Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
V
<İngilizce sözcükler için, yeri geldiğinde, Türk Alfabesinde yeri olmayan ‘W’ ye ‘V’ harfinin
alfabetik dizisinde, telaffuz edildiği gibi, orijinal ‘W’sini kullanarak yer veriyoruz>
(Türkçe okuyanlar, (v) ile (w) arasındaki telaffuz farkını iyi bilmelidirler. Ben size pratik bir nokta
vereyim: (V) yi telaffuz etmek için, alt dudağı içeri çeker ve adeta onu üst-yukarı dişlerle hançerlersiniz;(Very);
(W) Türkçedeki (v) sesine çok benzer, onu telaffuz etmek için, iki dudağınızı birbirinden hafifçe
ayırırsınız, diliniz arkadan gelir ve ileriye sufle eder, sözcük de dişinizin ucundan yumuşakça kayar (Wake); ,
ağzınız kapanmaz... Good luck! Dr.İ.E.)
*
Vaaz etmek, vazetmek; Vaaz vermek : Din adamlarının seremonilerde verdiği ders ve yorumlar; Bir
kimsenin onları anımsatırcasına uzun uzadıya söylev vermeleri; Nasihat etmek
Bk.: Çölde vaaz vermek
“Sevgili Paul, 7 Ocak 2010
Aile sofrasının paradigmatik <dizibilim> versiyonunda üç evre var gibi görünüyor:
1) Birinci evrede, bebeklikten çıkıp sofrada bir sandalye sahibi olursun; o sandalyede senden daha
büyüklerin nasıl davrandıklarını gözlemleyerek birkaç yıl geçirirsin.
2) İkinci evrede, sofranın düzenine, toplumla ve özelde aileyle ilgili her tür yanlışı ve riyakarlığı
simgelediğini düşündüğün ‘sofra adabına’ başkaldırmaya başlarsın. Bu başkaldırı, tabağını alıp yatak odasına
giderek yemeğini orada yediğin ya da buzdolabından yemek aşırdığın bir noktaya kadar ilerleyebilir.
3) Üçüncü evrede -senin anlattığın evrede- sofrayı bir kaynaşma, bütünleşme yeri olarak yeniden
keşfedersin ve hatta başkaldırma evresini yaşayan çocuklara sofranın değerlerini vazetmeye başlarsın. <John>”
(P. Auster-J.M. Coetzee,”Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011”, sa:134)
“<Sir Leigh Teabing> Vaaz verir gibi bir sesle, ‘Kutsal Kase’, dedi, ‘İnsanların çoğu bana onun yerini
sorar. Korkarım bu soruyu asla cevaplayamayacağım.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:257)
“Bir fakih, babasına dert yanıyordu
‘Vaizlerin o güzel sözleri beni hiç etkilemiyor. Çünkü onlarda, sözlerine uygun davranışlar
göremiyorum. Kur’anda buyurulmuştur ya: ‘Halka iyilik etmeyi emreder de, kendi kendinizi unutur musunuz?’
............... Hani körün biri, bir gece çamura düşüp: Müslümanlar!’ demiş, ‘yoluma bir kandil tutun!’ Yolsuz bir
kadın da bunu duyunca:
‘Ey kör,’ demiş, ‘kandille neyi göreceksin?’. İşte tıpkı bunun gibi, va’az meclisi bezci dükkanına
benzer, para vermeyince mal alamazsın.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:120-1)
Vacip : (MÜSL.) Farz kadar kesin bir delile dayanmamakla birlikte, dinimizde yapılması emredilen
görevlerdir: Kurban kesmek, v i t i r namazı kılmak gibi. Yapan sevap kazanır, yapmayan günahkar olur; inkar
eden dinden çıkmaz.
(Kemal Güran, Müslümanın El Kitabı”, sa:151)
wacky, whacky : (İNG.,PSYCH.,SOSY.) <va’ki> : Mantıksız, kaçık, sapık
waddle : (İNG..DAVR.,KOLL.) <vo’dl> : Badi-badi , bebek gibi paytak paytak yürümek
va’de-mecum : (LAT.,KOLL.) : <vade’mekum> : Bir kimsenin yanında taşıması gereken önemli kitap;
Elkitabı; LAT.: ‘go with me! : Benmle gel!’
vade retro : (LAT.): ‘Defol git!’ , Hz. İsa’nın İ n c i l’den alınma, şeytana <ve kötü niyetlere ‘geri çekil’ diye
haykıran> hitap eden ‘benden uzak dur, defol!’ sözleri
“Salvatore sarardı, daha doğrusu, bronzlaşmış, yabanıl yüzü külrengi oldu. Derin bir reverans yaptı;
aralık dudaklarının arsından bir ‘vade retro’ mırıldandı; tutkuyla haç çıkardı ve sık sık dönüp ardına bakarak
kaçıp gitti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:65-6)
“Ne ki beni bir sapmaya sürükleyip yalnış tarihlemeleri, coşkuları, yalanlamaları ve arkeolojinin öteki
hastalıklarıyla beni üzmüş olan bir cilde <kitap> rastladığım her defasında: -Yürü! diyorum kendisine acımsı bir
neşeyle, yürü bakalım! Seni gidi sahtekar, hain, yalancı şahit, benden uzak ol. vade retro; hak etmediğin altın
yaldızlı kapağınla, yıpranmış ünün ve güzel maroken elbisenle kitap manyağı bir satıcının vitrinine girebilsen de,
beni baştan çıkardığın gibi, onu da baştan çıkaramayacaksın, çünkü o seni asla okumayacaktır.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:179)
Vadesi yetmek : Vadesi gelmek, ölüm anı
“Bir yaylım ateş... Kıydılar babayiğite... Öyle bir aslanı analar kırk senede doğurmaz. Biz bu asker
ocağında neler görük Efendi Ağa!
-Demek, Yakup Cemil’in böylece vadesi mi yetti?
-Elbette... Şüphen mi var? Alnına bir kere böyle yazılmış.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:249)
waffle : (İNG.,DAVR.,PSYCH.) <vo’fıl> : Saçmalamak, boş laf etmek gevezelik
Vaftiz : Hıristiyanlık dininde, belirli bir yaşa gelen çocuğun, o dinin ilkelerine sadık kalacağının tesbiti ve
kaydı için yapılan dini tören
“AÇIK DENİZLER
-----------------------Kötülük sızıntıları getirdi bu hükümlüleri
Tekdüze çürümesine hücrelerin;
Savaş gemileri yaralar Sandsfoot manzaramızı
Zehirli politikalardan dolayı.
Yine de hızlı devinir gezinti teknemiz
Onaylayan yürek gibi, uzanan,
Kutsal vaftizden, bu sızan serpintiye kadar,
Bağlar beni özgür denizlere.”
(Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09)
“Annesi ismi ağza alınmayacak biri, kendisinden utanılacak bir kadındı. Vaktiyle dansözmüş, fingirdek,
albenili biriymiş; soylu ama uğursuz ve dinsiz bir aileden geliyormuş; Goldmund’un babası, kendi ifadesine
göre, sefalet ve rezaletin batağından çekip almıştı onu, dinsiz biri olabileceğini düşünerek vaftiz ettirmiş....
derken onunla evlenmiş, onu saygın bir kadın yapmıştı.”
(H. Hesse, “Narsiz ve Goldmund”, sa:69)
“Ölüm döşeğindekilerin affedilmeleri gerektiğinden emin değilim. Her insan ömrü sona ererken sayacı
sıfırlamak; bazılarının zulmünü ve açgözlülüğünü, bazılarının da merhamet ve fedakarlığını sahte bir sofulukla
kar ve xarar hanelerine kaydedip geçmek fazla basit bir çözüm olurdu..... Benim bakış açıma göre, suçun cesasız
kalması da adaletsizlik kadar ahlak bozucudur..... Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında yeni din Roma
İmparatorluğu’nda yayılırken, bazı patricilerin <nüfuzlu yurttaş> Hıristiyanlık’ı mümkün olduğunca geç kabul
ettikleri anlatılır. Vaftiz olduklarında tüm günahlarının silineceği söylendiği için, sefih hayatlarını sürdürüp
ancak ölüm döşeğinde vaftiz olurlarmış..... Bununla beraber, ölüm anının zorunlu bir adabı vardır. Eğer
insanlığımızı korumak istiyorsak, o anın saygınlığına el sürülmemelidir.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:17)
vagrant : (İNG.,KOLL.) <veg’rınt> : dilenci, serseri, düşük sınıftan biri
Vaha : Çöllerde konak yerleri olarak seçilmiş yeşillik alanları
“ ‘Dünya bir vaha ve biz biz burada onu çevreleyen sonsuzluğun içindeyiz. Vahalarda insan vaktini
kervanı yükleyip boşaltmakla geçirir. Buradan bakıldığında kervanlar ufukta bir siluet olarak gözüküyorlar.
Uzaktan seyrettiğinde kervandan güzeli yoktur. Ama yaklaştığında gürültülü ve pistir, deveciler kavga eder ve
hayvanlara kötü davranılır.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:284-5)
Die Wahrheit ist eine Perle; wirf sie nicht vor die Saue ! : (ALM.,DEĞ.TAŞ,KOLL.) <Di Var’hayt ist ay’ne
Per’le; virf zi nih’t for di Zo’ye !) : Gerçek bir incidir; onu domuza atma ! = Truth is a pearl; don’t throw it to
swine
Wahrheit und Dichtung : (ALM.,EDEB.,KOLL.) <Var’hayt und Dik’tun> : Gerçek ve Poetri = Truth and
Poetry
Vah vah : Bazı tarikat mensuplarının kitle halinde ayin yaptıklarında zikirlerindeki sergiledikleri haykırışlar;
yakın birinin ciddi rahatsızlığı ya da ölümü haberi söylendiğinde, insanın verebileceği en doğal tepki
“HABERİ BİLİYOR MUSUNUZ?
GARCİA LORCA ÖLECEK
---------------------------------KADINLAR KOROSU : Yaz kış şu şarap
Gel, gel işte dans
Meyveler ve aşk korularda
KADIN :
Haberi duydunuz mu?
Garcia Lorca ölecek!
KADINLAR KOROSU : Vah vah vah vah vah vah vah”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:76)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------yarından itibaren
Haçik’in dükkanındaki zulada
birkaç gram birinci kalite halis maldan birkaç nefes çekip
birkaç kase dalavereli Pepsi cola içtikten sonra
ve birkaç ya Hak ya Hu ve vah vah ve hu hu savurduktan sonra
mütefekkir fazıllar ve münevver faziletliler
ve lay lay lom mektebi müdavimleri arasına resmen katılabilirim”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:59)
VAHİY : (DİN) (İNG.: Revelation; FR.: Révélation) : Peygamberlere gelen tanrısal haber ve kelam
“V a h i y, İSLAM aleminde, KUR’AN’ın bildirdiğine göre, ‘O k u! Anlamına gelen ifadeyle
başlamıştır.
Tanrısal bir nitelik taşıyan ana düşünce, ‘vahiy’ yoluyla PEYGAMBER’e bildirilir, onu, yalnızca O
bilir. V a h i y’le ilgili en önemli problem,din felsefesi açısından; herşeyiyle t i n s e l bir nitelik arzeden;
sıfatları açısından, insan ve doğa’ya özgü sıfatlarla ifade edilemeyen mutlak bir V a r l ı k olarak TANRI’yla
O’ndan tümüyle farklı bir varlık olan ‘insan’ arasındaki iletişimin zorluğunu açıklayabilme problemidir.”
“Ahmet Cevizci; Felsefe Sözlüğü”, sa:169)
Vahiy; Vahiy gelmek, inmek : Müslümanlıkta, Tanrı’nın buyruklarının Hazreti Muhammede bildiriliş şekli;
Bir kimsenin gaipten bazı yüksek duygular algılayabilip onları yaşayabilmesi
“Tüm bunlar, Bing on altı yaşındayken vahiy inmişçesine bir anda geliverdi aklına. Bir öğleden sonra
Lut Gölü Ruloları hakkındaki bir kitabı karıştırırken, parşömen metinlerin yanı sıra, kazılarda çıkarılan
tabaklar, ilkel çatal kaşıklar, hasır sepetler, çanak çömlekler, testiler gibi, en ufak zarar görmemiş buluntuları
gösteren bazı fotoğraflar gördü..... Resimdeki nesneler iki bin yıllık ama son derece yeni, son derece çağdaş
görünüyordu...... İki bin yıl önce Roma İmparatorluğunun ücra <uzak> bir köşesinde yaşayan insan, bugünkü ev
araç gereçlerini tıpatıp aynısını tasarlayabilmişse, o insanın aklı, yüreği ya da iç dünyası kendisininkinden nasıl
farklı olabilirdi?”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:74)
“Ama nasıl sorarım size, gece gündüz üstümde sürünen, boğulan ve soluk soluğa kalan, tırmalayan ve
itip kakan, beni vahyin derinliklerine, daha derinlerine çeken sıçanlar, köpekler ve kaplumbağalarla yaşayıp
yaşayamayacağımı? Biz vahiy için yaratılmamışız, diye haykırmak istiyorum, ne sen ne de ben, Philip’im, gözü
güneş gibi yakan vahiy için yaratılmamışız.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:253)
Vah kuzucuk vah : Esasında masum bir kişi için acıma ve takdir karışımı bir his ifadesi olmakla beraber, bazı
kez acımasızca suçlu birisi için alay yolunda da kullanılabilir
“ ‘Ama yapmadığın ne kalıyor geriye? Şimdi de suçsuz olduğunu mu söylüyorsun? Vah kuzucuk vah,
yumuşakbaşlılık örneği! Anlattıklarını işittiniz; bir zamanlar ellerini kana bulamış, ama şimdi masummuş! Belki
de biz yanıldık.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:539)
Vahlanmak, Vah vah etmek : Yakınmak, şikayet etmek, ağlayıp inlemek; Bir dost ya da yakının hastalık veya
ölümü konusunda insanın verdiği en doğal üzüntü sayhası
Bk.: Ahlanıp vahlanmak
“PROMETHEUS
-------------------Ama düşünemezdim böylesi işkenceler içinde
Çürüyüp gideceğimi kayalar başında,
Bu ıssız, bu sarp yerde tek başıma.
Ama bu halime vahlanmayı bırak, in yere de,
Daha neler gelecek başıma onu öğren.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:53)
“Dilpesent boşandı:
-Ah küçük Hanım’cığım, ben bozulmayayım da kimler bozulsun? Ölmediğime çok şükür. Gün, güneş
gördüğüm yok. Bu evin içinde bittim.
-A... vah vah... Bir kere gelip gözükmüyorsun a dadı...
-Salıveriyor mu yavrum? Ah efendimin gülü...
-A, zavallı Saadet’e bak, kızcağız sarartma olmuş. İğne ipliğe dönmüş, gel kızım seni öpeyim.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
“Bir sabah Ayşe kız bana seyirtti, soluk soluğa:
‘Elifbemi çaldılar,’ dedi.
‘Kimden şüpheleniyorsun?’ dedim.
‘O esma Dudu’nun kara eniği Amet’ten’ dedi.
Vah, vah! diyerek ona bir elifbe daha verdim. Fakat aradan iki gün geçmeden onu da aşırmışlar.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“HECTOR - Bir saniye gecikseydim, kadıncağız öbür dünyayı boylamıştı.
MAZZINI - Vah vah. Demek ölmesine ramak kalmıştı. Bereket tam zamanında imdadına yetiştiniz.
Ellie’ciğim, Mr. Hushabye bana akıllara zarar...”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:33)
“-Bilmez miyim? Bizim Rıdvan Bey... Geçenlerde öldü... diye duydumdu... Doğru mu?
-Evet!
-Vah vah... Allah rahmet etsin!.. İyi adamdı. Yiğitliğine yiğitti, verimkarlığına verimkar...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:162)
Vahşi; Vahşice gülmek : Yabanıl, yerli; Yabanıl, intikam alıcı bir şekilde gülmek
“Yerlilerin de can taşıyan insanlar olduğu ancak 1537’de Papa III. Paul tarafından ilan edildi. Ancak,
tartışma yüzyıllarca sürdü. Bu, bazen Locke ve Rousseau’da olduğu gibi ‘soylu vahşi’ olarak ortaya çıkıp,
bağımsız bir Amerika’da demokrasinin kuramsal temellerini attı; bazen de, yerlileri ortadan kaldırma
kampanyası sırasında, o ölmez inanç ‘en iyi Kızılderili, ölü Kızılderili’dir’ şeklinde kendini gösterdi.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:49)
“Yazık! Gün oldu, bir şeyler yapmak isteyen tüm insanlara gülünç sayıklamaların elindeki bir oyuncak
gözüyle baktı; uzun uzun vahşice gülerdi. Gün olur, genç bir anneye, bir ablaya dönerdi.”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:128)
Vah zavallı : Çok yazık, Tanrı korusun, Tanrı yardımcısı olsun
“‘Vah zavallı Baudolino,’ diyordu Niketas yolculuk hazırlıkları sürerken, ‘en güzel çağında karından ve
çocuğundan yoksun kalmışsın. Ya ben ne yapayım, yarın benim ve sevgili karımın canını bu barbarlardan biri
alabilir.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:247)
“Oysa durumun gerektirdiği ciddiyetle yanıtlıyorum: iyidir, teşekkür ederim, bu sabah çok erken kalktı,
doğru kumsala indi, kahvaltı bile etmedi. Vah zavallı hanımefendi, diye yanıtlıyor o hep İspanyolca, aç acına
denize, olacak iş mi! Bir el çırpıyor, kocakarı koşa koşa geliyor.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:29)
waif : (SOSY.,İNG.,KOLL.) <vey’f> : Kimsesiz çocuk; kaybolmuş çocuk ya da hayvan; sahibi belirsiz eşya
Vaiz; Vaiz adam : Halka camide (ya da dini başka bir yapıtta) vaaz veren adam, imam ya da başka bir dini
lider, dini nitelikte v a ı z veren adam
“BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER ÖLSÜN
----------------------------------------------------------Vaiz adam! Mucize adam!
Defet kötü ruhları gövdemden!
Varoş bebekleri ölüyor AIDS’ten, koleradan
Çokuluslu ilaç şirketleri
Götürüyor milyarları pahalı ilaçlarla.
Vaiz adam! Mucize adam!
Def et ülkemin kafatasından şeytanı!
Varoş bebekleri ölüyor protein yetersizliğinden,
bir deri bir kemik kalmaktanZenginler, kanının son damlasını çekiyor
Ana Afrika’nın.”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“Bir fakih, babasına dert yanıyordu:
‘Vaizlerin o güzel sözleri beni hiç etkilemiyor. Çünkü onlarda, sözlerine uygun davranışlar
göremiyorum. Kur’anda buyurulmuştur ya: ‘Halka iyilik etmeyi emreder de, kendi kendinizi unutur musunuz?’
............... Hani körün biri, bir gece çamura düşüp: Müslümanlar!’ demiş, ‘yoluma bir kandil tutun!’ Yolsuz bir
kadın da bunu duyunca:
‘Ey kör,’ demiş, ‘kandille neyi göreceksin?’. İşte tıpkı bunun gibi, va’az meclisi bezci dükkanına
benzer, para vermeyince mal alamazsın.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:120-1)
Vak’anüvis : Osmanlı İmparatorluğu döneminde, devrin tarihini yazan tarihçi
“Aslında bütün tarih kurumları da birer kurgudur. Sadece olayları sıralamakla yetinen, işin içine hiç
yorum katmayan vakanüvis’ler bile, bir kurguya imza atmak zorunda kalırlar. Çünkü tarih bir anlatıdır ve ne
kadar nesnel davrandığını öne sürerse sürsün, bütün anlatılar öznel bir bakışı yansıtır. Bundan kurtuluş yoktur.”
(Ö. Zülfü Livanwli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:179)
Vakar : Ağırbaşlılık, onur
“RÜYA
-------insanlar birbirinin kulağına eğilip fısıldıyor:
‘ah, o; bu görkem, bu güç, bu vakarla
dünyada tektir
şüphesiz yüce bir şehzadedir’ ”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-duvar”, sa:40)
wake : (DİN,DEN.,İNG.) <vey’k> : Bir klisenin yıllık kutlama töreni; İrlanda’da geceleri ölüleri bekleme
adeti; beklerken verilen ziyafet; Ölü’yü ziyaret; DEN.: Geminin dümen suyu
Vakit gelmek çatmak : Bu dünyadan göçmek vakti gelmek
“‘Ben yalnızca bir şeye inanıyorum, o da çöküştür. Bir uçurumun üstündeyiz, bir arabanın içinde
gidiyoruz ve atlar ürkmüştür. Çöküş üzreyiz, biz hepimiz ölmemiz, ölüp yeniden dünyaya getirilmemiz
gerekiyor, bizler için büyük dönence vakti gelip çattı.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:111)
Vakitlice : Erkenden, daha önceden
“ ‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’
dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla,
piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10)
Vakit öldürmek : Boş şeylerle beklenilen bir zaman birimini geçirmek
“Ertesi sabah gazete gönül maceramızın başarısız olduğunu yazdı. Uçağa binip New Orleans’a
uçmuştum. Eşyalarımı toparlayıp otobüs terminaline doğru yürüdüm. New Orleans’a vardım, yasal bir oda tutup
vakit öldürdüm.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:36)
“Scarlet salona ve kütüphaneye göz atınca Rhett’in her iki yerde de olmadığını hemen gördü ve bu
durum karşısında yüreği sızladı. Ya evde yoksa ya da Güzel Watling’in evine gittiyse veyahut akşam
yemeklerine gelmediği zaman yine buna benzer yerlerde vakit öldürüyorsa...”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1306)
“Belli bir amacı olmadan çıkmıştı evden; sigara alacak, körfezdeki o ağır okaliptüs ve çiçek kokularını
ciğerlerine dolduracak, vakit öldürecekti biraz.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:86)
“Başlangıçta gazete parası bile artıramıyorlardı. Müzik ve okuyacak herhangi bir şeyleri olmayınca
Mabel, kendisine acı çektirecek ve gözlerini sımsıcak yaşlarla dolduracak her türlü düşünceden kaçınarak vakit
öldürüyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:93)
Vakitsiz (ölmek) : Genç yaşta, beklenmedik bir şekilde (ölmek)
“Koca, koca değildi ki. Gece içer eşşekler gibi, gündüz içer. Geberdi gitti o yüzden vakitsiz. Ne bok
yiyecektim bohçacılık etmeyip. Üç oğlan, iki kız başımda.
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Vaktaki : Ne zaman ki, gördüler ki
“Saat ikiye doğru Cemil geldi. Kapı çalınır çalınmaz hepsi birden Seniha zannıyla aşağıya koşmuşlardı.
Vaktaki karşılarına Cemil çıktı; Servet Bey hiddetinden sesi kesilmiş, oğlunun üzerine atıldı:
‘Söyle, ablan nerede?’ diye haykırdı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:124)
Vakti gelmiş : Ölüm vakti gelmiş, son nefesine yakın
“Beni kurtarın, sevgili Beyefendi, kocamı kurtarın! Ona henüz vaktinin gelmediğini söyleyin, devlerle
meleklerin vaktinin daha gelmediğini söyleyin. Pirelerin çağında olduğumuzu söyleyin.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:254)
“Bay Antoninho Verdureiro henüz yaşıyordu, ama artık yapılacak bir şey yoktu. Ne doktor bir şey
yapabilirdi, ne rahip, ne de ermişler. Artık vakit gelmişti, böylece manav dükkanında ve Pazar yerinde
başkalarını daha fazla soyamayacaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:45)
Vaktini boşa harcamak : Zamanını iyi ayarlayamamak, değerince kullanamamak
“... kendini biraz geri çekti ve yine yüksek sesle, ‘Buna bir son vermeli!’ dedi. Sonra sesini
yükseltmesinin neden olduğu bu hiç de hoş olmayan ruh halinden kurtulmak için hafif hafif öksürdü, geriye
döndü ve başını öne eğerek, elleri arkasında odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
‘Buna bir son vermeli!’ diye tekrarladı. ‘Buna bir son vermeli! Miskin miskin dolaşıp vaktimi boşa
harcıyorum, bataklığa saplanıyorum, bu gidişle Christian’dan da budala bir insan olacağım!’ ”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:416)
Vaktini doldurmuş : İşinin doruğuna varmış; Yaşlanmış (miadını doldurmuş), ölüme yakın
“... artan yaşlılıkla birlikte azalmayan aç kalma becerisinin artık doruğunda bulunmayan, vaktini
doldurmuş bir cambazın, alçakgönüllü, sakin bir sirk görevine sığınmak stediği söylenemezdi...”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:85)
Vaktini keyfince geçirmek : Zamanını istediği gibi kullanmak
“MACBETH -… Herkes akşamın yedisine kadar vaktini keyfince geçirsin ki buluşmak daha tatlı gelsin;
yemek vaktine kadar biz kendi başımıza kalacağız; şimdilik, Tanrıya emanet olun.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:42)
Vakur : Onurlu, ağırbaşlı, kendine özgüveni olan kimse
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
----------------------------------------------------------------ve pörsümüş tecrübelerin köhne meclisinde ve sessizliğin bilgisiyle donanmış bu gurup vakti
yola koyulup giden
sabırlı
vakur
derbeder
o adama
nasıl dur emri verilebilir”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
“Dün akşam, Reha Bey bana oturduğumuz birahanede muharrir <yazar> Ahmet Rasim Beyi de tanıttı;
köşede bir arkadaşı ile ağır ağır, vakur, fakat pek babacan bir tavırla demlenmekte olan, burnundan takma
gözlüklü, kırçıl saçlı, kırçıl ve pos bıyıklı, tıknaz ve çok sevimli bir adamı göstererek:
-İşte, dedi, bu, muharrir Ahmet Rasim Beydir. Kendisi ile henüz muarefemiz <görüşme, arkadaşlık,
temas> yok... Yok ama, dikkat ediyorum, ikide bir, yan gözle bizim masayı süzüyor. İster misin yarınki ‘Şehir
Mektupları’nda bizim masa da aynen çıksın.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:158)
“Ferdinand huzursuz olmuştu. Kim bu yabancı diye sordu kendi kendine..... Şimdi, yakın mesafedeki
daha gevşek sis tabakasının arasından onu tanımıştı: Postacıydı bu. Her sabah sekiz çan vuruşuyla harekete
geçerek buraya tırmanırdı; beyazlamış kızıl denizci sakalıyla kaba hatlı yüzünü ve mavi gözlüğünü görüyordu.
Adı Nussbaum’du <Fındık ağacı!>; sert el kol hareketleri ve ciddi bir tavırla mektup tomarlarını vermeden önce
çantasını, büyük, siyah deri çantasını sağ tarafına atışındaki ağırbaşlılıktan ötürü Ferdinand ona ‘Fındıkkıran’
derdi. Adamın binbir zorluka, adım adım, çantasını sol taraftan omzuna atıp ufak adımlarla vakur bir biçimde
yürümek için çaba sarf ederek gelişini izlerken elinde olmaksızın gülümsedi.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Mecburiyet”, sa:144)
Valdezyenler : (İng.) Waldenses : (DİN) <Voldensez> : M.S. 1170 yıllarında, Katolik kilisesinin sert
kurallarına karşı çıkan birçok kitleler gibi, örneğin Katarlar, Peter Valdo isminde zengin bir tüccarın
vaazlarıyla, Güney Fransa’da kurulmuş bir mezhep. 1184 yılında yasaklandı ve kişiler, zulmedilerek Almanya ve
Bohemya’ya dağıtıldı. Daha sonraları, 1848’de, re-organize olma faaliyetlerinin reddedilmesine karşın, bugün
dahi, Kuzey İtalya ve Güney-Kuzey Amerika’da kısmen faaliyetlerini göstermektedirler
“Katarlarla Valdezyenler çoğu kez birbirine karıştırılır. Valdezyenler, kilise içinde tinsel bir reform
yapılmasını öngörüyorlardı. Katarlar ise, başka bir kilise, başka bir Tanrı ve sağtöre anlayışı öngörüyorlardı.
Katarlar, dünyanın birbirine karşıt ‘iyi’ ve ‘kötü’ güçlere ayrıldığına inanıyorlardı; bu nedenle de kusursuz
insanların saf inançlılardan ayrıldığı bir kilise kurmuşlardı; kendilerine özü ayinleri ve töreleri vardı; neredeyse
bizim Kutsal Ana Kilise’miz gibi çok katı bir hiyerarşi kurmuşlardı; hiçbir erk biçiini ortadan kaldırmayı bir an
bile düşünmüyorlardı. Bu da bizlere, yöneticilerin, toprak sahiplerinin, feodal beylerin de niçin Katarlara
katıldıklarını açıklar. Dünyayı düzeltmeyi de düşünmüyorlardı; çünkü onlara göre, iyiyle kötü arasındaki karşılık
hiçbir zaman ortadan kaldırılamazdı. Oysa Valdezyenler ve onların yanı sıra Arnold’cular ve Yoksul
Lombard’lar, tam tersine yoksulluk ülkesine dayalı farklı bir dünya kurmak istiyorlardı; toplum dışına itilmişleri
aralarına alarak topluca, ellerinin emeğiyle yaşamalarının nedeni buydu. Katarlar, kilisenin ayinlerini
yadsıyorlardı. Valdezyenler ise, ayinleri değil, yalnızca papaza günah çıkartmayı yadsıyorlardı............... Akılcı
açıdan söylemek lazımgelirse, sorgucular, çelişik öğretileri bir araya getirdikleri için haksızdırlar; başkalarını
haksızlığına göre de haklıdırlar; çünkü, söz gelimi, bir kentte Arnold’cu bir akım ortaya çıktığı zaman, başka
yerlerdeki Katarlar ya da Valdezyenler de oraya yönelirler...... Valdezyenler şiddete karşıdırlar, Fraticello’lar da
öyle...”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:230-1)
Vale : Büyük otel girişlerinde, şık ve çarpıcı kılığıyla kapıları açıp buyur eden teşrifatçı; valizleri taşıyan genç;
iskambil oyununda ‘oğlan’ <F>
“Biz yağmurdan kaçarak hızlı hızlı Pera Palas’ın lobisine girerken, Süleyman valelere profesörün
eşyalarını veriyordu. Ama Wagner kemanını kendi taşıyordu. O kutuyu yanından hiç ayırmıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:29)
vale : (LAT.,KOLL.) <va’le!> : Elveda – be well (İNG.: İyi ol!)
Valhalla : (İSKANDİNAV. MYTH.) : Baş Tanrı O d i n’in ikametgahı. O bilindiği gibi, ‘ölüm’ (ve savaş, şiir)
tanrısı olup, Y e r a l t ı’nın hakimiydi; yaşadığı mekan ise, V a l h a l l a,yaşanan bir mekandan ziyade bir
‘mezarlık’ı andırırdı.
“V a l h a l l a konusundaki bilgilerin çoğu, ‘Prose Edda’ da toplanmış şiirlerden gelir. Bu sarayda,
genel olarak, ODİN, savaşta ölmüş kahramanlarla birlikte yemek yerdi. Maamafih, o mekanın haşmeti, bir tek
şiirden: Grimnismal, gelir. Birçok kapıları olan, zincir ya da halkalardan yapılı zırhlar, kurt’ların ve kartalların
kol gezdiği bir orman-salon’du. Vahşi hayvanlar pek sık olarak kudretlerini gösterirken, kapıılar ‘ölüme açılan’
pencerelerdi. Amma, ölü ruhların ölmüş ebeveynleri tarafından nasıl sevinçle karşılaştıklarına da sahne
oluyordu. ‘Öbür Dünya’, sık sık, mezarlığın süslenmesi olarak sembolize edilirdi. Daha sonraları, İ z l a n d a’
(Iceland)da, bazı ailelerin ölülerinin gizli bir H o l y f e l l Dağından gelip, çocuklarına, torunlarına kavuştukları
hakkında bir inanç belirmişti.
Üst Dünya’da bu tür günlük olaylar olurken, y e r a l t ı n d a’da garip olaylar da olmaktaydı.
Olaf Tryggvason’un adamlarından birinin söylediğine göre, günün birinde büyük bir tümseğin içine girmiş ve
orada on iki siyah ve on iki kırmızı derili adamın sürekli olarak kıyasıya bir dövüş içinde olduklarını görmüş.
Garip olan şuymuş ki eğer yaralanan biri olursa, bu ancak ziyaretçi tarafından onarıabiliyormuş. Süpernatürel bir
kudret tarafından kontrol edildiğine inanılan bir yeraltı savaşıymış bu, ve başında da kahraman HEDDO varmış.
En önemli problem de şuymuş: HEDİN ve HİLD adındaki iki aşık, babaları HİLD ve aşığı HİLD arasında olan
anlaşmazlıktan dolayı bir türlü saadete erememişler ve, akşam ölen kişilerin, sarayın bir Valkyrie’si sayesinde
(O ölüleri her akşam Valhalla’dan alıp sabah yeniden canlandırarak birbirleriyle savaşmasını sağlayan mabude)
bu pantomim oluşmaktaymış. Sözüm ona bu, GOTLAND Taşlarında serdedilen, ‘iki ordu’nun arasında kalmış
bir kadın’ın temsilinin tekrarından ibaretmiş.”
(H.R. Ellis Davidson; “Scandinavian Mythology”, Library of the Worlds Myth and Legends, Peter
Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988) (Çev.:İ.E.)
Valide Sultan : Osmanlı Sarayında Hükümdarın annesi
“O gün, iki soylu hanımı erkeklerin bakışlarından koruyaan itinayla sarılmış kumaş perdeleri kaygılı
yelkenler gibi dalgalandıran hafif bir esinti çıkmıştı. Rüzgar, kadınların süslü giysilerine, geniş eteklerine, uzun
mintanlarına ve yüzlerinin etrafına sarılmış iffet örtüsüne de sataşıyordu. Bu rüzgar bir alamet olsa gerek diye
düşündü Valide Sultan.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:121)
Valla, (sümme) bil(l)a; Vallah(a) : Vallahi de, billahi de; Allah sizi inandırsın ki
“Babası, anası ölmüş. Yanlarına almışlar kızı. On yedisinde evermişler. Gerdek gecesi sabaha karşı
‘bozuk çıktı’ diye geri göndermiş kocası. ‘Hele sürtük, kim bozdu seni kız?’ ‘Bilmiyom’ der bu, söylemez.
Dövdük falan, ‘valla bilmiyom’ der.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:15)
“‘Analarınız, babalarınız nasıl? Heç görünmüyorsunuz?’
‘Valla iş kayıt, köy yüklü, biliyorsun...’
‘Yük olsun, alemin yükü yok mu?’
‘Kusura bakman, gelemedik işte...’
“Eee, düğünleri yapıyonuz mu? Bizi çağırmayı unutmayın...’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:58)
“Irazca durakladı: ‘Nesi var acap?’ dedi.
‘Valla ana, löbet gelmiş gibi yanıyor. Öyle terlemiş ki!’
Irazca içinden: ‘Tabii terler!’ dedi. ‘Onun çektiğini bir Allah biliyor bir de kendi...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:51)
“ ‘Gız eşşek!’ dedi Irazca. ‘Gız sen benim huyuma ne eyi alıştın? Ben seni böyle görünce oğlumdan
fazla seviyorum valla. Gelsinler, gelip görsünler! Gız benim bicecik gelinim, gız haspam!’ ” ..... “Valla Haçça,
heç çıkası gelmiyor a duşun altından insanun..... Bekle Allahım bekle, bir türlü çıkmaz eşşek sıpası! Dedim:
‘Ulan Acıpayamlı, vallaha teğmen geliyor!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:76)
“Ben onları seyre dalmışken kalabalık ayaklanır gibi oldu. İçeri beyaz saçlı, küçük, şirin bir adam girdi.
Hepimizi selamladı başıyla. Kadınların yüzleri, gözleri parladı. Valla benim bile kalbim küt küt atmaya başladı.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:39)
“ ‘Bak sen şu Alamanların tekniğine, göz açıp kapayıncaya kadar harika bir kent kurdular.’
‘Şu ilerdeki eve bak, tıpatıp benim evime benziyor, aynısını yapmışlar valla!’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:252-3)
“-Valla abi, onun astarı yüzünden pahalıya geldi... Bir iki kaza atlattık. Şanzıman filan değiştirdik,
baktık olmayacak, satıver anasını dedik, okuttuk... Bu iş daha güvenceli.” ..... “Oyunun en heyecanlı anı, evden
uzaktaki bir komşunun pencere camını kırdığımız zamanlardı. Ondan sonra kaç babam kaç, ardımızdan Hızır
baba yetişemezdi valla.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet; Prova”, sa:55;107)
“Birkaç gün sonra, Tıp tarihi dersinden sonra bir araya geldiğimizde, Kevser sürpriz denebilecek bir
haber getirdi. Aile meclisi; ‘Valla evlenmek için daha hazır değilsiniz, ama isterseniz aranızda bir yüzük
takabilirsiniz,’ demiş. Yani, ailece bir kutlama yok, ne evet ne hayır diyorlar, ama mesajı da veriyorlar: Dostlar,
bu denizde yalnız başınıza seyrediyorsunuz.!”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:236)
“EGERTON - Sir Keeper bulunamadı Majesteleri... Bulunamayınca heyeti bugüne erteledik...
MAMA - Ahhh... Ağzından bal akıyor. Valla...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:64)
“Şarapçı uyandı:
-Daldım ki daldım, diye iç geçirdi. Kurt Mıstık:
-Niye? Bardağı sıkıntıyla dördüncü kez doldurup önüne sürdü:
-Valla bilmiyorum...”
“Anlaşılmıştı. Anlaşılmıştı ama, bu çok büyük bir rüyaydı. Cenab-ı Allah’ın bir işareti. Derhal namaza
başlamalıydı!
-Kurban olduğum, sizin namaza başlamanızı istiyor mücerret...
-Bu ürya, bu üryaya pardon vallaha!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:20;167)
“Ama o Doğu bloku terk ettikten sonra, hasta, görevli hemşireye giderek o hemşirenin kendisi hakkında
‘nasıl iyi rapor verdiği’ni merak ettiğini söylemiş. Hemşire yanıtlamış: ‘Sen neden bahsediyorsun? Sen onun bu
koğuşta çalışmadığını biliyorsun!’ Hasta cevap vermiş, ‘Valla bana hakkımda iyi rapor yazacağını vaat etti, ben
de ona ayakkabılarımı verdim!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:117)
“ ‘Düşündüm de,’ dedim, ‘belki senin amcaoğlunu rektöre çıtlatabilirim.’
Aynadan bana baktı. Konuyu anlaması bir iki saniye sürdü. Sonra, ani bir gülümseme belirdi
yüzünde.
‘Hay Allah senden razı olsun abla.’ Sevinçli sesini yakınan bir tona döndürerek devam etti. ‘Üç
çocuğu var, işsiz. Boyunca sevaba girersin valla.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:59)
“Gözleri pırıl pırıl bir başkası beni parmağıyla gösterdi. ‘Ne harika! Hala yüzü kızaracak kadar zerafet
sahibi.’ Onun bu saygısızlığı üzerine zaten kızarmış olan yüzüm büsbütün kızardı. ‘Müthiş bir gece olsa gerek,’
dedi o birinci sekreter, ‘kıskandım valla!’ Sonra da bana öyle bir öpücük kondurdu ki, suratımda kıpkırmızı izi
kaldı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:46)
“Harika vallahi! Oysa ben, eşşek gibi çalıştım ömür boyu hanımefendiciğim. Eşşek gibi.
Ah ah ah, müdüroğlu müdür kocanız, sizi Avrupalarda gezdirdi. Ne güzel!”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“En sonunda: ‘Buralarda yıkık duvarlar, kenarlı geniş kiremitler, oymalı taşlar gördünüz mü?’ diye
sordum.
-‘Valla, hiç dikkat etmedim böyle şeylere!’ dedi açıkça.
Buna karşılık at konusunda bilgili olduğunu gösterdi. Benim atı eleştirdi; hani pek de güç bir iş değildi
bu.. Sonra, ünlü Kordoba harasından gelen kendi atının soyunu-sopunu sayıp döktü.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:43)
“ ‘N’oldu sana? Hasta mısın ki?’
‘Yo...’
‘Neye öyle durup batırsın?’
‘Hiç.’
‘Deyiver, deyiver.’
‘Bir şey yok vallaha.’
‘Benzin solmuş.’
‘Gece uykum kaçtı da.’ ”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe-Hoca’nın Ölümü”, sa:45)
“İşin ucunda Şeytan Adası’nı boylamak bize yazılı! Aman Abdullah! Elden çıkıyorsun oğlum.
Gürültüye getiriyorlar. ‘Valla, sümme bila iftiradır. Tahsin Paşa babacığım... Ayaklarını öpeyim!’ diye
haykırdım.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:111)
“Meliko, kendisini tutanların arasında gözlerini kapatıp bir elini ileriye doğru uzatarak haykırdı:
-Bıraksın!. Vereceğim. Vallah billah vereceğim, bıraksın!
Gavurun çırpınışını görenler, eğlenceyi yeter görünce araya girdiler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:101)
“Dadal Efendi keyifle göz kırptı:
-Beni sorarsan komiser bey kardaşım... Saray şoförü Dadal Efendi derler. İnanmazsan, telefonun
kulağını büker, Yalova’yı bulur, Saray’ı istersin.
-İstağfurullah kardeşim... Emret... Emriniz... Buyur geç... Vallah billah olmaz. Kahvemizi içmeyince
hiç olmaz.” ...... “Valla Murat, orasını bilmem!.. Bildiğim, bu hürriyetin, en büyük kurtarıcı, en büyük devrimci
Gazi tarafından getirilmek istendiğidir. Demek, kapalı düzenin zararlı olduğu anlaşıldı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:78,81)
“ ‘Kaç kişiyi öldürdün peki sen?’
‘Valla… yarım düzine kadar… dört ya da beş kişi!’
‘Yine atıyorsun, ha Grego?’
Hepsi kapıya döndüler. Joel durmuştu, kollarını kavuşturmuş, Gregorao’ya bakıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:16)
Vallahi; Vallahi (de) billahi (de), Tallahi : Allah seni (sizi) inandırsın ki, yemini billah
“Ayının inine kaçırdığı köykü kızı gibi büzüldü:
-Enayi, dedi, eşek hoşaftan ne anlar.
-Oh, ne ala! Küçükhanım Karagümrüklü Bitirim İsmail gibi konuşsun. Biz şöyle lise dörtten herhangi
bir Turgay Bey gibi laf edelim; terbiyesiz olalım, iyi vallahi!”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10)
“Ellerim benim olmaktan çıktı. Kafam huzurlu bir iklime çekildi. Düşünmekten durdum. Neden sonra
sevilmeye alışmamış bir insan ruhuyla ellerimi yanaklarından çektim.
-Yok, dedim. Heyecanlanma! Bu paranın, sana verdğim bu paranın ne önemi olabilir. Bırak, yapma,
utanıyorum.
-Bana verdiğin para için değil. Vallahi para için değil. Dinim hakkı için! İnan vallahi para için değil.
Dinim hakkı için!’ ”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Bir Karpuz Sergisi”, sa:33)
“B. KATİBİ - Hayır aşağıya, Elazığ’a gitti. Vali bey çağırtmış... Nahiye müdürü hastalandı da ona
vekalet ediyor.
NECMETTİN - Çok sürer mi gelmesi?
B. KATİBİ - Vallahi efendim ne söylesem boş, bazen hemen gelir, bazen de akşama kadar gelmez..”
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:66)
“ ‘Kızını okula yollamıyor dürzü! Öğretmen bu sefer gatti istiyor. Okul harici tek döl gomamaya azmi
cezmi kast etti herifçioğlu. Vallahi eferim! Biz olsa yılarız Durana’dan. O yılmıyor. Aşkolsun!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:5)
“Dün biraz kafayı çekmiştim. Çizmeleri başka bir odaya bırakmış olabilirim. Hem de tam söylediğim
gibi. Afanisi Yegoriç, ben onları başkasının odasına koydum vallahi. Boyanacak o kadar çok çizme var ki, kafası
dumanlanınca şeytan bile çıkamaz işin içinden.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:93-4)
“PİŞÇİK - İki yüz kırk ruble... İpotek faizlerini ödeyeceğim...
L. ANDREYEVNA - Para yok bende cancağızım.
PİŞÇİK - Vallahi iade edeceğim iki gözüm... Çok bir şey değil ki...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:121)
“Sevdiğim bir tane meftun senindir
Dertli aşka feda can-ü tenindir
Sorarlarsa şu mehpare kimindir
Vallahi benimdir, billahi benimdir”
(Meftun: Tutkun, aşık; Can-ü ten: Can ve vücut;
Mehpare: Ay parçası güzel)
(Aşık Dertli-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:663-4)
“-Eh, zararı yok, kızma ruhum; görüyorum, ölümüm senin hoşuna gitmiyor, kızma; sözüme aldırma.
Haydi ruhum, sen soyun yat. Ben de sen yatıncaya dek burada oturayım.
-Yo yo, daha yatmam ben; sonra...
-Yaa! Kızma, kızma! Ama burada gerçekten fare var.
-Bak işte, hem kediler, hem fareler! Vallahi, size ne oluyor bilmiyorum.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:47)
“-Gelmedi anam babam, vallahi, billahi gelmedi!
-Yalan! Korkudan saklıyorsun ama ben biliyorum nerede olduğunu!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:46)
“Bir kaç büyük sofiyi alıp yere vurdu. Tokatlı şeyhzade ve daha bir kaç kişi tabhaneye (Kış odası,
hastane) kaçtılar ve şeyh Bahaeddin: ‘Vallahi benim haberim yoktu. Bu benim kabahatim değildi, af buyurun’
diyerek çaresiz kalmış bir adam gibi yere kapanıp kapanıp ağlıyordu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:348)
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunuzu bekliyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.
-Enişte, enişte, n’olur, mektup yazmamazlık etme.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“ ‘ ... Vay velet vay. Benim orta okuldaki oğlum bu yumurcağı görseydi vallahi. Hımmm. Okuman
nasıl?
Feyzi Bey benden önce atıldı:
‘Çok iyidir Fehmi. Hem büyük hem küçük harfleri su gibi okur!’
Fehmi Bey’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:38)
“Ve Pécuchet sağlık yeleğini çıkarma varsayımı karşısında ürpererek başını öne eğdi.
‘Beni geçirin, dışarının havası sizi serinletir,’ dedi Bouvard.
En sonunda, Pécuchet, ‘Vallahi beni büyülüyorsunuz!’ diye söylenerek çizmelerini yeniden ayaklarına
geçirdi.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler-Bouvard ile Pécuchet”, sa:21)
“Bizim zeytinliğe vardık.
-Lahitler, deyip çığrındı taze, Yunan vallahi billahi Erdinç, erken Yunan hem de...
Kocası ağırdan aldı. Bozburun’a uzanan bükün oraya baktı. Ben de baktım kadın kızım. De ki bir
şeyler görüyordu bakışı. Yüreğim hop etmişti.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12-3)
“Julie çok iyi anlıyor sorunun ciddi olmadığını; ama ne diye sarsılsın?
-Nasıl olur, enişte! Hiç madolyon görmediniz mi siz?
Anthime hemen kıvırıyor yalanı:
-Görmedim vallahi, yavrum, diyor; ahım şahım birşey değil; ama herhalde bir işe yarıyordur.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:14)
“D. MARZIO - Buyurun oturun, birer kahve içelim.
EUGENIO - Kahve! (Otururlar.)
RIDOLFO - Oyun mu oynuyoruz sinyor Eugenio? Benimle alay mı ediyorsunuz?
EUGENIO - Aziz dostum, kusuruma bakma; vallahi şaşkına döndüm.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:23)
“LELIO - Ne dersin Arlecchino? İyi olmadı mı?
ARLECCHINO - Bu kadar martavalı nasıl kıvırdınız, şaştım vallahi! Şeytan gelsin, siz onu da
aldatırsınız.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:23)
“Annemi yakında gönderirsin, değil mi paşa baba?.. Vallahi bu kış onu senden ayıramazdım. Fakat
hastalık, sağlık insan için... Ya hasta düşersem diyorum... Yalnız hasta olmak, hatta belki... söylemeye dilim
varmıyor ama...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:43)
“Bu sefer:
-Hepsi gelsinler, ziyanı yok, sen olmaz. Sen Allah aşkına git. Vallahi ağlayacağım, iyice yalvarmaya
başladım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:107)
“O sırada, saman ambarından inen Aferin Memiş, ‘Vallahi bayan hanım efendi... Bir buçuk yıl önce
doğduydu, ben güderim onu. Pek uysaldır. Bugüne dek huylandığını bilmem’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:59)
“Hasan efendi bir az duraksayan bir tavır takındı. Dilinin altındaki baklayı çıkarmak istiyor fakat
cesaret edemiyordu:
‘Bir şey daha var ama... sizi biraz üzer diye korkarım...’
‘O nasıl şeymiş öyle?’
‘Vallahi dedikodu... mahalle dedikodusu beyefendi...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“Başkan:
-Hakkın var, doktorcuğum. Gerçekten biraz daha iyiyim. Vallahi de billahi de daha iyiyim. Sol
yanımda şiş bulunmadığını söyle. Hemen kalkıp sucukla birkaç pasta yiyeyim, dedi”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:89)
“Arasıra, kocasıyla pek samimi dakikalarında:
‘Vallahi kıskandığım için değil,’ diyordu. ‘Bir kadın karşısında senin gibi kırılıp dökülen bir
yabancıya rasgelmiyorum. Demek ki, bu saray merasimperdazlığı (törenciliği) ya pek eski zamanlara ait bir şey
olacak, ya da...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:117)
“Herkes sanıyordu ki, ben bilerek, ben isteyerek göz yumuyorum; vallahi billahi herkes böyle sandı... O
kızıl saçlı kız, bir ateşin önünde dimdik duran bir cadı gibi, beni yerden yere, çukurdan çukura sürüklenir
gördükçe, otuz iki dişini birden gösteren bir gülüşle gülüyor ve mutluluk, cildinin deliklerinden fışkırıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:187)
“Binbaşı, birdenbire bana döndü:
-Ya siz, ne yapacaksınız, diye sordu.
-Ben mi? Vallahi bilmiyorum. Ben de bu köylüler gibi oldum. Her şeyi kadere bırakıyorum.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:131)
“Yahu, koca sülalede, Nazmiye ne oldu acaba, diye biri olsun, ağzını açıp bir şey söylemedi..... Suat,
halasını sever, bilirsin. Bir şey yapamadığımızı görünce hepimize gücendi, küstü vallahi... Pes doğrusu...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:58)
“-Yook, dedi, rica ederim, ben böyle şeylere gelemem, zaten sinirli bir kadınım... Beni bunun için mi
çağırdınız buraya?
Şimdi de orta boylu, tıknazcası lafa karıştı:
-Canım, bilader, elbette aranızda bir geçmiş var ki, bu çocuk, sana kafa tutuyor, sen de işin farkında
değilmiş cahillikten gelmesene ya...
Yemin ettim:
-Vallahi, billahi, tallahi hiç bir şey bilmiyorum ve bu bey arkadaşınızı da nereden tanıdığımı bir türlü
hatırlayamıyorum!...”
(O.C. Kaygılı, “çingenerler”, sa:265)
“-Bana bak bakkal eskisi!
-Vallahi şaka yapmıyorum ha, şerefsizim aramış.
-Aramışsa benim evim var, yerim var... Sen bırak onu bunu da, ne oluyor kızın askı işi?
-Oğlanın kaatları gelmemiş daha. Malum ya? Taa Erzurum’dan gelecek kayıtlar. Ama eli kulağında,
bugün yarın gelir!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:143)
“... Ve güzelim dünya Hasan Ağa... Senin gibi olmak Hasan Ağa, olabilmek.
‘Yunuslar Hasan Ağa, vallahi de billahi de yunuslar... Bırak yakamı Hasan Ağa...’
‘İki elim yakanızda, bu dünyada da, öteki dünyada da...’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:312)
“... bütün ovaların köylüleri bizim yatağımız. Tümü bizim yatağımız. Siz de biliyorsunuz, bizim
yatağımız.’
‘Büyük, esas yataklarınız kim?’
‘Herkes, vallahi billahi herkes!’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:124)
“... Ve güzelim dünya Hasan Ağa... Senin gibi olmak Hasan Ağa, olabilmek.
‘Yunuslar Hasan Ağa, vallahi de billahi de yunuslar... Bırak yakamı Hasan Ağa...’
‘İki elim yakanızda, bu dünyada da, öteki dünyada da...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:208)
“Her köyde onu tanıyorlardı. Bir köyde bir aydan fazla duramıyordu. Birisinde, ben İnce Memedim
dedi. Vallahi de billahi de benim o İnce Memed. Hiç kimse inanmadı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:68)
“ADAM - Vallahi böyle yüksek bir düşünce ne kadar alkışlansa yeridir! Efendimiz, hiç şüphe etmem
ki, şurada burada eski hukuk geleneklerimizde, ayıplayacakları bazı şeylere raslayacaklardır.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:18)
“Ona en iyi bisikleti almaya gittiğimde içimden gelen deneme isteğine dayanamadım, mağazanın
önündeki rampada şöyle birkaç tur attım. Yaşımı soran satıcıya yaşlılara özgü bir işveyle yanıt verdim: ‘Doksan
biri bitiriyorum.’ Görevli, tam istediğim şeyi söyledi: ‘Vallahi yirmi yaş daha küçük gösteriyorsunuz.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:71)
“Albay Laporte:
-Vallahi, dedi, yaşlıyım, damlalıyım (*Gut hastalığı) ve bacaklarım kazık gibi kaskatıdır ama bir kadın,
güzel bir kadın bana iğne deliğinden geçmemi buyursa, tıpkı bir cambaz çemberden geçer gibi atılıvereceğimi
umarım. Ben öyle öleceğim işte. Kanımda var, ne yapayım?”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Albayın Görüşleri”, sa:64)
“ARGAN - Evet, Safram iyi sökmüş mü?
TOINETTE - Vallahi ben öyle şeylere karışmam; ona burun sokmak Mösyö Fleurant’a düşer: çünkü
çıkarı onda.
ARGAN - Biraz sonra yine tenkıye (*şırınga) yapacağım; söyle de sıcak su bulundurmayı
unutmasınlar.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“‘Yaa! Nereden anladın bunu?..’
‘Vallahi, insan böyle şeyleri nasıl anlar bilemiyorum. Belki şu nişanlanmadan, belki halinden
tavrından...’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:196)
“ / ‘Hocam, peki laiklik dinsizlik mi demektir?’ / ‘Hayır.’ / ‘O halde dinlerinin gereğini yerine getiren
mümin kızlarımız niye laiklik bahanesiyle derslere alınmıyor?’ / ‘Vallahi oğlum, bu konuları tartışmakla bir yere
varılmıyor. Bütün gün İstanbul televizyonlarında bu konular konuşuluyor da ne oluyor?’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:45)
“Necib, ‘Ya Hacer?’ dedi.
-Hacer mi! Görürsün. O da kocasına bir yalı tutturacak...
Sonra gülerek: Fakat Fatin... Vallahi onu boşar da öyle bir halt etmez...’ dedi.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:47)
“Gün görmüş, tecrübeli bir ihtiyar vardı kervanda:
‘Dostlar,’ dedi, ben hırsızlardan sizin bu koruyucunuzdandan korktuğunuz kadar korkmuyorum. Bir
hikaye vardır: Arabın biri biraz para biriktirmiş. Geceleri Luriler’den <İran Roman’ları> korktuğu için evde
yalnız başına uyuyamazmış. Dostlarından birini evine götürmüş, onunla kendini yalnız hissetmesin diye. Adam
birkaç gece sonra, parayı çalar çalmaz savuşup gitmiş! Sabahleyin bakmışlar, Arap feryat ediyor. ‘Ne oldu?’
demişler; ‘paranı hırsız mı aşırdı?’, ‘Yok, vallahi!’, demiş, ‘bekçi aşırdı!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:154)
“UŞAK - Efendim, babanız kitaplarınızı bırakıp ablanızın odasını toplamaya yardım etmenizi arzu
ediyorlar: yarın düğün var diye.
BIANCA - İkinize de Allahaısmarladık muhterem üstatlarım; gitmem lazımmış. (Bianca’yla uşak
gider.)
LUCENTIO - Vallahi küçük hanım, benim kalmama da gerek kalmadı. (Çıkar.)”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:67)
“Onun tüm askerliği, bir işgörmeden gevezelik etmektir. Yine de, efendim, o seçildi. Yararlılığımı
Rodos’ta, Kıbrıs’ta, diğer Hıristiyan ve barbar topraklarında kumandana gösterdiğim halde, ben hasıraltı edildim.
Bir kayıt sekreterinin gerisinde kalmaya mahkum edildim. Bu matematikçi, vakti gelince onun asistanı oluyor,
bense, Allah nazardan korusun, Mağripli efendimizin çavuşu kalıyorum.
RODERIGO - Vallahi ben celladı olurdum, daha iyi.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:4)
“CAIUS - Ne oluyor bilmiyorum ama, Almanya dukası mıdır nedir, büyük hazırlıklar
yapıyormuşsunuzdur onun için. Vallahi sarayda beklemiyorlar, duka falan yok. Size iyilik yapayım diye
söylüyorum hani. Allahaısmarladık.
HANCI - Tut ulan alçak. Koş. Yardım et şövalye. Hapı yuttum. Koş, çabuk yakala. Ulan, koş teres.
Bittim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“Bir an sonra, Prens Paolo, arabasına binip en yakın nedimleriyle yalnız kalınca, gülerek: ‘In fatto, e
vero che costuri e un grand frate!’ <Ita.: Vallahi, bu adam gerçekten yaman bir keşiş!> demekten kendini
alamamış, böylece Papa’nın birkaç gün önceki sözünün doğruluğunu sanki doğrulamıştı.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:30)
“... karı kocadan birini yalnızca bir yerde karşısına alsa da kulağından tutup güler yüzle şu sıradan
soruyu sorsa ona; dese ki, ‘Şimdi onu bunu bırak da, karının ya da kocanın suçu nedir, onu söyle!’ Vallahi
karşısındaki ne bir yanıt verebilir, ne de bir neden gösterebilir.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:33)
“GÜZELLEME <1954>
Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların
Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:14)
“Kolunu uzatıp mendili sallayarak parfümü havalandırdı, sonra o ustaca ve zarif hareketle mendili
burnunun ucundan geçirirken derin bir solukla kokuyu emdi. Havayı kesik kesik dışarıya üflerken bir tabureye
oturdu. Birdenbire -az önce, öfkeyle bağırıp çağırırken kıpkırmızı olmuştu- sarardı. ‘İnanılır gibi değil, ‘ diye
mırıldandı alçak sesle, ‘vallahi inanılır gibi değil,’ diye mırıldandı: ‘Amor ile Psyche’ydi bu, en ufak bir kuşku
yoktu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:87)
“Karısının kederli hayaline yüreği parçalanarak yalvardı: ‘Bana sakın kızmayın Nermin! Suç benim
değil. Başka türlü davranılabilirdi, sanmayın! Bir kere daha söylemiştim. Hatırlarsınız. Vallahi bugün, iki yol
yoktur.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:63)
“Anna’nın yüzü bir an gevşedi, bakışındaki alycı kıvılcım söndü. Ama ‘seviyorum’ sözü gene
sinirlendirdi onu..... ‘Dünyada aşk diye bir şeyin var olduğunu duymamış olsaydı, kullanmazdı bu sözü. Aşkın ne
olduğunu bile bilmez.’
-Aleksey Aleksandroviç, vallahi bir şey anlamıyorum. Ne istediğini açık söyle...”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:285)
“Dadı annesine getirdi bebeği. Agafya Mihaylovna da, şefkatten yüzünün kasları gevşemiş, dadının
peşisıra geldi. Sesi bebeğin bağırmasını bastırıyordu.
-Tanıyor, tanıyor! Vallahi de billahi de tanıdı beni, Katerina Aleksandrovna, anacığım!”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:672)
“Lejnev:
-Hayır kardeşim, sorun bu değil, diye dinginlikle söze başladı, buna belki de inanmazsın, ama o bunu
iyi bir düşünceyle yapmış olacak, vallahi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:30)
“ ‘Tanrım! Tanrım!’ diye bir kez daha haykırdı düşüncelerinin bitiminde, ‘yani ben artık, ne kadar
iğrenç olduğunu düşünürsem düşüneyim, karşı cinsin fikirlerine saygı mı göstermeliyim? Etek giyiyorsam,
yüzme bilmiyorsam, bir denizci tarafından kurtarılmam gerekiyorsa, vallahi öyle yapmalıyım!’ diye haykırdı.
Bunun üzerine bir karamsarlık çöktü üstüne. Yaradılıştan açık yürekli ve her türlü aldatmacaya karşı olduğundan
yalan söylemek onu sıkıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:107)
walloon : (COĞR.,FR.) <vo’lun> : Güney Belçikalı, orada konuşulan Fransızca
wallop : (DAVR.,SOSY.,-slang-) <vo’lıp> : Dayak atmak, dövmek, pataklamak (Argo)
Walpurgis Night : (MYTH.,TAR.) : Cadılar Bayramı; Sebt günü’nün <Cumartesi> Almanya’da, Harz
dağlarının bir doruğu olan Brocken’da yapıldığı 1 mayıs arifesi şenliği. O tarihteki festival gününde, insanları
büyü’den koruyan ayinlerin yapıldığı eski bir p a g a n f e s t i va l i : Azewalburga ile çatışmaktadır.
vamoose : (İSP.,KOLL.) <va’mus> :
Çekip gitmek; vamos (ESP.) = let us go! (İNG.) Gidiyoruz’
vamp : (İNG.,DAVR.,KOLL.) <vamp> : Erkeği baştan çıkaran, erkek peşinden koşan kadın
Vandal : Sanat eserlerinin istilacısı, tahripçisi, yağmacısı (İ.S. 5. y.y.’da Doğu Almanyadan kopup gelerek
Roma İmparatorluğu topraklarına, İspanya’ya saldıran Vandal’lardan alıntı. Başbuğları Alarik idi.)
“Sonra vandal herif küstahça aptallıklarını parlak tuvalin üzerine saçıyor. Doğu ipeklerini kirli griler
kaplıyor. ‘Çok mutlu olmalısınız, Mösyö!’ diye haykırıyor Cézanne. ‘Portre yaparsanız kuşkum yok ki,
sandalyenin bacaklarına koyduğunuz gibi burnun ucuna da pırıltılar koyarsınız.’ ”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:170)
wa’nderlust : (ALM.,DAVR.,KOLL.) <vonder’lust> : Çok yolculuk, seyahat etme tutkusu
Vantrilog : <ven’tır’log> : Karnından konuşan, başkalarının sözlerini, ağzını açmadan aynı tonda
tekrarlayabilen hünerli kimse
“Naruz’un sabrının nedeninin sezgiyle doğru olarak oranlayabilen Balthazar’ın aklına kışkırtıcı bir
düşünce geldi: ‘Sesimi Clea’nın sesine benzetebilirim - nereden bilecek? Onun sesiyle söyleyeceğim birkaç söz
onu avutur.’ Birinci sınıf bir vantrilog ve mimciydi. Ama bu ses başka bir ses karşılık verdi: ‘Hayır. Ne kadar acı
olursa olsun, insan bir yazgıya yalanlarla burnunu sokmamalı.’ ”
(L. Durrell, “Mauntolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:341-2)
Vapur bacası gibi sigara içmek : Günde paketlerce sigara içmek; ‘Baca gibi tütmek’; 1940’larda, yatılı
olarak, ahşap, her an yangın çıkabilecek leyli meccani yatakhanelerinde kaçamak sigara içen gençlerle
aramızda alay ya da şaka konusu olurdu; mamafih o günlerde okulda, özellikle yatakhanede sigara içenlerin
derhal kayıtları silinirdi
“Ben, bazı bazı, insan gibi, akıllı uslu konuşabilirim; ama babam uluyor, kişniyor ve şarkı söylüyordu ;
ağzından pek seyrek, insanca bir söz çıkardı. Bütün tutkunluklar vardı onda, ama hepsini kılıçla kesti attı. Vapur
bacası gibi sigara içerdi. ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:288)
war : -isim- Savaş, harb, muharebe; mücadele, askerlik; <vor>: war baby: harbde doğan çocuk, savaş
çocuğu;war bride : harb gelini; war chest : savaş dolayısıyla ihtiyaç için geride ekstra toplanan para; war
cloud : harb bulutu, harbin geleceğine işaret olan bulut; war cry : harb narası; war dance : ilkel kabilelerde
savaşa başlamadan önce yapılan başlangıç raksı; War Department : Milli Savunma; war god : harb mabudu;
war horse : harb atı; harbci adam; war loan : savaş dolayısyla borçlanma; war of nerves : sinir harbi; war
paint : savaş dolayısıyla yerlilerin yüzüne sürdükleri boya; -Argo-slang-: en iyi elbise ya da süs; warpath :
Amerikan yerlilerinin savaşa giderken seçtikleri yol; warship : savaş gemisi; war to the knife : sonuna kadar
savaş; war whoop : savaş narası; warworn : savaş yordunu; be at war : savaşta ol!; civil war : iç savaş;
declare war on : savaş ilanı; drift into war : savaşa sürüklenmiş, çekilmiş; has been in the wars : çok
savaşlar görmüş; man-of-wars : savaş gemisi; private war : şahıslar arasında cenkleşme; the dogs of war :
savaş afetleri; tug-of-war, wage war with : biri ile savaş halinde olmak
(Yeni Redhouse Lügatı)
Vara yoğa : Konusu ne olursa olsun hiç düşünmeden, uslamlamadan (Çıkışmak, gülmek, kavga etmek,
0saldırmak, tartışmak vb.)
“DÖRDÜNCÜ PERDE -... Kleopatra bir kapının önündeki koltukta, ötekiler yerdedir. Kleopatra’nın
kadınları hep gençtir. En sevdiği nedimeleri Charmian ile Iras, dikkati çeker. Charmian ince yüzlü, yüz çizgileri
keskin, teni pişmiş toprak renginde, elleri ayakları düzgün ve zarif, hareketli, cin gibi bir kızdır. Iras tombul, iyi
huylu, biraz saf, gür kızıl saçlı, vara yoğa gülmeye hazır bir yaratık.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:113)
“Öyle yumuşak gülümsüyorlar ve öyle güven veren bakışlarla bakıyorlardı ki, Efsun çok utandı.
Ağlamaya başladı.
-Çocuk işte... dedi içlerinden biri, vara yoğa ağlıyor.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:74-5)
Vardakosta : ‘Varda,Vardiya’ (nöbet, gözetleme, uyarma) ve ‘kosta’ (Coast-kıyı) sözcüklerinden oluşmuş
bileşik bir kelime: Kıyıları gözleyen muhafaza gemileri; Şık, iyi giyi nmiş, iri kadın
“Tavan arasında, Gordon’unkine bitişik odada uzun boylu, vardakosta bir ihtiyar kadın oturmaktaydı;
biraz kafadan kontaktı ve yüzü, genellikle kirden bir zenci yüzü gibi simsiyahtı. O kiri nerden bulduğunu asla
anlayamıyordu Gordon.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233)
Vardıya (vardiya, vardiye) : Gemilerde, hastanelerde ve benzeri yerlerde tutulan genellikle sekizer ya da on
ikişer saatlik nöbetler, posta, rotasyon, şift
“Deborah bir süre koğuşta aylak aylak gezindi. Vardiya değişimi yapılırken, kısa bir süre yalnız kalmak
amacıyla banyoya girmek için izin istedi. Banyonun içindeki kalorifer sönüktü, ama Deborah alışkanlıkla eski
radyatöre doğru gidip üzerine oturdu.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:207)
“KEENEY, ona kulak asmayarak. - Tayfa güzellikle iş başı edecek mi? Yoksa zor mu kullanacağız?
YARDIMCI KAPTAN - Kendi istekleriyle çalışacaklar..... Şimdi hepsi kuzu gibi yumuşak...
KEENEY - Öyle ise hemen iş başı et... İki vardiyayı birden... (Korkunç bir azim ve inatla.) Şu buz
sahrasının ötesinde sürülerle balina var... Onları ele geçireceğiz.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:36)
“ ‘Bay Teal bu akşam gelmedi,’ diye açıkladı Longfellow. ‘Belki de hastalanmıştır,’ diye ekledi hemen.
‘Sanmam,’ dedi Fields moral bozukluğuyla. ‘Kayıtlara göre Teal dört aydır tek bir vardıya bile
kaçırmamış. Zavallı çocuğun başını belaya soktum Holmes. Hem de o kadar sadık birini.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:399)
Var gücüyle : Tüm kuvvetiyle, olanca gücüyle
Bk.: Var kuvvetiyle
“Onu nazik ama kayıtsız dinlediğim zamanlar, beni kendisine inandırmak için var gücü ile çabalayan
bacanağım, şimdi sesimin kısılmasından kuşkulanmış, bunda gerçek bir içtenlik belirtisi bularak korkmuştu.
Etkisi, insanın yalancılığıdır çünkü. Bunları konuşurken ben, bir an önce yeryüzüne çıkmak istiyordum.
-‘Kuzum sana ne oluyor bu akşam,’ dedi. ‘Giderayak konuşulacak şeyler mi bunlar, kapı önünde? Bir
boş vaktinde gel.’ ”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:55)
“... Yangın vaaar!.. Bütün bedenimde bir ürperti, yatağım sarsılıyor, ben de içinde tir tir titriyorum.
Yangın var! Dum, dum, dum!.. Yatağımdan doğrulmuş, kulak kesilmişim, var gücümle dinliyorum.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:13)
“Bağırıp çağıranlar mı arasın, şaşkınlıktan donakalanlar mı arasın? Tartarin de kaldırıyor başını, bir de
bakıyor ki: deve! Deve efendim, deve, trenin ardından var gücüyle koşup duran, trenle atbaşı giden başa çıkılmaz
deve! Tartarin’in birdenbire keyfi kaçtı. Gözlerini kapayarak köşeye büzüldü.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136)
“Çabucak yerine atlayarak hayvanları, evinin önüne varıncaya kadar, var güçleriyle koşturdu. Çünkü
şeytanın oyununa gelmiş olmaktan başka bir şey düşünemiyordu ve aklını başına toplamazsa yaşamının
tehlikeye gireceğini sanıyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:119)
“İçini ateş basmıştı. Buzdolabından soğuk su almak için yerinden kalkıp mutfağa yöneldi. Tezgahın
üzerinde kurumaya bıraktığı ‘Leonardo’ bardaklarından aldı eline, birdenbire durdu, bir süre dalgın gözlerle
evirip çevirdiği bardağı var gücüyle duvara fırlattı. Bardağın duvarda tuzla buz oluşunu, mutfak karoları üzerine
saçılışını seyrederken bir çocuk gibi bütün vücuduyla ve yüksek sesle ağlamaya başladı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:63)
“Lucien anlamak için işi ciddi tutuyordu, ama pek çok şeyi yakalayamıyordu ve şaşırmıştı, çünkü
Rimbaud oğlancıydı. Bunu Bergere’e söyledi; Bergere katıla katıla gülerek ‘Niçin şaştın, dostum?’ dedi. Lucien
çok sıkılmıştı. Kızardı ve bir dakika süresince var gücüyle Bergere’den nefret etti.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:181)
“Opladen’deki bölük komutanlarının babaları hep Protestan ‘Bayer’ kimyagerlerinin oğulları olurlardı.
Ama Bay Tronkenburg, Doğu Almanya’dan gelmişti bize. Aksansız konuşan bir Saksonyalı. Eğer aksanı varsa,
o da Ren aksanıydı. Bunu hemen bir küstahlık saydım. Aileden gelen Ren aksanını aslında hiç kullanmasam da,
var gücümle giriştim, ona gösterdim. Taklitçiliğini yüzüne vurmak için. Farkına bile varmadı.”
(M. Walser, “Fink’in Savaşı”, sa:10)
Var hızınla : Tüm gücüyle, alabildiğine hızlı, son süratle
“SOĞUK BOĞAZLAR
Telgraf çekeceksin dünkü postayla
Bildireceksin kırlangıçlarla öldüğümüzü
Postacı, kederli postacı, koltuğunun altında bir tabut
Götür mektubumu çiçeklere var hızınla”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:25)
Varı(m) yoğu(m) : Eldekilerin tüm mevcudu, maddi manevi mülkiyet
“Bu başladığı tümceyi bitirmeden:
-Hani İlkçağ sanatçılarının söyledikleri gibi; ölüler dünyasına gidip seni ta oralarda arayacağım, dedi.
Venüs nerede yaşıyor acaba? Onu o denli aradık, ama güzelliklerine parça parça rastladık; işte hepsi bu...
Kendisinde tanrılık olan o kusursuz, tam doğayı, yani ülküsel olanı bir an görebilmek için varımı yoğumu
vermeye hazırım. Ey gökten inen güzellik! Doğar doğmaz Orpheus gibi ben de sanatın cehennemine inip oradan
yaşamı getireceğim.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31)
“Pansiyonlarda kaldığım sürece dikiş dikerek kızımı aramayı sürdürdüm ve bekledim. Bekledim. Ama
kızımdan hiç bir haber alamadım. Sonunda umudumu yitirerek ve varımı yoğumu tüketerek Lizbon’a gitmek
üzere yola çıkan bir ticaret gemisine bindim.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:11)
“Evet, ‘dörtnala’ yol almak gerekiyordu ama meteliksizdi; daha doğrusu varı yoğu iki yirmi kapeklikten
ibaretti!..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:19)
“Sediola ismini verdikleri tek kişilik bir araba ile Vicenza’dan (Padua) buraya dört saatte geldim. Bütün
varım yoğum da beraber.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:78)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
--------------------------Böyle dedi dümenci, ama kaptan azarladı onu
sövgülerle:
‘Çılgın mısın be adam, gözle rüzgarı ve yardım et
yelkenlerin açılmasına. Bizimle kalacak o.
Ya Mısır’a ya Kypros’a ya da Hyberborenlere gidiyor,
belki de daha uzaklara. Ama konuşacak sonunda,
verecek adlarını bir bir dostlarının varı yoğu ne?
kardeşleri kim? Onu kader yolladı bize.’ ”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:100-1)
“Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina’nın dilini Roma’nın dilinden daha yararlı görmüş. Önemli
konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero’dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz’miş. Gençliğinde varını
yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader birliği
etmiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15)
“Hatta onlardan biri olan, hastaneden topal olarak çıkan, evde yiyecek lokması olmayan Tina bile, vara
yoğa gülüyordu ve bir akşam ötekilerin peşinden koşarken, uyumanın eğlenceyi çalan bir sersemlik olduğunu
söyleyerek, oracıkta durup ağlamaya başlamıştı.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:7)
“FEDYA - Yokum. Ben bir ölüyüm. (Artemiyev masalarına iyice eğilerek onları dinler.) Dinleyin,
size şunu söyleyebilirim. Çok oldu... Benim asıl adımı da bilmezsin. Olay şöyle oldu: karıma çok eziyet
ediyordum. Bütün varımı yoğumu yedim çekilmez oldum. O vakit onu koruyacak biri çıktı...”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:134)
Varını yoğunu (Varlarını yoklarını) satıp savmak (vermek) : Şartlar altında, tüm varlığını elden çıkarmak
“GIACINTA - Başımın belası, hep böyle kafasızca işler yaparsın. Çok merak ediyorum, geri çevirip
almadığın şu mektubu görmek için varımı yoğumu verirdim.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:73)
“BİRİCİ KİŞİ - (KONUŞMACI’nın çevresindeki üç kişiden biri.) Hastalık varsa, bu kimsenin suçu
değil.
KONUŞMACI - Bu yüzde yüz böyledir demiyorum..... Kimin işine yarıyor bu kadar ölü? Bunun
kimin işine yaradığını aramak gerek.
İKİNCİ KİŞİ - Kimsenin işine yaramıyor, çünkü ölenlerin varlarını yoklarını yakıyorlar.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:212)
“Önemli konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero’dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz’miş.
Gençliğinde varını yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo
Vespucci ile kader birliği etmiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15)
“Evleneceksin. Yoksa lanetlerim seni. Varımı yoğumu <Tanrı hakkı için!> satıp savar, har vurup
harman savurur, kıymık bırakmam sana!.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:174)
“Tatlı hırsız, yine de bağışlarım suçunu
Sen varımı yoğumu aşırsan bile benden;
Oysa daha acıdır, sevenler bilir bunu,
Sevginin haksızlığı nefretin sillesinden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:40, sa:121)
Varil tip : Aşırı şişman, şişko (Argo)
“Yok, aşırı şişmanlardan değilim, hani o göbeği dizlerine inenlerden. Biraz iri yapılıyım, hepsi bu; yani
biraz, hani varil tip derler ya, öyle. Hani şişman, sevimli, hareketli tipler vardırr, partilerin gözbebeğidirler, işte
onlardan. ‘Şişko’ derler bana, Şişko Bowling.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:8)
Variole : (FR.,TIP) <va’riyol> : Çiçek hastalığı
Varium et mutabile semper femina : (LAT.,CİNS.,KOLL.) <var’ium et muta’bile sem’per femi’na) : Kadın
değişken ve ‘oynak’ bir mahluktur = Woman is a changeable and fickle thing (VERGIL, Aeneid, IV, 59)
Var kuvvetiyle çalışmak : Tüm gücüyle, olabildiğince gücüyle çalışmak
“Biri çok sarışın, narin bir adamdı. Öteki uzun boylu, esmer ve sıska... Bir tanesi kısa boylu, kalın
enseli ve zaman zaman birdenbire kızacağı yerde sararan bir şişman. Dördüncüsü ise her gün tesadüf edilen
hamallar gibi sıradan, hiç kuvvetli gözükmediği halde yorulmaz birisi. Şimdi bu dört amele var kuvvetleriyle
çalışıyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:12)
Varla yok arası : Varlığı ya da yokluğu belirsiz, az belirli, az farkedilir
“Uzunca bir dönem, Ernest’in uzak bir tanıdığı, Mösyö Antoine diye biri, başına hep koyu renkli bir
melon şapka giyip boynuna da gömleğinin içinen kareli bir mendil bağlayan, Malta kökenli, pazarda balık satan,
eli yüzü düzgün, ince uzun bir adam, düzenli olarak, akşamları yemekten önce eve gelmişti. Daha sonra,
düşününce, Jacques önceleri dikkatini çekmeyen bir şeyi, annesinin azıcık daha şık giyindiğini, açık renk
önlükler taktığını, hatta yanaklarında varla yok arası bir allık göründüğünü ayrımsamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:101-2)
var let : (eski: KOLL.,TAR.,İNG.) <vor let> : Şövalye uşağı, iç oğlan
Varmak : Evlenmek; Bir yere ulaşmak; Kaderine razı olmak; Tahayyül etmek, düşünmek
“Caddeye vardık. Cadde asfalttı. Işık içinde idi. Yerler ıslaktı. Yağmur kesilmişti.
-Yağmur yağmış, dedim kendi kendime.
Onları kaybetmiştim. Bir sinemanın gişesinde buldum. O kapıda bekliyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yalnızlığın Yarattığı İnsan”, sa:20)
“Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki zaman, ağır ağır
bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu..... Çoğumuz evlenmiştik. Birbirimizi liseden beri bırakmayan
dört arkadaş hepimiz birer kız almıştık. Aynı mahallede oturuyorduk, aynı yolları tepiyor, evimize varıyor; aynı
kadını her akşam daha fazla sevmeye çalışıyorduk.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:11)
“Yavaşça kravatını taktı. Ceketini giydi, dışarıda bir kasket buldu. Kulaklarına kadar geçirdi. Sokağa
fırladı. Büyük şehre yarın üçe doğru varacak. O zamana kadar yıl var. Bir üçüncü mevkiin tahtasına dayandı.
Gözünü kapadı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Bekar”, sa:92)
“Biraz düşündü, kararsız, fakat ciddi bir sesle dedi ki:
-Darılma ama, azıcık da Vehbi Efendi’ye varırsın diye korkuyordum. Mübarek adam, bana öteki gibi
değil. Bir türlü yüz göz olamıyorum.
-Seni yüzsüz Amca seni. Ben Vehbi Dede’nin pabucu olamam. Hem her sevdiğim adama varmaya
kalksam, sana da nikah olurdum.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
“REQUİEM V
-------------Ne kadar zaman bekleyeceğim idamını?
Yalnız toza batmış çiçekler var,
Bir de buhurdanların titremeleri ve izler
Bir yerlerde, hiçbir yere varmayan,
Ve gözlerime bakıyor dimdik
Eli kulağında bir ölümün gözdağıyla,
Koskocaman bir yıldız.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:83)
“FENERLER
--------------Şurası gerçek ki, Tanrım, onurumuzdan,
Verebildiğimiz en iyi kanıt, bu tutkun
Hıçkırıktır hep, çağdan çağa akaduran,
Varır, kıyısında diner sonsuzluğunun!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39)
“Dediler ki: ‘Varalım kaymakama, anlatalım. Anlamazsa savcıya anlatalım. O da anlamazsa dönüp
gelelim. Köyün bir delisi var eyi kötü. Bir tüfek doldurup verelim eline: Böyle böyle Delioğlan, muhtar olacak
soysuzdan zar ağladık, al şu tüfeği dom!”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99)
“Horozlar, gürültülü bir cümbüş ile ötüyorlardı. Vardı, karısının başucuna dikildi: ‘Haççaa!’ dedi.
Haçça içini çekti. Döndü. Gözünü açamadı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:50)
“Ortadan, yaz-kış bir çay akardı. Çay, Durupınar köyünden çıkar, Erikbeli’nden, Damalı’dan,
Sümbüllü’den geçer, varıp göle dökülürdü. Bazı uslu akar, bazı deli; bazı da iyice taşardı. Yanında yakınında ne
var, ne yoksa, siler süpürürdü.”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:7)
“Londra limanına vardığımız gece, Smithson Firması görkemli bir karşılama düzenlemişti. Başkan,
başkan yardımcısı, tarım bakanı, tüm botanik fakültesi ve üniversitenin zooloji bölümü ilişkinleri, eşleriyle
oradaydılar. Beyaz ve pembe iç eteklikleri denizanaları gibi uçuşuyor, şemsiyeler fırıl fırıl dönüyordu.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:49)
“Ertesi sabah gazete gönül maceramızın başarısız olduğunu yazdı. Uçağa binip New Orleans’a
uçmuştum. Eşyalarımı toparlayıp otobüs terminaline doğru yürüdüm. New Orleans’a vardım, yasal bir oda tutup
vakit öldürdüm.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:36)
“... yirmi dört saatlik bir yoldan sonra, bitkin, Palermo’ya ya da Siraküza’ya varsalar bile, varana dek
yine gizlenecek bu kollar, ama oraya ayak basar basmaz ister sabah ister akşam insinler, Claude’un
tablolarındaki gibi pul pul ışıltılı derinlikleri yeşil ve menekşe moru, görkemli bir denize kavuşacaklar, mis gibi
kokan havayı içlerine çektiklerinde öylesine serinlemiş ve rahatlamış olacaklar ki...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:122)
“Mersault, alandan Zagreus’un villasına inen yola koyulmadan önce bir an durdu. Eşiğe gelince yeniden
durdu ve eldivenlerini giydi. Sakat adamın aralık tutuğu kapıyı açtı ve rastgele kapattı. Koridorda ilerledi, soldan
üçüncü kapının önüne varınca kapıyı çaldı, içeri girdi. Zagreus oradaydı.”
(A. Camus, “Mutlu Ölüm”, sa:23)
“Yoksul olmasına yoksul görünüyordu gerçi; ama istemesini de biliyor muydu bakalım? Bunu
düşünmüyordu bile. O halde varsın, açlıktan ölsündü. Bakalım nice olacaktı hali hali Therese’nin yufka
yürekliliği son bulduğunda! Toprağı bol olsun, Therese’nin anası zaten açlıktan ölmüştü; şimdi de kocası o yolun
yolcusuydu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:200)
“Perşembe günü gelip çatınca, arabaya atlayıp yola düştük. Ama geç kalmıştık; surların önünde sere
serpe uzanmış yatan geniş alana varmamız öğleyi bulmuştu. Alan boştu adeta.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“İbni Hamit yola çıktı. Rüzgarlae onu Afrika kıyılarına ulaştırdı. Oraya vardığı anda annesi son
soluğunu vermişti. Tabutuna kapanarak ağladı. Aylar geçti. Yurdundan uzak kalan İbni Sirca, kimi zaman
Kartaca yıkıntıları arasında dolaşarak, kimi zaman Saint Louis’nin mezarının üzerine oturarak Gırnata’ya
gideceği günü bekledi.”
(F.R. de Chateaubriand, “Son İbni Sirac’ın Serüvenleri”, sa:45)
“Kapıyı vurup bekledim. Bir daha vurdum, ama yanıt gelmedi. Üçüncü kez vurdum, yine ses seda
yoktu. Hem şaşırmış, hem de kaygıya kapılmıştım. Karım oraya tam o gün varmam gerektiğini söylemişti; bu
kez sesleneyim dedim, ama yine yanıt alamadım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:31)
“Lokantaya varırlar. Yağmur çiselemektedir. Teresa onları kapıya bırakır ve arabayı park etmeye gider.
Bir an kaldırımda baş başa kalırlar. ‘Hala kaçabiliriz,’ der oğul. ‘Çok geç değil daha, bir taksi çağırır otele
gideriz, eşyalarımızı alıp devam edersek sekiz buçuk gibi havaalanında oluruz, ilk uçağa atlar döneriz.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:15)
“Araba istasyondan çıktığında hava kararmaya yüz tutmuştu. Sağ yanda uçsuz bucaksız, koyu renk bir
ova uzanıyordu. Soğuktan kaskatı donmuş bir ova... Eğer bu düzlükte durmadan gidilirse varıp varacağın yer
cehennemdi herhalde.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133)
“-Mitka onunla evlenmek istiyor, evlenmek!
-Kız varmaz ki ona.
-Varmaz varmaz, dünyada varmaz!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:217)
“Ama, sırta varır varmaz, farklı bir manzara gördü, sanki tüm çevrede, tepede ve diğer vadilerde, hava
pırıl pırılmış da, yalnız önündeki ova yoğun bir sisle, hani şu ara sıra yolda karşına çıkan ve çevreni sarınca
hiçbir şey göremediğin, sonra geldiği gibi giden gri yığınlarla kaplanmış gibiydi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:163)
“Gene de, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bu yazıda sergilenen düşünceler geçerli olmak zorundadır.
Hatta, savaşın ‘yararlı’ sonuçlara ulaşılmasını sağlaması durumunda daha da geçerli olmak zorundadır; çünkü
böyle bir sonuç, insanların, belirli durumlarda, savaşın makul bir olasılık olduğu kanısına varmalarına yol
açabilir. Oysa, böyle bir görüşü reddetmek zorundayız.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:13)
“Bunlar gerçekten mutlu aylardı. Şafakta Howrah-Madras ekspresine biner ve kahvaltıdan önce varmış
olurdum. Sömürgelerde yolculuğu her zaman sevmişimdir ve Hindistan’da birinci sınıf yolculuk yapmak hazza
doğru gerçek bir gezintidir.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:11)
“Başım alıp gitmem nereye varsam
Varsam da bir zaman eğlenüp kalsam
Gülgun dudakların ağzıma alsam
Akar leblerinden balı yosmanın”
(Gülgun: Gül renkli; Leb: Dudak)
(Erzurumlu Emrah-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:606)
“Pavel, Arnost’a karşı, onun da kendisine karşı olduğu kadarr, dürüst davranıyordu.
Arnost: ‘Ben onu, senin sevdiğinden daha çok seviyorum,’ dedi.
Pavel de: ‘Ama o bana varırsa, senin bu fazla sevginin ne önemi kalır? Bir dahaya kıza bunu
soracağım, artık ben de mutlu olmak istiyorum.’ dedi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:250)
“Sizin İstanbul şehrinin şehir denizlerindeki balıklar bunlardan mı kuruludur, deyiver bana. İstanbullu
olmasan da yine soracaktım. Almanın gavurları da buralara vardığında onlara da sorup dururum denizlerini.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:10)
“Paris’e vardığımızın ertesi günü Alissa’dan şu mektubu aldım:
‘Sevgili Jerome,
‘Teklif ettiğin şeyi çok düşündüm. Sana göre çok yaşlı olmam beni korkutuyor. Bunu şimdi belki fark
edemiyorum. Zira henüz kadınlarla tanışmaya fırsat bulamadım.’ ”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:37)
“MARLOW - Evlenemem….. evlenmeden önce yapılması gereken kurların bütün korkularını,
sıkıntılarını geçirmek, o sırada halalar, büyük anneler, kuzenlar arasında bulunmak, en sonra da hanımefendiye
damdan düşer gibi ‘Bana varır mısınız?’ sorusunu fırlatmak.. yok, yok.. gerçeği söylüyorum George, bu benim
harcım değil.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:37)
“Yavaş sesle bir şarkı mırıldanıyor, iskemleye dayadığı ayağıyla da tempo tutuyordu. Yanına varınca
beni yukardan aşağı bir süzdü. Ürkekliğim bir kat daha arttı. ‘Küçük hanım,’ diye söze başladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:44)
“Baron’un şatosuna bir halk ozanının ayak atması ne müthiş bir olaydı, varın siz düşünün! Böyle bir
gün, tarihe üstü yaldızlı, kabartmalı, süslü püslü harflerle geçmeliydi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:261)
“İçerdiği olanakların bilincine Boncuk Oyunu’nun bir çırpıda varması, dolayısıyla evrensel bir kültürü
geliştirebilecek bir düzeyi oluşturması tek bir kişinin eseridir ve bu kişi oyunda böyle bir ilerlemeyi yine müzikle
kurulan bağlantı sayesinde gerçekleştirmiştir.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:35)
“... El ele tutuşmuş, ırmak aşağı gidiyorduk, o bana sen diyordu. O akşam her şey benim gözüme yine
ümitsiz, imkansız göründü; kendimi abuk sabuk planlar yapan, gözleri yıldızlarda biri gibi gördüm. Yine de
uykuya varmadan önce, başında otlamakta olan iki karaca resmi bulunan o güzelim pipomu yaktım ve saat
onbiri geçene kadar Wilhelm Meister’i okudum.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:59)
“Günümüzde papaz, düzenli bir şekilde ilerleyip, Kral olmaya kadar varan tek insandır. Hem de ne
kral! Krallar kralı. Onun için, bir ilahiyat okulunun nasıl bir tutkular fidanlığı olduğunu varın bir düşünün!” .....
“Odasına giden merdiveni çıktı. Yukarı vardığında, şamdanını merdivenin son basamağına bırakarak sessizce
kapısını açtı, gidip el yordamıyla penceresini ve kepengini kapattı, sonra dönüp şamdanını aldı ve odasına girdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:95;476)
“Gemi yolcuları sandallara ve denize metelikler atıyor. Denizde yüzücüler kaynaşıyor. Ağızları metelik
dolu bu insanlar lireti atacak eli gözlüyor, para daha dibe varmadan ok gibi dalarak, düşen bir yaprak gibi
inerken, parayı yarı yolda yakalıyorlar.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:102)
“Sereth Irmağının yatağı, doymak bilmez Tuna’ya yaşamını bağışladığı yere varmadan biraz önce,
İbrail’le Galatz arasında uzanan geniş ve verimli bir ovaya dönüşür. ‘Irmakağızlar’ denen yöre halkının burayı
bir baştan bir başa geçmek için, arabayla iki saat yol alması gerekir, öylesine geniştir işte.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5)
“Testinin boğazından su, bir hıçkırık sesiyle akıyor.
-Emine, görüyorum ki halinden hiç memnun değilsin. Bana varsaydın, seni başımın üstünde taşırdım.
Seni böyle çalıştırmazdım. Bir dediğini iki etmezdim.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:169)
“... babasının ağırlaştığı bir gece ilaç almak için, yabancı askerlerin sarhoş olup yıkıldıkları sokaklardan
adam geçirmedikleri Senegal’li askerlerin söylentilerine göre genelevlerin birinde bir kadının göğüslerini ısırıp
kopardıkları kadını öldürdükleri günlerde tanıdık bir eczacının evine gözünü kırpmadan giden anamın o adama
varışını hala anlayamıyorum.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:100)
“... Aşık vardı, Yusufa eğilip eğilip baktı:
-‘Hösük,’ dedi, ‘Yusuf kötü. Boynu düşmüş... Allah bilir ya... Keşke memlekete yetişse de çoluk
çocuğun yanında...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:47)
“Kafaları buldukları sırada asılmıştı kıza yarı şaka:
-Bana varır mısın kız?
Kırıtmıştı:
-Neden varmıyayım?
İdris’e dönmüştü:
-Duydun mu bastıbacak?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:278)
“BROWN SİYAH’SA
<Rap Brown için>
-------------------Artık oyun bitti,
demiştik, değil mi?
vardığımız anda biz, yolun sonuna
pislikler doğruluyorlar alevlerden, demiyor
muyum?”
(Keorapetse Kgositsile<d.1938>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.09.07)
“AYI
2
----Ve o gözden kaybolduğunda
Çıkarım ayıların yolu üstüne,
başıboş gezinerek çevrede
varana dek ilk, belirsiz, koyu
kan izlerine toprağın üstünde”
(Galway Kinnell<d.1927>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.07.04)
“EVE -... Sen bana, ‘Eve, bana varır mısın?’ diye sorduğun zaman elimi eline verdim mi? ‘Evet!’
demedim mi?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:55)
“Acayipliğe bak, bir Rolls-Royce’un arka kanepesinde Hanımeli içiyorsun. Biz, Dundee’den Perth’e her nedense- ana yollardan gitme yerine arka yolları yeğleyerek Perth’in dış varoşlarında bir yer olan Murthly’ye
vardık. Kapıda bizi iri yarı bir hastabakıcı karşıladı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:39)
“Eve vardığımda bavulu hemen açmadım. Kafam allak bullaktı, karışıktı; bu yüzden de hemen bir
düzen kurmam gerekiyordu. Doğruca mahallenin kırtasiyecisine koştum, kaba bir tahmin yaparak irili ufaklı
dosyalar, zarflar, albümler, etiketler satın aldım.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:39)
“... tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp
suyunu çıkarıırdı. Asla ceza vermezdi, çünkü evinin avlusu, vadiden tutun da belediyedeki en küçük şarlatana
varana kadar tüm yerel yöneticilerin cennetiydi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
“Kuruntularımdan ve aldığım karardan söz etmeyi düşünüyordum ama hiçbir şey söylemedim; çünkü
onu yeniden görmeye geleceğime söz vermiştim; denizciliği bırakmaya karar verdiğimi söyleseydim verdiğim
sözün bir anlamı kalmayacaktı. Bu kararımı tek bilen kişi, yakın dostum Ramon Herrera’ydı. O da Cartanega’ya
varır varmaz Donanmadan ayrılmayı düşündüğünü söyledi bana.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:19)
“Kocakarı masalı muşmulaya, üveze, keçiboynuzuna filan benzemek şöyle dursun şekerdir şeker!
Şimdiki yeni yazarların tumturaklı, kahkahalı başlıklar ile yazdıkları roman ve hikayelerin yani masalların
hiçbirisi kocakarı masalları derecesine varamamıştır.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:26)
“Tatlı, huzur veren bir serinlik vardı havada. Belli, güzel bir gün olacaktı. Usulca yerinden kalktı. Kara
henüz görünmüyordu. Ama bu rüzgar, bu koku, karadan çok uzakta olmadıklarını söylüyordu ona, öğleye
kalmadan varırlardı belki; ya da en geç öğle sırasında.”
(M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:7)
“LAVINIA - Hayır, teşekkür ederim, Seth. Peter’i bekliyorum..... Mannon’larla o kadar uzun zaman
beraber bulundum ki... Büyük babamın ölüm ve kin mabedi olarak yaptırdığı bu evde huzur bulunmadığını sen
de biliyorsun.
SETH (Boş bulunarak ağzından kaçırır.) - Sakın sen burada yaşayayım deme, Vinnie. Peter’e var da,
yakayı kurtar.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:308-9)
“İŞİYLE BAŞ BAŞA
Bütün gece, çılgın gibi, acımadan mahmuzlayarak
sağrısını
dörtnala sürdü atını. Bekliyorlar, diyordu; kuşkusuz
işi aceleydi. Gün doğarken vardığında,
kimseler beklemiyordu, bekleyen kimse yoktu.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-tanıklıklar”, sa:130)
“Ah, varacağım sonu önceden nasıl anlayabilirdim; beni pençesine aldığını bugün bile anlayamıyorum.
Hiç değişmeyen, hala ne idiyse o olan benim, bir gün gelip bir canavar, zehir saçan bir adam, bir katil
sayılacağımı, insanoğlunun nefret ettiği ayak takımının oyuncağı olacağımı,..... bütün bu kuşağın söz birliğiyle
beni diri diri gömmekten hoşlanacağını kestirmeye sağduyum izin verir miydi?”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“Hacı Durmuş, öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi gerektiğini
anlattı. Ama Kezban, soğukkanlılıkla:
‘Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam,’ dedi.
‘Hangi hükümete kızım?’
‘Kasabadaki!’ ”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:59)
“PETRUCHIO - Bu halimle, olduğum gibi gideceğim elbette; bırakalım artık şu lakırdıları bir tarafa; o
bana varıyor, sırtımdaki giysilere değil. Onun bende çürüteceği şeyleri sonradan tamir edebileceğimi bilsen, bu
çürük çarık şeyleri değiştirirdim, bu Kate için de iyi olurdu benim için de.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:72-3)
“Var nefret et, aşkım, ben seni apaçık gördüm:
Sen ancak görenleri seversin, bense körüm.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:149, sa:339)
“ELLIE -... Çok yaşlı, çok zengin bir adamla evlenmek isterdim. Sizinle evlenmek isterdim. Mangan’a
varacağıma size varırım seve seve. Çok zengin misiniz?
KAPTAN - Hayır. Elden ağıza yaşıyorum.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:108)
“SEZAR - Ben büyülerle, efsunlarla mı durdurdum hepinizi? Düne kadar benimle ne kavgaları vardı
ki, üstüme varmak için hayatlarını tehlikeye atsınlar? Ama bugün kahramanlarını öldürüp kafalarına fırlattık.
Şimdi bu cinayet yuvasını dağıtmak için canını dişine taktı her Mısırlı. Evet, bizler caniyiz, başka bir halt değil.’
”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:145)
“Fakat, yaz gelip Francesco Cenci, Roma’dan Petrella’ya yola çıktığı zaman, hareketi bildirecek olan
casus, ormandaki haydutlara çok geç haber verdi, onlar da yola inecek zamanı bulamadılar. Cenci, Petrella’ya
sağ salim vardı; haydutlar, şüpheli bir avı beklemekten yorularak kendi başlarına hırsızlık etmek için başka
taraflara gittiler.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:78)
“Trude parmağını kaldırdı. ‘Onu, ilerde de hiç bekletmeyeceksin, değil mi?
‘Kuşkusuz bekletmeyeceğim, Bayan Trude!’
‘Öyleyse git, çocuğum; eve varınca öteki insanlara beni anlat; beni bundan sonra artık unutmasınlar.
Şimdi gel! Seni geçireyim.’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:47)
“T K <1956>
---Sen ağzını ilave edince atlara
Birdenbire oluyor bu, şaşırıyoruz
Korkunç bir güzellik halkların havasında
Birden ötesine geçiyoruz varmak istediğimizden
Ayır ayırabilirsen, hangimiz kadın, hangimiz erkek.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:56)
“Çadır değil de, köyde bir yer buldum kendime. İnanılmaz şey ama, bembeyaz bir köye varıyorsun, adı
sanı bile yok, köy diyorlar o kadar, birkaç kırık dökük basamağı tırmandıktan sonra, dört tane eve bekçilik eden
yıkık yeldeğirmeninin duvarında, üzerinde bir okla bir tabela: Otel, 100 m.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:28)
“Ben İngilizlerin haklı olduklarını söylüyorum, dedi Pereira. Purosunu yakıp hesabı ödedi, sonra da
çıkıp matbaaya gitmek üzere bir taksiye bindi. Vardığında, dizgiciyi harıl harıl çalışır buldu.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:161)
“Düzen, düzensizlik, yaşam, ölüm, ışık, gölge. Varlığımın bilincine vardığım andan başlayarak bunu
düşünmekten başka bir şey gelmemişti elimden, hiç kimsenin yanıtlayamayacağı sorulara yoruyordum kafamı.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:12)
“... ensesinden kıskaç gibi parmaklarımla yakalayıp gözlerinden yaşlar gelinceye, soluğu kesilinceye
kadar emdirdim. Bu arada, ‘Baban ne iş yapıyor?’ diye bağırıyordum. ‘Ne iş yapıyor baban ha?’ Koşa koşa
kaçarken arkasından bağırdım: ‘Kimseye söylersen canına okurum.’ Ama söyledi işte, evine varır varmaz her
şeyi anlattı. Annesi babası anneme telefon ettiler. Annem telefonu hızla kapayıp üstüme yürüdü, ayakkabısının
tekiyle, süpürgenin sapıyla beni dövmeye başladı.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“Böylece iki araba aynı anda kalkıyor. Yolda kocaman bir kamyon devrilmiş, kenara çekmişler, ama
yerde bir yağ lekesi var. Tam o noktaya vardıklarında arabalardan biri çok hızlı gitmekte. Acaba yağ lekesi
hangi yönde?”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:7)
“Hiçbir şey düşünmüyorlar şimdi. Yorgun. Düşünceleri kağıt gibi, deniz gibi. Bahçe kapısına
vardıklarında bas bas bağırdı Can:
-Anne! Anne! Anne! Anne! Baba oğul bahçede soluk aldılar.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:19)
“Nataşa kızardı - Ben hiç kimseye varmak istemiyorum. Görür görmez kendim söyleyeceğim bunu ona.
Rostof:
-Bak hele! dedi.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:17-8)
“Kunduracı köye varınca önce kendisine borçlu olan köylülerden birinin yanına uğradı. Adam evde
değildi; kadın, kocasını hafta içinde yollayacağına söz verdi, ama para vermedi.. Kunduracı, başka bir köye
uğradı; adam, parası olmadığına yemin ediyordu.”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:17-8)
“PRENS -... Bu aşk yavaş yavaş, fakat gayet ciddi sarmış. Esasen mizacı buna uygundu. Kalbine bir
kez giren bir şey, artık bir daha çıkmaz. O, ondan başkasını sevemez, başkasıyla da asla mutlu olamaz.
ANNA DİMİTRİYEVNA - Halbuki Varya Kazanatseva, memnuniyetle Viktor’a varırdı, ne kız.
Hem de ne kadar seviyor oğlumu...”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:73)
“ ‘... Sonuçta hayvanlar bizim hatunun bahçesine girmişler, yeni diktiği sebzelerin hepsini ezmişler. Bir
hengamedir kopmuş. Bizim hanım durur mu, tavukları sopayla kovalayıp bir güzel pataklamış; ben eve
vardığımda iş çığrından çıkmıştı. Ben de balıklama daldım kavgaya. Sonunda karakola düştük.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:108)
“Rio-Sao Paulo yolunun kıyısına varmıştık. Yoldan her şey geçiyordu: Kamyonlar, otomobiller, at
arabaları, bisikletler.
‘Dikkat, Zezé! Bu diyeceğim çok önemli: Önce sağına, soluna bakacaksın. Sonra, haydi!’
Yolu koşarak geçtik.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:15)
“En azından, o civarda Mr. Taylor’la pazarlık etmeye kalkışmış br hanımın başına gelen buydu. Ama
tabii Miss Barrett parayı ödeyecekti. Bu yüzden eve varır varmaz kardeşi Henry’ye söyledi, Henri de o gün
öğleden sonra Mr. Taylor’ı görmeye gitti.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:69)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
--------------Akşam zar zor eve varmak üzereyken
kulağına gelir uzaktan birden
ağlayış sesleri, feryat ve figan
nedenini nasıl bilsin kaz kafan?
oysa
ki tahsildar, kralcı ahmak,
yine vurmuş köyü sıtmadan beter”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“Vardım ki yurdundan ayak götürmüş
Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş, meyler dökülmüş
Sakıyler meclisten çekmiş ayağı”
(Vardım ki: Gelip gördüm ki; Cam: Kadeh; Şikest olmak: Kırılmak;
Mey: İçki, şarap; Sakı(y): Mey dağıtan, şarapçı, meyhaneci)
(Bayburdlu Zihni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:469)
“Jean, tarlanın sonuna varınca yine durdu, aşağıya, Aigre ırmağı boyunca uzanan araziye bir göz attı;
otlaklar arasından akan bu hızlı ve duru suyun boyunca Cloyes yolu geçiyordu; bu yolda, o cumartesi, pazara
giden köylü arabaları vızır vızır işliyordu. Sonra, Jean, tekrar tarlanın üst başına doğru çıktı.”,
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:5)
VAROLUŞÇULUK : (FEL.) (ING.: existentialism; FR.: existentialisme, ALM.: existentialismus) : J.P.
Sartre, J. Kaspers, M. Heidegger ve G. Marcel gibi düşünürler tarafından savunulmuş ç a ğ d a ş f e l s e f e
“İnsanın v a r o l u ş u y l a doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle
vurgulayan, iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun n e s n e l e r d ü n y a s ı n a fırlatılmış
olan bir felsefi okul. S o y a ğ a c ı’nda iki temel parça vardır :
(1) T e o l o j i k ve l a i k olmak, kendi içinde bir geleneğe ayrılan parça :
a) i r a d e s a h i b i bir varlık (S. Kierkegaard), ve, b) F. Nietzsche’nin sunduğu: i r a d i b i r f a i l
o l a r a k, insana,verdiği önemle, seçkinleşmiş : e t i k g e l e n e k’tir;
(2) Temel parça : F e n o m e n o l o j i.
Bu, v a r o l u ş ç u f e l s e f e y e bir yöntem sağlar; insanın, dünya ile olan ilişkisine dair sistematik
bir açıklama için gerekli alt yapıyı tedarik eder.
V a r o l u ş ç u l u ğ u belirleyen temel özellik ve tavırlar :
(1) Egzistans ya da varoluş; hep t i k e l ve b i r e y s e l; yani,’benim’ ya da ‘senin’, veya ‘onun’
varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı ‘mutlak’ ya da ‘sonsuz’ bir töz’ün göstergesi olarak gören
her tür öğretiye, örn.: Tin, Akıl, Geist, Bilinç, İde, Ruh’un idealizm’lerine karşı çıkar;
(2) Varoluş, öncelikle bir v a r l ı k problemidir; bu çerçeve içinde her tür b i l i n ç’e, n e s n e l ve
a n a l i t i k yaklaşıma şiddetle karşı çıkar. Yerine; v a r l ı ğ ı n temel anlamıylla ilgili bir öğreti, belli bir
o n t o l o j i üzerinde yoğunlaşır;
(3) Epistemolojik açıdan, dünyanın, mutlak olarak nesnel bir tasvirinin olabileceğini yadsır. Dünya,
’v e r i l m i ş’ olup, onun varoluşundan ‘k u ş k u d u y m a y a g e r e k y o k t u r.’ (anlamı da!)
(4) Varlığa ilişkin araştırma , varolanın, aralrından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli
imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir: V a r o l u ş u n, Ö Z’den önce geldiğini öne sürer. Daha sonra,
kendini tanımlar, özğnü yaratır. O sadece bir şey - beden olarak varolmaz, fakat aynı zamanda ‘h i ç b i r ş ey’
= b i l i n ç ve b o ş l u k olarak varolur;
(5) Özünü oluşturma’da, insan, ‘şey’lerle ve diğer insanlarla i l i ş k i l e r yaratır; böylece Varoluş,
(dünyada varolmak ve seçimi sınırlama zorunluluklarıyla), t e k b e n c i l i ğ e ve e p i s t e m o l o j i k i d e a l i z m e taban tabana zıt bir felsefe akımı olmak zorundadır;
(6) Nesne’den yola çıkan, V a r l ı k l a i l g i l i d o ğ r u l a r a u l a ş m a y a ç a l ı ş a n
görüşlere karşı, şu şekilde hareket eden bir felsefeyi savunur: Ö z n e’den hareket eder ve ö z n e l doğruların,
gerçeklerini önemini vurgular; Felsefe’nin ‘varlık’ ve ‘tümeller’ gibi konularda uğraşıp n e s n e l l i ğ i a r a m
a s ı yerine, k o r k u’yu ‘yabancılaşma’ya; hiçlik duygusunu, insanlık halini alıp ö z n e l l i ğ e döner. Artık,
g e r ç e k, tümüyle ö z n el ’dir. Hiçbir s o y u t l a m a, varoluşunun gerçekliğini koruyamaz ve ifade edemez.
(7) Varoluşçuluk, h ü m a n i s t ya da a t e i s t boyutu içinde, ‘evren’in akılla anlaşılabilir olan bir
gelişme doğrultusu değildir. ÖZ’ü itibariyle saçma ve anlamsız olup, evren’in rasyonal bir tarafı yoktur, der.
E v r e m’e anlam, i n s a n tarafından verilir.
(8) Böyle bir e v r e n’de, insanın huzur bulduğu ahlak kuralları olmadığından; V a r o l u ş ç u l u k,
Ahlaki ilkelerin kendi eylemleri dışında başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan i n s a n tarafından
yaratıldığını savunur.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:975-6)
Varoluş (egzistansiyalistik felsefe- Varoluşçuluk) : Alman filozofu Husserl tarafından kurulmuş bir felsefi
düşünce şekli; Heidegger bunu, insanın varoluşuyla ilgili temel yapılar; düşüncenin genel geçer kategorilerine
karşıt olarak, insan varoluşuylla ilgili belirlenimler olarak ‘varoluş tarzları’yla ifade edilmiştir. Ona göre
Varoluşçuluk, dünya-içinde-olma, anlama, kaygı, korku türünden temel ve nesnel bir çerçeveye sığmayan
yaşantılarla ifadesini bulur. Edebi alanda Sartre, Kafka ve Camus, bu tür anlamın şaheserlerini lirik bir
şekilde sergilemişlerdir.
“Nesnelere bakarken bile onların varoluştuğunu düşünmekten ne kadar uzakmışım. Nesneleri bir süs,
bir çevre süsü olarak görüyordum. Onları elime alıyordum, araç niteliğindeydi, dirençlerini öngörmüyor
değildim, ne var ki bütün bunlar yüzeysel kalıyordu. Tutup bana varoluşun ne olduğunu sormaya kalksalardı,
düpedüz, ne olacak, hiçbir şey, nesnelere gerçek yapıları değiştirilmeden dıştan eklenen boş bir biçimdir deyip
geçerdim. Şimdi böyle mi: Birgün gün gibi apaçık beliriverdi. Varoluş, birdenbire üstündeki örtüyü kaldırıp attı,
zararsız soyut bir kategori olmaktan çıktı. Varoluş, nesnelerin mayası, hamuruydu, -örneğin- kestane ağacının bu
kökü varoluş içinde yoğrulmuştu….. Nesnelerin çeşitliliği, kendine özgülüğü yalnızca bir görünüş, kitleler,
bütün yumuşaklıkları, bütün çıplaklıklarıyle, bütün ayıp ve ürkütücü biçimleriyle çıkıvermişlerdir ortaya.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:171)
Varoş : Kentin dışındaki genellikle fakir, bakımsız, gecekondu muhiti
“BAY BAŞKAN, BIRAK BEBEKLER
ÖLSÜN
---------Vaiz adam! Mucize adam!
Defet kötü ruhları gövdemden!
Varoş bebekleri ölüyor AIDS’ten, koleradan
Çokuluslu ilaç şirketleri
Götürüyor milyarları pahalı ilaçlarla.
Vaiz adam! Mucize adam!
Def et ülkemin kafatasından şeytanı!
Varoş bebekleri ölüyor protein yetersizliğinden,
bir deri bir kemik kalmaktanZenginler, kanının son damlasını çekiyor
Ana Afrika’nın.”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“EZANİ AŞK ŞARKISI
-----------------------------Dümdüz bir çam ağacı gibi
gösterdim parmağımı Tanrı’ya
bir milyon yara izini sayan
düşlerimdeki
sonra varoşlarda bir yerde
bir Çocuk ağlıyor;
yazıyor bir kadın son isteğini
umutsuzluğun sayfalarına.”
(Umariuddin Don Mattera <d.1935>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.05.07)
Varsa... yoksa : Sanki başka hiç bir konu ya da sorun yokmuş gibi, sürekli bir surette; ne orada ne burada,
varsa ....yoksa...
“ALTINCI MİMOS - KADIN KADINA
----------------------METRO
Neyse, niye geldim ben sana? -Defolup git
ayak altından, seni dangalak! Yalnızca işitip
konuşur bunlar. Varsa yoksa aylaklık etsinler.-”
(Herodos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“Bizim arkadaşı artık, her gün, ikindiden sonra koydunuzsa bulun... Eskiden yaz akşamları, arasıra gittiği
harman yerine şimdi her akşam damlıyordu. Zavallı artık başka gezme yerlerini, civardaki başka bağları, bahçeleri, su
başlarını hep unutmuştu. Varsa Toskaların harman yeri, yoksa Toskaların harman yeri...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:18-9)
“BİRİNCİ KADIN Gülteeeen! Gülten! Gülten diyorum. Nasıl bilirim malımı, nasıl bilirim. Varsa pencere önü, yoksa
pencere önü. Kapı yıkılıyor, koooş, koş. Kimmiş? Ne istiyor? Söyle gelsin, gelsin bakalım.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:7)
“Felaket tahminleriyle mutlu olanlardır. Küçük felaketler elbette. Savaşlar, depremler, ihtilaller, kıtlık,
salgın hastalıklar onu pek ilgilendirmez. Varsa yoksa yağ fiyatları yükseldi, gaza zam geldi, çocukların
ayakkabıları eskidi ya da radyo taksitinin zamanı geldi çattı -işte Hilda’nın dertleri bunlardır-”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:11)
“Hava, iyiden iyiye ısınmıştı. Bulutlar yok olmuştu. Varsa yoksa güneşti. Güneşin gözler önüne serdiği
manzara, tatsız, tuzsuz, durgundu. İnekler kıpıırtısızdı; gölgeliği kalmamış tuğla duvar, ısı taneciklerini hızla geri
püsküürtüyordu. İhtiyar Mr. Oliver, derin derin iç çekti. Başı yana düştü; eli kucağından kaydı; yanıbaşında
çimenlerde yatan köpeğin başına birkaç santim kala durdu. Çekip yine dizine koydu elini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:62)
Varsıl; Varsıllaşma; Varsıllık : Zengin; Zenginleşme; Zenginlik
“GECE KUŞLARI <James Lasdun’a>
----------------------Karşılaştım pek de akıllı olmayan bir tanıdıkla,
gülme gazı kurbanı
tavırlı bir adam, varsıl, ürkmüş ve güler yüzlü.
Niçin hiç kimse pembe giymiyor diye inledi o.
Yalnızca birkaç blok güvenli onun dünyasında.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
“İkide birde:
-İhtikarcılar, yüce Allah’ın takdis ettiği o kullarıdır ki, işte bugün hepsi varsıllaştı... Koşun, eteklerine
kapanın... diyecek kadar saf ve bön sandığım ev sahibemi yavaş yavaş tanımaya başlamıştım.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206)
“Kont daha sonra da:
‘Eğer olur da, emirleriniz benim önerimi değişmez kararlara dönüştürürse,’ diye ekledi, ‘koruyucu
kanatlarımızın altına aldığımız delikanlıyı Parma, küçük bir servet içinde görmemeli. Eğer onu burada sıradan
bir papaz olarak görürlerse, Fabrice’in varsıllığı herkesi şaşırtabilir. Parmada’da ancak ‘mor çoraplarla’ ve
şahane atlar koşulu görkemli bir araba içinde görünmeli. İşte o zaman herkes yeğeninizin piskopos olacağını
anlarr, hiç kimse de buna şaşmaz.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:143-4)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
Varsın : Olacaksa olsun; Kaderde ne ise öyle olsun; Elimden ne gelir, öyle olsun gitsin
“MEDEİA
------------
Elveda utanç! Elveda iyi adım benim! Varsın
korusun güçlerim onu, gitsin gönlünün çektiği yere,
gitsin hiç incinmeden. Bana gelince, yarışmadan
galip çıktığı gün ölüp gideyim; ya ilmeği geçirip
boynuma sarayda, ya da içerek ölümcül ilaçlardan.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:20)
“Varsın gönül aşkınla harab olsun efendim!
Cananıma nezreylemişim canımı kendim
Derman aradım derdime hicranı beğendim
Yansın gönül aşkınla harab olsun efendim.”
(Lemi Atlı’nın -güftesini de kendinin yazdığı-Nişaburek makamından bir şarkısı)
“Varsın beklesin. Kral uzun gece için çekilmeden önce, hala hazırlanmakta. Hizmetlileri soyunmasına
hizmet etti, ona merasime uygun fistanı giydiriyorlar, tüm parçalar sanki kutsal bakirelerin anılarıymış gibi
büyük hürmetle elden ele dolaşıyor, tüm bu merasim başka hizmetlilerin ve içoğlanlarının huzurunda icra
edilmekte, birisi koca sandığı açıyor, diğeri perdleri bir yana atıyor, bir diğeri mumu tutmakta, birisi fitili
düzeltiyor, iki hizmetli hazırolda bekliyor, diğer ikisi emre amade, bu sırada bazıları da arka planda belli bir
işleri olmaksızın dolanmakta.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:7)
“Varsın, adım geçmesin şu yığınlar içinde:
Döküm yaparken, beni yine de sayarsın sen;
Beni hiçe say, ama unutma, bu hiçin de
Tatlı bir değeri var sen onu benimsersen.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:136, sa:313)
Varsity : (İNG.,EĞİT.,KOLL.) <var’siti> : Üniversite
Varta(yı) atlatmak : Yaşanmakta olan tehlikenin üstesinden gelmek, güçlüğü yenmek
“KAHRAMANLIK TANGOSU
------------------------------------Çok vartalar atlattı
Tehlikeli dönemeçler aldı
Bütün engelleri bir bir aştı
Sırtını hep sağlam yerlere dayadı
İşte böyle tamamlandı
Kezban’ın tırmanması”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:105)
“... çok keyifli olduğu zamanlar kullandığı Ermeni ağzıyle Kamil Bey’e takılıyordu: ‘Bendeniz bundan
böyle, bu gidişatları kıyak görmekteyim Kamil Bey ciğerparem, kıyaktan bile kıyak görmekteyim. Büyük varta
Allahımıza şükür atlatılmıştır ve de Çarlık belası resmen savuşturulmuştur.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:12-3)
“Yıldan yıla tüyler ürpertici bir yalnızlaşmanın içine sürüklendiğimi, ne çok çile çektiğimi, ne vartalar
atlattığımı ancak şimdi anlıyordum.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:66)
Var yok (olmak) : Aşağı yukarı (o civarlarda var olmak)
“Boyanın kokusunu şimdi duymam ne tuhaf... o sıralarda, bahçenin çitini boyadıkları sırada yedi
yaşında var yoktum: Tatilin ilk günüydü, Hans Enişte yolculuğa çıkmıştı, gece yağmur yağmıştı, şimdi ıslak
bahçe pırıl pırıl güneşin altında. Ortalık olağanüstü güzeldi, yattığım yerden bahçenin, boyanın kokusunu
alıyordum, çünkü boyacılar çoktan gelmiş, bahçenin çitini yeşile boyamaya başlamışlardı.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:109)
“Küçük kız, ‘Sen hacı mısın?’ diye sordu. Villafranca del Bierzo’nun bu kavurucu öğleden sonrasında
ortalıkta ondan başka kimse yoktu. Kıza baktım, ama yanıt vermedim. Sekiz yaşında var yoktu, üstü başı
dökülüyordu. Soluklanmak için oturduğum çeşmenin başına koşmuştu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:197)
Vasi; Vasiyet; Vasiyet etmek; Vasiyetname : Vasiyet edilen; Sözlü ya da yazılı olarak, bir aile büyüğünün ya
da akraba veya erdem sahibi birinin, o kişinin (ya da kişilerin), hayattaki yaşantılardan nasıl daha verimli ve
mutlu bir şekilde yaranılabileceğini açıklayan öğütler; Bir kimsenin ölümünden sonra, yasal varislerine
bırakacğı mal-mülk v.c. akarların, müteveffa tarafından organize edilmiş bölüm listesi
“Mevlana, şöyle vasiyet etti:
‘Ben size, gizlice ve açıkça Tanrı’dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan
çekinmeyi; oruca, namaza devam etmeyi, daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı,
avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim (cömert) olan salih (iyi, yararlı) kimselerle beraber
olmayı vasiyet ederim.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:7)
“LADY U.K. (yatıştırırcasına) Ne demek istediğinizi anlıyorum Sir. Hem de nasıl. Ben de
hayıflanıyorum sizin gibi elbette. Ama gençlik her şey değildir. Size bir sır vereyim, ben de yarı yolu aştım. İniş
başladı. Geceleri sağa sola dönmeden deliksiz uyuyorum. Ateşli günler geride kaldı... Yine de Sir. Bana
sorarsanız, vasiyet varsa, vaziyet kurtulur.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:126)
wa’spish : (İNG.,DAVR.,PSYCH.) <vo’spiş> : Huysuz, öfkesi burnunda, çabuk sinirlenen
VASSAR Koleji : Amerika’da, New York’ta, 1861 de biracı Mathew WASSAR tarafından k a d ı n l a r için
kurulmuş olan ünlü Vassar Koleji
Vaveyla koparmak : Yüksek sesle, haykırarak ağlamak; bağırmak
“İBYKUS TURNALARI - Ölüm feryatları ve can çekişme sesleri duyuluyor! Istıraplı kanat
çırpıntıları işitiliyor! Buraya, şu tepeleremize kadar, ne müthiş bir inilti, ne korkunç bir vaveyla yansıyor! Artık
hepsini öldürdüler. Gölün suları, onların kanlarından kıpkırmızı oldu.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:139)
“Orman ırmağının çağıltısında, ruhların oyuklarından yarı savruk inlemelerini ve soylu şehidin,
sevgilisinin yosun tutmuş, otlara karışmış dört dört taşının etrafında ölesiye vaveyla koparan kızın feryadını
dağlardan duymak.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:113)
“Kendini bu derece pervasızlıkla soyan şu tanımadığı adam için -şu ‘Bay Bombet’ için- ‘Hırsız var!’
diye vaveyla koparan zavallı Carpanini’den...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:184-5)
Vay; Vay aman, Vay anam; Vay anasına; Vay anasını : Yok be yahu, sahiden mi öyle, cidden ilginç (Argo)
“-Vay! gene bizim ‘köhne pelerin’.
Bu nida, dairenin ayak işlerinde kullanılan ve o anda büyük bir iştahla bir ekmek parçasını dişlemekte
olan bir çocuğun ağzından kaçmıştı: elindeki ekmekten biraz iç kopardı, bir yuvarlak yaptı ve bunu, yaslandığı
pencereden alaycı bir tavırla fırlattı.”
(H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:1)
“Bekçi Mustafa hemen öksürsü:
‘Gine çok kötü...’ dedi.
‘Çok mu kötü?’
‘Çok kötü.’
‘Vay anam vaaayy!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:206-7)
“DELİ -... Tanrım çok heyecanlıyım! Bir sınavdayım sanki, yüksek diploma sınavında gibiyim. Bir
yüksek yargıç olduğuma onları bir inandırırsam... Yadırgamazlarsa iyidir, vay anasını kürsüdeyim!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:18)
“Çelkaş:
-Ben mi? diye sordu. (Bir süre düşündükten sonra) Balıkçıyım, dedi.
-Balıkçı ha! Vay anasını! Demek balık avlıyorsun?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:67)
“SARHOŞ DERVİŞ
Selviler üstünde bülbüller ve göl üstünde ay
Ak taş, kara taş, çok şarap içtim, vay anam vay,
Şişe şarkı söyledi, kalbimden yüksektir sesi:
Dünya dost yüzlü ışın, geriye kalan gölgesi.”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 31.07.03)
“Artık bakmıyor, sadece kendi kendine söylendiğini işitiyordum:
-Şahı ele geçirmek için bir arşınlık yer kaldı. Onu da emniyetle aşarsak tamamdır... Vay melun şah!
Sen, bu demokrasi asrında oraya kurulup oturursun ha?... Bak, ben senin işini bitireyim de...”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:75)
“Şarapçının heyecanı artmıştı:
-Vay anasını...
-Bir pir sakallı gelmiş, Mıstık, herife karşı olanlara katılma, hakkında hayırlı olmaz demişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19)
“Dayanamadım:
‘Abdış Ağa gelinceye kadar, süt dökmüş gibi böyle kımıldamadan mı oturacağız?’
‘Şimdi gelir,’ dediler, gene sustular. Vay anasını!’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:22-3)
“CHRISTOPH - Çattık! Siz bu işe sarılıyorsunuz, Mamzel. Değer bir kadın mısınız, yoksa değmez bir
kadın mısınız, bilmem..... Görüyorsunuz, ellerim kollarım dolu. Karnım acıkır acıkmaz, susar susamaz, soluğu
sizde alırım.
LISETTE - Bizim seyis de aynı böyle yapıyor.
CHRISTOPH - Vay anasına! Akıllı bir adam olmalı.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:38)
“ ‘Hadi bağışladım gitti’ dedi Bekir. ‘Bir daha yapma!’
Adamın yüzünde öyle bir anlatım belirdi ki, ‘Allah belasını versin’ sözü belki uygun düşerdi. Sonra
birden koştu gitti.
Bu olay, Bekir’in kendine olan güvenini iyice pekiştirdi. Alabildiğine hoşlanmıştı bu işten.
‘Dünya ne güzelmiş yahu!’ diye söyleniyordı. ‘Vay anasını, ne güzelmiş dünya!’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:117)
“YAKINIŞ
-----------Dev oldum göklere dayandım,
Elimle yıldırımlar topladım.
Uç uca uladım düşlerimi, yine de
Vay aman... vay aman... vay aman!”
(A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:27)
Vaya con Dios : (İSP.,PSYCH.,DİN) <Va’ya kon Dios> : Tanrı ile git !; Allahaısmarladık = Go with God;
goodbye
Vay bana vaylar bize : Şu başımıza hele bir gelenlere bakın
Bk.: Vay başım(ız)a gelen(ler)
“Varıp onun başucuna dikilen Hösük,elleri biribirine kavuışturmuş, var gücüyle sıkarak:
‘Etme bunu Yusuf,’ dedi. ‘Bugün sen iyileştin de, bak biz ne kadar sevindik. Etme bunu bize, getirme
bu halleri karşımıza... Vay bana, vaylar bize.’ Bir umar arar gibi yana yöreye gözlerini kirpiştirerek bakıyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:59)
Vay başıma (başına gelecekler, gelen) : Nereden bu musibet başıma geldi, neymiş benim kör talihim
“STREPSIADES - Vay başıma! Vay başıma! Ey mutlak hakim olan Zeus, bu geceler ne kadar uzun
sürüyor! Bir türlü bitmiyor! Hiç gün doğmayacak mı? Halbuki ben horoz sesini işiteli çok zaman oldu.”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:21)
“... evet, gözlerini o donuk karanlığın içine gömdü, adamların yüzlerini tanıyabilmek için karanlığı
zorluyor gibiydi, zira Germat’ın da orada olup olmadığını bilmek istiyordu. Germat! Kalbi duracak gibi oldu!
İşte o zaman vay başına geleceklere. Germat o bölgenin en kurnaz iz sürücüsü, eli kanlı en büyük canavarıydı!
Neredeyse olağanüstü içgüdüsel bir yeteneği vardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:37)
“UŞAK - Sinyora, Sinyor Guglielmo buraya, sizi görmeye gelmiş.
BRIGIDA (Kendi kendine.) - Görelim şimdi dayanmanı.
GIACINTA (Kendi kendine.) - Vay başıma gelen! Üzerime ateş bastı, nedir bu böyle?
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:35)
“ ‘Vay köpoğlular... Hepiniz siyasi kesildiniz başıma... Tetik dur, sorum var ve de maskaralık istemem.
Bu günü başka güne benzetme...’ demesin mi? Vay başıma... ‘Ulan alçak Dadal! desem... Küçük su dökmeye
uyanıp memişaneye gidip gelip sıcak yatağına girip zıbaracağına... Perde aralamak, bahçe gözlemek...’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:67)
Vay (be) : Aman Allahım, inanması güç şey ama oldu; Ya öyle mi? -hayranlıkla karışık bir şaşkınlık ifadesiBk: Vay canına (be)
“Camura sevinçle ellerini ovuşturdu:
-Vay be, inanılacak şey değil, bir mucize bu, desenize açlığa paydos artık.
-Senin bilmediğin daha neler var neler! Duyduğuma göre buraya uçak inecekmiş. Hatta yakında
araziyi temizlemeye başlayacaklar.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:17)
“‘Müdüre bak. Vay be, amma da gülünç. Kalıp gibi her şeyi, tepeden tırnağa kapkara, pırıl pırıl her şeyi,
parkta bir heykel gibi. Yeleğinin, gergin, davul gibi yeleğinin yanında, bir haç asılı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:25)
“TARLADA
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
-------------‘Şu kadar para bul!’ vay be, ne emir,
keşke başımda şu mini miniler
bit değil de para olabilseler!
Düşün taşın, tek çözüm meyhanedir.
İç ve düşler kur,
ne derse Allah
elbet o olur!”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
Vay anam; Vay anam vay : Şu olan işe bak be! Yandık, bittik be!
“SARHOŞ DERVİŞ
Selviler üstünde bülbüller ve gül üstünde ay
Ak taş, kara taş, çok şarap içtim, vay anam vay,
Şişe şarkı söyledi, kalbimden yüksektir sesi:
Dünya dost yüzlü ışın, geriye kalan gölgesi.”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy Miziev,Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 31.07.03)
“‘Bir alay süvari sokağın başından sökün etti, üstüme doğru gelmeye başladı. Karanlık, göz gözü
görmez, hemen manda tersi gibi duvara yapışıp kaldım. Süvari alayı geçti. Beş on adım ötede sizin kapının
önünde durdular. Bir de ne işideyim? Kah kah; kih, kih, bir avret sesi...’
‘Vay anam, yuf...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:73)
Vay anasına (anasını), Vay anasını sattığımın : Amanın neymiş o, yuf be, hayret yahu
“Cemal ellerini hızlı hızlı birbirine sürttü:
-Vay anasını be, dedi, bu tam dağda yolunu kaybetmiş çobanın ısınmak için ay inine girdiği gece. Bu
soğukta vapurun burasında oturmayı akıl edenin aklına turp sıkayım.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:10)
“Şaşkınlıktan gözleri faltaşı gibi açılan binbaşı, Şvayk’a çaresizlik içinde bakarak, ‘Sen gerçek bir geri
zekalısın,’ diyebildi. ‘Vay anasına, sabaha kadar buradaydım demek. Hadi ben gidiyorum.’ Yerinden kalktı,
gidip kapıyı yumrukladı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:242)
“Kudret Yanardağ eliyle alnına vurdu:
-Şimdi oldu. Demek... Vay anasını içerdeymiş ha?
-İçerdeymiş.
-Demek benden sonra emekliye sevk etmişler?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:73)
“Vasili, yerden kediyi, sedirin üstünden balık parçalarını aldı, kamışlarını ardını dönmesiyle koyağın
dibindeki ılgınların içine girmesi, büyük zeytinin duldasına <gölgelik, koruma> sokulması bir oldu. Zeytinin
altından Poyraz Musanın ayak seslerini duyuyordu. Poyraz Musa kamışlığın önünden geçti, böğürtlenlere düştü.
Ayağı bir böğürtlen teveğine <bitki uzantısı> takılmış olacak ki, pat diye bir ses geldi kamışlığın önünden. Bir de
‘öf,’ diye bir ses duyuldu. Ses, ‘Vay anasını,’ diyerek de ayağa kalktı, yürüdü. Vasili bütün bedeniyle kulak
kesilmiş, ayak seslerini dinliyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1 – Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:168-9)
“Anasını öyle sert itti ki, kadıncağız geri geri gitti, sırtı duvara dayanarak yere çöktü. Boğuk boğuk
inlemişti. Buteau, paçavra gibi oracığa yığılan anasına bir lahza baktı; sonra deli gibi fırladı, kapıyı küttedek
kapatıp:
-Vay anasını sattığımın be! diye söylene söylene çıktı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:294)
Vay başıma gelenler : Ne kötü talihim varmış, kaderimde böyle yazılıymış
“Mühendis:
‘Bu adam nereye götürüyor beni? Dosdoğru yolumuza giderken birden tuttuk, sola saptık. Bakarsın,
sapa bir yere götürür, ondan sonra vay başıma gelenler!..’ diye geçirdi içinden.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:134)
Vay canına (be) : Allah Allah, tuhaf şey, bu nasıl iş bağlamında; Takdir ile hayret karşık bir nida
“Rabia’nın evlenmesi..... Sabit beyağabey’in genç külhanilerinin içlerinde haset uyandırmıştı. Vay
canına! Kendileri türbe penceresi önünde geçer gibi önlerine bakarak yanından geçtikleri bu genç, bu afacan
hafız, nasıl olmuştu da yüzü buruşuk, moruk bir herifle evlenmeye razı olmuştu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:325)
“YOLCULUK II
-------------------Arayan yelkenlidir gönül Ikarya’sını;
Güvertesinde bir ses çınlar: ‘Hey! Gözünü aç!’
Kızgın, delice bir ses dolanır gabyasını:
‘Aşk... onur... mutluluk!’ Vay canına, kayalık, kaç!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:259)
“CLOV : Ne yaptın şu merdiveni? (Gözlerinle arar.) Merdiveni gördün mü? (Arar, görür.) Hah,
buradaymış! (Soldaki pencereye doğru gider.) Bazen, kafam yerinde mi diye sorarım kendime. Sonra toparlarım
kendimi, aklım durulaşır. (Merdivenin üzerine çıkar, pencereden bakar.) Vay canına! Her şey sular altında...”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları 1” - ‘Oyunun Sonu’, sa:204)
“(Rachel) ‘Burda olduğumuzu kimsenin bilmemesi gerekiyor.’
(Pilot) ‘Kesinlikle efendim. Aldığım emirler çok açık.’ Pilot biraz duraksadıktan sonra ifadesine neşe
geldi. ‘Hey, acaba Goya’ya gidiyor olabilir miyiz?’
Tolland isteksizce başını salladı, ‘Evet öyle.’ Pilot ansızın, ‘Vay canına be!’ deyiverdi.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:375)
“Dinin şartlarını ezberlemiş gibi tekrarladım. ‘Evi istemiyorum. Evi kesinlikle istemiyorum.’
Gelgelelim kafamda o koca kapıların hayali vardı. ‘Vay canına,’ demişti Sabri, ‘bunun tahtası çok iyi.
Anadolu’dan gelmiş. Eskiden büyük keresteleri teknelerin arkasına bağlar, yüzdürerek getirirlerdi. Bu Anadolu
kerestesi, evladiyeliktir.’ ”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:68)
“Elleri bir piyanistin elleri kadar duyarlaşırdı. Daha sonra iskambil kağıdı hileleri yapanların ustalığıyla
bir-iki yeri karıştırır. Sonunda bir kitabı çeker alır ve homurdanır: ‘Edward Carpenter. Hımm... Carpenter... 1915
baskısı olmalı. Vay canına! Sayfaları yanlış numaralanmış baskı olduğu kesin.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:19)
“BEATRICE - Kadın olur da merak etmez olur mu?
LELIO - Sizi meraktan kurtarayım bari. O dinlediğiniz serenat, sevgilim için duyduklarımın aciz
naçiz bir ifadesi idi.
ARLECCHINO - Vay canına!”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:20)
“Daha sonra, tanımadığım bir odada gözlerimi açtım. Yabancı bir yatakta yatıyorum. Çevrem
kapkaranlıktı. Rahat bir insanın soluklarını duyuyordum. Vay canına, bir kadınmış!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:33)
“Gavroche arabayı ite ite ilerliyordu. Tam Les Vieilles Haudriettes Sokağı’ndan çıkmak üzereydi ki,
birdenbire bir üniforma, bir asker kasketi, bir tuğ ve bir tüfekle kendini yüz yüze buldu. İkinci defa durdu.
‘Vay canına!’ dedi. ‘Ta kendisi. Günaydın toplum düzeni!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:544)
“-Adrien Zograffi!
-Bekleyin bir dakika, Gavrila Baba! diye seslendi Adrien; henüz giyinmemişti.
‘Vay canına!’ diye aklından geçirdi postacı, ‘bizim gezgin kuş dönmüş.’ ”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:5)
“Gecenin boğucu sıcağında ikisi de ses çıkarmadan yürüyordu. Adrian, arkadaşını inceliyor ve bu
cümleyi kafasında evirip çeviriyordu:
‘Dünyayı görmeye çıkmış! Oysa benim gibi haytanın teki olacak! Vay canına! Haytalar böyle,
dünyayı görmeye çıkarlarmış demek!’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:12-3)
“Çocuğun ense köküne elimin tersi ile bir yapıştırdım. Vay canına vay, sen misin bunu yapıştıran?
Öteki çocuklar hep birden yaygaraya başlayıp bana hücuma kalkışmasınlar mı? Bereket versin oradaki köy
kahvesinden yetişen bir kaç delikanlı bu haşarıları darmadağın ettiler, sonra beni alıp kahveye oturttular, kahve
ısmarladılar, hal hatır sordular.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:89)
“ ‘Yemin ederim yapardım bu kadar kalabalık olmasaydı,’ diye inildedi Petrus. ‘beni kıyma gibi
kıyarlar.’
Kudurmuş meyhaneci yere tükürdü. ‘Hepinizin canı cehenneme,’ dedi. ‘Aranızda bunu yapacak yok
mu? Sen, Natanael! Fasulya sırığı... Sen Andreas, boğaz kesen... Kimse yok mu, kimse? Vay canına be, hepiniz
cehenneme! Vah zavallı Mesih...’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:504)
“Yaşlı balıkçı bu kokuyu sanki bir gül koklar gibi derin derin içine çekti ve:
-Vay canına! Ne tazeymiş be! dedi.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:30)
“Böylece onu sonunda razı ettiler ve oyun başladı. Vay canına, heriflerin gözleri fal taşı gibi açıldı!
Seppe ne çekse, hangi kağıdı oynasa her defasında en iyi oyunu çıkarıyordu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa: 125)
“Açtı baktı. Vay canına! Ne büyük habermiş! Orta sayfaya yayılmıştı haber: amma KİTAPÇININ
YARDIMCISI CEZA ALDI. SAVCI AĞIR CEZA VERDİ. UTANÇ VERİCİ KAVGA. Neredeyse iki sütun
dolmuştu. Gordon daha önce hiç bu kadar ünlü olmamıştı ve bir daha asla olmayacaktı. Ufacık bir haberi amma
da abartmışlardı. Ama bu yerel gazetelerde garip bir yurtseverlik fikri vardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:214)
“MICUCCIO - Et alıyordum bir gün! Bununla övünebilirim!
FERDINANDO - Vay canına!
DORINA - Ve böylece?
MUCICCIO - Öğrenmeye başladı. Hemen görüldü bu. Orada oturuyordu, gökyüzünde gibi... Bütün
kasabadan işitiliyordu, ne sesti... Halk... Böyle, aşağıda, sokakta dinliyordu.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:26)
“Sonra, ‘ne zamandan beri burada oturuyorsun?’ diye sordu.
‘İki aydan beri.’
‘Hiç baskın filan oldu mu?’ Kern başını salladı ‘Öyleyse yanılmış olacaksın. Uykudayken kimi zaman
bir osuruk gök gürültüsü gibi çalınır kulağa.’ Cep feneriyle Kern’in yüzünü aydınlattı.
‘Vay canına, yirmi yaşında ya var ya yok. Mülteci misin?’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:18)
“AVUKAT - Evet biz, bir biz yapabiliriz bunu! Biliyor musun, bugünkü gazetede ne okudum? Sahi,
nerde gazete?
KIZ (Utanmış.) - Hangi hazete?
AVUKAT (Kabaca.) - Eve hangi gazeteyi alıyorsam.
KIZ - Hadi gülümse, hem de öyle dik konuşma... Gazetenle sobayı tutuşturdum.
AVUKAT (Hırslı.) - Vay canına!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:43)
“-Vay canına!... Bizim defterde işte bu yoktu. -Sol kaşını kaldırarak Kadir’in yüzüne şüpheyle baktı-:
-Atmıyorsun ya?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:155)
“Adam şişeyi bir dikişte bitirdi.
-Vay canına, dedi, bitti be.
Peynirini ve ekmeğini yemedi. Bir süredir kedisini adım adım izleyen o sinirli imgeye, o canavara
okkalı bir küfür savurarak ayağa kalktı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:154)
“Gömleğinin etekleri kalçalarına dolanarak karyoladan atladı, yastığı kaldırdı. Fakat, karı koca, dehşetle
homurdandılar.
-Vay canına! Kapkara olmuş, hapı yuttuk!”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:370)
Vay efendim vay : Siz kendinizi ne sanıyorsunuz beyim, bağlamında
“-... her şeyi de anatomi kurallarına göre yerli yerine koydunuz mu, oldu bitti sanıyorsunuz! O çizgileri,
paletinizde önceden hazırlanmış bir ten rengiyle boyuyor, bir yanı öte yandan daha koyu bırakmayı
unutmuyorsunuz; masa üzerine çıkmış çıplak bir kadın da var; arasıra ona da bir baktınız diye ressam olduk,
Tanrı’nın gizini kavradık sanıyorsunuz... Vay efendim vay! Büyük şair olmak için dilbilgisini iyice bilmek, dil
yanlışlarına düşmemek yetmez ki!”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:15)
Vay gidi vay : Şu olan bitenlere bakın yahu, yazıklar olsun
“Bu sırada Kvitsinski, üç arabalık tayfasıyla kapıda göründü. Yorulmuş atlar burunlarından soluyorlar,
adamlar birbiri ardınca çamura atlıyorlardı. Harlov var gücüyle:
-Vay gidi vay! Ordu, işte ordu geldi! Bana karşı bütün bir ordu gönderiyorlar. Ama şimdiden
söyleyeyim ki, buraya, dama kim gelirse geldin onu hemen tepesi aşağı atarım. Ben sert bir ev sahibiyim.
Zamansız gelen konuklardan hoşlanmam. Anlaşıldı mı?”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:95)
Vay (benim, senin) haline; Vay sen misin : Başına gelecek var; hele bir denemeye görsün, çekeceği var
“İlahların gözdesi durumuna gelmedikçe vay haline bunu bekleyenin, yazdıkların hiçbir zaman
geçimini sağlayacak parayı getirmez; ve eğer başını sokacak bir yer, açlıktan ölmeyecek kadar aş istiyorsan,
faturaları ödemek için başka işler yapman gerekir.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:7)
“Papazla birlikte yediğimiz yemekler ancak uzun söylevlerden sonra başladı, kaşıklarımızın gidiş gelişi
ağırbaşlı, değişmez ve sessiz olmalıydı. Başını tabağından kaldıranın ya da çorbasını içerken en ufak gürültü
çıkaranların vay haline. Ama çorba bittiğinde Papaz kendini yorgun ve sıkıntılı hissetmeye başlardı: Bakışlarını
boşluğa diker, şarabından her yudum alışta dilini şaklatırdı.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:12)
“ ‘Parmaklarımı, eğer bir yüzünüz olsaydı, nerede bulunacak idiyse, o yöne uzatacağım. Gözlerim güç
açılır; çünkü açık olduklarında hiçbir şeyi görmemekten bıktılar artık; ama bir kez açıldılar mı, o zaman vay
halinize!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:440)
“FAUST - Bu çılgın büyücülük aleminden iğreniyorum!.... Ben ihiyar bir kadından mı akıl soracağım?
Sonra, şu kaynayan pislikler mi ömrümün otuz yılını yitirecek? Eğer sen bundan daha iyi bir şey bilmiyorsan,
vay benim halime!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:118)
“
“SAKIN İZİN VERME O ATIN...
Sakın izin verme o atın
o kemanı yemesine
diye bağırdı Chagall’ın annesi
Ama Chagall
durmadan devam etti
resmi yapmaya
----------------------------------------Sonunda resmi bitirince de
atladığı gibi atın sırtına
sallayarak kemanı
sürüp gitti uzaklara
Sonra da iyice eğilerek kemanı verdi
ilk rastladığı çıplak tabloya
üstelik teli meli de yoktu
kemanın.”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
‘Ben Madeleine’im, Madeleine olarak kalıyorum. Jean Valjean kimse vay haline! O artık ben değilim.
O adamı tanımıyorum, ne olduğunu bilmyorum; şayet şu saatte Jean Valjean diye biri varsa, başının çaresine
baksın! Bu beni ilgilendirmez.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:376)
“Sizlerin gece hemşiresini rahatsız etmeye cüretiniz olamaz ama, bizim Dundee’li genç onu yaptı. Gece
hemşiresini omzundan sarsarak uyandırdı ve ona şunları söyledi: ‘Senin böyle uyumaman lazım. Senin görevin
bize bakmak!’ Vay sen misin bunu söyleyen; diğer ünitten gelen başka bir bakıcının da yardımıyla, zavallı gence
öyle bir meydan dayağı çektiler ki.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:41)
“Ama aşk da, toplumsal olaylar gibi, şu korkunç kurala dayandığı izlenimi veren bir yasayla
yönetilmektedir: ‘Yasayı bilmemek özür sayılmaz!’ Gerçekten de, bilmeyenlerin vay haline!”
(G. Sand, “Thérese ile Laurent”, Cilt:II, sa:11)
“Ama pantolonunun ipek cepleri boşalmışsa, cüzdanında ödenmemişsenetlerin hışırdadığını
hissediyorsa, galantuoma ile <Beyefendi> kağıt oynarken kazandığı paranın iki katını ortaya sürmeye kalkanın
vay haline!”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:48)
Vay namussuz vay : Birinin ondan hiç beklenilmeyen bir menfaat işi yapması; Şaşılacak şey
“İki adam geçiyor yanlarından, gözlüklü, çıkık alınlı, uzun, zayıf bir adamla, somurtkan, ufak tefek bir
adam. Uzun, zayıf adam, yumuşak bir sesle: ‘Çok güzel konuştu,’ diyor. ‘Çok basitçe anlattı her şeyi. Hem de en
gereken sözleri söyledi.’ Brunet gülmeye başlıyor: ‘Vay namussuz vay!’ diyor.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:304)
way’ward : (İNG.,DAVR.,PSYCH.) <vey’vırd> : Dik başlı, şımarık, asi, başkaldıran (Anımsayın :
<Weyward Children>: “Allahsız Gençlik” by: Ödön von HORVATH
Vb. : ‘Ve benzeri’: Eski ‘Etc.’ (E coetera-eksetera)nın yerini almış bir gramer takısı (Edat)
Bk.: Vesaire, vs
“Evlerle de aram iyidir. Gezinirken birbiri ardından önüme çıkıp bütün pencereleriyle bana bakarak
kimisi, ‘Merhaba! Nasılsınız?’ Eh, ben çok şükür iyiyim, mayısta üzerime bir kat daha çıkacaklar’, kimisi, ‘Ee,
nasılsınız bakalım? Yarın beni onarıyorlar’, kimisi de, ‘Dün az kalsın yanıyordum. Öyle korktum ki’ vb. der
gibidirler.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12-3)
“Bugün hala akademilerin basmakalıp edebiyatı tarafından övülen birçok tarihçi, 1550 yılına doğru,
yüksek karakterli nice insanlar yetiştirmiş olan bu durumu gizlemeye çalışmışlardır. Onların yaşadıkları çağda, o
ölçülü yalanları, Floransa’lı Medici’lerin, Ferrara’lı Este’lerin, Napoli’deki kral vekillerinin vb. ellerinde bulunan
her türlü şan ve onurla ödüllendirildi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:20-1)
“ ‘Peki, çocukları her şeyi bir başlarına öğrenmek, kapkacaklarını kendileri yapmak, sütlerini kendileri
sağlamak vb. zorunda bıraksak... Yaramazlık yaparlar mı o zaman? Açlıktan ölürler.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:701)
“Köylücük, korkuyla, kasketini ellerinde evirip çeviriyor; sonunda acele acele birtakım sorular soruyor:
Toprak bundan böyle sahiden köylülerin mi olacak, kendisine düşen tarlayı ne zaman alabilecek vb.?”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Tolstoy’, sa:372)
W.C. : (KOLL.) <Vi Ci> : ‘Water Closet <vo’tır klo’set>in = apteshane’in kısaltılmış hali’
weal : (İNG.,PSYCH.,KOLL.) <vi’l> : Mutluluk, refah, sağlık, saadet; common weal = genel sağlık;
in weal and woe = iyi ve kötü (günlerde)
Veba; Veba çarpsın seni : Pasteurella Pestis mikrobunun neden olduğu, ciltte kanamalar ve yaralarla, kanlı
ishalle başgösteren, öldürücü bir salgın hastalık; Özellikle veba’nın başbelası olduğu Orta Çağlar’da, ‘Allah
kahretsin!, Allah belanı versin’ bağlamında söylenilen kişisel ilenç.
“ 30 Eylül, Konya yakınında - Veba söylentileri, ne yazık ki yalan çıkmadı. Kervanımız kentin
çevresinden dolandı ve batıya doğru gidip, Meram bahçelerine dikti çadırlarını. Burası oldukça kalabalık, çünkü
birçok Konyalı aile, salgından kaçıp çeşmerler arasında uzanan bu temiz havalı yere gelmişler.
Bir öğle vakti geldik buraya ve koşullara karşın neredeyse bir ‘bayram’ havası diyecektim ama değil,
daha çok umursamaz ve boyun eğmiş bir gezinti havası vardı. Her yanda şerbetler ve kayısı suyu satıcıları, gelip
çeşmelerde yıkadıkları bardaklarını çınlatarak dolaşıyor; her yanda büyük küçük herkesin iştahını kabartan,
herkesi baştan çıkartan, çevresine toplayan, dumanı tüten tezgahlar var. Ama ben gözlerimi, sur kulelerini
gördüğüm, kubbelerini, minarelerini seçer gibi oldğum, hemen yakınımızdaki kentten ayıramıyordum.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu”, sa:83)
“E. DROMIO - İnsan vediği sözü tutmayıp sizi kırabilir; söz havadan ibarettir. Ama arkadan iş
görmektense bunu yüz yüze yapmak daha iyi.
S. DROMIO - Öyle görünüyor ki birşeyler kırmak istiyorsun. Veba çarpsın seni, kaba herif.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:43)
Vebali (vabali) günahı boynuna olmak; Vebal tutmak : Yapılanın ya da yapılmayanın sorumluluğunu
üzerine almak
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün bir hale rastladım. Söylemesem maazallah boynumda vebal kalacak.
-Söyle Efendi... Söyle kardeş... Vebal tutma, söyle.
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“Gün ışıyıp gavur müslüman belli olunca, varmış bir yere ki ne görsün! Bir çukurda iki yığın ak kemik.
Bir yanda da kızın kara yılan gibi mor belikleri. Bir yanda da yırtık, parça parça giyitleri.... Oğlan bunu görünce
aklı zıvanadan çıkmış. Kızı sinekler parçalamış, sinekler yemiş derler. Vabalı günahı söyleyenin boynuna.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
“Bu sırada arıyanlar, Hürüce’nin evine doğru ilerliyorlardı. Kadınlarda bir telaş bir kaynaşma başladı.
‘Böyle durur bakarsak,’ dediler, ‘böyle durur bakarsak vebali günahı bizim boynumuza olur.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Karacaoğlan, sa:187)
“HAYALET -... Günahlarımdan sıyrılmaya vakit bulamadan, ayinsiz, hazırlıksız, duasız ömür ipliğim
kesiliverdi. Helalleşmeden, bütün vebalim boynumda, hesap vermeye gönderildim.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:37)
Veba maskesi : Sembolik olarak, uzun gagalı maskeler, orta çağlarda Avrupayı silip süpüren Veba=Kara
Ölüm’ün anımsatıcısıydı
Bk.: Kara Ölüm
“ ‘Ve şu gaga burunlu... yeşil gözlü maske?’ diyen Sienna meraklanmıştı. ‘Zihninin bu hayali neden
oluşturduğuna dair bir fikrin var mı?
‘Hiç fikrim yok. Ama bu tür maskeler ortaçağda yaygında.’ Langdon duraksadı. ‘Buna veba maskesi
denirdi.’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:63)
WEBER, Max : (FELS.,SOSY.) <1864-1920> Yakın zamanların ünlü Alman filozoflarından; sosyolog. Emil
Durkheim ile birlikte, ‘Sosyal Eylem’ bayrağını taşıyan, Modern Sosyoloji’nin kurucularından.
“Weber, yeni-Kantçı felsefe içinde yetişmiş ve öncelikle S o s y o l o j i’nin, insan davranışıyla ilgili
olarak, d o ğ a biliminkilere benzer, genel-geçer yaşalara ulaşamayacağını iddia etmiştir. Yani, biz, doğa
bilimlerindeki evrensel yasalara ulaşmaya çalışırız; oysa bu, t o p l u m s a l e y l e m l e r i, tikel, tarihsel
bağlamları içinde anlamayı amaçlayan sosyal bilimlerin amacı olamaz. Sosyoloji’nin, karşılaştırmalı bir temel
üzerinde, i d e a l e y l e m tiplerine, ya da f o r m a l d a v r a n ı ş modellerine yönelmesi gerektiğini,
dolayısıyla Sosyoloji’nin yalnızca e y l e m e i l i ş k i n öznel bir yorum olmadığını savunmuştur.
Weber, Sosyoloji’nin konusunun s o s y a l e y l e m olduğunu iddia eder. Bu, dört sınıfta toplanır:
(1) D u y g u l a r’a dayalı eylem, (2) G e l e n e k s e l eylem; (3) En yüksek değerlere yönelmiş :
R a s y o n e l eylem, ve, (4) A r a ç s a l eylem. Bunlardan son ikisi, ‘Rasyonel Eylem’ klasmanındadır.
Weber’e göre, r a s y o n a l i z a s y o n, kapitalist Batı toplumundaki en belirgen eylemdir. Söz
konusu rasyonalizasyon <uslamlama> ve her alanda izlerini süren filozof, söz konusu rasyonalizayon’un bir
kaynağının Protestan Hıristiyan ahlakının, ‘kültürel’ değişmelerde bulunduğunu savunmaktadır. P r o t e sT a n a h l a k ı, her ne kadar kapitalizm’in ilk ve temel nedeni olmasa da, b i r e y c i l i ğ i n ‘sıkı çalışma’ ve
‘disiplin’ in rasyonel davranış ve ö z g ü v e n’in önemini vurgulayan bir kültür doğurduğu için, kapitalizm’in
doğuşunda ve gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Weber’in önemli bir katkısı daha: D e ğ e r d e n b a ğ ı m s ı z l ı k k u r a m ı’dır. Yani, tercih
yapıldıktan sonra , s o s y o l o j i k bir araştırma, rasyonel tutarlığının, bilim cemaatlerinin eleştirilerine tabi
olması anlamında, ‘değerden bağımsız ve yansız olmak’ konumundadır. Diğer felsefi akımlara, Determinizm’e
karşı çıktığı gibi, kurumsallaşmış Marksizm’i de şiddetle eleştirmişti.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:988-9)
Vecchio Sarayı : (SAN.,İTA.) <Vek’kiyo> : İtalya-Floransa!-‘da, Signoria Meydanı’nın güneydoğu
köşesine inşa edilmiş, sağlam dörtgen biçimindeki dış cephesi ve kara kesimli mazgallı siperleriyle, dev bir
satranç kalesine benziyen, tek kuleli, çok önemli heykellerle donanmış ünlü saray
“İtalyan hükümetine hizmet etmesi için inşa edilmiş bina, ziyaretçilerine gözdağı veren erkeksi
heykeller sunar. AMMANNATI’nin Neptün Çeşmesi’ni taçlandıran kaslı Neptün heykeli, denizden fırlayan
dört güçlü atın tepesinde çıplak bir şekilde yükselir.. Bu, Floransa’nın denizlerdeki eğemenliğinin bir
sembolüdür. MICHELANGELO’nun Davut heykelinin bir replikası <kopya> -dünyanın en ünlü çıplak erkeğitüm haşmetiyle saray girişinde durur. Davut’a, Herakles ve Casus adlı iki devasa çıplak adamın heykelleri de
eşlik ederler. Böylece, Neptün’ün satirleriyle <yergi, hiciv>birlikte toplam bir düzine penis, saraya gelen
ziyaretçileri karşılar.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:185)
Vecit, vecid; Vecde gelmek; Vecit içinde olmak : Sevgiden ya da coşkudan doğan ‘kendinden geçme’, esrime
Bk.: Esrime-Huşu
“Güzellik ile ilk karşılaşmam, Chateaubriand’ın dengeli cümleleri değil, bu sihirli kutulara borçluydum.
Onları açtığımda her şeyi unutuyordum: Bu okuma mıydı? Hayır, ama vecd içinde ölmekti: Benim ortadan
kalkmamdan, mızraklı yerliler, vahşi ormanlar, sömürgeci şapkası giymiş bir kaşif doğuyordu hemen; ben bir
hayaldim; Auda’nın o solgun ve güzelim yanaklarını, Phileas Fogg’un favorilerini ışığa gark ediyordum.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:56)
Veda’lar : Sanskritçe ‘bilgi’ anlamına gelir. Hint çoktanrıcılığında en eski din Vedism olup, bunun temelini
oluşturan dört kitap vardır: “Rig-Veda”, “Sama-Veda”, Yajur-Veda” ve “Athnarva-Veda”
“Veda’nın sözcük anlamı ise, ‘bilgi’ olup, ünlü Veda’lar, Hindu’ların binlerce yıl boyunca, kutsal
kaynaklardan gelen ilahi ve şarkıların toplamıdır.
Veda’yı oluşturan dört metin vardır:
1) ‘Rig Veda’: M.Ö. 1500’lere dayanır. En eskilerden olup, 1000’in üsütünde ilahi içerir.
2) ‘Suma Veda’: ‘Ders, anlama’ demektir. Kendini gerçekleştirmenin coşkunluğunu ve saadetini temsil
ettiği söylenir.
3) ‘Yajur Veda’ : ‘Ritüel’ anlamına gelir. Zihni temizlemek ve bilinci uyandırmak için yapılan pek çok
Yoga ritüelleri ve fedekarlıklarla ilgilidir. Bu dini örenlerin amacı, bireyin içindeki evren’i harekete geçirmek ve
böylece, ikisini birleştirmektir.
4) ‘Atharva Veda’ : Bu metin, şarkıları ve kötülüğü, talihsizliği, düşmanları ve hastalığı defetmek;
Tanrı’ları yatıştırmak için söylenen duaları içerir. Diğer Veda’lardan farklı olarak, Atharvan Rahipleri tarafından
kullanılan büyülü sözleri içermektedir.”
(İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar”, sa:243)
“St.’da kaldığım günlerde en hoşuma giden şey, Pistorius’la org başında ya da şöminede yatan ateşin
önünde gerçirdiğimiz saatlerdi. Dostumla Abraxas hakkında Yunanca bir metne göz gezdirmiştik. Pistorius bana
Vedaların bir çevirisnden parçalar okuyor, kutsal ‘om’ hecesini konuşmasını öğretiyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:155)
Vedi Napoli e poi mori : (İTA.,COĞR.,SEYA.) <vedi Napoli e poi mo’ri> : Napoli’yi gör, sonra öl ! Başka
her yer, etkisini kaybeden olarak anılacak ! = See Naples and then die ! Everything else will be an anticlimax
Vefa; vefalı : Sadakat, bağlılık; Sadık, bağlı, kıymet bilir
“-Floriçika! Sen erkeğin arzusunu yutan uçurumsun! Bari vefayı bilir misin? Birazdan, ay ışığında yola
çıkacağız ve bu sabah şafakla beraber konak yerimize varacağız. Orada otuz yiğit sabırsızlıkla bekliyor! Bunlar
hep kanun dışı ve ölümden korkmayan adamlardır. Kanun namına yalnız şunu bilirler: hayatın en büyük gayesi
olan arzularını tatmin etmeyi! Bu gayeye karşı koyan her kanuna canları pahasına meydan okurlar. Onun için
onlara kahraman diyorum.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:104)
“Hoş değildir kimsenin yüzü benimki kadar,
Senden yakışıklısı, benden vefalısı yok;
Ölçüp biçiyorum da, bende ne değerler var.
Ben herkesten üstünüm, her bakımdan, hem de çok.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:62, sa:165)
Vefat etmek : Ölmek, bu dünyadan göçmek
“Seneler, sonbaharda dökülen yaprak misali, birbiri ardından göçüp gitti. Yaşamaya alışılınca böyle
olur zaten. Bizimkilerin iki oğlu ve bir kızı oldu. Onlar yetişirken, kendini yetiştirmiş olan anne ve baba -sizlere
ömür- vefat ettiler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:25)
ve’gan : (LAT.) Bk.: Vejeterian
Weidmanns heil! :
(ALM. MYTH) <Vaydman’s hayl> okunur: Avcıların ‘rasgele!’si.
“Oysa şimdi! Jandarma karakolunun dört bir köşesinden, Almanların eski avcı selamı yankılanıyordu
sanki: ‘Weidmann’s heil!’ Bölge komutanı çıkagelse, sıırtını sıvazlayıp, ‘Seni tebrik ederim, çavuş,’ dese, Çavuş
Flanderka hiç şaşırmayacaktı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:272)
Wein, Weib, und Gesang :
= Wine, women and song
(ALM.,PSYCH.,KOLL.) <Vay’n, Vay’b und Ge’zan> : Şarap, kadınlar ve şarkı
(the) White Paternoster duası: (LATIN;HIRİS.) <White (İng.): Beyaz: Lekesiz, ak; Paternoster: Pater: Baba
(Hz.İsa), noster: dostumuz, daima başımızın üzerinde olan> Hz.İsa’ya atfedilen dua. Daha 1327 tarihinde,
Fransa’da, Paris civarında, Martin-Vega Bernardin-Benediktine Manastırının yemekhane kapısı üzerinde, Hz.
İsa’ya ait, Latince yazılmış bir dua ki, okuyanların anında cennete yönlendirildikleri söylenirdi.
“B e n, Tanrı’nın yaptığı; Tanrı’nın dediği; Tanrı’nın cennete soktuğu küçük beyaz paternoster,
geceleyin uyumaya hazırlanırken, yatağımda yatan üç melek buldum: Birisi yatağın ayak tarafında, öteki
başucundaydı. İyi kalpli Bakire Meryem de ortadaydı. Mertyem bana yatmamı, hiçbir şeyden korkmamamı
söyled,. Tanrı benim babam, Meryem de anamdır. Üç havari erkek kardeşim, üç bakire de kıs kardeşimdir.
Tanrı’nın içine doğduğu gömlek, vücudumu sarıyor. Aziz Marguerite’in haçı, göğsüme işlenmiştir. Kutsal bakire
çayırlardan geçip gidiyor: Tanrı için gözyaşı dökerek, Aziz Mösyö Yahya’ya rastladı; ona, ‘Yahya Efendi,
nereye gidiyorsun?’ diye sordu, ‘Ave Salus’ten geliyorum,’ diye cevap verdi Yahya. ‘Tanrı orada mıydı acaba,
belki görmüşsünüzdür.’ Tanrı çarmıuh ağacına gerilmiş, ayakları sallanıyor; başında beyaz dikenden yapılmış
küçük bir şapka var, elleri çivilenmiş.’ Bu duayı üç kere sabah, üç kere akşam okuyan, sonunda cennetin yolunu
tutar.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:307-8)
Vejetaryen : FR.:‘Végétarien(ne) : (LAT.: Ve’gan), Et yemeyip perhizini vejetasyon-sebzeler üzerine odaklayan
kimse
Bir koşer kasabın torununun -görünürde pratik nedenlerle başlayıp sonradan da ahlaki ilke olarakvejetaryen olması, kesinlikle rastlantısal değildir. Ama Kafka işi daha da ileri götürdü. Sofu ataları gibi dinsel
kurallara tümüyle uymaya yöneldi, ama büyük bir farkla: Koşrut ya da Yahudi beslenme kurallarına uyulması,
bireyle cemaat arasında bir bağ kurarken, Kafka’nın uyguladığı ritüeller onu cemaatten tamamen kopardı ve
sadece atalardan kalma geleneklere değil, kendi ailesine bile yabancılaşmasına neden oldu. Topluluk içinde
‘geviş getirmek’ tuhaf kaçtığı için, zamanla yemeklerini tek başına yeme alışkanlığını geliştirdi ve bir başkasının
karşısında yemek yemekten nefret etti. <John, 15 Aralık 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011”, sa:127)
Velakin :
Öyle amma, diğer yandan, velev ki, öyle olmuş olsa dahi
“...Hoşça kal canım anam. Sadece hoşça kal dediler, başka tek söz çıkmadı ağızlarından, Baltasar ve
Blimunda güzel cümleler kurmayı bilmezdi, kursalar da yaşlı çift anlamazdı herhalde, velakin zaman geçtikçe
şunu ya da bunu söylemiş olmayı dilersin, öte yandan bazen kafandakilerin hepsini söylemiş olduğuna inandığın
zamanlar olur, işte bu yüzden yazılan çoğu zaman yaşanandan daha gerçektir...”
“J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:153)
Veled-i zina : Piç (Harfi harfine: Zina ürünü çocuk), babası belirsiz çocuk (Argo); Yağmur mevsiminde oluşan
ve Süheyl yıldızının (Güney yarımküredeki Yıldırak yıldızı) doğması ile beraber ölen kelebeklere, kurtlara,
kuşlara ve diğer haşerelere verilen isim
Bk.: Velet
“Çelebi Abid zevk ve sevincinden şu beyti okudular:
‘Beni kıskanan veled-i zinadır, çünkü benim talihim Süheyl yıldızı gibi haşereleri (veled-i zinaları)
öldürücüdür.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:371)
“... ağzını her açışında, şiirin kendisinin olmadığını daha söyleyemeden hakaretlere, tehditlere
uğruyordu.
‘Edepsizler, veledizinalar, utanmazlar, alçaklar, köpekler, melunlar, asılacaklar!’ ”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:130)
Velet : Oğul, çocuk; Elalemin piçi-veledi zina- (Argo)
“Kapı tekrar açıldı, baktık: Başgardiyan. Düzelir, vaziyet alır gibi yaptık. O bu akşam daha ciddi, yüzü
biraz daha yorgun görünümünde. Koğuşun ortasına kadar ağır adımlarla yürüdü, eliyle, çocuğun biraz evvel
oturduğu yatağı işaret etti:
-Bu, dedi, benim velet.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“ ‘... Vay velet vay. Benim orta okuldaki oğlum bu yumurcağı görseydi vallahi. Hımmm. Okuman
nasıl?
Feyzi Bey benden önce atıldı:
‘Çok iyidir Fehmi. Hem büyük hem küçük harfleri su gibi okur!’
Fehmi Bey’in gözleri faltaşı gibi açılmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:38)
“Baldovan’da yalnızca işçi gibi çalışan klas değil, bir lord’un ve bir profesör’ün oğlu listedekilerden
birkaçı. Profesör’ün oğlu bütün gün bir köşede kendi kendine otururdu. Onun en sevdiği şeylerden biri peynirli
börek idi. Fakat diğer veletler onunla bazen, ‘Bugün, Scotty için peynirli börek yok!’ diye alay ederdi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:21)
“Kfaryabda veletleri yine kilisenin önünde, ağacın altında oynuyorlar. Eskiden, ‘kumbaz’ denilen bir
çeşit önlük-entari giyerler, bir de takke takarlardı. Öyle ‘kçeif’ yani başı açık gezmek için kafayı her anlamı ile
üşütmüş olmak gerekirdi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:57)
“BİRİNCİ PERDE, BİRİNCİ SAHNE GLOUCESTER - Yasal bir oğlum da var; bundan br yaş kadar büyük; ancak yasaldır diye onu daha
çok seviyor değilim. Gerçi bu çapkın dünyaya daha çağrılmadan pek küstahça geldi ama annesi güzeldi, ona can
vermek de epey tatlı oldu; ve tabii veledi kabullenmek gerekti.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:11-2)
“Sahilde dinsel bir tören ya da bir panayır vardı, dev bir kalabalık ne olduğunu çıkaramadığım bir şeye
doğru akıyordu. Ortalık, deniz kıyısında korkuluk duvarı üzerine uzanmış başıboşlar, ıvır zıvır satan veletler,
dilencilerle kaynıyordu. Ayrıca bir sıra da motorlu bisikletliler vardı.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“İNSAN
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1911>
--------Ama kork bu kör öfke gününden;
Doğa silip süpürür ilk veledini,
Rahimde henüz olgunluğa ermeyen
Kanlı ve çirkin cenin gibi.”
(Mihail Zenkeviç<1891-1973>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“-Evet, hanımınız kurnazlık etti, ama işe yaramadı. Tüm mahalleli biliyor. Kocanızın sağlığı
bozulmuştu; yaşlı adamın mirasını güvenceye almak için kasaptan çocuk peydahladı. Ama işte kocası hala
sağlam, yaşlı adamsa öldü. Şimdi velediyle sap gibi kaldı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:110)
Velev : İster öyle, ister böyle olsun
“-İki saatte, iki yüz suale, iki yüz cevap az değil zannederim, enişte, velev ‘evet’, ‘hayır’ gibi kısa
cevaplar olsun.
-İyi ama oğlum, sen o cevapları da düşünerek vermiyorsun ki... Makine gibi söylüyorsun.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:385)
Velfecir; (Gözleri) velfecri okumak : Kur’anı Kerim’in 59. suresi: El Fecr: ‘ Ağarmakta olan tanyerine and
olsun’ anlamına gelir. Gözleri velfecri okuyan ise, daha ziyade hilebaz, düzenbaz bir adamın bakışlarının ne
denli kötülük ve kurnazlık igadelerini taşıdığını ve dışa aksettiğini ima eder
“Herifi dikkatli bir süzdüm, gerçekten kısarak boylu, kösele çehreli, sırım gibi; elleri, kolları yüzü
kouyu kurşuni dövmeler içindeydi. Küçük, çekik ve biraz ağrıklı <istisna, kuraldışı> gözleri insanın yüzüne
bakarken velfecri okuyordu. Alnındaki kırışıklar bir hayli macera geçirmiş insanların alınlarındaki ve yüzündeki
kırışıklara benziyordu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:21)
Velhasıl : Sözün kısası, kısacası, özet olarak
Bk.: Hasılı
“GEÇMİŞ YAZ
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtap... iri güller... ve senin en güzel aksin...
velhasıl o rüya duruyor yerli yerinde!”
(Y. Kemal Beyatlı<1884-1958>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:86)
“DELİ - Nasıl saat yanılması bu?
MÜDÜR - Evet, bu anarşist olayının geceyarısı değil de, akşam sekize doğru olduğunu açıkladık.
S. KOMİSER - Velhasıl, saat yirmide..”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:41)
“PANTALONE - Eh, o istek her kızda vardır. Kimi yoksulluktan rahata ermek için ister. Kimi biraz
daha serbestlemek kaygısiyle ister. Kiminin de yalnızlıktan gözüne uyku girmez, ister. Velhasıl bütün kızlar
evlenecekleri saati iple çekerler.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:55)
“Şu anda tabancası yanında olsa çekip vurabilirdi. Tabancası yoksa, eli, kolu tutuyordu, yumruk, ya da
hiç olmazsa tokat atabilirdi, ama gözü kesmedi.. Başgardiyan dehşetli güçlü bir adamdı. İş tokat, ya da yumruk
atmaya kalırsa, katip kaybedeceğini biliyordu. Velhasıl bir çuval incir berbat olmuştu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:63)
“İki Diyarbakır var: Biri surun içindeki eski, öteki surun dışındaki yeni Diyarbakır. Eski Diyarbakır,
mimarisi, evleri, kahveleri, sokakları, caddeleri, giyinişi, velhasıl her haliyle, surları kadar eski.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:5)
“Çorabı bu gece örüp bitirirse, Fener’e gittikleri vakit bekçinin küçük oğluna verecekti. (Çocuk kemik
veremiydi de.) Bir yığın eski dergi, bir parça tütün, velhasıl etrafta yararsız, boşuna kalabalık eden ne bulursa o
zavallılara götürecekti.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:5)
Veli : Ermiş dindar kimse, eren, evliya; Reşit olmamış çocuğun hamisi
“Birdenbire güneş doğudan altın bir top gibi kudret çevganından <Tanrının ezeldeki takdiri> felek
meydanında oynamaya başladı ve bir mızrak boyu yükseldi. Arif Çelebi buyurdu:
‘Veliler, güneşlerin güneşidirler, Güneş onların nurundan ışığını aldı.’ ” ..... “Şiir:
‘Varlık iddiasında bulunan, varlığından geçmiş bir veliye çattı; kendi eliyle kendi gözüne diken soktu.’
‘Ey kendinden geçmiş velilere Zülfikar çeken kimse, dikkat et! Sen onu kendi vücuduna vuruyorsun’
(Mesnevi, C.IV, s. 403/2137-2138)
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:360;381)
Velinimet : Birini himayesine alan ya da hayat boyu bakım ve iyilikte bulunan kimse
“Üç araştırmacı, hayvanlarından indi; ipi sıkı bir şekilde Don Quijote’nin beline doladılar, bu sırada
Sancho ara vermeden konuşuyordu: ‘Dikkatli olun, velinimetim efendim; kendinizi canlı canlı şu mağaraya
gömmeyin sakın; soğumaları için kuyuya sarkıtılan şarap güğümlerine benzemeyesiniz sonra. Yani ne geçecek
elinize, şu mağarayı bulan adam olacaksınız da!’ ‘Kapa çeneni de işine bak sen! Tam bana uygun bir serüven
bu.’ ‘Sayın şövalye,’ dedi kuzen. ‘İçerde çok dikkatli olun lütfen. DEĞİŞMELER adlı kitabıma malzeme
olabilecek bir şey çıkar belki!’ ‘Geçin dalganızı bakalım!’ dedi seyis.
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:544)
“-Demek oluyor ki, ona daha önce de hakaret ediyordunuz?
-Ama eskiden gücenmiyordu ki... Bunları kendi iyiliği için söylediğimi biliyor, sesini çıkarmıyordu.
Büyüklerine, velinimetine karşı gelmenin günah olduğunun bilincindeydi. Ama ne zaman emniyette göreve girip
yazıcılığa başladı, artık hepsine paydos.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Anneleri ölünce iki kardeş tıpkı ağabeyleri Mitya’nın durumuna düştüler, babaları onları da yüzüstü
bırakıverdi. İki çocuk mahut Grigori’nin ellerine, kulübesine düştü. Annelerinin velinimeti, onu büyüten deli
bozuk general karısı yetimleri orda buldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:13)
“Ne olursa olsun gözünü karartıp ertesi gün Rıza Bey’in odasına çıkacak ve durumu anlatacaktı.
Babasının, Rıza Beyefendi’nin muhterem pederlerinin yanında çalışmaya başladığından beri bu evde kötülük
görmediklerini, kendilerine yan gözle bakılmadığını, yıllardan beri bu mukaddes konağı kendi yuvaları olarak
benimsediklerini ve velinimetlerinden en ufak bir şikayetleri olmadığını anlatacaktı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:186)
“Evet, çok saygıdeğer dostu ve velinimeti böyle şeyleri bilemezdi! Gerçek hayatın dalgalarını sırtına
yüklemiş ve mutluluğu yüzünden okunan birinin bu tür şeylere kafa yormasına gerek yoktu. Ancak
karanlıklarının derinliklerinde tek başına kalmış ve hayallere dalmış biri düşünürdü beöyle şeyleri.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522-3)
“KATHARINA - Yazık, yazık, kır şu cadaloz şu çirkin kaşların kirişini. Velinimetini, kralını,
hükümdarını yaralayacak edepsiz bakışları bırak..... Çamurlar içinde, yüzüne bakılmaz, kapkaranlık, güzellikten
nasipsiz! O böyle oldukça insan susuzluktan kupkuru kesilmiş bile olsa, ne bir damlasını tatmayı, ne elini
sürmeyi kabul eder.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:127)
“ŞAİR - Bir babam vardı, bütün umudunu tek oğlu olan bana bağlamıştı; dükkanını işliğini bana
bırakacaktı... Ticaret Okulu’nu bırakıp kaçtım... Babam üzüntüsünden öldü..... Bir dostum vardı; başım sıkışınca
bana yardım ederdi. Bu dost, sözümle sazımla savunduğum insanlara acımasızca davranmaya kalkıştı. Ruhumu
kurtarmak için dostum, velinimetim olan bu adamı öldürmek zorunda kaldım. İnsanlar bana onursuz bir kişi,
toplumun yüzkarası diyorlar.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:90)
we’lkin :
(AST.) <ve’lkin> : Sema, gökyüzü, asüman
velskoen : (GİYSİ,KOLL.,İNG.) <vel’skun> : Güney Afrikalı’ların giydiği çivisiz ayakkabı
Velvele; Velveleye vermek; Velvele yığmak : Gereğinden fazla gürültü çıkarmak, ortalığı birbirine katmak
“Şüphesiz, aradan geçen bir gece içinde, normal adam dünyayı ahmaklarla doldurmak imkanını
bulmuştu, onun içindir ki zıvanasız adamlar bu kadar az görünür. Bununla beraber, bir tahtası fazla adamlar
dünyayı velveleye verecek tanrısal sessizliği bozacak kadar kalabalıklaştılar.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:108)
“ ‘Fransuva, canavarın leşini sürükledi, kardeşinin önüne fırlattı:
‘İşte!’ diye bağırdı, ‘bütün dünyayı velveleye veren canavarın sonu! Doya doya bak Jan!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:76)
“Tek parçadan bir kale, reddedilenez lavların önerisi! İçeride şarkı söylerler mi? Sevişirler mi yoksa
boğazlaşırlar mı! Rüzgar başıma velveleyi yığar ve gök gürlemesi tahtını köklendirir kulaklarımda. Eve gitmeden
önce çatlaklar arasında büyüyen küçük çiçeği koparırım, siyah çiçeği, şu ışınımla yananı.”
(O. Paz, “Kartal Mı, Güneş Mi?”, sa:35)
“KAPTAN, ağırbaşlı bir sevecenlikle Lady Utterword’ü kaldırarak. - Kalbin olmasaydı, kırılmasını
isteyebilir miydin çocuğum?
HECTOR, sıçrayarak ayağa kalkar. - Lady Utterword: size güven olmaz.. Durup dururken ortalığı
velveleye verdiniz. (Sancak kapısından bahçeye kaçar.)”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:98)
“-... Birader!’ dediler, ‘Bir işe yarasa bile... Bütün halkı kurşunlayacak halin yok ya... Parayı açıkta taşı,
dünyayı velveleye ver! Yetmiyormuş gibi adam öldür! Aferin mi derler?’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:195)
Vendémiaire :
(FR. MYTH.):
Cumhuriyet Devrim Takviminin ilk ayı: 22 eylül – 23 ekim
“Vendémiaire’in on biriydi. Alnı yukarı doğru açık, burnu ve çenesi sivri, bakışları sert, yüzü
çiçekbozuğu, soğuk tavırlı bir adam, ağır ağır kürsüye çıktı. Saçları hafifçe pudralıydı, mavi giysileri bedeninin
çizgilerini yansıtıyordu. Dimdik bir duruşu, ölçülü adımları vardı. Öyle ki, kimi dans öğretmeni, kimi ‘Fransız
Orphée’si <Efsanevi Trakyalı şair; Müz ‘Calliope’un oğlu; Apollon’un verdiği lir ile vahşi hayvanları etrafına
toplardı; ölen karısı Eurydike’yi ziyaret için yeraltı Hades’e gitme izni vardı, sonra, ‘ziyaret esnasında ona
bakmama’ koşulunu bozduğu için izin kalkmıştı!> adını takmıştı ona. Robespierre, duru bir sesle, Cumhuriyet
düşmanlarını yeren usta bir söylev verdi.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:176)
Venildemek : Bk.: Venilemek
Venilemek : Hayvan yavrusu gibi inlemek, hafif ular gibi konuşmak
“Haceli köpürdü:
‘Bin ulan şu kağnıya, geçmişi boklu! Köpek eniği gibi venileyip durma benim karşımda! Yoğsam itaat
etmiyon mu? Etmiyonsa habar ver. Habar ver de bi takikenin içinde görüvereyim hesabını...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
“Yanında iki kişi vardı, koltukaltlarından tutuyorlardı Hasan Beyi. Hasan Bey yaklaşınca, köpekler
yerinden fırladı, hırladılar. Müşfik Barut’un kafasına vurdu. İkisi de venildiyerek önümüze yattılar yine.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:52)
Veni vidi vici : (LATIN MYTH.): Sezar’ın Roma’ya zaferle dönüp “Geldim, Gördüm, Yendim!” anlamındaki
tarihi sözleri = ‘I came, I saw, I conquered!’ Julius Caesar’s summary of swift victory at Zela in 47 B.C. over
Parnaces in the Pontic cMPin (SUETONIUS, Julius Caesar, XXXVII
“Çocukluğum, gençliğim, Alaşehir, Manisa, Denizli, sevgili Saliha halacığım, güzel yurdumun taşı
toprağı, göklere dua edercesine sivrilmiş minareleriyle, güzel İstanbul; çarşaflı, mantolu kadınlarıyla, zarif bakire
kızlarıyla, yaşayan ve doğmamış bebekleriyle bu emsalsiz şehir, bir gün gelecek sana veni, vidi, vici diyebilecek
miyim?”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:293)
Ventre a terre : (FR.,HIZ,KOLL.) <Vant’r a ter> : En yüksek hızla ! = At top speed ! (Öyle hızlı uçan atın
karnının yere bakmasından alınarak = Literally, with belly to the ground, an expression originally applied to a
running horse)
Venusberg : (MYTH,MUS.,ALM.) : Tannhauser Efsanesine göre (Wagner), V e n ü s’ün, mağaralarında
Maiyetini topladığı dağ
Venüs’ün doğuşu : Ünlü Rönesans ressamı Sandro Botticelli <1447-1510>’nin en tanınmış eserlerinden biri.
Bilindiği gibi ‘Venus’, <Venus de Milo>, esasında Roman Mitolojisi’nin aşk tanrıçası olup, Yunanlıların
‘Aphrodite’i <afrodit> ile bir tutularak ‘aşk tanrıçası’ sayılmıştır. Eser, pastel renklerlebezenmiş olup,1486’da
tamamlanmış , 68.78 x 109 ½ inç <Bir inç =2,3 cm> boyutlarıyla Floransa’da UFFIZI Müzesinin duvarlarını
şereflendirmektedir. Genel motif şöledir: VENUS, dev bir istridye kabuğunun ortasında, yarı çıplak ayakta
dikilmktedir. Sarı lepiska saçları omuzunun solundan dışarılara dalgalanmaktadır. Her iki yandan, birtakım
peri kızları üzerine koruma amacıyla yönelmişlerdir; sağdaki yalnız olanı, kabaca yeşil bir örtü (kimono?)
getirmeye savaşmaktadir. (İ.E.)
“Hüküm sürdüğü üçyüzyıl boyunca dört papa, iki Fransız kraliçesi ve Avrupa’daki en büyük finans
kurumunu çıkaran, akıl almaz bir servet ve nüfuz sahibi olmuştu. Modern bankalar bile Medici’lerin icat ettiği
muhasebe yöntemini kullanıyorlardı: çift girişli borç-alacak sistemi.
Bununla birlikte Medici’lerin en büyük mirası finans veya politika değil, sanattı. Sanat dünyasının
gördüğü belki de en savurgan <aşırı cömert> patron olan Medici’ler, Rönesans’ı gerçek anlamda tetikleyen
cömert bir siparis akımı sağlamışlardı. Medici’lerin patronluğunda sipariş alan ünlüler listesi Vinci’den
Galileo’ya ve Botticelli’ye kadar uzanıyordu. BOTTICELLI’nin ünlü ‘Venüs’ün Doğuşu’ tablosu, kuzenine
yatağının başına asacağı, cinsel açıdan tahrik edici bir düğün hediyesi vermek isteyen Lorenzo de Medici’nin
siparişiyle yapılmıştı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:123)
Veran : Viran, yıkık, perişan
“Ona ayıp olmasın da bize ayıp olsun, öyle mi muhtar? Hey gidi hey!.. Verandır has bahçenin gülleri
veran!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:89)
Ver aşağı tut yukarı : Pazarlık etmek
“Arada sırada bir adam gönderip listeye baktırmak... Bu sefer de biza yarım vagon çıkmış, buna da
bereket versin. Çağır Yasef’i, Halil Efendi ver aşağı, tut yukarı, bayıl paraları.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt: II, sa:157)
verba vana aut risui apta non loqui (LAT.,DİN) <verba nana avt rizyi apta non lokay> : (Boş ya da
gülünecek şeylerin söylenmesi uygun değildir.)
“Dudakları solgun bir gülümseyişla aydınlandı. O zaman, konuşmayı belli bir çekingenlikle izlemiş
olan öteki rahipler, kütüphanecinin onayını bekliyormuş gibi zavallı Adelmo’nun yeteneğini övüp onun gerçek
dışı resimlrini birbirlerine göstererek yürekten gülmeye koyuldular. Herkes daha gülerken, omuzbaşımda ciddi ve
sert bir ses duyduk: ‘Verba vana aut risui apta non loqui’ .
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:100)
verbatim : (LAT.) <ver’batim> : Harfi harfine
verbiage : (FR.) <ver’biaj> : Laf kalabalığı
verbose, verbosité : (FR.) <ver’boz, verbo’zite) : Gereksiz sözlerle dolu, laf kalabalığı, ağız kalabalığı;
Ağız kalabalığı <Il avait une propension a la verbosité = ağız kalabalığına bir eğilimi vardı!>
verbum mentis :
(LAT.) <verbum mentis> : ‘Zihindeki sözcük’
“ ‘Tümüyle değil, sevgili Adso,’ diye yanıtladı üstadım, ‘Bu tür bir iz, diyelim ki, bana ‘at’ı verbum
mentis olarak anlatıyordu ve o ize nerede rastlarsam rastlayayım, bana hep aynı şeyi anlatacaktı. Ama o yerde ve
günün o saatinde gördüğüm iz tüm olası atlar içinden en az birisinin oradan geçmiş olduğunu anlatıyordu bana.’
”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:42-3)
verbum pardo : (LAT.,MYTH.,KOLL.) <ver’bum pardo> : Şifrelenmiş sır’ları çözmekte kullanılan sihirli
parola
Ver elini : İşte geldim
“YAŞA - Ne var ağlayacak? (Şampanya içer.) Altı gün sonra yine Paris’te olacağım. Yarın eksprese
atladığımız gibi ver elini Paris. İnanasım gelmiyor. Vive la France! (Fransa, yaşa!) Buraları bana göre değil,
yaşayamıyorum... elimde değil... Cehaleti gördüm, benden pas...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:166)
Verem olmak : Sözüm ona uzantılı üzüntünün ve kederin vereme neden olacağına dayanan inanış
“Bu yüzden, boyuna karısının ne kadar fedakar bir eş olduğunu söyleyip duruyor. Yani, deliyken tekrar
kendisiyle yaşamayı kabul etti diye.
-O karıya küçük bir fino gibi bağlı ve minnetkar, çünkü onun sayesinde ekmek yiyor, diye düzeltti
Doktor Rebagliati. Camacho’nun karakollarından haber toplayarak kazandığı parayla geçinebilirler mi
sanıyorsun? Orospu sayesinde karnı doyuyor, yoksa çoktan verem olmuştu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
Veresiye; Veresiye almak : Esnaftan mal ya da yiyecek içecek alırken ödünç almak, borca yazdırmak
“Veresiye vere vere, kalmadı kalmadı
Allah canımı, almadı almadı.”
(Anonim, eski bir İstanbul kantosundan)
“ ‘Avrupanın yarısının fıçılarını boşalttık, yine de susuzluğumuz geçmedi!’
‘Mermilerle delik deşiğiz de ondan; tabii, şarap deliklerden akıyor.’
‘Oran da delik mi?’
‘Bize veresiye hesap açacak bir şarap mahzeni!’
‘Gelecek sefere borcumuzu öderiz!’
‘Parayı veren Napolyon!’ ”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:223-4)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------fethettim evet fethettim
şimdi bu fethin sevinciyle
aynanın önünde, iftiharla, 678 veresiye mumu yakıyorum.
Ve rafa zıplayıp çıkıyorum ve izninizle
Hayatın yasal faydaları üzerine
İki çift kelam etmek istiyorum huzurunuzda”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“Her hafta Barney’in borcu artıyordu..... Barney tütün tezgahının en iyi müşterilerindendi. Sabah işe
giderken bir kese, akşam iş dönüşü bir başka kese. Sonunda, veresiye hesabı gelirini çoktan aşmış, borç bacayı
sarmıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:233)
“Neyse ki burada, Monte Lavre’de bakkallar veresiye veriyordu, başka yerlerde de öyle, ama bu öyküde
işin güç bir yanı var, Joao Mau-Tempo bu yollardan utanç içinde geçmişti, çünkü borçları vardı ve onları
kapatamıyordu, acı ve üzüntüden ağlayan karısı Faustina’yla birlikte gitmişti, şimdi de vekalet formu doldurmak
için dükkan dükkan dolaşmak işi ona düştü.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:293)
Vergi; Vergi olmak : Has, özgü; Doğuştan sahip olduğu nitelik
“Bayram, ahırda aptes bozmaya oturdu. Koca yazın ağırlğını düşünüyordu. Nasıl erip yeteceklerdi?
Nasıl biçip yeteceklerdi? ..... Okumayı yazmayı sökmüş, hesabı kuvvetli bir çocuğun babası olmayı çok
istiyordu. İstiyordu ama nasıl? ‘Okuma dediğin şeherliye vergi. Kömeli köylerin çocuklarına vergi. Bizim
Garadaş bir avuç. Çürük çarık seksen ev. Sahapsız köy anasını satayım! Muhtarı gözel kuzu çalmak bilir. İkinci
gurul üyesi de allahlık. Garıya tecavuz edip çocuk düşürtmenin erbabıdır.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49)
“Çeyizleri yerleştirilirken bahçe pencerelerinin önünde sabahtan yatsıya dimdik camlara yapışıp
duruyordu. Eee, bir de geldik ki buraya ne görelim, sultanlara vergi kurulu düzen... Bir de erkek, yeni taydan
aşmış aygır gibi soluyor. Henüz otuz sularında, eller aslan pençesi kavrayışında.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8)
“Bu değişimleri görmek çok az insana vergi olsaydı, bu değişimler çok ender olsalardı, belki daha çok
şaşırtırlardı bizi. Ama sürekli bir mucize karşısında şaşkınlığı en sonunda geçer insanın.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri&Yeni Nimetler”, sa:181)
“Metnin linotiple dizilmek yerine, benim Floransa stilindeki kendi el yazımla basılmasını önerdim
gazeteye. Yazı işler, müdürüne bunaklara vergi yeni bir zırvalık gibi görünmüştü bu önerim, ama genel müdür,
yazı işlerinde hala dolaşan bir sözle razı etti onu:
‘Aldırmayın, zararsız deliler olacakları önceden sezinlerler.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:67)
“Gençliğe vergi olan süsü Zaman didikler,
Derin çizgiler kazar güzelliğin alnına,
En gözde varlıkları canavarlar gibi yer,
Kimse karşı duramaz amansız tırpanına.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:60, sa:161)
“T K
<1956>
Sen kadınsın ya büsbütün soyunuyorsun
Sana vergi, atılacak her şeyi kolayca çıkarıp atmak
Öptüğün gibi dünyanın bütün adamlarını bu arada beni
Uzanıp öpüyorsan ya atları çırılçıplak
Ne oluyorsa işte o zaman oluyor.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:56)
“Zaten bunlar olmasaydı bile, erkeklere vergi bir macera içgüdüsüyle, parçalı ve uzmanlaşmış bir çağın
gündelik hayatından kaçıp kurtulmak isteğini şiddetle duyduğumuz anlarda, kendimizi kaç kere baskı altında
hissetmişizdir ve içimiz ne kadar daralmıştır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:83)
Verilecek, Verilmiş sadakaları olmak : Birçok kültürlerde, olası çok tehlikeli bir kazayı (veya kişisel hatayı)
ucuz atlatınca, teselli babında söylenen sözcükler
“ ‘Albayla gene toplantı varmış, komutanım. Bu sabah dokuzda. Gece sizi uyandıracaktım, ama sonra
sabah söylesem daha iyi olacak diye düşündüm.’
‘Verilecek sadakan varmış. Gece vakti uyandırsaydın görürdün gününü. Demek gene toplantı var.
Sülalelerini... Vanyek’i ver bana!’
‘Buyrun, komutanım. Ben Başçavuş Vanyek.’ ”
(Y. Haşek, ‘Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:424)
“Akman ağa, sesimi duyunca sevinçten çadıra koştu:
-Abe, dedi, geçmiş olsun!.. Beni öldürdün meraktan. Ben geçtim arabadan beygirden... Hep
düşünürdüm buraya gelinceyedek seni! Ne ise, verilmiş sadakan varmış... Allah anacığına, babacığına acımış...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:52)
“Eğer telefona gitmeyip bıraksaydı..... onun yerne başka birisi ölecek, ya da hiç kimse ölmeyecekti.
Belk de o ölmesi gereken, şimdi evinde ayağında terlikler, televizyonun karşısına oturmuş o korkunç kazayı
izlemekte. Her zamank yolu değil m orası? Gerçekten orası. Hem de tam kendi geçtiği saat. Karısı onun başını
okşayarak, verilmiş sadakaları olduğunu söylüyor, büyük şans diyor.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:7)
Verip veriştirmek; Veriştirmek : Hiddetten ağzına geleni veryansın etmek
Bk.: Veryansın etmek
“Örneğin, savaş ve Amerika’nın politikasıyla ilgili görüşleriniz hemen hemen aynı ama sen üniversiteyi
bıraktığın anda askere çağrılacağın için senin savaş karşıtlığın onunkinden daha ateşli ve şamatacı; sen ne zaman
Johnson hükumetine verip veriştirmeye başlasan Gwyn gülümsüyor, parmaklarıyla kulaklarını tıkıyor ve senin
susmanı bekliyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:101)
“Sinirliydi ve bir süre sonra yerinde duramaz olup treylerin içinde volta atmaya, adamlara ağzına
geleni verip veriştirmeye başladı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:129)
“Dokuz gün önceki faksına cevap vermekte geciktiğim için beni bağışla. İşin doğrusu, 70’lerin sonu ya
da 80’lerin başından bu yana, sanatın içsel yaşamamızdaki rolünün önemini yitirdiği görüşüne cevap olarak
tutarlı, uygun bir şey söylemeye çalıştığım için geciktim. Düşüncelerimi belirttiğim ve öfkeyle verip
veriştirdiğim birkaç sayfa yazdım, ama beğenmedim. Yazdıklarımı sığ ve sıkıcı buldum, o yüzden de sana
göndermekte çekimser kaldım. <Paul, 23 Ekim 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Burada ve Şimdi, Mektuplar 2008-2011”, sa:112)
“Başarısızlığa uğrayıp geri çekilmeleri, sonra zılgıtları, yüksek rütbeli subayların kendi aralarında
birbirlerine alayla, azap çektirerek verip veriştirmelerini, iğneli telefon konuşmalarını..... sıtmalı bedeniyle
yatağının kenarına ilişen ve umutsuz görünen yorgun, yaşlı bir adamı akla getiriyordu.”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:5)
“Çıkmadan, arabayı ne yapacağımı sordum. Anahtarları kendisine bırakmamı söyledi; biri gelip alacaktı
arabayı. Sonra, başka bir şey demeden aşağı inip mutfağa daldı, mahzun yüzlü çocuğa yeniden verip
veriştirmeye başladı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:34)
“Akşam karanlığı bastırana değin verdi veriştirdi. Kendisi de yorgun düşmüş, oyuncunun da canını
çıkarmıştı. Sonunda adamcağız o duruma geldi ki, inlemeyi bile bırakıp yüzünde bir korkuyla öylece katıldı
kaldı. Katılmanın ardından uyku haline benzer bir şey oldu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:130)
“Orta boylu zurnaları öttürenler de kızıp kızışmışlardı. Dümbelek ve trampetçilerin de ayranları
kabarmıştı. Herkes sağını-solunu dinlemeden, alabildiğine verip-veriştiriyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
“O sırada telefon çaldı. Başçavuş Vanyek hamle edip telefonu açtığında, Teğmen Lukaş’ın haykırışları
duyuldu. Konservelerin ne olduğunu soruyor, verip veriştiriyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:423)
“(Joseph Giebenrath) Ara sıra bir tek atar, ama hiç sarhoş olduğu görülmezdi. Asıl uğraş alanının yanı
sıra biraz kirli denebilecek işler çevirir, ama resmi makamların izin verdiği sınırların ötesine asla geçmezdi.
Kendisinden yoksullara açlıktan nefesi kokanlar, zenginlere is ne oldum delisi diyerek veriştirirdi hep.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5)
“Ben, yedekte en azından bir tepsi salam daha vardır sanmakla yanılmıştım. Birden alçak perdeden
gülmeye başladılar. İçlerinden birkaçı alaylı alaylı bana baktı; benim de tepem attı, salamına da, İtalyan
ressamının kendisine de veriştirdim içimden.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:58)
“Dışarı çıktık. Yağmur daha veriştiriyor.
İsmail Efendi:
‘Bey,’ dedi, ‘Bekleyelim mi? Yağmur çok azgın.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:26)
“ADAM - Rüyamda davacının biri yakama yapıştı, beni mahkemeye sürükledi. Ben aynı zamanda,
şuradaki yargıç kürsüsünde oturuyordum. Kendime yukardan aşağı verdim veriştirdim, köpek gibi azarladım,
edepsiz herif dedim.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:16)
“MANGAN - Bu kadında bir el var, bir dokundu mu adamın iliğine işliyor.
ELLIE - Bu kadar verip veriştirdik sana. Hala onu seviyor musun?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:84)
(La) verita e figlia del tempo : (İTA.,ZAMAN,KOLL.) <La veri’ta e fig’lia del tem’po> : ‘Gerçek (doğru şey),
zamanın kızıdır’. Zaman, vakti gelince, gerçeği gösterecek = Truth is the daughter of time. Time, will bring out
the truth. Veritas temporis filia dicitur <veri’tas tempo’ris filya dikitur> : Eventually the truth becomes known.
(Aulusa GELLIUS that he had forgotten the name of the author: Aul GELLIUS, ‘Attick Nights’ XII, 7
Veritas numquam perit : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Veri’tas num’kuam per’it> : Gerçek, hiçbir şekilde ölmez =
Truth never dies !
Veritas vos liberatis : (LAT., HUK.,KOL.) <Veri’tas vos libera’tis> : Gerçek, sizleri bağımsız, serbest kılacak = The truth shall make you free - VULGATE, John, VIII,32 – Motto of JOHN HOPKINS University
Veritatis simplex oratio est : (LAT.,HUK.,KOLL.) <Verita’tis simo’leks ora’tio est> : Gerçeğin dili sadedir
= The language of truth is simple
Vermek : Evlendirmek, söz kesmek; Vakfetmek, uğraşmak
“LUNARDO - Ben öyle sanıyorum ki.. işte.. kızı verdim.
MARGHERITA - Kime verdiniz? Söylesenize.
LUNARDO - Şşt! Duvarın kulağı var. (Çevresine bakınarak.) Sinyor Maurizio’nun oğluna.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:25)
“ROSAURA - Kimmiş?
DOTTORE - Lelio, Pantalone’nin oğlu Lelio.
ROSAURA - Beni vermeyi istediğiniz genç mi?
DOTTORE - O, işte, o malın gözü.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:136)
“Zorla devam ettirilen anlamsız bir konuşma ortasında Ahmet, birdenbire, genç bir bekar olduğunu
apaçık hissetti. Genç ve kadına susamış bir bekar... Şu kızı neye almıyorum sanki? diye düşündü. İşte onu bana
veriyorlar... Bu taze vücudun kollarımın arasında kıvranması için elimi uzatmam kafi.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:66)
“Laurent, yeni kurulan aileye hiçbir şey getirmediği gibi, işini bıraktı, kendini resme vereceğini bile
söylüyordu. Ama küçük ailenin geleceği sağlanmıştı. Kırk küsur bin frangın geliri, tuhafiyeci dükkanından elde
edilen kazançla birleştirilince, üçünü de mis gibi geçindirirdi.”
(E. Zola, “Thérese Raquin”, sa:160)
vermin(e) : (FR.,ZOOL.,KOLL.SOSY.) <vermen, vermin> : Haşaret, zararlı küçük hayvancıklar: pire, bit,
tahtakurusu; aşağılık kimse, it, serseri; toplumun alt klasına ait halk
vermis sum : (LAT.COLL.) <vermis sum = ‘Bir solucanım!’>
“... ‘Kısacası, sorumu tekrarlıyorum: Kimsiniz? Bir piskopossunu, kilisenin bir prensi, altın yaldızlı,
armalı, gelirli kişilerden biri, okkalı papaz ödeneği olan Digne Piskoposluğu için her ay muntazaman on beş bin
frank, ayrıca ek masraflar için on bin frank.... sofrasında iyi emekleri bulunan, cumaları su ördeği yiyen, öndeki
ve arkadaki uşaklara tören arabalarında caka satan, yalın ayak gezmiş olan İsa-Mesih adına arabalarla dolaşan bir
kişi. Siz ünlü bir kilise adamısınız; para, saray, atlar, uşaklar, zengin sofra, hayatın bütün maddi hazları, bütün
bunlar sizde ötekilerde olduğu gibi var ve ötekiler gibi bu zevklerden tadıyorsunuz.... Söyleyin, kiminle
konuşuyorum? Siz kimsiniz?’
Piskopos, başını önüne eğerek cevap verdi: ‘Vermis sum’.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:I, sa:80-1)
vers libre : (LAT:.,EDEB.,KOLL.) <vers libri> Serbest şiir (FR. Verse : <vers> Bir satırlık şiir, mısra)
verum suquitur ad quod libet : (LAT.) <ve’rum su’kitur ad kod’libet> : Doğru, mantıksal olarak herşeyden
şıkabilir.
Veryansın etmek : Azarlamak, hiddetle ağzına geleni söylemek; coşkuyla devam etmek
“Bütün hükümetlere -geçmişteki, bugünkü, gelecekteki, solcu, sağcı, merkezdeki hükümetlereveryansın ediyor, öfkeli genellemeler, acı eleştiriler yapıyor, sözümona uygarlığımızın aslında barbarlık ve
zalimliğin sonu gelmeyen saldırılarını örten ince bir örtüden başka bir şey olmadığını söylüyordu.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:49)
“Teabing, ‘Şuraya bakın,’ diye veryansın etti. ‘İnsanlık tarihindeki en büyük örtbas buydu. İsa Mesih
evlenmekle kalmamış, aynı zamanda baba olmuştu. Tatlım, Magdalalı Meryem, Kutsal Kase’ydi. İsa Mesih’in
asil nesli ile dolu olan kadehti. Soyu taşıyan rahim ve kutsal meyvenin çıktığı üzüm bağıydı.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:278)
“Boğuk boğuk seslerden sonra, kadın öyle müthiş bir çığlık kopardı ki, merdiven sahanlığı bir anda,
hıncahınç doldu. Marie ile biz de çıktık. Kadın durmadan bağırıyor, Raymond da veryansın ediyordu.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:40)
“POLİNA ANDREYEVNA - Kostya çalıyor. İçi sıkılıyor zavallı çocuğun.
ŞAMRAYEV - Gazeteler veryansın ediyorlar aleyhinde.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:88)
“Alkolle savaş hareketi parçalanmış, işin şan ve şerefini tümüyle sahiplenmek isteyen açgözlü birkaç
kişi, kendi dernekleri adına ıslahı nefis etmemiş günahkarları ver yansın etmişlerdi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:89)
“(Panait) İstrati heyecanlıydı; büyük (Maxim) Gorki’yi ilk kez görecekti. Muhakkak ki kucaklaşmalar,
hazır sofralar, göz yaşları, gülüşler, sohbet üstüne sohbet, sonra yine ver yansın kucaklaşmalar bizi bekliyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:394)
“Derken iktidar partililerden ver yansın. Ben onlara, onlar bana. Bana Serbest Fırka’yı unutma diyorlar.
Devir o devir değil sayıynan kendinize gelin dedim. E, Rakı, şişede durduğu gibi durmuyor ki. İçlerinde bir
kıranta var, en azgınları o. Dedi ki: Fırkanızı başınıza geçireceğiz dedi. Ben de bok yemişsiniz dedim.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53)
“Böyle güzel bir günün sabahında, kilisenin öbür yanındaki evlerden bir patırdı, bir gürültüdür ortalığı
aldı. Kıyamet kopuyordu. Çınarın altındaki kanepelerde oturanlar oraya koşuştular, vardılar ki Haris
Kondoğluyla Petros Politisin ellerinde birer kalın sopa, birbirlerine veryansın ediyorlar. Yüzleri, elleri, başları
kan içinde kalmış, öldürürcesine biribirlerine vurup duruyorlar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:82)
“Yaz geldi çattı. Ekinler biçiliyor. Sıcaklar veryansın ediyor. Çukurovanın sıcağına sarı sıcak derler. Ak
sıcaklar çöktü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:39)
“Deve ağır ağır ayağa kalkıyordu. Ama Karacaoğlan bunu görmüyordu. Sazına yumulmuş, dünyasından
geçmiş veryansın ediyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi”, Karacaoğlan , sa:98)
”Lütfi, köpürmüş ağzından köpükler saçarak, kendisini öfkesine kaptırmış, veryansın ediyordu
Hasan’a. Bütün mahkumlar, tutuklular başlarına birikmiş, Lütfi’nin ağza alınmadık söğmelerini
dinliyorlardı.”..... “Konuşkan bir çocuktu Hasan, ama yıllar yılı konuşmamayı öğrenmiş, kendini eğitmişti.
Susmanın büyük ustası olmuştu. Konuşunca da, adamını bulunca da veryansın ediyordu konuşucuya.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:19;20)
“Bu yeni gelenler arasında Edinburgh’lu biri vardı: İri Jimmy. O, empülsif bir karakter idi. O kadar çok
dövülmüştü ki, hemen her zaman savunmada idi..... Hemşirelerden biri ona pek de hoş olmayan bir şeyler
söylemişti. O hemen yumruklarını sıkarak onlardan birine saldırdı. Saldırdı ama, hemen bir kafa kol yaparak onu
alaşağı ve tekmeleri veryansın ettiler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:102)
“Dilersen ver yansın et, kaşını çatar çatmaz,
Ama, ah, vurma beni canlanan nefretinle.
Senden özür dilerim; çabamın nedeni tek:
Aşkında sadakati, kudreti belirlemek.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:117, sa:275)
“Bu dramda ruh kabarmasının hiçbir zerresi uçup gitmez, burda selle set, akıntıyla engel aynı derecede
güçlüdür. Kleist ferahlamıştır. Ama; kendi içinden kurtularak değil, eşini yaratarak: Kutupluluk, mahvedici
gücünü kaybetmiştir. Çünkü o artık (eskisi gibi) şu ya da bu tepiye veryansın etmemekte, egemenlik
tanımamaktadır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Kleist’, sa:58)
Vesaire : ...benzeri şeyler, vs, v.s.
Bk.: Vb.
“YAŞAM
Bahçe, bahar, mayıs, çiçek,
bank, fısıltı, ok, daire.
Bir kadınla, bir de erkek,
sevişmeler ve saire.
--------Baston, astım, göğüs güm güm,
saç baş harap, kalp nafile,
bir oturak, bir de albüm,
huzurevi ve sair.”
(Radoy Ralin<1923-2004>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.03.07)
Vesselam (Vessepet) : Hepsi bundan ibaret, son söz bu, işte bukadar anlamlarında bir ünlem
“-... (Güler.) Öğle yemeğinden sonra da elimde olmaksızın yatıp uyudum yine, ama kafamın içi kazan
gibi, vesselam...” ..... “(Güler.) Her zaman zevk duyardım ayrılırken... Gel gör ki, emekli oldum, gidecek yerim
yok, vesselam... İster istemez, buradayım...”
(A. Çehov, “Martı”, sa:26-7)
“ ‘Solaklı’dan mükemmel dere balığı getirdiler, hiç kaçırır mıyım, bu akşam misafiriniz olduğunu
biliyordum. Sizin için aldım. Kumaş’a gönderdim, taze taze ıskara yapsın diye de tembih ettim...’
‘Yaşa be Yanyalı... Tam belediye reisi olacak adamsın vesselam...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:59)
“ ‘... Yemek yaparken hesabı şaşmışım, birkaç porsiyon eksik geldi. Albay da biraz geç gelince omletle
yetinmek zorunda kaldı. Ne matrak, değil mi?’
‘Filim adamsın vesselam,’ dedi Vanyek. Kafayı çekerken böyle laflar etmeye bayılırdı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
“Lakin ne olursa olsun, ‘şu herifin rızkı boldu vesselam. Geçenki gelişinde hani Mıstık parayla oynuyor
mu oynuyordu. Bu gelişinde henüz paranın lafı olmamışsa da, Allah rızktan yana kapıyı açmış, yürü ya kulum
demişti.’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:25)
“-... Onun her gün yaptığı yürüyüşü düşününce, ben durduğum yerde yoruluyorum. Sadece merkezdeki
karakolları dolaşmak bile kilometrelerce yol eder. Pabuçlarının halini gördünüz mü?
-Pis cimrinin biri işte, dedi Rebagliati tiksintiyle.
B. Pablito dostunu savundu:
-Para canlısı olduğunu sanmam. Yalnız biraz kaçık o kadar. Bir de, şanssız bir adami, vesselam.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356-7)
“‘Benim için ideal bir ev!’ diye bağırdım, ‘böyle bir evde insana bütün Doğu’yu kucaklayabilir. Mutlu
adamsın vesselam.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:110)
“Eski edebiyatçılar söylemiş olduğu için ‘Başüstüne’ demeye adeta borçlusun. Canum ne hacet?
‘İstanbul ve üç şehirler’ (Bursa, Edirne, İstanbul; İstanbul ile birlikte anıldığında Eyüp, Üsküdar ve Galata’dır)
-Dersaadet ve bilad-ı selase- yazmaz mısın? Ve böyle yazılanı doğru olmak üzere okumaz mısın? İşte yanlıştır
vesselam. Ama laf aramızda ha! Kimse duymasın.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:22)
“MIRILDANMAK
Komşum balkondan nağmelerden bir ip sarkıttı
Nağme ki bütün bağları kesti alınan kararları hiçe saydı
Ateş gibi bir nağme vesselam
Kalbime saplanmış bıçağı çekip çıkaran bir nağme
Nağme ki birbirine girmiş dalları ruhumda filizlendiren
Aramızda derin bir deniz var ey komşum
Aramızda deniz yaşlı dindar ve derin
Ve ben korsan değilim ki gemiye bineyim
Aramızda yedi sahra var ey komşum”
(Salah Abdel Sabur<1930-1981>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.22.07)
“Borcuna doğru ama, dul kocakarıların, saçı bitmemiş yetimlerin iki meteliğini fırsat düşürünce
aşırması neyin nesi? Hasılı ‘eşkiya-vurguncu’ desen değil, ‘cami direği gibi doğru bir herif’ desen değil, Allahın
bir hikmeti vesselam.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:241)
“BİR ÖLÜNÜN AĞZINDAN
Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselam;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alakam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.”
(C.Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:148)
Vesvese : Üzüntü, kuruntu, işkil
“Vızgelir hakkımda düşündükleriniz… Çünkü sizler benden daha aşağılıksınız! Bunun için paskalım;
utancımdan paskalım, yüce Staretz… Vesvese, kuru gürültü benimki…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:59)
“GAZEL
--------ilkyaz sağanağı gibisin ve pencerenin uykusunu
vesvese darbeleriyle darmadağın ediyorsun”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:62)
“SOĞUK BOĞAZLAR
--------------------------Allahaısmarladık, vesvesesiz ve hilesiz sevdim sizi,
Folie-Méricourt’um, çağrılmadan gelen sessiz
konuğum.
Eğri oklu pusula dönüşü haber veriyor.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:25)
Veya : Yahut
“KÜÇÜK SAVAŞLAR - 2
Ey çocuklarım kaldırın
Olduğu gibi bu dağı
Ve bırakacağınız tarlayı ziyaret edin
Savaştıklarınızla
Kırmızıyı yaratana dek
Veya kesik köprüyü
Belki de güvercinle yükselirsiniz.”
(Fethi Abdullah<d.1967>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.02.08)
“Her Şey Var <25.02.99>
--------------Her şey var.
Veya:
Şiş de,
Diş de,
İş de.
Her şey var.
Baht,
Taht, Veya:
Mezar.
Her şey var.
Veya...”
(Mutalip Beppaev<d.1949>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 10.10.02)
“ ‘Sizin gibi ticaretten pek anlamayan birinin gerçekten de bu gibi işlerden tamamen elini çekmesi en
doğru davranış..... Sizden özellikle bir ricam olacak...’ Yutkundu. ‘Lütfen, lütfen, karşınıza çıkıp satmakla kötü
yaptığınızı veya çok ucuza sattığınızı söyleyecek insanların sizi yanıltmasına fırsat vermeyin.’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:179)
Veyl : ‘Yazıklar olsun’ ünlemi. Tarihte, ünlü Roma İmparatoru Julius Cesar’ın bir zaferden sonra Roma’ya
dönüşünde mağlup ettiği düşman komutanlarına bu başlıkla yaptığı hitap meşhurdur.
“Biliyorum ki, sanatçının bütün özelliğini meydana getiren şeyler bunların üstüne gelen şeylerdir; ama
Veyl, eserini yazarken kendi kişiliğini düşünene! Eğer samimi ise, yazarın kişiliği her zaman yeteri kadar
görünür. Ve İsa’nın şu sözleri aynen sanat için de doğrudur: ‘Hayatını (kişiliğini) kurtarmak isteyen, onu
kaybedecektir!’ ”
(A. Gide, “Günlük”, sa:34)
“ ‘Veyl ona ki, içinde mutluluk kaynağı yoktur!
‘Veyl ona ki, başkalarının hoşuna gitmek ister!
‘Veyl ola ki, bu hayatla öteki hayatın aynı şey olduğunu anlamaz!’
Artık gece olmuştu, okuyamadığımdan kitabı kapamış, denize bakıyordum. ‘Bütün bu hayallerden
kendimi kurtarmalıydım. Buda’lardan, Tanrı’lardan, ana yurtlardan ve düşüncelerden… Veyl ona ki,
Buda’lardan, Tanrılardan, anayurtlardan ve düşüncelerden kendini kurtaramamıştır.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:180)
Vezir : Osmanlı hükumet şeklinde bugünün ‘bakan’ı; Batı dillerinde, ‘kıral’ yerine ‘şah’ kullanılmışsa,
‘kıraliçe’, ‘vezir’ olarak adlandırılır; Satranç oyununda, hem enine hem yanlamasına oynayabilen en değerli taş
“Kendisinden daha bağımsız olan kız arkadaşları, kendilerini toplumsal derecelemenin en tepesine
oturturlar ve vezire orospu, şahaysa pezevenk derlerdi.. Düzenli gelen beyefendisi sayesinde en alt basamağından
biraz yukarı tırmandığı, şimdiki düzene sıkı sıkıya sarılan tek kişi Emekli’ydi. Başka zaman olsa, en gözüpek
şakaları yapan o, şaha karşı olanlara katılmazdı. Vezire gelince, ‘orospu’ adı, ona fazlaydı bile.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:223)
“... Siyah’ın eli bir atmaca gibi satranç tahtasının üstünde kayar, veziri yakalar ve çeker... hayır! Onu
ürkerek geri çekmez -oysa biz olsak öyle yapardık- sağ tarafa doğru bir kare ilerletir yalnızca! İnsanlar
hayranlıkla donakalırlar. Böyle bir hamlenin ne işe yarayacağını hiç kimse doğru dürüst anlayamamıştır, çünkü
vezir şimdi sahanın tam kenarında durmaktadır, orada anlamsızca durmaktadır ama çok güzel durmaktadır...”
(P. Süskind, “Üç Buçuk Öykü-Bir Çatışma”, sa:29)
Vıcık vıcık olmak : Pek sulu olmak, çamur gibi; suyla yumuşamak, gevşemek, kıvamını gevşetip işe yaramaz
bir kıvama getirmek
“ŞEN ÖLÜ
Salyangızla dolu vıcık vıcık bir yerde
Derin bir çukur kazsam kendime derim,
Şu kart kemiklerimi bir güzel serer de
Suda balık gibi unutulur giderim.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:139)
“Çürümüş. Duygusallık, çekicilik, dostluk; insanı böylesine zorlayan bir kentte adam kendini bütün bu
vıcık vıcık sığınaklardan korur.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:164)
“Bahar buğdayları gerçekten mahvolmuş. Ayak parmaklarımın arasında ılık çamur vıcık vıcık eziliyor.
Hala yer yer gölcükler var. Genç bitkilerden çoğu topraktan sökülmüş.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:132)
“Yağmurun üçüncü günü evin içinde öyle çok yengeç öldürdüler ki Pelayo vıcık vıcık avludan geçip
yengeçleri denize atmak zorunda kaldı, çünkü yeni doğan bebeğin bütün gece düşmeyen ateşini bu pis kokudan
bilmişlerdi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:104)
“O an, Bird ilk kez kendi çocuğunu gördü. Kırış kırış yağ parçaları içinde küçük, kırmızı yüzlü çirkin
bir bebekti. Yan yana gelmiş midye kabuğu gibi gözleri vardı. Burun deliklerine hortumlar takılmış, inci
pırıltıları saçan pembe ağzını ağlıyormuş gibi açmıştı. Bird istençsiz bir hareketle doğrularak bebeğin sargı
beziyle sarılmış başına baktı. Sargı bezinden üst kısmı kandan vıcık vıcık olmuş pansuman tamponlarına <yara
sargı bezleri> gömülmüştü ama orada normal olmayan irice bir şeyin saklı kaldığı rahatça anlaşılabiliyordu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:43)
“Korkumla savaşıyordum. Tenimde vıcık vıcık karnının buz gibi soğuduğunu duyar gibiydim. Adam
düşüncelerimi okumaya devam etti.
-‘Bana elini ver.’
Soğuk terler dökerek dediğini yaptım.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:14)
Vıcır vıcır : Kuşlar gibi öten, kuş sesini taklit eden
“<Abidin Dino> Paris’ten çok öğrendiği olmuştur, bu bir gerçek. Onlara, batı dünyasına vereceği çpk
şeyi de vardı dağarcığında. Az zamanda çok sevilen bir ün oldu. Türkiyeden vıcır vıcır, çiçeği burnunda bir
İstanbul götürdü. Binlerce yıllık İstanbul şehrini onun kadar güzel kimse tanımıyordu ve tanıyamazdı.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:219)
Vıdı vıdı etmek, yapmak : Rahatsız edecek derecede sürekli konuşmak, dedikodu etmek
“KRAL - Ama, buraya gelmeden önce çok yol kat ettim. Şatom dünyanın öbür ucunda.
Uykucuk’a varana kadar çok uzun bir zaman geçecektir.
KABUS YİYEN - Vıdı vıdı vıd mır naks. Siz insanlar amma da can sıkıcı yaratıklarsınız.”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:9)
“PROUST’ın aşka <yakalanan zaman> demesi boşuna değildir. Bırakın vıdı vıdı yapmayı. Tadını
çıkarın.”
(M. Mungan, “Aşkın Cep Defteri”, sa:136)
V.I.P. : (İNG.,KOLL.) : ‘Very Important Person’ = Çok önemli kimse’nin kısaltılmış şekli; itibarlı, tanınmış,
meşhur kişi
Vırvır : Vıdı vıdı, gereksiz gevezelik, çok konuşma, dır dır etme, üsteleme
“Lopulof pasaportu kaptı ve o kızgınlıkla, dilekçeyi nasıl olsa geri çevireceklerine emin olduğu için, bir
de kızının vırvırından kurtulmak amacıyla göndermeyi kabul etmiş olduğunu söyledi.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:20)
Vız gelip tırıs geçmek; Vız gelmek : Umursamamak, önem vermemek
“Şu çimenler. Şu bulutlar, şu kara kara, sarı sarı, kırmızı kırmızı, sarışın sarışın, esmer esmer geçen
bulutlara bak! Şu gözlerimde büyüyüp büyüyüp, yıldız yıldız açılıp, ok ok, sivri sivri kapanan fenerlere bak! Şu
baştan aşağıya yıkanmış daireye bak! Soğukmuş, yağmurmuş. Vız gelir.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:13)
“-... Ama bu, yalnız yargıcın karşısında böyle. Hayatta ikisini birbirinden ayırt edip konuşmazsan aç
kalırsın. Para kimde ise düdük ondadır.
-O başka lakerda! Bana vız gelir. Balık tutarsam balıkhaneye götürürüm. Kimseye beyefendimiz, evet
efendimiz demem.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:12)
“Artık kimse kimseye acımıyordu. Herkes herkesi seviyordu. Capon’un kurumuş, kısılmış yüzü
genişlemişti. Çekik gözleri büsbütün çekilmiş, baharı süzüyordu. Kalorifere gereksinme yoktu. Capon
Caponlaşmıştı. Sinema bir anı bile değildi. Sinema bir düşmandı. Yanmıştı, yıkılmıştı. Şişman adamlar acayip
bir makineye ne söylerlerse söylesin vız gelirdi.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Kalorifer ve Bahar”, sa:21)
“ ‘Şövalyelik rütbesine ulaşmış olsaydım,’ diyordu, ‘ne kadar alçak olduğunuzu gösterirdim size it
herifler, size gelince vız gelirsiniz bana. Çekin kılıçlarınızı, hodri meydana gelin, gücünüz yettiğince saldırın,
saygısızlığınız ve deliliğiniz sizlere pahalıya gelecek.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“ ‘Bu yapmam gereken bir şeydi. Hayatımdan memnun değildim. Param, karım, çocuklarım vardı,
Rotterdam’da bir çorap fabrikası sahibiyim. Bir süre için ne uğruna savaştığımı biliyordum - ailemin dengesi
için. Şimdi emin değilim. Bir zamanlar beni mutlu eden her şey şimdi sadece sıkıyor, vız geliyor.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:286)
“Vivertov, kan alınmasının ertesi günü karısının yatağına yaklaştı.
-Arina, bırakmayacağım bunu onların yanına. Kararımı verdim, anamın ak sütü gibi helal rütbemi
sonuna dek savunacağım.... ‘Vivertov’ diye imzamı basacağım, ‘Asteğmen Viverto!’ Salt inat olsun diye! Ne
derlerse desinler vız gelir bana!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:92)
“LOPAHİN - Kardeşiniz, işte şu Leonid Andreyiç, benim için odunun tekidir, köy ağasıdır der.
Banaysa vız gelir, tırıs gider bunlar. Varsın dilediğini söylesin o.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:113)
“-Ama ben size damlaları iyice sayın, demedim mi?
-Damla saymak, ha? Şimdi kadeh saymak bile vız geliyor...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:84)
“-Susun!
-Susmayacağım! Bana buyruk veremezsiniz! Siz sanırım onun aşığısınız! Sizi bulsalar bile bana vız
gelir; benim hiçbir suçum yok ki, ben hiçbir şey bilmiyorum.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:45)
“Yargıç oradan bağıracak, ‘Eski subay, susunuz!’ Ben de ona bağıracağım: ‘Beni susturmak için kim
sana yetki verdi? Niçin kör bir raslantı elimden en değerli varlığımı aldı? Yasalarınızı dinlersem elime ne
geçecek? Hepiniz bana vız gelirsiniz. Şimdi buradan çekip gidiyorum.’ ”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler-Uysal Kız”, sa:144)
“Hem korkmuyorum da sen de korkma. Daha doğrusu korkuyorum ama tatlı bir duygu bu. Tatlı da
değil bir coşkunluk… Adam sen de, ne olursa olsun, vız gelir bana!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:158)
“Vız geliyordu; ne olursa olsun, kaybettiği bir eşyayı bulmaya çalışmıyordu; kendisine ait olanları
anımsamıyordu, artık kendisine ait hiçbir şeyi yoktu.”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:74)
“Elinde olsa da onun bütün yaşayışını gözaltında bulundurmayı çok istiyordu. Günün birinde de aklına,
sokakta onun peşine adam takmak geldi. Otelin yakınında serseri kılıklı bir herif vardı, sürekli yolculara
sokulurdu; ondan istense yapmam demezdi bu işi herhalde… Ama gururu isyan etti:
‘Aman, n’apayım! Varsın aldatsın beni vızgelir! Bu kadar önemli mi bu benim için yani?’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:309)
“Günlerden pazardır. Ne var ki, merkezin pazar günleri kapalı olduğunu unutmuştur Marino... Ama
olsun, engel vız gelir Marino’ya.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:55)
“SOLANGE -... Bu işi sonuna kadar götüreceğim. Hizmetçilerinizin ikisi de burda, size kul köle olan
hizmetçileriniz. Güzelleşin, güzelleşin ki onları daha çok küçümseyesiniz. Ama artık bana vız geliyorsunuz.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:17)
“PALYAÇOLAR - Siz aptalsınız ve belleriniz bükük olarak dünyaya gelmişsiniz. Halbuki biz, hiçbir
vakit yük taşımamış olan akıllılarız..... kalabalığın arasından yılan balıkları gibi süzülerek, hep birlikte hoplamak
ve gürültü etmek, bizlerin en büyük zevkimizdir. Siz ister bizi takdir, isterseniz de tenkit ediniz, bize vız gelir.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:25)
“Bazan hücuma uğrayanların boyunlarından yaralandıkları bile oluyor. Bu, hanımların yanlarındaki
erkekleri iyice kızıştırıyor, hemen ellerindeki sepetlere sarılarak karşı hücuma geçiyorlar. Fakat saldırgan,
elbiselerine öyle sımsıkı sarılmış, o kadar iyi zırhlanmıştı ki, bu hücumlar kendisine vız geliyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:234)
“Oradaki insanlar istediler mi bugünün yağmurunu yarına ertelerler. Güneş yakıcı olmaya başladı mı
onu da bir bulutla örtüverirler. Ya biz? Biz ne yapıyoruz? Hiç!.. Neyse, canı cehenneme!.. Şimdi bin rublem olsa
da bir meyhane açsaydım, gerisi vız gelirdi...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:45)
“ ‘Dediğin gibi hala güçlüysen bütün balıklar vız gelir sana.’
‘Belki de sandığım kadar güçlü değilimdir.’ dedi ihtiyar adam. ‘Ama bu işin hilelerini bilirim; üstelik
inatçıyımdır da.’
‘En iyisi, sen yat şimdi, sabahleyin dipdiri kalkarsın. Ben bunları Terrace’a götürürüm.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20)
“ ‘Vız gelir, bana ne!’ diye hıçkırdı Ferguson. ‘Ama yine de korkunç bir şey bu.’
Catherine avutmaya çalışıyordu onu:
‘Hadi hadi, Fergy. Utanıyorum bak ama. Ağlama artık, Fergy. Ağlama sevgili Fergy.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:222)
“-... Bak şimdi aklıma geldi. Onu önceki gün özgür bırakmam gerekti. Yance Goodloe’yu öldürmekten
aldığı otuz günü doldurdu. Ama bir iki gün ek Rufe’a vız gelir, dedi.
-Hadi canım, köyünüzde de böyle kötü birinin bulunabileceğine inanmam doğrusu...”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:47)
“ ‘Bu odada görmüş öyle mi? Hayır, hayır, sakın hayallerden korktuğumu sanmayın. Bana böyle şeyler
vız gelir. Bu odaya yerleştiğim için gittikçe daha memnun oluyorum. Ailem içinde dolaşan ruhları pek ilginç
bulurum da...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:68)
“İnsanlar onlara vız geliyor. Bir makine, bir vida ya da bir burgu, yahut da herhangi bir tekerlek veya bir
kayış olmak istiyorlar. Makineden çok cephane, mesela bomba, şarapnel ve mermi olmayı daha çok isterlerdi.
Herhangi bir savaş alanında nasıl da seve seve geberirdi.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:25)
“Çünkü piskoposluk giysisi ile diğer eşyalar ortada yoktu. İçinde, sırma taklidi şeritlerle süsleri olan ve
havı dökülmüş döşemelik kumaştan birkaç eski ve yıpranmış cüppe bulunan fakir bir köy kilisesi dolabından
başka emrine verilebilecek hiçbir şey yoktu.
‘Vız gelir,’ dedi piskopos. ‘Rahip efendi, biz yine de Pazar ayininde Te Deum okuyacağımızı ilan
edelim. Gerisini Tanrı bilir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:55)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!
MACBETT - Vız gelir bana, senin gibi ağzı süt kokan bir gerzeğin, öç alma heveslisi bir mankafanın
sözleri! Akıl fıkarası!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
“Ancak, bu tür avuntular, çok kötü sonuçlara yol açıyor. Çoğu kez gene böyle içkili bir gecenin
sabahında, sadık bir dostumun beni oldukça kabarık bir meblağdan kurtardığını gördüm. Evet sevgili Adrien,
bana para vız gelir, ama duygularımı böylesine kötüye kullanmaları... İşte buna dayanamıyorum. Bunu
görmektense ölmeyi yeğlerdim!”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:149)
“ ‘Ama insanlar, korkmuş köylüler bir şey anlamıyorlar.’
‘Anlayacaklar,’ dedim.
‘Sus duymasınlar.’
‘Vız gelir,’ dedim.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:318-9)
“Memet Barut:
‘Abi,’ dedi. ‘bu benim için hiç. İnsan alışıyor..... İşten çıkınca duş, cana can katar. Adamı anadan yeni
doğmuş gibi eder. Burada da duş olsa, uyku bile uyumasak bize vız gelir.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:126)
Topal Ali:
‘İsterse dünya duysun. Bana vız gelir. Şu adamın, köylüye, sana, Hatçeye, sonra da bana ettiği var ya
yüreğime dağ gibi oturdu. Dünya duysun. Çok çok olmazsa alırım bir tüfek katılırım yanına. Vız gelir
alimallah...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:248)
“Romanlarım için belge toplamak gibi bahanelerle belki Julia Teyze’yi atlatmış olabileceğimi, çünkü
kültüre karşı suç işler görünmekten korktuğu için zavallının ağzını açmaya cesaret edemediğini; fakat kendisine,
böyle kültüre karşı suç muç gibi şeylerin vız gelip tırıs gittiğini, dolayısıyla...”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:357)
“ALMANYA’DA İŞÇİ!
HİİTTTİR ETTİM HEPSİNİ. Şöyle bir bakıverdim tepeden. Yallah.
BEN ÇALIŞIP HAYATINI KURTARMIŞ BİR KADINIM! DÜNYA VIZ GELİR BANA!
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu/Sevdican”, sa:104)
“ARGAN - Rezil! Üstelik bir de...
TOINETTE - Ah!
ARGAN - Olur şey değil! Demek azarlayıp hıncımı da almamalıyım, ha?
TOINETTE - İstediğiniz kadar azarlayın, vız gelir.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“JONES - Ah, Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?... Tanrım, karanlık burası... Nerede ay? Yarabbi, bu
gecenin sonu hiç gelmeyecek mi? (Seslerden el yordamı ile ve ihtiyatlı ihtiyatlı ilerlemekte olduğu anlaşılır.)
Hah... Burası açıklık bir yer galiba... Uzanıp dinlenmeliyim... O zenciler yakalansınlar beni, vız gelir...”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:55)
“ ’Toplum bana vız gelir, gelecek, başkalarının ne diyeceği, herhangi bir kurum, hatta geçmişte geceler
boyu düşleyerek hayalini kurduğum edebi ün de vız gelir bana. Böyleyim işte ben.’ (Flaubert’den annesine, 15
Aralık 1850, İstanbul.)”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:270)
“Bardağını masaya koyarak Kern’in gözünün içine baktı. ‘Bir bu eksikti,’ dedi, ‘nerdeyse hüngür
hüngür ağlayacaksın. Yahu sende hiç terbiye yok mu?’
Kern, ‘Ağlamıyorum,’ diye karşılık verdi. ‘Ağlasam bile, her şey vız gelir. Ama lanet olsun, ben hep
Steiner’i döndüğümde bulacağım diye düşünmüş durmuştum.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:516)
“İnsan bir bakışa pekala katlanırdı. Birisi aç, hırslı gözlerle baktığı zaman yüzünde hissettiği o tuhaf
sıcaklığa alıştı mı insan, artık üst yanı vız gelirdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:25)
“André, Pierre!e dönerek onu küstahça bir hayretle tepeden tırnağa süzdü:
-Şunu söyleyeyim ki, bana da vız gelir. Arkadaşlarını o kadar tuhaf seçiyorsun ki.
Pierre tehditli bir tavırla André’nin üzerine doğru yürüdü; fakat Eve, onu tuttu:
-Olmaz, Pierre…”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:88)
“Belediye Başkanı:
-İyi ya işte, dedi, geçen savaşa gitmişsiniz, bu sefer gitmezsiniz. Asker toplamışlar, toplamamışlar, vız
gelir size.”..... “Tekerlek dönüyor, tanıdık düşünceler dönüyor, dönüyordu, ama vız geliyordu ona, sonunda, en
sonunda vızgelebiliyordu..”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:79;184)
“Gomez gazeteyi Ritchie’nin elinden çekip almak ve birinci sayfaya bakmak için delice bir istek duydu,
ama: ‘Vızgelir artık,’ diye düşündü, banyoya geçti.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:9)
“I. PERDE, I. SAHNE
SLY - İnan olsun tepelerim!
MEYHANECİ KADIN - Hadi ordan körkütük, küfelik külhani.
SLY - Hadi kirli çamaşır sepeti; Sly’lardan bir tane bile külhani çıkmamıştır: kütüklerde kaydına
bakın.; biz fatih Richard’la beraber geldik. Anlaşıldı ya paucas pallabris, yani palavra istemez, dünya bana vız
gelir: ‘sessa!’ Dilini tut!”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:7)
“OSWALD - Beni seversen söyle.
KENT - Seni sevmiyorum ki!
OSWALD - Öyleyse vız gelirsin bana.
KENT - Seni bir köşeye kıstırırsam, kim vız gelirmiş görürsün.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“MAZZINI -... Bazan düşümde görürüm, çok seçkin kişilerin yanına gitmişim, sırtımda pijamalarım
var. Bazan de çırçıplak. Kan ter içinde uyanırım. Ama burada vız geliyor.
LADY UTTERWORD - Bu da çok seçkin kişiler arasında olmadığınnızı gösteriyor, Mr. Dunn.
Benim evimde olsanız, utancınızdan yerin dibine geçerdiniz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:134)
“Anna, dalgın bakışını Vronski’nin yüzünden kaçırarak,
-Stiva onun her şeyi kabul ettiğini söylüyor, dedi, ama onun gösterdiği bu yüce yürekliliği ben kabul
edemem. Boşanmak istemiyorum, her şey vız geliyor bana artık.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:827)
“Put gibi kımıldamadan duran, yaşlı bir kadın vardı köşede. Kaşlarını garip bir şekilde havaya kaldırmış
başka bir kadınsa onun kulağına bir şeyler fısıldıyordu. İri yapılı, uzun redingotlu genç bir papaz, yüzünde,
‘Dünya bana vız gelir!’ diyen bir anlatımla bağıra bağıra dua okuyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24-5)
“Bunalım, çoğu zaman şöyle biterdi: Martin Petroviç, ıslık çalmaya başlar, gürleyen sesiyle arabasının
koşulmasını buyurur, boş kalan elini kasetinin önünde babayiğitçe sallayarak sanki, ‘Bana artık vız gelir,’ demek
istermiş gibi bir komşusuna giderdi; tam bir Rus işte.” ..... “<Harlov’un> yüzü mosmor kesildi, çatlak dudakları
köpürdü, kızgınlığından titredi, madeni sesiyle: -Ocak mı diyorsun! dedi. İlenç mi, diyorsun. Yok, onlara
ilenmeyeceğim! İlenç onlara vız gelir! Ama yıkacağım ocaklarını!”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20;85)
“Konsolosluk ve elçiliklerimizde ne düşünüleceğini hiç umursamıyorduk. Yurda dönüş gemisini karaya ayak basan Cortez’in yaptığı gibi- yakmış olmak bile bana vız geliyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:333)
Vızır vızır : Sürekli, hiç ara vermeksizin (geçmek, işlemek)
“BİR LEŞ
----------Kokmuş karında vızır vızırdı sinekler
Ordan tabur tabur kara
Kurt akıyordu, bir yoğun sıvıya benzer,
Bu canlı paçavralara.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:71)
“Bahçeler arasında çit yerine, bu kez, tuğladan örülü bir yarım duvar vardı, eniştemlerinkinden farkı bu.
Bu demektir ki biribirinizin bahçesine giremezsiniz. Ta aşağılardan, o ailenin Lena adındaki emekleyen
bebeklerinin vızır vızır işleyen, her halde Beyoğlu’nda Japon Mağazasından alınmış kurma oyuncakların
vızıltısını işitir, doğrusu da özenirdik. Beybam oyuncaklara inanmazdı. Ablam Nisa için bir arap bebek, benim
için kurma bir tank bir yıllığına yeterdi.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:20)
“Dört bir taraf, bu güzelim ve tüyler ürpertici, vahşi ve acımasız nesnelerle doluydu; burnumuzun
ucundaki sokakta, yanı başımızdaki evde vardı bunların hepsi, polisler vızır vızır dolaşıyor ve ipsiz sapsız
kimseler ortalıkta kol geziyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:14)
“Meşhur ev gerçekten de hayal kırıcıydı. Dış duvarları ve kepenkleri hiç boyanmamış gibi
duruyorlardı. Damı basık ve düzdü. Giriş kapısı, motor homurtuları saçan kamyonların vızır vızır işlediği geniş
bir yolun iki metre uzağındaydı. Havada bir mazot ve yağ kokusu dalgalanıyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:382)
“Akhbar, arabaların vızır vızır geçip durmasına aldırmadan onlara doğru yürürken, onlar da Akhbar’ı
görmüş, tanımış, çok heyecanlanmışlardı.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:82)
“Bir düşünün. Pazar günleri Wall Street, tarihe karışmış eski bir kent gibi ıssızdır ve her günün her
gecesi bomboştur. Bu binaya gelince, hafta içi vızır vızır işleyen bu yerde, gece olunca sadece boşluğun yankısı
vardır; pazar günüyse tümüyle ıssızdır.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:41)
“Hayali hikayeler içine düşmüş bütün gerçek kişiler gibi, Alaaddin’de dünyanın sınırlarını zorlayan
gerçek dışı bir yan ve kurallarını zorlayan yalın bir mantık vardı. Basının dükkanına gösterrdiği ilgiden memnun
olduğunu açıkladı. Otuz yıldır, günde on dört saat vızır vızır işleyen köşedeki dükkanında çalışıyor, Pazar
öğleden sonraları, herkes radyodaki futbol maçını dinlerken, saat ikibuçuk ile dörtbuçuk arasında evinde
uyuyordu.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:47)
“-Gerçek mi? Hay Allah sizden razı olsun!.. Karşılar mı onarım masrafını?
-Vızır vızır.
Kamil Bey, son birkaç yıldır, hiç bu kadar candan yürekten sevinmemişti.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:57-8)
“Jean, tarlanın sonuna varınca yine durdu, aşağıya, Aigre ırmağı boyunca uzanan araziye bir göz attı;
otlaklar arasından akan bu hızlı ve duru suyun boyunca Cloyes yolu geçiyordu; bu yolda, o cumartesi, pazara
giden köylü arabaları vızır vızır işliyordu. Sonra, Jean, tekrar tarlanın üst başına doğru çıktı.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:5)
Via : (İTA.,,KOLL.) <Vi’a> : Yoluyla = By way of; Via il gatto ballono i sorci : (ITA.,ZOO.,KOLL.)
<Vi’a il gat’ to bal’ono i sor’si> : Kedi uzağa gidince, fareler ortada oynar = When the cat’s away, the mice
will play
via’ticum : (LAT.,KOLL.,DİN) <viya’tikum> : İNG.: Travelling money = Yol harcırahı: Ölüm halindeki
kimseye verilen Aşai Rabbani yardımı
vibrato : (LAT.,İTA.,MUS.) <vibra’to> : Vibrato; Notalrın anlatım gücünü artırmak amacıyla, yaylı
çalgıların sesini hafifçe dalgalandırmak
vicar : (DİN, HIRİST.) <vikar> : Papaz, papaz vekili; Tanrı’nın ya da Hz. İsa’nın dünyadaki temsilcileri
Vicdanı boklu : Vicdansız
“Vicdanı boklu bir katır ama, borcuna sağlamlığını n’apmalı? Borcunu dediği saatte ödemedi mi bunu
uyku tutmaz.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
Vicdanımız gırtlağımıza basarken : Şu anda vicdanımızla çok yüzyüzeyiz
“RUPRECHT - Vallahi Bayan Marthe, vicdanımız gırtlağımıza basarken açık konuşmak çok güç!
ADAM - Sus artık ukala, dırdır edip durma!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:53)
Vice versa : (LAT.,KOLL.) <Vi’ke ver’sa> : Anlaşmanın sözlerinin tam tersi = Reversing the relationship of
terms; conversely
Victoire ou la mort : (FR.,KOLL.) <Viktu’var u la mort> : Zafer ya da ölüm = Victory or death
Vida sin amigos muerte sin testigos : (İSP.,SOSY.,KOLL.) <Vi’da sin ami’gos muer’te sin testi’gos :
Arkadaşsız hayat, yalnız ölüm = A friendless life, a lonely death
vide (ya da ve da) : (LAT.) <vide> : bakınız! Vide licet : <vi’de liset> : Yani, demek ki!; vide illuc :
şuna bak!
videmus nunc per speculum et in aenigmate : (LAT.) <vide’mus nunk per spe’kulum et in enigmati> :
(Dünyayı) ‘şimdi aynadan ve bilmece gibi görüyoruz’
“Başlangıçta ‘Söz’ vardı ve ‘Söz, Tanrı katındaydı ve Söz, Tanrıydı. Başlangıçta Tanrı katındaydı söz
ve Tanrı’ya bağlı her inançlı rahibin görevi, hiç değişmeyen, yadsınamaz gerçekliği doğrulanabilecek biricik
olguyu, tekdüze bir şarkı söylercesine alçakgönüllülükle yinelemek olmalıdır. Ama, videmus nunc per speculum
et in aenigmate ve gerçek, onunla yüzyüze gelmeden önce, dünyanın yanılgısı içinde, parça parça gösterir
kendini.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Öndeyiş)
Wie gewonnen, so zerronen : (ALM., KOLL.) <Vi gevo’nen so (ts)ero’nen> : Kolay gelen, kolay gider =
Easy come, easy go !
wi’ly : (DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <vi’li> : Düzenbaz, şeytan
Vincit omnia veritas : (LAT.,KOLL.) <Vin’kit omni’a veri’tas> : ‘Gerçek’, herşeyi fetheder = Truth,
conquers everything
Vir, fortis et strenuus : (LAT.,ERKEK,KOLL.) <Vir, for’tis et strene’us> : Bir erkek, yiğit ve enerjetiktir =
A man, brave and energetic (In the mind of CATO the Elder, ‘bravery’ and ‘enegy’ were the qualities that
made up the ideal ROMAN character
Vira; Vira Bismillah : Liman işçileri için ‘demir al!’; denizcilerdeki ‘yelken aç, çöz!’: “fora” komutu gibi; güle
güle, defol git (argo); Av yasağının kalkmasından sonra gemicilerin besmele çekerek ağlarıyla denize açılarak
balık tutma mevsimini açmaları
“Karahisarlı yeniden:
-Vira çocuklar, dedi.
Haziran yağmurları birdenbire kesilmiş, yaz; rüzgarsız, ağır ve kasvetli, iskelenin ve denizin üstüne
çöküvermişti.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”,, sa:13)
“Çocuğun bir sorusu üzerine, babası, annesinin velayeti almak için diretmediğini söyledi. Kadının o
zaman söylediklerini aynen yineleyerek, annesinin paramparça olduğunu, Miles’dan vazgeçmenin hayatındaki
en zor, en korkunç karar olduğunu ama o koşullarda elinden başka bir şey gelmediğini anlattı. O gün Abington
Meydanı’nda, babası ona, bir başka deyişle, annesinin ikisini de sepetlediğini söyledi, ‘Seni de beni de def etti
oğlum. İkimize de haydi vira, çekin arabanızı’ dedi.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:61)
“İstanbullu balıkçılar, av yasağının kalktığı gece yarısından sonra ‘Vira Bismillah’ diyerek Marmara ve
Karadenize açıldı. Sezonun ilk avında yüzleri gülen balıkçıların sabah mezata getirdiği istavritlerin kasası 160,
sardalyaların kasası ise 70 liradan kısa sürede satıldı. Tekirdağ’dan gelen palamutun çifti ise 30 liraya alıcı
buldu.”
(Vatan Gazetesi, 2 Eylül 2011 cuma nüshası.)
Vire : Bre, yahu, hey sen (YUNANCA’dan)
“Bir ses:
-Vire, kalk, lambayı yak.
Ben, yerimden kımıldamıyorum. Donmuş duruyorum. Bir pençe, omuzumdan kavradı; beni sarstı,
sarstı:
-Vire, kalk; diyorum.
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:175)
Viribus unitis : (LAT.) <viri’bus yu’nitis> : ‘Birleşik güçlerle!’ 19. y.y.’ın sonu ve 20. y.y.’ın başında,
gitgide zayıflayan, artık parçalanmaya yüztıutmuş Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun ‘Birlik, beraberlik’
vb. değerleri herzaman yanlarında hissetmelei için bu tür klasik Latin sözler diş fırçalarına kadar yerlerde
beliriyordu. En başta, İmparator Franz Joseph’in armasında da yer alıyordu
“Barones, sepetteki armağanları bir bir çıkarmaya başladı: Sarı-siyah kurdelelerle bağlanmış pembe
kağıtlara sarılı bir düzine <on iki> kızarmış tavuk; etiketinde ‘Gott strafe England’ <Tanrı, İngiltere’nin
cezasını versin!> yazan iki şişe savaş likörü. Etiketin öbür yanındaki resimde ise, Franz Joseph ile Wilhelm el ele
tutuşmuşlardı...... Ardından üzerleinde yine Gott strafe England yazıları ve Avusturya ve Almanya
imparatorlarının resimleri olan çikolata paketleri bırakıldı yatağa.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:95)
Virtute et fide : (LAT.,KAHR.,KOLL.,DİN) <virtu’te et fi’de> : Cesaret ve imanla = By courage and faith;
Virtute et labore : (LAT.,KARAKT.,İŞ) <Virtu’te et labor’re> : Cesaret ve zahmetli çalışma =
By courage and toil
Virtüöz : Müzik aleti çalma ustası (Keman, piano vb.)
“Ortalama icralarda, bütün virtüözlerin çaldıkları biçimiyle, bir tek etkicileyicilik kalır neredeyse.
Gerisi, özellikle önemli olan yanı hiç görünmemektedir: Hiçbir notanın ihmal edilemeyeceği, içinde hiçbir
retoriğe, hiçbir fazlalığa yer olmayan; birçok başka bestecinin müziğinde sıkça karşılaştığımızın tersine (ki,
bunların arasında en büyüklerini de sayabilirim) hiçbir şeyin sadece doldu görevi yapmadığı bir eserin gizi.”
..... “Virtüözlükten nefret ediyorum, ama her yerde karşıma çıkıyor, onu iyice küçümseyebilmek için öncelikle
kendim virtüöz olmak isterdim; masaldaki tilkiye benzemeyi hiç istemem.”..... “Chopin çalmak için şüphe,
beklenmedik gelişmeler, ürperme gereklidir; özellikle zeka istemez <‘Zeka bana acı veriyor’> ama budalalık da
olmamalıdır, bu da, kendini beğenmişliğe yer olmadığı anlamına gelir. Bu, virtüöz’den çok şey istemek olur.
Bütün övgüleri toplayan ve sanatçının önüne geçen o değil mi? Yaratıcı gururlu olabilir ne var ki, aralarında en
büyükleri alçakgönüllü olanlarıdır, virtüöz ise kendini beğenmişin biridir.”
(A. Gide, “Chopin Üzerine Notlar”, sa:32;50;60)
vis : (LAT.) <vis> : Kuvvet, güç; (Yüksek makama ait kimselerin yardımcıları, ‘lakaplarının başına’ ‘vis’
başlığını alır: vis-konsül, v.s. ; Vis a fronte : (LAT.,AGGR.,KOLL.) <Vis a fron’te> : Alına bir hücum darbesi
= A frontal assault; Vis a tergo <Vis a ter’go) : Arkadan bir hücum darbesi = Force from behind;
Vis-a-vis : (FR.,DURUM,KOLL.) <Vi z’a vi> : Yüz yüze = Opposite, face to face
Vis major : (LAT.,HUK.) <Vis ma’yor> : Yüksek derecede güç; birinin kontrollerinin ötesinde beklenmedik
yüksek güç = Superior force; circumstances beyond one’s control ; Vis mediatrix naturae <Viks mediat’riks
natu’ray> : Doğa’nın restore edici, şifa verici kudreti = The restorative, healing power of nature; Via unita
fortior : Bileşik kudret daha kuvvetlidir, birleşmede kuvvet artımı vardır = United strength is stronger;
Vis vitae : Hayat kudreti = The life force; L’élan vital : BERGSON’un temel prensibi
Vishnu, Vishnuism, Vaishnava : (HİNT MYTH.): Vishnu’ya inanan; Diğer iki üyesi BRAHMA ve SİVA olan
tanrı üçlemesini oluşturan tanrı; Vishnu’ya inananlarıon mezhebi: Dünyanın kurtarıcısı
“The Hindu Triad: Brahma, Vişnu ve Şiva; Hint Mitolojisinin Üç Büyük Tanrısı
<Önemine binaen, Brahma ve Şiva’da da bu aynı başlık yazılıdır.>
“The Hindu Triad - Hintli Üçlüsü’ in ilki ve en büyüğü Brahma ile; Shiva ve Vishnu ile, Hint
Mitolojisinin en kabul edilmiş üç ayaklı sistemi. ‘Üç Vücut’, daha erken evrelerden gelen , ışınlarıyla dünyayı
pırıl pırıl ışıklandıran ‘Güneş’i: 1) Tohumları açan kudreti, 2) Işığı koruyan ve 3) Yakan şualarıyla öldüren, ‘üç
vücutlu’ bir kudret olarak kabul eden inanç sisteminden geliyor. ‘Üçlü’ kavramı değişti, ama üyelikler de
değişti: A d i t y a s böyle değişince: 1) V a r u n a ..... Agni <Toprak tanrısı>na, 2) M i t r a ........... Vayu=
(sonra).....Indra’ya <Atmosfer-hava Tanrısı>, 3) A r y a m a n ............ Surya’ya <Gök Tanrısı> dönüştü.. Fakat
“Brahmanik” ve özellikle “Upanişad”ların devrelerinde Indra değil de Vişnu en önemli tanrı olarak ortaya
çıktı ve ‘üçlü’ sisteme yerleşti.
“ ‘Çay boyunca, coşkunlukla son zamanlardaki Krishna ve Vaishnav(a) mezhebi üzerüne okumalarımı
yorumladım. Chaitanya’nın hayatından bölümleri öylesine bir samimiyet ve hayranlıkla naklettim ki, Mrs. Sen kendini
tutamadı. Derinden etkilenmiş halde bana doğru geldi:
‘Biri görse bizzat senin bir ‘vaishnava’ olduğunu düşünürdü,’ dedi gözlerinde iki büyük damlayla.
İltifattan dolayı çok sevindim. Vishnuism’in en ulvi dinlerden biri olduğunu düşündüğümü söyledim.’ ”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:93)
“VEDA’larda, V i s h n u kendini, ‘üç adım - three steps’ cennetin ve dünyanın boyutlarını ‘ölçtüğü’,
kahramanlıklarıyla, kendini ‘yaratıcılık’ ve ‘yücelik’ tanrılarının en yüksek derecesi olan PRAJAPATİ olarak
tanıttırdığı gibi, Brahma’yla ve kendini ‘koruyucu – preserver) ve Shiva’yla da, ‘mahvedici – destroyer’ olarak
özdeşir. Koruyucu rolü, ‘affedici ve en iyi olma’ kişiliğinin yanında, kendi-kendine var olabilme; varoluş
mükemmeliyeti, plus, ‘uzay’ın ve ‘kozmik varlık’ın : d h a r m a, baştemsilcisidir de. Vishnu, aynı zamanda,
Kosmik Okyanus : Nara’dır da; bu okyanus,’yaratılış’tan evvel de vardı, Narayana olarak da adlandırılır;
çöreklenmiş yatan Shesta = Ananta adında, sularda yüzen bir yılanın üzerinde uyur. Brahma’nın da, bazen,
böylece bu adamın göbeğinden bir ‘lotus’olarak doğduğu söylenir.Uzay’ın her mahvından sonra, V i ş n u, bu
durumda geri gelir.
V i ş n u’ nun kendini, diğerleri gibi, ‘baştanrı’ diye seçmesine ve bunun kanıtını vermeye hiç
gereksinimi yoktur. Tahrip etmekten çok ‘kendini verme’ meziyeti ile bezenmiş olup, ‘korku’ yaratmaz; Yılan
SHESHA’nın kollarında, ayaklarında eşi LAKSHMİ oturarak poz vermediği zamanlar;yakışıklı, kraliyet elbisesi
giymiş, yakışıklı, mavi ciltli, kibar bir insandır. Bu yumuşaklığı ve kibarlığı, onun karısı, ‘Hazine Tanrıçası’
Lakhshmi’ye de aynen geçmiştir. Dört eli vardır; biri, ‘conch shell = helezoni, helis gibi sedef kabuk =
Panchajanya’, içinde bir zamanlar sonraları Krichna tarafından öldürülmüş bir monster yatardı, onu tutar;
ikincisi, <Ateş Tanrısı> Agni tarafından, Indra’yı mağlup ettiği için verilmiş Sudarsana-Vajranabha disk
şeklinde, yassı yuvarlak bir demir halkayı kavrar; üçüncü el, aynı olayda kullanılan bir orta çağ topuzu taşır;
Dördüncü, Padma denilne bir lotus taşır. Aynı zamanda Sarnga isimli yayı ve Nandaka isimli bir kılıcı da
vardır. Baştanrı, genellikle eşilye birlikte bir lotus üzerinde oturur görünür, ya da Garuda adını verdiği, yarıadm, yarı kuş bir arabadır.
V i s h n u’nun yaşadığı cennet - saray, Vaikhunta, yüksek dünya dağlarının çevrelediği 80,000 mil
uzunluğunda, Mt. Meru dağlarındadır. Saray, tümüyle altından ve değerli mücevherlerden yapılıdır. Ganj nehri
<The Ganges> onu deler geçer; bazıları onun, Vishnu’nun ayağının ucundan başladığından bahseder. Nehrin
çıkış noktasında, güneş gibi parıldayan ve mavi, kırmızı lotus’ların büyüdüğü beş havuz vardır.
V i s h n u’nun esasında Vedik zamanlarını baştanrısı olduğu söylenmekle beraber, birçok defalar
doğup öldüğüne ve re-enkarnasyona uğradığı, dolayısıyla ‘son’ zamanların tanrısı olduğu düşünülür. Her doğuş
Bir önceki yaşam zamanında d h a r m a = hayat tarzı’nın ne şekilde ifade edildiğine bakılarak, bu yeniden
gelişin bir ‘cezalandırma’ ya da bir ‘ödüllendirme’ olduğu değerlendirilir. Öyla bir a v a n t a r = r e - e n k a r
n e tanrı’nın geri gönderilmesine esas neden, genel inanca göre, herhangi bir yaşam esnasında, ‘iyi’ ve ‘fenakötü=evil’in bir balans – eşitlik içinde bulunurken, bu paralelliğin bozularak kötü tanrıların, şeytanların idaresine
kalındığı düşünülür ve öyle zamanlarda, Vishnu, yeryüzüne, ‘başka bir tanrı = avatar’ olarak iner. Tüm varlığı
boyunca, böyle on farklı görünümde yeryüzüne inmiştir.
‘En gözde versiyon şu şeklide olagelmiştir: Yukarda bahsedilen öyle bir kaos devrinde, Brahma
uyurken, ağzında sakladığı bir Veda, Hayagriva isimli bir demon tarafından çalınmıştı. Vishnu, Matsya –balık
enkarne’sini koruduğu gibi, Brahma’nın ebedi ruhu hakkında da onu yetiştirdi. Brahma uyandığında Hayagriva’
öldürdü ve Veda’da elde kaldı.”
(Veronica İons, “Indian Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick Books,
2nd ed., New York 1986) (Çev.: İ.E.)
“ ‘Çay boyunca, coşkunlukla son zamanlardaki Krishna ve Vaishnav(a) mezhebi üzerüne okumalarımı
yorumladım. Chaitanya’nın hayatından bölümleri öylesine bir samimiyet ve hayranlıkla naklettim ki, Mrs. Sen kendini
tutamadı. Derinden etkilenmiş halde bana doğru geldi:
‘Biri görse bizzat senin bir ‘vaishnava’ olduğunu düşünürdü,’ dedi gözlerinde iki büyük damlayla.
İltifattan dolayı çok sevindim. Vishnuism’in en ulvi dinlerden biri olduğunu düşündüğümü söyledim.’ ”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:93)
visse, serisse, amo : (LAT.) <vise, serise, amo!> : Yaşadı, yazdı, sevdi!
Stendhal <Henri Beyle>
vi’tenagemot : (İNG.,TAR.,KOLL.) <vite^nagamot> : Eskiden, Anglo-Saksonların ‘akil adamlar’ <wise-men
assembly> toplantıları, meclisi <wita : wise-man; gemot : meeting>
Vites büyütmek, değiştirmek : Hızını artırmak, kametini yükseltmek, daha çok ivme koymak, inisiyatif
göstermek
“ ‘Bunun Srathmore’la hiçbir ilgisi yok!’ Midge vites büyütmüştü. ‘Yapmamız gereken ilk şey
Strathmore’un Koridor’u devre dışı bıraktığını doğrulamak. Sonra da müdürü ararız.’ ”
(D. Brown, “Dijital kale”, sa:243)
“TAKMA, ALDIRMA!
Takma, aldırma,
Durma, devam et,
.........................
Takma, aldırma
Vites değiştir”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:15)
vitiate : (İNG.) <vi’şi’et> : Bozmak, kirletmek, iptal etmek, hükümsüz bırakmak
Vitir :
(DİN, MÜSL.) : ‘Yatsı’ namazından sonra kılınan üç rekatlık namaz
Vitray : (YAPI) Dizaynlı, bitişik olarak yapıştırılmış kurşun bölmelerin üzerine renkli cam parçalarıyla
yapılan süsleme; kilise ya da cami süslemeleri
“Bakır küre üstüne vitraylı pencerelerden giren son güneş ışınları düştüğünden, çevreye yanar döner
soluk yansımalar yayıyordu. Kürenin (sarkaç) ucu, eskiden olduğu gibi, koro yerinin döşemesi üstüne yayılmış
nemli bir kum tabakasına teğet geçseydi, her salınımda yerde hafif bir iz bırakacak, bu iz de her an belli belirsiz
yön değiştireceğinden, bir yarık, bir oluk şeklinde genişleyecek, bir yıldız bakışım tasarlamamıza olanak
verecekti – tıpkı bir mandala taslağı, bir beş köşeli yıldızın görünmez yapısı, bir yıldız, bir gizemli gül gibi.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, sa:15)
witted : (DAVR.,PSYCH.) <vit’id> : Anlayışlı, zeki; half-witted : Aklı eksik, yarı akıllı
wittol : (SOSY.,PSYCH.)
<vi’tıl> : Karısının hıyanetine göz yuman adam
viva, viva voce : (LAT.,İNG.,İTA.İSP., KOLL.) <Vi’va; vi’va voçe> : Yaşa, çok yaşa; Şifahen, sözlü sınav;
LAT.-İNG.: ‘with the living voice : canlı sesle
Viva il Papa : (İTA.,DİN,KOLL.) <Vi’va il Pa’pa> = Papa, çok yaşa = Long live the Pope !; Vivat Regina :
(LAT.) <Vi’vat Re’gina> : Kraliçe (Hz. Meryem) çok yaşa ! ; Vivat Rex : (LAT.) <Vi’vat reks> : Kral
(God) çok yaşa ! = Long live the King
vivace : (İTA.,MUS.)
<vi’vaçe> :
Daha canlı, daha kudretli (çalmak ya da söylemek)
(Dict. of Foreign Phrases and Abreviations)
vivandiere : (MYTH,FR.,ASK.) <vivan’diyer> : Eskiden, Fransız ve Avrupa ordularında askerlere içki ve
yiyecek satan kadın
Viyana sofrası : On dokuzuncu asırda, Avrupanın en ünlü kültür ve sanat merkezlerinden biri olan Viyana’nın
da kendi ismine bir yemek kültürü vardı, işte menü
“Freud’ün hastanedeki programı çok yüklü olduğu için Perşembe günleri akşam yemeğine gelemiyordu.
Ama bugün Bruer onu özellikle davet etmişti. Nietzsche’yle yaptığı konuşmayı birlikte değerlendirmek
istiyordu. Tam bir Viyana sofrası hazırlanmıştı: Kekikli lahana ve kuruüzüm çorbası, şnitzel <biftek>, spatzle
yumurta <serçe yumurtası>, Brüksel lahanası, salçalı kızarmış ekmek. Yemekten sonra, Martha’nın evde yaptığı
çavdar ekmeğiyle bir de tarçınlı kızarmış elma, Schlag <bir tür punç> ve maden suyu alan Breur çalışma odasına
çekildiler. <1882>”
(I.D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:92)
Viyel : (FR., MUS.): Vielle; Orta çağlarda, Orta Avrupa’da, Laterna’ <hurdy-gurdy>ya benzer ses çıkaran,
yay ile çalınan, klasik keman’ın öncül modeli yaylı bir saz
“Annemin her pazar günü, iri harflerle basılmış bir kitapla kiliseye gittiği de doğruydu. Söylediğine
göre, gözlerini yuvasından uğratan küçük matbaa harflerini okumakta güçlük çekiyordu. Babam her akşam, viyel
çalan Jeanette ile dantelci Catherine’in gediklisi olduğu Petit Bacchus meyhanesinde bir iki saat zaman geçirirdi.
Ne zaman eve alışılmış saat biraz geç dönse, pamuklu takkesini başına geçirerek üzgün bir sesle:
-Barbe, derdi, rahat rahat uyuyun. Daha demin topal bıçakçıya onu söylüyordum: siz aziz ve
saygıdeğer bir kadınsınız.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçığı”, sa:12
vox; (LAT.) <voks> : Ses; vox angelica = <voks ance’lika> yumuşak, tatlı melek sesi; vox humana :
<voks hu’mana> Sesi insan sesine benzeyen, Jüdorg sesi; vox populi : <voks po’puli> : Kamuoyu, insan sesi
voc victic : (LAT.) <vok viktik> : Altta kalanın canı çıksın
voice : (BİYO.,KOLL.) <vo’is> : -isim- ses; insan sesi, seda, söz, hüküm, nüfuz-kudret; çatı, bina; rivayet,
söylenti, şayia; söylenti, oy; -fiil- : söylemek, ifade etmek, ilan etmek; MUS.: akort etmek, sesle okunacak
yerde yazmak; active voice : malum bina, etken çatı; give voice to : ifade etmek; lift up one’s voice :
susmamak, yüksek sesle söylemek; with one voice : hep bir ağızdan; voiceful : sesli, yüksek sesi olan
(Yeni Redhouse Lügati)
Voila ! : (FR.,KOLL.) <Vu’ala !> : Orda, ordasınız, Orada görüyorsunuz ! = See there ! There you are !
Volo, non valeo : (LAT.,KOLL.) <Vo’lo, non vale’o> : İstekliyim, ama kudretim dahilinde değil =
I am willing but unable
Vox populi vox Dei : (LAT.,DİN) <Voks populi, voks Dei> : Halkın sesi, Tanrının sesi! = The
Voice of people, the voice of God!’
Voli vurmak : Yasadışı yollardan kazanılan kazanç, vurgun
“-Ben mi? Ohoo!.. Ben dünden kabul etmişim!... Kaç para vereceksin bakalım?
-Yapacağımız işe bağlı. Eğer iyi bir voli vurabilirsek...beş ruble filan alırsın. Tamam mı?”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:71)
Volta(sını, yı) almak : Oradan ayrılmak, yolunu tutmak, yürüyüşe başlamak
“-Hele hele! Bir de Mişka’yı tanımadığını söylüyordun, bal gibi tanıyormuşsun işte! Bugün niye bu
kadar öfkelisin Semyonıç?
-Benimle çene yarıştıracağına voltayı alsan daha iyi olur!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:63-4)
“Boena’yla konuştu, idare etmeyi kabul etti kendisini. Sonra tuvalete yöneldi, içeri girdi, üçü hala
çömelmiş oturuyorlardı; onu görünce Jaguar ayağa kalktı.
-Dediğimi duymadın mı?
-Kıvırcığa söylenecek iki sözüm var.
-Git anana söyle. Al voltanı.
-Duvardan atlayacağım, hemen şimdi. Kıvırcığın beni idare etmesini istiyorum.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:168)
Volta atmak; Volta etmek; Voltalamak; Volta vurmak : Bir aşağı bir yukarı dolaşmak, avare avare
dolanmak, kız-kadın peşinden gitmek; (Denizcilik) Geminin rüzgara karşı gidebilmek için sağa sola zigzag
yapması
“GÖRÜŞ GÜNLERİNDE SÖYLENECEK
<1985>
-------------------------------------------------Dört duvar arası volta atarlar
ezgili birer türkü taşırlar dudaklarında
ve yürekleri prangalıdır kimilerinin
uykularını uyuyamadıkları için gece
kuş uçurmasınlar diye şafaktan önce”
(Hüseyin Alemdar<d.1962>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:170)
“Bir gece Pozzi yemekten sonra beş altı bira içip iyice kafayı buldu. Sinirliydi ve bir süre sonra yerinde
duramaz olup treylerin içinde volta atmaya, adamlara ağzına geleni verip veriştirmeye başladı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:129)
“Irazca merdivenin başına vardı:
‘Bayram!’ diye bağırdı. ‘Seninkiler çıkmış, baharın olsun Gara Bayram!’
Bayram anladı, onun da benzi muma döndü.
‘Gız ana kim söyledi?’ diye sordu.
‘Kim söyleyecek, aha köy içinde gol gola geziyorlar!’
Bayram baktı:
‘Haklıymışsın ana!’ dedi. Malları suya sürdü.
Cemal’le Ömer, köy içinde aşağı yukarı volta vuruyorlardı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:137)
ESTRAGON : Hadi gidelim.
VLADİMİR : Gidemeyiz.
ESTRAGON : Neden?
VLADIMIR : Biz Godot’yu bekliyoruz.
ESTRAGON - Doğru (Vladimir volta atmaya koyulur yeniden).
(S. Beckett, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:101)
“Amir, kendine yeni bir viski doldurma isteğine karşı koymaya çalışarak ofisinde volta atıyor, kendini
bu büyüyen krizle kafa kafaya mücadele etmeye zorluyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:278)
“Langdon ısınmak için soğuk odada volta atıyordu. ‘İlluminati Satanist’ti. Ama bugün anladığımız
anlamda değil.’ Langdon çabucak, çoğu kimsenin Satanist mezhepleri Şeytan’a tapan canavar ruhlu kimseler
olarak tahayyül ettiğini, ama tarihte Satanistler’in kiliseye düşman, eğitimli kimseler olduklarını açıkladı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:52)
“Bezu Fache, Seine Nehri’nin kıyısında aşağı yukarı volta atarken kendini sersem gibi hissediyordu.
Langdon’ı yerel bir numarayı çevirirken, sonra üç haneli bir şifreyi girerken ve sonra da bir kaydı dinlerken
gördüğüne emindi. Ama Langdon eğer büyükelçiliği aramadıysa, kimi aramış olabilirdi?”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:132-3)
“SÜRGÜNÜM BEN
Sürgünüm ben
gezginim
ozanım
(desinler ne derlerse)
ılımlıyım, sakinim,
dalgın voltalarla
uyum sağlamışım düzene
saygılıyım boyun eğmeye”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“Meliz Bolio otelinde Efrain ve gruptan ayrılanları buldular. Onların oteli daha moderndi, bir iç avlu
etrafına sıralanmış beton küpler. Gençler, klimalarının gümbürtüsünden kaçmak için dışardaki plastik
sandalyelere yerleşmişlerdi. İç avlunun sonunda leş gibi bir kafesin içinde bir tür yabani tavuskuşu boğuk
çığlıklarla volta atıyordu. Hava, datura <İlaç yapımında da kullanılan, Amerika Birleşik Devletlerinde yasa dışı
olarak kabul edilen, halüsinasyon ve zehirlenme yan etkileri olan uyuşturucu sınıfından bir bitki.> ve marihuana
karışımı, hafif tatlı bir kokuyla doluydu.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:190)
“Hemen hemen hepsi de evli, karada çoluk çocukları var; ama kimi zaman aylarca, bu baş ağrıtıcı
kıyılarda volta vurdukları olur.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:77)
“LİNA’NIN GÖZLERİ
----------------------------Bir keresinde
bakışıyla karşılaşmaya cesaret ettim.
Bir ışık işareti verdim ona gözlerimle.
İnmiş uçağın pistte yönlendirilmesi gibi.
Karşımda örülü pencereler vardı.
Arkalarında da
karanlığa alışmak umuduyla
volta atıyordu bir mahkum.”
(Kristin Dimitrova<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, 16.11.06)
“Bekleme odasında Fearmax vardı, elleri arkada volta atıyordu, bir aşağı bir yukarı. Elinde katlanmış
gazeteler göze çarpıyordu. Şapkasıyla bastonunu kanepenin üzerine koymuştu. Yorgun ve hasta görünüyordu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83)
“Akşamları kendimi odamın sıcak komforuna bırakır, yahut tütünümün tadını yeniden keşfetmeye
çalışarak, kır evimin verandasında volta atardım, en sıkı önlemler bile onu ıslanmaktan koruyamazdı.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:36)
“Saç sakal uzamış bir halde volta atarken bile bazan biri karşıma çıkıyor:
‘Hey babalık, çetin cevize benziyorsun. Maine ormanlarından tatilden mi dönüyorsun?’ diye
soruyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:125)
“Arabanın şenlendirdiği yolları, gemilerin yanaştığı iskeleleri, meydanları, bahçeleri, parkları, görkemli
yapıları ve kiliseleri gezip dolaştım; çalışkan insanların alay alay işlerine koşuştuklarını gördüm; avare avare
volta atan üniversite öğrencileri, arabalarla gezintiye çıkmış soylular, çalıp satıp kasılan züppeler, acele
etmeksizin sağda solda gezinen yabancılar gördüm.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:44)
“UZUN SÜRE YAŞADIĞIM BİR YERE
Sende geçti ilkyazım.
Tanrı bilir, öğrenmiyorum senden!
Ama korkunçtu görünüm
hep gözler önünde geçen
o yorgun volta atmalarımız
kemerleri altında dehlizlerin”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Bacanak, Akyazılı’yla ceza evi avlusunda ‘Volta atıyor’ yani dolaşıyordu. Yanlarına gitti:
-Kemal ağa, bi dakka.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:287)
“Zeynel yanıtlamadı soruyu. Şair kalktı gene, sonu gelmez voltalarına başladı. Büyük bir yük altında
ezilmiş gibi omuzları çökmüştü. Son günlerde bu voltalara bakamıyordu Zeynel, başı dönüyordu. ‘Adam
dediğin ya oturur, ya kalkar, böyle evin içinde dolaş da dolaş ne oluyor?’ diyordu ama söyleyemiyordu şaire.”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir çocuk”, sa:56)
“İşte bu dönemde, Ursula ile çocuklar muz, kaladiyom, manyok, tatlı patates, ahuyama kökü, patlıcan
yetiştirmek için bahçede helak olurken, José Arcadio, kimsenin yüzüne bile bakmadan evin içinde volta atarak
kendi kendine konuşma alışkanlığını edindi.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)
“Kendini iyiden iyiye yürümenin tartımına kaptırmış, hızlanmıştı Akhbar. Bir kapanın içinde yürümek
gibiydi bu; bir mapushane avlusunda volta atmak gibiydi.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:42)
“BARTLETT, telaşlı. - Burnu geçmeden geriye tiramola edecekse şimdi volta yapması gerek.
(Korkunç bir öfke ile.) Tanrı belanı versin!…Volta et!…Beceriksiz herif!…”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa.: 91)
“Önce garip, uzak bir uğultunun içinde hiçbir tanıdık ses duymadı. Sonra yavaş yavaş sesleri
birbirinden ayırt ett. Malta’da, tek başına volta vuran birinin büyük bir kitap yaprağı çevirmeye benzeyen hışırtılı
ayak sürümesi...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:63)
“Ellerini ceplerine sokup voltaya başladı. Bir zaman gidip geldikten sonrai adımlarını gitikçe
hızlandırıp daralttığını, kendini dalgınlığa biraz daha bıraksa, durduğu yerde fırt fırt döneleyeceğini anladı.
Böyle voltayı, kız bozmaktan tutuklanmış bir okul arkadaşını yoklamaya gittiği sıra Çorum cezaevinde
görmüştü.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:268)
“ ‘Bir şey çal, büyükbaba, lütfen.’
‘Çalayım mı?’
Örtüyü piyanonun üzerinden aldı, kapağı kaldırdı, oturup Mozart’ın ‘Türk Marşı’nı çalmaya koyuldu.
Laura salonda rap rap yürüyerek volta atıyor, vitrinde duran minik porselen bibloları titretiyordu.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:132)
“Avlunun öteki köşesinde ben,
Diğer mahkumlarla volta atarken
Nasıl bir suç işlemişti acaba
Diye soruyordum kendi kendime
Duyduğum bir sözle irkildim birden:
‘Suçu ağır, sallanacak bu adam!’ ”
(O. Wilde<1854-1900>,”Reading Hapishanesi Baladı”, sa:12)
“Miss La Trobe, volta atmaktan vazgeçip karşısındaki sahneye baktı. ‘Tam öbürünün malzemesi...’ diye
mırıldandı. Yazıp bitirdiği her oyunun ardından başka bir oyun yürürdü aklında. Gözlerini kısarak baktı.
Dönenip duran kelebekler, değişen ışık, sıçrayan çocuklar, gülen anneler – ‘Yoo, buna bir şey demiyor bunlar,’
diye mırıldandı, volta atmayı sürdürdü.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60)
“Adam dükkanda yine volta atmaya başladı; bir yandan da, onların suç ortağı olabileceğinden
kuşkulandığı Octave’a göz ucuyla bakıyordu. Genç adam da onu belli etmeden şzliyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:123)
“... cılız vücutlarını her isteyene bir gümüş meteliğe şurada karanlıkta veriveren, polisin izlediği, ya da
bir serserinin kovaladığı ve hep karanlıklarda volta vuran, hem avlayan, hem de avlanan insanlar. .”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:154)
volte face : (FR.,KOLL.,PSYCH.,DİN) <volt-fas> : Ani düşünce-cephe-fikir-din değiştirme
wood : (DOĞA.,COLL.) <vu’d> : Orman, koru, odun, kereste, ağaç; wood alcohol : Odun ispirtosu, odun
alkolü; wood ashes : odun külü; woodbine : hanımeli; (U.S. Parthenocissus : Yabani asma); wood borer :
odun kurdu; wood carving : oymacılık; wood chuck : Amerika’da bir tür dağ sıçanı : <ground hog>;
woodchuck day : O sıçanın 2 şubat’ta ininden çıkıp gölgesini izlemesiyle ilgili merasim: Eğer hayvancık
gölgesini görebilirse, tekrar inine girip kışlık uykusuna devam eder, yoksa dışarda kalır; woodcock : çulluk
kuşu; woodcraft : ormancılık sanatı, orman hayatı bilgisi; woodcut : oyulmuş tahtadan resim kalıbı, bu kalıptan
çekilen resim, gravür; woodcutter : odun yarıcı, odun kesici; wood-engraving : tahta üzerinde gravürcülük;
gravür, tahta kalıptan çekilen resim; woodland : ağaçlık ya da ormanlık yer; wood lark : ağaç tarla kuşu;
wood louse : tespih böceği; woodman : orman memuru, korucu, oduncu, odun kesici; ormanda yaşayan adam;
wood nymph : orman perisi; woodpecker : ağaçkakan kuşu; wood pidgeon : tahtalı güvercin (USA’ya özgü);
wood pulp : kağıt yapımında kullanılan ıslatıp ezilmiş odun; wood sorrel : kazayağı otu; wood spirits : odun
alkolü, odun ruhu; wood-wind (MUS.) : ağaçtan yapılı nefes çalgısına ait; woodwork : bina içindeki ahşap
kısımlar, dülger işleri; woodyard : odun deposu; wooded : tahtadan yapılmış, ağaç, ahşap; kabasaba, cansız,
aptal; a clearing in the woods : alan, ormanlık içinde ağaçsız saha
(Yeni Redhouse Lügati)
Vous m’avez promis :
V.R. :
(FR.) <vu m’ave pro’mi> : Bana vad’etmiştiniz, söz vermiştiniz’
(LAT.,İNG. –kısaltılmış-) : Victoria Regina = Queen Victoria
^
Le vrai n’est pas toujours vraisemblable - Le vrai peut quelquefois n’etre pas vraisemblable : (FR.)
<Lö vre n’e pa tu’jur vre’samblabl - Lö vre pö kelkö’fua n’etr pa vre’samb’labl> : Gerçek, bazen romandan
daha tuhaftır = Truth is sometimes stranger tha fiction
Vre : Bre, be (Daha çok Yahudi ve Rum’lar tarafından kullanılır)
“Kızcağız söylenir: ‘Yapma Yani, anamdır vre! Yüzüne söyleme.’ Yani, komşulara da söylerdi: ‘Kirya
Maria mı? Bakmayın sızlanmalarına siz onun. Domuz gibidir be. Öyle değil mi kokona? ..... Eski Bohça ha?’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:89)
V.s; V.s, v.s : Vb (Ve benzeri)
Bk.: Ve saire
“.... Şu Pseldonimov’un, ilerde, çocuklarına koskoca bir generalin düğününü şereflendirdiğini, hatta
evlerinde içtiğini bile anlatacağından haberiniz var mı? Bunu anlıyabiliyor musunuz? Çocukları, kendi
çocuklarına, ötekiler de torunlarına bu kutsal olayı; vaktiyle, nasıl büyük rütbeli bir devlet adamının (o zamana
kadar böyle bir mevkie yüzde yüz yükselirim) onlara şeref verdiğini v.s, v.s anlatıp duracaklardır.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:24)
Vue d’oiseau : (FR.,ZOO,KOLL.) <Vü d’uva’zo) : Kuşbakışı = Bird’s eye view
Vulgus ignobile : (LAT.,EĞİT.,KOLL.) <Vulgus igno’bile> : Aşağı, cahil doğmuş kitle, aşağı tabaka halk =
The low-born crowd
Vultus est index animi : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <Vul’tus est indeks animi> : Yüz, ruhun aynasıdır =
The face is the mirror of the soul
Vur dedikse öldür demedik : İstenildiğinden fazlasını yapmak, Kraldan fazla kral taraftarı olmak; bir isteği
aşırılığıyla yapmak
“-İngilizlere çatalım öyleyse...
-Yoook... ‘ur’ dedikse ‘öldür’mü dedik? Bu hafta Mustafa Kemal’e çatarsın, öbür hafta sadrazama...
Benim elim kalem tutmalı da, gazeteyi görmeli bu yokuş... Hepinize top attırırdım alimallah! Sizi iadenin
(Musabakadan dolayı, satılamayıp da geri getirilen nüshalar: iade)altında ezerdim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:137)
Vurdum duymaz olmak : Duyarlılığını kaybetmek, aldırış etmemek
“BİZDEN SONRA DOĞANLARA
I.
Gerçekten karanlık bir çağdır yaşadığım!
Ahmaktır hilesiz söz. Düz bir alın.
Vurdumduymazlığa işaret. Gülen
Kötü haberi almamış henüz.
Nasıl bir çağdır bu,
Ağaçlardan bahsetmenin neredeyse suç sayıldığı
Birçok alçaklığa suskun kalışı içerdiğinden.
Yolu kaygısızca karşı karşıya geçen
Ulaşılmazdır artık herhalde
Zorda kalan arkadaşları için.”
(Bertolt Brecht<1898-1956>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.11.02)
“Bu ülkede on yıllardır yaşanan her türlü bunalımın temelinde, biraz da yaşıyorum derken, o ülkeyi
aslında hiç anlamaya çalışmadan, bilmeden ve tanımadan geçip gitmenin vurdum duymazlığı yatmıyor mu?
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:189)
“Uzanıp ellerini sakin sakin göğüslerinin üstüne koyuyor. Yanına uzanıp usul usul konuşuyorum. İşte
bağlantının hep koptuğu nokta bu. Tam bu noktada göbeğini okşayan elim bir ıstakozmuş gibi tuhaf görünüyor.
Erotik itki, eğer bu idiyse, kuruyup soluyor; bu vurdumduymaz kızı tuttuğumuz şaşkınlıkla görüyor, onda neyi
arzuladığımı anımsayamıyor, onu hem isteyip hem de istemediğim için kendime kızıyorum.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:46)
“Değişmiş, ruhu zenginleşmiş olan Pavel’di; o, akıl erdeiremediği için hiçbir şeyi saygıya layık
görmeyen vurdumduymaz insan değildi artık. Bunun böyle olduğunu açıkça anlıyor ve açığa vurmak istiyordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:233)
“Biz, bütün özleyişlerimizle adaya sokuluyorduk. Bu, bir ada değil, sanki gökten denize düşmüş bir
cennet parçasıydı. Yaradılışın gönlü Ege ortasında sevgiyle, çiçekle ve türküyle çıldırmış, en vurdum duymaza
bile ateşli bir atılış tadını tattıran bir sevinç parçası yaratmıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Deniz Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:156)
“Başka vakit yepyeni olaylar bile bizi monoton ve zavallı bir ruh halinden silkip uyandıramaz; bir balo
salonunda kayıtsız, vurdumduymaz, tüm etkilere kapalı oturabilirsiniz. Çünkü sevincin de kederin de kaynağı
insanın kendi içidir.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:14)
“Kendilerine tapınmaktan başka kaygıları olmayan bu insanlar başkalarının da kendilerine tapmasını
isterler. Ve bu istekleri yerine getirilince gösterilen sevgiye hiç önem vermeden geçip giderlerdi. Kıyıcı,
amansız, vurdumduymaz görünüşleriyle bir tansık sonucu olarak devinen beyaz mermerden yontuları
andırıyorlardı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:135)
“... Hayvanlarının kayışlarını dolandıkları elektrik direğinin veya o değersiz yayaların siinsi bacakları
arasından kurtarırken, yüzlerinde uçurtmalarının havada süzülmesini gözleyen Çinlilerin vurdumduymazlığı
vardır.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:44)
“Oysa size zamanında haber verdim, yazdım. Ben hep bildirdiğim tarihte gelirim. Bu derece
vurdumduymazlık olur mu? Şimdi ben buz gibi odada mı yatacağım?”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:23)
“AMEDEE - Şimdi hala ediliyor!... Zavallı delikanlı... Ha, evet, galiba anımsıyorum, bize konuk
gelmişti. Onu daha önce görmüş müydüm acaba? İlk kez mi geliyordu bize?
MADELEINE - (Sözünü sürdürerek.) Yine söylüyorum, bizi mahveden hep senin bu
vurdumduymazlığın, bu boş vermendir.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:81)
“Diğer çocuklar da Mehmet’in arkasından bakıyordu. O anda yine kendimi onlardan çok ayrı, çok
yalnız ve zavallı hissettim. Neden diğer çocuklar gibi olamıyordum bir türlü? Neden onlar gibi saldırgan, neşeli,
vurdumduymaz ve oyuncu değildim. Ömrüm boyunca peşimi bırakmayacak içedönüklüğün ve diğerlerinden ayrı
olduğumu duyumsamanın ilk belirtileriydi bunlar. Üzerime titreyen annem bu manzarayı görseydi ne yapardı
acaba?”
(Ö.Z. Livaneli, “BirKedi, Bir Çocuk, Bir Ölüm”, sa:82)
“Öfkenin gözleri kör eden aklıyla en sonunda gelen bir ilhama kapılarak evi ateşe vermeye kalkarken,
geceliği içinde o vurdumduymaz haliyle kapıda Rosa Cabarcas belirdi. Hiçbir şey söylemedi. Bakışlarıyla
felaketin bilançosunu çıkardı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:90)
“Kentlerin acı aşklarının artıkları bile geldi bize kasırgayla, küçük tahta evler yaptılar, başlangıçta,
yarım bir kulübecik, bir gece için kederli bir yuva oldu; sonra gürültülü, gizli kapaklı sokaklar belirdi, derken
kasabanın ortasında vurdumduymaz bir köy çıkıverdi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:9)
“Niçin ölümü seçmediğimi ilerde söyleyeceğim. Suçluluk damgasını bir yol yemiştim sevdiğim
kadından, bir hata işlemiştim, bağışlanacağımı da artık ummuyordum, kendimi bayağı serüvenlere, eğlencelere
kapıp koyvermekten başka ne gelirdi elimden. Vurdumduymazlık içinde günümü gün etmeye baktım, dünyayı
dolaştım, çılgınca yeni hazlar, yeni tutkular peşinde koştum.”
(G. de Nerval, “Aurelia: Rüya ve Yaşam”, sa:12)
“... Hacer ona Necib’i sormuştu, ‘Hala orada mı?’ demiş, aldığı yanıta, ‘Maşallah, Allah mübarek etsin.
İnsanın Süreyya gibi vurdum duymaz bir beyi olduktan sonra...’ demişti.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:171)
“Mrs. HUSHABYE - Bu ne taş yüreklilik, bu ne vurdum duymazlık! Şu canavara bakın..... Binlerce
sert, hoyrat işçiyi karşısında susta durduran, binlerce ton demiri dev makinelere dövdüren, kadınların, kızların
alın teriyle geçinen, iki kuruşluk zam istediler mi, onlarla gırtlak gırtlağa gelen bir adam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
“Oysa bu iri adam sadece kendiyle meşguldü, kızının yanında öyle oturup duruyordu. Hiçbir şeyin
farkında değildi. Hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu. Bu vurdumduymazlık karşısında ağzı açık kalan Flush onun
yanından sürünerek odadan çıktı gitti.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:52)
“Nietzsche’nin doğruluk tutkusu ne kadar güçlü, ne kadar acımasızca patlak verirse versin, hiçbir
zaman vurdum duymaz olmayacak kadar duyarlı, fazla işlenmiştir: Asla paldır küldür koşmaz, asla takılıp
kalmaz, tam tersine problemin birine alev gibi sarılır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:I, ‘Nietzsche’, sa:100)
“Fakat yine hiçbir şey olmadı. Hiç cevap çıkmadı. Bir kez daha: ‘Hırsız! Hırsız!’ sözünü kendi kendime
tekrarladım; vurdum duymazlaşmış ve uyuşmuş vicdanımı uyandırmak için.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:138)
“Çevremdekiler başka bir dil konuşuyor gibiydiler. Önümde, yanımda yüzler, bıyıklar, gözler, burunlar,
ağızlar, üniformalar görüyor, ancak bütün bunlara vitrinde sergilenen nesnelermiş gibi ilgisizlikle,
vurdumduymazlıkla bakıyordum. Oradaydım, ama kendimi oraya veremiyordum.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:297)
Vurdurma, vurdurtma : Bir tetikçi aracılığıyla ya da tepeden inme emirle birilerini resmen kurşunlama
“Ama iyimserliği yine bazı darbeler alacaktı. Röhm’ün SA’ları fazla şımarmaya başlamıştı. Theodor,
Hindenburg’un sonunda eski yandaşını SS’lere vurdurtma konusunda Hitler’in emrini onayladığını içi ezilerek
okudu. Schleicher’le karısı da, on dokuz kişiyle birlikte kurşuna dizildi.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:132-3)
Vurgun; Vurgun olmak : Aşık, Aşık olmak
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“Oğlan fıkaraymış, çırılçıplak, nan ekmeğe muhtaç. Kızın arkasında yıllar yılı sürünmüş durmuş. Kız da
oğlana öyle bir vurgunmuş ki, olmaya gitsin.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:34)
Vurgun vurmak; Vurgun yapmak : Hırsızlık ya da soyugunculuk yapmak; yasa ya da ahlak dışı yollardan
büyük bir çıkar sağlamak
“Düşünceye daldım. Obaimov eski patronumdu. Bir taşla iki kuş vurmuş olacaktım. Hem bana yaptığını
ödetecek, hem de iyi bir vurgun vuracaktım.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:52)
“Bill Bassett:
-İyi bir vurgun yapmak istediğiniz zaman abayı yakmış gibi görünmek gerekir. Vurgunun yağlısının
yolunu aşıktaşlık gösterir. Pahada ağır, yükte hafifle dolu bir ev bul; içinde güzel bir hizmetçi varsa tamam
demektir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
Vurmak : Bir şeye çarpmak, indirmek; Yönelmek, sapmak, yansımak, üzerine düşmek; Uygulamak; Vurgun
yapmak; Duyumsanmak; Kurşunla vurmak, öldürmek
“Handan’ın teğmenden hamile kaldığının anlaşılması üzerine, evde kıyametler kopmuştu. Zaten milli
duygular içinde önüne çıkan her İngiliz’den nefret eden dayısı İzzet Kemal, bu ırz düşmanını gördüğü yerde
vuracağını söyleyip dolaşıyordu evde. Paşa Dede küplere biniyordu. Bu nasıl rezaletti böyle!”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:135)
“Akşamüstü serinliğinde yeniden meydanlara, sokaklara, çarşılara vurdu kendini..... gözlerine görmeyi
öğreten şeylerin hepsi birden kaybolup gitmiş olamaz.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:54)
“Bu budala köylüler, bütün dünyayı gezmiş, görmüş geçirmiş de olsa, bir sabah sabah sokağa çıktığında
şaşırıp kalan, ne yapacağını bilemeyen bir adamı anlayamazlar. İnsan böyle olabilir, çünkü, bunu ne kadar
bekliyor da olsa, salıverdiklerinde bir türlü bu dünyadan biri gibi duyumsayamaz kendini ve evden kaçmış biri
gibi, vurur sokaklara.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7-8)
“Hacı Durmuş, öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi gerektiğini
anlattı. Ama Kezban, soğukkanlılıkla:
‘Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam,’ dedi.
‘Hangi hükümete kızım?’
‘Kasabadaki!’ ”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:59)
“-Vur, diye üsteledi mi, sahiden?
-Üsteledi sayılır! Son günlerde, bütün lafları vurmak, vurulmak üstüneydi! ‘Hiç adam vurdun mu
Mehdi Bey?’ ‘Kaç adam vurdun, doğru söyle,’ ‘Vurduklarının içinde karı var mıydı?’ ‘En küçüğü kaç
yaşındaydı?’ ‘Hiç kız çocuğu vurdun mu? Doğrusunu demezsen ölümü öp’. İşte, bütün lafları bunlar...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:252)
“ ‘Mösyö Ernest’i vuran sizden biri mi?’
‘Benim,’ diyor Lakdar, yaşlı bir liderin sadeliğiyle.
‘Eline sağlık, kardeş. İstersen, bıçak için sana yirmi frank daha uçlanırım.’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:13-4)
Vur patlasın, çal oynasın : Dünyaya meydan okuyarak yapılan İçki, kadın ve işret alemleri
“Bu arada vur patlasın, çal oynasın alemlerine hiç aralık vermiyordum. Sonunda yarbay beni üç gün
için deliğe tıktı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:169)
“Papatya, gelincik gibi dağlarda arılara ve kelebeklere, ’istediğiniz kadar talan edin’ diye bağırlarını
açan yaban çiçeklerini saçlarına takarak başlarını vahşi bir bahçeye döndürmüşler, vur patlasın çal oynasın
eğleniyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“Nasıl da Veraguth zamanla serinkanlı birine dönüşmüş, yaşlanıp kocamıştı. O Veraguth ki, neşeli
günlerinde gece geç vakitlere kadar vur patlasın çal oynasın eğlenmiş, bazen kafası kızıp örneğin sandalyeleri
kırıp dökmüştü.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:94)
“Etem, Sulukule’den bir keman, bir ut, hanende ve köçek olarak iki kadınla bir kız getirmiş, ondan
sonra biz geceyarısına kadar orada vur patlasın, çal oynasın gitmişiz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:151)
“Kadın Lennie’nin sözünü keserek:
-Sen olmasaydın George öyle güzel vakit geçirebilecekti ki... Gündeliklerini alacak ve doğru bir
kırmızı fenere giderek, vur patlasın çal oynasın, eğlenecekti, yahut da bir kahvede oturabilecek ve prafa
oynayabilecekti. Fakat ne yapsın ki sana bakmak zorunda.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:172)
“Bir perşembe günü yağmur yağıyordu, hava soğuktu. Akşamım her dakikasında prens, Bayan
Sanseverina’nın konağına giden arabaların saray alanındaki taşları yerlerinden sökercesine sarstıklarını
işitiyordu. Bir sabırsızlık denemesi yaptı: Başkaları vur patlasın çal oynasın eğleniyorlardı ve kendisi, dünyada
herkesten fazla eğlenmesi gereken kendisi, mutlak egemen olan kendisi, can sıkıntısından patlıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:151)
Vurulmak :
Ateşli bir silahla (tüfek, tabanca) yaralanmak; Aşık olmak
“-Adı Ömer mi beyin?
-Ömer mi? Ömer kim?
-Kara Mustafa’nın.
-O mu? Vurdular onu yazın. Kardeşi vurdurmuş dediler. Parayla.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:83)
“Gwyn on sekiz ay kadar önce hayatına giren ve geçen nisanda, hemen hemen senin Born’la ilk kez
tokalaştığın sırada hayatından çıkan otuz yaşındaki doçent Timothy Krale ile yaşadığı aşkı anlatmaya başlıyor.
Modern şiir dersinin hocası olan adam onun peşine düşmekle işini tehlikeye atmış, Gwyn de ona fena vurulmuş.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:112)
“1824’te, Opera’daki son baloda, maskelilerin birçoğu bir genç adamın yakışıklılığına vurulmuş gibi
oldular. Adam perde sonlarında seyircilerin toplandıkları salonda, ara geçitlerinde öyle bir halle dolaşıyordu ki
beklenmedik bir olay yüzünden evden çıkamamış bir kadın arar gibiydi.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar 1”, sa:15)
“... aslında annesinden daha güzel olduğunu fark ediyorduk: on dört, on beş yaşına geldiğinde, yüzünü
gören herkes böylesine alımlı bir varlık için Tanrı’ya şükrediyordu; birçokları da kıza delice vurulmaya
başlamıştı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:72)
“ ‘Gerçekten Alain, bir Bengalli’ye nasıl vurulabildin? İğrençler. Ben burada doğdum, o kadınları
senden daha iyi tanırım. Pistirler ve asla, inan bana, aşk söz konusu olmaz! O kız sana hiç yüz vermeyecek.’ ”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:10)
“Derken ateş edildi, içimizde vurula vurula bir ben vuruldum: iki kurşun yemiştim. Biri yanağımdan:
Bunun açtığı yara hafifti, ama geride kocaman ve cascavlak kırmızı bir iz bıraktı, düpedüz bir maymunun
uydurduğu hiç de yakışık almayan o iğrenç ROTPETER <Kırmızı Peter> adını kazandırdı bana; sanki bu
yakında kuyruğunu titreten, daha önce sağda solda kendine bir az ün sağlamış talimli maymun Peter’den beni
yalnızca yanağımdaki leke ayırıyormuş gibi.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Akademi İçin Bir Rapor”, sa:107)
“Temmuzdu. Tam öğle vakti başlamıştı savaş. Kayalıklardan kurşunla birlikte yalım da fışkırıyordu.
Sonra Çakırcalı’nın kızanlarından ikisi vuruldu. Bir de Koca Memet vuruldu.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:118)
“CLEANTE - Bir süredir bu civarda oturan bir genç kızı seviyorum. Sanki her gören aşık olsun diye
dünyaya gelmiş. Yaradan özenmiş de yaratmış; görür görmez ona vuruldum. Adı Mariane, ihtiyar annesiyle
yaşıyor. Annesi hastalıklı bir kadın. Güzel kız ona kul köle...”
(Moliere, “Cimri”, sa:36-7)
“Kim söylemiş beni
Süheyla’ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni’yi öptüğümü,
Yüksekkaldırımda, güpegündüz?”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:34)
“O yılların taverna müziği furyasında ilkin sesine, sonra kendisine vurulduğu, mahalle birahanelerinde
org çalıp şarkı söyleyen temiz yüzlü bir çocuğa sırılsıklam bağlanmış Melek. Ailesinin karşı koymasına
aldırmadan liseyi bitirir bitirmez, üniversite sınavlarına bile girmeden apansız bir kararla evlenmiş.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
Vuruşmak : Sevişmek, aşk yapmak (Argo)
“Yirminci yüzyılın sıradan sözcükleri onun ilgisini çekmiyor. Örneğin ‘aşk yapmak’, ‘sevişmek’ yerine
vuruşmak, yiyişmek, tokmaklamak gibi daha eski, daha gümbür gümbür terimleri yeğliyor.” İyi bir orgazma
‘kemik-titreten’ diyor.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:117)
Vücudu diken diken olmak : Korku ya da heyecandan ürpermek
“Frenk inciri, ‘Tam manasıyla feci! Bakın büklüm büklüm bodur bir şey, bacaklarına hiç uymıyacak
kadar nisbetsiz. Onu gördükçe vücudum diken diken oluyor, yanıma yaklaşırsa dikenlerimle delik deşik ederim.’
diye cırladı.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:21)
Vücudunda kırılmadık kemik bırakmamak : Pastırmasını çıkarıncaya kadar dövmek
“Komiser, bir gün onu mahalle karakoluna çağırdı..... Birinci defaya mahsus olmak üzere karakolda
Tevfik’e temiz bir sopa çekti. Bir daha İmam’ın kapısında görür, kadınlara dert yandığını işitirse, vücudunda
kırmadık kemik bırakmayacaktı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:22)
Vücudundan soğuk terler boşanmak : Heyecan ve korkuyla titremek
“Şimdi bu hedef genç imparatordu. Trotta’nın yüreği ağzına geldi. Kendisini, alayı, orduyu,
devleti, tüm dünyayı yok edebilecek tahayyül edilmez, sınırsız felaketin korkusuyla vücudundan soğuk terler
boşandı. Dizleri tir tir titredi.”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:10)
Vücudu turşu gibi olmak : Son derece yorgun, yere yığılacak gibi hissetmek
“Fakat yavaş yavaş benim de takatım kesilmiş, dizlerim ağrımaya başlamıştı. Zaten pencereden
atladığım zaman dizlerim, bütün vücudum turşu gibi olmuştu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:127)
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler