Martı Mayıs 2010

Transkript

Martı Mayıs 2010
b osphoru s
c h r o n i c l e
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle May 2010 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Mayıs 2010 ekidir.
MARTI
Yayın Adı:
Bosphorus Chronicle’ın
Martı Ekidir.
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler KAMER - T.C.
Sorumlu Öğretmenler:
Yıldız DÜZKÖYLÜ
Özgül AKGÜL CİNKARA
Yönetim Yeri:
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy / İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Editör:
Doruk KARPAT
Tasarım ve Sayfa Düzeni:
Ahmet Utku AKBIYIK
Yazarlar:
Aysın KADİRBEYOĞLU
Ege SELÇUK
Z. Elçin METİN
Fikret Ali CEYHAN
T. Mert SAYGIN
Bengisu GÜÇKAN
Yayının Türü:
Yerel, Süreli
Yayının Dili:
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
4. Cad. No:122 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (212) 629 05 59 - 60
Basım Yılı:
Mayıs 2010
Kapak fotoğrafı: Alptekin BALOĞLU (www.alptekinbaloglu.com)
1-25 sayfa kenarı şiiri: “Martılar ki”, Can Yücel (www.canyucel.org)
27-35 sayfa kenarı şiiri: “Ağustos Çıkmazı”, Attilâ İlhan (www.tilahan.net)
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
İÇİNDEKİLER
EDİTÖRDEN İSTANBUL DEYİNCE
ALGILAMA ÜZERİNE
HÜKMETMEK ÖYKÜSÜ
RACHMANİNOFF PİANO
KONÇERTOSU NO.2 DO MİNÖR
KÖRLÜK
KURBAĞA
EV YOLUNDA DÜŞÜNCELER
14 ŞUBAT 2010 DÜNYA ÖYKÜ
GÜNÜ İLETİSİ
O KIRMIZI TRAMVAY
21 MART 2010 DÜNYA ŞİİR
GÜNÜ KONUŞMASI
SENİN YERİNDE OLMAK
İSTERDİM
KURTULMASI KOLAY DEĞİL
ŞİİRİSTANBUL
KADEH
27 MART 2010 DÜNYA TİYATRO
GÜNÜ BİLDİRİSİ
18 ADIM
AYIŞIĞINDA ŞAMATA
TİYATRO SAHNESİ: BİR “ÇILGIN
DÜNYA”
BAĞIMSIZ FİLMLERLE YENİ
PERSPEKTİFLERE DOĞRU
BOYA LEKELERİ
VE SONSUZA KADAR
NÖBET
ADA MEYHANESİ
ERKAN OĞUR’LU TÜRK-CAZ
KONSERLERİ
FAZLA İNSANLIK
KENDİSİ EMEKLİ BİR ARABA
YARIŞÇISI MIYDI AHMET’İN?
...
“ÇİZGİNİN ÇEHOVU”NA VEDA
KARİKATÜR
KAYBETTİĞİMİZ MEZUNLARIMIZ
1
2
3
4
5
6
7
8
10
11
12
13
14
17
18
20
21
22
24
25
26
28
29
30
31
32
33
34
35
36
Arkadaşlıklardan
dostluklar,
oyunlardan
aşklar yaratan yaşlı bir sihirbazdır zaman. Dizlerimizi kanata kanata ayakta durmayı öğretir bize. En
değer verdiklerimizi çalar apansız; küçük mutlulukları
keşfederiz. Kurduğumuz dünyanın taşlarıyla oynar;
büyük yıkımların ardından tekrar ayağa kalkmayı
öğreniriz. Yanlış anlaşılmış büyük bir öğretmenin
gölgesinde uzanır. Hiç kimsenin bilmediği yalnız bir
hikâyenin içinde can bulur. Herkesin farklı kısımlarını
okuyabildiği bu eski hikâye kitabının ne anlattığını kimse
tam olarak bilemez. Son sayfaları eksiktir çünkü kitabın.
Meraklı bir çocuğun hevesine karışmış hırslı bir patron
şımarıklığıyla baş kaldırır insan, sonu söylenmeyen bu
hikâyeye. Zamana gücü yetmediğinden hikâye kitabının
kendi bildiği sayfalarına sığınır sonra insan, kendi
doğrularını oluşturur. Oluşan kırılgan doğrular zamanın
fırtınalı gecelerinde kırılır. İnsan, sabah güneşinde
farklı bir sayfadan tekrar okumaya başlar hikâyeyi.
Öyle bir yerindeyiz ki zamanın; her şeye biraz uzak, biraz yakın. İçimizde büyümek istemeyen bir
çocuk; hâlâ masallar fısıldıyor zamanla yaşlanan ruhumuza. Her masalda tanıdık bir rüzgâr var eskileri esen.
Eskilerde ise biraz mutluluk, biraz özgürlük... Kırmaktan
korktuğumuz oyuncaklar misali oyunlarımızdan uzak
tutuyoruz o rüzgârı; “belki bir gün yeniden” hayaliyle...
Yarın yeni bir güne uyanacağız. Geçmişin
bize uzak hayatlarına, âşık olur gibi fark edemeden
karışacağız. Unutulmaz denilen anılarımızı, tozlanmış
rafların yaşlı albümlerinde unutacağız zamanla. Eskileri özlesek de dönmeyeceğiz onlara; çocuk kalsınlar diye.
Masallarımızı, yitirmemek için zamana emanet edeceğiz.
Sakız Hanım’la Mahur Bey hikâyesinin yaşam bulduğu
bir mâzide bekleyecekler bizi. Bekledikçe özlemimiz,
özledikçe de sevgimiz büyüyecek. Öyle bir an gelecek
ki sonra, bir çocuk kadar seveceğiz; bir ilki sever gibi.
Geçmiş, sonunu bilmediğimiz bir filmin
heyecanında yaşandığı için güzeldir. Gerçek mutluluk da
o nedenle geçmişe özgüdür; yaşanmaz, sadece hatırlanır.
Yıllar sonra bu günlere döndüğümde, mutluluk bu sayfalara dökülmüş anılar arasında
beni bekliyor olacak; biliyorum. Hayatı ve anıları
yaşanası kılan tüm güzel dostluklara ithafen...
Bugünleri özlemek dileğiyle;
-1-
Doruk Karpat
Martılar ki...
Günlerdir körköstebek nefsimle öyle hırlı
editörden
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
şiir
İSTANBUL DEYİNCE
Denizhan Akbal
Ulaş Aktok
İstanbul deyince aklıma deniz gelir,
O masmavi suları, feribotların sesi, boğazın manzarası...
İstanbul deyince aklıma martılar gelir,
Feribotu gördükleri gibi bayram eden,
Bir şeyler beklermişçesine yanıbaşınızda uçan martılar.
İstanbul deyince aklıma o günler gelir,
Kazandığımı sandığım zaman kaybettiğim,
Kaybettiğimi sandığım zaman da kazandığım,
o içimi sızlatan günler...
İstanbul’un ne yapacağı belli olmaz,
Bazen karşına saatlerce bekleyeceğin bir trafik,
Bazense o güzel boğaz manzarasına dalıp
Saatlerce izlemeye doyamayacağın bir şekilde çıkagelir.
İçinde hem suçu hem doğruyu,
Hem cehaleti hem bilgiyi,
Hem hüznü hem mutluluğu ve daha nicelerini
Barındıran bir gizdir İstanbul.
İstanbul deyince aklıma bilinmezlik gelir
Seni hem kızdırır hem sevindirir önüne çıkardığı fırsatlarıyla,
Ayağını kaydırırken elinden tutan bir arkadaş,
Her şey yolunda, derken ayağına takılan bir taştır İstanbul.
İstanbul gizemlidir,
İstanbul sinsidir,
İstanbul utangaçtır...
İstanbul’da yaşam bir başkadır...
-2-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
ALGILAMA ÜZERİNE
Yaşamımız boyunca anlamaya, çözmeye çalıştığımız koca bir kürede, apayrı noktalardan
bakıyoruz gerçeğe. Her birimizin başrol oyuncusunu oynadığı, hayat dediğimiz o kocaman sahne-de
kameralarımızla adeta seyirci kılığına giriyor ve yerimizi bütün ihtişamıyla gözlerimizi kamaştıran
gerçeğe bırakıyoruz. Baktığımız kadarını görüyor, gördüğümüz kadarını kaydediyoruz. Gerçek, kendi
istediğimiz şekliyle hafızamıza kazındıktan sonra kameralarımızla sahneye dalıyor ve izlenimlerimizi
aktarmak için hep bir ağızdan başlıyoruz konuşmaya. Ödül almış ve sahneye davet edilmiş oyuncular gibi
başarı öyküleri anlatıyoruz birbirimize. Bir süre sonra, dinlenmemiş olmanın verdiği rahatsızlık yüzünden ortam gerginleşirken diğer yandan da bir zamanlar sahnenin tek hâkimi olan gerçek, kalabalığın
arasında kayıplara karışıyor. İşte, o anda durumun fazlasıyla farkına varmış olan bizler; tepemize
dikilmiş, yaşamı her yönüyle aksettiren bir kameranın varlığına güveniyor, yersiz çabalarımızın yüzümüze vurulması ve aklımızın başımıza getirilmesi için neler vermezdik, diyoruz.
İnsanların da adalet kavramı kadar yaşadıkları toplumda kör olduğunu veya en azından gözlerinin bağlı olduğunu, gözlem ve buna dayanarak geliştirilen yorum yeteneğine sahip olmadığını düşünün.
Gözlerini kullanamayan insan dokunma duyusuna yönelecektir değerlendirmesini yaparken. Koca bir
filin etrafında toplanmış kör bir kalabalıkta insanların fikirlerini aynı anda söylediğini gözlerinizin önüne
getirin. Filin kuyruğuna dokunan kişi dokunduğu şeyi süpürge zannederken hortumuna dokunan kişi de
bunu farklı bir şekilde adlandıracaktır. İnsanın dokunduğuna inanması ve inancından ödün vermemesi
sonucunda, böyle basit bir manzara karşısında, insanlar arasındaki fikir ayrılığını görmek kaçınılmazdır.
Olağanüstü bir büyünün insanlara görme yeteneğini yeniden kazandırdığını hayal edersek inanmak ve
inandırmak için sebepleri kalmayacak insanların bu sefer. Gördükleri şeyin fil olduğu konusunda hemfikir olsalar da daha geniş kapsamlı konularda, sahip oldukları değer ve birikimlerle orantılı bir şekilde
farklı fikirler ileri sürecekler. Peki, bu, durumu değiştirebilecek mi?
Çoğu insan danışıklı dövüş olarak nitelendirir yaşananları. İnsanların bu görüşündeki doğruluk
payını göz ardı etmek yanlış olur; çünkü insanın doğduğu, büyüdüğü coğrafyayı seçme gibi bir şansı
da yoktur. Seçilen bir varlık olarak dünyaya gelmiştir insan ve ancak sahip olduğu koşullar dahilinde
yaşamını, seçimleri üzerine temellendirecektir. İster istemez yaşadığımız ortam, aldığımız eğitim,
kameralarımızın merceğini şekillendirse bile bulunduğu konumu aşmak ve çaba göstermek insanın
elindedir. Çerçevemizi küçük, dar bir alanla sınırlı tutarsak, bakış açımız da bir o kadar sınırlı kalır.
Birbirimizin varlığından habersiz olduğumuz zamanlardan, yeni iletişim araçlarının keşfiyle küresel bir köye dönen dünyada, gerçeklerin elimizin altına olduğu bu devirde, sahip olduğumuz değerleri
sunamıyor olmamız bu konudaki acizliğimizin bir göstergesi sanırım.
Baran Karsak
-3-
Ve öylesine harlı ki
Fikret Ali Ceyhan
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
HÜKMETMEK ÖYKÜSÜ
Ece Tarhan
Hükmetmek elma yemek gibi bir şeydir; elmayı yerken hiç sorulmadığı gibi, iki ayaklı ‘insan canlısı’nın “kırmızı” deyip genelde seksi bulduğu bir renk olduğundan (her halde çekiciliğine
dayanamayıp) onu koparması, oralardan buralara taşıyıp küçücük kıymıklı kasalara tıkmasıdır. Bu,
“elmanın” iyiliği içindir. ‘İnsan canlısı’ olmasa ‘hayvan canlıları’ yer çünkü. “Kurtlanır”! Elmanın, o
kurdun içinde bıngıldamasından zevk alıp almadığını sormadan hem de! Hükmetmek böyle bir şey. Hükmetmek kırıcı bir şey, üzünçlü bir şey, yalnız bir şey. Hükmetmek ağır bir şey, 10 ayar altın taç, hakiki
kürk (aslan kürkü makbuldür), 2 kilo mücevher ve 250 gram saç-sakal kombinasyonundan daha ağır...
Biliyorum; çünkü ben bir bilardo ustasıyım. Hiç yarışma kazanmadım; ama bir senedir kazanan
insanlar tanıyorum. Toplara, masaya, şana, şöhrete hükmetmek diyorlar gazete muhabirleri ve kameralar.
Hükmetmek; olmayan, zaten kendi içinde çelişen bir şey. Hükmetmek “eşek” gibi tepen bir şey.
“Hükmettiğin” ve bir sopayla dürterek belirli deliklere soktuğun o toplara hükmetmiyorsun aslında!
Bunu sadece sen, ben, toplar, sopa, masa, lamba ve tebeşir biliyor. Hükmettiğin toplar, masalar, sopalar,
tebeşirler, lambalar, ben.... Biliyorum, gece rüyana giriyorlar. İnsanlar boşuna uzaylılardan korkmuyor, o
hükmettiğin sandalyenin de bir intikamı olmalı...
Kral olmak cesaret ister, palyaço olmak kadar çok özgüven de ister. Sadece bir topluluğun değil,
ülkenin seninle “dalga geçmesi” göz yumulacak şey değil. Göz kapakları yetmiyor; bu yüzden kralın uzun
kaşları var.
Elif Alkaş
-4-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
RACHMANİNOFF PİANO KONÇERTOSU NO.2 DO MİNÖR
“Kelimeler duyguları ifade etmenin en amlamlı yollarından biridir ve sözlü müzik de tıpkı şiir gibi
duyguların sözcüklerle ifade edilmesinde kullanılır.” Bu kanı, toplum tarafından kabul edilmiş, sorgulanmayan yanılgılardan biridir. Aşk şarkılarının gösterişli, lirik sözlerinin yanında, klasik müziğin insanı
hayal dünyasına götürebilen o masalsı tınısı hep göz ardı edilir. Oysa şarkı sözleri tek bir dili bilen insanlara hitap ederken klasik müziğin tınısı, onu duyan herkesi etkileyebilecek kadar güçlüdür.
Bir konser salonundasınız. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği birçok insan orkestranın sahneye
çıkmasını bekliyor. Beklerken bir yandan programa göz gezdiriyorsunuz. Çalınacak eser: Rachmaninoff
Piano Konçertosu No.2. Rachmaninoff ’un aklını kaçırmanın eşiğindeyken yazmaya başladığı bir eser
bu. Akıl hastalığı süresince onu yaşama ve insanlara bağlayan son şey. Eseri yazdıkça iyileşiyor, sağlıklı
günlerine dönebiliyor Rachmaninoff. Işıklar kapalı, herkes sessizce bekliyor. Karanlığın ve kalabalığın
arasından hafifçe bir akor duyuluyor piyanodan gelen. Sonra bir kere daha, bu sefer daha güçlü... Her
yeni akorla piyanonun sesi gittikçe yükseliyor ve kemanlar yavaş bir tempoyla ona eşlik etmeye başlıyor,
piyanoya cevap verirmişçesine. Melodi ağır, ağdalı, adeta Rachmaninoff ’un yaşadığı sıkıntıları anlatıyor
bize. Eser ilerledikçe bu sıkıntılar daha da belirginleşiyor, biz de bestekarla birlikte ızdırap çekiyoruz;
ama Rachmaninoff bütün bu karanlığın arasında hep bir umut ışığının varlığını sezdiriyor. Eserin sonuna
gelindikçe bu ışık güçlenmeye başlıyor ve en sonunda karanlığı alt ediyor. Dinleyici de Rachmaninoff ’la
birkilte huzur ve aydınlığa eriyor. Bestekar bir saat içince yıllarca içinde biriktirdiği bütün sıkıntıyı ve
sonunda huzura erişini tek kelime bile etmeden, müziğin gücüyle bir salon dolusu izleyiciye aktarıyor;
sözlü müziğin satırlarca yazılsa bile anlatamayacağı karmaşık duyguların tüm insanlarca anlaşılabilmesini
sağlıyor. Klasik müziği evrensel yapan şey de işte bu. Kelimelerin yetersiz kaldığı noktada bile duygulara
hitap edebilmesi.
Birçok insan klasik müzikte aktarılan duyguları hissetmek için çaba harcamak yerine sözlü
müziğin onlara doğrudan söyledikleriyle yetiniyor. Klasik müzikte notaların arasında gizlenen anlamı
dışarı çıkarmak yerine söyleneni dinlemeyi tercih ediyor. Yani bir bakıma herkes, duyguları anlamak
konusunda kolaya kaçmaya çalışıyor. Birçok insan, klasik müzikte anlatılan aşkı, melodilerle içlerinde
hissetmektense duyguların söze dökülmüş halini dinlemeyi tercih ediyor.
-5-
esrik nefesim
İdil Kalaycıoğlu
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
KÖRLÜK
Pürnur Dikbaş
Kavram karmaşam vardı benim. En başından beri, hiçbir zaman anlayamadım hislerimi. Hani,
kör bir insan, elleriyle dokunarak hisseder bir yapbozun parçalarını; ama renklerini ve üzerlerindeki
deseni göremediği için bir bütün oluşturamaz ya, biraz da onun gibiydi benimkisi. Hem güvensizdim
de çevreme; ama cesur ve aptal olmak istedim, kabul ettim bunu. Yardım almadım hiç kimseden.
İnanmadım da zaten. Taa ki…
Çok uzun bir süre uğraştım. Anlamlandırmak, karanlık, bilinmezlerle dolu dünyama renk getirebilmek için; fakat gerçek olan her şey senin en beklemediğin anda çıkıveriyor karşına. Danışmanlara
tonlarca para dökerek hissedemediğimi, hiç ummadığım, çok küçük, çok ufak, aslında çok masum bir
çocuk hissettirdi bana. O çocuk ki, belki benden daha korkaktı, belki de bana, korkutucu bir karaltıya
meydan okuyabilecek, karanlığın içine büyük bir adım atabilecek ve daha sonra özgürlüğe açılan bir kapı
gibi ışığı kucaklayabilecek kadar cesurdu. Kim bilir? Ben biliyorum; çünkü ben yaşadım. Var olduğuna
inanmadığım, var olma ihtimalinden korktuğum her şey canlanıverdi birden, hayat buldu içimde. Ben
bunca zamandır kendimi kör sanarken biri geldi ve perdelerimi açtı. Işık doldu dünyam. Her şey parladı.
Ve ben hissettim.
Hissetmek öyle bir şey ki sanki bir kere bir kapı açıldı ruhumda ve şimdi onu kapayamıyorum bir
türlü. Belki renklerden vazgeçemiyorum, belki de burnunu battaniyesinin dışına bile uzatamayacak kadar
karanlıktan korkan bir çocuğun, ışıklar yanınca koca bir adam olduğunu görmekten kaçınıyorum. Herkesin kendi yolu-nu çizmesi gerektiğini bilmeme
rağmen bırakıp gidemiyorum. İçim titriyor, karanlık
geri gelir diye. “Gelirken
bana sormadı ki, giderken
izin alsın.” diyorum içimden.
“Gerçekten sevmek”,
olabileceğine inanmadığım
bir şeydi önceden. Şimdi
anladım ki sevmek zaten
gerçek. Sevgi; gerçeklik.
Sevgi; saflık, yalınlık…
Vazgeçemeyeceğim bir şey,
her zaman mutlu etmese
de. Doğuştan kör olmakla,
aydınlığı bilip renkleri
gördükten sonra onlar hiç
var olmamışçasına bir anda
Ulaş Aktok
karanlığa gömülmek bir değildir ki.
-6-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öyküsel anlatım
KURBAĞA
Dört saattir aynı yaprağın üzerinde duruyordu. Yoluna devam edebilmek için yeni bir yaprağın
yanına yaklaşmasını bekliyordu kuşkusuz. Yüzmeyi sevmiyordu, kıyıya da ulaşması gerekiyordu; tek
yol yapraklardı. Sanılanın aksine kurbağalar suyu sevmezler, gerekirse bir yaprağın üzerinde günlerce bekleyebilirler yüzmektense, işte, bu kurbağanın da durumu buydu. Bir iki sinek yemek dışında
hiç hareketi olmamıştı dört saattir. Bir iki kere yapraklar yaklaşıyor gibi olmuştu; fakat ya o cesaret
edememişti ya da yaprak kapılmıştı.
Yola çıkmak büyük cesaret ister, hele de nereye varacağı bir muammaysa… Her yol yeni bir
fırsattır değişik yerlere varan, ya o kıyıya varır, ya öbür kıyıya ya da yeni bir çıkmaza çıkarır kurbağayı.
Onun korkusu da buydu, çıkmazdan çıkıp başka bir çıkmaza varmak. Beklemek tek çıkar yoldu; ancak yeterince emin olunca atlayacaktı diğer yaprağa, böyle yapacaktı ki kaderi elinde olsun, tehlikeye
girmesin.
Gıdısını şişirdi, yine bir yaprak gelip geçmişti önünden. Bu sefer de atlamamıştı, pek tekin
gözükmemişti gözüne bu yaprak da. Geçmişi hatırladı, eskiden ne kolaydı seyahat etmek, annesi önden
atlardı, emin olurdu nereye atlayacağından bu şekilde. Nereden gelip nereye gittikleri hep belli olurdu,
belli bir yoldan giderlerdi belli yere. Daha da geçmişe döndü, küçücük bir iribaş olduğu dönemlere. O
zamanlar yüzmeyi severdi, sürüce dolaşırlardı, yine belli olurdu gidilecek yer. Onu korkutan bu belirsizlik
yoktu o zamanlar, yalnız değildi, beklerken bile yalnız beklemezdi, hep peşine takılacağı biri vardı. Şimdi
ise yalnızdı. Gölün ortasında bir başına, bir yaprağın üzerinde yalnız bekliyordu, ne yapacağını bilmeden,
bir belirsizliğe doğru yol almak zorundaydı. Bir kere atladı mı havaya, artık geri dönüşü olmayacaktı,
yaydan fırlamış ok gibi, sadece varışı olan bir yola çıkacaktı, havada fikri değişse bile – ki bu çok yaygın
bir şeydi kurbağalar arasında, hep yaşlılar anlatırdı bunu- artık elinden bir şey gelmezdi; o noktanın geri
dönüşü yoktu.
Zaman geçmeye devam etti, o da beklemeye. Bir gün, üç gün, bir hafta… Yıllar geçmiş gibi geliyordu ona. Bir iki kere cesaretini toplamıştı aslında, tam atlayacakken yine bir kuşku düşmüştü içine…
Artık tam da yenilgiyi kabullenmek üzereyken bir yaprak gördü, sanki onun için özel bir yaprak geliyordu. Gittikçe yaklaştı, gel de atla, der gibi sallana sallana yanaşıyordu. Bu bir işaret olmalı dedi, ayaklarını
açtı, büktü dizlerini, derin bir nefes aldı... Ve hızla ittirdi kendini, yerden ayrılmıştı ayakları, kısa süre
süzüldü havada, bir iki kez tereddüt etti; ama vazgeçti… Ve bir iki saniye içinde inişe geçti, yavaş yavaş
yaklaştı yere, inmek için uzattı ayaklarını. Tam yere inecekken fark etti ki yaprak açılmaya başlamış;
giderek daha da açıldı... Büyük sivri dişler belirdi önce, tam gerisini görecekken bir karanlık çöktü gözlerine...
-7-
Bir kibrit tutsam parlayacak.
Emir Oltulugil
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öykü
EV YOLUNDA DÜŞÜNCELER
Fırat Özeren
İşimden çıkmış eve doğru yürüyordum. İş derken sakın önemli bir iş adamı sanmayın beni.
Ben, haftada en fazla bir kere getirdiğiniz arabalarınızı yıkayan kişiyim. Aslında çok da kolay değil bu
iş. Sabahın altısında kalkıp üç kilometre yürüdükten sonra iş yerine geliyorum; bu da yetmezmiş gibi
sabahtan akşama kadar ayaktayım. Bir Allah’ın kulu da demiyor ki “Reşit Ağabey, yoruldun, gel biraz
dinlen.” Affedersiniz ama köpek gibi çalışıyorum. Ancak emretmesini biliyor Allah’tan korkmazlar. “Reşit
kahve, Reşit müşteriyle ilgilen, acıktım Reşit koş bakkala...” Oto yıkamacı mıyım, birilerinin uşağı mı?
Bazen çok zoruma gidiyor benden yirmi yaş küçük birinin önünde hizmetçi gibi dönmek. Ara sıra çok
sinirleniyorum, tam ağzımdan kötü bir şey çıkacakken “Ekmek parası...” diyerek kendimi susturuyorum.
Ben de bu şartlarda çalışmayı istemem; ama nerde, evde beni üç çocuk bekliyor. Ben çalışmazsam ne
yaparız? Evin kirasını hiç sorma, o zaten düşman başına. Aslında bir yol var; işten çıkıp yeni bir iş aramak.... Ama bu devirde ilkokulu bile zor bitirmiş birine kim daha iyi bir iş verir hatta kim iş verir ki?
Yolun ikinci kilometresine ancak girmişken bunları düşünüyordum. Hava yağmurlu, hiç
sevmediğim havalardan. İçimi bir huzursuzluk kaplamış, sanki kötü bir şey olacakmış gibi hissediyorum.
Belki de olacak, bilemiyorum. Annem şu sıralar çok hasta. Kanser... Her yerine sıçramış. Kurtarmanın
imkânı yok. Aslında bir yanım ölsün de kurtulsun diyor; fakat öbür yanım annemden vazgeçemiyor....
Yanımdan geçen arabalar sanki bilerek yapar gibi yoldaki suyu özenle(!) üstüme fışkırtmadan geçmiyorlar. Zaten üstümde baba yadigârı, şu an bana kısa gelen bir kazak var; ama kazak demeye bin şahit gerek.
Yırtılmamış, lekelenmemiş yeri yok. Sular üstüme fışkırdıkça akşam çırılçıplak denize girmiş gibi titriyorum. Geçen arabaların içindekilerin bana dikkatle bakması bu yüzden olsa gerek. Herhalde, bu adam ne
yapıyor, diye bakıyorlar. “Titrerken çok komik gözüküyor olabilirim.” diye düşünüyorum. İçimden böyle
söyledikten sonra ufacık bir gülümseme sarıyor çaresizlik dolu yüzümü. O anda aklıma uzun zamandır
gülmediğim geliyor. Oysa ne çok kahkaha atardım çocukluğumda. Bir başladım mı durdurana aşk olsun!
Birden gençliğimi, çocuklukta içtiğim onca ateş gibi sıcak sütleri anımsıyorum. İçimi tatlı bir zevk, ancak
çocukların hissedebileceği bir tat kaplıyor. Meğer ne kadar eziyormuş hayat insanı. Aslında tüm insanları
değil, kendisine “hafif ” gelen, güçsüzleri ezmekten hoşlanıyor bu hayat. İçimdeki sımsıcak tat, üç dakika
sonra haince geçen bir arabanın üzerime sıçrattığı bir “gölle” tuz buz oluyor. Her seferinde olduğu gibi
arkasından küfür etmeden geçemiyorum.
Eve varmama az kaldı. Kaç saattir yürüdüğümün farkında bile değilim. Sanki günlerdir
yoldaymışım gibi hissediyorum. Mahalleye bir huzursuzluk çökmüş. Bütün dükkânların kepenkleri inmiş
durumda. Kimsenin dışarı çıkmaya niyeti yok bu gün galiba. Her zaman, kar kış demeden, dükkânı
açmaya giden bakkal Rüstem bile bugün paydos vermiş. Mahallenin üstünde yoğun bir gaz bulutu var.
Sanki bir ev yanıyor gibi. Bunun nedenini biliyorum; mahalledeki bilmem kaç evin hepsi de soba yaktığı
için her gün akşama doğru bu gaz bulutuyla karşılaşıyorum; ama bu da başka bugün. Daha yoğun, daha
kirli, daha mutsuz... Bunu düşündükten sonra insanlara hak veriyorum. Mahalleliler dışarı çıkmıyor;
doğanın kendilerini mutsuz edeceğinden korkuyorlar. Evinden dışarı çıkan bir insan ne desin bu manzaraya?
Mahalle, terk edilmiş bir orman kasabasına benziyor. Bizim sokağa dönerken aklıma takılan şey,
evde ne yapacağım oluyor. Ben iş adamı değilim ki evde yazılarımı okuyayım, iş arkadaşlarımla gerekli
gereksiz konuşayım. Benim tek iş arkadaşım Mahmut. O da bana emretmekten hoşlananlar arasında.
“Niye onun emirlerine uyuyorsun?” dediğinizi duyar gibiyim; çünkü Mahmut, bizim patronun yakını.
Yoksa ben de aynı seviyedeki birinin emirlerine uymak zorunda olmadığını bilecek kadar “zekiyim”. Daha
sonra bu kötü ruh halinden kurtulmak için çocuklarımı düşünüyorum. Hasan, Ahmet ve Muhammet...
Eve girer girmez onları seveceğimi hayal ediyorum...
-8-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
-9-
Ulaş Aktok
Şimdi evin önündeyim. Tam yüz
yıllık gibi görünen ahşap kapıdan geçerken
kulağıma bir ses geliyor. Geri dönüp
bakıyorum. Ne sesi bu? Biri bebek gibi
mırıldanıyor sanki. Başta, biri bebeğini
sokağa mı bırakmış, diye meraklanıyorum.
Sakın “Daha neler!” demeyin, bizim mahallede olağan şeydir bunlar. Bana son
derece mantıksız gelen, bizim gibi acı
çekmesin zihniyetiyle yapılan bu davranış,
daha sonra özellikle annelerin içine alev gibi
oturuyor. Bir süre sonra görüyorum ki üç
kedi merdivenin altında duruyor; ses, onlardan geliyor. İkisi yavru diğeri onlardan biraz
daha büyükçe. Hemen büyükçe olana “anne”
sıfatını yapıştırıyorum. Ne güzel de yavruları
için kendini feda ediyor soğuğa karşı, diye
düşünüyorum; ama yavrulardan biri çok
rahatsız gözüküyor yıllardan beri miyop
olan gözüme. Yavru çıkmaya çalıştıkça
anne daha büyük bir kuvvetle sarıyor onu;
ama bu, öyle “anne duygusu” gibi değil.
Belki o, anne bile değil ama... Sanki yavruya
istediğini yaptırmaya çalışıyor. Yavru bir an
sıyrılacakmış gibi olunca anne beklemeden
daha büyük bir kuvvetle yapışıyor yavrunun
boynuna.
Bu manzaradan sonra yağmura daha
fazla dayanamayıp içeri giriyorum. Bir an
asansöre doğru ilerleyecek oluyorum; aylardan beri asansörün tamir edilmediğini unutuyorum tabi. Yorgun ayaklarımın merdiven
basamaklarında çıkardığı seslerle ağzımdan çıkan homurtular, müthiş bir ahenkle beni evimin kapısına
bırakıyor. Kapıyı çalıyorum... Bir kere daha ve yine... Evde kimse olmadığını anlıyorum. Belki hanım
çocukları anneannelerine götürmüştür, diye düşünüyorum. Oturuyorum kapının önündeki paspasa.
Yorgunluğum asıl şimdi hücum ediyor bedenime; ayaklarım can çekişircesine ağrıyor, bağırıyor artık,
ağlıyor yorgunluktan.
Günümü düşünmeye başlıyorum. Buna sondan, yani kedileri gördüğüm andan başlasam daha iyi
olacak diye hissediyorum. İçimde, anneye karşı bir kin oluşuyor. Nasıl da yavrunun üstünde baskı kurmak istiyordu, onu özgür bırakmaktan kaçınıyordu. Aslında bu, doğanın özünde var... Bütün günüme
baktığımda, patronum, “iş arkadaşım”, hatta karım bile öyle değiller mi sanki; özgürlüğe sınır koyanlar...
Atıyorum hepsini bir kenara, paspası yastık yapıp bir güzel uykuya dalıyorum.
Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış
öykü
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
14 Şubat 2010 Dünya Öykü Günü İletisi
Leland Bardwell
“İrlandalılar farklı bir halktır. Bizler Keltlerin bir karışımıyız. Bir anlamda, sarp bir kayalığın kenarında duran, ancak yine de kayalıklara sıkı sıkıya
tutunan insanlar gibiyiz. Bütün Kelt kavimlerinin birbirleriyle aynı olduklarına
dair genel bir kanı vardır. Evet, bütün Keltlerin ortak bir yanı olduğu gerçekse
de, bu düşünce aslında yanlıştır. Bizler benliğimizden ve bireyselliğimizden
gurur duyarız. Bizler sadece tek bir Kelt kavminin mensubu olarak düşünülmeyi
istemeyiz.
Bizler, İskoçlardan, Gal halkından ya da Fransızlardan daha fazla içine
kapanık ve ketum olan insanlar değiliz. Ancak, sanki, daha güçlü, daha hareketli
ve dolayısıyla da daha etkin olan topluluklar bizleri yerimizden uzaklaştırmış,
bir yerlere sıkıştırmış gibi hepimiz, sonunda toplumun kenarında ve kıyısında
yaşamaya başlamış gibiyiz. Belki de, işte bu yüzdendir ki, bütün bu koşullar, tüm
bu zorunluluklar, bizleri hızlı düşünen insanlar haline getirmiştir. Bu durum farklı sanat biçimlerinde
farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle, hep hızlı hareket ediyoruz. Sözlerimin ana fikri özetle
şöyledir: Kendimizi hızlılık gerektiren sanat biçimlerinde ifade etme gereksinimimiz, ki bu durum temelde herkeste var olan insani bir gereksinimdir, edebiyatta kısa öykü türünde ortaya çıkmaktadır.
İletmek istediğimiz duygularımızı mümkün olduğunca hızlı, az ve öz bir biçimde aktarmamız
gerekmektedir. Bizler biraz da sirkteki çocuklar gibiyizdir. Kendimize yol açıp öne çıkmak için birbirimizi
itip dururuz. Hepimiz, genel anlamda, bizlerden kurtulmak isteyen bir kalabalığın içindeyizdir.
Aslında bir ada halkı olan biz İrlandalılar, “iletilerimizi” mümkün olduğunca en hızlı bir biçimde
aktarma konusunda kararlı olan insanlarız. Hızlı iletişim ortamlarından birisi olarak kısa öyküden
daha iyi bir tür olabilir mi? Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, geçtiğimiz şu son iki yüz yıl içinde,
dünyada fenomen sayılabilecek düzeyde olan birçok öykü yazarı bizim aramızdan, İrlanda’dan çıkmıştır.
Anlatacaklarını çok etkin bir şekilde ve en hızlı aktarabilen yazarlardır onlar.
Bu yazarların arasında, ilk anda, birçok ad akla gelmektedir: George Moore, James Joyce, Kate
O’Brien, Mary Lavin, Frank O’Connor, Sean O’Faolain, William Trevor, John McGahern bu yazarlardan
sadece birkaç tanesidir. Ve tabi ki çok sayıdaki diğer yazar adlarından söz etmek mümkündür. Ben de,
işte böylesine bir yazar topluluğu içinde, ringin kenarında, sahneye yakın bir yerde de olsa, bulunmaktan
mutluluk duymaktayım.”
Türkçeye çeviren: Aysu Erden
(Kaynak: http://www.yitikulke.com/21-mart-dunya-siir-gunu-konusmasi.html
http://exwtico.files.wordpress.com/2009/01/lelandbardwell.jpg)
-10-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öykü
O KIRMIZI TRAMVAY
Soğuk bir geceydi; cadde, ışıkları da olmasa buz gibi olacaktı tümden. Bir ışıklar, bir de tramvay…
Karlarla kaplıydı tramvay; ama bu durum daha sıcak yapıyordu onu. Isıtan onlardı caddeyi... Müdavimiyseniz İstiklâl’in bilirdiniz, tramvay ve ışıklardı kişileri bağlayan buraya.
Nezihti Beyoğlu o dönem. O zamanlar çantanızla ayakkabınız bir olmadığı sürece şık olamazdınız.
Ben hayranlıkla bakardım o kadınlara, gelip geçerler; kafelerde otururlardı. Bacak bacak üstüne atışları
âdâplıydı, çantalarını çıkarıp omuzlarına takışları, kahveyi ağızlarına götürüp içişleri âdâplıydı. Tayyörleri
üzerlerine göre dikilmişti, sıska bacakları titrerdi böyle soğuk gecelerde...
O akşam balık vardı yemekte. Balık pazarından alınmıştı, belli, kokusu öyleydi. Aslına bakarsanız
bildiğiniz balık kokusuydu kokusu; ancak sevdiğiniz yerlerin kokusu olur ya, öyle bir kokuydu işte.
Altımızda Bebecca Abla vardı, Rum. Çarşıya gönderirdi beni hep: “Hayatim, bir koju gidip alıversen.” O
zamanlar tehlike yoktu sokaklarda. Herkes dosttu, Ermeni’si, Rum’u, Türk’ü. Sosyal kurallar önemliydi
tabii; ama biz, bir toplumdan öte kardeş olmuştuk...
Asla Beyoğlu’ndan ayrılamayacağımı düşünmüştüm, yanılmışım. Yine de gitmeden duramam,
bir tiyatro olsun, hemen Beyoğlu’ndayım. Bir yandan çok değişti, bir yandan aynı. Kokusu aynı, binaları
aynı; bakınca çocukluğumu görürüm hâlâ. Işıltılı geceler, insanlar, insanlardan çıkan hikâyeler, o hikâyelerin sanata dönüşmesi; müzik olması bazen, şiir olması, tiyatro olması... Şimdi daha gürültülü; daha
kalabalık İstiklal. Yaşlandım, zorlanıyorum kalabalıkta yürürken, gürültüler başımı ağrıtıyor; ama benim
bir zamanlar yaşadığım yerin hâlâ nefes aldığını görmek güzel. Değişmeyen bir yönü, farklılıkların
kabul gördüğü bir yer olarak kalması. Bilmiyorum ne kadar doğru, ne kadar yanlış; ama yaşlandıkça
başkalarının farklılıkları gözünüze batmamaya başlıyor. Yalnızlaşıyorsunuz, belki bu yüzden; belki de size
zarar verecek insanların güvendikleriniz olduğunu ya da her farklılığın size zarar vermeyeceğini görüyorsunuz. Şimdiki gençler daha rahat; aileler daha hoşgörülü; hoşgörülü olmayan ailelerin çocukları da
farklı olmak için garip işlere girişiyor. İstiyorum ki gençler hangi farklılıkların onlara zarar vereceğini,
hangilerinin vermeyeceğini görsünler. Hangi farklılıkları beğenmeyerek başkalarına zarar vereceklerini,
kendilerinden nefret etmelerine sebep olacaklarını;
hangi farklılıkları
beğenmeyerek kendilerine,
hatta belki başkalarına da
iyilik yapacaklarını görsünler.
Evet azizim, eskiden bizim
dönemimizin siyah beyaz
filmlerinden alınmış bir
görüntüydü Beyoğlu, şimdi
renklenmiş; ama düşününce
bir şey hep renkliydi zaten; o
kırmızı tramvay.
Ulaş Aktok
-11-
Boğazın iki yakasından
Ege Bıçaker
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
21 Mart 2010 Dünya Şiir Günü Konuşması
Özdemir İnce
“New York’un Brooklyn Köprüsünde dilenen bir kör dilenci varmış. Köprüden
gelip geçenlerden biri adamcağıza günlük gelirinin ne kadar olduğunu
sormuş. Dilenci iki dolara zar zor ulaştığını söylemiş. Yabancı bunun üzerine
kör dilencinin önünde duran, sakatlığını belirten tabelayı almış, tersini çevirip
üzerine bir şeyler yazdıktan sonra dilencinin boynuna asmış ve şöyle demiş:
“Tabelaya gelirinizi arttıracak bir şeyler yazdım. Bir hafta sonra uğradığımda
sonucu söylersiniz bana.”
Dediği gibi bir hafta sonra gelmiş. Kör dilenci: “Bayım size nasıl teşekkür
etsem azdır. Eskiden en fazla beş dolar veriyorlardı. Şimdi günde on-on beş
dolar kadar topluyorum. Olağanüstü bir şey. Tabelaya ne yazdınız da bu kadar
sadaka vermelerini sağladınız ?” demiş.
“Çok basit, diye yanıtlamış adam, tabelanızda ‘Doğuştan Kör’ yazıyordu, onun yerine ‘Bahar geliyor ama
ben göremeyeceğim.’ diye yazdım.”
Şiirin, söz sanatının gücünü anlatmak için, öylesine çok kullandım ki bu sözleri sonunda sanki benim
oldu. Okurlar artık Roger Caillois’nın adını unutup buluşun bana ait olduğunu sanmaya başladılar.
Ancak, ben, şiirin söz gücüne ağırlık verirken, olgunun bir başka yönünü unutmuşum: “Bahar geliyor
ama ben göremeyeceğim.” cümlesi tersine bir etki yapıp kör dilenciyi beş dolarından da edebilirdi. Demek ki şiirin şiir olması için algılanması, alımlanması da gerekir. Bu da mümkün. Ama bu ilişki de tehlikeli. Ya alımlayıcı şiiri algılayacak düzeyde değilse. Bu da çok olası. Özellikle yeni ve yol açıcı şiir için.
Uzun süredir, yazdıklarımın alımlanması artık hemen hemen ilgilendirmiyor beni. Bu nedenle şiir
sanatının övgüsünü yapmayacağım; şairin ve şiirin varsayımsal gücünü öne çıkartmayacağım.
Şiirlerimi soyut ve yaşsız bir okur (sadece “bir” okur) için yazdığımı anlamış bulunuyorum. Şairleri,
Tekel emekçilerinin eylemi için şiir yazmaya teşvik eden benim gibi birinin onu sorumluluklarından
soyundurduğum ve çelişkiye düştüğüm sanılmasın sakın. Ben şairlerin şiirlerini o biricik ve anonim okur
için yazmalarını istedim. Tekel işçilerinin eylemi sadece yaralayıcı, acıtıcı bir izlek!
Bugünlerde yayımlanması gereken Toplu Şiirler’imin birinci cildinin önsözü şöyle bitiyor:
“Size içtenlikle bir şey söyleyeceğim: Şiirlerimin, kuramsal yazılarımın, denemelerimin, çevirilerimin ve
gazete yazılarımın ölümümden sonra başlarına gelecekler hiç ilgilendirmiyor beni. Unutulurlar mı, unutulmazlar mı, yaşarlar mı, yaşamazlar mı? Bunlar hiç ilgilendirmiyor beni. Ben onları yazarak kendime
bir hayat kurdum ve bu hayatta mutlu oldum. Belki başkalarını da biraz mutlu etmişimdir. Olabilir !”
Şairin şiiri hiçbir zaman ısmarlanmamıştır: Ne zamanı vardır ne de mekânı. Ama bu nedenle hem
zamanı vardır, hem de mekânı.
Bir gün terekesi açılır, borcu ve alacağı ölçülür. Ama şairin ne borcu vardır, ne de alacağı.
Habersiz gelir, habersiz gider.”
(http://www.yitikulke.com/21-mart-dunya-siir-gunu-konusmasi.html
http://www.dogankitap.com.tr/images/yazarResimleriBuyuk/OzdemirInceB.jpg)
-12-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
SENİN YERİNDE OLMAK İSTERDİM
Elif Alkaş
Senin yerinde olmak isterdim;
Seni üzen hatalarımı
Telafi etmeyi öğrenebilmek için
Seninkinin karşılığında sıkıntıdan başka bir şey veremememe rağmen
Beni neden sevdiğini öğrenebilmek için
Damla damla yağmuru bekleyip
“Sabır” gölü oluşturabilmek için
Yıldızlar kadar değerli olan, ender bulunan
Ama yanı başında duran olmak için
Yerinde olmak isterdim…
Senin yerinde olmak isterdim
İçindeki sırrı çözüp
Senin gibi dostlar, kardeşler üretebilmek için
Kamera tutmayı bilmeyen birine
Sevgiyle uzun metrajlı film çekmeyi öğretmeyi öğrenebilmek için
Benim hatrıma katlanarak yaptıklarını sayıp
Matematik dahisi olabilmek için
Ve her zamanki gibi bencillik yapıp
En çok kendimi, yani seni sevebilmek için
Senin yerinde olmak isterdim
KURTULMASI KOLAY DEĞİL
Ceren Hande Seyyar
Geçmiş bir giysi değil ki
Atasın üstünden
Her kirlendiğinde ve
Bu kirler ağır geldiğinde,
Sonra tekrar giresin içine
Sanki hiç kirlenmemiş gibi
Gözüne temiz göründüğünde.
-13-
Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi
İrem Akçay
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
ŞİİRİSTANBUL-POETİSTANBUL
Ege Selçuk
“Şiir her yerdedir.” sloganıyla bu yıl 5.si düzenlenen İstanbul Şiir Festivali ŞİİRİSTANBUL geride
kalırken biz okuyuculara da tadına doyamadığımız altı gün bıraktı. ŞİİRİSTANBUL, kesintisiz sürdürülen ilk ve tek uluslar arası şiir festivali olması özelliğiyle yüklü bir anlam taşıyor. Festivalin bir yarısı
geride kalırken kaçıranlara ya da tadına doyamanlara müjdeli haber: ağustosta “ŞİİRİSTANBUL Adalar”
düzenlenecek. Festivalin teması “İskandinav şiiri ve İskandinav edebiyatı üzerinde sürgün edebiyatının
etkisi” olarak seçilmiş. Bu tema sayeside bizler de İsveç’ten, Danimarka’dan, Finlandiya’dan ve Norveç’ten
birçok şairi ağırlama ve dinleme olanağına sahip olduk.
Okulun ve günlük hayatın yorucu temposundan zaman ayırarak 24 Nisan Cumartesi akşamı Kadıköy
Barış Manço Kültür Merkezi’nde ben de festivalin bir parçası oldum. Tek başıma katıldığım ve bunun
getirdiği bir buruklukla girmiş olduğum ufak salonda ilk andan itibaren sıcak bakışlarla ve samimi gülümsemelerle karşılandım. İçerideki kimse beni tanımasa da kırk yıllık dostlarını görmüşçesine başlarıyla
bana selam verince aslında bu salonda yalnız olmadığımı fark ettim. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve
Çocuk Bayramı için düzenlenen, ilk öğretim öğrencilerinin Atatürk resimleriyle duvarları doldurduğu
sergi salonu, farklı ülkelerden birçok şairi ağırlamanın sevincini yaşıyordu.
Festivalin, sadece şiir okumaktan oluşacağını düşünenlerimiz, programın başlamasıyla yanıldığımızı
anladık; çünkü ilk olarak sahnedeki yerlerini alan gitarist ve beraberindeki yan flütçü, şiirin musikî
yönüne bir gönderme yapıyordu. Devamında günün programına göre davet edilen Türk ve yabancı
şairler, şiirlerini kendi dillerinde okurken gönüllülerin ve bir şeyler paylaşma arzusunda olanların
sergilediği gitar ve bağlama resitali günümü daha da eşsiz kılıyordu. Magnus Olsson, Saif El Rahbi, Maya
Tzenova ve Pavel Grebenyuk’un sırayla şiirlerini okumalarının ardından program bitti. Pavel Grebenyuk
aynı zamanda gitar çaldı ve Ukraynalı bir arkadaşının da eşlik etmesiyle iki tane parça seslendirdi. Şiirin,
müziğin ve edebiyatın insanların yüzünde yarattığı tatlı bir gülümsemeyle Kadıköy’deki günüm maalesef
bitti; fakat bende bıraktıkları etki uzun bir süre yaşayacaktı.
Program haricinde gelişen olaylardan biri ise tam bir ders niteliğindeydi. Mikrofona gönüllü olarak
gelen Tekin Ören, Küba’nın başkenti Havana’ya yaptığı bir gezi sırasında başından geçen ilginç hikâyeyi
bizlerle paylaştı. Bulunduğu yerin yakınlarında Atatürk Anıtı’nın olduğunu öğrenmiş ve Fidel Castro’nun
özel emriyle yapılmış olan bu anıtı görmek için arayışlarına başlamış. Anıtın yakınlarında bulunduğu
parka gelince de banka oturmuş yaşlı ve paspal bir adama Atatürk Anıtı’nı nerede bulabileceğini sormuş.
Yaşlı adam, Tekin Bey’i baştan aşağı süzmüş ve onu bir öğretmen gibi düzelterek: “Mustafa Kemal
Atatürk mü?” diye sormuş. Tekin Bey’in şaşkınlığını daha artıran ise yaşlı adamın Atatürk hakkında
birçok kitap okuduğunu söylemesi ve ondan övgüyle bahsetmesi olmuş. Tekin Bey olayın devamını
şöyle anlatıyor: “O adamın emekli bir tarih öğretmeni olduğunu düşünsem de fazlasıyla şaşırmıştım.
Bana Atatürk’ten övgüyle bahsedince de dayanamayıp merakımı gidermek için ne iş yaptığını sordum
ve aldığım cevap karşısında söyleyecek bir söz bulamadım; çünkü o yaşlı adam bana emekli bir tornacı
olduğunu söylemişti. Ülkemizde tornacıların kaçı okuma yazma biliyor ya da kaçı Atatürk’ü bu kadar iyi
tanıyor? Bizim için asıl üzücü olan da bu!...” Gerçekten de öyle, diye düşündüm. Yüzyıla damgasını vuran
liderimizi Kübalı yaşlı bir adamın çoğumuzdan daha iyi tanıması Türk insanı için acı bir durum.
Olay bununla bitmiyor. Yaşlı amcamız İspanyolca bir şiir okuyor ve Tekin Bey’e bu şiirin Nâzım
Hikmet’e ait olduğunu söylüyor ve şiirin adını ekliyor: “Bulutlar Adam Öldürmesin”. Böyle tatlı bir tesadüf... Şaşkına dönmüş bizler...
-14-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
ADİL İZCİ (Çeviren: GÜL ÖZSEVEN)
AKŞAMÜSTÜ
AFTERNOON
N
Couple of words with a broken voice… you became silent
You couldn’t know how many poems there were
Sonra güzel indi akşamüstü
Later the afternoon descended beautifully
Uyuttum loşluğunda yağmurun
Bakmaya bile kıyamadan
I put you to sleep in the rain’s semi-darkness
Without even being able to spare myself to look
Günlerdir boş bir yalı gibiydim
Pancurlarından rüzgâr bekleyen
For days I was like an empty seaside residence
Waiting the wind from its shutters
Şimdi hepsi denize açık
Rüzgâr konuyor, tüm ruhlar burda
Now all of them are open to the sea
The wind settles, all the souls are here
Odalarım bahçem gölgelerim
Sen ki kalbimsin sarıldım
My rooms my garden my shadows
You that is my heart I hugged
Uyansan aşk üstüne konuşsak
İlk ve hepsi bu olurdu sanki:
When you wake up let’s talk about love
This would be the first and all maybe:
Dingin bir “çiçek zamanı” her şey...
Everything is a calm “flower time”…
(“Çiçek Zamanı”: Berke İnel’in resim sergisi...)
(“Flower Time”: Berke İnel’s painting exhibition)
DİNGİNLİK
CALMNESS
Masası bir süredir pencere önünde
Gök düşüyor en çok: Düşünce uçsuz
Bulutlar da iniyor aralıklarla
Kağıtları görünce anımsıyor
Gidip gelen ufuk sarışın güneş
Uzak epey uzak birçok yüz.
Her table is for some time now in front of the window
The sky falls at most: The thought endless
The clouds also come down with intervals
When she sees the papers she remembers
The coming and going horizon the blonde sun
Lots of faces far far away.
Bunları sarınıp hemen her gece
(Yeryüzü kısık, çoktan çekilmiş)
Sessiz bir ruhla gidiyor
Wrapped around in these almost every night
(The earth pinched, a long time ago resigned)
She goes with a silent soul
Dinginlik, nerede dursa gölgesi...
Calmness, wherever her shadow stops…
-15-
Gelişi güzel mi güzel bir ocak
Kırık sesle üç beş söz... sustun
Kaç şiirdi bilemezdin
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
SAİT MADEN
(Çeviren: Ozan DAĞDEVİREN)
YAZ SONU
END OF SUMMER
Geceyi çok sevdik. Ağaçları da.
Karanlığı ören kırlangıçları.
Gülüşünü. Mavi şırıltılarla
Omuzundan akan saydam giysiyi.
We loved so much; the night and the trees
The swallows who knit the darkness
Your smile and the transparent trees
That ran gently down your shoulders
Geceyi çok sevdik. Ve sessizliği
Böğürtlen topladım sana yol boyu.
Ne güzel eylüldü yıldız içinde,
Elimi dikenler kanatıyordu.
We loved so much; the night and the silence
Along the road I gathered blackberries for you
What a fine, starry september it was
My bleeding hands torn by the thorns
MAGNUS WILLIAM-OLSSON
(Çeviren: Özkan MERT)
JAG-SJLÄLV
60 11 06
BEN-KENDİM
60 11 06
Jag är född
Jag är född under vändpunktens stjärna
Tecknet för min tillblivelse
Sliter sig
I dess mitt står en spegel
Symmetrisk vilar jag bland tecknen
Balanserad i vändpunktens
Tomrum:
Vitt och oTvetydigt
Som dimma
Doğdum
Doğdum dönemeçlerin yıldızında
Yaratılışımın işareti
Aşınıyor
Ortasında bir ayna duruyor
İşaretlerin arasında dinleniyorum simetrik
Dönemecin boşluğunda
Dengeli;
Beyaz ve aÇık
Sis gibi
-16-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
KADEH
Aysın Kadirbeyoğlu
Suların ortasında sevgili öfkemle benim
Ordasın,
Tam karşımda.
Bir kadeh uzağımda
Ne bana bakıyor, ne başkasına gözlerin
Unutmanın eşiğindesin
Benim gibi,
Ama bitmemiş,
Küllenmemiş henüz
Alevlerin.
Sonra şarkımız çalıyor
Dinlerken beni hatırladığın,
Dinlerken seni hatırladığım,
Az biraz romantik,
Az biraz da buruk,
Sezen Aksu yorumundan,
Hicaz makamından.
Ne senin yüzün var bakmaya,
Ne benim tebessüm etmeye,
Anılar günlüklerde saklı
Ve takvim yapraklarında kaldı
Kadehler durmadan yenilense bile.
Ama ne olursa oluyor işte,
Gözbebeklerin gözbebeklerime çarpıyor
Ve kesişiyor yollarımız,
Bir içki sofrasında
Kalabalığın ortasında.
Ne ben yoluna çıkabilirim,
Ne sen beni alıkoyabilirsin artık
Ve işte bu yüzden,
Evet, tam da bu yüzden
Bir valse tutuşuyor gözlerimiz.
Loş bir ışık altında,
Başka kimseler adına
Birbirimize kalkıyor kadehlerimiz.
Şerefe!
-17-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
bildiri
27 Mart 2010 Dünya Tiyatro Günü Bildirisi
Dame Judi Dench
“Dünya Tiyatro Günü tiyatroyu sayısız tiyatral
biçimle kutlamak için bir fırsattır. Tiyatro bir eğlence ve ilham kaynağıdır. Dünyanın dört bir yanında var olan değişik
kültürleri ve insanları birleştirebilecek gücü vardır. Fakat
tiyatro bundan çok daha fazlasıdır, aynı zamanda eğitme ve
bilgilendirme olanağı sağlar.
Dünyanın her yerinde tiyatro yapılır ve bu
her zaman geleneksel bir tiyatro sahnesinde olmaz. Gösteriler Afrika’daki küçük bir köyde, Ermenistan’daki bir dağın
yakınlarında, Pasifik’teki küçücük bir adada yapılabilir. Bütün gereken boş bir alan ve seyircidir. Tiyatro bizi güldürebilecek ve ağlatabilecek güce sahiptir; fakat aynı zamanda bizi
düşündürmeli ve düşüncelerimizi dile getirmemize olanak
sağlamalıdır.
Tiyatro bir ekip çalışmasıyla var olur. Oyuncular göz önündeki insanlardır, fakat tiyatroda görünmeyen
şaşılacak sayıda insan vardır. Onlar da oyuncular kadar
önemlidir, farklı ve uzmanlık gerektiren yetenekleri sahnelemenin gerçekleştirilmesine olanak tanır.
Gerçekleşmesi beklenen tüm utku ve başarıları onlar da paylaşmalıdır.
27 Mart çoktan beri resmi Dünya Tiyatro Günü’dür. Seyircilerimiz olmaksızın biz de var olamayız.
Onları eğlendirme, eğitme ve aydınlatma geleneğini sürdürme sorumluluğumuzdan ötürü her gün çeşitli
biçimlerde bir tiyatro günü olarak görülmelidir.”
Çeviri: Bilgesu Ataman
27 Mart 2010 Dünya Tiyatro Günü Bildirisi Türkiye
Ayşe Emel Mesci
“Önce kaos vardı. Kozmos kaostan doğdu. İlk patlama, ilk yıldız, ilk galaksi, evrene dağılan yıldız
tozları, elementler, hayat...
Uçsuz bucaksız uzayın boşluğunda orta boy bir yıldız, ateşten bir küre... Biraz uzağında masmavi bir top. Ama bir yüzü hep karanlıkta. O karanlığın içinde bir yerlerde, sönük, titrek bir ışık. Bir
mağarada yakılmış bir ateş. Dans eden alevlerin çevresinde toplanmış bir insan topluluğu. Duvara düşen
ve bir uzayıp bir kısalan gölgelerin arasında ertesi günkü geyik avını canlandıran, hem geyiği hem onu
kovalayanları oynayan tecrübeli bir avcı.
Yeraltını yeryüzüne bağlayan mağara, gökkubbede yıldızlar, ortada bir ateş ve hem avcı hem
oyuncu insan. İlk ritüel, ilk müzik, ilk dans, ilk resim, ilk mitos...
Evrende karanlık olağan, ışık istisnadır. Tiyatro karanlığa düşürülen bir ışıktır insan eliyle.
Evrende değişmeyen tek şey değişimin kendisi ve birbirlerini karşılıklı var eden kaos ile kozmos,
karanlık ile ışık arasındaki sonu gelmez köşe kapmacadır.
Kökleri ritüellerle mitosların buluştuğu alana uzanan tiyatro değişimin hem tanığı hem belleğidir.
-18-
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı martı
martı
martı
Çağa ve insana tanıklık, vazgeçilmez bir toplumsal işlev ve ihtiyaç
olduğu gibi, insanlık serüvenini tüm renkliliği, çeşitliliği içinde
kucaklayan, sahiplenen yüzüdür tiyatronun. Bellek çabasının bir
yanında, kimliği oluşturan, “bizi biz yapan” kökleri unutmama
kaygısı vardır. Diğer yanda ise, ummanda bir su damlası misali, birey olarak varolan insanın her şeyi tüketen zamana karşı direnişi...
Hatırlamak, dünyaya ve kendi yaşamına anlam yükleme, anlam
katma sürecinin en önemli köşe taşıdır.
Her gelen günün bir öncekini, her yeni haberin eskisini
kovaladığı, anlam aramanın değil anlamdan kaçmanın öne çıktığı
günümüz dünyasında tiyatronun en vazgeçilmez işlevlerinden
biri anlamlandırmaktır. “Ne içindeyim zamanın/ne de büsbütün
dışında/yekpare geniş bir ânın/parçalanmaz akışında” diyebilmektir.
Bin yıllar boyunca sayısız uygarlığa ve kültüre, onların
oluşturduğu sentezlere ev sahipliği yapan Anadolu, güneşin
doğduğu yer, ortak insanlık mirasının en önemli sahnelerinden
biridir. Hayat-ölüm-yeniden doğum döngüsünde şekillenmiş
mitosların ve ritüellerin vatanıdır Anadolu. Destanlar ve efsaneler diyarıdır. “Dörtnala gelip Uzak
Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket” öyle bir kültür ve sanat potasıdır ki, her
karış toprağında insana ve âleme dair söylenmiş bir söz, yazılmış bir dize, bir replik, mermere dökülmüş
bir gözyaşı, minyatürlere, ikonalara sığdırılmış bir ışık zerreciği gizlidir mutlaka.
Anadolu’da yaşayıp dünyayı sadece kendinden ibaret sanmak, bu topraklardaki zenginliği,
çeşitliliği, yaşanmış sentezleri görmemek… Veya tam aksine, kültürlerarası bir potaya dökülmenin
tek yolunun kendi köklerini, kimliğini, birikimlerini umursamamaktan geçtiğini düşünmek… Bu
yaklaşımlar aynı anlam yitimi, aynı belleksizleşme sürecinin iki yüzüdür aslında.
Oysa Anadolu’da yaşayıp kültürü, sanatı, insanı, hayatı dünden bugüne var eden çabaları görebilmek, sahiplenebilmek o kadar da zor olmasa gerek. Bu memleketin her köşesinde 2000 yıl öncesinden
bize bakan ve sayıları yüzü geçen antik tiyatro yapılarını görmek, onları yeniden oyunlarla buluşturmak
o kadar zor değil. Kökleri çok derinlere uzanan çınarın günümüzde Cumhuriyet kazanımları ve
kurumlarıyla ayakta kaldığını bilmek o kadar zor değil.
Tiyatro hatırlayarak tanıklık etmektir. Bilimin ve iletişimin vardığı noktadan, değişimin içinden
evrene, dünyaya, insana bakarken, onunla gülüp onunla ağlarken, kozmosun katlarını ritüeliyle birbirine
bağlayan şaman gibi kendi köklerini güne ve geleceğe taşıyabilmektir.
Tiyatronun söyleyecek sözü vardır halden bilene, bu söz onun bin yıllardır süregelen gücüdür.
Sözünden, anlamından, anlamlandırma işlevinden vazgeçmek ölümdür tiyatro için. Dünyayı kaplayan
görüntü selleri içinde kendini ve köklerini hatırlayarak var olmak, piyasa kurallarına değil kendi altın
zincirinin halkalarına sadık kalmak, değişimin içinde yer alırken kendine ve her şeye dışarıdan bakabilme yeteneğini korumak, o yekpare geniş ânın parçalanmaz akışını duyumsamak...
Uçsuz bucaksız uzayın sonsuzluğu içinde narin, minik, mavi bir nokta. Bir yüzü karanlıkta. O
karanlığın içinde bir yerlerde ışıklar yanıyor birden. Ve perde...”
(http://www.tiyatrodunyası.com/haberdetay.asp?haberno=3810
http://www.sihirlianahtar.com.tr/imagess/e6d89a00-4a15-456d-970b-dd782bec06dc.JPG
http://www.uktickets.co.uk/content/images/misc/judidench.jpg)
-19-
Yanacak bahar erişinceye değin
bildiri
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
şiir
18 ADIM
Emir Oltulugil
oturmuşum tek başıma ıssız sokakları, denizi,
karşı kıyıyı izliyorum.
mutluluk hem çok uzak hem de 18 adım kadar yakın...
hayat aslında ne kadar basit;
mutluluk ve mutsuzluk var,
bir de arasındakiler.
yapılabilecekler ne kadar da çok,
gülmek ve ağlamak,
bir de arasındakiler.
arasındakilerde geziniyorum.
mutlu değilim apaçık,
ama mutsuz olacak ne var ki.
ağlamıyorum - hem de çok uzun zamandır,
ama gülecek ne var ki.
yavaş yavaş ölüyorum sanki,
kalbime dar geliyor göğsüm,
duygularımaysa kalbim dar.
dışarda bir yerde mutluluklar ve gülüşler var;
sadece 18 adım...
ama gidemiyorum, gitmiyorum.
Sengül Özdemir
-20-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
tiyatro
AYIŞIĞINDA ŞAMATA: İSTENMEYEN GERÇEKLERİN KOMİK HÂLLERİ
İnsanın varoluşuyla eşdeğer bir geçmişe sahip olarak nitelendirebileceğimiz tiyatronun “tozlu”
yollarında ilerlediğimizde günümüzün de vazgeçilmezleri olan Antik Yunan mirası iki yol göstergesi
çıkar karşımıza: Tragedya ve komedya. Varlıklarını ilk günkü ihtişamlarıyla hâlâ sürdürebilen bu iki
temel anlayış, kendi kimliklerini farklı formlar dâhilinde tiyatro seyircisine yaşatmaktadır. Bu noktada,
duayen oyun yazarı Haldun Taner’in “ayışığı” eşliğinde kâğıda döktüklerine odaklanmak en iyisi: Hem
trajik, hem de bir o kadar komik; trajikomik.
İlk kez 1977’de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında hayat bulan “Ayışığında Şamata” oyunu,
ilk gösteriminden yıllar sonra, doğrudan yer edindiği tiyatro sahnelerine “Robert Kolej 2009 – 2010
Türkçe Tiyatro Sınıfı” sahnesini de ekliyor. Haldun Taner’in, “Ayışığında Çalışkur” adlı öyküsünden
uyarlayarak kaleme aldığı oyun, yine Taner’in tabiriyle “yazarın koşullanmaları ile seyircinin bambaşka
koşullanmaları arasındaki zıtlığı” tasvir ediyor esasen. İki perdeden oluşan oyunda yer alan tiplemeler,
günlük hayatın çekirdeğinden geldiğinden seyircilere onlarla empati kurma olanağı da sağlanmış oluyor.
Dönem Türkiye’sini daha yakından tanıyabilmek adına bir fırsat olarak da nitelendirilebilecek oyun,
aydınlattığı noktaları günümüz Türkiye’sine kadar genişleterek de güncelliğini tazeliyor. Toplumumuzun kronikleşen yanlışlıklarını ve gerçekliklerini “tefe koyan” oyunda, ayışığının tanık oldukları aynı
berraklıkla aksettiriliyor. “İstenmeyen, yüzleşemediğimiz gerçekler” ile “pembe yalanlar” arasında bir
seçim yapmak, oyunun akışı süresince git gide zorlaşıyor seyirciler için. Belki de daha bir gün önce kendi
gözlerimizle tanık olduğumuz ve “Olur böyle şeyler bu memlekette.” diyerek kanıksadığımız olaylarla
yüzleşmek aslında, oyunun hem trajedi hem de komedi kökenine bizi götüren. Her ne kadar, bu sefer bir
“Vicdani” yer almasa da toplumun aynası olan karakterler içerisinde, adım adım bu toprakların türlü meseleleri işleniyor ifadeler arasına işlenen ince mesajlarla ve günlük yaşamın içerisindeki “Efruz Bey”lerin
kulakları çınlatılıyor çokça.
“Ay ışığında korkularımız bizi esir alırsa, gün doğduğunda geriye kalan sadece ŞAMATA’ DIR...”
2009–2010 Türkçe Tiyatro Sınıfı gururla sunar:
Sorumlu Öğretmen: Mehmet Uysal
Teknik Danışman: Murat Ersan
Karakterler: Hakan Kızılkum, Barış Erkan Çelebi, Berk Burak Berker, Süreyya Lâl Korçan, Ceren Ateş,
Rafet Karaoğlu, Baran Oğul, Oğuz Özmen, Mert Karataş, Doruk Karpat, Derin Emre, Nazlı Danış,
Vakur Kasabalıgil, Özlem Kaleoğlu, Can Soylu, Yusuf Can Pirlibeylioğlu, İpek Başaran, Özgün Sak,
Barış Balaban, Berfu Negiz, Aslı Çırağan, Mert Karataş
-21-
Soğuktan morarmış kanatlarını
Hakan Kızılkum
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
tiyatro
TİYATRO SAHNESİ:BİR “ÇILGIN DÜNYA”
Elif Köse
Elif altı yaşlarında; inanılmaz cimcime, çekingen, nazlı, narin, inatçı
ve duygusaldır. Biri onu öpmeye kalksa, onun hakkında iyi ya da kötü
bir şey söylese hemen ağlamaya başlar… Misafir gelince ortaya çıkmaz,
odasına kaçıp orada saklanır ve misafirler evi terk edene kadar bir daha
onu kimse görmez. Elif ’e ana sınıfının yıl sonu müsameresinde, nasıl
olduğunu hâlâ anlamış
değilim, başrol verilir…
Sahneye çıkana kadar
herkes onun sahneden
kaçacağını veya ağlayıp
oyunu bırakacağını
düşünür; fakat nasıl
olmuşsa, hâlâ bilinmez,
Elif sahnede döktürür.
Arkadaşları, öğretmeni ve
ailesi; sessiz, çekingen ve
duygusal Elif ’in sah- nede
çok rahat bir şekilde rolünü oynamasına, yüksek sesle
konuşup yeri geldiğinde bağırmasına, şarkı söylemesine
ve dans etmesine şaşırırlar. Annesinin söylediğine göre
sahneye çıkmasından sonra çok büyük bir değişim olur
bu kimseyle konuşmayan çekingen kızda. Onunla resim
çektirmek isteyenlerle, saçlarını atıp elini beline koyarak
pozlar vermeye başlar. Artık insanlardan çekinmeyen,
kendini rahat bir şekilde ifade etmeye başlayan ve kendine
güvenen biri olmuştur bu kız.
İşte, o benim. O günden sonra ilköğretim
yıllarımda ne zaman yıl sonu müsameresi olsa, birinin
konuşma yapması gerekse, törenlerde şiir okunacak kişi
aransa, sınıfta monolog ve piyesler yapılsa hepsinde ben
vardım, bütün bunlardan büyük bir zevk duyardım ki
sanırım hâlâ öyle ve bu hiç değişmeyecek…
Robert Koleje başladığım yıl daha okulu yeni yeni tanımaya çalışırken tiyatro seçmelerini
kaçırmış ve buna üzülmüştüm. Ben de çareyi okulun folklor takımına girmekte buldum; sahneye
çıkmıştım yine de bir şekilde. 9. sınıfta İngilizce Tiyatro Kulübü’ne seçildim ve 10. sınıfta hem Türkçe
Tiyatro Kulübü’nün “Töre” ve “Kanlı Nigâr” oyunlarında hem de İngilizce Tiyatro’da aldığım rollerde
kendimi daha çok geliştirmeye çalıştım.
Kendimi geliştirme sürecinde anladım ki önce oyun okunur, anlamaya çalışılır, sonra ezberlenir, ardından biraz mimik ve jest katılır, ses değiştirilir, karaktere bürünülür… Provalara gidilir, sabahın
-22-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
tiyatro
Ve Çılgın Dünya!
Metni alıp okuduk ilk önce, kimi yerlerde kıkır kıkır
güldük daha ilk okuyuşumuzda…
“Eğlenceli olacak!” dedik; ama bu kadarını biz de
tahmin edememiştik. Ezberler tamamlanıp, herkes
karakterine bürünüp sahneye çıktığı vakit “Evet, işte
oluyor.” dedik, zamanla güldüğümüz esprilerimize gülümsedik sadece, alıştık artık onlara… Oyuna
yaklaşık bir hafta kala başladı tüm ekibin telaşı. Bu
telaş beni tam bir “çılgın”a çevirdi. Elif, âdeta “Erifilia”
oldu: Kıskanç, huzursuz, kaprisli, tozpembe rüyalarda
gezen bir çılgındım artık. Geceleri uyuyamamaya
başladım, Gould’dan Woods’a yürürken şarkılarımı
içimden söylüyor; servisle eve dönerken, dershanede
test çözerken, piyano çalarken sahneler gözümün
önüne geliyordu. Sadece rol yapma kısmını değil; dekor,
kostüm, makyaj, şarkı, ışık, ses, afiş ve hatta tören
duyurularını bile düşünüyordum! Anladım artık; tiyatro sadece rol yapmaktan ibaret değil; ufacık bir ayrıntı
bile pek çok şeyi o kadar değiştirebiliyor ki… Özellikle kulüp başkanı olarak omzumdaki bu sorumluluk beni ayrıntıları daha fazla düşünmem konusunda
etkiledi. Bu süreç içerisinde Gül ve Eda Hocalarımla aklıma gelen en ufak şeyleri bile paylaştım, onlara
fikirlerimi ve önerilerimi sunabildim rahatça. Bu bağlamda bana olan güvenleri ve destekleri, önerilerime
önem verip onları kimi zaman kullandıkları için kendilerine teşekkürlerimi sunarım...
“Kendini üzme boşa, festival gibi yaşa, dert etme ne de olsa, bu dünya Çılgın Dünya!” Şimdi ise
artık Türkçe Tiyatro Kulübü’nde bu son senem; Robert Kolejde sekizinci kez sahneye “Çılgın Dünya”
ile birlikte çıkacağım için mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyım. Sizleri delilerin arasına ve onların
cümbüşüne davet ediyoruz, unutmayın çılgın bir dünyada size de mutlaka bir yer vardır! Çılgın Dünya
ekibi olarak “çılgın”ca alkışlar duymak dileklerimizle…
-23-
ısıtsın diye martılar
dokuzundan akşamın yedisine kadar aralıksız çalışılır, yorulunur, gülünür, eğlenilir... Düşünür insan:
“Nasıl daha iyi olabilirim?” diye, rolün hakkını verene kadar en iyisini yapmaya çalışır, pes etmez; ama
yorulur, sonra tekrar güler, eğlenir…
Herkesin mutlu olduğu bir yer vardır: kimilerinin yatağı, bazılarının arabası, diğerlerinin yürüme
bandı, ötekilerin havuzu... Benim mutlu olduğum yer ise sahnedir; ne kadar yorgun olursam olayım,
moralim ne kadar bozuk olursa olsun sahneye çıktığımda hepsi kafamdan uçup gider… Benim için
sahne; çıktığım andan itibaren mutlu olduğum, kafamı
boşalttığım, kendimle baş başa kaldığım ve bütün bu
soyutlanmaya rağmen insanlara yine de yakın olduğum,
peri masallarındaki sihirli değneğinki gibi bir etkiye
sahip, büyüleyici bir mekân.
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
film tanıtımı
BAĞIMSIZ FİLMLERLE YENİ PERSPEKTİFLERE DOĞRU
Bengisu Güçkan
Su yüzeyinden küçücük görünen bir buz dağına çarpan Titanic, yarısına kadar soğuk sulara gömülmüş vaziyette, diğer yanda
da yardıma gelen bir cankurtaran gemisi, batan gemiyi kurtaracağı
halde buzdağının etrafına bağladığı halatla, diğer gemilerin yolunu
açıyor ve olası kazaları önlemeye çalışıyor.
9. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’ni İstiklal Caddesi’nde
boy boy asılan bu afişlerle tanıdık. Geçtiğimiz şubat ayının ikinci
ve üçüncü haftası boyunca, festival kapsamında altmıştan fazla film
Beyoğlu, Caddebostan ve İstinye Park AFM sinemalarında gösterimdeydi.
Her yıl farklı başlıklar altında toplanan festival filmleri, bu
sene dokuz farklı gruba ayrılmıştı: ‘Keş!f ’, ‘Hit Filmler’, ‘Erkeklik Halleri’, ‘Sesli Yaşam’, ‘Fantastik Filmler’, ‘Sessiz ve İsyankar’,
‘Dünyanın Çivisi’, ‘Açılım’, ‘Gökkuşağı’, ‘!f Kült’, ‘!f Kısalar’, ‘Nöbetçi
Sinema’ ve ‘Özel Gösterim’.
Martı kulübü üyeleri olarak, festivale katılan filmlerden
ikisini izledik. Biri, Singapurlu yönetmen Ho Tzu Nyen’in yönettiği
“Burada (Here)” adlı filmdi. Klasik “festival filmi” anlayışının tipik
bir örneği olan film, doksan dakikalık süresi boyunca, fazla diyalogun olmadığı, arka plan müziğinin
pek duyulmadığı; kısacası yönetmenin kendisinin de ifade ettiği gibi, “Singapur’un sessiz ve uyku getiren öğleden sonraları gibi”ydi. Yerleşim yerinden uzak bir adada kurulu rehabilitasyon merkezinde
yaşananları konu alan filmde, merkeze kabul edilen hastaların tekrar topluma kazandırılması için ne gibi
yaratıcı yöntemlere başvurulduğu anlatılmaktaydı.
Diğer film ise bir Türk yapımı, Sinema Kulübü aracılığıyla okulumuzda izleme fırsatı
bulduğumuz, Bingöl Elmas’ın hem başrolde bulunduğu, hem de yönetmen koltuğuna oturduğu “Pippa’ya
Mektubum”du. İtalyan sanatçı, “Barış Gelini” lakaplı gezgin Pippa Bacca’nın Gebze’de tüyler ürpertici
bir şekilde sona eren yolculuğuna Bingöl Elmas, onun kaldığı yerden devam etmeye karar vermiş ve
Suriye sınırına kadar otostop çekerek katettiği yollarda tanıdığı insanları ve edindiği tecrübeleri belgesel tarzında filme çekmiş. Filmden sonra Elmas ve asistanı Şirin Hanım’la yaptığımız sohbet de filmin
amacını daha iyi anlamamızı ve kadınların erkekler karşısındaki yenilgisine karşı birey olarak neler
yapabileceğimiz konusunda fikir sahibi olmamızı sağladı.
İşte size dokuzuncu yılını kutlayan !f Bağımsız Filmler Festivalinden bazı bilinmeyenler:
•
Festivalde, bu yıl daha önce hiç denenmemiş bir ilk gerçekleştirildi: “!f2” adı verilen bu yeni
oluşumla, festival kapsamında gösterilen 5 özel filmin aynı anda, Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun farklı
noktalarındaki izleyicilere ulaştırılması amaçlandı.
•
Her film gösteriminin ardından yönetmenlerle izleyiciler arasında yapılan söyleşilerin !f
İstanbul’un internet sayfasından canlı olarak izlenebilmesi sağlandı.
•
Festivalin jüri üyeleri arasında Gael Garcia Bernal’i uluslararası üne kavuşturan Oscar ödüllü ”Günah” filminin prodüktörü Daniel Birman Ripstein da vardı.
•
Sundance Film Festivali yöneticilerinden Caroline Libresco, NISIMASA’nın kurucusu Matthieu
Darras, “Buzdan Hayaller/Noi the Albino” filmiyle tanınan ünlü İzlandalı yönetmen Dagur Kari ve
Türkiye’nin önemli senarist/yönetmenlerinden Ümit Ünal ise diğer önemli jüri üyelerindendi.
Kaynak: http://www.derki.net/derkidosya/Ertan/poster.jpg
-24-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öyküsel anlatım
BOYA LEKELERİ
Herkesin siyah ve solgun olduğu günlerden birinde, bir palyaço yaşarmış. Renkli bir dünyası
varmış; ama yorgunmuş da aslında. Tüm hayatı boyunca dışlanmanın verdiği hırsa mutlu olmaya
çalışanlardanmış. Ellerinde, yaptığı resimlerden kalma boya lekeleri varmış her zaman, bu yüzden de
dışlanmış ya zaten. Bu boya lekelerinin resimlerinin ruhu olduğuna inanırmış. Boyaların ellerinden akıp
gitmesine izin vermezmiş. Bu tatlı renkleri ellerinden kayarsa resimlerinin de yok olacağını düşünür,
hayata sitem edermiş; ama tam tersine, bunlar kendi hatalarıymış. Kendi yaptığı yanlışlarmış…
Bir gün gülümseyen insanların olduğu bir resim çizmiş. Bu manzarayı nasıl hatırladığını
anlayamamış aslında. Gözünü kapattığında birden hayallerinde canlanan bir manzaraymış sadece bu
minik mutluluk kümesi ve bu, ona küçüklüğünü hatırlatmış. Çiçek bahçelerinde heyecanla koştuğu,
herkesin ona gülümsediği günler gelmiş gözünün önüne. Tekrar yaşamış geçmişini. Tekrar insanların
arasına dönmek, dışarı çıkmak istemiş; ama küçüklüğünden beri perdesini hiç açmamış, güneşe
bakmamış, insanlarla konuşmamış. Resmine bir daha bakmış, cesaretini toplamış. Perdesini aralamış.
Güneşle buluşmuş, gökyüzünü seyretmiş. Sonra gözü insanlara takılmış. Hepsi amaçları için hırsla kendi
yollarında ilerliyorlarmış. Palyaço onların yakınında olmak istemiş, olmuş da...
Boğaz kenarında resim yapan insanlar tanımış. Her resmin içine girerek renkleri yaşamış.
Ruhlarıyla müzik yapan insanlarla tanışmış. Her melodinin notalarında dans ederek kanatlanmış.
Pembe bulutlar üzerinde zıplayarak insanları seyretmeye başlamış. Daha dikkatli bakmış: Çoğu mutsuz ve solgunmuş. Geçmişleri ve gelecekleri öyle hatalarla doluymuş ve bunları öyle gerçekçi maskelerle
gizliyorlarmış ki palyaço şaşırmış. Hiçbirinin ellerinde, boya lekeleri gibi ne yaptıklarını gösteren izler
yokmuş. Sonra kendi ellerine bakmış, “Beni bu yüzden sevmediler!” diyerek her şeye rağmen renkli
dünyasından vazgeçip onlar tarafından sevilen biri olmak, onlar gibi olmak istemiş.
Bütün gücünü toplamış, ellerini yıkamış. O anda resimleri yok olmaya, kendisi de saydamlaşmaya
başlamış. Diğer insanlar gibi olmuş, solgunmuş artık! Ne yaparsa yapsın kendi olamazmış. Geri dönüşü
olmayan bir hata yapmış ve bunu, üzerine cansız renkler giyerek gizlemeye çalışmış. İşte diğerleri
gibiymiş. Resimleri de yok olmuş zaten. O an anlamış: İnsan hatalarıyla insanmış!
Baran Karsak
-25-
Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin
Can Yücel
Z. Elçin Metin
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
masalsı anlatım
VE SONSUZA KADAR
M. Kerem Türkcan
Kaf ülkesinin kralı, gençliğinin son yıllarında bir kız çocuk sahibi oldu. Bilge kral, kızını o kadar sevdi ki ülkesinin tüm imkanlarını kullandı onu eğitmek ve mutlu etmek için; krallığın geleceğini
ona hediye etti. Yıllar, küçük prensesi ülkenin en güzellerinden daha güzel, en adil yargıçlarından daha
adaletli kıldı. Gerçeğe o kadar bağlıydı ki yalanlar yoktu onun için; iyiye o kadar alışkındı ki hiçbir kötülük yozlaştıramazdı kalbini. İnsanlar sevdi onu, en hain hırsızlar, ahlaksız fahişeler ve kimsesiz katiller
bile. Bilirlerdi ki kötülük yoktu Prenses için ve kötülükleri görmezden gelineceğinden, geçmişteki cezaları
için kendilerini harcamalarının bir nedeni kalmamıştı. Bir bir kayboldu suç, ceza, ihanet, acı şehirlerin
sokaklarından. Diğer ülkeler ve temelsiz değerleri, birer birer Prenses’inkiler karşısında boyun eğdiler.
Kral mutluydu. Kızı ülkesine mutluluk, rahatlık, düzen ve görkem hediye etmişti; kendisi,
topraklarının bu kadar verimli ve güzel görünebileceğini hiç tahmin etmemişti. Ama yine de onu
Baran Karsak
rahatsız eden bir şey vardı: kızı özgür bir yaşamı hiç tatmamıştı, hiç dalgaların sesini ve rüzgârların
hışırtısını duymamış, sevdikleri için hayatını tehlikeye atmamış, kendi sınırlarını zorlamamıştı. Elbette,
onun da mutlu olması gerekirdi, yarattığı toplumun tamamı gibi. Onu deniz kıyısındaki bir kaleye,
rahatlayabileceği bir yere yollamaya karar verdi. Prenses mutlulukla bu öneriyi kabul etti.
Prenses, kaleyi, içindekileri ve denizi o kadar sevdi ki, kısa sürede şehir hayatını, baloları ve
solgun eğlenceleri unuttu gitti. Günler geçtikçe o eski yaşamından sıkıldı ve sade gördüğü günleri özlemeyi bıraktı. Nice akşamlar gökteki yıldızlara bakarak isimlerini bile bilmeden, tanımadan yardım ettiği
insanları, saraydaki partilerde tanıştığı prensleri, onların kendisi hakkındaki düşüncelerini hayal etti.
Ama nereye bakarsa baksın arkasında bıraktığı her sözün aynı, her düşüncenin tekdüze, her resmin
renksiz, her hikâyenin sonsuz olduğunu fark ederek üzüntüye boğuldu. Acaba şehirlerinde bıraktığı
insanlar da eski, tutsak kişiliğinin esiri miydiler? Peki ama neden o bütün bu sorunları, sıkıntıları,
-26-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
yalnızlıkları görebilmişken onlar hiç kendisine gelmemiş, görmesini
istememişlerdi? Onlar hiç şehri terk etmezler miydi? Baktıklarında
güneşe ve denize ne görürlerdi?
Kendisi ne görürdü? Eskiden, sadece güneşi ve denizi. Güneşe bakarken Ay’ı hatırlamazdı, hatırlamamıştı hiç; denizdeki dalgalara hiç
dikkat etmemiş, yosunları hiç önemsememiş, derinliklerde saklanan
balıkları hiç merak etmemişti. Hiç hikye yazmamıştı daha önce ya da
düşüncelerini kaleme almamıştı. Şairler, yazarlar çoktan unutulmuş,
varlıkları gereksizleşmişti ülkesinde. Ama niye? Niye tüm güzellikler
gitmişti şehirlerden ve onları savunanlar, sadece kendi hayallerini
yansıtmışlardı gerçeklere? Terk edilmişlerdi çünkü, diye düşündü
Prenses. Sevdikleri o mutluluklar alınmıştı ellerinden. Geriye sadece
hayaller kalmıştı; kırık yansımalar ve fısıltıları gerçeklerin. Aradığı
hastalık buydu işte: geçmişi ömürlerle sınırlayan, hikâyelere bir
sınır koyan bir salgındı halkını kasıp kavuran. Bir adım daha attı
geleceğe, düşündü: Belki de sorun, hikâyelerin sonunun gelmemesidir bir türlü, dedi içinden. Bu düşüncelerin arasında bir karar verdi:
Oğul Girgin
Özgürleştirmekti artık amacı herkesi.
Şehre geri döndüğünde, düşünceleriyle birlikte kendisi de değişmişti. Sarayı ve rahatlıklıklarını
reddetti, sokaklarda konuşmalar yapmaya, kendi getirdiği o mükemmel düzeni bozmaya çalıştı. Her
zamanki gibi, halk sevdi onu, adaletini sorgulamadı. “Düşünün!” dedi onlara; onlar da: “Söyle bize ne
düşüneceğimizi!” dediler bağırarak. “Kurallar yaz da kurallara uyalım; hikâyelerin derslerini bizim için
çıkar da onlara uyalım!” diye seslendiler Prenses’e. Prenses
reddetti, açıklamaya çalıştı; ama anlamadı insanlar. Dakikalar geçti, halkın merakı sinir ve korkuya
bıraktı kendini. “Bize niye söylemiyor? Neyi gizliyor? Niye gizliyor? Niye bize yabancıymışız gibi
davranıyor?” diye sormaya başladılar birbirlerine. Prenses düşüncelerini tekrarladı: “Sözlerimin güzelliği
değiştirir cümlelerimin içeriğini. İkna olabilirsiniz yalanlara sayelerinde, unutursunuz kendi seslerinizi.
Oysa seçme şansı olmayanlar özgürlüğü reddedemezler...”
Bu sıralarda Kral’a ulaşmıştı kızının konuşmasının ve düşüncelerinin içerikleri. Kral korktu
birdenbire; gerçekten de kızı, kendi yarattığı mükemmel düzeninin bozulmasına izin mi verecekti? Hayır,
Kral bunu kabul edemezdi: yeni birleşik dünyası feda edilemeyecek kadar mükemmeldi; adamlarından,
Prenses’i nasıl olursa olsun getirmelerini istedi. Askerlerine, konuşmayı duyan herkesi öldürmelerini emretti. Bunu öğrenen Prenses, onu anlayan sayılı dostlarının yardımıyla kaçabildi. Onlara, yaptıklarından
sonra Kral’ı asla affetmeyeceğini söyledi.
Başarısızlıkları yüzünden özür dilemek için taht odasına dönen askerler, zambak yapraklarıyla
sarılı tahtın üstünde oturanın yüzyıllardır alıştıkları Kral değil de, karanlık bataklıklarda yetişen çürümüş
mantarları andıran bir balçık olduğunu görünce çok şaşırdılar. Uzun bir tartışmadan sonra, onu yeni
kralları seçtiler.
Uzakta, deniz kenarında bir kalede, Prenses ve Kral, sonunda barışık ve mutlu, görkemli denize
bakmakta ve gülümsemekteydi.
-27-
Ağustos Çıkmazı
beni koyup koyup gitme/ne olursun
masalsı anlatım
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öyküsel anlatım
NÖBET
Aysel Özerkan
Günler hızla akıp geçiyordu, bense hayatımın dönüm noktasını geride bırakmış ve bunun verdiği
rahatlıkla yaşayıp gidiyordum. Hayatıma çekidüzen vermek gibi bir amacım yoktu; her gece dışarı
çıkıyor, her gün başka bir yerde yemek yiyor, gecenin devamında kendimi alkolle özdeşleştiriyor ve
sonra da zar zor geldiğim evimde derin uykulara dalıyordum. Uyumasam da uyanmasam da olurdu,
amaçsızdım. Bir sonraki gün uyandığımda öğlenin ya son ışıklarını yakalıyordum ya da hava kararmaya
başlamış oluyordu. Kimi zaman gün yüzü bile görmediğim oluyor, sadece gecede, geceyi yaşıyordum.
Bu süreç böyle geçip gidecek elbet ve ben sonunda eskiye döneceğim, diyordum. En son ne zaman gerçekten bir şeyleri düşünerek yaşamıştım hatırlamıyordum. Sanki yıllardır bu halde sürüklenip
gidiyordum. Amaçsız olmak başta çok zor gelmişti aslında. Başarılı bir iş hayatı, düzenli bir yaşamı olan
ben, birçok insana göre bu merdivenleri erkenden çıkmıştım. Aynı zamanda bu bahsettiğim ve geride
bıraktığım birçok insana göre çok daha iyi para kazanıyor ve hayatımı tam da istediğim yola koyduğumu
düşünüyordum. Zamanla onu ve bütün yaşadıklarımı atlattığımı umarak...
Hayat yollardan ibarettir. Bu yollar sağdadır, soldadır, önünüzdedir ve arkanızdadır. Bu yollar
çaprazınızda, üstünüzde ve altınızdadır. Yollar her yerdedir ve her an herhangi bir yerdeki yola âniden geçiş yapabilir, hayatınızı bambaşka bir hayata dahil edebilirsiniz. İşte, en baştan beri beni bu hale
sürükleyen olaylar seçim yaptığım yanlış yollardan, yokuşlardan ve iniş çıkışlardan ibaret. Ben hayatımın
en güzel yıllarını bir aşka sürgün yaşarken bunların felaketim olacağını tahmin etmiyordum. Başta, beni
mutlu eden diğer kızlardan farksızdı. Aslında ben onu fark etmiş bile değildim. Birden hayatıma dahil
olmuş, kendi yoluna beni de çekmişti. Sonrasında...
Zamanla atlattığıma inanıyordum. İşime sıkıca tutunmuş, kendimi hayata geri döndürmeye
çalışıyordum. İki sene kadar yurt dışı bağlantılı çalıştığım işim bana iyi gelmişti. Sürekli seyahat etmek,
insanın kendini düşünmemesi demekti ve benim ihtiyacım olan şey tam da buydu. Her şey iyiye giderken
bir sabah uyandım. İyi değildim. Aslında hiç olamamıştım. Sadece bilinçaltımda kendimi iyi olmaya
zorlamış, düşünmemek için çok büyük çaba harcamıştım. Kendimdeki değişimden habersizdim. O gün
yıllar sonra ilk kez aynaya bakıyordum. Kendimi tanıyamadım...
Şu an tanıştığımız yerdeyim. Kollarımda aylardan kalma izler, gözlerimin altı mosmor. Yüzüm
bembeyaz ve günden güne eriyen vücudum... Ben, yıllar önceki ben değilim artık. Biliyorum. Ne şimdi
geri alabilirim zamanı ne de yaşananları yaşanmamış kılabilirim. Hepsi yaşandı. Hepsinde zaman geceydi. Bense bir nöbetçi. Gözümde canlanıyor şimdi, bana okuduğu o satırlar. Ellerim ellerindeydi.
“Bir tek gece vardır insanın hayatında..
Ömür boyu sürer nöbeti..
Bu da öyleydi...
İyi ol...
Sağ ol...
Uzak ol...
Ama bir daha görme beni...” *
* “Gece Nöbeti”, Murathan Mungan (www.sevgidenizi.com)
-28-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öyküsel anlatım
ADA MEYHANESİ
Limandan birkaç yüz adım sonra gözünüze köhne, camekanlı bir kulübe çarpar. Yanındaki lüks
balık lokantalarının yanında, hepten ezik, hepten mahcup görünür. Musa Efendi’nin meyhanesi ne zaman
açıldı, kaç yıldır işliyor, adalıların hiçbiri bilmez; ama her adalı erkeğin cumartesi akşamlarında müdavimi olduğu yerdir Ada Meyhanesi. Müslümanı, gayrimüslimi, dinsizi, hepsinin yolu elbet düşer buraya.
Canlar birbirine karışır, dertler bir olur, herkes aynı karafakiden rakısını doldurur.
Kadın dırdırından, çocuk zırıltısından, en kötüsü de gudubet kaynana hasetinden usananların
tek sığınağıdır meyhane. Her gelen biraz kafa dinlemeye gelir ya, hiçbiri de aradığı sükûneti bulamaz
burada. Esas dostlar, cumartesi akşamları kurulan çilingir sofralarında bulunur; boş mideler doldukça
dertler boşalır. Alkolün mayhoşluğunda yeniden can bulan diller, gizli kaygıları bir bir ortaya saçar. Kafa
dinleme yeri değildir meyhane, dert dinleme, birbirinin derdine ortak olma yeridir. Başkalarının ekmek
derdini görüp de, kendi haline şükretme yeridir.
Birbirine hasret kalmış kadehlerin buluştuğu yerdir meyhane. İlk görüşte heyecanla başlarını
kaldırır kadehler. Sonra ilk şaşkınlık geçer. Daha geçen gün dudak dudağa kavuşan sanki onlar değilmiş
gibi yine aynı şehvetle, aynı heyecan ve şefkatle havada birleşirler.
Dolar dolar boşalır rakı kadehleri. Zenginler
çabuk dolar, çabuk boşalır. Ceplerin meteliklerle dolu
olmasından değildir bu savurganlık. Zenginin rızkı gibi,
derdinin de bol kepçeden verildiğindendir. Züğürtler
ise küçük, çekingen yudumlarla azar azar boşalır, bazen
ikinciye dolar, çoğu zaman da bir doluşla yetinir.
Musa Efendi’nin udundan çıkan nağmeleri
herkes bir kulaktan dinler, herkes aynı makamdam eşlik
eder tellerin ağlamalarına. Uzun beyaz mızrabın, telleri her çekişinde, sanki kendi ayrılıkları, kendi özlemleri, saçlarından tel tel çekip koparır. Meyhane, saçların
döküldüğü, tepelerin açıldığı yerdir.
Her cumartesi akşamı duman altı olur meyhane.
Dolan kül tablalarını boşaltmaya eller yetmez, tütün
yanığından, sesler de yanıklaşır. Ada Meyhanesi, körpe
parmakların tütüne alıştığı, genç göğüslerin dumanla
dolup körük gibi boşaldığı yerdir.
Baran Karsak
-29-
durduğun yerde dur
Bengisu Güçkan
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
müzik
ERKAN OĞUR’LU TÜRK-CAZ KONSERLERİ HAKKINDA
Ahmet Ali Arslan
Garajistanbul’da 26 Şubat’ta gerçekleştirilen, Erkan Oğur önderliğinde toplanmış “Telvin – Davullar ve Erbaneler” konseri, beni ve diğer izleyenleri müzikalitenin doruklarına ulaştırdı. Telvin’in trio
olarak çaldığı konserlerde bile (Erkan Oğur sağolsun) Türk ezgilerini kullandığını ve yorumladığını
görmüştüm; fakat bu konserin tarzı bambaşkaydı. Kadroyu saymak bu farkın nedenini de gözler önüne
serecektir.
Türk müziğinin esnekliğini sağlayabilen perdesiz/perdeli gitarda Erkan Oğur, davulda Telvin’in
davulcusu Turgut Alp Bekoğlu, kontrbassta Ozan Musluoğlu vardı. Konserin gidişatı konuk sanatçıların
katılımı ile tam bir ritmik şölene ve Caz – Türk müziği sentezine dönüştü. Asma Davullar Saz Topluluğu
(3 kişi), Erbaneler Saz
Topluluğu (6 kişi),
ikinci davulda Volkan Öktem, kavalda
Sinan Cem Eroğlu ve
klavyede Genco Arı...
Tüm bu olağanüstü
müzisyenler ortaya öyle bir karışım
koydular ki onlara
hayran kalmamak
mümkün değildi.
İlk önce Erkan Oğur
ile kaval atışıyorlar,
sonra grupla birlikte
farklı ritimlerle “Bülbülüm Altın Kafeste”
söyleniyor, sonra caz
tarzında bir kaval
solosundan ardından
klavye ortalığı iyice karıştırıyor. Herkesin sustuğu anda iki muhteşem davulcu atışıyorlar, tam kızıştıkları
anda ritim grupları havaya giriyor ve Anadolu ritimleri dolduruyor ortamı. Erkan Oğur’un basit el ve
kafa hareketleriyle yönettiği bu doğaçlama müzik, bir anda bir caz standardına ya da başka bir türküye
geçebiliyor.
Erkan Oğur’un katıldığı projeleri takip etmenizi tavsiye ederim; çünkü hepsinde müzisyenlerin
kalitesi ve yapılan müziğin içtenliği, insanı etkileyecek derecede yükseklerde olacaktır. Daha yakınlarda,
20 Mart’ta, Ferda Anıl Yarkın ile birlikte konuk sanatçı olarak katıldığı Yarkın Ritm Grubu konseri de
aynı kaliteyi taşıyordu. Kanunda Halil Karaduman ve kemençede Derya Türkan ile birlikte yine Türk
müziğinin doruklarına ulaşılan bu konserde arada bir caz yapmayı da (Dave Brubeck’ten Take Five yorumlayarak) unutmadılar.
-30-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öykü
FAZLA İNSANLIK
O sabah yine her şey normalmiş gibi uyandı. Renkli zannettiği penceresini açıp bulutlara renklenmelerini söylemek için kendini hazırladı. Bulutlar hep renkli olmalıydı; renksiz bir bulutun onun
dünyasında yeri yoktu. Penceresini açtığında zaten rengârenk olduklarını görünce bir rahatlama hissetti.
Sanki her şey onun için tasarlanmış gibiydi.
Odasının manzarası iki küçük bina, birçok ağaç ve arka planda kalan apartmanlardan oluşuyordu.
Pek iç açıcı gözükmese de o, rengârenk manzarasını çok severdi. Ayrıca odası dolunayı çok rahat görüyordu ve bu, onun için muhteşem bir şanstı. Onun için en özel günler dolunay günleriydi. Nedenini o
da bilemezdi bunun; ama bazı şeyler sadece özeldir işte... Dolunay sevgisi üzerine düşünmüştü zaman
zaman; kesin olmasa da bir fikri vardı artık: Belki de dolunayın kendinden eminliğini seviyordu. Sınırları
öyle kesindi ki… Ayın diğer halleri gibi bir kenarı belli belirsiz sonlanmıyordu. Her şeyiyle keskindi; ama
bu, biraz da kendini beğenmiş bir hava katıyordu ona. Her şeye yukarıdan öyle emin bakıyordu ki belli
bir süre sonra gözlerini kaçırmak zorunda kalıyordu ondan. Biliyordu; çünkü bu onunla inatlaşmaktan
başka bir şey değildi. Bu, ona meydan okumak gibiydi. “Senin kadar kendimden eminim!” diyebilmek,
“Hiçbir tereddüdüm yok!” diyebilmekti. İşte, bu noktada insanlığı devreye giriyordu: Ayla inatlaştığı için
kendinden utanıyor, yanakları kızarıyordu.
Bu, onun insanlığının sadece bir parçasıydı. O gerçekten “fazlasıyla insandı”. İçgüdülerinin onu ele
geçirmesine izin verirdi çoğu zaman. Çiçekleri güneşe dönmediklerinde delirecek gibi olurdu mesela ya
da ilk kedisinin kaçışı onu öyle kızdırmış ve etkilemişti ki şu, aklına kötü bir şey geldiğinde baş gösteren
mide bulantısı tam üç hafta aralıksız sürmüştü. Düşünmemiş de değildi aslında, belki kedisi her saniyesi
planlanmış hayatından sıkılmıştır da kaçmıştır, diye. Kedisinin üzerine biraz fazla düştüğünü kabul edebilirdi, hatta belki bu kedisine göre aşırıydı; ama onun kötü bir niyeti yoktu ki! O, sadece güzel ve dolu bir
hayat geçirsin, özel yetenekleri olsun istedi. Bu yüzdendi haftada dört saat müzik dersi vermesi kedisine!
Şimdiye kadar dört kedisi olmuş, hepsi de onu terk etmişti, onun olmayı reddetmişti. Bunu fazla
düşünmemeye çalışıyordu aslında; aklına her geldiğinde o nefret ettiği mide bulantısı yeniden başlıyordu.
Göğüs kafesine yine baş döndürücü bir sıcaklık yayılıyor, sinirleri bozuluyordu. Bu durum üzerinde
fazlasıyla düşünmüş ve bir çözüm bulmuştu: Bir daha kedi evlat edinmeyecekti!
Onun çiçekleri vardı ve ona yeterince arkadaşlık ediyorlardı.
Çiçekleri ona sadıktı; ama bazen aralarından birkaç tanesi, onu
sinirlendirmek istercesine, bir gecede üç dört yaprağını birden döküyordu.
Çiçeklerinin her bir yaprağının dökülme günü ve saati zaten ayarlanmış
olduğundan bu yapılanı çok ayıp buluyordu. Onları sulayan, onlara, yaptığı
planlarla arkadaşlık eden oydu çünkü. Saygısızlıktan başka bir şey değildi
bu; saçma ve gereksizdi! Çiçekleri onundu ve onlar, kendi başlarına ne
yapacaklarına karar veremezdi.
Birden “Her neyse, sabah sabah bunları düşünmemeliyim!” diyerek
penceresini kapattı ve evinin bir diğer odasına doğru yapayalnız birkaç adım
attı, çiçeklerinin renginin bir ton açılıp açılmadığını kontrol etmek için.
Cansu Yavaşcaoğlu
-31-
kendini martılarla bir tutma/senin kanatların yok
Z. Elçin Metin
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
öykü
KENDİSİ EMEKLİ BİR ARABA YARIŞÇISI MIYDI AHMET’İN?
Derya İnal
“Gencecikti benim torunum…” dedi anneannesi, “Evlenecekti sevdalısıyla; oğlum torun görecekti.” Askerde ölmedi Ahmet. Ya da işte, ya da gezide... Kendinde öldü Ahmet. O gün öleceği belliydi
biraz, anneannesinin kahvaltısını etmeden atlamıştı sokağa, mutluluktan uçarken düştü sonra, sonra dizi
kanamasa da yüreği kanadı biraz, sonra yüreğinde bir uçurumdan kaydı Ahmet…
Bahar’a âşık değildi veya kendisi de bilmiyordu. “Beni sevmek çok tehlikeli, bu tuzağa düşme!”
dediğinde Bahar; Ahmet gençti, plajda uyuyakalanlardandı ve her gece kamp ateşi etrafında haykırarak
şarkı söylerdi. Ahmet, Bahar’a âşık oldu. Bahar ise kimseyi sevmemişti, sevmiyordu, sevmezdi, sevemezdi. Bahar kimseye veremezdi gönlünü, onun gönlü bir Arap şahının sarayında, altın kaplama bir kasada
yalnız ve mutluydu.
Bahar o sabah evleneceğini söylediğinde Ahmet’e; Ahmet üçüncü sigarasında, kahvaltı etmiş olmayı
diliyordu. Bir süredir götürdükleri ilişkinin adı aşk ya da arkadaşlık değildi. Ahmet kendini kullanılmış
hissetmiyordu; ama bütün bunlara rağmen Ahmet dördüncü sigarasını dışarıda yaktı. Bahar’ı sigaranın
dumanına saramazdı artık, Bahar sigara dumanına sığmazdı zaten.
Arabası uçak mıydı Ahmet’in, anneannesi kontrol kulesi miydi, kendisi emekli bir araba yarışçısı
mıydı?… Bahar şimdi Avrupa’ya giden treninde, sevgilisi ya da artık nişanlısı olan adamla Ahmet’in hiç
sevemediği şiir kitaplarına yorum yaparken Bahar’ın o muhteşem zevkine layık bir şişe mey mi açılmıştı
masalarında; yoksa Bahar’ın o hiç düşmeyen başı mı yaslanmıştı nişanlısının geniş omzuna? Nişanlısıyla
o çok istediği Anadolu turunda başını ince bir örtüyle örtecek miydi; yoksa Akdeniz’de tek başına
yüzerken kendini kaybedecek ve tek başına kendini mi bulacaktı Bahar?
“Kelimenin ucuzluğunu ağlayarak koyarsan ortaya; peynir tabağının yanında iyi gidecek birkaç
dize olur o, gün biterken okuduğunda alkol seviyen ne olursa olsun hissedersin güneşin son ve yorgun,
pembe-kırmızı ışınlarını …” Bahar biraz deliydi belki de, ama Ahmet bunları düşünürken kızdı radyoya, radyoyu döverken kaçırdı levhayı, panik olmuşken başladı ağlamaya ve ağlarken aklına geldi Bahar
yeniden – ve baharın ortasında takla attı uçurumdan aşağı. Ahmet gencecikti, sevdalısıyla evlenecekti ve
babası torun görecekti…
“Çekip gitmek, tek kişilik cesarettir!”
*küçük İskender’in “porsche” şiirinden hareketle yazılmıştır.
Ulaş Aktok
-32-
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
deneme
...
Eski bir dostun armağanıymışçasına sevindim onu ilk gördüğümde. İçimden, ta derinden bir his
fısıldıyordu sanki kulağıma, onunla paylaşacağım çok şey olduğunu. Henüz o hiçbir şey bilmiyorken ben
anlamıştım.
Üstü başı darmadağınıktı, çoğu kimse için bunun bir albeni olmadığı açıktı; ama ben onun cazibesine kapılıvermiştim. Hemen tanışmalıydık, henüz o bunun farkında olmasa da paylaşacak çok şeyimiz
vardı ve bir ânını bile kaçırmak istemiyordum.
Sonunda ilk adımı atma cesaretini ben gösterdim ve tanıştık. Daha ilk andan itibaren onun
büyüsüne kapıldım. Konuştukça daha çok konuşmasını istiyordum, o kadar dolu o kadar anlamlıydı ki
söyledikleri… Kimse dış görünüşüne göre yargılanmamalı; o pasaklı, o darmadağınık görüntüsünün
altında öyle parlak bir zeka, öyle kıvrak bir akıl vardı ki… Hayret ediyordum. Şaşkınlığımı anlamış
olacak, durup halime tebessüm ediyordu arada. Kendimi onun yanında utanmış değil, aksine hevesli
hissediyordum.
Onunla paylaştıkça azalan dertlerim, sayesinde gelişen umutlarım ve zamanla dallanıp budaklanan arkadaşlığımız beni öylesine etkiliyordu ki, sabahları ondan başkasını düşünemiyor olmuştum.
Her fırsatta karşıma onu hatırlatacak bir şey çıkıyor, onun bana anlattıklarını anımsıyor, ben de bunları
çevremle paylaşıyordum. Çevremden aldığım olumlu tepkiler giderek artıyor, beraberinde benim ona
hayranlığımı da pekiştiriyordu.
Gündelik hayatın yoğun temposu yüzünden yalnızca geceleri görüşebiliyorduk. Birbirimizi bulduğumuzda yorgunluğumuzu çıkarıp portmantoya asmışçasına, yeni bir güne başlar gibi
heyecanlanıyorduk. O benim geceme ışık saçıyor, beni kendi karanlığıma düşüp boğulmaktan
kurtarıyordu. Kendimi mutlu olduğum oranda ölçülü, genç olduğum oranda olgun ve şanslı olduğum
kadar da minnettar hissediyordum. Evet, o benim için tıpkı eski bir dostun armağanı gibiydi.
Arkadaşlığımız günden güne büyüyor, güzelleşiyor ve vazgeçilemez bir hâl alıyordu. Paylaşacaklarımız
bitmiyor, aksine her gün çoğalıyordu. Onunlayken bambaşka bir hayatım vardı sanki. Bir gün gelip de
ayrı düşeceğimiz düşüncesini aklıma getirmek bile istemiyordum; ama bu düşünce gün geçtikçe aklımı
daha çok meşgul etmeye başlamıştı. Dayanamıyordum. Benden sıkılmasından korkmaya başladım zamanla. Daha az aramaya başladım onu. Sanki sınırlı vaktimiz varmış da, hepsini bir anda harcamak
istememecesine…
Ve sonunda korktuğum başıma geldi. Gidiyordu. “Gitme!” diyemedim. Bittiği için üzülmek
yerine, geçirdiğimiz zaman için seviniyordum garip bir şekilde… Düşündüğümden çok daha olgun
karşılamıştım bu ânı. O da farkındaydı, benimle gurur duyduğunu hissedebiliyordum. Son sözlerimizi
söyledik. Ve artık söylenecek bir şey kalmamıştı…
Onu ellerimin arasına alıp son bir kez içime çektim o çok sevdiğim kokusunu ve kitaplığıma,
diğer can dostlarımın arasına koydum. Bir dahaki görüşmemize kadar huzur içinde dinlensin diye… 1970 basımlı bu yaşlı dost, gerçekten de eski bir dostun armağanıydı.
*Aziz Nesin’in “Vatan Sağolsun” adlı eserinden hareketle yazılmıştır.
-33-
düşersin yorulursun
Aysın Kadirbeyoğlu
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı martı
karikatür
“ÇİZGİNİN ÇEHOVU”NA VEDA
T. Mert Saygın
Onun için ne dediler?
Edip Akbayram: “Turhan ağabey sözün bittiği yerde
çizgileriyle yaşadığı topluma umut ve direnç vermiştir,
iyi bir yurtsever, iyi bir devrimciydi.”
Genco Erkal: “Bütün yaşamı boyunca hep gericilikle,
baskıyla, daha insancıl bir düzen için mücadele etmiş
bir çizer.”
Rutkay Aziz: “Turhan Selçuk usta sadece ülkemizin,
aydınlanmanın bir çizeri olmaktan öte dünya çizeriydi.”
Tarık Akan: “Türkiye Cumhuriyeti yine çok önemli bir
değerini kaybetti. O kadar büyük ki, Selçuk ailesinin
borcunu Türkiye ödeyemez, Selçuk ailesi Türkiye’ye
çok büyük şeyler yaptı.”
Sumru Yavrucuk: “Turhan Selçuk benim
kahramanımdı.”
Turhan Selçuk
1922 yılında
Muğla’nın Milas
ilçesinde dünyaya
geldi. Akbaba dergisinde çalışmaya başlayan Selçuk, daha sonra Yeni
Gazete, Yeni İstanbul, Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde
ve Akis, Yön, Devrim ve Toplum gibi dergilerde
çizdi. Özellikle Abdülcanbaz tiplemesiyle tanınan
sanatçının bu tiplemesi, tiyatro ve sinemada da
canlandırıldı ve 1991 PTT tarafından bir posta pulu
üzerinde resmedildi. Hayatı boyunca sayısız ödül
aldı. En son Cumhuriyet gazetesinde çizmekteydi. 10
Mart 2010 tarihinde aort yırtılması nedeniyle ameliyata alındı. Bu ameliyat sonrasında yoğun bakıma
kaldırıldı ve 11 Mart günü 01:30’da yaşamını yitirdi.
Kaynaklar:http://www.gazeteciler.com/turhan-selcukun-iz-birakan-karikaturleri-news13752.html
http://tr.wikipedia.org/wiki/Turhan_Sel%C3%A7uk
http://www.milliyet.com.tr/gule-gule-turhan-selcuk/turkiye/sondakika/13.03.2010/1210928/default.htm
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/14096570.asp
-34-
beni koyup koyup gitme/ne olursun
Attilâ İlhan
T. Mert Saygın
Kaybettiğimiz Mezunlarımız...
Ege Selçuk-Aysın Kadirbeyoğlu
Ocak ayında aramızdan ayrılan Şakir Eczacıbaşı, okulumuzun RC’49; Filiz Karabey Ofluoğlu
ise ACG’49 mezunlarındandır. Kendilerini rahmetle anıyor; RC ve ACG’49 yıllıklarından yaptığımız
alıntıları sizlerle paylaşıyoruz:
Şakir Eczacıbaşı
Yüzünden gülümsemesi
hiç eksik olmayan ciddi öğrenci,
kıyaslanamaz arkadaş- işte size
Şakir Eczacıbaşı. Hazırlıktayken
herkes tarafından sevilen çocuk,
şimdilerde bir son sınıf olarak daha
çok seviliyor.
Şakir gelecekteki mesleği
için biçilmiş kaftan- kimya
mühendisliği. Kimya çalışmayı ve
kimya laboratuvarında zaman geçirmeyi çok seviyor. Şakir her ne kadar bilim adamlığına yatkın olsa da,
zevkleri sözde “teknik zekalı” olanlardan farklılık gösteriyor. Neden? Edebiyattan ve güzel sanatlardan
fazlasıyla zevk alıyor. Boş zamanlarını Somerset Maugham’ın eserlerini okumakla geçiriyor. Aynı zamanda, her türde sporda da katılım gösteriyor.
Onu çok sevilen bir karakter yapan birçok erdeme sahip olan Şakir, mükemmel bir centilmen.
Hayatta başarılı olacağından eminim.
En sevdiği cümle: Hadi canım sen de...
Sevdikleri: spor, müzik, H2S kokusu, Turgut’u kovalamak
Hayat felsefesi: Zengin bir vitamin satıcısı olmak.
Filiz Karabey
Kibar, nazik, tatlı ve özverili
bir karakter olan Kızılay başkanı,
her zaman sorumluluk almaya
ve her fırsatta yardım et-meye
hazırdır. Kısa öyküleri ve modern şiirleriyle Filiz, arkadaşları
tarafından geleceğin umud vaad
eden edebiyat isimleri arasında
gösterilir. Gerçek bir realist gibi
görünse de, romantik yapısı gölge
gibi hep yanında olan arkadaşı Gönül’ün gözünden kaçmaz. Gönülden umuyoruz ki, sınıfımızın alçak
gönüllü, müziksever, konser takipçisi ve gerçek bir dost olan bu üyesi; geleceğini, şimdiki zamanda zorluklara göğüs gerebildiği ölçüde büyük başarılarla doldurur.
Sevdikleri: Yeşil, siyah, beyaz, barbunya fasulyesi, Bach’ın “Tocatta and Fuguq”, Debussy’nın
“Claire de Lune” eserleri ve Steinback.
Sevmedikleri: Tembellik, yalancılık, kereviz, sivilce ve papyon kravat
En sevdiği cümle: Gönül bu, yazı var kışı var.
Hayat Felsefesi: İyi ya da kötü diye bir şey yoktur, bunu düşünce belirler.
MARTI 2009-2010 2. Sayı
Yüksekten uçmanın tehlikesine rağmen
kulağımıza bir şeyler fısıldamak uğruna
bir kez daha yükseldi MARTI...

Benzer belgeler