçların hızını hesaplayabilir. Polisler bu yöntemi
trafik canavarlarının hızını ölçmek için kullanabiliyorlarsa, yarasaların da
avladıkları böceklerin hızını ölçmede kullandıklarını düşünemez miyiz?
Sorunun yanıtı, evet. Nalburunlu yarasalar olarak bilinen küçük
yarasaların kesik kesik dil şaklamaları ya da pesleşen çapkın ıslıkları
yerine uzun, sabit perdeli sesler çıkardıkları epeydir biliniyor. Uzun
diyorsam, yarasa standartlarına göre uzun... Bu sesler yine de saniyenin
onda birinden kısa sürüyor ve, birazdan göreceğimiz gibi, çoğu kez her
sesin sonuna bir “çapkın ıslığı" ekleniyor. Önce, nalburunlu yarasanın
hareketsiz bir nesneye, örneğin bir ağaca doğru hızla uçarken, sürekli bir
sesüstü vızıltı çıkardığını düşünelim. Yarasa ağaca doğru gittiği için, dalga
cepheleri ağaca gittikçe daha sık çarpacaktır. Ağaçta bir mikrofon saklı
olsaydı, bu sesin yarasanın hareketinin doğurduğu Doppler kayması
nedeniyle tizleştiğini “duyabilirdi”. Ağaçta mikrofon yok, fakat ağaçtan
geri gelen yankı aynen bu biçimde tizleşecektir. Yankının dalga cepheleri
yaklaşan yarasaya doğru yol alırken, yarasa hâlâ yankıya doğru, hızla
hareket ediyor olacaktır. Dolayısıyla, yarasa yankıyı daha da fazla bir
Doppler kaymasıyla algılayacaktır. Yarasanın bu ha
reketi bir çeşit çifte Doppler kaymasına neden olacak ve kaymanın
büyüklüğü yarasanın ağaca göre olan hızını kesin bir biçimde verecektir.
Böylece, kuramsal olarak, yarasa (daha doğrusu yarasanın beynindeki
bilgisayar), çığlığının perdesiyle ge-
r
j gelen yankının perdesini
kıyaslayarak, ağaca doğru hangi hızla gittiğini hesaplayabilir. Bu,
yarasaya, ağacın ne kadar uzakta olduğuna ilişkin bir bilgi vermeyecektir,
ancak yine de yararlı olabilir.
Yankıları geri yansıtan sabit bir ağaç değil de, hareketli bir böcek
olsaydı, Doppler sonuçlan daha da karmaşık olurdu, ancak yarasa yine de
kendisiyle hedefi arasındaki göreli hareketi- n hızını hesaplayabilirdi.
Bunun tıpkı avlanmakta olan bir yarasa gibi, karmaşık bir güdümlü
merminin tam gereksindiği türden bir bilgi olduğu çok açık. Aslında, bazı
yarasalar sabit perdeden çığlıklar atıp, yansıyan sesin perdesini ölçmekten
çok daha ilginç bir hileye başvuruyorlar. Çıkardıkları sesin perdesini
öylesine incelikle ayarlıyorlar ki, Doppler kaymasına uğradıktan sonra
yankının perdesi değişmiyor. Yarasa, hareketli bir böceğe doğru hızla
uçarken çığlığının perdesini sürekli değiştiriyor ve geri gelen yankının
perdesini sabit tutacak perdeyi bulmaya çalışıyor. Bu dahice hile, yankıya
yarasanın kulağının en duyarlı olduğu perdede tutuyor; yankılar çok zayıf
olduğu için bunu başarmak çok önemli. Böylece, sabit-perdeli yankıyı
oluşturabilmek için atmaları
gereken çığlığın perdesini dikkatle
dinleyerek yapacakları Doppler hesaplamalarında kullanacakları bilgiyi
elde ediyorlar. İnsan yapımı aletler, radar ya da sonar, bu incelikli hileyi
kullanıyor mu, bilmiyorum. Fakat, bu alandaki en akıllıca fikirlerin önce
yarasalar tarafından geliştirilmiş olduğuna bakarak, yanıtın evet olacağına
rahatlıkla bahse girerim.
Birbirlerinden farklı bu iki yöntemin, Doppler kayması yöntemi ve
“çirp
radar”
yönteminin
farklı
özel
amaçlar
için
kullanılması
beklenebilecek bir şey. Bazı yarasa grupları bir yöntemde uzmanlaşmış,
bazılarıysa diğerinde. Bazı gruplarsa, uzun ve sa
39
bit frekanslı bir çığlığın sonuna (bazen de başına) bir FM "çapkın ıslığı”
ekleyerek, her iki yöntemi de kullanmayı deniyorlar. Nalburunlu
yarasaların bir başka şaşırtıcı hilesi de kulakkepçe- leriyle ilgili. Diğer
yarasaların tersine, nalburunlu yarasalar ku- lakkepçelerini hızla, bir öne
bir arkaya hareket ettirirler. Dinleme yüzeyinin bu hızlı hareketi -ki,
hedef açısından göreli bir harekettir- Doppler kaymasında işe yarayacak,
ek bilgi sağlayacak bazı ayarlamalar getiriyor. Kulakkepçesi hedefe doğru
hareket ettirildiğinde, hedefe doğru olan hareketin görünür hızı artıyor;
geriye oynatıldığındaysa tersi oluyor. Yarasanın beyni her kulağın hareket
yönünü biliyor ve ilke olarak, bu bilgiyi kullanmak üzere gerekli
hesaplamaları yapabiliyor.
Tüm yarasaların karşı karşıya olduğu en zorlu sorun, herhalde, diğer
yarasaların çığlıklarının istemeden de olsa yarattığı "parazittir”. Yapılan
deneyler,
şiddetli
yapay
sesüstü
gürültüler
çıkararak
yarasaları
yollarından çıkarmanın son derece zor olduğunu gösterdi; bu şaşırtıcı bir
sonuçtu. Aslında, geriye bakıp değerlendirildiğinde böyle olacağı
kestirilebilmeliydi. Yarasalar "parazit engelleme” sorununun üstesinden
çok uzun zaman önce gelmiş olmalılar. Birçok yarasa türü koca yığınlar
halinde, sağır edici bir sesüstü ve yankılar keşmekeşinin hüküm sürdüğü
mağaralarda yaşar; ama yine de bu kapkaranlık mağarada birbirlerine ve
duvarlara çarpmadan hızla uçabilirler. Nasıl oluyor da, bir yarasa kendi
yankılarını kaybetmiyor ve başka yarasaların yankılarının şaşırtmacasını
engelleyebiliyor? Bir mühendisin aklına gelebilecek ilk çözüm, bir tür
frekans şifresi kullanmak olacaktır: Tıpkı her radyo istasyonunda olduğu
gibi, her yarasanın kendi özel frekansı vardır belki de. Bu, bir dereceye
kadar doğru, ancak öykünün tamamı değil.
Yarasaların,
başka
yarasalardan
kaynaklanan
paraziti
nasıl
engelledikleri henüz tam olarak anlaşılmış değil, fakat yarasaların
yollarını değiştirmek için yapılan deneylerden ilginç bir ipucu elde
edilmiş. Yarasalara kendi çığlıkları yapay bir gecikmeyle geri gönderilmiş;
başka bir deyişle, yarasalara çığlıklarının yalancı yankıları verilmiş. Bu
yolla bazı yarasaları kandırmanın mümkün olduğu görülmüş. Hatta,
yalancı yankıyı geciktiren elektronik aleti dikkatle ayarlayarak,
yarasaların “hayalet” bir çıkıntı üzerine konmaya çalışmasını sağlamak
40
bile olanaklı. Bu, dünyaya bir merceğin ardından bakmanın yarasacası
olsa gerek.
Öyle anlaşılıyor ki, yarasalar “yabancı süzgeci” diyebileceğimiz bir şey
kullanıyor. Yarasanın kendi çığlıklarının birbiri peşi sıra gelen
yankılarının her biri, önceki yankıların oluşturduğu en son dünya
görünümüyle ilişkili olarak anlam kazanan bir dünya görünümü üretir.
Yarasanın beyni başka bir yarasa çığlığının yankısını algılar ve
oluşturduğu dünya görünümü içerisine sokmaya çalışırsa, bu yankı hiçbir
anlam ifade etmeyecektir. Yarasanın kendi dünyasında algıladığı nesneler
ansızın çeşitli yönlere zıplamış gibi görünecektir. Gerçek dünyadaki nesneler böylesine çılgınca hareket etmeyecekleri için, beyin bu yankıları
zemin gürültüsü olarak süzüp atabilir. Deney sırasında, yarasaya kendi
çığlıklarının yapay olarak geciktirilmiş ya da hızlandırılmış yankıları
verildiğinde, bu yalancı yankılar yarasanın daha önce oluşturduğu dünya
görünümü içinde anlamlı olacaktır. Yabancı süzgeci yalancı yankılan
kabul edecektir, çünkü bu yankılar önceki yankıların bağlamında akla
uygun olacak ve nesneleri yalnızca bir parça kaymış gösterecektir; gerçek
dünyada da böyle olması beklenmektedir. Yarasanın beyni, herhangi bir
yankı atımının çizdiği dünyanın, önceki atımlarca çizilenlerle ya aynı ya
da yalnızca biraz farklı olduğu (örneğin, böcek bir parça hareket etmiştir)
varsayımına göre çalışmaktadır.
Düşünür Thomas Nagel'in “Bir yarasa olmak neye benzer?” başlıklı
tanınmış bir makalesi var. Bu makalenin konusu, kendimizden farklı bir
şey olmanın neye “benzediği” üzerine felsefi bir soru. Yazarm yarasayı
örnek
olarak
seçmesinin
nedeni,
yankı
kullanan
bu
hayvanın
deneyimlerinin bizimkilerden tümüyle farklı ve yabancı olması.
Yarasanın deneyimlerini paylaşmak istediğinizde, bir mağaraya girip,
bağırarak ya da iki kaşığı birbirine çarparak, yankının geri dönmesi için
geçen süreyi ölçmek ve buradan duvarın ne kadar uzakta olduğunu
hesaplamaya çalışmak kesinlikle yanıltıcı olacaktır.
Bu tıpkı renkleri görmek için şöyle bir yöntem kullanmaya benziyor:
Gözünüze giren ışığın dalga boyunu ölçün: Dalga boyu uzunsa,
gördüğünüz kırmızıdır, kısaysa gördüğünüz mor ya da mavidir. Kırmızı
adını verdiğimiz ışığın dalga boyunun, mavi adını verdiğimiz ışığın dalga
boyundan daha uzun olduğu fiziksel bir gerçektir. Farklı dalga boyları,
gözümüzün ağtabaka- smdaki kırmızıya duyarlı ve maviye duyarlı
ışıkhücrelerini uyarır. Fakat bizim öznel renk duyumumuzun dalga boyu
kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Kırmızıyı ya da maviyi görmenin "neye
benzediği” sorusunun yanıtı, hangi ışığın dalga boyunun daha uzun
olduğunu açıklamaz. Eğer dalga boyunun uzunluğu önemliyse (ki,
genellikle değildir), ezberlememiz ya da gidip bir kitaptan bakmamız (ben
bunu yeğliyorum) gerekir. Tıpkı bunun gibi, bir yarasa bir böceğin
konumunu yankı dediğimiz şeyleri kullanarak algılar. Fakat mavi ya da
kırmızı bir şeyler gördüğümüzde dalga boyunu düşünmememiz gibi,
yarasa da böcek gördüğü zaman yankının geri gelme süresini düşünmez.
Eğer olanaksızı denemek, bir yarasa olmanın nasıl bir şey olacağım
gözümüzde canlandırmak zorunda kalsaydık, sanırım, yarasa için
yankıyla yön bulmanın bizim görmemize benzediği sonucuna varırdık.
Bizler öylesine görsel hayvanlarız ki, görmenin ne denli karmaşık bir şey
olduğunun farkına bile varmayız. Nesneler "oradadır” ve biz de onları
orada "gördüğümüzü” düşünürüz. Fakat sanırım, bizim bu algımız aslında,
“oradan” gelen bilgi temelinde yapılandırılan ve bu bilgiyi kullanılabilecek bir biçime dönüştüren, beynimizdeki girift bir bilgisayardır.
Gözümüze gelen ışığın dalga boyundaki farklılıklar, kafamızdaki
bilgisayarda “renk” farklılıkları olarak şifrelenir. Biçim ve diğer özellikler
de aynı yolla, kullanımı kolaylaştıracak bir biçimde şifrelenir. Bizim için
görme duyumu, işitme duyumundan çok farklıdır; fakat bunun nedeni,
doğrudan ışık ve ses arasm- daki fiziksel farklılık değildir. Hem ışık hem
de ses, bunlara ilişkin duyu organlarınca aynı türden sinir uyanlarına
çevrilir. Bir sinir uyarısının fiziksel özelliklerine bakarak, taşman bilginin
ışığa mı, sese mi, yoksa kokuya mı ilişkin olduğunu söyleyemeyiz. Görme,
duyma ve koku alma duyumlarının birbirlerinden çok farklı olmalarının
nedeni, beynin görsel dünya, sesler dünyası ve kokular dünyası için farklı
içsel yapılar kullanmayı uygun bulmasıdır. Görsel bilgilerimizi ve ses
bilgilerimizi içsel olarak farklı yollardan ve farklı amaçlar doğrultusunda
kullandığımız içindir ki, görme ve işitme duyumlarımız birbirlerinden
farklıdır. Bu, ışık ve ses arasındaki fiziksel farklılıklann doğrudan bir
sonucu değildir.
42
Bir yarasa ses bilgisini tıpkı bizim görsel bilgimizi kullandığımız gibi,
üçboyutlu uzamda nesnelerin konumunu algılamak ve bu algısını sürekli
olarak güncelleştirmek için kullanır. Bu yüzden de, yarasaya gereken,
nesnelerin üçboyutlu uzamda değişen konumlarını içsel olarak temsil
etmeye uygun bir içsel bilgisayardır. Burada vurgulamak istediğim, bir
hayvanın öznel deneyimlerinin alacağı biçimin, içsel bilgisayar modelinin
özelliği olacağıdır. Bu model, evrim sürecinde, dışarıdan gelen fiziksel
uyaranlara bağlı olmaksızın, içsel olarak temsil etmeye uygunluğu
nedeniyle tasarlanır. Yarasalar ve biz, nesnelerin üçboyutlu uzamdaki
konumlarını temsil edebilmek için aynı türden içsel modellere gerek
duyarız. Bizim içsel modellerimizi ışık yardımıyla kurmamızla yarasalann
yankı yardımıyla kurması gerçeği birbiriyle ilişkili değildir. Her durumda,
dışarıdan gelen bilgi beyne giderken aynı tür sinir uyarılarına
çevrilmektedir.
Dolayısıyla, benim varsayımım, "dışarıdaki" dünyayı sinir uyarılarına
çeviren fiziksel ortam çok farklı olsa da -sesüstü yerine ışık- yarasalann
aynı bizim gördüğümüz gibi "gördükleridir”. Hatta yarasalar, bizim renk
dediğimiz duyumları kendi amaçlan doğrultusunda, dalga boyu fiziğiyle
hiçbir ilgisi olmayan, fakat renklerin bizim algımızda oynadığı role
benzer bir role sahip dış dünya farklılıklarını temsil etmek için kullanıyor
olabilirler. Belki de, erkek yarasaların vücut yüzeyleri öylesine
incelikli bir dokuyla kaplıdır ki, erkek yarasadan geri gelen yankılar dişi
tarafından
muhteşem
renkler
olarak
algılanıyor-
dur;
tıpkı
cennetkuşunun çiftleşmeye çağıran tüyleri gibi... Bunu bulanık bir
metafor olarak ortaya atmıyorum. Dişi bir yarasanın bir erkek yarasa
algıladığında yaşadığı öznel duyumun, diyelim ki, kırmızı olması
mümkündür: Bir flamingo gördüğümde yaşadığım duyumun aynısı... Ya
da, en azından şunu söyleyebiliriz: Yarasanın eşine ilişkin duyumuyla
benim bir flamingoya ilişkin duyumum arasındaki farklılık, ancak, bir flamingonun bir başka flamingoya ilişkin duyumuyla benim bir flamingoya
ilişkin duyumum arasındaki farklılık kadardır.
Donald Griffin, çahşma arkadaşı Robert Galambos'la birlikte hayretler
içindeki zoologlara, yarasaların yankıyla yön bulmaları konusunda
yaptıkları yeni keşfi 1940’daki bir konferansta açıkladıklarında neler
olduğunun öyküsünü anlatıyor. Saygın bir bilim adamı öylesine hiddetli
bir kuşkuya kapılmıştı ki,
...Galambos’u omuzlarından tutmuş sarsalıyor, bir taraftan da
böylesine cüretkâr bir öneride bulunamayacağımızı söyleyip
duruyordu. Radar ve sonar askeri teknolojinin en üst düzey
gelişmelerindendi ve yarasaların elektronik mühendisliğinin bu en
son zaferine, uzaktan da olsa benzeyen bir şeyler yapabileceği
düşüncesi insanlara yalnızca akıldışı gelmekle kalmıyor, aynı
zamanda duygusal bir nefret de uyandırıyordu.
Bu saygın kuşkucuyu anlamak kolay; inanmayı reddetmesi çok
insanca... İnsan, neyse odur: Kendi duyularımızın jrapama- dığı bir şeyi
yarasaların yaptığına inanmak bize zor geliyor. Biz bu işi yalnızca yapay
aletler
ve
kâğıt
üzerindeki
matematiksel
hesaplar
düzeyinde
anlayabildiğimiz için, ufacık bir hayvanın bütün bunları kafasında
yapabildiğini düşünemiyoruz. Aslına bakarsanız, görmenin ilkelerini
açıklamada gereken matematiksel hesaplar da aynı derecede karmaşık ve
zordur; fakat kimse
ufak hayvanların
görebileceğine inanmakta
zorlanmaz. Kuşkuculuğumuzdaki bu çifte standardın nedeni çok basit:
Bizler görebiliriz fakat yankıyla yön bulamayız.
44
Başka bir dünyada toplanmış bir konferansta, bilgili ve tümüyle kör,
yarasa benzeri yaratıklara, insan adı verilen hayvanın yeni keşfedilmiş ve
halen çok gizli askeri gelişmelerden biri olan ve adına “ışık” denen,
işitilemeyen
ışınları,
yollarını
bulmak
için
kullanabildiklerinin
söylendiğini hayal ediyorum da... Işık kullanmanın dışında alçakgönüllü
olan insanlar hemen hemen tümüyle sağırlar (aslında şöyle böyle
duyabiliyorlar ve hatta ağır ağır, uzata uzata, pes homurtular
çıkarabiliyorlar, fakat bu sesleri yalnızca birbirleriyle iletişim kurmak gibi
banal amaçlarla çıkarıyorlar; ses kullanarak nesneleri -en büyüklerini
bile- saptayabilme yetenekleri yok), insanlarda “ışık” ışınlarım kullanmak
üzere, son derece uzmanlaşmış, “göz” adı verilen organlar var. Işık
ışınlarının ana kaynağı güneş; ve insanlar, şaşırtıcı ama, güneşten gelen
ışık ışınları nesnelere çarpıp geri döndüğünde oluşan karmaşık yankıları
kullanmasını beceriyorlar. Mercek adını verdikleri bir aletleri var;
merceğin biçimi, dünyadaki nesnelerle “ağtabaka” denen bir hücre
tabakası üzerindeki “görüntüler” arasında bire bir ilişki kurabilmek
amacıyla bu sessiz ışınlan eğmek üzere matematiksel olarak hesaplanmış
görünüyor. Bu ağtabaka hücreleri, gizemli bir biçimde, ışığı “duyulabilir”
kılıyor (diyebiliriz!) ve elde ettikleri bilgiyi beyne gönderiyor.
Matematikçilerimiz, kuramsal olarak, bu çok karmaşık hesaplamalar
doğru yapıldığında, ışık ışınları kullanarak dünyada dolaşmanın mümkün
olduğunu söylüyorlar. Üstüne üstlük, bu yöntem alıştığımız sesüstü
dalgalar kullanma yöntemi kadar verimli; hatta, bazı açılardan, daha da
verimli! Zavallı bir insanın böylesine hesaplamalar yapabileceği kimin
aklına gelirdi ki?...
Yarasaların yankıyla yön bulması, iyi tasarımı vurgulamak için
seçebileceğim binlerce örnekten yalnızca biriydi. Hayvanlar, kuram ve
uygulama açılarından dahi bir fizikçi ya da mühendis tarafından
tasarlanmış izlenimi verir, fakat yarasaların kuramı bir fizikçinin anladığı
biçimde anladığını kimse söyleyemez. Yarasa, polisin radarla yakalama
cihazına benzer; bu cihazı tasarlayan insana değil. Radar hızölçerinin
tasarımcısı Doppler Etkisini anlamış ve anladıklarım kâğıt üzerinde
matematiksel denklemlere dökmüştür. Tasarımcının anladıkları cihazın
tasarımında cisimleşmiştir, fakat cihaz kendisinin nasıl çalıştığını
45
anlamaz. Cihaz, iki radar frekansını otomatik olarak karşılaştıracak ve
sonucu uygun birimlere (kilometre/saat) dönüştürecek biçimde bir araya
getirilmiş elektronik bileşenler içerir. Gerekli hesaplamalar karışıktır,
ancak yine de doğru biçimde bağlanmış çağdaş elektronik bileşenlerin yer
aldığı küçük bir kutunun sınırları içindedir. Kuşkusuz, bileşenleri
birleştirme işini (ya da en azından bağlantı şemasını) bilgili birileri
yapmıştır; fakat kutunun anbean çalışmasında bilinçli bir beyin işe
karışmaz.
Elektronik teknoloji deneyimlerimiz, bizi, bilinçsiz makinelerin girift
matematiksel fikirleri anlarmış gibi davranabileceği düşüncesini kabul
etmeye hazırlıyor. Bu düşünce canlı makinelerin çalışmasına doğrudan
aktarılabilir. Bir yarasa, bir makinedir; içsel elektroniği öylesine
ayarlanmıştır ki, kanat kasları tıpkı hedef uçağı vuran bilinçsiz bir
güdümlü
mermi
deneyimlerimizden
gibi,
hedef
edindiğimiz
böcekleri
sezgi
bulabilir.
doğru.
Buraya
Ancak
kadar
teknoloji
deneyimlerimiz, bizi, girift bir makinenin oluşumunda bilinçli ve amaçlı
bir tasarımcının aklını görmeye de hazırlıyor. İşte, canlı makineler söz
konusu olduğunda yanlış çıkan bu ikinci sezgimiz. Canh makineler söz
konusu olduğunda, “tasarımcı” bilinçsiz doğal seçilim- dir: Kör saatçi.
Umarım, okuyucum bu yarasa öykülerine benim kadar hayran
kalmıştır (öğrenseydi, William Paley de aynı derecede hayran kalırdı). Bir
açıdan benim amacım da Paley’inkiyle aynı. Okuyucunun, doğanın harika
işlerini ve bu işleri açıklarken karşılaştığımız sorunları küçümsemesini
istemiyorum. Yarasala- jm yankıyla yön bulması Paley yaşarken
bilinmemesine karşın, bu örnek verdiği tüm diğer örnekler kadar onun
amaçlarına hizmet ederdi. Paley savını kuvetlendirmek için örneklerini
çoğaltıp durdu. İnsan bedenini baştan aşağı inceleyerek, her parçanın her
ayrıntının güzel yapılmış bir saatin içine nasıl da benzediğini gösterdi.
Birçok açıdan, ben de bunu yapmak isterdim; anlatılacak harika öyküler
var ve ben öykü anlatmayı çok seviyorum. Fakat örnekleri çoğaltmaya hiç
gerek yok; bir iki tanesi yeter. Yarasaların yol bulmasını açıklayan
varsayım, canlı dünyadaki her şeyi açıklamak için iyi bir adaydır; ve
Paley’in kendi örneklerinden birine getirdiği açıklama yanlışsa, örnekleri
çoğaltmakla bu yanlışı doğru kılamayız. Paley’in varsayımı canlı saatlerin,
46
gerçek anlamda, usta bir saatçi tarafından tasarlandığı ve yapıldığıydı.
Bizim çağdaş varsayımımızsa bu işin evrimsel aşamalarla, doğal seçilim
tarafından yapıldığıdır.
Bugünlerde, Tanrıbilimciler Paley kadar dobra değil. Karmaşık canlı
mekanizmaların tıpkı bir saat gibi, bir yaratıcı tarafından tasarlandığının
çok açık olduğunu söylemiyorlar. Fakat bu mekanizmalara işaret edip,
böylesi
bir
karmaşıklığın
ya
da
kusursuzluğun
doğal
seçilimle
evrimleştiğine inanmanın çok zor olduğunu söylüyorlar. Ne zaman böyle
bir şey okusam, içimden kitabın kenarına, "Kendin için konuş!” diye
yazmak geliyor. Yakınlarda yayımlanan, Birmingham Piskoposu Hugh
Montefiore tarafından yazılmış The Probability of God (Tanrı’nın Olasılığı)
adlı bir kitapta bunun bol bol örneği var; bölümlerden birinde otuz beş
tane saydım. Okumakta olduğunuz bölümün geri kalan kısmında
vereceğim örneklerde bu kitabı kullanacağım, çünkü saygın ve bilgili bir
yazar tarafından, doğal Tanrıbilimi güncelleştirmek amacıyla yapılmış,
içten ve dürüst bir deneme olduğuna inanıyorum. Ben dürüst diyorsam,
gerçekten dürüst olduğunu kastediyorumdur. Bazı Tanrıbilim- ci
arkadaşlarının tersine, Piskopos Montefiore Tanrının var olup olmadığı
sorusunun belirli bir gerçeklik sorusu olduğunu söylemekten korkmuyor.
Piskopos’un, "Hıristiyanlık bir yaşam biçimidir. Tanrı'nın varlığı sorusu
ortadan kalkmıştır: Bu soru gerçekçiliğin yanılsamalarının yarattığı bir
seraptır.” gibi kaypak, kaçamak yanıtlarla işi yok. Kitabının bazı bölümleri
fizik ve kozmolojiyle ilgili ve ben bu konularda fikir yürütecek kadar
uzman değilim; yalnızca Montefiore’nin danışman olarak gerçek
fizikçileri kullanmış gibi göründüğünü söyleyebilirim. Keşke aynı şeyi
biyolojiyle ilgili kısımlarda da yapmış olsaydı. Ne yazık ki, bu konuda
Arthur Koestler, Fred Hoyle, Gordon Rattray-Taylor ve Kari Popper'in
çalışmalarına başvurmuş! Piskopos evrime inanıyor, fakat evrimin izlediği
yolu açıklamada doğal seçilimin yeterli olduğuna inanamıyor (kısmen,
birçoklarının da yaptığı gibi, doğal seçilimi yanlış anlayıp, “rastlantısal”,
“gelişigüzel” ve “anlamsız” niteliklerini yakıştırdığı için).
Piskopos
Montefiore,
Kişisel
Kuşkuculuk
Yaklaşımı
adını
verebileceğimiz şeyi epey kullanıyor. Kitabındaki bölümlerden birinde,
sırayla aşağıdaki ifadeleri buluyoruz:
47
...Darwinci zeminde hiçbir açıklaması yok gibi görünüyor... Bunu
açıklamak daha da zor... Bunu anlayabilmek çok zor... Bunu
anlayabilmek kolay değil... Bunu açıklamak da aynı derecede zor...
Bunu
anlayabilmek
benim
için
hiç
kolay
değil...
Bunu
kavrayabilmek benim için hiç kolay değil... Bunu anlayabilmek
benim için çok zor... bunu anlatabilmek mümkün görünmüyor...
Bunun nasıl olabildiğini aklım almıyor... yeni Darwincilik hayvan
davranışının
giriftliklerinin
çoğunu
açıklamakta
yetersiz
görünüyor... Böyle bir davranışın nasıl olup da yalnızca doğal
seçilim yoluyla evrilebildiğini anlayabilmek kolay değil... Bu imkânsız... Böylesine karmaşık bir organ nasıl evrilebilmiş?... Bunu
kavrayabilmek kolay değil... Bunu kavrayabilmek zor...
Kişisel Kuşkuculuk Yaklaşımı, Darvvin’in de işaret ettiği gibi, son
derece zayıf bir yaklaşım. Bazı durumlarda, basit bir te
48
mele dayanıyor: görmezden gelme. Örneğin, Piskopos’un anlamakta
güçlük çektiği gerçeklerden biri, kutup ayılarının neden beyaz olduğu.
Kamuflaja
gelince,
bu
konunun
yeni-Darwinci
yaklaşımla
anlaşılması her zaman kolay değil. Kutup ayıları kuzey kutbunda
başat
hayvan
grubuysa,
beyaz
renkli bir kamuflaj biçimi
geliştirmelerine de gerek yoktur.
Bu sözleri şöyle okumak gerekir:
Ben, çalışma odamda oturmuş kafa patlatan, kuzey kutbuna hiç
gitmemiş olan, hayvanat bahçesi dışında kutup ayısı görmemiş olan,
klasik edebiyat ve Tanrıbilim konularında eğitim görmüş olan ben,
şu ana kadar kutup ayılarının beyaz olmakla ellerine ne geçeceğini
anlayabilmiş değilim.
Bu özel örnekte yapılan varsayım, yalnızca av durumundaki
hayvanların kamuflaja gereksinim duyduğudur. Gözden kaçan şeyse,
avcıların avlarından saklanmalarının yarar sağlayacağıdır. Kutup ayıları,
buz üzerinde dinlenmekte olan foklara sezdirmeden yaklaşırlar. Eğer fok
ayının geldiğini yeterli bir mesafeden görebilirse, kaçabilir. Sanırım,
Piskopos koyu renkli bir boz ayının kar üzerindeki foklara yaklaşmaya
çalıştığını
gözünde
canlandırabilirse,
sorusunun
yanıtını
anında
görecektir.
Kutup ayısı savını çürütmek çok kolay oldu, fakat asıl önemli olan bu
değil. Şaşırtıcı bir biyolojik olguyu dünyanın en önde gelen uzmanları bile
açıklayamıyorsa, bu, olgunun açıklanamaz olduğu anlamına gelmez.
Sayısız sır, yüzyıllar boyunca çözülmeden kaldı; fakat günü geldiğinde
açığa çıktılar. Sizce önemliyse, söyleyeyim: Çağdaş biyologların çoğu,
hepsi kutup ayısı örneği kadar kolay olmasa da, Piskoposun otuz beş
örneğinin her birini doğal seçilim kuramı çerçevesinde açıklayabilir. Ancak biz, insanların zekâsını denemiyoruz. Açıklayamayacağımız tek bir
örnek bile bulsak kendi yetersizliğimize bakıp, abartılı sonuçlara
varmadan önce duraksamalıyız. Darvvin de bu noktayı önemle
vurgulamıştır.
Kişisel kuşkuculuk yaklaşımının daha ciddi çeşitlemeleri var; göz ardı
etme veya zekâ eksikliği üzerine temellendiğini söyleyemeyeceğimiz
çeşitlemeler... Bu yaklaşımın bir biçimi doğrudan doğruya, çok gelişmiş
makinelerle karşılaştığımızda duyduğumuz o müthiş şaşkınlık duygusunu
kullanıyor;
yarasaların
yankıyla
yön
bulma
donanımlarının
mükemmelliği karşısında duyulan şaşkınlık örneğin. Ortalığı karıştıran,
böylesine harika bir şeyin doğal seçilimle evrilmiş olamayacağı düşüncesi.
Piskopos, aynı düşünceleri paylaştığı G. Bennett’in örümcek ağları
örneğini alıntılıyor:
Çalışmalarını
saatlerce
seyreden
birisinin,
ne
günümüz
örümceklerinin, ne de bu türün atalarının ağın mimarları olduğunu
düşünmesi; bu yeteneğin rastlantısal çeşitlilikle kerte kerte geliştiği
düşüncesine kapılması olanaksızdır; böyle bir şey düşünmek,
Parthenon’un o ince ve kesin orantılarının mermer parçacıklarının
üst üste konmasıyla oluştuğunu düşünmek kadar saçma olur.
Hiç de olanaksız değil. Ben buna tüm yüreğimle inanıyorum; ve emin
olun, örümcekler ve ağları hakkında bir şeyler biliyorum.
Bundan sonra, Piskopos insan gözüne geçiyor ve yanıtlanmasını
beklemediği, etki uyandırmak amacıyla sorduğu bir soru yöneltiyor
okuyucuya: “Böylesine karmaşık bir organ nasıl evrilebilmiştir?” Bu bir
sav değil; yalnızca kuşkuculuğun doğrulanması. Sanırım, Darvvin’in son
derece mükemmel ve karmaşık organlar olarak tanımladığı organlar
hakkında hepimizin duyma eğiliminde olduğumuz sezgisel kuşkuculuğun
temelinde iki şey var. Birincisi, evrimsel değişimin gerçekleşme süresinin
ne denli uzun olduğunu sezebilmekten uzağız. Doğal seçilim
usunda
kuşku
duyanların
çoğu,
doğal
seçilimin,
endüstri
jjpyriminden sonra çeşitli gece kelebeği türlerinde ortaya çıkan Jiyyu
renk gibi ufak değişikliklere yol açabileceğini kabullenme- Kazırlar.
Fakat bunu kabul ettikten sonra, ne kadar küçük bir değişiklik
olduğuna işaret ediyorlar hemen. Piskoposun da altını çizdiği gibi, koyu
renkli gece kelebeği yeni bir tür değil. v gen Je bunun küçük bir değişiklik
olduğunu,
gözün
ya
karşılaştırılamayacağını
da
yankıyla
yön
saptamanın
evrimiyle
düşünüyorum. Fakat unutmayalım, gece
50
kelebeklerinin bu değişikliği yapmaları yalnızca yüz
30i
almıştır. Yüz
yıl bize uzun bir zaman gibi görünüyor, çünkü bizim yaşam
süremizden daha uzun. Öte yandan, bir yerbilimci için, yüz yıl her
zaman ölçtüğü sürenin yaklaşık binde biridir!
Gözler fosilleşmiyor; dolayısıyla bizdeki göz türünün sıfırdan
başlayıp bugünkü karmaşıklığına ve mükemmelliğine ne kadar sürede
evrildiğini bilmiyoruz. Fakat bunun gerçekleşmesi için yüz milyonlarca
yıl vardı. Kıyaslayabilmek amacıyla, insanoğlunun çok daha kısa bir
sürede, köpeklerde seçmeli üretme yaparak elde ettiği değişimi
düşünün. Birkaç yüz yıl ya da en fazla birkaç bin yıl içerisinde, kurttan
başlayarak Pekin, Buldog, Chihuahua ve Saint Bernard köpeklerine
geldik. Ama bunların hepsi hâlâ köpek, öyle değil mi? Farklı bir “çeşit”
hayvan elde edebildik mi? Tamam, eğer sözcüklerle böyle oynamak
içinizi rahatlatacaksa, hepsinin köpek olduğunu söyleyelim. Fakat siz
yine de bu işin ne kadar bir sürede gerçekleştiğini düşünün. Bütün bu
köpek döllerinin bir kurttan evrilmesi için geçen toplam süreyi tek bir
sıradan yürüyüş adımı olarak düşünelim. Peki, bu ölçek üzerinde, daha
önceden eşi görülmemiş bir biçimde dik yürüyebilmiş ilk insanların
fosilleri olan Lucy ve benzerlerine geri gidebilmek için ne kadar yol
yürümeniz gerekir? Yanıt: 3200 metreden fazla... Ya Dünya üzerinde
evrimin başlangıcına gidebilmek için ne kadar yol yürümeniz gerekir?
Yanıt: Ta Londra’dan Bağdat’a kadar... Kurttan Chihuahua’ya kadar
olan yolda gerçekleşen toplam değişim miktarım düşünün ve bunu
Londra’yla Bağdat arasındaki adım sayısıyla çarpın. Çarpımın sonucu,
gerçek doğal evrimde beklenebilecek değişim miktarı hakında bir fikir
verecektir.
insanların gözü ve yarasaların kulağı gibi son derece karmaşık
organların evrimi söz konusu olduğunda duyduğumuz doğal kuşkunun
ikinci temeli, olasılık kuramının sezgisel olarak uygulanmasıdır. Piskopos
Montefiore, gugukkuşları konusunda C. E. Raven’den alıntı yapıyor.
Gugukkuşları yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakıyor, bu başka
kuşlar da istemeden sütanne oluveriyorlar. Benzeri birçok uyum biçimi
gibi, gugukku- şununki de tekli değil, çoklu bir uyumdur. Gugukkuşlarına
ilişkin birçok gerçek, bu hayvanların asalak yaşam biçimine uygundur.
51
Örneğin, annenin yumurtalarını başka kuşların yuvasına bırakma gibi bir
alışkanlığı vardır; yavru kuşların da ev sahibi kuşun yavrularını yuvadan
dışarı atma gibi bir alışkanlığı vardır. Her iki alışkanlık da gugukkuşunun
asalak yaşamında başarılı olmasına yardım eder. Raven devam ediyor:
Bu koşullar dizisinin her biri bütünün başarısı için mutlak
gereklidir. Ancak her koşul kendi başına işe yaramayacaktır.
Mükemmelliğin parçalarının hepsi aynı anda sağlanmalıdır. Daha
önce de belirttiğim gibi, böyle bir rastlantılar dizisinin gelişigüzel
oluşmama olasılığı çok büyüktür.
Bu gibi yaklaşımlar, ilke olarak, arı, çıplak kuşkuculuk üzerine
oturtulmuş yaklaşımlardan daha saygındır. Bir önerinin düşük olasılıklı
oluşunu
istatistiksel
olarak
ölçmek,
önerinin
inanılırlığını
değerlendirirken tutulacak yoldur. Elinizdeki kitapta da bu yöntemi
birçok kez kullanacağız. Fakat yöntemi doğru kullanmanız gerekir!
Raven’in öne sürdüğü savda iki yanlış var. Birincisi, alışılmış ve itiraf
etmeliyim ki oldukça rahatsız edici bir yanlış: Doğal seçilimin
“gelişigüzellik” ile karıştırılması. Mutasyon gelişigüzeldir; doğal seçilim
içinse tam tersini söyleyebiliriz. İkinci olarak, “her koşulun kendi başına
işe ^ramayacağı" doğru değildir. Mükemmelliğin parçalarının hepsinin
aynı anda sağlanması gerektiği doğru değildir. Her bir parçanın, bütünün
başarısı için temel nitelikte olduğu doğru değildir. Basit, kaba, çarpık bir
göz/kulak/yankıylayön bulma sis- temi/gugııkkuşu asalaklık sistemi, vs.
olması, hiç olmamasından daha iyidir. Gözünüz olmayınca tümden
körsünüzdür. Yarım yamalak bir gözle temiz bir görüntü odaklayamasanız
bile, en azından avcının hareketinin genel yönünü saptayabilirsiniz. Ve
bu da bir ölüm kalım meselesi olabilir. Bundan sonraki iki bölümde bu
konular daha ayrıntılı olarak ele alınacak.
52
\
53
III. Bölüm
Küçük Değişimlerin
Birikmesi
C
anlıların rastlantı eseri ortaya çıkamayacak kadar olasılık dışı
ve güzel "tasarlanmış” olduğunu gördük. Öyleyse, nasıl var
oldular? Yanıt -ki Darvvin'in yanıtıdır bu- şöyle: Canlılar,
basit başlangıçların, rastlantı eseri hayat kazanabilecek kadar basit ilksel
varlıkların, kerte kerte, adım adım dönüşümüyle ortaya çıktı. Bu yavaş
evrim sürecindeki her değişim, kendinden bir öncekine kıyasla, rastlantı
eseri oluşabilecek kadar yalındı. Ancak, en son ürünün karmaşıklığım
başlangıç noktasıyla kıyaslayarak düşünürseniz, bu birbirine eklenen
adımlar dizisinin tümü bir rastlantı süreci olmaktan çıkar. Bu birikimli
süreci yönlendiren etken hayatta kalabilme çabasıdır ve gelişigüzel
değildir. Bu bölümün amacı da, birikimli seçilimin gelişigüzel olmayan,
temel bir süreç olarak gücünü gösterebilmektir.
Çakıl taşlarıyla dolu bir kum salda yürüdüğünüzde, çakılların
gelişigüzel dağılmadığını fark edersiniz. Küçük çakıllar kumsal boyunca
diğerlerinden ayrı bir kuşak oluşturmuştur; büyük çakıllar da ayrı
kuşaklar halinde dizilmişlerdir. Çakıl taşları sıralanmış, düzenlenmiş ve
seçilmiştir. Kıyıya yakın yaşayan bir kabile yeıyüzündeki düzene ilişkin
bu kanıtlara bakıp meraklanabilir ve bunu açıklayacak bir söylence uy
durabilir; belki de, tertipli bir zihne ve düzen duygusuna sahip
gökyüzündeki Büyük Ruh’tur taşları böyle sıralayan... Bu batıl inanç
karşısında alaycı bir gülümsemeyle, çakılları sıralayanın amaçsız fiziksel
kuvvetler, yani dalgaların etkisi olduğu yanıtını verebiliriz. Dalgaların
amacı, tertipli bir zihni yoktur; aslında zihinleri yoktur. Dalgalar
yalnızca çakılları bir oraya, bir buraya sürükler. Bu işleme büyük ve
küçük çakdlar ayrı ayrı tepkiler verir ve kumsalın farklı bölgelerinde
toplanırlar. Düzensizlikten bir miktar düzen ortaya çıkmış ve bu hiçbir
zihin tarafından tasar- lanmamıştır.
Dalgalar ve çakıl taşları gelişigüzel olmamayı kendi kendine yaratan
bir sistemin basit bir örneğidir. Dünya böylesi sistemlerle doludur.
Düşünebildiğim en basit örneklerden biri bir delik. Bir cismin delikten
geçebilmesi için ondan daha küçük olması gerekir. Bunun anlamı şu:
Deliğin üstüne gelişigüzel topladığınız nesneleri yerleştirir ve gelişigüzel
sallar, karıştırırsanız, bir süre sonra nesneler deliğin altında ve üstünde
gelişigüzel olmayan bir biçimde sıralanacaktır. Deliğin altında delikten
küçük, üstünde de delikten büyük nesneler toplanacaktır, insanoğlu
gelişigüzel olmayanı yaratan bu basit ilkeyi uzun zamandır yararlı bir
alette kullanıyor ve adına da elek diyor.
Güneş sistemimiz, Güneş’in yörüngesinde dolaşan gezegenleri,
kuyrukluyıldızları ve başka cisimleri içeren kararlı bir sistemdir ve
evrendeki sayısız benzer sistemden yalnızca bir tanesidir. Bir uydu
güneşine ne kadar yakınsa, onun çekimini yenmek ve yörüngesinde
kalabilmek için o kadar hızlı dönmek zorundadır. Öte yandan, uydunun
belirli bir yörüngede kalabil-
56
jnesi ve hareket edebilmesi için, tek bir hız vardır. Herhangi başka
bir hızda ya uzayın derinliklerine doğru savrulacak ya güneşe çarpacak
ya da başka bir yörüngeye girecektir. Şimdi, bizim Güneş sistemimize
bakalım. O da nesi? Gezegenlerin her biri tam da kendini Güneş’in
etrafında kararlı bir yörüngede tutacak hızla dönüp durmuyor mu? Yüce
Tanrı’nın bir mucizesi, bir basiretli tasarımı daha? Yo, hayır; yalnızca bir
başka doğal elek. Şurası çok açık ki, Güneş'in etrafında gördüğümüz tüm
gezegenlerin tam tamına kendilerini kararlı bir yörüngede tutacak hızla
dönüyor olmaları gerekiyor; yoksa onları orada göremezdik, çünkü orada
olmazlardı! Yine çok açık ki, bu bir bilinçli tasarım kanıtı değil. Yalnızca
başka bir çeşit elek daha.
Bu basitlik düzeyindeki bir eleme işlemi, canlılar dünyasında
gördüğümüz muazzam ölçekteki gelişigüzel olmayan düzeni açıklamada
tek başına yeterli değil; hiç değil. Şifreli kilit benzetmesini hatırlayın.
Basit elemeyle ortaya çıkacak gelişigüzel olmama türü, kabaca, tek
haneli şifresi olan bir kilidi açmaya benzer; böyle bir kilidin şans eseri
açılması kolaydır. Öte yandan, canh sistemlerde gördüğümüz gelişigüzel
olmama özelliği, şifresinde neredeyse sayılamayacak kadar çok hanesi
olan bir kilit gibidir. Kandaki kırmızı pigment olan hemoglobini ya da
benzeri bir molekülü basit bir elemeyle yaratmak ise, hemoglobinin
yapıtaşı aminoasitlerin hepsini gelişigüzel sallayarak molekülün şans
eseri
oluşuvereceğini
ummaya
benzer.
Bu
ustalıklı
iş
için
düşünemeyeceğiniz kadar şanslı olmanız gerekiyor. İşte, Isaac Asimov
ve başkalarının kafa karıştırmak için kullandıkları bu inanılmaz şanstır.
Hemoglobin molekülü, birbirine sarılmış dört aminoasit zincirinden
oluşur. Şimdilik bu dört zincirden yalnızca birini ele alalım. Bu tek
zincirde 146 aminoasit vardır. Canlılarda, genelde, 20 farklı çeşit
aminoasit vardır. 146 baklalı bir zincirde 20 farklı çeşidi düzenlemenin
olası yollarının sayısı inanılmaz yüksektir; Asimov buna “hemoglobin
sayısı” diyor. Hemoglobin sayısını kolayca hesaplayabiliriz fakat
gözümüzde canlandırabil- metniz olanaksız. Zincirin ilk baklası
elimizdeki 20 aminoasit- ten herhangi biri olabilir. İkinci bakla da öyle.
İki baklanın düzenlenebileceği olası yolların sayısı 20 x 20, yani 400;
olası üç bakla düzenlemesinin sayısı ise 20 x 20 x 20, yani 8000 olur. 146
57
baklalı zincirin olası düzenlemelerinin sayısıysa 20yi 146 kez kendisiyle
çarparak bulunur. Bu sizi afallatacak kadar büyük bir sayıdır. Bir milyon
sayısında l’den sonra
6
tane sıfır, bir milyardaysa 9 sıfır vardır.
Aradığımız “hemoglobin sayısı”ndaysa, 1 rakamının ardında 190 sıfır
(yaklaşık) vardır! Bu, şans eseri hemoglobin molekülü elde etmeme
olasılığını
gösteriyor.
Ve
hemoglobin
molekülü,
bir
canlının
bedenindeki karmaşıklığın yalnızca küçücük bir parçası. Basit eleme
işlemi, kendi başma, bir canlıdaki düzeni yaratabilmekten çok uzak.
Eleme, canlıların düzeninin yaratılmasında temel bileşenlerden biri,
ancak öykünün tümü bu değil. Başka bir şeylere gerek var. Bunu
açıklayabilmek için, “tek-basamak11 ” seçilim ile “birikimli” seçilim arasında ayrım yapmam gerekiyor. Bu bölümde, şimdiye dek incelediğimiz
basit eleklerin hepsi tek-basamaklı seçilim örnekleridir. Oysa, canlılığın
örgütlenmesi birikimli seçilimin ürünüdür.
Tek-basamaklı seçilimle birikimli seçilim arasındaki temel fark şöyle:
Tek-basamaklı seçilimde, seçilen ya da düzenlenen varlıklar, çakıl taşları
ya da her neyse, yalnızca tek bir kez düzenlenirler. Öte yandan,
birikimli seçilimde, varlıklar “ürerler” ya da, bir biçimde, bir eleme
işleminin sonucu bir sonraki eleme işlemine girer ve ikinci elemenin
sonucu... böylece sürüp gider. Varlıklar birbirini izleyen birçok “nesil”
boyunca düzenlenerek seçilir. Seçilen bir neslin son ürünleri, seçilecek
bir sonraki neslin başlangıç noktasıdır ve bu birçok nesil boyunca devam
eder. Burada “üremek” ve “nesil” gibi sözcükleri ödünç almam normal
çünkü canlılar, birikimli seçilime katkıda bulunduğunu bildiğimiz
varlıkların başlıca örnekleridir. Belki de, bunu yapan tek varlıklardır;
fakat şimdilik bunu tartışmak istemiyorum.
Bazen, rüzgârın gelişigüzel dokuması ve yontması sonucu, bulutları
tanıdık nesnelere benzettiğimiz olur. Pek çok yerde
anmış bir fotoğraf var; küçük bir uçağın pilotu tarafın- çekilmiş
ve gökyüzünden bakan Isa’nın yüzüne benziyor, pimiz bulutları bir
şeylere benzetmişizdir: bir denizatına ya gülümseyen bir yüze... Bu
benzerlikler tek-basamaklı seçi- jjgıle ortaya çıkıyor, yani tek bir
rastlantıyla. Bu yüzden de, pek etkileyici değiller. Burçları oluşturan
takımyıldızların adlarını aldıkları hayvanlarla -Akrep, Aslan, vs- olan
benzerlikleri je
en az
astrologların kehanetleri kadar etkileyici olmaktan
uzak. Asıl büyüleyici olan biyolojik uyum yolları; yani birikimli
seçilimin ürünleri. Bir yaprak böceğinin yaprağa, peygam-
berdevesinin
pembe bir çiçek kümesine benzemesini esrarengiz, olağandışı ya da göz
alıcı diyerek betimleriz. Bir bulutun bir gelinciğe benzemesiyse pek az
ilgimizi çeker, çoğu kez yanımızdaki arkadaşımıza söyleme gereğini
duymayız. Hatta, bulutun en çok neye benzediği konusunda fikrimizi
değiştirebiliriz kolaylıkla.
Hamlet: Şu bulutu görüyor musun, şurada? Bir deveye benziyor
değil mi?
Polonius: Doğru vallahi, tıpkı bir deve.
Hamlet: Bence bir gelinciğe benziyor.
Polonius: Evet bir gelincik gibi.
Hamlet: Balina mı yoksa?
Polonius: Tamam, tam bir balina.
Daktilonun tuşlarına gelişigüzel basan bir maymunun yeterince süre
verildiğinde Shakespeare’in tüm eserlerini yazabileceğini ilk kim ortaya
attı, bilemiyorum. Buradaki can alıcı noktanın “yeterli süre verilmesi”
olduğuna kuşku yok. Diyelim ki, maymunumuzun önündeki işi biraz
kısıtladık. Shakespeare’in tüm eserleri değil de, yalnızca “Bence bir
gelinciğe benziyor” yazsın ve hatta, maymunumuza kısıtlı bir klavye
verelim: Klavyede yalnızca 29 büyük harf ve boşluk tuşu olsun.
Maymunumuzun bu kısa tümceyi yazması ne kadar sürecektir?
Bu tümcede 28 karakter var; öyleyse, maymunun klavyede
birbirinden bağımsız 28 vuruş yaptığını varsayalım. Tümceyi yanlışsız
yazmayı başardığında deney sona ersin. Yazamadığında bir “deneme"
daha yapsın. Hiç maymun tanıdığım yok ama şansıma
11
ayhk kızım
gehşigüzel işler yapmada epey deneyimli ve büyük bir istekle daktilocu
maymun rolüne soyundu. İşte bilgisayarda yazdıkları:
UMMK JK CDZZ F ZD DSDSKSM S SS F MCV PU I
DDRGLKDXRRDO RDTE QDWFDVIOY
59
UDSKZWDCCVYT H CHVY NMGNBAYTDFCCVD D
RCDFYYYRM N DFSKD LD K WDWK JJKAUIZMZI
UXDKIDISFUMDKUDXI
Ne yazık ki, kızımın çok önemli işleri vardı ve ben de bilgisayarı
gelişigüzel yazı yazan bir bebek ya da maymunu taklit edecek biçimde
programlamak zorunda kaldım:
WDLDMNLT DTJBKWIRZREZLMQCO P
Y YVMOKZPGJXWVHGLAWFVCHQY OPY MWR
SWTNUXMLCDLEUBXTQHNZVJQF FU
OVAODVYKDGXDEKYVMOGGS VT
HZQZDSFZIHIVPHZPETPWVOVPMZGF
GEWRGZRPBCTPGQMCKHFDBGW ZCCF
Ve bu böylece sürdü, gitti. Gehşigüzel programın (ya da bebeğin veya
maymunun) BENCE BİR GELİNCİĞE BENZİYOR yazması için ne
kadar beklememiz gerektiğini hesaplamak zor değil. Maymunun veya
bebeğin ya da gelişigüzel programın yazabileceği doğru uzunluktaki olası
tümcelerin toplam sayısını düşünelim. Bu, hemoglobin için yaptığımız
hesaplamanın bir benzeridir ve elde edeceğimiz sonuç da yine çok
büyük bir sayıdır. İlk yer için 30 olası karakter vardır (boşluğu da bir
ter olarak alıyoruz). Dolayısıyla, maymunun ilk karakteri Joğru
tutturma şansı 30'da l’dir. İlk iki karakter içinse, ilk
•akterin B olması
koşuluyla ikinci karakteri de -E- doğru tutma olasılığına bakarız: 1/30 x 1/30,
yani 1/900. Öyleyse, maymunun ilk sözcüğü -BENCE- doğru yazma
olasılığı 1/30 x 1/30 H 1/30 x 1/30 x 1/30, yani 1/30 üzeri 5’tir. Bu, 1/30
sayısının ken- r alisiyle 5 kere çarpılması demektir. 28 karakterli bu
tümceyi doğru yazabilme olasılığıysa, 1/30 üzeri 28’dir; yani 1/30 sayısı
kendisiyle 28 kere çarpılır. Bunlar çok küçük olasılıklar, yaklaşık 1 0
milyar kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon kere
milyonda 1. Shakespeare’in tüm eserleri bir yana, aradığımız tümceye
bile ulaşmamız çok uzun bir zaman alacak.
Gelişigüzel çeşitlemelerle yapılan tek-basamaklı seçilimden ye-
terince söz ettik. Peki, birikimli seçilim bu durumda ne kadar etkili
olacaktır? Çok çok daha etkili, ilk bakışta düşünebileceğimizden çok
daha etkili olacaktır. Biraz daha düşünürsek bunu açıkça görebiliriz.
Yine bilgisayar maymununu kullanalım, ama bu kez programda önemli
bir değişiklik yapalım. Programımız deminki gibi 28 karakterden
oluşan gelişigüzel bir harf dizisiyle başlasın:
WDLMNLT DTJBKWIRZREZLMQCO P
Şimdi bu gelişigüzel tümce “yavrulasın"; bilgisayar tümceyi
durmadan tekrarlasın, ama kopyalarken gelişigüzel hata -mu- tasyonyapma olasılığı olsun. Sonra da mutasyon geçirmiş, anlamsız tümceleri
yani asıl tümcenin “yavrularını” incelesin ve hedef tümce “BENCE BİR
GELİNCİĞE BENZİYOR’a en benzeyenini (bu benzeyiş ne denli az olursa
olsun) seçsin. Benim örnekte bir sonraki neslin kazanan tümcesi şu
oldu:
WDLTMNLT D JTBSVIRĞREZLMQCO P
Pek bir ilerleme olmamış gibi görünüyor! Ama işlemi tekrarlayalım;
kazanan tümce “yavrulasın” ve yeni bir “kazanan” seçilsin. Bu birbirini
izleyen nesillerde tekrar edilsin. 10 nesil sonra, "yavrulaması” için
seçilen tümce şuydu:
BLLN RÎL ZOLAACĞPE ŞOKZYÜLR T
20
nesil sonra da şu:
BELLN RİGB OLİNPEĞE MTUBAOLR
Bu noktada artık gözümüz benzerliği az çok seçebiliyor. 30 nesil
sonundaysa, benzerlik konusunda hiç şüphemiz kalmıyor:
BENLE BİR GOLANCAĞE BONZÜYLR
40 nesil sonra, hedefin yalnızca tek bir harf uzağındayız:
61
BENCE BİR GELANCİĞE BENZİYOR
43. nesilde hedef bulunuyor. Bilgisayarda ikinci bir deneme daha
yaptım. Başlangıç tümcesi şöyleydi:
Y YVMQKZPFJXWVHGLAWFVCHOXYOPY
Değişiklikler ve seçimler yapıldı. Bilgisayar her on nesilde bir
tümceleri veriyordu:
B YNMEKİRFTEĞSHLİBEFV HZYSPY BENCE
BORGENTUĞAB AAZYYOKART BENCE BİR
GELİÜĞ
BAZYYORAYRO
BENCE
BİR
GELİNĞCİY BENZYİOA BENCE BİR GELİNĞİCE
BENZİYRA BENCE BİR GELİNCİĞE BENZİYOR
Hedef tümce 64. nesilde elde edildi. Üçüncü bir denemedeyse,
bilgisayar
GEWRGZRPBCTPGQMCKHPDBGW ZCCF
tümcesiyle işe başladı ve 41 nesil süren bir seçimli “yavrulama”
sonunda
BENCE BİR GELİNCİĞE BENZİYOR
tümcesine ulaştı.
Bilgisayarın hedefe ulaşması için geçen süre önemli değil. İlla bilmek
istiyorsanız, söyleyeyim: Birinci deneme ben öğle ye- meğindeyken
tamamlanmıştı; yarım saat kadar sürmüştü. (Bilgisayar meraklıları
bunun çok yavaş olduğunu düşünebilir. Nedeni, programın BASIC
dilinde yazılmış olması. Aynı programı Pascal ile yazdığımda yalnızca
11 saniye sürdü). Bu tür işlerde bilgisayarlar maymunlardan daha hızlı
ama bu farklılık hiç önemli değil. Önemli olan, aynı hızda çalışan
bilgisayarda, hedefe ulaşmada birikimli seçilim yöntemi kullanıldığında
geçen süreyle tek-basamaklı seçilim yöntemi kullanıldığında geçen süre
arasındaki fark: milyon kere milyon kere milyon kere milyon kere
milyon yıl. Bu, evrenin varoluşundan bu yana geçen sürenin milyon
kere milyon kere milyon katı. Doğrusunu söylemek gerekirse,
maymunun ya da gelişigüzel programlanmış bilgisayarın hedef tümceyi
yazması için geçecek süreyle kıyaslanırsa, evrenin bugünkü yaşı ihmal
edilebilecek kadar küçük; bu tür kaba bir hesapta yapılabilecek hata
sınırları içinde kalacak kadar küçük. Öte yandan, yine gelişigüzel
çalışan ama aynı işi yapmak için birikimli seçilim kullanan bir bilgisayarın
işi tamamlaması için geçecek süre, biz insanların anlayabileceği bir süre;
11
saniyeyle öğle yemeği süresi arasında...
Görüldüğü gibi, birikimli seçilim (her ilerlemenin, ne denli küçük
olursa olsun, sonraki yapılandırmalar için temel olarak kullanıldığı
seçilim türü) ile tek-basamaklı seçilim (her yeni “denemenin”
diğerlerinden bağımsız- olduğu seçilim türü) ara-
63
smda büyrik fark var. Evrimsel ilerleme tek-basamaklı seçilimle
yürüyor olsaydı, hiçbir yere ulaşamazdı. Halbuki, doğanın amaçsız
kuvvetleri, bir biçimde, birikimli seçilimin işe başlaması için zorunlu
koşulları oluşturduğunda, sonuçlar tuhaf ve muhteşem olacaktır. Bu
gezegende işte bu İkincisi gerçekleşmiştir; ve bizler de bu sonuçların en
tuhaf ve en muhteşemi değilsek de, en son ortaya çıkanıyız.
Benim hemoglobin hesabım benzeri hesaplamaların hâlâ sanki
Darvvin’in kuramını çürütüyormuş gibi kullanılması şaşırtıcıdır. Bunu
yapanlar -ki çoğu kendi alanında uzmandır-, Darvvin- ciliğin canlılığın
düzenini açıklarken yalnızca rastlantı, yani tek- basamaklı seçilim’
olgusunu kullandığına içtenlikle inanıyorlar. Darvvinci evrimin
“gelişigüzel” olduğu inancı yanlış olmanın da ötesinde, aslında gerçeğin
tam tersi. Darvvinci açıklamalarda, rastlantı küçük bir bileşendir; en
önemli bileşense, özünde gelişigüzel olmayan birikimli seçilimdir.
Bulutlar birikimli seçilimden geçmez. Belirli biçimlerdeki bulutların
kendilerine
benzeyen
yavrular
meydana
getirmesi
için
hiçbir
mekanizma yoktur. Böyle bir mekanizma olsaydı, eğer gelinciğe ya da
deveye benzeyen bir bulut kabaca aynı biçimde bir dizi bulut
çıkarabilseydi ortaya, birikimli seçilimin başlaması için bir fırsat doğmuş
olurdu. Aslında, bulutlar bazen parçalanıp "yavru” bulutlar oluşturur,
fakat bu birikimli seçilim için yeterli değildir. Aynı zamanda, bir
bulutun “döl”ünün, “ebe- veyn”ine, “popülasyon” içerisindeki herhangi
bir eski "ebe- veyn”den daha fazla benzemesi de gerekir. Oyle
görünüyor ki, bu can alıcı nokta son yallarda doğal seçilim kuramına ilgi
gösteren düşünürlerden bazıları tarafından yanlış anlaşılıyor. Bunun da
ötesinde, bir bulutun varlığını sürdürme ve benzerlerini yavrulama şansı
bu bulutun biçimine de bağlı olmalıdır. Kimbi- lir, ırak gökadalardan
birinde bu koşullar oluşmuştur belki; ve kimbilir, eğer yeterince milyon
yıl geçmişse, sonuç uçucu, hafif bir yaşam biçimi olmuştur. Bu iyi bir
bilimkurgu öyküsü olurdu; adına da Beyaz Bulut derdik. Ancak, bu
konuda maymun/Shakespeare modeli gibi bir bilgisayar modeli daha
rahatlıkla anlaşılacaktır.
Maymun/Shakespeare modeli tek-basamaklı seçilimle birikimli
seçilim arasındaki farkı açıklamada yararlı olsa da, bazı önemli
64
konularda yanıltıcı. Bunlardan biri şöyle: Her seçilimli "üremede”,
değişime uğramış “yavru” tümceler uzak bir ideal hedefe, “BENCE BİR
GELİNCİĞE
BENZİYOR”
tümcesine
olan
benzerliklerine
göre
değerlendiriliyorlar, fakat yaşam böyle değildir. Evrimin uzun dönemli
bir amacı yoktur. İnsanın kendini beğenmişliği, bizim türümüzün
evrimin nihai amacı olduğu yolunda gülünç bir kavramı alkışlarla
karşılasa da, evrim sürecinde uzak bir hedef, seçmede ölçüt olacak nihai
bir kusursuzluk yoktur. Gerçek hayatta, seçilim ölçütleri hep kısa dönemlidir: ya en basitinden hayatta kalma ya da daha genelde üreme
başarısı.
Eğer,
geçen
uzun
süre
sonunda,
-geriye
bakıp
değerlendirildiğinde- uzak bir amaca doğru bir ilerleme olmuş gibi
görünüyorsa, bu her zaman birçok kısa dönemli seçilim neslinin
rastlantısal bir sonucudur. Saatçimiz, birikimli doğal seçilim, geleceği
görmez ve uzun dönemli amaçları yoktur.
Bilgisayar modelimizi bu noktayı da dikkate almak üzere değiştirebilir, başka açılardan da daha gerçekçi bir hale getirebiliriz.
Harfler ve sözcükler insanlara özgüdür, öyleyse, bilgisayara resimler
çizdirelim. Belki de, bilgisayarda hayvan benzeri şekillerin evrikliğini
görürüz. Bu kez, önyargılı olmamak için, başlangıçta belirli hayvan
resimleri vermeyeceğiz. Şekillerin yalnızca gelişigüzel mutasyonların
birikimli seçilimiyle ortaya çıkmasını istiyoruz.
Gerçek hayatta, her bir hayvanın biçimi dölütün gelişimi ile ortaya
çıkar. Birbirini izleyen nesillerde, dölüt gelişiminde ufak farklılıklar
olduğu için, evrim gerçekleşir. Bu farklılıkların nedeniyse, gelişimi
denetleyen genlerdeki değişiklikler, yani mutasyonlardır (evrim
sürecinin sözünü ettiğim küçük gelişigüzel öğesi mutasyondur). Bu
yüzden, bilgisayar modelimizde, dölüt gelişimine eşdeğer bir şey olmalı.
Ayrıca, mutasyon
geçirebilen genlere eşdeğer bir şey de düşünmeliyiz. Bir bilgisayar
modelinde bu koşulları karşılayabilmemiz için birçok yol var. Ben
bunlardan birini seçtim ve bir bilgisayar programı yazdım. Şimdi bu
bilgisayar modelini anlatacağım çünkü oldukça açıklayıcı olduğunu
düşünüyorum. Eğer bilgisayarlar hakkında bir şey bilmiyorsanız,
yalnızca söylediklerinizi yapan, fakat sık sık sonuçlarıyla sizi şaşırtan
makineler olduklarını hatırlayınız. Bir bilgisayara verdiğimiz talimatlar
dizisine ise, program diyoruz.
Dölüt gelişimi, küçük bir bilgisayarda gerçekçi biçimde taklit
edilemeyecek kadar karmaşık bir süreç; basitleştirilmiş bir benzetme
kullanmalıyız. Bilgisayarın kolayca yerine getirebileceği ve sonra da
"gen”lerin etkisiyle değiştirilebilecek basit bir resim çizim kurah
bulmalıyız. Nasıl bir çizim kuralı seçmeliyiz? Bilgisayarla ilgili ders
kitaplarında, sık sık, basit bir büyüyen- ağaç işlemi içeren "tekrarlı”
programlamanın işe yararlığı anlatılıyor. Bilgisayar işe tek bir dik çizgi
çizerek başlıyor. Sonra, çizgi iki ayrı dala ayrılıyor. Sonra da, bu dalların
her biri iki alt- dala ayrılıyor. Daha sonra, her dal alt-alt-dallara
ayrılıyor ve bu böylece devam ediyor. Bu programa "tekrarlı” deniyor
çünkü ağacın büyümesinde aynı basit kural geçerli. Ağaç ne kadar büyürse büyüsün, dalların uçlarında aynı dallanma kuralı uygulanıyor.
Tekrar "derinliği” ise, işlem durdurulmadan önce büyüyen alt-alt-...
dalların sayısı anlamına geliyor. 2. Şekil’de, bilgisayara aynı kuralla fakat
farklı
derinliklerde
çizim
yapması
söylendiğinde ne olduğunu
görüyorsunuz. Tekrar düzeyi yüksek tutulduğunda, desen oldukça
karmaşıklaşıyor, ancak 2. Şekil’e bakıldığında, dallanmada aynı basit
kuralın karmaşıklığın her düzeyinde işlediği görülüyor. Gerçek bir ağaç
da tıpkı bunun gibi dallanıyor. Bir meşe ya da elma ağacındaki dallanma
deseni size karmaşık gelebilir ama aslında hiç de karmaşık değildir.
Temel dallanma kuralı çok basittir: Dallar alt-dal yapar; sonra her altdal, alt-alt-dallar yapar; ve bu sürer gider. Bu kural dal-
2. Şekil
ların büyüyen uçlarında tekrarlanır ve kocaman bir ağacımız olur.
Tekrarlı dallanma, genelde, bitki ve hayvan dölütlerinin gelişimi için
de iyi bir metafor. Hayvan dölütlerinin dallanan ağaçlara benzediklerini
kastetmiyorum. Benzemezler. Ama tüm dölütler hücre bölünmesiyle
büyür. Hücreler hep iki yavru hücreye ayrılır. Ve genlerin organizma
üzerinde kendini göstermesi, her zaman hücreler üzerindeki ve hücre
bölünmesinin ikili dallanma biçimi üzerindeki yerel etkilerle gerçekleşir.
Bir hayva- mn genleri asla muhteşem bir tasarım, tüm bedenin bir planı
değildir. Göreceğimiz gibi, genler bir plandan çok, bir reçeteye benzer;
ve bunun da ötesinde, bu reçeteye yalnızca gelişmekte olan dölüt bir
67
bütün olarak uymaz her bir hücre ya da bölünmekte olan her bir yerel
hücre kümesi de uyar. Dölütün ve daha sonra da yetişkinin büyük
ölçekli bir biçime sahip olduğunu yadsımıyorum. Fakat bu büyük ölçekli
biçimin ortaya çıkmasının nedeni, gelişen organizma üzerindeki çok
sayıdaki küçük, yerel hücresel etkilerdir ve bu yerel etkiler esas olarak
ikili hücre bölünmesi biçimindeki ikili dallanmalardan oluşur. İşte genler bu yerel olayları etkileyerek yetişkin bedeni etkilemiş olur.
Bu yüzden de, ağaç çizmenin basit dallanma kuralı, dölüt gelişimi
için umut verici bir benzetme olarak görünüyor. Böylece, bu kuralı ufak
bir bilgisayar programı haline getiriyoruz, adını GELİŞİM koyuyoruz ve
EVRİM
adlı
daha
büyük
bir
programın
içine
yerleştirmeye
hazırlanıyoruz. Bu daha büyük programı yazmak için de, ilk adım
olarak, dikkatimizi genler üzerinde topluyoruz. Bilgisayar modelimizde
genleri nasıl temsil edeceğiz? Genler gerçek hayatta iki şey yapar;
Gelişimi etkiler ve gelecek nesillere aktarılırlar. Gerçek hayvanlar ve
bitkilerde on binlerce gen vardır, fakat biz alçakgönüllü olalım ve
bilgisayar modelimizi dokuz genle kısıtlayalım. Dokuz genin her biri
bilgisayarda bir sayıyla gösterilecek ve bu sayıya o genin değeri
diyeceğiz. Örneğin, belirli bir genin değeri 4 ya da —7 olabilir.
Peki, bu genlerin gelişimi etkilemesini nasıl sağlayacağız? Yapılabilecek çok şey var. Temeldeki düşünce, genlerin GELİŞİM çizim
kuralı üzerinde ufak bir niceliksel etki göstermeleri. Örneğin, genlerden
biri dallanma açısını etkileyebilir, bir başkası da belirli bir dalın
uzunluğunu değiştirir. Bir genin yapabileceği bir başka şey de tekrarın
derinliğini, birbirini izleyen dallanmaların sayısını etkilemektir. Gen
9’un bunu yapmasını sağladım. Dolayısıyla, 2. Şekil’e Gen 9 haricinde
birbirinin eşi yedi organizmanın resmi olarak bakabilirsiniz. Diğer sekiz
genin ne yaptığına
68
A
Gen 1
Gen 9 -
Ana ağaç
,T.JnT.T'
Gen 5 -
Gen 5 +
Gen 7 —
Gen 7 ■
Gen 9 +
3. Şekil
ilişkin ayrıntılara girmeyeceğim. 3. Şekil’i inceleyerek bu genlerin ne
çeşit işler yaptıkları konusunda genel bir fikir edinebilirsiniz. Şeklin
ortasında ana ağacı görüyorsunuz, 2. Şekil’dekiler- den birini. Bu ana
ağacın etrafında, sekiz ağaç daha var. Bu sekiz ağaç, her birinde farklı,
tek bir genin değiştirilmiş -mutasyon geçirmiş- olması dışında ana
ağaçla aynı. Örneğin, ana ağacın sağındaki ağaç, Gen 5’in değerine 1
eklenmesiyle mutasyon geçirdiğinde ne olduğunu gösteriyor. Eğer
yerim olsaydı, ana ağacın etrafında mutasyona uğramış (mutant) 18
ağaçtan oluşan bir halka basmak isterdim. Mutasyona uğramış 18 ağaç
istememin nedeni şu: Dokuz gen var ve her biri yukarı (değerine 1
eklenerek) ya da aşağı (değerinden
1
çıkarılarak) değiştirilebilir. 18
ağaçlık bir halkada ana ağaçtan türetilebilecek tüm olası tek-ba- samaklı
mutasyona uğramış ağaçları görebilirdiniz.
Bu ağaçların her birinin kendine özgü bir "genetik formülü”, yani
dokuz geninin her birinin bir sayısal değeri var. Bu formülleri
yazmadım çünkü size pek bir şey ifade etmeyeceklerdi.
69
Bu gerçek genler için de doğrudur. Genler, yalnızca, protein sentezi
aracılığıyla gelişmekte olan bir dölütün büyüme kuralları biçimine
çevrildiklerinde anlamlı olmaya başlarlar. Bilgisayar modelinde de,
dokuz genin sayısal değeri ancak dallanan ağaç deseninin büyüme
kurallarına çevrildiğinde size bir anlam ifade edecektir. Fakat, belli bir
gen açısından farklı olduğu bilinen iki organizmayı kıyaslayarak bu genin
ne yaptığına ilişkin bir fikir edinebilirsiniz. Örneğin, 3. Şekil’in
ortasındaki ana ağaçla iki yanındakileri kıyaslayın; Gen 5’in ne
yaptığını anlayacaksınız.
Geçek hayattaki genetikçiler de işte bunu yapıyorlar. Genetikçiler,
normalde, genlerin dölüt üzerinde nasıl etkidiğini bilmezler. Bir
hayvanın genetik formülünün tamamını da bilmezler. Fakat, tek bir gen
açısından farklı olduğunu bildikleri iki yetişkin hayvanın bedenlerini
kıyaslayarak, o tek genin etkilerinin ne olduğunu görebilirler. Aslında,
bu iş anlattığımdan daha karışık çünkü genlerin birbirleriyle
etkileşimlerinin etkileri basit toplamadan daha karmaşıktır. Bilgisayar
ağaçlarımız için de aynı şey tıpatıp geçerli; bunu ilerde göreceğiz.
Her bir ağaç şeklinin sağ/sol ekseninde bakışımlı olduğunu fark
etmişsinizdir. Bu, benim GELİŞİM işlemine getirdiğim bir kısıtlama.
Bunu kısmen estetik nedenlerle kısmen de gereken gen sayısını kısıtlı
tutmak için yaptım (eğer genler ağacın her iki yanında ayna görüntüsü
ortaya koymasalardı, sağ ve sol yanlar için ayrı genler gerekecekti); bir
de, hayvanın vücudu biçimlerin evrileceğim umut ediyordum ve çoğu
hayvanın vücudu oldukça bakışımlıdır. Aynı nedenle, bu noktadan
sonra, bu yaratıklara ağaç demeyi bırakıyorum; onları “vücut” veya
“biyo- morf” olarak adlandıracağım. Biyomorf, Desmond Morris'in
gerçeküstü tablolarındaki hayvanı andıran şekillere verdiği isim. Bu
tabloların benim için özel bir önemi vardır; bunlardan birini ilk
kitabımın kapağında kullanmıştım. Desmond Morris biyomorflarının
kafasında evrildiğini ve bu evrimin birbirini izleyen tablolarda
gözlenebileceğini söylüyor.
Bilgisayar biyomorflarına ve 3. Şekil’de sekizi gösterilen 18 olası
mutanta geri dönelim. Bu mutantların her biri ana biyo- morftan
yalnızca bir mutasyon basamağı uzakta olduğundan, bunları ana
ebeveynin
çocukları olarak görebiliriz.
Bu
da
bizim
ÜREME
benzetmemiz ve tıpkı GELİŞiM’de yaptığımız gibi, üremeyi küçük bir
program
haline
getirerek
büyük
EVRİM
programının
içine
yerleştirmeye hazırlanıyoruz. ÜREME programındaki iki noktaya
dikkatinizi çekmek istiyorum. Birincisi, bu programda cinsiyet yok,
üreme eşeysiz oluyor: Bu yüzden, ben, biyomorflarm dişi olduklarını
düşünüyorum, çünkü yaprakbiti benzeri eşeysiz hayvanların biçimleri
temelde hemen hemen her zaman dişildir. İkincisi, programımı bir
seferde tek mutasyon olacak şekilde kısıtladım. Bir çocuk, dokuz genden
yalnızca birinde ebeveyninden farklıdır. Dahası, tüm mutasyonlar
ebeveyn geninin değerine
+1
veya
-1
eklenerek gerçekleştiriliyor.
Bunların hepsi keyfi kabullenmeler; farklı seçilebilirlerdi ve biyolojik
gerçekliklerinden bir şey yitirmezlerdi.
Modelimizin biyolojinin temel ilkelerinden birini içeren bir başka
özelliği daha var, fakat keyfi kabullenebilme özgürlüğü bu özellik için
geçerli
değil.
Çocukların
şekli
doğrudan
ebeveynin
şeklinden
türetilmiyor. Her çocuğun şekli, kendi dokuz geninin değerleriyle
belirleniyor (etkileyen açılar, uzaklıklar, vs). Ve her çocuk dokuz genini
ebeveyninin dokuz geninden alıyor. Gerçek hayatta da olan bu. Nesiller
boyunca vücutlar değil, genler aktarılır. Genler içinde bulundukları
vücudun dölütsel gelişimini etkiler. Bu genler bir sonraki nesle ya
aktarılır ya da aktarılmaz. Genlerin yapısı vücudun gelişiminde
oynadıkları rolden etkilenmez fakat yaratılmasına yardımcı oldukları
vücudun başarısı, aktarılma olasılıklarım etkileyebilir. İşte bu nedenle,
bilgisayar modelinde GELİŞİM ve ÜREME adını verdiğimiz işlemlerin
birbiriyle ilişkisiz, ayrı bölümler halinde yazılmaları önemlidir; bir tek
şey dışında: ÜREME, gen değerlerini GELİŞİM programına aktarır ve
burada genler büyüme kurallarını etkiler. GELİŞİM gen değerlerini
ÜREME'ye kesinlikle aktarmaz -bu "Lamarckçılık” olurdu (bakınız XI.
Bölüm).
Sonuç olarak, ÜREME ve GELİŞİM adlı iki program parçamızı
yazdık. ÜREME, genleri, mutasyon olasılığını da içererek, nesiller
boyunca aktarır. GELİŞİM, her nesilde, ÜRE- ME’nin sağladığı genleri
alır ve bu genleri çizme eylemine, yani bilgisayar ekranında
göreceğimiz bir vücut resmine çevirir. Şimdi sıra bu iki program
parçasını EVRİM adlı büyük programımızda bir araya getirmeye geldi.
71
EVRİM temelde ÜREME’nin durmadan tekrarlanmasını içerir. Her
nesilde, ÜREME, bir önceki nesilden gelen genleri alır ve gelişigüzel,
ufak hatalarla -mutasyonlarla- bir sonraki nesle geçirir. Bir mutasyon
gelişigüzel seçilmiş bir genin değerine
+1
ya da
-1
eklenmesidir. Bunun
anlamı şu: Her seferinde tek tek adımlarla gerçekleşen değişikliklerin
nesiller geçtikçe birikmesi sonucu, başlangıçtaki ata ile olan fark çok
büyük bir hale gelebilir. Mutasyo- nun gelişigüzel olmasına karşın,
değişikliklerin nesiller boyunca birikmesi gelişigüzel değildir. Herhangi
bir nesildeki bireyler, ebeveynlerinden gelişigüzel yönlerde farklıdır.
Fakat bu neslin hangi bireylerinin bir sonraki nesli sürdüreceği
konusundaki seçilim gelişigüzel değildir. İşte bu noktada Darwinci
seçilim işin içine giriyor. Seçilim ölçütü genlerin kendisi değil, genlerin
GELİŞİM yoluyla etkiledikleri vücutlardır.
Her nesildeki genler, ÜRETİLMİŞLİĞE ek olarak, kendi belirli
kurallarına kesinlikle uyarak, ekranda
doğru
vücudu büyüten
GELİŞİME verilir. Her nesilde, bir dizi 'yavru" (bir sonraki neslin
bireyleri) gösterilir. Bu yavruların hepsi aynı ebeveynin mutant
çocuklarıdır ve her biri ebeveynlerinden tek bir gende farklıdır.
Buradaki yüksek mutasyon oranı, bilgisayar programımızın kesinlikle
biyolojik olmayan bir özelliği. Gerçek hayatta, bir genin mutasyon
geçirme olasılığı, milyonda birden daha azdır. Modelimde yüksek bir
mutasyon oram yaratmamın bir nedeni var: Bilgisayar ekranındaki
performans insan gözü- iyiliğini gözetiyor ve insanların, bir mutasyon
olması için
• fejr milyon yıl beklemeye sabrı yok!
İnsan gözünün
öykümüzde etkin bir yeri var. Göz burada seçme aracı.
Her nesli araştırıyor ve bir tanesini çoğalması için seçiyor. Bu seçilen
birey, bir sonraki neslin ebeveyni oluyor ve aynı anda ekranda bu
bireyin mutant yavruları gösteriliyor. İnsan gözü burada şecereli
köpeklerin ya da ödüllü güllerin çoğaltılmasında yaptığı işin tıpatıp
aynısını yapıyor. Başka bir deyişle, modelimiz, kesinlikle bir doğal seçilim
değil, yapay seçilim modeli. Buradaki "başarı” ölçütü, doğal seçilimde
olduğu gibi, doğrudan hayatta kalmayı belirleyen bir ölçüt değil.
Gerçek doğal seçilimde, eğer bir organizma hayatta kalmak için
gereken şeylere sahipse, genleri de kendiliğinden hayatta kalır çünkü
72
organizmanın içindedirler. Dolayısıyla, hayatta kalalabilen genler, doğal
olarak, organizmalarına hayatta kalmalarına yardımcı olan özellikler
veren genler olmaya eğilimlidir. Halbuki, bilgisayar modellerinde,
seçilim ölçütü hayatta kalabilme değil, insan isteğine uygun olmaktır.
Aslında bunun edilgen bir istek olması gerekmiyor; "salkımsöğüte
benzeme” gibi bir niteliği temel alarak yapabiliriz seçimimizi. Bununla
birlikte, deneyimlerim, insan seçicinin sık sık kaprisli ve fırsatçı
olduğunu gösteriyor. Ama bu, belirli bazı doğal seçilim çeşitlerine
benzemiyor da değil.
Bir nesildeki hangi bireyin çoğalmak üzere seçileceğini bilgisayara
insan söylüyor. Seçilen bireyin genleri ÜREME’ye aktarılıyor ve yeni
bir nesil başlıyor. Tıpkı gerçek hayattaki evrim gibi, bu işlem de
sonsuza dek sürüp gidiyor. Her biyomorf nesli bir önceki atasından ve
bir sonraki çocuklarından yalnızca bir mutasyon adımı uzakta. Fakat
100 EVRİM neslinden sonra, bi- yomorflar başlangıçtaki atalarından 100
mutasyon adımı uzakta olabilirler ve inanın 1 0 0 mutasyon adımıyla çok
şey değişebilir.
Yeni yazdığım bu EVRİM programıyla ilk oynamaya başladığımda,
ne kadar değişim olabileceğini hayal bile edememiştim. Beni şaşıratan
asıl şey, biyomorflarm kısa sürede ağaça benzemekten çıkmasıydı.
Temel ikili dallanma yapısı hep ora
73
daydı, fakat çizgiler birbirini keserek renkli bölgeler oluşturdukça
(kitapta yalnızca siyah ve beyaz göreceksiniz), bu yapı kolaylıkla
örtülüyordu. 4. Şekil’de yalnızca 29 nesilden oluşan bir evrimsel
geçmişi görüyorsunuz. Başlangıçtaki ata minik bir yaratık, yalnızca bir
nokta. Buna karşın, tıpkı ilksel balçık içerisindeki bir bakteri gibi, bu
atanın bedeninde, 3. Şekil’deki ana ağacın deseninde dallanabilme
potansiyeli var; tek fark, Gen 9’un bu ataya sıfır kere dallanmasını
söylemesi. Sayfada görülen tüm yaratıklar bu noktadan gelmişlerdir,
aslında sayfanın karman çorman olmasını önlemek için, gördüğüm
yaratıkların hepsi basılmadı. Yalnızca, her neslin başarılı çocuğu (yani
bir sonraki neslin ebeveyni) ve başarısız kardeşlerinden bir ya da ikisi
basıldı. Dolayısıyla, bu resim, benim estetik seçimimin sonucu olan tek
bir evrim hattını gösteriyor. Bu ana evrim hattı- nmsa, tüm aşamaları
gösterilmiştir.
4. Şekil’deki ana evrim hattındaki ilk birkaç nesle kısaca bakalım. 2.
nesilde, nokta, Y halini alıyor. Bundan sonraki iki nesilde, Y daha
büyüyor. Sonra, dallar hafifçe kıvrılıyor, tıpkı iyi yapılmış bir sapan
gibi. 7. nesilde, kıvrım daha da belirgin hale geliyor, öyle ki, iki dal
neredeyse birleşiyor. 8 . nesilde, eğimli dallar büyüyor ve her birinde iki
küçük çıkıntı beliriyor. 9. nesilde, bu çıkıntılar kayboluyor ve sapanın
sapı uzuyor.
dallar,
10 .
nesil bir çiçekten alınma bir kesite benziyor; kıvrık yan
merkez
andırıyor.
11 .
çıkıntıyı
-“dişicik”i-
çevreleyen
taçyapraklarını
nesilde, bu “çiçek” biçimi daha da büyüyor ve biraz daha
karmaşıklaşıyor.
Daha fazla yorum yapmayacağım, resmin kendisi, 29 nesil boyunca,
her şeyi anlatmaya yetecek kadar açık. Her neslin ebeveyninden ve
kardeşlerinden sadece biraz farklı olduğuna dikkat edin. Her biri
ebeveyninden biraz farklı olduğu için, iki nesil önceki ebeveyninden anneanne- ve torunlarından daha da farklı olması beklenebilir. İşte,
programımızdaki yüksek mutasyon hızı nedeniyle gerçekçi olmayan
hızlarda da olsa, birikimli seçilimin anlamı bu. Yüksek hız yüzünden , 4.
Şekil birey-
lerin soyağacı yerine bir türün soyağacına benziyor fakat temeldeki ilke
aynı.
Programı yazarken, çeşitli ağaç şekillerinden başka bir şey evrileceği
aklıma bile gelmemişti. Salkımsöğütler, sedir ağaçları, kavaklar,
yosunlar ve hatta geyik boynuzları elde etmeyi ummuştum. Ne biyolog
sezgim, ne 20 yıllık bilgisayar programlama deneyimim, ne de en çılgın
düşlerim beni ekranda belirenlere hazırlamıştı. Ortaya çıkan şeyin bir
böceğe benzetilebileceği- ni ilk kez serinin neresinde fark ettiğimi tam
olarak hatırlayamıyorum. Çılgınca bir kuşkuya kapılarak, her nesilde
böceğe en fazla benzeyen çocuğu seçerek yaratıkları üretmeye başladım.
Benzerlik arttıkça gözlerime inanamaz oldum. Sonuçları 4. Şe- kil’in
altında görüyorsunuz. Evet, aslında, bir böcek gibi altı ayaklı olacak
yerde, örümcekler gibi sekiz ayaklan var, ama olsun! O enfes yaratıklar
gözümün önünde belirdikçe duyduğum övüncü saklayamıyorum;
kafamın içinde bir yerlerde Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün (2001 Uzay Yolu
Macerası’nın müziği) zafer dolu açılış notaları çalmaktaydı. Yemek falan
yiyemedim ve o gece uyuyabilmek için yatağın içinde dönüp durdukça,
göz kapaklarımın altında "benim” böceklerim uçuştu, durdu.
Piyasada, oyuncunun kendini bir yeraltı labirentinde dolaşı- yormuş
gibi hissettiği bilgisayar oyunları var; bu oyunlarda oyuncu karmaşık bir
coğrafya içinde ejderhalarla, mitolojik yaratıklarla ve az da olsa
canavarlarla karşılaşıyor. Tüm bunlar ve labirentin coğrafyası bir insan,
bir programcı tarafından tasarlanıyor. Evrim oyununda, ister gerçek
ister bilgisayar oyunu olsun, oyuncu (ya da gözlemci), dallanan
geçitleriyle bir labirent içinde dolaşıyormuş duygusunu yaşıyor; olası
geçitlerin sayısı sonsuz ve karşımıza çıkan canavarlar tasarlanmamış ve
kestirilemez. Biyomorf Ülkesinde dolanırken karidesler, Aztek tapınakları, Gotik kilise pencereleri, orijinal kangru çizimleri ve bir
keresinde de Wykeham Mantık Profesörü’nün hiç de fena olmayan bir
karikatürüyle karşılaştım (bu karikatürü bir daha elde edemedim). 5.
Şekil’de hazine odamdan bir başka derleme
Tf
Çatalkuyruk Şapkalı adam
Sinek
Ay aracı
Hassas terazi
VM
Kedi beşiği Ağaç kurbağası
Akrep
>*^C>•-
Uçak
Böcek
Çapraz kılıçlar
Tilki
Arı orkidesi
Lamba
5. Şekil
Kabuklu
kafadanbacakh
Sıçrayan
örümcek
Yarasa
görüyorsunuz; hepsi de aynı yöntemle elde edilmiş. Bir kez daha vurgulamak
istiyorum; bunlar bir sanatçının çizimleri değil. Hiçbirine, hiçbir biçimde,
dokunulmadı, rötuş yapılmadı; bilgisayarın içinde nasıl evrildilerse öylece
çizildi -bilgisayar tarafından çizildiler. İnsan gözünün rolü, birçok birikimli
evrim nesli boyunca gelişigüzel mutasyona uğrayan çocukların seçilmesi iş-
lemiyle kısıtlıydı.
Artık, elimizde maymunların daktiloda Shakespeare’in yapıtlarını
yazmasından daha gerçekçi bir evrim modeli var. Fakat bu biyomorf modeli
yine de eksik. Bizlere birikimli seçilimin hemen hemen sonsuz çeşitlilikte
yarı-biyolojik formlar yaratma gücünü gösteriyor; fakat doğal seçilim değil,
yapay seçilim kullanıyor. Seçme işlemini insan gözü yapıyor. İnsan gözünü
aradan çıkarıp, seçmeyi bilgisayarın biyolojik açıdan gerçekçi bir ölçütü
temel alarak yapmasını sağlayabilir miyiz? Bu, göründüğünden daha zor ama
yine de niye zor olduğunu anlatıp zaman harcamaya değer.
77
"1
Tüm hayvanların genlerini okuyabildiğiniz sürece, belirli bir genetik
formülü seçmek çok kolay. Ancak doğal seçilim doğrudan genleri seçmez;
genlerin organizma üzerindeki etkilerini -bunun teknik adı fenotipik
etkilerdir- seçer. Sayısız köpek, büyükbaş hayvan ve serçe çeşitlerinin
(bunlara izninizle 5. Şekil’i de eklemek istiyorum) gösterdiği gibi, insan
gözü fenotipik etkileri seçmekte oldukça iyidir. Bilgisayarın fenotipik
etkileri doğrudan seçmesini sağlamak için, çok karmaşık bir desen tanıyıcı program yazmamız gerekir. Desen tanıyan programlar var aslında.
Basılmış herhangi bir şeyi ve hatta elyazısım okuyabiliyorlar. Ancak
bunlar en son teknolojiyle hazırlanmış, çok büyük ve hızh bir bilgisayar
sistemi gerektiren zor programlar. Bir desen tanıma programı benim
programlama yeteneğimin
ve 64
kilobitlik küçük bilgisayarımın
yetenekleri dışında; böyle olmasaydı bile, bu işle uğraşmazdım, insan gözü
ve kafatasımızın içindeki
10
giganöronluk bilgisayar -ki, bu amacımıza
daha uy- gun- bunu daha iyi yapıyor.
Bilgisayarın daha belirsiz genel özellikleri seçmesini sağlamak pek zor
olmazdı; örneğin, uzunluk-zayıflık, kısalık-şiş- manlık, belki yuvarlaklık,
dikenlilik, hatta rokoko süslemelerine sahip olmak gibi. Bunu sağlamanın
bir yolu, bilgisayarın insanın geçmişte beğendiği nitelikleri hatırlamasını ve
aynı çeşit genel nitelikleri gelecekte de sürekli seçmesini sağlamak olurdu.
Fakat bu bizi doğal seçilim taklidine yakınlaştırmıyor. Önemli olan şu: Dişi
tavusların erkek tavus seçmesi gibi özel durumlar dışında, doğanın hesap
yapma gereksinimi yoktur. Doğa acımasız bir orakçı kullanır: dolaysız,
acımasız ve basit bir seçim. Kuşkusuz, hayatta kalabilme nedenleri hiç de
basit değildir -işte bu yüzdendir ki, doğal seçilim böylesine görkemli
karmaşıklıkta hayvanlar ve bitkiler yapılandırabiliyor. Fakat ölümün
kendisinde de basit ve kaba bir yan var. Doğada, feno- tipleri ve
dolayısıyla fenotiplerin içerdikleri genleri seçmek için kullanılan tek şey
ölümdür, seçimi gelişigüzel yapmayan ölüm...
Bilgisayarda ilginç bir doğal seçilim benzetimi yapabilmek için,
rokoko
süslemeleri ve diğer görsel nitelikleri unutmamız gerekiyor Bunun yerine,
gelişigüzel olmayan ölüm üzerinde yoğunlaş- mabyız. Biyomorflar,
bilgisayarda, düşmanca bir çevreyle etkileşim içerisinde olmalılar ve
78
biçimleriyle ilgili bir özelliğin bu çevrede hayatta kalıp kalamayacaklarını
belirlemesi gerekiyor. İdealde, bu düşmanca çevrenin evrilmiş başka
biyomorflan da içermesi gerekiyor: "avcılar”, “av”, “asalaklar”, “rakipler"... Av
konumundaki bir biyomorfun biçimi, örneğin belirli biçimdeki avcı
biyomorflar tarafından yakalanmaya açık olmasını belirlemeli. Bu zayıflığın
ölçütü ise, programcı taralından yazılmamak; tıpkı biçimlerin ortaya çıkışı
gibi, program içerisinde ortaya çıkmalı. Bu yapılabilirse, kendi kendini
güçlendiren bir “silahlanma yarışının” (bakınız VII. Bölüm) koşullan
gerçekleştirilmiş ve evrim gerçekten taklit edilmiş olacak. Ne yazık ki,
böylesi bir taklit dünya kurmanın benim programcılık yeteneğimin ötesinde
olduğunu düşünüyorum.
Eğer bu işi becerebilecek kadar zeki biri varsa, o da şu gürültülü ve
saldırgan oyunları, “Uzay Fatihleri” türünden şeyleri, geliştirenlerden biri
olacaktır. Bu programlarda sahte bir dünya yaratılıyor. Bu dünyanın
üçboyutlu bir coğrafyası ve hızlı işleyen bir zaman boyutu var. Nesneler,
müthiş bir gürültü içerisinde taklit edilmiş üçboyutlu bir uzayda devinip
duruyor, bir- birleriyle çarpışıyor, birbirlerini vuruyor ve yutuyorlar. Bu taklit öylesine iyi olabiliyor ki, denetimi elinde tutan oyuncu kendini bu sahte
dünyanın bir parçası zannediyor. Bu tür programlamanın en üst düzeyine,
uçak ve uzay aracı pilotlarını eğitmede kullanılan odacıklarda ulaşılmış.
Ancak, bu programlar bile, eksiksiz, taklit bir dünyada ortaya çıkan, av ve
avcı arasındaki silahlı yarışın modelini yapmak için yazılması gereken bir
programın yanında çocuk oyuncağı kalır. Ama yine de yapılabilir. Eğer bir
yerlerde bu keyifli işte işbirliği yapmak isteyen bir programcı varsa, lütfen
beni arasın.
Bu arada, yaz geldiğinde denemeyi düşündüğüm çok daha kolay bir şey
var. Bilgisayarımı bahçeye, bir ağacın altına koya-
cağım. Ekranım renkli. Biçimi denetleyen dokuz "gen"in yanı sıra, rengi
denetleyen birkaç genin kullanıldığı bir programım da var. Canlı, renkli
ve oldukça basit herhangi bir biyomorfla işe başlayacağım. Bilgisayar,
biçimi ve/veya rengiyle bu biyo- morftan farklı, mutasyon geçirmiş
biyomorf yavrularını aynı anda ekrana yansıtacak. Arılar, kelebekler ve
başka böceklerin ekrana konuk olacağına inanıyorum. Bilgisayar,
yavrulardan birini seçecek, yavrulatacak ve bir sonraki mutant yavrular
79
neslini ekrana getirecek.
Birçok nesil sonra, bu yabanıl böceklerin, bilgisayarda çiçeklerin
evrilmesine yol açacağına dair büyük umutlarım var. Bu gerçekleşirse,
bilgisayar çiçeklerinin evrilmesine yol açan seçilim baskısı, gerçek
çiçeklerin doğada evrilmesine yol açan seçilim baskısının tıpatıp aynısı
olacak. Böceklerin kadın giysilerindeki parlak renkleri sık sık ziyaret
ediyor olması (ve bu konuda yayınlanmış sistematik deneylerin olması)
umutlarımı güçlendiriyor. Daha da heyecanlı olan bir başka olasılık da,
bu yabanıl böceklerin, böcek benzeri biçimlerin evrimleşmesine neden
olabileceği. Bunun bir örneği -ve bu denli umutlu olmamın nedeni-,
geçmişte arıların, an orkidelerinin evrilmesine yol açmış olmaları.
Birikimli orkide evrimi boyunca, erkek anlar çiçeklerle çiftleşmeye
çalışırken çiçektozu taşımış ve birçok nesil sonunda arı benzeri şekli
ortaya çıkarmış. 5. Şekil’deki "arı orkidesi'nin renkli olduğunu düşünün.
Bir arı olsaydınız, bu çiçek hoşunuza gitmez miydi?
Karamsarlığımın ana nedeniyse, böceklerde görmenin bizimkinden
çok farklı biçimde işlemesi. Ekranlar arı gözü için değil, insan gözü için
yapılmış; yani, bizler de, arılar da an orkidelerini arıya benzetebiliriz
ancak arılar ekrandaki görüntüleri görmüyor olabilir. Belki de, 625
tarama çizgisi dışında hiçbir şey görmüyorlardır! Yine de, denemeye
değer. Bu kitap basıldığında, bunun yanıtını öğrenmiş olacağım.
Çok iyi bilinen bir klişe var: Bilgisayarlara verdiğinizden fazlasını
alamazsınız! Bu basmakalıp lafın diğer çeşitlemeleri, bilgigayarlarm ne emrederseniz onu yaptığını, bu yüzden de, asla yaratıcı
olamayacaklarım
söylüyor.
Shakespeare’in,
ilkokul
öğretmeninin
öğrettiklerinden -sözcüklerden- başka bir şey yazmadığa söylemek ne kadar
abesse, bu da o kadar abes. EVRİM programını bilgisayara verdim, ama ne
böcekleri, ne akrebi, ne uçağı, ne de ay aracını önceden tasarladım. Ortaya
ne çıkacağı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu -işte bu yüzden de ortaya
çıkmak tam doğru sözcük. Doğrudur, evrime kılavuzluk eden seçilim işini
gözlerim yaptı; ama her aşamada gelişigüzel oluşan mutasyonların sunduğu
küçük bir yavrular dizisiyle kısıtlıydı ve seçilim “stratejim” fırsatçı, kaprisli
ve kısa dönemliydi. Uzak bir hedefi amaçlamamıştım. Doğal seçilim de
böyledir.
Uzak bir hedefimin olduğu bir deneyimimi aktararak doğal seçilimin bu
özelliğini daha da vurucu bir biçimde anlatabilirim. Önce bir itirafta
bulunmam gerekiyor. Zaten bunu tahmin etmişsinizdir. 4. Şekil’e ilişkin
80
anlattıklarım bir kurgulama. Böceklerimi ilk görüşüm öyle olmadı.
Böceklerim borazanların sesleriyle ilk ortaya çıktıklarında, genlerine ilişkin
bilgi yoktu elimde. Orada, bilgisayarın ekranında duruyorlardı ve ben onlara
ulaşamıyor,
genlerini
çözemiyordum.
Onları
bilgisayarın
belleğine
kaydedebilmek için epey kafa patlattım, ama bu mümkün değildi. Genler çok
derindeydi; tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Yazıcıdan böceklerin resimlerini
aldım, fakat genleri kaybetmiştim. Hemen programda değişiklik yaparak
sonraki denemelerde genetik formüllerin kaydedilebilmesini sağladım ama
çok geçti. Böceklerimi kaybetmiştim.
Onları
yeniden
“bulabilmek”
için
çalışmaya
başladım.
Bir
kez
evrilebildiklerine göre, tekrar evrilebilmeleri gerekiyordu. Zerdüşt’ün kayıp
akorları gibi aklımdan çıkmıyordu. Biyomorf Ülkesi'nde, sonu gelmeyen,
tuhaf yaratıklar ve nesneler arasında dolaşıp duruyor fakat böceklerimi
bulamıyordum.
Oralarda
bir
yerde
olduklarını
biliyordum,
orada
olmalıydılar. Bu ilk evrimin başladığı genleri biliyordum. Böceklerimin
vücutlarının resimleri elimdeydi; hatta yalnızca bir nokta olan atadan böceklerime ulaşan evrimsel beden dizilerinin resimleri de elimdeydi. Ama genetik
formüllerini bilmiyordum.
Evrimin izlediği yolu tekrar oluşturmanın kolay olması gerektiğini
düşünebilirsiniz, ama değildi. Bunun nedeni -bu konuya geri döneceğimyalnızca dokuz genle de olsa, yeterince uzun bir evrimsel sürecin sunacağı
olası biyomorflarm astronomik sayısıdır. Biyomorf Ulkesi'nde yaptığım
gezintiler sırasında, birçok kereler böceklerimin öncülü sayılabilecek
biçimlerle karşılaştım, ama bir seçilimci olarak ortaya koyduğum tüm
çabalara karşın, evrim yanlış yola saptı. Sonunda, bir gezinti sırasında - bu
seferki zafer duygusu ilkinden daha az değildi- onları köşeye kıstırabildim.
Bu böceklerin, benim ilk, "Zerdüşt’ün kayıp akorları” böceklerimle aynı olup
olmadıklarını bilmiyordum, hâlâ da bilmiyorum; yapay bir biçimde
“yakınsak” olup olmadıklarını da bilmiyordum (bir sonraki bölüme bakınız).
Ama yeterince iyiydiler. Bu kez hata yapmamıştım; genetik formüllerini
yazdım ve artık istediğim zaman böcek “evrimleştirebilirim".
Evet, evet, bu vurucu anlatım işini fazla abarttım, fakat çok ciddi bir
noktayı da vurguladım. Öyküden çıkarılacak ders şu: Bilgisayarı ben
programlamış, ne yapması gerektiğini ayrıntı- laıyla ben belirlemiş olduğum
halde, evrilen hayvanları ben tasarlamadım ve öncülerini ilk gördüğümde
tam anlamıyla şaşa- kalmıştım. Evrimi denetlemede o kadar acizdim ki,
belirli bir evrimsel yolu izlemeyi çok istememe karşın, bunun olanaksız
81
olduğu ortaya çıktı. Elimde evrimsel öncülerinin tümünün basılı resimleri
olduğu halde böceklere zorlukla ve uzun bir süre uğraştıktan sonra
ulaşabildim; eğer o resimler olmasaydı, sanırım onları asla bulamazdım.
Programlayıcmın bilgisayardaki evrimin yönünü denetlemede ya da
kestirmedeki bu güçsüzlüğü paradoksal mı? Bu, bilgisayarın içinde gizemli,
hatta mistik bir şeylerin olduğu anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Gerçek
hayvanların ve bitkilerin evriminde de mistik hiçbir şey yok. Bu paradoksu
çözmek ve gerçek evrim hakkında bir şeyler öğrenmek için bilgisayar
modelini kullanabiliriz.
Bu paradoksun çözümündeki temelin şöyle olacağım düşü- nüyorum:
Matematiksel bir uzamda, her biri kendi yerine kalıcı olarak yerleşmiş belirli
bir biyomorf kümesi var. Kalıcı olarak yerleşmiş olmanın anlamı şu: Eğer
biyomorfun genetik formülünü bilirseniz, yerini hemen bulabilirsiniz;
bunun da ötesinde, bu özel uzamda, genetik formülü bilinen biyomorfun
komşuları bu biyomorftan yalnızca tek bir gen açısından farklı. Artık
böceklerimin genetik formülünü bildiğime göre, onları istediğim gibi
üretebilir ve bilgisayara, keyfi bir noktadan başlayarak böceklerime doğru
evrilmesini söyleyebilirim. Bir bilgisayar modelinde, yeni bir yaratığı ilk kez
yapay seçilimle evrimleştir- diğinizde, bu yaratıcı bir süreçmiş gibi görünür.
Gerçekten de öyledir. Fakat asim da yaptığınız, o yaratığı bulmaktır, çünkü
matematiksel anlamda bu yaratık Biyomorf Ulkesi’nin genetik uzamında
kendi yerinde oturmaktadır zaten. Bunun gerçekten yaratıcı bir süreç
olmasının nedeni, belirli bir yaratığı bulmanın son derece zor olması. Zor,
çünkü Biyomorf Ülkesi çok çok geniş ve orada oturan yaratıkların sayısı
sonsuz değilse bile, sonsuza çok yakın. Amaçsızca ve rastlantısal bir arama
uygulanabilir bir yöntem değil; daha verimli ve etkin -yaratıcı- bir arama
yöntemi benimsemeliyiz.
Kimileri satranç oynayan bilgisayarların tüm olası satranç hareketlerini
kendi içlerinde deneyerek çalıştıklarını düşünür. Bilgisayara yenildiklerinde
böyle düşünmek onları rahatlatır; fakat bu düşünce tamamen yanlıştır. Olası
hamlelerin sayısı çok fazladır; arama uzamı körlemesine içine dalınamayacak
kadar büyüktür. İyi bir satranç programı yazmanın püf noktası, arama
uzamında etkin kısa yollar düşünebilmektir. İşte, birikimli seçilim -ister
bilgisayar modelinde olduğu gibi yapay seçilim olsun, ister gerçek evrendeki
gibi doğal seçilim olsun- etkin bir arama yöntemidir ve bu yöntemin
sonuçları da yaratıcı zekânın - kine çok benzer. En azından, William
Paley’in Tasarım Savı bu nokta üzerine kurulmuş. Teknik olarak,
82
bilgisayarda biyomorf oyunu oynarken yaptığımız tek şey, matematiksel
anlamda bulunmayı bekleyen hayvanları bulmak. Bunu yaparken de, sanatsal
bir yaratı sürecindeymiş duygusuna kapılıyoruz. İçinde yalnızca birkaç varhk
bulunan, küçük bir uzamda aranmak, normalde yaratıcı bir süreç duygusu
uyandırmıyor. “Yüksük nerde?” türünden bir çocuk oyununun yaratıcılıkla
ilgisi yoktur. Etraftaki nesnelerin altını gehşigüzel çevirip bakmak ve aranan
nesneyi buluvermeyi ummak yalnızca uzam küçükse işe yarar. Arama uzamı
genişledikçe, daha karmaşık arama yöntemleri kullanmak gerekir. Arama
uzamı yeterince büyük olduğundaysa, etkin arama yöntemleri gerçek
yaratıcılıktan ayırt edilemez hale gelir.
Dediğim gibi, bilgisayar biyomorf modelleri etkin arama yöntemleridir; ve
öznesi insan olan yaratıcı bir süreçle, örneğin başarılı bir satranç stratejisi
planlamayla, doğal seçilimin, yani kör saatçinin evrimsel yaratıcılığı arasında
öğretici bir köprü görevini görürler. Bunu görmek için, Biyomorf Ülkesi
fikrine matematiksel bir uzam olarak bakmalıyız; ucu bucağı olmayan fakat
düzenli bir açık alan; tüm yaratıkların kendilerine ait yerde oturup
keşfedilmeyi bekledikleri bir alan. 5. Şekil’deki 17 yaratık sayfaya özel bir
düzende yerleştirilmemiştir. Fakat Biyomorf Ülkesi’nde, bu yaratıkların her
birinin kendine özgü, başka hiçbir yaratıkta olmayan, yaratığın genetik
formülü tarafından belirlenmiş ve kendi özel komşularıyla çevrili bir
konumu vardır. Biyomorf Ülkesindeki yaratıkların hepsi birbirleriyle belirli
bir uzamsal ilişki içerisindedir. Bu da ne demek? Uzamsal konumun anlamı
nedir?
Sözünü ettiğimiz, genetik uzamdır. Bu uzamda her hayvanın kendi
konumu vardır. Genetik uzam içerisinde, bitişik komşular, birbirlerinden
yalnızca tek bir mutasyonla ayrılan hayvanlardır. 3. Şekil’de, ortadaki ana
ağaç, genetik uzam içerisindeki 18 bitişik komşusundan
8
tanesi ile
gösterilmiştir. Bilgisayar modelimizin kurallarına göre, bir hayvanın 18
bitişik komşusu, bu hayvandan üretilebilecek 18 farklı çocuk ya da bu
hayvanı üretmiş olabilecek 18 farklı ebeveyndir. Bir adım atarsak, her
ıın komşularınızı sayısı 324 olur (basit olması amacıyla mutasyonları göz ardı ederek 18 x 18): olası torun, büyük »ynler, hala,
teyze, yeğenlerin oluşturduğu küme. Bir adım gittiğimizdeyse, komşu
sayısı 5832ye (18 x 18 x 18) çıkar: nların çocukları; dedenin,
anneannenin ebeveynleri, am- ala/dayı/teyze çocukları, vs...
Neden genetik uzam bağlamında düşünüyoruz? Bu, bizi ne- götürecek?
Yanıt şu: Bu, evrimin yavaş ve birikimli bir sü- olduğunu anlamamızı
83
kolaylaştıracak bir yol sağlıyor. Bilgi-
*ayar modelimizin
kurallarına göre, tek
bir nesilde, genetik uzamda tek bir adım atabiliyoruz. 29 nesilde, ilk atadan
başlayarak 29 adımdan ötesine gidebilmek mümkün değil. Her evrimsel
geçmiş, genetik uzam içinde belirli bir yoldan oluşur. Örneğin, 4. Şekil’deki
tek bir noktayı bir böceğe bağlayan evrimsel geçmiş 28 ara adımdan oluşan,
kavisli, belirli bir yoldur. Biyomorf Ülkesi’nde “gezinmek” metaforuyla
kastettiğim bu.
Genetik uzamı bir resim biçiminde göstermek istedim, ancak bir sorun
var: Resimler ikiboyutludur. Biyomorflarm içinde bulundukları genetik
uzam
ise,
ikiboyutlu
değildir.
Hatta
üçboyutlu
bile
değildir;
dokuzboyutludur! (Matematikten korkmamamız gerektiğini hatırlayalım. Bu
iş matematikçilerin dediği kadar zor değil. Ne zaman kendimi yılgın
hissetsem, Sil- vanus Thompson’un Calculus Made Easy'de [Kolaylaştırılmış
Matematik] dediklerini hatırlarım: Bir aptalın yapabildiğini, başka bir aptal
da yapabilir.) Eğer dokuzboyutlu çizebilsey- dik, her boyutun dokuz genden
birine karşılık gelmesini sağlayabilirdik. Genetik uzamda, belirli bir
hayvanın konumu -diyelim ki, akrep, yarasa ya da böcek- dokuz geninin
sayısal değerleriyle belirlenirdi. Evrimsel değişim, bu dokuzboyutlu uzamda
adım adım yapılan bir gezintidir. Dokuzboyutlu bu uzamda, bir hayvanla
diğeri arasındaki genetik farklılığın miktarı -ve dolayısıyla, evrimleşme için
geçen zaman ve birbirinden evrilmenin zorluğu- hayvanların arasındaki
uzaklık olarak ölçülür.
6.
Şekil
Ne yazık ki, dokuzboyutlu çizemiyoruz. Uyduruk da olsa bir şeyler
yapmaya, Biyomorf Ülkesi’nin dokuzboyutlu genetik uzamında bir noktadan
diğerine hareket etmenin nasıl bir şey olacağını, en azından hissettirebilen,
84
ikiboyutlu bir resim çizmeye çalıştım. Bunu yapmanın çeşitli yolları var; ben
de üçgen hilesi adını verdiğim bir yolu seçtim. 6 . Şekil’e bakın. Şekildeki
üçgenin üç köşesinde keyfi seçtiğim üç biyomorf var. Tepedeki ana ağaç,
soldakiyse “benim” böceklerden biri; sağ- dakinin ismi yoktu ama hoşuma
gitti. Tüm biyomorflar gibi, bu üç biyomorfun da, dokuzboyutlu genetik
uzamda kendilerine özgü yerlerini belirleyen, kendilerine özgü genetik
7.Şekil
formülleri var.
Bu üçgen, dokuzboyutlu hiperhacmi kesen ikiboyutlu bir “düzlem”
üzerinde bulunuyor (bir aptahn yapabildiğini başka bir aptal da yapabilir). Bu
düzlem, bir tabak jölenin içine batırılmış bir cam parçasına benzer. Camın
üzerine de üçgen ve genetik formülleri nedeniyle düzlemimizin üzerinde
olan biyo- morflarm bazıları çizilmiş. Peki, bu biyomorflarm düzlemimizde
bulunmalarını gerektiren ne? İşte, üçgenin köşelerindeki biyomorflar burada
işin içine giriyor. Bu üçüne çapa biyomorflar diyorum.
85
7.
Şekil
Unutmayalım ki, genetik “uzamadaki "uzaklık" kavramı, genetik
açıdan benzer biyomorfların yakın, genetik açıdan farklı biyomorfların
uzak komşu olmasını içeriyor. Elimizdeki düzlemde, uzaklıklar, üç çapa
biyomorf referans alınarak hesaplanıyor. Üçgenin ister içinde, ister
dışında olsun, cam parçası üzerindeki herhangi bir noktanın genetik
formülü üç çapa biyo- morfun genetik formüllerinin "ağırlıklı
ortalaması” olarak hesaplanıyor. Ağırlıklı ortalamanın nasıl alındığım
tahmin etmişsinizdir. Sayfadaki uzaklıklar, daha doğrusu söz konusu
noktanın üç çapa biyomorfa olan yakınlığı kullanılıyor. Düzlem üzerindeki böceğe ne kadar yakınsanız, oradaki biyomorflar o kadar böcekbenzeri oluyor. Camda, ağaca doğru gittiğimizde, "böcekler” daha az
böceğe ve daha çok ağaca benzemeye başlıyorlar. Üçgenin merkezine
giderseniz, orada bulacağınız hayvanlar üç çapa biyomorf arasındaki
çeşitli “genetik bileşimler” olacaktır: örneğin, tepesinde Yahudilerin
yedi kollu şamdanı olan örümcek.
Ama bu yaklaşım nedeniyle üç çapa biyomorfun önemini fazlaca
abatmayahm. Bilgisayar, gerçekten de resimdeki her noktanın genetik
formülünü hesaplamak için bunları kullandı, ama düzlem üzerindeki
başka herhangi üç çapa noktası da işimize
8. Şekil
yarar ve aynı değerleri verirdi. Bu nedenle, 7. Şekil’de üçgen çizmedim ama
bu da tıpkı 6 . Şekil türünden bir resim; tek farkı başka bir düzlemi gösteriyor
olması. Deminki böcek, yine üç çapa noktasından biri, bu kez sağdaki. Diğer
çapa noktalarıysa, 5. Şekil’deki ve an orkidesi. Bu düzlemde de komşu
biyomorf- ların, uzak biyomorflardan daha çok benzeştiğini kolayca fark
edeceksiniz Örneğin, uçak birbirinin benzeri uçaklardan oluşan bir kümenin
içinde. Böceğimiz her iki cam tabakasında da görüldüğüne göre, camlarm
belli bir açıyla kesiştiğini düşünebilirsiniz. 7. Şekil’deki düzlem, 6 . Şekil’e
kıyasla, böcek etrafında “döndürülmüştür”.
Yöntemimizde üçgenin kaldırılmış olması iyi bir gelişme çünkü
dikkatimizi dağıtıyor ve düzlem üzerindeki üç noktanın önemini gereksiz
yere abartıyordu. Yapabileceğimiz bir düzeltme daha var. 6 . ve 7. Şekillerde,
uzamsal uzaklık, genetik uzakhğı gösterse de ölçekler tümüyle kaymış. Yukarı
doğru ölçülen bir santimetre, yana doğru ölçülenle aynı değil. Bunu
düzeltebilmek için, üç çapa biyomorfu dikkatle seçmeliyiz; öyle ki, üçünün
de birbirlerine olan uzaklıklan aynı olsun. İşte, 8 . Şekil’de yapılan bu. Üçgen
yine çizilmemiş. Üç çapa şunlar: 5. Şekil'de-
.p, deminki böcek (böceğin etrafında bir dönüş daha yap- olduk) ve
üstteki ne olduğu belirsiz biyomorf. Bu üç biyo- birbirlerine 30 mutasyon
uzaktalar. Bu, her birinin diğe- ’en evrilmesinin aynı derecede kolay olduğu
anlamına geli- Her üç durumda da, en az 30 genetik adım atılmalı. Şeklin
daki çizgi üzerindeki çentiklerse, genlerle ölçülen uzaklık nlerini gösteriyor;
bunu bir gen cetveli olarak düşünebiliriz, cetvel yalnızca yatay çalışmıyor;
istediğimiz yöne çevirebilir ** genetik uzaklığı, yani düzlem üzerindeki
herhangi iki nokta arasındaki minimum evrim süresini ölçebilirsiniz.
(Aslında, bu ItAğıt üzerinde pek doğru değil çünkü bilgisayarın yazıcısı
orantıları bozuyor.) Her ne kadar ölçek üzerindeki çentikleri saydığınızda
biraz yanlış bir yanıt elde edebilirseniz de, bu etki tela- ' şa. kapılmaya
gerektirmeyecek kadar önemsiz. Dokuzboyutlu genetik uzamı kesen bu
ikiboyutlu düzlemler Biyomorf Ülke- si’nde gezinmenin nasıl bir şey olduğu
konusunda bize fikir veriyor. Daha da iyi anlayabilmek için, evrimin tek bir
düzlemle kısıtlı olmadığını hatırlamalısınız. Gerçek bir evrimsel gezintide,
her zaman başka bir düzleme "atlayabilirsiniz”; örneğin, iki düzlemin
birbirine yaklaştığı yerde, böceğin yakınlarında, 6 . Şekil’deki düzlemden 7.
Şekil’dekine geçebilirsiniz.
8.
Şekil deki "gen cetveli”nin bir noktadan diğerine evrilmek için
gereken en az süreyi hesaplamamıza yaradığını söylemiştim. Modelimizin
kısıtlamaları dahilinde bu doğru, ama vurgulamak istediğim nokta en az
ifadesi. Böcek ve akrep birbirlerine 30 genetik birim uzaklıkta olduklarına
göre, bu hayvanların birbirlerinden evrilmeleri yalnızca 30 nesil sürecektir,
87
tabi eğer yanlış yöne sapmazsanız, yani hangi genetik formülü hedeflediğinizi ve
bu hedefe nasıl ulaşacağınızı bilirseniz. Halbuki gerçek hayattaki evrimde
uzak bir genetik hedefe yönelmeye karşılık gelen hiçbir şey yok.
Şimdi de, daktiloda Hamlet’i yazan maymunlar metaforuna, yani evrim
sürecinde yalnızca şans yerine kerte kerte, adım adım değişim olmasının
öneminin vurgulandığı noktaya dönmek için biyomorfları kullanalım. 8 .
Şekil’in altındaki çizginin üzerindeki çentikleri birimlendirerek işe
başlayalım ama bu kez farklı bir birim kullanalım. Uzaklık, evrim sürecinde
değişmesi gereken gen sayısı ile ölçülmesin de, “yalnızca şansa bağlı olarak
tek bir sıçrayışta aşılabilme olasılığı” olarak ölçülsün. Şimdi bilgisayar
oyununda koyduğumuz kısıtlamalardan birini gevşetmek zorundayız;
böylece, bu kısıtlamayı neden getirdiğimi de açıklamış olacağım. Söz konusu
kısıtlama, çocukların ebeveynlerinden yalnızca tek bir mutasyon uzaklıkta
olmasıydı. Başka bir deyişle, her seferinde yalnızca tek bir genin mutasyon
geçirmesine ve bu genin “değerinin” de yalnızca
+1
ya da
-1
ile değişmesine
izin verilmişti. Şimdiyse, kısıtlamayı gevşeterek, herhangi bir sayıdaki genin
aynı anda mutasyon geçirmesine ve değerine de, artı ya da eksi, herhangi bir
sayı eklenebilmesine izin veriyoruz. Aslında, bu da gereğinden fazla gevşek,
çünkü genetik değerlerin artı sonsuzdan eksi sonsuza değişebilmesini
mümkün kılıyor. Genetik değerlerin -9 ile +9 arasında değişmesine izin
vererek bunu düzeltebiliriz.
Demek ki, bu geniş sınırlar içinde, kuramsal olarak, tek bir nesilde tek bir
kerede dokuz genin herhangi bir bileşiminin mu- tasyonla değişmesine izin
veriyoruz. Bunun da ötesinde, her genin değeri -tek haneli bir sayı olduğu
sürece- herhangi bir miktarda değişebiliyor. Bu ne anlama geliyor? Bu,
kuramsal olarak, Biyomorf Ülkesi'nde evrimin herhangi bir noktadan
diğerine sıçrayabildiği anlamına geliyor; yalnızca düzlem üzerindeki herhangi bir nokta değil, dokuzboyutlu hiperhacmin tümü içerisindeki herhangi
bir nokta... Örneğin, tek bir sıçrayışla 5. Şekil’de- ki böcekten tilkiye
zıplamak isterseniz, şöyle yapacaksınız: 1 ’den 9’a kadar olan genlerin
değerlerine, sırasıyla, -2, 2, 2, -2, 2, 0, -4, -1, 1 sayılarını ekleyin. Gelişigüzel
sıçrayışlardan söz ettiğimize göre, Biyomorf Ülkesi’ndeki tüm noktalar için,
sıçranı- lan nokta olma olasılığı aynıdır. Öyleyse, belirli bir noktaya, diyelim
ki tilkiye, şans eseri sıçranması olasılıkları kolaylıkla hesaplanabilir. Bu
olasılıklar basitçe uzamdaki biyomorfların toplam sayısıdır. Görüyorsunuz
ya, şu muazzam hesaplamalardan birine çattık. Dokuz gen var ve her biri 19
değerden birini alabilir. Demek ki, tek bir sıçrayışta atlayabileceğimiz
biyomorfla- rın toplam sayısı, 19 üssü 9. Bu, yaklaşık beş yüz milyar biyo- morf
yapıyor. Asimov’un "hemoglobin sayısı” ile pek kıyaslana- maz ama yine de
bence epey büyük bir sayı. Böcekten başlayıp çılgın bir pire gibi beş yüz
milyar kere sıçrarsanız, bir keresinde de tilkiye ulaşmayı umabilirsiniz.
Bütün bunlar bize evrim hakkında ne söylüyor? Bütün bunlar, kerte kerte,
adım adım değişimin önemini bir kez daha vurguluyor. Bu tür kerteci
değişimin evrim için gerekli olduğunu kabul etmeyen evrimciler var.
Biyomorf hesaplamamız kerte kerte, adım adım değişimin niçin önemli
olduğu konusunda bize tam olarak bir neden gösteriyor. Evrimin böcekten
bitişik komşulardan birine sıçramasını bekleyebilirsiniz fakat böcekten
doğrudan tilki ya da akrebe sıçramasını bekleyemezsiniz dediğimde, şunu
söylemek istiyorum: Eğer sıçramalar gerçekten gelişigüzel olsaydı, böcekten
akrebe sıçramak pekâlâ mümkün olabilirdi; aslında, böcekten bitişik
komşusuna sıçramak kadar olanaklı olurdu ve bölgedeki herhangi bir başka
biyomorfa sıçrama olasılığı da aynı olurdu. İşte, asıl güçlük burada! Çünkü
ülkedeki biyomorfların sayısı beş yüz milyar kadar ve hiçbirinin sıçranan
olma olasılığı diğerinden farklı değilse, belirli bir biyomorfa sıçrama olasılığı
çok çok düşük, ihmal edilebilecek kadar küçük olacaktır.
Bunun gelişigüzel olmayan, güçlü bir "seçilim baskısı” olduğunu
varsaymamıza uygun koşullar oluşturmadığına dikkat edin. Şanslı olup da
akrebe sıçrayıverene büyük ikramiye verilseydi bile bir şey değişmezdi.
Bunu yapabilme olasılığımız hâlâ beş yüz milyarda bir. Fakat, sıçramak
yerine adım adım yürüyor olsaydınız ve her doğru adımınız için ufak bir
miktar para ödülü alıyor olsaydınız, akrebe kısa zamanda ulaşırdınız. Belki
30 nesil gibi kısa bir sürede yapamazdınız ama yine de hızlı olurdu. Kuramsal
olarak, sıçrayarak ödüle daha hızlı ulaşılabilir: tek bir atlamayla. Fakat
başarıya ulaşma şansı müthiş düşük olduğu için, makul tek yol bir dizi küçük
adım atmak: her biri, bir öncekinin başarısının birikimi üzerine atılan küçük
adımlar...
Son birkaç paragraftaki anlatış biçimim bir yanlış anlamaya açık; bunu
düzeltmem gerekiyor. Akrebe veya başka bir canlıya sıçramak derken, sanki
evrimin uzak bir hedefle ilgisi varmış gibi anlaşılabilir. Önceden de
vurguladım; evrimin hiçbir hedefi yok. Fakat, hedefimizi, hayatta kalabilme
şansmı artıracak herhangi bir şey olarak alırsak, yukarıdaki yaklaşımımız yine
geçerli olacaktır. Eğer bir hayvan ataysa en azından yetişkin olana dek
hayatta kalabilecek denli iyi olmalıdır. Bu atanın mutasyon geçirmiş bir
çocuğunun hayatta kalabilme konusunda daha başardı olma olasılığı var.
89
Ama çocuk büyük bir mutasyon geçirir ve genetik uzam içerisinde atasından
çok uzaklaşırsa, atasından daha başarılı olabilme şansı nedir? Bu olasılık gerçekten de çok az. Bunun nedenini biraz önce biyomorf modelimizde gördük.
Düşündüğümüz mutasyon sıçraması çok büyükse, sıçranabilecek olası
noktaların sayısı muazzamdır. Ve, I. Bölüm'de gördüğümüz gibi, birbirinden
farklı ölü olma biçimlerinin sayısı, yaşıyor olma biçimlerinin sayısından o
kadar fazla ki, genetik uzamda büyük, gelişigüzel bir sıçramanın ölümle sonuçlanma olasılığı epey yüksek. Genetik uzamda yapılacak küçük, gelişigüzel
bir sıçramanın bile ölüme götürme olasılığı yüksek. Bununla birlikte, sıçrama
ne kadar küçükse, ölüm de o kadar uzak ve sıçramanın başarısı o kadar yakın.
Bu noktaya daha sonraki bir bölümde tekrar döneceğiz.
Biyomorf Ülkesinden çıkaracağım dersler bu kadar. Umarım, bütün
bunları çok soyut bulmadınız. Bir başka matematiksel uzam daha var; dokuz
genli biyomorflarla değil de, her biri on binlerce gen içeren milyarlarca
hücreden yapılmış etten, kandan hayvanlarla dolu bu uzam. Bu,
biyomorfların uzamı değil; gerçek genetik uzam. Yeıyüzünde yaşamış olan ve
halen yaşıyor olan gerçek hayvanlar, var olabilecek kuramsal hayvanla-
fın
yalnızca küçük bir alt kümesi. Bu gerçek hayvanlar, genetik uzam içerisinde
çok az sayıdaki evrimsel yolun ürünleri. Hayvanlar uzamındaki kuramsal
yolların büyük çoğunluğu yaşaması olanaksız hilkat garibeleri doğurur.
Gerçek hayvanlarsa, bu
varsayımsal
hilkat garibeleri arasında, her biri genetik
hiperu- zam içerisindeki kendine ait yerde, oraya buraya dağılmıştır. Her
gerçek hayvan, komşularından oluşan ufak bir kümeyle çevrilidir. Bu
komşuların çoğu hiçbir zaman var olmamışlardır; birkaçı ise hayvanın ataları,
torunları ve kuzenleridir.
İnsanlar ve çakallar, amipler ve domuzlar, tenyalar ve kalamarlar, dodolar
ve dinozorlar, bu devasa matematiksel uzamm bir yerlerinde oturur. Genetik
mühendisliğinde yeterince becerikli olsaydık, kuramsal olarak, hayvanlar
uzamındaki herhangi bir noktadan diğerine geçebilirdik. Herhangi bir
noktadan başlayıp, labirenti geçerek dodoyu, tiranozoru ve trilobitleri tekrar
yaratabilirdik. Hangi genlerle oynayacağımızı, hangi kromozomları ters
çevirmemiz, kesip atmamız ya da kopyalamamız gerektiğini bilebilseydik...
Bunları yapabilecek kadar becerikli olabileceğimizi sanmıyorum, fakat bu
sevgili ölü yaratıklar, o koca genetik uzamda, kendi özel köşelerinde sonsuza
dek oturuyor ve bulunmayı bekliyorlar; bizim labirent içerisinde doğru yolda
ilerleyecek
bilgiyi
edinip
onlara
ulaşmamızı
bekliyorlar.
Aslında,
güvercinlerden başlayıp seçimli üretim yaparak yeniden bir dodo evriltebiliriz
ama bu deneyi tamamlayabilmek için milyonlarca yıl geçmesi gerek. Bu
yolculuğu gerçekte yapamıyoruz, ama hayal de kuramaz değiliz ya... Benim
gibi, matematikçi olmayanlar için güçlü bir dost da var: bilgisayar. Hayal gücünü yalnızca genişletmekle kalmıyor, aynı zamanda disiplin altına alıyor ve
denetliyor.
91
IV. Bölüm
Hayvanlar Uzamında
Patikalar
B
irçok insan, göz gibi, son derece karmaşık ve güzel tasarlanmış, çok
sayıda ve birbirleriyle kenetlenmiş çalışan kısımdan oluşan bir
organın -Paley’in en sevdiği örnek- basit bir başlangıçtan kerte
kerte ilerleyen bir dizi değişimle ortaya çıktığına inanmakta güçlük çekiyor;
II. Bölüm’de anlatmıştım. Biyomorflardan edindiğimiz yeni sezgilerin
ışığında bu soruna geri dönelim. Şimdi şu iki soruyoı yanıtlayın:
Birinci sorunun yanıtı kesin bir hayırdır. Böylesi soruların yanıtının
"hayır” olma olasılığı, Evren'deki atomların sayısından milyarlarca kez
fazladır. Böyle bir şey, genetik hiperuzam- da devasa ve neredeyse olanaksız
bir sıçrama gerektirir, ikinci sorunun yanıtı ise, günümüz insan gözüyle
evrim sürecinde ondan hemen önceki göz olan X arasındaki farkın yeterince
küçük olması koşuluyla, kesinlikle ve açıkça evettir. Diğer bir deyişle, bu iki
gözün tüm olası yapıları kapsayan uzamda birbirlerine yeterince yakın
olması koşuluyla. Belirli bir fark için ikinci soruya hayır yanıtı veriyorsak,
yapacağımız şey, daha küçük bir fark için soruyu tekrarlamaktır; bize "evet”
yanıtını verecek denli küçük bir fark bulana dek tekrarlamak...
93
X, insan gözüne çok benzeyen bir şey olarak tanımlanır; öyle ki, insan
gözünün X’teki küçük bir değişim sonucu doğmuş olması gayet mantıklıdır.
X’i gözünüzde canlandırıyor ve insan gözünün doğrudan X'ten oluşmuş
olmasını akla aykırı buluyorsanız, yanlış X seçmişsiniz demektir. X’i
gözünüzde insan gözüne daha benzer canlandırın ve insan gözünün bir
öncesi olması size mantıklı gelene dek insan gözüne yakınlaştırın. Neyin
mantıklı olup neyin olmadığı konusunda benden daha ihtiyath bile olsanız,
bir X bulursunuz!
Artık bir X buldunuz; öyle ki, ikinci soruya evet yanıtını verebiliyorsunuz. Şimdi de aynı soruyu X’e uygulayın. Aynı mantıkla, X’in
doğrudan doğruya ve tek bir değişimle kendinden pek az farklı bir şeyden X diyelim- gelebileceği sonucuna varabiliriz. Çok açık ki, X de kendinden
1
1
biraz farklı bir X" gözüne bağlanabilir. Bunu böylece geriye götürüp, araya
yeterince X, X1, X" (...) koyduğumuzda, insan gözünün kendine çok benzer
değil de, kendinden çok farklı bir şeyden türemiş olduğu sonucuna varabiliriz.
"Hayvanlar uzamında” uzun bir mesafeyi yürüyebiliriz ve adımlarımızın
yeterince küçük olması koşuluyla, hareketimiz mantıklı olur. Artık üçüncü
bir soruyu yanıtlayabilecek bir durumdayız:
1
İnsan gözü, hiç yoktan, tek bir adımda ortaya çıkmış olabilir mi?
94
3 Günümüz insan gözünü, başlangıçta hiç göz olmaması du-
m
una
bağlayan bir X’ler dizisi var mıdır?
Yeterince geniş bir X'ler dizisi düşünmemiz koşuluyla, yanlım evet olması
gerektiği bence çok açık. 1000 tane X’in yeterli olacağını düşünebilirsiniz ya da
bütün dönüşümü akla uygun bulabilmeniz için daha fazla adım atılması
gerektiğini düşünüyorsanız, 10.000 X olduğunu varsayın. Eğer 10.000 size yeterli
gelmiyorsa, 100.000 X düşünün. Açık olan bir nokta var; X’ler arasında geçen
süre bu oyunun üst sınırıdır, çünkü her nesil için tek bir X olabilir. Öyleyse,
sorumuz başka bir soruya dönüşüyor: Birbirini izleyen nesiller için yeterince
süre geçti mi? Gereken nesil sayısı için kesin bir yanıt veremiyoruz. Ancak
jeolojik zamanın müthiş uzun olduğunu biliyoruz. Bir fikir vermek için
söyleyeyim: Bizi ilksel atalarımızdan ayıran nesil sayısı, kesinlikle, milyarlarla
ölçülür. Yüz milyon X düşünün; insan gözünü hemen hemen her şeye
bağlayabilecek ufak adımlardan oluşan mantıklı bir dizi oluşturabilmeniz
gerekir.
Şimdiye dek, az çok soyut bir mantık yürüterek, her biri komşularına
yeterince benzeyen bir Xler dizisi olduğu, her X’in komşularından birine
dönüşmesinin mantıklı olduğu ve bu dizinin insan gözünü hiç göz olmaması
durumuna bağladığı sonucuna vardık. Ancak henüz bu X’ler dizisinin
gerçekten var olmasının mantıklı olduğunu göstermedik. Yanıtlanacak iki
sorumuz daha var.
4. İnsan gözünü hiç göz olmaması durumuna bağlayan varsayımsal X'ler
dizisinin her bir üyesini ele alalım. Her birinin, kendinden bir önceki atanın
gehşigüzel mutasyonuyla ortaya çıkmış olması mantıklı mı?
Bu soru aslında bir genetik sorusu değil; bir embriyoloji sorusu; ve
Birmingham Piskoposu ve başkalarını kaygılandıran sorudan tümüyle farkh.
Mutasyon, embriyonun gelişim sürecini değiştirerek işler. Bazı embriyonik
süreçlerin belirli yönlerdeki değişimlere açık, diğer yönlerdeki değişimlere
ise dirençli olduğu savunulabilir. Bu konuya XI. Bölüm’de geri döneceğim,
şimdilik bu bölümde yine büyük değişimlerle küçük değişimler arasındaki
farkı vurgulayacağım. Varsaydığınız değişim ne kadar küçükse, X ve X'
11
arasındaki fark da o kadar küçüktür ve söz konusu mutasyon da embriyolojik
açıdan o kadar mantıklıdır. Bir önceki bölümde, tümüyle istatistiksel
nedenlere dayanarak, belirli bir büyük mutasyonun, belirli bir küçük
mutasyo- na kıyasla daha az olası olduğunu gördük. Öyleyse, 4. sorunun
getireceği sorunlar ne olursa olsun, en azından belirli bir X' ve X" arasındaki
farkı ne kadar küçük tutarsak, bu sorunlar da o kadar az olacaktır. Bence, bizi
göze götüren dizideki bitişik komşular arasındaki farkın yeterince küçük
olması koşuluyla, gerekli mutasyonlar kendiliğinden olacaktır. Zaten sözünü
ettiğimiz, var olan bir embriyonik süreçteki ufak niceliksel değişimlerdir.
Şunu unutmayalım: Belirli bir nesildeki embriyolo)ik durum ne kadar
karmaşık olursa olsun, bu durumdaki mutas- yona yol açan her değişim çok
küçük ve yalın olabilir.
Yanıtlayacağımız son bir soru daha var:
5. İnsan gözünü başlangıçta hiç göz olmaması durumuna bağlayan
varsayımsal X’ler dizisinin üyelerini ele alalım. Bunların her birinin
yeterince iyi işlev görerek ilgili hayvanların hayatta kalmasına ve üremesine
yardımcı olması mantıklı mıdır?
Oldukça tuhaf; bazıları bu sorunun yanıtının açıkça “hayır” olduğunu
düşünüyor. Örneğin, aşağıda Francis Hitching’in 1982’de yayımlanan kitabı
The Neck of the Giraffe or Where Darwin Went Wrang-’dan (Zürafanın Boynu ya
da Darwin Nerede Yanıldı) alıntı yaptım. Temelde aynı sözcükleri herhangi
bir Yehova Şahitleri kitabında da bulabilirdim, ama Hitching’i seçtim çünkü
saygın bir yayınevi (Pan Books Ltd.) bu kitabı yayımlanmaya değer bulmuştu
-aslında, metne bir göz atması
şeydi, işsiz bir biyoloji mezunu, hatta öğrencisi bile çok sa- i hatayı
hemen fark edebilirdi. (Ben en çok, Profesör n jyiaynard Smith’e
şövalyelik payesinin verilmesiyle, bela- ustası ve matematiksel genetiğin
hiç de matematiksel olma- baş-eleştirmeni Profesör Ernst Mayr’ın
matematiksel gene- ı "başrahibi” olarak tanımlanmasına gülmüştüm.)
Gözün işlev görmesi için, birbiriyle mükemmel bir uyum içerisinde
olan aşamaların en azından aşağıdakilerinin gerçekleşmesi gerekir (aynı
anda gerçekleşen birçok başka
1 aşama
da var fakat büyük oranda
basitleştirilmiş bir tanım bile Darvvinci kuramın sorunlarını gözler
önüne serecektir): Göz temiz ve nemli olmalı, gözyaşı bezleri ve
hareketli göz kapaklarının etkileşimiyle bu durumda tutulmalıdır. Göz
kapakları ise güneşe karşı ilkel bir filtre görevini görür. Bundan sonra
ışık, koruyucu ve saydam olan dış katmanın (saydam tabaka) küçük bir
kısmından ve mercekten geçer; mercek ışığı ağtabakanın arka kısmında
odaklar. Burada, 130 milyon ışığa duyarlı çubuk ve koni, ışığı
elektriksel uyanlara dönüştüren fotokimyasal tepkimelere yol açar. Her
saniye bu uyanların 1000 kadarı henüz bilemediğimiz yollardan beyne
ulaştırılır ve beyin gereken tepkiyi gösterir. Çok açıktır ki, bu yol
boyunca en ufak bir aksaklık olduğunda -saydam tabaka bulanık olabilir,
gözbebeği yeterince açılmayabilir, mercek saydamlığını yitirebilir ya da
odaklama bozulabilir- tanınabilir bir görüntü oluşmaz. Göz, işlevini ya
bir bütün olarak görür ya da hiç işlev görmez. Öyleyse, göz, nasıl olmuş
da kerte kerte, düzenli, sonsuz küçük Darvvinci iyileştirmelerle
evrimleşebilmiştir? Binlerce, onbinlerce şanslı mutasyonun rastlantı
eseri gerçekleşerek, tek başlarına işlev göremeyen mercek ve ağtabakayı uyum içerisinde evrimleştirmesi gerçekten de mantığa sığar mı?
Görmeyen bir gözün hayatta kalabilmeye ne katkısı olabilir?
Bu tuhaf mantık sık sık yürütülür; muhtemelen insanlar sonuçlarına
inanmak istedikleri için. Şu ifadeye bakın: “...en ufak bir aksaklık olduğunda...
odaklama bozulur... tanınabilir bir görüntü oluşmaz.” Buradaki sözcükleri
gözlüklerinizin ardından okuyor olma olasılığınız diyelim ki yüzde elli.
Gözlüklerinizi çıkarın ve etrafınıza bakın, “...tanınabilir bir görüntü
oluşmaz.” ifadesine katılıyor musunuz? Eğer erkekseniz, 1/12 olasılıkla renk
körüsünüzdür. Astigmatınız da olabilir. Gözlüksüz etrafınızı sisli ve bulanık
görüyor da olabilirsiniz. Günümüzün en saygın (henüz şövalyelik ünvanı
almamışsa da) evrim kuramcılarından biri gözlüklerini öylesine ender
temizler ki, herhalde etrafını hep sisli ve bulanık görmektedir; ama yaşamını
gayet güzel sürdürüyor ve dediğine göre sıkı bir squash oyuncusuymuş.
Gözlüklerinizi kaybettiğinizde, belki de sokakta yürürken arkadaşlarınızı
fark edemeyip onları üzersiniz. Ama birisi size “şimdi gözlerin mükemmel
bir durumda olmadığı için gözlüklerini bulana dek gözlerin kapalı
dolaşmaksın” derse, daha da çok üzülürsünüz. Gelgelelim, alıntıladığım
paragrafın yazarı özünde bunu öneriyor.
Bu yazar, ayrıca, çok açıkmış gibi sunarak, mercek ve ağta- bakanın tek
başlarına işlev göremeyeceklerini söylüyor. Neye dayanarak? Bir yakınım
her iki gözünden de katarakt ameliyatı oldu. Artık gözlerinde mercek yok.
Gözlükleri olmadan tenis oynayamıyor veya tüfekle nişan alamıyor. Fakat bu
durumun hiç görmemekten kesinlikle daha iyi olduğu konusunda bana teminat verdi; bir duvara doğru mu yoksa bir adama doğru mu yürüdüğünü
bilebiliyormuşsun. Yabanıl bir hayvan merceksiz gözüyle bir avcının bulanık
şeklini ve ne yönden geldiğini saptayabilir. Bazılarında hiç göz olmayan,
bazılarında da merceksiz bir göz olan yaratıklarla dolu ilkel bir dünyada,
merceksiz gözlüler her türlü üstünlüğe sahip olacaklardır. X’lerden oluşan
bir dizimiz var; öyle ki, bulanık görmekten mükemmel görmeye doğru her
küçük gelişme organizmanın hayatta kalma şansını artıracaktır ve bu
mantıklıdır.
Kitapta, bundan sonra, Harvardlı saygın paleontolog Stepten Jay
Gould’dan bir alıntı yapılıyor:
Evriminin başlangıcındaki bir gözün sahibinin bu gözü görmek için
kullanmadığı tartışması yapılırken mükemmel bir soru göz ardı
98
ediliyor: %5'lik bir göz ne işe yarar?
%5 ’lik bir gözü olan bir hayvan bunu gerçekten de görmenin dışında bir
şeyler için kullanmış olabilir, fakat görmek için de kullanmış olabilir; bu
ikisinin olasılığı aynı. Aslını ararsanız, bu sorunun hiç de mükemmel bir
soru olduğunu düşünmüyorum. Sizinkinin ya da benimkinin %5’i kadar
görebilen bir göz, hiç gözü olmamakla kıyaslanmaya değer. %
1
’lik bir
görme bile tam bir körlükten iyidir. Ve, %6 ’lık %5’likten, %7’lik %6 ’lıktan
iyidir; böylece kerte kerte ilerleyen, süreğen dizimiz boyunca gideriz.
Bu tür sorunlar “taklitçilik yoluyla” avcılardan korunan hayvanlarla
ilgilenen bazı kişileri kaygılandırıyor. Cadıçekirgeleri dal parçalarına benzer
ve kuşlar tarafından yenmekten kurtulurlar. Yaprakçekirgeleri de yaprağa
benzer. Birçok yenebilir kelebek türü, zararlı ya da zehirli türlere benzediği
için av olmaktan kurtulur. Bu benzerlikler, bulutların gelinciğe benzemesinden çok daha etkileyicidir. Çoğu kez, “benim” böceklerin gerçek
böceklere benzeyişinden bile etkileyicidir. Gerçek böceklerin altı bacağı
vardır,
sekiz
değil!
Gerçek
doğal
seçilimin
elinde,
benzerliği
mükemmelleştirebilmesi için, benden en azından milyon kere fazla nesil
vardı.
Böylesi örnekler için “taklit” sözcüğünü kullanmamızın nedeni, bu
hayvanların bilinçli olarak başka şeyleri taklit ettiğini düşünmemiz değil,
doğal seçilimin vücutları başka şeylere benzeyen bireylerin lehine çalışması.
Başka bir deyişle, cadıçekirgele- rinin dal parçasına benzemeyen ataları
kendilerinden sonra gelecek döller bırakmadılar. Amerikah-Alman genetikçi
Richard Goldschmidt, böylesi benzerliklerin evrimleşme süreçlerinin
99
başlangıcında doğal seçilim tarafından katılamayacağını ileri sürenlerin en
tanınmışlanndandır. Goldschmidt’in hayranı olan Gould, dışkı taklidi yapan
böcekler için şöyle diyor: “%5 dışkıya benzemenin herhangi bir üstünlüğü
olabilir mi?” Büyük oranda Gould’un etkisiyle, Goldschmidt'e yaşarken hak
ettiği önemin verilmediğini ve bize öğretecek çok şeyi olduğunu söylemek
son günlerde pek moda oldu. İşte size Goldschmidt’in yürüttüğü mantığa bir
örnek:
Ford .... daha iyi korunan bir türü “uzaktan andıracak” ve ne kadar az
olsa da bir üstünlük sağlayacak herhangi bir mutasyondan söz ediyor.
Bu benzemenin seçilim değerinin olması için ne kadar uzaktan
olabileceğini
sormamız
gerekiyor.
Kuşların,
maymunların
ve
peygamberdevelerinin “uzak” bir benzeşmeyi fark ederek uzaklaşacak
kadar muhteşem gözlemci (ya da içlerinden çok akıllı bazılarının
muhteşem gözlemci) olduklarını gerçekten varsayabilir miyiz? Bence
bu çok fazla şey istemek olur.
Goldschmidt’in üzerinde yürüdüğü oynak zeminde böylesi bir alaycılık
yakışık almıyor. Muhteşem gözlemciler? İçlerindeki çok akıllılar? Bunları
okuyanlar da kuşlarm ve maymunların bu uzak benzerliğe aldanmaktan yarar
sağladığını düşünecek! Goldschmidt aslında şöyle demeliydi: “Kuşların ve
maymunların bu kadar kötü gözlemci (ya da içlerinden çok aptal bazılarının
kötü gözlemci) olduklarını gerçekten varsayabilir miyiz?” Ne olursa olsun,
burada gerçek bir ikilem var. Evriminin başlangıcındaki bir cadıçekirgesiyle
bir dal parçası arasındaki benzerlik çok az olmalı. Bir kuşun da bu uzak
benzerliğe aldanması için son derece kötü görüyor olması gerekirdi. Ama
günümüz cadıçekirgelerinin ağaca olan benzerliği, yalancı tomurcuklardan
yaprak üzerindeki izlere ve en küçük ayrıntılara dek, bizi şaşırtacak denli
iyidir. Seçimde titiz davranan avcılıklarıyla ca~ dıçekirgelerinin evrimine
son fırça darbelerini vuran kuşların, en
cızından
topluluk olarak, görme
yeteneklerinin gayet iyi olması gerekir. Bu kuşları kandırmak son derece zor
olmalıydı; aksi takdirde, böcekler bu denli mükemmel taklitçiler olarak
evrilmezler, görece çok iyi olmayan taklitçiler olarak kalırlardı. Bu bariz
çelişkiyi nasıl çözebiliriz?
100
Bir yanıt olarak, kuşlarm görme yeteneğinin böceklerin kamuflajıyla aynı
evrimsel süreç içinde iyileştiği öne sürülebilir. İşin içine biraz da alaycılık
katarsak, yalnızca %5 oranında dışkıya benzeyen bir eskiçağ böceği, yalnızca
%5’lik görüşü olan bir kuşu aldatabilirdi. Ama benim vermek istediğim yanıt
bu değil- Ben aslında, uzak benzeşmeden mükemmele yakın taklitçiliğe dek
tüm evrim sürecinin farklı böcek gruplarında birçok kez baştan sona,
oldukça hızlı yaşandığından ve bu uzun süre boyunca da kuşların görüşünün
bugünkü kadar iyi olduğundan kuşkulanıyorum.
Bu ikileme verilecek bir başka yanıtsa şöyle: Belki de, kuş veya maymun
türlerinin her birinin görüşü zayıftır ve bir böceğin yalnızca tek bir yönüne
odaklanmıştır. Bir avcı türü yalnızca rengi, diğeriyse yalnızca şekli, bir
diğeriyse yalnızca dokuyu fark etmektedir. Bu durumda, tek bir yönüyle dal
parçasına benzeyen bir böcek -diğer bütün türler tarafından yense bileyalnızca bir avcı türünü kandırmayı başaracaktır. Evrim süreci ilerledikçe,
böceklerin dağarcığına dal parçasına benzeyen özelliklerden gittikçe daha
fazlası eklenir. Nihai aşamada, taklitçiliğin çok yönlü benzerliklerini bir
araya getiren, birçok farklı avcı türünün oluşturduğu doğal seçilim
baskılarının toplamıdır. Taklitçiliğin mükemmelliğinin tümünü görebilen
tek bir avcı yoktur; bunu ancak biz yaparız.
Bu sanki, yalnızca bizler taklitçiliği tüm görkemiyle görebilecek denli
“akıllı’ymışız iması taşıyor. Ben bir başka açıklamayı yeğliyorum ama tek
nedeni insanın bu kendini beğenmişliği değil. Neden şu: Bir avcının görüş
yeteneği bazı koşullar altında ne denli iyi olursa olsun, başka koşullar altında
son derece zayıf olabilir. Çok aşina olduğumuz kendi deneyimlerimizden,
mü
kemmel görmeyle kötü görme arasındaki bütün durumları ge- yet iyi
biliriz. Eğer gün ışığında ve burnumun 5 santimetre ötesindeki bir
cadıçekirgesine doğrudan bakıyorsam, aldanmam. Gövdeye yapışmış uzun
bacakları fark ederim. Gerçek bir ağaçta görülemeyecek, doğal olmayan
simetri dikkatimi çekebilir. Ama ben, aynı gözler ve aynı beyinle,
günbatımında ormanda yürüyüşe çıkmışsam, etraftaki bir sürü dalın
arasında, parlak renkli olmayan böceklerin hemen hemen hiçbirini fark
etmeyebilirim. Böceğin görüntüsü ağtabakanm daha keskin görüş veren
merkez bölgesi yerine kenarına düşebilir. Böcek 50 metre uzakta olabilir ve
dolayısıyla ağtabakam üzerinde çok küçük bir görüntü oluşur. Işık o kadar
zayıf olabilir ki, zaten hiçbir şey göremiyor olabilirim.
Aslında, böceğin dal parçasıyla benzerliğinin ne denli uzak, ne derdi zayıf
olduğu önemli değil; çok iyi bir gözün bile bu zayıf benzerliğe aldanacağı bir
ışık değeri, bir uzaklık mutlaka vardır ya da avcının dikkatini başka şeyler
çelmiştir. Bu yaklaşım gözünüzde canlandıracağınız bir örnek için size
mantıklı gelmiyorsa, ışığı biraz daha azaltın ya da ağaçtan biraz daha
uzaklaşın! As- lolan şu: Birçok böcek avcıdan uzak olduğu ya da avcının ona
gündoğumunda, siste bakıyor olduğu durumlarda (belki de istekli bir dişi,
avcmın aklını çelmektedir o anda), bir tomurcuk, yaprak veya dışkı yığınına
son derece az da olsa benzemesi sayesinde kurtulmuştur. Ve, birçok böcek,
avcıya çok yakın olduğu ve avcınm ona bol ışık altında bakıyor olduğu
durumlarda (belki de aynı avcıdır bu), bir dala müthiş benzemesi sayesinde
kurtulmuştur. Önemli olan, ışık yoğunluğu, böcekle avcı arasındaki uzaklık,
görüntünün ağtabaka merkezine uzaklığı ve benzeri değişkenlerin hepsinin
sürekli değişkenler olmasıdır. Böylesi sürekli değişkenler görünmezliğin en
uç noktasından görünürlüğün en uç noktasına dek fark edemeyeceğimiz
denli küçük aralıklarla değişir ve sürekli kerte kerte ilerleyen bir evrimi
besler.
Richard Goldschmidt’in sorununun -bu, meslek hayatının büyük bir
bölümünde, sık sık evrimin küçük adımlar yerine
büyük sıçramalarla ilerlediği inancına başvurmasına neden
sorunlardan biriydi- sorun olmadığı ortaya çıkıyor böyle-
ce-
0
ıan
Yeri gelmişken
yineleyeyim: Bir kez daha, %5'lik görme yeteneğinin hiç görmemekten daha
iyi olduğunu göstermiş ol- » duk. Büyük olasılıkla, ağtabakamın kenarındaki
102
görme yeteneği, merkezindeki görme yeteneğinin %5’inden bile daha zayıftır. Yine de, göz ucuyla koca bir kamyonun veya otobüsün gelmekte
olduğunu fark edebilirim. İşe her gün bisikletle gittiğim için, bu olgu büyük
olasılıkla geçmişte hayatımı kurtar- ** mıştır. Hava yağmurlu olduğunda,
görüşümdeki değişikliği j! fark ediyorum ve şapka giyiyorum. Karanlık bir
gecede görüş yeteneğimizse, gün ortasındakinin %5'inden çok daha kötü ol!/ malı. Yine de, atalarımızdan birçoğu, büyük olasılıkla, gecenin J bir
yarısında gerçekten de önemli olan bir şeyi görerek hayat- ta kalabilmişlerdir
-belki bir “kılıç dişli kaplan”, belki de bir uçurum...
•
Hepimiz kişisel deneyimlerimizden -örneğin, karanlık bir ge
cede- biliriz ki, tümden kör olmaktan mükemmel görmeye dek bizim
fark edemeyeceğimiz aralıklarla uzanan, süreğen bir dizi vardır ve bu
dizi boyunca atılan her adım önemli çıkarlar sağlar. Bir dürbünden
bakarken ve dürbünü odaklamaya çalışırken, odaklama kalitesinin
derecelenmiş bir diziden oluştuğunu ve bu dizi içindeki her adımın bir
öncekine göre daha iyiye götürdüğünü anlayıveririz. Renkli bir
televizyonun renk düğmesini çevirirken, siyah-beyazdan tümüyle
renkli görüntüye ilerleyen, dereceli bir dizi olduğunu görürüz.
Gözbebeğimizi açıp kapatan iris (diyafram) parlak ışıkta gözlerimizin
kamaşmasını önler; loş ışıkta da görebilmemizi sağlar. Bize doğru gelen
otomobillerin farları bir an için gözümüzü aldığında, gözümüzde iris
olmamasının nasıl bir şey olduğunu anlayabiliriz. Hiç hoş değildir bu,
hatta tehlikelidir; ancak gözün çalışmasının durduğu anlamına gelmez.
“Göz bir bütün olarak çalışır ya da hiç çalışmaz” savı yanlış; bir an
düşünüp kendi deneyimlerini hatırlayan birisi için açıkça yanlış.
103
5. sorumuza dönelim, insan gözünü hiç göz olmaması durumuna bağlayan
varsayımsal X’ler dizisinin her bir üyesini ele alalım. Bunların her birinin
yeterince iyi işlev görerek ilgili hayvanların hayatta kalmasına ve üremesine
yardımcı olması mantıklı mıdır? Artık evrim karşıtının “Bu sorunun
yanıtının hayır olduğu çok açıktır! ” savının ne denli aptalca olduğunu
gördük. Peki, yanıt “Evet” mi? Bence öyle, ancak yanıtın evet olduğu hemen
görülemiyor. Gözün bir parçasına sahip olmak, hiç gözü olmamaktan daha
iyidir. Bununla da kalmıyor; günümüz hayvanları arasında bir dizi ara-göz de
bulabiliyoruz. Kuşkusuz, bu ara-gözler geçmişteki göz çeşitlerini temsil
etmiyor, ama ara-ta- sanmların çalışabildiğini ortaya koyuyor.
Bazı tek hücreli hayvanlarda, arkasında pigmentli bir ekran olan, ışığa
duyarlı bir nokta vardır. Bu ekran belirli bir yönden gelen ışığa karşı koruma
sağlar. Böylece de hayvan ışığın nereden geldiği konusunda bir “fikir”
edinmiş olur. Çok hücreli hayvanlar arasında, birçok solucan türünde ve bazı
kabuklu hayvanlarda, benzer bir yapı vardır ancak arkası pigmentli, ışığa
duyarlı hücreler küçük bir oyuk içine yerleşmiştir. Bu, yön bulma
yeteneğinin bir parça daha iyi olmasını sağlar çünkü her hücre, çukura kendi
bulunduğu taraftan gelen ışık ışınlarına karşı, seçmeli olarak korunmaktadır.
Düz bir tabaka halindeki ışığa duyarlı hücrelerde sığ bir çukura ve sonra da
derin bir çukura doğru giden süreğen bir dizide, ne denli küçük (ya da büyük) olursa olsun, her adım optik bir iyileşme sağlayacaktır. Şimdi, çukuru
iyice derinleştirir ve kenarlarını çukurun ağzını kapatacak biçimde
katlarsanız, sonunda iğnedelikli, merceksiz bir kamera yapmış olursunuz. Sığ
bir çukurdan iğnedelikli kameraya, sürekli derecelendirilmiş bir dizi vardır
(bunu gözünüzde canlandırabilmek için 4. Şekil’deki evrim dizisinin ilk yedi
nesline bakın).
iğnedelikli kamerada belirli bir görüntü oluşur; delik ne kadar ufaksa,
görüntü de o kadar net fakat karanlıktır; delik ne kadar büyükse, görüntü o
kadar parlak ancak bulanıktır.
80301
tükenmiş ammonitler gibi, bir kabuk
içinde yaşayan, oldukça tuhaf, kalamar benzeri, yüzen bir yumuşakça olan
notilusun göz olarak bir çift iğnedelikli kamerası vardır (5. Şekil’deki kabuklu kafadanbacaklıya bakın). Bu gözün şekli temelde bizimkilere benzer,
ama merceği yoktur ve gözbebeği göz içindeki boşluğa deniz suyunun
girmesini sağlayan bir deliktir sadece. Aslına bakarsanız, notilus tam bir
104
bulmacadır. Atalarının iğnedelikli gözü geliştirmesinden bu yana yüz
milyonlarca
yıl
geçmesine
karşın,
notilus
neden
mercek
ilkesini
keşfedememiştir? Bir merceğin üstünlüğü, görüntünün hem net hem de
parlak olmasını sağlamasıdır. Bu konuda kafaları kurcalayan şu: notilusun
ağtabakasının kalitesi, bir merceğin hayvanın gözüne anında büyük yarar
sağlayacağını gösteriyor. Bu durum aynen, mükemmel bir ses sistemi ve
amplifikatöre bağlı körelmiş iğneli bir gramofon çalmaya benziyor. Sistem
“Belirli, basit bir değişim geçirmeliyim.” diye bas bas bağırıyor. Bu örneği
genetik hipe- ruzama taşırsak, notilus açık ve hemen uygulanabilecek bir iyileşmenin hemen yanında duruyor, ama gereken küçük adımı atamamış.
Neden? Sussex Üniversitesi’nden Michael Land, omurgasızların gözleri
konusunda önde gelen otoritemiz, bu konuda kaygılı; ben de kaygılıyım.
Notilus dölütlerinin gelişme biçimi nedeniyle mi gereken mutasyonlar
oluşamıyor? Buna inanmak istemiyorum fakat daha iyi bir açıklama da
getiremiyorum. En azından, notilus, merceksiz bir göze sahip olmanın hiç
gözü olmamaktan daha iyi olduğunu dramatik bir şekilde ortaya koyuyor.
Eğer göz olarak bir çukura sahipseniz, bu çukurun ağzı üzerindeki biraz
dışbükey, biraz saydam -hatta yalnızca ışığı geçiren- malzemelerin hemen
hemen hepsi görme yeteneğinde bir iyileşme sağlayacaktır, çünkü bu
malzemelerin bazı mercek benzeri özellikleri vardır. Yüzeylerinde ışığı
toplar ve ağtabaka üzerindeki daha küçük bir alan üzerinde yoğunlaştırırlar.
Böy- lesine kaba bir önmercek bir kez oluştuktan sonra, sürekli, derecelendirmek bir iyileştirmeler dizisi vardır artık: önmerceğin gerçek bir
mercek olma yolunda kalınlaşması, daha saydamlaşması, daha net
görüntülemesi... Notilusun akrabaları olan kalamarlar ve ahtapotlarda,
ataları kamera-göz ilkesini bizden kesinlikle bağımsız evrimleştirmiş
olmalarma karşın, bizdekilere çok benzeyen gerçek mercekler vardır.
Michael Land gözlerin kullandığı görüntünün oluşmasında dokuz temel ilke
olduğunu ve bunların çoğunun birçok kereler birbirinden bağımsız olarak
evrimleştiğini söylüyor. Örneğin, eğimli yansıtıcı ilkesi bizim kameragözümüzden tümüyle farklıdır (eğimli yansıtıcı ilkesini radyoteleskoplarda
ve yapabildiğimiz en büyük teleskoplarda kullanıyoruz, çünkü büyük bir
ayna yapmak, büyük bir mercek yapmaktan daha kolaydır) ve çeşitli
yumuşakçalar ve kabuklu- larca birbirinden bağımsız olarak “keşfedilmiştir”.
Diğer kabukluların böceklerinki gibi bileşik gözleri (bu aslında birçok ufak
gözden oluşan bir kümedir), diğer yumuşakçalarınsa bizimkiler gibi mercekli
kamera-gözleri ya da iğnedelikli kamera gözleri vardır. Bu göz çeşitlerinin
her biri için, günümüzde yaşayan diğer hayvanların iş gören gözlerine
karşılık gelen evrimsel ara-göz aşamaları vardır.
Evrim karşıtı propagandalar, çoğunlukla, kademeli ara aşamalardan
“geçmiş olması imkânsız” karmaşık sistemleri örnek gösterir. Bu, aslında II.
Bölüm’de
karşılaştığımız,
oldukça
dokunaklı
“Kişisel
Kuşkuculuk
Yaklaşımı”nın bir başka biçimidir. Örneğin, Zürafanın Boynunda., göz
konusundaki bölümden hemen sonra bombacıböceğe geçiliyor.
(Bu böcek) düşmanının suratına öldürücü bir hidrokinon ve hidrojen
peroksit karışımı fışkırtıyor. Bu iki kimyasal maddde karıştıklarında
kelimenin tam anlamıyla patlıyorlar. Dolayısıyla, bombacıböcek bu
kimyasalları vücudunda depolayabilmek için, onları etkisiz kılacak
kimyasal bir engelleyici evrimleştirmiştir. Böcek kuyruğunun ucundan
sıvıyı fışkırttığı anda, bir engelleyici-karşıtı karışıma eklenir ve karışım
tekrar patlayıcı hale gelir. Böylesine karmaşık, eşgüdümlü ve incelikli bir
sürecin evrilmesine yol açan olaylar dizisi, basit, adım adım ilerlemeyi temel
alan biyolojik açıklamanın çok ötesindedir. Kimyasal dengedeki en ufak bir
değişiklik, anında, patlayan bir böcekler ırkı yaratacaktır.
Biyokimyacı bir arkadaşım bana bir şişe hidrojen peroksit ve 50 bombacıböceğe
yetecek kadar hidrokinon verdi. Şu anda, bu iki kimyasalı karıştırmak üzereyim.
Yukarıda yazılanlara göre benim suratımda patlayacaklar. İşte, karıştırıyorum ve...
Görüyorsunuz ya, hâlâ buradayım. Hidrojen peroksiti hidro- kinonun içine
döktüm ve hiçbir şey olmadı; ısınmadı bile. Böyle olacağını elbette biliyordum: o
kadar da çılgın değilim! "Bu iki kimyasal madde karıştıklarında kelimenin tam
anlamıyla patlıyorlar.” tümcesi baştan aşağı yanlış, ancak yine de yaratı- lışçı
edebiyatında sık sık yineleniyor. Eğer bombacıböceği merak ettiyseniz anlatayım,
olay şu: Bu böceğin düşmanlarına sıcak bir hidrojen peroksit-hidrokinon karışımı
püskürttüğü doğru. Ancak hidrojen peroksit ve hidrokinon karışımı içine bir katalizör eklenmedikçe şiddetli tepkime vermez. İşte, bombacıbö- ceğin yaptığı da bu:
katalizör eklemek. Sistemin evrimsel öncüllerine gelince, vücut kimyasında hem
106
hidrojen peroksit hem de çeşitli hidrokinonlar başka amaçlarla kullanılıyor.
Bombacıbö- ceğin ataları zaten ellerinde olan kimyasalları kullandılar; bu kadar
basit. Evrim çoğu zaman böyle çalışır.
Sözünü ettiğim kitabın bombacıböceği anlattığı sayfada şu soru var: "... yarım bir
akciğer ne işe yarar? Kuşkusuz, doğal seçilim böylesi tuhaflıkları olan yaratıkları
korumayacak, onları eleyecektir.” Sağlıklı, yetişkin bir insanda, iki akciğerin her biri
dallanmış bir tüpler sisteminin ucunda 300 milyon kadar minik odacığa
bölünmüştür. Bu tüplerin mimarisi, bir önceki bölümde yer alan 2. Şekil’in alt
kısmındaki biyomorf ağacını andırır. O ağaçta, “Gen 9” ile belirlenen birbirini
izleyen dallanmaların sayısı sekiz; dal uçlarının sayısıysa 28, yani 256’ydı.
2. Şekil’de, aşağı doğru indikçe, dal uçlarının sayısı her se ^a de ikiye katlanıyor.
300 milyon dal ucu elde edebilmek için^ğef mzca 29 kez ikiye katlamak gerekiyor.
Tek bir od acık tan^ca ze^ t milyon ufak odacığa doğru süreğen bir derecelendirme
oldı g®' na dikkat edin; derecelendirmedeki her adımda bir tane dy^ g\b\ ° ikili
dallanma oluyor. Bu dönüşüme 29 dallanmayla ulaşılalı ^ yor; naif bir yaklaşımla,
bunun genetik uzamda 29 adımlık l gezinti olduğunu düşünebiliriz.
Akciğerlerde, bu dallanma sonucunda, her bir akciğerin içir^ aVc' deki yüzey
alanı yaklaşık 60 m2 ye ulaşır. Bir akciğer için, yüze^^ğyfv alanı önemli bir
değişkendir, çünkü oksijenin hangi hızla içeri^je alınabileceğini ve karbon dioksitin
hangi hızla dışarı atılabilece- ^ \\e ğini belirler ve sürekli bir değişkendir. Alan, ya
tümüyle sahip olacağınız ya da hiç sahip olmayacağınız şeylerden biri değildir; yu
biraz daha azma ya da fazlasına sahip olabileceğiniz bir şeydir.
ç
' En önemlisi de,
akciğerin alanı, 0 m2’den 60 m2ye küçük aralık- ^ larla, adım adım değişir.
\
Ameliyatla akciğerlerinin bir tanesi alınmış bir sürü insan i var, hatta bazılarında
tek bir akciğerin yalnızca üçte biri var.
Bu insanlar çok uzun süre ya da çok hızlı yürüyemiyorlar ama yine de
yürüyorlar. İşte can alıcı nokta da bu. Akciğerin yüzey alanını kerte kerte
azaltmanın yaşamı sürdürebilme üzerindeki etkisi mutlak, yani “ya hep ya hiç”
türünden bir etki değildir; yürüme mesafeniz ve hızınız adım adım, sürekli
değişerek etkilenir. Aslında bu, yaşam süresi beklentinizi de adım adım, sürekli
değişerek etkiler. Ölüm, belirli bir yüzey alanının altına düşüldüğünde ansızın
gelmez! Yüzey alanı en uygun düzeyin altına düştüğünde (ve aynı değerin
üstüne çıktığında, farklı nedenlerle), ölüm kerte kerte daha olası hale gelir.
Akciğer geliştiren ilk atalarımızın suda yaşadıkları hemen hemen kesin.
Günümüz balıklarına bakarak bu ataların nasıl soluk aldıklarına ilişkin bir fikir
edinebiliriz. Günümüz balıklarının çoğu suda solungaçlarla soluk alırlar, fakat
çamurlu, bataklık sularda yaşayan birçok balık türü solungaçlara destek olmak
jçjn yüzeydeki havayı yutarlar. Bu balıklar ağzın iç boşluğunu bir çeŞİt önakciğer olarak kullanır ve bazılarında da bu boşluk, kan damarlarınca zengin
bir soluk alma cebi halinde genişlemiştir Daha önce de gördük; tek bir cebi
günümüz insan akciğerlerinde olduğu gibi dallanmış 300 milyon cebe bağlayan
süreğen bir X’ler dizisi düşünmemizi engelleyen bir sorun yok.
İlginçtir, günümüz balıklarından birçoğunun cebi tektir ve bu tek cebi tümüyle
farklı bir amaçla kullanırlar. Cep, büyük olasılıkla bir akciğer olarak işe başlamasına
108
karşın, evrim süreci içinde balığın kendini kalıcı bir dengede tutmasına yarayan
dahice bir düzenek olan hava kesesi haline gelmiş. Hava kesesi olmayan bir hayvan,
normalde, sudan biraz daha yoğundur ve bu yüzden de dibe batar. İşte,
köpekbalıklarının batmamak için durmadan yüzmek zorunda olmalarının nedeni
budur. Vücudunun içinde bizim koca akciğerlerimiz gibi geniş hava cepleri olan bir
hayvansa, yüzeye çıkma eğilimindedir. Bu sürekliliğin ortasında bir yerlerde, hava
kesesi doğru büyüklükte olan bir hayvan ne batar ne de su yüzüne çıkar; hiç çaba
harcamaksızın dengesini koruyarak aynı düzeyde kalır. Köpekbalıkları dışındaki
günümüz balıklarının kullandığı hile işte budur: Köpekbalıklarının tersine, batmayı
önlemek için enerji harcamazlar. Yüzgeçleri ve kuyrukları hızlı itme sağlamak ve
yön değiştirmek için serbest kalmıştır. Hava keselerini doldurmak için artık
dışarıdaki havaya gereksinmezler, çünkü gaz üreten özel bezleri vardır. Bu bezleri
ve başka yöntemler kullanarak kesedeki gaz hacmini büyük bir doğrulukla
düzenleyerek kendilerini kesin bir hidrostatik dengede tutarlar.
Günümüz balık türlerinin çoğu su dışına çıkabilir. Aşırı örneklerden biri, suya
ender
giren,
Hindistan’da
yaşayan
tırma-
nanbalıktır.
Bu
balık,
bizim
atalanmızınkinden oldukça farklı bir akciğer geliştirmiştir: Solungaçları çevreleyen
bir hava odacığı vardır. Başka balıklar temelde suda yaşar, fakat su dışına kısa
akınlar düzenlerler. Büyük olasılıkla, bizim atalarımızın yaptığı da buydu. Burada
dikkatinizi çekmek istediğim nokta, suda kalma süresinin sürekli olarak, ta sıfıra
dek, değişebilmesi. Temelde suda yaşayan ve soluk alan, fakat arada bir karaya
çıkan bir balıksanız (belki de kurak bir dönemde bir çamur birikintisinden diğerine
geçerek hayatta kalma savaşı veriyorsu- nuzdur), bir akciğerin sadece yarısı değil,
yüzde biri bile işinize yarayacaktır. İlkel akciğerinizin ne kadar küçük olduğu hiç
önemli değildir; bu küçük akciğerle su dışında kalmaya dayanabileceğiniz bir süre
vardır ve bu süre akciğersiz dayanabileceğinizden biraz daha fazladır. Süre, sürekli
değişir. Suda soluk alan hayvanlarla havada soluk alan hayvanlar arasında kesin bir
çizgi yoktur. Bazı hayvanlar zamanlarının %99’unu suda geçirir, bazıları %98’ini,
bazıları da %97’sini... Bu, %0’a dek gider. Bu iki uç arasmdaki yolun her adımında,
akciğerin yüzey alanındaki her ufacık artış üstünlük sağlayacaktır. Bu iki uç arasmdaki yol kesintisizdir ve küçük adımlarla alınır.
Yarım bir kanat ne işe yarar? Kanatlar nasıl oluştu? Birçok hayvan daldan dala
atlar ve bazen de yere düşer. Tüm vücut, özellikle de küçük bir hayvanda, kabaca bir
uçak kanadı biçimi alarak havayı kavrar ve sıçramaya yardımcı olur ya da düşüşü
109
durdurur. Yüzey alanı/ağırlık oranındaki her artış, bu duruma yardımcı olacaktır;
örneğin, eklemlerin açı yaptıkları noktalarda büyüyen deriden kanatçıklar yüzey
alanı/ağırlık oranını artırır. Buradan başlayarak, süzülen kanatlara ve dolayısıyla
çırpılan kanatlara götüren kesintisiz bir derecelendirme dizisi vardır. İlk-kanatlı ilk
hayvanların atlayamayacağı uzaklıklar olduğu çok açık. Aynı biçimde, ilk
hayvanlarda, havayı tutan yüzeylerin her büyüklük ya da küçüklük derecesi için, ne
denli kısa olursa olsun, kanatçıkla atlanabilecek ve kanatçıksız atlanmayacak bir
uzaklık olması gerektiği de çok açık.
Ya da, eğer ilkörnek kanatçıklar hayvanın düşüşünü durdurmakta işe yarıyorsa,
“belirli bir büyüklüğün altındaki kanatçıklar hiçbir işe yaramaz” diyemezsiniz. Bir
kez daha, ilk kanatçıkların ne denli küçük oldukları, kanada benzeyip
benzemedikleri önemli değil. Bir hayvanın düştüğünde kafasını kıracağı bir
yükseklik mutlaka vardır -buna h yüksekliği diyelim. Eğer yükseklik biraz daha
azsa, hayvan yaşayacaktır. Bu can alıcı bölge- ' Je vücut yüzeyinin havayı tutma ve
düşüşü önleme yeteneğindeki herhangi bir iyileşme -bu iyileşme ne denli küçük
olursa olsun- yaşamayı ya da ölmeyi belirler. Bu durumda, doğal seçilim, küçük
ilkörnek kanatçıkların lehine çalışacaktır. Küçük kanatçıklar alışılmış hale
geldiğindeyse, can alıcı yükseklik h biraz
fazla!
aşacaktır. Artık, yaşamla ölüm
arasındaki çizgi kanatçıklardaki daha fazla bir büyümeye bağlıdır. Bu, bildiğimiz
kanatlar ortaya çıkana dek böylece gider.
Günümüzde, bu sürekliliğin her aşamasını gayet güzel sergileyen hayvanlar
yaşamaktadır. Ayak parmakları arasındaki büyük perdelerle havada süzülen
kurbağalar, vücutları havayı tutacak biçimde düzleşmiş ağaç yılanları, vücutlarında
kanatçıkları olan kertenkeleler ve yarasaların atalarının nasıl olması gerektiğini
gösteren, bacakları arasındaki zarlar sayesinde süzüle- bilen birçok farklı memeli
çeşidi var. Yaratılışçı söylemin tersine, yalnızca "yarım kanatlı” hayvanlara değil,
dörtte bir kanatlı, üçte bir kanatlı hayvanlara da sık sık rastlıyoruz. Biçimleri ne
olursa olsun, çok küçük hayvanların havada yavaşça süzülmesi, uçuşta bir süreklilik
olduğu fikrini daha da inandırıcı kılıyor. Bu inandırıcılığın nedeni, küçükle büyük
arasında son derece küçük aralıklarla derecelendirilmiş bir süreklilik olması.
Birçok adım sonunda biriken ufak değişiklikler düşüncesi müthiş güçlü bir
düşüncedir. Bu yaklaşım olmasaydı birçok şey açıklanamaz kalacaktı. Yılan zehiri
nasıl oluştu? Birçok hayvan ısırır ve her hayvanın salyasında bir yaraya değdiğinde
allerjik tepkimeler oluşturacak proteinler vardır. Zehirli olmadığı söylenen yılanlar
110
bile bazı insanları ısırdığında acı veren tepkimelere neden olabilir. Sıradan bir
salyadan ölümcül zehire, kesintisiz ve dereceli bir dizi vardır.
Kulaklar nasıl oluştu? Her deri parçası, titreşen bir nesneyle temas ettiğinde
titreşimleri saptayabilir. Bu, dokunma duygusunun doğal bir sonucudur. Doğal
seçilimin, çok hafif titreşimler
111
algılanabilir hale gelene dek bu yeteneği zenginleştirdiğini kc laylıkla
söyleyebiliriz. Bu noktada, deri havadaki titreşimleri yeterli yükseklik teki ya da
yakınlıktaki olanlarını algılayabil e cek hale gelmiştir. Bundan sonra, doğal seçilim,
gittikçe artaı uzaklıklardan gelen havadaki titreşimleri saptayacak özel or ganların kulakların- evrimi lehine çalışacaktır. Bütün bu süreı boyunca kesintisiz, adım adım
bir iyileşme olacağım görmek ko lay. Yansımayla yer saptama nasıl oluştu?
Duyabilen her hay van yansımaları da duyar. Körlerin bu yansımayı kullandıklar sık
sık gözlenir. Eski memelilerdeki böylesi bir yeteneğin kabs bir çeşitlemesi doğal
seçilim için gereken hammaddeyi sağlamı; olabilir. Doğal seçilim bunu temel alarak
çalışmaya başlamış ve ufak adımlarla ilerleyerek yarasalardaki mükemmelliğe
erişilmiş olabilir.
%5’lik görüş yeteneği hiç görmemekten iyidir, %5’lik duyma yeteneği hiç
duymamaktan iyidir, %5’lik uçma yeteneği hiç uça- mamaktan iyidir. Gerçek
hayatta gördüğümüz her organ veya düzenek, hayvanlar uzamında kat edilen
düzgün bir yolun ürünüdür; her ara aşamanın hayatta kalmaya ve üremeye yardımcı
olduğu bir yol. Ne zaman ki gerçek, yaşayan bir hayvanda bir X vardır -burada X
tek bir adımda rastlantı eseri ortaya çıkamayacak kadar karmaşık bir organı
simgelemektedir- doğal seçilimle evrim kuramı uyarınca, X’in bir parçasına sahip
olmak hiç olmamasından iyidir; beşte bir X, onda bir X’ten iyidir; X’in tümüne
sahip olmak onda dokuzuna sahip olmaktan iyidir. Bunun gözler ve kulaklar -yarasa
kulakları, kanatlar, kamuflajlı ve taklitçi böcekler, yılan çenesi, iğneler,
gugukkuşunun alışkanlıkları ve evrim karşıtlarının ortaya attığı bütün diğer örnekler
dahil- için doğru olduğunu kabul etme konusunda hiçbir sorunum yok. Kuşkusuz,
bu tümcelerin doğru olmayacağı birçok X’ler, ara adımların kendinden önce
gelenlere kıyasla iyileşme sağlamadığı evrimsel yollar kurgulanabilir. Ancak
gerçek dünyada böyle X’ler bulunmuyor.
Darvvin, Türlerin Kökeni’ nde şöyle yazıyor:
Eğer birbirini izleyen, sayısız, küçük değişimlerle oluşması olanaksız herhangi
bir karmaşık organın var olduğu gös- terilebilseydi, benim kuramım çökerdi.
Darvvin’in bunu söylemesinin üstünden yüz yirmi beş yıl geçti; hayvanlar ve
bitkiler hakkında çok fazla şey öğrendik ve hâlâ birbirini izleyen, sayısız, küçük
değişimlerle oluşması olanaksız, karmaşık bir organ bilmiyorum. Böyle bir örneğin
bulunabileceğine de inanmıyorum. Eğer bulunursa, Danvinciliğe inanmaktan
vazgeçeceğim -bunun gerçekten karmaşık bir organ olması gerekir ve daha sonraki
bölümlerde göreceğimiz gibi, “küçük”ten ne anladığımız konusunda gelişkin bir
kavrayışa sahip olmalıyız.
Zaman zaman kademeli ara aşamaların tarihçesi, günümüzde yaşayan
hayvanlarda nihai tasarımdaki belirgin kusurlu noktalar biçiminde açıkça görülebilir.
Stephen Gould, Panda.’s Thumb (Pandanın Başparmağı) adlı müthiş güzel
makalesinde, mükemmel olmayanın mükemmelden daha güçlü bir evrim kanıtı
olacağını vurgular. İki örnek vereceğim.
Yassı olmak ve yüzeylerin dış çizgileri boyunca ilerlemek deniz dibindeki
balıklara yarar sağlar. Deniz dibinde yaşayan birbirinden çok farklı iki çeşit yassı
balık vardır ve bunların yassı- lıkları farklı yollardan gelişmiştir. Köpekbalıklarının
akrabaları olan kedibalıkları ve tırpanalar, akla ilk geliveren yoldan yassıl- mışlardır.
Vücutları yanlara doğru gelişerek kocaman “kanatlar” oluşmuştur. Silindir altında
kalmış köpekbalıklarına benzerler, fakat simetriktirler ve “doğru tarafları yukarı
bakmaktadır”. Pisibalığı, dilbalığı, kalkan ve akrabalarıysa farklı bir yoldan
yassılaşmıştır. Bunlar kemikli balıklardır (yüzme keseleri vardır); ringa balıkları ve
alabalıklarla akrabalardır; köpekba- lıklarıyla hiçbir ilgileri yoktur. Kemikli balıklar,
bir kural olarak, köpekbalıklarının tersine, dikey yönde yassılmaya eğilimlidir.
Örneğin, bir ringa balığının “yüksekliği” genişliğinden fazladır. Bu balık dikey
olarak yassılmış gövdesinin tümünü yüzme yüzeyi olarak kullanır ve balık yüzerken
bu yüzey kıvrılır. Dolayısıyla, pisibalığı ve dilbalığınm ataları deniz dibine alıştıklarında, kedibalıkları ve tırpanaların ataları gibi karınüstü gideceklerine yan
yüzeyleri üstüne dönmüşlerdir. Fakat bu durum balığın gözlerinden birinin hep
aşağı, kuma doğru bakması ve kullanılamaması sorununu doğurmuştur. Evrim bu
sorunu alt gözü üst tarafa doğru “döndürerek” halletmiştir.
Bu döndürme işleminin kemikli yassı balıkların yavrularının hepsinin
gelişiminde tekrarlandığını görüyoruz. Yavru yassı balık yaşamına yüzeye yakın
yüzerek başlar; tıpkı ringa balığı gibi simetrik ve dikey yönde yassılmıştır. Fakat
sonra, kafası tuhaf, simetrik olmayan, bükülmüş bir biçimde büyümeye başlar; öyle
ki, bir göz -örneğin sol göz- balığın kafasının tepesine doğru hareket eder ve kafanın
diğer tarafına geçer. Yavru balık dibe yerleşir; iki gözü de yukarı doğru
bakmaktadır, tuhaf, Picas- sovari bir biçim. Bazı yassı balık türlerinde gözler sağ
yana, bazılarında da sola geçer, bazılarındaysa her iki yana da geçebilir.
Kemikli yassı balıkların kafa kemiği başlangıçtaki halinin bükülmüş, şekli
bozulmuş bir kanıtıdır. Mükemmel olmayan bu kafa, balığın uzak geçmişinin,
bilinçli tasarım yerine adım adım değişimden oluşan bir geçmişin güçlü bir tanığıdır.
Eline temiz, bembeyaz bir çizim masası verilen hiçbir aklı başında tasarımcı, böyle
bir garabet düşünemez. Sanırım, aklı başında tasarımcıların çoğu tırpanaya benzer
bir şey yaratırlardı. Ancak evrim asla temiz, bembeyaz bir çizim masasıyla başlamaz
işine. Elinde olanla başlamak zorundadır. Tırpanaların atalarıysa serbest-yü- zen
köpekbalıklarıydı. Genelde, ringa balıklarının aksine, köpekbalıkları serbest-yüzen
kemikli balıklar gibi yanlara doğru yassılmamışlardır. Köpekbalıkları zaten arkadan
karma doğru hafifçe yassıdır. Bunun anlamı şu: Köpekbalıklarının ataları deniz
dibine ilk alıştıklarında, tırpana şekline doğru kerte kerte bir geçiş olmuştur; bu
geçişte, deniz dibi koşullarında her ara adım bir önceki biraz daha az yassı şekle
göre hafif bir iyileşme sağlamıştır.
Öte yandan, pisibalığı ve kalkanın serbest-yüzen, dikey yönde yassılaşmış atası
deniz dibine yerleştiğinde, bıçaksırtı benzeri bir karın üstünde dengede durmaktansa,
yan yüzeylerden birinin üstüne dönmek onun için daha iyi olmuştur! Evriminin izlediği yol sonunda bu balığı, kafasının bir yanında iki gözü olmak gibi karmaşık ve
büyük olasılıkla masraflı bozunmalara götürse bile, tırpana yöntemiyle yassı balık
olmak son kertede kemikli balıklar için de en iyi tasarım sayılsa bile, bu evrimsel
patikada boy gösteren ara-biçimlerin kısa dönemde yan taraflarına dönen
rakiplerinden daha az üstünlüğe sahip oldukları çok açıktır. Yan taraflarına dönen
rakipleri kısa dönemde deniz dibine alışmakta daha başarılı oldu. Genetik
hiperuzamda, serbest-yüzen eski kemikli balıkları, kıvrılmış kafataslanyla yan tarafa
yatmış yassı balıklara bağlayan düz bir yol vardır. Oysa, bu yassı balıkların atalarını
karınları üzerine yatmış yassı balıklara bağlayan düz bir yol yoktur. Aslında, bu
kurgu gerçeğin tümünü yansıtmıyor, çünkü tırpana yöntemiyle simetrik bir yassılık
evrimleştirmiş olan birtakım kemikli balıklar da var. Belki de, bu balıkların serbestyüzen ataları zaten başka bir nedenle bir parça yassılaşmışlardı.
114
Elverişsiz ara-biçimler yüzünden gerçekleşemeyen ikinci evrimsel gelişim örneği
-gerçekleşmesi durumunda yarar sağlayacak olmasına karşın- gözümüzün (ve tüm
diğer omurgalıların gözlerinin) ağtabakasma ilişkin. Diğer bütün sinirler gibi görme
siniri de birbirinden ayrı, "yalıtılmış” üç milyon kadar telden oluşan bir kümedir. Bu
üç milyon telin her biri ağtabadaki bir hücreden çıkar ve beyne gider. Bunları üç
milyon fotosellik bir öbekten (aslında daha yüksek sayıdaki fotosellerden bilgi toplayan üç milyon röle istasyonundan) hareket ederek, bilgiyi işleyecek olan beyindeki
bilgisayara bağlayan teller olarak düşünebilirsiniz. Teller ağtabakanın her yerinden
gelerek tek bir demeti, görme sinirini oluşturur.
Bir mühendis, doğal olarak, fotosellerin ışığa dönük olacağını ve tellerin de
geriye, beyne doğru uzanacağını varsayacaktır.
Fotosellerin ışığın tersi yöne bakması ve tellerin de ışığa en yakın yerden çıkması
önerilse, mühendis bu öneriye güler. Ancak tüm omurgalıların ağtabakalarında
gördüğümüz yapı budur. Her fotoselin teli ters yönde, ışığa en yakın yerden çıkar;
ağta- bakanın yüzeyinden geçer; ağtabaka üstünde “kör nokta” dediğimiz deliğe
girer ve burada görme siniriyle birleşir. Bu, ışığın önünde hiçbir engel olmadan
fotosellere ulaşmak yerine girift bir teller ormanından geçmesi gerektiği anlamına
gelir. Işığın bu geçiş sırasında, en azından, bozunduğunu ve sönümlendiğini
düşünebiliriz (aslında bu bozunma ve sönümlenme büyük olasılıkla çok fazla
değildir, fakat yine de hiçbir titiz mühendis böyle bir ilkeyle çalışmaz).
Bu tuhaf durumun açıklaması nedir, bilemiyorum. Evrimleş- tiği dönem çok
gerilerde kalmış. Ama yine de, Biyomorf Ülke- si’nin gerçek hayattaki eşdeğeri
içerisinde, gözün öncülü organdan başlayarak, ağtabakayı doğru yöne döndürmek
için izlenmesi gereken patikayla ilgisi olduğuna rahatlıkla bahse girerim. Büyük
olasılıkla böyle bir patika var, fakat bu varsayımsal patika ara-hayvanların
vücutlarında gerçekleştiğinde elverişsiz olmuş -yalnızca geçici bir elverişsizlik bu
ama yine de yeterli. Ara-hayvanların görme yeteneği, mükemmel olmayan atalarınmkinden bile daha kötü olmuş. Kendilerinden sonra gelecek nesiller için daha iyi
bir görüş hazırlıyor olmaları da önemli değil; aslolan o anda ve orada yaşamda
kalabilmek!
“Dollo Yasası” evrimin tersinmez olduğunu söyler. Bu, sık sık ilerlemenin
kaçınılmaz olduğu hakkında bir dolu idealist saçmalıkla karıştırılır, ardından da
evrimin “Termodinamiğin ikinci Yasası”nı ihlal ettiği konusundaki cahilce
saçmalıklar gelir (romancı C. P. Snow’a göre, ikinci Yasa nın ne olduğunu bilen
115
eğitimli kişiler, bir bebeğin doğumu nasıl ikinci Yasayı ihlal etmiyorsa, evrimin de
etmediğinin bilincindedirler). Evrimdeki genel eğilimlerin tersine dönmemesi için
hiçbir neden yoktur. Evrim sürecinde bir süre için büyük boynuzlara gerek varsa,
sonradan tekrar küçük boynuzlara doğru bir eğilim görüle-
116
ir Dollo Yasası, aslında, aynı evrimsel patikayı (ya da belirli patikayı) iki kez
izlemenin (her iki yönde de) istatistiksel ıdan çok çok düşük olasılıklı olduğunu
anlatır. Tek bir mutasın adımı kolaylıkla geri döndürülebilir. Ancak daha çok sayıjjaki mutasyon adımı için, dokuz küçük genleriyle biyomorflar jçin bile, tüm olası
patikaların oluşturduğu matematiksel uzam o denli geniştir ki, iki patikanın aynı
noktaya ulaşma olasılığı sı- denebilecek kadar küçüktür. Gerçek hayvanlarda bu
daha da doğrudur çünkü gen sayısı çok çok daha fazladır. Dollo Yasası’nda gizemli
ya da mistik bir yön yok. Ayrıca bu yasa doğada deneyebileceğimiz bir şey de değil;
ancak matematiksel olasılık hesaplamalarıyla kolayca Dollo Yasası'na varabiliriz.
İşte bu nedenle, bir evrimsel patikadan iki kez geçme olasılığı da çok çok
düşüktür. Aynı biçimde ve aynı istatistiksel nedenlerle, iki ayrı evrim çizgisinin
farklı noktalardan başlayarak aynı son noktaya gelmesi de çok çok düşük olasılıktır.
Dolayısıyla, gerçek doğada, birbirinden bağımsız evrim çizgilerinin çok farklı
başlangıç noktalarından aynı noktaya (tıpatıp aynı gibi görünen bir noktaya)
geldiklerine ilişkin sayısız örnek bulunması, doğal seçilimin gücüne ilişkin çarpıcı
kanıt sağlıyor. Aslında, bu örneklere ayrıntılı baktığımızda, tıpatıp aynı nokta
olmadıklarını görüyoruz -aksi kaygı verici olurdu. Farklı evrim çizgileri sayısız
ayrıntıda bağımsız kökenlerini ele verirler. Örneğin, ahtapot gözleri bizimkilere çok
benzer, fakat ahtapotun fotosellerinden çıkan teller bizimkiler gibi ışığa doğru
çıkmaz. Ahtapot gözleri bu açıdan çok daha “mantıklı” tasarlanmış; çok farklı bir
noktadan başlayıp benzer bir noktaya varmışlar ancak gerçeği de ayrıntılarda ele
veriyorlar.
Böylesi yapay benzerlikler çok çarpıcıdır ve bölümün bundan sonrasında bazı
örneklerini vereceğim. Bu örnekler, doğal seçilimin iyi tasarımlar oluşturma
gücünün en etkileyici gösterimleridir. Ne var ki, yapay bir benzerliğe sahip
tasarımların da farklılaşması gerçeği, bu tasarımların birbirinden bağımsız evrimsel
kökenlere ve geçmişlere sahip olduğuna tanıklık eder.
Temeldeki mantık şudur: Bir tasarım bir kez evrilecek kadar iyiyse, aynı tasarım
ilkesi hayvanlar aleminin farklı yerlerinde, farklı noktalardan başlayarak ikinci bir
kez evrilebilecek kadar iyidir. Bu gerçeği görmek için, iyi tasarımı anlatmak
amacıyla kullandığımız örnekten daha iyisini düşünemiyorum: yankıyla yön bulma.
Yankıyla yön bulma hakkında bildiklerimizin çoğunu yarasalardan (ve insan
yapımı cihazlardan) öğrendik, ancak bu yöntem yarasalarla ilişkisi olmayan başka
hayvanlarca da kullanılıyor. En azından iki farklı kuş grubu yönlerini yankıyla
buluyor; balina ve yunusların da bu konudaki yetenekleri çok yüksek bir düzeye
ulaşmış. Bunun da ötesinde, en azından iki farklı yarasa grubu yankıyla yön bulmayı
birbirlerinden bağımsız olarak “keşfetmişler”. Yönlerini yankıyla bulan kuşlar,
Güney Amerika’nın yağkuşları ve Uzak Doğunun, yuvaları kuş yuvası çorbası
yapmakta kullanılan mağara sağanları. Bu iki kuş türü mağaraların derinliklerinde,
hiçbir ışığın giremediği yerlerde yuva yaparlar ve bu karanlıkta çıkardıkları klik
seslerinin yankılarını kullanarak uçarlar. Biz her iki kuşun da sesini duyabiliriz; bu
klikler özelleşmiş yarasa klikleri gibi ultrasonik değildir. Bu iki kuş türü yankıyla
yön bulma konusunda yarasalardan daha az yeteneklidir. Çıkardıkları klikler FM
bandı dışındadır ve Doppler kaymasıyla hız ölçümü için uygun değildir. Büyük olasılıkla, Rousettus gibi her klikle yankısı arasındaki sessiz süreyi ölçerler.
Bu örnekte, iki kuş türünün yankıyla yön bulmayı birbirlerinden ve yarasalardan
bağımsız olarak keşfettiğinden kesinlikle emin olabiliriz. Buradaki mantık çizgimizi
evrimciler sık sık kullanır. Var olan binlerce kuş türüne bakar ve bunların çoğunun
yankıyla yön bulmadığını gözleriz. Bunu yapabilen, birbirlerinden yalıtılmış, tek
ortak noktaları mağaralarda yaşamak olan iki küçük kuş cinsidir. Evrimsel
çizgilerini yeterince geriye taşıdığımız takdirde tüm yarasa ve kuşların ortak bir
atasını bulacağımızı biliyoruz, fakat bu ortak ata aynı zamanda tüm
emelilerin
(biz dahil) ve tüm kuşların da ortak ataşıydı. Memelilerin ve kuşların
büyük çoğunluğu yönlerini yankıyla bul- jnaz; büyük olasılıkla, bu ortak ata da
yankıyla yön bulma yöntemini kullanmıyordu (hatta uçmuyordu bile -bu arada,
uçmak da birkaç kez bağımsız olarak evrilmiş bir teknolojidir). Bundan
çıkaracağımız sonuç, yankıyla yön bulma teknolojisinin tıpkı İngiliz, Amerikalı ve
Alman bilim adamlarınca birbirlerinden bağımsız olarak geliştirilmesi gibi,
yarasalarda ve kuşlarda birbirlerinden bağımsız olarak keşfedilmiş olduğudur. Daha
küçük bir ölçekte de olsa, aynı mantığı kullanarak, yağkuşu ve mağara sağanının
ortak atasının yönünü yankıyla bulmadığı ve bu iki cinsin aynı teknolojiyi
birbirlerinden bağımsız olarak .geliştirdiklerini söyleyebiliriz.
Memeliler içinde de, yankıylayön bulma teknolojisini bağımsız olarak
gerçekleştiren tek grup yarasalar değil. Birçok farklı memeli çeşidinin -örneğin,
soreksler, sıçanlar ve foklar- tıpkı göremeyen insanlar gibi az da olsa bir dereceye
kadar yankı kullanabildiği gözleniyor; ancak yarasalarla yarışabilecek yetenekteki
tek hayvan balina. Balinalar iki ana gruba ayrılır: dişli balinalar ve çubuklu
balinalar. Bu grupların her ikisi de karada yaşayan atalardan geliyor ve balina tarzı
118
yaşamı, karada yaşayan farklı atalardan başlayarak birbirlerinden bağımsız olarak
“keşfetmiş” olabilirler. Dişli balinalar grubunda çeneleriyle yakaladıkları balık ve
kalamar benzeri görece büyük hayvanları avlayan ispermeçet balinaları, katil
balinalar ve çeşitli yunus türleri var. Dişli balinaların bazıları -ki bunlardan yalnızca
yunuslar ayrıntılı çalışmalara konu olmuştur- gelişmiş bir yankılama donanımını
kafalarında evrimleştirmiştir.
Yunuslar hızla birbirini izleyen, yüksek perdeden klikler çıkarır. Bunların bazıları
ultrasoniktir; bazılarını da işitebiliriz. Bir yunusun kafasının ön tarafındaki, Nimrod
“erken-uyarı” uçağına benzeyen çıkıntı (ilginç bir benzerlik), sonar sinyallerini
yayımlamada rol oynuyor olabilir, ancak tam işleyişini henüz anlayabilmiş değiliz.
Tıpkı yarasalarda olduğu gibi, gezinme ha
119
linde klik sesini çıkarma hızı görece yavaş, ancak hayvan avına saldırırken
saniyede 400 kliklik yüksek bir hıza erişiyor. “Yavaş” dediğimiz hız bile aslında
oldukça yüksek. Çamurlu suda yaşayan nehir yunusları herhalde en yetenekli
yankıcılar, ancak yapılan deneylerde bazı açık deniz yunuslarının da oldukça hızlı
olduğu görülmüş. Atlantik’te yaşayan gagalı yunus, aynı alana sahip daire, kare ve
üçgenleri sonarını kullanarak ayırt edebiliyor. Bu yunus yaklaşık 6,5 metre
uzaklıkta, aralarında 3 santimetre olan iki hedeften hangisinin daha yakın olduğunu
bilebiliyor. Bir golf topunun yarısı büyüklüğündeki çelik bir küreyi 65 metre
uzaktan saptayabiliyor. Bu performans iyi ışıktaki insan görüşü kadar iyi değil,
fakat büyük olasılıkla ay ışığındaki insan görüşünden daha iyi.
Yunusların, kullanmak istediklerinde, hiç çaba harcamaksı- zın birbirlerine
“zihinsel resimler” iletme yetenekleri olduğu yolunda şaşırtıcı bir sav ortaya
atılmıştır. Yapmaları gereken tek şeyin çok yönlü seslerini kullanarak belirli bir
nesneden gelen yankıların oluşturduğu sesi taklit etmek olduğu ve bu yolla birbirlerine nesnelerin zihinsel resimlerini iletebilecekleri öne sürülmüştür. Bu hoş savı
destekleyecek bir kanıt yok. Kuramsal açıdan, yarasalar da bunu yapabilir, fakat
yunusların yapması daha akla yatkın geliyor çünkü genelde daha toplumsal bir yaşamları var. Büyük olasılıkla, “daha akıllılar” da, fakat bu mutlak göz önüne
ahnması gereken bir özellik değil. Yankı resimleri iletmek için gerekecek araçlar
hem yunuslarda hem de yarasalarda yankıyla yön bulmak için zaten var olan
araçlardan daha karmaşık değil. Ayrıca, ses kullanarak yankı üretmek ve ses
kullanarak yankıları taklit etmek arasında kolay, kerte kerte ilerleyen bir süreklilik
var.
Sonuç olarak, son yüz milyon yıl süresince, en azından iki yarasa grubu, iki kuş
grubu, dişli balinalar ve büyük olasılıkla, daha alt bir düzeyde olmak üzere başka
birkaç memeli çeşidi daha birbirlerinden bağımsız olarak sonar teknolojisini
evrimleş- tirmişler. Günümüzde soyu tükenmiş olan başka hayvanların
) -örneğin Pterodactylus üyelerinin- bu teknolojiye ulaşıp atadıklarım bilme
olanağımız yok.
Şimdiye dek sonar kullanan hiçbir böcek ya da balık bulun- j. Ancak, biri
Güney Amerika’da biri de Afrika’da yaşayan, ukça farklı iki balık grubunun bir
parça benzer bir yön bul- sistemi geliştirdikleri biliniyor. Bu sistem de sonar sistemi
ar karmaşık ve aynı sorunun çözümüne getirilen, ilişkili an- farkh bir çözüm olarak
yorumlanabilir. Bunlara zayıf elekt- balıkları deniyor. “Zayıf" sözcüğü bu balıklan,
avlarını ser-
:
gemletmek için -yön bulmak için değil- elektrik alanı kullanan
kuvvetli elektrik balıklarından ayırt etmek amacıyla kullanılıyor. Bu arada,
sersemletme yönteminin de birbiriyle ilişkisi olmayan birkaç balık grubu tarafından
birbirlerinden bağımsız olarak keşfedildiğini söylemeliyim: örneğin, elektrikli
yılanba- lıkları (bunlar gerçek yılanbalıkları değil fakat biçim açısından
yılanbalıklarıyla aynı noktaya gelmişler) ve torpilbahkları.
Güney Amerika ve Afrika’daki bu iki zayıf elektrik balığı türü birbirleriyle
akraba değil, fakat her ikisi de kendi anakaralarında aynı çeşit suda, iyi bir görüş
sağlanamayacak kadar çamurlu sularda yaşıyorlar. Kullandıkları fiziksel ilke ise suda elektrik alanı- bize yarasalar ve yunuslardan da yabancı. Bizler yankının ne
olduğu konusunda en azından öznel bir fikre sahibiz, fakat bir elektrik alanı
algılamanın nasıl bir şey olduğunu bilmeyiz. Birkaç yüzyıl öncesine değin elektriğin
varlığını bile bilmiyorduk. Öznel insanlar olarak elektrik balıklarının ne hissettiğini
bilemeyiz ama fizikçiler olarak onları anlayabiliriz.
Yemek masasında tabaktaki balığın iki yanında bölümler halindeki kaslar
dizisini kolayca görebiliriz: kas birimlerinden oluşan bir batarya. Çoğu balıkta bu
kaslar birbiri ardı sıra kasılarak balığın gövdesini sinüs dalgaları halinde ileriye
doğru iter. Hem zayıf hem de kuvvetli elektrik balıklarında bu kaslar bir elektrik
bataryası haline gelmiştir. Bataryanın her bir bölümü (pili) gerilim üretir. Bu
gerilimler balığın gövdesi boyunca seri olarak birbirine eklenir; öyle ki, elektrikli
yılanbalığında bataryanın tümünün ürettiği akım 1 amper 650 volta kadar çıkabilir.
Bir elektrikli yılanbalığı bir insanı bayıltacak denli güçlüdür. Zayıf elektrik
balıklarınınsa amaçları salt bilgi toplamak olduğu için, yüksek gerilim ya da akıma
gereksinimleri yoktur.
Yankıyla yön bulma ilkesi, "Bir elektrik balığı olmak nasd bir şeydir?”
düzeyinde olmasa bile, fizik düzeyinde epey iyi bilinmekte. Hem Güney Amerika
hem de Afrika’da yaşayan zayıf elektrik balıkları için aynı şeyler geçerli; bu balıklar
aynı noktaya doğru evrilmişler. Akım, balığın ön yarısından çizgiler halinde suya
veriliyor; bu çizgiler eğiliyor ve balığın kuyruğunun bulunduğu uca geri dönüyor.
Aslında bunlar çizgiler değil, kesintisiz bir "alan”: balığın vücudunu çevreleyen,
görünmez bir elektrik kozası. Bununla birlikte, elektrik alanını gözümüzde
canlandırabilmek amacıyla, vücudunun ön yarısı boyunca sıralanmış deliklerden
çıkan, suda çember çizerek kuyruk ucundan balığa geri dönen bir dizi eğimli çizgi
olarak düşünmek daha kolay olacak. Her delikte gerilimi izlemek üzere ufak bir
121
"voltmetre” var. Balık açık suda, etrafında hiçbir engel olmadan asılı dururken,
çizgiler düzgün eğriler halinde ve her delikteki voltmetre kendi çıkışı için gerilimin
"normal” olduğunu gösteriyor. Fakat etrafta bir nesne varsa, diyelim ki bir kaya ya
da bir yiyecek parçası, nesneye çarpan akım çizgileri değişiyor. Bu da akım çizgisi
etkilenen delikteki gerilimi değiştiriyor ve voltmetre bunu algılıyor. Kuramsal
olarak, tüm deliklerdeki voltmetrelerin okuduğu gerilimleri kıyaslayan bir
bilgisayar, balığın etrafındaki nesnelerin biçimini saptayabilir. Balığın beyninin de
bunu yaptığı çok açık. Bir kez daha yineleyeyim: Bu, balığın akıllı bir matematikçi
olduğu anlamına gelmiyor. Tıpkı her top yakaladığımızda beynimizin bilinçsizce
yaptığı gibi, balıkların da gereken denklemleri çözen bir düzenekleri var.
Balığın vücudunun hareketsiz durması çok önemli. Vücut normal bir balığınki
gibi eğilip bükülürse, kafasındaki bilgisayar ortaya çıkacak bozukluklarla baş
edemeyecektir. İşte, elektrik balıkları, birbirlerinden bağımsız olarak en azından iki
kez
122
ice yön bulma yöntemini evrimleştirmişler. Ama bedelini
Balıkların normalde kullandıkları o çok etkin
hareketlerle kıvrılıp bü-
esinden
ıe
.ödemişler:
yönteminden, vücudun yılansı
vazgeçmek zorunda kalmışlar. Sorunlarını bir me-
çııbuk gibi kaskatı durarak çözmüşler, ama vücutları boyun- uzanan tek bir uzun
yüzgeçleri var. Vücudu dalgalandırmak ine yalnızca yüzgeç dalgalanıyor. Balık
suda oldukça yavaş diyor, ancak sonuç olarak hareket edebiliyor. Öyle anlaşılı- ' -r
ki, hızlı hareketi feda etmek işe yaramış ve yön bulma açı- j'İmdan kazandıkları,
yüzme hızı açısından kaybettiklerinden Üızla olmuş. Güney Amerika’da yaşayan
elektrik balıkları da
Afrika'dakilerin
çözümünün hemen hemen aynısını kullanıyor,
mna tıpatıp aynısı değil. Her iki grupta da vücut boyunca uza nan tek bir uzun
yüzgeç var; fakat Afrika balığında yüzgeç sırt boyunca uzanırken, Güney Amerika
balığında karın boyunca uzanıyor. Bu çeşit farklılıkların ortak bir noktaya doğru
ilerleyen (yakınsayan) evrimin kendine özgü özelliklerinden biri olduğunu gördük.
Kuşkusuz, bu, insan mühendislerin yaptığı ortak bir noktaya doğru ilerleyen
tasarımların da kendine özgü bir özelliği...
Her iki gruptaki zayıf elektrik balıklarının çoğunluğu, elektriği kesik atımlarla
boşaltıyorlar ve bunlara “atımlı” türler deniyor. Ancak, azınlığı oluşturan diğerleri
(her iki grupta da bu tür balıklar var) farklı bir yol kullanıyor ve “dalga” türleri
olarak adlandırılıyorlar. Bu farkı daha ayrıntılı tartışmayacağım. Bu bölüm için
ilginç olan nokta, atım/dalga ayrımının birbiriyle ilişkisiz Eski Dünya ve Yeni
Dünya gruplarında, birbirinden bağımsız olarak iki kez evrilmiş olması.
Bildiğim en tuhaf ortak bir noktaya doğru ilerleyen evrim örneklerinden biri de
dönemli ağustosböceklerine ilişkin. Ortak nokta konusuna girmeden önce biraz bilgi
vermeliyim. Çoğu böceklerde, beslenme işlevinin yürütüldüğü gençlik dönemiyle ki, yaşamlarının büyük kısmı bu dönemde geçer- üreme işlevinin yürütüldüğü
görece kısa erişkin dönemi arasında kesin bir ayrım vardır. Örneğin, mayıs sinekleri
yaşamlarının çoğunu s altında beslenen larvalar olarak geçirir; sonra da tek bir günlü
ğüne havaya çıkar ve yetişkin yaşamlarının tümünü bu tek gü ne sıkıştırırlar.
Yetişkin mayıs sineğini, akçaağaç benzeri bi bitkinin kısa ömürlü, kanatlı
tohumuna; larvayı da ana bitkiyi benzetebiliriz. Aralarındaki fark, akçaağaç çok
sayıda tohurr yapar ve birbirini izleyen birçok yıl boyunca bunları ortalığt saçarken,
mayıs sineği larvasının yaşamının ta sonunda tek bit yetişkin ortaya çıkarmasıdır.
Dönemli ağustosböcekleri de mayıs sineğinin eğilimini uç noktaya taşımıştır.
Ağustosböceğinin yetişkinleri birkaç hafta yaşar, fakat “gençlik” dönemleri (teknik
açıdan bunlar larva değil, nemftir) bazı çeşitlerinde 13 yıl, bazılarındaysa 17 yıl
sürer. Bu yetişkinler 13 (ya da 17) yıllarını toprak altında inzivada geçirdikten
sonra, hemen hemen aynı anda toprak üstüne çıkar. Bir bölgede tam tamına 13 (ya
da 17) yıl arayla görülen ağustosböceği baskınları görülesi patlamalardır. Bu
patlamalar yerel Amerikan dilinde ağustosböcek- lerinin yanlış olarak “çekirge”
olarak adlandırılmalarına yol açmıştır. Dediğim gibi, 13 yıllık ve 17 yıllık çeşitleri
olduğu bilinmektedir.
işte, şaşırtıcı nokta da burada. Anlaşılıyor ki, yalnızca tek bir 13 yıllık ve tek bir
17 yıllık ağustosböceği türü yok. Uç tür var ve her bir türün hem 13 hem de 17 yıllık
çeşitleri ya da ırkları var. 13 ve 17 yıllık ırklara ayrılma bu türlerde birbirlerinden
bağımsız olarak gerçekleşmiş; hem de en az üç kez. Öyle görünüyor ki, hepsinde 14,
15 ve 16 yıllık ara dönemlerden kaçınılmış; hem de en az üç kez. Nedenini
bilmiyoruz. Bu konuda öne sürülen tek düşünce, 14, 15 ve 16 ile kıyaslandığında, 13
ve 17’nin asal sayılar olması. Asal bir sayı hiçbir başka sayıya tam olarak
bölünemeyen bir sayıdır. Ana fikir şu: Düzenli baskınlar halinde ortaya çıkan bir
hayvan ırkı, düşmanlarını, avcılarını veya asalaklarını “silip süpürme” ve açlıktan
öldürme üstünlüğü kazanır, iki baskın arasında geçen yıl sayısı dikkatle asal bir sayı
olacak biçimde ayarlanırsa, düşmanların kendi yaşam dön■-i bu döngüye uydurmaları çok daha zor olacaktır. Örne- ağustosböcekleri
her 14 yılda bir baskın veriyorlarsa, ya- döngüsü 7 yıl olan bir asalak türüne
maruz kalabilirler. Bu bir düşünce, ama olayın kendisinden daha tuhaf değil. 13
17 sayılarının özelliğinin gerçekte ne olduğunu bilemiyoruz, ’m amaçlarımız
çerçevesinde önemli olan, bu sayılarda özel şey olması gerektiği, çünkü üç farklı
ağustosböceği türü bir- -lerinden bağımsız olarak bu sayılara ulaşmış.
İki ya da daha fazla anakara uzun bir süre birbirlerinden yanıklarında, büyük
ölçekte ortak bir noktaya doğru evrimleş- 'jae örnekleri görülür ve bu anakaraların
her birinde yaşayan ilişkisiz hayvanlar birbirine koşut “işler" benimseyebilir. “İş”
sözcüğüyle, yaşamı sürdürme yollarım kastediyorum: solucan ya da karınca bulmak
için toprağı kazmak, büyük otçulları uzaklaştırmak ağaç yaprakları yemek gibi.
Bunun güzel bir örneği, birbirlerinden ayrı olan Güney Amerika, Avustralya ve Eski
Dünya anakaralarında memelilerin benimsedikleri yaşam biçimlerinin benzerliğidir.
Bu anakaralar geçmişte ayrı değillerdi. Bizim yaşamlarımız onyıllarla
ölçüldüğünden ve uygarlıklarımızla hanedanlarımız yüzyıllarla ölçüldüğünden,
dünya haritasını, anakaraların biçimlerini hep sabitmiş gibi düşünmeye alışmışız.
124
Anakaraların kayması kuramını yıllar önce Alman jeofizikçi Alfred Wegener ortaya
atmıştı, fakat çoğu insan İkinci Dünya Savaşı ertesine dek bu kurama güldü. Güney
Amerika ve Afrika’nın bir yap- bozun ayrı parçalarına benzemesiyse, eğlendirici bir
rastlantı olarak görüldü. Bilimin geçirdiği en hızlı devrim sonunda, önceleri
tartışmalı olan “anakara kayması” kuramı günümüzde tüm dünyada levha tektonoği
olarak benimsendi. Artık anakaraların kaydığına, örneğin, Güney Amerika’nın
gerçekten de Afrika’dan koptuğuna ilişkin çok sayıda kanıt var elimizde, fakat bu bir
jeoloji kitabı değil ve bunları anlatmama gerek yok. Bizim için önemli olan,
anakaraların kaydığı zaman ölçeğiyle hayvan soylarının evrildiği o yavaş zaman
ölçeğinin aynı olma- sidir. Eğer anakaralar üzerindeki hayvanların evrimini ani; mak
istiyorsak, anakaraların kayması gerçeğini göz ardı ede meyiz.
100 milyon yıl öncesine kadar, Güney Amerika doğuda Afr ka ya, güneyde de
Antarktika’ya bağlıydı. Antarktika Avustra yaya, Hindistan’la Madagaskar da
Afrika’ya bağlıydı. Güne', de, Gondvana dediğimiz, kocaman ve günümüzün Güney
Arru rika, Afrika, Madagaskar, Hindistan, Antarktika ve Avustra yasının bir araya
gelmesiyle oluşmuş tek bir anakara vardı. Kı zeyde de, Lavrasya dediğimiz,
günümüz Kuzey Amerika, Grör land, Avrupa ve Asyasmdan (Hindistan hariç)
oluşan bir te büyük anakara vardı. Kuzey Amerika, Güney Amerika’yla bai lantılı
değildi.
100
milyon yıl önce, bu kara kütlelerinde büyü bir kopma oldu ve bundan
sonra anakaralar yavaş yavaş bı günkü konumlarına doğru hareket etmeye başladılar
(kuşkusu gelecekte de bu hareket sürecek). Afrika, Arabistan yoluyla A: yaya
bağlandı ve bugün Eski Dünya dediğimiz büyük anak; ranın bir parçası oldu. Kuzey
Amerika, Avrupa’dan uzaklaşt Antarktika güneye, bugünkü buzullu konumuna
sürüklenil Hindistan, Afrika’dan ayrıldı ve güney Asya’ya yapıştı; araj Hint
Okyanusu girdi ve Himalayalar oluştu. Avustralya, Ar tarktika’dan uzaklaştı; açık
denize sürüklendi ve her yerden k lometrelerce uzakta bir adakara oldu.
Büyük güney anakarası Gondvana’nın kopuşu dinozorlar ç; ğmda gerçekleşti.
Güney Amerika ve Avustralya dünyanın ge kalan kısmından kopup uzun sürecek
yalıtılma dönemlerine giı diklerinde, dinozorlar ve günümüz memelilerinin ataları
olaca daha az baskın hayvanlardan oluşan kendi kargolarını da taş dılar. Bir süre
sonra, dinozorların soyu henüz bilinmeyen m denlerle -ve günümüzde oldukça
yararlı kurgulara yol açaral* tükendi (şimdi kuş olarak adlandırdığımız dinozorlar
grubunu dışında); hem de tüm yerküre üzerinde tükendi. Bu durum k; rada yaşayan
hayvanların tutabileceği “işlerde” bir boşluk y; rattı. Milyonlarca yıllık bir evrim
125
sürecinde bu boşluk çoğur lukla memeliler tarafından dolduruldu. Burada bizim için
önemli olan nokta şu: Birbirinden bağımsız üç boşluk vardı; Avustralya, Güney
Amerika ve Eski Dünya’daki bu boşluklar birbirlerinden bağımsız olarak
memelilerle doldu.
Dinozorlar bu üç alanda hemen hemen aynı zamanda yaşama alanlarını
boşalttıklarında ortalıkta olan ilksel memelilerin hepsi oldukça ufak ve önemsiz
hayvanlardı; dinozorların gölgesinde, onların gücünün etkisinde kalmışlardı ve
büyük olasılıkla geceleri yaşıyorlardı. Bu üç alanda kökten farklı yönlerde gelişebilirlerdi; bir dereceye kadar da öyle oldu. Güney Amerika’da yaşamış ancak ne
yazık ki günümüzde soyu tükenmiş olan dev yakalı tembelhayvana benzer bir canlı
Eski Dünya’da yok. Güney Amerika’da yaşamış geniş hayvan çeşitliliğine,
günümüzde yine soyu tükenmiş olan, bugünkü gergedan büyüklüğündeki kobaylar
da dahil (“bugünkü" gergedan demek zorundayım çünkü Eski Dünya hayvanları
arasında iki katlı bir ev büyüklüğündeki dev gergedanlar da var). Fakat ayrı
anakaraların her birinde oraya özgü memeliler üremiş olmasına karşın, bu üç
alandaki genel evrim süreci aynı olmuştur. Her üç alanda da başlangıçta var olan
memeliler evrimle yayıldılar ve her iş için bir uzman ürettiler. Birçok örnekte bu
uzmanlar, diğer iki alandaki kendilerine karşılık gelen uzmana şaşırtıcı biçimde
benzedi. Her iş, toprak kazma, avcılık, otlama, vs, iki ya da üç ayrı anakarada
evrimin birbirlerinden bağımsız olarak ulaştığı noktalar oldu. Bu üç alana ek olarak,
Madagaskar benzeri daha küçük adalarınsa, kendilerine özgü, benzer öyküleri oldu,
ama bu konuya girmeyeceğim.
Avustralya’nın
yumurtlayan
tuhaf
memelileri
-ornitorenk
ve
dikenli
karmcayiyen- bir yana, günümüz memelileri iki büyük grupta toplanır. Bu iki grup,
keseliler (yavrular çok küçük doğar ve annenin kesesinde büyütülürler) ve
etenelilerdir (geri kalanların hepsi). Keseliler Avustralya öyküsünün, eteneliler de
Eski Dünya öyküsünün baş kahramanları oldu; Güney Amerika’da ise, başrolü
paylaştılar. Öte yandan, zaman zaman Kuzey
Amerika’dan gelerek Güney Amerika'yı istila eden memelilerse, Güney’in
öyküsünü daha da karmaşık hale soktular.
Sahneyi böylece kurduktan sonra, hayvanların tuttukları işlerden bazılarına ve
ortak bir noktaya doğru ilerleyen evrim örneklerine bakabiliriz. Önemli işlerden biri,
pampa, savana, çayırlık gibi çeşitli isimlerle bilinen büyük otlak alanlarının kullanımıyla ilgili. Bu işle uğraşanlar arasında atlar (Afrika türlerine zebra, çöl
126
modellerine de eşek diyoruz) ve Kuzey Amerika bizonu (ne yazık ki, avlana avlana
neredeyse tükenme noktasına geldiler) gibi büyükbaş hayvanlar var. Ot düşük
kaliteli ve sindirilmesi zor bir yiyecek olduğu için, otoburlarda besini mayalayarak
geçinen çeşitli bakteriler içeren, çok uzun, kendine özgü bir sindirim yolu vardır. Bu
hayvanlar belirli zamanlarda yemek yemek yerine, neredeyse hiç durmadan yerler.
Bütün gün boyunca, bitkilerden oluşan büyük miktarda yiyecek bir ırmak gibi
vücutlarından akar, durur. Otoburlar genellikle kocamandır ve çoğu kez sürüler
halinde dolaşır. Bu koca otoburlarm her biri, avlayabilenler için değerli bir besin
dağıdır. Bunun bir sonucu olarak, birazdan göreceğimiz gibi, bu hayvanları kovalayıp öldürmek üzerine koca bir işkolu kurulmuştur: avcıhk. Aslında “bir” işkolu
dediğimde, bir sürü alt-işlerden söz ediyorum: Aslanlar, leoparlar, çitalar, yabanıl
köpekler ve çakallar; her biri kendisine özgü yöntemlerle avlanır. Aynı altbölümleme ot- çullarda da, tüm diğer “işlerde” de geçerlidir.
Otçul hayvanların keskin duyuları vardır ve bu sayede avcılara karşı sürekli
tetikte olurlar; genellikle onlardan kaçabilmek için çok hızlı koşma yetenekleri
gelişmiştir. Bu amaçla çoğunlukla ince ve uzun bacakları vardır; kendilerine özgü
olarak, evrim sürecinde uzamış ve güçlenmiş olan ayak parmaklarının uçlarında
koşarlar. Bu özelleşmiş ayak parmaklarının uçlarındaki tırnaklar büyümüş ve
sertleşmiştir; bunlara toynak diyoruz. Sığırlarda, her bacağın ucunda iki büyük
parmak vardır: bildiğimiz yarık-toynaklar. Atlar da, büyük olasılıkla tarihsel bir kaza
nedeniyle iki yerine tek ayak parmağı üzerinde koşmaları dışmtıpkı böyledir. Bu tek parmak, başlangıçta beş tane olan Lk parmaklarının
ortasındaki parmaktan türemiştir. Diğer •inaklar, zaman zaman "hilkat garibesi”
atlarda ortaya çıkmalarına karşın, evrim süreci içerisinde tümüyle yok olmuştur.
Biraz önce de anlattığım gibi, dünyanın diğer taraflarında at- Jar ve büyükbaş
hayvanlar evrilmekteyken, Güney Amerika diğer yerlerden yalıtılmıştı. Fakat Güney
Amerika’da da otlak alanları var; bu kaynakları kullanmak üzere bu kara parçasında
da büyük otçullar evrimleşmiştir. Bunlar gerçek gergedanlarla hiçbir ilgisi olmayan
gergedan benzeri koca canavarlardı. Bazı ilksel Güney Amerika otçullarınm
kafatasları,
bu
hayvanların
gerçek
fillerden
bağımsız
olarak
hortumu
"keşfettiklerini” düşündürüyor. Bazıları deveye benziyordu; bazıları (günümüzde)
yeryüzünde var olan hiçbir şeye benzemiyordu; bazıları da günümüz hayvanlarının
tuhaf karışımlarına benziyordu. Litopter- na adı verilen takımın bacakları inanılmaz
derecede atlarınkine benziyordu, ama atlarla hiçbir akrabalıkları yoktu. Bu yapay
127
benzerlik,
on
dokuzuncu
yüzyılda,
hoşgörebileceğimiz
bir
milli
gururla
litopternaların dünyanın geri kalan kısmındaki tüm atların ataları olduğunu düşünen
Arjantinli bir uzmanı bile aldattı. Ancak atlarla olan bu benzerlik yapaydı ve ortak
bir noktaya doğru ilerleyen evrimden kaynaklanıyordu. Otlaklardaki yaşam
dünyanın her yerinde aynıdır ve atlarla litopternalar otlak yaşamının sorunlarıyla
başa çıkabilmek için birbirlerinden bağımsız olarak aynı nitelikleri evrimleştirdiler.
Özellikle, tıpkı atlar gibi litopternalar da ayaklarındaki parmakların orta parmak
dışmdakilerini kaybettiler ve bu orta parmak bacağın alt mafsalı olarak büyüyerek
bir toynak oluşturdu. Bir litopternanın bacağı bir atm bacağına ayırt edilemeyecek
kadar benzer ama bu iki hayvan ancak çok çok uzaktan akrabadır.
Avustralya’da, otlayan büyük hayvanlar çok farklıdır: kang- rular. Kangrularda
da hızlı hareket etme gereksinimi vardı ama bu sorunu farklı bir biçimde çözdüler.
Atların (ve litopternala- rm) yaptığı gibi, dört bacakla koşmayı mükemmellik
düzeyine getirmek yerine, farklı bir koşma yöntemini mükemmelleştirdiler: denge
bulmaya yarayan koca bir kuyrukla iki bacak üzerinde zıplamak. Bu iki yöntemin
hangisinin “daha iyi” olduğunu tartışmanın bir anlamı yok. Vücut yeteneklerini
sonuna dek kullanabilecek biçimde evrikliğinde, her iki yöntem de son derece
etkindir. İşler öyle gelişti ki, atlar ve litopternalar dört bacakla koşmayı benimsediler
ve sonuçta da bacakları hemen hemen aynı oldu. Kangrularsa, iki bacakla zıplamayı
benimsediler ve sonuçta başka hiçbir hayvana benzemeyen (en azından dinozorlardan bu yana) koca arka ayakları ve kuyrukları oldu. Kangrular ve atlar, büyük
olasılıkla başlangıç noktalarındaki rastlantısal bir farklılıktan dolayı, "hayvanlar
uzamında” farklı noktalara geldiler.
Otlayan bu koca hayvanların köşe bucak kaçtığı etoburlara gelirsek, ortak bir
noktaya doğru ilerleyen evrimin büyüleyici örneklerini görebileceğiz. Eski
Dünya’da, kurtlar, köpekler, çakallar ve büyük kediler (aslan, kaplan, leopar, çita)
gibi büyük avcılar olduğunu biliyoruz. Yakın zamanlarda soyu tükenmiş olan büyük
bir kedi de, “kılıç dişli” kaplandır; bu isim, üst çenesinden (herhalde müthiş bir ağız
açıklığı vardı) aşağı doğru inen kocaman köpek dişleri nedeniyle verilmiş. Yakın zamanlara değin, Yeni Dünya’da ve Avustralya’da gerçek kedi ve köpekler yoktu
(pumalar ve jaguarlar son zamanlarda Eski Dünya kedilerinden evrilmiştir). Fakat bu
anakaraların her ikisinde de eşdeğer özellikleri olan keseliler vardı. Avustralya’da,
keseli “kurt’un zararlı diye ve “spor” olsun diye çok sayıda avlanması sonucu trajik
tükenişi hatırlardadır (Avustralya’da tükendikten sonra, Tasmanya’da bir süre daha
128
yaşamayı sürdürdüğü için bu hayvana tasmanyakurdu da denilir; az da olsa,
Tasmanya’nın gözden ırak köşelerinde hâlâ yaşıyor olması umudu var ama şimdi de
bu alanlar insanlara "iş” bulmak amacıyla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya).
Yeri gelmişken, keseli kurt Avustralya’ya daha da yakın bir zamanda yerliler tarafından getirilmiş gerçek bir köpek olan dingo ile karıştırılma■
pjalı. Bilinen en son keseli kurda ilişkin, 1930’larda çekilmiş bir ' film,
hayvanat bahçesindeki yapayalnız kafesini durmadan ar- , şmlayan, köpeğe
benzeyen bir hakanı gösteriyor; keseli yapısını ele veren tek şey, kalça bölgesinin
ve art ayaklarındaki duruşun pek az da olsa farklılığı. Büyük olasılıkla, bu duruş
farklılığı keseyi taşımakla ilgili. Köpekleri seven birisi için, köpek tasarımına
getirilen bu alternatif yaklaşım,
100
milyonlarca yılla ayrılmış koşut bir yol
üzerindeki bu evrim gezgini, bu kısmen tanıdık ama yine de yabancı başka-dünya
köpeği dokunaklı bir deneyim. Evet, belki insanlar için zararlıydılar, ama insanların
onlara daha çok zararı dokundu; artık keseli kurtlar yok ve oldukça fazla insan var.
Sözünü etmekte olduğumuz uzun yalıtım dönemi boyunca, Güney Amerika'da
da gerçek kedi ve köpekler yoktu, ama tıpkı Avustralya’da olduğu gibi, keseli
benzerleri vardı. Herhalde bunların en görülesi olanı, Eski Dünya’nın “kılıç dişli
kaplanına” tıpatıp benzeyen Thylacosmilus'tu. Thylacosm ilus'un ağız açıklığı
daha da genişti ve sanırım daha da korkutucuydu. Adına bakarak kılıç dişliyle
(Smilodon) ve tasmanyakurduyla (Thylacinus) olan yüzeysel benzerliğini
anlayabilirsiniz, ama ataları açısından her ikisine de çok uzaktır. Keseli olduğu için
tasmanyakurduna biraz daha yakındır; tasmanyakurdu ve Thylacosmilus büyük
etobur tasarımlarını farklı anakaralarda, birbirlerinden ve eteneli etoburlardan (ki
bunlar Eski Dünyanın gerçek kedi ve köpekleridir) bağımsız olarak evrimleştirmiştir.
Avustralya, Güney Amerika ve Eski Dünya’da ortak bir noktaya doğru ilerleyen
sayısız çoklu evrim örneği vardır. Avustralya’da yaşayan keseli “köstebek”
yüzeysel bakıldığında diğer anakaralardaki bildik köstebeklerden ayırt edilemez;
yaşam savaşımını diğer köstebekler gibi inanılmaz bir güce sahip önpen- çeleriyle
toprağı kazarak sürdürür ama keselidir. Avustralya'da keseli bir fare vardır, ancak
bu örnekte benzerlik diğerleri kadar fazla ve yaşam biçimi de tümüyle aynı değildir.
Karınca yeme, ortak bir noktaya doğru evrimleşen çeşitli memelilerin çalıştığı bir
“işkoludur” (karıncalar arasına termitleri de katıyorum, ki bu da göreceğimiz gibi
bir başka ortak bir noktaya doğru ilerleme örneğidir). Toprağı kazan, ağaçlara
129
tırmanan, toprağın üstünde yaşayan karmcayiyenler vardır. Tahmin edeceksiniz,
Avustralya'da keseli bir karıncayiyen var. Myrmecobius adlı bu hayvanın karınca
yuvalarına sokmak için uzun bir hor- tumsu burnu, avını yakalamak için de uzun
yapışkan bir dili var; toprağın üstünde yaşıyor. Avustralya’da ayrıca, toprağı kazan
bir karıncayiyen de var: dikenli karıncayiyen. Dikenli ka- rıncayiyen bir keseli
değil; ataları bize çok uzak olan M on o treni ata (tekdelikliler) takımının, yani
yumurtlayan memelilerin bir üyesi (öyle ki, bunlarla kıyaslandığında keseliler yakın
kuzenlerimiz sayılabilir). Dikenli karıncayiyenin de uzun, sivri bir burnu var, fakat
dikenleri nedeniyle tipik bir karıncayiyenden çok bir kirpiye benziyor.
Güney Amerika’da da, keseli kılıç dişli kaplanın yanı sıra keseli bir karıncayiyen
olabilirdi pekâlâ, ama öyle görünüyor ki, karınca yeme işini eteneli memeliler daha
önce kapmış. Günümüz karıncayiyenlerinin en büyüğü Güney Amerika’da yaşayan,
toprağın üstünde dolaşan, büyük Myrmecophaga (bu sözcük Yunanca ve karınca
yiyen anlamına geliyor) ve bu hayvan büyük olasılıkla yeıyüzündeki karınca yiyen
uzmanların en aşırı örneği. Tıpkı Avustralya keselisi Myrmecobius gibi, Myrme-
cophaganın da uzun ve sivri bir burnu -hatta daha uzun ve siv- ri- ve çok uzun,
yapışkan bir dili var. Güney Amerika’da ağaçlara tırmanan, Myrmecophaga nın
kuzeni sayılabilecek, fakat küçük bir karıncayiyen de var. Minyatür bir karıncayiyen
olan bu hayvan üçüncü, ara bir biçim oluşturuyor. Bu karıncayiyenler, eteneli
memeliler olmalarına karşın, diğer Eski Dünya memelilerinden çok farklı. Armadillo
ve tembelhayvanı da içeren bir Güney Amerika familyasından geliyorlar. Bu çok
eski eteneli familyası, anakaranın diğerlerinden yahtıldığı ilk günlerden beri
keselilerle yan yana yaşıyor.
Eski Dünya karıncayiyenleri içinde, Afrika ve Asya’da yaşayan, ağaçlara
tırmananlardan tutun da toprağı kazanlara kadar çeşitli biçimler gösteren, hepsi
de uzun hortum-burunlu ve köknar kozalaklarına benzeyen çeşitli pangolin türleri
de var. Ayrıca, Afrika’da tuhaf, kısmen toprağı kazmada uzmanlaşmış yer- ,
domuzu da var. İster keseli ister Monotremata ister memeli olsun, tüm
karıncayiyenleri niteleyen ortak özellik metabolizma hızlarının son derece düşük
olmasıdır. Metabolizma hızı bir hayvanın kimyasal "ateşinin” yanma hızıdır ve
en kolay vücut sıcaklığıyla ölçülür. Memelilerde genel olarak metabolizma hızı
vücut büyüklüğüne bağlıdır. Küçük hayvanların metabolizma hızı yüksektir; tıpkı
küçük otomobillerin motor devrinin büyük otomobillerinkinden fazla olması gibi.
Fakat bazı hayvanların metabolizma hızı büyüklüklerine kıyasla yüksektir; ve
130
ataları ne olursa olsun ya da neye benzerlerse benzesinler, karıncayiyen- lerin
metabolizma hızı büyüklüklerine kıyasla düşüktür. Bunun nedeni pek açık değil,
ancak karınca yeme davranışından başka ortak yönleri olmayan hayvanların
hepsinde görülen bir özellik olması, düşük metabolizma hızının bu davranışla bir
biçimde ilişkili olduğunu gösteriyor.
Karıncayiyenlerin yediği "karıncalar” çoğu kez gerçek karınca değil,
hamamböcekleriyle akraba olan "termitler”dir. Karıncalarsa, arılarla akrabadır.
Termitler yüzeysel olarak karıncalara benzer çünkü onlarla aynı davranışları
benimsemişlerdir. Aslına bakarsanız, aynı davranışlar dizisini demeliyim, çünkü
karınca/termit yaşam biçiminin birçok farklı yönü vardır ve hem karıncalar hem
de termitler bunların çoğunu birbirlerinden bağımsız olarak benimsemişlerdir.
Ortak bir noktaya doğru ilerleyen evrim örneklerinde sık sık görüldüğü gibi,
farklılıklar da en az benzerlikler kadar anlamlıdır.
Karıncalar da, termitler de çoğunluğu kanatsız, kısır işçilerden oluşan büyük
koloniler halinde yaşar. İşçi karıncalar kendilerini yuvadan uçarak yeni koloniler
kurmaya giden kanatlı, döl verebilen sınıfların üretilmesine adarlar. İki tür
arasındaki
ilginç bir farklılık, karıncalarda işçilerin hepsinin kısır dişiler; termitlerdeyse, kısır
erkekler ve kısır dişiler olmasıdır. Hem karınca hem de termit kolonilerinde,
diğerlerinden büyük bir “kraliçe” vardır (bazen birkaç tane); bazen de kraliçenin
abartılı bir büyüklüğe ulaştığı görülür (hem karıncalarda, hem de termitlerde). Her
iki türde de, işçiler arasında askerler gibi özel sınıflar görülebilir. Bazen askerler
öylesine adanmış, öylesine makineleşmişlerdir ki (karıncalarda koca bir çene,
termitlerdeyse kimyasal savaş için silahları vardır), kendi kendilerine yemek
yiyemezler ve asker olmayan işçiler tarafından beslenmek zorunda kalırlar. Belirli
karınca türleri, belirli termit türlerine koşuttur. Örneğin, mantar yetiştirme davranışı
karıncalarda (Yeni Dünya'da) ve termitlerde (Afrika’da) birbirlerinden bağımsız
olarak ortaya çıkmıştır. Karıncalar (ve termitler) sindiremedikleri halde bitki
parçalan toplar ve bunları gübre yaparak üzerinde mantar yetiştirirler. Yedikleri,
kendi yuvalarından başka yerde yetişmeyen işte bu mantarlardır. Mantar yetiştirme
davranışı birkaç kınkanatlı türünde de bağımsız olarak keşfedilmiş ve evrim bu ortak
noktaya ulaşmıştır (bir kereden fazla).
Karıncalar arasında da ortak bir noktaya doğru evrimleşmenin ilginç örnekleri
var. Karınca kolonileri sabit bir yuvada yerleşik yaşar, ancak öyle anlaşılıyor ki,
131
kocaman yağmacı ordular halinde durmadan gezerek de yaşam başarıyla
sürdürülüyor. Buna lejyoner davranışı deniyor. Tüm karınca türleri etrafta dolanır ve
yiyecek toplar, ama çoğu karınca türü kraliçeyle damadın bulunduğu sabit bir
yuvaya beraberlerindeki ganimetle döner. Oysa, gezginci lejyoner davranışının
temel özelliği, ordunun kraliçeyle damadı yanlarında taşımasıdır. Yumurta ve
larvalar işçilerin çenesinde taşınır. Afrika’da "sürücü karıncalar” olarak adlandırılan
karıncalar da lejyoner davranışını benimsemiştir. Orta ve Güney Amerika'daysa,
"ordu karıncaları” davranış ve görünüm olarak sürücü karıncalara çok benzer. Bu iki
karınca çeşidinin yakın akrabalıkları olmadığı ve “ordu” oluşturmayı birbirlerinden
bağımsız benimsedikleri kesin.
Sürücü karıncalar ve ordu karıncaları büyük koloniler halinde arlar; karınca
sayısı ordu karıncalarında bir milyona, sürücü ıncalarda 20 milyona kadar çıkar. Her
ikisinde de göçebe ve •ağan evreler (görece istikrarlı ordugâhlar) birbirini izler. Bu
ıncalar -ya da amip benzeri birimler halinde düşünülmesi ge- ken kolonileriacımasız ve kendi ormanlarında ürkünç avcılar- X. Yolları üzerindeki hayvanlan
paramparça ederler. Terör havası estirmekle nam salmışlardır. Güney Amerika’nın
bazı bölge- ' lerinde köylüler büyük bir karınca ordusunun yaklaştığını haber
aldıklarında, gelenek olarak, her şeylerini fıçılara doldurur, kilitler ve köylerini
boşaltırlar. Ordular, hamamböceklerinin, örüm- celderin ve akreplerin tümünü, hatta
damlardakileri bile temizle- ,, yip gittikten sonra geri dönerler. Çocukluğumda
Afrika’dayken sürücü karıncalann beni aslanlar ya da timsahlardan daha çok ;
korkuttuğunu anımsarım. Sociobiology nin (Sosyobiyoloji) yazarı ve dünyanın en
önde gelen karınca otoritesi Edward O. Wil- son'un şu sözleri bu korkunç ünü daha
iyi anlatacak:
Karıncalarla ilgili olarak bana çok sık sorulan tek bir soru var ve yanıtım şu:
Hayır, sürücü karıncalar ormanın teröristleri değil. Sürücü karınca kolonisi
ağırlığı 20 kilogramı geçen,
20
milyon kadar ağız ve iğneye sahip bir
“hayvan"; ve böcekler dünyasının en korkunç yaratığı olmasına karşın,
aslında kendisi için anlatılan dehşet öykülerini hak etmez. Bu sürü bir metre
yolu ancak ve ancak üç dakikada gidebilir. Değil bir insan ya da bir fil, işini
bilen bir çalı faresi bile kenara çekilip, otların köklerindeki bu çılgınlığı
rahat rahat seyredebilir. Urkünçlüğünden çok, tuhaf, insanı hayrete düşüren
bir nesne; memelilerinkinden farklı bir evrim öyküsü; yeıyüzünde böyle bir
132
öyküyü tasarlamak ne kadar olanaklıysa...
Artık bir yetişkin olduğumda, Panama’da, bir kenara çekildim ve Afrika’dayken
çok korktuğum o sürücü karıncaların
Yeni Dünya’daki karşılıklarının çatırdayan bir nehir gibi yanımdan akıp gitmesini
seyrettim. Tuhaf, insanı hayrete düşüren bir şey olduğuna yemin edebilirim. Saatler
boyu ordular toprağın ve birbirlerinin üstünden yürüyerek geçtiler ve ben kraliçeyi
bekledim. Sonunda geldi; görkemliydi. Vücudunu görmek imkânsızdı. Yalnızca
çılgın bir işçi dalgası olarak görünüyordu, kolları birbirine geçmiş karıncaların
oluşturduğu, kaynayan bir sığamsal bir top. Kraliçe kaynaşan bu topun ortasında bir
yerdeydi. Etrafı da tehditkâr yüzlerini dışarıya dönmüş, çenelerini sonuna dek
açmış, kraliçelerini savunmak üzere öldürmeye ve ölmeye hazır dizi dizi askerlerle
sarılmıştı. Dayanamadım: Kraliçeyi ortaya çıkarmak amacıyla -heyhat!- elime uzun
bir sopa alarak işçiler topunu dürtükledim. Anında, 20 asker o müthiş kaslı çenelerini
sopama gömdü, asla bırakmamak üzere; ve onlarcası yukarı tırmanmaya başladı.
Hemen sopayı attım elimden.
Kraliçeyi bir an olsun göremedim, ama orada, o kaynayan topun içerisindeydi,
biliyorum: merkez veri bankası, tüm koloninin DNA hâzinesi. Bu askerler
kraliçeleri için ölmeye hazırdılar, analarını çok sevdiklerinden değil, vatanseverlikle
dolu olduklarından da değil, yalnızca ve yalnızca çeneleri ve beyinleri kraliçenin
tuğrasıyla mühürlenmiş genler tarafından yapıldığı için. Cesur askerlerdi, çünkü
atalar boyu hayatları ve genleri kendileri kadar cesur askerler tarafından korunmuş
kraliçeler soyunun genlerini miras almışlardı. O eski askerler genlerini kendi
kraliçelerinden almıştı, benim gördüğüm askerler de aynı genleri kendi
kraliçelerinden almışlardı. Benim askerler, koruma görevlerini yapmalarını sağlayan
talimatların asıl kopyalarını koruyorlardı. Atalarının bilgeliğini, Ahit Sandığı’nı
koruyorlardı. Bu tuhaf sözler bir sonraki bölümde açıklanacak.
Orada tuhaflığı duyumsadım, şaşkınlığı yaşadım; duygularım yarım yamalak
anımsadığım korkuların canlanmasıyla karıştı. Çocukluğumda, Afrika’da, nedenini
niyesini bilemediğim gösterinin yaşattığı korku değişmiş, olgun bir anlayışla
zenginleşmişÜstelik biliyordum ki, orduların bu öyküsü aynı evrimsel ktaya bir değil, iki kez
ulaşmıştı. Bunlar çocukluk kâbusları- sürücü karıncaları değil, onların Yeni
Dünya’daki uzak
a
benzer kuzenleriydi. Sürücü karıncalarla aynı şeyleri, aynı
133
enlerle yapıyorlardı. Sonunda gece oldu, eve döndüm: şaş- ı fakat karanlık
Afrika korkularını silip atan yeni bir anlayışla mutlu...
134
f
V. Bölüm
Güç ve Arşivler
G
ökten DNA yağıyor. Oxford kanalının kıyısında, bahçemin dibinde koca
bir söğüt ağacı var ve havaya tüylü tohumlar saçıyor. Esintinin yönü
değişip duruyor ve tohumlar her yana dağılıyor. Kanal boyunca yukarı
ve aşağı doğru, dürbünümün erişebildiği her yerde, su bembeyaz, yüzen
pamukçuklarla bezenmiş. Diğer yönlerde, toprağın da pamukçuklarla kaplandığına
şüphe yok. Büyük oranda selülozdan yapılmış bu pamukçuklar DNA’yı, yani genetik
bilgiyi içeren ufacık kapsülü koruyor. DNA içeriği bu toplamın küçücük bir parçası.
Öyleyse neden selüloz değil de DNA yağıyor dedim? Önemli olan DNA da ondan.
Selüloz pamukçuklar, daha hacimli olmalarına karşın, sonradan çöpe atılacak bir
paraşüt. Tüm gösteri, pamukçuklar, söğüdün çiçekleri, ağaç, hepsi tek bir işe yarıyor:
DNA’nın etrafa dağıtılması. Herhangi bir DNA değil, yeni bir pamuklu tohum nesli
üretecek söğüt ağaçlan oluşturmak için gereken özel, şifrelenmiş talimatları içeren
DNA. Bu pamukçuklar sözcüğün tam anlamıyla kendilerini yeniden üretmek için
talimat dağıtıyor. Pamukçuklar var çünkü ataları aynı işi yapmada başarılı olmuş.
Gökten talimat yağıyor; program yağıyor; ağacın büyümesi, pamukçukların dağıtımı,
algoritmalar yağıyor. Bu metafor değil, gerçeğin ta kendisi, aşikâr gerçek. Gökten
bilgisayar disketleri yağsaydı daha aşikâr olamazdı.
136
Apaçık ve gerçek, ama bu gerçek anlaşılalı çok uzun zaman olmadı. Çok değil,
birkaç yıl önce, cansızlarla kıyaslandığında canlılann hangi açıdan özel olduğunu bir
biyoloğa sorduğunuzda, hemen hepsi protoplazma denilen özel bir maddeden söz
açardı. Protoplazma, derlerdi, başka maddelere benzemez; canlıdır, titreşir, uzar, kalp
gibi atar, tepki verir; canlı bir vücudu alıp gittikçe küçülen parçalara ayırırsanız,
sonunda saf protoplazmaya ulaşırsınız. Geçen yüzyılda, Arthur Conan Doyle’un
roman kahramanlarından Profesör Challenger’m gerçek hayattaki bir benzeri
okyanus dibindeki balçığın saf protoplazma olduğunu düşünmekteydi. Ben
ilkokuldayken, büyüklerin ders kitaplarının yazarları hâlâ protoplazma anlatırdı.
Aslına bakarsanız, o zamanlar doğruyu bilmeleri gerekiyordu. Artık bu sözcüğü
görmüyor, duymuyor sunuz. Protoplazma, flojiston ve evrensel esir kadar ölü.
Canlıların yapıldığı maddelerin hiçbir özelliği yok. Canlılar, bütün diğer şeyler gibi,
moleküllerden oluşuyor.
Özel olan, bu moleküllerin cansız nesnelerin moleküllerinden çok daha karmaşık
düzenlemelerle bir araya gelmeleri ve bunun organizmaların kendi içlerinde
taşıdıkları, gelişimin nasıl olacağmı belirleyen programları, talimatları izleyerek
yapılması. Belki gerçekten titriyor, uzuyor, kalp gibi atıyor ve tepki veriyorlar ve
“yaşayan” bir sıcaklıkla panldıyorlar; ama bu özelliklerin hepsi doğal olarak ortaya
çıkıyor. Tüm canlıların
erkezinde yatan
bir ateş, sıcak bir nefes ya da “yaşam kıvılcı- " değil- Tüm canlıların
merkezinde yatan şey bilgi, sözcükler, imatlar. Bir metafor arıyorsanız ateş, kıvılcım
ve nefesi boş ■rin. Bunların yerine, kristal tabletler üzerine kazınmış birbirinden
ayrı, bir milyar sayısal karakter düşünün. Yaşamı anlarsak istiyorsanız, titreyen,
uzayan pelteler ve balçıklar düşünmeyin; bilişim teknolojisini düşünün. İşte bir
önceki bölümde, kraliçe andan merkez veri bankası diye söz ederken ima ettiğim
buydu.
İleri bir bilişim teknolojisinin temel gereği, çok sayıda bellek konumu olan bir
çeşit depolama ortamıdır. Her konum birbirinden farklı durumlardan bir tanesinde
olabilmelidir. Bu, dünyada en fazla kullanılan sayısal bilgi teknolojisi için geçerli.
Ana- log bilgiye dayalı bir başka bilişim teknolojisi daha var. Sıradan bir gramofon
plağı üzerindeki bilgi, analogdur. Bu bilgi dalgalı bir oluk üzerine kaydedilir. Çağdaş
bir lazer diske (buna ne yazık ki çoğu kez “kompakt disk" deniyor ama bu ad hiçbir
şey ifade etmiyor) kaydedilen bilgiyse sayısaldır; her biri ya kesinlikle var olan ya da
kesinlikle var olmayan bir dizi ufacık çukur biçiminde kaydedilmiştir, arası yoktur.
Sayısal bir sistemin ta- nısal özelliği budur: Sistemin temel öğeleri, arada ara-yol
veya ara-durumlar olmaksızın, ya kesinlikle bir durumda ya da kesinlikle bir başka
137
durumdadır.
Genlerdeki bilgi teknolojisi sayısaldır. Bu, geçen yüzyılda Gregor Mendel
tarafından bulundu; gerçi kendisi böyle ifade etmezdi ya, her neyse... Mendel bizim
her bir özelliğimizin anne ve babamızın özelliklerinin bir karışımı olmadığını
gösterdi. Bizler mirasımızı birbirinden ayrı parçacıklar halinde alıyoruz. Her bir
parçayı miras olarak alırız ya da almayız. Aslında, ye- ni-Darwinciliğin
kurucularından R. A. Fisher’in de dediği gibi, parçacıklı kalıtım gerçeği, eşey
konusunu her düşündüğümüzde gözümüzün önündeydi, ama biz göremiyorduk.
Cinsiyetimizi belirleyen ebeveynlerin biri erkek biri de dişidir, ama bizler bunları
karıştırıp erdişi (hermafrodit) olmayız; ya erke-
138
gizdir ya da dişi. Yeni doğan her bebeğin dişi ya da erkek olma olasılığı eşittir,
fakat bebekler bu özelliklerin yalnızca birini alır, ikisini birleştirmez. Artık kalıtsal
parçacıklarımızın her biri için aynı şeyin doğru olduğunu biliyoruz. Kalıtsal parçacıklar birleşmiyor, karışmıyor; nesiller boyunca düzenlenir ve yeniden düzenlenirken
ayrı ayrı olma özelliklerini koruyorlar. Genetik birimlerin vücut üzerindeki etkilerini
gözlediğimizde sık sık bir karışma varmış gibi görünüyor elbette. Uzun birisi kısa
birisiyle ya da bir zenci bir beyazla çiftleştiğinde, çocukları genelde ikisinin arasında
bir yerde oluyor. Fakat bu karışma görünümü yalnızca vücut üzerindeki etkilerde
gözleniyor ve nedeni de çok sayıda parçacığın etkilerinin toplanıyor olması.
Parçacıkların kendileri bir sonraki nesle ayrı ayrı aktarılıyorlar.
Karışımla kalıtım ve parçacıklı kalıtım arasındaki ayrım evrim yaklaşımlarında
hep çok önemli olmuş. Darvvin’in zamanında herkes (manastırında inzivada yaşayan
ve ölümünden çok sonraya dek göz ardı edilen Mendel dışında) kalıtımın karışımla
olduğunu düşünüyordu. Fleeming Jenkin adında bir Iskoç mühendis karışmalı
kalıtım kuramının, evrim kuramında doğal seçilim olamayacağını gösterdiğine işaret
etti. Ernst Mayr, Jenkin'in makalesinin “fen bilimcilerin olağan önyargılarını ve yanlış anlamalarını temel aldığını” söylüyor -hem de hiç nazik olmayan bir biçimde.
Ancak, Jenkin’in savı Darvvin’i yine de epey huzursuz etti. Bu sav, bir deniz kazası
sonucu “zenci yerlilerin” yaşadığı bir adaya düşen beyaz adam öyküsünde çok renkli
bir biçimde anlatılıyor:
beyaz adama yerli karşısında sahip olabileceği tüm üstünlükleri verelim;
yaşam mücadelesinde beyaz adamın uzun bir hayat sürdürme şansının yerli
şeflerden çok daha fazla olacağını düşünelim; yine de bu varsayımlar bizi,
sınırlı ya da sınırsız sayıda nesil sonrasında adadakilerin tümünün beyaz
olacağı sonucuna götürmez. Kazazede kahramam- mız büyük olasılıkla kral
olacaktır; hayatta kalabilmek için bir sürü yerli öldürmek zorunda kalacaktır;
uyruğundaki- ler birer bekar olarak yaşayıp ölürken onun bir sürü karısı ve
çocuğu olacaktır... Beyaz adamımızın nitelikleri onu uzun yıllar yaşatacaktır,
ancak kaç nesil geçerse geçsin uyruğunun çocukları beyaz olmayacaktır. İlk
nesilde, ortalama zenciden daha üstün zekâlı birkaç düzine melez olacaktır.
Birkaç nesil boyunca tahtta buğday tenli krallar oturmasını bekleyebiliriz.
Fakat adanın tüm nüfusunun yavaş yavaş beyaz, hatta buğday tenli olacağına;
ya da adalıların kahramanımızın çok sayıda zenci öldürmesini ve çok sayıda
çocuk sahibi olmasını mümkün kılan enerji, yüreklilik, zekâ, sabır, özdenetim,
dayanıklılık gibi niteliklerini edineceğine kim inanır? O nitelikler ki, yaşam
müca- delesince seçilmiştir; tabii bir şeyler seçiliyorsa...
Beyazların üstünlüğüne ilişkin ırkçı varsayımlara takılıp kalmayın. Tıpkı
günümüzde insan hakları, insanın asaleti ve insan yaşamının kutsallığı gibi
türcü varsayımlarımızın tartışmasız kabul edildiği gibi, Jenkin ve Darwin’in
zamanında da beyazların üstünlüğü tartışılmazdı. Jenkin’in savım daha yansız bir
benzeşimle yeniden sözcüklere dökmeye çalışalım. Beyaz boyayla siyah boyaya
karıştırdığınızda, gri boya elde edersiniz. Gri boyayla gri boyayı karıştırırsanız,
başlangıçtaki beyazı ya da siyahı geri kazanamazsınız. Boyaların karıştırılması,
M.endel-ön- cesi kalıtım görüşünden pek farklı değil; bugün bile popüler kültür,
kalıtımı sık sık “kanların” karışması olarak ifade eder. Jenkin'in savı kanın
bozulmasına ilişkin bir sav. Karışmalı kalıtım varsayımıyla, nesiller geçtikçe
çeşitlilik bozulur. Bir örneklik gittikçe yayılır. Sonunda, doğal seçilimin üzerinde
çalışabileceği hiçbir çeşitlilik kalmaz.
Bu sav o zamanlar mantıklı görünmüş olmalı. Ancak yalnızca doğal seçilime
değil, kalıtımın göz ardı edemeyeceğimiz gerçeklerine de karşı çıkıyor! Nesiller
geçtikçe çeşitliliğin kaybolduğu doğru değil. İnsanlar bugün birbirlerine anneanne
ve büyükbabalarının zamanındakinden daha çok benzemiyorlar. Çe. şitlilik
korunuyor. Seçilimin üzerinde çalışabileceği bir çeşitlilik havuzu var. 1908’de W.
Weinberg bunu matematiksel olarak vurguladı. Sıradışı matematikçi G. H. Hardy de
Weinberg’den bağımsız olarak aynı noktaya işaret etti. (Yeri gelmişken anlatayım;
okuduğu üniversitenin -aynı zamanda benim de üniversitem- bahis kitabında
yazılanlara göre, bir arkadaşı Hardy yi iddiaya çağırmış: "Ölümüne dek
kazanacaklarının tümüne karşı yarım peniye bahse girerim ki, yarın güneş doğacak! ”
Hardy bahsi kabul etmiş.) Ancak Mendel'in parçacıktı genetik kuramını kullanarak
Fleeming Jenkin’e tam bir yanıt verebilenler, çağdaş popülasyon genetiğinin
kurucuları R. A. Fisher ve çalışma arkadaşları oldu. Bu o zamanlar kaderin bir cilvesi
olarak görüldü, çünkü, XI. Bölüm’de göreceğimiz gibi, yirminci yüzyılın başlarında
Mendel’in önde gelen takipçileri kendilerini Dar- win-karşıtı sayıyorlardı. Fisher ve
arkadaşları Darvvinci seçilimin mantıklı olduğunu gösterdiler. Evrim sürecinde
değişen şey, birbirinden ayrı kalıtsal parçacıkların, yani her biri bireyin vücudunda
ya var olan ya da olmayan genlerin göreli sıklığı olarak alındığında, Jenkin’in sorunu
gayet kolayca çözülüyordu. Fisher sonrasında Danvinciliğe yeni-Darwincilik dendi.
Bu sayısal yapı genetik bilgi teknolojisi için doğru olan rastlantısal bir gerçek değil
yalnızca. Sayısallık büyük olasılıkla Darvvinciliğin işleyişi için gerekli bir önkoşul.
Elektronik teknolojimizde, birbirinden ayrı sayısal noktaların yalnızca iki durumu
vardır. Bunlar alışılagelmiş biçimde 0 ve 1 olarak gösterilir, ancak yüksek ve düşük,
açık ve kapalı, aşağı ve yukarı olarak da düşünebilirsiniz. Önemli olan, birbirlerinden
ayırt edilebilir olmaları ve bu durumların bir şeyleri etkileyebil- meleri için
140
yapılarının “okunabilir” olmasıdır. Elektronik teknolojide l’leri ve O'lan kaydetmek
için çeşitli ortamlar kullanılır: manyetik diskler, manyetik bant, delildi kart ve
bantlar; içlerinde çok sayıda, küçük yarıiletken birimler bulunan entegre çipler...
Söğüt tohumları, karınca ve tüm diğer canlı hücrelerdeki ana kayıt ortamıysa
elektronik değil kimyasaldır. Belirli tür moleküllerin “polimerleşme”, yani uzunluğu
belirsiz, uzun zincirler halinde birleşme yeteneği kullanılır. Birçok farklı polimer
çeşidi vardır. Örneğin, “polietilen”, etilen dediğimiz küçük bir molekülün uzun bir
zinciridir: polimerleşmiş etilen. Nişasta ve selüloz polimerleşmiş şekerlerdir. Bazı
polimerler, etilen gibi tek bir küçük molekülün birörnek zincirleri değil de, iki ya da
daha fazla, farklı küçük molekülün oluşturduğu zincirlerdir. Böylesi bir zincirse
heterojendir(ayrıcinsten) ve bilgi teknolojisi için kullanımı olanaklı hale gelmiştir.
Zincirde iki çeşit küçük molekül varsa, bunları
1
ve
0
olarak düşünebilir ve zincirin
yeterince uzun olması koşuluyla her türden, her çeşit bilgiyi kaydedebiliriz. Canlı
hücrelerin kullandığı özel polimerlere polinükle- otit diyoruz. Hücrede iki ana
polinükleotit çeşidi var; kısa adlarıyla DNA ve RNA. Bunların ikisi de nükleotit adı
verilen küçük moleküllerin zincirleridir. Hem DNA hem de RNA dört farklı
nükleotitten oluşan heterojen zincirlerdir. İşte bilgi kaydının yapılmasını olanaklı
kılan da budur. Canlı hücrelerin bilgi teknolojisi iki durum
(1
ve 0) yerine, dört
durum kullanır: Bunlara A, T, C ve G diyelim. İlke olarak, bizimki gibi ikili bir bilgi
teknolojisiyle canlı hücreninki gibi dörtlü bir bilgi teknolojisi arasında pek az bir fark
var.
I. Bölüm un sonunda belirttiğim gibi, tek bir insan hücresinde 30 ciltlik
Encyclopaedia Britannica'mn tümünü üç dört kez kaydedebilecek bilgi kapasitesi
vardır. Söğüt tohumu ya da karınca için söz konusu sayıyı bilmiyorum fakat aynı
sersemletici mertebeden olacaktır. Tek bir zambak tohumunda ya da tek bir
semender sperminde Encyclopaedia Britannicayı baştan aşağı 60 kez kaydedecek
depolama kapasitesi vardır. Haksız yere “ilkel” olarak anılan amiplerin
DNA’sındaysa 1000 Encyclopaedia Britannica dakı kadar bilgi bulunur.
İnsan hücrelerindeki genetik bilginin yalnızca yüzde birinin kullanılıyor olması
şaşırtıcıdır: kabaca Encyclopaedia Britanni-
canın tek bir cildi kadar. Geri kalan yüzde 99’un neden orad olduğunu kimse
bilmiyor. Daha önceleri yazdığım bir kitapta bu yüzde
99 'luk
kısmm asalak
olabileceği ve yüzde İlik kısmı harcadığı emekten otlanıyor olabileceği düşüncesini
ortaya al iniştim. Moleküler biyologlar son yıllarda “bencil DNA” adır verdikleri bu
kurama
ilgi
duymaya
hücresininkinden
1000
başladılar.
Bir
bakterini;
bilgi
kapasitesi
insan
kez daha azdır; v muhtemelen bakteri bu kapasitenin hepsini
kullanır: Asalakla için pek yer yoktur. Bakterinin kapasitesi Yeni Ahit'in yalnızc tek
bir kopyasını taşıyabilir!
Günümüz genetik mühendisleri artık bir bakterinin DNA’sı na Yeni Ahit’i ya da
başka herhangi bir şeyi yazabilecek tekno lojiyi ellerinde tutuyorlar. Bir bilgi
teknolojisindeki simgeleriı “anlamı” keyfi seçilir. Dolayısıyla, bizim 28 harfli
alfabemiziı harflerine (büyük ve küçük harflere ve hatta noktalama işaret lerine)
DNA’nın 4 harfli
alfabesindeki
kombinasyonlardan
-di
yelim ki,
üçlü
kombinasyonlardan- simgeler belirlememiz içir bir neden yok. Ne yazık ki,
bakterinin içine Yeni Ahit’i yazma! beş yüzyıl kadar alacaktır; bu yüzden de
kimsenin bu işle ilgile neceğini sanmıyorum. Varsayalım ki, birileri bunu yaptı;
bakte rinin üreme hızı o denli fazladır ki, tek bir günde Yeni Ahit'ir
10 milyon kopyası çıkartılabilir. İnsanlar DNA alfabesini okumayı bilselerdi, bu bir
misyonerin en büyük düşü haline gelirdi Tabii bir de bakterideki karakterler öylesine
küçük ki, Yen Ahit'in 10 milyon kopyası bir topluiğne başının yüzeyinde ayn anda
dans edebilirdi.
Alışılagelmiş yaklaşım elektronik bilgisayar belleğini ROM ve RAM olarak
sınıflandırır. ROM, “read only memoıy", salı okunur bellek demektir; yani “bir kez
yaz birçok kez oku” belleğidir. 0’larm ve İlerin düzeni imalat sırasında “yazılır” ve
bundan sonra da değiştirilemez. Bellek ömrü boyunca aynı kalır ve buradaki bilgi
sayısız kereler okunabilir. RAM adı verdiğimiz diğer bellek ise, hem “üzerine
yazılabilir” hem de okunabilir (bu pek de zarif olmayan bilgisayar jargonuna
oldukça çak alışılıyor). Dolayısıyla, RAM, ROM’un yaptığı her şeyi ve tta daha fazlasını
yapıyor. RAM kısaltmasının açık anlamı rultıcı, bu nedenle sözünü etmiyorum.
RAM'de önemli olan, u belleğin istediğiniz yerine, istediğiniz kadar, istediğiniz değende O’lar ve l’ler yerleştirebilmenizdir. Bilgisayar belleğinin J,üyük bir kısmı
RAM'dir. Ben yazdıkça, bu sözcükler doğrudan RAM’a gidiyor. Her şeyi denetleyen
sözcükişlemci program da RAM’de; fakat kuramsal olarak ROM’a yazılabilir ve
sonra da değiştirilmez. ROM, tekrar tekrar gereksinme duyulacak, isteseniz bile
değiştiremeyeceğiniz standart programlar için kullanılıyor.
DNA, ROM'dur. Milyonlarca kere okunabilir fakat üzerine bir kere yazılabilir -ilk
142
imal edildiğinde, içinde bulunduğu hücrenin doğumunda. Bir bireyin hücrelerindeki
DNA bir kez "yazılır” ve o bireyin hayatı boyunca, çok ender gelişigüzel bozunmalar dışında, değişmez. Fakat DNA kopyalanabilir. Bir hücrenin her
bölünüşünde DNA kendisinin tıpkısını yapar. A, T, C ve G nükleotitlerinin düzeni,
bir bebeğin büyümesi sırasında yapılan trilyonlarca yeni hücrenin her birinin
DNA’sma aslına sadık kalınarak kopyalanır. Yeni bir birey döllendiğinde, yeni ve bir
başka eşi olmayan veriler DNA ROM’una “yazılır”; birey bundan sonraki hayatını
tüm hücrelerine kopyalanacak bu verilerle geçirecektir (DNA’sının gelişigüzel bir
yarısının kopyalandığı eşey hücreleri dışında, ki bunu daha sonra göreceğiz).
Bilgisayardaki belleğin tümünün, ister RAM olsun ister ROM, belirli bir adresi
vardır. Bu, bellekteki her konumun bir adı olduğu anlamına gelir: Adres, genellikle
bir sayıdır, ama başka bir şey de olabilir. Belleğin bir konumunun adresi ile
içindekiler arasındaki ayrımı anlayabilmek çok önemli. Her konum adresiyle
belirlenir. Örneğin, bu bölümün admın ilk üç harfi "GÜÇ”, toplam 65.536 RAM
konumu olan bilgisayarımın 6446, 6447 ve 6448 konumlarında bulunuyor. Başka bir
zamanda bu üç konumun içeriği farklı olacak. Bir konumun içeriği, o konuma en son
yazılmış olan şeylerden oluşur. Her ROM konumunun da bir adresi ve bir içeriği
vardır, ancak RAM ile arasındaki fark, ROM’da bu içeriğin asla değişmeyecek
olmasıdır.
DNA, ipliksi kromozomlar üzerinde yerleşmiştir; tıpkı uzun bilgisayar bantları
gibi. Hücrelerimizin her birindeki DNA’nın tamamının bilgisayar ROM’u ya da
bandındaki gibi bir adresi vardır. Bilgisayar belleğinde olduğu gibi, DNA üzerinde
bir adresi belirlemek için kullandığımız rakamlar ya da adlar keyfi seçilmiştir.
Önemli olan, benim DNA’mdaki belirli bir konumun, sizin DNA’nızdaki belirli bir
konuma karşılık gelmesidir: İki konumun adresleri aynıdır. Benim DNA'mm 321762
konumundaki içerik sizin DNA’nızın 321762 konumundakiyle aynı olabilir de,
olmayabilir de. Fakat 321762 konumu benim hücrelerimde de, sizinkilerde de aynı
yerdedir. Burada “yer" dediğimde, belirli bir kromozom üzerindeki bir yeri
kastediyorum. Kromozomun hücre içindeki tam yeri önemli değildir. Aslında
kromozom hücre içinde yüzer ve fiziksel yeri değişir, ama bilgisayar bandı düzenli
sarılmayıp yerde dağınık durduğunda bile bant üzerindeki her konumun yerinin belli
olması gibi, kromozom üzerindeki her konumun da çizgisel sırası bellidir. Biz insanların tümünde aynı DNA adresleri var, ancak bu adreslerin içeriklerinin aynı
olması gerekmiyor. İşte, birbirimizden farklı olmamızın nedeni bu.
Diğer türlerin adresleri bizimkilerle aynı değil. Örneğin, bizde 46 kromozom
varken şempanzelerde 48 tane var. Türler arasında kromozom konumlarının
içeriklerini adreslerine bakarak karşılaştırmak mümkün değil, çünkü adresler bire bir
143
karşılık gelmiyor. Bununla birlikte, şempanzeler ve insanlar gibi yakın akraba olan
türlerde, birbirine bitişik konumlardan oluşan çok sayıda bölgenin ortak olduğu
görülüyor. Bu ortaklıkların sayısı öylesine fazla ki, iki tür için aynı adres sistemini
kullanamıyor olmamıza karşın, bu benzer bölgeleri temelde aynı kabul edebiliriz. Bir
türü tanımlayan, tür üyelerinin tümüDNA’larında aynı adres sisteminin olmasıdır. Birkaç siz istisna dışında,
tüm üyelerin kromozom sayısı aynıdır iıir kromozom üzerindeki her
konumun adresi, türün tüm r üyelerinde aynı kromozomun aynı
konumunun adresiyle Ldır. Bir türün üyeleri arasındaki farklılık yalnızca
bu ko- ’arın içeriği olabilir.
-ıŞimdi farklı bireylerdeki DNA içeriği arasındaki farkhhkla- nasıl oluştuğunu
anlatacağım, fakat yalnızca bizim gibi yli üreme yapan türlerden söz ettiğimi
vurgulamalayım. Bi- sperm ve yumurtalarımızın her birinde 23 kromozom var- •.
Benim spermlerimden bir tanesindeki adresli konumların Jjgr biri için, diğer
spermlerimin ve sizin spermlerinizin (ve yu- ’ murtalannızın) her birinde belirli
adresli bir konum vardır. Diğer hücrelerimin hepsinde 46 kromozom vardır -çift
sayı. Bu hücrelerin her birinde adresler iki kez kullanılır. Her hücrede iki tane
kromozom 9 vardır; dolayısıyla kromozom 9 üzerindeki konum 7230’dan hücre
içinde iki tane bulunur. Bu iki konumun içeriği aynı olabilir de, olmayabilir de; tıpkı
türün diğer üyeleri için dediğimiz gibi. 46 kromozomlu bir vücut hücresinden 23
kromozomlu bir sperm yapıldığında, sperm her adresli konumun iki kopyasından
yalnızca birini alır. Hangi kopyanın alındığı rastlantısaldır diyebiliriz. Aynı şey
yumurtalar için de geçerlidir. Bunun sonucu olarak, üretilen her yumurta ve sperm,
konumların adresleme sistemleri bir türün bütün üyelerinde aynı olmasına karşın,
içerikleri açısından tektir ve bir benzeri yoktur (bizi ilgilendirmeyen istisnalar
dışında). Sperm, yumurtayı döllediğinde, 46 kromozom tamamlanır; ve gelişmeye
başlayan dölütün hücrelerinin hepsinde bu 46 kromozom kopyalanır.
ROM'a yalnızca ilk imal edildiğinde yazılabildiğini söylemiştim; bu, zaman
zaman kopyalama sırasında görülen rastlantısal yanlışlıklar dışında DNA için de
doğrudur. Fakat bir anlamda, türün tümünün ROM'larmın oluşturduğu kolektif veri
bankasına yazılabildiğini söyleyebiliriz. Tür bireylerinin hayatta kalabilmesi (ki bu
rastlantısal bir olgu değildir) ve üreme işlevindeki başarıları sonucunda, nesiller
geçtikçe, türün kolektif genetik belleğine iyileştirilmiş hayatta kalabilme talimatları
"yazılır”. Bir türün evrimsel değişimi, büyük oranda, her adresli DNA konumundaki
çeşitli olası içeriklerin her birinin kopya sayısında nesiller geçtikçe oluşan
değişimlerdir. Kuşkusuz, her kopyanın bir bireyin vücudunda olması gerekiyor.
Fakat evrim sürecinde önemli olan, her adresin olası içeriklerinin popülasyon
144
içindeki sıklıklarının değişmesidir. Adresleme sistemi aynı kalır, fakat yüzyılların
geçmesiyle konum içeriklerinin istatistiksel profili değişir.
Kırk yılın başı, adresleme sisteminin de değiştiği olur. Şempanzelerde 24 çift,
bizde de 23 çift kromozom var. Şempanzelerle bizim atamız ortak; öyleyse, bizim ya
da şempanzelerin atalarının birinde kromozom sayısında bir değişiklik olmuş olmalı.
Ya biz bir kromozom kaybetmişiz (iki kromozom birleşmiş) ya da şempanzeler bir
kromozom kazanmış (bir kromozom ikiye ayrılmış): Kromozom sayısı ana
babasınınkinden farklı en az bir birey ortaya çıkmış olmalı. Genetik sistemin
bütününde zaman zaman başka değişimler de görülür. İleride göreceğimiz gibi,
zaman zaman şifre tümüyle farklı kromozomlara kopyalanabilir. Bunu biliyoruz,
çünkü kromozomların etrafına dağılmış, birbirinin aynısı, uzun DNA iplikleri buluyoruz.
Bilgisayar belleğinde belirli bir noktadaki bilgi okunduğunda, iki şeyden biri olur.
Bu bilgi ya bir başka yere yazılabilir ya da bir biçimde "eyleme” geçirilir. Bir başka
yere yazılması, bilginin kopyalanmasıdır. DNA'nm bir hücreden yeni bir hücreye,
DNA üzerindeki bölgelerin de bir bireyden bir başka bireye, yani çocuğuna
kopyalanabildiğim gördük. “Eylem” ise çok daha girift. Bilgisayarlarda, program
talimatlarının yürütülmesi bir çeşit eylem biçimi. Benim bilgisayarımm ROM’unda,
konum 64489, 64490 ve 64491, birlikte ele alınıp talimat olarak yorumlandıklarında
bilgisayarın küçük hoparlöründe “bip" sesi
145
çıkartan belirli bir içerik -O'lar ve l'ler- taşıyorlar: 10101101
00110000
11000000. Bu
bit düzeninin gürültüye ilişkin içsel bir anlamı yok. Bu şifrede hoparlör üzerindeki
etkisinin ne olacağını gösterecek hiçbir ipucu yok. Bilgisayarın geri kaltın kısmının
yapılış biçimi, bu etkiyi veriyor. Tıpkı bunun gibi, DNA’nın dört harfli şifresinin de
etkileri var -örneğin, davranış ya da göz rengi üzerinde- fakat bu etkiler DNA
şifresinin içsel bir özelliği değil. Bu etkiler dölütün gelişme biçiminin bir sonucu
olarak kendini gösteriyor; gelişme biçimi de DNA’nın diğer kısımlarındaki şifreden
etkileniyor. Genler arasındaki bu etkileşim, VII. Bölüm un konusu olacak.
DNA şifresinin eyleme geçebilmesi için önce simgelerinin bir başka ortama
çevirisinin yapılması gerekiyor. DNA simgeleri önce kendilerine karşılık gelen RNA
simgelerine dönüştürülüyor. RNA’nın da dört harfli bir alfabesi var. Buradan da
polipeptit ya da protein adı verilen farklı bir polimere çevirisi yapıhyor. Bu polimere,
poliaminoasit de diyebiliriz, çünkü temel birimleri aminoasitlerden oluşuyor.
Canlıların hücrelerinde 20 çeşit aminoasit var. Biyolojik proteinlerin tümü bu 20 temel yapıtaşından yapılmış zincirler aslında. Aminoasit zincirleri olmalarına karşın,
proteinlerin çoğu uzun, iplik gibi kalmıyor. Her zincir, girift bir düğüm halinde
kıvrılıyor; bu düğümün biçiminiyse aminoasitlerin dizilişi belirliyor. Dolayısıyla,
belirli bir aminoasit dizisi için bu düğümün biçimi hep aynı oluyor. Aminoasitlerin
dizisini belirleyense, DNA’nm belirli bir parçasındaki şifre simgeleri (RNA ise arada
şifreyi iletiyor). Öyleyse, bir proteinin üçboyutlu, kıvrılmış biçimi, DNA’nın şifre
simgelerinin tek boyutlu dizilimi tarafından belirleniyor.
Çeviri işlemi, meşhur, üç harfli sözcüklerle yazılmış “genetik şifreyi” kapsıyor.
Bu, 64 ( 4 x 4 x 4 ) olası DNA (ya da RNA) üçlüsünün her birinin
20
aminoasitten
birine ya da “okumayı durdur” simgesine çevirisinin yapıldığı bir sözlük. “Okumayı
durdur" simgelerinden -noktalama işaretleri- üç tane var. Amino- asitlerin çoğuna
birden fazla üçlü karşılık gelebiliyor (64 üçlüye karşılık yalnızca
20
aminoasit
olmasından bunu tahmin etmişsinizdir) . Değişmez bir dizilimi olan DNA ROM’dan
kesinlikle değişmez üçboyutlu bir biçimi olan proteine dek tüm çeviri işlemi, müthiş
bir sayısal bilgi teknolojisi şöleni. Genlerin vücudu etkileyişinin bundan sonraki
adımlarıysa bilgisayara daha az benziyor.
Her canlı hücre, hatta tek bir bakteri hücresi bile, devasa bir kimyasal madde
fabrikası olarak düşünülebilir. DNA düzeni, yani genler, protein moleküllerinin
üçboyutlu biçimini değiştirerek bu kimya fabrikasındaki olayların akışını etkiler.
Devasa sözcüğünün bir hücre için uygun olmadığı düşünülebilir, özellikle de bir
topluiğnenin başına
10
milyon bakteri hücresinin sı- ğıcağı düşünülünce. Fakat bu
hücrelerin her birinin tüm Yeni Ahit metnini taşıyabileceğini de hatırlayacaksınız;
bunun da ötesinde, içerdiği karmaşık makinelerin sayısıyla ölçüldüğünde, hücre
gerçekten de devasadır. Her makine, belirli bir DNA parçasının etkisiyle yapılmış,
büyük bir protein molekülüdür. Enzim adı verilen bu protein molekülleri için makine
sözcüğünü kullanıyorum, çünkü her bir enzim belirli bir kimyasal tepkimenin
oluşmasına neden olur. Her protein makinesi kendi kimyasal ürününü üretir. Bunu
yapabilmek için hücre içinde dolanmakta olan hammaddeleri kullanır; hammaddeler
de büyük olasılıkla başka protein makinelerinin ürünleridir. Bu protein makinelerinin
büyüklüğü hakkında bir fikir verebilmek için şunları söyleyebilirim: Her biri
yaklaşık 6000 atomdan yapılmıştır ki, bu moleküler standartlarda çok büyük bir sayı.
Bir hücrede bu koca araçlardan bir milyon kadar var;
2000’den
fazla çeşit
oluşturuyorlar ve her enzim çeşidi kimya fabrikasında -hücrede- belirli bir işlemi
yapmakta uzmanlaşmış. İşte, bir hücreye bireysel biçimini ve davranışını veren,
enzimlerin karakteristik kimyasal ürünleridir.
Tümü aynı genleri taşıyan vücut hücrelerinin hepsinin aynı olmaması size garip
gelebilir. Bunun nedeni, farkh çeşitlerdeki vücut hücrelerinde farklı gen kümelerinin
okunarak diğerlerinin göz ardı edilmesidir. Karaciğer hücrelerinde, DNA ROM’un
böbrek hücrelerinin yapımına ilişkin bölümleri okunmaz; böbrek hücrelerinde de
karaciğere ilişkin olanlar okunmaz. Bir hücrenin biçimi ve davranışı, o hücrede hangi
genlerin okunarak protein ürünlerine çevirildiğine bağlıdır. Bu da, hücre içinde hazır
bulunan kimyasal maddelere bağlıdır. Hücrede hangi kimyasalların olduğu da,
kısmen daha önce hangi genlerin okunmuş olduğuna ve kısmen de komşu hücrelere
bağlıdır. Bir hücre ikiye bölündüğünde oluşan iki yeni hücrenin birbirlerine
benzemesi gerekmez. Örneğin, başlangıçtaki döllenen hücrede belirli kimyasal
maddeler hücrenin bir ucunda, diğerleri de öbür uçta toplanır. Bu şekilde
kutuplaşmış bir yumurta bölündüğünde, oluşan yeni hücreler farklı kimyasallar taşır.
Bu, yeni hücrelerde farklı genlerin okunacağı anlamına gelir ve kendi kendini
güdüleyen, güçlendiren bir ayrımlaşma başlar. Vücudun son biçimi, bacakların
uzunluğu, beynin yapılanması, davranışların zamanlaması, hepsi, farklı genleri
okuduğu için farklı çeşitlerde olan hücreler arasındaki etkileşimin dolaylı sonuçlarıdır. Bu farklılaşma süreçleri, ulvi bir merkezi tasarım yerine III. Bölüm'deki
“tekrarlayan" işlem tarzında, yerel ve özerk süreçler olarak görülmeli.
Bu bölümde kullanılan anlamıyla “eylem”, genetikçilerin bir genin “fenotipik
etkisi” dediği şeydir. DNA’nın vücut, göz rengi, saçın kıvırcıklığı, saldırgan davranış
derecesi ve binlerce başka özellik üzerindeki etkileri fenotipik etkiler olarak adlandırılır. DNA'nın bu etkileri başlangıçta yereldir: RNA tarafından okunması,
protein zincirine çevirilmesi. Sonra da hücrenin biçimi ve davranışları etkilenir. Bu,
DNA’daki bilgiyi okumanın iki yolundan biri, ikinci yolsa, DNA’nın kopyalanması.
DNA bilgisini aktarmanın bu iki yolu, yani dikey ve yatay iletim arasında temel
147
bir ayrım var. Bilgi, sperm ve yumurta (başka hücreler) yapan hücrelerdeki
DNA’lara dikey olarak aktarılıyor. Dolayısıyla, dikey olarak bir sonraki nesle ve
sonra yine dikey olarak belirsiz sayıda gelecek nesle aktarılıyor. Buna “arşivsel
DNA” diyeceğim. Arşivsel DNA ölümsüz olma potansiyeli taşır. Arşivsel DNA yi
taşıyan ve bölünerek bir sonrakini oluşturan hücreler dizisine tohum hattı diyoruz.
Tohum hattı, sperm veya yumurtanın -ve dolayısıyla gelecek nesillerin- ata- hücreleri
olan, vücut içi hücreler dizisidir. DNA ayrıca yanlara doğru, yani yatay olarak da
aktarılır: Karaciğer ya da deri hücreleri gibi tohum hattı olmayan hücrelerdeki
DNA’lara; böylesi hücrelerdeki RNA’ya; dolayısıyla proteinlere ve dölüt gelişimiyle
yetişkin biçimi ve davranışı üzerindeki çeşitli etkilere. Yatay ve dikey aktarımın III.
Bölüm’deki
GELİŞİM
ve
ÜREME
alt-programlarının
karşılığı
olarak
düşünebilirsiniz.
Doğal seçilim, rakip DNA’nın kendini tür arşivlerinde dikey olarak aktarmadaki
başarısıyla ilgilidir. “Rakip DNA”, türün kromozomlarındaki belirli bir adresin
alternatif içerikleri anlamına gelir. Bazı genler arşivde kalma konusunda rakip
genlerden daha başarılıdır. “Başarı” denen şey, sonuç olarak türün arşivlerinde aşağı
doğru
dikey aktarılmadır. Buna karşın, başarı ölçütü genelde genlerin
yanlamasına, aktarım yoluyla vücut üzerinde gösterdikleri eylemdir. Bu da tıpkı
biyomorf bilgisayar modeline benziyor. Örneğin, kaplanlarda özel bir gen var diyelim; bu gen çene hücrelerinde yanlamasına etki yaparak, bir rakip gene kıyasla
dişlerin biraz daha keskin olmasına yol açıyor. Dişleri daha keskin olan bir kaplan,
normal kaplana kıyasla avını öldürmede daha etkili olacaktır; dolayısıyla daha çok
döl verecektir; dolayısıyla dişleri keskin yapan genin daha çok kopyasını dikey
olarak aktaracaktır. Kaplanın diğer genleri de aktarılacaktır kuşkusuz, ancak yalnızca
özel “keskin-diş-geni”, ortalama olarak, keskin dişli kaplanların vücudunda
olacaktır. Bu gen, dikey aktarımı söz konusu olduğunda, vücut üzerindeki bir dizi
ortalama etkiden yarar sağlamaktadır.
DNA bir arşiv ortamı olarak müthiş bir etkinliğe sahiptir. Bir iletiyi koruma
yeteneği, taş tabletlerinkini çok çok aşar. Inek-
148
de ve bezelyede (aslında hepimizde) hemen hemen aynı olan ^ gen vardır: histon
H4 geni. Bu genin DNA metni 306 karakter uzunluğundadır. Tüm türlerde aynı
adreste oturduğunu söyleyemeyiz, çünkü türler arasında adresleri pek de anlamlı bir
biçimde kıyaslayamıyoruz. Söyleyebileceğimiz tek şey, bu genin ineklerde 306
karakter uzunluğunda, bezelyede de 306 karaktere eş bir uzunlukta olduğudur, inekle
bezelyenin H4 genlerinin yalnızca iki karakteri birbirinden farklıdır, ineklerle
bezelyelerin ortak atalarının ne kadar süre önce yaşadığını tam olarak bilmiyoruz,
fakat fosil kanıtlarına göre 1-2 milyar 371i öncesinde olmalı; diyelim ki, 1,5 milyar yıl
önce. Bu (insanlar için) düşünülemeyecek kadar uzun süre boyunca, o uzak atadan
dallanan her iki soy da 306 karakterden 305'ini korumuş (ortalama olarak: soylardan
biri 306 karakterin hepsini, diğeri de 304’ünü korumuş olabilir). Mezar taşlarına
yazılan yazılar birkaç yüzyıl içinde okunamaz hale geliyor.
Bir bakıma, histon H4 belgesinin korunması çok daha etkileyicidir, çünkü taş
tabletlerin tersine, metni koruyan ve dayanıklı olan hep aynı fiziksel yapı değildir.
DNA metni nesiller boyu durmadan kopyalanır; eskimelerini önlemek için 80 yılda
bir yazıcıların kopyaladıkları İbrani yazıtları gibi. Histon H4 belgesinin inekbezelye
ortak
atasından
ineklere
kestirebilmemiz çok zor, ama herhalde
gelene
20
dek
kaç
kere
kopyalandığını
milyar kadar vardır. Ayrıca, birbiri peşi
sıra 20 milyar kere kopyalanan bilginin yüzde 99’undan fazlasının korunmasını
değerlendirecek bir ölçüt bulmak çok zor. Belki “kulaktan kulağa” oyunu
oynayabiliriz.
20
milyar sekreterin bir sıra halinde oturduğunu düşünün. Bu
sekreterler sırası, Yerküre’nin etrafını 500 kez dolanacaktır. Birinci sekreter bir
belgenin bir sayfasını yazar ve yanındakine verir, ikinci sekreter metni kopyalar ve
yazdığını bir sonrakine verir. Üçüncü sekreter tekrar kopyalar ve kendi yazdığını bir
sonrakine verir; böylece sürer gider. Sonunda, ileti sekreterler sırasının sonuna gelir
ve biz okuruz (daha doğrusu, sekreterlerin işlerinde çok hızlı olduklarım varsayarsak, bizim on iki bininci torunlarımız okur). Okuduğumuz metin aslına ne kadar
sadık kalabilmiştir dersiniz?
Bu soruyu yanıtlayabilmek için sekreterlerin işlerini ne denli doğru yaptıkları
hakkında bir varsayım yapmamız gerekiyor. Soruyu tersine çevirip soralım.
DNA’nın etkinliğine erişebilmek için her sekreter ne kadar iyi yazıyor olmalı? Yanıt,
sözcüklere dökülemeyecek denli gülünç! Her sekreterin hata oranı trilyonda bir
olmalı; yani Kitabı Mukaddes’i 250.000 kere hiç durup dinlenmeden yazıp, yalnızca
tek bir hata yapacak kadar iyi olması gerekiyor. Gerçek hayatta iyi bir sekreter sayfada bir hata yapar. Bu histon H4 geninin hata oranının 500 milyon katı. Gerçek
hayattaki 20 milyar sekreterden oluşan bir sırada, 20. sekreterde, bir metnin içerdiği
asıl harflerin yüzde 99’u bozulmuş olacaktır. 10.000. sekreterde, asd metnin yüzde
l’inden azı doğru olacaktır. Sekreterlerin yüzde 99,9995’i metni görmeden metin
hemen hemen tümden bozulmuş olacaktır.
Bu kıyaslamada küçük bir hile var, ama ilginç ve açıklayıcı bir hile. Ölçtüğümüz
şeyin kopyalama hataları olduğu izlenimini verdim. Fakat histon H4 belgesi sadece
kopyalanmakla kalmıyor; aynı zamanda doğal seçilimin eleğinden de geçiyor. Histon
hayatta kalabilmek için son derece gerekli; kromozomların yapı mühendisliğinde
kullanılıyor. Belki de, histon H4 geninin kopyalanmasında çok fazla hata yapılmıştır,
fakat mutasyon geçiren bu organizmalar hayatta kalmamışlar, en azından üreyememişlerdir. Daha adil bir kıyaslama yapabilmek için, her sekreterin sandalyesine bir
tabanca tutturulmuş olduğunu varsay- malıyız; öyle ki, sekreter hata yaptığında
vuruluyor ve yerini yedek bir sekreter alıyor (bundan hoşlanmayan okuyucular,
sandalyedeki yaylı bir düzeneğin hatalı sekreterleri nazikçe sıradan dışarı fırlattığını
düşünmeyi yeğleyebilirler, fakat tabanca doğal seçilim için daha gerçekçi bir
benzetme).
Öyleyse, DNA’nm metni korumasını ölçmek için kullandığımız bu yöntem, yani
jeolojik zaman boyunca gerçekleşen değişikliklerin sayısına bakmak, kopyalamadaki
aslına sadık kalmayı doğal seçilimin eleme etkisiyle birlikte ölçer. Yalnızca başarıDNA değişimi geçirenlerin nesillerini görebiliriz. Ölüme yol açan değişimleri
görmemizin mümkün olmadığı çok açık. Doğal geçilimin işe karışmasının öncesinde
yapılan hataları, yani asıl kopyalama doğruluğunu ölçebilir miyiz? Evet, bu
mutasyon oranı dediğimiz şeyin tersidir ve ölçülebilir; herhangi bir kopyalama
işleminde bir harfin yanlış kopyalanması olasılığı, milyarda birden biraz fazla çıkar.
Bununla, yani mutasyon oranıyla, evrim sırasında histon geninde oluşan ve kalıtılan
değişimin oranı -ki bu daha düşük olan orandır- arasındaki fark ise, doğal seçilimin
bu antik belgeyi korumada ne denli etkili olduğunun bir ölçütüdür.
Genetik standartlarda bile, histon geninin çağlar boyunca süren bu tutuculuğu
sıradışıdır. Başka genlerde değişim hızı daha yüksektir; büyük olasılıkla, doğal
seçilim bu genlerdeki değişimlere karşı daha hoşgörülüdür. Örneğin, fibrinopeptit
olarak bilinen proteinleri kodlayan genler evrim sürecinde hemen hemen mutasyon
oranına yakın bir oranda değişir. Bu, büyük olasılıkla, fibrinopeptitlerin (bunlar
kanın pıhtılaşması sırasında üretiliyor) ayrıntılarındaki hataların organizma için pek
de önemli olmadığı anlamına geliyor. Hemoglobin genlerinin değişim hızıysa
histonlarla fibrinopeptitlerinki arasında. Hemoglobinin kandaki işlevi ve ayrıntıları
önemli, ancak bu proteinin alternatif çeşitlerinin de aynı işlevi yürütebildikleri
görülüyor.
Burada ilk bakışta bir paradoks varmış gibi görünüyor. Histon benzeri moleküller,
en yavaş evrilen ve doğal seçilime en çok takılan moleküllerdir. Fibrinopeptitler en
150
hızlı evrilen moleküllerdir çünkü doğal seçilim onları neredeyse tamamen göz ardı
eder; mutasyon oranında evrilmelerine engel yoktur. Bunun paradoks gibi
görünmesinin nedeni, doğal seçilimi evrimin itici gücü olarak fazlasıyla
önemsememiz. Doğal seçilimi önemsiyoruz; doğal seçilim olmayınca evrimin de
olmayacağını düşünürüz. Tam tersi, güçlü bir “seçilim baskısının” ise hızlı evrimleşmeye neden olmasını bekleriz. Ancak, bunun yerine, doğal seçilimin evrimi
frenlediğini görüyoruz; doğal seçilim olmadığında, evrim hızı mümkün olan en
yüksek hızdır; yani mutasyon hızıyla aynıdır.
Aslında bu bir paradoks değil. Dikkatlice düşündüğümüzde, başka türlü
olamayacağını anlarız. Doğal seçilim yoluyla evrim, mutasyon hızından daha hızh
olamaz, çünkü mutasyon son kertede yeni çeşitliliklerin türe gireceği tek yoldur.
Doğal seçilimin yapabileceği tek şey, yeni çeşitliliklerin bir kısmını kabul etmek,
diğerleriniyse reddetmektir. Mutasyon oranı evrimin ilerleyişine bir üst sınır koyar.
Aslına bakarsanız, doğal seçilim çoğu kez evrimi desteklemek yerine köstekler.
Bunun, doğal seçilimin tümüyle yıkıcı bir süreç olduğu anlamına gelmediğini ısrarla
vur- gulamalıyım. Doğal seçilim birçok açıdan yapıcıdır da ve VII. Bölüm’de bu
konu üzerinde duracağız.
Hatta mutasyon hızı bile bir ölçüde yavaştır. Başka bir deyişle, doğal seçilim
olmasa bile, DNA şifresinin arşivini sadakatle koruma konusundaki işlevselliği bizi
hayrete düşürebilir. Temkinli bir tahminle, doğal seçilim olmadığını düşünsek bile,
DNA öylesine kesin bir doğrulukla kendi eşini yapar ki, karakterlerin yüzde l’ini
yanlış kopyalamak için beş milyon kopyalama nesli geçmesi gerekir. Doğal seçilim
olmasaydı bile, bizim varsayımsal sekreterlerimiz DNA’nın çok gerisinde kalırlardı.
Doğal seçilimsiz DNAya yetişmek için her birinin Yeni Ahit'in tümünü sadece tek
bir hatayla kopyalaması gerekirdi; yani, her birinin gerçek hayattaki bir sekreterden
450 kere daha iyi olması gerekirdi. Bunun, doğal seçilim sonrasında tipik bir
sekreterle DNA’yı kıyasladığımız sayı olan yarım milyardan çok daha az olduğu çok
açık; ama yine de etkileyici bir sayı.
Galiba sekreterlere adil davranmadım. Yaptıkları yanlışları fark edemediklerini
ve düzeltmediklerini varsaydım. Hiç düzeltme yapılmadığını varsaydım; tabii ki,
gerçekte bu yapılıyor.
gu yüzden, sekreterler sırası asıl iletinin benim çizdiğim basit yoldan bozulmasına
izin vermeyecektir. DNA kopyalama mekanizması aynı tür hata düzeltimini otomatik
olarak yapar. Eğer yapmıyor olsaydı, anlattığım o müthiş hatasızlık düzeyine
erişemezdi. DNA kopyalama mekanizmasında çeşitli “düzelti” yolları vardır. Bu
gerekli çünkü DNA şifresinin harfleri hiç de granit üzerine kazınmış hiyeroglifler
gibi statik değil. Tam tersine, şifreyi oluşturan moleküller öylesine ufak ki -topluiğne
151
başındaki Yeni Ahitleri hatırlayın- ısı nedeniyle durmadan oraya buraya çarpan
moleküller bile bu molekülleri tehlikeye sokabilir. İletideki moleküller durmaksızın
düzeltilir; her gün, her inşan hücresinde yaklaşık 5000 DNA harfi bozulur ve tamir
mekanizmaları tarafından anında değiştirilir. Bu tamir mekanizmaları olmasaydı ve
durmaksızın çalışmasalardı, ileti kısa zamanda bozulurdu. Yeni kopyalanmış bir
metinde “düzelti” normal tamirat işlerinin özel bir örneği yalnızca. DNA'da böylesine müthiş bir hatasız bilgi depolama yeteneğinin olmasının nedeni işte bu düzelti
işlemidir.
DNA moleküllerinin ileri düzeyde bir bilgi teknolojisinin merkezinde olduğunu
gördük. Bu moleküllerin çok büyük miktarlardaki kusursuz sayısal bilgiyi küçücük
bir mekâna sı- kıştırabildiğini ve bu bilgiyi çok uzun bir süre, milyonlarca yılla
ölçülen bir süre -ve yok sayamayacağımız ama bizi hayretlere düşürecek kadar az
hatayla- saklayabildiğim gördük. Bu bizi nereye götürecek? Dünya üzerindeki hayata
ilişkin temel gerçeğe götürecek; bu bölümün ilk paragrafındaki söğüt tohumlarıyla
ima ettiğim gerçeğe. Bu gerçek, DNA’nın canlılar yararlansın diye var olmadığı,
DNA yararlansın diye canlı organizmaların var olduğu... Bu henüz açıkça
görülmüyor ama sizleri ikna edebilmeyi umuyorum. Birey ömürlerinin zaman
ölçeğinde bakıldığında, DNA moleküllerinin içerdiği iletilerin ömrü neredeyse
sonsuzdur. DNA iletilerinin ömrü (birkaç mu- tasyonu bir kenara bırakırsak)
milyonlarca yılla, yüz milyonlarca yılla ölçülür; başka bir deyişle, birey ömrünün on
bin-bir trilyon katıyla ölçülür. Her organizma, DNA iletilerinin jeolojik ömürlerinin
ufacık bir kısmını geçirdiği geçici bir araç olarak görülmelidir.
Dünya var olan şeylerle dolu...! Bu noktada bir anlaşmazlık yok, ama bu bizi bir
yere götürecek mi? Nesneler vardır, çünkü ya yakın bir zamanda varlık bulmuşlardır
ya da geçmişte yok edilmelerini güçleştiren nitelikleri olmuştur. Kayaçlar sık sık
oluşmaz, fakat bir kez var oldular mıydı katı ve dayanıklı olurlar. Böyle olmasalardı
kayaç olmaz, kum olurlardı. Aslında bazıları olmuştur; bu yüzden kumsallar var!
Kayaç olarak var olanlarsa dayanıklı olanlar. Öte yandan, çiy damlaları dayanıklı
oldukları için değil, çok kısa zaman önce oluştukları ve henüz buharlaşmadıkları için
vardır. İki türlü "varoluş değerliği” var gibi görünüyor: "oluşma olasılığı yüksek ama
pek kalıcı değil” olarak özetlenebilecek çiy tanesi türü ve “oluşma olasılığı düşük
ama bir kez var olduktan sonra uzun süre dayanma olasılığı yüksek” olarak
özetlenebilecek kayaç türü. Kayaçların dayanıklılığı, çiy tanelerininse “oluşabilirliği”
var (daha az çirkin bir sözcük kullanmaya çalıştım ama bulamadım) .
DNA her iki türün de özelliklerini taşıyor. DNA molekülleri fiziksel varlıklar
olarak, çiy tanelerine benziyor. Doğru koşullarda, büyük bir hızla oluşuyorlar ama
hiçbiri kalıcı değil ve birkaç ay içerisinde hepsi bozunuyor; kayaçlar gibi kahcı
152
değiller. Ancak DNA dizilerinde taşınan düzenlemeler en sert kayaçlar kadar kalıcı
ve dayanıklı. Milyonlarca yıl var olacak nitelikteler ve günümüzde hâlâ varlıklarını
sürdürüyor olmalarının nedeni bu. Çiy taneleriyle aradaki fark, eski çiy tanelerinin
yeni çiy tanelerine babalık yapmaması. Kuşkusuz, çiy taneleri birbirlerine benziyor,
fakat özellikle benzedikleri “ebeveyn” çiy taneleri yok. DNA moleküllerinin tersine
soy oluşturmuyorlar; bu yüzden de mesaj iletemiyorlar. Çiy taneleri, kendiliğinden
oluşumla var oluyor; DNA iletileri ise kopyalanma yoluyla yaparak var oluyor.
"Dünya, var olmak için gereken niteliklere sahip nesnelerle dolu” türünden,
gerçekliği apaçık önermeler, onlara özel bir tür dayanıklılık, çok sayıda kopyadan
oluşan soylar biçiminde bir dayanıklılık atfetmediğimiz sürece önemsiz, hatta
aptalca kalıyor. DNA molekülleri için "var olmak için gerekenler” nitelemesinin
anlamı hiç de açık değil. "Var olmak için gerekenlerin” bilebildiğimiz evren
içerisindeki en karmaşık nesneler olan sizin, benim gibi makineler yapabilme
yeteneğini de içerdiği ortaya çıkacak. Şimdi bunun nasıl olabildiğine bakalım.
DNA’nın var olması için gerekenlerin makineler yapabilme yeteneğini
içermesinin nedeni, temelde, tanımladığımız DNA özelliklerinin her birikimli
seçilim süreci için gereken ana bileşenler olmasıdır. III. Bölüm'deki bilgisayar
modellerimizde, bilgisayara birikimli seçilimin ana bileşenlerini bilinçli olarak yükledik. Eğer yeryüzünde birikimli seçilim gerçekten olacaksa, özellikleri bu ana
bileşenlerden oluşan birtakım varlıklar olmalıdır. Şimdi, bu bileşenlerin neler
olduğuna bakalım. Bunu yaparken, bu bileşenlerin, en azından kaba biçimlerde,
ilksel Dünya üzerinde kendiliğinden ortaya çıkmış olması gerektiğini hatırda
tutmalıyız; aksi takdirde, birikimli seçilim, dolayısıyla da yaşam asla başlamazdı.
Burada özellikle DNA’dan değil, evrenin herhangi bir yerinde yaşamm ortaya
çıkması için gereken ana unsurlardan söz etmekteyiz.
Hezekiel peygamber kemikler vadisinde keramet gösterdi ve kemiklerin
birleşmesini sağladı. Sonra yine keramet gösterdi ve kemiklerin etrafını etle sararak
güç verdi. Fakat hâlâ soluk ala- mıyorlardı. Yaşam unsuru yoktu. Ölü bir gezegende
atomlar, moleküller ve daha büyük madde öbekleri vardır ve bunlar fizik yasaları
uyarmca birbirlerine gelişigüzel çarpar durur. Bazen, fizik yasaları atom ve
moleküllerin birleşmesine neden olur -HezekieFin kuru kemikleri gibi- bazen de
atom ve moleküller yasalar uyarınca birbirlerinden ayrılır. Oldukça büyük atom
öbekleri oluşabilir, sonra da kopup ayrılabilir. Fakat yine de soluk alamazlar.
Hezekiel kuru kemiklere yaşam soluğu vermesi için dört rüzgârı yardıma çağırdı.
îlksel Dünyamız gibi ölü bir gezegenin canlanması için gereken unsur nedir? Soluk
mu, rüzgâr mı, bir tür hayat iksiri mi? Hiçbiri. Gerekli olan şey bir madde değil; bir
özellik, kendinin bir eşini yapabilme, kendini kopyalayabil- me özelliği. Birikimli
153
seçilimin ana unsuru bu. Bir biçimde, bildiğimiz fizik yasaları uyarınca, kendini
kopyalayan, varlıkların ortaya çıkması gerek; bunlara kopyalayıcdar diyeceğim.
Günümüzde bu işlevi, hemen hemen yalnızca, DNA yerine getiriyor, fakat
başlangıçta kopyalanabilen herhangi bir şey olabilirdi. İlksel Dünya üzerindeki ilk
kopyalayıcılarm DNA molekülleri olup olmadığını sorabiliriz kendimize. Tümüyle
gelişmiş bir DNA molekülünün, normalde yalnızca canlı hücrelerde bulunan başka
moleküllerin yardımı olmaksızın ortaya çıkıvermesi pek olası değil. İlk
kopyalayıcılar, büyük olasılıkla, DNA'dan daha yalın ve kabaydı.
İlk bileşenin, yani kendini kopyalamanın sonucunda kendiliğinden ortaya çıkan
iki gerekli bileşen daha var. Kendini kopyalama işleminde zaman zaman yanlışlıklar
olacaktır; DNA sistemi bile nadiren de olsa hata yapar ve olasıdır ki, yeıyüzünde- ki
ilk kopyalayıcılar daha fazla hata yapıyordu. Ve, kopyalayı- cıların en azından
bazıları gelecekleri üzerinde erk sahibi olmalıydı. Bu bileşen kulağa olduğundan
daha kötü geliyor. Sadece, kopyalayıcılarm bazı özelliklerinin kopyalanabilme
özellikleri üzerinde etkisi olması gerektiği anlamına geliyor. Bu özellik, ilkel bir
biçimde de olsa, kendini kopyalama işleminin kaçınılmaz bir sonucu.
Demek ki, her kopyalayın kendisinin kopyalarını yapıyor. Her kopya aslına
benziyor ve aslıyla aynı özellikleri taşıyor. Bu özellikler içerisinde kendisinin daha
fazla kopyalarını yapmak var elbette (bazıları hatalı da olsa). Sonuç olarak, her
kopyalayıcı belirsiz, uzak bir geleceğe uzanan, son derece fazla sayıda kopyalayıcı
soyu üretmek üzere dallanan, uzun bir soyun “atası” olma potansiyeli taşıyor. Her
yeni kopyanın,
-maddelerden, etrafta dolanan küçük yapıtaşlarmdan yanası gerekiyor. Olasıdır
ki, kopyalayıcılar bir tür kalıp ya şablon işlevi görüyor. Küçük bileşenler kalıba
öyle yerleşi- r ki, kalıbın aynısı üretilmiş oluyor. Sonra da, yapılan kop- özgür
kalıyor ve kendisi bir kalıp olabiliyor. Elimizde art- ı, potansiyeline sahip bir
kopyalayıcılar popülasyonu var. Bu pülasyon sonsuza dek artmayacak, çünkü
hammaddeler, kalıba yerleşen küçük bileşenler, eninde sonunda sınırlayıcı
olmaya başlayacak.
Şimdi akıl yürütmemize ikinci bileşeni katacağız. Bazen kopyalama mükemmel
olmayacak; hatalar yapılacak. Hata yapılma olasılığı düşük düzeylere çekilebilirse
de, hiçbir kopyalama işleminde asla tümüyle ortadan kaldırılamaz. Duyarlı ses
cihazlarının yapımcıları da durmadan kopyalama hatalarını azaltmaya uğraşıyorlar.
DNA'nm kopyalanma işlemiyse, gördüğümüz gibi, hataları azaltmada son derece
etkin. Günümüzdeki DNA kopyalanması, birikimli seçilime tabi olmuş sayısız nesil
boyunca mükemmelleştirilmiş, incelikli hata bulma ve düzeltme yöntemleri içeren
bir yüksek-teknoloji işi. Dediğimiz gibi, ilk kop- yalayıcılar büyük olasılıkla
154
günümüzdekilere kıyasla kabaydılar ve daha fazla hata yapıyorlardı.
Şimdi kopyalayıcı popülasyonumuza geri dönelim ve kopyalama yanlışlarının
etkisinin ne olacağını görelim. Yanlışlıklar sonucu, birbirinin eşi kopyalayıcılardan
oluşan birörnek bir po- pülasyon yerine, karma bir popülasyon olacağı çok açık.
Büyük olasılıkla, hatah kopyalama ürünlerinin çoğu, “ebeveynlerinde” olan kendini
kopyalayabilme özelliğini kaybetmiş olacak. Ancak birkaçı ebeveynlerinden başka
bir açıdan farklı olup, kendini kopyalama özelliğini koruyacaklar.
“Hata” kelimesini okuduğunuzda aklınıza gelen olumsuz anlamları bir tarafa
atın. Burada hata, aslına sadık kalarak kopyalama açısından bakıldığında yapılan
yanlışlıktır. Yapılan hatanın organizma açısından bir iyileşmeyle sonuçlanması da
mümkün. Birçok yeni yemek ahçınm bir tarifi denerken yanlışlık
yapmasıyla ortaya çıkmıştır. Şimdiye dek yeni bilimsel fikirlerim olmuşsa,
bunların bazıları da başka insanların düşüncelerini yanlış anlamam sonucu
doğmuştur. İlksel kopyalayıcılarınıı- za dönersek, hatalı kopyalamaların çoğu
kopyalama verimliliğinin azalmasıyla ya da toptan yitirilmesiyle sonuçlanırken,
birkaçı da kendisini yapan ebeveyn kopyalayıcıdan daha iyi bir kop- yalayıcı
yaratmış olabilir.
“Daha iyi” ne demek? Son kertede, kendini kopyalama konusunda daha
verimli olmak anlamına geliyor, ama uygulamadaki anlamı ne olabilir? Bu, bizi
üçüncü “bileşenimize” getiriyor. Bunu “erk” olarak adlandırmıştım; bunun
nedenini birazdan anlayacaksınız. Kopyalamanın bir kalıplama işlemi olduğunu
söylerken, işlemdeki son adımın, yeni kopyanın eski kalıptan ayrılması olması
gerektiğini görmüştük. Bu adımın süresi, eski kalıbın “yapışkanlığı” diyeceğim
bir özellikten etkileniyor olabilir. Diyelim ki, atalarından gelen kopyalama hataları nedeniyle değişken olan kopyalayıcı popülasyonumuzda bazı çeşitler
diğerlerinden daha yapışkan olsunlar. Çok yapışkan bir çeşit her yeni kopyaya,
ayrılıp yeni bir işleme başlamadan önce ortalama bir saatten uzun bağlanıyor
olsun. Daha az yapışkan bir çeşitse, her yeni kopyayı oluşur oluşmaz bırakıyor
olsun. Bir süre sonra, kopyalayıcı popülasyonunda bu iki çeşitten hangisi daha
fazla olacaktır? Yanıt su götürmez; eğer iki çeşit arasındaki tek fark bu özellikse,
popülasyon içerisindeki yapışkan kopyalayıcılarm sayısı çok daha az olacaktır.
Yapışkan olmayan kopyalayıcılar yapışkan kopyalayıcılarm yapışkan kopyalar
yapma hızının binlerce katı bir hızla, yapışkan olmayan kopyalayıcılar
yapacaktır. Yapışkanlığı arada bir yerde olanlarsa, ikisinin arasında bir hızla
155
kendilerini çoğaltacaklardır. “Evrimsel eğilim” yapışkanlığın azalması yönünde
olacaktır.
Bu tür bir ilksel doğal seçilim, deney tüpünde taklit edilmiş. Sindirim sistemi
bakterilerinden Escherichia coli hin asalağı olarak yaşayan, O-beta adlı bir
virüs var. Q-beta'nın DNA'sı
156
lc, ama tek iplikli RNA molekülü var -aslına bakarsanız bu [ak büyük oranda
RNA'dan oluşuyor. RNA da, DNA’nmki- pe benzer bir yolla kendi kopyasını
yapabiliyor, ı Normal hücrede, protein molekülleri RNA planlarında yazılımlara
göre bir araya getiriliyor. Bu planlar, hücrenin o çok kıymetli arşivlerinde saklanan
DNA asıllarından çekilmiş çalışma kopyaları. Fakat başka RNA kopyalarından
RNA kopyala■
rı çeken özel bir makine -tıpkı diğer hücresel makineler gibi bir protein
molekül- yapmak kuramsal olarak mümkün. Böylesi bir makine var ve adı da RNAreplikaz molekülü. Bakteri hücresi normalde bu makineleri kullanmıyor ve
yapmıyor. Ancak bu replikaz da bir protein molekülü olduğuna göre, bakteri hücresinin verimli protein yapma makineleri kolaylıkla RNA-replikaz yapımına geçebilir;
tıpkı bir otomobil fabrikasındaki imalat aletlerinin savaş zamanında silah yapmaya
geçivermesi gibi: Gereken tek şey doğru planların devreye girmesidir. İşte bu
noktada işe virüs burnunu sokuyor.
Virüsün işler kısmı bir RNA planı. Yüzeysel bakıldığında, bu plan DNA
aslından çekildikten sonra ortalıkta dolanmaya başlayan diğer RNA çalışma
planlarından ayırt edilemiyor. Fakat virüs RNA'sim okursanız, orada iblisçe bir şey
yazılı olduğunu görürsünüz: RNA-replikaz yapmak için bir plan; RNA planlarının
kopyalarını yapacak makineler yapacak RNA-replikaz yapmak için bir plan; RNA
planlarının kopyalarını yapacak makineler yapmak için planlar yapacak makineler
yapacak RNA-replikaz yapmak için bir plan...
Ve fabrika bu kendileriyle çok ilgili planlar tarafmdan işgal edilir. Bir anlamda
işgali kendisi davet etmiştir. Eğer fabrikanızı, her planın dediği her şeyi yapabilecek
karmaşık makinelerle doldurursanız, eninde sonunda bu makinelere kendilerini kopyalamalarını söyleyen bir plan çıkacaktır. Fabrika, her biri kendilerini kopyalayacak
makineler yapmak için haşarı planlar üreten bu haşarı makinelerle dolar taşar.
Sonunda, zavallı bakteri patlar ve yeni bakterilere bulaşacak milyonlarca virüs saçar
etrafına. Virüslerin doğadaki normal yaşam döngüleri üzerine bu kadar konuşmak
yeterli.
RNA-replikaza imalat aleti, RNA’ya da plan dedim. Bir anlamda öyledirler (daha
sonraki bir bölümde başka nedenlerle buna karşı çıkacağım), ama aynı zamanda birer
moleküldürler ve kimyacıların onları arıtması, şişelere koyması ve raf üstünde
saklaması mümkündür. Amerika’da, Sol Spiegelman ve çalışma arkadaşlarının
1960’lardayaptığı da buydu. Sonra da iki molekülü bir çözeltide bir araya getirdiler
ve şaşırtıcı bir şey oldu. Deney tüpünün içerisinde, RNA molekülleri RNA-replikazm
da yardımıyla kendi kopyalarının yapılması için şablon oldular. İmalat aletleri ve
planlar birbirlerinden ayrılmışlar, soğukta depolanmışlardı. Sonra da, hammadde
157
olarak gereken küçük molekülleri de içeren sulu bir ortamda bir araya getirilir
getirilmez, canlı bir hücrede değil de bir deney tüpünde olmalarına karşın, eski
işlerine geri dönmüşlerdi.
Bu noktadan laboratuvarda doğal seçilime ve evrime geçmek için küçük bir adım
yeterli. Bu adım, bilgisayar biyomorflarmın kimyasal bir çeşitlemesi yalnızca.
Deneysel yöntem temelde şöyle: Her biri RNA-replikaz çözeltisi ve hammadde
(RNA sentezinde kullanılacak küçük moleküller) içeren çok s ayır] a deney tüpü
sıralanır. Her deney tüpünde imalat aletleri ve hammaddeler vardır ama henüz
hareketsizdirler, çünkü plan yoktur. Sonra, birinci tüpe az bir miktar RNA konur.
Replikaz hemen işe başlar; tüpe yeni konan RNA moleküllerinin bir sürü kopyasını
yapar; yapılan RNA molekülleri bütün tüpe dağılır. Sonra, birinci tüpteki çözeltiden
bir damla alınır ve ikinci tüpe konur. İkinci deney tüpünde de aynı şeyler olur;
buradan bir damla alınır; üçüncü tüp tohumlanır; vs...
Zaman zaman, rasgele kopyalama hataları nedeniyle, biraz farklı, mutasyona
uğramış bir RNA molekülü kendiliğinden ortaya çıkar. Eğer herhangi bir nedenle
yenisi eskisine göre daha üstünse -belki de daha az yapışkan olduğu için- daha hızlı
ya da daha verimli kopyalamaya başlar. Yeni molekül içinde bulunduğu deney
tüpünün her yerine dağdır ve sayıca kendi- 0İ oluşturan eski molekülü aşar. Sonra, bu
tüpten bir damla ’ çözelti alıp İkinciye koyduğumuzda, tohumlamayı yapan mutasyona uğramış
’
yeni molekül olacaktır. Bu şekilde birbirini izleyen çok sayıda tüpteki
RNA'ları incelersek, göreceğimiz şey ancak ve ancak evrimsel bir değişim olarak
adlandırılabilir. Çok sayıdaki deney tüpü "nesli” sonunda elde edilen, diğerlerine
kıyasla daha üstün RNA çeşitleri belirlenir ve daha sonra kullanılmak üzere şişelere
konup saklanır. Bu üstün çeşitlerden biri olan V2 RNA, normal Q-beta RNA’dan çok
daha hızlı kopyalanıyor -büyük olasılıkla daha küçük olduğu için. Q-beta RNA’nın
tersine replikaz yapma planları için "endişelenmesine” de gerek yok; replikaz, deneyi
yapanlar tarafından sağlanır. Kaliforniya’da, Leslie Orgel ve çalışma arkadaşları
yaptıkları ilginç bir deneyde V2 RNA’sını başlangıç noktası olarak aldılar. Bu
deneyde "zorlu” bir ortam oluşturmuşlardı.
Orgel ve arkadaşları deney tüplerine RNA sentezini engelleyen, etidyum bromür
adlı bir zehir koydular: etidyum bromür imalat aletlerini bozuyordu. Zayıf bir zehir
çözeltisiyle işe başladılar. Önceleri zehir, sentez hızını yavaşlattı. Fakat dokuz kadar
tüp aktarmalı “nesil” sonra zehire dirençli yeni bir RNA çeşidi seçilmişti. Artık
RNA sentezi hızı, normal V2 RNA’sının zehirsiz ortamdaki hızıyla kıyaslanabilir
düzeydeydi. Bu noktada, Orgel ve arkadaşları zehir derişimini iki katma çıkardılar.
RNA kopyalanma hızı tekrar düştü; fakat 10 kadar aktarma yapıldıktan sonra, daha
da yüksek zehir derişimlerinden bile etkilenmeyen bir RNA çeşidi evrildi. Zehir
derişimi tekrar iki katına çıkarıldı. Orgel ve arkadaşları bu yolla, zehir derişimini sürekli artırarak, çok yüksek etidyum bromür derişimlerinde, başlangıçtaki atasal V2
RNA'yı engelleyenin 10 katı derişimde, kendini kopyalayabilen bir RNA çeşidi
evrimleştirmeyi başardı. Bu yeni dirençli RNAya V40 adını verdiler. V2’den V40
ev- rimleştirmek
100
kadar tüp aktarmalı “nesil” sürmüştü (tabii ki, her tüpte
aktarımdan önce RNA kopyalanmasının yapıldığı çok sayıda nesil de geçiyordu).
Orgel tüplere enzim koymadan da deneyler yaptı. RNA moleküllerinin, çok yavaş
da olsa, bu koşullarda kendilerini kopya- layabildiklerini buldu; ancak başka bir
katalizöre gerek duyuyorlardı, çinko gibi. Bu önemli, çünkü yaşamm ilk günlerinde,
kopyalayıcılar ilk ortaya çıktıklarında, etrafta kopyalanmalarına yardımcı olacak
enzimlerin olduğunu varsayamayız. Fakat büyük olasılıkla çinko vardı.
Tamamlayıcı deneylerse, on yıl kadar önce, yaşamm kökeni üzerine çalışan
tanınmış Alman okulunun laborâtuvarlarında Manfred Eigen önderliğinde yapıldı.
Bu araştırmacılar deney tüplerine replikaz ve RNA’nın yapıtaşlarım koydular, fakat
çözeltiyi RNA ile tohumlamadılar. Yine de deney tüpünde büyük bir RNA molekülü
kendiliğinden evrildi ve bunu izleyen bağımsız deneylerde aynı molekülün tekrar ve
tekrar evrildiği görüldü! Dikkatli kontroller tüplere RNA bulaşması olasılığının
olmadığını gösterdi. Aynı koca molekülün iki kez kendiliğinden ortaya çıkmasının
istatistiksel olasılığının ne denli düşük olacağını düşünürseniz, bu müthiş bir sonuç.
BENCE BÎR GELİNCİĞE BENZİYOR tümcesinin kendiliğinden yazılmasından
daha da düşük bir olasılık. Bilgisayar modelimizdeki bu tümce gibi, bu belirli RNA
molekülü de yeğlenmiş, kerte kerte ilerleyen birikimli evrim tarafından
oluşturulmuştur.
Bu deneylerde tekrar tekrar üretilen RNA çeşidi, Spiegel- man'ın ürettiği
moleküllerle aynı yapıda ve aynı büyüklükteydi. Fakat Spiegelman’ınkiler doğada
bulunan, daha büyük Q- beta virüsü RNA’sının “bozulması” sonucu evrimleşirken,
Eigen grubununkiler kendilerini hemen hemen sıfırdan başlayarak yapmışlardı. Bu
belirli RNA molekülü içine hazır replikaz konmuş deney tüplerinin oluşturduğu bir
ortama iyi uyum sağlıyor. Bu nedenle de, birikimli seçilim iki çok farklı başlangıç
noktasından hareketle aynı noktaya geliyor. Daha büyük olan Q-beta molekülleriyse,
deney tüpü ortamına daha az uyum
159
sağlamış, fakat E. coli hücrelerinin oluşturduğu ortamla daha
uyumlu.
Böylesi deneyler doğal seçilimin tümüyle kendiliğinden ve bilinçli olmayan
doğasını anlamamıza yardımcı oluyor. Replikaz "imalat aletleri” neden RNA
molekülleri yaptıklarını “bilmiyorlar”: Bunu yapmaları yalnızca biçimlerinin
getirdiği bir yan- ürün. RNA molekülleri de kendilerinin kopyalanması için bir
strateji geliştirmiyorlar. Düşünebiliyor olsalardı bile, düşünebilen bir varlığın kendi
kopyalarını yapmaya yönelmesi için açık bir neden yok. Ben kendi kopyalarımı nasıl
yapacağımı bilseydim, bu projeye yapmak istediğim diğer şeylerin yanında bir öncelik vereceğimden hiç de emin değilim; neden böyle bir şey isteyeyim ki?
Moleküllerdeyse, istek, güdü yok. Çok basit: Virüs RNA’sının öyle bir yapısı var ki,
bu yapı hücresel makinelerin kopyalar üretmesine neden oluyor. Ve evrenin herhangi
bir yerindeki bir varlık kendini kopyalama işinde iyiyse, bu varlığın kopyalarının
sayısı gittikçe artacaktır. Yalnızca bu kadarla kalmayacak: Kendiliklerinden soy
oluşturdukları ve zaman zaman hatalı kopyalandıkları için, daha sonraki kopyalar,
güçlü birikimli seçilim süreci nedeniyle, kendilerini kopyalama işinde “daha da iyi”
olacaklardır. İşte her şey bu kadar basit ve kendiliğinden; hatta kaçınılmaz.
Deney tüpünde "başarılı” bir RNA molekülü başarılıdır, çünkü doğrudan,
yapısından gelen bir özelliği vardır; benim varsayımsal örneğimdeki “yapışkanlık”
benzeri bir şey. Ama “yapışkanlık” gibi özellikler de pek sıkıcı. Bunlar kopyalayıcıların temel özellikleri; kopyalayıcmm kopyalanma olasılığını doğrudan etkileyen
özellikler. Peki, eğer kopyalayıcmm başka bir şey üzerinde bir etkisi olsaydı, bu
başka bir şey de bir başka şeyi etkileseydi, bir başka şey de ... etkileseydi ve son
başka bir şey de kopyalayıcmm kopyalanma olasılığını etkileseydi? Bunun gibi uzun
neden zincirleri olsaydı bile, temeldeki gerçeğin yine de geçerli olacağını
görebilirsiniz. Kopyalanmak için gereken şeye sahip olan kopyalayıcılar kendi
kendilerini kop-
yalama olasılığını etkileyen nedensel bağlantılar zinciri ne denli uzun ve
dolaylı olursa, olsun, yeryüzünü kaplayacaklardı. Aynı şekilde düşünürsek,
yeryüzü bu nedensel zincirdeki bağlantılarla dolacaktı. Şimdi, bu bağlantılara
bakacak ve hayran kalacağız.
Bu bağlantıları günümüz organizmalarında hep görüyoruz: gözler ve deriler
ve kemikler ve ayak parmakları ve beyinler ve içgüdüler... Bunlar DNA
kopyalanmasının araçları. Bunlara DNA neden oluyor: Göz, deri, kemik,
içgüdü, vs. farklılıklarının nedeni, DNA’daki farklılıklar. Bunlar, kendilerini
160
yapan DNA’nm kopyalanmasını etkiliyor, çünkü vücutlarının, yani o DNA yi
içeren ve bu yüzden de o DNA ile aynı kaderi paylaşan vücudun hayatta
kalmasını ve üremesini etkiliyorlar. İşte böylece, DNA’nın ta kendisi, içinde
bulunduğu vücudun özellikleri yoluyla kendi kopyalanmasını etkiliyor.
DNA’nm kendi geleceği üzerinde erk sahibi olduğunu söyleyebiliriz; ve vücut,
vücudun organları ve davranış biçimleri bu erkin araçlarıdır.
Erkten söz ederken, kopyalayıcılarm kendi geleceklerini etkileyen
ürünlerinden söz ediyoruz; bu ürünler ne denli dolaylı olursa olsun. Nedenden
etkiye uzanan zincirde kaç bağlantı olduğu önemli değil. Eğer neden, kendi
kendini kopyalayabilen bir varlıksa, bunun etkisi -isterse çok uzak ve dolaylı
olsun- doğal seçilime tabi olabilir. Bu genel fikri kunduzlar hakkında bir
öyküyle özetleyeceğim. Öykünün ayrıntıları varsayımsal, ama gerçekten çok
uzak olmadığı da kesin. Kunduzda beyin bağlantılarının gelişimi hakkında
kimse araştırma yapmadı, ama başka hayvanlarda, örneğin solucanlarda bu tür
araştırmalar yapıldı. Bu araştırmaların sonuçlarını ödünç alacak ve kunduzlara
uygulayacağım, çünkü kunduzlar çoğu insana daha ilginç ve cana yakın
geliyor.
Kunduzda mutasyona uğramış bir gen oluşması milyar harf
li bir metnin tek bir harfindeki değişikliktir; diyelim ki, özel bir G geninde
oluşan değişim. Yavru kunduz büyüdükçe, bu gen metindeki diğer tüm
harflerle birlikte kunduzun bütün hücre‘ lerine
kopyalanır. G geni hücrelerin çoğunda okunmaz; diğer hücre çeşitlerinin
çalışmasına ilişkin başka genlerse okunur. Fakat G, gelişmekte olan beynin bazı
hücrelerinde okunur; okunduktan sonra da RNA kopyalarına dönüştürülür. RNA i
çalışma kopyaları hücrelerin içerisinde dolanmaya başlar ve sonunda, bazıları
ribozom adını verdiğimiz protein yapan makinelere çarpar. Protein yapan
makineler RNA çalışma planlarını okur ve bu planların belirttiği yeni protein
molekülleri yapar. Bu protein molekülleri kıvrılarak aminoasit dizilerinin -ki, bu
dizi G geninin DNA şifresinde yazılıdır- belirlediği belirli bir biçimi alırlar. G
mutasyon geçirdiğinde, bu değişim normalde G geni tarafından belirlenen
aminoasit dizisinde ve dolayısıyla protein molekülünün kıvrılmış biçiminde,
önemli bir farka neden olur.
Bu hafifçe değişmiş protein molekülleri gelişmekte olan beyin hücrelerinin
içerisinde çok sayıda üretilir ve enzim görevi üstlenerek hücre içinde başka
bileşikleri -G geninin ürünlerini- yapan makineler haline gelir. G geninin ürünleri
hücreyi çevreleyen zara ulaşır ve hücrenin diğer hücrelerle bağlantı kurmasına
yarayan işlemlerde yer alır. Orijinal DNA planlarındaki hafif değişiklik yüzünden,
161
bu zar bileşiklerinin yapım hızı değişir. Buysa, gelişmekte olan bazı beyin
hücrelerinin birbirleriyle bağlantı kurma yöntemini değiştirir. DNA metnindeki
dolaylı, gerçekten de uzak bir değişikliğin sonucunda, kunduzun beyninin belirli
bir kısmındaki bağlantı ağında nazik bir değişim oluşmuştur.
Şimdi, kunduz beyninin bu özel kısmı, beynin bağlantı ağı içerisindeki yeri
nedeniyle, kunduzun baraj kurma davranışıyla ilgili olsun. Kuşkusuz, kunduz
baraj kurarken beynin birçok bölümü işe karışır, fakat G mutasyonu beyin ağının
bu özel bölümünü etkilediğinde davranış üzerinde belirli bir etki görülüyor:
Değişim, kunduzun çeneleri arasında bir kütükle suda yüzerken kafasını mutasyon
geçirmemiş bir kunduzdan daha yüksekte tutmasına neden oluyor. Bu da, kütüğe
yapışmış olan çamurun sudaki gezinti sırasında yıkanıp akma olasılığım azaltıyor. Kütüğe yapışmış
çamur kütüğün yapışkanlığını artırıyor. Kunduz kütüğü baraja fırlattığında, kütüğün
yerinde kalma olasılığı artıyor. Özel mutasyonumuzu geçiren her kunduz için bu
geçerli. Kütüklerin yapışkanlığının artması, DNA metnindeki bir değişimin çok
dolaylı bir sonucu.
Kütüklerin yapışkanlığının artması barajın daha sağlam yapılı ve bozulma
olasılığının daha düşük olmasını sağlıyor. Buysa, barajın oluşturduğu gölün daha
büyiik ve gölün ortasındaki yuvanın avcılara karşı daha güvenli olmasına yol açıyor.
Bu durum kunduzun başarıyla büyütülen yavrularının sayısını artırıyor. Kunduzlar
popülasyonuna bakarsak, mutasyon geçirmiş geni taşıyanlar, ortalama olarak,
taşımayanlardan daha fazla sayıda döl yetiştirecek. Bu döller ebeveynlerinden
değişmiş genlerin arşiv kopyalarını miras alacaklar. Dolayısıyla, nesiller geçtikçe
popülasyonda genin değişmiş biçiminin sayısı artacak. Sonunda da, norm haline
gelecek ve “mutasyon geçirmiş” nitelemesini artık hak etmeyecek. Kunduz barajları
bir adım daha iyileşmiş olacak.
Bu öykü varsayımsaldır ve ayrıntıları yanlış olabilir, ancak bu bizi
ilgilendirmiyor. Kunduz barajı, doğal seçilimle evrimleş- ti ve bu yüzden de, gerçek
öykü benim anlattığımdan, ayrıntılar dışında, çok farklı olamaz. The Extended
Phenotype (Yaygın Fenotip) adlı kitabımda bu yaşama bakış açısını açıkladım ve
ayrıntılı olarak inceledim; aynı savları burada yinelemeyeceğim. Bu varsayımsal
öyküde, değişim geçirmiş geni hayatta kalabilme şansmın artışına bağlayan nedenler
zincirindeki bağlantıların ll’den az olmadığını fark etmişsinizdir. Gerçek hayatta daha fazla bağlantı olabilir. Bu bağlantıların her biri, ister hücre kimyasının bir etkisi
olsun, ister beyin hücrelerinin ağ kurma biçimi olsun, ister davranış üzerindeki bir
etki olsun, ister göl büyüklüğü üzerinde bir etki olsun, DNA'daki bir değişim nede-
niyle kurulur. 111 bağlantı olsaydı bile önemli olmazdı. Bir gendeki değişikliğin
162
kendini kopyalama olasılığına getirdiği herhangi bir etki, doğal seçilim için üzerinde
uğraşılacak bir şeydir. İşte her şey bu kadar yalın, sevimli bir tarzda kendiliğinden ve
önceden tasarlanmamış. Birikimli seçilimin temel bileşenleri - kopyalama, hata ve
erk- bir kez var olduktan sonra, böyle bir şey hemen hemen kaçınılmazdır. Peki ama,
bu nasıl oldu? Yaşam Dünya’da yokken temel bileşenler nasıl var olabildiler? Bir
sonraki bölümde, bu zorlu sorunun yanıtının ne olabileceğini
163
VI. Bölüm
Kökenler ve Mucizeler
Ş
ans, talih, rastlantı, mucize. Bu bölümün ana konularından biri mucizeler
ve mucizeyle ne kastettiğimiz. Benim tezim, genelde mucize dediğimiz
olayların doğaüstü olmadığı, gerçekleşme olasılığı çok düşük, olasılık
dışı doğal olaylardan oluşan bir yelpazenin bir parçası olduğudur. Başka
bir deyişle, eğer bir mucize oluyorsa, bu müthiş bir rastlantının gerçekleşmesidir.
Doğal olaylarla mucizeler arasında kesin bir ayrım yapılamaz.
Bazı olaylar üzerinde düşünülmeye değmeyecek kadar olasılık dışıdır, fakat
bunu hesaplamadan bilemeyiz. Hesaplamayı yapabilmek içinse, ne kadar süre
verildiğini bilmeliyiz; daha da genelde olayın gerçekleşmesi için kaç fırsatın
ortaya çıktığını bilmeliyiz. Sonsuz zaman, sonsuz fırsat verildiğinde, her şey
mümkündür. Astronominin ortaya koyduğu büyük sayılar ve jeolojinin özelliği olan
geniş zaman aralıkları, beklenti ve mucize hakkındaki tahminlerimizi altüst ediyor.
Bu bölümün diğer ana teması olan özel bir örnek vererek bu noktaya geleceğim. Bu
örnek, yeryüzünde yaşamın nasıl başlamış olduğu sorusudur. Söylemek
istediklerimi açıkça anlatabilmek için, yaşamın başlangıcına ilişkin belirli bir
kuram üzerinde yoğunlaşacağım; aslında günümüz kuramlarının herhangi biri de
aynı oranda işe yarardı.
Açıklamalarımızda bir miktar rastlantıya yer verebiliriz, ancak bu çok fazla
olamaz. İşte sorumuz da bu: Ne kadar? Jeolojik zamanın enginliği, bir
165
mahkemenin kabul edebileceğinden daha olasılık dışı rastlantılara yer vermemize
izin veriyor; fakat hal böyleyken bile sınırlar var. Yaşamın çağdaş açıklamalarının
tümünün anahtarı, birikimli seçilimdir. Birikimli seçilim, olasılığı kabul edilebilir
bir dizi olayı (gelişigüzel mutasyonlar) gelişigüzel olmayan bir sırada bir araya
getirir; öyle ki, gelişigüzel olmayan bu dizinin sonundaki tamamlanmış ürün çok
çok şanslı olduğu görüntüsünü verir; Evren’in bugünkü yaşından milyonlarca kere
uzun bir süre verilse bile salt rastlantı eseri gerçekleşmesi olasılığı çok çok düşük
bir ürün görüntüsüdür bu. Birikimli seçilim anahtardır fakat başlatılması gerekir ve
birikimli seçilimin kökeninde tek adımlık bir rastlantı olduğunu varsayma
gereğinden kaçamayız.
Bu can alıcı adım zorlu bir adım çünkü ta derininde bir paradoks varmış gibi
görünüyor. Bildiğimiz kopyalama işlemlerinin çalışması için karmaşık makinelere
gerek var gibi. Ortamda replikaz (imalat aleti) varsa, RNA parçaları aynı son
noktaya doğru (ki, birikimli seçilimin gücünü hesaba katmadığımız takdirde bu son
noktanın “olasılığı” yok denecek kadar düşüktür) tekrar ve tekrar evrilecektir. Fakat
birikimli seçilimin işe başlaması için yardım gerekiyor; bir önceki bölümün imalat
aleti replikaz gibi bir katalizör sağlamazsak süreç başlamayacak. Ve, öyle
görünüyor ki, bu katalizörün başka RNA moleküllerinin yönlendirmesi olmaksızın,
kendiliğinden ortaya çıkma olasılığı
çok
düşük. DNA molekülleri hücrenin karmaşık
makineler ortamında kopyalanıyor, kâğıt üzerinde yazılı sözcüklerse fotokopi
makinelerinde. Ancak ikisi de destek makineleri olmadan kendi kendilerine
kopyalanamıyor. Bir fotokopi makinesi pek çok şeyi kopyalayabilir, fakat bir anda
kendiliğinden
ortaya
çıkamaz.
Biyomorflar
doğru
yazılmış
bilgisayar
programlarının oluşturduğu ortamlarda kolaylıkla kendilerini kopyalar, fakat kendi
programlarını yazamaz veya bu programları çalıştıracak bir bilgisayar yapamazlar.
Kör saatçi kuramı, kopyalamayı ve dolayısıyla birikimli seçilimin işlerliğini
varsaydığımızda son derece güçlü bir kuramdır. Fakat kopyalama karmaşık
makineler gerektiriyorsa, karmaşık makinelerin var olabilmesi için bildiğimiz tek
yol birikimli seçilim olduğundan, bir sorunumuz var demektir.
Şurası kesin ki, günümüz hücre makineleri, yani DNA kopyalaması ve protein
sentezi yapan aletler son derece gelişmiş, özel tasarlanmış bir makinenin tüm
özelliklerini taşımaktadır. Ne denli doğru bir veri depolama düzeneği olduğunu
hayretler içinde gördük. Hücrenin kendi minyatür düzeyindeki inceliği ve tasarım
karmaşıklığı, insan gözünün daha büyük düzeydeki incelik ve karmaşıklığından
aşağı kalmaz. Bu konuda düşünen herkes, insan gözü gibi karmaşık bir düzeneğin
tek-basamaklı seçilim yoluyla ortaya çıkmasının mümkün olmadığı konusunda
anlaşmaktadır. Ne yazık ki, bu, DNA’nm kendi eşini yapmasına yarayan
166
makinelerin en azından bazıları için de doğru görünüyor. Üstelik, yalnızca biz ve
amipler gibi gelişmiş yaratıklar için değil, bakteriler ve mavi-yeşil algler gibi
görece daha ilkel yaratıklar için de geçerli.
Öyleyse, tek-basamaklı seçilim karmaşıklık üretemezken, birikimli seçilim
üretebilir. Fakat en alt düzeyde de olsa, kopyalama imalat aletleri ve kopyalayıcı
erki olmaksızın, birikimli seçilim çalışamaz; ve bildiğimiz yegâne kopyalama
makinesi çok sayıda birikimli seçilim neslinden geçmeksizin ortaya çıka-
mayacak denli karışık! Bazıları bunu kör saat yapımcısı kuramının temel açığı
olarak görüyor. Başlangıçta bir tasarımcı, kör bir saat yapımcısı değil de uzak
görüşlü, doğaüstü bir saat yapımcısı olması gerektiğinin nihai kanıtı olarak
alıyorlar. Belki de, diyorlar, Yaradan, evrimsel olayların gün be gün ilerlemesini denetlemiyor; belki de kaplanı ve kuzuyu O çizmedi, belki ağacı
yapmadı; fakat başlangıçtaki kopyalama makinelerini ve kopyalayıcı erkini,
birikimli seçilimi ve dolayısıyla evrimin tümünü olanaklı kılan ilk DNA ve
protein makinelerini kurdu.
Bunun zayıf bir sav olduğu çok açık; aslına bakarsanız kendi kendini
çürütüyor.
Düzenli
karmaşıklık,
açıklamakta
zorlandığımız
bir
şey.
DNA/protein kopyalama makinesinin düzenli karmaşıklığını, kamtlamaksızm
gerçek kabul edersek, bunun daha fazla düzenli karmaşıklık üreteceğini
söyleyivermek görece kolay olur. Aslında elinizdeki kitap büyük ölçüde bu
konu hakkında. Fakat, DNA/protein kopyalama makinesi kadar karmaşık bir
şey tasarlayabilen bir Tanrı, elbette en azından tasarladığı makine kadar
karmaşık ve düzenli olmalıdır. Bu Tan- n'nın duaları dinlemek ve günahları
affettmek gibi ileri işlevleri de olduğunu varsayarsak, makineden de karmaşık
ve düzenli olduğunu kabul etmeliyiz. DNA/protein makinesinin başlangıcını
doğaüstü bir Tasarımcıya başvurarak açıklamak, hiçbir şey açıklamamaktır,
çünkü Tasarımcı’mn başlangıcı açıklan- maksızın ortada kalmaktadır. “Tanrı
hep vardı” gibi bir şeyler söylemeniz gerek ve eğer böyle tembelce bir yol
seçerseniz, aynı kolaylıkla, “DNA hep vardı” ya da “Yaşam hep vardı” diyebilirsiniz. Böylece de, soruyu yanıtladığınızı düşünüp kendinizi rahat
hissedersiniz.
Mucizelerden, temeldeki düşük olasılıklardan, fantastik rastlantılardan,
büyük tesadüflerden ne kadar uzaklaşabilir ve büyük rastlantıları parçalayıp
küçük rastlantılardan oluşan birikimli dizilere ne kadar dönüştürebilirsek,
açıklamalarımız akılcı zihinler için o kadar doyurucu olacaktır. Fakat bu
167
bölümde
168
sorduğumuz, kamtsız varsayabileceğimiz tek bir olayın ne kadar mucizevî, ne
kadar
olasılık dışı
olabileceğidir.
Kuramlarımızda
kullanabileceğimiz ve
kullandıktan sonra hâlâ yaşamın doyurucu bir açıklamasını yaptığımızı öne
sürebileceğimiz, salt rastlantıdan, salt katışıksız mucizevi şanstan oluşan en büyük
tek olay nedir? Bir maymunun şans eseri "Bence bir gelinciğe benziyor”
yazabilmesi için çok fazla rastlantıya gereksinimi var, ama bu şansın miktarı yine
de ölçülebilir. Bunun 10 milyar kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon
kere milyonda (1040) 1 olduğunu hesapladık. Kimse böylesine büyük bir sayıyı tam
olarak anladığını veya düşünebildiğini söyleyemez. Bu denli düşük bir olasılık
derecesini, olanaksız ile aynı anlamda düşünürüz. Fakat bu olasılık düzeyini
algılayamasak da, ürküp kaçmamamız gerekir. 1040 sayısı çok büyük olabilir ama bu
sayıyı yazabiliyor ve hesaplarımızda kullanabiliyoruz. Aslına bakarsanız, daha da
büyük sayılar var: Örneğin,
etmek için,
40
10
1046
sayısı daha büyük olmakla kalmıyor; bu sayıyı elde
sayısını milyon kere kendisiyle toplamamız gerek. Peki, her birinde
bir daktilo olan 104S maymunu bir araya getirebilseydik, ne olurdu? Ne olacak,
içlerinden biri ağırbaşlı bir tavırla "Bence bir gelinciğe benziyor” yazardı; bir
diğerinin de “Düşünüyorum, öyleyse varım” yazacağı neredeyse kesin. Burada
sorun, bu kadar maymunu bir araya getirmenin olanaksız olması. Evrendeki tüm
maddeyi maymun etine dönüştürseniz bile, maymunların sayısı yeterli olmaz. Bir
maymunun daktiloda "Bence bir gelinciğe benziyor” yazması, olan biteni
açıklayacak kurama dahil edilmeyecek kadar büyük bir mucize; ölçülemeyecek
kadar büyük bir mucize... Fakat oturup hesaplamaları yapmadan bunu bilemezdik.
Öyleyse, salt bizim çelimsiz hayal gücümüze değil, yaşamm kökenine ilişkin
yaptığımız, duygulara asla yenilmeyen hesaplamalara bile fazla gelecek rastlantı
düzeyleri var. Fakat, sorumuzu yineleyelim: Kuramımızda kamtlamaksızm doğru
kabul edebileceğimiz rastlantı düzeyi, mucize büyüklüğü nedir? Çok büyük sayılar
var diyerek bu sorudan kaçmayalım. Bu tümüyle geçerli bir soru; ve en azından
oturup, yanıtı hesaplayabilmek için neler gerekeceğini yazabiliriz.
İşte size büyüleyici bir düşünce. Sorumuzun yanıtı başka bir soruya bağlı:
Gezegenimiz yaşam barındıran tek yer midir, yoksa Evren’in her yerinde yaşam var
mıdır? Kesin olarak bildiğimiz tek şey, yaşamın bu gezegen üzerinde bir kez
doğmuş olduğu. Evren’in başka bir yerlerinde yaşam olup olmadığını bilmiyoruz;
olmaması pekâlâ mümkün. Bazı kişiler şöyle bir hesaplama yapmış ve başka
yerlerde de yaşam olması gerektiğine karar vermişler (buradaki yanlışlığa daha
sonra değineceğim): Ev- ren’de yaşam için uygun denebilecek en azından
1020 (100
milyar kere milyar) gezegen var; yaşamın bir kez gezegenimizde doğduğunu
biliyoruz, o halde o kadar da olasılık dışı olamaz; dolayısıyla, bu milyar kere milyar
gezegen arasında en azından bazılarında yaşam olması kaçınılmazdır.
Bu savdaki yanlışlık, ‘yaşam bir kez gezegenimizde ortaya çıktığına göre o
kadar da olasılık dışı olamaz” çıkarsamasında yatıyor. Bu çıkarsamanın,
yeıyüzünde ne olduysa, Evren'in başka bir yerlerinde de olmuştur, varsayımını
içerdiğini fark etmişsinizdir. Ama bu sorduğumuz soruyu kanıtlanmış saymaktan
başka bir şey değil. Başka bir deyişle, bu tür bir istatistiksel sav, yani burada yaşam
olduğu için Evren'in başka bir yerlerinde de yaşam olması gerektiği, kanıtlamaya
çalıştığı şeyi bir varsayım olarak sunuyor. Bütün bunlar, Evren'de başka yerlerde de
yaşam olduğu sonucunun yanlışlığını göstermiyor; bence bu büyük olasılıkla doğru.
Yalnızca, bu sonuca varmakta kullanılan kanıtın aslında bir kanıt olmadığı, bir
varsayım olduğu anlamına geliyor.
Tartışmayı başlatmak için, diyelim ki, yaşam yalnızca tek bir kere ortaya
çıkmıştır ve bu yeıyüzünde olmuştur. İnsanın bu varsayıma salt duygusal
nedenlerle karşı çıkası geliyor: Bu, ortaçağ kokmuyor mu? Klişenin bize
Dünyamızın Evren’in merkezi ve yıldızların da bizim haz duymamız için göğe
asılmış ışık- çıklar olduğunu (hatta küstahlık ve komikliği sürdürüp, yıldızların
bizim küçük yaşamlarımız üzerinde astrolojik etkiler göstermek için yön
değiştirdiklerini) öğrettiği zamanları anımsatmıyor mu? Nasıl bir kibir ki,
Evren'deki milyarlarca ve milyarlarca gezegen arasından kenarda köşede kalmış
gökadamızdaki, kenarda köşede kalmış Güneş sistemimizin kenarda köşede kalmış
Dünya’sını yaşam için seçilmiş varsayar? Tanrı aşkına, neden bizim gezegenimiz?
Ortaçağ kilisesinin darkafalılığından kaçabildiğimize
yürekten
minnet
duyduğum ve çağdaş astrologları hor gördüğüm için kusuruma bakmayın; ayrıca
korkarım, bir önceki paragrafta kullandığım kenarda köşede kalmak deyimi salt
belâgat olsun diye söylenmiş, içi boş bir deyim. Kenarda köşede kalmış gezegenimizin gerçekten de yaşam barındıran tek gezegen olması da mümkün. Eğer
yaşam barındıran tek bir gezegen olsaydı, işte o zaman bunun bizimki olması
gerekirdi; çok iyi bir neden var: “Biz” burada bu soruyu tartışıyoruz! Yaşamın
kökeni Evren’de yalnızca tek bir gezegende gerçekleşecek kadar olasılık dışı bir
olaysa, o zaman o gezegen bizimki olmalı. Öyleyse, yeıyüzünde yaşam olduğu
gerçeğini, yaşamm başka bir gezegende de doğacak kadar yüksek olasılıklı olması
gerektiği sonucuna varmak için kullanamayız. Bu bir kısır döngü olur. Evren’de
başka kaç gezegende daha yaşam olduğu sorusunu yanıtlamaya başlamazdan önce,
yaşamın bir gezegende ortaya çıkmasının ne kadar kolay ya da ne kadar zor olduğu
konusunda bağımsız yaklaşımlar geliştirmemiz gerek.
Ama bu bizim başlangıçtaki sorumuz değil. Başlangıçtaki sorumuz, yeryüzünde
yaşamın kökeni kuramında ne kadarlık bir rastlantı kullanabileceğimizdi. Yanıtın
170
yaşamın tek bir kere mi, yoksa defalarca mı ortaya çıktığına bağlı olduğunu
söylemiştim. Yaşamm gelişigüzel seçilmiş, belirli bir tür gezegende doğması
olasılığına (ne denli düşük olursa olsun) bir ad vererek başlayalım. Bu sayıya
kendiliğinden oluşum olasılığı, KOO diyelim. Kimya kitaplarımızın başına oturup
ya da laboratuvarımızda atmosfer gazı karışımlarının içinden kıvılcımlar geçirip,
tipik bir gezegen atmosferinde kendi eşini yapabilen moleküllerin kendiliğinden
oluşuvermesi olasılığını hesapladığımızda bulacağımız sayı KOO’dur. Diyelim ki,
KOO ya ilişkin yapabileceğimiz en iyi tahmini yaptık ve çok küçük bir sayı elde
ettik: örneğin, milyarda bir. Bu o kadar küçük bir sayı ki, böylesine müthiş rastlantısal, mucizevi bir olayı laboratuvar deneylerimizde tekrarlayabilmek konusunda
en ufak bir umudumuz bile olamaz. Yine de, sırf tartışmayı sürdürmek amacıyla,
yaşamın Evren'de tek bir kez ortaya çıktığım varsayarsak -ki böyle bir hakkımız
var- bir kuramda çok büyük bir rastlantıyı kamtlamaksızın kabullenmiş oluruz
çünkü Evren'de yaşamın ortaya çıkabileceği çok sayıda gezegen vardır. Bir tahmine
göre bu sayı 100 milyar kere milyar; bizim varsaydığımız KOO'nun 100 milyar
katı. Sonuç olarak, yaşamın kökenine ilişkin bir kuramı reddetmezden önce
varsayabileceğimiz kabul edilebilir rastlantı miktarı N’de birdir; burada N,
Evren'deki uygun gezegenlerin sayısıdır. “Uygun” sözcüğünde çok şey gizli, fakat
diyelim ki, bu akıl yürütmede vardığımız rastlantı sınırı
100
milyar kere milyarda
1
olsun.
Bunun ne anlama geldiğini bir düşünelim. Bir kimyacıya gidiyor ve şöyle
diyoruz: “Kimya kitaplarmı ve hesap makineni al; kurşun kaleminin ucunu ve
zekâm sivrilt; kafanı formüllerle, cam kaplarını metan, amonyak, hidrojen, karbon
dioksitle ve canlı barındırmayan ilksel bir gezegende bulunduğunu düşündüğümüz
gazlarla doldur; bunları güzelce pişir; taklit atmosferinden şimşekler, beyninden
ilham perileri geçir; tüm kimya yöntemlerini yardıma çağır ve bize tipik bir
gezegenin kendi eşini yapabilen bir molekülü kendiliğinden üretebilmesi olasılığı
için yapabileceğin en iyi tahmini söyle. Ya da, başka bir deyişle, bu gezegenin
üzerindeki gelişigüzel kimyasal olaylar, yani atom ve moleküllerin ısıyla oraya
buraya gelişigüzel savrulması sonucu, kendi eşini yapabilen bir molekül oluşması
için ne kadar beklememiz gerekir?”
Kimyacılar bu sorunun yanıtını bilmez. Günümüz kimyacılarının çoğu insan
ömrü ölçeğinde çok uzun olan, fakat kozmolojik ölçekte pek de uzun sayılmayacak
bir süre beklememiz gerektiğini söyleyeceklerdir. Yeıyüzündeki fosil geçmişi,
yanıtı bir milyar yıl civarında arayabileceğimizi söylüyor; bu, 4,5 milyar yıl önce
Dünya'nm oluşmasıyla ilk fosil canlılarının bulunuşu arasındaki süre. İşte,
“gezegen sayısı” yaklaşımımızın püf noktası da burada: Kimyacımız bir “mucize”
171
olmasını, milyar kere milyar yıl -ki bu Evrenin oluşmasından bu yana geçen süreden bile çok çok uzun- beklememizi söylese de, bu sonucu sakin sakin
kabullenebiliriz. Evren’de milyar kere milyardan daha fazla uygun gezegen var. Bu
gezegenlerden her biri Dünya kadar yaşasa, milyar kere milyar kere milyar yıl
demektir. Bu da bize yeter! Çarpma işlemini kullanarak bir mucizeyi uygulamaya
dönüştürdük.
Bu yaklaşımda gizli bir varsayım var. Ashnda çok var da, ben özellikle birinden
söz etmek istiyorum. O da şu: Yaşam (yani kopyalayıcılar ve birikimli seçilim), bir
kez başladıktan sonra, canlıların kendi başlangıçlarını sorgulayacak kadar
evrimleştik- leri noktaya doğru ilerler. Eğer bu doğru değilse, kanıtlamaksı- zın
kabullenebileceğimiz rastlantı miktarını azaltmamız gerekir. Daha açık olmak
gerekirse,
bir
gezegende
yaşamm
başlama
olasılığı
(kuramlarımızın
kamtlamaksızm kabul edebileceği en yüksek olasılık), yaşamın bir kez başladıktan
sonra kendi başlangıcını sorgulayacak yeterli zekâyı evrimleştirmesi olasılığının
Evren’de yaşamın başlaması için uygun gezegenlerin sayısına bölümüdür.
“Kendi başlangıcını sorgulayacak yeterli zekâ” deyiminin konumuza ilişkin bir
değişken olması size biraz tuhaf gelebilir. Neden böyle söylediğimi anlayabilmek
için alternatif bir varsayım ele alalım. Diyelim ki, yaşamm başlangıcı epey
olasılıklı bir olaydı, fakat bundan sonra zekânın evrilme olasılığı son derece
düşüktü ve müthiş bir rastlantı gerekiyordu. Birçok gezegende yaşam
başlayabilmesine karşın, zekâ Evren’de tek bir gezegende gelişebildi. Öyleyse, bu
soruyu tartışacak kadar zeki olduğumuza göre, bu tek gezegen Dünya ydı. Şimdi
diyelim ki, hem yaşamın başlangıcı hem de yaşam başladıktan sonra zekânın
başlangıcı, gerçekleşme olasılığı son derece düşük olaylardır. Bu iki olayın aynı
gezegende (örneğin, Dünya’da) meydana gelmesiyse iki çok düşük olasılığın
çarpımıdır ve bu çarpım çok çok daha küçüktür.
Öyle görünüyor ki, nasıl var olduğumuza ilişkin kuramda rastlantıya belirli bir
oranda yer verebileceğiz. Rastlantı hakkımızın üst sınırım Evren’deki uygun
gezegenlerin sayısı belirliyor. Şimdi bu hakkı kendi varlığımızın açıklanması için
sınırlı bir biçimde “harcayabiliriz”. Eğer rastlantı hakkımızın hepsini bir gezegende
yaşamın nasıl başlayacağını açıklayacak kuramımızın en başında kullanırsak, geri
kalan kısmında -örneğin, beynin ve zekânın birikimli evriminde- rastlantıya pek az
yer vermemiz gerekir. Rastlantı hakkımızın hepsini yaşamın nasıl başladığını
açıklamak için kullanmazsak, yaşam başladıktan, birikimli seçilim işe koyulduktan
sonra harcayabileceğimiz bir miktar kalır elimizde. Rastlantı hakkımızın büyük bir
kısmını zekânın başlangıcı kuramımızda kullanmak istiyorsak, yaşamın başlangıcı
kuramımıza harcayacak pek bir şey kalmaz; bu takdirde, yaşamın başlangıcını
172
neredeyse kaçınılmaz kılan bir kuram ortaya atmalıyız. Öte yandan, kuramımızın
bu iki aşaması için rastlantı hakkımızın hepsi gerekmiyorsa, geri kalanını Evren’de
başka bir yerde yaşam olduğunu varsaymada kullanabiliriz.
Benim düşüncem şu: Birikimli seçilim bir kez işe koyulduktan sonra, yaşam ve
zekânın evrimi için gereken rastlantı miktarı görece az olacaktır. Bence, birikimli
seçilim zekânın evrimini kaçınılmaz değilse de mümkün kılacak kadar güçlüdür.
Bu, eğer istersek, kanıtlamaksızm kabullenebileceğimiz rastlantı hakkımızın hemen
hepsini tek bir seferde, bir gezegen üzerinde yaşamın başlangıcı kuramımızda
kullanabileceğimiz anlamına geliyor. Öyleyse, yaşamın başlangıcı kuramımızda
kullanmak istediğimiz takdirde elimizde üst sınır olarak
100
milyar kere milyarda
(ya da kaç tane uygun gezegen olduğunu düşünüyorsak, o kadarda) 1 ’lik bir
rastlantı hakkımız var. Bu, kuramımızda kanıtlamaksızm varsayabileceğimiz en
yüksek rastlantı miktarı. Örneğin, diyelim ki, DNA ve protein-esaslı kopyalama
makineleri kendiliklerinden rastlantı eseri var olduklarında yaşamın başladığı
düşüncesini ortaya atmak istiyoruz. Bir gezegende bu rastlantının gerçekleşmesinin
olasılığı
100
milyar kere milyarda 1'i aşmadığı sürece, böylesine müsrif bir kuramı
benimseyebiliriz.
Bu pay fazla görünebilir. DNA ya da RNA’nın kendiliğinden ortaya çıkışını
karşılayabileceğimiz rastlantı hakkımız büyük olasılıkla epey çok. Fakat bu, bizi
birikimli seçilim olmaksızın yol alabileceğimiz bir noktaya getirmiyor. Bir
kırlangıç kadar iyi uçabilen ya da bir şahin kadar keskin gözleri olan ya da bir
yunus kadar iyi yüzebilen, iyi tasarlanmış bir canlının tek bir rastlantı darbesiyle tek basamaklı seçilim- ortaya çıkıverme olasılığı müthiş az: Bu olasılığı
hesaplamak için bırakın uygun gezegen sayısını. Evren'deki atomların sayısını
kullanmak gerekir. Yaşamı açıklarken birikimli seçilime gerek duyduğumuz kesin.
Öte yandan, yaşamm başlangıcı kuramımızda, -diyelim ki~
milyarda
1
100
milyar kere
’lik bir rastlantı kullanma hakkımız olmasına karşın, bu hakkın ancak
çok küçük bir parçasına gerek duyacağız. Bir gezegende yaşamın başlaması bizim
günlük ölçülerimizle ya da kimya laboratuvarımn ölçüleriyle gerçekten de çok
düşük olasılıklı bir olay olabilir; fakat yine de tüm Evren’de, hem de defalarca
gerçekleşmeye yetecek kadar olasıdır. Gezegen sayısı yaklaşımımıza son çare
olarak bakabiliriz. Bu bölümün sonunda, aradığımız kuramın bizim öznel yargılarımızla (bizim öznel yargılarımızın yapısı gereği) çok düşük olasılıklı, hatta mucizevi
görünmesi gerektiği yolunda bir paradoks atacağım ortaya. Her şeye karşın,
yaşamm başlangıcını açıklayan, olasılık derecesi en yüksek kuramı arayarak işe
koyulmak hâlâ en mantıklısı. DNA ve kopyalama makinelerinin kendiliklerinden
ortaya çıkmalarının olasılığı bizi yaşamın evrende çok ender, hatta yalnızca
173
Dünyaya özgü olduğunu varsayın aya zorlayacak denli düşükse, yapacağımız ilk
şey daha olası bir kuram bulmaktır. Öyleyse, birikimli seçilimin başlamış
olabileceği görece olası yollarla ilgili tahmin yürütebilir miyiz?
“Tahmin” sözcüğünün olumsuz çağrışımları var, fakat burada bu çağrışımlardan
arınık halde kullanıyorum. Sözünü ettiğimiz olaylar dört milyar yıl önce ve
bugünkü dünyamızdan tümüyle farklı bir dünyada olunca, söyleyeceğimiz şeyler
tahminden başka bir şey olamaz. Örneğin, o zamanlarda, atmosferde serbest oksijen
olmadığından eminiz. Dünya’nm kimyası değişmişse de, kimya yasaları
değişmemiştir (bu yüzden onlara yasa diyoruz). Günümüz kimyacıları da kimya
yasalarını gayet iyi tanıyorlar ve bunların gerektirdiği zorlu akla uygunluk denemelerinden geçecek, bilgiye dayalı tahminler yapabiliyorlar. Çılgınca ve
sorumsuzca, düş gücünüzün iplerini koparıp her derde deva “hipergüç”, “zaman
bükülmesi” ya da “sonsuz olanaksızlık itişi” benzeri bilimkurgu klişelerle tahmin
yapamazsınız. Yaşamın başlangıcına ilişkin yapılan tahminlerin çoğu kimya
yasalarına uymaz ve bir kenara bırakılabilir -gezegen sayısı yaklaşımınızı işin içine
katsak bile. Sonuç olarak, dikkatli ve seçerek yapılan tahminler yapıcı birer
alıştırmadır, ancak bunu yapabilmek için kimyacı olmak gerekiyor.
Ben kimyacı değil, biyoloğum ve öne sürdükleri kuramlar konusunda
kimyacılara güvenmem gerekiyor. Kimyacıların tercih ettikleri kuramlar farklı
farklı olabilir ve inanın bu kuramların sayısı hiç de az değil. Bu kuramları size
tarafsız kalarak anlatabilirim; bir ders kitabında yapılması gereken budur. Fakat
elinizdeki bir ders kitabı değil. Kör Saatçi deki temel düşünce, yaşamı ya da
evrendeki herhangi bir şeyi anlamak için bir tasarımcının varlığını kabullenmek
zorunda olmadığımızdır. Burada, karşı karşıya olduğumuz soruya uygun bir çözüm
arıyoruz. Bence bunu açıklayabilmek için, bir sürü kurama bak-
174
inak yerine, temel sorumuzun -birikimli seçilimin nasıl başladığı sorusununnasıl çözülebileceğine örnek olabilecek tek bir kurama bakmalıyız.
Peki, bir çözüm örneği olarak hangi kuramı almalı? Ders kitaplarının çoğunda,
ağırlık, organik bir "ilksel çorba'yı temel alan kuramlar grubuna verilir. Olasılıkla,
yaşamın doğuşundan önce Dünya atmosferi günümüzde hâlâ yaşam barındırmayan
diğer gezegenlerinkine benziyordu. Oksijen yoktu; bol bol hidrojen, su ve karbon
dioksit vardı; muhtemelen amonyak, metan ve başka basit organik gazlar da vardı.
Kimyacılar böylesi oksijensiz atmosferlerin organik bileşiklerin kendiliğinden
sentez- lenmesi için uygun olduğunu bilirler; ve cam kaplar içerisinde ilksel Dünya
koşullarını taklit eden laboratuvar düzenekleri kurmuşlardır. Bu cam kaplar içinden
yıldırım taklidi elektrik kıvılcımları ve morötesi ışınlar (ki bu ışınlar Dünyayı güneş
ışınlarından koruyan ozon tabakasının oluşumundan önce çok daha etkiliydi)
geçirirler. Bu deneylerin sonuçlan heyecen vericidir. Bu cam kaplarda, normalde
yalnızca canlılarda bulunanlarla aym cinsten organik moleküller kendiliğinden
oluşmuştur. DNA ya da RNA elde edilememiş, fakat bu büyük moleküllerin
yapıtaşları olan pürin ve pirimidinler bulunmuştur. Proteinlerin yapıtaşları olan
aminoasitler de gözlenmiştir. Bu türden kuramlarda henüz açıklanamayan bağlantı,
kopyalamanın başlamasıdır. Elde edilen yapıtaşları, RNA gibi kendinin aynısını
yapabilen bir zincir yapmak üzere birleşmemiştir.
Her neyse, organik ilksel çorba, aramamız gereken çözüm türüne örnek olarak
seçtiğim kuram değil; bu kuramı ilk kitabım Gen Bencildir 2'de kullanmıştım. Bu
yüzden de, bu kitapta, daha az tanınmış, ama bence doğruluk şansı oldukça yüksek
görünen bir başka kuramı ele alacağım (ashnda son günlerde epey taraftar
kazanmaya başladı). Cüretli bir kuram ve tatmin edici bir yaşamın başlangıcı
kuramında olması gereken özellikleri çok iyi ortaya koyuyor. Bu, Glasgowlu
kimyacı Graham Cairns-Smith’in ilk olarak 20 yıl önce ortaya attığı ve o zamandan
günümüze geliştirerek, üç kitapta incelediği “inorganik mineral” kuramı. Bu üç
kitabın sonuncusu olan Seven Clues to the Origin of Life da (Yaşamın Kökenine
İlişkin Yedi İpucu) Cairns-Smith, yaşamın başlangıcını Sherlock Holmesvari bir
çözüm gerektiren bir sır olarak ele alıyor.
Cairns-Smith DNA/protein makinelerinin büyük olasılıkla görece yakın bir
geçmişte, üç milyar yıl önce oluştuğunu düşünüyor. Bundan önce, kendini
kopyalayan farklı varlıkları temel almış birçok birikimli seçilim nesli var. DNA
ortaya çıktıktan sonra, kopyalayıcı olarak o denli verimli ve kendini kopyalaması
üzerindeki etkileri öylesine güçlü oldu ki, onu doğuran ilk kopyalama sistemi
gölgede kaldı ve unutuldu. Cairns-Smith’e göre, günümüz DNA düzeneği daha
2 Gen Bencildir, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Mayıs 2001
175
sonra ortaya çıkıp, ana kopyalayıcmm yerini gasp etti; ana kopyalayıcı da daha
ilksel ve kaba bir kopyalayıcmm yerine geçmişti zaten. Hatta böyle bir gasplar
dizisi gerçekleşmiş olabilir; fakat en baştaki kopyalama işlemi benim “tekbasamaklı seçilim” dediğim yolla ortaya çıkacak kadar yalın olmuş olmalıydı.
Kimyacılar konularını iki ana dala ayırır: organik ve inorganik kimya. Organik
kimya, özel bir elementin, karbonun kimyasıdır. Geri kalanı, inorganik kimyadır.
Karbon önemlidir; bunun iki nedeni var. Yaşamın kimyası tümüyle karbonkimyası- dır. Ayrıca, karbon-kimyası yaşam için olduğu kadar endüstriyel süreçler
için de (örneğin plastik endüstrisi) uygundur. Karbon atomlarını yaşam ve
endüstriyel sentezler için bu denli önemli kılan temel özellik, bu atomların
birbirlerinden farklı, çok büyük molekül çeşitlerini kapsayan sınırsız bir dağarcık
oluşturacak biçimde birleşebilmeleridir. Aynı özellikleri taşıyan bir başka element
de silisyumdur. Günümüz Dünyasında yaşam kimyası tümüyle karbon-kimyasıysa
da bu, Evren’in her yeri için geçerli olmayabilir; ve belki de Dünyamızda da her zaman geçerli değildi. Cairns-Smith, gezegenimiz üzerindeki ilk yaşamın kendinin
aynısını yapabilen, inorganik kristaller -örne- ğin silikatlar- üzerine kurulduğuna
inanıyor. Eğer bu doğruysa, organik kopyalayıcılar ve DNA, bu rolü sonradan
devralmış olmalılar.
Cairns-Smitlı bu “devralma” düşüncesinin akla uygunluğunu gösterecek bazı
yaklaşımlar geliştiriyor. Örneğin, taş bir kemer, taşları birleştirecek çimento olmasa
da yıllarca ayakta kalabilecek, istikrarlı bir yapıdır. Evrim süreciyle karmaşık bir
yapı oluşturmak, çimentosuz bir kemer yapmaya benzer -eğer her seferinde tek bir
taş koyuyorsanız. Bu işe naifçe yaklaşın, yapılamayacağını göreceksiniz. Son taş da
yerine konduktan sonra kemer ayakta kalacaktır, fakat ara aşamalar istikrarsızdır.
Ancak, taşları hem ekleyip hem de çıkarabiliyorsanız, kemeri yapmak oldukça
kolay olacaktır. Bir taş yığını yaparak işe başlayın; sonra da bu sağlam temelin
üzerine kemeri yerleştirin. En tepedeki o can alıcı anahtar taşı da konup kemer tamamlandığında, destekleyici taşları dikkatle yerlerinden alın. Bir nebze de şansın
yardımıyla, kemer olduğu gibi kalacaktır. Stonehenge taş abideleri, inşacılarınm
artık orada olmayan bir tür yapı iskelesi, belki de toprak rampalar kullandığı
düşünülürse, anlaşılmaz olmaktan çıkar. Yalnızca son ürünü görebiliriz; ortadan
kaybolmuş yapı iskelesini üründen hareketle çıkarsamamız gerekir. Tıpkı bunun
gibi, DNA ve protein de, bir kez tüm kısımları aynı anda var olduktan sonra yerinde
kalan kararlı ve zarif bir kemerin iki sütunudur. Önceleri var olan bir yapı iskelesi
olmaksızın, DNA’nın adım adım ilerleyen bir süreçte oluştuğunu hayal edebilmek
çok zor. Bu yapı iskelesinin kendisi de doğasım yalnızca tahmin edebileceğimiz,
ilksel bir birikimli seçilim biçimi tarafından yapılmış, kendini kopyalayabilen ve
176
gelecekleri üzerinde erk sahibi olan varlıkları temel almış olmalı.
Cairns-Smith'in tahmini, başlangıçtaki kopyalayıcılarm kil ve çamurda
bulunanlara benzeyen inorganik maddelerin kristalleri olduğu yönünde. Kristal, katı
halde bulunan, büyük ve düzenli atom ya da molekül kümeleridir. “Biçimleri”
olarak düşünebileceğimiz özellikleri nedeniyle, atom ve küçük moleküller belirli ve
düzenli bir biçimde bir araya gelirler. Sanki okul törenlerinde çocukların yaptığı
gibi hizaya girmeye “çalışmaktadırlar”; ancak bu kasıtlı bir şey değil, yalnızca
özelliklerinin bir sonucudur. “Hizaya girmek”, kristalin tümünün biçimini belirler.
Bu, elmas gibi büyük bir kristalde bile, kristalin herhangi bir kısmının, hataların
olduğu yerler dışmda, diğer kısımlarla tümüyle aynı olduğu anlamına gelir. Eğer
atomik boyutlara kü- çülebilseydik, göreceğimiz, ufuğa doğru uzanan, ucu bucağı
olmayan atom safları, geometrik tekrarlardan oluşan koridorlar olurdu.
Asıl ilgi alanımız kopyalama olduğuna göre, bilmemiz gereken ilk şey,
kristallerin kendi yapılarının aynısını yapıp yapamadıkları olmalı. Kristaller, sayısız
atom (veya eşdeğeri) tabakalarından yapılmıştır ve her tabaka alttaki tabakanın
üzerine yapılanır. Atomlar (ya da iyonlar, fakat bu fark bizi ilgilendirmiyor) çözelti
içindeyken özgürce dolanırlar, fakat bir kristalle karşılaştıklarında, kristalin
yüzeyinde hizaya girme eğilimindedirler. Bildiğimiz tuzun çözeltisinde, kaotik bir
halde oraya buraya çarpıp duran sodyum iyonları ve klorür iyonları vardır. Bu
tuzun kristalindeyse, sodyum ve klorür iyonları birbirleri ardınca, aralarında dik açı
yaparak düzenli olarak sıralanmış bir paket oluştururlar. Suda yüzmekte olan
iyonlar kristalin sert yüzeyine çarptıklarında, oraya yapışırlar. Ve tam da, kristale
bir alttaki tabakaya benzer yeni bir tabaka eklenmesine neden olacak yerlere
yapışırlar. Sonuç olarak, bir kristal oluşmaya başladıktan sonra, her yeni tabaka bir
alttakine benzeyecek biçimde büyümeye başlar.
Bazen çözeltide kristaller kendiliklerinden oluşur. Bazen de, toz parçacıklarıyla
veya çözeltiye atılan küçük kristallerle “tohumlanmaları” gerekir. Cairns-Smith,
bizi şöyle bir deney yapmaya davet ediyor: Fotoğrafçıların kullandığı “hipo”
sabitleyici- den çok miktarda alıp bunu çok sıcak suda çözün. Sonra çözeltiyi
soğumaya bırakın; içine toz düşmemesine dikkat edin. Şimdi çözelti “aşırı
doymuştur"; kristal oluşturmak için hazır bekle- jnektedir. Ancak süreci başlatması
gereken kristal tohumu yoktur. Bundan sonrasını Cairns-Smith’in Seven Clues to
the Ori- gin of Life (Yaşamın Kökenine İlişkin Yedi İpucu) adlı kitabından
alıyorum:
Beherin kapağım dikkatle kaldırın, çözeltinin yüzeyine küçük bir “hipo”
kristali bırakın ve ne olacağını seyredin. Hayretler içinde kalacaksınız.
177
Kristaliniz gözle görünür bir biçimde büyüyecektir. Arada sırada
parçalanacak, parçalar da büyüyecektir... Kısa bir süre sonra beheriniz, bazıları santimetrelerce uzunluktaki kristallerle dolacaktır. Birkaç dakika sonra
ise, her şey duracaktır. Büyülü çözeltiniz gücünü kaybetmiştir -eğer bir
gösteri daha istiyorsanız, beheri tekrar ısıtın ve soğumaya bırakın... aşırı doygunluk, olması gerekenden daha fazlasmı çözmek demektir... soğumuş aşırı
doygun çözelti, kelimenin tam anlamıyla, ne yapacağını bilemez. İçine
birimleri (milyarlarca ve milyarlarcası) “hipo” kristallerine özgü bir biçimde
paketlenmiş bir kristal parçası atarak, bunu ona “söylemek” gerekir.
Çözeltinin tohumlanması gerekir.
Bazı kimyasal maddeler iki farklı yoldan kristal oluşturur. Örneğin, grafit ve
elmas, an karbonun kristalleridir. Her ikisinde de aynı atomlar vardır. Bu iki madde
birbirlerinden yalnızca karbon atomlarının paketlenişindeki düzen bakımından
ayrılırlar. Elmasta, karbon atomları son derece kararh olan düzgün dörtyüzlü
deseninde paketlenmiştir. Elmasın çok sert olmasının nedeni budur. Grafitte ise,
karbon atomlan birbiri üstüne taba- kalanmış düz altıgenler biçiminde
düzenlenmiştir. Tabakalar arasındaki bağlar zayıftır, bu yüzden de birbirlerinin
üzerinde kayabilirler; bu, grafitin kaygan olmasına ve yağlama için kullanılmasına
yol açar. Ne yazık ki, hipo ile yaptığımız gibi çözelti tohumlayarak elmas
büyütemiyoruz. Eğer bunuyapabilseydi- niz, zengin olurdunuz; gerçekten bu yolla
zengin olur muydunuz? Hayır, hayır, o zaman herkes aynı şeyi yapabilirdi.
Şimdi, diyelim ki, elimizde bir maddenin aşırı doygun çözeltisi var; bu madde
tıpkı hipo gibi çözeltide kristal büyütmeye hevesli ve tıpkı karbon gibi iki farklı
biçimde kristalleşebiliyor. Bir seçenek atomların, grafitte olduğu gibi, tabakalar
halinde düzenlenmesi ve küçük, düz kristaller oluşturması; diğeriyse, elmas benzeri
kristal topakları meydana getirmesi. Şimdi, aşırı doygun çözeltimize aynı anda bir
tane küçük, düz ve bir tane de küçük, topak kristal atalım. Ne olacağını CairnsSmith’e öykünerek anlatmaya çalışalım. Hayretler içinde seyrediyoruz. Kristallerimiz gözle görünür bir biçimde büyüyor. Arada sırada parçalanıyorlar,
parçalar da büyüyor... Düz kristaller, düz kristal kümeleri oluşturuyor; topaklar da,
topak kristal kümeleri. Eğer kristal türlerinden biri diğerinden daha hızlı büyüyor
ve parçalanıyorsa, basit bir doğal seçilim türümüz var demektir. Fakat, evrimsel
değişim olabilmesi için hâlâ önemli bir eksiğimiz var: kalıtsal çeşitlilik ya da buna
eşdeğer bir şey. Sadece iki tür kristal yerine, birbirlerinden biraz farklı bir çeşitler
dizisi olmalı; bu çeşitler kendilerine benzer soylar oluşturmalı; ve zaman zaman da
“mutasyon geçirerek” yeni biçimlerin ortaya çıkmasına yol açmalı. Gerçek
178
kristallerde kalıtsal mutasyona karşılık gelen bir şey var mı?
Kil, çamur ve kayaçlar küçücük kristallerden yapılmıştır. Yeıyüzünde bol bol
bulunurlar ve büyük olasılıkla da her zaman var olmuşlardır. Bazı kil türlerinin ve
başka minerallerin yüzeyine elektron tarama mikroskopuyla baktığınızda, baş döndürücü bir görünümle karşılaşırsınız. Kristaller, çiçek ya da kaktüse, yapay güllerin
taçyapraklarına, bol su tutan bitkilerin kesitlerine, bir kilise orgunun borularına,
minyatür bir origami gibi katlanmış karmaşık üçgen şekillere, sıkılmış diş
macununa benzer diziler halinde büyümektedir. Mikroskopun büyütme düzeyini
artırdığınızda, bu düzenli desenler sizi daha da şaşırtacaktır. Atomların gerçek
konumunu açığa çıkartan düzeylerde, kristalin yüzeyi tıpkı makinede dokunmuş
balıksırtı tüvit kumaş gibi düzenlidir. Fakat, -işte can alıcı nokta burası- hatalar
vardır. Bu düzenli balıksırtı desenin tam ortasında, diğerleriyle her bakımdan aynı
ancak farklı açıda kıvrılmış bir parça olabilir; “dokuma” başka bir yönde ilerler.
Belki de, yönü değişmez ama her sıra bir biçimde “kaymıştır”. Doğal kristallerin
hemen hepsinde hatalar vardır. Bir hata bir kez ortaya çıktıktan sonra, kopyalanır,
çünkü bundan sonra gelen tabakalar hatanın üstüne yerleşecektir.
Bir kristalin yüzeyinin her yerinde hata olabilir. İsterseniz bilgi depolama
kapasitesini düşünelim; kristalin yüzeyinde yaratılabilecek hataları hayal edelim:
devasa bir sayıdır bu. Yeni Ahit’i tek bir bakterinin DNA’sma yazmakla ilgili
hesaplamalarımızı anımsayalım. Hemen hemen bütün kristaller için benzer hesaplar
yapabilir ve aynı şekilde şaşırtıcı sonuçlar elde edebiliriz. DNA'da olup da normal
kristallerde olmayan şey bilginin okunabilmesidir. Bu okuma sorununu bir yana
bırakırsak, kristalin atomik yapısındaki hataların ikili sistem sayılarım gösterdiği
keyfi bir şifre tasarlamak çok kolay. Böylelikle, topluiğne başı büyüklüğündeki bir
mineral kristaline bir sürü Yeni Ahit yerleştirebiliriz. Bir lazer (“kompakt”)
diskinin üzerine müzik bilgisinin yerleştirilmesi de -daha büyük bir ölçektetemelde böyledir. Müzik notaları bir bilgisayarda ikili sistem sayılarına
dönüştürülür. Lazer kullanılarak, normalde diskin camsı, düz yüzeyinde minicik
hatalar oluşturulur. Açılan her küçük delik, ikili sistemdeki 1 rakamına (ya da 0, bu
keyfidir) karşılık gelir. Siz diski çalarken, başka bir lazer ışını hata desenini “okur”
ve setin içine yerleştirilmiş özel bir bilgisayar rakamları ses titreşimlerine
dönüştürür; bu ses, duymanız için yükseltilir.
Günümüzde lazer diskleri aslında müzik için kullanılıyor, fakat bunlardan
birinin üzerine Encyclopaedia Britannica’yı kaydedebilir ve aynı lazer tekniğiyle
okuyabilirsiniz. Kristallerin atomik ölçekteki hataları lazer diskinin yüzeyine
kazman deliklerden çok daha küçüktür, yani kristallerin belirli bir alanda bilgi
depolama kapasiteleri daha fazladır. Bilgi saklama kapasitesi bizi hayretlere
179
düşürmüş olan DNA molekülleri de kristallere benzer. Kil kristalleri, kuramsal
olarak, DNA veya lazer diskleri kadar bilgi depolama yeteneğine sahipse de, kimse
bunu gerçekten yaptıklarını söylemiyor. Kil ve diğer minerallerin kuramımızdaki
rolü en baştaki “düşük teknolojili” kopyalayıcılar olmaları, sonra da yerlerini DNA
ya bırakmalarıdır. Kristaller gezegenimizin sularında kendiliklerinden, karmaşık
makinelere gerek duymadan oluşur; sonra da kendiliklerinden hatalar gelişir. Bu
hataların bir kısmı sonraki tabakalarda kopyalanır. Eğer kristalden uygun parçalar
koparsa, bu parçaların her biri yeni kristaller için “tohum” görevi görür; yeni
kristallerin her biri “ebeveyninin" hata desenini miras olarak almıştır.
Sonuç olarak, elimizde, ilksel yeıyiizünde bir çeşit birikimli seçilim biçimi
başlatmak için gerekli kopyalama, çoğalma, kalıtım ve mutasyon özelliklerinin
bazılarını taşıyan mineral kristallerin kurgusal bir resmi var. Hâlâ eksik bir unsur
var: “erk". Kopyalayıcılarm yapısı bir biçimde kendi kopyalanma olasılıklarını
etkilemiş olmalı. Kopyalayıcılardan soyut anlamda söz ederken, “erk” dediğimiz
şeyin kopyalayıcının “yapışkanlık” gibi içsel özellikleri olabileceğini görmüştük.
Bu başlangıç düzeyinde, “erk" sözcüğü anlamını tam bulmuyor. “Erk” sözcüğünü
yalnızca evrimin daha ileri aşamalarında olacakları düşünerek kullanıyorum:
Örneğin, bir yılanın dişinin (yılanın hayatta kalmasını dolaylı yoldan etkileyerek)
DNA’daki diş şifresini çoğaltma erki. İster mineral kristalleri ister doğrudan
organik DNA öncüleri olsun, başlangıçtaki düşük teknolojili kopyalayı- cıların
sahip olduğu “erk”in doğrudan ve basit olduğunu söyleyebiliriz: tıpkı yapışkanlık
gibi. Yılanın dişi ya da orkide çiçeği gibi daha ileri erk araçları çok daha sonraları
ortaya çıktı.
Kil için “erk”in ne anlamı olabilir? Bir kilin hangi rastlantısal özellikleri bu kil
çeşidinin çevrede çoğalması olasılığını etkileyebilir? Killer akarsuların akışı
boyunca kayaçlardan çözüp -"aşındırıp”- çözelti halinde taşıdığı metal iyonları ve
silisik asit gibi yapıtaşlarından oluşur. Akarsuyun akış yönünde, aşağıda bir
yerlerde doğru koşullar oluştuğunda, bu yapıtaşları tekrar kristalize olarak killeri
oluşturur. (Aslında burada “akarsu” açık bir ırmak değil, daha çok yeraltı sularının
sızması ve damlaması anlamındadır. Fakat yalın olabilmek amacıyla genel olan
"akarsu” sözcüğünü kullanmayı sürdüreceğim.) Belirli bir kil çeşidinin birikip
birikmeyeceği, birçok şeyin yanı sıra, akarsuyun hızına ve akış biçimine bağlıdır.
Öte yandan, kil birikimleri de akarsuyun akışını etkileyebilir. Bunu, belirli bir
amacı olmaksızın, suyun aktığı toprağın düzeyini, şeklini, dokusunu değiştirerek
yapar. Toprağın yapısını yeniden şekillendirerek akışı hızlandırma özelÜğine sahip
bir kil çeşidi düşünün. Elde edilecek sonuç, bu kilin yeniden aşındırılarak taşınması
olacaktır. Bu kil çeşidi, tanım gereği, pek “başarılı” değildir. Rakip bir kil çeşidi
180
lehine akışı değiştiren bir kil çeşidi de başarısız olacaktır.
Killerin varlıklarını sürdürmeyi “istediklerini” söylemiyorum elbette. Biz hep
kopyalayıcmm sahip olduğu özelliklerin doğal ve ayrılmaz sonucu olan olaylardan
söz ediyoruz. Bir başka kil çeşidi düşünelim. Bu kil, akışı yavaşlatsın; öyle ki,
kendi çeşidinin ileride birikme olasılığı artsın. Bu ikinci çeşidin gittikçe bollaşacağı çok açık, çünkü akarsuyu kendi “üstünlüğü” doğrultusunda kullanıyor; bu
başarılı bir kil çeşidi olacaktır. Şimdiye dek yalnızca tek basamaklı seçilimle
uğraştık. Peki, birkimli bir seçilim biçimi başlayabilir mi?
Kurgumuzu sürdürelim. Diyelim ki, bir kil çeşidi akarsular üzerinde ketler
oluşturarak kendi birikme olasılığını artırıyor. Bu, kilin kendine özgü hatalı
yapısının kasıtsız, amaç gütmeyen bir sonucudur. Bu kil çeşidinden içeren bir
akarsuda, baraj öncesinde büyük, durgun, sığ havuzlar oluşacak ve suyun ana akış
yönü değişerek kendine yeni bir güzergâh bulacaktır. Bu durgun havuzlarda aynı
kil çeşidi birikmeyi sürdürecektir. Bu kil çeşidinin kristal tohumlarının “bulaştığı”
her akarsu boyunca böylesi sığ havuzlar birbiri ardınca çoğalacaktır. Akarsuyun
ana akış yönü değiştiği için, kurak mevsim geldiğinde sığ havuzlar kuruyacaktır.
Kil de kuruyacak, güneşin altında çatlayacak ve üst tabakalar toz halinde
savrulacaktır. Her toz parçacığı barajları oluşturan ebeveyn kilin hatalı yapısını, barajı yapmasını sağlayan yapıyı miras almıştır. Benim söğüt ağacımdan kanala
yağan genetik bilgiyle bunun arasında bir benzetme yapacak olursak, tozun akarsu
üzerinde nasıl baraj kurabileceğine ve sonuçta nasıl daha fazla toz yapabileceğine
ilişkin “talimat” içerdiğini söyleyebiliriz. Toz rüzgârın yardımıyla daha uzaklara
yayılır ve bazı toz parçacıklarının başka bir akarsuya, bu baraj-yapıcı kilin
tohumlarının bulaşmamış olduğu bir akarsuya düşmesi olasılığı epey yüksektir.
Tozun bulaşmasından sonra, yeni akarsuda baraj-yapıcı kil kristalleri büyüyecek;
birikme, baraj yapma, kuruma, aşınma döngüsü yeniden başlayacaktır.
Bu anlattığıma bir “yaşam döngüsü” demek sorumuzu kanıtlanmış varsaymak
olacaktır; fakat yine de bir döngüdür ve gerçek yaşam döngülerinin birikimli
seçilim başlatabilme yeteneğini taşır. Diğer akarsulardan rüzgârla taşman toz
“tohumlar” bulaştığı için, akarsuları “ata” ve “döl” olarak ayırabiliriz. B akarsuyunda havuzlar oluşturan kil, rüzgârla taşman toz kristaller halinde A akar
suyundan gelmiştir. B akarsuyunun havuzları daha sonra kuruyacak ve toz
yapacaktır; bu toz da F ve P akarsularına bulaşacaktır. Baraj-yapıcı kilin kaynağım
temel alırsak, akarsuları “aile ağacı” biçiminde düzenleyebiliriz. Tozun bulaştığı
her akarsuyun bir “ebeveyn” akarsuyu vardır; bu ebeveynin birden fazla “çocuk”
akarsuyu olabilir. Her akarsu, “gelişimi” toz tohum “genleri” tarafından etkilenen
ve yeni toz tohumlar oluşturan bir canlıya benzer. Döngüdeki her nesil, kristal to-
181
humlarının ebeveyn akarsudan toz biçiminde ayrılmasıyla başlar. Her toz
parçacığının kristal yapısı ebeveyn akarsudaki kilden kopyalanmıştır. Bu kristal
yapı çocuk akarsuya aktarılır, burada çoğalır ve sonunda tekrar etrafa “tohum”
saçar.
Kristal büyürken atomların yerleştirilme düzeninde bir değişiklik, bir hata
olmadığı sürece, eski kristal yapısı nesiller bo
182
yunca korunur. Bir kristalde, birbiri üzerine yerleşen tabaka
larda hata aynen kopyalanır; ve kristal ikiye parçalandığında, değişikliğe uğramış
kristallerden oluşan bir alt-popülasyon doğar. Şimdi, eğer değişim kristalin
baraj-yapma/kuruma/aşmma
döngüsünde
daha verimli -ya da daha verimsiz-
rsa
olmasına yol açıy° ' sonraki nesillerde kaç kopyasının yapılacağım da doğrudan etkiler. Örneğin, değişmiş kristallerin parçalanma (“üreme”) olasılığı
daha fazla olabilir. Değişmiş kristallerin oluşturduğu kilin, çeşitli ayrıntılı yollar
sonucunda, baraj yapma erki artabilir. Güneş altında daha kolay parçalanıyor
olabilir. Parçalanarak toz haline gelmesi kolaylaşabilir. Tıpkı söğüt tohumlarında
olduğu gibi, toz parçacıkları rüzgârı daha kolay yakalayabilir. Bazı kristal
türlerinde “yaşam döngüsü” kısalabilir ve bu da “evrimlerinin” hızlanmasına yol
açar. Gelecek nesillerin kendilerini sonraki nesillere aktarmada gittikçe “daha iyi”
olabilmeleri için birçok fırsat vardır. Bir başka deyişle, güdük de olsa, bir tür
birikimli seçilim sürecinin başlaması için birçok fırsat vardır.
Cairns-Smith'in kurgusunun süslenmiş biçimi olan bu küçük hayal uçuşları,
birikimli seçilimin o çok önemli yolculuğuna başlamasını sağlayabilecek birçok
mineral “yaşam döngüsü” çeşidinden yalnızca bir tanesini açıklamak için. Daha
başkaları da var. Başka kristal çeşitleri toz halinde “parçalanmak” yerine, kendi
akarsularını çok sayıda küçük akarsuya ayırarak yayılabilir; sonunda da yeni akarsu
sistemleriyle birleşir ve onlara bulaşır. Bazı çeşitlerse, kayaları daha hızh aşındıran
şelaleler yapabilir; böylece de akarsu boyunca yeni killer oluşturmak için gerekli
hammaddelerin çözünmesini hızlandırmış olur. Bazı kristal çeşitleri hammaddeler
için yarıştıkları “rakip” çeşitler için koşulları zorlaştırarak daha etkin olabilir. Bazı
çeşitler, rakip çeşitleri parçalayarak ve onların elementlerini hammadde olarak
kullanarak “avcılık” yapabilir. Ne bu anlattıklarımda, ne de DNA yı temel alan
günümüz yaşamında "bilinçli” mühendislik vardır; bunu hatırdan çıkarmayın.
Dünya, kalıcı olmalarını
183
ve yayılmalarını sağlayan özelliklere sahip bu kil (ya da DNA) çeşitleriyle
kendiliğinden doluyor.
Şimdi akıl yürütmemizin bir sonraki aşamasına geçelim. Bazı kristal soyları,
“nesiller” boyunca aktarılmalarına yardımcı olacak yeni maddelerin sentezini
hızlandırabilir. Bu ikincil maddelerin kendi sülaleleri olmayacak (en azından
başlangıçta), her birincil kopyalayıcı nesli tarafından yeniden imal edileceklerdir.
Bunlara kendini kopyalayabilen kristal soylarının araçları, ilkel “fenotiplerin”
başlangıçları olarak bakabiliriz. Ca- irns-Smith, inorganik kristal kopyalayıcılarm
bu kendini kop- yalayamayan “araçları” arasında organik moleküllerin önemli bir
yeri olduğuna inanıyor. Organik moleküller inorganik kimya endüstrisinde yaygın
olarak
kullanılır,
çünkü
akışkanların akışını ve
inorganik
parçacıkların
parçalanması ya da çoğalmasını -yani kendini kopyalayabilen kristal soylarının
başarısım- etkilerler. Örneğin, montmorilonit adlı (ne hoş bir ad) bir kil minerali,
ortamda karboksimetil selüloz adlı (bu o kadar hoş bir ad değil) bir organik
molekülden az bir miktar olduğunda, parçalanır. Öte yandan, karboksimetil selüloz
miktarı daha da az olursa, tam tersi bir etki görülür ve montmorilonit parçacıkları
birbirine yapışır. Başka bir organik madde çeşidi olan tanenler ise, petrol
endüstrisinde çamurun temizlenmesini kolaylaştırmakta kullanılır. Eğer petrol
mühendisleri çamurun temizlenmesi ve akışının denetlenmesi için organik
molekülleri kullanıyorsa, birikimli seçilimin kendini kopyalayan minerallerde benzer bir kullanıma yol açmaması için hiçbir neden yok.
Bu noktada Cairns-Smith’in kuramı akla uygunluk açısından öne çıkıyor.
Alışılagelmiş organik “ilksel çorba” kuramlarını benimseyen başka kimyacılar, kil
minerallerinin bu kuramlarda yardımcı rolü üstlenebileceklerini uzun zaman önce
kabullendi. Bunlardan biri olan D. M.. Anderson şöyle diyor: “Dünya üzerinde,
kendini kopyalayabilen mikroorganizmaların başlangıcına yol açan biyolojik
olmayan kimyasal tepkime ve süreçlerin bazıları -hatta belki de birçoğuyeryüzünün geçmişinin başla
184
rında, kil minerallerinin ve diğer organik maddelerin yüzeyleriyle yakından
ilişkili olarak gerçekleşmiştir.” Bu yazar, kil minerallerinin organik yaşamın
başlamasına yardımcı olacak beş "işlevini” sayıyor; bunlardan biri, kimyasal
tepkenlerin derişi- minin yüzeye tutunma yoluyla artırılması. Bu beş işlevi burada
sıralamamız ya da anlamamız gerekmiyor. Bizim için önemli olan, bu işlevlerin ne
oldukları değil, organik kimyasal sentezlerle kil yüzeyleri arasındaki yakın ilişkiyi
göstermeleridir. Bu ilişki de kil minerallerinin organik molekülleri sentezlediklerini
ve onları kendi amaçlan doğrultusunda kullandıklannı savlayan kuramımız için
olumlu bir noktadır.
Cairns-Smith, öne sürdüğü kil kristali kopyalayıcılarının protein, şeker ve
hepsinden önemlisi nükleik asitlere sağlayacağı ilksel yararlan ayrıntılarıyla
inceliyor. Burada hepsini anlatmayacağım; ancak bir örnek vermek gerekirse, tıpkı
petrol mühendislerinin tanen kullanmaları ya da bizim sabun, deterjan kullanmamız
gibi, RNA'nın da başlangıçta tümüyle yapısal amaçlarla kullanıldığını öne sürüyor.
RNA benzeri moleküller eksi elektrik yüklü iskelet yapıları nedeniyle kil
parçacıklarının dışını kaplar. Bu, bizi kimya biliminin derinliklerine taşıyor. Bizim
amaçlanınız için önemli olan, RNA'nın ya da ona benzer bir şeyin, kendini
kopyalayabilme özelliğini kazanmasından çok önceleri ortamda var olmasıdır.
Sonunda kendini kopyalar hale gelmesi ise, mineral kristali “genler” tarafından
RNA (ya da başka bir molekül) imalatının verimliliğini artırmak üzere
evrimleştirilmiş bir araçtır. Fakat, kendini kopyalayabilen yeni bir molekül bir kez
ortaya çıktıktan sonra, yeni bir çeşit birikimli seçilim başlamıştır. Başlangıçta
yardımcı oyuncu olan yeni kopyalayıcılar öylesine verimlidir ki, sahneyi ellerine
geçirmişlerdir. Daha da evrilmiş ve sonunda bugün bildiğimiz mükemmel DNA
şifresini oluşturmuşlardır. Başlangıçtaki mineral kopyalayıcılar aşınmış yapı iskeleleri gibi bir yana itilmiş ve bize kristallerden daha yakın bir ortak atadan,
birörnek bir genetik sistem ve büyük oranda birör- nek bir biyokimyaya sahip
günümüz yaşamı evrimleşmiştir.
Gen Bencildir adlı kitabımda, yeni bir tür genetik devralma-' mn eşiğinde
olabileceğimizi ileri sürmüştüm. DNA kopyalayıcı- lar kendileri için “hayatta
kalma” makineleri yaptılar: canlı vücutları (biz dahil). Bu canlılar, donanımlarının
bir parçası olarak vücut bilgisayarları geliştirdiler: beyinler. Beyinler, dil ve
kültürel gelenekleri kullanarak diğer beyinlerle iletişim kurma yeteneğini
evrimleştirdiler. Ne var ki, bu yeni kültürel gelenek ortamı kendini kopyalayabilen
varlıklar için yeni olanaklar getiriyor. Bu yeni kopyalayıcılar DNA değil, kil
kristalleri de değil. Bunlar yalnızca beyinlerde ya da beyinlerin yapay üretimleri
olan ürünlerde -kitaplarda, bilgisayarlarda, vs.- çoğalan bilgi sistemleridir. Fakat,
beyinlerin, kitapların ve bilgisayarların var olduğunu bildiğimize göre, bu yeni
kopyalayıcılar -ki genlerden ayırt etmek için onlara m em diyorum- beyinden
beyine, beyinden kitaba, kitaptan beyine, beyinden bilgisayara, bilgisayardan
bilgisayara geçerek çoğalabilir. Çoğalırken de değişirler, mutasyon geçirirler. Ve
belki de “mutasyon geçirmiş” memler, “kop- yalayıcı erki” dediğim etkiyi
gösterebilir. Bunun, kopyalayıcıla- rrn kendi çoğalma olasılıklarını etkileyen
herhangi bir çeşit etki olduğunu anımsayalım. Yeni kopyalayıcılarm etkisindeki
evrim -memsel evrim- henüz bebeklik çağındadır. Kendisini kültürel evrim
dediğimiz olguda açığa vurur. Kültürel evrim, DNA'yı temel alan evrimden çok
daha hızlıdır; bu da bizi “devralma" fikrine daha da yakınlaştırıyor. Ve eğer yeni
bir kopyalayıcı türü iş devralmaya başlıyorsa, ebeveyn DNA'sım (ve eğer CairnsSmith haklıysa büyük ebeveyn kilini) çok gerilerde bırakacaktır. Bütün bunlar
doğruysa, bu süreç içinde bilgisayarların ön saflarda olacağından emin olabiliriz.
Uzak bir gelecekte, bir gün, akıllı bilgisayarlar kendi kayıp başlangıçlarını
arayacaklar mı? İçlerinden biri, kendi vücutlarının silisyuma dayalı elektronik
ilkeleri yerine organik karbon kimyasını temel alan, çok çok uzak, ilksel bir yaşam
biçiminden ortaya çıktıkları gerçeğini -kendilerine çok aykırı da gelse- öne sürecek
mi? Cairns-Smith adında bir robot Electronic Take- över (Elektronik Devralış)
başlıklı bir kitap yazar mı acaba? Kemer benzetmesinin elektronik bir eşdeğerini
keşfeder ve bilgisayarların bir anda, kendiliklerinden var olmadıklarını, daha
önceki bir birikimli seçilim sürecinden geçerek ortaya çıktıklarını anlar mı?
Ayrıntılara dalar ve elektronik gasbm kurbanı olmuş, akla uygun bir kopyalayıcı
tasarlar mı? Yeterince uzak görüşlü olup, DNA’nın da daha ırak ve ilkel
kopyalayıcılarm inorganik silikat kristallerinin rolünü çaldığını tahmin eder mi?
Eğer bu robotun şiirsel bir yanı varsa, sonunda silisyuma dayalı bir yaşama geri
dönmenin adaletin yerini bulması olduğunu, DNA’nm perde arasından, çok çok
uzun sürmüş bir perde arasından başka bir şey olmadığını düşünür mü dersiniz?
Bunlar bilimkurgu; ve pek inanılası görünmüyor. Ama bu önemli değil. Şu anda
önemli olan, Cairns-Smith'in ve yaşamın başlangıcına ilişkin diğer kuramların size
inanılmaz ve abartılı görünüp görünmediği. Cairns-Smith’in kil kuramını ve daha
yaygın şekilde kabul gören ilksel organik çorba kuramını çılgınca ve olanaksız
buluyor musunuz? Gelişigüzel çarpışıp duran atomların bir araya gelerek kendini
kopyalayabilen bir
molekül yapması için bir
mucize
gerekeceğini mi
düşünüyorsunuz? Aslına bakarsanız, zaman zaman bana bile mucize gibi geliyor.
Ama durun, şu mucizeler ve olanaksızlık konusuna biraz daha eğilelim. Size
paradoksal fakat ilginç bir noktayı göstermek istiyorum: Bilim adamları olarak
bizler, asıl, yaşamın başlangıcı kendi insan bilincimize mucizevi görünmeseydi
186
kaygı duymalıydık. Sıradan insan bilincine göre açıkça mucizevi olan bir kuram,
yaşamın başlangıcına ilişkin bu sorunumuzda tam da aramamız gereken türden bir
kuramdır. Bölümün bundan sonrası mucizeyle ne demek istediğimiz üzerine olacak
ve, bir bakıma, daha önceki milyonlarca gezegen tartışmamızın bir uzantısını
oluşturacak.
Peki, mucize ne demek? Bir mucize, gerçekleşen fakat son derece şaşırtıcı olan
bir şeydir. Meıyem Ana’nın mermer bir heykeli ansızın elini sallarsa, buna mucize
dememiz gerekir;
çünkü tüm deneyimlerimiz ve bilgimiz bize mermer heykellerin böyle davranışlar
yapmadığını söylemektedir. “Yalanım varsa yıldırım, çarpsın” dediğimde gerçekten
de yıldırım çarparsa, buna mucize deriz. Ama bu olayların ikisi de bilim için
tümüyle olanaksız değildir. Yalnızca olasılık dışıdır; heykelin elini sallaması
olasılığı, yıldırım çarpma olasılığından daha da düşüktür, insanlara yıldırım çarpar.
Herhangi birimize yıldırım çarpabilir, fakat bunun belirli bir anda gerçekleşmesi
olasılığı çok düşüktür. (Guinness Rekorlar Kitabı nda, lâkabı insan-paratoner
olan Virginialı bir adamın yedinci yıldırım çarpması olayından sonra hastanede
tedavi altındayken çekilmiş bir fotoğrafı var; yüzündeki şaşkınlık ifadesi öylesine
açık ki.) Benim varsayımsal öykümde mucizevi olan tek şey, yıldırım çarpmasının
bunu sözle ifade ettiğim ana rastlamasıdır.
Rastlantı olasılığı azalmış düşük olasılıktır. Yaşamımın herhangi bir anında bana
yıldırım çarpması olasılığı, tedbirli bir tahminle, 10 milyonda bir olsun. Ote yandan,
belirli bir anda yıldırım çarpmasını davet ediyor olmamın olasılığı da çok düşüktür.
Bugüne dek yaşadığım 23.400.000 dakika içerisinde, “Yalanım varsa yıldırım
çarpsın” sözcüklerini ilk kez söyledim ve bir daha da söyleyeceğimden
kuşkuluyum; öyleyse yıldırımı davet etmem olasılığı 25 milyonda bir olsun.
Sözünü ettiğim rastlantının herhangi bir anda gerçekleşmesinin birleşik olasılığını
hesaplamak için, iki ayrı olasılığı çarparız: kabaca 250 trilyonda bir. Başıma bu
mertebeden bir rastlantı gelseydi, buna mucize der ve gelecekte söyleyeceklerime
dikkat ederdim. Böyle bir rastlantının gerçekleşme olasılığı çok düşükse de, sıfır
değildir ve hesaplanabilir.
Mermer heykele gelince, katı mermerdeki moleküller hiç durmaksızın,
gelişigüzel yönlerde birbirlerini dürtükleyip durur. Farklı moleküllerin iteklemesi,
birbirlerinin etkisini yok eder ve heykelin eli hareketsiz kalır. Fakat eğer,
rastlantısal olarak, tüm moleküller aynı anda, aynı yönde itme uygularsa, el hareket
edecektir. Sonra da aynı anda hepsi ters dönerse, el ge- ' ^ gidecektir. İşte, mermer
bir heykel bize böyle el sallayabilir; bu olabilir. Böyle bir rastlantının gerçekleşme
olasılığı hayal edemeyeceğimiz kadar düşüktür; ama hesaplayamayacağımız kadar
187
düşük değil. Fizikçi bir arkadaşım benim için hesapladı. Bu sayı o kadar küçük ki,
sıfırların hepsini yazabilmek için Evren’in yaşı bile az gelir! Kuramsal olarak, bir
ineğin aya sıçraması olasılığı da aşağı yukarı aynıdır. Yaklaşımımızın bu kısmında
vardığımız sonuç şu: Mantıklı olduğunu tahayyül ettiğimizin çok çok ötesindeki
olasılıkları, mucizevi olayları aslında
hesaplayabiliriz.
Şimdi neye akla uygun, mantıklı dediğimize bakalım. Akla uygun olarak
düşündüklerimiz, geniş bir olanaklı olaylar yelpazesinin tam ortasındaki dar bir
banttır; bazen gerçekte var olandan çok daha dardır. Işıkla ilgili güzel bir benzetme
yapacağım. Gözlerimiz, bir uçta uzun radyo dalgalarından diğer uçta kısa X
ışınlarına dek uzanan geniş bir tayfın ortasındaki bir yerlerdeki, dar bir
elektromanyetik frekans bandını (biz buna ışık diyoruz) görebilir. Bu dar ışık
bandının dışındaki ışınları göremeyiz, fakat onlarla ilgili hesaplamalar yapabilir,
bu ışınları kullanan aletler üretebiliriz. Aynı şekilde, büyüklük ve zaman ölçekleri
bizim gözümüzde canlandırabileceğimizin çok ötesine uzanır. Bizim zihinlerimiz
gökbiliminin uğraştığı büyük uzaklıklarla ya da atom fiziğindeki küçük
uzaklıklarla başa çıkamaz; ama bu uzaklıkları matematiksel simgelerle
gösterebiliriz. Zihinlerimiz bir pikosaniye gibi bir zaman dilimini düşünemez;
fakat pikosa- niyelere ilişkin hesaplamalar yapabilir ve birkaç pikosaniye içinde
hesaplamaları tamamlayan bilgisayarlar üretebiliriz. Zihinlerimiz, bırakınız
yerbilimcilerin her gün uğraştıkları milyarlarca yıllık zaman dilimlerini, bir milyon
yıl gibi bir zaman dilimini bile hayal edemez.
Tıpkı gözlerimizin yalnızca doğal seçilimin atalarımıza sağladığı dar
elektromanyetik frekans bandında görebilmesi gibi, beyinlerimiz de dar büyüklük
ve zaman bantlarıyla uğraşmak üzere yapılanmıştır. Olasıdır ki, atalarımızın
günlük uygulamaların dar aralıkları dışındaki zaman ve büyüklüklerle uğraşması
gerekmiyordu. Bu yüzden de, beyinlerimiz böylesi büyüklükleri hayal edebilecek
kadar evrimleşemedi. Bedenlerimizin 1,5-2 metrelik büyüklüğünün, ve birkaç on
yıldan oluşan ömrümüzün, düşünebileceğimiz büyüklük ve zaman aralığının aşağı
yukarı ortasında olması da herhalde önemlidir.
işte, olasılık dışı durumlar ve mucizeler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.
Atomlardan gökadalara uzanan büyüklükler ölçeğine ya da pikosaniyelerden
Evren’in yaşma uzanan zaman ölçeğine benzeyen derecelendirilmiş bir olasılık
dışılar ölçeği canlandıralım gözümüzde. Bu ölçek üzerinde bazı noktaları
işaretleyelim. Ölçeğin en solunda hemen hemen kesin olan güneşin ertesi gün
doğma olasılığı olsun -G. H. Hardy’nin yarım penilik bahsinin konusu. Ölçeğin bu
sol ucunda olasılık dişiliği az olan şeyler olsun; bir çift zar attığımızda ikisinin de
188
altı gelmesi gibi. Bunun olasılığı 36’da birdir. Sanırım hepiniz zaman zaman düşeş
atmışsmızdır. Sağa doğru giderken bir başka nokta da briç oyununda her bir
oyuncunun bir rengin tümünü aldığı mükemmel bir eldir. Bunun gerçekleşme
olasılığı 2.235.197.406.895.366.368.301.559.999’a karşı birdir. Buna bir dealyon olasılık dişilik birimi- diyelim. Olasılık dişiliği bir de- alyon olan bir olay
gerçekleşirse, aldatmaca kuşkusu olmadığı sürece (ki bu daha olası), buna mucize
tanısı koymamız gerekir. Fakat söz konusu el dağılımı aldatmaca olmaksızın da
gerçekleşebilir ve olasılığı mernier heykelin bize el sallamasından çok çok çok
daha fazladır. Yine de, gördüğümüz gibi, el sallama olayının bile olabilecek olaylar
tayfı üzerinde hak ettiği bir yer vardır; gigadealyondan çok daha büyük birimlerle
de olsa, ölçülebilir. Düşeş zarla briçin mükemmel eli arasında olasılık dişiliği az ya
da çok olan bir dizi olay vardır ve bu olaylar zaman zaman gerçekleşebilir: örneğin,
bir insana yıldırım çarpması, spor totoda 13 tutturmak, golf oynarken topu bir
vuruşta deliğe sokmak, vs. Bu aralığın içinde bir yerlerde bizi ürküten rastlantılar
da vardır; varlığını bile unuttuğumuz birini rüyarruzda
görür, ertesi gün öldüğünü öğreniriz. Bu ürkütücü
i rastlantılar
kendi
başımıza ya da bir arkadaşımızın başına geldiğinde çok etkileniriz, fakat
olasılık dişilik derecesini hesap- : [arsak pikodealyonlarla ölçülebileceğini
görürüz.
Üzerinde belirli noktaların işaretlenmiş olduğu matematiksel
olasılık
dişilik
ölçeğimizi yaptıktan sonra, spot ışığımızı bu ölçek üzerinde günlük düşünce ve
konuşmalarımızda
aydınlattığı bölüm,
kullanabileceğimiz
bizim
bir
alt-aralığa
tutalım.
Işığımızın
görebildiğimiz dar elektromanyetik frekans aralığına
ya da kendi büyüklüğümüz ve ömrümüze yakın, dar bir büyüklük ve zaman
aralığına karşılık gelir. Olasılık dışılıklar tayfında, spot ışığımız yalnızca sol
uçtan (kesinlik) ufak tefek mucizelere (tek seferde deliği tutturmak veya
gerçekleşen rüya gibi) kadar olan aralığı aydınlatacaktır. Bu aralığın
dışındaysa, matematiksel olarak hesaplanabilen geniş bir olasılık dışılıklar
aralığı vardır.
Doğal
seçilim
nasıl
gözlerimizi
elektromanyetik
dalga
boylarını
değerlendirmek üzere yapılandırdıysa, beyinlerimizi de olasılık ve riski
değerlendirmek üzere yapılandırmıştır. insan yaşamında yararlı olabilecek
olasılık dışılıklar aralığı içerisinde, risk ve olasılığa ilişkin zihinsel
hesaplamalar yapabilecek donanıma sahibiz. Bunlar, boğaya bir ok attığımızda
bize saldırması fırtınada, tek başma duran bir ağacın altına sığındığımızda
yıldırım çarpması ya da nehri karşıdan karşıya geçerken boğulma mertebesindeki risklerdir. Bu kabul edilebilir riskler bizim birkaç on yıl süren
189
ömrümüzle uyumludur. Eğer biyolojimiz bir milyon yıl yaşayabilmemize
olanak sağlasaydı ve bunu isteseydik, riskleri değerlendirişimiz çok farklı
olurdu. Örneğin, yolda karşıdan karşıya geçmemek gibi bir alışkanlığımız
olurdu, çünkü
500.0
yıl boyunca her gün bir kez karşıdan karşıya geçerseniz, size
mutlaka bir kez otomobil çarpacaktır.
Evrim beyinlerimizi yaşam süresi yüzyıldan az yaratıklara uygun, öznel bir
risk ve olasılık dişilik bilinciyle donatmıştır. Atalarımızın hep risk ve
olasılıklar içeren kararlar alması gerekmiştir; bu yüzden de, doğal seçilim, beyinlerimize, olasılıkları kısa ömür
beklentimiz temelinde değerlendirecek donanımı sağlamıştır. Eğer bir yerlerde
bir gezegende ömrü yüz milyon yıl olan canlılar varsa, bunların
algılayabilecekleri risk - spot ışıkları- ölçeğimizin sağ ucuna doğru,
bizimkilerden çok ötelere uzanacaktır. Bu canhlar briç oynarken arada bir mükemmel eli yakalamayı umacaklar, bu umutları gerçekleştiğindeyse, heyecanla
başkalarına anlatma zahmetine girmeyeceklerdir. Fakat mermer bir heykelin el
salladığını gördüklerinde onlar bile ürkecektir, çünkü bu mertebeden bir
mucizeyi görmek için bu canlılardan bile dealyonlarca yıl fazla yaşamak
gerekir.
Bütün bunların yaşamın başlangıcı kuramlarıyla ne ilgisi var? Cairns-Smith
ve ilksel çorba kuramlarının bize biraz hayalci geldiğini ve düşük olasılıklı
olduklarını düşünerek işe başladık. Bu yüzden de, bu kuramları reddetme
eğilimindeyiz. Ama unutmayalım; “bizim” beyinlerimizdeki spot ışığının aydınlattığı arahk, matematiksel olarak hesaplanabilir olasılıklar sürekliliğinin sol
ucunda, kurşunkalem kalınlığında bir olasılık aralığıdır. Bizim neyin bahse
değer olduğuna ilişkin verdiğimiz öznel kararın, neyin gerçekten bahse değer
olduğuyla hiçbir ilgisi yoktur. Yaşam süresi yüz milyon yıl olan bir yaratığın
öznel kararı oldukça farklı olacaktır. Bu yaratık, doğal seçilimin birkaç on
yıllık bir süre içinde yaşamaya mahkum ettiği bizlerin müthiş bir mucize olarak
nitelendirdiğimiz bir olayı (bir kimyacının kendini kopyalayabilen molekülün
başlangıcı üzerine öne süreceği bir kuramı), oldukça akla yakın bulacaktır.
Bizim bakış açımızın mı, yoksa uzun ömürlü yaratığın bakış açısının mı doğru
olduğuna nasıl karar verebiliriz ki?
190
Bu sorunun yalın bir yanıtı var. Uzun ömürlü yaratığın bakış açısı, CairnsSmith ya da ilksel çorba kuramı benzeri bir kuramın akla uygunluğunu
tartarken kullanmamız gereken bakış açısıdır. Bunun nedeni, bu iki kuramın
özel bir olayın -kendini kopyalayabilen bir varlığın kendiliğinden ortaya
çıkışının- bir
yar yılda bir olduğunu öne sürmesidir. Dünya'nın oluşu- ayla ilk bakteri
benzeri fosiller arasında yaklaşık 1,5 milyar geçmiştir- Bizim yalnızca on
yılları algılayabilen beyinlerimiz çin, milyar yılda bir gerçekleşen bir olay,
büyük bir mucizedir. " ÎJzun ömürlü yaratık içinse, golf topunu tek vuruşta
deliğe sok- pıak kadar bile mucizevi olmayacaktır -çoğumuz topu tek vuruşta
deliğe sokmuş birilerini tanıyan binlerini tanıyordur. Yaşamın başlangıcı
kuramlarını değerlendirirken, uzun ömürlü yaratığın öznel zaman ölçeği doğru
ölçektir, çünkü bu kuramların kapsadığı zaman ölçeğiyle hemen hemen
aynıdır. Bizim yaşamın başlangıcı kuramının akla uygunluğuna ilişkin öznel
yargımızın yanlış olma olasılığı ise, yaratığınkinden yüz milyon kez fazladır.
Aslına bakarsanız, bizim öznel yargımızın yanlış olma olasılığı daha da
fazladır. Doğa beyinlerimizi yalnızca kısa bir süre içerisindeki riskleri
değerlendirmek üzere donatmakla kalmamış; üstelik, beyinlerimizi yalnızca
kişisel olarak kendimizin ya da tanıdığımız dar bir çevre içerisindeki insanların
karşılaşacağı riskleri değerlendirmek üzere donatmış, çünkü beyinlerimiz kitle
iletişim araçlarının egemen olduğu bir ortamda evrilmedi. Kitle iletişimi,
dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi birisinin başına olasılık dışı bir şey
gelirse, bunu gazetede ya da Gu- inness Rekorlar Kitabında, okuyacağımız
anlamına gelir. Dünyanın herhangi bir yerinde birisi, herkesin ortasında,
“Yalanım varsa yıldırım çarpsın” der, ardından da adama yıldınm çarparsa,
bunu gazeteden okur ve epey etkileniriz. Fakat dünyada böyle bir rastlantıyla
karşılaşabilecek milyarlarca insan var; öyleyse, bu rastlantı sanıldığı kadar
olanaksız değil. Beyinlerimiz, büyük olasılıkla, kendimizin ya da kabile
halinde yaşayan atala- nmıza davulların sesinin ulaşıp da haber verebileceği
uzaklıktaki köylerde yaşayan birkaç yüz kişiden oluşan dar bir çevrenin
karşılaşacağı riskleri değerlendirebilecek biçimde donatılmıştır. Gazetede
Valparaiso veya Virginia’daki birinin başına gelen şaşırtıcı bir rastlantı
okuduğumuzda, olması gerekenden daha fazla etkileniriz. Gazetelerimizin
taradığı dünya nüfusuyla, evrilen beyinlerimizin haber almayı “umduğu”
191
kabilelerin nüfusu arasındaki orana yüz milyon dersek, gerekenden yüz milyon
kere daha fazla etkileniriz.
Bu “nüfus hesaplaması”, yaşamın başlangıcı kuramlarımızın akla
uygunluğu konusunda vereceğimiz yargı için de yürütülebilir. Dünya
üzerindeki insan nüfusu açısından değil, Evren’de yaşamın başlamış
olabileceği gezegenlerin nüfusu açısından... Döndük dolaştık, bu bölümün
başlarında karşılaştığımız yaklaşıma geldik, üzerinde daha fazla durmaya gerek
yok. Bunun yerine, zihnimizde canlandırdığımız, briç elleri ve zar atmalarla
ilgili rastlantılarla işaretlediğimiz, derecelendirilmiş olasılık dışı olaylar
ölçeğimize
geri
dönelim.
Dealyon
ve
mikrodealyon
birimleriyle
derecelendirdiğimiz bu ölçekte, şu üç yeni noktayı işaretleyelim: yaşamın her
güneş sisteminde ortalama bir kez ortaya çıktığını varsayarsak, bir gezegende
yaşamın başlama olasılığı (diyelim ki, bir milyar yıllık süre içinde); yaşamm
her gökadada ortalama bir kez ortaya çıktığını varsayarsak, bir gezegende
yaşamın başlama olasılığı; yaşamın Evren’de yalnızca bir kez ortaya çıktığını
varsayarsak, bir gezegende yaşamın başlama olasılığı. Bu üç noktaya, sırasıyla,
Güneş Sistemi Sayısı, Gökada Sayısı ve Evren Sayısı adını verelim. Evren’de
10 milyar gökada olduğunu anımsayalım. Her gökadada kaç gezegen olduğunu
bilemiyoruz çünkü yalnızca yıldızları görebiliyoruz; gezegenleri göremiyoruz.
Buna karşın, daha önce Evren’- deki gezegen sayısı için 100 milyar kere milyar
gibi yaklaşık bir rakam kullandık.
Bir olayın, örneğin Cairns-Smith’inki gibi bir kuramın öne sürdüğü bir
olayın olasılık dişiliğini, bizim öznel olası ya da olasılık dışı tanımımıza göre
değil, Güneş Sistemi Sayısı, Gökada Sayısı ve Evren Sayısı gibi sayılarla
değerlendirmeliyiz. Bu üç sayıdan hangisinin en uygun olduğu ise, aşağıdaki
üç önermenin hangisinin doğruya en yakın olduğuna bağlıdır:
1. Yaşam, tüm Evren'de yalnızca tek bir gezegende ortaya çıkmıştır (ve
daha önce gördüğümüz gibi, bu gezegen Dünya olmak durumundadır).
2. Yaşam, yaklaşık her gökadada bir gezegende ortaya çıkmıştır (bizim
gökadamızda, şanslı gezegen Dünya’dır).
3. Yaşamın başlangıcı, her güneş sisteminde ortaya çıkacak kadar olası bir
olaydır (bizim Güneş sistemimizde şanslı gezegen Dünya’dır).
Bu üç önerme yaşamın biricikliği konusundaki üç işaret noktasını temsil
192
etmektedir. Bu konudaki gerçek, büyük olasılıkla 1. ve 3. önermeler arasında
bir yerdedir. Neden mi böyle düşünüyorum? Neden dördüncü bir seçeneği,
yaşamın başlangıcının 1. önermede öne sürülenden çok daha olası olması
seçeneğini bir tarafa atahm ki? Çok güçlü olmamasına karşın, şöyle bir sav
ortaya koyabilirim: Yaşamın başlangıcı, Güneş Sistemi Sayı- sı’nda
belirtilenden çok daha olası bir olay olsaydı, şimdiye kadar Dünya dışı
yaşamla, etiyle kanıyla (ya da bunlara ne karşılık geliyorsa) olmasa bile en
azından radyo dalgalarıyla karşılaşmamız gerekirdi.
Sık sık kimyacıların yaşamın kendiliğinden başlamasını taklit eden
laboratuvar deneylerinde başarısız olduğu söylenir. Bu, kimyacıların
araştırdıkları kuramlara karşı bir kanıtmış gibi kullanılır. Ama asıl, kimyacılar
deney tüpünde yaşamı kendiliğinden kolayca elde etselerdi kaygılanmamız
gerekirdi; çünkü kimyacıların yaptıkları deneyler yalnızca birkaç on yıl
sürüyor, milyarlarca yıl değil ve bu deneylerle yalnızca bir avuç kimyacı
uğraşıyor,
milyarlarca
kimyacıların
değil.
Eğer
deneylerini yaptıkları
yaşamın kendiliğinden başlaması,
birkaç
on
yıllık süre
içerisinde
gerçekleşebilecek kadar olası bir olay olsaydı, yaşamın Dünya üzerinde ve
radyo dalgaları erimindeki gezegenlerde birçok kereler ortaya çıkması
gerekirdi. Burada, kimyacıların deney tüpünde ilksel dünya koşullarını taklit
edip edemediklerine ilişkin sorularımız var elbette, fakat bu sorulara yanıt
veremeyeceğimize göre, yukarıdaki savın sözünü etmeye değer.
Eğer yaşamın başlangıcı insan standartlarına göre olası bir olay olsaydı,
radyo dalgaları erimi içerisindeki çok sayıda gezegende, bizler radyo
dalgalarını saptamayı öğrendiğimizden bu yana en azından bir yayın almış
olmamızı gerektirecek kadar uzun bir süre önce bu teknoloji gelişmiş
olmalıydı (bu arada radyo dalgalarının saniyede yaklaşık 300.000 metre hızla
yol aldığını hatırlayalım). Radyo teknolojisini bizimle aynı zamanda keşfetmiş
olduklarını varsayarsak, söz konusu erim içerisinde 50 kadar yıldız vardır.
Fakat 50 yıl kısacık bir zaman ve bir başka uygarlığın bize bu denli yakın bir
düzeyde olması büyük bir rastlantı olurdü. Eğer 1000 yıl önce radyo
teknolojisini geliştirmiş uygarlıkları da hesaba katarsak, radyo dalgaları erimi
içinde bir milyon kadar yıldız vardır (bu yıldızların çevresinde dolanan bilmem
kaç gezegenle birlikte). Radyo teknolojisi
100.0
yıl öncesine uzananları da hesaba katarsak, trilyonlarca yıldız içeren
193
gökadamızın hepsi radyo erimi içerisinde olur. Kuşkusuz, radyo sinyalleri
böylesi devasa uzaklıklarda oldukça zayıflayacaktır.
Sonuç olarak, şöyle bir paradoksa ulaştık: Eğer yaşamm başlangıcına
ilişkin bir kuram, bizim öznel akla uygunluk tanımımızı tatmin edecek kadar
“akla uygunsa”, gözlemlediğimiz kadarıyla Evren’de yaşamın bu denli ender
olmasını açıklayamayacak kadar “akla uygundur”. Bu akü yürütme
uyarınca, aradığımız kuram, bizim kısıtlı, Dünyayla sınırlı, on yıllarla sınırlı
hayal gücümüze mantıksız görünen türden bir kuram olmalıdır. Bu açıdan
bakıldığında, hem Cairns-Smith kuramı hem de ilksel çorba kuramı fazlasıyla
mantıklı olma hatasına düşmüyor! Bütün bunları söyledikten sonra, itiraf
etmeliyim ki, hesaplamalarda çok fazla belirsizlik olduğu için, bir kimyacı
kendiliğinden yaşamı yaratmayı başardığında, hiç şaşırmayacağım!
Hâlâ Dünya’da birikimli seçilimin nasıl başladığını tam anlamıyla
bilmiyoruz. Bu bölümde, ne çeşit bir yolla başlamış olmagerektiğini açıklamak gibi alçakgönüllü bir amaç güttüm. Gü- jimüzde yaşamın
başlangıcı için kesin kabul gören bir açıkla- olmaması, Darwinci dünya görüşü
için bir engel olarak alm- jnamalıdır -bazıları bunu kasıtlı olarak yapıyor.
Bundan önceki bölümlerde, başka sözüm ona engellerden kurtulmuştuk; bir
sonraki bölümde ise, bir başkasını, doğal seçilimin asla yapıcı
yalnızca yıkıcı olduğunu savunan düşünceyi ele alacağız.
194
olmadığını,
196
VII- Bölüm
Yapıcı Evrim
K
imileri bazen doğal seçilimin hataları ve bozuklukları ayıklayabilen
ama doğurgan, güzel ve karmaşık bir tasarım oluşturamayan,
tümüyle olumsuz bir güç olduğunu düşünür: “Doğal seçilim
yalnızca var olandan bir şeyler eksiltiyor, öyle değil mi? Gerçek anlamda
yaratıcı bir sürecin bir şeyler de eklemesi gerekmez mi?” Bir heykeli göstererek
bu soruya kısmen yanıt verebiliriz. Heykeltıraş, bir mermer parçasına hiçbir şey
eklemez, yalnızca eksiltir. Yine de güzel bir heykel çıkar ortaya. Ancak bu
eğretileme yanıltıcı, çünkü bazıları hemen buna yanlış açıdan bakacak heykeltıraşın bilinçli bir tasarımcı olması- ve önemli noktayı kaçıracaktır:
heykeltıraşın eklemek yerine eksilterek çalışması. Aslında eğretilememizin bu
bölümünde fazla ileri gitmemeliyiz. Doğal seçilim yal - nızca eksiltiyor olabilir,
fakat mutasyon ekleme yapar. Jeolojik zamanın o uzun sürecinde, mutasyonla
doğal seçilim birlikte çalışarak, çıkarmadan çok eklemeler içeren karmaşık
yapılanmalara neden olmuştur. Bu, temelde iki biçimde olur: Bunlardan biri,
"birlikte uyum sağlamış genotipler”, İkincisi de “silahlanma yarışı” adıyla
197
bilinir. Aslında yüzeysel bakıldığında birbirlerinden bir parça farklıdırlar, fakat
“birlikte evrimleşme” ve ''birbirlerinin çevrelerindeki genler” başlıkları altında
birleştirilirler.
Önce “birlikte evrimleşme” düşüncesine bakalım. Bir genin belirli bir etkisi
olmasının tek nedeni, üzerinde çalışabileceği bir yapı olmasıdır. Bir beyin
yoksa, genin etkileyebileceği bir beyin yapısı yok demektir. Beyinse,
gelişmekte olan, eksiksiz bir dölüt olmadığı sürece yapılanamaz. Ve, bir sürü
başka genin ve bir sürü genetik-dışı etkilerin yönlendirdiği uzun bir kimyasal
ve hücresel olaylar programı olmasa, gelişmekte olan, eksiksiz bir dölüt de
olmaz. Genlerin gösterdiği özel etkiler, bu genlerin içkin özellikleri değildir.
Bunlar, dölütsel süreçlerin, var olan dö- lütsel süreçlerin özellikleridir;
genlerse, belirli yerlerde ve belirli zamanlarda harekete geçerek bu sürecin
ayrıntılarını değiştirebilir. Bu iletinin gözle görünür hale geldiğini, basit bir
biçimde, bilgisayar biyomorflarmın gelişiminde gördük.
Dölüt gelişimi sürecinin tümüne, bir anlamda, binlerce gen tarafından
yönetilen bir ortaklık olarak bakabiliriz. Gelişmekte olan organizmada işler
haldeki tüm genler birlikte çalışarak dölütü oluşturuyor. Şimdi, bu
dayanışmanın nasıl olduğunu anlamaya çalışmanın tam zamanı. Doğal
seçilimde,
genler,
kendilerini
içinde buldukları
çevrede çoğalabilme
yeteneklerine göre seçilirler hep. Bu çevrenin dış dünya, avcıların ve iklimin
dünyası olduğunu düşünürüz. Fakat, işe bir genin bakış açısından bakarsanız,
bu çevrenin belki de en önemli parçası bu genin rastlaştığı diğer genlerdir.
İyi ya, bir gen, diğer genlerle nerede “rastlaşıyor”? Çoğunlukla, genin
kendisini içinde bulduğu, birbirini izleyen bireylerin hücrelerinde. Her gen, bu
vücutlarda
198
rastlaşabileceği diğer gen popülasyonlarıyla başarıyla işbirliği
yapma
yeteneğine göre seçiliyor.
Bir genin işler haldeki çevresini oluşturan gerçek gen popü- lasyonu, bir
bireyin hücrelerinde bir araya gelivermiş geçici bir öbek değildir. En azından
eşeysel üreme yapan türlerde, bu çevre birbiriyle çiftleşebilen bireylerin
oluşturduğu popülas- yondaki tüm genlerin kümesidir -yani, gen havuzu.
Herhangi bir anda, belirli bir atom öbeği olarak düşündüğümüzde, bir genin
belirli bir kopyası bir bireyin hücrelerinden birinde olmalıdır. Fakat, bir genin
belirli bir kopyası bizi uzun süre ilgilendirmez çünkü ömrü yalmzca birkaç
aydır. Daha önce de gördüğümüz gibi, evrimsel bir birim olarak uzun ömürlü
gen belirli bir fiziksel yapı değil, nesiller boyunca iletilen, kopyalanan metinsel
arşiv bilgisidir. Bu metinsel kopyalayıcının varlığı dağıtılmıştır; uzam
içerisinde farklı bireyler arasında ve zaman içerisinde sayısız nesil boyunca
dağıtılmıştır. Böylesi dağıtılmış bir biçimde baktığımızda, bir gen bir başka
genle aynı vücudu paylaşıyorsa, bu iki gen “rastlaşmış” demektir. Bir genin bu
dağıtılmış varhğı ve jeolojik zamanda kat ettiği yol boyunca farklı zamanlarda,
farklı vücutlarda çeşitli başka genlerle karşılaşması “beklenebilir”. Başarılı bir
gen, sayısız farklı vücutta rastlaşabileceği bu başka genlerin oluşturduğu
çevrelerde iyi iş çıkarabilen bir gendir. Tanımladığımız bu çevrelerde “iyi iş
çıkarmak”, başka genlerle “işbirliği” yapmakla eşdeğerdir. işbirliğinin en
doğrudan örneğini biyokimyasal yollarda görüyoruz.
Biyokimyasal yollar, önemli bir maddenin bireşimi ya da enerji açığa çıkışı
gibi yararlı bazı süreçlerde birbirini izleyen aşamaları oluşturan kimyasal
tepkimeler dizisidir. Bir biyokimyasal yoldaki her basamakta bir enzim, yani
bir kimyasal madde fabrikasındaki bir makine gibi davranmak üzere
biçimlenmiş koca moleküllerden biri olmalıdır. Kimyasal yolda, farklı basamaklar için farklı enzimler kullanılır. Aynı yararlı amaca ulaşmada, bazen iki,
bazen de daha fazla alternatif yol vardır. Her iki yol da aynı yararlı sonuca
ulaşsa da, bu sonuca giderken farklı ara aşamalardan geçerler ve genelde farklı
başlangıç noktalarından işe koyulurlar. Bu alternatif yolların ikisi de işe yarar
ve hangisinin kullanıldığı önemli değildir. Bir hayvan için önemli olan, iki
yolu da aynı anda kullanmaktan kaçmabilmektir, çünkü bu kimyasal
karmaşaya ve verimin düşmesine yol açar.
Şimdi, diyelim ki, Yol l’de D kimyasalının bireşimi için, sırayla, Al, B1 ve
C1 enzimlerine gerek var. Öte yandan, Yol 2'de aynı son ürünü elde etmek için
A2, B2 ve C2 enzimleri kullanılıyor. Her enzim belirli bir gen tarafından
yapılıyor. Dolayısıyla, bir türde, Yol l’in montaj hattının evrimleşebilmesi için,
Al, B1 ve C1 enzimlerinin şifresini içeren genlerin birlikte evrimleşmeleri
gerekir; A2, B2 ve C2 enzimlerinin şifresini içeren genler de birlikte
evrimleşmelidir. Birlikte evrimleşmenin bu iki sürecinden hangisinin seçileceği
önceden planlanmıyor. Seçim oldukça yalın bir biçimde yapılıyor: Her genin,
popülasyonda. önceden zaten egemenlik kurmuş olan diğer genlerle
uyumuna bakılıyor. Eğer popülasyon B1 ve C1 genleri açısından zenginse, bu
durum A2 geni yerine Al geninin lehine bir ortam oluşturuyor. Tersine,
popülasyon B2 ve C2 genlerince zenginse, seçilim A2 geninin lehine işliyor.
Ashnda bu kadar da yalın değil, ama ana fikri anlamışsınızdır: Bir genin bir
"ortam”da yeğlenip yeğlenmemesini belirleyen en önemli şeylerden biri,
popülasyonda yüksek sayıya ulaşmış olan diğer genlerdir, yani bir genin
vücutları paylaşmak zorunda kalacağı diğer genler. Aynı şey “diğer genler”
için de geçerli olacağından, popülasyonda, hepsi birden sorunları imeceyle
çözmeye doğru evrimleşen gen takımlarının yer aldığını görüyoruz.
Evrimleşen genlerin kendileri değil; genlerin tek yaptığı, gen havuzunda
kalmayı başarmak ya da başarmamak. Asıl evrimleşen "takımdır”. Yapılacak
işi diğer gen takımları da becerebilirdi belki, hatta belki de daha iyi
becerirlerdi. Fakat bir gen takımı, bir türün gen havuzunda egemen olmaya
başladıysa bir kez, kendiliğinden üstün duruma geçmiştir. Azınlık bir takımın,
sonuçta işi daha iyi yapacak olsa da, seçilebilmesi zordur. Çoğunluk takımın
diğerleriyle yer değiştirmeye karşı kendiliğinden bir direnci vardır, yalnızca
çoğunlukta olmalarının getirdiği bir direnç. Bu, çoğunluk takımın asla
yerlerinden edilemeyeceği anlamına gelmiyor; öyle olsaydı evrim dururdu.
Ama bu, bir tür bünyesel süredurumun (ataletin) var olduğu anlamına geliyor.
Bu tür bir us yürütmenin biyokimyayla sınırlı olmadığı çok açık. Aynı
örneği bir hayvan vücudunun birlikte çalışan tüm bölümlerini, göz, kulak,
burun ve bacakların farklı bölümlerini oluşturan, birbirleriyle uyumlu gen
kümeleri için verebilirdik. Sindirim sistemini et sindirmeye uygun kılan
genlerin egemen olduğu bir ortamda, dişleri et çiğnemeye uygun yapan genler
daha üstündür. Sindirim sistemini bitki sindirmeye uygun kılan genlerin
egemen olduğu bir ortamdaysa, bitki öğüten dişler yapan genler yeğlenir. Ve
200
tabu, her iki durumda da tersten düşünebiliriz. “Et yeme genleri”nin
oluşturduğu takımlar birlikte ev- rilmeye eğilimlidir; "bitki yeme genleri'nin
oluşturduğu takımlar da öyle. Aslında, bir anlamda, bir vücuttaki işlev gören
genlerin çoğunun bir takım halinde işbirliği yaptığını söyleyebiliriz, çünkü
evrim süresince bu genlerin (yani, bu genlerin ata kopyalarının) her biri, doğal
seçilimin diğerleri üzerinde çalıştığı bir çevrenin parçası olmuşlardır.
Antilopların atalarının ot yerken aslanların atalarının neden et yemeye
başladıklarını sorarsak, bunun ta en başında kazayla olduğu yanıtını verebiliriz;
şu anlamda: Ot yemeye başlayanlar aslanların, et yemeye başlayanlar da
antilopların ataları olabilirdi. Fakat bir soy bir kez ot yerine etle uğraşan bir
gen takımı kurmaya başladıktan sonra, süreç kendi kendini güçlendirdi. Ve
diğer soy, et yerine otla uğraşan bir gen takımı kurmaya başladıktan sonra,
onların süreci de diğer yönde kendini güçlendirdi.
Canlıların evriminin başlarında, böylesi işbirliklerine katılan genlerin
sayısında bir artış olsa gerek; bu ana noktalardan biri. Bakterilerin gen sayısı
hayvan ve bitkilerden çok daha az. Artış, genlerin kendilerini çeşitli yollardan
kopyalamaları sonucu gerçekleşmiş olabilir. Bir genin, bilgisayar diskindeki
bir dosya benzeri bir şifreli simgeler dizisi olduğunu hatırlayın; tıpkı dosyanın
diskin farklı bölümlerine kopyalanabilmesi gibi, genler de kromozomların
farklı bölgelerine kopyalanabilir. Bu bölümü kaydettiğim diskte resmi olarak
üç dosya var. Bilgisayarın işletim sistemi bana üç dosya olduğunu söylüyor;
"resmi” demekle bunu kastediyorum. Bu dosyalardan birini okumasını istediğimde, bilgisayar bana tek boyutlu bir alfabe karakterleri dizisi veriyor;
içlerinde şu anda okumakta olduğunuz karakterler de var. Her şey çok zekice,
çok düzenli görünüyor. Fakat aslında, bu metnin disk üzerinde yerleştirilişi hiç
de düzenli değil. Eğer bilgisayarın kendi resmi işletim sisteminden çıkar ve
disk üzerindeki her bölümde neler yazılı olduğunu anlamak için kendi özel
programınızı yazarsanız, bunu görebilirsiniz. Uç dosyamın her birinin ve çok
eskilerde yazıp sonra da silip unuttuğum ölü dosya parçalarının oraya buraya
serpiştirilmiş, aralarında boş sayfalar bırakılmış olduğunu anlarsınız. Her parça
tümüyle aynı ya da aralarında pek az bir değişiklikle, diskin beş altı yerinde
ortaya çıkabilir.
Bunun nedeni çok ilginç ve konudan biraz ayrılıp sözünü etmeye değer
çünkü iyi bir genetik benzetme yapabiliriz. Bilgisayara bir dosyayı silmesini
201
söylediğinizde verdiğiniz komutu dinlediğini sanırsınız. Ama bilgisayar aslında
dosyanın metnini silmez; yalnızca sizi dosyaya götürecek işaretlemeleri siler.
Bu tıpkı, Lady Chatterley'in Sevgilisi romanını ortadan kaldırması söylenmiş
bir kütüphane memurunun kart dizinindeki kartı yırtıp atması ve kitabı rafta
bırakmasına benzer. Bu, bilgisayar açısından tutumlu bir çalışma biçimi, çünkü
"silinen” dosyaya götüren işaretlemeler kalkar kalkmaz, bu dosyanın işgal
ettiği yer yeni dosyalar tarafından doldurulabiliyor. Bu yeri boşlukla doldurma
zahmetine girmek zaman kaybından başka bir şey değil. Eski dosya ise, metnin
kapladığı yer tümüyle yeni dosyalar kaydetmek için kullanıldığında
kayboluyor ancak.
Fakat, eski dosyanın kapladığı yerin yeniden kullanılması parça parça
oluyor. Yeni dosyaların büyüklüğü eskisinin tıpatıp aynısı olmuyor. Bilgisayar
diske yeni bir dosya kaydetmek istediğinde, var olan ilk yer parçasını arar, yeni
dosyanın sığdığı kadarını yazar, sonra bir başka yer parçası arar, biraz daha yazar ve bu böylece, tüm dosya diskin bir yerlerine yazılana dek sürer. Bilgisayar
etrafa dağılmış bu parçaların yerlerini "işaret eden” kayıtları dikkatle tuttuğu
için de, biz insanlar dosyanın düzenli, tek bir dizilim olduğu yanılsamasına
kapılırız. Bu “işaretlemeler”, tıpkı New York Times da. kullanılan "devamı
sayfa 64'te” işaretlemelerine benzer. Disk üzerinde metnin parçalarının birçok
kopyası olmasının nedeni ise şu: Eğer metin, benim yazdığım bölümler gibi
onlarca kez gözden geçiriliyor ve tekrar tekrar düzeltiliyorsa, her düzeltme
aynı
(hemen hemen aynı)
metnin yeniden belleğe
kaydedilmesiyle
sonuçlanıyor. Görünürde aynı dosya kaydediliyor olabilir, fakat gördüğümüz
gibi, metin aslında disk üzerinde var olan "boşluklara” serpiştirilir. Dolayısıyla
da, diskte metnin bir parçasının çok sayıda kopyası bulunabilir, disk ne kadar
eski ve çok kullanılmışsa, kopyaların sayısı da o kadar fazla olacaktır.
Şimdi geldik DNA ya. Bir türün DNA işletim sistemi gerçekten de çok çok
eskidir ve uzun dönemde bakıldığında, bilgisayarın diskteki dosyalarla
yaptığına benzer bir şey yapar. Bunun kanıtı olarak büyüleyici "intron” ve
“egzon” olgularmı gösterebiliriz. Son on yıl içerisinde, “tek” bir genin (DNA
metninin sürekli okunan tek bir pasajı anlamında) tek bir yerde kaydedilmemiş
olduğu anlaşıldı. Kromozom boyunca dizilmiş şifre harflerini okursanız
(“işletim sisteminden” çıkmaya eşdeğer bir şey), egzon adı verdiğimiz
“anlamlı” bölümlerin arasında “intron” adını verdiğimiz “anlamsız” bölümler
202
olduğunu görürsünüz. Tek bir “gen” (işlevsel anlamda), ashnda anlamsız
intron- larca birbirinden ayrılmış bir dizi egzondur. Sanki her egzonun sonunda
“devamı sayfa 64’te” işaretlemesi vardır. Sonuç olarak bir genin bütünü,
yalnızca bunları proteinlere tercüme eden "resmi” işletim sistemince
okunduğunda bir araya gelebilen bir egzonlar dizisinden oluşmaktadır.
Bir başka kanıt ise kromozomların üzerinde artık kullanılmayan ancak
anlamlan hâlâ anlaşılabilen, eski genetik metinler olması. Bir bilgisayar
programcısı için bu "genetik fosil” parçaları ile metni düzeltmede sıkça
kullanılmış eski bir diskteki metin parçalarının dağılımı arasında gizemli
benzerlik vardır. Bazı hayvanlarda, toplam gen sayısının büyük bir yüzdesi
okunmaz bile. Bu genler ya tümüyle anlamsızdır ya da günü geçmiş "fosil
genlerdir”.
Fakat zaman zaman, tıpkı bu kitabı yazarken başıma geldiği gibi, fosil
metinler tekrar ortaya çıkıverir. Bir bilgisayar hatası (daha dürüst olmak
gerekirse, insan hatası) sonucu, III. Bölüm un olduğu diski “sildim”. Elbette ki,
silinen metnin kendisi değildi. Kesinlikle silinenler, her “egzonun” başını ve
sonunu belirleyen işaretlemelerdi. “Resmi” işletim sistemi hiçbir şey
okuyamıyordu, fakat “resmi olmayan yollardan” genetik mü- hendisçilik
oynayıp, disk üzerindeki metni inceleyebilirdim. Karşıma çıkan, bazıları daha
yenice bazıları da çok eski “fosil” metin parçalarının oluşturduğu, şaşkınlıktan
ağzımı açık bırakan bir yapboz oldu. Yapbozun parçalarım bir araya getirerek
bölümü yeniden yarattım. Çoğu kez hangi parçanın yeni hangi parçanınsa fosil
olduğunu bilmiyordum ancak bunun pek önemi yoktu; yeniden düzeltme
yapılmasını gerekli kılan birkaç ufak ayrıntının dışında, kaybettiğim metinle
aynıydı. “Fosillerin” ya da günü geçmiş “intronların” en azından bazıları yeniden ortaya çıkmıştı. Bir beladan, bütün bölümü yeniden yazmaktan
kurtulmuştum.
Canlı türlerinde de “fosil genlerin” zaman zaman milyonlarca yıl atıl
kaldıktan sonra harekete geçtikleri ve yeniden kullanılmaya başlandıklarına
ilişkin kanıtlar var. Ayrıntılara girmek bizi bu bölümün asıl konusundan çok
uzaklara taşıyacak; zaten bir parantez açmıştık. Asıl konu, genlerin
yinelenmesiyle bir türün genetik kapasitesinin artabileceğiydi. Bunu yapmanın
bir
yolu,
var olan genlerin eski “fosil” kopyalarının tekrar kullanılması olabilir.
Daha dolaysız başka yollar da var. Örneğin, genler kromozomun başka bir
203
bölümüne kopyalanıyor; tıpkı dosyaların diskin başka bir yerine ya da başka
bir diske kopyalanmaları gibi.
İnsanlarda globin genleri dediğimiz, değişik kromozomlar üzerinde,
birbirinden ayrı sekiz gen var (bunlar, başka şeylerin yanı sıra hemoglobin
yapmakta da kullanılıyor). Bu sekiz genin tek bir ata globin geninden
kopyalanmış olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Yaklaşık 1,1 milyar yıl önce,
ata globin geninden bir tane daha yapılıyor ve iki gen oluşuyor. Bu olayın
tarihini saptayabiliyoruz çünkü globin genlerinin hangi hızla evrildiği
konusunda bağımsız bulgularımız var (V. ve XI. Bölümlere bakınız). Bu ilk
yineleme sonucu ortaya çıkan iki genden biri, omurgalılarda hemoglobin yapan
tüm genlerin atası oldu. Diğeriyse, miyoglobinleri, kaslarda iş gören ve
hemoglobinle akraba bir başka protein ailesini yapan genlerin atası oldu.
Bundan sonra, birbirini izleyen yinelemelerle alfa, beta, gama, delta, ep- silon
ve zeta globinler denen genler ortaya çıkıyor. Büyüleyici olansa, tüm globin
genlerinin aile ağacını çizebilmemiz ve hatta tüm dönüm noktalarımn
tarihlerini saptayabilmemiz (örneğin, delta ve beta globinler 40 milyon yıl,
epsilon ve gama globinler de 100 milyon yıl önce ayrıldılar). Kadim ataların
birbirinden uzak dallanmalarla ortaya çıkan ardılları olan bu sekiz globin, her
birimizin içinde hâlâ varlığını sürdürüyor. Atalardan birinde kromozomun
farklı bölümlerine gitmişlerdir ve bu genler bizlere farklı kromozomlar
üzerinde aktarılmıştır. Bu moleküller uzaktan kuzenleri olan diğer globinlerle
aynı vücudu paylaşmaktadır. Jeolojik zaman boyunca, kromozomlar üzerinde
böyle çok sayıda yinelemenin olduğu kesin. İşte, gerçek yaşamı, III. Bölüm’de
değindiğimiz biyomorflardan daha karmaşık hale getiren önemli noktalardan
biri bu. Biyomorfların yalnızca dokuz geni vardı ve bu dokuz genin
değişimiyle evriliyorlardı. Gen sayısı asla ona çıkmıyordu. Gerçek hayvanlarda
da bu tür yinele
204
meler enderdir; benim, “Bir türün bütün üyeleri genelde aynı “adresleme”
sistemiyle çalışır,” dememi yanlışlamayacak kadar ender...
Evrim sürecinde bir türde birbiriyle işbirliği içinde çalışan genlerin
sayısının artmasının tek yolu gen yinelenmesi değil. Daha da ender görülen
ancak yine de olanaksız olmayan bir başka olay var: Bir başka türün, hatta son
derece uzak bir türün bir geninin işbirliğine katılması. Örneğin, bezelye
bitkileri ailesinin köklerinde hemoglobinler var. Bu hemoglobinler diğer bitki
ailelerinde gözlenmiyor ve bezelye ailesine bir biçimde çapraz bulaşmayla
girdiklerine kesin gözüyle bakılıyor; belki de virüsler ara basamak
oluşturmuşlardır.
Amerikalı biyolog Lynn Margulis’in gittikçe daha fazla taraftar bulan
kuramına göre, ökaryot hücrenin başlangıcında bu çizgide önemli bir olay
oldu. Bakteri hücreleri dışındaki tüm hücreler ökaryottur. Canlılar dünyası,
temelde, bakteriler ve diğerleri diye ikiye ayrılır. Biz diğerleri grubuna dahiliz
ve ökar- yotuz. Bakterilerle ana farkımız, hücrelerimizde ayrı bölmeler
biçiminde minicik hücreler olması. Bunların arasında kromozomları barındıran
çekirdek; birbiri üzerine katlanmış zarlarla dolu, bomba biçimli ufacık cisimler
olan mitokondriler (1. Şe- kil'de görmüştük); ve bitki hücrelerindeki (onlar da
ökaıyot hücre) kloroplastlar var. Mitokondri ve kloroplastların, çekirdeğin
kromozomlarındaki asıl DNA’dan tümüyle bağımsız olarak kopyalama yapan
ve çoğalan kendi DNA’ları var. Hücrelerinizdeki mitokondrilerin tümü,
annenizin yumurtasından size geçen küçük mitokondri popülasyonundan
geliyor. Spermler mitokondri taşıyamayacak kadar küçükler, bu yüzden de
mitokondriler dişilerle ilerliyor ve mitokondri üretimi söz konusu olduğunda
erkekler ölü nokta oluşturuyor. Sonuç olarak, bu, dişi hattında soyumuzu
izlemek için mitokondrileri kullanabileceğimiz anlamına geliyor.
Margulis’in kuramı, mitokondrilerin ve kloroplastların ve hücre içindeki
birkaç başka yapının her birinin bakterilerden aktarılarak geldiğini savlıyor.
Ökaıyot hücre
2
milyar yıl kadar önce, çeşitli bakteri türlerinin birbirlerinden
elde edecekleri yararı gözeterek güçlerini birleştirmeleriyle oluştu. Çağlar
boyunca, ökaıyot hücre halini alan bu işbirliği birimi içerisinde öylesine
bütünleştiler ki, bir zamanlar ayrı bakteriler olduklarım saptayabilmek
(gerçekten böyle bir şey olduysa bile) olanaksız hale geldi.
Öyle görünüyor ki, ökaıyot hücre bir kez ortaya çıktıktan sonra, birçok yeni
tasarım olanağı doğdu. Bizim açımızdan en önemlisiyse, milyarlarca hücreden
oluşan büyük bedenler yapılabilmesiydi. Tüm hücreler ikiye ayrılarak çoğalır
ve oluşan yarım hücrelerin her biri eksiksiz bir gen kümesi alır. Topluiğne
başının üzerindeki bakteri örneğinde gördüğümüz gibi, hücrelerin art arda ikiye
bölünmesi oldukça kısa bir süre içerisinde çok fazla sayıda hücre oluşmasına
yol açar. Bir taneyle başlayarak iki hücre elde edersiniz. Bu iki hücre tekrar
bölündüğünde, dört hücre olur; dört hücre de bölünerek sekiz hücre yapar. Birbiri ardınca gerçekleşen bölünmelerde hücre sayısı her seferde ikiye katlanır;
8’den
16 ve 32, 64, 128, 256, 512, 1024, 2048, 4096, 8192 elde edersiniz. İkiye
katlama işlemini 20 kere yaptıktan sonra, ki bu uzun sürmez, milyonlara
ulaşırsınız. İşlem 40 kere tekrarlandıktan sonra hücre sayısı bir trilyondan
fazladır. Bakteriler örneğinde, birbiri ardı sıra bölünerek oluşan bakteriler
kendi yollarına gider. Birçok ökaıyot hücrede de aynı şey olur, örneğin amipler
gibi tekhücrelilerde. Bölünme sonucu oluşan hücrelerin ayrılmayıp birlikte
yaşamaya devam etmeleriyle evrim sürecinde koca bir adım atılmış oldu. Artık
daha üst mertebeden yapılar ortaya çıkabilirdi; kıyas kabul etmeyecek kadar
küçük bir ölçekte olsa da, tıpkı ikili dallanma yapan bilgisayar biyomorflarında
olduğu gibi.
Böylece, evrim sürecinde ilk kez, büyük vücutlar oluşturabilme olanağı
doğmuştu. İnsan vücudu devasa bir hücreler topluluğudur. Bu hücrelerin hepsi
tek bir atadan, döllenmiş yumurtadan gelir ve bu yüzden de diğer vücut
hücrelerinin kuzenleri, çocukları, torunları, amcaları, vs. olurlar. Bizim
vücutlarımızı oluşturan
10
trilyon hücreyi üreten hücre bölünme nesillerinin
sayısı onlarla sayılabilir. Bu hücreler 210 kadar farklı grupta toplanabilir. Bu
grupların her biri aynı gen kümesi tarafından oluşturulmuştur, fakat her hücre
çeşidinde gen kümesinin farklı üyeleri çalışır. Karaciğer hücrelerinin beyin
hücrelerinden, kemik hücrelerinin kas hücrelerinden farklı olmasının nedeni
budur.
Çok-hücreli vücutlarda genlerin organlar yoluyla çalışması ve bu vücutların
davranış biçimleri, kendi başlarına çalışan tek hücrelerde kullanılamayan
çoğalma yöntemlerini ortaya çıkarır. Çok-hücreli vücutlar tek hücre ölçeğinden
çok daha geniş ölçekli yollar kullanarak genlerin dünyayı değiştirmesini mümkün kılar. Genler bu geniş ölçekli, dolaylı değişimleri hücrelerin minicik ölçeği
üzerindeki daha dolaylı etkiler yoluyla gerçekleştirir. Örneğin, hücre zarının
206
biçimini değiştirirler. Sonra da, hücreler devasa popülasyonlar halinde
birbirleriyle etkileşerek geniş ölçekli etki öbekleri oluşturur: bir kol ya da
bacak ya da (daha dolaylı olarak) bir kunduzun yaptığı set. Bir organizmanın
çıplak gözle görebileceğimiz özelliklerinin çoğuna “görünür özellikler”
diyoruz. Dokuz genli bilgisayar biyomorf- larımn bile görünür özellikleri
vardı. Gerçek hayvanlarda bu özellikler hücreler arası etkileşim sonucu ve tüm
vücut düzeyinde ortaya çıkar. Bir organizma bütünsel bir birim olarak çalışır
ve bir genin her kopyası ilk etkilerini içinde bulunduğu hücrede gösterse de,
genlerinin organizmanın bütününü etkilediği söylenebilir.
Bir genin çevresinin çok önemli bir parçasını, nesiller boyunca birbiri
ardınca gelen vücutlarda karşılaşabileceği başka genlerin oluşturduğunu
gördük. Bu başka genler tür içerisinde değiş tokuşu yapılan ve birleştirilen
genlerdir. Aslında, eşeysel üreyen bir türe, birlikte çalışmaya uyum sağlamış
belirli bir genler kümesini farklı birleşimlerde karıştıran bir araç olarak
bakabiliriz. Bu bakış açısına göre, türler, kendi türünün genle-le karşılaşan ancak diğer türlerin genleriyle asla karşılaşma- gen kümelerini
sürekli kararlar. Fakat farklı türlerin genle- hücre içinde karşılaşmasalar da, bir
anlamda, birbirlerinin '-vresinin önemli bir parçasını oluştururlar. Bu ilişki,
çoğu kez birliği için değildir, düşmanca amaçlar içerir. İşte, bu noktada, u
bölümün ikinci ana temasına geliyoruz: “silahlanma yarışı”. Avcılar ve av
arasında, asalaklar ve konakçılar arasında, hatta ı -bu nokta çok hassas ve
burada tartışmayacağım- bir türün di- > şileri ve erkekleri arasındaki
silahlanma yarışı.
Silahlanma yarışı, birey ömürlerinin zaman ölçeğinde değil, evrimsel süreç
içerisinde gelişir. Bir hayvan soyunun (diyelim ki, avcı hayvanların) hayatta
kalabilme donanımındaki -ki bu donanım sürekli evrilmektedir- iyileşmenin
doğrudan sonucu olarak, başka bir hayvan soyunun (diyelim ki, av olan
hayvanların) donanımındaki iyileşmeyi içerir. Bireylerin, evrimsel iyileşme
kapasitesi olan düşmanlarının olduğu her yerde silahlanma yarışı vardır. Ben
silahlanma yarışma büyük önem veriyorum, çünkü evrim sürecinin
“ilericiliğini” güdüleyen silahlanma yarışıdır. Daha önceki önyargılarımızın
tersine, evrimin içkin bir ilericilik özelliği yoktur. Hayvanların karşı karşıya
kaldıkları sorunlar yalnızca iklim ve cansız çevrenin diğer koşullarından
kaynaklanıyor olsaydı ne olurdu, diye düşündüğümüzde bunu görebiliriz.
207
Belirli bir yerde çok sayıda nesil geçtikten sonra yerel hayvanlar ve bitkiler
bu yerdeki koşullara, örneğin iklim koşullarına uyum sağlar. İklim soğuksa,
hayvanlarda kalın post ya da tüyler oluşmuştur. İklim kuruysa, var olan az
miktar suyu koruyacak mumsu, su geçirmez deri çeşitleri evrilmiştir. Yerel koşullara uyum, vücudun her bölümünü, biçim ve rengini, iç organlarını,
davranışını ve hücrelerdeki kimyayı etkiler.
Bir hayvan soyunun yaşadığı ortamın koşulları değişmeden kalıyorsa,
diyelim ki iklim
100
nesil boyunca değişmeksizin sıcak ve kuraksa, bu soyun
evrimi durur; en azından sıcaklık ve nem koşullarına uyumun söz konusu
olduğu noktalarda. Hayvanlar yerel koşullara mümkün olduğunca uyum sağlar.
Bu, hayvanların daha iyi olacak biçimde en başından tasarlanama- yacakları
anlamına gelmiyor. Bu, hayvanların küçük (ve dolayısıyla olasılığı yüksek)
evrimsel basamaklarla kendilerini daha iyi hale getiremedikleri, “biyomorf
uzamın” eşdeğeri bölgedeki yakıtı komşularının hiçbirinin daha iyi olmadığı
anlamına geliyor.
Koşullar bir biçimde değişmezse, (buzul çağının başlaması, bölgedeki yağış
miktarında düşüş, egemen rüzgâr yönünün değişmesi) evrim bir noktada durur.
Evrimsel zaman ölçeğiyle uğraşıyorsak, böylesi değişimler görülebilir. Sonuç
olarak da, normalde evrim, değişen çevreyi sürekli “izler” ve durma noktasına
gelmez. Bölgenin ortalama sıcaklığında sürekli, kararlı bir düşüş, yüzyıllar boyu
süren bir düşüş varsa, birbirini izleyen hayvan nesilleri kararlı bir seçilim
“baskısı” tarafından, diyelim ki, daha uzun post tüyleri geliştirme yönünde
itilecektir. Eğer birkaç bin yıl süren bu düşüşten sonra eğilim tersine döner ve
ortalama sıcaklıklar tekrar yükselmeye başlarsa, hayvanlar yeni bir seçilim
baskısı altında kalacak ve daha kısa tüyler geliştirmeye doğru itilecektir.
Buraya dek yalnızca çevrenin sınırlı bir bölümünü, iklimi ele aldık. Hayvan
ve bitkiler için iklim çok önemlidir. Yüzyıllar geçtikçe iklim düzeni değişir; bu
da değişimleri izleyen evrimin sürekli hareket halinde olmasını sağlar. Fakat
iklim değişiklikleri gelişigüzel ve tutarsızdır. Bir hayvanın çevresinde daha
tutarlı bir biçimde olumsuz yönde değişen ve “izlenmesi” gereken unsurlar da
vardır. Çevredeki bu unsurlar canlı varlıkların ta kendileridir. Çakal benzeri bir
avcı için, çevresinin en az iklim kadar önemli bir başka parçası da avıdır,
değişen ceylan, antilop ve zebra nüfusudur. Antiloplar ve kırlarda yiyecek ot
arayan diğer hayvanlar için iklim önemli olabilir fakat aslanlar, çakallar ve diğer
208
etoburlar da önemlidir. Birikimli seçilim hayvanların iklim koşullarına uyum
sağlaması için gerekeni yapar; hayvanların avcılardan kaçabilmesi ya da
avlarından daha zeki olmaları için de gerekeni yapar. Ve, tıpkı evrimin uzun
dönemli iklim değişimlerini "izlemesi” gibi, avdaki evrimsel değişimler de
avcıların alışkanlıklarını ya da av silahlarındaki uzun dönemli değişimleri izler.
Elbette, bunun tam tersi de doğrudur.
Bir türün "düşmanları” terimiyle -genel bir terimdir bu- türün yaşamını
zorlaştıran diğer canlıları kastederiz. Aslanlar zebraların düşmanıdır. Bunu
tersine çevirip, “Zebralar aslanların düşmanıdır.” deyince biraz tuhaf oluyor. Bu
ilişkide zebranın rolü pek masummuş ve alçaltıcı "düşman” sözcüğünün dışındaymış gibi görünebilir, fakat bir zebra, aslan tarafından yenmemek için
elinden geleni yapar ve bu da aslanın bakış açısından hayatını zorlaştırır. Tüm
zebralar ve otçullar amaçlarına ulaşsalar, aslanlar açlıktan ölürdü. Öyleyse,
tanımımız gereği, zebralar aslanların düşmanıdır. Şeritli tenya benzeri asalaklar
konakçılarının düşmanıdır; konakçılar da aslakların düşmanıdır çünkü onlara
direnmek için önlem alırlar. Otoburlar bitkilerin, bitkiler de otoburların
düşmanıdır: Dikenler ve zehirli ya da tatsız kimyasal maddeler imal ederler.
Hayvan ve bitki soyları evrimsel süreç içerisinde düşmanlarındaki
değişimleri de, iklim koşullarını izlemede gösterdikleri azimle izler. Çitanın av
silahları ve taktikleri geyiğin bakış açısından tıpkı iklimin kararlı bir biçimde
kötüleşmesi gibidir ve aynı biçimde izlenir. Fakat bu ikisi arasında büyük bir
fark var. İklim yüzyıllar içinde değişir ama bu değişim her zaman kötü yönde
olmayabilir; iklim ceylan peşinde koşmaz. Ortalama çita da, yıllık yağış
ortalaması gibi, yüzyıllar içinde değişir Fakat yıllık yağış ortalaması belirli bir
neden ya da düzen olmaksızın inip çıkarken, ortalama çita, ceylan yakalamada
yüzyıllar geçtikçe atalarından daha, iyi olacaktır. Çünkü birbirini izleyen çita
nesilleri, birbirini izleyen yıllık hava koşullarının tersine, birikimli seçilime
tabidir. Çitalar daha çevik, daha keskin gözlü ve dişli olma eğilimindedir. İklim
ve diğer cansız koşullar, ne denli "düşmanca” olursa olsunlar, daha da
düşmanlaşma eğiliminde değildir. Öte yandan, evrimsel zaman ölçeğindeki
canlı düşmanların daha da düşmanlaşma eğilimi vardır.
Eğer avda da koşut bir eğilim olmasaydı, etoburların gittikçe daha "iyi” olma
eğilimlerinin kısa zamanda hızı kesilirdi; tıpkı insanların silahlanma yarışında
olduğu gibi (ekonomik bedel nedeniyle; buna daha sonra geleceğiz). Ve tersi.
209
Ceylanlar da çitalardan aşağı kalmaz ve birikimli seçilime tabidir; nesiller geçtikçe daha hızlı koşma, çabuk tepki verme, uzun otlar arasına girerek görünmez
olma yeteneklerini geliştireceklerdir. Ceylanlar da daha iyi düşman, bu durumda
çitaların düşmanı, olma yeteneğine sahiptir. Çitaların bakış açısından, yıllık
sıcaklık ortalaması yıllar geçtikçe daha sistematik olarak iyiye ya da kötüye
gitmez; kusursuz bir hayvan için her değişimin kötü olması dışında... Fakat
yıllık ortalama ceylan sistematik olarak daha iyiye gitme eğilimindedir yakalaması daha zordur çünkü çitalardan kaçmaya daha iyi uyum sağlamıştır.
Tekrarlayayım; eğer avcı çitalarda görülen iyileşme eğilimi olmasaydı,
ceylanlardaki ilerleme eğilimi durma noktasına gelirdi. Bir taraf daha iyiye gider çünkü diğer taraf daha iyiye gitmiştir. Bunun tersi de doğru. Süreç, yüz
binlerce yıllık bir zaman ölçeğinde kısır bir döngü halini alır.
Ülkeler dünyasının kısa zaman ölçeğinde, iki düşmandan her biri karşı
taraftaki gelişmelere tepki olarak kendi silahlarını geliştirdiğinde bir
"silahlanma yarışı” olduğundan söz ederiz. Buradaki benzeşme, terimi ödünç
alabilecek kadar yakın; dilimizi böylesi açıklayıcı benzetmelerden temizlemek
isteyen çalımlı bilim adamlarımızdan da özür dilemeyeceğim. Bu fikri burada
yalın bir örnekle, ceylanlar ve çitalarla açıkladım. Amacım, kendisi de evrimsel
değişime tabi olan canlı bir düşmanla, sistematik evrimsel değişime tabi
olmayan fakat yine de değişebilen, cansız, kötü niyetli olmayan bir koşul,
örneğin iklim koşulları, arasındaki önemli farkı açıklayabilmekti. Ancak itiraf
etmeliyim ki, bu haklı noktayı açıklamaya çabalarken okuyucuyu başka alanlarda yanlış yönlendirmiş olabilirim. Eğer biraz düşünürseniz, sürekli ilerleyen
bir silahlanma yarışı düşüncem, en azından bir açıdan gereğinden fazla basitti.
Koşma hızını ele alalım. Anlattığım biçimiyle, silahlanma yarışı kavramı ceylan
ve çitaların her nesilde daha hızlanacaklarını, her ikisi de sesten hızlı hareket
edene dek bu evrimin süreceğini söylüyor. Bu şimdiye dek olmadı; olmayacak
da... Silahlanma yarışı konusuna devam etmeden yanlış anlamaları önlemeliyim.
Birinci çekince, çitaların av yakalama yeteneklerinde ve ceylanların avcıdan
kaçınma yeteneklerinde kararlı bir artış olduğu izlenimi vermemle ilgili.
Okuyucu bundan ilerlemenin karşı konulmaz olduğu, her neslin atalarından
daha iyi, daha yürekli olduğu düşüncesini çıkarabilir (tutucu bir düşünce bu).
Gerçek doğa hiç de böyle değil. Önemli bir ilerlemenin saptanabileceği zaman
ölçeği, her koşulda, belirli bir nesli kendinden bir öncekiyle kıyaslayan zaman
210
ölçeğinden çok çok daha uzundur. Bunun da ötesinde, bu “iyileşme” süreğen
olmaktan çok uzaktır. Bu, silahlanma yarışı kavramıyla öne sürülen yönde
kesinlikle "ileri” gitmek yerine duraklayan, hatta bazen “geri" giden, düzensiz
bir olaydır. Bir gözlemcinin farkına varabileceği kadarıyla, koşullardaki
değişimler, “iklim” gibi genel bir başlık altında topladığım cansız güçlerdeki
değişimler, silahlanma yarışının yavaş ve hatalı eğilimlerini büyük olasılıkla
silecektir. Silahlanma yarışında hiçbir “ilerlemenin" görülmediği ve belki de
hiçbir evrimsel değişimin olmadığı uzun dönemler olabilir. Bazen de silahlanma
yarışı neslin tükenmesiyle son bulur; o zaman yeni baştan bir silahlanma yarışı
başlayabilir. Bütün bunları söyledikten sonra, yine de, silahlanma yarışı hayvan
ve bitkilerde gördüğümüz ileri ve karmaşık mekanizmaların varlığını açıklamak
üzere şimdiye dek öne sürülen en tatmin edici düşünce. Silahlanma yarışı
kavramında öne sürülen türden bir “ilerleme", kesintilerle ilerlese de, net
ilerleme hızı insan ömrü, hatta yazılı tarih süresi içerisinde saptanamayacak
denli yavaş olsa da, gerçekten var.
Sözünü etmek istediğim ikinci çekince, “düşmanlık” dediğim ilişkinin çita ve
ceylan öyküsündeki yalın ikili ilişkiden daha karmaşık olması. İşi karıştıran
noktalardan biri, bir türün iki ya da daha fazla düşmanı olabilmesi ve hatta bu
düşmanların birbirlerine daha da düşmanca davranabilmeleri. İşte, yenmenin ya
da biçilmenin otlara yararlı olduğu yarı-gerçeğinin altında yatan ilke bu. İnekler
ot yer ve dolayısıyla otun düşmanı olarak düşünülebilirler. Fakat otların bitkiler
dünyasında başka düşmanları da var: büyümeleri denetlenmediği takdirde ot
için inekten daha kötü bir düşman olabilen rakip yaban otlan. Otlar inek
tarafından yenmekle bir şeyler kaybeder, fakat rakip yaban otları daha çok şey
kaybeder. Sonuç olarak, bir çayırdaki ineğin net etkisi, otlann yarar
sağlamasıdır. Bu anlamda, inekler otların düşmanı değil, dostu oluyor.
Yine de, tek bir otun ineklerce yenmemesinin bu otun lehine olacağı
düşünüldüğünde, inekler hâlâ otların düşmanıdır; ve -diyelim ki- kendini
ineklere karşı koruyacak kimyasal bir silaha sahip her mutasyon geçirmiş bitki,
kendi türünün ineklere daha leziz gelen rakip üyelerinden daha fazla tohum
saçacak ve bu tohumlar kimyasal silahı yapacak talimatları içerecektir. İneklerin
otlarla “dost” olmasının özel bir anlamı varsa da, doğal seçilim inekler
tarafından yenmek için özel çaba harcayan otların lehine çalışmaz! Bu
paragraftan çıkaracağımız genel sonuç ise şöyle: İnek ve ot ya da ceylan ve çita
211
örneklerindeki gibi, iki tür arasında silahlanma yarışı olduğunu düşünmek işimizi kolaylaştırır; ancak tarafların her birinin başka düşmanları olduğunu ve bu
düşmanlarla da silahlanma yanşı yürüttüğünü aklımızdan çıkarmamalıyız. Bu
konunun üzerinde daha fazla durmayacağım, fakat bu tartışma, silahlanma
yanşlarının neden durduğu ve sonsuza kadar sürmediğini, avlarını Mach 2
hızıyla kovalayan avcıların ortaya çıkmasına yol açmadığını açıklamak üzere
genişletilebilir.
Silahlanma yarışı şeklinde ifade ettiğim yaklaşımın üçüncü çekincesi, bir
çekinceden ziyade kendi başına ilginç bir konu oluşturuyor aslında. Çita ve
ceylanlarla ilgili varsayımsal tartışmamda, çitaların -iklimin tersine- nesiller
geçtikçe “avcılık ta ustalaştıklarını", daha çetin düşmanlar haline geldiklerini, ceylan öldürme
yöntemlerini geliştirdiklerini söylemiştim. Fa- * kat bu, ceylan öldürmede
daha başarılı oldukları anlamına gelmiyor. Silahlanma yarışı kavramının özü,
bu yarıştaki tarafla- ' nn her ikisinin de kendi açılarından geliştiği, hayatı karşı
taraf için daha zor kıldığıdır. Yarıştaki taraflardan herhangi birinin diğerinden
daha başarılı ya da daha başarısız olmasını gerektiren hiçbir neden yok -en
azından şimdiye dek tartıştıklarımız çerçevesinde yok. Aslında, silahlanma
yarışı kavramı, en arı haliyle, yarışan tarafların her ikisinde de başarıya
götürecek donanımların evrildiğini ancak başarı artışının sıfır olduğunu öne
sürer. Avcıların öldürme donanımı gelişir, fakat aynı zamanda av olanlar da
avlanmaktan kaçınma yöntemleri geliştirir. Dolayısıyla, başarılı avlanmaların
sayısında net bir değişim görülmez.
Bundan şöyle bir anlam çıkarabiliriz: Eğer bir zaman makinesiyle, bir çağın
avcıları başka bir çağın avıyla karşılaştırılsa- lardı, daha “modern” olan
hayvanlar, ister av ister avcı olsunlar, ilkel olanlara üstün gelirlerdi.
Kimilerinin, Avustralya ya da Madagaskar’dakiler gibi ırak ve yalıtılmış
faunaların ilkel faunalar olarak, bir Avustralya gezisinin de zaman makinesiyle
geçmişe yapılacak bir gezi olarak ele alınabileceğini varsaymasına karşın, bu
asla yapılamayacak bir deney. Bu insanlar, Avustralya’daki yerli türlerin “daha
eski”, "modası geçmiş” modeller oldukları için dış dünyadan gelen üstün rakip
ya da düşmanlar tarafından yok olmaya sürükleneceğini düşünüyor; tıpkı
nükleer bir denizaltıyla çarpışan bir kadırga gibi... Ancak Avustralya
faunasmın “canlı bir fosil” olduğu varsayımını kanıtlamak zor. Belki
212
düşüncelerini savunmaya kalkışabilirler ama korkarım bu, şovence bir
züppeliğin zoolojik eşdeğerinden, her Avustralyalıyı şapkasının altında fazla
bir şey taşımayan, kaba bir çiftçi olarak gören yaklaşımdan farklı
olamayacaktır.
Donanımdaki evrim ne denli büyük olursa olsun, başarı artışının sıfır olması
ilkesine Amerikalı biyolog Leigh van Valen o unutulmaz "Kızıl Kraliçe etkisi”
adım yakıştırdı. Lewis Car- roll un Through the Looking Glass (Aynanın
içinde) öyküsünde, Kızıl Kraliçe Alice’i kolundan yakalar ve kırlarda çılgınca
bir koşuya sürükler. Gittikçe hızlanırlar fakat ne denli hızlı koşarlarsa
koşsunlar, hep aynı yerde kalırlar. Alice'in kafası karışır: “Benim ülkemde, bu
kadar uzun süre, bu kadar hızlı koş- saydık genellikle bir yerlere varırdık.”
Kraliçe, “Pek de yavaş bir ülkeniz varmış!” der, “Buradaysa, görüyorsun ya,
aynı yerde kalabilmek için olabildiğince hızlı koşman gerek. Ve eğer bir yerlere
varmak istiyorsan, bunun en azından iki katı hızla koşmalısın ! ”
Kızıl Kraliçe yakıştırması eğlenceli, fakat sözlük anlamıyla, göreli
ilerlemenin matematiksel olarak kesinlikle sıfır olması anlamında alınırsa -ki
böyle algılayanlar çıkabiliyor- bizi yanlış yönlere sürükleyebilir. Bir başka
yanıltıcı özellikse, Alice’in öyküsünde Kızıl Kraliçe’nin söylediklerinin gerçek
bir paradoks olması, gerçek fiziksel dünyada sağduyuyla bağdaşmaz olması.
Fakat van Valen’in evrimsel Kızıl Kraliçe etkisi kesinlikle bir paradoks değil;
sağduyuyla
tümüyle
bağdaşan
bir
etki
-kuşkusuz
sağduyu
zekice
uygulandığında.. Gelgelelim, silahlanma yarışı, tutumlu insan zihnine
paradoksal değilse de bir savurganlık gibi gelecek durumlar doğurabilir.
Örneğin, ormandaki ağaçlar neden çok yüksek? Bu sorunun kısa yanıtı, tüm
diğer ağaçların yüksek olduğu ve bu yüzden de kısa bir ağacın yaşayamayacağı
olacaktır. Ağaç kısaysa, gölgede kalır. Temelde gerçek bu, fakat bu gerçek
tutumlu bir zihni olan insanoğlunu rahatsız ediyor. Öylesine anlamsız, öylesine
savurganca ki... Tüm ağaçlar gölgeyi aştığında, hepsi de aşağı yukarı aynı
oranda güneşten yararlanacaktır; hiçbiri daha kısa olmayı kaldıramaz. Ama
hepsi de daha kısa olsaydı; ormandaki gölge yüksekliğini aşağı çekmek için bir
çeşit birlik anlaşması yapsalardı, bu hepsinin yararına olurdu. Ulaşmak için
yarıştıkları güneş ışığı miktarı aynı kalırdı, fakat gölgeden kurtulmak için
“ödedikleri” büyüme bedeli çok daha az olurdu. Bundan . jıem tüm orman
ekonomisi hem de her ağaç yararlanırdı. Neya- ^zık ki, doğal seçilim
213
ekonominin bütününü falan düşünmez; kart ellere ve birlik anlaşmalarına da
aldırmaz. Nesiller boyun- ; ca, orman ağaçlarının gittikçe büyüdüğü bir
silahlanma yarışı
yapılagelmi şti
r. Bu silahlanma yarışının hiçbir aşamasında uzun
olmanın içkin bir yararı yoktu. Silahlanma yarışının her aşamasında uzun
olmanın tek yararı, komşu ağaçlara göre daha uzun olmaktı.
Silahlanma yarışı sürdükçe, ormanın gölgeliğini oluşturan ağaçların
ortalama uzunluğu arttı. Ama ağaçların uzun olmakla elde edeceği yarar
artmadı. Hatta azaldı, çünkü büyümenin bedeli arttı. Birbirini izleyen ağaç
nesilleri uzadıkça uzadı, ama, bir anlamda, oldukları gibi kalsalardı daha iyi
olabilirdi. İşte, Alice ve Kızıl Kraliçe ile bu noktada birleşiyorlar, fakat ağaçlar
örneğinde bunun aslında bir paradoks olmadığı görülebiliyor. Silahlanma
yarışlarının -insanlarınki dahil- genel özelliği, yarışın hızlanmamasınm her
zaman daha iyi olacağıdır. Taraflardan biri hızlandığında diğeri de yarışta
kalabilmek için hızını artırmak zorundadır. Bu arada, bu öyküyü anlatışımın
çok yalın olduğunu bir kez daha belirteyim. Bu öyküyü, her bir nesilde
ağaçların bir önceki nesle kıyasla kesinlikle daha uzun olduğunu ya da
silahlanma yarışının hâlâ sürdüğünü öne sürmek için anlatmadım.
Ağaçlar örneğinin gösterdiği bir başka nokta da silahlanma yarışının farklı
türlerin bireyleri arasında olması gerekmediği. Bir ağaç diğer türlere olduğu
kadar kendi türünün üyelerine de gölge yaparak zarar verebiliyor. Aslına
bakarsanız, kendi türünün bireylerine daha çok zarar veriyor, çünkü tüm
organizmalar kendi türünün bireyleriyle daha sıkı yarışır. Bir organizma kendi
türünün üyeleriyle, diğer türlerin üyelerine kıyasla, aynı kaynaklar için çok
daha ayrıntılı bir düzeyde yarışır. Bir türün içinde de dişi ve erkek bireyler,
ebeveyn ve çocuk bireyler arasında da silahlanma yarışı var. Bunları Gen
Bencildir adlı kitabımda tartıştım; bu yüzden burada bir kez daha ele
almayacağım.
Ağaçlar öyküsü iki çeşit silahlanma yarışı arasında önemli bir genel ayrım
yapmama olanak sağlıyor: bakışımlı ve bakışımsız silahlanma yarışı. Bakışımlı
silahlanma yarışı, hemen hemen aynı şeyi yapmaya çalışan yarışmacılar
arasında geçen yarış. Işığa ulaşmaya çalışan orman ağaçlan arasındaki
silahlanma yarışı bunun bir örneği. Farklı ağaç türleri yaşamlarını aynı biçimde
kazanmayabilir, fakat sözünü etmekte olduğumuz yarışta -gölgeliği aşarak ışığa
ulaşmak- aynı kaynağa ulaşmak için rekabet eder. Bir tarafın başarısının diğer
214
tarafın başarısızlığı olduğu bir silahlanma yarışını sürdürürler. Ve bu, bakışımlı
bir silahlanma yarışıdır çünkü her iki taraf için de başarı ve başarısızlığın doğası
aynıdır: gün ışığına ulaşmak başarı, gölgede kalmak ise başarısızlık.
Ancak, çita ve ceylan arasındaki silahlanma yanşı bakışımsızdır. Bu da, bir
tarafın başarısının diğer tarafın başarısızlığı olduğu gerçek bir silahlanma
yarışıdır, fakat tarafların başarı ve başansızhğının doğası çok farklıdır. Taraflar
farklı şeyler yapmaya “çalışmaktadır". Çitalar ceylanları yemeye çalışır.
Ceylanlarsa, çitaları yemeye çalışmaz; çitalar tarafından yenmemeye gayret
eder. Evrimsel bir bakış açısından, bakışımsız silahlanma yarışları daha
ilginçtir, çünkü böylesi yarışlarda karmaşık silah sistemlerinin ortaya çıkma
olasılığı daha fazladır. Bunun nedenini görebilmek için insanoğlunun silah
teknolojisinden örnekler alalım.
Örnek olarak ABD ve eski SSCB yi kullanabilirdim ama belirli ülkelerden
söz etmeye gerek yok. Endüstrisi gelişmiş herhangi bir ülkede şirketlerin imâl
ettiği silahları alacak çok sayıda ülke vardır. Exocet tipi yüzey tarayıcı roket
benzeri başarılı bir saldırı silahının varlığı etkin bir karşıt önlemin keşfini davet
eder: Örneğin, roketin denetim sistemini “karıştıracak” bir ro- ketsavar. Bu
karşıt tedbir büyük olasılıkla düşman bir ülke tarafından imal edilmez, pekâlâ
aynı ülkede, hatta aynı şirket tarafından yapılmış olabilir! Belirli bir roket için
bir roketsavar tasarlayabilecek en iyi donanım, en başta roketi yapan şirkette
tır. Bir şirketin hem roket hem de roketsavar üretmesini bunları
şavaşan iki karşıt tarafa satmasını olanaksız kılacak bir içsel neden yok.
Böyle olayların olduğundan kuşkulanı- m ve bu da donanım gelişirken net
gelişimin etkinliğinin
ğişmediği
(bu arada masraflar da artıyor) tezini canlı
bir bi- Lde vurguluyor.
İlginçtir, şu andaki bakış açımızda, insanlar arasındaki bir silahlanma
yarışının karşıt taraflarındaki üreticilerin birbirlerine vdüşman şirketler ya da
aynı şirket olup olmadıkları sorusu konumuzla ilişkili değil. Önemli olan,
üreticilerine bakılmaksızın, jj silahların kendilerinin, bu bölümde tanımladığım
anlamda, bir- ' birlerinin düşmanı olduklarıdır. Roket ve roketsavar birbirlerinin düşmanıdır, çünkü birinin başarısı diğerinin başarısızlığım gerektirir.
Tasarımcıların düşman olup olmadığı, düşman olduklarını varsaymak
kolayımıza gelse de, hiç önemli değil.
Buraya dek, bu örneği vermemizin asıl nedeni olan evrimsel, ilerlemeci
215
yönüne değinmeksizin roket ve özgün panzehirini tartıştık. Burada önemli
olan, bir roket tasarımının yalnızca uygun bir panzehirin, bir roketsavarın
keşfini getirmekle kalmayıp, roketin tasarımında da bir ilerlemeyi davet ediyor
olması: panzehire karşı çıkabilecek bir roketsavar-savar. Sanki, roketteki her
gelişme, panzehir üzerindeki etkisi yoluyla roketin kendisindeki bir sonraki
gelişmeyi güdülüyormuş gibi... Bu, patlamalı, taşkın evrimin tarifi.
Buluşlar ve karşı-buluşlarla geçen, dengenin bir o taraf bir bu taraf lehine
değiştiği bir süreç sonunda, hem roket hem de panzehiri yüksek bir
karmaşıklık düzeyine ulaşmış olur. Ama yine de silahlanma yarışındaki
tarafların işlerinde yarışın baş- langıcındakinden daha başarılı olmasını
beklememiz için hiçbir genel neden yoktur -işte Kızıl Kraliçe etkisi tekrar
karşımıza çıkıyor. Hem roket hem de panzehiri aynı hızla gelişiyorsa, en son,
en gelişkin ve karmaşık olanların çağdaş karşı-cihazlar karşısında en baştaki,
en ilkel ve basit olanlar kadar başarılı olmasını bekleyebiliriz. Tasarımda
ilerleme olmuş ancak yapılan işte ilerleme olmamıştır, çünkü silahlanma
yarışındaki iki tarafta da tasarımın ilerleyişi eşittir. Daha doğrusu, tasarımdaki
karmaşıklığın bu denli ilerlemesinin nedeni, her iki tarafın gelişiminin aşağı
yukarı aynı olmasıdır. Eğer taraflardan biri, örneğin roketsavar, tasarım
yarışında çok öne geçerse, diğer taraf, örneğimizde roket, kullanımdan kalkar
ve artık imal edilmez; “soyu tükenmiştir". Silahlanma yarışı bağlamındaki
Kızıl Kraliçe etkisi baştaki Alice örneği gibi bir paradoks oluşturmaktan çok
uzaktır ve ilerlemeci gelişim fikrinin temel bir unsurudur.
Bakışımsız silahlanma yarışlarının ilginç ilerlemeci gelişimlere yol açma
olasılığının bakışımlılarınkinden daha fazla olduğunu söylemiştim. Şimdi, insan
elinden çıkma silahlan örnek vererek bunun neden böyle olduğunu görebiliriz.
Bir ülkenin 2 megatonluk bir bombası varsa, hasım ülke 5 megatonluk bir
bomba yapacaktır. Bu, birinci ülkeyi 10 megatonluk bir bomba yapmaya iter;
ikinci ülke de 20 megatonluk bomba üretmek zorundadır; böylece sürer gider...
Bu gerçek bir ilerlemeci silahlanma yarışıdır: Bir tarafın her adımı diğer tarafı
karşı-adım atmaya iter ve bir özelliğin gittikçe artmasıyla sonuçlanır -örneğimizde, bombalarm patlayıcı gücü. Fakat, böylesi bir bakışımlı silahlanma
yarışında tasarımlar arasında ayrıntılı, bire bir ilişki yoktur; roket ve roketsavar
arasındakine benzer bakışımsız bir silahlanma yarışında olduğu gibi tasarım
ayrıntılan birbirini “kavramamış”, birbiri içine geçmemiştir. Roketsavar, roketin
216
belirli özelliklerini yenmek üzere tasarlanmıştır; panzehirin tasarımcısı roket
tasarımının en ince ayrıntılarını dikkate alır. Panzehirin karşıtı tasarlanırken de,
bir sonraki roket neslinin tasarımcısı, bir önceki neslin panzehirinin tasarım
ayrıntılarına ilişkin bilgisini kullanır. Bu, megatonajı gittikçe artan bombalar
için geçerli değildir. Aslına bakarsınız, bir tarafın tasarımcıları karşı tarafın iyi
fikirlerini çalabilir, tasarım özelliklerini taklit edebilir. Fakat bu bir ayrıntıdır.
Bir Amerikan bombasının özgün ayrıntılarıyla bire bir ilişkili olmak, bir Rus
bombasının tasarımının gerekli bir parçası değildir. Birbirini izleyen bir dizi silah
ve bu silahların özgün panzehirleri arasındaki bakışımsız bir silahlanma
yarışında, nesiller boyunca, gittikçe artan bir karmaşıklık ve inceliğe yol açan
bire bir ilişkilerdir.
Canlılar dünyasında da, bir tarafın adımlarının daima bire bir olarak diğer
tarafın eşit derecede başarılı panzehirleri (rakipleri) olarak ile eşleştiği uzun bir
bakışımsız silahlanma yarışının son ürünlerine ne zaman baksak, karmaşık ve
incelikli bir tasarım bulmayı beklemeliyiz. Bunun, avcıyla avı arasındaki ve asalakla konakçısı arasındaki silahlanma yarışında geçerli olduğu çok açık; hatta
asalak-konakçı arasmdaki yarışta daha da açık. II. Bölüm’de tartıştığımız
yarasaların elektronik ve akustik silah sistemi, uzun süren bir silahlanma
yarışının son ürünlerinden bekleyeceğimiz ince ayarlanmış karmaşıklığı
içeriyor. Karşıt tarafta da aynı silahlanma yarışını gözlememiz hiç de şaşırtıcı
değil. Yarasaların avladıkları böceklerin de yarasalarla kıyaslanabilir, karmaşık
bir elektronik ve akustik donanımı var. Bazı gece kelebekleri yarasanın
çıkardığı seslere benzer sesler (sesöte- si) çıkarıyor ve yarasaları atlatabiliyor.
Neredeyse tüm hayvanlar ya başka hayvanlara av olmaya da başka hayvanları
avlaya- mama tehlikesi içerisindedir ve hayvanlarla ilgili ayrıntıların büyük bir
kısmı yalnızca onların uzun süren, çetin bir silahlanma yarışının son ürünleri
olduklarını hatırladığımızda anlam kazanır. H. B. Cott 1940’ta yayımlanan
Animal Coloration (Hayvanlarda Renk) adlı klasikleşmiş eserinde -ki
biyolojide silahlanma yarışı benzetmesinin ilk basılı anlatımını içerir- bu
noktayı gayet güzel açıklamış:
Bir çekirge ya da bir kelebeğin aldatmacaya yönelik görüntüsünün
gereksiz ayrıntılarla dolu olduğunu söylemeden önce böceklerin doğal
hasımlarmm algılama ve ayırt etme yetilerinin neler olduklarını ortaya
217
koymalıyız. Bunu yapmamak, düşman teçhizatının yapısını ve etkinliğini
hiç sorgulamadan bir savaş gemisinin fazlasıyla ağır ya da top- larınm
menzilinin çok uzun olduğunu ileri sürmeye benzer. Gerçek şu ki, nazik ve
uygar savaşlarımızda olduğu gibi, ormandaki ilksel mücadelede de büyük
bir evrimsel teçhizat yarışının sürmekte olduğunu görürüz. Bu yarışın
sonuçları savunma tarafı için hız, tetikte olma, zırh, dikenler, tünel açma,
gece yaşama, zehirli salgılar, kötü tat, kamuflaj ve diğer renkle korunma
türleridir; saldırgan tarafı- n karşı özellikleri ise hız, şaşırtmaca, pusu,
cezbetme, keskin gözler, pençeler, dişler, iğneler, zehirli dişler ve yemle
kandırma olabilir. Kovalanan hayvanın hızının kovalayanın hızına bağlı
olarak ya da koruyucu zırhın saldırı silahlarına bağlı olarak gelişmesi gibi,
gizlenme yöntemlerinin mükemmelliği de algılama yetisinin artmasına
tepki olarak gelişmiştir.
insan teknolojisinin silahlanma yarışları çok daha hızlı olduğundan,
incelenmeleri biyolojik eşdeğerlerinin incelenmesinden daha kolaydır. Yıllar
geçer ve bu yarışlar sürer gider; bunu açıkça görebiliriz. Öte yandan, biyolojik
bir silahlanma yarışında, genelde yalnızca son ürünleri görebiliriz. Nadiren, ölü
bir hayvan ya da bitki fosilleşir. İşte o zaman, bir hayvanın silahlanma yarışında
geçirdiği aşamaları, biraz dolaylı yoldan da olsa izlemek mümkün olur. Bunun
en ilginç örneklerinden biri, fosilleşmiş hayvanların beyin büyüklüklerinde
yaşanmıştır ve elektronik silahlanma yarışıyla ilintilidir.
Beyinler fosilleşmez, fakat kafatasları fosilleşir. Eğer beyni barındıran
boşluk dikkatle yorumlanırsa, beynin büyüklüğünün iyi bir göstergesi olabilir.
“İyi yorumlanırsa" dedim. Bu son derece önemli bir çekince. Bir sürü sorundan
biri de şu: Büyük hayvanların genelde büyük beyinleri olur, çünkü bu hayvanlar
büyüktür. Ancak bu, daha akıllı oldukları anlamına gelmiyor. Fillerin beyni
insanlarınkinden büyük, ancak bizim fillerden daha akıllı olduğumuzu ve çok
daha küçük hayvanlar olduğumuzu göz önüne alırsak, beyinlerimizin “aslında”
daha büyük olduğunu düşünmekten hoşlanırız -bunda pek de haksız sayılmayız.
Kafataslarımızın çıkık biçimi de gösteriyor ki, bizim beyinlerimizin
vücudumuza oranı fillerinkine kıyasla çok daha fazla. Bu yalnızca türümüzün
kibirliliği değil. Her beynin önemli bir bölümü vücuttaki rutin işlemleri yerine
getiriyor ve büyrik bir vücuda büyük bir beyin gerekiyor. Yalnızca vücut
218
büyüklüğüne bağlanabilecek beyin bölümünü hesaplayacak bir yol bulmamız
gerekiyor; öyle ki, geri kalan bölümü hayvanların gerçek "kafalılığı” olarak
kıyaslayabilelim. Bu, gerçekten kafalı olmakla ne kastettiğimizi tam olarak tanımlamak için iyi bir yol bulmamız gerektiği anlamına geliyor. Birçok farklı yol
önerilebilir, fakat bu konudaki en yetkin gösterge, beyin tarihi konusunda
Amerika’nın en yetkilli uzmanlarından biri olan Harıy Jerison’un kullandığı
"ansefalizasyon kesri” ya da EQ.
Aslında EQ oldukça karmaşık bir yolla hesaplanıyor: Beyin ve vücut
ağırlıklarının logaritmaları almıyor, ana gruplardan birine, örneğin memelilere
ait ortalama değerlere göre standart bir düzeye getiriliyor. Tıpkı insan
psikologlarının kullandığı (ya da kullanmayı beceremediği) "zekâ kesri’ninya da
IQ’nun tüm popülasyona göre standart düzeye getirilmesi gibi, EQ'da tüm
memelilere göre standartlaştırılıyor. Tıpkı 100 değerindeki bir IO’nun tanım
gereği tüm popülasyonun ortalamasına eşit olması gibi, 1 değerindeki bir EQ da
tanım gereği aynı büyüklükteki memelilerin beyin ağırlığının ortalamasına eşit
oluyor. Kullanılan matematiksel yöntemin ayrıntıları önemli değil. Başka bir
deyişle, vücut büyüklüğü bilinen, bir gergedan ya da kedi gibi bir türün EQ’su
hayvanın beyninin beklediğimizden ne kadar büyük (ya da küçük) olduğunun
bir ölçütüdür. Elbette bu beklentinin nasıl hesaplandığı tartışmaya ve eleştiriye
açıktır, insanların EQ’sunun 7, gergedanlarınkinin de 0,3 olması, insanların
gergedanlardan 23 misli akıllı oldukları anlamına gelmez! Fakat ölçülen EQ
büyük olasılıkla bir hayvanın -büyük ya da küçük- vücudunun rutin işleyişini
sağlamak için gerekenin di- şında, kafasındaki “hesaplama gücünün” ne kadar
olduğu konusunda bir şeyler söyler.
Çağdaş memeliler arasında ölçülen EQ’lar çok değişkendir. Farelerin EQ’su
0,8 dolayındadır, yani
tüm memelilerin ortalamasının biraz altında.
Sincaplannki biraz daha yüksektir: yaklaşık 1,5. Belki de, ağaçların üçboyutlu
dünyası isabetli sıçramaları denetlemek üzere daha fazla hesaplama gücü
gerektirmektedir, hatta daha ileri gidip gitmedikleri bilinmeyen dallar kümesi
içinden geçen yollar düşünmek için daha da fazlası gerekmektedir. Maymunlar
ortalamanın epey üzerindedir; insan- sımaymunlar (ve biz) daha da üstünde...
Maymunlar arasında bazılarının EQ'larının diğerlerinden daha yüksek olduğu
görülüyor; ilginçtir, bu, maymunların karınlarını nasıl doyurdukla- rıyla bir
biçimde bağlantılı: Böcek yiyen ve meyve yiyen maymunların beyinleri vücut
219
büyüklüklerine oranla yaprak yiyen- lerinkinden daha büyük. Bir hayvanın
etrafta bol olan yaprakları bulabilmesi için gereken hesaplama gücünün,
meyveleri arayarak bulmak ya da kendilerinden kaçabilecek donanıma sahip
böcekleri yakalamak için gerekenden daha az olduğunu söylemek hiç de
anlamsız olmayacak. Ne yazık ki, artık, öykünün aslının daha karmaşık
olduğunu ve metabolizma hızı gibi başka değişkenlerin daha da önemli
olabileceğini biliyoruz. Memeliler arasında, etoburların EO’su, avladıkları
otoburla- rınkinden biraz daha yüksek. Okuyucu bunun nedeni konusunda fikir
yürütebilir fakat bu fikirleri sınamadan geçirmek çok zor. Her neyse, neden ne
olursa olsun, bu bir olgu gibi görünüyor.
Günümüz hayvanları hakkında bu kadar konuşmak yeter. Jerison’un yaptığı,
artık yalnızca fosil olarak bulunan soyu tükenmiş hayvanların olası EQ'larını
hesaplamaktı.
Kafatasının
içinin
alçıdan
dökümlerini
yaparak
beyin
büyüklüğünü kestiriyordu. Bu yöntemde epey tahmin kullanılıyor fakat hata
payı çalışmanın tümünü gözden çıkaracak denli fazla değil. Alçıdan model
yapma yöntemi günümüz hayvanları kullanılarak denet
220
lenebilir. Günümüz hayvanlarından birinin kurutulmuş kafatasını bir
fosilmiş gibi ele alırız, yalnızca bu kafatasım ve alçı modeli kullanarak beynin
büyüklüğünü tahmin ederiz, sonra da tahminimizin ne denli doğru olduğunu
görmek için gerçek beyinle karşılaştırırız. Günümüz kafataslarıyla yapılan bu
denemeler Jerison'un uzun süre önce yok olmuş beyinlerle ilgili tahminlerine
güven duymamız gerektiği sonucunu veriyor. Je- rison’un birinci vargısı,
beyinlerin milyonlarca yıl geçtikçe büyüme eğiliminde olduğuydu. Herhangi bir
zamanda,
o
zamanın
otoburlarının
beyni,
onları
yiyen
çağdaşları
etoburlarmkinden daha küçük olma eğilimindeydi. Fakat daha sonraları etoburların beyinleri ilk otoburlara kıyasla büyüme eğilimine girdi; bundan sonra da
etoburların beyinleri ilk etoburlara kıyasla büyüdü. Fosillerde, etoburlarla
otoburlar arasında bir silahlanma yarışı, daha doğrusu tekrar tekrar başlayan bir
dizi silahlanma yarışı görebiliyoruz. Bu, özellikle insanlardaki silahlanma
yarışına koşut, çünkü beyin hem etoburların hem de oto- burlann vücutlarına
kurulu bir bilgisayar ve günümüzde elektronik, insanların silah teknolojisinde
kullandıkları, en hızlı gelişen öğe.
Silahlanma yarışları nasıl son bulur? Bazen taraflardan birinin soyu tükenir;
bu durumda diğer tarafın belirli yöndeki evrimi durur, hatta büyük olasılıkla, az
sonra tartışacağımız ekonomik nedenlerden dolayı “geriler”. Bazen de,
ekonomik baskılarla silahlanma yarışı, taraflardan biri kalıcı olarak önde olsa
da, kararlı bir noktaya gelir. Örneğin, koşma hızım ele alalım. Bir çitanın ya da
ceylanın koşma hızının bir sının olmalı; fizik yasalarının belirleyeceği bir sınır.
Ancak, ne çitalar ne de ceylanlar bu sınıra ulaşamamışlar. Her ikisi de
ekonomik olduğunu düşündüğüm daha alt bir sınırda kalmışlar. Yüksek hız
teknolojisi ucuz değil. Bu teknoloji uzun bacak kemikleri, güçlü kaslar, geniş
akciğerler gerektiriyor. Hızlı koşmak zorunda olan her hayvanın bunlara
gereksinimi var, fakat bunların satın alınmaları gerekiyor; fiyatları da durmadan
artıyor. Bu fiyat, ekono
mistlerin deyimiyle, “fırsat maliyeti” olarak ölçülüyor. Bir şeyin fırsat
maliyeti, o şeye sahip olabilmek için gözden çıkardığınız tüm öbür şeylerin
toplamıdır. Çocuğunuzu paralı, özel bir okula göndermenin maliyeti, bunun
sonucu olarak satın alamayacağınız şeylerin hepsidir: yeni otomobil, güneşin
altmda tatil (bütün bunları rahatlıkla satın alabilecek kadar zenginseniz, çocuğunuzu özel okula göndermenin fırsat maliyeti hemen hemen sıfır olacaktır). Bir
çita için daha güçlü bacak kasları geliştirmenin maliyeti, bu bacak kaslarını
yapmada kullandığı malzeme ve enerjiyle yapabileceği diğer şeylerin tümüdür:
örneğin, yavruları için daha fazla süt.
Çitaların kafalarında masraf bilançoları yaptıklarını söylemek istemiyorum
kuşkusuz! Bütün bunlar bildiğimiz doğal seçilim tarafından kendiliğinden
yapılıyor. Bacak kasları o denli güçlü olmayan rakip bir çita pek hızlı
koşamayabilir, fakat fazla süt yapmaya ayıracağı kaynakları vardır ve belki de
bir başka yavru daha büyütebilir. Koşma hızı, süt üretimi ve bütçedeki öbür
kalemler arasmdaki en doğru bileşimi bulabilmelerini sağlayan genlere sahip
çitalar daha fazla yavru yetiştirecektir. Süt üretimi ve koşma hızı arasmdaki en
doğru bileşimin ne olduğu çok açık değil. Bunun farklı türlerde farklı farklı
olacağı su götürmez ve hatta aynı tür içerisinde bile değişiklikler gösterebilir.
Kesin olan tek şey, bu çeşit bileşimlerin kaçınılmazlığıdır. Ne zaman ki, çitalar
ve ceylanlar göze alabilecekleri en yüksek koşma hızına ulaşırlar, işte o zaman
aralarındaki silahlanma yarışı son bulur.
'
Durdukları noktalarda bu hayvanlar eşit düzeyde olmayabilirler. Av olan
hayvanların savunma silahlarına ayırdığı bütçe payı, avcı hayvanların saldırı
silahlarına ayırdığından daha fazla olabilir. Bunun nedenlerinden biri, bir
Aisopos masalında öyküsünde özetlenmiş: Tavşan, tilkiden daha hızlı koşar
çünkü tavşan can havliyle kaçmakta fakat tilki akşam yemeği peşinde
koşturmaktadır. Ekonomide bu, kaynaklarını başka projelere kaydıran bir
tilkinin, kaynaklarının tümünü avlanma teknoloji- ı.ne harcayan bir tilkiden
daha iyi durumda olması demek. Öte ıdan, tavşan popülasyonunda, ekonomik
üstünlük dengesi Jıızlı koşmaya çok kaynak harcayan tavşanlara doğru kayıyor.
Ekonomik açıdan dengelenmiş olan bu bütçelerin tür içerisindeki sonucu,
türler arasındaki silahlanma yarışında türlerden birinin önde olması ve her iki
taraf için de istikrarlı bir konuma gelmesi oluyor.
Silahlanma yarışını dinamik gelişim içinde gözleyebilme olasılığı pek yok,
çünkü günümüz gibi jeolojik zamanın belirli bir "anında” işler halde olması
olasılığı düşük. Fakat günümüzde gördüğümüz hayvanlar geçmişte sürdürülmüş
bir silahlanma yarışının son ürünleri olarak yorumlanabilir.
Bu bölümün iletisini özetleyeyim. Genler içsel özellikleri için değil,
çevreleriyle olan etkileşimleri nedeniyle seçilir. Bir genin çevresinin özellikle
önemli bir bileşeni diğer genlerdir. Diğer genlerin özellikle önemli olmasının
genel nedeni, evrim sürecinde nesiller geçtikçe değişmeleridir. Bunun iki ana
sonucu var.
Birincisi, diğer genlerin değişmesi, işbirliğinin üstünlük sağladığı bir
ortamda, karşılaşma olasılığı olan diğer genlerle işbirliği yapma özelliğine sahip
genlerin yeğleneceği anlamına geliyor. Bu özellikle aynı tür içindeki genler için
doğru, çünkü bir tür içerisindeki genler sık sık aynı hücreyi paylaşabilir. Bu,
bir- birleriyle işbirliği içinde çalışan büyük hücre gruplarının, sonunda da
işbirliği girişiminin ürünü olarak vücutların evrilmesine yol açmış. Bir vücut,
bir gen kooperatifi tarafından bu kooperatifin her üyesinin kopyalarının
korunması amacıyla yapılmış büyük bir araç, bir "hayatta kalma makinesi”dir.
Genler işbirliği yapar, çünkü sonuç -hayatta kalma ve ortak vücudun üremesihepsi için yararlı olacaktır ve çünkü doğal seçilimin her bir genin üzerinde
çalıştığı çevrenin önemli bir parçasını oluştururlar.
İkincisi, işbirliğinin üstünlük sağladığı koşullar da vardır. Genler, jeolojik
zamandaki yürüyüşlerini sürdürürken düşmanlığın yarar sağladığı koşullarda da
birbirleriyle karşılaşabilirler.
Bu, özellikle -yalnızca onlara özgü olmasa da- farklı türlerin genleri için
doğrudur. Farklı türlerin genleri birbirleriyle karışmaz, çünkü üyeleri
birbirleriyle çiftleşemez. Seçilmiş bir türün genleri, başka bir türün genlerinin
seçildiği bir çevre oluşturduklarında, sonuç genellikle evrimsel bir silahlanma
yarışıdır. Yarışın taraflarından birinin (diyelim ki avcılar) yeni bir genetik
gelişiminin seçilmesi, çevreyi diğer tarafın (av) genlerinin seçimi açısından
değiştirir. Evrimin görünürdeki ilerlemeci niteliğinin, gittikçe artan koşma
hızının, uçma becerisinin, keskin göz ve kulakların, vs. evriminin asıl
sorumluları bu çeşit silahlanma yarışlarıdır. Bu silahlanma yarışları sonsuza dek
sürmez; örneğin, belli bir hayvan açısından daha fazla gelişim ekonomik
anlamda fazlasıyla masraflı olmaya başladığında, bir dengeye ulaşır.
Bu zorlu bir bölüm oldu ama kitapta yer alması da gerekiyordu. Bu bölümü
223
koymasaydım, doğal seçilimin yalnızca yıkıcı bir süreç, bir ayıklama süreci
olduğu hissine kapılacaktınız. Doğal seçilimin iki yolla yapıcı bir güç
olabileceğini gördük. Bu yollardan biri, tür içerisindeki işbirliği ilişkilerini
kapsıyor. Temel varsayımımız, genlerin türün gen havuzunda kendi sayılarını
çoğaltmaya çalışan, "bencil" varlıklar olduğu. Fakat bir genin çevresi, büyük
ölçüde, aynı gen havuzunda seçilmekte olan diğer genlerden oluştuğu için,
genler aynı gen havuzundaki diğer genlerle iyi işbirliği yapmakla üstünlük
sağlar. Aynı amaca ulaşmak için birlikte çalışan büyük hücre kümelerinin, ilksel
çorba içerisinde debelenen tek tek kopyalayıcılar yerine vücutların evrilmiş
olmasmın nedeni budur.
Vücutlar birleşik ve bağdaşık bir amaç geliştirmiştir, çünkü genler aynı tür
içerisindeki diğer genlerin oluşturduğu bir ortamda seçilir. Genler farklı
türlerdeki diğer genlerin oluşturduğu ortamda da seçildikleri için de silahlanma
yarışları gelişir. Ve, silahlanma yarışları, evrimi "ilerlemeci”, karmaşık
“tasarım” olarak adlandırdığımız yöne doğru sürükleyen diğer büyük güçtür.
Silahlanma yarışları içsel olarak kararsız, taşkın görünür. Bir anlamda amaçsız
ve sonuçsuz bir geleceğe doğru giderler; bir anlamda da ilerlemecidirler ve
bizleri, yani gözlemcileri her zaman büyülerler. Bundan sonraki bölümde,
patlamalı, taşkın evrimin oldukça özel bir vakasını, Danvin’in eşeysel seçilim
olarak adlandırdığı olayı ele alacağız.
224
VIII- Bölüm
Patlamalar ve
Sarmallar
İ
nsanoğlu uslanmaz bir benzetmecidir. Bizler çok farklı süreçler arasındaki ufak
benzerliklerde bir anlam bulmaya çalışırız. Panama’da bir günümün büyük bir
kısmını çok kalabalık iki yaprak kesici karınca kolonisinin çarpışmasını
seyrederek geçirdim ve bacaklarla kaplı savaş alanını Passc- hendaele’in
fotoğraflarıyla karşılaştırmaktan kendimi alamadım. Toplan ve barut kokularını
duyacaktım neredeyse. İlk kitabım Gen Bencildir yayımlan d) ktan kısa bir süre
sonra, iki din adamından mektup aldım. İkisi de, birbirlerinden bağımsız, kitaptaki
düşüncelerle ilk günah öğretisi arasında benzerlik kurmuşlardı. Darvvin, evrim
fikrini sayısız nesiller boyunca vücut biçimini değiştiren canlılara uygulamıştı.
Ondan sonra gelenler, her şeyde evrim görmeye meylettiler: evrenin değişen biçiminde, insan uygarlığının gelişim “aşamalarında”, etek boyu modasında... Böylesi
benzetmeler bazen çok verimli olabilir, fakat benzetmede aşırıya kaçmak ve yararsız,
hatta zararlı olabilecek kadar yüzeysel benzetmelerle heyecana kapılmak çok
kolaydır. Ben de tuhaf mektuplardan payımı aldım ve buna alışmaya başladım bile.
Bir şey öğrendim: Abesle iştigal eden tuhaf insanların alameti farikalarından biri de
benzetmeye aşırı hevesli olmalarıdır.
Öte yandan, bilimin en büyük adımlarından bazdan, akıllı birinin henüz gizemini
koruyan bir konuyla bilinen bir konu arasında kurduğu benzerlik sonucu atılmıştır.
226
İşin püf noktası, gereğinden fazla, gelişigüzel benzetmeler yapmakla verimli benzetmelere karşı gözlerini tümden kapamak arasında bir denge noktası bulabilmektir.
Başarılı bilim adamı ve saçmalayan tuhaf adam birbirlerinden heyecanlarının niteliği
ile ayrılırlar. Uygulamada bu, benzerlikleri görebilme farkı olarak değil, aptalca
benzetmeleri reddederek yararlı olanlarını benimseme farkı olarak kendini gösterir.
Bu noktada bilimsel ilerleme ve Darwinci evrimsel seçilim arasında da aptalca ya da
verimli olabilecek bir başka benzetme daha yaptığımız gerçeğini es geçip bu
bölümle ilgili konuya gelelim. Eskilendirici olduğunu düşündüğüm ancak, dikkatli
olunmadığı takdirde aşırıya götürebilecek, birbi- riyle iç içe iki benzeşimden söz
edeceğim. Birincisi, patlamalara benzeyen çeşitli süreçler arasında kurduğum bir
benzerlik. İkincisi ise, gerçek Darvvinci evrimle kültürel evrim denilen şey
arasındaki benzerlik. Bu benzeşimlerin verimli olacağına inanıyorum -yoksa onlara
koca bir bölüm ayırmazdım. Ancak, bir taraftan okuyucuyu da uyarmalıyım.
Patlamaların bizi ilgilendiren özelliği, mühendislerin “düz ge- ribesleme”
dedikleri şey. Düz geribeslemeyi en iyi zıddıyla, yani ters geribeslemeyle
kıyaslayarak anlayabiliriz. Ters geribes- leme otomatik kontrol ve düzenleme
sistemlerinin birçoğunun temel ilkesidir ve en iyi bilinen örneklerinden biri de Watt
buhar makinesidir. Bir motorun işe yaraması için devir gücünün gabit olması
gerekir; ayrıca, devir gücü yapılacak iş için -öğütme, pompalama, dokuma, vs.doğru değerde olmalıdır. Watt öncesinde, sorun dönme hızının buhar basıncına bağlı
olmasıyAteşi besleyin, motor hızlanır. Fakat bu, sabit bir hareket gerektiren bir öğütücü
ya da dokuma tezgâhı için pek iyi bir durum değildi. Watt’m düzeneği pistona buhar
girişini ayarlayan otomatik bir vanaydı.
Buradaki dahiyane fikir şuydu: Vana devir hareketine bağlıydı ve motor
hızlandıkça buharı kısıyordu; motor yavaş çalışırken de vana açılıyordu. Dolayısıyla,
gereğinden yavaş çalışan motor kısa süre sonra hızlanıyor, gereğinden hızlı çalışan
motorsa yavaşlıyordu. Buhar makinesinin motor hızını ölçme biçimi basit fakat
etkiliydi; bu ilke günümüzde hâlâ kullandıyor. Motor milinin hareket ettirdiği
mafsallı kollara bir çift gülle bağlı. Motor mili hızlı döndüğünde bu gülleler
merkezkaç kuvvet nedeniyle milden uzaklaşıyor. Mil yavaş dönerken mile yaklaşıyorlar. Mafsallı kollar doğrudan buhar vanasına bağlanıyor. İyi ayarlandığında,
Watt buhar makinesi ocaktaki yanmada oynamalar olmasına karşın bir buhar
motorunu sabit hızda tutabiliyor.
Watt’ın buhar makinesinin temelinde yatan ilke, ters geribes- lemedir. Motor
çıktısı (bu durumda devir hareketi), buhar vanasından geçerek, motora geri verilir.
Geribesleme terstir çünkü yüksek çıkış (güllelerin hızlı dönmesi) motor girdisi
227
üzerinde (buhar girişi) ters (olumsuz) etki yapar. Tam tersine, çıkışın düşük olması
(güllelerin yavaş dönmesi) girdiyi (buhar girdisi) artırır. Her iki durumda da olay
tersine çevrilir. Fakat ters geribesleme düşüncesini yalnızca düz geribesleme ile
kıyaslayabilmek için ortaya attım. Bir Watt buhar makinesi ele alalım ve bu
makinede önemli bir değişiklik yapalım: Merkezkaç kuvvetle çalışan gülle düzeneği
ile buhar vanası arasındaki ilişkinin işaretini değiştirelim. Artık gülleler hızlı
döndüğünde vana -Watt’ınki gibi- kapanmak yerine açılsın. Tersine, gülleler yavaş
döndüğünde, vana buhar akışını artırmak yerine azaltsın.
Normal bir Watt buhar makinesinde, yavaşlayan bir motor bu eğilimi hemen
düzeltir ve yeniden istenen hıza çıkar. Fakat bizim değiştirilmiş motorumuz
tam tersini yapar. Yavaşlamaya başladığında, bu, onun daha da yavaşlamasına
neden olacaktır. Öte yandan, değiştirilmiş motor biraz hızlandığında, düzgün
çalışan bir Watt motorunda olduğu gibi kendini düzeltmek yerine, hızlanma
eğilimi artacaktır. Hızın artışı tersine çevrilmiş düzenek tarafından
güçlendirilir ve motor ivmelenir. İvme olumlu etki yapar ve motor daha
güçlenir. Bu, motor baskıya dayanamayıp parçalanana ve motor volanı fabrika
duvarına doğru uçana ya da kullanılabilir buhar basıncı kalmayana ve en
yüksek hıza ulaşılana dek sürer.
Asıl Watt buhar makinesi ters geribesleme kullanırken, bizim varsayımsal,
değiştirilmiş makinemiz bunun tersi olan düz geri- beslemenin bir örneğini
oluşturur. Düz geribesleme işlemlerinin kararsız, taşkın bir yapısı vardır.
Küçük çaplı dalgalanmalar artar ve sonu olmayan bir sarmal halini alır. Bu ya
bir felaketle sonuçlanacak ya da başka süreçler nedeniyle yüksek bir düzeye
erişip sonra da sönecektir. Mühendisler çok sayıdaki çeşitli süreci tek bir
başlık, ters geribesleme adı altmda toplamayı uygun bulur. Başka birçok çeşitli
süreç de düz geribesleme adı altında incelenir. Bu gruplamada kullanılan
benzetmeler yalnızca muğlak birer ifade değildir; tüm benzer süreçler aynı
matematiksel yaklaşımı paylaşır. Vücut sıcaklığının denetimi ve aşırı oburluğu
önleyen
doyma
mekanizmaları
mühendislerden ters
geribesleme
gibi
olguları
matematiğini
inceleyen
ödünç
biyologlar,
almayı
uygun
görmüşlerdir. Hem mühendisler hem de canlı vücutlar düz geribesleme
sistemlerini, ters geribesleme sistemlerinden daha az kullanır, fakat bu
bölümün konusu aslında düz geribesleme sistemleri.
Mühendislerin ve canlıların ters geribeslemeyi daha fazla kullanmalarının
228
nedeni, hiç kuşku yok ki, en uygun noktaya ulaşana dek ayarlama yapılmasının
yararıdır. Yararlı olmaktan uzak olan kararsız, taşkın süreçler aynı zamanda
tehlikeli de
alabilir. Kimyada tipik düz geribesleme süreci bir patlamadır ve herhangi bir
taşkın süreci tanımlamak için patlayıcı sözcüğünü kullanabiliriz. Örneğin, kızgın
birini anlatırken “barut gibi”, ""patladı” sözcüklerini kullanırız. Okuldaki
öğretmenlerimden biri kültürlü, nazik ve genelde yumuşak bir adamdı, fakat zaman zaman kendini kaybeder, patlamalar yaşardı -kendi de bilirdi bunu. Sınıfta
birisi kendini çok sinirlendirdiğinde önce hiçbir şey söylemezdi ama yüzünden
içeride bir şeylerin kaynadığı anlaşılırdı. Sonra da, yumuşak ve mantıklı bir
sesle söze başlardı: “Aman Allahım. Kendimi tutamıyorum işte. Kendimi
kaybedeceğim. Sıralarınızın altına saklanın. Sizi uyarıyorum. İşte geliyor.”
Bütün bunları söylerken sesi gittikçe yükselirdi ve doruk noktasında elinin
altında olan her şeyi, kitapları, karatahta silgilerini, kâğıt ağırlıklarım, mürekkep
kutularını yakalar; birbiri peşi sıra, olabildiğince kuvvet ve hırsla kendini
sinirlendiren çocuğa doğru fırlatırdı. Sonra kızgınlığı yavaş yavaş geçerdi. Ertesi
gün, büyük bir alçakgönüllülük ve nezaketle oğlandan özür dilerdi. Kendini
kaybettiğini bilirdi; bir düz geribesleme döngüsünün kurbanı olduğunun
farkındaydı.
Fakat düz geribeslemeler yalnızca taşkın artışlara yol açmakla kalmaz; taşkın
azalmalara da neden olabilir. Kısa bir süre önce, Kongregasyon’dayani Oxford
Universitesi’nin “parlamentosunda” birilerine onur ödülü verip vermeme
konusunda bir tartışmaya katıldım. Alışılmışın tersine, karar ihtilaflı bir karardı.
Oylar verildikten sonra, oy pusulalarının sayımı ile geçen on beş dakika içinde,
sonucu öğrenmek için bekleyenlerin yaptığı tartışmaların uğultusu duyuluyordu.
Bir noktada konuşmalar tuhaf bir biçimde azalmaya başladı, sonra da etrafı tam
bir sessizlik kapladı. Bunun nedeni bir tür düz geribesle- meydi ve şöyle
işlemişti: Herhangi bir kalabalağın uğultulu sohbetinde, gürültü düzeyinde
normalde fark etmediğimiz, rastlantısal azalma ya da artmalar olacaktır. Bizim
örneğimizde, bu rastlantısal oynamaların biri alışılmıştan daha vurgulu oldu ve
bunun sonucu olarak bazı kişiler tarafından fark edildi. Herkes oylamanın
sonucunu duymayı beklediği için, gürültü düzeyindeki bu rastlantısal azalmayı
duyanlar kafalarını kaldırıp baktılar ve konuşmayı kestiler. Bu, gürültü
düzeyinin daha da azalmasına ve daha fazla insan tarafından fark edilmesine
neden oldu; daha fazla insan sohbeti durdurdu. Bir düz geribesleme başlatılmıştı
ve oldukça hızlı gelişerek salondaki herkesin susmasıyla sonuçlandı. Sonra
bunun yanlış alarm olduğunu anladık, genel bir kahkaha tufanı oldu ve gürültü
229
yavaşça eski düzeyine döndü.
En kolay fark edilen ve görkemli düz geribeslemeler, her- hengi bir şeyde
gözlenen azalmalar değil, taşkın artışlardır: nükleer bir patlama, bir öğretmenin
kızgınlıkla kendini kaybetmesi, bir bardaki kavga, Birleşmiş Milletler'de
tırmanan bir ağız dalaşı (okuyucu bu bölümün başında yaptığım uyarıyı dikkate
almalı)... Uluslararası ilişkilerde düz geribeslemelerin önemi, “tırmanma” jargon
sözcüğünde açıkça görülüyor: Ortadoğu’nun “barut fıçısı” olduğunu söyleriz;
“patlama noktaları” belirleriz. Düz geribesleme fikrinin bilinen en iyi
ifadelerinden biri Matta İncilinde yer alır: “Sahip olana verilecektir ve sahip olan
bolluk içinde yaşayacaktır: Fakat sahip olmayandan elinde olanlar bile
alınacaktır.” Bu bölüm evrimdeki düz geribeslemeler hakkında. Canlı
organizmaların, patlayıcı, itici gücü bir düz geribesleme süreci olan, taşkın bir
evrim sürecinin nihai ürünleri gibi görünen bazı özellikleri vardır. Bir açıdan, bir
önceki bölümde sözünü ettiğimiz silahlanma yarışları bunun örnekleridir, fakat
asıl ilginç örnekler cinsel çekicilik organlarında gözlenir.
Üniversitede okurken bana yaptıkları gibi, siz de kendi kendinizi
tavuskuşunun yelpazesinin, doğal seçilim tarafından kuşun o türden değil de bu
türden olduğunu belirlemek üzere biçimleridirildiği su götürmez, bir diş ya da
böbrek gibi işlevsel ve olağan bir organ olduğuna ikna etmeyi deneyin. Beni asla
ikna edemediler; sizin de ikna olacağınızdan kuşkuluyum. Bence, tavuskuşunun
yelpazesi düz geribeslemenin yanılgıya yer bırakmayan damgasını taşıyor. Hiç
kuşku yok ki, bu, evrimsel süreç içerisinde meydana gelmiş bir çeşit denetimsiz,
kararsız bir patlamanın ürünüdür. Darvvin de eşeysel seçilim kuramını ortaya
atarken böyle düşünüyordu. Darwin ardıllarının en büyüklerinden biri olan R. A.
Fisher de, The Geneti- cal Theory of Natural Selection (Doğal Seçilimin
Genetik Kuramı) adlı kitabında, kısaca nedenleri verdikten sonra şöyle
yazıyor:
...dolayısıyla, erkeklerde süslü tüylerin evrilmesi ve dişilerin de böylesi
özellikleri cinsel açıdan yeğlemesi, birlikte gelişmelidir. Bu süreç katı bir
karşı-seçilim tarafından denetlenmediği sürece, gelişim gittikçe artan bir
hızla ilerleyecektir. Denetimlerin olmadığı bir ortamda, gelişimin hızının o
andaki gelişim düzeyiyle doğru orantılı olduğu kolayca görülebilir; bu
nedenle gelişim hızı zamanla katlanarak artar.
Fisher’in “kolayca görülebilir” bulduğu şey, başkaları tarafından ancak yarım
yüzyıl sonra anlaşılabildi. Fisher, cinsel açıdan çekici tüylerin evrilmesinin
230
gittikçe artan bir hızla, katlanarak, patlamalı ilerlediği savını ayrıntılarıyla
açıklamaya gerek görmedi. Biyoloji dünyasının geri kalanın da bu sava yetişmesi
ve matematiksel bir yaklaşım oluşturması 50 yıl sürdü. Fisher de savını kendi
kendine kanıtlayabilmek için, büyük olasılıkla, ya kâğıt üzerinde ya da kafasında
bu yaklaşımı kullanmış olmalıydı. Bu matematiksel yaklaşımları -ki bunların
çağdaş biçimleri genç Amerikalı matematiksel biyolog Russell Lande tarafından
geliştirilmiştir- matematiksel olmayan bir biçimde açıklamaya çalışacağım.
1930’dayazdığı kitapta, “Göstereceğim hiçbir çaba bu kitabın okunmasını
kolaylaştıramaz.” diyen Fisher kadar karamsar değilsem de, ilk kitabımı baskıdan
önce gözden geçirenlerden birinin dediklerini aktarmak istiyorum: "Okuyucuyu
beynine koşu ayakkabılarım giydirmesi için uyarmak gerek.”
Benim, bu zorlu yaklaşımları anlamam da müthiş çaba gerektirdi. Bu noktada,
tüm itirazlarına karşın, önceleri öğrencim sonra da çalışma arkadaşım olan Alan
Grafen’a
teşekkürlerimi
belirtmek istiyorum.
Alan’ın beyninin kanatlı
sandaletleri çok iyi bilinir; ama çok daha ender rastlanan bir özelliği de vardır: O,
sandaletleri çıkarıp insanlara bir şeyleri açıklamanın tam da doğru yolunu
bulabilir. Onun öğrettikleri olmasaydı, bu bölümün orta kısımlarını yazamazdım;
teşekkürümü Önsöz yerine burada yazmamım nedeni de bu zaten.
Zorlu konulara geçmeden önce, geri dönmek ve eşeysel seçilim kuramının
nasıl ortaya çıktığı hakkında bir şeyler söylemek istiyorum. Bu kuram, evrim
konusundaki birçok şey gibi, Dar- win’le başladı. Darwin 'in asıl vurguladığı
hayatta kalabilme ve var olma mücadelesiydi, çünkü var olma ve hayatta
kalmanın amaca ulaşmanın tek yolu olduğunu görmüştü. Bu amaç, üremeydi. Bir
sülün çok uzun yaşayabilir ama üremezse özelliklerini aktaramaz. Seçilim, bir
hayvanı üreme konusunda başarılı kılan niteliklerin lehine çalışır ve hayatta
kalabilme, üreme savaşının yalnızca bir bölümüdür. Savaşın öbür bölümlerinde,
başarı karşı cinse en çekici görünenin olacaktır. Darwin, bir erkek sülün veya
tavuskuşu ya da cennetkuşunun kendi hayatı pahasına olsa bile cinsel çekicilik
geliştirdiğinde, ölmeden önce başarılı bir dölleme yaparak sahip olduğu cinsel
çekicilik niteliklerini çocuklarına aktarabileceğini gördü. Hayatta kalma söz
konusu olduğunda tavuskuşunun yelpazesinin sahibi için bir handikap
sayılabileceğini fark etti, fakat erkeğe sağladığı cinsel çekiciliğin daha ağır
bastığını düşündü. Evcilleştirmeyle ilgili benzetmeler yapmaktan hoşlamrdı; ve
dişi tavuskuşunu evcil hayvanların evrim sürecini estetik beğeniler doğrultusunda
değiştiren insanlara benzetti. Biz, dişi tavuskuşunu bilgisayar biyo- morflarmı
estetik görünümlerine bakarak seçen kişiye benzetebiliriz.
231
Darwin, dişilerin beğenilerini veri olarak kabul etti. Böylesi beğenilerin
varlığı, eşeysel seçilim kuramının bir aksiyo-
232
, pmydu; açıklanması gereken bir şey değil, bir varsayımdı. Kısmen bu
yüzden, eşeysel seçilim kuramı 1930’da Fisher yardıma yetişene dek kabul
görmedi. Ne yazık ki, birçok biyolog Fisher ı önemsemedi ya da yanlış anladı.
Julian Huxley ve başkalarının itiraz ettikleri nokta, dişilerin beğenilerinin gerçek
bir bilimsel kuramın temeli olamayacağıydı. Fakat Fisher, dişilerin tercihlerinin
kendi başlarına bir doğal seçilim nesnesi olduklarını, erkeklerin kuyruklarından
hiç de aşağı kalmadıklarını göstererek eşeysel seçilim kuramını kurtardı. Dişilerin tercihi, dişinin sinir sisteminin bir göstergesidir. Dişinin sinir sistemi
genlerinin etkisi altında gelişir ve bu nedenle de özellikleri geçmiş nesiller
boyunca seçilimden etkilenmiş olmalıdır. Başkaları erkeğin süslerinin değişmez
dişi tercihlerinin etkisinde evrildiğini düşünürken, Fisher, bu ikisinin birlikte,
birbirlerine koşut geliştiklerini düşündü. Artık bu konunun patlamalı, düz
geribesleme ile nasıl bağdaşacağını görmeye başlamışsınızdır.
Zorlu kuramsal fikirleri tartışırken, gerçek dünyadan bir örneği hatırda
tutmak çoğu kez iyi sonuç verir. Örnek olarak Afrika’da yaşayan, uzun kuyruklu
dulkuşunun (Euplectes piog- ne) kuyruğunu kullanacağım. Eşeysel seçilimden
geçmiş herhangi bir süs örnek olabilirdi, ama ben eşeysel seçilim tartışmalarında
hep kullanılan tavuskuşunu kullanmak istemiyorum. Uzun kuyruklu dulkuşunun
erkeği, ince uzun, omuzlarında turuncu parıltılar olan, yaklaşık Ingiliz serçesi
büyüklüğünde siyah bir kuştur. Bu kuşun kuyruğundaki ana tüyler çiftleşme
mevsiminde 45-46 santimetre uzunluğunda olabiliyor. Afrika otlakları üzerinde
göz alıcı gösteri uçuşunu yaparken, tıpkı kuyruğunda uzun bir reklam afişi olan
bir uçak gibi taklalar atıp çemberler çizerken sık sık görülür. Hava yağmurlu
olduğunda ise yerdedir; bu hiç şaşırtıcı değil. Bu denli uzun bir kuyruğu
kuruyken bile taşıması çok sıkıntılı olmalı. Yapmak istediğimiz, patlamalı bir
evrimsel süreç sonucu olduğunu düşündüğümüz bu uzun kuyruğun nasıl
evrildiğini açıklamak. Dolayısıyla, bu kuşun kuyruğu uzun olmayan atalarından
birini başlangıç noktası olarak almamız gerekir. Atasal kuşun kuyruğunun 7,5
cm kadar olduğunu, yani çiftleşme dönemindeki günümüz dulkuşlarınm
kuyruklarının yaklaşık altıda biri kadar olduğunu düşünelim. Açıklamaya
çalıştığımız evrimsel değişim kuyruk uzunluğunun altı kat artmasıdır.
Çok açık bir gerçek de şu ki, hayvanlara ilişkin ne ölçersek ölçelim, bir türün
üyelerinin çoğunluğu ortalama dolaylarm- dayken, bazı bireyler ortalamanın
biraz üstünde bazıları da biraz altındadır. Atasal dulkuşunda, bazıları 7,5
santimetrelik ortalamanın üstünde bazıları da altında, çeşitli uzunlukta kuyruklar
görüleceğinden emin olabiliriz. Kuyruk uzunluğunun, her biri küçük bir etki
yapan çok sayıda gen tarafından denetlendiğini varsaymak yerinde olacaktır. Bu
etkiler birbirine eklenip beslenmeyle birleşerek kuyruk uzunluğunu belirleyecektir. Etkileri bu biçimde eklenen çok sayıdaki gene çoklu-gen (poligen) adım
veriyoruz. Bizlere ilişkin birçok ölçü de (örneğin, boyumuz ve ağırlığımız)
sayısız çoklu-genin etkisi altındadır. İşte benim aktarmaya çalıştığım, Russell
Lande'nin matematiksel eşeysel seçilim modeli de çoklu-genler içeren bir model.
Şimdi dikkatimizi dişilere ve erkeklerini nasıl seçtiklerine yöneltmeliyiz.
Eşlerini seçenlerin erkekler değil de, kadınlar olduğunu varsaymak cinsiyetçilik
gibi görünebilir. Aslına bakarsanız, seçimi kadınların yaptığını düşünmek için
çok iyi kuramsal nedenler var (bkz. Gen Bencildir) ve uygulamada görülen de
budur. Günümüz uzun kuyruklu dulkuşu erkeklerinin beş-altı dişi içeren
haremleri var. Bu, popülasyon içerisinde fazla sayıda üremeyen erkek olduğu
anlamına geliyor. Buysa, dişilerin eş bulmakta güçlük çekmedikleri ve seçici
olabilecek konumda oldukları anlamına geliyor. Sonuç olarak, bir erkek dişilere
çekici görünmekle çok şey kazanacaktır. Bir dişininse, talep dişilere olduğu için,
erkeklere çekici görünmekle kazanacağı pek bir şey yoktur.
Öyleyse, seçimi dişilerin yaptığım kabul edelim ve Fisher’in J)arwin
karşıtlarını utandıran adımını inceleyelim. Dişilerin beğenileri olduğunu
kabullenmek yerine, dişinin tercihine diğer özellikler gibi, genlerden etkilenen
bir değişken olarak bakalım. Dişinin tercihi niceliksel bir değişkendir ve tıpkı
erkeğin kuyruk uzunluğu gibi çoklu-genlerin denetimi altındadır. Bu çoklügenler dişinin beyninin çeşitli bölümlerini, hatta gözlerini, dişinin tercihini
değiştirecek her şeyi etkileyebilir. Hiç kuşku yok ki, dişi tercihini erkeğin birçok
özelliğine bakarak yapacaktır: omzundaki parıltının rengi, gagasının biçimi, vs.
Fakat biz burada erkeğin kuyruk uzunluğunun evrimleşmesiyle ilgileniyoruz ve
dolayısıyla, dişinin farklı uzunluklardaki kuyruklar konusundaki tercihini merak
ediyoruz. Öyleyse, dişi tercihini, erkeğin kuyruk uzunluğunu ölçtüğümüz birimle
ölçebiliriz: santimetre. Çoklu-genlerin etkisiyle, bazı dişiler ortalamanın üzerindeki kuyrukları, bazıları ortalamanın altındakileri, bazıları da ortalama
civarındaki kuyrukları beğenecektir.
Şimdi, tüm kuramın kilit noktalarından birine geliyoruz. Dişi tercihi genleri
kendini yalnızca dişinin davranışlarında ifade ediyorsa da, bu genler erkek
vücutlarında da vardır. Aynı şekilde, erkeğin kuyruk uzunluğu genleri, dişilerin
vücudunda da vardır; kendilerini dişi vücudunda ifade etseler de, etmeseler de...
Genlerin kendilerini ifade etmemeleri fikri çok zor bir kavram değil. Bir adamın
uzun penis genleri varsa, bu genleri kızına aktarması olasılığı oğluna aktarması
234
olasılığıyla aynıdır. Adamın oğlunda bu genler kendilerini ifade edecek,
kızındaysa, tabii ki etmeyecektir çünkü kızın penisi yoktur. Fakat adamın
torunları olduğunda, kızının çocuklarında uzun penis genleri olması olasılığıyla
oğlunun çocuklarında uzun penis genleri olması olasılığı aynıdır. Genler bir
vücutta taşınır ama ifade edilmeyebilirler. Tıpkı bunun gibi, Fisher ve Lande dişi
tercih genlerinin, erkek vücutlarında da taşındıklarını fakat yalnızca dişilerde
ifade edildiklerini varsayar. Erkeklerin kuyruk genleri de dişi vücutlarında
taşınır ancak ifade edilmez.
Diyelim ki, özel bir mikroskopumuz var ve bununla kuş hücrelerine bakıp
genlerini inceleyebiliyoruz. Kuyruğu ortalamadan daha uzun bir erkek alalım ve
hücrelerindeki genleri inceleyelim. Önce kuyruk uzunluğu genlerine bakalım.
Uzun kuyruk geni taşıması bizim için sürpriz olmayacaktır çünkü bu kuş uzun
kuyruğa sahiptir. Şimdi de kuyruk tercihi genlerine bakalım; dışardan
baktığımızda elimizde hiçbir ipucu yok çünkü bu tür genler yalnızca dişilerde
ifade ediliyor. Peki, mikroskopla baktığımızda ne görürüz? Dişilerin uzun kuyruk
tercih etmesine neden olan genleri görürüz. Tam tersine, kuyruğu kısa olan bir
erkeğin hücrelerine baktığımızdaysa, dişilerin kısa kuyruk tercih etmesine neden
olan genleri görürüz. Bu yaklaşımımızın kilit noktası. Mantığını açıklamaya
çalışayım.
Ben kuyruğu uzun bir erkeksem, babamın da uzun kuyruk sahibi olması
olasılığı fazladır. Bu, bildiğimiz kalıtım. Aynı zamanda, annem babamı eş seçtiği
için, annemin uzun kuyruk tercih etmiş olması olasılığı daha fazladır.
Dolayısıyla, babamdan uzun kuyruk genlerini almışsam, annemden de uzun
kuyruk tercih etme genlerini almış olma olasılığım fazladır. Aynı mantıkla, eğer
kısa kuyruk genleri almışsanız, dişilerin kısa kuyruk tercih etmesine neden olan
genleri almış olma şansınız fazladır.
Aynı mantığı dişiler için de yürütebiliriz. Uzun kuyruklu erkekleri tercih eden
bir dişiysem, annemin de uzun kuyruk tercih etmiş olma olasılığı yüksektir.
Dolayısıyla, babamın uzun kuyruklu olma olasılığı yüksektir, çünkü annem
tarafından tercih edilmiştir. Öyleyse, uzun kuyruk tercih etme genleri almışsam,
uzun kuyruklu olma genini de almışımdır büyük olasılıkla -bu genler benim dişi
vücudumda ifade edilmese de. Ve, kısa kuyruk tercih etme genini almışsam,
büyük olasılıkla, kısa kuyruklu olma genini de almışımdır. Ulaştığımız genel
vargı şu: Hangi cinsiyetten olursa olsun, bir bireyde hem erkeklerin belirli bir
özellik sahibi olmasını sağlayan, hem de dişilerin o özelliği tercih etmelerini
sağlayan genler, büyük olasılıkla, birlikte taşınır.
235
Sonuç olarak, erkek niteliklerini belirleyen genler ve dişilerin bu nitelikleri
tercih etmelerini sağlayan genler popülasyon içerisinde gelişigüzel kardmaz,
birlikte kardır. Bu “birliktelik” -ki bağlantı dengesizliği gibi insanın gözünü
yıldıran teknik bir adı vardır- matematiksel genetikçilerin denklemleriyle
inanılmaz oyunlar oynar. Tuhaf ve harika sonuçları vardır. Eğer Fisher ve Lande
haklıysa, tavuskuşu ve dulkuşu kuyruklarının ve bir dolu başka cazibe organının
patlamalı evrimi bunların en inanılmazı değil. Bu sonuçları yalnızca matematilsel
yoldan kanıtlayabiliyoruz, fakat ne olduklarını sözcüklerle anlatabilir ve matematiksel yaklaşım hakkında matematiksel olmayan bir dil kullanarak bir şeyler
yakalamaya çalışabiliriz. Hâlâ koşu ayakkabılarımıza gerek duyuyoruz, aslında
bu dağcılık ayakkabıları olmalıydı. Yaklaşımımızdaki her basamak kendi adına
yeterince yalın, fakat anlayış dağının zirvesine birçok basamakla çıkılıyor ve
eğer başta bir basamak kaçırırsanız, ne yazık ki, sonrakilere çıkamıyorsunuz.
Şimdiye dek, dişi tercihlerinde uzun kuyruklu erkeklerden kısa kuyruklu
erkeklere dek uzanan eksiksiz bir yelpaze olasılığını ortaya koyduk. Fakat belirli
bir popülasyonda, dişiler arasında bir anket yapsak, çoğunun ortak bir beğenisi
olduğunu görürdük. Popülasyondaki dişi beğenileri aralığını, erkeklerin kuyruk
uzunluğu aralığını ölçtüğümüz birimle -santimetre- ölçebiliriz. Ve ortalama dişi
tercihini de aynı birimle ifade edebiliriz. Ortalama dişi tercihi, ortalama
erkeklerin kuyruk uzunluğuyla tıpatıp aynı -7,5 santimetre- çıkabilir. Bu
durumda, dişinin seçim yapıyor olması erkeklerin kuyruk uzunluğunu değiştirme
eğiliminde evrimsel bir güç olmayacaktır. Ya da ortalama dişi tercihi
ortalamadan daha uzun k uyru k yönünde çıkabilir -diyelim ki, 7,5 yerine 10
santimetre- Neden böyle bir farklılık olduğu sorusunu şimdilik açık bırakalım ve
farkı kabullenip bir sonraki soruyu soralım: Dişilerin çoğunluğu 10 santimetre
kuyruklu erkekleri yeğliyorsa, neden erkeklerin çoğunun kuyruğu 7,5 santimetre?
Neden popülasyondaki ortalama kuyruk uzunluğu, dişilerin eşeysel seçilimi
etkisiyle 10 santimetreye kaymıyor? Ortalama yeğlenen kuyruk uzunluğuyla
gerçek kuyruk uzunluğu ortalaması arasında nasıl 2,5 santimetrelik bir fark
olabilir?
Yanıt şu: Erkeklerin kuyruk uzunluğunu etkileyen tek seçilim çeşidi dişilerin
beğenisi değil. Kuyrukların uçmadaki işlevi çok önemli ve gereğinden uzun ya
da kısa olan bir kuyruk uçuş verimliliğini azaltıyor. Bunun da ötesinde, uzun bir
kuyruğu taşıyıp durmak daha fazla enerji harcanmasına yol açar; bundan da önce
uzun kuyruk yapmak daha fazla enerji ister. 10 santimetrelik kuyruğu olan
erkeklerin dişiler karşısındaki durumu iyi olabilir, fakat bunun için ödeyecekleri
236
bedel uçuş veriminin düşük olması, daha fazla enerji harcanması ve avcıların
saldırısına daha açık olmaktır. Cinsellik açısından seçilen en uygun kuyruk
uzunluğundan farklı olan bir de kullanım açısından en uygun uzunluk
olduğunu söyleyebiliriz: sıradan yararlar sağlayan ölçütler açısından ideal bir
kuyruk uzunluğu; dişileri çekmek dışında, tüm açılardan ideal bir kuyruk.
Erkeklerdeki ortalama kuyruk uzunluğunun -bizim varsayımsal örneğimizde
7,5 santimetre- kullanım açısından en uygun uzunluk ile aynı olmasını mı
bekleriz? Hayır, kullanım açısından en uygun uzunluktan daha kısa -diyelim ki, 5
santimetre olmasını beklemeliyiz. Bunun nedeni, 7,5 santimetrelik gerçek
ortalama kuyruk uzunluğunun, kuyrukları daha kısa yapma eğiliminde olan
kullanıma seçilimle daha uzun yapma eğiliminde olan eşeysel seçilim arasında
bir uzlaşma noktası olmasıdır. Dişilere cazip görünme gereksinimi olmasaydı,
ortalama kuyruk uzunluğu 5 santimetreye doğru azalırdı; uçuş verimliliği ve
enerji bedeli kaygıları olmasaydı, 10 santimetreye yaklaşırdı. İşte 7,5
santimetrelik gerçek kuyruk uzunluğu bu ikisi arasında bir uzlaşmadır.
Dişilerin kullanım açısından en uygun uzunluktan farklı uzunluktaki
kuyrukları neden yeğleyeceği sorusunu bir kenara bırakmıştık. İlk bakışta bu
saçma sapan bir fikir gibi görünüyor. İyi tasarım ölçütlerine göre olması
gerekenden daha uzun kuyrukları beğenen, modayı takip eden dişilerin verimsiz
ve oraya buraya çarparak uçan, kötü tasarlanmış oğullan olacak. Bunların
arasında, modaya uymayıp da kısa kuyruklu erkekleri beğenen, mutasyon
geçirmiş bir dişinin, özellikle de kuyruk beğenisi kullanım açısından en uygun
değerle çakışan bir mu- tant dişinin oğulları ise, uçma açısından iyi tasarlanmış
verimli birer kuş olacak ve modaya bağlı rakibelerinin oğullarından kesinlikle
daha başarılı olacaktır. Ah, işte pürüz de burada! Benim "moda” metaforumda
gizli. Mutant dişinin oğulları uçma konusunda çok iyi ve verimli olabilirler fakat
popülasyondaki dişilerin çoğuna hiç de çekici görünmeyeceklerdir. Yalnızca
azınlık bir dişi grubunu, modaya karşı olan dişileri çekeceklerdir; ve tanım
gereği, azınlıkta kalan dişileri bulmak, çoğunluktakileri bulmaktan daha zordur.
Altı erkekten yalnızca birinin çiftleştiği ve şanslı erkeklerin büyük haremler
kurdukları bir toplulukta, çoğunluktaki dişilere yaltaklanmaıiın müthiş faydaları,
enerji kullanım bedelini ve uçuş verimliliğini kat kat geçen faydala- n vardır.
Hal böyle bile olsa, okuyucu, tüm yaklaşımın keyfi bir varsayım üzerine
kurulu olduğundan şikayet edebilir. Okuyucu kabul edecektir: Dişilerin çoğunun
kullanıma uygun olmayan uzun kuyruklar tercih ettiğini veri olarak alırsak,
diğerleri de arkadan gelecektir. Fakat bu dişi çoğunluğun beğenisi hikâyesi de
237
nereden çıktı? Neden dişilerin çoğu kullanım açısından en uygun olandan daha
küçük kuyrukları ya da en uygun uzunluğa eşit uzunluktaki kuyrukları tercih
etmiyor? Neden modayla kullanım çakışmıyor? Yanıtım şöyle: Bunların
herhangi biri olabilirdi ve büyük olasılıkla, birçok türde olan da buydu. Benim
dişilerin uzun kuyruk yeğlediği varsayımım, gerçekten de keyfiydi. Fakat dişi
çoğunluğun beğenisi ne olursa olsun ve ne kadar keyfi olursa olsun, bu
çoğunluğun seçilim tarafından korunması, hatta bazı koşullarda artması abartılması- yönünde
bir
eğilim olacaktı.
Yaklaşımın bu noktasında,
matematiksel kanıtları sunamayışım bana göre bir eksiklik. Okuyucudan, Lande’nin matematiksel yaklaşımının savını kanıtladığım kabullenmesini isteyebilir
ve konuyu burada kesebilirdim. Bu, benim için en akılcı yol olurdu fakat
yürütülen mantığı sözcüklere aktarmayı en azından bir kez deneyeceğim.
Yaklaşımın kilit noktası, daha önce sözünü ettiğim “bağlantı dengesizliği”,
yani herhangi bir uzunluktaki kuyruğun genleriyle aynı uzunluktaki kuyrukların
tercihini sağlayan genlerin “birlikteliği” kavramında yatıyor. “Birliktelik
faktörünü” ölçülebilir bir sayı olarak düşünebiliriz. Birliktelik faktörü yüksekse,
bireyin kuyruk uzunluğu genleri hakkındaki bilgimizle tercih genlerini büyük
kesinlikle tahmin edebiliriz; bunun tersi de doğrudur. Birliktelik faktörü düşükse,
kuyruk uzunluğu ya da tercih genlerinden birini bilmek, öbürü hakkında yalnızca
ufak bir ipucu verebilir.
Birliktelik faktörünü etkileyen şey, dişinin tercihinin ne kadar güçlü
olduğudur; dişilerin mükemmel olmadığını düşündükleri erkeklere karşı ne kadar
hoşgörülü oldukları; erkeklerin kuyruk uzunluğundaki değişimlerin ne kadarının
genler, ne kadarının çevre tarafından yönlendirildiği, vs... Eğer, tüm bu etkilerin
sonucu olarak, birliktelik faktörü -kuyruk uzunluğu genleriyle kuyruk uzunluğu
tercih genlerinin arasmdaki ilişki- güçlüyse, şu sonucu çıkartabiliriz: Bir erkek
uzun kuyruklu olduğu için tercih edildiğinde, dişinin seçtiği yalnızca uzun kuyruk genleri değildir. “Birliktelik” nedeniyle, aynı zamanda, uzun kuyruk tercih
etme genleri de seçilmektedir. Yani, dişilerin erkeklerde belirli bir kuyruk
uzunluğu tercih etmesini sağlayan genler, aslında, kendilerinin kopyalarını
seçmektedir. Bu, kendi kendini güçlendiren bir sürecin temel unsurudur: kendini
sürdürebilen bir momentuma sahiptir. Evrim bir kez belirli bir yönde ilerlemeye
başladıktan sonra, kendi içinde, aynı yönde kalma özelliğine sahiptir.
Bunu görebilmenin bir başka yolu da “yeşil sakal etkisi” olarak bilinen şeydir.
Yeşil sakal etkisi biyologlar arasında bir çe
238
şit şaka. Tümüyle varsayımsal fakat yine de öğretici. İlk kez, Qen Bencildir
adlı kitabımda uzun uzun açıklamaya çalıştığım, D. Hamilton’un o çok önemli
akraba seçilimi kuramı altında yatan temel ilkenin açıklanması amacıyla ortaya
atılmıştı. Şimdi Oxford’da çalışma arkadaşım olan Hamilton, doğal seçilimin
yakın akrabalara karşı diğerkâm davranma etkisi gösteren genlerin lehine
işlediğini göstermişti, çünkü bir genin kopyalarının akraba vücutlarında olması
olasılığı çok yüksekti. "Yeşil sakal” varsayımı da aynı şeyi, uygulamaya dönük
olmasa da daha genel bir anlamda, ortaya koyuyor. Sav şöyle: Akrabalık,
genlerin kendi kopyalarını başka vücutlara yerleştirmelerinin (bu etkinin ortaya
çıkmasının) olası yollarından biridir. Kuramsal olarak, genler kopyalarını daha
doğrudan yollarla da yerleştirebilir. İki etki gösteren bir genin ortaya çıktığını
düşünün (iki ya da daha fazla etki gösteren genler sıkça görülür). Bu gen,
kendisine sahip olan insanları belirgin bir "simge” sahibi yapıyor: yeşil bir sakal
gibi. Ayrıca, beyinlerini etkileyerek diğer yeşil sakallı bireylere karşı diğerkâm
davranmalarını sağlıyor. İtiraf etmeliyim ki, bu çok düşük olasılıklı bir şey, fakat
olduğunu düşünürsek, bunun evrimsel sonucu çok açık. Çocuklara ya da
kardeşlere gösterilen diğerkâmlık için geçerli olan nedenlerle, doğal seçilim,
yeşil sakal diğerkâmlık geni lehine çalışacaktır. Yeşil sakallı bir birey diğer bir
yeşil sakallıya her yardım ettiğinde bu ayrımcı diğerkâmlığı veren gen kendi
kopyalarından biri için çalışıyor demektir. Yeşil sakal geninin yayılması kendiliğinden olacaktır ve kaçınılmazdır.
Hiç kimse, hatta ben bile, bu aşırı yalın biçimiyle yeşil sakal etkisinin doğada
bulunabileceğini asla sanmıyorum. Doğada, genler kopyalarının lehine
ayrımcılık yaparken yeşil sakallardan daha az özgün ama daha mantıklı simgeler
kullanır. Akrabalık işte böylesi bir simge. "Kardeş” ya da uygulamada “benim
tüylendiğim kuş yuvasında yumurtadan çıkan şey”, istatistiksel bir simgedir.
Bireyleri böylesi bir simge taşıyanlara karşı diğerkâm yapan her genin, kendi
kopyalarına yardım ediyor olma
olasılığı istatistiksel olarak epey yüksektir, çünkü kardeşlerin aynı genlere
sahip olma olasılığı yüksektir. Hamilton’un akrabalık seçilimi kuramı, yeşil sakal
türünden bir etkiyi mantıklı çerçeveye oturtacak bir kuram olarak görülebilir.
Yeri gelmişken, genlerin kendi kopyalarına yardım etmek “istediklerini”
söylemiyoruz. Söylemek istediğimiz, yalnızca, kendi kopyalarına yardımcı
olacak bir etki gösteren her genin popülasyondaki sayısı ister istemez artma
eğiliminde olacaktır.
Öyleyse, akrabalığa yeşil sakal etkisi gibi bir etkinin makul bir tarzda
açıklanabileceği bir yol olarak bakabiliriz. Fisher'in eşeysel seçilim kuramı da
böylesi bir başka yoldur. Bir popülasyondaki dişilerin erkek özellikleri
konusunda güçlü tercihleri varsa, yürüttüğümüz mantık sonucu, her erkek,
dişilerin o erkeği tercih etmelerini sağlayan dişi genlerinin kopyalarını vücudunda taşıyacaktır. Bir erkek babasından uzun kuyruk miras almışsa, annesinden
de babasınm uzun kuyruğunu tercih etmesini sağlamış olan genleri almış olma
olasılığı yüksektir. Eğer bir erkek kısa kuyrukluysa, dişilerin kısa kuyruk tercih
etmelerini sağlayan genleri taşıması olasılığı yüksektir. Öyleyse, bir dişi, erkek
konusundaki seçimini yaparken, tercihi ne yönde olursa olsun, bu seçime neden
olan genler kendilerinin erkeklerdeki kopyalarını seçmiş olurlar; erkeğin kuyruk
uzunluğunu bir simge olarak kullanarak kendi kopyalarını seçerler. Bunun daha
karmaşık bir biçimi de, varsayımsal yeşil sakal geninin simge olarak yeşil bir
sakal kullanmasıdır.
Eğer popülasyondaki dişilerin yarısı uzun kuyruklu ve diğer yarısı da kısa
kuyruklu erkekleri yeğlerse, dişi seçimini belirleyen genler yine kendi
kopyalarını seçiyor olur, fakat genelde o taraf ya da bu taraf yönünde bir eğilim
görülmez. Po- pülasyonun ikiye bölünmesi yönünde bir eğilim doğabilir: uzun
kuyruklu, uzunu tercih eden bir küme ve kısa kuyruklu, kısayı tercih eden bir
küme. Ancak, dişi “kanaatinde” böylesi bir bölünme istikrarsız bir durumdur.
Dişiler arasında herhangi bir tarafın tercihi yönünde, ne denli ufak olursa
olsun, bir çoğunluk belirmeye başladığı anda, bu çoğunluk birbirini izleyen
nesiller boyunca güçlenecektir. Bunun nedeni, azınlık kümesinin dişileri
tarafından yeğlenen erkeklerin eş bulmalarının gittikçe daha zorlaşması; ve
azınlık kümesinin dişilerinin oğullarının eş bulmada zorlanmaları; dolayısıyla da
azınlık dişilerinin daha az sayıda torun sahibi olmalarıdır. Ne zaman ki, küçük
azınlıklar daha da küçülür ve küçük çoğunluklar daha da büyük çoğunluklar
olmaya başlar, elimizde bir düz geribesleme tarifi var demektir: “Sahip olana
verilecektir ve sahip olan bolluk içinde yaşayacaktır: Fakat sahip olmayandan
elinde olanlar bile alınacaktır.” Ne zaman istikrarsız bir denge olsa, keyfi,
gelişigüzel başlangıçlar kendi kendini güçlendirir. Bir ağaç gövdesini
kestiğimizde de böyledir; ağacın güneye mi yoksa kuzeye mi düşeceğini
bilemeyiz, fakat ağaç bir an durduktan sonra bir yöne düşmeye başladığında
hiçbir şey onu geri getiremez.
Tırmanma ayakkabılarımızı iyice bağlayalım ve dağa bir piton daha çakmaya
hazırlanalım. Dişilerin yaptığı seçimin erkeklerin kuyruklarını bir yöne,
“kullanım” seçiliminin öbür yöne çektiğini (kuşkusuz, “çekme” sözcüğünü
evrimsel anlamda kullanıyorum) ve gerçek kuyruk uzunluğu ortalamasının bu iki
çekiş arasında bir uzlaşı noktası olduğunu anımsayalım. Şimdi de “tercih
sapması” diye bir nicelik tanımlayalım. Bu, popülasyondaki erkeklerin gerçek
kuyruk uzunluğu ortalamasıyla popülasyondaki ortalama dişinin gerçekte tercih
edeceği “ideal” kuyruk uzunluğu arasındaki farktır. Tercih sapmasını ölçme
birimi, tıpkı Fahrenheit ve Santigrad sıcaklık ölçeklerinde olduğu gibi, keyfidir.
Santigrad sıcaklık ölçeğinde sıfır noktasının suyun donma noktası olarak
belirlenmesi gibi, biz de sıfırımızı eşeysel seçilim çekişinin bunun tam zıddı olan
kullanım seçilimi çekişini dengelediği nokta olarak belirleyelim. Başka bir
deyişle, tercih sapmasının sıfır olması, bu iki zıt seçilimin birbirlerini tümüyle
ortadan kaldırması nedeniyle evrimsel değişimin durduğu anlamına gelir.
Şurası açık ki, tercih sapması ne denli büyük olursa, kulla- mmcı doğal
seçilimin zıt çekişi karşısında dişilerin evrimsel "çekişi” o kadar büyük olacaktır.
Bizim ilgilendiğimiz şey, tercih sapmasının belirli bir zamandaki mutlak değeri
değil, tercih sapmasının birbirini izleyen nesiller boyunca nasıl değiştiğidir.
Verili bir tercih sapmasının bir sonucu olarak, kuyruklar uzar ve aynı zamanda
dişilerin tercih ettikleri ideal kuyruk da uzar (uzun kuyruk tercih etme genlerinin
uzun kuyruklu olma genleriyle birlikte doğal seçilime tabi olduklarını
hatırlayınız). Bu ikili seçmenin yapılmasından bir nesil sonra, hem ortalama kuyruk uzunluğu hem de yeğlenen ortalama kuyruk uzunluğu daha da artmıştır. Ama
hangisi daha çok artar? Bu, tercih sapmasına ne olacağını sormanın bir başka
yolu.
Tercih sapması aynı kalabilir (ortalama kuyruk uzunluğu ve yeğlenen kuyruk
uzunluğu ortalaması aynı miktarlarda artarsa). Tercih sapması küçülebilir de
(ortalama kuyruk uzunluğu artışı, yeğlenen kuyruk uzunluğu artışından fazla
olursa). Ve son olarak, artabilir (ortalama kuyruk uzunluğu bir miktar artar ama
yeğlenen kuyruk uzunluğu ortalaması daha fazla artarsa). Artık görmeye
başlamışsmızdır; kuyruk uzadıkça tercih sapması küçülüyorsa, kuyruk uzunluğu
241
istikrarlı bir denge uzunluğuna doğru evrilecektir. Fakat, kuyruk uzadıkça tercih
sapması da artıyorsa, kuramsal olarak, sonraki nesiller kuyrukların gittikçe artan
bir hızla uzadığını göreceklerdir. Fisher'in 1930 öncesinde hesapladığı hiç
kuşkusuz buydu, fakat görüşlerini kısaca özetlediği yazı o yıllarda anlaşılamadı.
Önce tercih sapmasının nesiller boyunca gittikçe küçülmesi durumunu ele
alalım. Sonunda öylesine küçük olacak ki, bir yöndeki dişi tercihi öbür yöndeki
kullanım seçiliminin çekmesiyle tamamen dengelenmiş olacak. Böylece evrimsel
değişim duracak ve sistem denge haline gelmiş olacak. Lande’nin burada
kanıtladığı ilginç nokta, en azından bazı koşullarda bir tek değil, birçok denge
noktası olabileceği (kuramsal olarak, bir grafikte, bir doğru üzerine dizili sonsuz
sayıda denge noktası,
at
bu matematik!). Tek bir denge noktası değil, birçok den- noktası var: Bir
yönde çekme uygulayan, herhangi bir güç- ■ kullanım seçilimi için dişi
tercihinin gücü, kullanım seçili- i tümüyle dengeleyebileceği bir noktaya
ulaşacak biçimde iliyor.
Öyleyse, koşullar tercih sapmasının nesiller geçtikçe küçül- jnesini
getiriyorsa, popülasyon “en yakın” denge noktasında duruyor. Burada, bir
yönde çekme uygulayan kullanım seçilimi, diğer yöne çeken dişi seçilimi ile
sıfırlanıyor ve erkeklerin kuyrukları -ne kadar uzun olursa olsun- aynı
uzunlukta kalıyor. Okuyucu bunun bir ters geribesleme sistemi olduğunu fark
edecektir, fakat bu tuhaf bir ters geribesleme sistemi. Bir sistemi ideal
noktasından uzaklaştırdığınızda ne olduğuna ba- ' karak, bir ters geribesleme
sistemi olup olmadığını söyleyebilirsiniz. Örneğin, pencereyi açarak odanın
sıcaklığını düşürürseniz, radyatörün termostatı (ısı ayarı) açılarak bunu
karşılamaya çalışır.
Peki, eşeysel seçilim sistemi nasıl bozulabilir? Evrimsel zaman ölçeğinde
konuştuğumuzu hatırlayın. Bu yüzden, deney yapmamız (yani pencereyi
açmaya benzer bir şey) ve sonuçlarını izleyecek kadar yaşamamız çok zor.
Fakat hiç kuşku yok ki, doğada sistem sık sık bozuluyor: örneğin, erkek
sayısındaki şansa -ya da şanssızlığa- bağlı, kendiliğinden, gelişigüzel oynamalarla. Ne zaman böyle bir şey olsa, şimdiye dek tartıştıklarımızın ışığında,
kullanım seçilimi ve eşeysel seçilimin birleşimi popülasyonu denge
noktalarından en yakın olanına geri götürecektir. Büyük olasılıkla bu, önceki
denge noktası değil, denge noktalan doğrusunun biraz aşağısında ya da
yukarısında bir başka nokta olacaktır. Dolayısıyla, popülasyon zamanla denge
noktaları doğrusu boyunca aşağı yukarı kayabilir. Doğru boyunca yukarı
242
kaymak, kuyruğun uzaması anlamına gelir -kuramsal olarak, bu uzamanın bir
sının yok. Doğru boyunca aşağı kaymak, kuyruğun kısalması anlamına gelir kuramsal olarak, sıfıra dek gidebilir.
Termostat benzetmesi, denge noktası fikrini açıklamak için sık sık kullanılır.
Bu benzetmeyi daha da geliştirerek daha zor olan dengeler doğrusunu
açıklayabiliriz. Diyelim ki, bir odada hem ısıtma hem de soğutma cihazı var; her
ikisi de termostat- lı. Her iki termostat da odayı belirli bir sıcaklıkta, 20 °C’de
tutmak üzere ayarlanmış. Sıcaklık 20 “Cnin altına düştüğünde, ısıtıcı kendini
açıyor ve soğutucu kendini kapatıyor. Sıcaklık 20 "Cnin üstüne çıktığında,
soğutucu kendini açıyor ve ısıtıcı kendini kapatıyor. Dulkuşunun kuyruk
uzunluğuna benzettiğimiz, sıcaklık değil (sıcaklık 20 “C’de sabit kalıyor), toplam
elektrik tüketim hızı. Buradaki önemli nokta, istenen sıcaklığa ulaşmanın birçok
farklı yolu olması. İstenen sıcaklığa iki cihazı son güçle çalıştırarak da
ulaşılabilir; ısıtıcı sıcak hava boşaltır, soğutucu bu etkiyi gidermek için çılgınca
çalışır. Ya da ısıtıcı biraz daha az çalışır, soğutucu da bunu karşılayabilmek için
biraz daha az çalışır. Ya da iki cihaz da çok az çalışarak oda 20 “C’de tutulur.
Elektrik faturası açısından, bizim için en iyi olanın sonuncusu olduğu çok açık,
fakat 20 °C’lik sabit sıcaklığı koruma açısından, her bir çalışma hızı aynı derecede tatmin edici olacaktır. Burada da elimizde tek bir nokta yerine, bir denge
noktaları doğrumuz vardır. Sistemin nasıl kurulduğunun ayrıntılarına, sistemdeki
gecikmelere ve mühendislerin işi olan başka şeylere bağlı olarak, odanın sıcaklığı sabit durumdayken elektrik tüketim hızının denge noktaları doğrusu boyunca
aşağı yukarı kayması kuramsal olarak mümkündür. Eğer odanın sıcaklığı 20
“C’nin biraz altına düşerse, tüketim hızı dengeler doğrusu üzerinde bir noktaya
geri dönecektir ancak bu yeni noktanın, ısıtıcı ve soğutucunun önceki çalışma
hızı olması gerekmez. Denge doğrusu boyunca herhangi bir nokta olabilir.
Uygulamaya dönük mühendislikte, gerçek bir dengeler doğrusunun var
olduğu bir oda kurmak oldukça zordur. Uygulamada bizim doğru büyük
olasılıkla “bir noktaya çöker". Russell Lande’nin eşeysel seçilimde bir dengeler
doğrusu olduğuna iliş- rJn savı da doğada doğru olmayabilecek varsayımlar
üzerine ruludur. Bu sav, örneğin, düzenli olarak yeni mutasyonlar
placağmı
varsayar; bir dişinin tercih yapması eyleminin tümüy- bedelsiz olduğunu
varsayar. Eğer bu varsayım ihlal edilirse, jjj bu olabilir, dengeler “doğrusu” tek
bir noktaya çökecektir. Her neyse; zaten şimdiye dek yalnızca nesiller birbirini
izledikçe küçülen tercih sapmasından söz ettik. Başka koşullarda, tercih sapması
artabilir de...
243
Bu konuyu tartışmaya başlamamızın üzerinden epey zaman geçti; öyleyse
kendi kendimize tüm bunların ne anlama geldiğini anımsatalım. Bir
popülasyonumuz var ve bu popülasyondaki erkeklerin bir özelliği -örneğin,
dulkuşlarının kuyruk uzunluğu- kuyrukların uzamasına neden olan dişi tercihi ve
kuyrukların kısalmasına neden olan kullanım seçiliminin etkisi altında
evrimleşiyor. Evrim sürecinde daha uzun kuyruklara doğru bir kuvvet olmasının
nedeni şu: Bir dişi, "beğendiği” tipte bir erkek seçtiğinde, genlerin gelişigüzel
olmayan ilişkisi yüzünden seçimini yapmasını sağlayan kendi genlerinin
kopyalarını seçmiş oluyor. Dolayısıyla, bir sonraki nesilde, yalnızca erkekler
daha uzun kuyruklu olmakla kalmayacak, aynı zamanda dişilerin uzun kuyruk
tercihleri de daha güçlenmiş olacak. Bir nesilden diğerine geçtikçe bu iki küçük
adımın hangisinin daha hızlı gerçekleşeceği pek açık değil. Buraya dek, kuyruk
uzunluğunun her nesilde tercihten daha hızlı artması durumunu ele aldık.
Şimdiyse, öbür olası durumu, tercihin her nesilde kuyruk uzunluğundan daha
hızlı artması durumuna bakacağız. Başka bir deyişle, tercih sapmasının nesiller
geçtikçe bundan önceki paragraflarda olduğu gibi azalmasını değil, artmasını
tartışacağız.
Bu durumda kuramsal sonuçlar daha da tuhaflaşıyor. Ter s geribesleme
yerine, düz geribesleme görüyoruz. Nesiller geçtikçe, kuyruklar uzuyor fakat
dişilerin uzun kuyruk arzusu daha hızlı artıyor. Kuramsal olarak bu, nesiller
geçtikçe kuyrukların uzamaya devam edeceği, hatta artışın gitgide hızlanacağı
anlamına geliyor. Kuramsal olarak, kuyruklar 10 kilometre olduklarında bile
uzamayı sürdürecekler. Elbette ki, uygulamada, bu komik uzunluklara
ulaşılmazdan çok önce oyunun kuralları değişmiş olacak; tıpkı bizim Watt buhar
makinesinin hızlanarak gerçekte saniyede bir milyon devrilik bir hıza
erişememesi gibi. Fakat aşırı uçlara geldiğimizde matematiksel modelin
vargılarını yumuşatmamız gerekse de, bu vargılar uygulama açısından makul
koşullarda gayet geçerli olabilir.
Şimdi, aradan 50 yıl geçtikten sonra, Fisher'in cüretkârca “gelişimin hızının o
andaki gelişim düzeyiyle doğru orantılı olduğu kolayca görülebilir; bu nedenle
gelişim hızı zamana karşı geometrik olarak artar, "demekle ne kastettiğini
anlayabiliyoruz. Fisher’in şu sözleri, yürüttüğü mantığın Lande’nin- kiyle aynı
olduğunu açıkça gösteriyor: “Böyle bir süreçten etkilenen iki özellik, yani
erkeklerde süslü tüylerin evrilmesi ve dişilerin de böylesi özellikleri cinsel açıdan
yeğlemesi, birlikte gelişmelidir. Bu süreç katı bir karşı-seçilim tarafından denetlenmediği sürece, gelişim gittikçe artan bir hızla ilerleyecektir.”
244
Fisher ve Lande’nin matematiksel bir mantık yürüterek aynı çok ilginç sonuca
varmaları, kuramlarının doğada olup bitenlerin doğru bir yansımasını verdiği
anlamına gelmez. Eşeysel seçilim kuramı konusunda en önde gelen otoritelerden
biri olan, Cambridge Üniversitesi’nden genetikçi Peter O’Donald, Lande
modelinin denetimden çıkmış özelliğinin başlangıçtaki varsayımlarında “kurulu”
olduğunu, bu gemi azıya almış özelliğin yürütülen matematiksel mantık
sonucunda, biraz da sıkıcı bir biçimde, ortaya çıkmasının kaçınılmaz olduğunu
söylemiştir. Alan Grafen ve W. D. Hamilton da dahil bazı kuramcılarsa, yapılan
seçimin dişinin çocuklarını yararlı yönde -yarar güden, soyu geliştiren yöndeetkilediği alternatif kuramları tercih etmektedirler. Bu iki bilim adamımızın
birlikte üzerinde çalıştıkları kuramda, dişi kuşlar tanı koyan doktorlar gibi
çalışıyor ve asalaklardan en az etkilenebilecek erkekleri seçiyorlar. Hamil■'ton'un bu dahice kuramına göre, parlak tüyler erkeğin sağlıklı olduğunu
sergileme biçimi.
Asalakların kuramsal önemini tam olarak anlatmak çok zaman alacaktır.
Kısaca, dişi tercihine ilişkin tüm “soyu geliştirme” kuramların sorunu şu
olmuştur: Eğer dişiler en iyi genleri olan erkekleri başarıyla seçebilselerdi
gerçekten, bu başarıları gelecekteki seçeneklerin sayısını azaltırdı. Eğer ortalıkta
yalnızca iyi genler olsaydı, seçim yapmanın anlamı kalmazdı. Asalaklar bu
kuramsal itirazı ortadan kaldırıyor. Hamilton'a göre bunun nedeni, asalakların ve
konakçılarının birbirleriyle asla son bulmayacak, çevrimsel bir silahlanma yarışı
sürdürmeleri. Buysa, herhangi bir kuş neslinde “en iyi” genlerin, gelecekteki bir
başka kuş neslindeki “en iyi” genlerle aynı olmayacağı anlamına gelir. O andaki
asalak neslini yenmek için yeterli olan, ev- rimleşen bir sonraki asalak neslinde
işe yaramayacaktır. Dolayısıyla, o andaki asalak neslini yenmek açısından daha
iyi donanmış bazı erkekler her zaman olacaktır. Bu nedenle de, dişiler o andaki
erkek neslinin en sağlıklısını seçmekle her zaman çocuklarına üstünlük sağlamış
olacaktır. Birbirini izleyen dişi nesillerinin kullanabileceği tek genel ölçüt,
herhangi bir veterinerin de kullandığı göstergelerdir: ışıltılı gözler, parlak tüyler,
vs. Bu sağlık belirtilerine sahip olanlar yalnızca sağlıklı erkeklerdir, dolayısıyla,
seçilim bu belirtileri taşıyan erkeklerin lehine çalışır ve hatta bu belirtileri uzun
kuyruklar ve açılan yelpazeler biçiminde abartır.
Fakat asalak kuramı, doğru olma olasılığına karşın, benim “patlamalar”
bölümümün konusu değil. Fisher/Lande taşkınlık kuramına dönersek, şimdi bize
gereken, gerçek hayvanlardan gelecek kanıtlardır. Böylesi kanıtları aramaya
nereden başlamalıyız? Hangi yöntemleri kullanabiliriz? İsveç’ten Malte Anders245
son’un umut verici bir yaklaşımı var. Rastlantı eseri, Anders- son, benim burada
kuramsal düşünceleri tartışmak için seçtiğim uzun kuyruklu dulkuşu üzerinde
çalışmış ve bunu kuşun doğal ortamı Kenya’da yapmış. Andersson’un deneyleri
teknolojinin
246
son yeniliklerinden biri kullanılarak yapılmış: süper yapıştırıcı. Mantığı ise
şöyle: Eğer erkeklerin gerçek kuyruk uzunluklarının kullanım açısından en
uygun değeriyle dişilerin ne istediği arasında bir uzlaşma olduğu doğruysa, bir
erkeği aşırı uzun kuyruk sahibi yaparak çok çekici kılmak mümkün olmahdır. İşte süper yapıştırıcı da bu noktada ortaya çıkıyor. Andersson’un deneyini kısaca
anlatacağım çünkü deneysel tasarımın çok güzel bir örneği.
Andersson 36 tane erkek dulkuşu yakalamış ve bunları dörder kuştan oluşan
dokuz gruba ayırmış. Her dörtlü gruba da aynı şeyler uygulanmış. Her dörtlü
grubun bir üyesinin (bilinçsizce yanlı davranmaktan kaçınmak amacıyla
gelişigüzel seçilmesine özen gösterilmiş bir üye) kuyruk tüyleri 14 santimerte
olacak şekilde kesilmiş. Kesilen kısım, çabuk kuruyan yapışkan kullanılarak,
dörtlü grubun ikinci üyesinin kuyruğunun ucuna yapıştırılmış. Sonuç olarak,
birinci kuşun yapay olarak kısaltılmış bir kuyruğu, ikinci üyenin de yapay olarak
uzatılmış kuyruğu olmuş. Kıyaslama yapabilmek amacıyla, üçüncü kuşun
kuyruğuna dokunulmamış. Dördüncü kuşunsa kuyruk uzunluğu aynı kalmış fakat
önce tüylerin uçları kesilmiş, sonra da tekrar yerine yapıştırılmış. Bu anlamsız bir
iş gibi görünebilir, ama deney tasarlarken ne denli dikkatli olmamız gerektiğinin
çok güzel bir örneği. Bir dişi kuşu etkileyen, erkeğin kuyruk uzunluğundaki
değişim değil de, tüylerinin kesilmiş olması ya da bir insan tarafından yakalanıp
değiştirilmesi olabilirdi. Dördüncü grupsa, böylesi etkiler için "kontrol” grubu
olarak bırakılmış.
Buradaki düşünce, her kuşun çiftleşmedeki başarısını üyesi olduğu dörtlü
gruptaki farklı işlem görmüş öbür kuşlarla kıyaslamaktı. Dört ayrı işlemden
birinden geçtikten sonra, her erkeğin kendi bölgesindeki eski yerini almasına izin
verildi. Erkekler normal işini yaparak dişileri kendi bölgesine çekti ve çiftleşme
başladı, yuvalar kuruldu, yumurtlandı. Merakla beklenen soru, dörtlü grup içinde
hangi erkeğin dişileri çekmekte en baılı olacağıydı. Andersson bunu dişileri gözleyerek değil, bekleyip her bölgede
yumurta taşıyan yuvaları sayarak yaptı. Bulduğu şuydu: Yapay olarak uzatılmış
kuyrukları olan erkekler, kuyrukları yapay olarak kısaltılmış erkeklerden dört kat
çekiciydi. Kuyrukları normal, yani doğal boylarında olanların başarısı öbür
ikisinin arasındaydı.
Sonuçlar, yalnızca rastlantı eseri ortaya çıkma olasılığı göz önüne alınarak
istatistiksel olarak incelendi. Vargı şöyleydi: Dişileri çekmek tek ölçüt olsaydı,
doğal olarak sahip olduklarından daha uzun kuyruğu olan erkekler diğerlerine
göre daha başarılı olurlardı. Diğer bir deyişle, eşeysel seçilim kuyrukları sürekli
olarak daha uzun olma yönünde zorlar (evrimsel anlamda) . Gerçek kuyrukların
dişilerin tercih ettiğinden daha kısa olduğu gerçeği, onları kısa tutan bir başka
seçilim baskısı olması gerektiğini akla getiriyor, işte bu, "kullanım” seçilimi. Büyük olasılıkla, kuyruğu özellikle uzun olan erkeklerin ölme olasılığı, kuyruğu
ortalama uzunlukta olan erkeklerden daha fazlaydı. Ne yazık ki, Andersson’un
değiştirilmiş erkeklerinin sonlarını takip edecek zamanı yoktu. Eğer takip
edebilseydi, tahmin ediyorum, kuyrukları yapıştırılarak uzatılmış erkeklerin,
genelde, kuyrukları normal erkeklerden daha az yaşadığını görecekti muhtemelen avcıların saldırısına daha açık oldukları için. Öte yandan, kuyrukları
yapay olarak kısaltılmış erkeklerin normal kuyruklulardan daha uzun yaşamaları
beklenebilir, çünkü normal uzunluk eşeysel seçilimin en uygun değeriyle
kullanım açısından en uygun değer arasında bir uzlaşmadır. Olasıdır ki,
kuyrukları yapay olarak kısaltılmış erkekler kullanım açısından en uygun değere
daha yakındır ve bu nedenle de daha uzun yaşar. Aslında tüm bunlarda çok fazla
varsayım ve tahmin var. Eğer uzun bir kuyruğun kullanım açısından asıl zararı
kuyruk büyüdükten sonra ölüm tehlikesinin fazla olması değil de, bu kuyruğu
oluşturmaksa, Andersson’un bir hediyesi olarak aşın uzun kuyruk sahibi olan
erkeklerin genç ölmeleri beklenemez.
Dişinin tercihi kuyrukları ve diğer süsleri büyümeye zorlu- yormuş gibi bir
hava tutturdum. Daha önce de gördüğümüz gibi, kuramımızda dişi tercihinin tam
zıttı yönde, örneğin gittikçe kısalan kuyruklar yönünde, etkide bulunmaması için
hiçbir neden yok. Bildiğimiz çalıkuşunun kuyruğu öylesine kısa ve küt ki, insan
bu kuyruğun kullanım amaçlan için olması gerektiğinden daha kısa olup
olmadığını sormadan edemiyor. Söyledikleri şarkının aşın gürültülü olmasından
da tahmin edebileceğiniz gibi, erkek çalıkuşları arasında çok yoğun bir rekabet
vardır. Bu tarz şarkı söylemenin bedeli yüksektir, hatta erkek çalıkuşu- nun
ölümüne -gerçek anlamda- şarkı söylediği görülmüştür. Tıpkı dulkuşları gibi,
başarılı çalıkuşlarmın da bölgelerinde birden fazla dişi vardır. Böylesi yarışmalı
bir ortamda, düz geribes- lemelerin işlemesini bekleriz. Çalıkuşunun kısa
kuyruğu evrimsel bir taşkın küçülme sürecinin nihai ürününü temsil ediyor
olabilir mi?
Çalıkuşlarım bir tarafa bırakırsak, tavuskuşunun yelpazesini, dulkuşuyla
cennetkuşunun
kuyruğunu
mübalağalı
görünümleriyle,
patlamalı,
düz
geribesleme sonucu sarmallar çizen evrimin nihai ürünleri olarak ele almak gayet
mantıklı. Fisher ve onun günümüzdeki ardılları bize bunun nasıl ortaya çıkmış
olabileceğini gösterdi. Peki, bu fikir yalnızca eşeysel seçilime mi bağlı, yoksa
248
başka evrim çeşitlerinde de ikna edici benzetmeler bulabilir miyiz ? Bu önemli
bir soru, çünkü bizim kendi evrimimizde de patlamayı andıran -hatta daha da öte
benzeyen- yönler var; örneğin, son birkaç milyon yıl içerisinde beynimizin
gösterdiği hızlı büyüme. Zeki olmanın (ya da zeki olmanın herhangi bir
göstergesinin, örneğin uzun ve karmaşık bir tören dansının adımlarını
hatırlayabilmenin) cinsel açıdan arzu edilir bir özellik olduğu, beynin hızlı
gelişiminin de eşeysel seçilim nedeniyle ortaya çıktığı söyleniyor. Fakat beyin
büyüklüğü, eşeysel seçilime benzemekle birlikte aynı olmayan farklı bir çeşit
seçilimin etkisi altında patlamış da olabilir. Sanırım, eşeysel seçilime ilişkin
yapılacak benzetmelerde iki ay- j-ı düzeyi ayırt etmek gerekiyor: cılız bir
benzetme ve güçlü bir
benzetme.
' Cılız bir benzetme şunu söyler: Evrimin bir basamağındaki nihai ürünün bir
sonraki basamağı hazırladığı her evrimsel süreç, potansiyel olarak ilerlemeci,
bazen de patlamalıdır. Bu düşünceyi bir önceki bölümde “silahlanma yarışı"
biçiminde gördük. Avcı tasarımındaki her evrimsel iyileşme, av üzerindeki
baskıyı değiştirir ve böylelikle av avcıdan kaçmakta daha ustalaşır. Buysa,
avcıları gelişmeye zorlar. Dolayısıyla, durmaksızın yükselen bir sarmalımız var.
Gördüğümüz gibi, sonunda avın ya da avcının daha başarılı olması gerekmiyor
çünkü aynı zamanda düşmanlar da gelişiyor. Fakat hem avcı hem de av gittikçe
daha iyi donanıyorlar. Bu, eşeysel seçilime ilişkin cılız bir benzetmedir. Güçlü
bir benzetmedeyse, Fisher/Lande kuramının özünün dişi tercih genlerinin
kendiliğinden kendi kopyalarını seçtiği “yeşil sakal” benzeri bir olgu olduğu
dikkate alınır. Eşeysel seçilim dışında bu çeşit bir başka olgu daha olup olmadığı çok açık değil.
Eşeysel seçilim türü patlamalı evrim benzetmelerinin aranabileceği bir yer de
insan kültürünün evrimidir, çünkü burada da kaprisli seçimler vardır ve bu
seçimler “moda” ya da “çoğunluk her zaman kazanır" etkisine tabidir. Bir kez
daha bu bölümün başındaki uyarıya kulak verelim. Eğer sözcüklerimizi kullanırken titiz olacaksak, kültürel “evrim” aslında evrim değildir, fakat bu ikisi
arasında ilkeleri kıyaslamamızı doğrulayacak kadar ortak nokta olabilir. Bunu
yaparken, farklılıkları küçümsememeliyiz. Konumuz olan patlamalı sarmallara
dönmeden önce bu sorunları halledelim.
İnsanlık tarihinde birçok yönden yarı-evrimsel özellikler olduğuna sık sık
dikkat çekilir (aslında bir aptal bile bunu görebilir). İnsan yaşamının belirli bir
yönünden -diyelim ki, bilimsel bilginin durumu, çalınan müzik türü, giysi
249
modası, ulaşım araç- ları- yüz yıl ya da on yıl gibi düzenli aralıklarla kesitler
alırsanız, eğilimler olduğunu göreceksiniz. Birbirini izleyen A, B, C gibi üç ayrı
zamanda alınmış ölçümlerimiz varsa, bir eğilim olduğunu söylemek B
zamanında alman ölçünün, A ve C’de alınan ölçülerin arasında bir yerde
olduğunu söylemektir. İstisnalar olmasına karşın, herkes bu çeşit eğilimlerin
uygar yaşamın birçok yönünü temsil ettiğini kabullenecektir. Doğrusunu söylemek gerekirse, bazen eğilimlerin yönü tersine dönebilir (örneğin, etek
uzunlukları); bu, genetik evrim için de geçerlidir.
Birçok
eğilim,
saçma
modalarla
kıyaslandığında,
özellikle
yararlı
teknolojideki eğilimler, değerleri konusunda fazla tartışmaya gerek olmaksızın
iyileşme olarak nitelendirilebilir. Örneğin, son 200 yıl içerisinde dünya üzerinde
dolaşmaya yarayan araçların atlı arabalardan buharh araçlara ve de günümüzde
sü- personik jetlere doğru, kararh bir biçimde ve geri dönüş olmaksızın
iyileştikleri kuşkusuzdur. İyileşme sözüğünü yansız bir anlamda kullanıyorum.
Bu değişimler sonucu hayatın niteliğinin iyileştiğini herkesin kabullenmesi
gerektiğini söylemiyorum; kişisel olarak, ben bundan sık sık kuşku duyuyorum.
Seri üretimin beceri sahibi ustaların yerine geçmesiyle işçilik standartlarının
düştüğü yolundaki yaygın görüşü de destekliyorum. Fakat ulaşım araçlarına
yalnızca ulaşım açısından bakarsak -ki bu dünyanın bir yerinden diğerine
gitmektir- tarihsel olarak bir tür iyileşme eğilimi olduğu konusunda tartışmaya
gerek bile yoktur- bu yalnızca hızın iyileşmesi olsa bile. Tıpkı bunun gibi, on
yıllar hatta yıllarla ölçülebilecek bir zaman ölçeğinde, duyarlı ses yükseltme
cihazlarında yadsınamaz bir ilerlemeci iyileşme görülmüştür -amplifikatör icat
edilmeseydi dünyanın daha güzel olacağı konusunda benimle hemfikir olsanız
bile. Değişen zevkler değil; sesin yeniden üretimindeki kalitenin günümüzde
1950'dekinden, 1950’dekinm de 1920’dekinden daha iyi olduğu nesnel,
ölçülebilir bir gerçektir. Günümüz televizyonlarında görüntü kalitesi ilk
televizyonlardakinden daha iyidir; yayınlanan programların kalitesi için aynı şeyi
söyleyemesek de... Savaşta adam öldürmek için kullanılan makinelerin "kalitesi
iyileşme yönünde çarpıcı bir eğilim gösteriyor; yıllar geçtikçe bu makineler daha
fazla adam öldürebilir hale geliyor. Bunun iyileşme sayıl- madığı anlayışı
anlatmaya hacet yok.
Hiç kuşku yok ki, dar teknik anlamda her şey zamanla daha iyiye gidiyor.
Fakat bu yalnızca uçaklar ve bilgisayarlar gibi, teknik açıdan yararlı şeyler için
doğru. İnsan yaşamının iyileşme olmadığı açıkça görülen gerçek eğilimler içeren
birçok yönü var. Diller de açıkça evrimleşir; eğilimler gösterirler; farklılaşırlar;
250
farklılaşma sonrası yüzyıllarla birlikte gitgide karşılıklı anlaşılamaz hale gelirler.
Pasifik'in sayısız adaları, dilin evrimini incelemek için mükemmel bir atölyedir.
Farklı adaların dillerinin birbirlerine benzediği çok açıktır. Bu diller arasındaki
fark, birbirine benzemeyen sözcüklerin sayısıyla kesin bir doğrulukla ölçülebilir;
bu, X. Bölüm’de tartışacağımız molekülsel takso- nomik ölçümlere yakından
benzeyen bir ölçüt. Farklılaşmış sözcüklerin sayısı ile ölçülebilen dil farkı, adalar
arasındaki uzaklığa (kilometre olarak) göre çizilen bir grafikle gösterilebilir.
Grafik üzerindeki noktaların tanımladığı eğrinin matematiksel şekli bize bir
adadan diğerine göç hızı hakkında bilgi verecektir. Sözcükler kanolarla gezintiye
çıkmış; adaların birbirine uzaklık derecesine bağh olan aralıklarla bir adadan
öbürüne atlamıştır. Tek bir ada içerisinde, sözcükler sabit bir hızla değişir, tıpkı
genlerin zaman zaman mutasyon geçirmesi gibi. Tümüyle yalıtılmış bir adanın
dilinde zamanla evrimsel bir değişiklik olacak, dolayısıyla, diğer adaların
dilinden bir miktar uzaklaşacaktır. Birbirine yakın adalar arasmdaki sözcük akışı
(kanolarla), uzak olanlara kıyasla daha yüksek olacaktır. Ayrıca uzak adaların
ortak atası, yakın adalarınkine kıyasla daha eskidir. Yakın ve uzak adaların dilleri
arasındaki ilişkileri açıklayan bu olgular, Charles Darvvin’e esin veren
Galâpagos Adaları’ndaki ispinozlarla ilgili gerçeklere yakından benzer. Tıpkı
sözcüklerin kanolarla adadan adaya zıplamaları gibi, genler de kuşların vücutlarında adadan adaya zıplar.
Öyleyse,
diller
evrimleşir.
Fakat,
çağdaş
İngilizcenin
Cha-
ucer
İngilizcesinden evrimleşmiş olmasına karşın, bu iki İngiliz - ce kıyaslandığında
çağdaş İngilizcenin iyileşmiş olduğunu öne sürecek pek fazla insan çıkacağını
sanmıyorum. Dil söz konusu olduğunda, iyileşme ya da kalite düşüncesi yoktur
pek. Dildeki değişimi genelde bozulma olarak görürüz; daha önceki kullanımların doğru, son zamanlardaki değişimlerinse yozlaşma olduğunu düşünme
eğilimindeyizdir hep. Fakat yine de tümüyle soyut, değer içermeyen bir anlamda
ilerlemeci olan evrim benzeri eğilimler saptayabiliriz. Hatta, anlamdaki artışları ya da başka bir açıdan bakarsak, bozulmaları- düz geribeslemeye ilişkin kanıtlar
olarak görebiliriz. Örneğin, “yıldız” sözcüğü çok beğenilen, olağanüstü bir
sinema oyuncusunu tanımlamak için kullanılırdı. Daha sonraları, anlamını
yitirerek herhangi bir filmde başrollerden birini oynayan, sıradan sinema
oyuncuları için de kullanılmaya başlandı. Bu yüzden, başlangıçtaki olağanüstü
beğeni kazanmış anlamını yakalayabilmek için, sözcüğü “süperstar” olarak
tırmandırmak zorunda kaldık. Daha da sonra, stüdyo reklamcıları bu sözcüğü
çoğu kimsenin adını bile duymadığı oyuncular için bile kullanmaya başladı;
251
böylece bir tırmanma daha sonucu “megastar” çıktı ortaya. Şimdilerdeyse,
reklamı yapılan epey bir megastar var ki, en azından ben tanımıyorum. Belki de
yeni bir tırmandırmanın zamanı gelmiştir. Yakında “hiperstarlar” mı olacak?
Benzeri bir düz geribesleme de “şef" sözcüğünün kullanımında görülür. Bu
sözcük, mutfağın başı anlamındaki Fransızca chef de cuisine sözcüklerinden
geliyor. Bu Oxford Sözlüğü’nde verilen anlam. Öyleyse, tanım gereği, bir
mutfakta yalnızca bir “şef” olabilir. Fakat, belki de gururlarını tatmin için,
sıradan (erkek) aşçılar, hatta kıdemli hamburgerciler bile artık kendilerine “şef”
demeye başladı. Sonuç olarak, şimdilerde, “baş şef” diye totolojik bir deyim duymaktayız !
Fakat yaptığımız eşeysel seçilime benzetmekse, bu, benim “cılız” diye
adlandırdığım türden bir benzetmedir. Şimdi, “güçlü” bir benzetme için
düşünebileceğim en iyi dünyaya atlamak istiyorum: “pop” müzik dünyasına. Pop
müzik tutkunları ara-
slndaki
tartışmaları ya da pop müzik kanallarındaki
diskcokey- lerin konuşmalarını dinlerseniz, çok tuhaf bir şey görürsünüz. Tüm
diğer sanat eleştirisi türleri beceri ya da kabiliyet, ruh durumu, duygusal etki,
sanat biçiminin nitelikleri ve özellikleri gibi şeylerle ilgilenirken, “pop” müzik
alt-kültürü hemen hemen sadece popülerliğin kendisiyle ilgilenmektedir. Bir
müzik parçasının önemli olan yanı, kulağa nasıl geldiği değil, kaç kişinin o
albümü aldığıdır. Bu alt-kültürün tümü satış rakamlarına dayalı, Top 20 ya da
Top 10 diye adlandırılan, albümlerin sıralandığı listeye takılı kalmıştır. Üzerinde
düşünürseniz, bu epey tuhaf bir olgu; ve eğer R. A. Fisher’m taşkın evrim kuramını göz önüne alırsanız çok ilginç bir olgu. Ayrıca, bir diskco- keyin bir
albümün listelerdeki konumunu söylerken, bir önceki hafta hangi sırada
olduğunu söylemesi de önemli. Bu, dinleyicinin bir albümün o andaki
popülaritesinin yanı sıra popülerliğindeki değişimin yönünü ve hızını da
değerlendirebilmesini sağlıyor.
Öyle görünüyor ki, birçok insanın bir albümü alma nedeni, yalnızca çok
sayıda başka insanın aynı albümü alması ya da alacak olması. Bunun şaşırtıcı
kanıtı, albümü yapan şirketlerin satış rakamlarını yukarı, “uçacakları” noktaya
çekmek için temsilcilerini dükkânlara göndererek kendi albümlerinden çok
sayıda almaları. (Bunu yapmak sanıldığı kadar zor değil, çünkü Top 20 rakamları
az sayıda dükkândan gelen satış rakamlarını temel alıyor. Kilit konumdaki bu
dükkânların hangileri olduklarını biliyorsanız, ulusal düzeydeki satış tahminlerini
önemli ölçüde etkilemek için öyle çok fazla albüm almanız gerekmez. Ayrıca, kilit konumdaki bu dükkânlardaki satıcıların rüşvet aldıklarına dair inandırıcı
252
öyküler de var.)
Daha az bir düzeyde de olsa, aynı olgu -sırf popüler olmak için popüler olmagenelde kitap yayıncılığı, kadın modasında ve reklamcılıkta da var. Bir
reklamcının ürünü için söyleyebileceği en iyi şeylerden biri, ürünün kendi
türünde en çok satan olduğudur. Kitapların en-çok-satanlar listeleri her hafta
yayınlanır ve hiç kuşku yok ki, bir kitap bu Üstelerden birine girecek kadar satış
yapar yapmaz, yalnızca bu nedenden ötürü satışı daha da artar. Yayıncılar, bir
kitabın “uçtuğundan” söz ederler. Hatta bilimle biraz ilgisi olanlar “kritik uçuş
kütlesinden” dem vururlar. Burada atom bombasına benzetme yapılıyor. Uranyum-235, bir yerde çok fazlasını bulundurmadığınız sürece kararlıdır. Fakat bir
kritik kütlesi vardır; bu kritik kütle aşıldığında, korkunç sonuçlan olan zincirleme
bir tepkime ya da taşkın bir süreç başlar. Bir atom bombasında her ikisi de kritik
kütleden küçük, iki uranyum-235 kümesi vardır. Bomba ateşlendiğinde, bu iki
küme birbirine doğru itilir ve kritik kütle aşılmış olur. Bu da, ortalama
büyüklükteki bir kentin sonudur. Bir kitabın satışı “kritikleştiğinde”, rakamlar,
ağızdan ağza tavsiyeler vs. nedeniyle, satışın taşkm bir biçimde havalandığı
noktaya ulaşmış demektir. Satış hızı bir anda müthiş artar ve kaçınılmaz
sabitleşme ve bunu izleyen düşüş öncesinde geometrik bir büyüme bile
görülebilir.
Bunlann altında yatan olgulan anlamak zor değil. Temelde, hepsi düz
geribesleme örnekleri. Bir kitabın ya da bir pop müzik albümünün gerçek
nitelikleri satışını belirlemede önemsiz değildir; ancak, yine de düz
geribeslemelerin işlemekte olduğu yerde, hangi kitabın ya da albümün başarılı,
hangisinin başarısız olacağını belirleyen güçlü, keyfi bir öğe vardır. Herhangi bir
başarı öyküsünde kritik kütle ve uçuşa geçme önemli öğelerse, epey şans öğesi
de olmalıdır; ayrıca sistemi anlamış insanların istismarı ve sistemle oynamaları
için yeterince alan vardır. Örneğin, bir kitabın ya da albümün reklamı için “kritik
noktaya” dek önemli miktarlar harcamaya değer, çünkü ondan sonra reklam için
fazla para harcamanız gerekmez. Düz geribesleme devreye girer ve sizin için
reklam yapmaya başlar.
Buradaki düz geribeslemelerin Fisher/Lande kuramındaki eşeysel seçilimle
ortak noktalan var, ama farklılıkları da var. Uzun kuyruklu tavuskuşlarmı tercih
eden dişi tavuskuşları kayırdır çünkü diğer dişilerin de tercihi aynıdır. Erkeklerin
kendi
253
wî nitelikleri keyfi ve konuyla ilgisizdir. Bu açıdan bakıldığında, P belirli bir
albümü Top 20'de olduğu için isteyen pop müzik meraklısı, tıpkı dişi
tavuskuşu gibi davranmaktadır. Fakat bu iki Örnekte düz geribeslemenin
işleme mekanizmaları farklıdır. Ve sanırım, bu bizi bölüme başladığımız yere,
benzetmeler konusuna geri götürüyor.
254
IX- . Bölüm
Noktacılığı
Noktalamak
K
utsal Kitap’ta geçen büyük göç öyküsüne göre, Israilo- ğullannm
Sina çölünden geçerek vaat edilmiş topraklara göç etmesi 40 yıl
sürdü. Bu yaklaşık 320 kilometrelik bir mesafe. Öyleyse, ortalama
hızları günde yaklaşık 22 metreydi; saatte 1 metreye yakın; ya da gece
molalarını hesaba katarak, diyelim ki saatte 3 metre. Hesabı nasıl yaparsak
yapalım, elimizde komik bir hız (yavaşlık) var, salyangoz hızı deyiminden
daha da yavaş (Guinness Rekorlar Kitabına göre dünya rekorunu elinde
bulunduran salyangozun hızı inanılmaz: saatte 50 metre). Fakat elbette kimse
bu ortalama hızın sürekli aynı düzeyde
korunduğunu düşünmüyor.
Israiloğullarının dura kalka, belki bir yerde uzun süre kamp yaparak yol aldığı
çok açık. Büyük olasılıkla, çoğunun belirli bir yönde yol aldıkları hakkında
hiçbir fikri yoktu. Döndüler, dolaştılar, göçebe çöl çobanları gibi bir vahadan
diğerine gittiler. Tekrar ediyorum, kimse ortalama hızlarının sürekli aym
düzeyde korunduğunu düşünmüyor ashnda.
Şimdi, diyelim ki, sahneye iki belagat sahibi genç tarihçi çıkıverdi ve bize,
Kutsal Kitap ta anlatılan tarihin şimdiye dek “ker- teci” düşünce okulunun
etkisinde kaldığını söylediler. Söylediklerine göre, “kerteci” tarihçiler,
256
Israiloğullarınm günde 22 metre yol aldığına gerçekten inanırlarmış; her gün
tentelerini toplar, doğu-kuzeydoğu yönünde 22 metre sürünür, sonra da
kamplarını yeniden kurarlarmış. Genç tarihçilerin bize dediklerine göre,
“kerteciliğin” tek seçeneği yeni, dinamik “noktacı” tarih okuluymuş. Genç,
radikal noktacılara göre, İsrailoğulları zamanlarının çoğunu “duraklama”
halinde, hareketsiz ve kamp kurmuş olarak geçirmişler; sık sık bir yerde
yıllarca kalmışlar. Sonra da tekrar yola koyulmuşlar, hem de epey hızla; sonra
yine yıllarca kalacakları yeni bir kamp kurmuşlar. Vaat edilmiş topraklara
doğru ilerlemeleri kerte kerte ve sürekli olmak yerine, sarsıntılı bir yolculuk
olmuş: hızlı hareket edilen kısa dönemlerle noktalanan uzun duraklama
dönemleri. Dahası, bu hareket patlamaları her zaman vaat edilmiş topraklara
doğru olmamış, neredeyse gelişigüzel yönlere gitmişler. Büyük göç düzenine
yalnızca büyük ölçekte ve geriye doğru baktığımızda, vaat edilmiş topraklara
doğru bir yöneliş görüyoruz.
İşte noktacı Kutsal Kitap tarihçileri böyle bir belagatle medyada olay
oluyorlar. Çehreleri, çok satan haber dergilerinde kapakları süslüyor. Hiçbir
televizyon belgeseli önde gelen noktacılardan en azından biriyle söyleşmeden
tamamlanmış sayılmıyor. Kutsal Kitap çalışmaları konusunda başka bir şey
bilmeyen insanlar bir gerçeği hatırlamalı: Noktacılar sahneye çıkmadan önceki
karanlık günlerde, herkes yanılmıştı. Dikkat edin; noktacıların popülaritesinin
kendilerinin doğru, haklı olmasıyla hiçbir ilgisi yok. Bu popülarite, tümüyle
önceki otoritelerin “kerteci” ve yanlış oldukları iddiasına dayanıyor. Noktacılar
kendile-
257
!İ herkese devrimci diye sattıkları için dinleniyorlar; haklı oldukları için
değil.
Noktacı Kutsal Kitap tarihçileri öyküm elbette gerçek değil. Biyolojik evrim
öğrencileri arasındaki tartışmaya benzer bir tartışmayı konu alan mesel. Bazı
açılardan hakça olmayan bir mesel. Ama tümüyle haksız değil ve içinde bu
bölümün başında anlatılmasını haklı gösterecek kadar gerçek var. Evrimsel
biyologlar arasında çok iyi bilinen bir düşünce okulu var. Bu okulun
savunucuları kendilerine noktacı diyorlar ve saygıdeğer öncülleri için “kerteci”
terimini de kendileri ortaya attılar. Halkın evrim hakkında hemen hemen hiçbir
şey bilmeyen kesimi içerisinde müthiş bir propaganda yaptılar. Kendilerinden
çok ikincil haberciler tarafından, konumlan önceki evrimcilerinkinden,
özellikle Charles Darwin’in konumundan tümüyle farklı olarak sunuldu.
Buraya kadar Kutsal Kitap benzetmem hakça bir benzetme.
Benzetmenin dürüst olmadığı nokta şu: Kutsal Kitap tarihçileri öyküsündeki
“kertecilerin” "noktacılar” tarafından uydurulmuş, var olmayan hedef tahtası
oldukları çok açık; evrimsel "kerteciler” örneğindeyse, kertecilerin var
olmayan uyduruk hedef tahtası olduklan pek o kadar açık değil. Tanıtlanması
gerekiyor. Darvvin’in ve birçok başka evrimcinin söylediği şeylerin maksadını
noktacı olarak yorumlamak mümkün. Fakat bu durumda, noktacı sözcüğünün
çok farklı biçimlerde yorumlanabileceğini anlamak önem kazanıyor. Şimdi ben
"kerteci” sözcüğü için öyle bir yorum geliştireceğim ki, bu yoruma göre herkes
kerteci olacak. İsrailoğullarınm meselinin tersine, evrim örneğinde gerçek bir
anlaşmazlık var, fakat bu gerçek anlaşmazlık küçük ayrıntılarda ve medyanın
reklamını yapıp durduğu bütün bu insanların iddia ettiği kadar önemli değil.
Evrimciler içinde, “noktacılar" başlangıçta paleontologlar arasından geldi.
Paleontoloji fosilleri inceleyen bilimdir. Biyolojinin çok önemli bir dalıdır,
çünkü evrimsel atalar çok uzun zaman önce ölmüştür ve fosiller ırak geçmişin
hayvanları ve bitkilerine ilişkin elimizdeki yegâne dolaysız kanıtlardır.
Evrimsel atalarımızın neye benzediğini bilmek istiyorsak, temel umudumuz
fosillerden gelen bilgilerdir. İnsanlar fosillerin aslında ne olduklarını anlar
anlamaz -önceki düşünce okullarında fosillerin şeytanın yaratıkları ya da tufan
sırasında boğulmuş zavallı günahkârların kemikleri olduğuna inanılırdı- tüm
evrim kuramlarının fosil kayıtlarından beklediği bir şeyler olduğu açıkça belli
yaşandı. Fakat bu beklentilerin neler olduğu konusunda bazı tartışmalar
258
yaşandı. İşte, noktacıhk tartışmasının aslı, kısmen, burada yatmaktadır.
Elimizde fosiller olduğu için şanslıyız. Hayvan kemiklerinin, kabuklarının
ve diğer sert kısımlarının bozunmadan önce bir iz bırakmaları ve bu izin daha
sonraları sertleşmekte olan kayayı biçimlendirerek hayvanın kalıcı bir anısını
bırakan bir kalıp olarak işlev görmesi, jeolojinin bizlere sunduğu bir olgu;
bunun için şanslıyız. Hayvanların ne kadarının öldükten sonra fosilleştiğini
bilmiyoruz -bence fosilleşmek bir onurdur-ama gerçekten pek küçük bir
bölümün fosilleştiğini biliyoruz. Fosilleşen hayvan sayısı ne denli az olursa
olsun, fosil kayıtlarından belirli şeyler beklenebileceğini her evrimci kabul
eder. Örneğin, memelilerin evrimleşmesinden önceki kayıtlarda insan fosilleri
ortaya çıkması çok şaşırtıcı olurdu! 500 milyon yıllık kayaçlarda tek bir gerçek
memeli kafatası bulunsaydı, çağdaş evrim kuramımızın tümü yerle bir olurdu.
Yeri gelmişken, bu, yaratılışçı- larm ve onların takipçisi gazetecilerin, evrim
kuramının “yanlışlanamaz” bir totoloji olduğu yolundaki asılsız haberlerine
yeterli bir cevaptır. Bu ayrıca, yaratılışçıların, ekonomik çöküntü sırasında
Teksas’m dinozor yataklarında turistleri kandırmak için yontulan uydurma
insan ayak izleri üzerinde neden bu denli durduklarının da yeterli bir
açıklamasıdır.
Her neyse, gerçek fosillerimizi en yaşlıdan en gence doğru sıralarsak, evrim
kuramı, karman çorman bir kalabalık yerine bir tür düzen görmeyi bekler.
“Kertecilik” ve “noktacılık” da farklı düzenler görme beklentisi içindedir.
Böylesi beklentiler, elimiz Je ancak fosillerin tarihlerin saptanması için bir araç olması ya Ja en
azından, bu fosillerin oluşum sırasını bilmemiz halinde sınanabilir. Fosillerin
tarihlerini saptamada karşılaşılan sorunlar ve bu sorunların çözümleri kısa bir
arasöz gerektiriyor Bunun gibi birkaç arasöz daha olacak ve okuyucunun
hoşgörmesini diliyorum. Tüm bunlar, bu bölümün ana temasının açıklanması
için gerekli.
Fosilleri oluşum sıralarına göre düzenlemeyi çoktandır biliyoruz. Yakın
zamanların fosilleri, kayaç çökellerinde daha eski fosillerin altında değil,
üstünde bulunuyor. Zaman zaman volkanik patlamalarla bir kayaç kümesi ters
dönebiliyor; tabu ki, böyle bir durumda toprağın aşağısına doğru kazarken
fosillerin bulunuş sırası da tersine dönmüş oluyor. Fakat bu çok nadir ve
rastlandığında da böyle bir şey olduğu açıkça anlaşılıyor. Belirli bir bölgede,
259
dibe doğru kazarken eksiksiz bir fosil kaydı bulabilmek nadiren görülse de,
farklı bölgelerin çakışan bölümlerinden elde edilen parçaların bir araya
getirilmesiyle iyi bir kayıt ortaya çıkabilir (“aşağı doğru kazma” ifadesini
kullanmama karşın, aslında paleontologların katmanlar boyunca aşağı doğru
kazdıkları pek az görülür; daha çok çeşitli derinliklerde erozyon sonucu ortaya
çıkan fosiller bulurlar). Paleontologlar, fosilleri milyon yıl temelinde tarih
sıralamasına yerleştirmeyi öğrenmeden çok önceleri güvenilir bir jeolojik
çağlar dizisi çıkarmışlardı ve hangi çağın hangisinden önce geldiğini
ayrıntılarıyla biliyorlardı. Belirli bazı kabuk türleri kayaç yaşlan konusunda öyle iyi göstergelerdir ki, petrol arayıcıları tarafından arazide kullanılan ana
göstergeler olmuşlardır. Bununla birlikte, kendi başlarına yalnızca kayaç
katmanlannın göreli yaşını belirleyebilir, mutlak yaşım söyleyemezler.
Daha sonraları, fizikteki gelişmelerle kayaçların ve içindeki fosillerin kesin
tarihlerini (milyon yıl temelinde) saptayabilme- mize olanak sağlayan
yöntemler bulundu. Bu yöntemler belirli radyoaktif elementlerin bozunma
hızlarının büyük doğrulukla bilinmesini temel alıyor; sanki müthiş hassas,
minyatür kronometreler kayaçların içine gömülmüş gibi. Her kronometre, kayaç oluştuğu anda çalışmaya başlamış. Paleontologların yapması gereken tek
şey, kazmak ve göstergedeki zamanı okumak. Farklı çeşitlerdeki radyoaktif
bozunma bazlı kronometreler farklı hızlarda çalışıyor. Radyokarbonlu
kronometreler öylesine hızlı çalışıyor ki, birkaç bin sene sonra yayları
boşahyor ve gü- venilemez hale geliyor. Radyokarbon kronometreleri yüz ya
da birkaç bin yıl gibi sürelerle uğraşan arkeolojik/tarihsel zaman ölçeğinde
organik maddelerin tarihlerinin saptanması için çok yararh, fakat milyon
yıllarla uğraştığımız evrimsel zaman ölçeğinde işe yaramıyor.
Evrimsel zaman ölçeği için potasyum-argon kronometreleri gibi başka
çeşitler
uygun.
Potasyum-argon
kronometresi
öylesine
yavaş
ki,
arkeolojik/tarihsel zaman ölçeği için uygun değil. Bu, bir atletin 100 metre
koşusundaki derecesini ölçmek için sıradan bir saatin akrep kolunu kullanmaya
benzer. Öte yandan, evrim megamaratonunun zamanlaması için potasyumargon benzeri bir saat tam gereken şeydir. Her biri kendine özgü yavaşlama
hızına sahip diğer radyoaktif "kronometreler”, nıbid- yum-stronsiyum ve
uranyum-toıyum-kurşun kronometreleridir. Sonuç olarak, bu arasöz bize şunu
anlatıyor: Bir paleonto- log önüne gelen fosille ilgili olarak milyonlarca yıllık
260
bir mutlak zaman ölçeğinde hayvanın ne zaman yaşadığını söyleyebilir.
Hatırlayacaksınız, bu tarih saptama ve zamanlama tartışmasına çeşitli evrim
kuramlarının -"noktacı”, "kerteci”, vs.- fosil kayıtlarından ne bekleyebileceğini
merak ettiğimiz için girdik. Şimdi bu çeşitli beklentilerin neler olduğunu
tartışma zamanı geldi.
Önce, diyelim ki, doğa paleontologlara olağanüstü cömert davrandı (ya da,
yapılması gereken işleri düşünürseniz, belki de kötü davranmıştır) ve onlara
yaşamış olan her hayvanın bir fosilini verdi. Böylesine eksiksiz, kronolojik
sıraya göre düzenlenmiş bir fosil kaydına bakabilseydik, evrimciler olarak
neler görmeyi beklerdik? Eğer Israiloğullannın meselinde karikatürleştirilmiş
anlamda "kerteciler” olsaydık, şuna benzer bir şeyler gör- f
meyi bekleyecektik: Kronolojik fosil dizileri her zaman sabit değişim hızlan
olan, düzgün evrimsel eğilimler sergileyecektir. Başka bir deyişle, A, B ve C
diye üç fosilimiz varsa ve eğer A, B nin atası, B de C’nin atasıysa, B’nin
biçiminin A ve C arasında olmasını beklemeliyiz. Örneğin, A'nın 20
santimetre, C’nin de 40 santimetere uzunluğunda bacaklan varsa, B nin
bacaklan bu ikisinin arasında bir yerde olmalı; kesin rakam A’nın ve B’nin
varoluşları arasında geçen süreyle doğru orantılı olmalıdır.
Kertecilik karikatürünü, Israiloğullannın günde 22 metrelik ortalama hızını
hesaplarken yaptığımız gibi mantıksal sonucuna dek taşırsak, A’dan Cye gelen
evrimsel çizgide bacakların ortalama uzama hızım da hesaplayabiliriz. Diyelim
ki, A , C’den 20 milyon yıl önce yaşadı (biraz daha gerçekçi olabilmek için bir
örnek vereyim: At ailesinin bilinen en eski üyesi Hyracotheri- u.m, 50 milyon
yıl önce yaşadı ve bir teriyer büyüklüğündeydi); evrimsel büyüme hızı 20
milyon yılda 20 santimetre, yani yılda santimetrenin milyonda biri kadardır.
Kerteci karikatürünün, bacakların nesiller boyunca bu çok yavaş hızla kararlı
bir biçimde büyüdüğüne inanması gerekiyor. Diyelim ki, bu at benzerinin
oluşum süresini 4 yıl olarak aldık; her nesilde santimetrenin milyonda 4’ü
kadar büyüme olacaktır. Kertecinin, bütün bu milyonlarca nesil boyunca,
bacakları santimetrenin milyonda 4’ü kadar ortalamanın üzerinde olan
bireylerin, bacakları ortalama uzunlukta olan bireylere kıyasla üstün
olduklanna inanıyor olması gerekir. Buna inanmak, Israiloğullannın her gün
çölde 22 metre yol aldığına inanmaya benziyor.
Aynı şey bilmen en hızlı evrimsel değişimlerden biri olan insan kafatasının
261
büyümesi
için
de
geçerli
-beyin
hacmi
yaklaşık
500
cm3
olan
Australopithecus benzeri bir atadan ortalama beyin hacmi 1400 cm3 olan
çağdaş Homo sapiens’e. 900 cm3’lük bu büyüme, yani beyin hacminin
yaklaşık üç katma çıkması yalnızca üç milyon yıl içerisinde olmuş. Evrimsel
standartlara göre, bu yüksek bir değişim hızı; öyle görünüyor ki, beyin bir
balon gibi şişmiş ve gerçekten de bazı açılardan bakıldığında, Austra-
lopithecus’un daha düz, çizgileri aşağı doğru eğimli kafatasına kıyasla;
çağdaş insan kafatası ampul benzeri, küresel bir balona benzer. Ama üç milyon
yıl içerisindeki nesil sayısına bakarsak (diyelim ki her yüzyılda dört nesil),
ortalama evrim hızı her nesilde bir santimetreküpün yüzde biri kadardır.
Kerteci karikatürü nesilden nesile yavaş ve değiştirilemez bir değişim olduğuna
inanmak zorundadır: Her nesilde, oğullar babalarından biraz daha fazla
beyinliydi, 0,01 cm3 daha fazla beyinleri vardı. Bu fazladan 0,01 cm3’ün her
yeni nesile bir öncekine kıyasla önemli bir hayatta kalabilme üstünlüğü
sağladığının varsayıl- ması gerekir.
Fakat, bir santimetreküpün yüzde biri çağdaş insanlar arasında var olan
beyin büyüklükleri aralığıyla kıyaslandığında küçücük bir miktar. Örneğin, çok
sık anlatılan bir gerçek, yazar Anatole France’m -ki hiç aptal değildi ve Nobel
ödülü kazanmıştı- beyninin 1000 cm3’ten küçük olduğudur; diğer uçta 2000
cm3’lük beyinler de var: ne dereceye kadar gerçek olduğunu bilmiyorum ama
Oliver Cromwell sık sık örnek olarak verilir. Öyleyse, kerteci karkatürünün
önemli bir hayatta kalma üstünlüğü verdiğini varsaydığı nesil ortalaması 0,01
cm3’lük fazlalık, Anatole France ile Oliver Croımvellm beyinleri arasmdaki
farkın yalnızca on binde biri! Kerteci karikatürü gerçekte var olmadığı için
şanslıyız.
Pekâlâ; eğer bu tür var olmayan bir kerteci karikatürü, noktacı şövalyeler
için bir yel değirmeni ise, gerçekten var olan ve makul inançlara sahip başka
bir çeşit kerteci var mıdır? Sizlere yanıtın evet olduğunu ve bu ikinci
anlamdaki kerteciler arasında tüm mantıklı.evrimcilerin, hatta inandıkları
şeylere dikkatlice baktığınızda kendilerine noktacı diyenlerin de bulunduğunu
göstereceğim. Fakat, noktacıların neden kendi görüşlerinin devrimci ve
heyecan verici olduğunu düşündüklerini anlamamız gerekiyor. Bu sorunları
tartışmak için başlangıç noktamız fosil kayıtlarında görünürde “boşlukların”
olmasıdır ve şimdi bu boşluklara geliyoruz.
262
ru eğimli kafat; Darvin’den sonra evrimciler, ellerindeki tüm fosilleri krono- i, küresel bir b9 k
sıraya soktuklarında, bu dizinin zorlukla algılanabilir bir il sayısına balca zgün değişimler dizisi
oluşturmadığını anladı. Uzun dönem- a evrim hızı hej [eğişim eğilimlerini ayırt edebiliyoruz bacaklar gittikçe uzu- dır. Kerteci kaı r, kafatasları yuvarlaklaşıyor, vs.- fakat fosil kayıtlarında
bir değişim oldı zlenen eğilimler düz değil, çoğunlukla sıçramak ve ani. Dar- ar babalarından n
ve onu izleyenlerin çoğu bunun temelde fosil kayıtlarının zla beyinleri vajükemmel
olmamasından kaymaklandığını düşündü. Darvvin, ir öncekine kıy|er eksiksiz bir fosil kaydı
bulabilseydik, ani değil, düzgün bir ğladığının varsa£ğişim göreceğimizi düşünüyordu. Fakat
fosilleşme rastlantı- H bağlı bir süreç olduğundan ve fosillerin bulunması da epey ığdaş insanlar
^ns gerektirdiğinden, bu iş çoğu karelerin kaybolduğu bir si- rla kıyaslandığıma filmi seyretmeye
benziyor. Fosiller filmimizi perdeye yanlan bir gerçek, jttığımızda bir tür hareket görebiliyoruz,
fakat bu hareket e Nobel ödülü |harlie Chaplin filmlerindekinden daha ani ve sarsak; en eski
ığudur; diğer ufharlie Chaplin filminde bile karelerinin onda dokuzu kaybol- dar gerçek
olduzamıştır.
örnek olarak ve) Amerikalı paleontologlar Niles Eldredge ve Stephen Jay Go- ' hayatta kalma
i*ld, 1972’de noktalı dengeler kuramını ilk kez ortaya attıklarm- 0,01 cm3’lük fazŞa, çok farklı
bir öneri getirdiler. Fosil kayıtlarının aslında mü- syinleri arasındakemmellikten bizim
düşündüğümüz kadar uzak olmadığını ileri
ttürü
gerçekte
vfürdüler.
Belki de, “boşluklar”
mükemmel olmayan bir fosil kaydının kaçınılmaz ama sinir bozucu sonuçları değil de, ger- i
karikatürü, n ölçek te olanların doğru yansımasıydı. Belki de, dediler, evrim pekten var olan
^gerçekten belirli bir soy çizgisinde hiçbir evrimsel değişimin ol- var mıdır? Sizletnadığı uzun
“durgunluk” dönemleriyle noktalanmış ani patla- kerteciler arasıımalarla gelişti.
i şeylere dikkati Eldredge ve Gould un düşündüğü türden ani patlamalara gel- ‘ de
bulunduğuntmeden önce, “ani patlamalar" deyiminin kesinlikle düşünmedik- -ndi görüşleriniıleri
anlamlarına bakmalıyız. Şimdiye dek ciddi yanlış anlamala- lüklerini anlama ra kaynaklık eden
anlamları ortadan kaldırmamız gerekiyor. El- ışlangıç noktamıı dredge ve Gould bazı çok önemli
boşlukların fosil kayıtlarının asıdır ve şimdi bl mükemmel olmamasından kaynaklandığını
kesinlikle kabul ediyordu. Bunlar epey de büyük boşluklardı. Örneğin, günümüz-
den 600 milyon yıl önce oluşan kambriyen kayaç katmanları, ana omurgasız
gruplarının çoğunu bulduğumuz, en eski kayaç- lardır. Bu fosillerin çoğunu ilk
ortaya çıkışlarında ileri bir evrim düzeyinde buluyoruz; sanki hiç evrimsel
tarihleri yokmuş ve oraya bırakılmışlar gibi... Söylemeye hacet yok, bu ani
ortaya çıkış yaratılışçıları çok mutlu ediyor. Fakat her gruptan evrimciler
bunun fosil kayıtlarında çok büyük bir boşluğu temsil ettiğine inanıyor; bir
nedenle 600 milyon yıl öncesindeki devirlerden gelen çok az sayıda fosil
263
olmasından doğan bir boşluk var. İyi bir neden, bu hayvanların çoğunun
vücutlarında yalnızca yumuşak bölümler olmasıdır; fosilleşecek kabuklar,
kemikler yoktur. Eğer bir yaratılışçıysamz, bunun bir bahane olduğunu
düşünebilirsiniz. Benim burada vurgulamak istediğim, bu boyutta boşluklardan
söz ederken, “noktacılarla” “kerteci! er ”in yorumları arasında hiçbir farklılık
yok. Her iki grup da bilimsel olduklarını iddia eden yaratılışçıları dikkate
almaz büyük boşlukların gerçekten var olduğunu ve bunların fosil
kayıtlarındaki mükemmel olmayan noktalar olduğunu kabullenir. Her iki grup
da kambriyen devrinde bu denli çok sayıda, karmaşık hayvan çeşidinin aniden
ortaya çıkışının tek alternatif açıklamasının Tanrısal yaratılış olduğunu kabul
eder ve bu alternatifi reddeder.
Evrimin ani sıçramalar geçirdiğini söylemenin Eldredge ve Gould’un
kastetmediği bir başka muhtemel anlamı daha var. Muhtemeldir ki, fosil
kayıtlarındaki bazı boşluklar gerçekten de tek bir nesildeki ani değişimi
yansıtmaktadır. Muhtemeldir ki, aslında ara canlılar hiç var olmamıştır.
Muhtemeldir ki, tek bir nesilde büyük evrimsel değişimler olmuştur. Bir oğul
babasından o denli farklı doğmuştur ki, başka bir türün üyesi olmuştur ve bu
öylesine büyük bir mutasyondur ki, buna makromutas- yon dememiz gerekir.
Makromutasyonlara bağlı evrim kuramlarına “sıçrama” kuramları deniyor.
Noktalı dengeler kuramı sık sık gerçek sıçramayla karıştırıldığı için, burada
sıçramayı tartışmamız ve evrimde neden önemli bir öğe olamayacağını
göstermemiz gerekiyor.
Makrom utasyon 1 ar -etkileri geniş olan mutasyonlar- olduğu
su
götürmez.
Buradaki sorun, olup olmadıkları değil, evrimde rol oynayıp oynamadıklarıdır. Bir
başka deyişle, bir türün genetik havuzuna katılıp katılmadıkları, ya da tam tersine,
daima
doğal
seçilim
tarafından
elenip
denmedikleridir.
İyi
bilinen
bir
makromutasyon örneği, meyvesineklerindeki “antennapa- edia”dır. Normal bir
meyvesineğinde, antenlerin bacaklarla ortak noktaları vardır ve dölütte benzer
yollardan gelişirler. Fakat farkları da belirgindir ve çok farklı amaçlar için
kullanılırlar: bacaklar yürümek için; antenler duyum, koklama ve nesneleri
duyumsamak için. “Antennapaedik” sinekler, antenlerin tıpkı bacak gibi geliştiği
aykırılıklardır. Ya da başka türlü söylersek, antenleri olmayan ama antenlerin olması
gereken yerden çıkmış fazladan bir çift bacağı olan sineklerdir. Bu, DNA’nın kopyalanması sırasında oluşan bir hatadan kaynaklanan gerçek bir mutasyondur. Ve,
“antennapaedik" sinekler laboratuvarda beslendiklerinde döl bırakacak kadar
yaşayabiliyorlar. Dışarda uzun süre hayatta kalamıyorlar çünkü hareketleri hantal ve
can alıcı duyu organları sakat.
264
Öyleyse, makromutasyonlar gerçekten oluyor. Fakat evrim sürecinde bir rolleri
var mı? Sıçramacı denilen kişiler, makro- mutasyonlara evrimdeki büyük
sıçramaların tek bir nesilde oluşmasının bir yolu olarak bakıyorlar. III. Bölüm'de
tanıştığımız Richard Goldschmidt gerçek bir sıçramacıydı. Sıçramacı- lık doğru
olsaydı, fosil kayıtlarındaki görünür “boşlukların” hiç de boşluk sayılmaları
gerekmezdi. Örneğin, bir sıçramacı, yüz hatları eğimli Australopithecustan
yuvarlak kafalı Homo sapiens’e geçişin tek bir nesilde, tek bir makromutasyon adımıyla olduğuna inanabilir. Bu iki tür arasındaki biçim farkı büyük olasılıkla normal
bir sinekle “antennapaedik” bir sinek arasındaki farktan daha azdır; ve kuramsal
olarak, muhtemeldir ki, ilk Homo sapiens iki normal Australopithecus ebeveynin
aykırı -büyük olasılıkla sürgün edilmiş ve eziyet edilmiş- yavrusuydu.
Tüm bu sıçramalı evrim kuramlarım reddetmek için çok iyi nedenler var.
Bunlardan biri -biraz sıkıcı bir neden- tek bir mutasyon adımıyla yeni türler ortaya
çıkması halinde, bu yeni türün üyelerinin eş bulmakta epey zorlanacak olmaları. Ben
bu nedenin içeriğinin, Biyomorf Ülkesi’nde neden büyük atlamaların olamayacağı
tartışmamızda öngördüğüm diğer iki nedenden daha az açıklayıcı ve daha az ilginç
olduğunu düşünüyorum. Bu noktalardan birincisi, daha önceki bölümlerde başka
bağlamlarda tanıştığımız, büyük istatistikçi ve biyolog R. A. Fisher tarafından ortaya
atıldı.
Fisher,
sıçramacılığın
bugünkünden
daha
moda
olduğu
günlerde,
sıçramacılığın tüm biçimlerinin yılmaz bir karşıtıydı ve aşağıdaki benzetmeyi
kullanırdı. Düşünün, derdi, başka bakımlardan çok iyi ayarlanmış, tamamen olmasa
bile hemen hemen mükemmel odaklanmış bir mikroskop düşünün. Mikroskopun
durumunda gelişigüzel bir değişiklik (mu- tasyona karşılık gelen bir değişiklik)
yaptığımızda, odağı ve görüntünün genel kalitesini iyileştirme şansımız nedir? Şöyle
yanıtlıyor:
Yeterince açıktır ki, yapılacak büyük bir değişikliğin ayarı iyileştirme olasılığı
çok düşük olacaktır. Öte yandan, yapımcı ya da kullanıcının bilinçli olarak
yaptığı en küçük değişiklikten çok daha küçük değişimlerin iyileştirme olasılığı hemen hemen yüzde elli olacaktır.
Fisher’in “kolayca görülebilir” bulduğu noktanın sıradan bilim adamlarının
zihinsel güçleri üzerine saygıdeğer bir yük bindirdiğini daha önce söylemiştim. Aynı
şey, Fisher’in “yeterince açık" bulduğu konular için de geçerli. Neyse, üzerinde
durduğumuzda Fisher’in hemen her zaman doğru çıktığını görüyoruz ve bu kez
düşüncesini fazla zorlanmadan kendimize kanıtlayabileceğiz. Başlamadan önce
mikroskopun hemen hemen doğru odaklanmış olduğunu varsaydığımızı hatırlayın.
265
Diyelim ki, mercek mükemmel odaklama için gerekenden birazcık daha aşağıda,
lama gerekenden 2 milimetre daha yakın. Şimdi, eğer merceği gelişigüzel bir yönde
birazcık oynatırsak, örneğin 0,2 milimetre, odağın düzelme olasılığı nedir? Merceği
1 milimetre aşağı oynatırsak, odak kötüleşecek. Merceği 1 milimetre yukarı
oynatırsak, odak daha iyi olacak. Merceği gelişigüzel oynattığımız için, bunun aşağı
ya da yukarı olma olasılığı yüzde elli. Ayar hareketini başlangıçtaki hataya kıyasla
ne kadar küçük tutarsak, odağın düzelme şansı yüzde elliye o kadar yaklaşacaktır.
Bu, Fisher’in söylediğinin ikinci kısmının doğrulanmasını tamamlıyor.
Şimdi de mikroskop tüpünü büyük bir miktar -bir makromu- tasyona eşdeğer- ve
yine gelişigüzel oynattığımızı düşünelim; diyelim ki, 20 milimetre oynatıyoruz. Bu
durumda, hangi yöne hareket ettirirsek ettirelim, ister aşağı ister yu karı, odağı eskisinden daha kötü bir hale sokacağız. Aşağı oynatırsak, odak ideal konumundan 22
milimetre uzak olacak (ve büyük olasılıkla lamı parçalamış olacak). Yukarı
oynatırsak, ideal konumundan 18 milimetre uzak olacak. Hareket ettirmeden önce
ideal konumdan yalnızca 2 milimetre uzaktaydı; öyleyse, her iki türlü de
“makromutasyon ”vari büyük hareketimiz kötü bir şey oldu. Hesaplamamızı büyük
bir hareket (“makromutasyon") ve küçük bir hareket (“mikromutasyon”) için
tekrarladık. Aynı hesaplamayı bir dizi ara büyüklükteki hareket için yapabiliriz, ama
gereği yok. Artık sanıyorum, hareketimizi ne kadar küçük tutarsak, düzelme
olasılığının yüzde elli olduğu uca o kadar yaklaşacağımız; ne kadar büyük tutarsak
düzelme olasılığının sıfır olduğu uca o kadar yaklaşacağımız yeterince açık.
Okuyucu, bu yaklaşımın başlangıçtaki varsayımımıza, mik- roskopun biz
gelişigüzel ayarlamalar yapmadan önce tam odaklanmaya çok yakın olmasına
dayandığını fark etmiştir. Mikroskop başta ideal odaktan 2 santimetre uzaktaysa, 1
santimetrelik gelişigüzel bir değişimin bir düzeltme olma şansı yüzde ellidir; tıpkı
0,01
santimetrelik
gelişigüzel
bir değişimde olduğu gibi. Bu durumda,
“makromutasyonun” mikroskopu odağa daha çabuk oturtma üstünlüğü var gibi
görünüyor. Fisher”in yaklaşımının “megamutasyonlara”, diyelim ki gelişigüzel bir
yönde 6 santimetrelik harekete de uygulanabileceğine kuşku yok.
Öyleyse Fisher neden o başlangıçtaki varsayımı, mikroskopun işe başlarken
neden odağa çok yakın olduğu varsayımını yaptı? Bu varsayım, benzetmede
mikroskopun oynadığı rolden kaynaklanıyor. Gelişigüzel yapılan ayarlama
sonundaki mikroskop, mutasyon geçirmiş hayvanı temsil ediyor. Gelişigüzel yapılan
ayarlama öncesindeki mikroskop, mutasyon geçirmiş hayvanın normal, mutasyon
geçirmemiş ebeveynini temsil ediyor. Bir ebeveyn olduğu için de, üreyecek kadar
yaşamış ve iyi ayarlanmış olma durumuna hiç de o kadar uzak sayılmaz. Aynı şekilde, gehşigüzel hareket öncesinde mikroskop odaklanmış olmaya o kadar uzak
266
sayılmaz; tersi olsaydı, benzetmede karşılık geldiği hayvan hayatta kalmış olamazdı.
Bu yalnızca bir benzetme ve “o kadar uzak" deyiminin 1 santimetre mi, 0,1 santimetre mi, yoksa 0,01 santimetre mi olduğu konusunda tartışmanın bir anlamı yok.
Önemli olan konu, büyüklüğü gittikçe artan mutasyonları düşündüğümüzde,
mutasyon ne kadar büyükse, yararh olması olasılığının o kadar düşük olduğu bir
noktaya gelinecek olmasıdır. Öte yandan, gittikçe küçülen mutasyonları düşünürsek,
mutasyonun yararlı olma olasılığının yüzde elli olduğu bir noktaya gelinecektir.
Antennapaedia gibi makromutasyonların yararh olup olamayacağı (ya da en
azından zararlarından kaçınılıp kaçımlamaya- cağı) ve bundan dolayı da, evrimsel
değişime neden olup olamayacağı tartışması, ele aldığımız mütasyonun ne kadar
“makro" olduğu konusuna geliyor. Mutasyon ne kadar “makroysa”, zararlı etkisi o
kadar fazladır ve bir türün evrimine katkıda bulunma olasılığı o kadar azdır. Aslına
bakarsanız, genetik laboratuv- arlarında incelenen mutasyonlarm (ki bunlar oldukça
makro- dur; olmasalardı genetikçiler onları fark etmezlerdi) hemen hepsi zararlıdır
(tuhaftır, bunun Danvinciliğe karşı bir sav olduğunu düşünen insanlara rastladım),
öyleyse, Fisher'in mik■
roskop
benzetmesi, "sıçramalı” evrim kuramları hakkında şüp-
■ jjeCi olmamız için en azından bir neden sunuyor bize.
■
Gerçek sıçramacılığa inanmamamız için ikinci genel neden
■ ise istatistiksel ve bu nedenin gücü de düşündüğümüz makro■ mutasyonun ne kadar makro olduğuna bağlı. Burada evrimsel
■ değişimlerin karmaşıklığı söz konusu. İlgilendiğimiz evrimsel K değişimlerin
hepsi olmasa da çoğu, tasarımın karmaşıklığının i artışını içerir. Daha önceki
bölümlerde tartıştığımız uç örneği- I miz göz, bu noktayı açığa kavuşturacak.
Bizimkilere benzer I gözlere sahip hayvanlar, hiç gözü olmayan atalardan evrildi. |
Aşırı bir sıçramacı, evrimin tek bir adımda gerçekleştiğini düşü- f nebilir. Bir
ebeveynin gözü yoktu, gözlerin olabileceği yerde i yalnızca deri vardı. Aykırı bir
çocuğu oldu; bu çocuğun tümüyle gelişmiş eksiksiz bir gözü, bu gözün odaklama için
değişken mercekleri; merceği küçültmek için gözbebeği diyaframı; doğru, üçboyutlu,
renkli görme yeteneği vermek için beyne bağlanmış, hem de doğru bağlanmış
sinirleri; üç renkli fotoselleri ve bu fotosellerden milyonlarcasmı içeren bir retinası
vardı.
Biyomorf modelimizde bu tür çok-boyutlu iyileşmelerin olamayacağım
varsaymıştık. Bunun neden mantıklı bir varsayım olduğunu tekrarlayalım; hiçbir
şeyden bir göz yapmak için tek bir iyileşmeye değil, çok sayıda iyileşmeye gerek
vardır. Bu iyileşmelerin her biri kendi başına oldukça olasılık dışıdır, ama
olanaksız olacak kadar olasılık dışı değildir. Aynı anda olan iyileşmelerin sayısı
267
ne kadar çoksa, bunların aynı anda oluşmaları olasılığı da o kadar düşüktür.
Bunların rastlantı eseri aynı anda oluşması, Biyomorf Ülkesi’nde çok uzak bir
noktaya atlayarak, önceden belirlenmiş bir noktaya konmakla eşdeğerdir. Ele
aldığımız iyileşmelerin sayısı yeterince fazlaysa, bunların hep birlikte
gerçekleşme olasılığı, tüm amaçlar ve niyetler için, olanaksız denecek kadar
düşük olasılıklıdır. Bu yaklaşımı yeterince açık ortaya koymuştuk, fakat iki çeşit
varsayımsal
makromutasyon arasında
ayrım
yapmamız
yararlı
olabilir.
Karmaşıklık yaklaşımı bu makromutasyonlarm ikisini de safdışı eder gibi görü-
nüyor, fakat aslında yalnızca birini safdışı ediyor. Birazdan anlayacağınız nedenlerle
bu makromutasyonlara Boeing 747 mak- romutasyonları ve Uzamış DC8
makromutasyonları adını veriyorum.
Boeing 747 makromutasyonları, yukarıda verdiğimiz karmaşıklık yaklaşımıyla
gerçekten safdışı bırakılanlardır, isimlerini, gökbilimci Sir Fred Hoyle'un hatırlanası
yanlışından, doğal seçilim kuramını yanlış anlamasından alıyorlar. Hoyle, sözde olasılık dişilik çerçevesinde, doğal seçilimi bir hurda çöplüğünde esen fırtınanın şans
eseri bir Boeing 747 yapmasıyla kıyaslıyor. I. Bölüm'de gördüğümüz gibi, bu doğal
seçilim için tümüyle yanlış bir benzetme, fakat bazı makromutasyon türlerinin evrimsel değişime yol açması fikri için çok iyi bir benzetme. Aslında, Hoyle'un
bilmeden yaptığı temel yanlış, doğal seçilimin gerçekten de makromutasyonlara
bağlı olduğunu sanmasıydı. Tek bir makromutasyonun çıplak deri üzerinde yukarıda
özelliklerini saydığımız, tümüyle işlevsel bir göze yol açması düşüncesi, gerçekten
de fırtınanın bir Boeing 747 yapması kadar olasılık dışıdır. Böylesi varsayımsal
makromutasyonlara Boeing 747 makromutasyonu adını vermemin nedeni bu.
Uzamış DC8 makromutasyonları, etkilerinin boyutları geniş olmakla birlikte,
fazla karmaşık olmayan mutasyonlardır. Uzamış DC8 daha eski bir uçak olan DC8'in
değiştirilmesiyle yapılmış bir uçak; DC8'e benziyor fakat gövdesi uzatılmış. Bu en
azından bir açıdan, orijinal DC8’e göre daha fazla yolcu taşıyabilme açısından bir
iyileşme. Bu, uçağın boyunda yapılan büyük bir uzama ve bu anlamda da bir
makromutasyona benziyor. Daha da ilginci, bu uzama ilk bakışta çok karmaşık bir
şey gibi görünüyor. Dev bir uçağın gövdesini uzatmak için yalnızca ek bir kabin
eklemek yetmiyor. Sayısız kanalın, kablonun, hava tüpünün ve elektrik telinin
uzatılması gerekiyor. Daha fazla koltuk, kül tablası, okuma ışıklan, 21-kanal seçimli
müzik sistemleri ve temiz hava vanaları da koymanız gerekiyor. İlk bakışta, uzatılmış
bir DC8'de, sıradan bir DC8’e kıyasla, daha fazla karmaşıklık olduğu düşünülüyor,
ama bu gerçekten böyle jui? Yanıt, hayır; en azından uzatılmış uçaktaki "yeni”
şeylerin
sadece
' aynı şeylerden daha çok yapmak” olması anlamında hayır.
III.
Bölüm’deki biyomorflar sık sık uzamış DC8 türünden makromutasyonlar geçiriyor.
268
Bütün bunların gerçek hayvanlardaki mutasyonlarla ne ilgisi var? Yanıt şöyle:
Bazı gerçek mutasyonlar DC8'den uzamış DC8’e geçerken yapılanlara çok benzeyen
büyük değişimlere yol açıyor; ve bunların bazıları bir anlamda “makro” mutasyon
olmalarına karşın, evrim sürecine kesin katkıda bulunmuş. Örneğin, yılanların
hepsinde atalarından daha fazla omur vardır. Elimizde fosil olmasaydı bile bundan
emin olabilirdik, çünkü yılanların hayatta olan akrabalarından bile daha fazla
omurları var. Bunun da ötesinde, farklı yılan türlerinde farklı sayıda omur var ki, bu
da omur sayısının evrim sürecinde ortak atadan bu yana sık sık değiştiği anlamına
geliyor.
Bir hayvanda omur sayısını değiştirmek için bir kemik eklemekten daha fazla
şeyler yapmalısınız. Tıpkı daha fazla koltuk, kül tablası, okuma ışıkları, 21-kanal
seçimli müzik sistemleri ve taze hava vanalarında olduğu gibi, her omurla ilişkili bir
sinir kümesi, bir kan damarları kümesi, bir kas kümesi, vs. vardır. Tıpkı uçağın
gövdesinin orta bölümü gibi, bir yılanın vücudunun orta bölümü de, her biri tek tek
ne kadar karmaşık olursa olsun, çoğu birbirine tıpatıp benzeyen bölmelerden oluşur.
Dolayısıyla, yeni bölmeler eklemek için yapılması gereken basit bir kopyalama
işlemidir. Bir yılan bölmesi yapmak için gereken genetik alet edevat -yüksek
karmaşıklık düzeyine sahip, adım adım, kerte kerte gelişen bir evrim süreciyle
oluşması sayısız nesil almış genetik alet edevat- zaten var olduğuna göre, tek bir
mutasyon adımıyla bu eş bölmeler kolayca eklenebilir. Genleri “gelişmekte olan bir
dölüte talimatlar” olarak düşünürsek, ek bölme yapmak için gereken talimat yalnızca
"buraya aynısından daha fazla sayıda yap” olabilir. Sanırım, ilk uzamış DC8'i yapmak için gereken talimatlar da buna benzer bir şeydi.
Yılanların evriminde, omur sayılarının kesirlerle değil, tamsayılarla değiştiğinden
emin olabiliriz. Omur sayısı 26,3 olan bir yılan düşünebiliyor musunuz? Ya 26
omuru vardır, ya da 27; ve bir yavru yılanın ebeveynlerinden bir fazla omura, tam bir
omura sahip olduğu durumlar mutlaka olmuştur. Bu, yavru yılanın tam bir sinir
kümesi, bir kan damarları kümesi, bir kas kümesi, vs. sahibi olduğu anlamına
geliyor. Öyleyse, bir anlamda, bu yılan bir makromutasyon geçirmişti, ama zayıf
“uzamış DC8” anlamında. Ebeynlerinden 6-7 tane-daha fazla omuru olan yılanların
tek bir mutasyon adımıyla ortaya çıkabileceğine kolaylıkla inanılabilir. Sıçramalı
evrime karşı geliştirilen “karmaşıklık savı” uzamış DC8 makromutasyonlanna
uygulanamaz, çünkü oluşan değişimin yapışma ayrıntılı olarak bakarsak, gerçek anlamda makromutasyon olmadıklarını anlarız. Bunlar, yalnızca tamamlanmış ürüne,
yetişkin canlıya naifçe bakarsak makromutasyon olarak nitelenebilir. Dölütün
gelişim işlemlerine baktığımız zamansa, bunların aslında mikromutasyon olduğunu
görürüz -dölüte verilen talimatlardaki küçük bir değişimin yetişkinde büyük bir
269
görünür
etkiye
yol
açması
anlamında.
Aynı
şeyler
meyvesineklerindeki
antennapaedia ve “homeotik mutasyon” denen birçok başka mutasyon için de
geçerlidir.
Makromutasyonlar ve sıçramalı evrim konusundaki arasö- züm burada
tamamlanıyor. Bu arasöz gerekliydi çünkü noktalı dengeler kuramı sık sık sıçramalı
evrimle karıştırılıyor. Fakat bu bölümün asıl konusu noktalı dengeler kuramı ve bu
kuramın makromutasyon ve gerçek sıçramayla hiçbir bağlantısı yok.
Demek ki, Eldredge ve Gould’un ve diğer “noktacıların” sözünü ettiği
“boşlukların” gerçek sıçrama
ile
hiçbir
ilgisi
yok; bunlar
yaratılışçıları
heyecanlandıran “boşluklardan” çok çok daha küçük boşluklar. Bunun da ötesinde,
Eldredge ve Gould başlangıçta kuramlarım sıradan, “geleneksel” Darvvinciliğe antipatik bakan, radikal ve devrimci bir kuram olarak sunmadı - sonraları böyle
satılmaya başlandı-; onlarmki uzun zaman önce kabul edilmiş, doğru anlaşılmış,
geleneksel Darvvinciliği izleyen bir kuramdı. Bu doğru anlayışa varabilmek için,
korkarım» bir başka arasöze daha ihtiyacımız var; bu kez yeni türlerin nasıl ortaya
çıktığı sorusuna, “türleşme" dediğimiz sürece bakacağız.
Darvvin’in türlerin kökeni sorununa yanıtı, genel anlamda, türlerin başka
türlerden çıktığıydı. Bunun da ötesinde, yaşamm soyağacı dallanan bir ağaçtır; bu,
günümüz türlerinden birden fazlasının ortak bir atası olabileceği anlamına geliyor.
Örneğin, aslan ve kaplan günümüzde farklı türlerin üyeleri olsalar da tek bir ortak
türden ortaya çıktılar, hem de pek uzak olmayan bir geçmişte... Bu atasal tür
günümüzdeki iki türden birinin aynısı olabilir ya da üçüncü bir çağdaş tür olabilir,
belki de soyu artık tükenmiştir. Aynı şekilde, insan ve şempanzelerin artık farklı
türlerin üyesi olduğu çok açık, fakat birkaç milyon yıl önceki ataları tek bir türdü.
Türleşme, tek bir türün iki tür haline geldiği bir süreç ve bu iki türden biri baştaki tek
türle aynı olabiliyor.
Türleşmeye zor bir sorun olarak bakılmasının nedeni şu: Sonradan atasal olacak
tek bir türün bütün üyeleri birbirleriyle çiftleşebilirler; aslında birçok kişi de “tek tür”
deyiminin anlamının bu olduğunu düşünür. Dolayısıyla, ne zaman yeni bir çocuk
tür eskisinden kopma durumuna gelse, türiçi çiftleşme çocuk türün “işini bozacaktır”.
Aslanların sonradan atası olacaklarla kaplanların sonradan atası olacakların
birbirleriyle çiftleşmeyi sürdürdükleri ve bu yüzden de birbirlerine benzer kaldıkları
için bir türlü kopamadıklarını düşünebiliriz. Yeri gelmişken, benim “işini bozmak"
gibi ifadeleri kullanmamda fazla bir şeyler aramayın; sanki atasal aslanlar ve
kaplanlar bir anlamda birbirlerinden ayrılmak “istiyorlarmış” gibi... Sadece şu:
Gerçek o ki, türler evrim sürecinde birbirlerinden ayrılıp uzaklaştılar ve ilk bakışta,
türiçi çiftleşme bu farklılaşmanın nasıl olduğunu görmemizi zorlaştırıyor.
270
Bu soruna verilecek ilk doğru yanıtın, en belirgin yanıt olduğu hemen hemen
kesin. Atasal aslanlarla atasal kaplanlar dünyanın başka başka bölgelerinde,
birbirleriyle çiftleşemeyecek yerlerde olsalar, türiçi çiftleşme sorunu olmaz. Tabii ki,
farklılaşabilmek için farklı anakaralara gitmediler: Kendilerini atasal aslanlar ve
atasal kaplanlar olarak düşünmüyorlardı! Fakat tek bir atasal tür zaten farklı
anakaralara yayılır, bunu biliyoruz. Diyelim ki, Afrika ve Asya’ya yayıldılar;
Afrika’da olanlar As- ya’dakilerle çiftleşemedi çünkü karşılaşmıyorlardı. İki anakara
üzerinde yaşayan hayvanlarda, ister doğal seçilim etkisiyle ister rastlantımın etkisiyle
olsun, farklı yönlerde evrilme eğilimi varsa, türiçi çiftleşme farklılaşmalarına ve
sonunda iki ayrı tür haline gelmelerine engel teşkil etmez.
Kolayca anlaşılmak amacıyla iki ayrı anakaradan söz ettim, ama coğrafyasal
ayrımların türiçi çiftleşmeye engel olması ilkesi bir çölün, bir dağın, bir nehrin, hatta
bir karayolunun farklı tarafındaki hayvanlara da uygulanabilir. Aralarında engel olarak yalnızca uzaklık olan hayvanlara bile uygulanabilir. Ispanya’daki soreksler
Moğol istan ’dak ilerle çiftleşemez ve Ispanya ile Moğolistan’ı bağlayan kesintisiz
bir çiftleşebilen soreksler zinciri olsa bile Ispanya’dakiler Moğolistan sorekslerinden,
evrimsel açıdan, farklılaşabilirler. Her neyse, deniz ya da bir sıradağ gibi fiziksel bir
engel düşündüğümüzde coğrafyasal ayrımın türleşmenin kilit noktası olduğu fikri
daha da açıklık kazanıyor. Böylece, takımadalar da, büyük olasılıkla, yeni türler için
bitek fidanlıklar görevini üstleniyor.
Sonuç olarak, tipik bir türün atasal bir türden nasıl farkhla- şarak doğduğuna
ilişkin ortodoks yeni-Darwinci görüşümüz bu yönde. Geniş bir karasal alana
yayılmış, türiçi çiftleşen, oldukça birörnek, büyük bir atasal tür popülasyonuyla işe
başlıyoruz. Herhangi bir hayvan olabilirdi, ama gelin soreksleri düşünmeyi
sürdürelim. Kara parçası bir sıradağla ikiye bölünmüş. Soreksler buradan
geçmeyecekler çünkü konuksever olmayan bir bölge, ama arada sırada birkaç soreks
dağları aşıp öte tarafa geçiyor. Öte tarafta beslenebiliyor ve ana popülasyondan
tümüyle kopuk ama türün uzantısı bir popülasyon oluşturuyorlar. Bu iki popülasyon
kendi içlerinde çiftleşiyor ve genlerini dağların iki tarafında ayrı ayrı karıştırıyorlar
ama dağlar aşılmıyor. Zamanla, bir popülasyonun genetik bileşiminde olacak her
değişim, çiftleşme yoluyla o popülasyon içinde yayılıyor ama öte taraftaki
popülasyona geçemiyor. Bu değişimlerin bazıları dağların iki tarafında farklı
olabilecek doğal seçilim nedeniyle ortaya çıkabilir; hava koşullarının, avcıların ve
asalakların iki tarafta da tıpatıp aynı olmasını bekleyemeyiz. Bazı değişimlerse,
yalnızca rastlantı eseri olabilir. Genetik değişimlerin nedeni ne olursa olsun,
çiftleşme bu değişimlerin iki popülasyondan birinin içerisinde yayılmasını
sağlayacaktır; ama bir popülasyondan diğerine yayılma olmayacaktır. Sonunda, iki
271
popülasyon genetik olarak farklılaşır (ıraksar), yani birbirlerine gittikçe daha az benzerler.
Bir süre sonra, birbirlerine o kadar benzemez olurlar ki, do- ğabilimciler onların
farklı “ırklara” ait olduğunu düşünür. Biraz daha zaman geçtikten sonra, öylesine
farklılaşmışlardır ki, onları farklı türler olarak sınıflandırırız. Şimdi, diyelim ki, iklim
yumuşamaya başladı ve dağları aşmak kolaylaştı. Yeni türün bazı üyeleri anayurda
geri dönmeye başladılar. Uzun zaman önce kaybettikleri kuzenlerinin soyuyla
karşılaştıklarında, genetik yapılarının onlarla başarılı çiftleşme yapamayacak kadar
farklılaştığı ortaya çıkar. Eğer melezleşmeyi başarırlarsa, yavrular ya hastalıklı ya da
katırlar gibi kısır olacaktır. Doğal seçilim, her- hengi bir taraftaki bireylerin diğer
türle, hatta ırkla melezleşmesini cezalandıracaktır. Doğal seçilim, böylelikle,
sıradağların rastlantı eseri aşılması ile başlayan “üretken yalıtım” sürecini bitirir.
“Türleşme” tamamlanmıştır. Eskiden elimizde tek tür varken artık iki tür vardır ve bu
iki tür birbirleriyle çiftleşmeden aynı yerde var olabilirler.
Aslında, bu iki türün çok uzun süre yan yana yaşayamamala- rı gibi bir olasılık da
var. Bunun nedeni birbirleriyle çiftleşmeleri değil, rekabete girecek olmalarıdır. Aynı
tarz bir yaşamı sürdüren iki türün bir yerde uzun süre var olamayacağı, ekolojide
yaygın kabul gören bir ilke, çünkü bu iki tür birbirlerine rakip oluyorlar ve biri ya da
diğerinin soyu tükeniyor. Kuşkusuz, bizim iki soreks popülasyonunun yaşam tarzları
artık aynı olmayabilir. Örneğin, dağların öte tarafında evrilen farklı bir böcek türünü
avlamada uzmanlaşmış olabilir. Fakat iki tür arasında önemli bir rekabet varsa,
ekologlann çoğu, çakışan alandaki türlerden birinin soyunun tükeneceğini düşünür.
Eğer soyu tükenen başlangıçtaki, atasal türse, yeni, göçmen tür onun yerini almış
demektir.
Coğrafyasal bir ayrılmayla başlayan bir süreci içeren türleş- me kuramı, uzun
zamandır ortodoks yeni-Darwinciliğin köşe- taşlarından biri olmuştur ve bugün hâlâ
konuyla ilgili tarafların hepsi bunu yeni türlerin ortaya çıkmasında ana süreç olarak
kabul eder (bazıları başka süreçler de olduğunu düşünüyor). Türleşme kuramının
çağdaş Darwinciliğe katılması, büyük ölçüde, saygın zoolog Ernst Mayr'ın etkisiyle
olmuştur. Kuramlarını ilk kez öne sürdüklerinde "noktacıların” yaptığı, kendilerine
şu soruyu sormak oldu: Çoğu yeni-Darwinci gibi türleşme- nin coğrafyasal ayrımla
başladığı yolundaki ortodoks kuramı kabullendiğime göre, fosil kayıtlarında ne
görmeyi beklemeliyim?
Varsayımsal soreks popülasyonunu, sıradağların ötesinde farklılaşan yeni türü, bu
türün anayurduna dönmesini ve muhtemelen atasal türün soyunun tükenmesine
neden oluşunu anımsayın. Bu sorekslerin fosil bıraktıklarını; hatta fosil kayıtlarının
mükemmel olduğunu, kilit aşamalarda hiçbir boşluk olmadığını düşünelim. Bu
272
fosillerin bize ne göstermesini bekleriz? Atasal türden yavru türe düzgün bir geçiş
mi? Kesinlikle hayır, en azından kazımızı başlangıçtaki atasal sorekslerin yaşadığı
anayurt parçasında yapıyorsak. Anayurtta olup bitenlerin tarihini düşünün. Atasal
soreksler vardı, mutlu mutlu çiftleşip yaşıyorlardı, değişmek için de belirli bir
nedenleri yoktu. Dağların öte yanındaki kuzenleri evrimleşmekle meşguldü ama onların fosilleri dağın öte yanında kaldı ve onların fosillerini kazı- jjıjzı yaptığımız
anayurtta bulamayacağız. Sonra, ansızın (yani,
jeolojik
standartlarla ansızın), yeni tür
geri dönüyor ve, belki Je, ana türün yerini alıyor. Ansızın anayurdun katmanlarında
gezinirken bulduğumuz fosiller değişiyor. Önceleri fosiller atasal türe aitti. Şimdi,
birdenbire ve görünür bir geçiş olmaksızın yeni türün fosilleri çıkıyor karşımıza.
Eski türün fosilleri de kayboluyor.
“Boşluklar” mükemmel olmayan, sinirlendirici noktalar, utanç verici durumlar
olmaktan öte, ortodoks, yeni-Darwinci türleşme kuramımızı ciddiye aldığımız
takdirde tam da beklememiz gereken şey olarak çıkıyor karşımıza. Atasal türden
onun çocuğu olan türe geçişin ansızın ve sıçramalı görünmesinin nedeni, bir yerdeki
fosiller dizisine baktığımızda büyük olasılıkla evrimsel bir olaya bakmıyor
olmamızdır; bir göçe, başka bir coğrafyadan yeni bir türün gelişine bakmak tayız dır.
Mutlaka evrimsel olaylar olmuştur ve bir tür gerçekten de bir diğerinden muhtemelen kerte kerte- evrilmiştir. Fakat evrimsel geçişin fosillerde belgelendiğini
görebilmek için başka bir yerlerde, örneğimizde dağın öbür yanında, kazı
yapmalıyız.
Öyleyse, Eldredge ve Gould’un vurguladıkları konu, alçakgönüllü olursak,
Darvvin ve ardıllarına yardım eli uzatarak kötü bir durumdan kurtarma olarak
adlandırılabilir. Aslında, kısmen de böyle sunulmuştu -başlangıçta. Fosil kayıtlarında
görünen boşluklar Darwincileri hep kaygılandırmış ve mükemmel olmayan kanıtlara
bahaneler uydurmaya zorlamıştı. Darvvin bile şöyle yazmıştı:
Jeolojik kayıtlar mükemmel olmayan noktalarla doludur ve bu gerçek, tüm
soyu tükenmiş ve yaşamakta olan yaşam biçimlerini küçük adımlarla birbirine
bağlayan sonsuz sayıda çeşitlilik bulunmayışını büyük ölçüde açıklamaktadır.
Jeolojik kayıtların doğasına ilişkin bu görüşümü kabul etmeyenler, kuramımın
da tümünü reddetmekte haklı olurlar.
Eldredge ve Gould şunu ana iletileri yapabilirlerdi: Kaygılanma Darwin, fosil
kayıtları mükemmel olsaydı bile, tek bir yerde kazdığın sürece küçük adımlı, yavaş
bir ilerleme görmeyi beklememelisin, çünkü evrimsel değişimin çoğu başka bir yerde
olmuştur ! Daha da ileri gidip şunu da söyleyebilirlerdi:
273
Darwin, fosil kayıtlarının mükemmel olmadığını ifade ederken az bile
söyledin. Kayıtlar yalnızca mükemmel olmamakla kalmıyor; tam olaylar
ilginçleşmeye başladığında, tam evrimsel değişim meydana gelirken kayıtların
özellikle mükemmel olmaması için çok iyi nedenler var; kısmen evrim
genellikle bizim fosilleri bulduğumuzdan başka bir yerde oluştuğu için;
kısmen de evrimsel değişimin çoğunun gerçekleştiği küçük alanlardan birinde
kazı yapacak kadar şanslı olsak bile, bu evrimsel değişim -kerte kerte olmasına
karşın- çok kısa bir sürede gerçekleştiği ve evrim izlerini görebilmemize
olanak sağlayacak fosil kaydının son derece zengin olması gerektiği için!
Fakat, hayır, bunun yerine, özellikle de gazeteciler tarafından büyük bir hevesle
izlenen sonraki yazılarında, fikirlerini Darwin’e kökten karşı ve yeni-Darwincilere
de karşı olarak sundular. Bunu, kendi ani, sıçramalı, seyrek “noktacılıklarının
karşısında Darwinci evrim görüşünün “kerteciliğini” vurgulayarak yaptılar. Hatta
kendileriyle eski “felaketçilik” ve “sıçra- macılık” akımları arasında benzerlikler
gördüler; özellikle de Gould. Sıçramacılığı gördük. Felaketçilikse, on sekiz ve on dukuzuncu yüzyıllarda yaratılışçılığın bir biçimiyle fosil kayıtlarının rahatsızlık veren
bazı gerçeklerini uzlaştırmak amacıyla yapılan bir girişimdi. Felaketçiler fosil
kayıtlarındaki görünür ilerlemenin aslında bir dizi birbirinden ayrı yaratılışı
yansıttığına, bu yaratılışların her birinin bir felaketin neden olduğu kitlesel kıyımla
sonlandığma inanıyorlardı. Bu felaketlerin en sonuncusu Nuh’un tufanıydı.
Bir tarafta çağdaş noktacılıkla, diğer tarafta felaketçilik ya da sıçramacılıkla
kıyaslama, oldukça şiirsel bir güç oluşturdu. Bir paradoksa işaret etmeme izin verin;
Eldredge ve Gould derinden yüzeyseller. Sanatsal, edebi bir tavırla çok etkileyici
konuşuyorlar, ama ciddi bir evrim anlayışı yerleştirecek hiçbir şey yapmıyorlar ve
günümüz yaratılışçılarına, Amerikan eğitimi ve ders kitabı basımını altüst etme
amacıyla yaptıkları rahatsız edecek denli başarılı mücadelelerinde düzmece bir
yardım ve rahatlık sağlayabiliyorlar. Gerçek şu ki, Eldredge ve Gould, en ciddi
anlamda, Darvvin ya da onun izleyicileri kadar kerteciler. Yalnızca tüm bu yavaş
değişimi, sürekli bir değişim olarak düşünmeleri gerekirken, kısa patlamalar halinde
sıkıştırıyorlar; öbür taraftan da adım adım, yavaş gelişen değişimin çoğu fosilin çıkarıldığı bölgelerden uzaktaki coğrafyalarda gerçekleştiğini vurguluyorlar.
Sonuç olarak, noktacıların karşı oldukları aslında Darvvin'in kerteciliği değil;
kertecilik her neslin bir önceki nesilden pek az farklı olduğu anlamına geliyor; buna
karşı çıkmak için sıçrama- cı olmak gerek ve Eldredge’le Gould sıçramacı değiller.
Diğer noktacılarla birlikte karşı çıktıkları, Darvvin’in evrim hızının sabit olduğu
yolundaki sözde inancı. Buna karşı çıkıyorlar çünkü evrimin (hâlâ kerteci evrim; bu
274
reddedilemez) görece kısa etkinlik patlamaları (evrimsel değişime karşı olan sözde
normal direncin kırıldığı bir çeşit kriz atmosferi sağlayan türleşme olayları) sırasında
hızla oluştuğunu; ve aradaki uzun durgunluk dönemlerinde evrimin çok yavaşladığını
ya da durduğunu düşünüyorlar. Kuşkusuz, “görece” kısa dediğimizde, genelde
jeolojik zaman ölçeğine göre kısa demek istiyoruz. Noktacıların evrimci sıçramaları
bile, jeolojik standartlara göre anlık olsalar da, onbinlerce ve yüzbinlerce yılla
ölçülüyor.
Bu noktada, Amerikalı tanınmış evrimci G. Ledyard Steb- bins’in bir düşüncesi
aydınlatıcı olacak. Stebbins sıçramalı evrime özel ilgi duymamış, fakat jeolojik
zaman ölçeğinden bakarak evrimsel değişimin hızını dramatize etmek istiyor. Bir
fare
büyüklüğünde
bir
hayvan
türü
düşünüyor.
Doğal
seçilimin,
vücut
büyüklüğündeki bir artışın, ama çok çok küçük bir artışın lehine çalıştığım varsayıyor.
Belki de, dişiler için ortaya çıkan rekabette daha büyük erkekler küçük bir üstünlük
sağlıyordun Herhangi bir zamanda, ortalama büyüklükteki erkekler, ortalamadan
biraz daha büyük erkeklerden biraz daha az başarılı. Stebbins, bu varsayımsal
örneğinde daha büyük bireylerin matematiksel üstünlüğünü kesin bir rakamla ifade
ediyor. Bu üstünlük o kadar küçük ki, insan gözlemciler tarafından ölçülemi- yor. Bu
üstünlüğün getirdiği evrimsel değişim hızı da o kadar yavaş ki, sıradan insanın yaşam
süresi içerisinde fark edilmiyor. Evrimle uğraşan bilim adamlarına göre, bu
hayvanlar evrimleş- miyor. Ama aslında Stebbins’in matematiksel varsayımının belirlediği bir hızla, çok çok yavaş da olsa, evrimleşiyorlar. Bu yavaş hızla bile bir fil
büyüklüğüne erişeceklerdir. Bu ne kadar zaman alacak? İnsan standartlarına göre çok
uzun zaman alacağı açık, ama insan standartları konumuz dışında. Biz jeolojik
zamandan söz ediyoruz. Stebbins, varsaydığı yavaş evrim hızında hayvanların 40
gramlık bir ortalama ağırlıktan (fare büyüklüğünde) 6.000.000 gramı aşan bir
ortalama ağırlığa (fil büyüklüğünde) evrimleşmelerinin yaklaşık 12.000 nesil aldığını
hesaplıyor. Bir neslin 5 yıl sürdüğünü varsayarsak (bu süre farenin ömründen uzun
fakat filinkinden kısa) 12.000 nesil için 60.000 yıl geçmesi gerekir. 60.000 yıl fosil
kayıtlarını tarih sırasına dizmede kullandığımız olağan jeolojik yöntemler için çok
kısa. Stebbins’e göre, 100.000 yıl ya da daha az bir süre içerisinde yeni bir hayvan
türünün ortaya çıkması, paleontologlarca “ani” veya “anlık” bir değişim olarak
görülür.
Noktacılar evrimdeki sıçramalardan söz etmiyorlar, görece hızlı bir evrimin
olduğu dönemlerden söz ediyorlar. Bu dönemlerin bile jeolojik standartlarda anlık
olarak ortaya çıkması için insan standartlarında hızlı olması gerekmiyor. Noktalı
dengeler hakkında ne düşünürsek düşünelim, kerteciliği (Darvvin ve hatta çağdaş
noktacıların bir nesilden diğerine ani sıçramalar olma
275
dığı
yolundaki inançları) “sabit evrimsel hızcılık’la (noktacıların karşı çıktığı ve
gerçekte olmasa da sözde Darwin'in benimsediği inanç) karıştırmak çok kolay. Bu
ikisi kesinlikle aynı şey değil. Noktacıların inançlarının doğru nitelendirmesi şu
olmalıdır: Evrim kerte kerte gerçekleşir; fakat kerte kerte meydana gelen hızlı
değişimlerin oluşturduğu kısa dönemleri noktalayan uzun evrimsel “durgunluk"
dönemleri içerir. Bu durumda vurgu, önceleri ihmal ettiğimiz ve asıl açıklanması
gereken olgu olan uzun durgunluk dönemlerine kayıyor. Noktacıların evrime asıl
katkısı kerteciliği reddetme iddiaları değil, durgunluğu vurgulamaları; çünkü onlar
da herkes kadar kerteciler aslında.
Mayr’m türleşme kuramında bile durgunluğun, daha az abartılmış da olsa,
vurgulandığını görebiliriz. Mayr, coğrafyasal olarak ayrılmış iki ırktan büyük atasal
popülasyonun değişme olasılığının yeni doğan popülasyondan (bizim soreks
örneğinde dağın öte tarafındaki) daha az olduğuna inanıyor. Bunun tek nedeni yeni
popülasyonun, koşulların muhtemelen farklı olduğu ve doğal seçilim baskılarının
değişmiş olduğu yeni otlaklara göçmesi değil. Ayrıca, üreyen büyük popülasyonların
evrimsel değişime direnme yönünde içsel bir eğilimleri olduğunu düşünmek için bazı
kuramsal nedenler var (Mayr in üstünde durmasına rağmen bu nedenlerin önemi
tartışmaya açık). Büyük, ağır bir nesnenin eylemsizliği uygun bir benzetme olacak;
bu nesneyi sürüklemek zordur. Bu yaklaşım küçük, sınır ötesi popülas- yonlarm,
küçük oldukları için, değişme, evrimleşme olasılıklarının fazla olduğunu söylüyor.
Dolayısıyla, iki popülasyon ya da soreks ırkının birbirlerinden farklılaştığından söz
ediyorum ama Mayr atasal popülasyonun görece durgun kaldığını, yeni
popülasyonun da farklılaştığını düşünmeyi yeğlerdi. Evrim ağacı çatallanırken iki
eşit dal vermez; ana bir gövde vardır ve yeni dal da bu ana gövdeden çıkar.
Noktalı
denge
kuramının taraftarları Mayr'ın bu önerisini
aldılar
ve
“durgunluğun" ya da evrimsel değişim yokluğunun bir türün değişmez kuralı
olduğunu savunan güçlü bir inanç olarak
276
abarttılar. Büyük popülasyonlarda, evrimsel değişime etkin bir biçimde direnen
genetik güçler olduğuna inanıyorlar. Onlar için evrimsel değişim ender görülen ve
türleşmeyle çakışan bir olay. Türleşmeyle şu anlamda çakışıyor: Onların görüşüne
göre, yeni bir türün oluştuğu koşullar -küçük, yalıtılmış alt-popülasyonla- rın
coğrafyasal olarak ayrılması- normalde evrimsel değişime direnen güçlerin gevşediği
ya da alaşağı edildiği koşulların ta kendisidir. Türleşme bir ayaklanma, bir devrim
sürecidir. Ve işte bu ayaklanma döneminde evrimsel değişim yoğunlaşır. Bir soy çizgisinin tarihinin büyük bölümünde ise, durağan kalır.
Darvvin’in sabit, süreğen bir evrim hızına inandığı doğru değil. Benim
Israiloğulları meselimde komikleştirdiğim aşırı anlamda inanmadığı kesin. Önemli
ölçüde inandığını da sanmıyorum. Türlerin Kökeni’nin dördüncü basımından (ve
sonraki basımlardan) alınan aşağıdaki tanınmış bölüm, Gould’u sinirlendiriyor çünkü
burada söylenenlerin Darvvin’in genel düşüncesini yansıtmadığına inanıyor:
Birçok tür bir kez ortaya çıktıktan sonra asla daha fazla değişmiyor... ve,
türlerin değişim geçirdiği dönemler, yıllarla ölçülecek kadar uzun olmalarına
karşın, büyük olasılıkla, aynı biçimi korudukları dönemlere kıyasla kısa olmuştur.
Gould şunları söyleyerek yukarıdaki tümceyi ve ona benzeyen diğerlerini
silkeleyip atmak istiyor:
Alıntılar seçerek ve dipnotlar arayarak tarih yapamazsınız. Doğru ölçütler,
genel eğilim ve tarihsel etkidir. Çağdaşlan ya da ardılları Darvvin’e bir
sıçramacı gözüyle baktılar mı hiç?
Kuşkusuz, Gould genel eğilim ve tarihsel açı konusunda haklı, fakat ondan
aldığım bu ikinci tümce çok açık bir gaf. Elbette
277
arwin’i
kimse bir sıçramacı olarak görmedi ve elbette Darvvin
çrâmacıhğa
hep
karşıydı, fakat önemli olan, noktalı evrimi tar- " şırken sorunumuzun sıçramacılık
olmaması. Daha önce de vurguladığım gibi, noktalı denge kuramı, Eldredge ve
Gould’un da dediği gibi sıçramacı bir kuram değil. One sürdüğü sıçrama- 1ar gerçek,
tek nesil içeren sıçramalar değil. Bu sıçramalar, Gould un kendi tahminine göre,
belki de onbinlerce yıl sürmüş çok sayıda nesile yayılmış. Noktalı denge kuramı
kerteci bir kuram ama görece kısa dönemli kerteci evrim patlamaları arasında uzun
durgunluk dönemleri olduğunu vurguluyor. Gould, noktacılıkla gerçek sıçramacılık
arasında tümüyle şiirsel, edebi bir benzerliği belagatle vurgularken güzel sözleri onu
yanılgıya götürüyor.
Bu noktada, evrim hızı hakkında bir dizi olası görüş açısını özetleyerek konuya
açıklık getirebileceğimi düşünüyorum. Bir tarafta yeterince tartışmış olduğum gerçek
sıçramacılık var. Günümüz biyologları arasında gerçek sıçramacılar yok. Sıçra- macı
olmayan herkes, kertecidir ve buna Eldredge ve Gould da dahildir -kendi kendilerini
nasıl tanımlarsa tanımlasınlar. Ker- tecilik içerisinde, evrim hızı (kerte kerte)
konusunda çeşitli görüşler var. Gördüğümüz gibi, bu görüşlerin bazıları gerçek,
kerteci-karşıtı sıçramacıkla tümüyle yüzeysel (“edebi” ya da “şiirsel”) bir benzerlik
taşıyor; bu nedenle de gerçek sıçramacılık- la karıştırılıyor.
Diğer bir uçta da, bu bölümün açılışını yaptığım büyük göç meselinde
karikatürleştirdiğim türden “sabit hızcılık” var. Aşırı bir sabit hızcı, bir dallanma ya
da türleşme olup olmadığına bakmaksızm, evrimin her daim kaçınılmaz ve kararlı bir
biçimde yürüdüğüne, evrimsel değişim miktarının geçen süreyle doğru orantılı
olduğuna inanır. Son zamanlarda, günümüz molekü- ler genetikçileri arasında bir
çeşit sabit hızcıhğın oldukça popülerleşmesi de bir başka ironi. Evrimsel değişimin
protein molekülleri düzeyinde tıpkı varsayımsal Israiloğulları gibi, gerçekten sabit
bir hızla ilerlediği ve kollar, bacaklar gibi dıştan görünür özellikler büyük oranda
noktalı evriliyor olsa bile bunun doğru olduğu iyi bir savunmanın temeli olurdu. V.
Bölüm de bu konu üzerinde durmuştuk, bir sonraki bölümde yine sözünü edeceğiz.
Fakat büyük ölçekli yapıların ve davranış biçimlerinin evrimi söz konusu olduğunda,
hemen hemen tüm evrimciler sabit hızcılığı reddedeceklerdir; Darwin de reddederdi.
Sabit hızcı olmayan herkes ise, değişken hızcıdır.
Değişken hızcılık içinde iki çeşit inanç ayırt edebiliyoruz: "kesikli değişken
hızcılık” ve "süreğen değişken hızcılık”. Aşırı bir "kesikçi” yalnızca evrim hızının
değiştiğine inanmakla kalmaz, aynı zamanda hızın tıpkı bir otomobilin vites kutusu
gibi, ansızın bir düzeyden bir başka düzeye atladığına inanır. Örneğin, evrimin
yalnızca iki hızı olduğuna inanabilir: çok hızlı ve durmuş. (Bu noktada, yedi
yaşındayken yatılı okuldaki gözetmenimin giysileri katlama, soğuk duş alma ve
yatılı okul yaşamının diğer günlük işlerindeki performansıma ilişkin hakkımda
yazdığı rapordaki alaycılığı hatırlamaktan kendimi alamıyorum: "Dawkins’in
yalnızca üç hızı var: yavaş, çok yavaş ve durma.”) “Durmuş” hız, noktacıların büyük
popülasyonları karakterize ederken kullandıkları "durgunluk”. Son vitesteki evrim,
büyük, evrimsel açıdan durağan popülasyonların çevresindeki küçük, yalıtılmış
popülasyonlarda türleşme sırasında oluşan hız. Bu görüşe göre, evrim hep iki
vitesten birindedir; asla arada bir yerde olmaz. Eldredge ve Gould kesikçiliğe
yatkınlar ve bu açıdan gerçekten de radikaller. Onlara "kesikli değişken hızcılar”
diyebiliriz. Yeri gelmişken, bir kesikli değişken hızcmm türleşmeyi son vites evrim
süreci olarak vurgulamak zorunda olmasının özel bir nedeni yok. Bununla birlikte,
uygulamada çoğu bunu yapıyor.
Ote yandan, "süreğen değişken hızcılar” evrim hızının çok hızlı, çok yavaş ve
durma arasında -tüm ara hızlar dahil- sürekli değiştiğine inanıyor. Belirli hızları
diğerlerinden daha fazla vurgulamak için özel bir neden görmüyorlar. Özellikle,
süreğen değişken hizalara göre durgunluk yalnızca, yavaş-ötesi evrim içeren aşırı bir
durum. Bir noktacı içinse, durgunluk çok özel bir şeydir. Noktacı için durgunluk,
yalnızca hızı sıfır olacak kadar yavaş olan evrim değildir; durgunluk yalnızca
değişimin lehine çalışan hiçbir itici güç olmaması nedeniyle oluşan, edilgen bir
evrim yokluğu değildir. Durgunluk, aynı zamanda, evrimsel değişime karşı olumlu
bir direnci temsil eder; türler, evrim lehine çalışan itici güçlere rağmen,
evrimleşmemek için etkin önlemler almaktaymış gibi düşünülür neredeyse.
Durgunluğun gerçek bir olgu olduğuna inanan biyologların sayısı, durgunluğun
nedenleri hakkında fikir birliğine varabilenlerin sayısından daha fazla. Aşırı bir örnek
olarak bir koelakant olan Latimeriayı alalım. Koelakantlar 250 milyon yıl öncesinde
yaşamış, büyük bir “balık” grubuydu (aslmda, balık olarak nitelendirmemize karşın,
bizimle olan akrabalıkları alabalıklara olan akrabalıklarından daha fazladır) ve öyle
görünüyor ki, dinozorlarla yaklaşık aynı zamanlarda tükendiler. “Öyle görünüyor ki”
dedim çünkü 1938’cle, Güney Afrika kıyısı açıklarında avlanan bir açık deniz balıkçı
teknesinin ağlarına, zooloji dünyasını hayretlere düşüren, yaklaşık 1,5 metre
uzunluğunda, sıra dışı ba- cak-benzeri yüzgeçleri olan, tuhaf bir balık yakalandı.
Rakamlarla ölçülemeyecek kadar değerli olduğu anlaşılana dek hemen hemen
tümüyle parçalandı, ama şansımız varmış ki, bozulmakta olan kalıntıları yetkin bir
Güney Afrikalı zoologların tam da zamanında, dikkatini çekti. Gözlerine inanamayan
bilim adamı balığı yaşayan bir koelakant olarak tanımladı ve Latimeria adını verdi.
O günden bugüne, aynı bölgede birkaç tane örnek yakalandı ve bu tür incelenerek
tanımlandı. Bu bir “yaşayan fosil”; yüz milyonlarca yıl önceki fosil atalarının
yaşadığı zamandan beri çok az değişmiş bir yaşayan balık anlamında...
279
Öyleyse, durgunluk var. Şimdi ne yapacağız? Bunu nasıl açıklayacağız?
Bazılarımız, Latimeriayı dek inen soy çizgisinin aynı kaldığını, çünkü doğal
seçilimin bu çizgiyi hareket ettirmediğini söyleyeceklerdir. Bir anlamda, Latimeria
nm evrimleşmeye “gereksinimi” yoktu, çünkü bu hayvanlar koşulların fazla
değişmediği bir yerde, denizin diplerinde başarılı bir yaşam sürdürüyorlardı. Belki
de, hiç silahlanma yarışına girmediler. Karaya çıkan kuzenleriyse evrimleşti, çünkü
doğal seçilim, içlerinde silahlanma yarışlarının da olduğu çeşitli düşmanca koşullarla
onları zorladı. Kendilerine noktacı adını verenler de dahil bazı biyologlar, günümüz
Latimeria’sına. götüren soy çizgisinin var olabilecek doğal seçilim baskılarına
rağmen, değişime etkin bir biçimde direndiğini söyleyebilirler. Kim haklı? Lati-
meria örneğimizde kimin haklı olduğunu bilmek zor, fakat bu sorunun yanıtını
aramak amacıyla tutabileceğimiz bir yol, ilke olarak, var.
Daha adil olabilmek için Latimeria’yı düşünmeyi bırakalım. Çok vurucu bir
örnek ama aynı zamanda çok da aşırı ve noktacıların güvenecekleri bir örnek değil.
Onların inancı daha az aşırı, kısa dönemli durgunluk örneklerinin çokça görüldüğü
ve kural oluşturdukları, çünkü değişimi zorlayan doğal seçilim güçleri olsa bile,
değişime etkin olarak direnen mekanizmalara sahip oldukları yönünde. Şimdi bu
varsayımı en azından ilke olarak, denemek üzere yapabileceğimiz çok basit bir deney
anlatacağım. Yaban popülasyonları alıp, kendi seçilim güçlerimizi bunların üzerinde
uygulayabiliriz. Türlerin etkin olarak değişime direndikleri varsayımına göre, belirli
bir nitelik hedefleyerek hayvanları yetiştirirsek, tür, deyim yerindeyse, ayaklarını
sıkıca yere basacak ve hareket etmeyi reddedecektir, en azından bir süre. Örneğin,
inekleri alır ve daha fazla süt vermeleri için seçerek çoğaltırsak, başarısız olmamız
gerekir. Türün genetik mekanizmaları kendi evrim-karşıtı mekanizmalarını harekete
geçirir ve değişim baskısıyla savaşır. Tavukları daha fazla yumurta vermek üzere
evrimleştirmek istersek, başarısız olmamız gerekir. Boğa güreşçileri o rezil "sporları”
adına seçimli yetiştirme yaparak boğalarının cesaretini artırmak isterlerse, başarısız
olmaları gerekir. Bu başarısızlıklar kuşkusuz geçici olacaktır. Sonunda, basınç
altında yıkılan bir baraj misali, evrim-karşıtı olduğu iddia edilen güçler yenilecektir
ve soy çizgisi hızla yeni bir dengeye kayacaktır. Fakat yeni bir seçimli yetiştirme
programı başlattığımızda en azından bir miktar dirençle karşılaşmamız gerekir.
Tabii ki, gerçekte, yakaladığımız hayvan ve bitkileri seçerek yetiştirme yoluyla
evrimi şekillendirmeye çalıştığımızda başarısız olmuyoruz ya da başlangıçta bir
zorluk dönemi geçirmiyoruz. Hayvan ve bitki türleri genellikle seçimli yetiştirmeye
hemen boyun eğerler ve hayvan yetiştiricileri hiçbir içsel, evrim- karşıtı olduğu iddia
edilen güç saptayamamıştır. Eğer bir zorluk çıkacaksa, bu zorluk başarılı bir seçimli
yetiştirme programı birkaç nesil uygulandıktan sonra ortaya çıkacaktır. Bunun ne-
280
deni birkaç nesil süren seçimli yetiştirme sonrasında, var olan genetik çeşitlilik
tükenmesidir; bu yüzden yeni mutasyonlar beklememiz gerekir. Mutasyon
geçirmedikleri için koelakantla- rın evrimlerinin durduğu akla yakın -belki de
denizin dibinde kozmik ışınlardan kurtuluyorlardı! - fakat benim bildiğim kadarıyla
hiç kimse bunu ciddi olarak öne sürmedi. Her ne olursa olsun, noktacıların türlerin
kendi içlerinde evrimsel değişime karşı bir direnç olduğunu söylerken kastettikleri bu
değil.
Kastetikleri, VII. Bölüm'de “işbirliği yapan genler” konusunda anlatmak
istediğime daha çok benziyor: gen gruplarının birbirlerine çok iyi uyum sağladıkları
ve böylelikle klübün üyesi olmayan yeni genlerin işgaline direndikleri fikri. Bu
oldukça karmaşık bir fikir ve mantıklı olabilir. Aslında bu fikir, Mayr'ın daha önce
sözünü ettiğimiz eylemsizlik düşüncesinin kuramsal desteklerinden biriydi. Her
neyse,
seçimli
yetiştirmeyi
denediğimizde
hiçbir
başlangıç
direnci
ile
karşılaşmamamız gerçeği, başka bir şeyi akla getiriyor: Eğer soy çizgileri yabanıl
doğada birçok nesil boyunca değişmeden kalabiliyorsa, bunun nedeni değişime
direnmeleri
değil,
değişim
yönünde
doğal
seçilim
baskısı
olmamasıdır.
Değişmiyorlar çünkü aynı kalan bireyler, değişen bireylere kıyasla daha kolay
hayatta kalabihyor.
Öyleyse, noktacılar da Darvvin ya da bir başka Darvvinci kadar kerteciler;
yaptıkları yalnızca kerteci evrim patlamaları arasına uzun durgunluk dönemleri
eklemeleri. Dediğim gibi, noktacıların diğer Darvvinci akımlardan gerçekten farklı
oldukları tek nokta, durgunluğu olumlu bir şey olarak, evrimsel değişim yokluğu
yerine evrimsel değişime karşı etkin direnç olarak vurgulamalarıdır. Ve bu açıdan da
büyük olasılıkla hatalılar. Şimdi geriye noktacıların neden kendilerini Danvin’den ve
yeni-Darvincilikten bu denli uzak gördüklerinin gizemini açıklamak kaldı.
Yanıt "kerte kerte” sözcüğünün iki anlamının birbirine karıştırılmasında yatıyor;
burada silmek için çok uğraştığım ama birçok insanın kafasının gerisinde bir yerlerde
hâlâ yaşayan, noktacılıkla sıçramacılık arasındaki karmaşa da buna katkıda bulunuyor. Darwin tutkulu bir sıçramacı karşıtıydı ve bu karşıtlık, öne sürdüğü evrimsel
değişimlerin son derece kerte kerte geliştiğini tekrar tekrar vurgulamasına yol açtı.
Bunun nedeni, sıç- ramacılığın Darwin için Boeing 747 makromutasyonu anlamına
gelmesiydi: yepyeni, karmaşık organların genetik değneğin tek bir hareketiyle, Pallas
Athena nin Zeus un kafasından yaratılması gibi bir anda varlık bulması; ya da
tümüyle biçimlenmiş, karmaşık, işlev görebilen gözlerin tek bir nesilde yalnızca derinin olduğu bir yerde ortaya çıkması... Darwin, sıçramacılığı böyle anlıyordu, çünkü
onun en etkili karşıtlarından bazıları sıçramacılığı böyle anlamıştı ve sıçramacılığm
evrimde temel bir unsur olduğunu düşünüyorlardı.
281
Örneğin, Argyll Dükü evrimin kanıtlarını kabul ediyor fakat tanrısal yaratılışı da
arka kapıdan gizlice içeri sokmak istiyordu. Bu işte yalnız da değildi. Cennet
Bahçesi’nde bir kere, tek bir kez ve bir daha tekrarlanmamak üzere yaratılmak
yerine, birçok tutucu Viktoıyen, evrimin kritik noktalarında Tanrı’nm defalarca işe
karıştığını düşünüyordu. Karmaşık organların, örneğin gözün, Darwin’in öne
sürdüğü gibi yalın organlardan yavaş basamaklarla evrilmek yerine, bir anda varlık
buldukları düşünülüyordu. Bu insanlar anlık bir "evrimin” doğaüstü bir müdahale -ki
kendi inançları buydu- anlamına geleceğini biliyorlardı; fırtına ve Boeing 747’lere
ilişkin verdiğim istatistiksel nedenler- j}en dolayı. Aslına bakarsanız, 747
sıçramacılığı da sulandırılmış bir yaratılışçılık biçimi. Başka bir deyişle, Tanrısal
yaratılış sıç- j-arnacılığın son noktasıdır; cansız kilden tümüyle biçimlenmiş insana en
büytik atlayıştır. Darvvin de bunu anlamıştı. Gününün önde gelen jeologlarından Sir
Charles Lyell’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
Doğal seçilim kuramına böylesi eklemeler yapmak gerektiğini düşünseydim,
kuramımı çöpe atardım... Doğal seçilim kuramı herhangi bir aşamada
mucizevi eklemeler ge- rektirseydi, gözümde değeri sıfıra inerdi.
Bu küçümsenecek bir konu değil. Darwin’e göre, doğal seçilim yoluyla evrim
kuramının tüm önemi, karmaşık uyumların varlığına mucizevi olmayan bir
açıklama getirmesiydi. Kitabımın temel noktası da bu. Darvvin’e göre, engellerden
atlamak için Tanrı’nın yardımına gerek duyan bir evrim, evrim sayılmazdı. Böyle bir
yardım eli, evrimin temel noktasını anlamsız kılıyordu. Bunun ışığında, Darvvin’in
neden durmaksızın evrimin kerteci özelliğini irdelediğini anlamak kolay. IV.
Bölüm’de alıntıladığım cümleyi neden yazdığını anlamak da kolay:
Eğer birbirini izleyen, sayısız, küçük değişimlerle oluşması olanaksız herhangi
bir karmaşık organın var olduğu gös- terilebilseydi, benim kuramım çökerdi.
Kerteciliğin Darvvin için önemine başka bir açıdan da bakabiliriz. Günümüzde de
birçok kişinin zorluk çektiği gibi, Darvvin’in çağdaşları insan bedeninin ve başka
karmaşık varlıkların evrimsel yoldan varlık bulduğuna inanmakta zorluk çekiyordu.
Tek hücreli amibi uzak atamız olarak düşünen -yakın zamanlara kadar böyle
düşünmek modaydı- birçok kişi için, zihinlerinde amiple insan arasındaki boşluğu
kapatmak son derece zordu. Böylesine yalm bir başlangıçtan böylesine karmaşık bir
şeyin
282
evrilmesi mantıksızdı- Darwin, bu inanmazlığı yenmenin bir yc lu olarak gördüğü
için küçük adımlardan oluşan kerteci bir d: zi fikrine başvurdu. Yaklaşım şöyleydi:
Bir amibin bir insan dönüşmesini düşünmek zor olabilir, fakat bir amibin biraz dah
farklı bir amibe dönüşmesini düşünmek zor değil. Sonra da bi raz daha farklı bir
şeye, sonra da biraz daha farklı bir şeye... v böylece sürer. III. Bölüm’de gördüğümüz
gibi, ancak ve anca] yol boyunca çok çok sayıda basamak olduğunu ve her basama
ğm çok çok ufak olduğunu vurguladığımız takdirde bu yakla şım kuşkularımızın
üstesinden gelebilir. Darvvin bu kuşku kay nağıyla sürekli savaşıyordu ve sürekli
aynı silahı kullanıyordu sayısız nesili kapsayan, neredeyse fark edilmeyecek, kerte
kerte gelişen değişimi vurgulamak.
Yeri gelmişken, J. B. S. Haldane’nin aynı kuşku kaynağıyla mücadelede
kullandığı düşünce tarzını alıntılamaya değer. Hal- dane şuna işaret ediyordu:
Amipten insana geçişe benzer bir şey, her annenin rahminde yalnızca dokuz ayda
olup bitiyor. Gelişim, evrimden çok farklı bir süreç elbette, fakat tek bir hücreden
insana geçişin mümkün olup olmadığı konusunda kuşku duyanların, kuşkularını
yatıştırmak için kendilerini dölüt olarak düşünmeleri yetecektir. Umarım bana ukala
demezsiniz ama, saygıdeğer atamız olarak amibi seçmemin nedeni yalnızca bir
geleneği izlemek; yoksa bir bakterinin daha iyi bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Tabii bakteriler bile, en azından bizim bildiklerimiz, çağdaş organizmalardır.
Yaklaşımı özetlersek, Darvvin evrimin kerteciliğini, karşı çıktığı fikir nedeniyle
çok vurguladı: on dokuzuncu yüzyılda evrim konusunda yaygın olan yanlış
anlamalar nedeniyle. O günün bağlamında “kerte kerte" dey iminin anlamı,
"sıçramanın zıddıy- dı”. Eldredge ve Gould, yirminci yüzyıl sonlarının bağlamında,
"kerte kerte" deyimini çok farklı bir anlamda kullanıyorlar. Bu deyimi, açık açık
olmasa da etki olarak, “sabit hızda” anlamında kullanıyor ve kendi kavramları
“noktacılık” kapsamında karşı çıkıyorlar. Kerteciliği bu “sabit hızcılık” anlamında
eleştiri- -orlar. Hiç kuşkusuz, bunu yapmakta haklılar: sabit hızcılık aşırılığıyla benim
büyük göç meselim kadar gülünç.
Fakat bu kabul edilebilir eleştiriyi Darvvin eleştirisiyle birleştirmek, "kerte kerte”
deyiminin birbirinden epey farklı olan iki anlamını birbirine karıştırmaktır yalnızca.
Eldredge ve Go- uld’un kerteciliğe karşı çıktıkları anlamda, Darvvin’in de onlarla
aynı fikirde olacağından kuşkulanmak için hiçbir neden yok. Darvvin'in tutkulu bir
kerteci olduğunu söylerken kullandığım anlamda, Eldredge ve Gould da kerteciler.
Noktalı denge kuramı Darvvinciliğe atılan ufak bir ciladır; bu konu Darvvin zamanında tartışılmış olsaydı, o da onaylardı. Bu kuram, ufak bir cila olarak, özel bir
popülerliği hak etmiyor. Popüler olmasının ve benim bu kitabın koca bir bölümünü
ayırmamın nedeni, noktalı denge kuramının Darvvin ve ardıllarının görüşlerine
283
kökten karşıymış gibi sunulması -bazı gazeteciler tarafından fazlasıyla satışının
yapılması. Neden böyle oldu?
Darvvin'in kuramına inanılmamasını sağlamak için gözü dönmüş bir gayretle
çalışan insanlar var her tarafta. Bu insanlar üç ana sınıfta incelenebilir. Birincisi, dini
nedenlerle evrim kuramının yanlış olmasını isteyenlerdir. İkincisi, evrimin
doğruluğunu reddetmek için hiçbir nedeni olmayan ama genelde politik ya da
ideolojik nedenlerle Darvvin'in kuramındaki mekanizmayı tatsız bulanlardır.
Bunların arasında bazıları doğal seçilim fikrini kabul edilemeyecek kadar sert ve
acımasız buluyor; bazıları da doğal seçilimi gelişigüzel olmayla ve dolayısıyla
“anlamsızlıkla” karıştırıyor ki, bu onurlarına dokunuyor; daha başkaları da
Darvvinciliği ırkçı ve başka kabul edilemez imalar içeren Sosyal Darvvincilikle
karıştırıyor. Üçüncüsü, -“medya” adını verdikleri alanda çalışan birçok kişi bu sınıfa
dahil- iyi haber elde etme sevdasına, pişmiş aşa soğuk su katmayı seven insanlar var
ve Darvvincilik çok leziz bir pişmiş aş olacak kadar yerleşmiş ve saygınlık
kazanmıştır.
Güdüleri ne olursa olsun, hepsi aynı tepkiyi veriyor. Saygın bir bilim adamı
günümüz Darvvin kuramına ilişkin bir ayrıntıya
284
yönelik bir eleştiri damlası fısıldadığında, hevesle bu damlanın üzerine athyor ve
ölçeğinden çıkarıp şişiriyorlar. Bu hevesleri öylesine güçlü ki, bana, çok hassas
ayarlanmış bir mikrofonu olan, güçlü bir amplifikatörleri varmış da, Darwinciliğe
karşı itiraza benzeyen en ufak bir kelamı bile kaçırmamak için kulak kesilmiş
dinliyorlarmış gibi geliyor. Çok yazık, çünkü ciddi tartışmalar ve eleştiriler her
bilimin son derece önemli bir parçasını oluşturur ve eğer mikrofonlar yüzünden
sesini kesme gereğini duyan bilim adamları varsa, bu trajik bir durumdur. Bu arada,
söylemeye gerek yok ya, amplifikatörleri güçlü ama yüksek teknoloji ürünü değil; bu
yüzden de çok fazla parazit var ve sesleri çarpıtıyor! Çok dikkat ederek
Darvvinciliğin günümüzdeki nüanslarından biri hakkındaki kuruntusunu fısıldayan
bir bilim adamı, kendi çarpıtılmış ve güçlükle tanınabilecek sözcüklerinin heyecanla
bekleyen hoparlörlerden kulakları sağır edecek bir gürültüyle çıktığını ve
yankılandığını duyabilir.
Eldredge ve Gould fısıldamıyorlar, belagatle ve tüm güçleriyle bağırıyorlar!
Bağıra bağıra söyledikleri çoğu kez ustaca fakat verdikleri mesaj Darvvincilikte
yanlış bir şeylerin olduğu. Yaşasın, "bilim adamları” bunu kendi ağızlarıyla
söylediler! Kutsal Kitap'ta Yaratılışın editörü şöyle yazmış:
...dinsel ve bilimsel konumumuzun son yıllarda yeni-Dar - winci ruhsal güven
düzeyinin azalmasıyla büyük oranda güçlendiği reddedilemez. Ve, bunun
yarattığı olanakları sonuna dek kullanmamız gerekir.
Eldredge ve Gould cahil yaratılışçılığa karşı savaşta yiğit şampiyonlar oldular.
Kendi sözlerinin yanlış kullanılmasına itirazlarını yüksek sesle belirttiler, ama
mesajlarının bu kısmında mikrofonların suskun kaldığını gördüler. Onları
anlayabiliyorum, çünkü ben de farklı cinsten bazı mikrofonlarla -dinsel ayar yerine
politik ayarlı mikrofonlardı- benzer bir deneyim yaşadım.
Artık söylenmesi gereken tek şey, gerçeği yüksek sesle ve açık seçik
tekrarlamaktan ibaret: Noktalı denge kuramı, yeni- £)arwinci sentez içinde yer
almaktadır. Hep öyleydi. Şişirilmiş belagatin neden olduğu hasarı tamir etmek
zaman alacak fakat sonunda tamir edilecek. Noktalı denge kuramı yeni-Darwinci
kuramın yüzeyinde ilginç ama ufak bir kırışık olarak kendi ölçeğinde gözler önüne
serilecek. Bu kuram “yeni-Darwinci ruhsal güven düzeyi’nde hiçbir "azalma’ya yol
açmıyor ve Go- uld’un, sentetik kuramın (bu yeni-Darwinciliğin bir başka adı)
"tümüyle öldüğü” savına kesinlikle temel teşkil etmiyor. Bütün bunlar, sanki
Dünya’nın mükemmel bir küre değil de, hafif basık bir küremsi olduğu keşfedilmiş
ve
KOPERNÎK YANILMIŞ!
DÜNYA DÜZDÜR KURAMI DOĞRULANDI.
başlığıyla sancak açılmış gibi bir durum yaratıyor.
Hakkını yemeyelim. Gould’un sözleri Darwinci sentezin sözde "kerteciliğine”
olduğu kadar, bir başka savına da yöneltilmişti. Eldredge ve Gould’un karşı çıktıkları
bu sav, evrimin, en geniş jeolojik zaman ölçeğinde bile popülasyon ya da türler içerisinde meydana gelen olayların bir ekstrapolasyonu (dışsal kes- tirim) olduğuydu.
Eldredge ve Gould "tür seçilimi” adını verdikleri, daha yüksek bir seçilim biçimi
olduğuna inanıyorlar. Bu konuyu bir sonraki bölüme bırakıyorum. Bir sonraki
bölümde, yine kaypak bir zeminde Darvvin karşıtı olarak görülmüş, "dönüşmüş
dallanmacılar” adı verilen bir başka biyologlar grubuyla da uğraşacağım. Bu
biyologlar genel taksonomi (sınıflandırma bilimi) alanında çalışıyorlar.
286
X. Bölüm
Yaşamm Tek
Gerçek Ağacı
B
u kitabın ana konusu karmaşık “tasarım” sorununun çözümü olarak evrim;
Paley 'in kutsal bir saatçinin varlığını kanıtladığını düşündüğü olayların
gerçek açıklaması olarak evrim... Durmadan gözlerden ve yankıyla yön
bulmadan söz etmemin nedeni bu. Fakat evrim kuramının açıklığa kavuşturduğu
birçok başka şey de var. Bunlar çeşitlilik olgusu, dünyanın dört bir tarafına dağılmış
farklı hayvan ve bitki çeşitlerinin düzeni ve bunların özelliklerinin dağılımı. Asıl
olarak gözler ve diğer karmaşık mekanizmalarla ilgilenmeme karşın, evrimin rolünün
bir başka boyutunu, doğayı anlamamıza yardım etmesini ihmal etmemeliyim. İşte, bu
yüzden, bu bölüm taksonomi ile ilgili.
Taksonomi, sııflandırma. bilimidir. Bazılarının gözünde bu bilim hiç de öyle
olmadığı halde sıkıcı bir konu; bilinçaltında
tozlu müzelerin ve saklama sıvısının kokuları var. Aslında taksonomi hiç de sıkıcı
değildir. Tümüyle anlamaktan uzak olduğum nedenlerden dolayı, aynı zamanda tüm
biyolojinin en haşin tartışmalarının yapıldığı alanlardan biri. Düşünürler ve tarihçiler
de bu konuya ilgi duyuyorlar. Her evrim tartışmasında önemli bir rolü var. Ve,
Darvvin karşıtı geçinen çağdaş biyologların en tanınmışları da taksonomistler
arasından çıkıyor.
Taksonomistler çoğunlukla hayvan ya da bitkileri inceler ama aslında her şey
sınıflandırılabilir: kayaçlar, savaş gemileri, bir kütüphanedeki kitaplar, yıldızlar,
288
diller... Düzenli bir sınıflandırma yapmak, sık sık kolaylığın, uygulama gereklerinin
bir ölçütü olarak sunulur; bunda gerçek payı var. Koca bir kütüphanedeki kitaplar
gelişigüzel bir biçimde düzenlendikleri sürece hiçbir işe yaramaz; belirli bir
konudaki kitapları istediğiniz zaman bulabilmelisiniz. Kütüphanecilik bilimi -ya da
sanatı- bir uygulamalı taksonomi alıştırmasıdır. Aynı nedenle, biyologlar, hayvan ve
bitkileri fikir birliğine varılmış, adlandırılmış gruplara yerleştirirlerse hayatları daha
kolaylaşacaktır. Fakat bunun hayvan ve bitkilerin sınıflandırılması için tek neden
olduğunu söylemek, önemli şeyleri gözden kaçırmamıza neden olur. Evrim
biyologları için canlıların sınıflandırılmasının çok özel
bir yanı,
başka
sınıflandırmalarda olmayan bir yanı var. Evrim fikrinin sonuçlarından biri, canlıların
aile ağacında tek bir doğru dallanma olduğunu ve sınıflandırmamızı bunun üzerine
kurabileceğimizi bildirir. Bu sınıflandırma, tek olmasına ek olarak, benzersiz bir
özelliğe de sahip: mükemmel yerleşim. Bunun ne anlama geldiği ve neden bu denli
önemli olduğu bu bölümün temel konularından biri olacak.
Kütüphaneyi biyolojik olmayan sınıflandırmaya örnek olarak kullanalım. Bir
kütüphanede ya da kitapçıdaki kitapların nasıl smıflandırılacağı sorusunun tek,
doğru, bir eşi daha olmayan bir yanıtı yoktur. Bir kütüphaneci koleksiyonunu şu ana
gruplarda toplayabilir: bilim, tarih, edebiyat, diğer sanatlar, yabancı çalışmalar, vs.
Kütüphanedeki bu ana bölümlerin her biri alt bölümlere ayrılmalıdır. Kütüphanenin
bilim kanadının altbö- lümleri biyoloji, jeoloji, kimya, fizik, vs. olabilir. Bilim
kanadının biyoloji bölümü fizyoloji, anatomi, biyokimya, entomoloji, vs. gibi
konulara ayrılmış raflar halinde düzenlenebilir. Son olarak da, her raftaki kitaplar
abece sırasına göre yerleştirilebilir. Kütüphanenin öbür ana kanatlan, tarih kanadı,
edebiyat kanadı, yabanci dil kanadı, vs. aynı biçimde alt bölümlere ayrılabilir.
Kısaca, kütüphane, okuyucunun istediği kitabı eliyle koymuş gibi bulmasını
sağlayan hiyerarşik bir biçimde düzenlenmiştir. Hiyerarşik sınıflandırma rahatlık
sağlar çünkü kitabı almak isteyen kişi, koca kitap koleksiyonu içinde yolunu çabucak
bulur. Sözlüklerdeki sözcüklerin abece sırasına göre düzenlenmelerinin nedeni de
budur.
Fakat bir kütüphanedeki kitapları düzene koymak için kullanılacak tek bir
hiyerarşi yok. Aynı kitap koleksiyonu farklı bir kütüphaneci tarafından farklı, ama
yine de hiyerarşik bir biçimde düzenlenebilir. Örneğin, ikinci bir kütüphaneci ayrı
bir yabancı diller kanadı yapmaz da, kitapları konu alanlarına göre yerleştirmeyi
yeğleyebilir: Almanca biyoloji kitapları, biyoloji bölümüne; Almanca tarih kitapları,
tarih bölümüne; vs. Üçüncü bir kütüphaneciyse, radikal bir tutum benimseyerek,
konusu ne olursa olun, tüm kitapları kronolojik yayın sırasına göre yerleştirir ve
istenen konulardaki kitaplann bulunması için indeks kartları kullanır.
289
Bu üç kütüphane planı birbirlerinden oldukça farklı, fakat büyük olasılıkla üçü de
gayet güzel çalışacak ve çoğu okuyucu tarafından benimsenecektir. Bir zamanlar,
radyoda Londra klüplerinden birinin yaşlıca bir üyesinin, bir kütüphaneci tuttuğu
için klübü eleştirmesini dinlemiştim. Klüp kütüphanesi yüz yıldır düzenleme ve
kütüphaneci olmaksızın çalışıyordu; yaşlı üye neden şimdi bir düzenlemeye gerek
duyulduğunu anlamıyordu. Görüşmeyi yapan kişi kibar bir sesle sordu: “Kitapların
nasıl yerleştirilmeleri gerektiğini düşünüyorsunuz?” Adam hiç düşünmeksizin, “En
büyük kitaplar solda, en küçük kitaplar sağda!” diye kükredi. Bazı kitapçılar,
kitaplarını en çok talep edilen konulara göre sınıflandırır. Bilim, tarih, edebiyat,
coğrafya, vs. yerine, ana bölümler bahçecilik, yemek kitapları, "TV kitapları”,
macera romanları gibi başlıklardır. Hatta bir keresinde bir kitapçıda “DİN VE
UFOLAR" diye etiketlenmiş bir raf gördüm.
Öyleyse, kitapların nasd sınıflandırılacağı sorusunun doğru bir çözümü yok.
Kütüphaneciler sınıflandırma politikası konusunda birbirleriyle akla uygun
tartışmalar yapabilir, fakat bu tartışmaların kaybedilmesi ya da kazanılmasındaki
ölçütler arasında sınıflandırma sisteminin “gerçekliği” ya da “doğruluğu” gibi bir
kavram olmayacaktır. Bunun yerine, tartışmanın ölçütleri “okuyucu rahatlığı”,
“kitapları bulma hızı”, vs. gibi şeyler olacaktır. Bu anlamda, bir kütüphanedeki
kitapların sınıflandırılması keyfidir. Bu, iyi bir sınıflandırma sistemi oluşturmanın
önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Bunun anlamı, mükemmel bilgi dünyasında, tek
doğru sınıflandırma olarak evrensel fikir birliğine varılabilecek bir sistem
olmadığıdır.
Öte
yandan,
göreceğimiz gibi,
kitapların sınıflandırılmasında
görülmeyen bu güçlü özellik canlıların sınıflandırılmasında karşımıza çıkıyor; en
azından evrimsel bir bakış açımız varsa...
Kuşkusuz, canlıların sınıflandırılmasında da bir sürü sistem önermek mümkün,
fakat bunların bir tanesi dışında hepsinin bir kütüphanecinin sınıflandırması kadar
keyfi olduğunu göstereceğim. Eğer istenen yalnızca kolaylıksa, bir müzeci elindeki
numuneleri büyüklüklerine ve saklama koşullarına göre smıf- landırabilir: büyük, içi
doldurulmuş numuneler; tepsilerde mantar üzerine sabitlenmiş küçük, kuru
numuneler; şişelerde sıvı içinde tutulan numuneler; lam üzerinde saklanan
numuneler; vs. Kolaylık sağlayacak böylesi gruplamalar hayvanat bahçelerinde sıkça
görülür. Londra Hayvanat Bahçesi’nde, gergedanlar "Fil Evi”ne yerleştirilmiş, çünkü
fillerinkinin aynısı olan sağlam kafesler içinde tutulmaları gerekiyormuş. Bir
uygulamalı biyolog hayvanları zararlılar (medikal zararlılar, tarımsal zarar-
290
[Jar, doğrudan tehlikeli ısırganlar ya da sokanlar olarak alt bölümlere ayrılmış),
yararlılar (aynı biçimde alt bölümlere ayrılmış) ve yansızlar olarak sımflandırabilir.
Bir beslenme uzmanı ise, etlerinin besin değerine göre sınıflandırıp gruplara ayırabilir. Büyükannem bir keresinde hayvanları ayaklarına göre sınıflandıran bir çocuk
kitabım resimlemişti. Antropologlar dünya üzerindeki kabilelerin kullandığı çok
sayıda, geniş hayvan sınıflandırma sistemini belgelemiştir.
Ama düşünülebilecek tüm sınıflandırma sistemleri içerisinde, "doğru” ve
"yanlış”, "gerçek” ve "gerçek dışı” benzeri sözcüklerin, tam bir bilgi verildiğinde
tam bir fikir birliği ile uygulanabileceği eşi olmayan, tek bir sistem vardır. Bu tek
sistem, evrimsel ilişkileri temel alan sistemdir. Karışıklıktan kaçınabilmek için,
biyologların sistemin en titiz biçimine verdikleri adı kullanacağım: dallanmacı
taksonomi.
Dal lan maçı taksonomide, canlıların gruplandırılmasmdaki nihai ölçüt kuzenliğin
ne kadar yakın olduğu, başka bir deyişle, ortak atanın görece ne kadar yakın bir
zamanda yaşadığıdır. Örneğin, kuşlar ortak bir atadan geldikleri için kuş-olmayanlardan ayrılır; bu ortak ata, kuş-olmayan hayvanların hiçbirinin ortak atası değildir.
Memelilerin hepsi ortak bir atadan gelmişlerdir ve bu ortak ata, memeli-olmayan
hayvanların hiçbirinin ortak atası değildir. Kuşların ve memelilerin daha uzakta ortak
bir atası vardır ve bu ortak ata yılan, kertenkele, tuatara gibi birçok hayvanın da
ortak atasıdır. Bu ortak atadan gelen hayvanların hepsine amniyonlular denir.
Öyleyse,
kuşlar
ve
memeliler
amniyonlulardandır.
Dallanmacılara
göre,
“sürüngenler” gerçek bir taksonomik terim değildir, çünkü hariç tutularak tanımlanır: kuşların ve memelilerin dışındaki tüm amniyonlular. Başka bir deyişle,
tüm “sürüngenlerin” (yılanlar, kaplumbağalar, vs.) en yakın zamandaki ortak atası
bazı “sürüngen-olma- yanlarm” da (yani kuşların ve memelilerin) ortak atasıdır.
Memeliler arasında, fareler ve sıçanların yakın zamanda yaşamış bir ortak atası
vardır; leoparların ve aslanların yakın zamanda yaşamış bir ortak atası vardır;
insanların ve şempanzelerin de. Yakın akraba olan hayvanların yakın zamanda
yaşamış bir ortak atası vardır. Daha uzaktan akraba olan hayvanların ortak atası daha
eski bir zamanda yaşamıştır. Çok çok uzaktan akraba olan hayvanların -insanlar ve
sümüklüböcekler gibi- ortak atası çok çok uzun zaman önce yaşamıştır.
Organizmalar asla birbirleriyle ilişkisiz olamaz, çünkü bizim bildiğimiz yaşamın
yerküre üzerinde yalnızca tek bir kez ortaya çıktığı kesindir.
Gerçek dallanmacı taksonomi son derece hiyerarşiktir. Hiyerarşik deyimini,
dalları hep ıraksayan ve asla yakınsamayan bir ağaç anlamında kullanıyorum. Bana
göre (bazı sınıflandırma akımları bunu kabul etmeyecektir, sonra tartışacağız) bunun
nedeni, hiyerarşik sınıflandırmanın tıpkı bir kütüphanecinin sınıflandırması gibi
kolaylık sağlaması ya da dünyadaki her şeyin hiyerarşik düzende olması değil,
evrimsel soy düzeninin hiyerarşik olmasıdır. Yaşam ağacı bir kez belirli bir en
küçük uzaklığın ötesine dallandıktan sonra (temelde bu türün sınırlarıdır), dallar asla
ve asla tekrar bir araya gelmez (VII. Bölüm’de ökar- yot hücrenin oluşumunda
gördüğümüz gibi, çok ender istisnalar olabilir). Kuşlar ve memeliler ortak bir atadan
gelmişlerdir, fakat artık evrim ağacının ayrı dallarmdadırlar ve asla bir araya
gelmeyeceklerdir: Bir kuşla bir insanın melezi olmayacaktır. Aynı ortak atadan
gelmiş olma özelliğine sahip organizmalar grubuna -ki bu ortak ata, grup üyesi
olmayanların ortak atası değildir- dal diyoruz.
Bu kesin hiyerarşiyi anlatmanın bir başka yolu da “mükemmel yerleşimdir”.
Büyük bir sayfaya hayvanların adlarını yazıyoruz ve ilişkili kümelerin etrafına
halkalar çiziyoruz. Örneğin, fare ve sıçanı, yakın akraba olduklarını ve ortak
atalarının yakın bir geçmişte yaşadığını gösteren küçük bir halka içine alıyoruz.
Kobaylar ve sukobaylarını da bir başka küçük halka içine alıyoruz. Sonra da,
sıçan/fare halkasıyla kobay/sukobayı halkasını içine alan (kunduzlar, kirpiler,
sincaplar ve birçok başka hayvanla birlikte) daha büyük bir halka çiziyor ve ismini
koyu-
292
[z:
kemirgenler. İçteki küçük halkalar daha büyük olan dış alarm içine
“yerleşmiş” oluyor. Kâğıdın başka bir yerinde, ! ve kaplan küçük bir halka
içindedir; bu halka, kediler ad- Jaha büyük bir halkanın içindedir. Kediler,
köpekler, gelinler, ayılar, vs. etoburlar adlı tek bir büyük halkanın içinde, iç
geçmiş halkalar halinde bir araya gelir. Sonra da kemirgen- halkası ve etoburlar
halkası, memeliler adlı koca bir halka- içine yerleşir.
Bu iç içe halkalar dizisinin önemli özelliği, mükemmel yerleşimdi?Çizdiğimiz halkalar asla, tek bir kez bile birbirini kesmeyecektir. Üst üste gelmiş
herhangi iki halka alın; biri tümüy■
Je diğerinin içinde kalmaktadır. İçteki halkanın çevrelediği alan : tümüyle
dıştaki halka tarafından çevrelenmiştir: kesişme yoktur. Mükemmel taksonomik
yerleştirmenin bu özelliği kitaplarda, dillerde, toprak türlerinde, felsefe akımlarında
görülmez. Bir kütüphaneci biyoloji kitaplarının çevresine bir halka, teoloji
kitaplarının çevresine ikinci bir halka çizdiğinde, bu iki halkanın kesiştiğini
görecektir. Kesişen alanda, “Biyoloji ve Hıristiyan İnancı” benzeri kitaplar
olacaktır.
Dışardan bakıldığında, dillerin sınıflandırmasının da mükemmel yerleşim
özelliği olmasını bekleriz. VIII. Bölüm’de gördüğümüz gibi, diller de hayvanlara
benzer bir yolla evrilir. İsveççe, Norveççe ve Danimarkaca gibi yakın bir geçmişte
ortak bir atadan ıraksamış diller birbirlerine, İzlandaca gibi uzak bir geçmişte
ıraksadıkları dillerden daha yakındır. Fakat diller yalnızca ıraksamakla kalmaz, aynı
zamanda karışırlar da. Çağdaş İngilizce, çok daha önceleri ıraksamış Alman dil
ailesinin ve Latin kökenli dillerin bir melezidir ve bu yüzden de hiçbir hiyerarşik
yerleşim şemasına tam uymaz. İngilizceyi çevreleyen halkalar başka halkalarla
kesişir. Biyolojik sınıflandırma halkaları asla bu biçimde kesişmez çünkü tür
düzeyinin daha üstündeki biyolojik evrim her zaman ıraksaktır.
Kütüphane örneğimize dönersek, hiçbir kütüphaneci ara-ki- taplar ya da
kesişme sorununu çözemez. Biyoloji ve teoloji böİlimlerini yan yana koymak ve aralarındaki koridora ara-kitap- ları yerleştirmek bir
işe yaramaz; biyolojiyle kimya, fizikle jeoloji, tarihle teoloji, tarihle biyoloji
arasındaki kitapları ne yapacağız? Sanırım, ara elemanlar sorunu evrimsel
biyolojiden kaynaklanan sistem dışındaki tüm taksonomik sistemlerin kaçınılmaz,
içsel bir parçasıdır. Kişisel olarak, profesyonel yaşamımda gereken o basit
dosyalama işlerine her kalkıştığımda neredeyse fiziksel anlamda hasta oluyorum:
kitaplarımı, arkadaşlarımın gönderdiği bilimsel makaleleri (iyi niyetlerine teşekkür
ediyorum) raflara dizmek; idari kâğıtları dosyalamak; eski mektuplar; vs. Bir
dosyalama sistemi olarak ne seçerseniz seçin, hiçbir yere uymayan tuhaf şeyler hep
293
çıkar; ve ben karar verememenin rahatsızlığıyla (üzgünüm ama) tuhaf kâğıtları bazen
senelerce, onları atabileceğimden emin oluncaya dek, masanın üstünde bırakırım.
Pek tatmin edici olmaz ama sık sık “muhtelif” gruplamasına başvurmak zorunda
kalırız; öyle bir gruptur ki bu, bir kez başlattıktan sonra sinir bozucu bir hızla dolar.
Bazen kütüphanecilerin ve biyolojik müzeler dışındaki müzelerin sorumlularının
ülser hastalığına özellikle açık olup olmadıklarını merak ederim.
Canlıların sınıflandırılmasında böylesi dosyalama sorunları ortaya çıkmaz.
“Muhtelif” hayvanlar yok. Tür düzeyinden daha yukarıda kaldığımız sürece ve
yalnızca günümüz hayvanlarını (ya da belirli bir zaman dilimindeki hayvanlan)
incelediğimiz sürece, tuhaf ara hayvanlar olmayacaktır. Eğer bir hayvan tuhaf bir ara
canlı -diyelim ki, memeliyle kuş arasında- gibi görünüyorsa, bir evrimci bu hayvanın
ya kuş ya da memeli olması gerektiğinden kesinlikle emindir. Ara hayvan
görünümü bir yanılsama olsa gerektir. Bir kitabın aynı anda hem tarih hem de
biyoloji bölümlerine ait olması mümkündür. Dallanmacılık eğilimli biyologlar,
kütüphanecilerin balinaları memeli olarak mı, balık olarak mı, yoksa memelilerle
balıklar arasında mı sınıflandırmanın “kolaylık” sağlayacağı yolundaki tartışmalara
asla girmez. Bizim yaklaşımımız gerçeklere dayanır. Bu örnekte de, olgular tüm
çağdaş biyologları aynı vargıya götürmektedir. Balinalar balık değil, memelidir; ve
asla ve asla ara bir canlı değildir. Balinaların balıklarla akrabalığı, insanların veya
ornito- renklerin ya da diğer memelilerin balıklarla akrabalığından daha yakm
değildir.
Tüm memelilerin -insanların, balinaların, ornitorenklerin ve diğerlerininbalıklara kesinlikle eşit derecede yakm olduğunu anlamak çok önemli; eşit
yakınlıktalar çünkü tüm memeliler balıklara aynı ortak atayla bağlı. Örneğin,
memelilerin bir merdiven oluşturduğu, bu merdiven üzerinde alt basamaktakilerin
balıklara üst basamaktakilerden daha yakın olduğu söylencesi evrime hiçbir şey
borçlu olmayan bir ukalalıktır. Bu, bazen “büyük varlık zinciri” olarak adlandırılan,
eski, evrim tarafından alaşağı edilmiş olması gereken fakat gizemli bir biçimde
birçok insanın kafasında yer etmiş, evrimci kavrayış-öncesi bir kavramdır.
Bu noktada, yaratılışçılarm evrimcilere meydan okumasındaki ironiye dikkat
çekmekten kendimi alamayacağım: “Ara hayvanlarınızı çıkarın ortaya. Eğer evrim
doğru olsaydı, kediyle köpeğin ortasında., kurbağayla filin ortasında hayvanlar olmalıydı. Bir kurbafil gören var mı hiç?” Bana, evrimle alay etmek için acayip
yaratıkların örneğin, bir atın gövdesinin arkasıyla
köpeğin ön tarafının
birleştirilmesiyle elde edilmiş hayvanların çizimlerini içeren, yaratılışçı kitapçıkları
gönderiyorlar. Öyle görünüyor ki, bunu çizenler, evrimcilerin böylesi hayvanların
var olduğuna inandığını düşünüyor. Oysa bu, evrimcilerin düşündüklerinin tam
294
karşı-savı. Evrim kuramının bize verdiği beklentilerden en güçlü olanlarından biri de
bu türden ara-can- lıların olmaması gerektiğidir. Hayvanlarla kütüphanedeki kitapları
karşılaştırıp durmamın nedeni de bu.
Sonuç
olarak,
evrimleşmiş
canlı
varlıkların
sınıflandırılmasında,
bu
sınıflandırmaya özgü ve başka bir sınıflandırmada olmayan mükemmel bilgi
dünyasında mükemmel anlaşma sağlama özelliği vardır. “Gerçek” ve “gerçek dışı”
benzeri sözcükle
295
rin
dallanmacı
sınıflandırmanın
savlarına
uygulanabileceğin
fakat
bir
kütüphanecinin sınıflandırmasının savlarına uygulana mayacağını söylerken
kastettiğim buydu. İki çekince getirmer gerekiyor. Birincisi, gerçek dünyada
mükemmel bilgi yoktur Biyologlar atalığa ilişkin olgularda fikir birliğine
varamayabilir ler ve bu anlaşmazlıkların çözümlenmesi zor olabilir çünkü bil gileri
mükemmel değildir -örneğin, yeterince fosil olmaması. Bı konuya geri döneceğim.
Gereğinden fazla, fosil olduğundaysa ikinci bir sorun ortaya çıkacaktır. Yalnızca
günümüz hayvanla rı yerine, yaşamış tüm hayvanları sınıflandırmaya dahil etmeye
kalkışırsak, sınıflandırmanın kesin ayrım sağlama özelliği ortadan kalkabilir. Bunun
nedeni şu: Günümüz hayvanlarından ikisi birbirlerinden ne denli uzak olursa olsun diyelim ki, bir kuş ve bir memeli- bir zamanlar mutlaka ortak bir ataları olmuştur. Bu
atayı da çağdaş sınıflandırmamıza sokmaya çakşırsak, karşımıza sorunlar çıkabilir.
Soyu tükenmiş hayvanları ele almaya başladığımız anda artık ara-hayvanların
olmadığı savı doğru değildir. Tam tersine, artık potansiyel olarak sürekli bir arahayvanlar dizisiyle uğraşmak zorunda kalırız. Günümüz kuşlarıyla günümüz kuşolmayanla- rı -örneğin, memeliler- arasmdaki ayrım, kesin bir ayrımdır çünkü
gerisin geri ortak ataya yakınsayan ara-hayvanların hepsi ölmüştür. Bu noktayı
vurgulamak için, bir kez daha "şefkatli” bir varsayımsal doğa olduğunu ve bize
eksiksiz bir fosil kaydı, yeryüzünde yaşamış her hayvana ilişkin bir fosil verdiğini
düşünelim. Bir önceki bölümde bu fanteziyi ortaya attığımda, böyle bir varsayımsal
doğanın aslında hiç de nazik sayılmayacağını söylerken, tüm fosilleri inceleme ve
tanımlama ıstırabından söz ediyordum. Ama şimdi bu paradoksal zalimliğin başka
bir yönüne geliyoruz. Eksiksiz bir fosil kaydı olduğu takdirde, hayvanları ayrı ayrı
isimlendirilebilir öbeklerde sınıflandırmak çok zor olacaktır. Eksiksiz bir fosil kaydı
olsaydı, hayvanları isimlerle ayırmaktan vazgeçmek ve bir matematiksel ya da
grafiksel ölçek kaydırma notasyonu oluşturmak zorunda kalırdık. İnsan
-yni ayrı ayrı isimleri yeğler; bu yüzden, fosil kaydının eksik- î olmaması bir
anlamda çok daha iyi.
Yalnızca günümüz hayvanları yerine, yeryüzünde yaşamış 'm hayvanları ele
alırsak, "insan" ve “kuş” gibi sözcükler, tıp- “uzun”, “kısa” benzeri sözcükler gibi
sınırlarda belirsiz ve bu- ıık hale gelir. Zoologlar bir fosilin kuş olup olmadığını
sonsuza dek tartışıp asla bir çözüme ulaşamayabilir. Aslına bakarsanız, meşhur
Archaeopteıyx fosili için bu konuda sık sık tartışıyorlar. “Kuş/kuş-olmayan”,
“uzun/kısa” ayrımından daha açıksa, bunun tek nedeni, “kuş/kuş-olmayan” için tüm
tuhaf ara- hayvanların ölmüş olmasıdır. Garip bir salgın hastalık gelip tüm orta boylu
insanları öldürseydi, “uzun” ve “kısa” da “kuş” veya “memeli” gibi kesin bir anlama
kavuşurdu.
296
Ara elemanların soyunun tükenmiş olması nedeniyle münasebetsiz bir
belirsizlikten kurtulmuş olan yalnızca hayvanların sınıflandırılması değil. Aynı şey
insan etiği ve yasaları için de geçerli. Bizim yasal ve ahlak sistemlerimiz türlere son
derece bağlı. Bir hayvanat bahçesi yöneticisinin gereksinim fazlası şempanzeleri
“uyutma” yetkisi vardır, fakat fazlalık bir hayvan bakıcısını ya da bilet satıcısını
“uyutma” yetkisi müthiş bir öfkeyle karşılanacaktır. Şempanze hayvanat bahçesinin
malıdır. İnsanlarınsa bugünlerde kimsenin malı olmadığı varsayılıyor. Fakat yine de
şempanze ayrımcılığı bu biçimiyle pek ender dile getirilir ve bunu savunacak bir
mantık olup olmadığı konusunda kuşkuluyum. Bizlerin Hıristiyan kaynaklı
davranışlarımızın insanın nefesini kesen türcülüğü işte böyle. Tek bir insan
zigotunun kürtajla alınması (birçoğu zaten kendiliklerinden düşüyorlar), herhangi bir
sayıdaki zeki, yetişkin şempanzenin kesilip biçilmesinden çok daha fazla ahlaksal
endişe ve erdemli öfke yaratıyor! Aslında canlı şempanzeleri kesip biçme niyeti
olmayan, nazik, liberal bilim adamlarının, eğer isterlerse, yasal bir müdahale
olmaksızın bunu yapma haklarının olduğunu tutkuyla savunduklarını gördüm. En
ufak bir insan hakları ihlalinde tüyleri hemen diken diken olanlar da böylesi
insanlardır. Bu çifte standardı rahatça kabul edip mutlu olabilmemizin nedeni insanla
şempanze arasındaki ara-canlıların hepsinin ölmüş olmasıdır.
insanlarla şempanzelerin en son ortak atası beş milyon yıl gibi kısa bir süre önce
yaşadı; bu, şempanzelerle orangutanların ortak atasının zamanından daha yakındır ve
hatta şempanzelerle maymunların ortak atalarından 30 milyon yıl öncedir. Şempanzelerle bizim genlerimizin %99’u ortak. Yerküre üzerindeki çeşitli unutulmuş
adalarda şempanze/insan ortak atasına götüren tüm ara canlılar keşfedüiverseydi,
yasalarımızın ve ahlak kurallarımızın bu keşiften önemli ölçüde etkilenmeyeceğini
kim iddia edebilirdi; özellikle de, bu soy çizgisi üzerindeki canlılar büyük olasılıkla
birbirleriyle çiftleşmiş olacağına göre... Ya tüm çizgiye insan haklarının eksiksiz
verilmesi gerekecekti (oylar şempanzelere), ya da ayrıntılı tasarlanmış, ırkçılık
benzeri bir ayrımcı yasalar sistemi yapılarak, mahkemelerden belirli bireylerin
yasalar açısından "insan” mı yoksa "şempanze” mi olduğuna karar vermeleri
istenmesi gerekecekti. Babalar kızlarının “bunlardan” biriyle evlenme isteği
karşısında üzüntüsünden kahrolacaktı. Yeryüzünün, içinde epey ders barındıran bu
fantezinin gerçekleşemeyeceğini umacak kadar iyi araştırıldığını sanıyorum. Fakat
insan "hakları” konusunda açık ve aşikâr bir şeyler olduğunu düşünen birileri varsa,
bilmeliler ki, bu utandırıcı ara-canlıların günümüze kadar yaşamamış olmaları
yalnızca şans eseridir. Alternatif bir noktaya değineyim: Şempanzeler bugüne dek
keşfedilmemiş olsalardı, belki de bugün onlara utandırıcı ara canlılar olarak
bakılacaktı.
Bir önceki bölümü okuyanlar, tüm savın, yani çağımız hayvanlarıyla sınırlı
kalmazsak grupların belirsizleşeceği savının evrimin noktalı olmadığı, sabit hızda
sürdüğü varsayımına dayandığını söyleyeceklerdir. Evrim görüşümüz düzenli ve
sürekli değişim ucuna ne kadar yaklaşırsa, yaşamış tüm hayvanlara kuş ya da kuşolmayan, insan ya da insan-olmayan gibi sözcükleri uygulamamızın olasılığı
hakkında o kadar kötümserliğe kapılacağız. Mutasyon geçirmiş beyni, babası ve
şempanze benzeri kardeşininkin in iki katı olan bir ilk insanın gerçekten de yaşamış
olduğuna ancak aşırı bir sıçramacı inanabilir.
Gördüğümüz gibi, noktalı denge savunucularının çoğu gerçek sıçramacı değildir,
ama isimlerin belirsizliği sorunu, daha sürekli bir bakış açısı benimsemiş olanlara
kıyasla, onlara daha az keskin görünecektir. Eğer yaşayan her hayvan bir fosil olarak
günümüze kalabilmiş olsaydı, noktacılar için bile isimlendirme sorunu ortaya
çıkardı, çünkü ayrıntılara girdiğimizde noktacılar ashnda kertecidir. Fakat hızlı
geçişlerin olduğu kısa dönemleri belgeleyen fosiller bulmamızın özellikle olasılık
dışı, uzun durgunluk dönemlerini belgeleyen fosiller bulmamızın da özellikle olası
olduğunu varsaydıkları için, "isimlendirme sorunu” noktacı bir bakış açısından
bakıldığında, noktacı-olmayan bir evrim bakışma kıyasla daha az keskin
görünecektir.
İşte bu nedenledir ki, noktacılar, özellikle de Niles Eldredge, "türü” gerçek bir
"varlık” olarak almanın üzerinde bu kadar duruyor. Noktacı olmayanlar için, “türün”
tanımlanabilmesinin tek nedeni, tuhaf ara canlıların ölmüş olmasıdır. Evrimsel tarihin tümüne bakan bir aşırı noktacı-karşıtı, “türü” ayrı bir varlık olarak görmez;
yalnızca yaygın bir sürekliliktir. Noktacı karşıtına göre, bir türün asla açıkça
tanımlanmış bir başlangıcı olmamıştır ve yalnızca zaman zaman açıkça tanımlanmış
bir sonu olmuştur (soyun tükenmesi); çoğu kez bir tür kesin bir biçimde sonlanmaz,
kerte kerte yeni bir türe dönüşür. Öte yandan, noktacı, bir türün belirli bir zamanda
varlık bulduğunu düşünür (daha doğru biçimde ifade etmek gerekirse, on binlerce
yıllık bir geçiş dönemi vardır, fakat jeolojik standartlara göre bu süre kısadır). Bunun
da ötesinde, noktacı için türün belirli, en azından hızlı bir sonu vardır, yeni bir türe
kerte kerte geçiş yoktur. Noktacının bakış açısından, bir türün ömrünün çoğu
değişmez bir durgunluk içinde geçer, çünkü bir türün belirli, ayrı bir başı ve sonu,
dolayısıyla da, belirli, ölçülebilir bir “ömrü" vardır. Noktacı olmayanlar içinse, türün
tek bir organizma gibi bir öm
298
rü yoktur. Aşırı noktacı, “türü" ismini gerçekten hak eden ayrı bir varhk olarak
görür. Aşırı noktacı-karşıtı için, "tür” sürekli akan bir nehrin keyfi bir uzunluğudur
ve başlangıcıyla sonunu sınırlayacak çizgiler çizmenin özel bir nedeni olamaz.
Bir grup hayvanın tarihçesini anlatan noktacı bir kitapta -diyelim ki, atların son
30 milyon yıl içerisindeki tarihçesi- oyundaki karakterler tek tek organizmalar değil
türler olabilir, çünkü noktacı yazar, türleri kendi ayrı varlıkları olan gerçek "şeyler”
olarak düşünür. Türler ansızın ortaya çıkacak ve çıktıkları gibi ortadan
kaybolacaklardır, yerlerine onları izleyen türler gelecektir. Bir tür diğerine yol
verdikçe, birbirini izleyen türler tarihçesi oluşacaktır. Fakat, aynı öyküyü bir noktacıkarşıtı yazmaya kalktığında, tür isimlerini yalnızca belirsiz bir kolaylık sağlama aracı
olarak kullanacaktır. Noktacı-karşıtı zaman içre uzunlamasına baktığında, türleri ayrı
varlıklar olarak görmekten vazgeçer. Bu oyunun gerçek aktörleri, kaymakta olan
popü- lasyonlardaki bireysel organizmalar olacaktır. Böyle bir öyküde, hayvan
tekleri başka hayvan teklerini doğuracaktır, türler türleri değil. Öyleyse, noktacıların,
sıradan, bireysel düzeydeki Darvvinci seçilime benzer olarak düşündükleri, tür
düzeyindeki doğal seçilime inanmaları şaşırtıcı değil. Öte yandan, noktacı olmayanlar, doğal seçilimi bireysel organizma düzeyinin üstündeki bir düzeyde işleyen
bir süreç olarak görmeyeceklerdir; onlar için "tür seçilimi” fikri pek cazip değildir,
çünkü türleri jeolojik zaman içerisinde ayrı bir varoluşa sahip varlıklar olarak düşünmezler.
Bir anlamda geçen bölümden kalmış olan tür seçilim varsayımını şimdi ele almak
uygun olacak. Bu varsayım üzerinde fazla durmayacağım, çünkü Extended
Phenotype’da (Yaygın Feno- tip) bu konunun evrim açısından taşıdığı iddia edilen
önem konusundaki kuşkularımı ilettim. Yeryüzünde yaşamış olan türlerin büyük
çoğunluğunun soylarının tükendiği doğru. Ayrıca, yeni türlerin en azından soy
tükenme hızını dengeleyecek bir hızla ortaya çıktıkları da doğru; öyle ki, bileşimi
durmaksızın değişen bir çeşit "tür havuzu” var. Tür havuzuna yapılan, gelişigüzel
olmayan kayıtlar ve havuzda türlerin gelişigüzel olmayan bir biçimde ayrılmasının,
kuramsal olarak bir çeşit yüksek- düzeyli doğal seçilim oluşturduğu da doğru.
Türlerin bazı özelliklerinin soylarının tükenmesi ya da yeni türlerin ayrılması olasılığına karşı
işlediği doğru olabilir. Yeryüzünde gördüğümüz türler öncelikle dünyaya
gelmek -"türleşmiş olmak”- ve tükenmemek için ne gerekiyorsa sahip olma
eğilimindedirler. Çok istiyorsanız buna bir çeşit doğal seçilim diyebilirsiniz, ama ben
bunun birikimli seçilimden çok, tek-basamakh seçilime daha yakın olduğunu
düşünüyorum. Benim kuşku duyduğum şey, bu çeşit seçilimin evrimin
açıklanmasında büyük bir önem taşıdığı iddiasıdır.
Bu benim neyin önemli olduğu konusunda önyargılı görüşümü yansıtıyor olabilir.
299
Bu bölümün başında da söylediğim gibi, bir evrim kuramından istediğim, kalp, eller,
gözler ve yankıyla yer bulma gibi karmaşık, iyi tasarlanmış mekanizmaları açıklaması. Hiç kimse, en ateşli taraftarı bile tür seçiliminin bunu yapabileceğini
düşünmez. Bazıları tür seçiliminin fosil kayıtlarındaki uzun dönemli belirli eğilimleri
açıklayabileceğini düşünüyor -oldukça sık gözlenen, çağlar geçtikçe vücudun
büyümesi gibi. Daha önce de gördüğümüz gibi, günümüz atları 30 milyon yıl önceki
atalarından büyük. Tür seçilimcileri bunun sürekli bireysel üstünlük sonunda
oluştuğu fikrine karşı çıkıyor: Fosil eğilimlerinin tür içerisinde büyük at bireylerin
küçük at bireylerden sürekli daha başarılı olduğunu göstermediğini düşünüyorlar.
Onlara göre olan şu: çok sayıda tür, yani bir tür havuzu vardı. Bu türlerin bazılarında
ortalama vücut büyüklüğü fazlaydı, bazılarındaysa küçüktü (belki de bazı türlerde
büyük bireyler daha iyiydi, bazılarındaysa küçük bireyler). Vücut büyüklüğü fazla
olan türlerin soyunun tükenmesi olasılığı (ya da daha büyük olasılıkla kendilerine
benzer yeni türlerin ayrılması) küçük vücutlu türlere kıyasla daha azdı. Tür
seçilimcisine göre, tür içinde her ne olursa olsun, fosillerde büyük vücuda doğru
görülen eğilimin nedeni birbiri ardı sıra gelen ve ortalama vücut büyüklüğü gittikçe
artan türlerdi. Fosillerdeki eğilim daha büyük vücutlara doğru olmasına karşın,
türlerin çoğunda daha küçük bireylerin yeğleniyor olması bile mümkün. Başka bir
deyişle, tür seçilimi büyük bireylerin yeğlendiği azınlıktaki türleri yeğlemiş olabilir.
Günümüz tür seçilimciliğinin sahneye çıkmasından uzun zaman önce, büyük yeniDarvvinci kuramcı Geor- ge C. Williams şeytanın avukatlığını yapmaktan
sakınmayarak tam da bu noktaya parmak basmıştı.1
Burada ve belki de tür seçilimlne ilişkin tüm sözde örneklerde, evrimsel bir
eğilimin olmadığı, daha ziyade ardıla bir eğilim olduğu söylenebilir: bir parça çıplak
arazi birbiri ardı sıra küçük otlar, daha büyük otlar, çalılar ve son olarak da olgun
“tepe noktası” orman ağaçları tarafından işgal edildikçe, büyük ve daha büyük
bitkilere doğru gerçekleşen eğilim gibi... Her neyse, buna ister ardılcı eğilim deyin
ister evrimsel eğilim deyin, tür seçilimcileri birer paleontolog olarak fosil
kayıtlarının birbirini izleyen katmanlarında bulmaya uğraştıkları şeyin bu tür bir eğilim olduğuna inanmakta haklıdır. Fakat, az önce de söylediğim gibi, hiç kimse tür
seçiliminin karmaşık uyumların evrimi konusunda önemli bir açıklama olduğunu
söylemek istemiyor. Nedeni şöyle anlatılabilir:
Karmaşık uyumlar çoğu durumda türün özelliği değil, bireyin özelliğidir. Türlerin
gözleri ve yürekleri yoktur, türün içindeki bireylerin vardır. Bir türün görme yeteneği
kötü olduğu için soyu tükenirse, bu, o türdeki bütün bireylerin kötü görme yüzünden
öldüğü anlamına gelir. Görme yeteneğinin niteliğiyse bireysel hayvanların bir
özelliğidir. Türün hangi özelliklere sahip olduğu söylenebilir? Bunun yanıtı, türün
300
hayatta kalmasını ve üremesini, bireysel hayatta kalma ve üreme etkilerinin toplamına indirgenemeyen yollardan etkileyen özellikler olduğudur. Varsayımsal atlar
örneğinde, büyük bireylerin yeğlendiği azınlıktaki türlerin soylarının tükenmesi
olasılığının, daha küçük bireylerin yeğlendiği çoğunluktaki türlere kıyasla daha az
olduğunu öne sürmüştüm. Fakat bu pek ikna edici değil. Türün hayatta kalabilme
yeteneğinin, türün bireysel üyelerinin hayatta kalma yeteneğinden ayrı tutulmasını
gerektiren nedenler düşünmek zor.
Tür düzeyindeki özelliklere ilişkin daha iyi bir varsayımsal örnek verebilirim.
Bazı türlerde tüm bireylerin aynı biçimde bir hayat sürdürdüklerini varsayalım.
Örneğin, koalaların hepsi okaliptüs ağaçlarında yaşıyor ve yalnızca okaliptüs
yapraklan yiyor. Buna benzer türlere birörnek diyebiliriz. Diğer bir tür ise
yaşamlarını başka başka biçimlerde sürdüren çeşitli bireyler içerebilir; her birey bir
koala kadar özelleşmiş olabilir fakat bir bütün olarak tür, çeşitli beslenme biçimleri
içerir. Türün bazı üyeleri yalnızca okaliptüs yaprağı, bazıları yalnızca buğday, bazıları da yalnızca yerelması, bazıları da yalnızca limon kabuğu yiyor. Bu ikinci çeşit
türe çeşitlenmiş tür diyelim. Birörnek türün soyunun çeşitlenmiş türe kıyasla yok
olması olasılığının daha fazla olacağı koşulları kolayca tahmin edebilirsiniz.
Koalala- rın yaşamı okaliptüs olup olmamasına bağlı ve Hollanda karaağaç
hastalığına benzer bir okaliptüs vebası koalaların işini bitirecektir. Öte yandan,
çeşitlenmiş türde, besinleri olan bitkilere dadanan salgın bir hastalıkta türün bazı
üyeleri yaşayacak ve tür devam edecektir. Ayrıca, çeşitlenmiş türün yeni, yavru türler oluşturma olasılığının birörnek türe kıyasla daha fazla olacağını kolayca kabul
edebiliriz. Bu anlattığım belki de gerçek tür- düzeyinde seçilim örneğidir. Kısa
uzaklıkları görebilme ya da uzun bacaklı olmanın tersine, “birörneklik” ve
“çeşitlilik” gerçek tür-düzeyi özelliklerdir. Sorun, böylesi tür-düzeyi özelliklerinin az
olması.
Amerikalı evrimci Egbert Leigh’in, "tür seçilimi” deyimi moda olmadan önce öne
sürülmüş olmasına karşın, gerçek tür-dü- zeyi seçilimi için olası bir aday olarak
yorumlanabilecek, ilginç bir kuramı var. Leigh ezeli bir sorunla, bireylerde
“diğerkâm” davranışın evrimiyle uğraşıyordu. Çok doğru bir saptama yapmıştı;
bireyin çıkarları türünkiyle çatışıyorsa, bireyin çıkarları -kısa dönemli çıkarlar- üstün
gelmeliydi; bencil genlerin yürüyüşünü hiçbir şey durduramaz gibi görünmekteydi.
Fakat Le- igh ilginç bir sav öne sürdü. Birey için en iyi olanın, tür için en iyi olanla
çakıştığı gruplar ya da türler olmalıdır. Ve, birey için en iyi olanın tür için en iyi
olandan çok farklı olduğu başka türler de olmalıdır. Diğer koşulların eşit olması
durumunda, ikinci tür çeşidinin soyunun tükenmesi olasılığı daha fazladır. Öyleyse,
tür seçiliminin bir biçimi, bireyin kendini feda etmesinin lehine değil, bireylerin
301
kendi çıkarlarını feda etmelerinin istenmediği türlerin lehine çalışır. Bu durumda,
bencil olmayan bireysel davranışların evrileceğim görebiliriz, çünkü tür seçilimi bireyin diğerkâmlığının yine bireyin çıkarına hizmet ettiği türlerin lehine işleyecektir.
Gerçek tür-düzeyindeki özelliklere belki de en iyi örnek üreme biçimiyle ilgilidir:
eşeyli ve eşeysiz üreme. Yeterince yerim olmadığı için üzerinde duramayacağım
nedenlerden ötürü, eşeyli üremenin varlığı Darwinciler için büyük bir kuramsal
bulmacadır. Yıllar önce, bireysel organizma düzeyinin üzerindeki düzeylerde seçilim
fikrine genelde düşmanca bakan R. A. Fisher, eşeysellik özel durumu için bir istisna
yapmaya hazırlanmıştı. Eşeysel üreme yapan türler, diyordu Fisher, bazı nedenlerden
ötürü (ki yine bu nedenlere yer ayıramıyorum; sanıldığı kadar kolay anlaşılır değil)
eşeysiz üreme yapan türlere kıyasla daha hızlı evrilir. Evrilme türlerin yaptığı bir
şeydir, bireysel organizmaların değil; yani bir organizmanın evrimleşmesinden söz
edemezsiniz. Fisher, tür-düzeyindeki seçilimin, eşeysel üremenin hayvanlar arasında
bu denli yaygın olmasının nedenlerinden biri olduğunu savunuyordu. Ama bu
doğruysa, elimizdeki bir birikimli seçilim değil, tek-basamaklı seçilim örneğidir.
Bu sava göre, eşeysiz türler oluştuktan sonra tükenme eğilimindedir çünkü
değişen çevreye ayak uyduracak kadar hızlı ev- rilemezler. Eşeyli türlerse,
tükenmeme eğilimindedir, çünkü çevreye ayak uyduracak kadar hızlı evrilirler.
Dolayısıyla da, etrafımızda gördüklerimiz çoğunlukla eşeyli türlerdir. Fakat hı- 2i iki
sistemde farklı farklı olan evrim, elbette ki, bireysel düzeydeki birikimli seçilimle
işleyen bildiğimiz Darvvinci evrimdir. Tür seçilimi yalnızca iki özellik arasında
seçim yapan -eşeyli/eşeysiz, yavaş evrim/hızlı evrim- basit, tek-basamaklı seçilimdir. Eşeyliliğin donanımları, eşey organları, cinsel davranış, eşeyli hücre
bölünmesinin hücresel donanımı, bütün bunların hepsi standart, alt-düzey Darvvinci
birikimli seçilimle ortaya çıkmıştır; tür seçilimiyle değil. Her neyse, günümüzde
uzlaşma sağlanmış görüş, eşeyliliğin grup düzeyinde ya da tür düzeyinde bir çeşit
seçilimle korunduğu yolundaki eski kuramı kabul etmez.
Tartışmayı bitirecek olursak, tür seçilimi herhangi bir zamanda yeryüzünde var
olan türlerin düzenini açıklayabilir. Bunun sonucu olarak da, jeolojik çağlar boyunca
türlerin düzenindeki değişimi de, yani fosil kayıtlarındaki düzen değişimini de
açıklayabilir. Fakat tür seçilimi yaşamın karmaşık donanımının evriminde önemli bir
güç değildir. Bu seçilimin yapabileceği en iyi şey, gerçek Darvvinci seçilimle ortaya
çıkan çeşitli alternatif karmaşık donanımlar arasından birini seçmektir. Daha önce de
vurguladığım gibi, tür seçilimi oluşabilir fakat pek fazla bir iş yapar görünmüyor!
Şimdi sınıflandırma ve yöntemleri konusuna geri döneceğim.
Dallanmacı srnrflandırmanm kütüphanecilerin sınıflandırma çeşidine göre üstün
olduğundan, doğada keşfedilmeyi bekleyen tek bir, gerçek hiyerarşik yerleşim
302
içerdiğinden söz etmiştik. Yapmamız gereken tek şey, bu yerleşimi keşfedecek
yöntemler geliştirmektir. Ne yazık ki, uygulamada güçlükler var. Taksono- mistin
umacısı da evrimsel yakınsamadır. Bu öylesine önemli bir olgu ki, bir bölümün
yarısını zaten ona ayırdık. IV. Bölüm de dünyanın başka bir yerinde yaşayan,
ilişkisiz hayvanlara benzeyen hayvanlar bulunduğunu, çünkü yaşam tarzlannrn aynı
olduğunu gördük. Yeni Dünya ordu karıncaları, Eski Dünya sürücü karıncalarına
benziyordu. Afrika ve Güney Amerika’nın birbirleriyle oldukça ilişkisiz elektrik
balıkları ve gerçek kurtlarla Tas-
manya’nın keseli "kurdu” Thylacinus arasında esrarengiz benzerlikler
evrilmiştir. Tüm bu örneklerde yalnızca bu benzerliklerin yakınsak olduğunu
(ortak bir noktaya doğru evrildiğini), yani ilişkisiz hayvanlarda birbirlerinden
bağımsız olarak evrildik- lerini söylemiş, hiçbir açıklatma ya da kanıt
getirmemiştim. Peki, bu hayvanların birbirleriyle ilişkisiz olduklarını nereden
biliyorum? Taksonomistler kuzenliğin yakınlığını ölçmek için benzerlikleri
kullanıyorlarsa, bu hayvan çiftlerini birbirine bağlarmış gibi görünen bu
benzerlikler onları neden kandıramadı? Ya da, soruyu başka türlü, daha kaygı
verici bir biçimde sorarsak, taksonomistler bize iki hayvanın -diyelim ki yabani
tavşanla ada tavşanı- yakm akraba olduğunu söylediklerinde, kitlesel yakınsama yüzünden yanılıp yanılmadıklarını nereden bileceğiz?
Bu gerçekten kaygılandırıcı bir soru, çünkü sınıflandırma bilimi tarihi,
taksonomistlerin kendilerinden öncekilerin tam da bu nedenle yanılgıya
düştüklerini ilan ettikleri örneklerle doludur. IV. Bölüm’de Arjantinli bir
taksonomistin litopternaların gerçek atların atası olduğunu ilan ettiğinden, ama
günümüzde litopteraların gerçek atlara yakınsadığının düşünüldüğünden söz
etmiştim. Uzun bir süre, Afrika kirpisinin Amerika kirpisiyle yakm akraba
olduğu sanılmıştı, fakat şimdi bu iki grubun dikenlerinin birbirlerinden
bağımsız evrildiği düşünülüyor. Büyük olasılıkla, dikenler her iki anakarada da
aynı nedenlerle yararlı oldu. Gelecekteki taksonomist kuşağının tekrar fikir
değiştirmeyeceğini kim iddia edebilir ki? Ortak bir noktaya doğru ilerleyen
(yakınsak) evrim aldatıcı benzerlikleri böylesine güçlü bir biçimde taklit
edebiliyorsa, taksonomiye ne kadar güven duyabiliriz? Kişisel olarak, benim
iyimser olmamın ana nedeni, sahneye moleküler biyolojiyi temel alan çok
güçlü yeni yöntemlerin çıkmış olması.
Daha önceki bölümlerden bir özet yaparsak, birbirlerinden ne denli farklı
303
görünürlerse görünsünler, moleküler düzeye indiğimizde tüm hayvanlar,
bitkiler ve bakteriler şaşırtıcı biçimde birörnektir. Genetik kodun kendisine
baktığımızda, bu gerçeğin
304
etkileyici biçimde sergilendiğini görürüz. Genetik sözlükte, her biri üç harften oluşan
64 DNA sözcüğü vardır. Bu sözcüklerin her birinin protein dilinde kesin bir
karşılığı, çevirisi vardır (ya belirli bir aminoasit ya da bir noktalama işareti). Tıpkı
bir insan dilinin keyfi olması gibi (örneğin, dinleyiciye içinde yaşanacak bir yer
anlamını veren “ev” kelimesinin ses olarak hiçbir içsel özelliği yoktur), genetik dil
de keyfidir. Bunu bildiğimize göre, her canlı, dış görünüşü diğer canlılardan ne denli
farklı olursa olsun, gen düzeyinde neredeyse aynı dili “konuşmaktadır”. Genetik
şifre evrenseldir. Ben bunu, tüm organizmaların tek bir ortak atadan geldiklerinin
kesin kanıtı olarak değerlendiriyorum. Keyfi “anlamlar” içeren aynı sözlüğün iki kez
ortaya çıkma olasılığı düşünemeyeceğimiz kadar küçüktür. VI. Bölüm’de gördüğümüz gibi, belki bir zamanlar farklı bir genetik dil kullanan organizmalar var
olmuştur, fakat artık bizimle değiller. Yaşamakta olan tüm organizmalar, tek bir
atadan gelmiştir ve bu atadan neredeyse aynı sözlüğü, 64 DNA sözcüğünün hemen
hemen her birinde aynı olan genetik sözlüğü miras olarak almışlardır.
Bu gerçeğin taksonomi üzerindeki etkisini bir düşünün. Mo- leküler biyoloji
çağından önce, zoologlar yalnızca çok sayıda anatomik özelliği aynı olan
hayvanların kuzenliğinden emin olabiliyordu. Moleküler biyoloji birdenbire anatomi
ve embriyolojinin sunduğu yavan listeye eklenecek benzerlikleri içeren, yeni bir
define sandığı açmış oldu. Ortak genetik sözlüğün 64 özdeşliği (benzerlik sözcüğü
çok zayıf kaldığından “özdeşlik” diyorum) yalnızca bir başlangıç. Taksonomi,
dönüştü. Bir zamanların belirsiz kuzenlik tahminleri, istatistiksel kesinlik kazandı.
Taksonomist için, genetik sözlüğün neredeyse kelimesi kelimesine evrensel
olması, iyiden de öte. Bir zamanlar tüm canlıların kuzen olduğunu biliyor fakat
hangi çiftlerin diğerlerinden daha yakın kuzen olduğunu söyleyemiyorduk. Fakat
moleküler bilgi bunu yapabiliyor, çünkü bize toplam bir özdeşlik yerine değişken
benzerlik dereceleri veriyor. Anımsayacaksınız, genetik çeviri donanımının ürünü,
protein molekülleridir. Her pro
tein molekülü bir tümce, sözlükteki aminoasit sözcüklerindt oluşan bir zincirdir.
Bu tümceleri çevirilmiş protein biçimi ya c orijinal DNA biçimi olarak okuyabiliriz.
Tüm canlılar aynı sö: lüğü kullanıyorsa da, hepsi aynı tümceleri yapmıyor. İşte bu, b
ze değişen kuzenlik derecelerini saptama olanağı veriyor. Pn tein tümceleri
ayrıntılarda farklı olsalar da, çoğu kez bütünci benzer düzende oluyor. Herhangi bir
organizma çiftinde, he zaman, aynı atasal tümcenin hafifçe “bozulmuş" uyarlamalaı
olduğu açıkça belli olacak kadar benzeyen tümceler bulabiliri; Bunu ineklerin ve
bezelyelerin histon dizileri arasındaki ufa farklılıklar hakkında verdiğimiz örnekte
gördük.
Artık taksonomistler kafataslarmı ya da bacak kemiklerin nasıl kıyaslıyorsa,
moleküler tümceleri de öyle kıyaslayabiliyor Çok yakm benzerlikler gösteren
protein ya da DNA tümceleri nin yakm kuzenlerden geldiği, farkı daha çok olan
tümceleri: daha uzak kuzenlerden geldiği varsayılabiliyor. Tüm bu tümce ler,
yalnızca 64 sözcüklü evrensel sözlükle yapılıyor. Çağda; moleküler biyolojinin
güzelliği, iki hayvan arasındaki farklılığın, kullandıkları belirli bir tümcenin
uyarlamaları arasında farklı olan tümcelerin sayısıyla kesin bir biçimde
ölçülebilmesi. III. Bölüm'deki genetik hiperuzayın terimleriyle, bir hayvanın
diğerinden kaç adım uzak olduğunu (en azından belirli bir protein molekülüne göre)
ölçebiliyoruz.
Bilim dünyasında etkin bir genetik akımın, “yansızcıların” yorumuna göre de (bir
sonraki bölümde bunlarla tekrar karşılaşacağız), moleküler dizileri kullanmanın
taksonomiye sağladığı bir ek üstünlük, moleküler düzeydeki evrimsel değişimin çoğunun yaasız olması. Bu, moleküler değişimin doğal seçilimle değil, gelişigüzel
olması anlamına geliyor; ve bu nedenle de tak- sonomisti yanıltacak ortak bir
noktaya doğru ilerleyen evrim umacısının var olmasının nedeni, zaman zaman
görülen şanssızlık. Bununla ilişkili bir başka gerçek de, daha önce gördüğümüz gibi,
herhangi bir molekülün birbirlerinden çok farklı hayvan gruplarında aşağı yukarı
sabit bir hızda evrimleşmesi. Bu, iki
hayvanın
kıyaslanabilir molekülleri (diyelim ki,
insan sitokro- jnıı ve yabandomuzu sitokromu) arasındaki farklılıkların sayısı- nın
bu hayvanların ortak atasının yaşadığı çağlardan bu yana geçen zamanın iyi bir
ölçütü olduğu anlamına geliyor. Oldukça dakik bir “moleküler saatimiz” var. Bu
moleküler saat, yalnızca hangi hayvan çiftinin ortak atasının daha yakın bir geçmişte
yaşadığını değil, aynı zamanda bu ortak atanın yaklaşık ne zaman yaşadığını
tahmin etmemizi sağlıyor.
Bu noktada, görünürdeki bir tutarsızlık nedeniyle okuyucunun kafası karışabilir.
Bu kitabın tümü doğal seçilimin ezici önemini vurgulamakta. Öyleyse nasıl oluyor
da şimdi moleküler düzeyde evrimsel değişimin gelişigüzelliğini vurguluyoruz?
XI.
Bölüm’de göreceğiz; ashnda bu kitabın ana konusu olan uyumların evrimine
ilişkin bir anlaşmazlık yok. En ateşli yan- sızcı bile gözler ve eller gibi karmaşık
çalışan organların gelişigüzel oluştuğunu düşünmez. Aklı başında her biyolog,
bunların yalnızca doğal seçilimle oluşmuş olabileceğini kabul eder. Ama yansızcı,
böylesi uyumların buzdağının tepesi olduğunu düşünür -bence haklıdır da...
Moleküler düzeyden bakıldığında, evrimsel değişimin çoğu işlevsel değildir.
Moleküler saat geçerli olduğu sürece -ki, her çeşit molekülün kendine özgü
hızıyla evrildiği doğru gibi görünüyor- bu saati evrim ağacının dallanma noktalarının
tarihini saptamak için kullanabiliriz. Ve, eğer çoğu evrimsel değişimin moleküler düzeyde yansız olduğu doğruysa, bu, taksonomist için bulunmaz bir nimettir. Ortak bir
noktaya doğru ilerleyen evrim sorununun istatistiksel silahlarla savuşturulabileceği
anlamına gelir. Her hayvanın hücrelerinde koca genetik metin ciltleri var. Yansızcıya
göre, bu metinlerin çoğunun hayvanı sürdürdüğü yaşam biçimine uyarlamakla hiçbir
ilgisi yok; doğal seçilim bunlara dokunmamış ve metinler şans eseri oluşanlar
dışında ortak bir noktaya doğru ilerleyen evrime tabi olmamış. Seçilim açısından
herhangi bir özelliğe sahip olmayan iki büytik metnin şans eseri birbirine benzeme
olasılığı hesaplanabilir ve gerçekten de çok düşüktür. Daha da iyisi, moleküler
evrimin sabit hızı, evrimsel tarihin dallanma tarihlerini saptamamıza olanak sağlar.
Yeni moleküler dizi okuma yöntemlerinin taksonomistin donanımına eklediği
gücü ne kadar vurgulasak yeridir. Tüm hayvanların tüm moleküler tümcelerinin
şifresi henüz çözülmedi, fakat artık kütüphaneye gidip, köpeğin, kangrunun, dikenli
karıncayiyenin, tavuğun, engerek yılanının, su kelerinin, sazanın ve insanın, diyelim,
hemoglobin
tümcelerini
kelimesi
kelimesine,
harfi
harfine
bulabiliyoruz.
Hayvanların hepsinde hemoglobin yok, ama başka proteinler var; örneğin, her
hayvanda ve bitkide bir uyarlaması olan ve çoğunu kütüphanede bulabileceğimiz
histonlar. Bunlar bacak uzunluğu, kafatasının genişliği gibi yaşa veya sağlığa göre,
hatta gözlemcinin görme yeteneğine göre değişen cinsten belirsiz ölçümler değil.
Bunlar aynı tümcenin aynı dilde kelimesi kelimesine bilinen uyarlamaları ve tıpkı
müşkülpesent bir Rumca bilgininin aynı Incil’in iki parşömenini kıyaslaması gibi,
yan yana konup ayrıntılarıyla ve kesin bir doğrulukla karşılaştırılabilirler. DNA dizileri tüm yaşamın talimatlarıdır ve biz onların şifresini biliyoruz artık.
Taksonomistin temel varsayımı, yakın kuzenlerde belirli bir moleküler tümcenin
uyarlamalarının uzak kuzenlerdekine kıyasla daha benzer olacağıdır. Buna “cimrilik
ilkesi” deniyor. Cimrilik, ekonomik tutumluluğa verilen bir başka ad. Elimizde
tümceleri bilinen bir grup hayvan varsa -diyelim ki, bir önceki paragrafta sıralanan
sekiz hayvan- görevimiz bu sekiz hayvanı birbirine bağlayan olası ağaç
şemalarından hangisinin en cimri şema olduğunu bulmaktır. En cimri ağaç,
307
varsayımsal olarak, “ekonomik anlamda en tutumlu” olan ağaçtır, yani evrim sürecinde en az sayıda sözcük değişikliği ve en az miktarda yakınsama içeren ağaç.
Olasılık dişilik kavramına dayanarak en az miktarda yakınsama varsayma hakkımız
var. Birbirleriyle akraba olmayan iki hayvanın kelimesi kelimesine, harfi harfine
aynı moleküler diziye ulaşması olasılığı, özellikle de çoğu moleküler evrimin yansız
olduğu düşünülürse, düşüktür.
Tüm olası ağaçlara bakmak istediğimizde karşımıza hesap zorlukları çıkıyor.
Elimizde sınıflandırılacak yalnızca üç hayvan varsa, olası ağaçların sayısı yalnızca
üçtür: A ile B birleşmiş, C dışarda; A ile C birleşmiş, B dışarda; B ile C birleşmiş, A
dışar- da. Sınıflandırılacak hayvan sayısını daha da artırıp aynı hesaplamayı
yapabilirsiniz; olası ağaçların sayısı hızla artacaktır. Yalnızca dört hayvan varsa,
olası kuzenlik ağaçlarının toplam sayısı hâlâ hesaplanabilir düzeydedir: 15.
Bilgisayarın 15 taneden hangisinin en cimri ağaç olduğunu bulması pek uzun
sürmez. Fakat sınıflandırılacak hayvan sayısı 20 taneyse, olası ağaç sayısı
8.200.794.532.637.891.559.375 olacaktır (9. Şekil’e bakm). 20 hayvan için,
günümüz bilgisayarlarının en hızlısının en cimri ağacı bulması 10.000 milyon yıl
alacaktır; yaklaşık evrenin yaşı kadar. Ve, taksonomistler sık sık 20’den fazla hayvan
için ağaç çizmek ister.
İlk önemseyenler moleküler taksonomistler olmasına karşın, patlayacak kadar
büyük sayılar sorunu moleküler-olmayan sınıflandırmada da hep olmuştur.
Moleküler olmayan taksonomistler sezgisel tahminler yaparak bu sorundan
kaçınmaya çalışmışlardır. Denenebilecek tüm aile ağaçlarından çoğu hemen
elenebilir -örneğin, insanları solucana maymunlardan daha yakın yerleştiren
milyonlarca aile ağacı. Taksonomistler komik olduğu böylesine bariz olan kuzenlik
ağaçlarıyla ilgilenmez bile ve dikkatlerini kendi önyargılarını şiddetle ihlal etmeyen
görece az sayıdaki ağaç üstünde yoğunlaştırır. Büyük olasılıkla bu doğru bir tutum,
ama gerçekten en cimri olan ağacın ele alınmadan bir kenara atılanların arasında
olma olasılığı her zaman var. Bilgisayarlar da kısa yoldan işlem yapmak üzere
programlanabilir ve patlayacak kadar büyük sayılar sorunu daha küçük hale
getirilebilir.
Moleküler bilgi öylesine zengin ki, sınıflandırmamızı farklı proteinler için tekrar
tekrar yapabiliriz. Böylelikle, bir molekü--------- Bakteri
Koelakant
l—Kedi
" Kaplan I ı— Köpek i— TriLi
Tilki Babun
Rhesus Maymunu
Şempanze
İnsan
Gibon
Maki
_j ---- Ringa
308
Kalkan Salyangoz Ahtapot
Kalamar Servi Ağacı Çam
Ağacı Meşe Ağacı
9. Şekil Bu doğru aile ağacıdır. Bu 20 canlıyı sınıflandırmanın
8.200.794.532.637.891.559.37-4 yolu daha vardır ve hepsi yanlıştır.
lün incelenmesinden çıkardığımız sonuçları, bir başka molekülün incelenmesinden
çıkanları doğrulamak için kullanabiliriz. Eğer bir protein molekülünün anlattığı
öykünün yakınsama nedeniyle karışmış olduğu kaygısını taşıyorsak, bir başka
protein molekülüne bakarak kolayca kontrol edebiliriz. Yakınsak evrim aslında özel
bir çeşit rastlantıdır. Rastlantıların bir özelliği, bir kez gerçekleşseler bile, ikinci kez
gerçekleşme olasılığının daha da düşük olmasıdır; üçüncü kez gerçekleşme
olasılıkları daha da düşük... Birbirinden ayrı daha fazla sayıda protein molekülü
alarak rastlantıyı tümüyle bertaraf edebiliriz.
Örneğin, bir grup Yeni Zelandalı biyoloğun yaptığı bir çalışmada, 11 hayvan beş
değişik protein molekülü kullanılarak, beş kere birbirlerinden bağımsız olarak
sınıflandırıldı. Bu 11 hayvan, koyun, rhesus maymunu, at, kangru, sıçan, ada tavşanı,
köpek, domuz, insan, inek ve şempanzeydi. Yapmaya çalıştıkları, bir protein
kullanarak bu 11 hayvanın akrabalık ilişkilerini gösteren bir ağaç çizmekti. Sonra da,
başka bir protein kullanarak aynı akrabalık ağacının elde edilip edilemeyeceğini
görmekti. Daha sonra da, aynı şeyi bir üçüncü, dördüncü ve beşinci
309
protein için yapmaktı. Kuramsal olarak, örneğin evrim doğru olmasaydı, beş
proteinin her biri tümüyle farklı bir “akrabalık’’ ağacı verebilirdi.
Kütüphanede bu 11 hayvan için denenebilecek beş protein vardı. 11 hayvan için
olası akrabalık ilişkisi ağacı sayısı 654.729.075’ti ve bildik kısa yolların kullanılması
gerekti. Bilgisayar beş protein molekülünün her biri için en cimri akrabalık ilişkisi
ağacını çizdi. Bu, 11 hayvan arasındaki en doğru akrabalık ilişkisi ağacı için
birbirinden bağımsız, en iyi beş tahmini verir. Umabildiğimiz en iyi sonuç, beş
tahmini ağacın birbirlerinin eşi olmasıydı. Yalnızca şans eseri bu sonucu elde etme
olasılığı son derece düşük: Olasılığı gösteren sayının ondalık virgülden sonra 31 tane
sıfırı var. Belirli bir miktar yakınsak evrim ve rastlantı beklenmelidir; dolayısıyla,
eğer mükemmel bir anlaşma elde edemezsek şaşırmayacaktık. Fakat farklı ağaçlar
arasında önemli bir anlaşma çıkmazsa kaygılanacaktık. Sonunda, elde ettiğimiz
birbiriyle özdeş beş ağaç değil, birbirine çok benzeyen beş ağaç oldu. Beş molekülün
hepsi de insan, şempanze ve maymunu birbirlerine yakın yerleştirmekte
anlaşmışlardı; fakat bu kümeye bir sonraki en yakm hayvanın ne olacağı konusunda
anlaşmazlık vardı: hemoglobin B, köpek diyordu; fibrinopeptit B, sıçan; fibrinopeptit
A, sıçan ve tavşandan oluşan bir küme; hemoglobin A, sıçan, tavşan ve köpekten
oluşan bir küme...
Köpekle belirli bir ortak atamız, sıçanla da başka bir ortak atamız var. Bu iki ata
geçmişin belirli bir anında gerçekten var oldu. Birinin diğerinden daha yakm bir
geçmişte olması gerekiyor; öyleyse ya hemoglobin B ya da fibrinopeptit B evrimsel
akrabalık ilişkileri tahmininde yanılmış olmalı. Dediğim gibi, böylesi sapmalarm bizi
kaygılandırması gerekmez. Belirli bir miktar yakınsama ve rastlantı bekliyoruz
zaten. Eğer gerçekte köpeğe daha yakın akrabaysak, biz ve sıçan fibrinopeptit B’lerimiz açısından birbirimize yakınsamışız demektir. Eğer gerçekte sıçana daha yakm
akrabaysak, biz ve köpek hemoglobin B’le- rimiz açısından birbirimize yakınsamışız
demektir. Diğer moleküllere bakarak, bunlardan hangisinin daha olası olduğu hakkında bir fikir edinebiliriz. Fakat konuyu daha fazla uzatmayacağım; asıl önemli
noktayı vurgulamış bulunuyorum.
Taksonominin biyolojik alanların en kinci, kötü huylusu olduğunu söylemiştim.
Stephen Gould bu alanı “adlar ve pislik” olarak gayet güzel tanımladı.
Taksonomistler
kendi
düşünce
akımlarına,
politika
ya
da
ekonomide
bekleyebileceğimiz, fakat genellikle akademik bilimde ummadığımız bir biçimde
bağlılar. Bir taksonomi okulunun üyeleri kendilerini tıpkı ilk Hıristiyan- lar gibi,
kuşatılmış bir kardeşler çetesi olarak görür. Bunu, ilk olarak, taksonomist bir
tanıdığım kederden bembeyaz olmuş bir yüzle bana gelip bilmem kimin (isim önemli
değil) dallanmacı- lara geçtiği “haberini” verdiğinde anladım.
Taksonomik düşünce akımlarının bir özetini yapacağım, büyük olasılıkla bu
akımların bazı üyelerini kızdırmış olacağım, fakat yine de birbirlerini öfkeden
çıldırttıkları (bunu bir alışkanlık haline getirmişler) kadar değil; öyleyse gereksiz
zarar vermiş olmayacağım. Taksonomistler temel felsefeleri açısından iki ana kampa
ayrılmışlar. Bir tarafta amaçlarının evrimsel akrabalık ilişkilerini keşfetmek
olduğunu açıkça söyleyenler var. Onlara göre (ve bana göre), iyi bir taksonomik
ağaç, evrimsel ilişkilerin aile ağacıdır. Taksonomi alanında çalışıyorsanız,
hayvanların birbirleriyle olan kuzenliklerinin yakınlığı hakkında elinizden gelen en
iyi tahmini yapmak için, var olan tüm yöntemleri kullanırsınız. Bu taksonomistlere
bazen “filetikçiler” deniyor ama aslında onlara bir ad bulmak zor, çünkü en belirgin
ad olan “evrimci taksonomistler" adına belirli bir alt-akım tarafından el konulmuş.
Bu bölümü şimdiye dek bir filetikçinin bakış açısmdan yazdım.
Fakat oldukça mantıklı nedenlerle farklı bir yoldan ilerleyen birçok taksonomist
var. Taksonomi alanında çalışmanın nihai amacının evrimsel akrabalık ilişkilerini
keşfetmek olduğunu kabullenmeye eğilimli olmalarına karşın, taksonomi uğraşını
benzerlikleri oluşturan kuramdan (ki benim için bu evrim kuramı) ayrı tutmakta ısrar
ediyorlar. Bu taksonomistler benzerlikleri başka, sorulan bir yana bırakarak kendi
içinde incelemek istiyor. Bu benzerliklerin nedeninin evrimsel geçmiş olup olmadığı
ve yakm benzerliklerin yakm kuzenlikten kaynaklanıp kaynaklanmadığı sorunlarına
karşı önyargılı olmak istemiyorlar. Sımflan- dırmalannı yalnızca benzerlikleri
kullanarak kurmak istiyorlar.
Bunu yapmanın yararlarından biri, evrimin gerçekliğinden kuşkuluysanız, bunu
denemek için benzerlikleri kullanabilmeniz. Eğer evrim gerçekse, hayvanlar
arasındaki benzerlikler belirli, öngörülebilir bir düzen izlemelidir, özellikle de
hiyerarşik yerleşim düzenini. Eğer evrim gerçek değilse, nasıl bir düzen
beklenebileceğini ancak Tanrı bilir, ama yerleşik bir hiyerarşik düzen beklemek için
hiçbir neden yoktur. Bu akım, sınıflandırmanızı yaparken evrimin gerçekliğini
varsaydığınız takdirde taksonomik çalışmanızın sonuçlarını evrimin gerçekliğini
denemek üzere kullanamayacağınız konusunda ısrarlı: böyle bir yaklaşımın kısır
döngü olacağını düşünüyorlar. Birileri evrimin gerçekliğinden ciddi olarak kuşku
duyuyor olsaydı, bu yaklaşım güçlü bir yaklaşım olurdu. Tekrarlayayım,
taksonomistler arasındaki bu ikinci düşünce akımı için uygun bir ad bulmak zor. Ben
onlara "arı-benzerlik ölçücüleri” diyeceğim.
Filetikçiler, açık açık evrimsel akrabalık ilişkilerini keşfetmeye çalışan
taksonomistler, iki ayrı düşünce akımına ayrılıyor: Willi Hennig’in tanınmış kitabı
Phylogenetic Systematics’te (Filogenetik Sistematik) ortaya attığı ilkeleri izleyen
dallanma- cılar; ve “geleneksel” evrimci taksonomistler. Dallanmacılar, dalları
311
saplantı haline getirmişlerdir. Onlar için, taksonominin amacı, soy hatlarının
evrimsel süreç içerisinde hangi sırayla birbirlerinden ayrıldıklarını bulmaktır. Bu
hatların dallanma noktasından buyana ne kadar değiştiklerine aldırmazlar. “Geleneksel" (bu sözcüğü aşağılayıcı bir anlamda düşünmeyin) evrimci taksonomistler,
dallanmacılardan, temelde yalnızca dallanan bir evrim türü düşünmemeleriyle
ayrılır. Ayrıca, yalnızca dallanmayı değil, evrim sürecinde oluşan toplam değişim
miktarını da dikkate alırlar.
312
Dallanmacılar işe başladıkları andan itibaren dallanan ağaçlar çerçevesinde
düşünür. İdealde, uğraşmakta oldukları hayvanlar için tüm olası dallanan ağaçları
yazarak başlarlar (yalnızca ikili dallanmalar, çünkü herkesin sabrının bir sınırı vardır!). Moleküler taksonomiyi tartışırken gördüğümüz gibi, çok sayıda hayvanı
sınıflandırıyorsanız bu iş zorlaşıyor, çünkü olası ağaç sayısı astronomik miktarlarda
artıyor. Fakat aynı zamanda kısa yollar (şansımız varmış) ve işe yarar yaklaştırmalar
da olduğunu gördük; bu da bu tip taksonominin uygulamada yapılabilir olduğu
anlamına geliyor.
Tartışmayı sürdürebilmek için, yalnızca üç hayvan, kalamar, ringa ve insanı
sınıflandırmaya çalıştığımızı düşünürsek, ikili dallanma yapan yalnızca üç tane ağaç
vardır:
1. Kalamar ve ringa birbirlerine yakın, insan "dışardaki grup".
2. İnsan ve ringa birbirlerine yakın, kalamar dış grup.
313
314
3. Kalamar ve insan birbirlerine yakın, ringa dış grup.
Dallanmacılar üç olası ağaca sırayla bakacak ve en iyisini seçeceklerdir. En iyi
ağacın hangisi olduğuna nasıl karar verecekler? Temelde, en iyi ağaç, en çok sayıda
özelliği ortak olan hayvanlan birleştiren ağaçtır. “Dış grup”, diğer ikisiyle en az sayıda ortak özelliği olan hayvana verilen ad. Yukarıdaki ağaç listesinde, İkincisi
yeğlenecektir, çünkü insan ve ringa, birbirleriyle kalamar ve ringanın ya da kalamar
ve insanın paylaştığından daha fazla ortak özellikleri paylaşır. Kalamar, dış gruptur,
çünkü insanla ya da ringayla fazla ortak özelliği yoktur.
Aslında bu, ortak özelliklerin sayılması kadar basit değil, çünkü bazı özellik
çeşitleri bilerek göz ardı edilir. Dallanmacı- lar, yakın geçmişte evrilmiş özelliklere
ağırlık vermek ister. Örneğin tüm memelilerin ilk memeliden miras aldığı eski
özellikler, memeliler içerisinde sınıflandırma yaparken işe yaramaz. Hangi
özelliklerin eski olduğuna karar vermek için kullandıkları yöntemler çok ilginçtir
ama bu bizi kitabın kapsamı dışına çıkaracaktır. Bu aşamada hatırlanması gereken
asıl şey, dallan- macmın üzerinde uğraştığı hayvanları birleştirebilecek tüm olası
çatallanan ağaçları dikkate aldığı (en azından ilke olarak) ve tek doğru ağacı
seçmeye çalıştığıdır. Ve, gerçek dallanmacı, dallanan ağaçları yani "kladogramları”,
aile ağaçları, evrimsel kuzenliğin yakınlığını gösteren ağaçlar olarak gördüğünü saklamaz.
315
Dallanma saplantısı aşırıya vardırıldığında tuhaf sonuçlar verebilir. Bir türün
yakm kuzenlerinden son derece farklı olup, uzak kuzenleriyle her ayrıntıda özdeş
olması kuramsal olarak mümkün. Örneğin, günümüzden 300 milyon yıl önce,
birbirine çok benzeyen iki balık türü olduğunu varsayalım; adları Yakup ve Esav
olsun. Diyelim ki, bu türlerin her ikisinin de soyu günümüze dek ulaştı. Esav'ın
soyundan gelenler durgun kaldı. Denizin derinliklerinde yaşamaya devam ettiler ama
evrilmediler. Bunun sonucu olarak, Esav’ın soyundan gelenler temelde Esav’ın
aynısı kaldılar ve bu yüzden de Yakup’a çok benziyorlar. Yakup’un soyundan
gelenler evrildi ve çoğaldı. Sonunda, tüm günümüz memelilerini ortaya çıkardılar.
Fakat Yakup’un soyundan gelenlerden biri, denizin derinliklerinde kaldı, değişmedi
ve o da günümüze soyunu bıraktı. Bunlar Esav’ın günümüz soyuna o kadar benziyor
ki, ikisini ayırt etmek çok zor.
Şimdi, bu hayvanlan nasıl sınıflandıracağız? Geleneksel evrimci taksonomist,
Yakup ve Esav’ın ilksel derin deniz soylarının arasındaki benzerliği fark edecek ve
onlan birlikte sınıflan- dıracaktır. Keskin dallanmacı bunu yapamaz. Yakup’un derin
deniz soyu, Esav’ın derin deniz soyuna çok benzemesine karşın, memelilerin daha
yakından kuzenidir. Memelilerle ortak ataları, Esav’la ortak atalarından daha yakın
bir geçmişte yaşamıştır - aradaki süre çok az olsa da... Bu yüzden, memelilerle
birlikte sınıflandırılmalıdır. Bu size tuhaf görünebilir, ama kişisel konuşmak
gerekirse, ben bu durumu sükûnetle karşılayabilirim; en azından tümüyle mantıklı ve
belirgin bir durum. Aslında, hem dallanmacılığın hem de geleneksel evrimsel
taksonominin iyi yanları var ve ben, kullandıkları yöntemi açıkça anlattıkları sürece
hayvanları nasıl sınıflandırdıklarına aldırmıyorum.
Diğer ana akıma, arı-benzerlik ölçücülerine dönersek, onlar da iki alt-akıma
ayrılabilirler.
Her
iki
alt-okul
da
sınıflandırma
yaparken
uygulamadaki
düşüncelerinden evrimi çıkarma konusunda anlaşırlar. Fakat sınıflandırma
uygulamalarını nasıl yapacakları konusunda ayrılırlar. Bu taksonomistlerin altakımla-
316
rından birine bazen "fenetikçiler”, bazen de "sayısal taksonomistler” deniyor. Ben
bunlara “ortalama uzaklık ölçücüleri” diyeceğim. Diğer benzerlik ölçücüleri akımı
ise, kendilerine “dönüşmüş dallanmacılar” diyorlar. Bu kötü bir isim; çünkü aslında
dallanmacı falan değilleri Julian Huxley, dal terimini ortaya attığında, bu terimi
açıkça ve hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde tanımladı. Dal, belirli bir atanın
soyundan gelen tüm organizmaların kümesidir. “Dönüşmüş dallanmacıların” ana
özelliği tüm evrim ve atalık kavramlarından kaçınmak olduğuna göre, kendilerine
dallanmacı demeleri hiç de mantıklı değil. Bunu yapmalarının tarihsel bir nedeni var:
Gerçek dallanmacı- lar olarak yola koyuldular ve onların temel felsefesini ve mantıklarını terk ederek yalnızca bazı yöntemlerini aldılar. Bunu hiç istemememe
rağmen, sanırım onlara dönüşmüş dallanmacı- lar demekten başka çarem yok.
Ortalama uzaklık ölçücüler yalnızca sınıflandırmalarında evrimi kullanmayı
reddetmekle kalmıyorlar (yine de hepsi evrime inanıyor). Benzerliğin bir dallanma
hiyerarşisi olması gerektiğini bile kabul etmeme konusunda ısrarlılar. Eğer
gerçekten hiyerarşik bir düzen varsa, bu düzeni ortaya çıkaracak yöntemler
kullanmaya çalışıyorlar, ama böyle bir düzen yoksa, uğraşmıyorlar. Doğaya
gerçekten hiyerarşik bir biçimde düzenlenip düzenlenmediğini sormaya çalışıyorlar.
Bu kolay bir iş değil ve sanıyorum, böyle bir amaca ulaşmak için herhangi bir
yöntemin olmadığını söylersem haksızlık etmiş olmam. Her neyse, bu amaç bence
takdire şayan önyargılardan kaçınma ilkesinin bir parçası. Yöntemleri çoğu kez
karmaşık ve matematiksel ve canlıların sınıflandırılmasında olduğu kadar cansızların
-örneğin, kayaçların ya da arkeolojik eserlerin- sınıflandırılması için de uygun.
Ortalama uzaklık ölçücüler hayvanlarıyla ilgili ölçülebilecek ne varsa ölçüyorlar. Bu
ölçümlerin yorumlanmasında biraz akıllı olmak gerekiyor ama bunun üstünde
durmayacağım. Sonunda, tüm ölçümler her hayvanla diğer hayvanlar arasında bir
35 7
benzerlik dizini (ya da tam tersi, bir farklılık dizini) oluşturmak üzere birleştiriliyor.
İstiyorsanız, hayvanları uzayda noktalardan oluşan bulutlar olarak düşünebilirsiniz.
Fareler, sıçanlar, hamsterler, vs. uzayın bir bölümünde bulunuyor. Uzayın uzak bir
yerinde, aslanlar, kaplanlar, leoparlar, çitalar, vs. içeren bir başka küçük bulut var.
Uzaydaki herhangi iki nokta arasındaki uzaklık, iki hayvanın çok sayıda özelliği
birleştirildiğinde birbirlerine ne kadar yakından benzediklerinin bir ölçüsü oluyor.
Aslanla kaplan arasındaki uzaklık kısa. Fareyle sıçan arasındaki de öyle. Fakat
sıçanla kaplan ya da fareyle aslan arasındaki uzaklık fazla. Özelliklerin
birleştirilmesi genellikle bir bilgisayarın yardımıyla yapılıyor. Bu hayvanların içinde
oturdukları uzay, yüzeysel bakıldığında biraz Biyomorf Ulkesi’ne benziyor, ama
“uzaklıklar” genetik değil, fiziksel vücut benzerliklerini temsil ediyor.
Her hayvanla diğer tüm hayvanlar arasında bir ortalama benzerlik (ya da uzaklık)
dizini hesaplandıktan sonra, bilgisayar, uzaklıklar/benzerlikler dizisini taramak üzere
programlanıyor, hiyerarşik bir kümelenme düzeni oluşturulmaya çalışılıyor. Ne
yazık ki, kümeleri aramak üzere hangi hesaplama yönteminin kullanılacağı hakkında
epey çatışma var. Doğruluğu çok açık bir yöntem yok ve yöntemlerin hepsi aynı
yanıtı vermiyor. Daha da beteri, bu bilgisayar yöntemleri, orada olmasalar bile,
hiyerarşik düzenlenmiş küme-içinde-kümeler “görmeye” aşırı “hevesliler”. Uzaklık
ölçücüler ya da “sayısal taksonomistler” akımının son zamanlarda modası biraz
geçti. Benim görüşüm, modası olmamanın geçici bir durum olduğu -moda genelde
böy- ledir- ve bu tip “sayısal taksonominin” kolayca bir kenara atılamayacağıdır.
Yeniden gündeme geleceklerini sanıyorum.
Diğer arı-düzen ölçücüleri, daha önce gördüğümüz tarihsel nedenlerle kendilerine
dönüşmüş dallanmacılar diyenlerdir. “Pisliğin” yayıldığı grup işte bu. Gerçek
dallanmacıların saflarından nasıl ayrıldıklarını anlatmayacağım. Dönüşmüş dallanmacılarm, görüşlerinin altında yatan felsefe açısından diğer arı- düzen ölçücülerle,
“fenetikçi” ya da “sayısal taksonomistler”, yani benim ortalama-uzaklık ölçücüleri
adını verdiklerimle epey ortak yanları var. Bunların ortak noktası, evrimi taksononıi uygulamalarına taşımaya karşı duydukları antipati; bu, evrim düşüncesinin
kendine karşı bir düşmanlık beslemelerini gerektirmiyor elbette.
Dönüşmüş
dallanmacıların
gerçek
dallanmacılarla
ortak
noktaları,
uygulamalarında çoğu kez aynı yöntemleri kullanmalarıdır. Her iki akım da işin
başından itibaren çatallanan ağaçlar düşünürler. Her ikisi de belirli özellikleri
taksonomi açısından önemliler ve önemsizler şeklinde ayırırlar. Ayrıldıkları nokta,
bu ayrımın altında yatan mantıktır. Ortalama-uzaklık ölçücüler gibi, dönüşmüş
dallanmacılar da aile ağaçları keşfetmek üzere yola çıkmazlar; aradıkları arıbenzerlik ağaçlarıdır. Orta- lama-uzaklık ölçücüler gibi, benzerlik düzeninin
358
evrimsel geçmişi yansıtıp yansıtmadığı sorusunu açık bırakırlar. Fakat Doğaya
gerçekten hiyerarşik düzen içinde olup olmadığını sormaya hazır (en azından
kuramsal olarak) uzaklık ölçücülerin tersine, dönüşmüş dallanmacılar Doğa’nın
hiyerarşik düzenlenmiş olduğunu varsayarlar. Onlar için, nesnelerin dallanan bir
hiyerarşi içinde (ya da yerleşim yerleri halinde) sınıflandırılmaları gerektiği bir
aksiyom, bir inanç olayıdır. Dallanan ağacın evrimle hiçbir ilgisi olmadığı için,
bunun ille de canlılara uygulanması gerekmez. Savunucularına göre, dönüşmüş
dallanmacıla- rın yöntemleri yalnızca hayvanlarla bitkileri değil, taşları, gezegenleri,
kütüphanedeki kitapları, bronz çağı toprak çanaklarını sınıflandırmada da
kullanılabilir. Diğer bir deyişle, kütüphane kıyaslamasında vurguladığım noktayı,
yani evrimin eşi olmayan bir hiyerarşik sınıflandırmanın tek sağlam temeli olduğunu
kabullenmezler.
Önceden de gördüğümüz gibi, ortalama-uzaklık ölçücüleri her hayvanın diğer
hayvanlardan ne kadar uzak olduğunu ölçer; burada “uzak", “benzemiyor” ve de
“yakın”, “benziyor" anlamına gelir. Ancak bir çeşit toplu ortalama benzerlik dizini
hesapladıktan sonradır ki, sonuçlarını dallanan, küme-içinde-kü- me hiyerarşisi ya da
“ağaç" şeması terimleriyle yorumlamaya başlarlar. Öte yandan, dönüşmüş
dallanmacılar bir zamanlar içlerinde oldukları gerçek dallanmacılar gibi, ta işin
başında kümeli, dallanmalı düşünmeye başlarlar. Tıpkı gerçek dallanmacı- lar gibi,
tüm olası çatallanan ağaçları kâğıda döker (en azından ilke olarak) ve en iyisini
seçmeye çalışırlar.
Peki, her olası “ağaç" dediklerinde aslında sözünü ettikleri nedir ve en iyi
demekle neyi kastediyorlar? Her ağaç dünyanın hangi varsayımsal durumuna karşılık
geliyor? Gerçek bir dal- lanmacı, W. Hennig'in bir izleyicisi için, yanıt çok açıktır.
Dört hayvanı birleştiren 15 olası ağacın her biri olası bir aile ağacını temsil eder.
Dört hayvanı birleştiren 15 olası ağaçtan yalnızca biri doğru olandır. Bu hayvanların
atalarının geçmişi geçekti ve yeryüzünde yaşandı. Tüm dallanmaların ikili
dallanmalar olduğunu varsayarsak, 15 olası geçmiş vardır. Bu olası geçmişlerin 14’ü
yanlıştır. Yalnızca biri doğru olabilir ve geçmişin gerçekte nasıl yaşandığını
verebilir. Sekiz hayvan düşünüldüğünde, ortaya çıkan 135.135 ağaçtan 135.134 u
yanlıştır. Yalnızca bir tanesi geçmişin gerçeğini yansıtır. Hangisinin doğru
olduğunu görmek kolay olmayabilir, fakat gerçek dallanmacı bir taneden fazlasının
doğru olamayacağından emindir en azından.
Peki, bu 15 (ya da 135.135 ya da her ne ise) olası ağaç ve içlerinden doğru olanı,
dönüşmüş dallanmacının evrimsel-olma- yan dünyasında neye karşılık geliyor? Eski
öğrencim ve yeni çalışma arkadaşım olan Mark Ridley'in Evolution and Classifi-
cation (Evrim ve Sınıflandırma) adh kitabında işaret ettiği gibi, pek bir şeye karşılık
359
gelmiyor. Dönüşmüş dallanmacı düşüncelerine atasallık kavramının girmesine izin
vermeyi reddeder. Ona göre “ata" kirli bir sözcüktür. Ama bir taraftan da, sınıflandırmanın dallanan bir hiyerarşi olması gerektiğinde ısrarlıdır. Peki öyleyse, bu 25 (ya
da 135.135) olası hiyerarşik ağaç atasal geçmiş ağaçlan değilse, nedir Allah aşkına?
Bu görüşün, dünyanın işte böylesine hiyerarşik düzenlendiğine ilişkin bulanık,
idealist bir anlayış, dünyada her şeyin bir “karşıtı” olduğunu, bir mistik “ying”i ya da
“yangı”ı olduğunu belirten bir anlayış bulmak için antik felsefeye başvurmaktan
başka yapabilecek bir şeyi yoktur. Bu görüş asla bundan daha somut bir noktaya
gidemez. Dönüşmüş dallanmacımn evrimsel-olmayan dünyasında, “6 hayvanı
birleştiren olası 945 ağaçtan yalnızca biri doğru olabilir; diğerlerinin tümü yanlıştır”
benzeri güçlü ve açık öneriler getirmek kesinlikle mümkün değildir.
Dallanmacı için, ata sözcüğü neden kirli bir sözcük? Ataların asla var olmadığına
inandıkları için değil (umarım). Daha çok, ataların taksonomideyeri olmadığına karar
vermişler. Taksonomi uygulamaları söz konusu olduğunda, bu savunulabilir bir
konum. Bazı geleneksel evrimci taksonomistler yapsa da, hiçbir dallanmacı, aile
ağaçları üzerine etli butlu ata resimleri çizmez. Hangi klikten olursa olsun tüm
dallanmacılar, gözlenen, gerçek hayvanlar arasındaki tüm akrabalık ilişkilerini bir
kuzenlik, bir biçim sorunu olarak ele alırlar. Bu gayet mantıklı. Mantıklı olmayan,
bunu, ata kavramına karşı, hiyerarşik biçimde dallanan ağacı sınıflandırmanızın
temeli olarak benimsemenize temel bir kanıt sağlarken atalardan söz edilmesine
karşı bir tabu haline getirmektir.
Taksonomide dönüşmüş dallanmacılık akımının en tuhaf yönünü en sona
bıraktım. Bazı dönüşmüş dallanmacılar, fenetikçi “uzaklık ölçücülerle” paylaştıkları,
evrimsel ve atasal varsayımları taksonomi uygulamasının dışında bırakma
konusunda söylenebilecek bir şeyler olması gerektiği düşüncesiyle -ki gayet mantıklı
bir düşünce bu- tatmin olmayıp, çizmeyi aşıyor ve evrimin kendisinde yanlış bir
şeyler olduğu sonucuna varıyor! Bu, önemsemeye değmeyecek kadar anlamsız; fakat
“dönüşmüş dallanmacıların” en önde gelenlerinden bazıları evrim fikrinin ta
kendisine, özellikle de Darvvinci evrim kuramına karşı gerçek bir düşmanlık
besliyorlar. Bunlardan ikisi, New York”taki Amerika Doğa Tarihi Müzesi'nden G.
Nelson ve N. Platnick, “Kısaca, .... Darvvincilik, sınanmış ve yanlış olduğu
anlaşılmış bir düşüncedir.” diye yazacak kadar ileri gidiyor. Bu “sınama nin” ne
olduğunu bilmeyi çok isterdim ve bunun da ötesinde Nelson ve Platnick'in
Darwinciliğin açıkladığı olguları, özellik le de uyumsal karmaşıklığı nasıl bir
alternatif kuramla açıkla dıklarım bilmeyi çok isterdim.
Dönüşmüş dallanmacılarm her türlüsünün, köktenci yaratı- lışçılar olduklarını
söylemiyorum. Benim kendi yorumum, tak- sonominin biyolojideki önemini
360
abartmaktan hoşlandıkları yönünde. Dönüşmüş dallanmacılar evrimi unuttukları ve
özellikle taksonomi konusunda düşünürken ata kavramını asla kullanmadıkları
takdirde daha iyi sınıflandırma yapacaklarına karar vermişler -belki de haklılar.
Tıpkı bunun gibi, bir uzman, diyelim ki bir sinir hücreleri uzmanı, evrimi göz
önünde bulundurmanın kendisine yardımcı olmayacağı kararma varabilir. Bu uzman,
sinir hücrelerinin evrimin bir ürünü olduğunu kabul eder fakat araştırmalarında bu
gerçeği kullanması gerekmemektedir. Fizik ve kimya konularında epey şey bilmesi
gerekmektedir ama Darvinciliğin, sinir itkileri hakkında yaptığı araştırmayla bir
ilgisinin olmadığına inanmaktadır. Bu savunulabilir bir konum. Fakat, kendi bilim
dalınızın uygulamalarında belirli bir kuramı kullanmadığınız için bu kuramın yanlış
olduğunu söylemeniz akla uygun değil. Bunu yalnızca kendi bilim dalınızın önemini
müthiş abartıyorsanız söylersiniz.
O durumda bile söyledikleriniz mantıklı olmayacaktır. Kuşkusuz, bir fizikçi, fizik
çalışırken Darwinciliğe gereksinim duymaz. Fizikle kıyaslandığında biyolojinin
önemsiz olduğunu düşünebilir. Bunun sonucu olarak, bu fizikçiye göre Darvinciliğin
bilimdeki önemi fazla değildir; fakat buradan yola çıkıp Darvinciliğin yanlış olduğu
sonucuna varması akla uygun değildir! Yine de, dönüşmüş dallanmacılar akımının
bazı liderlerinin yapmış oldukları bu. Dikkat edin, “yanlış” sözcüğü, Nelson ve
Patrick’in kullandığı sözcüğün ta kendisi. Aslında söylemeye gerek yok, bir önceki
bölümde sözünü ettiğim hassas mikrofonlar Nelson ve Patrick’in sözlerini yakalamış
ve sonuç olarak
361
T
epey sansasyon yaratmış. Köktenci yaratılışçı camiasında kendilerine onurlu
bir yer edinmişler. Geçenlerde, bir dönüşmüş dallanmacı lideri bir söyleşi için
benim çalıştığım üniversiteye konuk geldi ve yılın en kalabalık dinleyici
kitlesini salona topladı. Nedenini anlamak pek zor değil.
Saygın bir müzede çalışan saygın biyologlardan gelen, “Kısaca, ....,
Darwincilik, sınanmış ve yanlış olduğu anlaşılmış bir düşüncedir.” benzeri bir
ifade, yaratılışçıların ve yanlışlıklar yapmada çıkarı olanların arayıp da
bulamadıkları nimettir. Okuyucularımı dönüşmüş dallanmacılık konusuyla
sıkmamın tek nedeni bu. Nelson ve Platnick’in Darwinciliğin yanlış olduğunu
yazdıkları kitabın eleştirisinde Mark Ridley'in dediği gibi (benden daha ılımlı
bir ifadeyle): “Söylediklerinin atasal türlerin dal- lanmacı sınıflandırmada
temsil edilemeyecek kadar aldatıcı olduğu anlamına geldiğini kim bilebilirdi
ki?” Kuşkusuz, ataların kesin kimliklerini belirlemek zor ve hatta bunu
yapmamak için iyi nedenler de var. Ama başkalarının asla atalarımızın olmadığı sonucuna varmasına neden olacak laflar söylemek, dili ayartmak ve gerçeğe
ihanet etmektir.
Artık dışarı çıkayım da, bahçeyi falan çapalayayım bari.
362
XI. Bölüm
Lanetli Rakipler
H
içbir ciddi biyolog, evrimin gerçek olduğundan, tüm canlıların
birbirlerinin kuzeni olduğundan kuşku duymaz. Bununla birlikte,
bazı biyologların, Dar- win’in evrimin nasıl bir yolla gerçekleştiği
konusundaki görüşleri hakkında kuşkulan olmuştur. Zaman zaman bu yalnızca
sözcüklerle ilgili bir tartışma olup çıkar. Örneğin, noktalı evrim kuramı
Darwinci-karşıtı olarak sunulabilir. Ancak IX. Bölüm- ’de de tartıştığım gibi,
aslında Darvinciliğin ufak bir çeşitlemesidir ve rakip kuramlara ilişkin bir
bölümde yeri yoktur. Fakat, kesinlikle Darvvin çeşitlemesi olmayan başka
kuramlar da var, Darwinciliğin ruhuna dümdüz saldıran kuramlar... Bölümümüzün konusu işte bu rakip kuramlar. Zaman zaman Darvvinci seçilime seçenek
olarak öne sürülen bu kuramların arasında La
364
m arakçılık dediğimiz akımın çeşidi uyarlamaları; ayrıca da "yansızcılık",
"mutasyonculuk” ve yaratılışçılık var.
Rakip kuramlar arasında bir yargıya varmanın en belirgin yolu, kanıtlan
incelemekten geçiyor. Örneğin, Lamarckçılık türü kuramlar geleneksel olarak
reddedilir -ve bu doğru bir karardır- çünkü bu kuramlann lehine (deneme çabası
gösterenler lehine değil, zaman zaman yalan kanıt ileri süren fanatikler lehine)
doğru dürüst kanıt hiçbir zaman olmamıştır. Bu bölümde farklı bir yol
tutturacağım, çünkü çok sayıda başka kitapta bu kanıtlar incelendi ve
Darwincilik lehine karar verildi. Rakip kuramlar lehine ve aleyhine kanıtları
incelemek yerine, daha rahat bir yaklaşım deneyeceğim. İleri süreceğim sav,
Darwinciliğin, ilke olarak, yaşamın belli yönlerini açıklama yeteneğine sahip,
bilinen tek kuram olduğudur. Eğer ben haklıysam, bu, Darvvinci kuram lehine
hiçbir gerçek kanıt olmasa bile (ki var), bu kuramı rakip kuramlara tercih
etmemizin onaylanması anlamına gelir.
Bu noktayı daha vurucu bir biçimde anlatmanın bir yolu, tahmin yapmaktır.
Şöyle bir tahmin yapayım: Bir gün evrenin bir başka yerinde bir yaşam biçimi
keşfedilirse, bu yaşam biçimi ayrıntılarda ne denli acayip, ne kadar yabancı
olursa olsun, bir kilit noktada yeryüzündeki yaşama benzediği görülecektir: Bu
yaşam biçimi bir tür Darvvinci doğal seçilimle evrimleşmiş olacaktır. Ne yazık
ki, bu, bizim ömrümüzün sınırları içerisinde smanamayacak bir tahmin, fakat
bizim gezegenimizdeki yaşamla ilgili önemli bir gerçeği anlatmanın bir yolu
olarak kalacak. Darvvinci kuram, ilke olarak, yaşamı açıklayabilir. Şimdiye dek
öne sürülen kuramlardan hiçbiri, ilke olarak, yaşamı açıklayabilmiş değil.
Bunu, bilinen tüm rakip kuramlan tartışarak göstereceğim. Bu kuramlar
lehindeki ya da aleyhindeki kanıtları değil, bu kuramların, ilke olarak, yaşamı
açıklamadaki yeterliliklerini tartışacağım.
Öncelikle, yaşamı “açıklamanın” ne demek olduğunu belirlemeliyim.
Canlılann sıralayabileceğimiz çok sayıda özelliği var ve bunlardan bazıları
rakip kuramlarca açıklanabilir elbette.
Gördüğümüz gibi, protein moleküllerinin dağılımı hakkındaki birçok gerçek,
Darvinci seçilimin değil, yansız genetik mutas- yonların sonucu olabilir.
Ancak, canlıların bir özelliği var ki, yalnızca Darwinci seçilimle açıklanabilir.
Bu özellik, kitabımızın ana konusu, tekrar tekrar vurguladığımız konu: uyumlu
karmaşıklık. Canlılar sayısız yollardan çevrelerine uyum sağlamışlardır, hayatta
365
kalır ve ürerler. Ancak bu uyum sağlama yolları, istatistiksel açıdan, şansın bir
kez gülmesiyle ortaya çıkmış olamayacak kadar düşük olasılıklı yollardır. Ben
de Paley gibi göz örneğini kullandım. Bir gözün iyi “tasarlanmış” özelliklerinden ikisi ya da üçü rastlantı eseri ortaya çıkmış olabilir; bu anlaşılır bir şey.
Rastlantının ötesinde özel bir açıklama gerektiren, hepsi de görmeye uyum
sağlamış, saatin dişlileri gibi iç içe geçmiş bölümlerin sayısıdır. Darwinci
açıklama da rastlantı içerir elbette -mutasyon biçiminde. Fakat bu rastlantı
seçilim tarafından birikimli olarak, adım adım, birçok nesiller boyunca süzülür.
Öbür bölümler bu kuramm uyumlu karmaşıklık için tatmin edici bir açıklama
sağlayabildiğini gösterdi. Bu bölümde, bilinen diğer kuramların bunu
yapamadığını ileri süreceğim.
İlk önce, Darvvinciliğin en tanınmış tarihsel rakibini ele alalım.
Lamarckçılık on dokuzuncu yüzyılda ilk kez ortaya atıldığında, Darvinciliğe
rakip olarak gelmedi çünkü Darvincilik henüz ortada yoktu. Şövalye Lamarck,
çağının ilerisinde, evrimi savunan on sekizinci yüzyıl entelektüellerinden
biriydi. Evrimi savunmakta haklıydı ve yalnız bunun için bile, Charles
Darvin’in büyükbabası Erasmus ve diğerleriyle birlikte, saygı duyulmayı hak
ediyor. Ayrıca, Lamarck zamanının en iyi evrim mekanizması kuramını sundu;
fakat Darvinci kuram o zaman ortaya çıkmış olsaydı, Lamarck’m bunu
reddedeceğini varsaymak için hiçbir neden yok elimizde. Darvin’in kuramı
ortalarda yoktu ve Lamarck’m şansına (ya da şanssızlığına) ismi evrim
gerçeğine olan haklı inancını anımsatmak için değil, en azından İngilizce
konuşulan ülkelerde, bir hatayı -evrim mekanizması için önerdiği kuramanımsatmak için anılır oldu. Bu bir tarih kitabı değil ve ben Lamarck’m neler
söylediğinin bilimsel bir özetini vermeye çalışmayacağım. Lamarck’m sözleri
bir parça mistikti -örneğin, bugün bile birçok insanın yaşam merdiveninde
ilerleme olarak düşündüğü şeye inancı güçlüydü ve sanki hayvanlar bilinçli
olarak
evrimleşmek
istiyorlarmış
gibi
konuşuyordu.
Lamarckçılıktan,
Darwinciliğe gerçek bir alternatif olma şansına sahip- en azından ilk bakıştamistik olmayan öğeleri alacağım. Bu öğeler temelde iki tanedir ve günümüz
“yenı- Lamarckçıları” yalnızca bunları benimsemişlerdir: edinilmiş özelliklerin
kalıtımı ve kullanma ve kullanmama ilkesi.
Kullanma ve kullanmama ilkesi, bir canlının vücudunun kullanılan
bölümlerinin büyüdüğünü söyler. Kullanılmayan bölümlerse, küçülür ve
366
güdükleşir. Gözleyebildiğimiz bir gerçek var: Kaslar çalıştırıldığında büyür,
çalıştırılmayan kaslar küçülür. Bir insanın vücudunu inceleyerek, hangi
kaslarını kullandığım, hangilerini kullanmadığını söyleyebiliriz; hatta ne iş
yaptığını bile tahmin edebiliriz. “Vücut geliştirme” kültünün tutkunları,
vücutlarını “geliştirmek”, tıpkı bir heykel yontar gibi bu tuhaf azınlık kültürün
modasının gerektirdiği doğa-dışı biçimlere sokmak için kullanma ve
kullanmama ilkesini kullanırlar. Kaslar vücudun bu çeşit kullanmaya tepki
veren tek bölümü değil. Çıplak ayakla yürüyün, topuklarınızdaki deri
kalmlaşacaktır. Yalnızca ellerine bakarak bir çiftçiyle bir banka memurunu
ayırt etmek çok kolaydır. Çiftçinin elleri nasırlıdır ve kaba iş yapmaktan
sertleşmiştir. Banka memurununsa, nasırı varsa bile, yalnızca orta parmağının
ucunda olacaktır (kalem tutmak yüzünden).
Kullanma ve kullanmama ilkesi, hayvanların kendi dünyalarında hayatta
kalma konusunda daha iyi olmalarını, bu dünyada yaşamanın bir sonucu olarak
yaşam süreleri boyunca gittikçe daha iyi olmalarını sağlar, insanlar güneş
ışığına doğrudan maruz kaldıklarında ya da güneş ışığından yoksun kaldıklarında, içinde bulundukları yerel koşullarda hayatta kalmalarmı kolaylaştıracak bir
deri rengi oluşur. Fazla güneş ışığı tehlikelidir.
Güneş banyosu yapmaya meraklı beyaz tenli insanlar, deri kanserine açıktır.
Öte yandan, gereğinden az güneş ışığı D vitamini eksikliğine ve raşitizme
neden olur; İskandinavya'da yaşayan kalıtsal olarak zenci çocuklarda bazen bu
görülür. Güneş ışığının etkisiyle sentezlenen kahverengi pigment melanin,
alttaki dokuları güneşin zararlı etkilerinden koruyan bir siper oluşturur. Güneşte
yanmış birisi daha az güneşli bir yere giderse, melanin kaybolur ve vücut az
miktardaki güneşten yararlanabilir. Bu, kullanma ve kullanmama ilkesinin bir
örneği
olarak
gösterilebilir:
deri
"kullanıldığında”
kahverengi
olur,
"kullanılmadığında” beyazlar. Tabii ki, bazı tropik ırklarda, bireyler güneş
banyosu yapsın yapmasın kalıtsal, kalın bir melanin tabakası vardır.
Şimdi ikinci ana Lamarckçı ilkeye, yukarıdaki gibi edinilmiş özelliklerin
sonraki nesillere kalıtıldığı fikrine dönelim. Eldeki tüm veriler bu düşüncenin
yanlış olduğunu gösteriyor, ama geçmişte uzun süre doğru olduğuna inanıldı.
Bunu Lamarck keşfetmedi, fakat zamanında halkta yerleşmiş olan bilgiyi
kullandı. Bazı çevrelerde hâlâ inanılıyor. Annemin bir köpeği vardı, zaman
zaman aksar, arka bacaklarından birini kaldırır ve öbür üç bacağı üstünde
367
koşuşturup dururdu. Komşularımızdan birinin de daha yaşlı, bir bacağını ne
yazık ki bir otomobil kazasında kaybetmiş bir köpeği vardı. Komşumuz kendi
köpeğinin bizimkinin babası olduğuna inanmıştı; kanıtı da babasının aksamasını miras almış olmasıydı. Halkın bilgeliği ve peri masalları buna benzer
söylencelerle doludur. Birçok insan edinilmiş özelliklerin kalıtıldığma ya inanır
ya da inanmak ister, içinde bulunduğumuz yüzyıla kadar ciddi biyologlar
arasında da en çok kabul gören kalıtım kuramı buydu. Darwin'in kendisi de bu
kurama inanıyordu, ama bu kuram onun evrim kuramının bir parçası değildi;
işte bu yüzden de Darwin’in ismi, edinilmiş özelliklerin kalıtılması kuramıyla
birlikte anılmıyor.
Edinilmiş özelliklerin kalıtılmasıyla kullanma ve kullanmama ilkesini
birlikte düşünürseniz, evrimsel gelişim için iyi bir açık
368
lamaymış gibi görünen bir reçete ortaya çıkar. Lamarckçı evrim kuramı
olarak bilinen işte bu reçetedir. Kuram şöyle der: Eğer birbirini izleyen nesiller
sert toprak üzerinde çıplak ayakla yürüyerek ayaklarını sertleştirirse, her neslin
ayakları kendinden bir önceki neslin ayaklarından biraz daha sert olacaktır. Her
nesil kendinden bir öncekine göre daha üstündür. Sonunda, bebekler sertleşmiş
ayaklarla doğacaktır (aslında bebekler sertleşmiş ayaklarla doğuyor, ama
birazdan göreceğimiz gibi, nedeni başka). Lamarckçı kurama göre, birbirini
izleyen nesiller tropik güneşte kalırlarsa, her nesil bir öncekinin kahverengi
tenini miras alacağı için gittikçe daha kahverengi olacaklar, zamanla doğuştan
siyah olacaklardır (aslında gerçekten de siyah doğacaklar ama Lamarckçı
nedenle değil).
Efsanevi örnekler, nalbantın kolları ve zürafanın boynudur, insanların
mesleklerini babalarından, onun öncesinde de büyükbaba ve büyük
büyükbabalarından miras aldıkları köylerde, nalbantın da atalarının gelişkin
kaslarını miras aldığına inanılırdı. Nalbant yalnızca atalarının kaslarını almakla
kalmaz, kendi çabasını da ekler ve oğluna aktarırdı. Kısa boyunlu olan atasal
zürafalar, ağaçların yukarılarındaki yapraklara ulaşmaya çabalardı umutsuzca.
Durmadan yukarı uzanır, böylece de boyun kaslarını ve kemiklerini uzatmış
olurlardı. Her nesil, kendinden bir öncekilerden biraz daha uzun boyunlu oldu,
ağaçların tepesine uzanmaya çalışarak boynunu uzattı ve bunu çocuklarına
aktardı. Arı Lamarckçı kurama göre, tüm evrimsel ilerlemeler bu yolla oldu.
Hayvan gereksindiği bir şeyleri elde etmek için çabalar. Bunun bir sonucu
olarak, bu çabada kullanılan vücut bölümleri gelişir. Bu değişim bir sonraki
nesle miras bırakılır ve süreç böylece sürer, gider. Bu kuramın üstünlüğü
birikimli olması -daha önce de gördüğümüz gibi, her evrim kuramının dünya
görüşümüzdeki rolünü yerine getirebilmesi için gerekli bir bileşen.
Lamarckçı kuramın bazı entelektüeller için olduğu kadar bilim adamı
olmayanlar için de büyük bir duygusal çekiciliği var.
Bir gün, yanıma üniversitedeki dostlarımdan biri, kültürlü, saygın bir Marksist
tarihçi yaklaştı. Anlıyorum, dedi, tüm gerçekler Lamarckçı kuramın aleyhine
görünüyor ama gerçekten de doğru olması için hiçbir umut yok mu? Benim
görüşüme göre hiçbir umut olmadığını söyledim. İdeolojik nedenlerle Lamarckçılığın doğru olmasını istediğini anlattı ve dediklerimi içten bir üzüntüyle
kabullendi. Lamarckçılık insanlığın iyiye gitmesi yönünde öylesine umutlar
369
sunuyordu ki... George Bernard Shaw o müthiş Önsözlerinden birini (Back to
Methuselah - Methuselah’a Dönüş un önsözü) edinilmiş özelliklerin kalıtımının tutkulu bir savunusuna ayırdı. Savunması biyolojik bilgi üzerine
kurulmamıştı, öyle olsaydı bunu zevkle söylerdi; Darvinciliğin sonuçlarına
karşı duygusal bir nefret üzerine kurulmuştu o “kazalar bölümü”:
...yalın görünüyor, çünkü başlangıçta neler içerdiğini anlamıyorsunuz.
Ama ne zaman ki, tüm öneminin farkına varıyorsunuz, işte o zaman
yüreğiniz taş gibi ağırlaşıyor. Bunda iğrenç bir kadercilik var; bu,
güzelliğin ve zekânın, gücün ve amacın, onur ve azmin tiksinç ve lanetli
bir indirgemesi.
Bir başka saygın yazar, Arthur Koestler de, Darvinciliğin sonuçları olarak
gördüklerine tahammül edemeyenlerdendi. Stephen Gould’un alaycı bir tavırla
ama doğru olarak belirttiği gibi, Koestler, son altı kitabında “Darvin
hakkındaki kendi yanlış kanılarına karşı bir kampanya” yürüttü. Kurtuluşu da
benim asla tümüyle anlayamadığım fakat Lamarckçılığın çapraşık bir
uyarlaması olarak yorumlanabilecek bir alternatifte aradı.
Koestler ve Shaw kendi düşüncelerini oluşturan bireycilerdi. Evrim
konusundaki eksantrik görüşleri büyük olasılıkla pek etkili olmamıştır. Ama,
utanarak
itiraf
ediyorum,
benim
gençliğimde,
Shaw’ın
Back
to
Methuselah’daki büyüleyici belagati,
Darwinciliğe gereken önemi vermemi en azından bir sene geciktirmiştir. Zaman
zaman, Lamarckçılığm duygusal çekiciliği ve bunun eşliğindeki duygusal
Darvvincilik düşmanlığının, bilimsel düşüncenin yerine kullanılan güçlü
ideolojiler yoluyla çok daha zararlı etkileri olmuştur. T. D. Lisenko politik
alandaki başarısı dışında ikinci sınıf bir tarımsal bitki yetiştiricisiydi. Tutuculuğa varan Mendel karşıtlığı ve edinilmiş özelliklerin kalıtımına olan ateşli,
tartışma kabul etmeyen inancı, uygarlaşmış ülkelerin çoğunda hiçbir zararı
dokunmadan göz ardı edilebilirdi. Ne yazık ki, ideolojinin bilimsel
gerçeklerden daha önemli olduğu bir ülkede yaşıyordu. 1940 ta Sovyetler
Birliği Genetik Ens- titüsü’nün müdürlüğüne atandı ve müthiş etkili, güçlü biri
haline geldi. Bir nesil boyunca Lisenko’nun genetiği önemsemeyen görüşleri
Sovyet okullarmda öğretilmesine izin verilen yegâne görüş oldu. Sovyet
tarımına inanılmaz, bedeli ölçülemeyecek kadar çok hasar verildi. Birçok
370
saygın Sovyet genetikçisi kovuldu, sürgüne yollandı ya da hapse atıldı.
Örneğin, dünya çapında saygınlık kazanmış genetikçi N. I. Vavilov, "İngilizlere
casusluk yapmak” gibi komik bir suçla uzun bir süre yargılandıktan sonra,
penceresiz bir hapishane hücresinde açlıktan öldü.
Edinilmiş özelliklerin asla kalıtılmadığını kanıtlamak mümkün değil. Aynı
nedenle, perilerin var olmadığını da asla kanıtlayanlayız. Söyleyebileceğimiz
tek şey, periler hiç görülmedi ve ortaya çıkarılan sözde peri fotoğraflarının
hepsinin aldatmaca olduğu aşikârdı. Aynı şey, Teksas’taki dinozor yatakları
için de doğrudur. Perilerin olmadığına ilişkin söyleyeceğim her şey, bir gün
bahçemin bir köşesinde şeffaf, ince kanatlı küçük birini görebileceğim
olasılığına açıktır. Edinilmiş özelliklerin kalıtımı kuramı da benzer bir
konumdadır. Bu kalıtımın etkisini göstermeyi amaçlayan hemen hemen tüm
girişimler başarısız olmuştur. Görünürde başarılı olmuş girişimler arasında,
Art-
hur
Koestler'in
kitabında
anlattığı,
dillere
düşmüş
öykünün,
karakurbağasının derisinin altına çini mürekkebi enjekte edilmesi öyküsünün
bir aldatmaca olduğu ortaya çıktı. Geri kalan deneylere gelince, bunlar başka
araştırmacılar tarafından tekrarlandığında aynı sonuçlar elde edilemedi. Yine
de, tıpkı biri- lerinin günün birinde, ayıkken ve yanında kamera varken bahçesinin bir köşesinde bir peri görebilmesi olasılığının olması gibi, birileri de
günün birinde edinilmiş özelliklerin kalıtıldığım kanıtlayabilir.
Ancak söylenebilecek birkaç şey daha var. Görüldüğü konusundaki
iddiaların asla güvendir olmadığı bazı şeyler, bildiğimiz her şeyi sorgulamadığı
sürece inanılır olabilir. Günümüzde, Loch Ness gölünde bir Plesiosaurus
yaşadığı kuramının doğru dürüst bir kanıtı yok, ama bir Plesiosaurus
bulunsaydı benim dünya görüşüm paramparça olmazdı. Aksine, şaşırır ve
sevinirdim, çünkü son 60 milyon yıl için bulunmuş bir Plesiosaurus fosili yok
ve bu süre de tükenmekte olan bir türün küçük bir po- pülasyonunun hayatta
kalabilmesi için çok uzun görünüyor. Fakat tehlikede olan büyük bilimsel
ilkeler yok; bu böyle. Öte yandan bilim, Evren'in nasıl işlediğine ilişkin iyi bir
anlayış, müthiş kapsamlı bir olgular yelpazesi için gayet iyi çalışan bir anlayış
edinmiş durumdadır ve bazı iddiaların bu anlayışla uyuşması ya da uzlaşması
çok zor olacaktır. Örneğin, Kutsal Kitap’ta verilenlere dayanarak, Evren'in
6000 yıl kadar önce yaratıldığına ilişkin asılsız iddia. Bu kuramın doğruluğu
kanıt- lanamamıştır. Ayrıca, yalnızca ortodoks biyoloji ve jeolojiyle değil,
371
fiziksel radyoaktivite kuramı ve kozmolojiyle de uyuşmamaktadır (eğer 6000
yıldan yaşlı hiçbir şey yoksa, 6000 ışık yılından daha uzakta görünen hiçbir şey
olmaması gerekirdi; Samanyolu ve günümüz kozmolojisinin varlığını bildirdiği
100 milyardan fazla yıldızın hiçbiri saptanamazdı).
Bilim tarihinde ortodoks bilimin tek bir aykırı gerçek yüzünden tümüyle
altüst olduğu zamanlar olmuştur. Böylesi altüst oluşların bir daha asla
olmayacağını öne sürmek küstahlık olurdu. Fakat, doğaldır ki, başardı bir ana
bilimsel yapıyı altüst edecek bir durumu kabullenmek için talep edeceğimiz
kanıtlama standardının, şaşırtıcı da olsa var olan bilimsel verilerle kolayca
372
uzlaşabilen bir durumu kabullenmek için talep edeceğimiz kanıtlama
standardından daha yüksek olması gerekir. Loch Ness gölündeki Plesiosaurus
için kendi gözlerimin şahitliğini kabul edebilirim. Bir hokkabazlık gösterisinde,
bir adamın havaya yükseldiğini gördüğümde, fiziğin tümünü reddetmeden
önce, bir sanrının ya da hilenin kurbanı olduğumu düşünürüm. “Büyük
olasılıkla doğru değil ama kolaylıkla doğru olabilirdi.” diyebileceğimiz
kuramlardan, ancak başarılı ortodoks bilimin devasa yapılarını altüst etme
pahasına doğru olabilecek kuramlara doğru giden bir süreklilik vardır.
Peki, Lamarckçılık bu sürekliliğin neresinde duruyor? Genelde sürekliliğin
“doğru değil ama kolaylıkla doğru olabilirdi” ucunun epey berisinde olduğu
söyleniyor. Lamarckçıkğın, daha doğrusu edinilmiş özelliklerin kalıtımının, dua
gücüyle havalanma ile aynı sınıfta olmasa da, sürekliliğin “Loch Ness
Canavarı” ucundan ziyade, “havalanma” ucuna daha yakın olduğunu göstermeye çalışacağım. Edinilmiş özelliklerin kalıtımı “büyük olasılıkla doğru
değil ama kolaylıkla doğru olabilirdi” diye nitelediğimiz şeylerden biri değildir.
Bu ilkenin ancak en kabul görmüş ve başarılı embriyoloji ilkeleri yıkılırsa
doğru olabileceğini savunacağım. Dolayısıyla, Lamarckçılığm alışılmış “Loch
Ness Canavarı” kuşkuculuğunun da üstünde bir düzeyde kuşkuculukla
karşılanması gerekmektedir. Peki, Lamarckçılık kabul görmeden önce yıkılması
gereken bu başarılı embriyoloji ilkesi nedir? Anlatması biraz uzun sürecek.
Konudan uzaklaştığımı düşünebilirsiniz, fakat sonunda önemi ve konuyla ilgisi
ortaya çıkacak. Ayrıca, bunun, Lamarckçılık doğru olsaydı bile, uyumlu
karmaşıklığın evrimini açıklamaktan uzak olacağı savından daha önemli
olduğunu unutmayın.
Şimdi konumuz embriyoloji. Tek bir hücrenin yetişkin yaratıklara
dönüşmesine yaklaşımda geleneksel olarak iki farklı tavır gelişmiştir ve bu iki
tavır arasında derin bir bölünmüşlük vardır. Bunların resmi adları önoluşumculuk ve epigenesisdir; fakat ben bunların günümüz biçimlerine plan
kuramı ve tarif kuramı tüyeceğim. İlk ön-oluşumcular başlangıçtaki tek hücrede
yetişkin
vücudunun önceden
oluştuğuna, biçimlendiğine inanıyorlardı.
Bunlardan biri, mikroskopunda bir sperm içerisinde (yumurta değil!) minik bir
minyatür insanın -bir homun- culus- kıvrılmış oturduğunu düşünüyordu.
Embriyonik gelişim, büyüme sürecinden başka bir şey değildi. Yetişkin
vücudunun tüm parçacıkları zaten oradaydı, önceden oluşmuştu. Her erkek
homunculusun içinde kendi minyatür-ötesi spermlerinde çocukları, çocukların
da içlerinde onların çocukları ... kıvrılmış yatıyordu. Bu sonsuz küçülme
sorunundan öte, naif ön-oluşum- culuk çocukların babalarından olduğu kadar
annelerinden de özellikler aldığı gerçeğini (ki bu gerçek on yedinci yüzyılda
şimdikinden çok daha az belirgin değildi) göz ardı ediyordu. Doğrusunu
söylemek gerekirse, sayıları spermcilerden daha fazla olan bir başka önoluşumcu grubu da vardı: yumurtacılar. Yumurtacılar yetişkin bireyin önoluşumunun spermde değil, yumurtada olduğuna inanıyorlardı. Fakat
yumurtacılıkta da, spermcilikte de aynı iki sorun vardı.
Günümüz ön-oluşumculuğunda bu iki sorun yok ama yine de yanlış bir
kuram. Günümüz ön-oluşumculuğu -plan kuramı- döllenmiş yumurtadaki
DNA’nm, yetişkin vücudunun planı olduğuna inanır. Plan, gerçek nesnenin
küçük ölçekteki minyatürüdür. Gerçek nesne -bir ev, otomobil ya da her neyseüçbo- yutludur ama plan ikiboyutludur. Bir bina gibi üçboyutlu bir nesneyi
ikiboyutlu kesitlerle gösterebilirsiniz: her katın ana planı, çeşitli açılardan ve
yüksekliklerden kesitler... Boyutlardaki bu indirgeme kolaylık içindir. Mimarlar
inşaatçılara kibrit çöpünden ve balsa ağacından üçboyutlu modeller yapıp
verebilirlerdi, fakat düz kâğıt üzerindeki bir dizi ikiboyutlu modelin çantada
taşınması, değiştirilmesi ve bu modele bakarak çalışması daha kolaydır.
Eğer planlar bir bilgisayarın atım kodunda saklanacak ve telefonla
memleketin öbür ucuna gönderilecekse, tek boyuta indirgemek de gerekebilir.
Bu, ikiboyutlu planı tek boyutlu bir "tarama” biçiminde yeniden kodlayarak
kolaylıkla yapılabilir. Televizyon görüntüleri böyle kodlanır ve yayımlanır.
Boyut indirgeme de önemsiz bir şifreleme aracıdır. Önemli olan nokta, planla
yapı arasında birebir eşleme olmasıdır. Planın her bir parçası, yapmın bir
parçasına karşılık gelir. Plan, yapıdan daha
az-boyutlu
olmasına karşın, bir
anlamda minyatürleştirilmiş, "önceden oluşturulmuş” binadır.
Planların tek boyuta indirgenmesinden söz etmemin nedeni, DNA’nın tek
boyutlu bir şifre olması elbette. Bir yapı modelini kuramsal olarak tek boyutlu
bir telefon hattından -sayısallaştırılmış bir planlar dizisi- aktarmak nasıl
mümkün oluyorsa, küçültülmüş ölçekteki bir vücudu da tek boyutlu, sayısal
DNA şifresiyle aktarmak da kuramsal olarak mümkündür. Bu gerçekte
olmuyor ama eğer olsaydı, çağdaş moleküler biyolojinin eski ön-oluşumculuk
kuramını doğruladığı söylenebilirdi. Şimdi öbür büyük embriyoloji kuramına
374
bakalım: epigenesis ya da "yemek kitabı” tarifi kuramı.
Bir yemek kitabındaki tarif, fırından çıkacak kekin planı değildir. Bunun
nedeni kekin üçboyutlu bir nesne, tarifinse tek boyutlu bir sözcükler dizisi
olması değil; gördüğümüz gibi, bir tarama işlemiyle bir modeli tek boyuta
indirgemek mümkün. Ama bir tarif, ölçekli bir model değildir; bitmiş bir kekin
tanımı da değildir. Bir-tarif, sırasıyla uyulduğu takdirde sonuç olarak bir kek
verecek bir dizi talimattır. Bir kekin tek boyutta şifrelenmiş gerçek bir planı,
keke düzenli bir biçimde, enlemesine ve yukardan aşağı şişler geçirirmiş gibi
bir dizi tarama alınarak yapılabilir. Milimetrik aralıklarla şişin ucunun yakın
çevresi şifreli olarak kaydedilebilir; örneğin, her kırıntının ve üzüm parçacıklarının kesin koordinatları, alman seri verilerden saptanır. Kekin her
parçacığıyla planın her parçacığı arasında birebir karşılık gelen bir harita
yapılır. Bunun gerçek bir tarife benzer bir yanı olmadığı aşikâr. Kek
parçacıklarıyla tarifin sözcükleri ya da harfleri arasında birebir ilişki yok. Tarif
haritasınm sözcükleri bir şeylere karşılık geliyorsa, bu, bitmiş kekin tek tek
375
parçacıkları değil, kek yapımında izlenen yöntemin tek tek adımlarıdır.
Hayvanların döllenmiş yumurtadan nasıl geliştiği konusunda her şeyi, hatta
çoğu şeyi henüz kavramış değiliz. Yine de, genlerin bir plan olmaktan çok bir
tarife benzedikleri yolunda çok güçlü göstergeler var elimizde. Tarif
benzetmesi oldukça iyi bir benzetme; ama ders kitaplarında, özellikle de son
zamanlarda yayı m I anan J ar da düşünmeden kullanılan plan benzetmesi hemen hemen her ayrıntısıyla yanlış. Embriyonik gelişim bir süreçtir; tıpkı bir
kekin yapılışındaki işlemler gibi düzenli bir olaylar dizisidir; aradaki fark,
embriyonik gelişimde milyonlarca adım olması ve “kabın" farklı bölümlerinde
aynı anda farklı adımlar atılmasıdır. Bu adımların çoğu, hücre çoğalmasını içerir; müthiş rakamlarda hücre üretilir, bu hücrelerin bazıları ölür, bazıları başka
hücrelerle birleşerek dokuları, organları ve diğer çok-hücreli yapılan oluşturur.
Önceki bölümlerden birinde gördüğümüz gibi, belirli bir hücrenin davranışları,
içerdiği hücrenin genlerine değil -vücudun tüm hücrelerinde aynı genler kümesi
vardır- o hücrede bu genlerin hangi alt-kümesinin açıldığına bağlıdır.
Gelişmekte olan vücudun herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, genlerin
yalnızca ufak bir bölümü açılır. Gelişme sırasında, farklı zamanlarda ve
embriyonun farklı bölümlerinde başka genler açılacaktır. Bir hücrede ne zaman
hangi hücrenin açılacağı, o hücre içindeki kimyasal koşullara bağlıdır. Bu da,
embriyonun o bölümündeki önceki koşullara bağlıdır.
Bunun da ötesinde, bir genin açıldığında göstereceği etki, embriyonun o
bölümünde etkilenebilecek ne olduğuna bağlıdır. Bir genin gelişmenin üçüncü
haftasında, omuriliğin tabanındaki hücrelerde açılmasıyla göstereceği etki, aynı
genin gelişmenin on altıncı haftasında, omuzdaki hücrelerde açılmasıyla göstereceği etkiden tümüyle farklıdır. Dolayısıyla, bir genin göstereceği etki, eğer
böyle bir etki varsa, genin basit bir özelliği değil, genin embriyo içindeki yakın
çevresinin yakın geçmişiyle
3 77
olan etkileşiminin bir özelliğidir. Bu, genlerin bir vücudun planı olduğu
düşüncesini
anlamsız
kılıyor.
Hatırlayacaksınız,
aynı
şey
bilgisayar
biyomorfları için de geçerliydi.
Öyleyse, genlerle vücut bölümleri arasındaki birebir ilişki, tarifle kek
bölümleri arasındaki ilişkiden fazla değil. Tıpkı tarifin sözcüklerinin birlikte ele
alındığında bir işlemi yürütmek için gereken talimatlar olması gibi, genler de,
birlikte ele alındıklarında bir işlemi yürütmek için gereken talimatlardır. Okuyucu bu durumda bir genetikçinin yaşamını kazanmasının nasıl mümkün
olabildiğini sorabilir. Bu durumda, bırakınız üzerinde araştırma yapmayı, mavi
göz “için” ya da renk körlüğü “için” bir gen olduğundan söz etmek nasıl
mümkün oluyor? Genetikçilerin böylesi tek-gen etkilerini incelemesi, birgen/bir-vücut-bölü- mü eşlemesi olduğunu göstermiyor mu? Genlerin
gelişmekte olan vücut için bir tarif olduğuna ilişkin söylediklerimin aksini
kanıtlamıyor mu? Hayır, kesinlikle kanıtlamıyor. Bunun sebebini anlamak da
çok önemli.
Bunu görmenin en iyi yolu tarif benzetmesine geri dönmek. Keki bileşen
kırıntılarına ayırıp da, “Bu tarifteki ilk sözcüğün karşılığıdır, şu ikinci sözcüğün
karşılığıdır,” vs. diyemeyeceğinizi kabul edersiniz. Bu anlamda tarifin
bütününün kekin bütününe karşılık geldiği kabul edilecektir. Şimdi, diyelim ki,
tarifteki sözcüklerden birini değiştirdik; örneğin, “kabartma tozu” sözcüğü
yerine “maya” yazdık. Tarifin yeni uyarlamasına göre 100 kek, eski
uyarlamasına göre 100 kek yaptık. 100 keklik bu iki küme arasında çok önemli
bir farklılık var ve bu farklılık tariflerdeki bir sözcüklük bir farklılıktan doğdu.
Sözcükle kek kırıntısı arasında birebir eşleme olmamasına karşın, sözcük fark-
lılığıyla tüm-kek farklılığı arasında birebir eşleme vardır. “Kabartma tozu”
kekin herhangi bir kırıntısına karşılık gelmez ama etkisi tüm kekin kabarmasını
ve dolayısıyla biçimim etkiler. Eğer “kabartma tozu”nu çıkarır yerine “un”
koyarsanız, kek ka- barmayacaktır. Eğer yerine “maya” koyarsanız, kek kabarır
ama tadı daha çok ekmeğe benzeyecektir. Söz konusu sözcüklere karşılık gelen
belirli bir kek “parçası" yoksa da, tarifin başlangıçtaki haliyle “mutasyon
geçirmiş" uyarlaması arasında güvenilir, tanımlanabilir bir fark vardır. Bu, bir
genin mutasyon geçirmesi için iyi bir benzetme.
Genler niceliksel etkiler gösterir ve mutasyönlar da bu etkilerin niceliksel
büyüklüğünü değiştirir. Bunun için, “350 dereceden” “450 dereceye” yapılacak
378
bir değişiklik daha da iyi bir benzeşim olacak. Tarifin "mutasyon geçirmiş",
yüksek sıcaklıklı uyarlaması başlangıçtaki, düşük sıcaklıklı halinden farklı çıkacaktır; ama bu farklılık tek bir bölümde değil, maddenin tümünde
görülecektir. Bir bebeğin “pişirilmesini” benzetmek için, tek bir fırındaki tek
bir işlemi almamalıyız; kabın farklı parçalarını 10 milyon farklı minyatür
fırından geçiren, seri ve paralel bağlı bir taşıyıcı bantlar karmaşası olmalı, her
fırından da 10.000 farklı temel bileşenden oluşturulmuş farklı bir çeşni bileşimi
çıkmalı. Pişirme benzetmesinin püf noktası, yani genlerin bir plan değil, bir
işlemin tarifi olduğu, benzetmemizin karmaşık uyarlamasından daha iyi
anlaşılıyor.
Şimdi bu dersi, edinilmiş özelliklerin kalıtımına uygulamamızın zamanı
geldi- Bir tarifle kıyaslandığında, bir plandan bir şey yapmanın önemi, işlemin
tersinir olmasıdır. Bir eviniz varsa, bu evin planını çıkarmak kolay olur. Evin
bütün boyutlarını ölçün ve belirli bir ölçekle küçültün. Şurası çok açık: Eğer ev
bir özellik edinmişse, -diyelim ki, daha büyük bir oda elde etmek için bir iç
duvar yıkılıyor- “ters plan" bu değişikliği sadakatle kaydedecektir. Eğer genler
yetişkin vücudun bir tanımı olsaydı, tıpkı böyle olurdu. Eğer genler bir plan
olsaydı, vücudun ömrü boyunca edineceği her özelliğin genetik şifreye geri
yazıldığını ve dolayısıyla da bir sonraki nesle aktarıldığını düşünebilirdik.
Nalbantın oğlu babasının çabalarının sonuçlarım miras alabilirdi. Bunun
mümkün olmamasının nedeni, genlerin bir plan değil, bir tarif olması. Diyelim
ki, kekten bir dilim kesip alıyoruz. Yapılan bu değişikliği tarife geri veriyoruz
ve tarif öyle bir değişiyor ki, bu değiştirilmiş tarife göre yapılan kek fırından
ortasında bir dilim eksik olarak çıkıyor. Bunu nasıl düşünemezsek, edinilmiş
özelliklerin kalıtıldığını da düşünemeyiz.
Lamarckçılar geleneksel olarak nasırlardan hoşlanır, bunun için nasır
örneğini kullanacağım. Varsayımsal banka memurumuzun, sağ elinin orta
parmağındaki -kalemi tuttuğu parmak- bir nasır dışında, yumuşak, iyi bakılmış
elleri var. Eğer memurumuzun soyundan gelen nesiller çok yazı yazarlarsa,
Lamarck- çı, bu bölgedeki deri gelişimini denetleyen genlerin değişime
uğramasını bekler; öyle ki, bebekler aynı parmakları sertleşmiş olarak
doğacaktır. Genler bir plan olsaydı, bu kolayca olabilirdi. Derinin her
milimetrekaresi (ya da uygun bir küçük birim) için bir gen olacaktır. Yetişkin
banka memurunun tüm deri yüzeyi “taranacak”, her milimetrekarenin sertliği
379
dikkatle kaydedilecek ve o milimetrekareye ilişkin olarak genlere, özellikle de
memurun spermlerindeki doğru genlere geri gönderilecektir.
Ama genler bir plan değil. Her milimetrekare için bir gen olmasının hiçbir
anlamı yok. Yetişkin vücudun taranmasının ve tanımının genlere geri
gönderilmesinin
hiçbir
anlamı
yok.
Genetik
kayıtlarda
bir
nasırın
“koordinatlarına” “bakılıp”, “ilişkili genlerin” değiştirilmesi mümkün değil.
Embriyonik gelişim, işlemekte olan tüm genlerin katıldığı bir süreç; ileri
yönde, doğrulukla izlendiğinde yetişkin bir vücutla sonuçlanacak bir süreç;
ama doğası gereği, içsel olarak tersinmez olan bir süreç. Edinilmiş özelliklerin
kalıtımı gerçekleşemez; bununla da kalmıyor: Embriyo gelişimi ön-oluşum
yerine epigenetik olarak ilerleyen herhangi bir yaşam biçiminde de
gerçekleşemez. Lamarckçılığı savunan bir biyolog, -bunu duyunca şok
geçirecek ama- atomis- tik, deterministik, indirgemeci bir embriyolojiyi
savunmaktadır. Bu ukala jargon sözcükler dizisiyle canını sıkmak istemezdim
ama buradaki ironinin çekiciliğine dayanamadım, çünkü günümüzde
Lamarckçılığa en yakm biyologlar, aynı yapmacık sözleri başkalarını
eleştirmekte kullanıyor.
Evrenin bir yerlerinde ön-oluşumcu bir embriyolojisi olan bir yaşam
sisteminin, gerçek bir “plancı genetiğe” sahip ve bu ne
380
denle de edinilmiş özellikleri kalıtabilecek bir yaşam biçimi var
olamayacağım
söylemiyorum.
Buraya
kadar
gösterdiğim
tek
şey,
Lamarckçılığm embriyolojiyle uyuşmadığı. Bu bölümün başındaki savım daha
güçlüydü: Edinilmiş özellikler kalıtılabil- seydi bile, Lamarckçı kuram
uyumlu evrimi yine de açıklaya- mazdı. Bu savım öylesine güçlü ki, Evren m
her yerindeki yaşam biçimlerine uygulanması hedefleniyor. İki mantık
çizgisine dayanıyor. Bunlardan biri, kullanma ve kullanmama ilkesinin,
diğeriyse edinilmiş özelliklerin kalıtımının neden olduğu güçlükler. Önce,
edinilmiş özelliklerin kalıtımını ele alacağım.
Edinilmiş özelliklerin sorunu temelde şu: Edinilmiş özellikler pek güzeller
de, hepsi bir iyileşme olmuyor. Bunların büyük çoğunluğu sakatlıklar.
Edinilmiş özellikler hiç ayırt edilmeksizin kalıtılacaklarsa, evrimin uyumlu
iyileşme yönünde ilerlemeyeceği çok açık: Sertleşmiş ayaklar ve güneşte
bronzlaşmanın yanı sıra, kırık ayaklar ve suçiçeğinin bıraktığı izler de nesiller
boyu aktarılacak... Bir makinenin yıllar geçtikçe edindiği özelliklerin çoğu
hasarların birikmesidir: yaşlanmaktır. Eğer bunlar bir tür tarama işlemiyle bir
araya getirilecek ve bir sonraki neslin planına aktarılacaksa, birbirini izleyen
nesiller gittikçe daha yıpranmış doğacaktır. Her yeni nesil hayata yeni bir planla
taptaze başlamak yerine, bir önceki neslin birikmiş hasar ve sakatlıklarını
yüklenmiş, yara berelerle dolu halde başlayacaktır.
Bu aslında başa çıkılmaz bir sorun değil. Edinilmiş özelliklerin bazılarının
iyileşme yönünde olduğu reddedilemez ve kuramsal olarak, kalıtım
mekanizmasının bir biçimde iyileşmelerle sakatlıkları birbirinden ayırt
edebileceğini söyleyebiliriz. Fakat bu ayırt etmenin nasıl çalışabileceğini
düşünürken, edinilmiş özelliklerin neden bazen iyileşme olduklarını sormadan
edemeyiz. Örneğin, neden çıplak ayaklı bir maratoncunun taban altlarında
olduğu gibi, derinin kullanılan bölgeleri kalınlaşıp sertleşiyor? Doğrusunu
söylemek gerekirse, derinin incelmesi daha olası görünüyor. Çoğu makinede
aşman parçalar incelir;
nedeni çok açık: Aşınma ve yıpranma makineden parçacıklar koparır, onlara
parçacık eklemez.
Kuşkusuz Darwincinin yanıtı hazır: Aşınma ve yıpranmaya açık deri
kalınlaşır çünkü ataların geçmişinde, doğal seçilim, derisi aşınma ve
yıpranmaya böyle işe yarar biçimde tepki veren bireylerin lehine işlemiştir.
Benzer şekilde, doğal seçilim atasal nesillerin güneşe kahverengileşerek tepki
veren bireylerinin lehine işlemiştir. Danvinci, edinilmiş özelliklerin bir
bölümünün -sayıca çok az olsalar bile- iyileşme olmasının altında yatan nedenin geçmişteki Danvinci seçilim olduğunu savunur. Başka bir deyişle,
Lamarckçı kuram, evrim sürecindeki uyum sağlayan iyileşmeyi ancak Darwinci
kuramın sırtına binerek açıklayabilir. Edinilmiş özelliklerin bazılarının yararlı
olmasını sağlayan ve üstün olanlarla üstün olmayanları birbirinden ayıracak bir
mekanizma sağlayan Danvinci seçilim orada, arka planda olunca, edinilmiş
özelliklerin kalıtımının evrimsel iyileşmeye yol açması anlaşılır olabilir. Fakat
buradaki iyileşmenin altında tümüyle Danvinci nedenler yatmaktadır. Evrimin
uyum sağlayan özelliğini açıklamak için Darvinciliğe başvurmak zorunda kalıyoruz.
Aynı şey, çok önemli bir edinilmiş iyileşme türü için de doğru: öğrenme
başlığı altında topladığımız özellikler. Bir hayvan yaşamı boyunca yaşamını
kazanma işinde beceri kazanır. Kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu
öğrenir. Beyni, dünyaya ilişkin ve hangi eylemlerin istenen sonuçlara,
hangilerinin de istenmeyen sonuçlara götüreceğine ilişkin geniş bir anılar kütüphanesi depolar. Böylece, bir hayvanın davranışlarının büyük bir kısmı
edinilmiş özellikler başlığı altında toplanmıştır ve bu tür edinmenin -öğrenmeçoğu gerçekten de iyileşme sıfatını hak eder. Eğer ebeveynler bir ömür boyu
edinilmiş deneyimlerin getirdiği bilgeliği genlerine bir biçimde geçirebilselerdi,
çocukları başkalarının deneyimlerinden oluşan, üzerine yeni şeyler eklenmeye
hazır bir kütüphaneyle doğar ve yaşama bir adım önden başlardı. Öğrenilen
beceriler ve bilgelik genlere kendiliğinden yazılacağından, evrimsel ilerleme
gerçekten hızlanırdı.
Fakat
bütün
bunlar öğrenme
dediğimiz davranış değişikliklerinin
iyileşmeler olacağını varsayıyor. Neden iyileşme olmaları gerekiyor ki?
Hayvanlar gerçekten de kendileri için iyi olanı yapmasını öğreniyorlar, peki
ama neden? Hayvanlar, geçmişte kendilerine acı vermiş eylemlerden kaçınma
eğilimi gösterir. Ama acı bir madde değildir ki. Acı yalnızca beynimizde acı
olarak işlem gören şeydir. Acı verici olarak işlem gören olayların, örneğin
vücut yüzeyinin şiddetle yaralanmasının, aynı zamanda hayvanın hayatını
tehlikeye sokan olaylar olması bir rastlantı. Yaralanmaktan ve hayatlarını
tehlikeye sokan başka olaylardan hoşlanan bir hayvan ırkı hayal edebiliriz
382
pekâlâ; beyinleri yaralanmaktan zevk alacak ve hayatta kalmalarını
kolaylaştıracak şeyleri -örneğin besleyici gıdaların tadı- acı verici olarak algılayacak biçimde yapılanmış bir hayvan ırkı... Dünyada böyle mazoşist hayvanlar
olmamasının
nedeni,
Darvvinci
neden,
yani
mazoşist
ataların
bu
mazoşistliklerini miras alacak çocuklar doğuracak kadar yaşayamamaları.
Büyük olasılıkla, aşamayacakları kafesler içerisinde bir veterinerler ve
bakıcılar ordusu tarafından şımartılarak ve hayatta kalmaları sağlanarak, yapay
seçilimle, kalıtsal mazoşistler yetiştirebilirdik. Fakat doğada böyle mazoşistler
hayatta kalamaz ve bu da, öğrenme dediğimiz değişikliklerin iyileşme
olmasının ana nedenidir. Yine, edinilmiş özelliklerin yararlı olabilmesi için
Darvvinci bir neden olması gerektiği sonucuna vardık.
Artık kullanma ve kullanmama ilkesine gelelim. Bu ilke edinilmiş
iyileşmelerin bazı yönleri için oldukça iyi işliyor. Özgün ayrıntılara bağh
olmayan genel bir kural bu. Söyledikleri basit: Vücudun sık kullanılan
herhangi bir parçası büyür; kullanılmayan herhangi bir parçası da küçülür,
hatta güdükleşir ve kaybolur. Vücudun yararlı (dolayısıyla da kullanılan)
parçalarının, genelde, büyümekten yarar sağlayacaklarını, öte yandan, yararsız
(dolayısıyla da kullanılmayan) parçalarının hiç olmasalar da bir şey fark
etmeyeceğini düşünebiliriz. Bu yüzden de, kuralın genel bir değeri var gibi
görünüyor. Ancak, yine de bu kuralın büyük bir sorunu var: Kullanma ve
kullanmama ilkesi, yöneltebileceğimiz başka bir itiraz olmasaydı bile,
hayvanlar ve bitkilerde gördüğümüz son derece nazik uyum sağlama yollarını
bi- çimlendiremeyecek kadar kaba.
Önceki bölümlerde, göz, yararh bir örnek oldu; bir kez daha denemememiz
için hiçbir neden yok. Gözün birbiriyle işbirliği içinde çalışan hassas parçalarını
düşünün: berrak saydamlığıyla, renkleri ve küresel çarpıklığı düzeltmesiyle
mercek; mercekleri herhangi bir hedefe, birkaç santimetreden sonsuza, anında
odaklayabilen kaslar; ışıkölçeri ve özel amaçlı hızlı bir bilgisayarı olan bir
kameraya benzeyen, göz açıklığını sürekli ince ayarda tutan diyafram ya da
gözbebeği kısma mekanizması; renkleri kodlayan 125 milyon fotoseliyle
ağtabaka; makinenin her parçasına yakıt taşıyan kan hücreleri şebekesi; çok
daha ayrıntılı, elektronik çiplerin ve elektrik teli bağlantılarının eşdeğeri sinir
ağı. Tüm bu ince ince işlenmiş karmaşıklığı aklınızda tutun ve kendi kendinize
bunun
kullanma
ve
kullanmama
ilkesi
383
sonucu
bir
araya
getirilip
getirilemeyeceğini sorun. Bana öyle geliyor ki, yanıt, çok bariz bir “hayır”.
Mercek saydamdır ve küresel ve kromatik sapmaya karşı düzeltilmiştir. Bu
yalnızca kullanım sonucu ortaya çıkmış olabilir mi? Bir mercek, içinden akıp
geçen fotonlar tarafından saydamlaştırılmış olabilir mi? Kullanıldığı için, ışık
içinden geçtiği için daha iyi bir lens haline gelebilir mi? Elbette hayır. Niye
gelsin ki? Ağtabakanın hücreleri değişik renklerde ışık bombardımanına
tutuldukları için kendilerini renge duyarlı üç sınıfa ayırırlar mı? Niye böyle bir
şey yapsınlar ki? Odaklama yapan kaslar bir kez ortaya çıktıktan sonra,
kullanma, onların büyüyüp güçlenmelerine neden olacaktır ama görüntülerin
daha iyi odaklanmasında tek başına işe yaramayacaktır. Gerçek şu ki, kullanma
ve kullanmama ilkesi en kaba ve hiç etkileyici olmayan uyumları bile
açıklamaktan acizdir.
384
Öte yandan, Danvinci seçilim en ufak ayrıntıyı bile açıklamakta güçlük
çekmez. İyi, keskin ve ayrıntılarda titiz bir görme yeteneği, bir hayvan için
ölüm kalım meselesi olabilir. Doğru odaklanmış ve sapmalara karşı düzeltilmiş
bir mercek, kırlangıç gibi hızlı uçan bir kuş için avını yakalamakla bir kayalığa
çarpmak arasındaki ayrımı belirler. İyi ayarlanmış, güneş çıktığında hızla
kısılan bir diyafram, avcıyı zamanında görüp kaçabilmeyle ölümcül bir an için
gözlerin kamaşması arasındaki ayrımı belirler. Gözün daha etkili olmasına
yönelik her türlü iyileşme, ne kadar ayrıntıda ya da iç dokular arasında gömülü
olursa olsun, hayvanın hayatta kalmasına ve üreme başarısına, dolayısıyla da
iyileşmeyi yapan genlerin çoğalmasına katkıda bulunacaktır. Sonuç olarak,
Danvinci seçilim iyileşmenin evrimini açıklayabilir. Danvinci kuram başarılı
hayatta kalma aygıtlarının evrimini, bu aygıtlann başarısının doğrudan bir
sonucu olarak açıklar. Açıklamayla açıklanmak istenen arasındaki bağlantı
doğrudan ve ayrıntılıdır.
Öte yandan, Lamarckçı kuram gevşek ve kaba bir bağlantıya dayanır: Çok
kullanılan bir şeyin daha büyük olursa daha iyi olacağını öne süren bir kural.
Bu, bir organın büyüklüğüyle etkililiği arasında bir ilişki kurmak anlamına
geliyor. Böyle bir ilişki varsa bile, bu zayıf bir ilişki olacaktır. Danvinci
kuramsa, bir organın etkililiği ile etkililiği arasındaki bağlantıya dayalıdır:
mükemmel bir bağlantı! Lamarckçı kuramın zayıflığı, bu gezegen üzerinde
gördüğümüz yaşam biçimlerine ilişkin ayrıntılara bağlı değil. Her tür
uyumlayıcı karmaşıklık için geçerli genel bir zayıflık ve sanıyorum Evren’in
herhangi bir yerindeki yaşam için de -bu yaşamın ayrıntıları ne denli tuhaf ve
yabancı olursa olsun- geçerli olacaktır.
Lamarckçılığa karşı yürüttüğümüz bu çürütme biraz yıkıcı oldu. Öncelikle,
kilit varsayımının, edinilmiş özelliklerin kalıtımının, bildiğimiz tüm yaşam
biçimleri için yanhş olduğunu görüyoruz. İkincisi, yalnızca yanhş değil, önoluşumcu (“plan”) türü bir embriyoloji yerine epigenetik (“yemek tarifi”) türü
bir embriyolojiye dayalı tüm yaşam biçimlerinde yanlış olmak runda; bizim
bildiğimiz, incelediğimiz tüm yaşam biçimleri b türde. Üçüncüsü, Lamarckçı
kuramın tüm varsayımları doğr olsaydı bile, bu kuram ilke olarak, iki ayrı
nedenden ötürü cid di uyumlayıcı karmaşıklıkların evrimini açıklamakta yetersi
kalıyor; yalnızca dünyada değil, tüm Evren’de. Öyleyse, La marckçılığm yanlış
bir kuram olan Darwinciliğe rakip olduğı doğru değil. Lamarckçılık,
Darvvinciliğe rakip falan olamaz Uyumlayıcı karmaşıklığın evrimini
açıklamada ciddi bir ac?aj bile değil; Darvvinciliğe karşı potansiyel bir rakip
olarak işe başladığı andan itibaren lanetli.
Darvvinci seçilime alternatif olarak ortaya atılmış, zaman zaman hâlâ öne
sürülen birkaç başka kuram daha var. Bunların da ciddi alternatifler
olmadıklarını
göstereceğim.
Bu
“alternatiflerin”
-“yansızcılık”,
“mutasyonculuk”, vs.- gözlenen evrimsel değişimin bir bölümünden sorumlu
olabileceklerini ya da olamayacaklarını, fakat uyumlayıcı evrimsel değişimden,
yani gözler, kulaklar, eklemler ve yankı düzenekleri gibi gelişmiş düzenekler
oluşturma yönünde değişimden sorumlu olamayacaklarını göstereceğim (aslma
bakarsanız, göstermem gerekmiyor, hepsi çok açık). Hiç kuşku yok ki, büyük
miktarlarda evrimsel değişim uyumlayıcı olmayabilir; bu durumda, evrimin
bazı bölümlerinde alternatif kuramlar önem kazanabilir. Fakat bu bölümler
evrimin sıkıcı bölümleri olacaktır, canlı olmayanla kıyaslandığında canlıyı özel
kılan özelliklerle ilgili bölümler değil. Bu, yansız evrim kuramında çok açık
görülüyor. Bu kuramın uzun bir geçmişi var, fakat büyük Japon genetikçi
Motoo Ki- mura tarafından ortaya atılan çağdaş, moleküler kılığı içerisinde
anlaşılması çok kolay (yeri gelmişken, Kimura’nm İngilizce yazılarında birçok
İngilizi utandıracak bir üslup tutturduğunu belirteyim).
Daha önce yansızcı kuramı kısaca gördük. Bu kuramdaki düşünceyi
hatırlayacaksınız: Bir molekülün değişik uyarlamaları (örneğin, hemoglobin
molekülünün aminoasit dizilimi farklı olan uyarlamaları) birbirlerinden daha
iyi değildir. Bu, bir hemoglobin uyarlamasının mutasyon geçirerek bir başka
uyarlamayı oluşturmasının doğal seçilim açısından yansız olduğu anlamına
geliyor. Yansızcılar evrimsel değişimlerin büyük çoğunluğunun moleküler
genetik düzeyinde yansız, doğal seçilim açısından gelişigüzel olduğuna
inanıyor. Seçilimciler olarak adlandırılan alternatif genetikçi akım da doğal
seçilimin moleküler zincirler boyunca her noktada, ayrıntılar düzeyinde etkin
bir güç olduğuna inanıyor.
İki farklı soruyu ayırt edebilmemiz çok önemli. Birincisi, bu bölüme ilişkin
bir soru: Yansızcılık, uyumlayıcı evrime getirilen bir açıklama olarak doğal
seçilimin bir alternatifi mi? İkinci ve bundan epey farklı olan, bir soru da,
meydana gelen evrimsel değişimin uyumlayıcı olup olmadığı sorusu. Bir
molekülün bir biçiminden diğerine evrimsel bir değişimden söz ettiğimize göre,
386
bu değişimin doğal seçilim yoluyla ortaya çıkmış olma olasılığı nedir?
Gelişigüzel oluşmuş yansız bir değişim olma olasılığı nedir? Bu ikinci soru
konusunda, moleküler genetikçiler arasında bir savaş başladı; önce bir taraf
kazanıyor, sonra da öbür taraf. Fakat dikkatimizi uyum üzerine yoğunlaştırırsak
-birinci soru- tüm bunlar bir bardak suda kopan fırtınadır. Bize göre, yansız bir
mutasyon var olmayabilir de, çünkü ne biz ne de doğal seçilim yansız bir
mutasyonu görebiliriz. Bacakları, kolları, kanatları, gözleri ve davranışları
düşünürsek, yansız bir mutasyon, mutasyon değildir! Yemek tarifi
benzetmemize yeniden başvurursak, tarifin bazı sözcükleri başka bir yazı
karakterine dönüşse de, yemeğin tadı değişmeyecektir. Yalnızca yemeği yemekle ilgilenenler için, ister böyle basılsın, ister böyle, tarif aynı kalacaktır.
Moleküler genetikçiler, titiz yayıncılara benzer. Tariflerin yazılı olduğu
sözcüklerin asıl biçimiyle ilgilenirler. Doğal seçilimse, buna aldırmaz; uyumun
evriminden söz ederken biz de aldırmamakyız. Evrimin başka yönleriyle,
örneğin farklı soylarda evrim hızıyla ilgilendiğimizdeyse, yansız mutas- yonlar
son derece ilginç olacaktır.
387
En ateşli yansızcı bile, doğal seçilimin tüm uyumlardan sorumlu olduğunu
mutlu mutlu kabullenir. Onun söylediği, evrimsel değişimin çoğunluğunun
uyum olmadığıdır. Genetikçi akımlardan biri karşı çıkacaktır ama, yansızcı
pekâlâ haklı olabilir. Keşke yansızcı kazansa, çünkü o zaman evrimsel ilişkileri
ve evrim hızlarını hesaplamak çok kolaylaşırdı. İki taraftakiler de yansız
evrimin uyumlayıcı iyileşmeye yol açmayacağını kabul eder. Nedeni basit:
Yansız evrim, tanım gereği, gelişigüzeldir; uyumlayıcı iyileşmeyse gelişigüzel
değildir. Bir kez daha, yaşamı cansız olandan ayıran özelliğin açıklaması
olarak, Dar- winci seçilime bir alternatif bulmakta başarısız olduk.
Şimdi Darvinciliğin bir başka tarihsel rakibine geliyoruz: “mutasyonculuk”
kuramı. Şu anda kavrayabilmemiz güç ama, bu yüzyılın başlarında, mutasyon
olayı ilk tanımlandığında, bu, Darwinci kuramın ayrılmaz bir parçası olarak
değil de, alternatif bir evrim kuramı olarak görüldü! Mendel'in kahtım ilkelerini
yeniden keşfedenlerden olan Hugo de Vries ve William Ba- teson, gen
sözcüğünü bulan Wilhelm Jolıannsen ve kromozom kalıtımı kuramının babası
Thomas Hunt Morgan gibi tanınmış isimlerin de içlerinde olduğu,
mutasyoncular olarak bilinen bir genetikçi akımı vardı. Özellikle de Vries
mutasyonun neden olabileceği değişimlerin büyüklüğünden çok etkilenmişti ve
yeni türlerin her zaman tek bir büyük mutasyondan kaynaklandığını
düşünmekteydi. De Vries ve Johannsen bir türün içindeki çeşitliliğin çoğunun
genetik olmadığına inanıyordu. Mutasyon- cularm hepsi, seçilimin, en iyi
olasılıkla, evrimdeki rolünün önemsiz bir ayıklama olduğunu düşünüyorlardı.
Gerçek yaratıcı güç, mutasyonun ta kendisiydi. Mendel genetiğine, bugün olduğunun terisine, Darvinciliğin temel direği değil, antitezi olarak bakılıyordu.
Bugün bu düşünceye kahkahalarla gülmekten başka bir tepki vermek zor,
ama Bateson'un o büyüklük taslayan sesiyle söylediklerini yinelerken dikkatli
olmamız gerek: “Kıyas kabul etmez gerçekler koleksiyonu için Darvin’e
gidiyoruz (fakat...)
Darvvin bize artık bir felsefe uzmanı gibi gelmiyor. Biz artık Darvvin’in evrim
planını Lucretius ya da Lamarck okur gibi okuyoruz." Ve, “çoğumuz aynı
kanıdayız; popülasyon kitlelerinin seçilimin yönlendirdiği görülemez adımlarla
değişimi gerçeğe o kadar uygunsuzdur ki, yapabileceğimiz tek şey, böyle bir
önerinin savunucularının gösterdikleri yayılma isteğine ve bu öneriyi bir süre
de olsa kabul edilebilir gibi göstermekte sergiledikleri müthiş başarıya hayret
388
etmektir.’’ Mendelci parçacıklı kalıtım kuramının Darwinciliğin antitezi
olmayıp aslında onun temelindeki ilkelerden biri olduğunu gösterip,
mutasyonculuk düşüncesini değiştiren R. A. Fisher olmuştur.
Mutasyon, evrim için gereklidir, evet ama mutasyonun tek başına yeterli
olduğunu kim söyledi ki? Evrimsel değişim, iyileşmedir; yalnızca rastlantıya
bağlı bir değişimden beklenemeyecek ölçüde bir iyileşme. Tek evrimsel güç
olarak mutasyonu görmenin getirdiği bir sorun şu: Nasıl oluyor da, mutasyon
hayvan için neyin iyi neyin kötü olduğunu “bilebiliyor”? Karmaşık bir
mekanizmanın, örneğin bir organın başına gelebilecek tüm olası değişimlerin
büyük çoğunluğu bu mekanizmanın daha da kötüye gitmesine neden olacak,
yalnızca çok ufak bir bölümü mekanizmayı daha iyiye götürecektir. Seçilimsiz
mutasyonun
evrimin
itici
gücü
olduğunu
savunmak
isteyen
birisi,
mutasyonlarm nasıl olup da daha iyiye götürme yönünde çalıştığını
açıklamalıdır. Vücut daha kötüye değil de, daha iyiye gidebilmek için hangi
gizemli bilgeliği kullanıyor? Farkına varacaksınız, bu aslında, Lamarckçılık
için sorduğumuz sorunun kılık değiştirmiş hali. Söylemeye gerek yok,
mutasyoncular bu soruyu asla yanıtlamadılar. Asıl garip olan, bu sorunun
akıllarına bile gelmemiş olması.
Günümüzde bu düşünce bize daha da komik geliyor -aslında haksızlık bu
kadar komik gelmesi- çünkü mutasj^onların “gelişigüzel” olduğunu düşünerek
yetiştik. Mutasyonlar gelişigüzelse, tanım gereği, iyileştirme eğiliminde
olamazlar. Fakat mutas- yoncu akım, mutasyonları gelişigüzelmiş gibi
değerlendirmedi.
Vücudun belirli yönlerde değişmek için içsel bir eğilimi olduğu nu düşündüler;
ama vücudun kendisi için gelecekte neyin iy olacağım nasıl bildiği sorusunu
açık bıraktılar. Bunu mistik bij saçmalık olarak yazıya dökerken, bir yandan da
mutasyonur gelişigüzel olduğunu söylediğimizde ne kastettiğimizi açık olarak
belirtmekte yarar var. Gelişigüzel var, gelişigüzelcik var; ve birçok insan bu
sözcüğün değişik anlamlarım birbirine karıştırıyor. Doğrusu, birçok açıdan
mutasyon hiç de gelişigüzel değildir. Ben bu açıların hayvan için neyin iyi
olduğunun bilinmesini ya da buna eşdeğer bir şeyi içermediğinde ısrarlıyım.
Aslında evrimi açıklamak için seçilimsiz mutasyon kullanıyorsanız, neyin iyi
olduğuna ilişkin bilgiye eşdeğer bir şey mutlak gerekli olacaktır. Mutasyonun
hangi anlamda gelişigüzel olduğuna, hangi anlamda olmadığma bakmamızda
389
yarar var.
Mutasyonlar belirli fiziksel olaylar sonucu ortaya çıkıyor; kendiliklerinden
oluvermiyor. Mutasyon bu anlamda gelişigüzel değil. Mutasyonların nedeni,
"mutajen” dediğimiz unsurlar (bunlar tehlikeli çünkü çoğu kez vücutta kanser
başlatıyor): X ışınları, kozmik ışınlar, radyoaktif maddeler, çeşitli kimyasallar
ve hatta “mutasyoncu genler” dediğimiz başka genler. İkincisi, bir türdeki
bütün genlerin mutasyon geçirme olasılığı aynı değil. Kromozomlar üzerindeki
her noktanın kendine özgü bir mutasyon oranı var. Örneğin, insanların orta
yaşların başında ölümüne neden olan Huntington chorea hastalığı genini
yaratan mutasyonun oluşma oranı 200.000’de 1. Dachsund cinsi köpeklerde
bacakların çok kısa olmasına yol açan, bildiğimiz cücelik sendromu
achondroplasia için bu değer 10 kat daha fazla. Bu oranların ölçümü normal
koşullar altında yapılıyor. Ortamda X ışınları benzeri mutajenler varsa, bu
oranlar müthiş artıyor. Kromozomların bazı bölümlerine "sıcak noktalar”
diyoruz ve bu noktalarda mutasyon hızı yüksek.
Üçüncü olarak, sıcak nokta olsun olmasın, kromozom üzerindeki her
noktada
belirli
yönlerdeki
mutasyonların
yönlerdekilerin gerçekleşme olasılığından da
390
gerçekleşme
olasılığı,
aksi
ha fazladır. Bu, “mutasyon baskısı” olarak bilinen, evrimsel sonuçları
olabilecek bir olguya yol açıyor. Örneğin, hemoglobin molekülünün Biçim 1 ve
Biçim 2 gibi yansız iki biçimi varsa -kanda oksijen taşıma yeteneği açısından
ikisi de eşit yetenekte anlamında yansız- l’den 2 ye olan mutasyonlar, 2’den l’e
olanlardan daha sık görülebilir. Bu durumda, mutasyon baskısı, Biçim 2’nin
Biçim l'den daha sık görülmesine neden olacaktır. Eğer belirli bir noktada ileri
mutasyon hızı geri mutasyon hızına eşitse, mutasyon baskısı sıfır demektir.
Artık mutasyonun gelişigüzel olup olmadığı sorusunun önemsiz bir soru
olmadığını görebiliyoruz. Bu sorunun yanıtı, gelişigüzelden ne anladığımıza
bağlıdır. “Gelişigüzel mutasyon” demekle mutasyoriların dış unsurlardan
etkilenmediğini söylemek istiyorsanız, X ışınları muatsyonun gelişigüzel
olmadığını kanıtlamaktadır. "Gelişigüzel mutasyon” derken tüm mutasyonların gerçekleşme olasılığının aynı olduğunu kastediyorsanız, sıcak noktalar
mutasyonun gelişigüzel olmadığını kanıtlamaktadır. "Gelişigüzel mutasyon”
derken tüm mutasyon noktalarında mutasyon baskısının sıfır olduğunu
söylemeye çalışıyorsanız, bir kez daha mutasyon gelişigüzel değildir. Yalnızca
“gelişigüzel” olmayı "vücutsal iyileşme yönünde genel bir eğilim olmaması"
olarak tanımladığınızda, mutasyonun gelişigüzel olduğu doğrudur. Ele
aldığımız bu üç gelişigüzel olmama çeşidi de, evrimi uyum sağlayıcı iyileşme
yönünde (işlevsel olarak "gelişigüzel” bir yönde değil) hareket ettirmede etkili
olamaz. Dördüncü bir gelişigüzel olmama çeşidi daha var ve doğru ama doğruluğu diğerleri kadar belirgin değil. Bunun üzerinde biraz zaman harcamamız
gerekiyor çünkü günümüz biyologlarının bile kafasını karıştıran bir konu bu.
"Gelişigüzel” sözcüğünü başka bir anlamda alanlar da var -bana göre
oldukça garip bir anlam bu. İki Darwincilik karşıtının (P. Saunders ve M-W.
Ho) Darvvinci lerin “gelişigüzel mutasyon” olarak ne kastettikleri konusundaki
düşüncelerini anlatan yazılarından alıntılar yapıyorum: “Yeni Darvvinci
gelişigüzel çeşitlilik kavramı, düşünülebilecek her şeyin mümkün oldı ğu
saplantısını da beraberinde taşıyor." “Tüm değişimleri mümkün olduğuna ve
gerçekleşme olasılıklarının eşit olduğun, inanılıyor.” (Vurgular benim.) Değil
buna inanmak, böyle bi inancı anlamlı kılmak için ne yapılabileceğini bile
düşünemiyorum! “Tüm” değişimlerin eşit olasılıklı olduğuna inanmak ne
demek acaba? Tüm değişimler? İki ya da daha fazla şeyin eşit olasılıklı
olabilmesi için, bu şeylerin ayrı, belirli olaylar olarak tanımlanabilmesi gerekir.
391
Örneğin, “yazı ya da tura gelmesi olasılığı aynıdır” diyebiliriz çünkü yazı ya da
tura gelmesi birbirinden farklı, ayrı iki olaydır. Fakat bir hayvanın vücudunda
meydana gelebilecek “tüm olası” değişiklikler bu tür ayrı olaylar değil. iki olası
olay ele alalım: “İneğin kuyruğu bir santimetre uzar.” ve "İneğin kuyruğu iki
santimetre uzar.” Bunlar iki ayrı olay mı? İki ayrı olay oldukları için mi
olasılıkları eşit? Yoksa bunlar aynı olayın yalnızca niceliksel çeşitlemeleri mi?
Belli ki, gelişigüzellik kavramı aslında anlamsız değilse de komik bir aşırı
uçta olan bir çeşit Danvinci karikatürü oluşturulmuş. Bu karükatürü
anlayabilmem epey zaman aldı çünkü bildiğim Darvvincilerin düşünme
biçimine çok yabancıydı. Ama sanıyorum, sonunda anlamayı başardım ve size
de anlatmaya çalışacağım, çünkü Darvvinciliğe karşı sözüm ona itirazların altında yatanı anlamamıza yardımcı olacaktır.
Çeşitlilik ve seçilim el ele çalışarak evrim üretir. Danvinci, çeşitliliğin iyileşmeye yönelik olmaması anlamında- gelişigüzel olduğunu ve evrimin
iyileşme eğiliminin seçilimden kaynaklandığını söyler. Evrimsel ilkelerden
oluşan bir süreğenlik düşünelim; Darvincilik bir uçta, mutasyonculuk öbür uçta
olacaktır. Aşırı mutasyoncu, evrimde seçilimin rolü olmadığına inanır; evrimin
yönü sunulan mutasyonların yönüyle belirlenmektedir. Örneğin, evrimimizin
son birkaç milyon yılında görülen, insan kafatasının büyümesini ele alalım.
Danvinci, mutasyonun seçilime sunduğu çeşitliliğin beyinleri küçük bireyleri
ve beyinleri büyük bireyleri içerdiğini söyler; seçilim İkincisini yeğlemiştir.
392
Mutasyoncu ise, mutasyonun sunduğu çeşitlilikte büyük beyinler lehine bir
eğilim olduğunu söyler; çeşitlilik sunulduktan sonra seçilim yoktur (ya da
seçilime gerek yoktur); beyinler büyümüştür çünkü mutasyonlarm yol açtığı
değişim daha büyük beyinler oluşturma yönünde eğilimlidir. Özetleyelim:
Evrimde daha büyük beyinler lehine bir eğilim olmuştur; bu eğilim yalnızca
seçilimden kaynaklanmaktadır (Darvvinci görüş), ya da yalnızca mutasyondan
kaynaklanmaktadır (mutasyoncu görüş); bu iki görüş arasında bir sürekli]ik, iki
olası evrimsel eğilim kaynağı arasında neredeyse bir değiş tokuş olduğunu
düşünebiliriz. Orta görüş, mutasyonlarda beynin büyümesi yönünde bir miktar
eğilim olduğu ve seçilimin de hayatta kalabilen popülasyon- da bu eğilimi
artırdığı olacaktır.
Darvvinci, seçilime sunulan mutasyonlarm yol açtığı çeşitlilikte hiçbir
eğilim olmadığını söylediğinde kastettiği şey karika- türize ediliyor. Gerçek bir
Darvvinci olan bana göre, bu, mutasyonun uyum sağlayıcı iyileşme yönünde
sistematik bir eğilim göstermediği anlamını taşır. Fakat bir Darvvincinin
gerçek-öte- si karikatürü için, düşünülebilecek tüm değişimlerin "aynı olasılığa” sahip olduğu anlamını taşımaktadır. Böylesi bir düşüncenin mantıksal
olanaksızlığım bir tarafa bırakırsak (zaten anlatıldı), Darvvinci karikatürünün,
vücudun ulu-güçlü seçilim tarafından, tercih edeceği herhangi bir biçime
sokulmaya hazır kilden yapılmış olduğunu düşündüğüne inanılmaktadır.
Gerçek Darvvinciyle karikatür arasındaki farkı anlamak önemli. Bunu özel bir
örnek üzerinde durarak yapacağız: yarasaların ve meleklerin uçuş yöntemleri
arasmdaki farklılık.
Melekler hep sırtlarından çıkan iki kanatla düşünülürler, kolları tüylerle
engellenmemiştir. Öte yandan, yarasaların ve kuşların ve Pterodactylus
üyelerinin bağımsız kolları yoktur. Atasal kollan kanatlarla bütünleşmiştir ve
kullanılamaz ya da yiyeceği tutmak gibi başka amaçlarla, oldukça hantal bir
biçimde kullandır. Şimdi bir gerçek Darvvinciyle bir aşırı Darvvinci karikatürü
arasında geçen bir konuşmayı dinleyeceğiz.
Gerçek: Acaba neden yarasalarda meleklerinkine benzer kanatlar
evrilmemiş? İnsan bir çift kollan olsa iyi olurdu diye düşünmeden edemiyor.
Fareler yiyeceklerini tutup kemirmek için hep kollannı kullanıyor, yarasalarsa
yerde kolsuz çok hantal görünüyor. Sanırım verilecek yanıtlardan biri
mutasyonun gereken çeşitliliği sağlayamamış olması. Sırtlanmn ortasında kanat
393
çıkıntdan olan atasal mutasyona uğramış yarasalar hiç olmadı herhalde.
Karikatür. Saçma. Seçilim her şeydir. Eğer yarasaların meleklerinkine
benzer kanatları yoksa, bu sadece ve sadece seçilim meleklerinki gibi kanatlar
lehine çalışmadığı içindir. Kuşkusuz sırtlarının ortasında kanat çıkıntıları olan
mutasyona uğramış yarasalar vardı ama seçilim onları yeğlemedi.
Gerçek: Evet, evet. Eğer bu çıkıntılar olsaydı, seçilim onlan yeğlemezdi,
aynı fikirdeyim. Bir kere hayvanın ağırlığını artırmış olurlardı ki, fazla ağırlık
bir hava taşıtının kaldıramayacağı bir lükstür. Fakat, seçilim ilke olarak neyi
yeğlerse yeğlesin, mutasyonun her zaman gereken çeşitliliği sağlayacağına
inanmıyorsunuz herhalde?
Karikatür.
Tabii
ki
inanıyorum.
Seçilim
her
şeydir.
Mutasyon
gelişigüzeldir.
Gerçek: Tamam, mutasyon gelişigüzeldir, ama bu yalnızca mutasyonun
geleceği göremeyeceği ve hayvan için neyin iyi neyin kötü olduğunu
planlayamayacağı anlamına geliyor. Her şeyin mümkün olduğu anlamına
gelmiyor. Örneğin, sizce neden bir ejderha gibi burun deliklerinden ateş çıkaran
hayvani ar yok ? Bu avlarını yakalamada ve pişirmede kolaylık sağlamaz
mıydı?
Karikatür. Yanıt basit. Seçilim her şeydir. Hayvanlar burun deliklerinden
ateş çıkarmazlar çünkü bunu yapmalarına değmez. Burunlanndan ateş çıkaran
hayvanlar doğal seçilim tarafından elenmiştir, belki de ateş yapmak enerji
bakımından çok masraflıydı.
Gerçek: Burunlarından ateş çıkan mutasyona uğramış canlılar olduğuna
inanmıyorum. Olmuş olsaydı bile, büyük olasılıkla kendilerini de yakma
tehlikesi altında yaşarlardı!
Karikatür. Saçma. Tek sorun bu olsaydı, seçilim içi asbestle kaplı burunları
yeğlerdi.
Gerçek: İçi asbestle kaplı burun yapan bir mutasyon olduğuna
inanmıyorum. Mutasyona uğramış hayvanların asbest salgı- layabileceğine
inanmaktansa mutasyona uğramış ineklerin aya zıplayabileceğine inanmayı
yeğlerim.
Karikatür. Aya zıplayabilecek mutasyona uğramış bir inek doğal seçilim
tarafından hemen elenirdi. Orada oksijen yok, biliyorsunuz.
Gerçek: Genetikle belirlenmiş uzay elbiseleri ve oksijen maskeleri olan
394
mutasyona uğramış inekler önermemenize şaşırdım.
Karikatür. İyi düşündünüz! Hımm, sanırım asıl açıklama, aya zıplamanın
buna değmeyeceğidir. Ayrıca kaçış hızına ulaşmanın enerji bedelini de
unutmamalıyız.
Gerçek: Bu çok komik.
Karikatür. Belli ki, siz gerçek bir Darvvinci değilsiniz. Nesiniz peki, bir tür
kripto-mutasyoncu sapmacı mı?
Mutasyoncu: Merhaba! Bu Darvvinci grup-içi bir tartışma mı, yoksa
herkes katılabilir mi? İkinizin de hatası, seçilime gereğinden fazla önem
vermeniz. Seçilimin yapabileceği tek şey, büyük deformasyonları ve
aykırılıkları ayıklamaktır. Gerçekte yapıcı olan bir evrim ortaya çıkaramaz.
Yarasa kanatlarının evrimine geri dönelim. Asıl olan şu: Toprak üzerinde
yaşayan hayvanlardan oluşan eski bir popülasyonda, mutasyonlar sonucu
parmaklar uzadı ve aralarında deriden perdeler ortaya çıktı. Nesiller geçtikçe,
bu mutasyonlar gitgide sıklaştı, ta ki, tüm po- pülasyon kanath hale gelene
dek... Seçilimle hiçbir ilgisi yok. Yalnızca eski yarasalarda kanat evrimleştirme
yönünde içsel bir eğilim vardı; hepsi bu.
Gerçek ve Karikatür (birlikte): Mistikliğin daniskası! Geçen yüzyıla geri
dön, ait olduğun yer orası.
Umarım, okuyucunun ne mutasyoncuya ne de Darvvinci karikatürüne
sempati
duymayacağını
düşünürken
önyargılı
dav-
ranmıyorumdur.
Okuyucunun, benim gibi, gerçek Darwinciyle aynı fikirde olduğunu
varsayıyorum. Karikatür aslında yok; ama ne yazık-ki, var olduğunu
düşünenler var. Hatta bu bazı insanlar Darvinci karikatürüyle aynı fikirde
olmadıkları için, Darvinciliğin kendisine de karşı olduklarını sanıyorlar. Şöyle
bir düşünceyi ağızlarına pelesenk etmiş bir biyologlar okulu var: Darvinciliğin
sorunu embriyolojinin getirdiği kısıtlamaları göz ardı etmesi; Darvinciler (işte
bu noktada karikatür sahneye geliyor), seçilim bir evrimsel değişimin
lehiıieyse, bu değişim için gereken mutasyonların yol açtığı çeşitliliğin de var
olacağını düşünüyorlar; her yöndeki mutasyonların yol açtığı değişimin
olasılığı aynıdır; eğilimin yönünü seçilim belirler.
Oysa, her gerçek Darwinci herhangi bir kromozom üzerindeki herhangi bir
genin herhangi bir zamanda mutasyon geçirebilmesine karşın, vücutlardaki
395
mutasyon sonuçlarının embriyoloji süreci tarafından kısıtlandığını bilir. Eğer bu
gerçekten kuşku duymuş olsaydım bile (ki asla duymadım), bu kuşkularım
biyomorf bilgisayar simülasyonlarımdan sonra ortadan kalkardı. Sırtın orta
yerinden kanatlar çıkması “için” bir mutasyon olduğunu varsayamazsınız.
Kanatlar ya da başka bir şey, sadece ve sadece gelişim süreci izin veriyorsa
ortaya çıkabilir. Hiçbir şey büyü yapılmış gibi ortaya çıkıvermez; embriyonik
gelişim süreci tarafından yapılması gerekir. Var olan gelişim süreçlerinin
durumu ev- rimleşebileceğini hayal edebileceğiniz şeylerin çok azının gerçekleşmesine izin verir. Kolların gelişme biçimi nedeniyle, mutas- yonların parmak
uzunluğunu değiştirmesi ve aralarında deriden bir perde oluşturması
mümkündür. Fakat sırtın embriyolojisinde melek kanatlan çıkıvermesine
elveren hiçbir şey olmayabilir. Genler hırslarından mosmor olana kadar
mutasyon geçirebilirler, ama memelilerin embriyolojik süreçleri böylesi bir
değişime açık değilse, hiçbir memelinin asla melek kanatları olmayacaktır.
Embriyoların nasıl geliştiğinin tüm ayrıntılarını bilmediğimiz sürece, hayal
ettiğimiz belirli mutasyonların gerçekleşmiş olma olasılıklarının ne kadar
olduğu konusunda fikir ayrılıkları olacak
396
tır. Örneğin, memeli embriyolojisinde melek kanatlarım yasaklayan hiçbir
şey olmadığı anlaşılıverir. O zaman da, Darvvinci karikatürünün, özel
örneğimizde melek kanatlan çıkıntılarının ortaya çıkmış olabileceğini ama
seçilim tarafından yeğlenmediklerini önermekte haklı olduğu ortaya çıkar. Ya
da, embriyoloji konusunda bilgimizi genişlettiğimizde, melek kanatlarının hiç
başlamadığı, bu yüzden de seçilimin onları yeğleme şansının hiç olmadığı
ortaya çıkar. Üçüncü bir olasılık daha var, hadi onu da eksik bırakmayalım:
Embriyoloji melek kanatlarının oluşmasına asla izin vermemiştir ve izin vermiş
olsaydı bile, doğal seçilim onları yeğlemezdi. Fakat üzerinde ısrarla durmamız
gereken asıl konu, embriyolojinin evrime getireceği kısıtlamalan göz ardı
edemeye- ceğimizdir. Tüm ciddi Darwinciler bunu kabul eder, yine de bazdan
Darwincilerin bunu inkâr ettiklerini düşünür. Öyle görünüyor ki, "gelişim
kısıtlamalarının" sözde Darwinci karşıtı bir güç olduğu konusunda çok ses
çıkaranlar, Darvvinciliği yukarıda parodisini yaptığımız Darvincilik karikatürü
ile kanştınyorlar.
Bütün bunlar, mutasyonun "gelişigüzel” olmasıyla ne demek istediğimiz
tartışmasıyla ortaya çıktı. Mutasyonun gelişigüzel olmadığı üç nokta sıraladım:
X ışınlan, vs. mutasyon yapar; farkh genlerin mutasyon oranlan farklıdır; ve
ileri mutasyon oranı geri mutasyon oranına eşit olmak zorunda değildir. Şimdi
buna bir nokta daha ekledik: Mutasyon sadece var olan embri- yonik gelişim
süreçlerinde değişiklikler yapar ve bu anlamda gehşigüzel değildir; seçilimin
yeğleyeceği, düşünülebilecek her değişikliği hiç yoktan yaratamaz. Seçilimin
üzerinde
çalışabileceği
çeşitlilik
var
olan
embriyoloji
süreçleriyle
kısıtlanmıştır.
Mutasyon, beşinci bir açıdan da gelişigüzel olmayan bir olay olarak
nitelenebilirdi. Hayvanın yaşamına uyumunu sistematik olarak iyileştirmeye
yönelik bir mutasyon biçimi düşünebiliriz (yalnızca düşünebiliriz). Hiç kimse
bu yönelmenin hangi yolla olacağına ilişkin bir yol önerebilmiş değildir. İşte
gerçek Darvvinci yalnızca bu açıdan mutasyonun gelişigüzel olduğunda ısrar
eder. Mutasyon uyum sağlayan iyileşme yönünde sistematik
39 7
bir eğilim göstermez ve mutasyonu bu beşinci anlamda gelişigüzel olmayan
yönlere sürükleyebilecek hiçbir mekanizma bilinmemektedir. Mutasyon birçok
başka açıdan gelişigüzel olmamasına karşın, uyum sağlayan üstünlük açısından
gelişigüzeldir. Evrimi üstünlük açısından gelişigüzel olmayan yönlere götüren
sadece ve sadece seçilimdir. Aslında mutasyonculuk sadece yanhş olmakla
kalmıyor, asla doğru olamazdı da... İlke olarak, iyileşmenin evrimim
açıklayabilme yeteneğine sahip değildir. Mutasyonculuk ve Lamarckçdık,
Darwinciliğin
yanlışlığı
kanıtlanmış
rakipleri
değillerdir;
asla
rakip
olamamışlardır.
Aynı şey, Danvinci seçilimin bir sonraki sözde rakibi için de geçerli. Bu
akımın şampiyonu, Cambridgeli genetikçi Gabriel Dover ve kuramının da tuhaf
bir adı var: "moleküler itki" (her şey moleküllerden yapılmış olduğu için, Dover
m bu varsayımsal sürecinin neden moleküler itki adını diğer evrimsel
süreçlerden daha fazla hak ettiği pek açık değil). Motoo Kimura ve yansızcı
evrim kuramının yandaşlan, kuramları için haksız iddialarda bulunmuyorlar.
Gelişigüzel sürüklenmenin uyum sağlayan evrimi açıklamada doğal seçilimin
rakibi olduğuna ilişkin hayallere ka- pılrmyorlar; yalnızca doğal seçilimin
evrimi uyum sağlayıcı yönde itebileceğini kabulleniyorlar. Tek iddialan birçok
evrimsel değişimin (bir moleküler genetikçinin gözüyle evrimsel değişimin)
uyum sağlayıcı olmadığı. Dover, kuramı konusunda hiç de böyle alçakgönüllü
değil. Doğal seçilim kuramının da doğru olabileceği bazı noktalar olduğunu
düşünmesine
karşın,
evrimin
tümünü
doğal
seçilim
olmadan
açıklayabileceğini düşünüyor!
Bu kitap boyunca göz örneğini verdik çünkü göz, rastlantı eseri ortaya
çıkamayacak kadar karmaşık ve iyi tasarlanmış birçok organdan biridir.
Defalarca yineledim, insan gözü ve diğer mükemmel ve karmaşık organlar için
bir açıklama getirebilen yalnızca doğal seçilimdir. Dover meydan okuyor ve
gözün evrimi konusunda kendi açıklamasını sunuyor bizlere; pek şanslıyız...
Dover, gözü hiçbir şeyden evrimleştirmek için 1000 adımın gerekli olduğunu
varsayahm, diyor. Bu, yalnızca bir deri parçasından göz oluşturmak için 1000
genetik değişiklikten oluşan bir dizi gerektiği anlamına gelir. Tartışmanın
devamı için bu kabul edilebilecek bir varsayım gibi geliyor bana. Biyomorf Ülkesi’nin terimleriyle, çıplak-derili hayvan, gözlü hayvandan 1000 genetik adım
uzaklığmdadır.
398
Şimdi, bildiğimiz gözle sonuçlanacak doğru 1000 adımın atıldığı gerçeğini
nasıl açıklarız? Doğal seçilimcinin açıklaması artık biliniyor. En yalın haliyle
şöyle: 1000 adımın her birinde, mutasyon bir dizi seçenek sunmuştur ve bu
seçeneklerden sadece biri hayatta kalmayı kolaylaştırdığı için yeğlenmiştir.
1000 evrim adımı, her birinde seçeneklerin çoğunun ölümle sonuçlandığı,
birbirini izleyen 1000 seçim noktasını temsil eder. Bugünkü gözün uyu m sal
karmaşıklığı, 1000 bilinçsiz ama başarılı adımın son ürünüdür. Tür, tüm
olasılıkların oluşturduğu labirentte belirli bir yolu izlemiştir. Bu yol boyunca,
1000 dallanma noktası vardı ve her bir dallanma noktasında hayatta kalabilenler
daha iyi görme yeteneğine götüren yolu seçenler oldu. Yol kenarı, 1000
dallanma noktasının her birinde yanlış sapağı tutup başarısız olanların
ölüleriyle dolu. Bizim bildiğimiz şekliyle göz, 1000 başarılı “seçim”den oluşan
bir dizinin son ürünüdür.
Yukarıdaki paragraf, gözün evrimine doğal seçilimin getirdiği açıklamaydı
(açıklamanın ifade biçimlerinden biriydi). Şimdi, Dover’in açıklamasına
bakalım. Dover temelde soy çizgisinin her basamakta yaptığı seçimin hiçbir şey
fark ettirmeyeceğini savunuyor; sonuçta ortaya çıkan organ için bir kullanım
bulunacağını düşünüyor. Ona göre, soy çizgisinin her basamakta attığı adım,
gelişigüzel bir adımdı. Örneğin, 1. basamakta bir mutasyon tür içerisinde
yayılıyor. Yeni evrilen özellik işlevsel olarak gelişigüzel olduğu için, hayvanın
hayatta kalmasına yardımcı olmadı. Tür de, vücutlarına getirilen bu yeni
gelişigüzel özelliği kullanabilecekleri yeni bir yer, yeni bir yaşam biçimi
aramaya başladı. Vücutlarının gelişigüzel olan bölümlerine uygun bir çevre
bulunca, bir süre orada yaşadılar. Yeni bir mutasyon oldu ve tür içerisinde
yayıldı. Yeni bir yer daha bulmaları gerekti. Bul- duklannda, 2. basamak
tamamlanmış oldu. Sonrada, 3. basamağın gelişigüzel mutasyonu tür içinde
yayıldı ve.... Bu böylece 1000 adım boyunca sürüp gidiyor ve sonunda
bildiğimiz biçimiyle göz oluşmuş oluyor. Dover, insan gözünün kızıl-ötesi ışığı
değil, "görünür” dediğimiz ışığı kullandığına dikkat çekiyor. Fakat gelişigüzel
süreçler bizi kızıl-ötesi ışığı kullanan bir göz sahibi olmaya zorlamış olsaydı,
hiç kuşkusuz, bu gözü sonuna dek kullanır ve buna tümüyle uygun bir yaşam
biçimi bulurduk.
İlk bakışta bu fikrin baştan çıkarıcı, çekici bir mantığı var. Bu baştan çı
karıcı lık, doğal seçilimin gayet bakışımlı bir biçimde ters yüz edilmiş
399
olmasından kaynaklanıyor. En yalın biçimiyle doğal seçilim, çevrenin türe
zorla kabul ettirildiğini ve bu çevreye en iyi uyum sağlayan genetik
çeşitlemelerin hayatta kalabileceğini varsayar. Zorla kabul ettirilen çevredir, tür
de bu çevreye uymak üzere evrilir. Dover’in kuramı bu yaklaşımı ters yüz
ediyor. Bu kez mutasyonlar ve Dover’in özel olarak ilgilendiği başka içsel
genetik güçler tarafından “zorla kabul ettirilen” türün doğasıdır. Bundan sonra
da tür, zorla kabul ettirilmiş doğasına en iyi uyan çevreyi bulur.
Bu bakışımın çekiciliği aslında yüzeysel. Sayılarla düşünmeye başlar
başlamaz, Dover’in yaklaşımının ne kadar hayalci olduğu tüm görkemiyle
gözler önüne seriliyor. Dover’in düşüncesinin temelinde, 1000 adımın her
birinde türün ne yana saptığının hiçbir önemi olmaması yatıyor. Türde oluşan
her yenilik, işlevsel açıdan gelişigüzeldi ve tür buna uyacak bir çevre buldu.
Yani, tür, yoldaki her çatallanmada hangi sapağı seçerse seçsin, buna uyacak
bir çevre bulacaktı. Şimdi bir düşünelim kaç tane olası çevre varsaymamız
gerekiyor. 1000 dallanma noktası vardı. Bunların her biri ikili dallanmalar olsa
(3’lü ya da 18’Ii dallanmalar da olabilirdi, bizimki ihtiyatlı bir varsayım),
Dover’in planının işlemesi için 2’nin 1000. kuvveti kadar çevre olması gerekirdi (ilk dallanma iki yol veriyor; sonra bu yolların her biri ikiye ayrılıyor,
dört yolumuz oluyor; her biri ikiye ayrılıp 8 yol oluşturuyor; sonra 16, 32,.
64,... 21000). Bu sayıyı yazarken l’in
400
arkasından 301 sıfır koymalıyız. Bu sayı, tüm Evren'deki atomların toplam
sayısından daha fazla...
Dover’in doğal seçilime karşı çıkardığı sözde rakip asla işlemez; bir milyon
yıl geçse de işlemez; Evrenimizin varoluşundan bu yana geçen sürenin bir
milyon katı süre daha geçse de işlemez; Evrenimizin varoluşundan bu yana
geçen sürenin bir milyon katı yaşmda bir milyon evren olsa da işlemez.
Dover’in başlangıçtaki varsayımını, yani göz oluşması için 1000 basamak gerektiği varsayımını değiştirsek bile bu sonucun pek değişmeyeceğine dikkat
edin. Basamak sayısını 100’e düşürsek bile -ki, bu büyük olasılıkla gerekenin
altında bir tahmin- yaşanabilir olası çevrelerin sayısı milyon kere milyon kere
milyon kere milyon kere milyondan daha fazladır. Bu, bir öncekinden daha
küçük bir sayı ama yine de Dover’in bekleyip duran çevrelerinin her birinin bir
atomdan daha küçük olmasını gerektiriyor.
Doğal seçilim kuramının büyük sayılar yaklaşımının bir uyarlaması
tarafından yıkılmaya neden açık olmadığı sorusu açıklanmaya değer. III.
Bölüm’de, gerçek ve hayal edilebilir tüm hayvanların devasa bir hiperuzamda
oturduğunu düşündük. Burada da benzer bir şey yapıyoruz ama evrimsel
dallanma noktalarını on sekizli yerine ikili olarak düşündük. 1000 evrimsel
adımda evrimleşebilecek tüm olası hayvanlar kümesi devasa bir ağacın üzerine
tünemiş oturuyorlar ve bu ağaç durmadan dallanıyor; öyle ki, sonunda elde
edilen dal sayısı 10301 oluyor. Herhangi bir evrimsel geçmiş bu varsayımsal
ağaç üzerinde belirli bir patika olarak temsil edilebilir. Düşünülebilecek tüm
evrimsel patikalar içinde, gerçekleşenlerin sayısı çok azdır. Bu "tüm olası
hayvanlar ağacının” büyük bir bölümünün var olmamanın karanlığında
gizlendiğini düşünebiliriz. Bu karanlık ağaçta, şurada burda birkaç patika
aydınlıktadır. Aydınlanmış izler gerçekleşen patikalardır ve sayıları epeyce
olmasına karşın, tüm ağacın yalnızca minicik bir bölümüdür. Doğal seçilim,
tüm olası hayvanlar ağacında azınlıkta kalan geçilebilecek patikaları bulabilme
yeteneği olan bir süreçtir. Doğal seçilim kuramına benim Dover'ın kuramına
saldırmakta kullandığım türden bir büyük sayılar yaklaşımıyla saldırmak
olanaksızdır, çünkü doğal seçilim kurammın özü ağacın dallarını sürekli
kesmesidir. Doğal seçilimin yaptığı işte budur. Tüm olası hayvanlar ağacında,
Dover’in ters yüz edilmiş mantığı nedeniyle mahkum olduğu sonsuz
çoğunluktaki kısır dallardan (gözleri ayak tabanında olan hayvanlar, vs.)
401
kaçınarak adım adım yolunu bulur.
En eskisi hariç, doğal seçilim kuramının tüm sözde seçenekleriyle baş ettik.
En eski kuramsa, yaşamın bihnçli bir tasarımcı tarafından yaratıldığı ya da
evriminin yönetildiği kuramı. Bu kuramın bazı belirli uyarlamalarını -örneğin,
Kutsal Kitap’ta anlatılan yaratdış öyküsü gibi- yıkmak pek kolay olurdu ve hiç
de hakça olmazdı. Hemen hemen tüm halkların kendi yaratılış söylenceleri
vardır. Kutsal Kitap’taki öykü de Ortadoğu’da çobanlık yapan bir kabilenin
benimsediği öyküdür yalnızca. Bir Batı Afrika kabilesinin dünyanm
karıncaların dışkısından yaratıldığını söyleyen inancından daha özel bir
konumda değildir. Tüm bu söylencelerin ortak özelliği, bir çeşit doğaüstü
varlığın kasıtlı niyetlerine bağlı olmasıdır.
İlk bakışta, “anlık yaratıhş” ve “yönlendirilmiş evrim” diyebileceğimiz iki
görüş arasında önemli bir ayrım var. Günümüz Tanrıbilimcileri anlık yaratılışa
inanmaktan vazgeçtiler. Bir tür evrim olduğunun kanıtları çok fazla. Fakat
kendilerine evrimci diyen birçok Tanrıbilimci -örneğin, II. Bölüm’de alıntı
yaptığımız Birmingham Piskoposu- Tanrıyı arka kapıdan içeri sokmaya
çalışıyor: Evrimin izlediği yolda Tanrı’nın bir çeşit gözetmenlik görevi
üstlenmesine izin veriyorlar. Tanrı, ya insanm evrimsel tarihinin kilit
noktalarını (elbette ki, insanın evrimsel tarihinin) ya da evrimsel değişime
götüren günlük olayları etkiliyor.
Böylesi inançların aksini kanıtlayanlayız; özellikle de, Tan- rı'mn,
müdahelelerinde doğal seçilim sonucu gerçekleşen evrimden beklenenleri
yakından taklit etmeye özen gösterdiği var sayılırsa... Böylesi inançlar için
söyleyebileceğimiz birinci şey, gereksiz oldukları; ikinci şey de bizim
açıklamak istediği
miz örgütlü karmaşıklığı zaten varsaydıklarıdır. Evrimi bu denli düzenli
bir kuram yapan şeylerden biri de, örgütlü karmaşıklığın ilksel yalınlıktan nasıl
ortaya çıktığını açıklayabilmesidir.
Dünyadaki tüm örgütlü karmaşıklığı yönetecek ve yönlendirecek yetenekte
bir Tanrı vasaymak istiyorsak (ister anlık ister yönlendirilmiş evrim olsun), bu
Tanrı’mn müthiş karmaşık olması gerekir. Yaratıhşçı ister naif Kutsal Kitap
öyküsüne inansın ister eğitimli bir piskopos olsun, müthiş zeki ve karmaşık bir
varlığı gerçek olarak kabul eder. Eğer böylesine örgütlü bir karmaşıklığın
varlığım açıklama olmaksızın kabulleneceksek, hiç uğraşmayalım ve yaşamı
da bizim tanıdığımız biçimiyle kabullenivere- lim gitsin! Kısacası, Tanrısal
yaratılış, ister anlık ister yönlendirilmiş evrim olsun, bu bölümde ele aldığımız
öbür kuramların listesine ekleniyor. Bu kuramların hepsi, yüzeysel
bakıldıklarında, kanıtlara başvurularak doğruluğu smanabilen Darwinciliğin
seçenekleri olarak karşımıza çıkıyor. Yakından bakıldığında bu kuramların asla
Darvvinciliğe seçenek olamayacaklarını görüyoruz. Birikimli doğal seçilim
yoluyla evrim kuramı, örgütlü karmaşıklığın varlığını açıklayabilecek tek
kuram. Kanıtlar evrim kuramı lehine olmasa bile, elimizdeki en iyi kuram hâlâ
bu! Aslına bakarsanız, kanıtlar da bizim lehimize ama bu başka bir öykü.
Artık sona geldik; vargımızı söyleyelim. Yaşamın özü muazzam bir
ölçekteki istatistiksel olsalılık dişiliktir. Bu nedenle, yaşamın açıklaması
rastlantı olamaz. Yaşamm varlığının gerçek açıklaması rastlantının karşıtını
içermek zorundadır. Rastlantının antiteziyse, gelişigüzel olmayan bir yolla
hayatta
kalabilmedir.
Gelişigüzel
olmamak
doğru
anlaşılmadığında,
rastlantının antitezi değil, rastlantının ta kendisidir. Bu iki aşırı ucu birbirine
bağlayan bir süreğenlik var; tek-basamaklı seçilimden birikimli seçilime giden
yol. Tek-basamaklı seçilim, saf rastlantının bir başka adıdır. Gelişigüzel
olmamayı doğru anlamamak, dediğimde söylemek istediğim budur. Yaşamm
karmaşık tasarımı üzerine öne sürülmüş tek açıklama, tek işler açıklama, yavaş
yavaş ve kerte kerte gelişen birikimli seçilimdir.
Bu kitabın tümünde, rastlantı fikriyle, düzenin, karmaşıklığın ve tasarımın
kendiliğinden oluşmasının astronomik ölçülerde düşük olasılıklı olması çok yer
tuttu. Rastlantıyı ehlileştirmek, pençelerini köreltmek için bir yol bulmaya
çalıştık. “Ehlileştirilmemiş rastlantı”, an, çıplak rastlantı, düzenli karmaşıklığın
bir anda hiçbir şeyden ortaya çıkmasıdır. Bir zamanlar göz yoktuy- sa ve sonra
403
ansızın, bir nesillik bir göz kırpmasıyla tümüyle yapılı, mükemmel bir göz
ortaya çıktıysa, bu ehlileştirilmemiş rastlantıdır. Bu mümkün, ama zamanın
bitimine dek sıfırlar yazmak zorunda kalırız. Aynı şey, Tanrı da dahil olmak
üzere tümüyle yapılı, mükemmel varlıklann kendiliğinden var olması için de
geçerlidir -bu sonuçtan kaçmaya gerek görmüyorum.
Rastlantıyı “ehlileştirmek”, çok olasılık dışı olanı bir dizi halinde
düzenlenmiş, daha az olasılık dışı, küçük bileşenlere parçalamaktır. X’in tek bir
adımda Y'den oluşması ne denli olasılık dışı olursa olsun, X ve Y arasında bir
dizi sonsuz küçük ara adım düşünmek her zaman mümkündür. Büyük ölçekli
bir değişim ne denli olasılık dışı olursa olsun, küçük değişimler daha az olasıhk
dışıdır. Yeterince küçük aralıklara bölünmüş, yeterince büyük bir dizi öne
sürmemiz koşuluyla, astronomik olasıhk dışılıklara karşı karşıya gelmeksizin,
her şeyden her şeyi türetebiliriz. Bunu ancak bütün bu ara adımları yerleştirecek
yeterli süre varsa yapabiliriz. Ayrıca, her adımı, her basamağı belirli bir yöne
yönlendirecek bir mekanizma olmalıdır, aksi takdirde, adımlar dizisi sonu
gelmeyen gelişigüzel bir gezintiye dönüşür.
Darvvinci dünya görüşünün tüm mücadelesi bu iki koşulun sağlanması,
yavaş yavaş, kerte kerte gelişen birikimli doğal seçilimin varlığımızın nihai
açıklaması olması içindir. Evrim kuramının kerteciliği inkâr eden ve doğal
seçilimin oynadığı merkezi rolü inkâr eden uyarlamaları varsa, bunlar belirli
örneklerde doğru olabilir. Fakat gerçeğin tümü olamazlar, çünkü evrim
kuramının en can alıcı noktasını, astronomik olasılık dışılıkları çözümleme ve
mucizeleri açıklama gücünü veren özünü inkâr etmektedirler.
Kaynakça
Alberts, B., Bray, D., Lewis, J., Raff, M., Roberts, K. & Watson, J. D. (1983) Mole- cular Bioiogy of the
Celi. New York: Garland.
Anderson, D. M. (1981) Role of interfacial water and water in thin films in the origin of life. In J. Billingham
(editör) Life in the Universe. Cambridge, Mass: MİS Press.
Andersson, M. (1982) Female choice selects for extreme tail length in a widow bird. Nature, 299: 818-20.
Arnold, S. J. (1983) Sexual selection: the interface of theoıy and empiricism. In P. P. G. Bateson (ed.) Mate
404
Choice, 67-107. sayfalar. Cambridge: Cambridge University Press.
Asimov, I, (1957) Onlya Trillion . Londra: Abelard-Schumaiı.
Asimov, I. (1980) ExtraterrestriaJ Civilizations. Londra: Pan.
Asimov, I. (1981) In the Beginning. Londra: New E-nglish Libraıy.
Atkins, P. W. (1981) The Creation. Oxford: W. H. Freeman.
Attenborough, D. (1980) Life on Earth. Londra: Reader's Digest, Collins & BBC.
Barker, E. (1985) Le there be light: scientific creationism in the twentieth centuıy. In J. R. Durant (editör)
Danvinism and Divinity, 189-204. sayfalar. Oxford: Basil Blackwell.
Bowler, P. J. (1984) Evolution: the histoıy of an idea. Berkeley: University of Califor- nia Press.
Bowles, K. L. (1977) Problem-Solving using Pascal. Berlin: Springer-Verlag.
Cairns-Smith, A. G. (1982) Genetic Takeover. Cambridge: Cambridge University Press.
Cairns-Smith, A. G. (1985) Seven Clues to the Origin of Life. Cambridge: Cambridge University Press.
Cavalli-Sforza, L & Feldman, M. (1981) Cultural Transmission and Evolution. Prince- ton, N. J.:
Princeton University Press.
Cott, H. B. (1940) Adaptive Coloration in Animaîs. Londra: Methuen.
Crick, F. (1981) Life Itself. Londra: Macdonald.
Darwin, C. (1859) The Origin of Species. Yeni basımı. Londra: Penguin.
Dawkins, M. S. (1986) Unravelîing Animal Behaviour. Londra: Longman.
Davvkins, R. (1976) The Seîfish Gene. Oxford: Oxford University Press.
Davvkins, R. (1982) The Extended Phenotype. Oxford: Oxford University Press.
Dawkins, R. (1982) Universal Darwinism. In D. S. Bendall (editör) Evolutıon from M.oIecules to M.en,
403-425. sayfalar. Cambridge: Cambridge University Press.
Davvkins, R. & Krebs, J. R. (1979) Arms races between and within species. Proce- edings ofthe Royal
Socieiy of Londra, B, 205: 489-511.
Douglas, A. M. (1986) Tigers in Western Australia. New Scientist, 110 (1505): 44-7.
Dover, G. A. (1984) Improbable adaptations and Maynard Smith s dilemma. Unpub- lished manuscript, and
two public lectures. Oxford, 1984.
Dyson, F. (1985) Origins of Life. Cambridge: Cambridge University Press.
Eigen, M., Gardiner, W., Schuster, P., & Winkler-Oswatitsch. (1981) The origin ofge- netic information.
ScientiBc American, 2AA (4): 88-118.
Eisner, T. (1982) Spray aiming in bombardier beetles: jet deflection by the Coander Effect. Science, 215: 83-5.
Eldredge, N. (1985) Time Frames: the rethinking ofDanvinian evoîution and the the- ory of punctuated
equilibria. New York: Simon & Schuster (Eldredge ve Gould’un orijinal makalesinin yeni baskısını da
içeriyor).
Eldredge, N. (1985) Unfinished Synthesis: biological hierarchies and modem evoluti- onary thought.
New York: Oxford University Press.
Fisher, R. A. (1930) The Genetical Theoıy of Natura! Selection. Oxford: Clarendon Press. 2nd edn
paperback. New York: Dover Publications.
Gillespie, N. C. (1979) Charles Darwin and the Problem of Creation. Chicago: University of Chicago
Press.
Goldschmidt, R. B. (1945) Mimetic polymorphism, a controversial chapter of Darwi- nism. Ouarterly
Revievv of Biology, 20: 147-64 and 205-30.
Gould, S. J. (1980) The Panda's Thumb. New York: W. W. Norton.
Gould, S. J. (1980) Is a new and general theoıy of evoîution emerging? Paleobiology, 6:119-30.
Gould, S. J. (1982) The meaning of punctuated equlibrium, and its role in validating a hierarchical approach
405
to macroevolution. In R. Milkman (editör) Perspectives on Evoîution, 83-104 sayfalar. Sunderland, Mass:
Sinauer.
Gribbin, J. & Cherfas. J. (1982) The Monkey Puzzie. Londra: Bodley Head.
Griffln, D. R. (1958) Listening in the Dark. New Haven: Yale University Press.
Hallam, A. (1973) A RevoJution in the Earth Sciences. Oxford: Oxford University Press.
Hamilton, W. D. & Zuk, M. (1982) Heritable true fitness and bright birds: a role for
parasites? Science, 218: 384-7.
Hitching, F. (1982) The Neck ofthe Giraffe, or Where Darwin Went Wrong. Londra: Pan.
Ho, M-W. & Saunders, P. (1984) Beyond Neo-Darwinism. Londra: Academic Press.
Hoyle, F. & Wickramasinghe, N. C. (1981) Evoîution from Space. Londra: J. M. Dent.
Hull, D. L. (1973) Darwin and his Critics. Chicago: Chicago University Press.
Jacob, F. (1982) The Possible and the Actual. New York: Pantheon.
Jerison, H. J. (1985) Issues in brain evolution. In R. Dawkins & M. Ridley (editörler) Oxford Surveys in
Evolutionary Biology, 2: 102-34.
Kimura, M. (1982) The Neutral Theoıy of Molecular Evolution. Cambridge: Cambridge University Press.
Kitcher. P. (1983) Abusing Science: the case against creationism. Milton Keynes: Open University
Press.
Land, M. F. (1980) Optics and vision in invertebrates. In H. Autrum (editör) Handbo- ok of Sensory
Physioîogy, 471-592. sayfalar. Berlin: Springer.
Lande, R. (1980) Sexual dimorphism, sexual selection, and adaptation in polygenic characters. Evolution,
34: 292-305.
Lande, R. (1981) Models of speciation by sexual selection of polygenic traits. Proce- edings of the
National Academy of Sciences, 78: 3721-5.
Leigh, E. G. (1977) How does selection reconcile individual advantage with the good of the group?
Proceedings of the National Academy of Sciences, 74: 4542-6.
Lewontin, R. C. & Levins, R. (1976) The Problem of Lysenkoism. In H. & S. Rose (editörler) The
Radicalization of Science. Londra: Macmillan.
Mackie, J. L. (1982) The Miracle of Thcism. Oxford: Clarendon Press.
Margulis, L. (1981) Symbiosis in Celi Evolution. San Francisco: W. H. Freeman.
Maynard Smith, J. (1983) Current controversies in evolutionary biology. In M. Grene (ed.) Dimensions of
Danvinism, 273-286. sayfalar. Cambridge: Cambridge University Press.
Maynard Smith, J. (1986) The Problems of Biology. Oxford: Oxford University Press.
Maynard Smith, J. ve başkaları (1985) Developmental constraints and evolution. Qu- arterly Review of
Biology, 60: 265-87.
Mayr, E. (1963) Animal Species and Evolution. Cambridge, Mass: Harvard University Press.
Mayr, E. (969) Principles of Systematic Zoology. New York: McGraw-Hill.
Mayr, E. (1982) The Growth ofBiological Thought. Cambridge, Mass: Harvard University Press.
Monod, J. (1972) Chance and Necessity. Londra: Fontana.
Montefiore, H. (1985) The Probability of God. Londra: SCM Press.
Morrison, P., Morrison, P., Eames, C. & Eames, R. (1982) Powers of Ten. New York: Scientific American.
Nagel.T. (1974) What is it like to be a bat? Phisosophical Review, reprinted in D. R. Hofstadter & D. C.
Dennett (editörler). The Mınd's I, 391-403, sayfalar. Brighton: Harvester Press.
Nelkin, D. (1976) The science textbook controversies. Scientific American 234 (4): 33-9.
Nelson, G. & Platnick, N. I. (1984) Systematics and evolution. In M-W Ho & P. Saun- ders (editörler),
Beyond Neo-Danvinism. Londra: Academic Press.
O’Donald, P. (Z983) Sexual selection by female choice. In P. P. G. Bateson (editör) Mate Choice, 53-66.
sabalar. Cambridge: Cambridge University Press.
Orgel, L. E. (1973) The Origins of Life. New York: Wiley.
406
Orgel, L. E. (1979) Selection in vitro. Proceedings ofthe Royal Society of Londra. B,
205: 435-42.
Paley, W. (1828) Natura! Theology, 2. Baskı Oxford: J. Vincent.
Penney, D., Foulds, L. R. & Hendy, M. D. (1982) Testing the theory of evoîution by comparing
phyloffenetic trees constructed from five different protein seauences. Nature, 297: 197-200.
Ridley, M. (1982) Coadaptation and the inadequacy of natural selection. British Journal for the History
of Science, 15: 45-68.
Ridley, M. (1986) The Prohlems of Evoîution. Oxford: Oxford University Press.
Ridley, M., (1986) Evoîution and Cîassifıcation: the reformation of cîadism. Londra: Longman.
Ruse, M. (1982) Darwinism Defended. Londra: Addison-Wesley.
Sales, G. & Pye, D. (1974) Uîtrasonic Communication by Animals. Londra: Chapman & Hail.
Simpson, G. G. (1980) Splendid Isolation. New Haven: Yale University Press.
Singer, P. (1976) Animai Liberation. Londra: Cape
Smith, J. L. B. (1956) Oîd Fourîegs: the stoıy of the Coeîacanth. Londra: Longmans, Green.
Sneath, P. H. A. & Sokal, R. R. (1973) Numericaî Tajconomy. San Francisco: W. H. Freeman.
Spiegelman, S. (1967) An in vitro analysis of a replicating molecule. American Scien- tist, 55: 63-8.
Stebbins, G. L. (1982) Darwin to DNA, M.olecules to Humaniiy. San Francisco, W. H. Freeman.
Thompson, S. P. (1910) Caîcuius Nlade Easy. Londra: Macmillan.
Trivers, R. L. (1985) Social Evoîution. Menlo Park: Benjamin-Cummings.
Tumer, J. R. G. (1983) ‘The hypothesis that explains mimetic resemblance explains evoîution’: the
gradualist-saltationsit schism. In M. Grene (editör) Dimensions of Darwinism, 129-169. sayfalar.
Cambridge: Cambridge University Press.
Van Valen, L. (1973) A new evolutionaıy law. Evolutionary Theoıy, 1: 1-30.
Watson, J. D. (1976) Nîoîecuîar Bioîogy of the Gene. Menlo Park: Benjamin-Cum- mings.
Williams, G. C. (1966) Adaptation and Naturai Seîection. New Jersey: Princeton University Press.
Wilson, E. O. (1971) The Insect Societies. Cambridge, Mass: Harvard University Press.
Wilson, E. O. (1984) Biophiîia. Cambridge, Mass: Harvard University Press.
Young, J. Z. (1950) The Life of Vertebrates. Oxford: Clarendon Press.
Dizin
Adres (gen adresi), 149 Ağtabaka,
117 Ahit Sandığı, 138 Ahtapot, 107
Aisopos, 244 Akraba seçilimi, 264
Alıcı/verici radar, 33 Ambulans
etkisi, 36 Amip, 147, 319-320
Amniyonlular, 329 Amplifikatör
benzerliği, 322 Anakara kayması,
127 Anderson, D. M.., 200
Andersson, M.., 273
Ansefalizasyon kesri, 241
Antennapaedia, 298 Aratürler, 333
Archaeopteıyx, 335 Argyll Dükü,
318 Arı orkidesi, 80 Asdic, 28
Asimov, I., 57, 91 Atkins, P. W.,
19-20
Atlar ve Güney Amerika’daki denkleri, 130, 344
Australopithecus, 291, 295 Avustralya faunası, 131
Bağdat’a yürüyüş, 51 Bakteriler, 148, 166, 225 Balık,
elektrikli, 123 yassı balık, 115 Balinaların
yankıyla yön bulması, 121-123 Baraj, kil, 197
kunduz, 173 Bateson, W., 388 Bence Bir Geünciğe
Benziyor, 59 Bennett, G., 50
Beynin evrimi, 2-40, 276, 291-292 Bilgisayar,
biyomorf, 67
çalışmasının açıklanması, 17 disk benzetmesi, 220
model, 80 oyunlar, 79 satranç oyunu, 83 Skakespeare
yazmak, 61 Bilişim teknolojisi, 143 Birikimli seçilim, 58
Birlikte evrimleşme, 216 Birmingham Piskoposu, 47-53,
402 Biyokimyasal yollar, 217 Biyomorflar, 70, 299, 396
Boeing 747, 11, 300,318 Bombacıböcek, 108-109 Boşluk
(fosiller kayıtlarında), 292 Böcekler, bilgisayarda, 75 Böyle
Buyurdu Zerdüşt, 76 Bulut, 59, 64 Büyük göç meseli, 285
Büyük Varlık Zinciri, 333
Cairns-Smith, A. G., 189 Ceylan, 228 Cott, H. B.,
239 Cromwell, O., 292
Çalıkuşu, 275 Çapkın ıslıkları, 38, 40 Çiçeklerin
evrimi, 80 Çimen, 232 Çirp, 35
Çiy benzetmesi, 161-162
Dal, 330, 355 Dallanmacılık,
dönüşmüş 357, 359 Darvvin, Charles, 5, 388 durgunluk,
311 eşeysel seçilim, 256-257 fosil kayıtlarında
boşluklar, 293, 307 karmaşık organlar, 114 kazanılmış
özelliklerin kalıtımı, 369 mucizevi sıçramalar, 319
türler, 303
ve Kişisel Kuşkuculuk Yaklaşımı, 50 ve noktacılar, 287
Darvvin, E., 394
Danvinci karikatürü, 393 Darvinciliğe karşı itirazlar, 321-322
De Vries, H., 388 Dealyon, olasılık dişilik birimi, 206 Değişken
hızcılık, 314 Deney tüpünde evrim, 168 Denge çizgisi, 269-270
Diğerkâm davranış, 341 Dil, evrimi, 278-279
Dinozor yatakları, sahte insan ayak izleri, 288, 372 Dişi tercihi,
253-254 DNA, bilgi teknolojisi, 141-173 bencillik, 148
408
bilgisayar diski benzetmesi, 220
kaynağı, 179, 201-202 metnin korunması,
158 ROM olarak, 149 DNA arşivleri, 155
doğruluğu, 156 DNA'da hata düzeltme, 160
Dollo Yasası, 118 Doppler etkisi, 36 Dover,
G., 398 Doyle, Sir A. C., 142 Dönemli
ağustosböceği, 125-126 Dulkuşu, 257, 273
Durgunluk, 293, 309, 311, 313-318, 337
Düşman, 229
Düz geribesleme, 250
Edinilmiş özelliklerin kalıtılması, 369, 379, 381
Egzon, 221
Eğilim, 277
Eigen, M., 170
Ekolojik ardıllık, 340
Ekonomi, 31-32
Eldredge, N.t
noktalı denge, 293-323 varlık olarak tür, 337 Elektrik
kullanarak yön bulma, 123 Embriyoloji, 97, 98, 345, 374,
376, 380, 385-386
embriyoloji tarafından evrime getirilen kısıtlamalar, 396 En çok
satanlar, 281 Encyclopaedia Britannica, 147 Epigenesis, 374 EQ, 24
Escherichia coîi, 166 Eşeyli üreme,
eşeysel seçilim modeli, 258-259
kuramsal bulmaca olarak, 342
Farklı ada dilleri, 278
Fenotip» 78, 155
Fibrinopeptit, 159 Fisher, Sir
R. A.,
eşeysel seçilim, 255 eşeyselliğin evrimi, 342 kerte
kerte değişimin gerekliliği, 296 parçacıklı kalıtım,
144 yenİ-Darwinciliğin kurucusu, 145, 389 Fizik,
basitliği, 2
yasaları, 14 Ford, E.
B., 102 Fosil,
boşluklar, 292 fosillerin tarihi, 289 Fosillerin
yardımıyla tarihin saptanması, 289 France, A., 292
Galambos, R., 44 Gelişim, 68-69, 216, 375
Gelişmeyle ilgili kek benzetmesi, 378 Genetik
devralma, 201 Genetik mühendisliği, 92-93
Genin erki, 164 Genler, 1
bilgisayar biyomorfları, 68-69 birbirlerinin çevresi
olarak, 216, 226 dişinin tercihinde, 259-260 embriyonik
gelişimde, 377-378 işbirliği, 217, 245, 317 Genlerin
dikey aktarımı, 155 Genlerin kopyalanması, 220
Goldschmidt, R., 101, 295 Gondvana, 128 Gould, S. J.,
Darwin’in kerteciliği üzerine, 312 dışkı taklidi yapan
böcekler hakkında, 102 noktalı denge, 293-323
Panda's Thumb, 115 sentetik kurama ilişkin, 323
%5'lik göz, 101 Görme mükemmelliği-kötülüğü, 99-
409
100 Göz,
belirgin kusuru, 117-118 birbirleriyle
ilişkili parçalar, 99 Dover'in
yaklaşımı, 400 kerte kerte evrimi, 95,
298
kullanma ve kullanmama, 38-4
şekli, 22 “yapısı", 21 Grafen, A., 256,
272 Griffin, D. R., 28, 44 Gugukkuşu,
52 Güneş sistemi, 56
Haldane, J. B., 320 Hamilton,
W. D-,
akraba tercihi, 264-265
asalaklar, 272-273 Hardy, G. H.,
146, 206 Hareket ettirici kuvvet, 15
Hemoglobin, 57-58, 60, 64, 91, 159, 223-224, 248, 251, 386, 391 Hennig, W.,
353, 360 Hezekiel, 163
Hidrojen peroksit-hidrokinon kanşım, 108-109 Hipo kristal, 192 Histon, 157
Hitching, F., 98 Hiyerarşi, 327, 330 Hiyerarşik indirgemecilik, 18 Ho, M-W.,
391 Hoyle, Sır F., 48, 300 Hume, D., 8 Huntington chorea, 390 Huxley, J., dal,
357
eşeysel seçilim, 256-257 hareket
ettirici kuvvet, 15 Hyracotherium,
291
İğnedelikli kamera, 106 İlksel çorba, 189 İntronlar, 222
İris, 105
Jenkin, F., 144 Jerison, H., 241 Johannsen, W., 388
Kalamar, 354 Karakurbağası, 372 Karıncalar, 135-138 Panama’da, 137, 249
Kanncayiyen, 134 Karmaşıklık,
biçimin ayrışıklığı olarak, 9
istatistiksel olasılık dişilik, 10
Katarakt, 100
Kertecilik, 91, 286, 290-291 Kılıç
dişli, 133 Kızıl Kraliçe etkisi, 234
Kil, 194
erk, 196, 199 Kimura,
M., 386, 398 Kimyacı, 184
Kirpi, 344 Koala, 341
Koelakant, 315 Koestler, A.,
48, 371 Kompakt disk, 143,
195 Kopernik, 323
Kopyalayıcı, 163 Köpeğin
evrimi, 51, 73 Kristal, 192
Kulak,
kemikler, 34 kulakkepçeleri, 40 oluşumu, 113
Kullanım açısından en uygunluk, 262 Kullanma ve
410
kullanmama, 368, 383-384 Kunduz, 172-173,
Kutsai Kitap’ta Yaratılış, 322
Kutup ayılan, 49 Kültürel evrim,
277
Lamarck, J-B-, 367 Lamarckçılık,
366-374 Land, M., 107 Lande, R.,
255-268 Latimeria, 315-316
Lavrasya, 128 Leigh, E. G., 341
Lisenko, T. D., 372 Loch Ness
Gölü, 373 Lyell, Sir C., 319
Makromutasyon, 294 Mantar
yetiştirme, 136 Margulis, L., 224
Masraf ve yarar, 32 Maynard
Smith, J., 99 Mayr, E.,
matematiksel genetiğin eleştirmeni, 99
türleşme, 306, 311, 317 Melanin, 369 Melek
kanatları, 393 Mem, 202
Memelilerde yakınsak evrim, 128-13-4
Mendel, G., 143, 388 Metabolizma hızı, 13-4,
242 Mitokondri, 224 Moda, 263
Molekül saat, 313, 347 Moleküler itki, 398
Montefiore, H., 47-53 Morgan, T. H., 388
Morris, D., 70 Mucize, 177, 203-204, 404
Mutajenler, 390
Mutasyon, 52, 61, 65, 69, 71-74, 89, 97-109, 118, 158-161, 168, 172-173, 178, 194, 196, 202, 216, 232,
262, 270, 279, 294, 298-302, 317-318, 337, 366, 379, 386-400 baskısı, 390-391 biyomorf modellerinde, 68
biyomorflarda, 89-90 gelişigüzelliğin anlamı, 389-390 Hamlet modelinde, 61 makro’, 294 oranı, 158-159
Mutasyonculuk, 388 Mühendis, 26
Mükemmel yerleşim, 326, 331 Myotis, 30 Myrmecophaga, 134
Nagel, T., 41 Nalbant, 370 Nasır, 380 Nelson, G., 361 Noktacılık, 285-323 ve tür konusu, 337 Notilus, 106107 Nuh, 308
O'Donald, P., 272
Olasılık dişilik değerlendirmesi, 207-208 Olasılık dişilik ölçeği, 206 Organik kimya, 190 Orgel, L., 169
Ormandaki ağaçlar arasında silahlanma yarışı, 234-235 Ortak bir noktaya doğru ilerleyen (yakınsayan)
evrim, 119 deney tüplerindeki RNAyoluyla, 170 Ökaryot, 225 On-oluşumculuk, 375 Örümcek ağı, 50
Paleontoloji, 287 Paley, W., 5, 46, 83, 95
Parçacıklı kalıtım,
Patlama
benzeşimi,
1 44
250
Periler, 372
Plan, embriyoloji kuramı, 374-375
Platnick, N., 361
Polis radarları, 38
Pop müzik, 280
Popper, Sir K., 48
Rastlantı, 204, 350 Rattray-Taylor, G., 48
Renk, yarasa duyumuna ilişkin varsayım, 44 Ridley, M.,
411
360, 363 Ringa balığı, 115, 354 RNA, 147
deney tüpünde evrim, 168 Roket,
236 ROM, 150
DNA olarak, 149 Rousettus, 29,
30, 34, 120
Satranç, 83 Saunders, P., 391 Seçilim, doğal, 78 eşeysel,
256
tek-basamaklı ve birikimli, 58, 179-180, 403 türler, 337
yapay, 73, 316-317 Sekreter benzetmesi, 157 Sesötesi, 29
Shakespeare, W., 59, 81 Shaw, G. B., 371 Sıçrama, 294,
309, 313 Silah, 236
Silahlanma yarışı, 227
cinsiyetler arası, 227, 235
çevrimsel, 272 ekonomik baskılar,
243-244 Silisyum, 190
Sınıflandırma, 325-363
biyolojik olmayan sınıflandırmanın öznelliği, 326-328 biyolojik
sınıflandırmanın tekliği, 329 dallanmacı, 329, 354-355 geleneksel, 353
moleküler, 344-346 sayısal, 357 Smilodon, 133 Snow, C. P,, 118
Sonar, 26-46
Soreksler, 304 Sorun olarak iklim, 227
Sosyal Darvvincilik, 321 Soy
ağaçlarının sayısı, 349 Söğüt ağacı, 141
Spiegelman, S., 168 Stebbins, G. L.,
309
Şans, ölçümü, 181 Şempanze,
150, 336 Şifreli kilit, 10
Tadarida, 34
Takım olarak genler, 218
Taklit, 101
Taksonomi, 325 ayrıca bkz. sınıflandırma okulları, 349
Tarif, embriyoloji kuramı, 375-376 Tasarım, tanımı, 26
Tasanm savı, 5-7
kişisel kuşkuculuk, 48 Tasmanya,
132 Tasmanyakurdu, 133 Taşıyıcı
frekans, 35 Tavuskuşu, 254 Tekrar,
67 Tercih, 266 Termit, 133
Termodinamiğin ikinci yasası, 118 Termostat benzetmesi,
269 Thompson, S. P., 85 Thylacinus, 133, 344
Thyiacosmilus, 133 Türler,
seçilim, 338-339 varlık olarak,
337 Türleşme, 303, 311
Uzamış DC8, 300 Üçgen, 86
Van Valen, L., 233 Vavilov, N. I., 372 Virüs, 166-167
Watt buhar makinesi, 250 Wegener, A., 127 Weinberg, W.,
146 Williams, G. C., 340 Wilson, E. O., 137
Yabancı süzgeci, 41 Yankıyla yön
412
bulan kuşlar, 120 Yankıyla yön bulma,
28-47
görmeyle karşılaştırma, 41 -43
Yansızcılık kuramı, 346, 386, 398 Yapıcı
evrim, 215 Yapışkanlık, 171 Yaradan,
180 Yarasalar, 26-46
ayarlanmış frekanslı çığlıklar, 36
Doppler kayması, 38-39 ekonomisi, 3132 farklı yarasa grupları, 29 ilgili
konferans, 44 karşılaştıkları sorunlar, 3132 kulak kasları, 34
melek kanatlarının olmaması, 394
saptayıcı, 30
yarasanın deneyimlerini paylaşmak, 41-42
Yarasaların gürültü sorunu, 40-41 Yaratılışçılık, 288, 294,
302, 308, 319, 330, 363 Yanm akciğer, 109 Yanm kanat,
112 Yaşam için gerekli bileşenler, 163 Yaşam,
başlangıcı, 177-212 Evrende, 182, 210211 kilin döngüsü, 197-198 yalnızca
Dünya’da mı?, 182-183 Yaşamı sürdürme, 12
Yaşamın kökeni, 177-212 Yaygın Fenotip,
173-174 Yeni Ahit, 148 Yeni-Darwincilik,
146, 304 Yeşil Sakal, 264 Yeterlilik, 13
Yılanlar,
omur sayıları, 302 zehrin oluşumu, 113 Yıldırım
çarpma olasılığı, 203 Yunusların yankıyla yön
bulması, 121-122 Yüzsel görme, 28
Zaman ölçekleri, 207-208
Zürafa, 370
2.
İnsan gözü, kendinden birazcık
farklı bir şeyden, diyelim ki X’ten,
doğrudan oluşmuş olabilir mi?
413

Benzer belgeler