Dünya yazıları Erol çankaya .indd
Transkript
Dünya yazıları Erol çankaya .indd
EROL ÇANKAYA Popüler Kültür ve Edebiyat Dr. EROL ÇANKAYA, Turgutlu Lisesi’ni (1973), Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi “İktisat ve Maliye” bölümünü bitirdi (1979). Aynı fakültede “Siyaset Bilimi” dalında lisansüstü ve doktora öğrenimi yaptı. 1985-87 döneminde The Polytechnic of Central London’da “kitle iletişimi” ve “medya” alanlarında öğrenim gördü. 1992’de A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “siyaset bilimi” dalında . kabul edilen doktora tezi, “Siyasal İletişimin Demokratik Topluma Etkileri”dir (A.Ü. SBF,1992). Eleştiri, araştırma ve incelemelerini Yeni Dergi, Birikim, Yazko Edebiyat, Sanat Olayı, Adam Sanat, Milliyet Sanat, Hürriyet Gösteri, A.Ü.SBF BYYO Yıllığı gibi dergilerle, Demokrat İzmir, Demokrat, Milliyet, Cumhuriyet gibi gazetelerde yayınlayan Erol Çankaya, Ana-Britannica ve Yurt Ansiklopedisi’nde “Kültürel Yapı” editörü ve araştırmacı / yazar olarak görev yaptı (198182). Manajans’ta “metin yazarı” olarak reklamcılığa başladı (1982-84). Merkez Ajans (Lowe/ Adam) ve Güzel Sanatlar/Saatchi & Saatchi gibi ajanslarda “kreatif direktör” ve müşteri ilişkileri koordinatörü olarak çalıştı, TRT Reklam Ödülleri başta olmak üzere çeşitli reklam ödülleri kazandı; kendi ajansı Eurocom’u kurdu (1995). Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve M.Ü. Kamu Yönetimi ile Beykent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde “siyaset bilimi”, “siyasal iletişim”, “uygarlık tarihi“ , “medya”, “reklamcılık” dersleri verdi (1992-2006).Yakın Doğu Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi öğretim üyesidir. Eserleri: *Köy Edebiyatı ve Toplumsal Değişme- Kökenleri - Etkileri - Geleceği ( Ders Notları, Yakın Doğu Üniversitesi 2012 ) * İktidar Bu Kapağın Altındadır - Gösteri Demokrasisinde Siyasal Reklamcılık. Boyut Yayıncılık, İstanbul, 2008) * “Atatürk Döneminde Edebiyat Dergileri”, A.Ü. SBF BYYO Yıllığı ayrı basım 1981 * Türkiye’de ve Dünyada Siyasal İletişimin Demokratik Topluma Etkileri, (AÜ SBF, Ankara ,1994,Yayımlanmamış doktora tezi.) * Cehennem Biziz, (şiirler, Bilgi Yayınevi, Ankara 1976) * Asıl Adı Gökyüzü (şiirler, Adam Yayıncılık,İstanbul 1985 ) * Kırık Hayatlar (TRT Ankara TV için 4 bölümlük dizi senaryosu,1985 ) YAKIN DOĞU ÜNİVERSİTESİ Nisan - 2012 (Yakın Doğu Üniversitesi öğrencilerinin “ders notu” olarak kullanımı amacıyla çoğaltılmıştır.) Bu kitabın hiç bir bölümü yazılı izin alınmaksızın hiç bir biçimde ve hiç bir yolla çoğaltılamaz ve dağıtılamaz. Kitapta ileri sürülen görüşler ve gerçeklere ilişkin ifadeler tamamen yazara aittir ve bu kitapta yayınlanmış olması bu görüş ve ifadelerin Yakın Doğu Üniversitesi tarafından benimsendiği anlamına gelmez. Editör, Kapak ve İç Tasarım: Murat Balta İsteme Adresi: Yakın Doğu Üniversitesi, Kitap Satış Birimi, Lefkoşa-Kıbrıs Tel: +90 392 223 51 79 - Faks: +90 392 223 51 79 E-mail: [email protected] Erol Çankaya Popüler Kültür ve Edebiyat YAKIN DOĞU ÜNİVERSİTESİ NEAR EAST UNIVERSITY İçindekiler 1) ŞİİR VE KİTLE KÜLTÜRÜ........................................11 GÜNÜMÜZDE SANATÇI VE TOPLUM...................21 ADALET AĞAOĞLU’NUN “İNCE GÜLÜ”.............31 BİR NOT: “ÖZGÜRLÜK”...........................................36 BİR ŞAİRİN OLGUNLUĞU.......................................40 CAHİT SITKI VE «OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ»..............46 CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRİ................................54 TOPLUMCU GENÇ ŞAİRE TUZAK.........................60 “FUENTE GRANDE”..................................................66 GAZETE FIKRACILIĞI.............................................70 “İNSANIN EVRENSEL GERÇEĞİ” YAZARLAR- YAZICILAR, V.S. HAKKINDA..........74 AKINCIOĞLU’NUN ARDINDAN.............................81 MAKİNALAŞAN TARIM VE VUKUAT VAR..........85 OKURUNU YARATAN ŞİİR......................................91 TÜRK HİKAYESİNE BEKİR YILDIZ’LA GELEN.......................................96 OSMAN ŞAHİN’İN ACENTE MİRZA’SI................109 SELİM İLERİ, ACININ ŞAİRİ.................................113 2) 1960 KUŞAĞI ÜZERİNE ........................................123 İSMET ÖZEL............................................................126 ATAOL BEHRAMOĞLU..........................................130 SÜREYYA BERFE....................................................133 “ŞAİRANE” ..............................................................137 ” SLOGANCI SANAT” SLOGANI...........................144 «TAHİR’LE ZÜHRE MESELESİ»...........................149 UNUTULMUŞ KİTAPLAR......................................154 CAHİT IRGAT’IN TÜRKÜSÜ..................................159 KÜLÜNDEN VAREDEN KENDİNİ........................167 ATTİLA İLHAN ŞİİRİ ÜZERİNE BİR NOT............172 ORHAN KEMAL - EKMEĞİN HİKAYESİ.............177 NAZIM ‘LA 3,5 YIL.................................................187 3) HAYAT MAGAZİNLEŞİRKEN................................195 SİSTEM – İDEOLOJİ – REKLAMCILIK................199 KİTLELERE ULAŞAN BİLİM.................................214 SANAT ALANINDA YENİ OLUŞUM.....................218 ENTELEKTÜEL MAGAZİNLERİMİZ....................222 İNSANLAR VE SANAT ÜZERİNE.........................228 HARBİ DELİKANLILAR ERKEK KARILAR........236 ANSİKLOPEDİSTLER!............................................241 1) EDEBİYAT VE KİTLE KÜLTÜRÜ ŞİİR VE KİTLE KÜLTÜRÜ Şiirden anlayanların pek fazla olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bunu ben söylemiyorum, herkes, büyük bir çoğunluğun kendisi söylüyor: «Ben şiirden anlamam» diyorlar. Kimisi bunu biraz ayıp, biraz utanılası bir şeyi itiraf etmenin yüz kızartısı ile söylüyor ya bakmayın siz; aslında onlar da bu sözü gerine gerine eden büyük çoğunluğun umursamazlığını taşıyorlar. Kimisi ezile büzüle «Ben şiirden pek anlamam da!...» diye kuruyor cümlesini, büyük çoğunluk ise «Amaan, şiirden anlamam ben» diye. Hepsi ise «şiirden anlamamak»da birleşiyorlar. Öyle söylüyorlar ki neredeyse, bu derin «anlamak» işiyle epeyce ilgilenip uğraştıkları, sonra da umutsuzluğa kapılıp bıraktıkları kanısına kapılabilirsiniz. Hani «matematikten hiç çakmam» diyenler vardır ya, onlar gibi mi yoksa! Buraya gelindiğinde Mayakovski’yi düşünmemek olası mı? Mayakovski’nin, «İşçiler Köylüler Sizi Anlamıyorlar. başlıklı bir yazısı vardır. Mayakovski işte bu yazısında kendilerinin geliştirdiği yeni şiire burun kıvrılarak yapılan suçlamaları karşılar. Şöyle diyordu Mayakovski: “Şimdiye kadar ‘Ne kadar akıllıyım, aritmetiği anlamıyorum, Fransızca’yı anlamıyorum, dilbilgisini anlamıyorum’ diye övünen bir kimseye rastlamadım. Fakat keyifle kullanılan ‘fütüristleri anlamıyorum* sözü on beş yıl yankılar yaptıktan 11 Erol Çankaya sonra sönmeye yüz tutarken daha coşkulu görülmeye başladı.” Mayakovski’yi ‘suçlayanlar hiç olmazsa, “işçiler köylüler sızı anlamıyorlar” diyorlarmış. Bu sözle en azından, okuru bir sorumluluğa çağırış var, ‘göreve’ yönelik bir uyarı söz konusu. Türkiye’de bu tip uyarılar elbette var ama şiirden anlamadığım söyleyenlerin büyük bir çoğunluğu bunu söylerken alttan alta şairi de küçümsüyor. Bu “anlamam” lâfı, sadece, anlamı ‘şairin karnında’ dizeler döktürüp okur kaygısı taşımayan bireyselci/bireyci şairler için olsa sorun değişik bir düzlemde irdelenebilir. Burada ise genellikle toptan bir suçlama söz konusu. Şu ya da bu anlayış filan ya da falan şairler değil, tümüyle şiir türü dışlanıyor, “şuara takımı” küçümseniyor. Anlamadığını söyleyenler de bunun nedenlerine eğilmeden rahatlayarak başka türlere yöneliyorlar. Öncelikle de romana. Roman türü en azından vakit geçirten bir okuma alanı, çok zaman öyle derinleşmek de gerekmiyor. Olayın akışına kendinizi kaptırıp gidiyorsunuz! Diyelim ki, en başta Nazım Hikmet çok anlaşılır bir şairdir. Orhan Veli öyledir, Ahmed Arif sözü hiç dolandırmadan imgeyi çırılçıplak sunan bir şiir kurmuştur. Yahya Kemal de ne dediği anlaşılan bir şairdir. Attila İlhan, uzak çağrışımlarla yürüyen şiirleri de olmasına ‘karşın sözünü açıkça ettiği bir çok şiiri olan, hatta çok zaman böyle olan bir şairdir. Bu örnekleri özellikle vermek gerekiyor. Çünkü “şiirden anlamam” diyen birçok kişinin bu “anlaşılır” şairleri de pek okumadıklarım kendi gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim. Yani anlaşılmayanlar,-salt Dada’cı, Gerçeküstücü bir şiirin peşinde olanlar, bir mantıksal önermede bile bulunmayan kesimin şairleri değil. 12 Popüler Kültür ve Edebiyat Bu tip şiir okuyucusu, şiiri roman, hatta çok zaman toplumsal bilimlere ilişkin bir yapıt gibi okuma yöntemi nedeniyle eleştirilebilir. Bu tür okuyucu için Nazım bir şair değil, belirli bir görevi yüklenmiş biridir; yazdıkları bu açıdan ilginçtir. Bu ‘misyon’un dolaysız ürünü olan şiirleri nedeniyle okunur ve daha çok da bunlar olur okunan dizeleri. O şiirin sadece belirli bir bildiriyi iletme amacıyla yazılmadığı, bu bildiri iletirken niye şiir türünün seçildiği, şiir türünün özgül sorunları üzerinde hiç düşünülmeden sözün düz anlamına eğilinir sadece. Buraya kadar olan kısım bu tip okurun durumuna, onun eleştirisine yönelikti. Gerçekten, bu nitelikte bir şiir okuru vardır fakat günümüzdeki şiir sanatının bulunduğu yerin ve şiirin işlevinin, etkinliğinin irdelenmesi bu kadarla kalamaz elbette. Bu garip ilişkinin sorumluluğu salt okuyucunun ‘cehaletine’ yüklenebilir, bu da kimilerini rahatlatabilir fakat bu biraz da kendimizi aldatmak olmaz mı? Şiirin bütün ‘yazınsal türlerin anası olduğu söylenir; bütün ötekiler süreç içinde şiirden çıkarak bağımsız bir tür olarak belirginleşmişlerdir. Yoksa, binlerce yıl önceki Yunan’dan, Girit uygarlığından, Mısır’dan bu yana bağrındaki birçok öğeyi öteki sanat türlerine vere vere giderek cılızlaştı da sonu mu yaklaştı yoksa şiirin? Sözgelimi içinde olduğumuz yüzyılda roman gittikçe öne çıktı. Bu yönsemenin modern burjuvazinin gelişmesinin bir ürünü olduğu da yaklaşık yüz yıldır iyice biliniyor. Romana olan bu belirgin ilgi ise roman türünde somut yaşantının dolaysız bir biçimde sergilenmesiyle açıklanabilir. Gerçekten de, roman türünün gelişkin kapital13 Erol Çankaya ist toplumlarda ayakta kalan son edebiyat türü olmasının nedeni, romanda, sanat sürecini oluşturan toplumsal ilişkilerin açık-seçik olarak görülebilmesine bağlanabilir. Öte yandan şiir türünde ise bunun tam tersi bir eğilim gözleniyor. Şiirin süreç içinde gittikçe toplumsallığın dışına düşerek fazlasıyla bireysel bir nitelik kazandığı görülüyor. Bizden bir şairin kendi durumuna ilişkin ilginç bir gözlemi bu nokta için yeterince açıklayıcı. Melih Cevdet Anday, yirmi yılı aşkın bir zaman önce içtenlikle şunları yazıyordu: «Beni birisi şiir yazarken yakaladığı zaman kıpkırmızı olup utançla doluyorum. Çünkü ben o anda çok özel bir iş yapıyorum». O anda yakalanmak bir işin engellenmesinden, vakit kaybından ötürü «kıpkırmızı» etmiyor şairi; bunun nedeni «işin çok özel» olması. Fakat yadırgatıcı olan da şu öte yandan: Bu ‘özel’ işini bitirdikten sonra ürününü yayımlatabiliyor, şiirini yayımlamış olmak yüzünü kızartmıyor şairin! Melih Cevdet Anday’ın içtenlikle söylediği durum herhalde başka şairlerin de başından geçmiştir. İşte şiirin böylesine ‘çok özel’ ola ola toplumsallıktan uzaklaşmasının, şiirin okurlardan kopuşunun ip uçîarını da barındırdığı söylenebilir. YÜZ YIL ÖNCE BATIDA... Türkiye’nin özellikle 1970 sonrası hızlanan kapitalistleşmesi Batı Avrupa ülkelerinde yüz yıl önce yaşanmış bir sürecin bizde şimdilerde ortaya çıkışını yarattı. Bundan yaklaşık yüz yıl kadar önce kitle kültürü ortaya çıkarken sanatçı da bir yol ayrımına gelip kalıyordu. Ya sanatsal olandan vazgeçerek kitle için üre14 Popüler Kültür ve Edebiyat tim yapan basit bir makine olacaktı sanatçı ya da kendi trajik yalnızlığının oluşturduğu kaosu yaşayacaktı, İlkini yeğlemesi kendisini okura ve dolayısıyla paraya kavuşturuyordu ancak sanat yapıtı değişim değeri kazanarak bir ticari meta olmaya indirgeniyordu. Kitle için üretim yapmak da elbette bir gün sonra sanat yapıtının niteliğinden fire vermesini gerektiriyordu. Bu gerekliydi, çünkü alıcı durumunda olan tüketici kitleler öyle fazla incesini arayacak yaratılışta kişiler değildiler. Sanat yapıtı daha çok boş zaman, leissure değerlendirme işlevini yerine getiriyordu. Bu nedenle bu ‘talep’teki beğeni ölçütü ‘arz’ edilen mal / sanat yapıtım da belirleyerek bu ‘piyasa’ya uygun bir malın üretimini getiriyordu. Bir kısım sanatçı bu boyunduruğa kafalarını uzatarak “tefrika romanları” yazmaya başladılar. Bunu kabul edemeyen, sanatın gerektirdiği estetik ölçülerinden, gerekli olan ‘sanatsal’lıktan ödün vermemeyi seçen birçok burjuva sanatçısı İse anarşistçe bir başkaldırıyı seçerek nihilizme varacak bir yola girdiler. Aynı yönsemeyi sözgelimi müzik alanında da görüyoruz. Bu türden bir yol ayrımı, sanayi devriminden başlayarak kır/kent dengesinin alt üst olduğu Batı Avrupa’daki müzikçilere de dayatılmıştır. O güne değin geleneksel müziğin kalıplarıyla yetinmiş olan köylüler kentlere akıp yerleştikçe kültürel açıdan da değişime uğrayacaklardır. Öncelikle, şehirli bu yeni kitlenin müzik ihtiyaçlarını karşılamak gerekmektedir. Kentle ve bu yeni yaşama biçiminin değerleriyle uyuşamayan fakat gerideki köy değerlerine de dönemeyen bu yeni kitleye uygun bir müziğin üretimi gerekmektedir. Bu noktada ise ağır iş koşulları altındaki yorgun ve ezik kitlelerin ‘tüketimi’ için farklı bir müzik türünün 15 Erol Çankaya ortaya çıktığı görülüyor. Tıpkı alkol ihtiyacı için, pahalı olan viskinin yerine Britanya işçilerine yönelik olarak, ‘cin’in piyasaya sunulması gibi! Folk kültürü ile seçkinci kültürün arasında -olan, bu iki kültürden de izler taşıyan fakat öte yandan ise bambaşka bir müzik olan bir tür: Operet müziği. Müzikte olsun, şiir ya da daha genel olarak edebiyat alanında görülsün temelde 19. yüzyıl başlarındaki Sanayi Devriminin yol açtığı bir olgudur bu. Sanat yapıtı, fazla incesini arayacak durumda olmayan, eğitilmemiş yorgun kitlelere doğru açıldıkça karşılığında bir şeylerini de bırakmaktadır. Öyle bir bıçak sırtı noktadır ki burası, «sanatsallığı’ öne çıkaran sanatçıların ürünleri daha çok vakit geçirtici, eğlendirici bir sanatın peşinde olan geniş kitlelerin ilgisini çekmemektedir.Kitleler bırakalım derinlemesine, hatta yüzeyden bile eğitilmemişlerdir; bu nitelikleri beğenilerini de -belirlemektedir elbet. Bir Baudelaire’nin içe kapanışının kaynağı budur. SANATIN YENİ İKİLEMİ Böylece sanatçı şu ikilemle karşı karşıya kalıyordu: Piyasanın bu yeni koşullarına uygun üretim yapmak ya da salt kendi sesine kulak veren bir sanatla izbe koridorlarda kalmayı göze alarak, yüreğini törpüleyip durmak. Bunda kuşkusuz şiirin kendi özgüllüğü, roman gibi okunamayışı da etkendi. Bu yürek törpülemesinin ne anlama geldiğini bir Baudelaire çok iyi biliyordu ve bunu yazık bir hayat pahasına, kendi hayatı pahasına öğrendi. Yine belirtilmeli iki bu adlar yalnız da kalmadılar. Bir yüz yıl boyunca, sanatçısının yüreğini törpüleyip du16 Popüler Kültür ve Edebiyat ran, şairine kan kusturan yıllar yaşandı. Burada siyasal baskılardan söz edilmiyor; çoğu zaman belki bir baskı da yoktu, hepsi özgürdüler, fakat piyasa kuralları içinde! Bir kısım şair bu amansız toplumsal yapıyla bağ kurmamayı seçerek kendi içine, o çok özel evrenine çekildi. Bu içe çekiliş, bir süre sonra kendi özel evreni, kendi bilincinin derinliklerinde ilerleyen şairin tıkanarak nihilizme varmasını doğal olarak yaratacaktı. Keats ya da Shelley olsun, uzlaşmamayı seçmş bu dönem burjuva sanatçıları ‘şiir ve sanata düşman’a düşman, kendilerinin de içinde olduğu büyük, kitleleri / yoksulluk ve acılara tutsak eden bu toplumsal yapı içinde kalmamayı seçerek ayrı bir dünyanın, münzevi şiir dünyasının içine çekilir. Bu yeni yol ayrımında burjuvazi, çıkışında taşıdığı özgürlük isteğini giderek bırakmakta, bu yönseme elbette sanat alanını da etkilemektedir. Birey olma güdüsü amansızca tahrik edilen birey-şair kapandığı özel evreni içinde bu toplumsal düzeni kargışlayarak ona meydan okumaktadır. Bu nitelikteki sanatçının yazdığı şiir elbette karşılığını bulamayacak, yazdığı şeyler ise sokaktaki adamı hiç mi hiç ilgilendirmeyecektir. Bu umutsuz ve özünde bencil bir nitelikteki içe kapanış doğal olarak süreç içinde kendi çürümesinin tohumudur; daha doğru bir deyişle ise kökleri topraktan çıkartılmış bir bitkinin kaçınılmaz sonunun başlangıcıdır, umutsuz bir kaçıştır. Umutsuzdular çünkü umudun maddi temellerinin bulunmadığı bir dönemde yaşıyorlardı. Kargışladıkları yapı içinde insanlar birbirlerinin kafasına gözüne basarak tırmanma savaşı veriyor,- hayat, düşeni yemenin kanun olduğu bir kurtlar sofrasını andırıyordu. Önemlisi ise, 17 Erol Çankaya bu ‘kanun’u yürürlükten kaldıracak olanların da, bunun yolunun da açıklıkla ‘henüz ortada bulunmayışıdır. Bu özellik o dönemdeki bu derin ve yaygın umutsuzluğun kavranmasını kolaylaştıracak önemli bir etken. Süreci birkaç satırla sonuna vardıralım: Bu pazar düzenini horlayan, bunu aşağılayan ‘soy’ sanatçı ne yapar? Zorunlu olarak gereksinim de duyduğu pazarı kendi ‘getto’su içinde oluşturarak kendi piyasasını korumaya yönelecektir. Şiirlerini bastırmıştır, bu işlem de o küçümsediği, hep dışında ‘kaldığını zannettiği piyasa ekonomisinin içinde bir süreçle gerçekleşmiştir. Belirli bir maliyetle basılmış kitabının satışı için de bir pazar gereksemesi içindedir. Şairin ‘piyasa’sı o küçümsediği pazar düzeni içinde olamayacağına göre kaçınılmaz olarak kendi ‘seçkin’ çevresi adaydır bu yere. Bu küçük ‘seçkin’ çevre içindeki kalabalık sanatçı kümesi zaten az olan ‘seçkin’ okurun dikkatini kendi üzerine çekebilmek için biçimsel yenilikler peşinde koşmaya başlar. Birbiri arkasına patlayan moda akımlar yaratılmaya başlanılması da bu işte önemli bir yöntemdir: toplumsal sağırlığın bu yolla yırtılacağı da umulabilir. Böylece, kabaca özetlediğimiz bu sürecin, burjuva yenilikçi sanatındaki özde tümü de birbirinin aynı içleme sahip olan her türlü modernizmin, açıkça ‘absurd’e varan arayışların verimli toprağı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Günümüzde ise her şeye karşın durumun çok farklı olduğu söylenebilir. Günümüz şairi hâlâ W. B. Yeats’i onaylayan bir biçimde asıl savaşın “ insan blincinin derinliklerinde” olduğunu söyleyip bu 18 Popüler Kültür ve Edebiyat derinleşmeden bir ‘medet’ umabilir. Toplumsallıktan alabildiğine yalıtılmış bir bilincin tepkilerinden, çok zaman nevrozlu bir bilincin gerçeği ters yüz ederek algıladıklarından, mutlaklaştırılmış bir bilince doğru derinleşmekte bir çıkış yolu görebilir. Her şeyini yadsıdığı bu toplumsallıktan kaçarak ‘insan yalnızdır’a kadar vardırır ‘protesto’sunu. Bu noktada ise herhangi bir ‘bağ’ı da reddetmektedir. Umutsuzdur çünkü topluma karşıdır, umutsuzdur çünkü yarını kuracak olan güçleri görmezden gelmektedir. Bu nedenle ‘yarınları’ yoktur. İlişkilerin çürüdüğünü görmekte fakat dirimsel nitelikte olanın adını koyamamaktadır. Böylesi bir noktaya gelindi miydi, genel olarak dünya ya da Türkiye ölçeğinde, umutsuz olmak için, bunun ‘felsefesini yapmak için günümüz dünyasında gerekçe olmadığı, bu gerekçelerle gelenlerin ağıtlarındaki sahtelikler mutlaka belirtilmelidir. Eluard’ın söylediği gibi, “gecenin hiçbir zaman tam olmadığı, en umutsuz karanlıkta bile ışığın var olduğu” mutlaka belirtilmelidir. Gerekli olanın, bunu görebilecek bir bilinçlilik olduğu da eklenerek... Bu sorunlar çözümlenmeden herhalde uzun yıllar birçok şair ‘anlaşılmayacak’, çok insan da, «ben şiirden anlamam» demeyi sürdürecek. Mayakovski andığım yazısında şunları da ekliyordu: «Basit bir ‘anlamıyorum’ sözü bir yargı değildir.» Benim ‘anlayamadığım’ ise kimilerinin çok açık bazı olguları nedense hâlâ anlayamamış olmaları. Henüz dolaysız bir biçimde Türkiye’ye ve son 19 Erol Çankaya yollarda kültür alanında beliren olgulara değinememiş olmakla birlikte şimdilik şunu da belirtmek gerekiyor: Az önce belirttiğim ‘çözümleme’ ise öznelliği aşan bir nitelikte ve bu ‘çözüm’ toplumsal düzeyde dönüşümlerin yaşandığı koşullarda mümkün görünmüyor. Yaşantı Dergisi, Mayıs,198 20 GÜNÜMÜZDE SANATÇI VE TOPLUM Samir Amin, kapitalizmin bir inkar momenti, kullanım değerinin, dolayısıyla kültürün ve farklılığın inkarının momenti olduğunu söylediği “Sosyalizmin Işığında Kültür Üzerine” adlı makalesinde, bu inkarı açıklıkla kavramamızı sağlayan çelişkilerin sistemin merkezine oranla çevrede daha belirgin olduğunu belirtir. Samir Amin’e göre bunun nedeni, kapitalizmin çevre ülkelerdeki gençliği ve insani değerlerin bu ülkelerde bütünüyle unutulmamış oluşudur. Aynı makalede, Amerikan dilinin İngilizce’nin yoksulaştırılmış bir biçiminden başka bir şey olmadığının altını çizerek, Kuzey Amerika’daki egemen kapitalist yapının, duyguların değişik nüanslarının karşılanması ihtiyacı sözkonusu olmadığı için, dilin de buna uyarlanarak, bu nüanslardan yoksun duruma düştüğünü söyler. Daha 1848 yılında yayınlanmış bir kitapta şu satırlar vardı: “İktidarı ele aldığı her yerde burjuvazi, feodal, pederşahi, duygusal ilişki olarak ne varsa hepsine son verdi. İnsanı ‘doğal efendilerine’ tutsak eden karmaşık feodal bağları hiç acımadan kopardı ve insanla insan arasında soğuk çıkar ve ‘peşin ödeme’den başka bir bağ bırakmadı. Burjuvazi, kişisel değeri bir mübadele değeri haline getirdi ve bin bir güçlükle elde edilmiş sayısız özgürlüklerin yer21 Erol Çankaya ine o biricik ve acımasız özgür ticareti koydu” Genel olarak kapitalizmin yarattığı insana karşı olan toplumsal yapının bu niteliğinin saptanmasından ya da “Artı Değer Teorileri” ndeki ifadeyle, “kapitalist üretim kafa emeğinin bazı dallarına, sözgelimi şiire ve sanata düşmandır” denilerek sanatın bu toplumsal ekonomik yapı içindeki çürümeye yazgılı yerinin vurgulanmasından beri sanat ve kapitalizm ilişkisi yaygın bir biçimde biliniyor ama Samir Amin’in Amerika dili üzerine olan gözlemi gene de ilginç: “Burjuvazinin yarattığı, daha doğrusu bozuşturduğu toplumu ve insan özünü olabildiğince yalın bir biçimde görebilmeyi sağlıyor.” Oysa burjuvazi, tarihte devrimci bir rol oynadığı dönemde feodalizme karşı savaşırken, Orta Çağ kalıntısı teolojik inançların yıkılıp bunların yerini materyalist düşüncenin öğelerinin almasını sağlamıştı; bir Rönesans kültürü olan Hümanizma idi kendi kültürü. Ulusal kültürün içinde nasıl, gerici öğelerin varlığına karşın ilerici-demokratik bir kültürün öğeleri bulunabiliyorsa, Hümanist kültürün içinde de farklı iki kültüre temel olabilecek öğeler de bulunuyordu. Burjuvazinin feodalizmi tasfiye sürecine paralel olarak, tutuculaşması ve giderek de gerici bir konuma kaymasından sonra burjuva hümanizminin ayrışma süreci başladı. Bu kültürün bir kısım öğeleri işçi sınıfı düşüncesine geçerken başka bir bölümünün de burjuva düşüncesini oluşturarak önce tutucu, giderek de gerici bir içeriğe büründüğü görüldü. Hümanist düşüncenin ütopik sosyalizme varan kesimi kapitalizmin yarattığı toplumun insana karşı olan, kendi hümanizmlerine karşı olan niteliğini görebiliyorlardı. 22 Popüler Kültür ve Edebiyat Fark edemedikleri ya da bunu istemedikleri şey; bu toplumsal yapının ortadan kaldırılabilmesi için nelerin gerekli olduğu, bunu hangitoplumsal dinamiğin sağlayabileceğiydi. Başka bir deyişle, bu karşı çıkışlarını işçi sınıfı düşüncesiyle bütünleşmeye, kadar vardıramadıkları için konumları işte bu modern sınıfın düşüncesine göre geri bir nitelik kazandı. Bir başka kesim ise kapitalizme karşı olan bu karşı çıkışlarını sistemin sorunsalının dışına vardırarak ‘bilimsel’ bir kimlikle müdahale imkanı kazandılar. Peki, bu süreçte, burjuvazinin yarattığı hastalıklı toplumsal yapı içindeki sanatçılar, bu yöneliş karşısında nasıl bir tutum takındılar? Burada, önceleri, başlıca iki ayrı biçimde tavır alış görüyoruz. 19. yüzyılın başlarında ortaya çıkan sentimantalizm, hayatın ve -dolayısıyla— sanatın bu tecimselleşmesine edilgin tarzda boyun eğerken, potansiyel muhalefet kitlelerini sistem açısından zararlı olmayan bir alan içinde tutma işlevini görüyordu. Kitlelerdeki, ‘sistem’e yönelmesi muhtemel tepkilerin zararsız bir yöne kanalize edilmesi sağlanıyordu bu yolla. Günümüzdeki popüler kültüre kaynaklık eden ve temelde bütün ana çizgilerini barındıran bu anlayış, kapitalizmin alt-üst ettiği “anarşik” toplum yapısı içindeki kitlelere sahte umutlar, kaçış olanakları yaratmaktaydı ve bir anlamda “kaçış kültürü” diye de adlandırabilirdi. Bu yönelişin, çeşitli biçimlerle oldukça etkin bir güdülemeyi günümüzde de sürdürdüğünü belirtmek gerekiyor. Yaratılan bu tecimsel dünyayı ve özellikle “şiirin ve sanatın” tecimselleşmesini gören “soy” sanatçı tavrı ise bu 23 Erol Çankaya yönelişe “direnme”dir. Bu türden burjuva sanatçısı elbette ki burjuva düşüncesiyle dolaysız bir bağ ve bütünleşme içinde değildir. Burjuvazi, bütün insani değerleri vitrinlerde sergilerken duyguları bile metalaştırarak bir tüketim nesnesine indirgerken sanatçı kala kala “kendi piyasa özgürlüğü”yle başbaşa kalmaktadır. Belki de en önemlisi daha gerilere gidilirse- feodal dönem-deki ayrıcalıklı yerini yitirirken, bu koşulları yaratan güçlerle doğal olarak uzlaşamıyacak, ona karşı çıkacak ama bu karşı çıkışı “mağrur” bir lanetleme tavrının ötesine geçemiyecek”tir. Edilgin ve umutsuz bir nitelikte olacaktır bu karşı çıkış. Edilgin ve umutsuz olacaktır çünkü geleceği yoktur ve geleceği kuracak olan toplumsal dinamik belirtileri olsa da bir alternatif olma ölçüsünde henüz ortaya çıkmamıştır. Bir yerde “zorunlu” olarak kendi iç dünyasına çekilen sanatçı yine zorunlu olarak iletişim kuramaması nedeniyle modernizme yönelecek, yenilik amacıyla bu iletişimsizliği daha da artıracaktır. Günümüzdeki burjuva sanatçısı ise çok farklı bir dünyada yaşadığının farkında değil gibi. Biraz önce değinilen ve en üstün ürünleri bir Baudelaire’ce ortaya koymuş edebiyat anlayışını günümüzde de sürdürmenin mümkün olabileceğini ve bunun da ilericilik olduğunu iddia eden birçok sanatçı var günümüzde. Yani yaklaşık yüz elli yıl sonra; Geleceği kuracak olan toplumsal dinamiğin nitelik olarak da güçlü, işçi sınıfı düşüncesinin ışığında yazılmış, sosyalist gerçekçi edebiyatın birçok üstün ürününün “klasik” olduğu bir dünyada.... Günümüzün koşullarını bir daha hatırlayalım. Bir yandan kitle kültürü adı altında geniş bir yaygınlık ve etkinlik kazanmış iletişim araçlarıyla sürdürülen sistemli tahribat, bir diğer yandan da es24 Popüler Kültür ve Edebiyat erinin meta durumuna, indirgenerek değişim değeri kazandığını gören sanatçıya dayatılan acılı ikilem.. Sanatçı onuruyla bağdaştırabildiği takdirde, yani sanatsal yaratının metalaşmasını kabul, ettiği taktirde kitle kültürünün bir parçası olarak üretimde bulunabilir, ama o zaman da “sanatçı” niteliğinin yittiğini kendisi de görebilecektir. Burjuva sanatçılarının pek çoğu bu dünyayı küçümser, sanatın tecimselleşmesine tavır alır ve iletişimsizliği seçerek kendi içine kapanır. Bencil bir nitelikte olan bu içe kapanış bir süre sonra giderek umutsuzluğa, çürümeye vardıracaktır kendini. Sanatın gerektirdiği estetik yapıya ulaşabilmiş, teknik açıdan yetkin bir nitelikteki çağdaş burjuva sanatçıları hiç bir zaman burjuvaziyle dolaysız bir bağ içinde değildirler ama bu yapıyı lanetleseler de karşı çıkışları sistemin sorunsalının dışına çıkamamaktadır. Başka bir deyişle söylenecek olursa, kendisine sunulan dayatılan bir alanın içinde özgürdür; bu sorunsalı aşamaz Bu nedenle, bir Varoluşçularda görüldüğü gibi edilginliğin, hiçliğin, umutsuzluğun sözcüleri durumuna gelirler. Yarınları yoktur çünkü yarını oluşturacak olan toplumsal almaşığı görmezler değil, görmek istemezler. Geleceği kuracak olanı gözardı etmek işlerine gelmektedir. Burjuva «düzenin açık bir sözcülüğünü/savunuculuğunu yapanların çağdışı olmuş yanlarına karşılık bu türden ‘uzlaşmaz” sanatçılar ‘ çağdaş gerici’ bir niteliktedirler. Evet, kabul etmek gerekirse hiç biri kalkıp da sistemin savunuculuğunu yapmaz, sistemle dolaysız bir bağ içinde değildir ama önerdikleriyle, aynı olumsuz konuma çıkmaktadırlar. Ama bu 25 Erol Çankaya karşı çıkış’ları, bu tavırları, özünde sadece, kapitalizmin bir “inkar momenti” olmasınadır; karşı oldukları şey burjuvazinin kültürü inkar etmesidir. Sadece bu! *** Günümüz insanı meta ekonomisinin gelişimine paralel olarak yabancılaşmış, özerk alanını yitirmiş insandır, donandığı sahte bilinçlilikle mutluluğu ve özgürlüğü her şeyi bir tüketim nesnesi olarak görüp peşinden koşmada bulan insandır. Yaygınlaşmış kitle iletişim araçlarının ördüğü “fantazmagorya” içinde olup bitenin farkına varamıyan ya da mutluluğunu bilinçli olarak bir “fantazya” dünyasında arayan günümüz kapitalist toplum bireyi, ve sanatçılar. Burjuva sanatçısı, yitirdiği “özgürlüğünü ve insani öz’ünü toplumsal ilişkilerin niteliğinde arayacak yerde bilincinin derinliğinde bulmaya kalkar. Oysa, dış gerçekliğe, toplumsal ilişkilerin niteliğine biraz eğilmesi bile çok şeyi değiştirecektir ama yapmaz bunu. Kapitalizmin yarattığı insanlık dışı toplumun değerlerine karşıdır; kültüründen derin bir nefret duyar, çürümenin ilişkilerini görür ama ilişkilerin dirimsel olduğu almaşığı nedense hep unutmaktadır! Sızlanıp durduğu yozlaşmanın nedenini insanın ilişkiler içinde tuttuğu dolaysız yerde ve bu ilişkilerin niteliğinde arayacak yerde, çabasını “hakikat” te sözkonusu toplumsal ilişkilere ait olan ama bundan yalıtılmış bir biçimde eğildiği içtepilerin ve mutlaklaştırılmış bir bilincin üzerinde yoğunlaştırır. Horkheimer / Adorno’dan yararlanarak bu tür sanatın kitlelerin izleyemediği ve ancak seçkinlerin yararlanabildiği bir sanat olduğu söylenebilir. “Bu yararlanma da, diğer kültürel edimler ve etkinlikler gibi, 26 Popüler Kültür ve Edebiyat bugünkü toplumsal formasyonların temelini oluşturan yabancılaşmış emeğe, özel mülkiyete ye kurumsallaşmış toplumsal farklılaşmaların sürdürülmesine yaramaktadır.” Eskinin yerini alacak olan dirimsel almaşığı sürekli olarak görmezden gelir, giderek içine doğru, bilince doğru derinleşmeyi seçer. Burjuva toplumunun değerleriyle ve bu yapıyla açık bir tarzda uzlaşmayan, hatta bu değerleri lanetleyen tavrı yalınkat bir bakışla “ilerici” bir nitelikte bile görülebilir ama umutsuzluğu, edilginliği önerisi ile tutucu ve güya hiç de hoşnut olmadığı bu yapıyı ortadan kaldıracak tek toplumsal sınıfın düşüncesini sürekli gözardı etmesi çoğu zaman onu da horlaması ile vardığı yer nedeniyle gerici bir niteliktedir. Yani bu modern sınıfın ölçütüne göre gerici bir niteliktedir. İşte aynı nedenledir ki, burjuva aydınlanmacılarının eliyle parlak ürünleri ortaya koyulmuş bir burjuva hümanizminin geleceği de olmamıştır ve eninde sonunda, “taraf” olmak zorunda kalmıştır. Aslında bu nokta, küçük burjuva çevrelerinin çürümüşlüğünü ya da burjuvazinin tarihseltoplumsal tükenmişliğini salt eleştirel bir biçimde betimlemenin “ilericilik” olduğu yanılsamasından kurtulamamış bütün burjuva sanatçılarını irdelemede önem kazanıyor. İşçi sınıfının dünya görüşüne varamamış burjuva sanatçısının eleştirisi, sistemin çerçevesinin içinde ve çarpık bir doğrultuda olur. Özgür iradesiyle davrandığı “zehabında” ki sanatçı, herşeyin metalaştığı bu ilişkilerden kaçarak mutlak bir nitelikte gördüğü bilincine sığınarak içine kapanır,hakikati ele geçirebilmede bu içtepilerinden yarar umar. Bu yöneliş sonunda kendisinin mistikleşmesini, donandığı sahte bilinçlilikle 27 Erol Çankaya gerçekliği çarpık bir tarzda algılamasını getirecektir. Ve sonunda burjuva sanatçısı bu “protesto”sunu “insan yalnızdır” anlayışına kadar vardıracaktır. Sözgelimi, çağdaş Amerikan şairlerin den Ginsberg’in yer yer “protesto” nitelikli başkaldırıcı şiiri, “beatnik felsefesi” ne kadar “başkaldırıcı”ysa o ölçüde “uzlaşmaz” ve “isyankar” dır. İsyankar olan, ama sonunda mistikleşen, sistemin sorunsalının dışına çıkamıyan, geleceği kuracak olanı görmezden gelen, en çok biraz “haşan” bir isyankârlıktır bu. Şiirr ‘uzlaşmaz’lığa çağırır okurunu ama, önerisi kokain, marihuana, pasifizm ve Katmandu yollarıdır… Gandi tavrı gibi bir şeydir bu uzlaşmazlık ve “savaş değil aşk yap” sloganı kadar da “barışçı” ve “tehlikeli!” Ginsberg’in, “yapılacak tek şeyin, Beyaz Saray ile Kremlin’e uyuşturucu madde temin etmek, Başkanları televizyonda çırılçıplak göstermek” olduğu yolundaki “fantastik” görüşlerinde derin anlamlar bulup, dehşetengiz radikallikte yorumda bulunacaklar çıkabilir ama bunlar sorunun temelinde yatan toplumsalı ilişkiler ağını gözardı eden, en hafif deyişle ifadesiz şeylerdir. Samir Amin, andığım yazısında bir soru yönelterek, Niye Detroit’teki işçinin sorununa Hippi hareketi değil de “Kültür Devrimi” bir cevap verebiliyor?” diyordu. Başka bir şiirinde ise şöyle yazıyordu, Ginsberg: “Benim şiirimin, kimin kime ateş etmesi gerektiği konusundaki materyalist önerilerle hiç bir ilgisi yoktur Birey düş gücünün gizleri bir başka deyişle koşullara sığmayan can böylesi bilinçlilikler için satılığa çıkarılmamıştır. “Evrenin gün gelip yeni bir çiçek olacağı zaten biliniyor ama bunu, kokainle, LSD ile tütsülenmiş bireyin ve düş gücünün gizleri28 Popüler Kültür ve Edebiyat ni materyalizme reddiyeler düzerek araştıran “satılığa çıkarılmamış” bir bilinçlilikle sağlanamayacağı ortada. Burjuva sanatçısı, dış gerçekliği toplumsal ilişkileri görmezden gelir ve bu gerçekliğin belirlediği içtepilere, içgerçekliğe doğru yöneldiğinde, mutlaklaştırdığı sevgi, arkadaşlık, ahlak vb. ilgi gibi değerlere saplanıp kalarak, tükenerek, kapitalizmin özünde varolan bireycilikle başbaşa kalarak, boğuntuyu, umutsuzluğu, edilginliği, söyleyecektir. Söylediği şeyler dönemin hakim düşünceleridir. Çürümeyi görse de, sürekli bunu vurgulasa da, bu çürümüş yapıyı ortadan kaldırıp yeni bir toplumsal yapıyı kuracak olan işçi sınıfı düşüncesine varamamış olması ya da bu geleceğe inançsızlığı umutsuz kılmaktadır onu. Bir yerde, yazmasının da bir anlamı kalmamıştır artık. Burjuva sanatçısının çıktığı yerin niteliği “ilerici” olabilir ama ilerici olmanın da bir sınıf ölçütü vardır. Sistemin kendisine sunduğu sorunsalın dışına çekilmemesi bir süre sonra zorunlu olarak tutuculaşmasını getirecektir çünkü kapitalizm “kültürün inkarı”dır: Sanatçısına tecimselleşmeden başka bir hedef gösterememektedir. Bu nedenle sanatçıya bu kültürden koparak başka bir kültüre geçecek ya da —eninde sonunda “taraf” olma kuralına bağlı olarak- burjuva düşüncesini savunur, bu egemen ideolojinin sözcülüğünü yapar bir duruma düşecektir. Neden söz ettiğim, hangi ölçütleri kullanmamız gereğini vurguladım sanırım, biraz da olsa böylece açıklığa kavuşuyor. Son olarak Brecht’den bir kaç satır alıntılanabilir: “Yalnızca kapitalizmin insanı 29 Erol Çankaya insanlıktan çıkaran tutumunu yansıtan, yani yalnızca insanın ruhsal açıdan yoksullaşmasını anlatan roman yazarları gerçeğe yaklaşamazlar. Kapitalizm, insana karşı olduğu gibi, barbarlığa karşı verdiği sıcak savaşta insanın yanında da görünüyor” Demokrat, 1980 Şubat 30 ADALET AĞAOĞLU’NUN “İNCE GÜLÜ” Adalet Ağaoğlu önceleri oyun yazarı olarak biliniyordu. Cumhuriyet kuşağı diye nitelenen kuşağı irdelediği kitabı Ölmeye Yatmak’la başladığı ,yeni açılım, Sait Faik Ödülü’nü kazandıran hikâye kitabı Yüksek Gerilim’le ilginç bir konuma getirmişti kendisini. Bu açıdan, yazdıklarını kendi hesabımailgiyle izlediğim yazacaklarını da merak ettiğim bir yazardı Adalet Ağaoğlu. Fikrimin İnce Gülü”, çıkar çıkmaz okuduğum bir roman oldu bu nedenle. Roman şu satırlarla başlıyor: “Sürücüsüne göre bal rengi olan Mercedes,sabırsız,nerdeyse son bir atılımla hızlandı. Bulgar çıkışını geride bırakıp girişe yaklaştı. Orada yavaşladı.”Almanyacı” Bayramın M HU 617 plakalı arabasıyla Kapıkule sınırından yurda girişiyle başlıyan roman 325. sayfada Bayram’ın, köyü Ballıhisar’a birkaç km. kala girdiği çaresiz bocalamalar, kararsızlıklar arasında bitiyor. “Hiç bir yolun ucunda, kimse Bayram’ı” beklememektedir. Ben kitapta bir “İnsan Manzaraları” havası sezdim bu kurgusu nedeniyle. Nasıl Manzaralar’da Haydarpaşa Garı’ndan kalkan sürat katarının yolculuğu ekseninde o dönem insanlarından yola çıkılarak o dönem toplum yapısının bir panoraması verili yorsa, Ağaoğlu’nun kitabında da 1974 Türkiye’sinden insan 31 Erol Çankaya manzaraları var. Türkiye’nin etraflı bir panoraması, insan ve toplum yapısının görüntülenmesi. Kapıkule’den girişle başlayan insanlar, 12 Mart artığı Vedat Nuran hanım,ona armağanlar vererek işlerini yaptırmak isteyenler, “Almancı”lar TIR şoförleri,Almanya özlemleri içindeki trafik polisleri , gümrük memurları,köfteciler, Bayramları gördükleri zaman “işte bir tane daha” diye dudak kıyısından gülenler, Mercedes’li bir Bayram bulmayla hayallere kapılan manikürcü Ayfer gibileri, geri ye dönüşlerle verilen askerlik anıları, 12 Mart, Almanya’daki bilinçli işçiler, Bayram gibileri..Ve ötekiler, hepsi de bu panoramayı oluşturan öğeler. Adalet Ağaoğlu’nun, olsa olsa bir uzun hikaye (nuvel) olabilecek bir konudan usta işi bir roman çıkarması üzerinde durulması gerekli bir başarı oluyor bence.Aslında hikaye basit,her gün gazetelerde rastlanır türden. Sentetik hasırdan yapılma tepesi tüylü deniz yeşili şapkasıyla “Franz Lehar “ yazılı kırmızı gömleğiyle,üzerine titrediği arabasıyla tipik bir Almancı ! Görenlerin alayla, “işte bir tane daha” dediklerinden yani. Bizimkisi (Bayram ) askerliğinin son günlerini 12 Mart sıkıyönetimin ilk dönemlerinde yapmış.Tutuklular la, dövülmüş gençlerle, kaçakçılarla karşılaşmış Diyarbakır Siirt İlleri Sıkı Yönetim Komutanlığı emrindeki askerliginde. Sonra Ankara’daki dolmuş şoförlüğü. Sonra ver elini Almanya. 3 yıl kalış ve yaşanmadan geçirilmiş yılların ürünü arabası Mercedes’le cakalı bir dönüş yurda,yaz tatili için. Bin bir ihtimam gösterilen, üzerine titrenilen “nikahlısı” bir araba. Balkız! Bu uygun düşecek mi bilmiyorum ama ben Orhan Kemal’in “Murtaza”sıyla Adalet Ağaoğlu’nun “Bayram”ını değişik bir düzeyde toplumsal olan32 Popüler Kültür ve Edebiyat da bağıntılı gördüm. Aralarındaki önemli, nitelikli ayrımı unutmadan ama. Bir kere Murtaza da Bayram gibi cahil ama “dürüst” biri. Çalışma saatinde uyuduğu için ölümüne neden olacak biçimde kızına bile vurması,çevresinin “yağcı”lıkla nitelendirecekleri biçim de “velinimeti” sayması patronunu “vazife aşkı” patron yağcısı olarak görülmesi hep bu “dürüst”lüğünden. Bu “dürüst”lüğü içten Murtaza’nın hiç bir artniyet taşımıyor davranışlarında, bu nedenle görmüyor gözü evladını “demi yor ciğerparem”! Bayram da cahil ama “gözü açılmış” biraz Almanya’da. Bireysel çıkarı için yapmıyacağı şey yok Bayram’ın. Köylüsü İbrahim’in Almanya işini köstekliyerek yerine kendisinin gitmesinden tutalım, Almanya’daki davranışlarına orda ki işçilerin arasında “Kedi boku” diye nitelenen, her şeye kayıtsız tavrına değin bu böyle. 12 Mart dönemindeki askerliğinde, tutuklu bir yedeksubayın kendisinle konuşmasına izin vermediği gibi tutup “müzevir bir ilkokul öğrencisi gibi” ihbar” eder komutanına.O’nun tek amaçı vardır: Fikrînin ince gülü!. Bir fikirde iki ince gül olmayacağını söyleyip seçme yapmasını isteyen Kezban’ı bile terkeder, amacı olan Mercedes için. Mercedes’ini köyünün ortasına çekip “caka” satmaktır bütün amacı.”Arkadaşlarına kendini göstermek. Onları yenmek. Kezban’ın önünde sırtına yediği taşın acısını çıkarmak için uzun ve ağır çalışıyor. Bayram. Sağında solunda nelerin olup bittiğine bakmadan. Ford’la gelen adama nasıl elpençe durdularsa bana da öyle duracaklar. Görür onlar!...”(S.322) Bayram, bir toplumun değişim süreci içinde ortaya çıkmış,o tüketim toplumunun kapitalizmin “tüketim” değer yargılarıyla oluşmuş bir “yeni insan” bir yeni Murtaza. Murtaza’dan Bayram’a gelen çizgi aslında 33 Erol Çankaya bir yerde toplumumuzun değişim grafiğini göstermesi açısından önemli. İnsanımızın yabancılaşma içindeki dramı. Murtaza için önemli olan yanlarki başka bir toplumun insanıdır Murtaza -onur,erdem dürüstlük gibi kavramlar Bayram’da işlevini yitirmiştir artık. O başka bir toplumun oluşturduğu insanın prototipidir bir yerde. “Yolunu bilene helâl olsun” denilen bir toplumun. Buraya gelindikte şu soru da sorulabilir: Bayram mıdır bizim insanımız? Gibilerinden bir soru. Yukarıdaki yargılarda bulunurken genelleştirme amacını gütmüyorum ama,, böyle bir insanın zorla varedildiği ya da bu toplumun değişim süreci içinde böyle bir insan’ın ortaya çıktığı, insanımızın Bayramlaştırıldığı da önemli ve yadsınamayacak bir gerçek. “Bayramlaştırılmaya “ karşı koyan, direnen insan yok mu? Var tabii..Vedatlar, Hıdırlar, Numanlar, Rıfatlar gibi. “Bayramlaşmayan” “71-73 arası memlekette eceli gelmeden ölenlerin sayısı kaç?” diye soru soranlar, “Çok olunca akılda tutu lamı yor” deseler bile, oturup birbiri ardına adlar saymaya başlayanlar yine de var “Alamanyalarda.” Bayram’ın, Sivrihisar önündeki geniş dört yol ağzındaki sonu “Bayramlaşanların”da sonu bir yerde. “Köyünün Dibinde” ama “yalnız ve yabancı”dır Bayram.”Kendisini bu Mercedes içinde bu Bayram olarak görmekten kıvanç duyacak tek kişi düşünemiyor. Şimdi ne yana sapmalı? Yarın ne yapacağım?” Bu soruları sorup çare -sizlikler içinde bocalayan biridir artık Bayram. Bayram’ın büyük dramı “Bayramlaşma”dır aslında, sorunun çözümü de “Bayramlaşmaya” karşı koyup koyamamada yatıyor. “Fikrimin İnce Gülü”nü okurken sürekli, Ankara Sanat’ın unutulmaz oyununu “El Kapısı”nı hatırladım. Kitabın daha ilk sayfalarında “Almanyacı” kompozisyo34 Popüler Kültür ve Edebiyat nunu ve öteki “Almanyacı”ları nasıl görür gibi olduysam, öyle sanıyorum ki artık her yaz transistörlü radyosu, tüylü şapkası,arabasıyla bir ‘”Almanyacı” gördüğümde Adalet Ağaoğlu’nun Bayram’ını hatırlayacağım. Hiçbir yolun ucunda, kim senin kendisini beklemediği “Bayramlaşmış” biri olmamasını dileyerek ama... Politika Gazetesi, 14 Mart 1976 35 BİR NOT : “ÖZGÜRLÜK” Özgürlük kadar pek az kavram var ki her dönemde genel İlgiyi üzerinde ve canlı tutmuş, farklı spekülasyonlara konu olmuş olsun. İnsanı İnsan yapan temel İnsani özelliklerden önemli bir öge olmasının ve bu niteliğinin getirdiği İstismara yatkınlığının bu olguda büyük payı olsa gerek. Tartışmalar her dönemde sürmesi ne sürüyor ya her zaman hiç olmazsa görünüşte aynı biçimde değil. Zaman geçtikçe, varolan temel iki sorunsal arasındaki derin ayrımın bulanıklaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Sürekli gerileyen kampın ideologları her yeni dönemde artık «deşifre» olmuş kaynaklarını bırakarak «bilimsel» görünüşlü yeni bir teorik dille ortaya çıkıyorlar. Oluşturulan bu yeni teorik dil de genellikle —tıpkı hümanizm ve yabancılaşma tartışmalarında görüldüğü gibi— sosyalist sorunsalın diline uygun bi,r görünüşte; alıntılar bu düşüncenin İçindeki adlardan! Oysa söylenen şey temelde aynı bayatlamış yaveler; Bir «hür dünya» var, bir de herhalde «hür» olmıyan dünya. Günlük siyasal literatür de sık sık karşılaşırız bunlarla. Hür demokratik düzen var, hür sendikacılık var; bir de «hür sanatçılar!» Bu yazının sınırlı olanakları İçinde özellikle değinilecek olan da bu. Bir kaç yıl önce «C» rumuzunu kullanan biri şöyle yazıyordu: «(Sanatçı)... TİP ortaya çıkınca ona yönelmiştir. Ne var ki TİP’in son yıllarında büyük bir 36 Popüler Kültür ve Edebiyat sanatçı topluluğunun bu partiden uzaklaştığı da bir gerçektir, Çünkü TİP, bir kere sanatçıyı kendine ısındırdıktan sonra, yaratma özgürlüğüne karışmağa başlamış, bir ‘parti sanatı’ kurmak istemiştir. Oysa Türk sanatçısı ‘parti sanatı’na karşıdır. Siyasayı bir silâh arkadaşı olarak görebilir ama siyasanın kendi yaratma özgürlüğünü sınırlamasını kabul edemez.» Bir de son cümlesi var bu «hür» sanatçının ki dillere şeniik! Sanatçı savaşa girermiş ama ancak gönüllü olarak girermiş! Düşünün, yıl 1972! Bağlardan titizlikle kaçınan bu özgür sanatçılar acaba hangi isterilerin kölesidirler ve bu isterilerin nedeni olan yapı karşısında nasıl bir tavır almaktalar. Sorun burda, kültüre ilişkin sosyalist bakış açısıyla burjuva tavrı arasındaki uzlaşmaz noktada düğümlenmiştir. Ayrı bir nokta da bu kişilerin, üzerine bu kadar titredikleri «özgürlük»lerini hangi yüce amaçları İçin kullandıkları ve kullanmak İsteyecekleri sorusunda ve bunun cevabındadır, Nazi’lerin Paris’i İşgal ettiği gün, güncesine bahçesindeki ağaçların çiçek açtığını yazan Montherlant’ın özgürlüğü geliyor aklıma. Ve tabii bu tavrı sanatçının özgürlüğü adına savunan bizdeki özgür edebiyat dehaları da! Özgürlük, feodalizme savaş bayrağını açan burjuva sınıfının baş sloganıydı ve içeriğinde burjuva sınıfının rekabetçi isteklerini barındırıyordu. Rekabet ilkesine dayalı yapı bozulup tekelleşme belirmeye başladıkça burjuvazi bu sloganı unutur oldu. Zaten onun bu kavramdan anladığı şey kendi düşüncelerini ve iktisadını yerleştirme çabasıydı, böyle bir özgürlüktü. Bu nedenle özgürlük sözcüğünün geçtiği her yere, bunu silip yerine mülkiyet sözcüğünü yazmak pek mahzurlu olmaz. Bir diğer nokta da düşünce sistematiğimizin han37 Erol Çankaya gi koşullar altında oluştuğu. Burjuva sınıfının her şeyi bir meta, özünde bir yaratım olan sanat eserinin oluşum sürecini de bir üretim süreci olarak değerlendiren mantığı kolay kurtulunabilecek bir şey değil. Öyle olsaydı eğer «yeni insan»ın yaratılması bir kaç günlük iş olurdu. Üretim araçları el değiştirdikten yıllarca sonra bile gerekli görülen Kültür Devrimi anlamsız bir çaba alarak değerlendirilirdi. Bu anlayışın adı ise, ekonomizm. Kafamızdaki her düşünce yüzyıllara varan bir geçmişi olan, derinlemesine etki bırakmış türden şeyler. Her insanda olduğu gibi her sanatçıda da aynı oluşum var. Sanatçı, geçmişin birikimiyle mevcut toplumsal ilişkilerin niteliğinden etkilenir ve bilinci de bu tarihsel / toplumsal alan içinde belirlenir; yani varolan nesnel gerçekçilik içinde. Bu nedenle sanatçının özgürlüğü de her insanda olduğu gibi nesnel koşulların belirlediği alan içinde bir özgürlüktür. Burjuva sanatçılarının ağızlarından düşürmedikleri bu «sanatçının bağımsızlığı», «yaratma özgürlüğü» sözleri «milli irade» lâkırdısına benziyor. Sorun, bir kişinin dilediğini «seçme» özgürlüğüyse eğer, bizde de herkes özgür! İstediği partiye atıyor oyunu ve kimse karışmıyor. Böyle bir yalınkat bakış soruna çözüm getirmezse nasıl, aynı biçimde «özgürlük» sözleri de safsata olarak kalma durumunda. «Özgürlük» gibi bir kavramı parçası olduğu toplumsal yapıdaki bütünsel yerinden soyutlayarak irdelemek bizi kuşkusuz çok yanlış sonuçlara götürecektir. Genel olarak insanlık gibi sanatçının özgürlüğü de ancak toplumsal özgürlüğün söz konusu olabileceği gelecekteki bir toplumsal yapıda varolabilecek bir temel İnsani özelliktir. Bu nedenle tıpkı «kadın özgürlüğü» hareketinde olduğu gibi sorunun çözümü bütünseli parçalıyan metafizik (burada varoluşçu) tavırda değil, sorunun 38 Popüler Kültür ve Edebiyat toplumsallığı gözden kaçırılmadan yapılan yaklaşımda mümkündür. Yoksa günümüz koşullarında varolduğu savunulan o «mutlak özgürlük» sanatçının sınıfının özgürlüğünün savunusundan başka bir şey olmıyacaktır. İşte burjuva aydının özgürlüğü böylesine bir özgürlüktür ve gerçek özgürlüğün ancak bu «özgürlüğü bize bahşetmiş olan yapının değişmesiyle oluşacağını kavramak gerekir. Bunun tek yolu da bilinci belirleyen toplumsal varlığın niceliksel temelinin değiştirilmesi işleminden geçer, «Özgürlük» ve «mutlak yaratıcılık» lakırdılarının ardında sürdürülen iflah olmaz bir, bireyciliğin yolundan değil; toplumsal çevreyi ve bu yolla kendini de değiştirecek sonuna kadar devrimci olan tek sınıfın, işçi sınıfının ideolojinin gereklerine uymadan geçer «Bilerek bilmeyerek» İçimizde taşıdığımız o «hapishane»den kurtulmak için başka bir yolumuz var mı? Ben sanmıyorum! Cumhuriyet Gazetesi, 29 Ekim 1977 39 BİR ŞAİRİN OLGUNLUĞU “Bir şairin olgunluğu” nedir? Çok sık sözü edilen bir şey bu ama, açık söylemek gerekirse ne demeye geldiğini hâlâ kesinlikle kavrayabilmiş değilim. Bu’ nitelemeye hak kazanabilmek için nelerin gerekli olduğuna ilişkin birtakım ipuçları var gerçi ama, sözkonusu bu ölçütler birçok şairin şiir serüveninin önünde yetersiz kalıyor. Daha çok görülen, şairin yaşına-başına bakılarak bir değerlendirmeye gidilmesi ve bu “paye”nin verilmesi oluyor. Uzun yıllar şiire emek vermiş bir şair, ortalama bir yaş sınırı, sözgelimi otuz beş yaş sonrasında bu “olgunluk” dönemine giriyor. Bundan sonraysa artık şairine göre, kimi kırkında, kimi ellisinde “olgun şair” diye anılmaya başlanıyor. Nasıl bir “genç şairlik” olgusu nun en üst aşaması da “olgunluk” oluyor. teleme biçimini özsel açıdan anlamsız, kuşak-yaşlı kuşak ayrımı gibi de saçma varsa, buBen bu nitıpkı genç buluyorum. Şu anlamda saçma çünkü, bir sanatçının eserinin yol aldığı süreci “olgunluk” gibi, statik yorumlamalara elverişli bir terimle kavramaya çalışmak bana önemli bir yanlış gibi geliyor. Olgunluk, mutlaklaşmaya açık bir içeriği barındırıyor ve mutlak olan her şey gibi de, mutlak olanın karşısında bir yerde duruyor aynı zamanda. 40 Popüler Kültür ve Edebiyat Gerçi zaman zaman, bir tür şiirsel ranta yaşlanmayla emeklilik şiirleri yazan şairler görülmüyor değil ama bu olgu çok farklı bir plânda sözkonusu. Hayatla bağını asgarî ilişkilere indirgemiş, kendini çevresiyle bağ kurmak zorunda hissetmeyen yaşantı yorgunu sanatçılar için geçerli olabilir bu ancak. Bunun dışında, sadece, bir sanatçının kendine özgü çizgisini belirleyerek kalınlaştırdığı bir döneme çakışması anlamında “olgunluk”un sözü edilebilir. Sanatçıya da şair, bu evreden sonra elbette hayatla dinamik bir ilişki içinde bir dizi etkilenime uğrayarak, bu etmenlerin belirleyiciliği altında farklı alanlara savrulabilir veya çıkış noktasına sadık kalarak iç mantığının doğal gelişimiyle eserini sistemli bir bütünlüğe vardırabilir. Bunları derken birtakım adlar geliyor aklıma şimdi. Bir Fazıl Hüsnü Dağlarca ikinci türe giren şairlerden bence. Dağlarca’nın geldiği yere bakarak, yazdığı ilk şiirlerinde bile kendi olgunluğuna varabilmiş bir şair olduğu görülebilir. Aynı biçimde Behçet Necatigil de neredeyse daha ilk şiirlerinde yapısal sistematiğini kurup kendi evrenini oluşturmuş bir şairdir. Yılların ve şiirimizin geçirdiği bunca yenilenme içinde hemen hiç değişmemiştir onun şiiri. Andığım bu iki şairin evrimlerinde önemli bir dönemece pek rastlanmaz. Sonradan siyasal bir yönseme içine girerek doğrudan bu içerikte şiirler yazma çabası da Dağlarca’yı, belirgin niteliklerinden biri olan gizemcilikten bütünüyle koparamamıştır. Gizemciliğin dinî yanı silinmiştir gerçi ama bu kez de farklı bir düzeyde gene gizemci şiirler yazmıştır. Onu uğraştıran şeyler, çıkışında getirdiği temler değişmemiştir. Ondaki toplumculuğun hümanist/ halkçı temelinin son şiirlerinde bile değiştiği söylenemez. 41 Erol Çankaya Necatigil ise Dağlarca’ya göre daha düz bir çizgi çektiği için konumuz için daha somut bir örnektir. Necatigil’deki en önemli değişmenin, “Kareler” deneyimi evresinde gerçekleştiği ve bunun sadece bir “deney” olarak kaldığı sonradan görüldü. Yani bu girişim sonucu Necatigil başka bir şiire ulanmadan bıraktığı yere dönüp eski şiirini sürdürmeye başladı. Biraz daha kırgın, umutsuz ve içe dönük Necatigil’in son şiirlerinden herhangi birisinin bile önceki kitaplarında yadırganmayacağı kanısındayım. Can Yücel de, aynı biçimde, ilk dizelerine bile sadık bir şair. Belki biraz Eşrefle ilintili ve Metin Eloğlu/ Bedri Rahmi’nin de kaynaklandığı damardan gelen şiirini yılların içinde yerinde saydırmadı tabii ama bugün kendine özgü kıldığını gördüğümüz temel öğelerinin ilk şiirlerinde bile bulunduğunu görüyoruz. Yergi, kara alay ve uçsuz bucaksız bir humour. Başlangıçtan, şu günlere, bu öğeleri elden bırakmadığı görülüyor. Bu nedenle, Can Yücel’deki “olgun”luğun yılların içinde oluşmuş bir şey olmadığı söylenebilir. Aklın denetimindeki bir duyarlık onu ilk şiirlerinde bile olgun kılmaya yetiyor. Nâzım Hikmet, bu açıdan da yukarıdaki iki şairden farklı bir görünümde. İlk şiirlerini çok genç yaşta Hececilerim izinde yazan Nâzım’da Mayakovski kanalıyla Rus füturistlerine ve giderek- sadece teknik yönden Marinetti’ye bağlanabileceği dönem 1930’a kadar sürüyor. Bu dönemden sonra Nâzım Hikmet şiirinin geleneği özümlemeye yöneldiğini ve bu süreç içinde de yepyeni bir şiir bileşimine vardığı görülüyor. Bolu yıllarında yazdığı şiirleri bir yana bırakalım, bir “Aç/arın Gözbebekleri”, Şeyh Bedreddin’deki Anadolu şiirinin çok uzağındadır. 42 Popüler Kültür ve Edebiyat Şeyh Bedreddin Destanı’yla yalnız Anadolu şiirine bağlanabilir Nâzım. Divan Şiiri’nden bile yararlanarak bizim olan bir şiir bileşimini gerçekleştirerek bu toprağın üzerinde yükselir. “Rubailer” ve “Kıyamet Sûreleri” Nâzım Hikmet şiirindeki bambaşka bir döneme işaret etmektedirler. Yeni bir şiirin oluşturulması süreci sonunda, Nâzım Hikmet, Rus ve Batı şiiriyle bizim şiir söyleme geleneğimiz üzerinde gerçekleştirilmesi çok güç bir yapı inşa eder. Son döneminde Halk Şiiri’nden de yararlanacaktır. Attila İlhan’da biraz daha değişik bir süreç gözlemleniyor. Onun şiir serüvenini başlangıcından beri kendisinde varolan potansiyel damarların değişik dönemlerde ön plâna çıkması olarak görmek yanlış olmasa gerek. Ne ölçüde geçerli olabilir bilmiyorum ama bu şiirsel süreci “Duvar”, “Sisler Bulvarı”, “Ferda”gibi şiirlerinin çevresinde sınıflandırmak mümkün olabilir kanısındayım. Son kitabı “Böyle Bir Sevmek”e bu üç damardan kaynaklanmış şiirleri görmek mümkün. “Varsağıların doğrudan “Duvar” dönemine bağlanabileceğini sanıyorum.’ Aynı biçimde, “Kavaklıdere Balladları” da “Sisler Bulvarı” “Ben Sana Mecburum” dönemine kadar uzatılabilir. Boşlukta kalan şiirler yoktur onun şiirinde. Ahmed Arif te, sahip olduğu engin doğaçtan şiir söyleme yeteneğiyle çok genç yaşta yazdığı ve bu gün kitabını oluşturan şiirleriyle olgun bir şairdir. Ahmed Arif’in “Biraz Tanpınar, biraz Haşim, çokça da acemilik” dediği ilk şiirlerini bilmiyorum ama kitabını oluşturan şiirlerinin zaten genç bir yaşta yazıldığı ortada. Onun şiirini üstün kılan önemlice yanlardan birinin, kağıt-kaIamle yazılmış değil, doğrudan söylenmiş ve bu nedenle de yapaylıktan uzak olduğunu sandığım doğaçtan söyleme yeteneği olduğuna inanıyorum. 43 Erol Çankaya Ahmed Arif’in “olgun” bir şair olmadığını kimse söyleyemez ama bu şiirlerin çok genç yaşta yazılmış olduğu ortada. Demek ki Ahmed Arif de ilk dizeleriyle kendini “olgun” kılabilmiş bir şair. Orhan Veli erken ölümle karşılaşmasaydı şiirini nerelere sürebilirdi? Özellikle son şiirlerinde halk türkülerine, destanlara, halkçı Ha olsa bir vöneliş içinde olduğu ortada ama Orhan Veli, tıpkı Garip hareketinin öteki şairleri gibi önceleri - çok genç yaşta da olsa farklı şiirler yazmış bir şair. Öteki iki Garip’çi Melih Cevdet ve Oktay Rifat, şiirlerini çok farklı alanlara getirdiler. Bir Melih Cevdet çıktığı yerin tam karşısında “akılcı” bir anlayışın ürünlerini yayınlıyor bugün. Oktay Rifat ta çok farklı aşamalardan geçtikten sonra doğaya sığındı. İkinci Yeni şairleri çok değişik düzeylerdeki yenilenme ve yadsımalarla geldiler günümüze. Bu. örneğin Kemal Özer’de çok belirgin. Bir Edip Cansever, 12 Mart döneminde kapalı çağrışımlardan uzak bir şiire varır gibi oldu fakat şu günlerde, geriye döndüğü görülüyor. Ece Ayhan aynı şiiri yazdı hep ama ikinci döneminde kaynaklarını değiştererek göndermelerini başka kavram ve kitaplara yapmaya başladı. Bu anlayış içindeki şairlerden kendine en sadık olan Cemal Süreya. Şiirini büyük ölçüde yenilemeyip yılların içinde, varolan yapısını koruyarak yazdı. 1960 Kuşağı diye anılan şairler, değişik yönelişler gösterseler de Refik Durbaş, Ataol Behramoğlu, Egemen Berköz’de görüldüğü gibi, öznel tavır ve istekleri ne olursa olsun büyük dönemeçler yaşamadan bir kaç çizgi ilavesiyle bugünlere geldiler. Bu kümeden şairler arasında Özkan Mert, Süreyya Berfe gibi, geçmişini zaman za44 Popüler Kültür ve Edebiyat man yadsıma eğilimi içine girse de çıktığı noktaya dönen şairler de var. İsmet Özel ise şiirine temel aldığı estetik yapıyı büyük ölçüde korumakla birlikte “varoluşçu / toplumcu / İslamcı” üç aşamayı gizemciliğin ortak platformunda yaşadı. Bu şairlerin -iyi niyetli çabalar içine girseler de- sonunda hiç bir zaman kopamadıkları geçmişlerine dönüşlerinin nedenlerini, kaynaklandıkları şiir anlayışı kadar, koşulların karşısındaki öznel niyetlerinde de aramak gerekir kanısındayım. Bu yazının sonunda ister istemez şuraya geliniyor: Nasıl erken yaşlarda “yaşlı” şairler, ileri yaşlarda ise genç şairler görülebiliyorsa, olgunluk, yılların içinde edinildiği kadar, sadece yaşlanmayı ve yılların deneyimini gerektiren bir olgu da değil. Bizim şiirimizin dışında en çok bilinen örnek, Rimbaud: Genç yaşta olgun şiirler yazmış bir şair. Kendi şiirine sonuna kadar sadık kalmış Breton sonra. Sonra bir aragon; Dada. Gerçeküstücülük, ve Direniş gibi çok farklı şiirsel hareketlerin farklı nitelikteki şairleri olarak. Dünya Gazetesi, 19 Mart 1979 45 CAHİT SITKI VE «OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ» «Otuz Beş Yaş Şiiri» Cahit Sıtkı’nın en ünlü şiiri. Kitabının arka kapağında (Ekim 1967 - Varlık) «birbirine karışmış iki ad» deniyor bu şiirle şairinin adı için. Cahit Sıtkı Tarancı bu şiirini yazdığı tarihte otuz beş yaşındadır; CHP şiir yarışmasına katılır bu şiiriyle, birinciliği alır. (1) Cahit Sıtkı «Otuz Beş Yaş...»ta kendisini anlatıyor. Yani dünyada mutsuzlanacak, kahrolacak başka sorun kalmamış gibi, «şakaklara yağan kar» dan «çizgili yüzden», değişen yüz hatlarından, «gözler altındaki mor halkalardan dert yanan, bunu anlatan, ortaya süren birini. «Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. Dante gibi ortasındayız ömrün.» Biliyoruz : Dante (1265 doğumlu) 1300 yılında politikaya karıştıktan sonra sürgün cezası alarak yurdundan uzaklaştırılan ünlü İtalyan şairi. Siyasal etkenliği yüzünden yurdundan uzaklaştırılan Dante’nın otuz beş yaş dönemeci Cahit Sıtkı’da bireysel bir tavra bürünüyor. Delikanlılık çağı geçip gitmiş, gençlik çağlarındaki «cevher», yaşama sevdası kalmamıştır artık. Cahit Sıtkı’nın, sınıfından derin bir tiksintiyle kaçtığını, ama ezilen, sömürülen insan kitleleri saflarında bir kavgaya girişmesine, kafasında yer eden hümanizm kavramından öte bir bilinç taşımamasının sebeu 46 Popüler Kültür ve Edebiyat olduğunu; geniş halk yığınlarının temel sorunlarını anlatmadığını söylemiştik. Elbette böyle bir bilinç yanılgısı içinde olan sanatçı halkın, asıl kitlelerin sorunlarından şiirinin göbek bağını koparacak, çağının gerçekliğini veremeden, kendi bireysel çizgisi içinde dönenecektir. Bundan daha doğal bir sonuç düşünülemez. Cahit Sıtkı,çalışarak, emeğiyle geçinen yoksul kitle insanına bir burjuva hümanisti bir duyarlılık içinde yaklaşır. Şiirlerinin önemdi bir. bölümündeyse kendi, karamsar, kötümser dünya görüşünü dizelerine egemen olan yoğun bir mistik hava içinde verir. Dizelerinin yaslandığı temel dünyadan kaçma; (çizgisinden gittiği varoluşçu kimi Fransız ozanlarının etkisiyle) ölüme duyulan derin özlem, diyebiliriz. O, içinde bulunduğu iğrenç kapitalist dünyanın üçkâğıtçılıklarında, dalaverelerinden tiksinmektedir, evet. Ama onun, sömürülen Halk yığınlarına, küçük adam’a karşı olan sevgisi sınıfsal bir temele yaslanık olmadığından ozanlık sorumluluğunu yerine getirmemiştir. Bireyci bir burjuva aydın tavrı diye çizebiliriz bunun altını. Küçük adam’ı sever, çünkü batağında olduğu iğrenç dünyaya sırt çevirmiştir, küçük adam’la meyhane masalarında soluklanır, dertlerini unutur. Bunun bir başka örneğini Sait Faik’te görüyoruz. Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde vardığı son durak güzel bir burjuva yuttuırmacısı olan insancıllıktır, (hümanizm) Cahit Sıtkı elbette içinde olduğu dünyanın pisliğini, erdemsel sefaletini görmüş bundan nefret etmiştir ama bu dünyayı değiştirmek, onu dana yaşanılası, daha mutlu olunacak bir dünya durumuna getirebilmek için içinde olduğu sınıfla kıyasıya bir kav gaya girmemiştir. Ben bunu onun sınıfsal durumuna, acı çeken yoksul halk kalabalıkları arasından gelmemesine bağlamak istiyorum ama; gerçeği yazmak uğruna 47 Erol Çankaya mahpushanelerde çürüyen, paşazade evlâtlarını, daha nicelerini düşündükten sonra şöyle diyorum: Sınıfıyla uzlaşmasada da (antogonist) onunla bir mücadeleye girmemesinin en büyük nedeni ondaki halk sevgisinin daha somut, daha bilime dayalı değil; «ideolojik bir katagori» olan hümanizm kavramında noktalanmasıdır. Böylesi bir yoz ortamdan kaçmış, içki masalarında, meyhanelerde bütün kirlilikleri unutarak mutlu olabilmeyi isteme yanılgısına düşmüştür. İçki içerek, geç saatlere kadar meyhane masalarında uyuklayarak, haksızlıkları, ezilenleri görmeyerek mutlu olma istemi onu, başını kuma gömerek gerçekten kaçan devekuşu yörüngesine oturtmaktadır ister istemez. Yine böyle bir sarhoşluk gecesinden sonra Necati Cumalı’ya Şöyle der: «içmek lâzım, içmek lâzım.. Anlaman lâzım. Bir şaire yakışan yavaş yavaş intihar etmektir. Bak Orhan’a» (niçin aşk/sf. 49) işte onun en büyük yanılgısı budur: Bir şaire yakışan şeyin yavaş yavaş intihar etmek değil, haksızlıklara, zulme karşı sesini yükseltip kahramanca yaşamak olduğunu kavrıyamaması! Cahit Sıtkı’nın, şiirlerinde ölümle kucak kucağa oluşunun, mistik bir duyarlık, dalgalanımlar içinde huzur’u öteki dünyada aramasının nedenlerini bu sözlerinde bulmak olasıdır. Onun şu dizeleri örneğin, bu dünya ile bütün ilgisini kesmiş, bütün dalları kırılmış, yaşama direnci sıfır olan bir adamın durumunu somut olarak koyuyor ortaya: «Ne vefasız geçmişten hayır var Ne gelecekler imdada koşar Çoktandır tekneyi aldı sular Çoktandır ümitler sende ölüm.» (Otuş Beş Yaş/s. 25) 48 Popüler Kültür ve Edebiyat «Öldük ölümden bir şeyler umarak» (a.g.e./s. 35) Oysa Nazım Hikmet ne diyordu «Yaşamaya Dair» şiirlerinde : «yetmişinde bile, meselâ zeytin dikeceksin hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için yaşamak, yani ağır bastığından. (Yaşamaya Dair I) ve; “Yani, nasıl ve nerde olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak” (Yaşamaya Dair III) Oysa -Nazım’ın bu yaklaşımının tersine- Cahit Sıtkı, hayata idealist-metafizik bakışının doğal sonucu olarak ölümden hayatı yalıtan, ölümle hayat arasındaki devinim birliğini görmemiştir. Cahit Sıtkı şiirinin karşısında; hayatı ölüme karşı bir savaş, hayatın, devinimin doğal bir sonucu olarak gören; «yaşamak ağır bastığından», «hiç ölünmeye çekmiş gibi» hayata bağlanmanın gerekliliğini veren dizeler ne denli soylu ve «insanca» değil mi? «Robenson» şiirinde, içinde bulunduğu ortamın hır-güründen, kişisel hırs ve çatışmalarından bıkmışlığı, kaçma isteği belirginleşir: «Robenson akıllı Robenson’um, Ne imreniyorum sana busen Göstersen adana giden yolu Başımı dinlemek istiyorum.» (a.g.e./s. 55) Örnekleri uzatmak gereksiz. Cahit Sıtkı h&r za49 Erol Çankaya man bu dünyadan kaçmış, kendi sınıfından nefret etse de bir kavgaya girmemiş; halk’a yaklaştığı şiirlerinde soyutluktan kurtulamamış (bu sevgisini sınıfsal bir temele yaslayamadığı için); kurtuluşu ölümde bulmuş; her zaman karamsar, mutsuz bir burjuva şairi, diye bir genelleme yapabiliriz, bence. O, en coşkulu zamanlarında bile «İyimserlik» şiirinde yazdığı gibi, «Popun gömleğinin söküğünün» dikilmesinden «bahtiyar» olacak kadar küçük mutluluklar peşindedir. («Düşten Güzel»/s. 58) Yıllar geçmiş, o genç, pürüzsüz bir cilde sahip Tarancı’dan eser kalmamış; aynalarla da, o «dost bildiği» aynalarla da «düşman olmuştur: gerçeklerle burun buruna gelmekten korktuğu için. «Hangi resmime baksam ben değilim Nerde o günler, o şevk, o heyacan? Bu güler yüzlü adam ben değilim; Yalandır kaygısız olduğum yalan.» Cahit Sıtkı kendini resimlerinden bile tanıyamıyacak denli değişmiştir. Ama değişen yalnız fiziksel durumu değildir. Şiirin üçüncü dizesinde, ihtiyarlara oranla gençlerde fazla olan hayata bağlanış, yaşama sevdası «Delikanlı çağımızdaki cevher» sözleriyle imleniyordu. Geçen yıllarla birlikte bu cevher yitip gitmiş, gençlik resimlerindeki güler yüzlü adamın yerini kaygılı, karamsar Cahit Sıtkı almıştır: Hayata beraber başladığımız Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir :» Gençlik çağını gerilerde bırakmış, otuz beşine gelmiştir Cahit Sıtkı. Delikanlılık günlerinde beraber gezdiği, birlikte dertleştiği, mutlu olduğu 50 Popüler Kültür ve Edebiyat arkadaşlarından kimisi başka bir yere gitmiş («yolu ayrılmış») ya da evlenmiş, başka yönlü bir hayatı var. (yani «yolu yine ayrılmış») Eski arkadaşlarının kendisiyle ilgilenememesi, belirli bir saatten sonra evine çekip gitmesi, eski arkadaşlıkların mutu ile yetinen, dost canlısı Cahit Sıtkı’yı «gittikçe artan» bir yalnızlığın batağına sürüklemektedir. O değişmiş; «hatıralara bile yabancı» kalabilecek kadar eskiyle bağlarını koparmıştır. Yaşlanan insanla, gençlik günlerindeki o güçlülük, çekinmezlik, hayattan yılmazlık arasındaki o uzlaşmaz ayrımı beşinci beşlikte görüyoruz: «Gökyüzünün başka rengi de varmış Geç farkettim taşm sert olduğunu. Su insanı boğar, ateş yakarımş Her doğan günün bir dert olduğunu İnsan bu yaşa gelince anlarmış.» Özellikle, taşın sert olduğunun (güçsüzlüğün yani) ve göğün başka renginin de olmasının yeni anlaşılması (gerçekte göğün rengi aynıdır ama bu bakılan göze göre değişir) gençlik ile yaşlılık arasındaki uçurumu iyi belirtiyor. Şiirin altıncı beşliğinin her dizesinde, her imgeyle «ölüm» teması işlenmiş ve şaşılacak bir bütünsellik içinde bunlar. Meyvaların olgunluk zamanı yani ölümü; ölenlerin arkada bıraktıklarının çaresizliğini, telâşını, sıkıntısını simgeleyen «havada dönüp duran kuşlar»; o sırada nereden çıktığı belirsiz bir cenaze, ölümün şaşırtıcılığını, apansız çıkıp gelişini; ve en sonda «tarumar» bir bahçe. Bu beşlik bütün şiirin en iyi beşliği bence. Her imge diğerini tamamlıyor, kusursuz, bir mozaik gibi işlenmiş. Cahit Sıtkı’nın şiirinin son beşliğinde ölüm, kayıtsız, çekinilmiyen bir tavırla karşılanıyor, ölüm herkesin başındadır ve doğal karşılanması gereklidir diyor. 51 Erol Çankaya Uyunup uyanamamak gibi basit ‘bir olgu olarak sunuyor Tarancı ölümü. (Bunun, etkisinde kaldığı varoluşçu düşünürlerin paralelinde olduğunu söylemek gerekirI Buna benim eklemek istediğim başka bir boyut var. ölümden korkmamak başka ozanlarımız tarafından da işlenmişti. Ben burada bir örnek vereceğim sadece: örneğin R. Ilgaz’ın «Utancımı Anlatıyorum» ve «Gidenleri Anlatıyorum» şiirleri. Ozan burada ölümün özlenecek bir şey olmadığını, hayatın, yaşamanın daha değerli ve güzel olduğunu söylüyor. Ama ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu kabul etmiyor değil, ölünecek ama hayata karşı savaşarak kavgası için insanca diyor. «ölecek misin ya bir meydanda öl Ya da dağ başında kavgan için … Bilmiyorsun direnmek sorundayım Utanırım karşında ölmekten Yaşıyorum böyle daha iyi» («Uzak Değil»/s. 176) Ölümü daha dipdiriyken kabullenen, dünyanın çarpık yönlerini, kokuşmuşluğunu gördüğü halde bunlara karşı en ufak bir mücadeleye girmeyen Cahit Sıtkı’ya karşı öne sürdüğüm Rıfat Ilgaz’ın şu dizeleri daha bir soylu; «ölümün bile insancası!» “Kişi ölecekse insanca ölmeli Böyle tutsak böyle utanç içinde değil Bir sedyede boylu boyunca uzatılmış İki eli yanında gitmemelim” («Uzak Değü»/s. 172) Cahit Sıtkı’nın ölüm karşısın da korkusuz olması R.Ilgaz’la aynı yerden kaynaklanmıyor. R. Il52 Popüler Kültür ve Edebiyat gaz diyalektiğin temel noktasını kavrıyan biri olarak hayata büyük bir yaşama sevdasıyla bağlı; «ölünce bir çirkin oluyor insan, sevmeyi düşünmeyi unutuyor» diyor. Ölümü tevekkülle, boynu bükük kabullenmiyor; kişioğlunun daha mutlu bir dünya, daha yaşanılası bir hayat için, «kavga için» ölmesi gerektiğini vurguluyor, işte Cahit Sıtkı’da bu yok. O’nun ölümü kabullenişinin nedeni, kaçınılmaz, «herkesin başında» oluşu. Dizelerine mistik bir hava egemen. Cahit Sıtkı, bu dünyanın iğrençliklerini, üçkâğıtçılıklarını yapılan namussuzluklarım görmüş ama sınıfsal durumu ve düştüğü bilinç yanılgısı ile içinde bulunduğu sınıfa karşı bir kavgaya girmemiştir. Yaşadığı dünyadan kopmuş, koptuğu oranda da ölüm kavramı uğraştırmıştır kendisini. Düzene karşı pasif bir direniş gösteren, mutsuz, her zaman karamsar bir küçük burjuva şairi, bence. Yansıma Dergisi, Haziran 1973 53 CUMHURİYET DÖNEMİ ŞİİRİ 1979 yılının başlarında Cumhuriyet dönemi şiirinin vardığı yer ve bu şiirin toplum katmanlarındaki işlevi nedir? Kültür planındaki çatışmaların niteliği ve kaynakları nelerdir? Dönemi geriye doğru 1900 ile sınırlayacak olursak o yıldan günümüze, Türkçe’yle yazılan şiirin ulaştığı düzey ve bunun boyutları nelerdir? Ve en son, bu şiirin ve kültürün dünya içindeki yeri ve yoğunluğu nedir? İlk bakışta oldukça dağınık görünen, ama birbirini ilgilendiren bu soruların cevapları temel yapının öğelerinde ve bu bütünde saklı. Cumhuriyet şiiri üzerine düşünürken, kapsamlı olduğu kadar, ikincil görünse de alttan alta belirleyici ayrıntıların da kendini önemsettiği şu sıralarda bu çaba ister istemez beni bu yapının öğelerini ve ilişkileri kavramaya yöneltiyor. Hemen her olguyu doğrudan, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal alandaki yapısal değişimiyle açıklamak gibi mekanik bir indirgemeye gitmek istemiyorum fakat, bunun, bu süreçteki belirleyici etkenlerden biri, hatta en önemlisi olduğu ortada. Bunu söylerken dile dayalı ve yüzyıllarının maddî birikiminin ve bilincinin ürünü olan edebiyat gibi bir manevî kültür ürününün bu oluşumunu salt ekonomiye indirgemenin özellikle şiir 54 Popüler Kültür ve Edebiyat özelinde yanlış olduğunu belirtmeliyim. Şiiri elbette tek tek, şairlerin öznel bilinçliliği ve kişilikleri belirler. Ama gene karşılıklı bir bağ ve etkileşim içinde, sözü edilen bilinçlilikler de dönemlerinin nesnel bilinciyle oluşur. Eğer - insan gibi - şairi de – tarihî - şiiri yapan özne-insan olarak algılama yanılsamasına düşmüyorsak bu da aynı biçimde genel kabul görmesi gerekli bir , gerçek. Bu ön-kabul, Cumhuriyet şiirini irdeleme amacına yönelik bir çabayı zorunlu olarak, kültüre, ekonomik, politik, vesair ya da daha kapsayıcı bir terimle ifade edecek olursak, Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığı toplumsal yapının ve bu yapının değişiminin analizine götürecektir. Kültür alanı gibi, egemen durumda olan başat bir kültüre karşın onunla çatışma konumunda olan farklı değerlerin, inançların, yaşama biçimlerinin de bir anlamda karşı - kültür olarak etkileme işleviyle varolabildiği dinamik yapıyı başka türlü açıklama çabaları yetersiz kalacaktır. Örneğin bir 1908 Hareketi’nin niteliğiyle çakışan Mehmet Emin ya da Hece’nin şairlerini irdeleme girişiminde salt metnin içinde dönenen bir açımlama yöntemi ne ölçüde doğru yargılara ulaşabilir? O dönemi düşünelim: Biraz önce anılan kültürler arası çatışmanın o dönemdeki iki kutbu Mehmet Akif- Tevfik Fikret, çökmekte olan ümmetçi ideolojinin direnişiyle, yükselen yeni toplumsal yapının şiir planındaki temsilcileridir. Ulus bilincine karşı, yıkılmakta olan ümmetçi ideoloji! Mehmet Akif, Osmanlı mülkünü ulusal kurtuluş savaşlarının sarsıp durduğu bir dönemde hâlâ, “Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı/Aynı milliyetin altında tutan İslâm’ı/ Temelden yıkacak zelzele kavmiyettir” demektedir. Türkçülük akımının niteliği ve o döne55 Erol Çankaya min koşulları ele alınıp irdelenmeden bu şiir salt edebî bir takım ölçütlerle değerlendirilemez. Aynı biçimde, daha yakınlara gelecek olursak, İkinci Yeni şiirinin en azından dirimsellik bulabilmiş olmasının nedenlerini Nazım Hikmet şiiri üzerinde başlayarak sistemli bir biçimde uygulana gelmiş baskıda bulmamız şaşırtıcı olmayacaktır yöntemimiz bu olursa. Bu baskının, genel olarak toplumun değişik katmanlarına yönelik sistemli bir baskı olduğunu unutmamak gerekiyor tabiî. Bir toplumda burjuva anlamda demokrasi yanlısı güçler üzerinde bile devlet gücünün terörü sistem durumuna getirilmişse ve gene aynı toplumda bütün toplumsal muhalefet güçleri susturulmuşsa, elbette böyle tarihî toplumsal bir dönemde işçi sınıfı, köylülük ve giderek de sosyalist sanatçılar üzerindeki baskı bir yerde doğal olacaktır. Buraya kadar yazılanlar sorunun önemli bir parçası ama gene de bir parçası. Cumhuriyet şiirini değerlendirme işine girişen bir bakış açısı eğer tutarlı sonuçlara gerçekten ulaşmak istiyorsa, şimdiye kadar yazılanların pek çoğunda görüldüğü gibi öznel ölçütleri ve niyetleri bir yana bırakmak zorundadır. Gerçekte, şiirin evriminin değerlendirilmesi diye şimdiye kadar yazılmış pek çok şey sıradan bir ahlâk sorunu olan namusluluğun mihengine vurulduğunda bile şife götürür hâle gelecektir. 1940’larda başlayan resmî kültür politikası kafaları o derece çimentolamış, bakış açılarını o kerte sabitleştirmiştir ki Cumhuriyet şiiri denildiğinde yakın zamanlara kadar Tarancı, Necatigil, Dağlarca ya da çok görüldüğü gibi Garip ve İkinci Yeni şiirlerini akla getirmek neredeyse gelenekten olmuştu. “Eskiden şiirler hep kısa yazılırdı” diyen anlayış bu sorunsalın içine o derece hapsolmuştur ki bu lafı ederken bırakalım 56 Popüler Kültür ve Edebiyat başka sosyalist şairleri, Nazım Hikmeti bile herhalde şiirimizin içinde görmemektedir. Tarancı’nın (ya da Orhan Velilerin kısa şiirler yazmaları ölçüt olduğu için Türkiye’de yazılan şimdiye kadar hep kısa şiirler olduğu yargısına o ulaşılır. Bu özdeşleştirme artık şaşılamayacak biçimde Nazım Hikmeti değil, Orhan Veliyi çağdaş Türk şiirinin öncüsü ve kurucusu ilân eder. Hâlâ bütün cepheleriyle ortaya çıkarılamamış ve en az yirmi-yirmi beş yıl bilinmeyen olmuş bir şiirin bu yanını düşünmeden, şiirimizi etkilemediğini, överken aynı zamanda söyler. Bu arada doğal olarak Nazım’ı asıl etkileyenlerin kendileri olduğunu ilân edenler de olacaktır elbet. Bunlar, bilinç yanılgılarından ince hesaplılığa, art niyetliliğe kadar uzanan bir dönemde etkili de olmuş perspektifler. Bu örneklere çok değişikleri de eklenebilir ama çözümlenmesi gereken sorunun temelinde yatan ilişkiler ağı kadar önemli değil bu. Önemli olan, bize şimdiye kadar empoze edilmiş değerlerin, ölçütlerin, bir başka deyimle bize sunulmuş sorunsalın dışına sıyrılarak olguları bu şekilde yeniden değerlendirmek, yeni bir tarih yazmak. Yazacağımız bu yeni şiir tarihi bambaşka bir temel üzerine kurulacak ve çarpık bilinçle yükselmeyecektir. Niteliği artık iyice belirginleşmiş ve kendini ele vermiş bu perspektiften, resmî kültür ideologlarının perspektifinden kurtulmak da tek başına yeterli olmayacaktır. Dönemler ve koşullar değiştikçe, yöntemler eskidikçe yerine daha inceleri bulunabiliyor. Resmi kültür anlayışının temsilcileri 1965ten sonra özellikle, ayak değiştirme yoluna giderek - aynı örnek üzerinde duralım- Nâzım Hikmeti “ağıtı önce söylenen”e, “büyük gurbetçi”liğe indirgeyivermişlerdi. Cahit Sıtkı’nın şüphesiz iyi niyetle yazdığı şiirdeki “garip kuş”luğa Nâzım Hikmetin, 57 Erol Çankaya sinirlenerek bir şiirle Tarancı’yı cevaplaması da biliniyordu üstelik. Burjuvazi elinden geldiğince kavramları ve “zararlı” kişileri zararsızlaştırma çabasını sürdürürken kültür alanını da boş bırakmayacaktır elbet. Peki, karşı karşıya oluşan sorun burjuvazinin doğrudan kurumları aracılığıyla ürettiği düşünce sistemi midir sadece? Son birkaç yılda görülen bir başka eğilim de bu çabaya taze kan taşımaktadır. Nazım Hikmeti, şiirine temel aldığı muhtevadan soyutlayarak “barışın” şairliğine indirgeyiveren bu eğilim, Nazım’ı, “Önceleri samimi bir şekilde inanmış ama sonradan bu dogmatik fikirlerden vazgeçerek sıla hasretiyle uzaklarda ölmüş, nihayet bir Türk şairi” gibi gösteren dedikodu yazarlığı kadar saptırıcıdır ve “sol” bir ağızla konuşması nedeniyle de daha tehlikelidir. Kendi politik hesapları, çağdaş gerici ideolojileri için, ne olduğu ortada olan bir şiirde sadece “barış”ı görebilmek! Sosyalizmi, “insancıllık geleneğini ısrarla vurgulayarak “hümanizme” indirgeyebilen bu eğilim, Nâzım Hikmeti de, araç olarak kullanabilmek için “barış” şairliğine indirgeyecektir. Çünkü her ideolojik dönüşüm, her politik adım kaçınılmaz olarak sanatı da etkilemektedir. Burjuva nesnelliği anlamında olmayan bir nesnellikle çalışan bir çözümleme çabası bütün bu olguları görmezden gelerek salt sanatçının öznel kişiliğinden hareketle yalnız metnin içinde dönerek sağlıklı sonuçlara nasıl ulaşabilecektir? Elbette sanatçı ürününü sadece, tarihî, toplumsal, psikolojik vesair etmenlerin bileşkesi olan belirli bir momentte ortaya çıkarır. Kişiye özgü diye nitelenebilecek birçok etmeni de analizde hesaba katmak gereklidir ama sanatçı toplumdaki benzerleri gibi insandır ve bilinci dönemin nesnel bilinciyle, kendisine sunulan ortamda belirlenir. Her insan gibi, sınıf 58 Popüler Kültür ve Edebiyat kavgasının belirlenime uğrattığı, gününün denge durumuyla koşullanmış biridir aynı zamanda. Bu nedenle sanatçının içinde bulunduğu bu “denge durumu”nun niteliği de çözümleme gerektirmektedir. Bütün bu nedenlerle, Cumhuriyet, dönemi şiirini ve şu günlerin şiirini, tıkanmaların kökenini anlayabilmek, Türkiye toplumunun devraldığı toplumsal yapının ve bu yapı üzerindeki inşa sürecinin çözümlenmesiyle mümkün olacaktır. Gene böyle bir çalışma, bu nedenlerle ve öncelikle Cumhuriyet Türkiye’sinin geçirdiği yapısal değişimleri kavradığı, şiir sürecini bu mecrada ele aldığı ve resmî görüşlerin dışına, başka bir sorunsala çekilebildiği ölçüde gerçekçi ve sağlıklı olacaktır. Yoksa, Tanzimat gibi siyasal, Fecr-î Ati ya da Hececiler gibi edebî, “40-50-.. Kuşağı” türünden kronolojik ayrımlar yukarıdaki gerekçelerle de açıklayıcı olmaktan uzak ve yapay kalmaktadırlar. Dünya Gazetesi, 26 Mart 1979 59 DEVRİMCİ GENÇ ŞAİRE TUZAK Günümüzün devrimci genç şairi her bakımdan tetik durmak zorunda. O, şairlik gibi güç bir görevin «teknik» girdisi çıktısı ile boğuşadursun, beri yandan da çok yönlü sakıncalı yönelişlerin tehdidi altında bulunuyor. Bu tehdidin, bir taraftan emperyalizmin ve burjuvazinin politik plandaki aşağılık oyunlarına yardakçılık yapılarak ortaya konulan burjuva şairlerinin birtakım yoz ürünleri; diğer taraftan, devrimci şiir diye önlerine sürülen ama aslında her şeyden önce «şiir» olmayan söz yığınlarının saptırıcı olumsuz etkileri olarak belirginleştiğini saptayabiliriz. Şiirin eşiğindeki genç şair bu türden tuzakların her zaman tehlikesi altında olmuştur. 1960 yıllarına kadar Nazmı Hikmet —Ahmet Arif şiirinin resmi İdeolojinin çizgisindeki şairlerin bilinçli bilinçsiz katkılarıyla unutturulma çabasına tanık olunmuştur. 1960 yıllarında yeni serpilen, edebiyata yeni giren genç şaiir günümüzden çok daha değişik bir yozlaştırmanın tuzağına kıstırılmıştı. O günlere kadar olan dönem kendini de yeniden hayattan yalıtmış bireyci burjuva şairlerinin kâğıttan da olsa kaplanlıkları devridir. İlericilik—devrimcilik adına görülmedik maskaralıklar yapılmakta, yeni oluşan kafalar alabildiğine çarpıtılmaktadır. Nazım Hikmet yoktur, Ahmet Arif yoktur. Mevcut iktidarın faşist politikasına 60 Popüler Kültür ve Edebiyat başkaldıran sanatçılar, şairler susturulmuş, herbiri birer köşeye çekilmiş durumdadırlar. En yüreklileri içerdediler, iktidarın zulmü ve terörü azıttıkça hayattan koparak bireysel bir kısır döngü içine gittikçe daha da büzülen, dünyadan yalıtılmış bir anlayışın egemenliğini oldukça pekiştirdiği bir devredir bu. Şiirselliği, imgeyi kaldırıp atan garip şiirine bir tepki olarak uç olunma hevesine düşülür; salt imge— çağrışım şiiri kurmaya yönelinir. Simgelere, Çağrışımlara tutunarak ayakta (kalma çabası mevcut iktidarın baskısı arttıkça daha da fazlalaşır, koyu bir karanlığın içine gömülür şair. Ama burada işlev noktası olarak ne çokça söylendiği gibi salt DP iktidarının baskı mekanizmasını almak gerekiyir bence, ne de bunu hafifsemek, ikili bir oluşum süreci nedeniyle demeli belki de. İlerici şiir, imge, çağrışım, deformation image, derinlik derken, «şiir gelir kelimeye dayanır». «Şiir hiç bir şey anlatmaz, güzellik hiç bir şey anlatmaz çünkü». 1960 bağlarında şiir yayımlamaya başlayan genç şairin önüne sürülen yoz örneklerle kafası iyice bulandırılır. Genç sair verilen örneklere, egemen şairlere sımsıkı yapışır; bu, örnekleri hızla çoğaltmaktan başka bir şey yapamaz. Okurun haklı olarak şiirden koptuğu, matrak geçtiği bir dönemin son günleri yaşamaktadır artık. Durumun herkesçe bilinse de özetini hatırlatmaktan yarar görüyorum. Burada, asıl önemli dikkat etmemiz gereken nokta daha başka. Günümüz genç şairinin eğer devrimci b!r kişiliği varsa eski maskaralıklarla devrimcilik adına döneceği pek söylenemez. Genç şair şu anda daha büyük ve tehlikeli olan bir başka olumsuzluğu bertaraf etmenin bıçak sırtı 61 Erol Çankaya noktasındadır. Kartlar açık oynanıyor derken vurgulamak istediğim nokta kaba bir bakış açısıyla mihenge vurularak –en azından anlamlılık/soyut karşıtlıkları yönünden- şiirin ne olduğunun anlaşılmasının mümkün olduğudur. Yoksa günümüzdeki tehlike daha zorlu ve devrimci şiir kılığına büründüğü için sinsice bir yıpratma İçindedir. Devrimci genç şairi bekleyen bu sapma çok daha önemlidir, bir bakış açısıyla göz atıldığında devrimci — toplumcu gibi göründüğü için en başta. Günümüzde iş daha zor, savaş daha çetin demiştik. Bunu yineleyebiliriz. Karşımızda boy veren olumsuz sanat anlayışı bambaşka bir kılıktadır bugün. Devrimci şiirin amansız hastalığı popülizm, şemacılık, giderek devrimci öze kasteden ilkelikler, slogancılık özentileri karşısında devrimci genç şairin bocalamaması gerçekten çok zor. Nelerden sonra geç de olsa aklı başına gelerek harcadığı yılların telaşı içerisinde denize düşenin hesabıyla devrimciliğe sarılarak şiirden de olan şair eskilerinin; şair aşmaya pek meraklı, ne olduğu her gün biraz daha ortaya dökülen «toplumcu şiirin vurucu ozanları», ölen hapse düşen kardeşlerimizin isimlerini iğrenç bir biçimde istismar ederek parsa toplamaya çalışanların tozu dumanı arasında yeni bilinçlenen devrimci genç şairin kafası oldukça bulanıktır bugün. Öyle ki; birkaç yıl sonra yeni yeni Özkan Mert’lerin ortaya çıkıp, «Biz şiire başladığımızda onlar egemendi, ister istemez onlardan etkilenmek zorundaydık» demeleri kaçınılmaz bir hüsran olacaktır bu gidişle. Belki de kimi çevrelerce bu dikkat çekmemiz gereksiz hatta son zamanlar, da görüldüğü gibi «devrimci şiire hakaret» (!) olarak nitelenecek ama biz bu vurgulamanın günümüz ortamını gözönüne aldığımızda 62 Popüler Kültür ve Edebiyat çok Önemli ve öncekli bir iş olduğu kanısındayız. Toplumsal pratikteki çalkalanmaların yoğunlaştığı her dönem ve yerde görüldüğü gibi bu çalkanmalar kaçınılmaz olarak başıbozukluk biçiminde sanat planında belirginleşiyor; saptırıcı Olumsuz etkinlerin istilâsına uğranılıyor. Geçirdiğimiz son dönemin ürünleri genellikle bu tavrın örnekleri olarak karşımızda duruyorlar. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki sanatın elbette bir ajite edici yanı vardır. Ama bu işlevi abartmak, giderek sığlığa, mekanik kuruluklara düşülerek şiir değil bildiri yazmak her şeyden önce devrimci şiire gösterilmesi gereken dikkati göstermemek, devrimci şiirin öncülerine; daha yükseklere, «yaraştığı burçlara» dikmek için devraldığımız sancağa saygısızlıktır. Devrimci şair devinen hayatla beslenmelidir, kalıplaşmış kavramlarla değil. Sözgelimi Divan edebiyatı için, Divan şiirindeki imgeler için mazmun nitelemesi yapılabilir. Duraı bir bayatı yansıtan Divan şiirinde devinen hayatın değil olsa olsa bir kitabî imgenin tekrarı doğal karşılanabilir. Ama Halk Edebi, yatı için, halk şiiri için bu niteleme yerinde değildir, mazmunlaşma yoktur. Divan şiirinde sözgelimi bir «selvi boylu» imgesi, bir «lâle» imgesi mazmundur, işte günümüz devrimci şiirinde en zorlu tehlikelerden biri olarak böyle bir mazmunlaşma eğilimi görülüyor. Çoğu şairde, postal, kan, zulüm, mapusane, devrim, güvercin, tüfek, vs. vs. gibi sözcükler yaşayan olmaktan çıkmış, kitabî imgeler, mazmunlar durumuna gelmiştir. Kimi arkadaşların, popülist özlemlerinden kaynaklanan ve şiirselliklerine çabucak kandıkları, en önemlisi de sandıkları bu şiirselliklere be5 bağlamalarının sonucu olarak yerel deyişlere, folklorik sözcüklere boğulacak kerte gömülmeleri de altı çizilme, si gerekli önemli bir 63 Erol Çankaya sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bir de ilkellik sorunumuz var. Salt biçim peşinde koşmanın ürünü olan şiir kargısında bazen tepki olarak oluşturulan slogancı, kaba bildiriciliğin kolayına kaçan sığ şiirler karşısında Öteki anlayışta olduğundan çok daha fazla dikkatli olmamız gerekiyor. Söz buraya geldiğinde biçimlilik üzerine de söylemek istiyorum. Genellikle şöyle bir kanı var, ortak denilecek bir anlayış: Bireyci bir şairse, kendi dünyasının adamıysa eğer, biçimdedir deniyor; yanlış bence. Mutlak böyle bir genel doğru olmadığını sanıyorum. Sözgelimi Nâzım Hikmet toplumcu özü temel yaptığı oranda biçime! bir şairdir de. Ahmet Arif için de aynı şeyleri söyleyebiliriz, «dağlı bir inceliği» olan biçimli bir şiirdir onunki de. Şiirinizin bu iki ustası için biçimci şairdir demenin hiç bir olumsuzluğu yok sanıyorum. Ama bir Hasan Hüseyin’e, H. İzzettin Dinamo’ya ne kadar, biçimci değildirler, toplumcudurlar denirse densin bu kez hiç bir olumluluğun getirilemediği söylenebilir. Bence devrimci şair, salt özle şiir yazılmayacağını bilen, şiirini devrimci bir öz üzerine kurarken geleneksel kalıplan zorlayan, çağın dinamizmine uygun biçimi arayan şairdir. Yani devrimci özle biçimi ustaca kaynaştıran şairdir. Günümüzde Divan şiiri kalıplarıyla devrimci şiir yazılamayacağını bilmemiz gerekiyor, bu kalıplar hayatın hızlı gelişi karşısında işe yaramaz duruma gelmiştir artık. Devrimci şair yapıtım ne kadar devrimci özle temellendirmeğe çalışırsa çalışsın, bu çabası kadar da yeni teknikler peşinde koşmak çağın dinamizmini yapısında yansıtmak zorundadır. Devrimci şair dendiğinde salt, devrimci bir özü temelinde yansıtan, iğreti bir estetiğe 64 Popüler Kültür ve Edebiyat o sağlam özü mahkûm eden bir şair anlamamayız. Bunun tersi 0larak, her burjuva şairinin yetkin bir biçimsel yapısı olduğunu da söylememek gerekir. Son söz olarak, şöyle diyelim: Devrimci şair elbetteki biçim de gözetir. Salt muhtevayla şiir yazlamayacağı gibi yine salt biçim oyunlarıyla, dil yetkinliğiyle belki yenilikçi şiir yazılır ama devrimci şiir yazılmaz. Yeni Ortam, 9 Mayıs 1975 65 FUENTE GRANDE Şafakta Ölüm! Lorca’nın öldürülüş biçimi karanlıkta kalmış, ayrıntıları bilinmiyor ya, bu konuda anlatılanlardan bir de şöyle: “.. Manzara karşısında dehşete düştüm. Tüfeklerinin dipçikleri ile vurarak, ona ateş ederek (içimizden bazıları korkudan donup kalmıştık) Garcia Lorca’ya saldırdılar. Vızıldayan kurşunlar arasında Lorca koşmaya başladı. Yüz yarda kadar ötede yere düştü, işini bitirmek için arkasından gittiler ama Federico kanlar içinde, yeniden ayağa kalktı ve korkunç bakışlarla adamlara döndü...Adamlar dehşet içinde gerilediler.. yalnız Teğmen elinde tabancasıyla, orada kaldı.Garcia Lorca son olarak gözlerini kapadı, kanına bulanmış olan toprağın üzerine yığıldı..”(sf.196) Birbirinden ayrı düşünülmeyecek biri söylendiğinde akla hemen ötekini çağrıştıran iki olgu: Lorca ve İspanya İç Savaşı! 1936’da başlayıp, üç yıl süre ile İspanya’yı bir kan, ateş ve inanç cehennemi haline getiren savaşın üzerinden oldukça uzun zaman geçti ama, İspanya olayı günligini yitirmedi hiç; bu dün de böyleydi, bugün de! .. İspanyol faşizminin idam ettiği 5 yurtsever için bütün 66 Popüler Kültür ve Edebiyat dünyanın sesini yükseltmesinin üzerinden kaç ay geçti? İspanya’yı dört bucağından sarsalıyan grevler ve gösteriler falanjizmin sonunun vaklaşnğını gösterivor aynı zamanda, İspanya yine ön planda. “İspanya 39 da düştü” ama “öfkeli sıcak sesi geliyor” umudun ve inancın 76’da. “İspanya gençliğimizdi İspanya gençliğimizdir.’’ İspanya iç savaşını Lorca’ya özdeşleştiren olay Granadalı şairin faşistler tarafından - öteki onbinler gibikurşuna dizilmesiydi. Bu nedenle Lorca’nın yaşamı bir yerde İspanya Cumhuriyeti’nin ve iç savaşın da tarihi denilebilir. Eğer Lorca hatırlanıyorsa kurşuna dizilen, Terruel el’ de. Granada’ da Madrit ‘te katledilen on-binlerce Cumhuriyetçi hatırlanıyor. Lorca inancın, demire ve ateşe yürekle duran onbinlerce yurtsever İspanyolun simgesi durumunda. Aydınlığın umudun ve inancın... İşte bu nedenledir ki, 1965 yazında Lorca üzerine bir doktora tezi hazırlamak üzere Granada’ya bir yıllığına yerleşen Ian Gibson çalışmasının eksenini değiştirmek zorunda kalır. O’nu ilk uyandıran, yazacağı kitabın odak noktasının belirlenmesini sağlayan, şair ve ressam Gerardo Rosales olur: “Siz yabancılar, hepiniz birsiniz! Hepiniz buraya Federico’nun ölümünün iç yüzünü araştırmaya geliyorsunuz ama 1936 yılında Granada’da geçen olayların iç yüzü hakkında bir şey bildiğiniz yok. örneğin, savaş başlamadan önce şehirdeki faşistlerin sayısının elliyi bile bulmadığının farkında mısınız?” Canı sıkılır bu sözler karşısında Gibson’un. O’nun ilgilendiği iç savaş değil, Lorca ve hayran olduğu şiiridir, bunu belirtir ısrarla. Ama bu yargıyı öne süren salt Rosales değildir. Çevresinin sürekli ısrarları karşısında fazla direnemeyip “tez ini unutur Gibson. “Tezi rafa kaldırıp 67 Erol Çankaya her kesin” yazmasını beklediği kitabı yazacaktır. ‘’Lorca’nın Öldürülüşü” biyografik bir çalışma olmanın da ötesinde, “İkinci Dünya Savaşının provası” (Malraux) olan bir kanlı savaşın nedenlerine ve öncesine değinen önemli bir ders çıkarılması gerekli bir olguya ışık tutan bir çalışma. Gibsan’ın kitabı Lorca’nın yaşamı ve öldürülmesi ekseninde, iç savaşa doğru giden İspanyol toplumundan değişik kesitler verirken, İspanyol falanşizmini oluşturan kaynaklarına ve faşizmin gelişimine ışık tutuyor. Bu nedenle “Lorca ve şiirini sevenlerinin değil, faşizmin sürekli bir tırmanma içinde olduğu ülkemizde, bu sorun üzerinde düşünmek isteyenlerin de okuması gerekiyor. Lorca’nın ölüm kağıdı öteki onbinlerce Cumhuriyetçi İspanyolundaki gibi dolduruldu:”...1936 yılının Ağustos ayında, savaş yaralarından öldü. Ölüsü aynı ayın yirmisinde (aynen ) Viznar ile Alfacar arasındaki yolda bulunmuştur.” Ne olursa olsun, Lorca’nın Öldürülüşü açıklık kazanmış değil. Olayın içinde olup durumu aydınlatabilecek tek kişi olan Yüzbaşı Nestares’i konuşturamadığını yazıyor Gibson: “Lorca kendi basına hareket eden biri tarafından öldürülmüştü. Konuyu Nestares’e açtığım zaman ürkek bir at gibi korktu. Bir yanlışlık oldu, dedi, “İç savaşlarda görülen çeşitten bir yanlışlık mesele çıktığı zaman sırf orada bulundukları için suçsuz kişiler öldürülür. Başka bir bilgi vereceğe benzemiyordu, güvenlik uğruna ben de fazla üstüne varmadım”. Lorca’nın öldürülüşü üzerine çeşitli savlarda bulunulmuş, ama kesin biçimde kanıtlandığı söylenemez 68 Popüler Kültür ve Edebiyat hiçbirinin. Kitabının “Propaganda” bölümünde her iki tarafça öne sürülenlere değiniyor Ian Gibson. Frankocu yönetim ve basın, Lorca’nın Ölümünde siyasal bir neden olmadığını yaymaya çalışırlar ısrarla. (“Karanlık aşk’”tezi!) Sonra sonra vazgeçerler bundan. Bu konuda yorumu Şöyle Gibson’ı: “En sonunda rejim, Lorca’nın ölümü konusunda, en iyi politikanın dürüstlük olduğuna az çok karar vermiş görünüyor,(sf. 184) Ama bulguların sonucu değiştirmesi beklenemez. Lorca ölmüştür artık ve geride kalan büyük şiiridir O’nun. Gibson şöyle bağlıyor kitabını, Federico o sabah Viznar’da katledilmemiş olsaydı, Öteki onbinlerce insanın da unutulup gideceğini de ekliye rek : “...Oysa şimdi yıldırma hareketlerinden sorumlu olanlar unutulup gittikten çok sonraları da onlar halâ hatırda kalacaklar. “(Sf. 186) Ya da Hemingway’a öykünecek olursak Şöyle de diyebiliriz: Bu gece İspanya’da soğukta uyuyor, Lorca’nın ölüsü. Lorca’nın ölüsü İspanya toprağının bir parçasıdır ve İspanya toprağı ise hiç ölmeyecektir... Politika, 1 Nisan 1976 69 GAZETE FIKRACILIĞI Gazete fıkracılığı bizde “özelliği” olan bir yazarlık türü. Batıda bizdeki anlamıyla bir gazete fıkracılığı, “köşe yazarlığı” türünün olmadığı, her gün sürekli olarak yazan köşe yazarlarının bulunmadığı söylenir öteden beri. Söylenir ve gariptir, bu, Türkiye için olumsuz bir özellik olarak görülür. Bence, Türkiye gerçeklerinden kaynaklanamayan Avrupaî entelektüellerin özgün olma meraklarından biri bu niteleme.Yanlış da tabii... Okuma yazma bilenlerinin genel nüfusa oranının hatırı sayılır bir miktara ulaşmadığını bir tarafa bırakalım; fakülte bitirmiş “aydın”larımızın bile zaman bulamamaları (!) nedeniyle kitap okumadıkları bir ülke bizimkisi. Bu nedenle, “münevverdir” diye takdim edilen kişilerin “münevver”liklerinin okul diplomasından geldiği görülünce pek yadırganmıyor genellikle; alışıldı. Aydınlarımız bile çokça kullanılan bir deyimle “gazete aydını”. Her sabah gazete köşe yazarlarıyla hizaya gelen, dünyayı bu gözlüklerle görüp algılayan kişiler bunlar. Ne olursa olsun,özellikle geniş kitleleri, “kitap okuru” olmıyan yığınları düşünürsek, kitlelerle kurdukları bağ açısından gazetelerin önemi-yapıları bizimkine denk düşen özellikler gösteren ülkelerdeki gibi- oldukça fazla. Maddi ya da eğitimsel ya da zaman bulamama (!) 70 Popüler Kültür ve Edebiyat gibi nedenlerle kitap okuru olamayıp düşünsel evrenini, siyasal formasyonunu gazete, radyo , TV gibi kitle haberleşme araçlarıyla kuranlar için -gazete, dergi, vb. sözkonusu edersek- köşebaşı yazarları çok önemli; Bu oranda bu yazarların okuyucuya her sabah şırınga ettikleri şeyler, ulaştırdıkları düşünce kırıntıları da tabii.. Ne yazık ki bu alanda hegomonya birkaç istisnai dışında kentinin trafik-belediye sorunlarından , ramazan geldimiydi ramazan sohbetlerinden bir türlü “batılı” olamadığımızdan yakınan laik yazarlarda kaldı Türkiye de uzun bir dönem. Bu kaosun dışına çıkılma döneminin başı da hemen her olguda rastlanılacağı üzere 27 Mayıs’tan sonrası oluyor, 27 Mayıs’ın “göreli özgürlük” ortamının sonucu bu günler.Çetin Altan, İlhami Soysal, İlhan Selçuk gibi gazete yazarlarının yığınlarla oldukça önemli bağlar kurdukları, işlevlerinin önemlerinin önemsenecek noktalarda olduğu günler. ‘Papirüs” dergisinin “Nâzım Hikmet” sayısındaki ankete bir elektrik ustasının verdiği cevap bu açıdan oldukça anlamlı: “Nâzım Hikmet kimdir, tanır mısınız?” yollu bir soruyu şöyle cevaplıyor: “Şiirlerini okumadım ama madem ki Çetin Abi Nâzım Hikmet iyidir diyor, iyi insandır. Madem ki O, iyi bir şair diyor, iyi bir şairdir.” Ama bütün bu etkileyici sonuçlara karşın fıkra yazarlığı “nankör” bir iş de. Geçmişin ünlü fıkracıları Tek Parti ya da DP sultası altındaki zorlu muhalefetin yürekli kalem savaşçılarından, kaçı ayakta, kaçının adını biliyoruz? Son yıllarda sesini ancak taşra gazetelerinde duyurabilen bir Danış’ in saygın yaşantısını bile anısına yazılmış saygı yazılarından öğrenmiyor mu yeni kuşaklar? İşin bir de başka cephesi var. Eskinin “fırtına” fıkracılarının yazıları derlense bile ne derece ilgi uyandırıcı olur? 71 Erol Çankaya Geçtiğimiz yıl içinde bu alanda oldukça önemli kitaplar yayınlandı. İlhami Soysal’ın, Çetin Altan’ın, Mümtaz Soysal’ın, Attila İlhan’ın. Uğur Mumcu’nun ve bu alandaki öteki yazarların kitapları, sorunların temelinde yatana, gerçek olduğu içindir ki “kalıcı” olan şeye yönelen ürünler. Sözgelimi Mümtaz Soysal 62’den bu yana olan “yazılı” mücadelesinin ürünlerini topladığı “Güzel Huzursuzluk “ta inancını savunabilme namusu ve başarısını gösteren bir yüreklî bilim adamının “topluma ve olaylara bir kez daha” bakışını getiriyor. Soysal bu yazılarını ne denli alçakgönüllü bir biçimde derlese de bu yazılar “geriye dönerek bakmanın en kolay yolu” değiI, oldukça önemli ve dersler çıkarılması gerekli yazılar. Sorun “12 Mart” olunca bu çıkarılması gerekli ders daha bir anlam kazanıyor. Uğur Mumcu’nun “Suçlular ve Güçlüler”i de aynı açıdan çok önemli bir kitap bence; 12 Mart’ın muhasebesini, eleştiri ve özeleştirisini de içermesi bakımından, Attila İlhan ‘Faşizmin Ayak Sesleri’nde bir yandan, toplumsal karmaşaya karşı sessiz duramıyan bir sanatçının kültür sorunlarına olan bakışını belirginleştirirken, öte yandan da adım adım 12 Mart’a gelişi,sonrasını veriyor. “Bir Müdahalenin Anatomisi” ve “Solu Kurtarmak” bölümleri bence bu açıdan oldukça önemli yazıları derliyor. Bir de okurla kurulması gerekli diyalog açısından çok önemli bulduğum okutturabilme özelliğini vurgulamak gerekiyor. Attila İlhan’ın üslubunu bir sanatçı özgünlüğünün belirtisi, özgün olma amacı olarak görmemek gerekiyor sadece. Bu elbette var, ama bence bu özgünlük 72 Popüler Kültür ve Edebiyat okuyucuyla kurulması gerekli diyalog sorununda oldukça önem kazanıyor. Attila İlhan’ın yazıları gibi kitabı da -dediklerine katılmayın isterseniz- daha başından saran, bırakılmayan doyumsuz bir kitap. Geçtiğimiz yıl bu alanda da pek çok kitap yayımlandı. Sadun Tanju’nun “Daha Güzel Bir Dünya”sı, Tütengil’in “Temeldeki Çatlak”ı, Seha Meray’ın “İnsanca Yaşamak”ı ve yine bir kültür adamının, Hilmi Yavuz’un kültür ve felsefe, edebiyat yazılarını derlediği “Felsefe ve Ulusal Kültür”ü bunlardan bazıları. Çetin Altan, geçtğimiz yıl yeni basımı yapılan “Geçip Giderken”in giriş yazısında şöyle diyor: “Siyasi bir sınıf mücadelesinin gümbürtüsü ortasında dikkatler daima kavga..yazılarının üzerine çeki İdi. Oysa onlar hızla değişen Türkiye’de katıldıkları eylemin gücü arttıkça tazeliği azalacak ve sonunda kaybolacak yazılardı. Siyasi yazıların değişmez kaderidir bu. Amaçlarına kavuştukları ölçüde kendilerinin ömürleri azalır... Kavga yazıları kahraman yazılardır. Yaratmaya çalıştıkları eylemde, başarıya ulaştıkları oranda ölmeye mahkûmdurlar. “İşte günlük fıkra yazarının sorunlarından biri; etkili ama kalıcı olamamak. Fıkrayı, gelecek kuşakların merakla (!) gezecekleri bir “müze süsü” durumundan kurtarmak için biraz da “sanatçı” bir bakış açısı gerekiyor galiba, tabii geleceği sezebilen, okuyucuyla kuracağı diyalogu ihmal etmiyen, sağlam bir perspektive sahip olan bir “sanatçı”nın bakış açısı... Politika, 7 Şubat 1976 73 İNSANIN EVRENSEL GERÇEĞİ V.S. HAKKINDA Bu sayfada geçenlerde yayımlanan bir konuşmada Ferit Edgü şöyle diyordu: “Gençliğimde, yazarlığımın ilk yıllarında buna (yazmaya) inanıyordum. Başka bir deyişle, kendimi ve dünyayı yazarak kurtaracağıma inanıyordum. Bu inancımı çoktan yitirdim’ Arka arkaya sadece bu yıl -şiir, hikâye, deneme- üç kitabını! yayınlamış biri söylüyor bunları! Konuşmayı yapan Güven Turan herhalde herkes gibi şaşırıyor, yazmayı niçin sürdürdüğünü soruyor o zaman. Ferit Edgü’nün cevabı şöyle: “Doğrusu şu, üç bin okuyucuya seslendiği halde, ‘İşçi sınıfının mutlu geleceği için’ ya da ‘halkı bilinçlendirmek’ için yazdığını söyleyen erinci i, mutlu yazarlardan değilim ben.” Bu cümleden sonra Edgü’nün nasıl bir yazar olduğunu anlıyoruz: “Dünyaya ve dünyanın bir parçası olarak gördüğüm kendime bakıyorum. Algılayabildiğim sorunlar var, algılayamadıklarım var. Benim gibi, bunları dile getiremeyen, hiç değilse benim gibi dile getiremeyen kişiler olduğunu düşünüyorum. Kendim ve onlar için yazıyorum.” Bu uzun konuşmasında daha bir çok şey söylüyor, ama bunlar ilgilendirmiyor beni şu yukarıya aldıklarım kadar; çünkü ne doğrudan ne dolaylı sorunlarım değil. Ancak, kendisinin belirttiğine göre “kendine” bakan bir yazar olan Ferit Edgü nedendir bilinmez, konuşmasının 74 Popüler Kültür ve Edebiyat bir yerinde, kendinden başka şeylere de bakıp kavramaya çalışanlara alay” etmek ihtiyacını duymuş! Kendisinin de söylediği üzere, Ferit Edgü, varoluşçu görüşü paylaşan hemen her yazarda “yazıcı”da görülen bir tavrı benimsiyor. Bir yazma düşmanı aslında! Bu görüşte olanlar yazmaya ve yazmanın yararına.hem inanmazlar, her yerde bunu söylerler, öte yandan da bazen “kabukları’! kaşınır, bazen kimisi, uzun uzun o eskitilmiş aynada yüzünü inceledikten sonra bulantı duyar ve yazmaya başlar. İntiharın edebiyatını ve felsefesini yapanların arasından bunu hayatıyla doğrulayacak pek kimsenin çıkmaması gibi!.. Geçen yıllarda Türkiye’ye gelen İsrailli bir yazar da yazmanın ne azap verici bir iş olduğunu söylüyor, “yazmaktan tiksiniyorum” diyordu. Ama Türkçe’ye yeni çevrilmiş bir kitabı için gelmişti! Nihilizm, hayatın bütün alanlarını kapsayınca doğal olarak yazarın varlık nedeni olan yazmak eylemini de kuşatır, bunda şaşılacak bir yan yok. İlginç olan, -artık pek de şaşırtıcı olmayanbu tutarsızlık. Ferit Edgü yazmaya bir vakitler inandığını söylüyor ama zaten o dönemde de kendini profesyonel bir yazar saymıyormuş. Aynı konuşmadan öğrendiğimize göre, yazarın bir kitabını oluşturan hikâyelerden biri konuşmacının “himmetiyle” bulunmuş. (Bu “himmet” lâfını Ferit Edgü kullanıyor.) Buradan, yazdıklarına karşı ilgisiz, samimî bir yazma düşmanıyla karşı karşıya olduğumuzu öğreniyoruz. Ferit Edgü, yukarıya da aldığım cümlelerinden birinde, herhalde sosyalist gerçekçi bir sanat yapma uğraşında olanları kastederek, kendisinin bu yazarlar gibi “erinçli ve mutlu bir yazar” olmadığını belirtiyor. Bu bir bilinçlilik sorunu tabiî. Yalnız, benim anlayamadığım şey, 75 Erol Çankaya Ferit Edgü’nün bu yazarların “halkı bilinçlendirmek” gibi doğrudan bir amaçları olduğunu kimlerden öğrendiğidir. Bu sanatçılar, kendi aralarındaki tartışmalarında da bu türden mekanik, araççı yaklaşımlarla da mücadele ederek yararcı bakış açısını mahkûm etmişlerdir. Sanatsal bilgiyle bilimsel bilginin ayrıldıkları noktaları ve bunların niteliklerini öğrenmek için yeterince, ve dışardan ithal malı görüşleri gerektirmeyecek kadar malzeme ve çalışma bırakılmıştır. Bu dünya görüşüne sahip sanatçı da, elbette kendi kaynaklarına yönelecektir. Bir de “üç bin okuyucu” sorunu var. Okuyucu sayısının sanat eseriyle ilişkisiz bir olgu olduğunu iddia etmiyorum ama Türkiye’de genel olarak okuyucu yazar ilişkilerinin niteliğini ve niceliğini kavrayabilmek için edebiyat sosyolojisiyle bilim adamı olarak ilgilenmek gerekmiyor, sanatçı dünyayla ve olgulara belirli bilincin perspektifinden bakarken -elbette yaradan değil- yaratandır. Bu dünya görüşünün ışığında ve belirleyiciliği altında yazar; okur sayısının kaç olduğunu hesaplama yoluna giderek değil. Sosyalist gerçekçi bir edebiyatı oluşturup yaygınlaştırmayı amaçlayanların okuyucusu F.Edgü’nün söylediği gibi üç bin değil ama henüz özlenen boyutlarına kavuşabilmiş de değil. Bütün bu olguları ve bunun toplumsal-politik nedenlerini Ferit Edgü’nün bilmediği düşünülemez. Nasıl bir toplumda bu “üç bin okurluk” kısır döngünün kırılabileceğini de herkes biliyor. BU yazarlar, Nâzım Hikmet örneğinde görüldüğü gibi uzun zaman, yazdıklarını yayınlama yolları engellense, okuyucusuz da kalsalar, “işçi sınıfının mutlu geleceği için” yazmayı sürdürüyorlar. Yazmaktan tiksinmeden, ona sonuna kadar inanarak yazıyorlar. “Üç bin okuyucuyu” spekülatif bir biçimde yorumlayan Ferit Edgü, bu anlayışın 76 Popüler Kültür ve Edebiyat okuru “üç yüz bin” olsa “işçi sınıfının mutlu geleceği için” yazacak mı; yazdıklarını geniş halk kitlelerinin karşısına çıkarma imkânını bulabilse hangi satırını çıkıp okuyabilecek! Soru cümlesi şeklinde kurulmuş olsa da şu son satırı Ferit Edgü’nün düşüncesini öğrenmek için yazmadım, çünkü “kendisinin ve onların” kimler olduğunu iyi biliyorum. Bu noktada kendi konumlarına değinmek istemiyorum, çünkü bu anlayışın alternatif bir sanat olduğuna inanmıyorum. Yalnız, bir de “evrensel açıdan bakma”dan sözediyor F.Edgü: “..ben sorunlara evrensel açıdan bakmak gerektiğini ileri sürüyorum.” Son bir kaç yılda, kimilerince de “sol” bir yaldızla tekrar piyasaya sürülen ayak değiştirmiş varoluşçulu/ yapısalcı görüşler kuşattı ortalığı. Bu çevrelerce öne sürülen şu mahut “evrensel insan gerçekleri” nedir? İnsanın yalnızlığıdır, ölüm karşısındaki çaresizliği ve zavallılığıdır; öyle beşeri insansal duygular vardır ki karşısında bütün teoriler ve daha çok da şu Marksçılık iflas etmiştir. İnsan bir başkasıyla anlaşamaz, çünkü cehennem başkalarıdır. (Sartre) (Buraya gelmişken ikinci bir, parantez açarak, kimilerince çeşitli defalar yorumlandığı gibi Cehennem Biziz derken Cehennem Kendimizi amaçlamadığımı belirtmek isterim. Başka bir cehennem’den söze diyorum ben, öyle felsefik bir iddiam filan yok. Sıradan bir söz; “El ayak buz kesmiş, yürek cehennem” diyor ya Ahmed Arif, öyle işte! Bu çağın belirleyici evrensel gerçeği nedir? Çağı ve toplumları alt üst eden, toplumların dayandığı denge durumunu bozan toplumsal gelişme dinamikleri midir, umutsuzluk ve boğuntu mu? Toplumlardaki kölelik duygusu mudur, ulusal kurtuluş savaşları ve devrimler mi? Bu çağın temsilcisi insan boğuntulu, umutsuz olan mıdır, yılgınlıkla da çarpışan, yaşama isteği ve direnci ölüm 77 Erol Çankaya korkusuna başat olan mı? Kimilerinin canını sıkacak “bıktırıcı” sorulardır bunlar ama bu “can sıkılması” be bir şeyler ifade edecektir. Bir defa, her sınıfın kendi ulusal ve evrensel gerçeği olmasının ötesinde, mutlak insan gerçekleri diye bir şey yoktur. Evrensel insan gerçekleri diye sık sık öne sürülen, bu anlayışın taraftarlarınca güya sahip çıkılan insan değerlerinin mutlak olmadığı ve her tarihîtoplumsal döneme tekabül eden nisbi değerlerin sözünün edilebileceği en az yüz yıldan beri ortadadır. Bunun yanında, çürümeyi, niçliğe dönüşmeyi savunurken sosyalist gerçekçi ürünleri ilkellikle, insanın evrensel gerçeklerini görmezden gelmeyle ve sosyalistleri sekterlikle, dogmatiklikle suçlayan bu çevreler insan gerçeklerinden biri diye sunulan “umutsuzluk” kadar en az “umudun” da insan gerçeği olduğu temel gerçeğini gözardı etmektedirler. Bu çevre tarafından yapılan yazarlık tanımı, yeni peygamberlerin lâfı olan “bir şeyi belli bir biçimde söylemektir. Genel olarak düşünüldüğünde kimsenin itirazı olmayan bu söz özel bir amaç için kullanılır. Gözden kaçırılmak istenen gerçek, belli bir biçimde söylense de her şeyden ve sözden önce, söyleme edimine konu olan bir şey’in olması gerektiğidir. İşte asıl hesaplaşma bu “bir şey’in niteliğinin üzerinde olacaktır ama bu nedense hep unutulur. Şiir, kelimeye göre bir edimdir elbette, ama salt kelimelerden de oluşmaz. Gariptir ama bazen bir Anayasa değişikliği şiiri, salt kelimelerden oluştuğu sanılan 78 Popüler Kültür ve Edebiyat şiiri bile nasıl oluyorsa değiştirebilmektedir! Bu anlayıştan olan kimilerinin dillerine pelesenk ettikleri bir buluş da, gene Barthes’dan mülhem “yazarlık/ yazıcılık” ayrımı. Görülen, kendilerine “yazarlık” payesini veren bu kişilerin, “işçi sınıfının mutlu geleceği için” yazanları yazıcılık/yazanlıkla nitelemeleridir. (Yalnız, hak yememek için belirtelim, Nazım Hikmet’e bir söz etmiyorlar!) Ben kendi hesabıma, bireyci, toplumcu (cemiyetçi) ve sosyalist sanatların her kesiminin içinde, yazarın da yazıcının da bulunduğuna inanıyorum. Madem ki bu ülkede burjuvazi diye bir gerçeklik var; onun da bir sanatı ve sanatçıları olacaktır. Bu kesimin arasından iyi sanatçılar, yazarlar da yazıcılar da çıkacaktır; aynı şekilde sosyalist sanatın platformundan da. Can Yücel’in bilinçlilik bulunçluluk (vicdan) diye yerinde bir ayrımı var. Sanatçının, vicdanına dayanan öznel bir seçim yapmasının sosyalist bir sanat yapmaya yetmeyeceğini belirtmek için kullanıyordu bu ayrımı Canı Yücel. Bu ayrımı bir yana bırakalım, öyle görülüyor ki kimi burjuva sanatçılarının vicdana dayanan böyle bir sorunu bile yok. Ama gene de bireyciliği bireyselcilik hatta toplumculuk diye sunma gayretlerini literatürü dipnotlarından eksik etmeyerek sürdürüyorlar. Nedenleri ortada, bunu da anlıyorum ama.”sol” ağzıyla yapılan bu tezvirat kampanyası kendi ağzıyla konuşsa çok daha yararlı olacak. Kendi sorunlarını çözmeye yönelerek “yazanlara yaraşır ürünler ortaya çıkarmaları ise yapacaklarının en iyisi olacaktır. 79 Erol Çankaya Bir kaç iddiasını tartışmak gereğini duyarak, aynı anlayışın başka savlarının dolaylarına da geçmemi sağlayan konuşmasında katıldığım bir cümlesi var ki orada şöyle diyor Ferit Edgü: “Balık hangi suda yaşıyorsa besinini o suda bulur.” Alegoriye başvurmadan, bu cümleyi şöylece yeniden kurmak,istiyorum: İnsan hangi toprakta yaşıyorsa besinini o toprakta bulur ve o toprağa benzeyecektir artık. Dünya Gazetesi, 2 Nisan 1979 80 M. NİYAZİ AKINCIOĞLU’NUN ARDINDAN 8 Şubat tarihli Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında yayınlanan bir ölüm duyurusu M. Niyazi Akıncıoğlu’nun öldüğünü bildiriyordu: “Baromuz Avukatlarından Kırklareli’nin yetiştirdiği değerli düşün ve sanat adamı şair, büyük insan Avukat Niyazi Akıncıoğlu’nu 1 Şubat 1979 günü kaybetmiş olmanın derin acısı içindeyiz.” Türkiye Yazarlar Sendikası’nca değil de Kırklareli Barosu Başkanlığı’nca yapılmış bu duyuru. Bir bakıma doğal bu, çünkü Akıncıoğlu son otuz yıldan beri “şair Akıncıoğlu” olarak değil, “Avukat” olarak sürdürüyordu yaşantısını. Yalnız, son bir kaç yıl içinde tekrar, ustası olduğu şiire döndüğü, eski ürünlerinden hiç de aşağı olmayan dizeler yazdığını kanıtlayan bir kaç şiir yayımladığı görüldü. 1916 yılında Bursa’da doğmuş M.Niyazi Akıncıoğlu. 1940’ larda, Hukuk Fakültesinde okurken dönemin ilerici dergilerinden olan Pınar, Yürüyüş, Ses, Yeryüzü gibi yayın organlarında “Vatana ve Gurbete Dair”; “Bursa”, “Edirne”, “Köroğlu” gibi ünlü şiirlerini yayımladığı görülüyor. Daha sonra birdenbire şair yanını öldürmeyi seçip “Avukat” olarak Kırklareli’nde yaşamayı yeğler. 1950 yıllarında Kırklareli’ nde “komünizan bir partiyi idare etmek” savıyla yargılanarak iki 81 Erol Çankaya yıl mahpus yattığı görülüyor Akıncıoğlu’nun. 1970’lere kadar süren uzun bir sessizlik dönemi içine girdiğin* görüyoruz daha sonra. 1971’den sonra yayımladığı iki şiiriyle, şiir yayımlamasa da “Her Allah’ın günü şair” kalabildiğini kanıtlayacaktır. Türkiye’de uzun yıllar, içinde siyasal birçok etmenin de yer aldığı nedenler yüzünden 1940 Kuşağı sosyalist gerçekçi şairleriyle arkadan gelen kuşaklar arasında bir kopuntu yaşandı. Nazım Hikmet gibi bir şairin bile geniş okur kitleleriyle ancak 1960’ların sonunda karşılaşma olanağı bulabildiği düşünülürse bu olgu karşısında pek de şaşırmamak gerekiyor. Kaldı ki Nazım şiirinin bile hâlâ bütün boyutlarıyla kavranabildiği söylenemez. Aradan bunca yıl ve toplumsal demokratikleşme yolunda bunca mesafe alınmasına karşın, bırakalım geniş okur kitlelerini, sosyalist bir şiire varmak isteyen genç şiir kuşakları bile bu dönemi tüm açıklığıyla öğrenebilmiş değiller. Bilinmeyen birçok olgu, horlanmış gözardı edilmiş, resmi kültür politikası sonucu unutturulmuş birçok sanatçı var günümüzde de. Asıl üzücü olan yan ise, gerici kesim kadar ve belki daha çok etkin olan “ilerici” çevrelerin bu konudaki tavırları. Oysa günümüz Türkiye’sinde sosyalist bir şiiri gerçekleştirmek isteyen her şairin ilk yapması gereken, bu dönemi gereğince kavrayarak, geçmiş ustalarla aradaki kopuntuyu gidermek. Günümüzün genç şairi sosyalist ger çekçi bir şair bileşimini, kaynaklarının nerede olduğunun bilin cine vararak, bu toprağın üzerin de bu bağı kurarak gerçekleştirebilecektir çünkü. 82 Bu kopukluğun giderilmesi doğrultusundaki bir Popüler Kültür ve Edebiyat çabaya A. Bezirci’nin “Başlangıcından Bugüne Türk Şiiri” adlı antolojisiyle rastlandı geçmişti,Yeni kuşaklar birçok usta gibi M. Niyazi Akıncı oğlu’nun şiiriyle ilk kez bu derlemede karşılaştılar. Ve ilk kez burada okudular “Yağmur Duası”nı, “Hasbihal”i-, ve ‘Hürriyet Kasidesi”ni. Akıncıoğlu’nun şiirlerinden yapılmış ve olabildiğince kapsamlı iki derlemenin 1974 yılında Yarına Doğru dergi sinde yayımlandığı görüldü. Sonra Yansıma ve Türkiye Yazıları dergilerinde iki şiir. Siyasal mücadelenin içindeki küftür-sanat boyutunun Önemini de kavrayan kuşaklar özellikle 19/l döneminden sonra geçmişin kültür mirasıyla bağ kurma çabasına giriştiler ama bir çok nedenler yüzünden bütünüyle başarılamadı hu, Bu kısırdöngü yü sadece Nazım Hikmet ve Ahmed Arif şiirinin kırabildiğini görüyoruz. Bu adlara sonradan Enver Gökçe da eklendi ama yeterince tanınmayan, bir çok şair var hâlâ. Kaldı ki bu andığım şairler de ancak siyasayla doğru dan bir bağ içinde oldukları şiirleriyle biliniyorlar. Sosyalist kesimde hâlâ egemen olabilen, sanata yararcı bakış açısı doğal olarak bu sonucu yaratıyor. İşte Akıncıoğlu da bilinmesi zorunlu olan bu ustalardan. M.Niyazi Akıncıoğlu’nu 1940 Kuşağı şairleri arasında önemli ve özgün kılan nitelik, Halk şiirinin öğelerinden olduğu kadar Divan Şiirinin tonalitesinden ve ritminden de yararlanarak yeni bir şiir oluşturması. Savaş yıllarının, aylığın ve esaretin iğin de umudun ve direnişin türküsüdür onun şiiri. Bu öğeler yalın kat bir gerçekçilikle değil insani olanın bileşkesinden verilir: “Bir ezan vakti başladı gurbet/bir ezan vakti bitti memleket/ve cümle esaret./ İliklerimize kadar mehtap vardı.” diyordu bir şiirin de. 83 Erol Çankaya Şöyle yazıyordu “Köroğlu” nda:”..seyri malum bizce tarihin /malum ve mutlak; /Yarın aydın, yarın güzel,/ yarın bizim olacak/. /Yirminci asrın göbeğinde biz,/ Daha merd, daha insan,/daha cesuruz; /Ve hâlâ yaşıyoruz..” temelsiz bir nikbinlik değil, tarihsel bir iyimserliktir bu. Birkaç yıldır sözü ortalıkta gezinmesine karşın kitabı yayımlanamadı Akıncıoğlu’nun. Bunda birazda kendisinin, şiirlerini yayımlatmak istemeyen tavrının da rolü vardı sanıyorum. Yakında günışığına çıkacağına inandığım kitabı, Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif gibi uzun yıllar “sır” olmuş ustalardan sonra sosyalist gerçekçi şiirimizi yepyeni bir ufuk ve boyutlanma sağlayacaktır. Artık hep omuzlarımızın dibinde ve Yakından sevgilerle. Dünya, 5 Mart 1979 84 MAKİNALAŞAN TARIM VE “VUKUAT VAR,, «Saçlarını çözdü, taramaya başladı. Tarağın dişleri hemencecik pamuk tozlarıyla doldu.» Orhan Kemal’in romanları «Bereketli Topraklar...» ından «Eskici ve Oğullarına, «Küçük Adamın Notları» ndan «Kanlı Topraklarca, oradan «Hanımın Çiftliğine uzanmayla oluşan bir zincirin, acılı bir destanın parçaları. Zorlu bir uğraşın sonucu ortaya çıkarak birbirinin üzerine yığılan ciltlerdeki binlerce sayfa: o dönem güneyinin, Adana’nın, pamuk ağalarıyla toprak ağalarının cirit attığı, patoz ırgatlarıyla, «betonundan bile ot bitiren» Çukurova’nın kavurucu güneşiyle bütün bir toplumun ekonomik çelişkilerini yansıtan bir dev poem’in dizeleri. Kapitalizmin talan çarkının arasında ufalanıp giden küçük adamların sanayileşme sürecine girmiş bir kentini anlattığı yapıtlarıyla bir dönemin panoramasını çizer Orhan Kemal. «…1946.48 yılları,nın Adana’sı: coğrafya kitaplarında Türkiye’nin dördüncü büyük şehri, İstanbul, Ankara, İzmir’den sonra 100 bini aşkın nüfus. Fabrikatörü, toprak ağası, mirasyedisi, pek az küçük memuru, pek çok un fabrikası işçisi, ondan da çok ırgatı ile Adana. Yazlık barlarında «artistlerin ayakkaplarındaki çiviler batmasın diye ve topuklarının altına 500’lükler katlanan Adana. (…) 85 Erol Çankaya Her cuma Köprübaşını, Kalekapıını dolduran ırgat pazarları, Köprü, başındaki Çiftçi Birliği binasının duvarları dibinde dönen ırgat alışverişleri… Sıcağın, tozun, pisliğin vıcık vıcık yoğurduğu bir Adana.» Bir kitabının tanıtma yazısında Orhan Kemal’in amacı, «Çukurova’nın sosyal, ekonomik ve siyasal fonu üzerinde ora insanının serüvenlerini tipik olarak vermek» diye saptanıyordu. Bu benim katılmadığım ve Orhan Kemal’in roman ve öykülerinde kullandığı tekniğe, içeriğine, toparlarsak Orhan Kemal sanatına varmada kullanılacak çok yanlış ve daha baştan sakat bir yol. Bir kere Orhan Kemal’de tipleme amaç de. ğil araç’tır. Çukurova’nın toplumsal ekonomik ve siyasal ortamında, bu toplum yapısının oluşturduğu, çoğu kez harcadığı insan tiplerini vermekle birlikte amacı birey, tip olmamış (tiplemenin en belirgin olduğu «Murtaza»da bile bir yere kadar bu böyledir) tersine bu ezik, harcanan insan kesitleriyle yüzbiınlere açılarak Çukurova’nın toplumsal ekonomik” ve sosyo-politik sorunlarını, o ortamı sergilemeyi ereklemiştir. Roman iki serüvenle içice yürüyor. Toplumsal sorunların ağırlık kazandığı, genellikle Muzaffer Bey’in merkezkaçı çevresinde dönen en o dönem batıcı Bürokrat tiplerini, parti oyunlarını, aktüal politikayı veren kesiti, diğeri ise Kemal’in Güllü ile olan ve birkaç yardımcı aktör, figüran ile oynanan aşk öyküsü. Romanda ilk planda bu iki konu, bölümlemelerin matematiksel bir kesinliği oluşu yüzünden kopuk bir görünüş alıyorsa da gerçekte aralarındaki organik bağ” sağlam. Kemal’in toplumsallıktan yalıtılmış gibi görünen aşk öyküsü temelde, siyasal etkenliğiyle de toprakları üzerinde amansız bir sömürü düzenini sürdüren «sapına kadar inkılâpçı» Muzaffer Beyden, Ramazan’dan, hinoğlu hin 86 Popüler Kültür ve Edebiyat Kabak Hafız’dan kan alıyor. Romanda ortaya konan ilginç noktalardan biri de o dönem toplum yapısında görülen insan ikiliği. Yavaş yavaş belirginleşmeye başlıyan batıcı laik bürokrat insan tipi ile halk arasında gittikçe açılan boşluğu iyi saptamış Orhan Kemal. Halk içinde önceleri, olagelmiş kültür ikiliğine koşut olarak saray çevresine, Tanzimatçılara dönük olan soğukluk ve tepki giderek Cumhuriyet’in tango aydınlarını hedef alır.. Ama bunda asıl sorumlu boynu yularlılardan gördüğü horlanmayla sınıfı münevver’den kopan kitle-i halk ve avam değil, bürokrat eşraf işbirliğine dayanarak halktan kopan Kemalist batıcı-bürokrat azınlıktır. Bunun kökenini daha gerilere, 2. İnönü Savaşı sıralarına götürüp te; «Kafileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Bana bakın dedim. Kimse işitmesin millet düşmanınızdır.» (3) diyen İnönü’yü ve bunun arkasında bürokrat-batıcı aydınların halktan kopuk kadrosunu daha bir tanıdıktan sonra Hamza’nın şu sözlerinin olsa olsa bir tepki olduğu daha somutlaşır: «…Bir kravatlı, efendi yani.. Ayağına basmışık. Çüş dedi. Bir baktım bana diyor. Nevrim döndü efendi, derhal yapıştım yakasına, dedim: Bu çüş bize miydi lan? Dedi: Ayağıma bastın. Dedim: Bastık belle, n’olacak? (...) Hık mık derken sağlı sollu bir bir daha... Deli tavuk gibi anca porttu, mahalle arasına diye yatırdı. Ben de ardından, derken tuttular. Boş ver dediler, nerden baksan iki paralık bir kravatlı. Uyduğun ADAM olmalı ki, vursan bile, elin adamı eh demeli, aşkolsun...»(sf. 19) İşte parti içi bölünmeler de bu sıralara rastlıyor. Yeni kurulan parti «irtica meselesinde de liberalist» bir yöntemle tabanını halka dayamış, diğerlerini silindir gibi 87 Erol Çankaya ezerek ilerlemektedir. (4) Yeni partinin propagandasını şehir klübünde yapan Zekai Bey’in şu konuşması partisinin genel tavrını iyi belirlemesi açısından ilginç: «—.. Atatürk inkılâpları, Atatürk inkılâpları... Bu muayyen, malum, belirli bir zümrenin yaygarasından başka nedir? (..) Hâlâ parti üyesi biri sıfatıyla böyle konuşmamam icabeder. Fakat azizim, şunu unutma ki, memleketin yüksek menfaatleri, parti tüzüğünden, bir kelimeyle parti ve parti menfaatlerinden önce gelir.» (sf. 200) Marşal yardımının resmen tescilin, den sonra tarımdaki kapitalist gelişme işte bu dönemde başlıyor. Makinalaşan tarım, kapalı köy ekonomisinden kapitalist pazar ekonomisine geçiş, yarı emekçilik diye niteleyebileceğimiz bir İÇ göç (5), Amerika’yla sıcak ilişkiler, liberalizmin kendi diyalektiğimiz dışında ithali, çok partili hayata geçiş, Amerikan hayat tarzı özlemleri, Marşal yardımının öngördüğü tarımdaki teknolojik gelişimin yörüngesine oturtulması için ziraat aletleri ve makinaların ithali... Makinalaşan tarımdan korku duyan bir sınıf, öte yanda suni de olsa kurulması istenen kapitalizmin geliş, meşinden hisselerine düşecek paydan yararlanacak bir diğer sınıf: «Hükümeti Amerika’dan geniş mikyasta ziraat aletleri getirme teşebbüsü gerçekleşmiş gibi bir şeydi. Rusların Boğazlarda üs, Kars ve Ardahan’ı istemeleri bir taraftan da fena olmamıştı. Bu suretle hükümet artık bir karar verme arefesindeydi. (...) işin en hoş tarafı, Marşal planı gereğince, memlekete girecek külliyetli ziraat aletleriydi. Bizde de, tıpkı Amerika’da olduğu gibi dinamik ziraat başlayacak, öküz ve tahta saban, tarihin karanlıklarına karışıp gidecekti.» (sf. 85) 88 Popüler Kültür ve Edebiyat Orhan Kemal’in kitabının bazı yerlerinde aile kurumunu eleştiren yanlar da var. Ataerkil ailede kadının silikliğini, ezilmişliğini imliyen annesine Güllü’nün söyledikleri dışa vuran bir öfkeyi iyi belirtiyor. Erkek, karısının gözünde mitleşmiş bir yaratık. Annesinin «Erkek karısının küçük tanrısıdır» sözüne karşı koyar Güllü: «Onlar erkekse biz de kadınız. Ama sizin gibi kadınlara müstahak, içer sızar, her türlü haltı karıştırır, ırz namus bilmezler, sonra da küçük tanrı. Ben tanrı manrı bilmem. Sen sensin, ben ben.., Hele kılıma dokunsunlar… Orospu dölüyüm, beşlerine beş, ellerine taş..» (sf. 150) Gerçi böyle bir ailesel hukuk kurallarının geçerli olduğu böyle bir dönem ve bölgede on üçünü sürdüren bir kızın bu biçim konuşması inandırıcılıktan uzak bir eylem oluyor ama, unutmamak gerekir ki Güllü ailesine maddî yönden bağımlı değil. Yıllarca fabrikalarda, çırçırlarda çalışmış, gözü açılmış yani. Söylediği son cümleyi de özellikle aldım sonra. Orhan Kemal bu biçim bir konuşmayla kahramanına öyle bir hava vermiş ki, romanın, başında yaşından söz etmese bile, o savruk deyiş özelliği, o umursamazlık unutulmaz bir çocuk havası, tadı katıyor. Annesine karşı bağırarak direnmesi, yazgısına karşı gelirken söylediği sözler hep bu çocuk havasıyla gerçekliğini, inandırıcılığını yitirmiyor. Çok geçmez Muzaffer Beyin en gvendiği adamlarından biri olan Yasin Ağa’nın, elinde kaparo olarak bir beş yüzlükle gelip, kızı resmen istemesi Üzerine bu işi gerçekleştirebilmek için (DİRENEN) Güllü’ye baskı yaparlar. Güllü için bir tek çözüm yolu kalmak, tadır geriye: KAÇAR o da. Kemal kızı evine alır ama kendisi fabrikadayken evine polislerle gelen Berber Reşit ve kızın ağabeyi, yaşı küçük olan Güllü’yü alıp 89 Erol Çankaya götürürler. Eve gelince de bir direğe bağlıyarak döverler. Kemal, işte tam burada, kızı kurtarmak için evin kapısını omuzlayıp içeri girdiği zaman vuruluyor: «... ufacık tabancanın ince namlusundan bir alev parladı. Kemal sendeledi, sonra bir iskambil kâğıdı gibi sırt üstü devrildi...«.. Vukuat var, vukuat var, polüiiiis...» Güllü çaresizdir artık, Ramazan’ın getirdiği hususîye binerek «Hanımın Çiftliği’ne doğru yola çıkar... «Vukuat Var», toplumsal düzendeki feodal etkenlerin komprador kapitalizmiyle omuzlaşarak nasıl serpilip geliştiğini, bir dönemin toplumsal politik, iktisadî düzeyde tablosunu vermesi açısından ilginç bir belge, üzerinde yeniden durularak dikkatle okunması gerekli bir roman. Yeni Ortam, 31 Ocak 1973 90 OKURUNU YARATAN ŞİİR Üzerinde durmak istediğim olgu ne çokça yinelendiği gibi şiirin okurunu yitirmesi ne de bu sava karşı çıkanların söylediği ve benim de benimsediğim, ‘böyle bir olgunun ancak belirli nitelikte bir şiir anlayışı için geçerli olabileceği’ –karşı-savı. Şiir kuşakları ve bu “kuşak”lara bağlanan okurlar beni şu an düşündüren. Türkiye’nin hızla geçirdiği yapısal dönüşümler her şeyi hızla eskitiyor, duyarlıklar evriliyor, eski beğeniler yerini yeni değerlere bırakıyorlar. Ama bu oluşum süreci içinde gözden kaçmayan bir olgu da şiir okurunun daha başta ilişki kurduğu bir anlayıştan ya da bir şairden kolay kolay vazgeçmemesi. Bir anlamda her şair ve şiir, bir okul gibi kendi okurunu eğitip biçimlen diriyor, koşullandırıyor. Bu beğeniyle oluşmuş bir okur arkadan gelen bir şiir kuşağından oldukça habersiz ve rastlantıyla ilişki kursa bile kendisi çok farklı bir yerde olduğu için genellikle tadına varamıyor, önemsemiyor bu şiiri. Kronolojik olarak dikey düzlemde bu böyle. Bir de yatay bir oluşum görülüyor bu farklılaşmada. Her okur doğal olarak ideolojik, estetik vesait* nedenlerle seçmesini yapıyor belirli bir anda ve aradığı nitelikte olan sanat ürünlerine 91 Erol Çankaya eğilim duyarak onları yeğliyor. Bunu anlamak elbette daha kolay. Çünkü elimizde nesnel koşullara ilişkin bu seçmede etkili gerekçeler, veriler var; bunların ne olduğunu kestirebiliyoruz. Edebiyat kuşakları gibi buna bağımlı olarak bir tür okur kuşakları da var. Şiir söz konusu edeceksek, yaşantısının belirli bir anında kendi duyarlığına ve ilişkilerinin düzeyine bağımlı olarak bir şaire ya da şairler kümesine bağlanan okur “kendi şairi olan” bu şaire bağlanarak sürdürüyor şiirle ilişkisini. Şairle belirli bir anda ve değişik gerekçelerle kurulan bağ “alışveriş” diye adlandırılabilecek bir ilişkiyle sürüyor, şiir okuru bu şiirle koşullanıyor. İlk şiirlerini yazmakta olan bir şair bu nedenle kendi okurunu yeni kuşaktan, eski şiir anlayışıyla koşullanmamış bir okur kuşağından sağlıyor zorunlu olarak. Bu yüzden, bütün edebiyat kuşaklarına dağılmış bir okurun pek sözü edilemiyor. Eski kuşağa-anlayışa bağlanmış okur yenileri kavramıyor, yeni okurlar da eski kuşakla bir cins komünikasyon buhranı’nı yaşıyorlar. O çok sözü edilen kuşaklar arası farklılaşmadan da farklı bir olay bu. Bu olgunun nedeni olarak ikisi de birbiriyle ilişkili iki neden gösterilebilir. Öncelikle Türkiye’de Cumhuriyet döneminde yaşanan ve toplumsal-ekonomik düzeyde cereyan eden olayların siyasal düzeydeki yansıması ve Türkiye’de şiirin kısa süreler de birbiri ardında geçirdiği “yenilenme”ler. Şiir elbette “geleneğe başkaldıran” özel bir tür ama son 92 Popüler Kültür ve Edebiyat kırk yılda bu başkaldırma ve yenilenme eğilimi zorunlu olarak gelenekten kopuşu da getirdi. Folklor temeli üzerinde ideolojik olarak popülist içerikli Hececiler, Mayakovski ve genel olarak Rus fütiristlerinden esintilerle şiirimize yepyeni bir ufuk taşıyarak sonradan da geleneksel şiirle gene yepyeni bir bireşime varan Nazım Hikmet. Nazim Hikmet’in çevresinde bir şiir oluşturulurken Enver Gökçe, Ahmet Arif, Niyazi Akıncıoğlu gibi şairlerin aynı damardan ama çok özgün bir şiire varmaları. “Garip” hareketiyle birlikte şiirin geleneğinden kopuşu başlamakta ve siyasal düzeyde gerçekleşmiş oluşumlar da bu yönelişe kan taşımaktadır. Bu dönemde gelenekle olan bağını da ihmal etmeden geçmiş şiiri özümleyerek devrimci bir biçimde aşma girişimleri geri plana itilirken resmi kanallardan da andığımız aykırı şiire arka çıkılacaktır. Dönemin nesnel koşullarının da bu süreçte oldukça etkili olduğu söylenmeli ama. Daha sonra, bunu izleyen dönemde ise -ki 10 yıllık bir “fırtına” dir. Kurallarını işleten süreç içinde geleneği tümüyle yadsıyan doğrudan ithal bir şiirin çevresinde “fırtına” koparıldığını görüyoruz. Garip birinin hiç olmazsa “halkçı” bir yanı vardır ve özellikle Orhan Veli, ölümüyle yarım kalan bir işe girişerek Halk şiirine, Halk türkülerine yönetip yeni bir bireşim çabası içine girer. Bu dönemi izleyen II. Yeni şairlerinin ise böyle bir kaygıları bile yoktur. Onlar bu toplumda doğarak Türkçeyle şiir yazmak gibi “makus bir talih” uğradıkları için kahrederler kendilerini. Bir “Garip”çi ise zaten “klasiklerimiz olmadığı için başka dillerin klasiklerine öykünen şeyler yazmaya başlayacaktır. Gelenekle ve 93 Erol Çankaya bu toplumla göbek bağını yadsıyarak oluşturulan bu şiir kaçınılmaz olarak boşlukta kalacaktır. Bu anlayışın yirmi şu kadar yıl sonra etkisi sıfır olan çağdaş gerici burjuva şiirinin oluşturduğunu görüyoruz. 1960 sonrasında “bir Anayasa değişikliği” şiiri de değiştirir ve bu anlayışa bağlı olarak gelişmiş ve belirlenmiş şiir kuşağı nesnel koşulların etkisiyle iyi niyetli bir çabaya girer. Ancak, “Divan” düzenlemeyi biçim açısından yargılayıp “gerici” ilan ederken “sonnet” yazmanın “ilerici” bir iş olduğu yanılsamasına düşen bu kuşaktan kimi şairler kendilerini “standart militanla özdeşleştirerek” (Murat Belge), “Sosyalist zannıyla narodnik bir şiiri (Attila İlhan) geliştirirler. Gelenekle olan bağ yine gözardı edilmiş, daha önceki kuşağın örnek aldığı şiirin yerini bu kez Rus popülist şairlerinin yazdıkları ya da kimi Latin Amerikalı şairlerin ürünleri almıştır. Bu dönemde Nazım Hikmet, Ahmed Arif dışında hemen bütün şiir geçmişinin yok sayıldığnı, bu çevrelerce ‘40 Kuşağı sosyalist şiirinin küçümsendiğini görüyoruz. Köklü geçmişiyle bağ kurduğu ve elbette geçmişi devrimci bir biçimde aşarak yaşadığı gününün sağlıklı yorumunu yaparak “değiştirme” işlevini yerine getirebildiği ölçüde benzer bir şiir serüveni yaşanmayacaktır Türkiye’de. Galip geçici olan modalardan “göbeğini kesebildiği” ve kalıcı olan almaşığı içeriğine yerleştirebildiği oranda da her kuşaktan insanları çevresinde toparlayıcı olabilecektir. Türkiye’de okuyucu bulamayan ve artık tedavülden kalkmış bir şiir anlayışı varsa günümüzde, bunun temel nedeni o şiirin yazıldığı insan tipinin yaşamamasıdır. Zaten bu genel doğru roman ya da başka bir sanat kolu için de geçerli. Yapıtınşiirin ideolojik içeriğiyle genç ya da yaşlı olmasıdır önemli olan. Yoksa yaşlı okurun-şairlerin beğendiği pek çok “genç” şair var günümüzde. Aynı biçimde ‘yaşlı” 94 Popüler Kültür ve Edebiyat okurların yadırgamayacakları bir genç şiir kuşağı da var. Bütün bu olgular kuşak ayrımını ortadan kaldırıp ideolojik boyutu ön plana çıkarıyorlar. Nazım Hikmet şiirini yadırgamadan okuyabilen gençlerin de yaşlıların da bir arada oldukları içeriğe değgin o potayı. Örnekleri hiç de az olmayan bu yönseme günümüz şairinin yapması gerekene bu karanlıkta ışık tutuyor. “Bekler bazı yaşlar bazı şiirleri” diyen sairin söylediğinin bu düzeydeki sentaksı da “Geç kalmıştır bazı yaşlar bazı şiirler için” olacaktır. Ya da daha doğru bir ifadeyle “geç kalmıştır bazı kafalar bazı şiirler için” denilebilir Dünya Gazatesi 26 Şubat 1979 95 TÜRK HİKAYESİNE BEKİR YILDIZ’LA GELEN Gerçekte Bekir Yıldız tek romanı olan Türkler Almanya’da kitabıyla sanat dünyasına girdiyse de asıl ününü, yaptığı, sanat çizgisini belirten ilk yapıtı Reşo Ağa’dan sonra hızla, okuyucunun aradığı, beğendiği bir yazar oldu. Toplumun istediği ya da lâyık olduğu hikâye yazılmadığı için okuyucunun hikâyeye sırt çevirdiği; “Bu toplum hikâye okumaz” diyenlerin umutsuzluk içinde kıvrandığı bir ortamda gösterilen ilginin nedenini şöyle açıklıyordu kendisi : “Eğer öykülerim ilgi görmüşse nedeni süte su katmamamdır. Fazla lâf etmekten, dolambaçlı ve yapışık anlatımdan kaçınmamdır. Bir de, ele aldığım konuların bugüne dek işlenmemiş konular olmasını düşünmeliyiz.” Gerçekten yerinde bir saptamaydı bu. O güne değin köy romanları Ege kıyılarını, çok çok da Orta Anadolu ve Çukurova’yı yaşıyordu. Hikâye bir yana — söylenecek sözleri tükenmiş Fransız bunalımcılarına öykünen şeylerdi bunlar — romanlarda çizilen çizgiler üç aşağı beş yukarı belliydi; aydın savcılar, öğretmenler, arada bir çıkan bilinçli köylüler falan. Öyle ki toplumcu bir perspektifle bakıldığında çoğunun toplumculuğu pek yavan kalıyor, “miz-mız 96 Popüler Kültür ve Edebiyat edebiyatçılığa” çok iyi örnekler oluyorlardı, îşte Yıldız’ın çıkıp, güney-doğu insanının yaşama kavgasından, töre-gelenek çemberi içindeki bozuk sosyo-ekonomik yapısını kana bulanmış yapraklarla okuru sarsıcı, hattâ rahatsız edici bir biçimde vermesi bu sıralara rastlar. KÖYLERDEN ŞEHİRLERE UZANAN BİR KİTAP: REŞO AĞA Bazı sapmalar olmuşsa da ilk hikâyelerinde tümüyle şehir insanından” kopuk bir gelişim çizgisi gösterememiştir. Bunun nedenini — köy çıkışlı olsa da — büyük bir şehrin içinde bulunmasında aramak gerekir ki bu Reşo Ağa kitabında iyice belirgindir. “Üç Bit” de köhneleşmiş burjuva kafasına sahip bir kızdan kopar kahramanımız. Zaten o güne değin “ince duygulu yaratılışıyla, hayatın katı gerçekleri” çelişmiş, delikanlıyı yer yer ikilem içinde bocalattırmıştır. Felsefe ve resim öğrencileri olan üç yabancı “beatnik”le karşılaşır, toplumumuzun fiziksel yönlerinden dolayı hor gördüğü kişilere yakınlaşır, dünya anlayışlarını bir ucundan yakalar. “Kapitalizmin Öğütemediği” insanlardır bunlar. Direnişleri edilgen de olsa yabancılaşan düzenin iflası olacaktır giderek. Bir burjuva kızının giysileri dışında “güzel” şeyinin olmadığını ve boş kafasıyla erkeğine ancak yatakta hizmet edebileceğini söyler Nana. Sevilen kızdan kopuş nedeni işte burada yatmaktadır. “Yorulmayan Adam” ve “Sucukçu” hikâyelerinde ise şehir insanının cinsel yaşantı sorunlarına ışık düşürülür. Bu arada, fahişeliği yoksulluğunun sonucu olan gecekondulu kız da hikâyeyi tamamlayan güçlü bir öğe 97 Erol Çankaya olur. “Düdüklü Tencere”nin bir ucu köydedir, öbür ucu gelişmiş yörelere açılır. Pehlivan Rüstem Almanya’lara gidip kurtuluşun kapısını aralarsa da, yılların verdiği eziklikle, yaptığı parasının, tümünü koy yerinde hiç işine yaramayacak bir otomobile yatırır. Bu kitapta Bekir Yıldız’ın gerçek çizgisini belirten hikâyeler ilk ikisiydi: “Reşo Ağa”, “Kesik El”. Ne olursa olsun, ister köylülerin yaşama kavgasından, ister şehir insanının sorunlarından söz etsin, Bekir Yıldız’ın daima halkın yanında olduğu, yüz binlerin sorunlarını göz önünde tuttuğu görülür. Yoksa Marx’ın sözünü ettiği küçük burjuva yazarlardan çok ötelerdedir: “…küçük burjuva yazarlar... kendi kurtuluşunun koşullarının, modern toplumu kurtarabilecek ve sınıf çatışmasını önleyebilecek genel koşullar olduğuna inanır... Onları küçük burjuvaların temsilcisi yapan şey, küçük burjuvaların yaşayışlarında aşamadıkları sınırları, onların da düşüncelerinde aşamamalarıdır; maddi çıkarlarının, toplumsal durumlarının küçük burjuvaları pratikte ittiği işlere ve çözümlere onlar da kuramda itilirler böylece.” Bekir Yıldız Reşo Ağa’dan sonraki ürünleriyle şehir insanından tümüyle uzaklaşır. Özü “insan” ve insanın insanca yaşama sorunları olan yazar yeni bir biçim arayışı içindedir artık. Kara Vagon ilk olgun, gerçek düzeyine varabilmiş bir kitabıdır. Bu kitabıyla yerini sağlamlaştırır. Artık bir “Bekir Yıldız hikâyesi” yaratılmıştır. Sonra Kaçakçı Şahan çıkagelir. Çizgisini oldukça kalınlaştıran bu kitapta yazarımızın objektifi yine doğudadır, ister “çalışma fermanları hükümetten mühürlü kaçakçılara” adanmış, kitaba adını vereni, ister Öbürlerini ele alalım, hep aynı yere çıkarız. 98 Popüler Kültür ve Edebiyat Bir hikâyesiyle yüz binleri anlatmak isteyen Bekir Yıldız, neyi anlatırsa anlatsın kurcalandığında toplumun bozuk sosyo-ekonomik yapısı, feodal ilişkiler, köylü-Devlet ilintilerinin sakat yapıları, Ağalık kurumunun egemenliğini sürdürebilmek için her yöne el atması sergilenir. İşte başından beri kuşku uyandıran sorun bu noktada açığa çıkar: Yerel bir yazardır Bekir Yıldız, genellikle güney-doğu Anadolu insanını işler, öyle ki bölgesel bir sıçrama yapmazsa kendini yineler bir duruma düşüp giderek bir kısır döngü içine girecektir. İkinci bir yargı da hikâyelerinin estetik boyutlarını içerir: biçimce eskiliğini. Ama şunu da akıldan çıkarmamak gerekiyor: Bekir Yıldız’ın biçimce eskiliği hikâyelerinde-ki “özün halkın yanında atan bir yürek olmasındandır.” Halk söyleyişlerine, deyimlerine, ince ayrıntılarına değin inen hikâyecinin biçimce eskiliğini gelenekten yararlanmasında aramalıyız. Şu da var ki Bekir Yıldız’ın gerçek özgün biçimine varamadığı rahatça söylenebilir. Kendi tarafından bile: “Sanıyorum hikâyelerimdeki aşama, daha çok öz’de değil, biçimde olmuştur. Biçim konusunda hâlâ bir bütünlüğe erdiğimi söyleyemem.” Bekir Yıldız’ın yerelliğine dönersek şöyle yazılabilir: Öz itibariyle kökeni halktır. Toplumcu olduğu için çarpıcı bir durumda sürükler hikâyesini, hattâ rahatsız bile eder bu katı gerçekler okuyucuyu. Amacı nedir bir yazarın? Kendini yinelemeyip aşmak, evrensel boyutlara, evrensel bir sese doğru açılmak. O halde asıl sorun insandır. Bekir Yıldız’ın yerel bir yazar olup bir kısır döngü 99 Erol Çankaya içinde harcanması savı işte bu noktadan bakıldığında çürük çıkmaktadır. Aslolan “insan” olduğu ve insanı belirli bir toplum kesiti içinde hep aynı yer ve durumda anlatarak da evrensel olunduğuna göre bu savın geçerliliği ortadan kalkar. Kaldı ki Bekir Yıldız, hikâyeciliğimize getirdiği yepyeni sesi, özgünlüğü ile edebiyatımızda şimdiden yerini almıştır. EVLİLİK ŞİRKETİ Yerel olduğu ve “coğrafi alanda bir sıçrama” yapmazsa kendini yineler bir duruma düşeceğinin, bol bol ilkel okur kazandığının söylendiği ve bu tartışmaların hızlandığı bir ortamda çıktı piyasaya Evlilik Şirketi. Biraz geriye dönecek olursak 1969’da kendisiyle yapılan bir konuşmada söyle dediğini görürüz Bekir Yıldız’ın : “Benim kahramanlarım normal bir yaşama olanağının, ucundan, bile tutamamış köylülerdir. Fakirlik bir yana düzenli bir yaşantıya erişme umutları da yoktur. (...) öbür dünyadaki cennet avuntusudur tek tesellileri.” Yazarın bu kitabındaki kahramanları Öbür ürünlerindekilerin tersine — en azından — bir elleri yağda bir elleri balda olan bir küçük burjuva ailesi. Ama hemen şurasını da belirtmek gerekir: genç karı koca sınıf değiştirerek burjuvalaşmışlar, yani aile köken itibariyle halka dayalı. Adam çok kardeşli bir köy evinden. (s. 17) Yaşama olanağını ucundan tutmuyorlar, kucak kucağalar. Okumuş yazmış aydın kişiler besbelli bunlar. Öbür dünyadaki cennetle avunan bir mistik anlayış içinde değiller. Konuşmalarından müzik dolaplarının olduğunu atılıyoruz, dans da ediyorlar bir “tango” plağının eşliğinde; televizyonları da var. 100 Popüler Kültür ve Edebiyat Altan Koloğlu Yeni Dergi’de Kırmızı Yel için yazdığı yazısında Osman Şahin’in bir “olay” hikâyecisi olduğunu söylüyor, hiçbir şey demeden sayfalar dolduracak bir yazı ustası olmadığını ekliyordu. Sanırım Osman. Şahin’in Bekir Yıldız’dan önemli bir ayrılığı da açığa çıkmış oluyor. Şimdiye değin “olaylı” hikâyeler yazan, okuyucuyu kanlı sayfalar sunup sarsan Bekir Yıldız vurucu gücünü başka bir yöne çevirmiş. Konumuz yine insan ve insanın sorunları, ama “olay” yok. Hikâyeyi güçlü bir diyalog kurgusu oldukça akıcı bir şekilde sürüklüyor. Evliliklerinin dokuzuncu yıldönümünde gece yarısı birbirlerine “dürüstlük” sözü verir bir karı koca. O güne değin birlikte bir ömrü paylaştıkları halde bir türlü “biz” olamamışlardır. Ama umduklarından zor gelir bu sözü yerine getirip birtakım “itiraflarda bulunmak. Yılların verdiği alışkanlıkla birbirlerine “itiraflarını rahatça yapamazlar : “Dürüst olmaya eşitçe yaklaşmak istiyorlardı.” (s. 17) Bir de Kadın’ın ve dolayısıyla toplumumuzdaki kadınların erkekleri hangi açıdan gördükleri var anılacak; ilginç bir erkek kavramı bu : “Bu kez erkekler için hayvan diyorum ben. Çünkü annem ve bütün komşu teyzeler böyle öğretti bana, yıllarca. (...) Öyle diyordu büyüklerim. Tenha yerlerde, karanlık gecelerde, genç kızlara pusu kurup beklermişsiniz bizi. Ele geçirince de, bacaklarımızı ayırırmışsınız orta yerinden. Memelerimizi dişlermişsiniz, kan akıtıncaya kadar. (...) Aç kurtlar bile istemezmiş bizim gibi, böylesi pusuya düşen kızları.” Ellinci sayfada erkek, evlilik Öncesi tanıdığı bir gene kızı örnekler: sinema locaları, ağaç kovukları ve sonunda öpüşmek çekirdek çiğnemek gibi olur. Ama hepsi de evliliğe bir yatırım olarak saklarlar “sermayelerini”, hem de geçmişlerinin sütten temiz olduğunu saptayarak. 101 Erol Çankaya “Erdem, yapılanları gizleyebilmek ustalığı mı yani?” der Erkek. “Namus, dişleri sıkıp, tasarlanan yatırımı her an hesap etmek ikiyüzlülüğü müdür?” Konuşmalar giderek cinsel sorunların çemberinden çıkıp başka seslere yönelir: “’Uçak mı?’ diye sordu adam. ‘Henüz demirden bir hayvan o. Havalandırıldığından beri, taşıdığı insan sayısından çok, insanlığın başına bomba yağdıran hava cellâdı. Belki de kendisini icad edenin mezarını bile, yerden havaya uçurmuştur. Uçağı yapanlarla, uçağı hiç görmeyenler uçuncaya kadar, uçak insanlığın ortak malı sayılabilinir mi?” (s. 76) Cinsel dürtüleri toplumcu açıdan çözümlemeye gittiği bu kitabında Bekir Yıldız’ın başarılı olmadığı söylenemez. BEKİR YILDIZ’DA EVRENSELLİK SORUNU YA DA “BEYAZ TÜRKÜ” Bekir Yıldız’ın son kitabı “Beyaz Türkü”yü okuduktan sonra şu kanıya varıyorum ben: Bir zamandır, Bekir Yıldız’ın yerel bir yazar olduğunu; hep aynı yöreden ses getirmesinin kendisinin aleyhine çalıştığını ve giderek bir kısır döngü İçinde kendini yitireceğini söyleyenlerin karşısında, yazar Güney-doğu Anadolu’dan özellikle kopuyor ve sanatının bir ispatına gitme zorunluluğunu duyuyor. Bu savı ileriye sürerek, Bekir Yıldız’ın “ilkel bir yazar” olduğunu, hep kendisini yinelemesinin gene kendisine zarar vereceğini (yerellik düzeyinde) savlayanlara karşı bu konuda düşüncelerimi yazmıştım. (Yeni 102 Popüler Kültür ve Edebiyat Dergi, sayı 95) özetlersek; bir yazar için asıl sorunun “insan” olduğunu ve insanı belirli bir toplum kesiti içersinde hep aynı yer ve durumda anlatarak da {yani yerel kalarak da) evrensel olunduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında ortaya sürülen savın geçerliliğinin olmadığı ve “çürük” bir yargı olduğu daha bir somut olarak çıkıyor ortaya. Bekir Yıldız’ın, Almanya’ya ilişkin sorunları sergilediği hikâyelerini, “Evlilik Şirketi” denemesini hep bu nedene bağlamak mümkün. Hikâyesinin, kan’ıyla, çarpıcılığıyla, olayların, bilinmeyen (saklı kalmış) bir yöre insanının anlatıldığı vak’a örgüsü içersinde verilmesiyle kendini okutturduğunu, uyandırdığı geniş etkinin nedenini burada aramak gerektiğini, yazarlık gücünün temelde olmadığını ileriye sürenlere karşı bir sınava sokuyor sanatçılığını gibi geliyor bana Bekir Yıldız. Bir yerde evrensel olma kaygısı var ve bu evrenselliği her tip ve her yöre insanını anlatarak sağlamak istiyor. Bence yanlış bir düşünce bu. Yerel kalarak da evrensele ulaşabilir bir sanatçı. Sözgelimi dışarıdan bir örnek : efsanelerden hareketle (yani belirli bir toplum kesiti içinde yaşayan insandan, yerelden hareketle) Nobel’e varmayı başaran Asturias. Şimdilerde Yaşar Kemal’in efsanelerden kaynaklanması; Kemal Tahir’in, tarihsel bir bilinç yanılgısı içinde Osmanlı İmparatorluğu’na eğilmesi; son günlerin moda’sı falanlı filânlı halk hikâyeleri, tümüyle aynı nedene bağlanabilir. Beyaz Türkü’de 11 hikâye var. Hikâyeleri içeriksel planda kabaca şöyle sınıflandırabiliriz: Bildiğimiz güney-doğu insanının sorunlarını vurgulayan 103 Erol Çankaya “klasik” Bekir Yıldız hikâyeleri. (Kara Çarşaflı Gelin; Akyavuz; Hamuş; Barutçu Maho; Kefene Sarılı Mavzer) Dış göçü, Almanya’daki Türk işçilerini anlattığı hikâyeleri. (Celb; Maria Otuz İki Yaşında) İç göçü, köy ünitelerinin çözülüşü ve sanayileşme karşısında kırsal kesimden, köyden şehre gelen insan gücünün açıkta kalışı durumundaki insan dramını verdiği, gecekondulaşma, kapitalist ilişkilerin kişiyi nasıl insanlıktan ettiğini noktaladığı hikâyeleri. (Tek Kanat; Tahir Usta) Simgesel bir anlatımı denediği, alegorik birtakım açılıp kapanmalarla gerilimi sürdürdüğü ve toplumumuzun içinde olduğu koşullarla birtakım bağlantılar kurma amacına yönelik olduğu hikâyeleri. (Beyaz Türkü; Hayl Hitler) Hikâyelerinin kitap içindeki dağılışları bile Bekir Yıldız’ın (özellikle; değişik yorumlu hikâyelerinin ardarda sıralanışı), yukarıda andığımız noktayı hatırlatıyor, yani yerel kalma kaygısını. Bu kitabında da katı, soğuk bir anlatımı yeğliyor Bekir Yıldız. Kısa bir kuruluşa sürdüğü cümlelerini benzetmelerle, halk deyiş özellikleriyle canlı, okunur kılmak istediği çok somut. Örneğin sadece “Kara Çarşaflı Gelin” adlı hikâyeden aldığım şu örnekler bile bu belirginliği taşıyor : “Bozkırın tepesinde, yürüyen lâmba gibiydi ay”; “Kara bir ağıt tutturdu; bozkıra hiç ayışığı uğramamışçasına”; “Sabah, neredeyse köyden tarlalara taşınacaktı”; “Sara, dudak ısırdı. Sevgi yeşertti”; “Genzua, göz düşürdü yukarıdan aşağıya”; “Bıçağı görünce meliyen, huysuzlaşan kurban gibi direndi Genzua”; “Ana-kız, birbirlerini bir daha hiç göremeyeceklermiş 104 Popüler Kültür ve Edebiyat gibi sarıldılar. İki beden bire düştü”; “...{Genzua)... Baba ocağına, daha pek çok adım hakkını bağışlayarak, ölü evine doğru yürümeye başladı...” (s. 7, 8, 9, 10, 11) Bekir Yıldız’ın bu tekniği, kimi yerde kendi aleyhine çalışıyor ama. Bu sürçme şurada pek açık: “Cılızdı ama umutlanacağı güçler. Tanrısı, sırtını döndürmüştü dünden beri kendisine...” (s. 7) “Yürek, korkuyla tıka-basa dolunca, pencereyi kapattı Sara. Bir süre akılsız kaldı başı. Deli gibi dolandı odanın içinde. Yerde yatan çocuklarına çarptı. Düştüğünde kızının ayakları uçundaydı.” (s. 8) “Anasına sarılıp ağlayamadı. Unutmuştu belki, hakkı olan ağlamayı da.” (s. 9) Çürüyen bir toplumun yozlaşmış burjuva ahlakî değerler sistemi karşısında, başka bir toplum yapısının ahlâk kuralları içersinde yetişmiş bir İşçinin yabancılaşmasını, direnişini (Maria Otuz İki Yaşında); küçük burjuva özlemlerini İçinde yaşatarak, geriye, vatana dönüp bir “iş tutma”, İş kurma sevdası içinde “mark” savaşına giren Türk işçilerinin dramlarını (Celb) verdiği hikâyelerinde başarı düzeyi ortanın üzerinde Bekir Yıldız’ın. Ama bana kalırsa kitabın en başarılı ürünleri, güney-doğu Anadolu’nun sorunlarını sergilediği (ve tümünde çözümler getirmese de) o bildiğimiz, “klasik” Bekir Yıldız hikâyeleri. Örneğin bir “Barutçu Maho”, bir “Kefene Sarılı Mavzer”, bir “Akyavuz”... “Barutçu Maho” sorunları sergilemekle yetinmeyerek yeni çözümler, çıkış yolları aradığı, önerilerde bulunduğu öykülerine bir örnek: olumlu bir çaba bu. “Kefene Sarılı Mavzer” de güney-doğu Anadolu’dan, o bildiğimiz “Bekir Yıldız İnsanı”ndan hareketle Al105 Erol Çankaya manya işçilerinin, Almanya özlemi içinde bulunanların sorunlarını gözler önüne getiriyor. Ragıp, Almanya’ya gidebilmek için “Kurum”a yazılmış, sırasını bekleyerek yıllarını geçirmiştir. Altmış dört günü kalmıştır bu umudunu tümüyle yitirmemesi için. “Otuz beşine gelmiştir de haberi yoktur.” Hâlâ sırasını beklemektedir. “Kurtuluş” için altmış dört günü kalmıştır sadece : “ ‘Günlerimiz kıymete bindi,’ dedi Ragıp kinayeli. ‘Bizim oğlan gibi alacaksın eline bir tabanca, kurşunu olacak İçinde. Dalacaksın odadan odaya.’ “ (s. 82) Ama, içinde olduğu doğa yasalarının geçerli bir işlevi olamayacağı gerçeğini de bilmektedir. Geleneksel bürokrat örgünün içinden kurtulamaz o da. Dedesinin “Çanakkale yadigârı” mavzerindedir bütün umutları. Amansız bir bürokrasi eleştirisine giriyor Bekir Yıldız bu hikâyesiyle. Ragıp’ın tek umudu rüşvet olarak vereceği iki bin lirayı, Dede’sinin mavzerini satarak elde edebilmektedir. Böylesi bir “devran”a aklı ermez yaşlı adamın: “Biz, onlara sıktıydık ya kurşunumuzu. Biz onlara salladıydık ya, palamızı, kılıcımızı. Şimdi de alıp duvarlarını mı süslemek isterler...” (s. 87-88) Burada altı çizilmesi gerekli şey, kuşkusuz Ragıp’ın söyledikleri : “... (Ragıp)... ‘Haklısın,’ dedi kollarını iki yana açarken. ‘İş bul da kalayım öyleyse. Savaşın büyüğü, Çanakkale’de değilmiş dede. Şimdilerde.’ “ “Hayl Hitler”de alegorik bir anlatımı yeğliyor. Nazi Almanya’sının SS’lerini ve kitap toplamalarını, yakılmalarını anlattığı hikâyesinde başarı çizgisini tutturamıyor pek. Kuru, söylevci bir çizgide gelişen hikâyenin içine, birtakım simgeler de sıkıştırılmış. Örneğin “dev” motifi. Aşırı bir santimantalizme, gereksiz bir bildiriciliğe düşülmüş “Hayl Hitler”de : “ ‘Bu devler yok şimdi, yavrum,’ demişti dedesi. İnce, yumuşak 106 Popüler Kültür ve Edebiyat saçlarını okşayarak. Vinçler, demirden askılara alındı. Kollar, insanların birbirleriyle kucaklaşması için kullanılıyor artık. Çürük ceviz yetiştiren ağaçlar da bir güzel aşılandı yavru.’ “ (s. 59) Anlatımın, kimi yerlerde Bekir Yıldız’ın aleyhine çalıştığını söylemiştim biraz önce. Bu “kalem sürçmeleri”, “Hayl Hitle r”de de görülüyor. Sözgelimi: “Koşuşmalar... içerdekiler korkulu. Korku merdivenlere değdi. Yürekler çırpındı. Odanın içinde koşuşmalar oldu.” (s. 57) “Kapılar sürgülendi içerden. Merdivendeki sesler öteki yüze dayandı, içerdekilsr kıpırtısız. Şimdi yürekferindeki çırpınışlar izlerini belli eden. Kapı tekmelendi. Tekmeler huysuz.” (s. 57) “Çocuk, anasının yürek sesini oyuncak sandı. Susması bundan.” (s. 57)’ “Kitap arayıcılar gelmede. Heine, bir kitabından ötekine koşmada.” (s. 57) Hikâye, Heine’nin götürülmesiyle sonuçlanır. Giderayak pek dirençli bir şekilde, “Düşman saldırıyorsa doğru yoldayız”ı hatırlatır biçimde konuşur Heine : “Üzülme, dedi Heine karısına. Belki geri dönemem ama tuttuğumuz yol doğrudur. Baksana yapılanlara.” (s. 62) “Hayl Hitler”, kaba bildiricilik düzeyinde, şematik bir kuruluğa sahip, içeriğinin sağlamlığını düştüğü söylevcilikle bozan, çürüten bir hikâye. “Beyaz Türkü” için de aynı şeyler söylenebilir. Kitabın kırk sekizinci sayfasında şöyle biter sözgelimi “Beyaz Türkü”: “Çocuk çıktı bile. Hem de anasını sancılar içinde yere düşürerek: Yarım can çocuk, Ama türkü de söyleyecek, büyüyebilirse. Beyaz ve özgür türküler...” (s. 48). “Beyaz Türkü”yü kurtaran hikâyeler yine o 107 Erol Çankaya bildiğimiz Bekir Yıldız hikâyeleri. “Evlilik Şirketi”nde pek belirli olmadıysa da, bu yapıtında somut olarak ortaya çıkan şey, (tıpkı Osman Şahin gibi) Bekir Yıldız’ın da güneydoğu Anadolu’dan uzaklaştıkça kaleminin sürçtüğü. Kendi insanını anlatırkenki rahatlığı, dilinin sıcaklığı, renkliliği o yöreden uzaklaşınca yitiyor; o çizgiyi tutturamıyor. Bu, önemli ve üzerinde düşünülmeye değer bir sorun, bence. Yeni Dergi, Eylül 1972 108 Popüler Kültür ve Edebiyat OSMAN ŞAHİN’İN «ACEMİ MİRZA»SI ÖNEMLİ ÖYKÜLERLE DOLU Osman Şahin hikâyeye çok zor ve bıçak sırtı bir noktadan başlamıştı. Ortaya çıktığı günlerde Bekir Yıldız’ın oldukça etkili olması, aynı bölge insanından ses getiren bu hikayeciyi yüzeyden bir bakış açısından bakıldığında hemen özdeşleştiriyordu. TRT-1970 Hikâye Büyük Ödülü’nü alan Osman Şahin ilk hikâye kitabını ödül alan hikâyesinin adıyla ortaya çıkardığında (“Kırmızı Yel” , İstanbul-1971) kendisine yönelen eleştirilerin büyük çoğunluğu bu özdeşliğe dikkati çekiyordu. Osman Şahin, Bekir Yıldız’ı ne kadar “ustası” kabul ederse etsin ona öykünen bir yazar değildi ama hikayelerindeki insanların bölge ve dil-şive aynilikleri, ister istemez iki hikayeciyi aynı küme içersinde düşündürüyordu; yüzeyden bir bakış açısıyla tabii... Sonradan Osman Şahin birbiri ardına çok güzel hikâyeler yayımladı. Söz gelimi “Deli Hatice”, “Musallim ile Kuşde” ya da bir “Sarı Öküz” hikâyeleri bütünüyle Osman Şahin damgasını, O’nun içtenliğini ve sıcak dilini örnekleyen hikâyelerdir. Şu satırları “Deli Hatice”den aldım; bu hikâyenin bütünüyle işlek ve içten dilini hele kurgusunu daha iyi anlayabilmek için hikâyeyi tümüyle okumak gerekiyor: “Şurada kendi ocağımızı yakardık. Odun bizim, 109 Erol Çankaya kül bizimdi. Kimselere kötülük vermezdik. Yoksulları öte kakıp yerleri almazdık. Sakınırdık tütünümüzün dumanını başkasının gözünden. Elimiz uzun değildi. Göz sürmezdik konu komşunun malına. Gün olur, dilimiz kararırdı açlığın elinden. Oklavamızı yalardık, yalardık ama, töbe olsun el açmazdık tokun sofrasına... Vay gidi vayyy. Demek yerdeki yüzü de çiğneyen olurmuş.. Nezirim, İbrahimim, Osmanım... “ (Acenta Mirza,sf.9/10) Osman Şahin üzerine bir şeyler söylendiği zaman yukarıda değindiğim özdeşlikten ötürü, biraz da O’nun çıkış noktasından bugüne çektiği çizginin niteliğinden ötürü Bekir Yıldız’la olan “ilişki”sine de değinmek zorunlu oluyor. Bir yerlere varabilmek için iki hikâyeciyi karşılaştırmak zorunda kalınıyor. Tabii bunu yapmak ayrıntılı ve etraflı bir yazıda mümkün olabilir, bence. Böylesine kısa ve “tanıtma” nitelikli bir yazıda bunun tartışmasına girmek istemiyorum. Ama yine de Osman Şahin’in dilini daha işlek ve sıcak ve daha önemlisi yerel dili kullanmanın getirdiği olumsuzluklardan daha uzak bulduğumu söylemek isterim. Bir röportajcı eğilimiyle yanaşmıyor konularına Osman Şahin, kendi hikâyeci dünyasıyla sokulup kendi yorumunu da veriyor, okuyucuyu yönlendirebiliyor gereğinde. Osman Şahin, ikinci kitabı “Acenta Mirza”da, kendi çizgisine olduğu kadar, hikâyeciliğimize yeni ufuklar getiren sekiz hikâyesini derlemiş. Bence, “Çök Abuzer” gibi zayıf bir hikâyeyi dışta tutarsak tümüyle usta İşi ürünler bu hikâyeler. Yukarıdaki alıntıyı yaptığım “Deli Hatice”, yanan ama “kül tutmayan” iki ocağın hikâyesi. “ 110 Popüler Kültür ve Edebiyat Zala Kadın”, köy yaşantısına ilginç bir biçimde yanaştığı “Sarı Öküz”, klasik denebilecek bir konunun kendi akışı içinde ve vurucu bir biçimde verildiği “Resim”, içten içe sıcak bir yüreği getiren, olaya bel bağlamadan yazılmış “çarpıcı” bir hikâye; “Bebekken son. Bir de “Musallim ile Kuşde” var anılması gereken, önemli bir hikâye. Tabii bir de şimdi üzerinde duracağım, bence kitabın olduğu kadar,Osman Şahin için olduğu kadar, hikâyemiz için de önemli bir hikâye olan “Acenta Mirza”.. Hikâye, biri köyden öteki kentten yazılmış karşılıklı iki mektuptan oluşuyor. Birinci mektubu yazan Mirza köyde; köyde ama bir an önce kente göçmek istiyor Mirza. “Yönüm dünyaya yorgundur. Artık, yaylarımızı yatıranımız yok bizim” diye, arkadaşı Latif Ağa’ya mektup yazıp kentte yerleşmek için akıl danışan Mirza hızlı bir çözülme sürecindeki geleneksel kırsal yapının simgesidir etiyle kanıyla. Bu gidişi geç de olsa farketmiş, “toprağın sırtına basmanın” yanlışlığını çevresindeki “Ağa”ların kiminin komisyonculuğa, kiminin benzinciliğe yönelmesiyle görmüştür. Toprak üzerindeki her şey değişmektedir artık. “Artık çiftçilik öldü, Latif. Rençperliğin tadı tuzu kalmadı. Marabanın gözbağları açıldı. Damaklarına parmağını takıp çeksen durmaz oldu. Hele hele alamanya diye bir tütsü sokuldu son zamanlarda marabanın aklına. “(s.74)” Köylerin zaptı geçti. Şehir dediğin, günümüzde su başı gibi aziz bir yer oldu” demektedir artık Mirza. Latif Ağa, bu gidişatı önceden sezinleyip, “ticaret kervanına” önceden katılmış bir “müteşebbis”! Her şeyin “makineyle kimyaya dönüştüğünü”, “işi silahla değil, evrakla sök111 Erol Çankaya menin” olası olduğunu görmüş. Toprak reformunun aslını da biliyor. Mirza’ya acele toprağını satıp gelmesini öğütlüyor: “Fırla gel.. .İnşallah Magirusun güneydoğu acentalığı da, senin hissene düşer”... “Acenta Mirza”, atlanmaması yüklü… gereken hikâyelerle Politika Gazetesi, 6 Şubat 1976 112 Popüler Kültür ve Edebiyat SELİM İLERİ, ACININ ŞAİRİ... …denebilir, bence, Selim İleri’ye; acının, yürek burkuntularının yürek,, kanamalarının, yalnızlığın, “kimsenin kimseyi kırmadığı bir odayı” özlemenin ama umutsuz özlemenin, horlamanın, küçük görülmenin ... Ya da şöyle de denebilir: bedeli ödenmemişliklerden borcu olmanın “acı” borcu olmanın yürek yakıcı şairi! Bence bir şair Selim İleri. Hikayeciliğinden önce geliyor mısraları. Bedeli acı olan şeylerin, önemli görülmeyen küçük olayların, üstünde durulmayan insanî başların, bir çayevinin soluk masa örtüsü önünde yapılan ama nedense sonu hep umutsuz, burkuntularla biten ya da hiç bitmeden öylece kalakalınmanın şairi. “Anlatacak şeyleri olan ama anlatamayanların” kalabalıkları, sevdiği halde yalnızlığa odalara alışmak zorunda kalanların, yaşanmamış ya da gönlünce yaşatılmamış ezik çocuklukların, açıklanmamış yüze vurulmamış gizli sevdaların, acılarından haz bile duyabilmenin, beklenen ama çalışmayan telofonların, “burjuva yanlılıklarının” şairi.. Destan gönüller’in o bilinen sözüyle söylüyecek olursak “yaşama acemiliklerinin” şiri.. Bu açıdan baktıkmıydı O’na bir başka yanlızlıklar şairine, Necatigil’e denk düşüyor, şu farkla tabii: Necatigil toplumun dışında kalakalmanın şairi, ileri ise yaşamaya bir 113 Erol Çankaya adım kalakalmış bir durumda acı çekmenin, kalabalıklara ulaşamamanın... Fethi Naci’nin Tanpınar için söylediklerinden yola çıkacak olursak O’nun da; gelişmeyi gösterirken değil çöküşü gösterirken, umudu ve beraberliği anlatırken değil umutsuzluğu ve yanlızlığı anlatırken, sevinci yazarken değil hüznü yazarken usta olduğunu söyleyebilirim. Hemen her hikayenin değişmez ya da salt adı değişen kahramanı Kemal’dir, Ama bu şekilde nitelenebilecek. Çevresinden soyutlanmış, kalabalıklar arasında bile yalnız başına; önem verilmez denilen küçük hareketlerinde bile takılıp kalan hep o sürgit giden yürek burkuntusunu yaşıyan, uzattığı yabancı sigarayı filtreli içmediği için almıyan arkadaşının karşısında şaşıran anlamlar çıkaran Kemal’dir yalnız Kemaller hep yanlız adamlardır onda, bedeli acı çekip yürek kanatmak olan suçların sahipleridir sanki. Sevgi ve nefret etmek o denli içiçedir ki “aynı sözcükten kullanır” ama yinede en çok “nefret” der. Kalabalıklara karışmak, “ bu yanlızlık duygusunu” atarak “telofonlar beklemek” ister ama uzatılan elleri geri çevirebilir de. Sanki yazgısına isyan etmekte,bu kaosu parçalamak için çabalar görünüp “tedirginliğini, yanlızlığını” bahane edip, kovulacaksın uyarılarına aldırmadan annesinin, “kitap okunacak geç vakitlere kadar yatak keyfinden vazgeçinilmeyecek bir pazar sabahını” bozar ama bir yandan da ‘bu yazgısna” rıza göstermiş gibidir. Bunun İçin mücadele eder ama umutsuzluklar içerisinde “Sanki mutlu olmayacağız. Hiç mutlu olmayacağız.” diye söylenmektedir kendi kendine. 114 Popüler Kültür ve Edebiyat Onun savaşında umudunken yoktur. Bu noktanın bazı çevrelerce eleştiriye uğradığını biliyorum. Sığ bir” nikbinlik” anlayışına bel bağlamış kişilerce bu mutsuzluk umuda yer olmayışı eleştiriliyor, olumsuz bulunuyor orda burda. Sait Faik’in umuduyla, “iyimserliği” ile karşılaştırmalar falan... Genel olarak şöyle bir düşünceye sahibim bu konuda : İnandırıcı olmayan mekanik bir iyimserliğe “nikbinlik” sözcüğüyle karşıladığımı belirtmek isterim öncelikle; dünya görüşü içerisinde bulunan yaşama sevdasını, hayata bağlılığı vurgulayan “iyimserliği” ayırmak için. “Nikbinlik” belli bir dünya görüşünden yaşama biçiminden kaynaklanıp, buna bağlı olmadan yeşermez, diri tutmaz insanı kanımca, dolayısıyla böyle bir yapay iyimserliğe inanmıyorum ben, giderek gülünç bile oluyor. Şimdi hikâyeye, Kemallere dönelim. Onun savaşında umudun yeri yoktur, evet! Peki ama Kemaller ya da öteki umutsuzlar, yabancılaşmışlar kimin temsilcileridir? Her hikâyede orda burda anokranik düzenlemelerle okuyucuya çokça çıkan tipler hangi sınıfın çizgilerini taşımaktalar, bir kez bunu doğru koymak gerekiyor. Kemal ya da acı çeken ötekiler çöken aristokrasinin, son hikâyelerde ise ne denli bilinçli olurlarsa olsunlar, yozlaşan, parçalanma ve bölünme sürecinde hızla yol alan burjuvazinin temsilcileri. Bu sınıfın damgasını taşıyan kahramanlar bunlar. Ben bu özelliği şöyle yorumluyorum : Acı çeken, yalnız kalan, yılgınlığa düşerek umutsuzluklar içinde boğularak çürüyenleri genelleştirerek almak daha doğru bir iş olur bence. Madem ki o adamlar içinde oldukları sınıftan izler taşıyorlar, o sınıfın “hayat 115 Erol Çankaya tarzı” yla biçimlenmişler, koşullanmışlar; o halde elbet çürüyecekler, elbet yılgın ve mutsuz olacaklar. >Bu kahraman Kemal istediği kadar “gerek bilinçlenme açısından, gerekse ruh sağlığı açısından” ötekileri aşmış biri olsun; değil mi ki toplumsal sınıfsallaşmadaki yeri belli, değil mi ki -kafası kaldırmasa da acı çekse de- çukurdaki yaşantısını sürdürüyor, dünyasını değiştirmeye cesareti yok; sonuç değişmez! Başka bir yaşantıdan gelenlerin, burjuvazinin yabancılaşmasını atlayarak gelenlerin, düşünce ve hayat birliği içinde olanların arasından biri (Ali..) “Yusuf” un olmak isteyip de olamadığı bir insan” olan Ali niçin “sağlıklı, dürüst, iyicil bir insandır.”? Neden “bütün umutlar, yarınlar Ali’de toplanmak “istenir? Nedendir İleri’nin “Ali’lere güveniyorum” demesi? Ali’nin ya da Alilerin (Rasim’in, Önder’in, ötekilerin) Yusuflardan olan farkında yaşama biçimlerinde, dünya görüşlerinin tutarlılığında aramak gerekir bunun nedenini bence! Kimileri de sınıflarından tiksinmekteler, bu yozlaşmanın bilincindeler;onların yüreklerini kaplıyan, yabancılaşma! Bir yandan sınıflarından iğreniyorlar, ama bu batağın içinden de çıkamıyorlar. Deyim uygun düşerse iki cami arasındalar! Çürümenin bayalığın bilincindeler ama yaşantılarını değiştirecek güçleri de yok cesaretleride. Sözgelimi “Yarın Olsun” dan şu sözleri, şu diyalogu mutlaka alıntılamam gerekiyor dediğimi anlatabilmem için: “(‘Benini dünyam, benim yeteneklerim, benim duyarlığım.) İçteki çağıltıdan umduklarım: Yarın onlarındır diyorum ancak. Geçmişi yok sayamam. Bir konuşmada, bir davranışta, bir yanyana oluşta kendini unutturmuyor. (Bağlı bulunduğum yaşayış biçimi. Her kara gecede değişmeye yemin ediyorum. İmkânsızlık ağır basıyor.) “Hep böyleydin Kemal. Ne tam bize ben116 Popüler Kültür ve Edebiyat zerdin, ne de kendi sınıfınla olabilirdin.” “Ortalıkta kaldım, diye gülmeye çabalıyorum” (Yeni Dergi, s. 108) Kemallerin hayran oldukları örnek aldıkları kişiler hep “Anadolu çocukları”, içerde kalmış devrimciler, “Pastırma Yazı” hikâyesinin Rasim’i, “Yarın Olsun” un Önder’i, “Yıllar Var Ki” nin “pratisyen doktor”u sözgelimi. Ya da “Destan Gönüller” in Ali’si. Yusuf nasıl Ali’ye gıpta ile bakıyor, “olmak istediği insanı” Ali’de görüyorsa Kemaller de Rasim ya da Önder’de görmektedirler ideal insanı. Buraya gelindikte şunu da vurgulamak istiyorum: Selim İleri aslında tek bir hikâye yazıyor. Her hikâyesiyle bir önceki kişilerin üstünden geçiyor, belirgin kılıyor onları; şu sıralar çokça kullanılan bir deyişle, “Tip Geliştirimi” yapıyor. Aslında onun başaktörü adı değişse de -pek değişmiyor dal- hep Kemal! Kemal’e yön vermek isteyen ya da Kemal’in örnek insanıysa Önderler, Aliler, Rasimler. Belli bir düşünceye inanmış ama bu düşünce uğruna savaşa giremiyen biri Kemal. Kanserli kolunu kesse kurtulabilecek, ama bir türlü kesemiyen, kurtulabileceğine inanmıyan biri, bu bunalımları yaşıyan biri Kemal. Yaşadığı ortamın yozlaşmasının bilincindedir. Her sözüyle, Elifi Memo’yu gördüğü gözlükleriyle,pantolona dökülen yılbaşı şampanyalarına olan tiksinçiyle, bu kanıtlanıyor. Ama yine de, bu bunalımdan kurtulmak için her şeyi yaptığı sanılsa da o belki bundan haz duymakta, ne denli çırpı-nırsa çırpınsın kurtulamıyacağına, daha da batacağına koşullanmış bir kez; bunu kabullenmiş, bir saplantı bu kafasında. “Yalnızlığın alfabesini” sökeli yıllar olmuştur onun, salt “bıraktığı sayfadan” sürdürmektedir artık. Bence Kemallerin asıl “dramı” burada; “eylem kişisi” olup olmama da değil. İleri’nin paylaştığım bir 117 Erol Çankaya yargısına değinmek isterim şu sıra; “Tanpmar kavgaya inanmış, kavgaya katılmamanın sancılarıyla yaşayan yitik insanların yazarıdır” diyordu bir yerde. İşte bu cümle Kemallerin (ya da Yusufların) bütün dramını özetliyor özlü bir biçimde. Yazımın başına aldığım, yine Tanpınar için verilmiş bir yargıyı da bu çerçeve içinde düşünecek olursak İleri’nin Tanpınar’dan etkilendiğini ya da daha doğrusu bu çizgide birbirleriyle özdeşleştiklerini söyliyebilir miyiz? Bence, evet! Selim İleri yalnız Tanpınar’la değil birçok yazarla özdeşleşen, onlarda kendini bulan, kendinden parçalar bulan, etkileşim sürecine giren biri. Gencebay -Kerime Nadir duyarlığından Sait Faik’e, Yeşilcam duyarlıklarından Necatigil’e, bütün yalnızlıklardan yürek burkuntularına dek uzanan bir çok renklilik bu; halk hikâyelerine, Mevlevî’liğe değin uzanabiliyor yeri geldikçe. (Bence, Selim İleri’nin bir “Yalnızlık Şairi” olan Necatigil’i sevmesi rastlantı değil.) Ama bütün bu çok yönlülüklerden salt, kendisini ilgilendireni alıyor İleri; Kemallere denk düşeni. Zaten bu Kemal, “bu Kemal” olarak kaldıkça başkası da beklenemez, başka bir sorunun düğümü de burada! Selim İleri “’Pastırma Yazı”nda soysuzlaşmadan, “yoz davranıştan’’ hesap sormak” taydı, bu hesaplaşma sürüyor şimdilik. “Yaşadıklarımın hesabını vereceğim. Yemin ederim.” diye bitiyor örneğin “Yarın Olsun” hikâyesi. Yukarıda bir yerde İleri’nin aslında tek bir hikâyeyi yazdığını, sürekli olarak bu olguyu (yalnızlığı, utancı, yürek burkuntularını) derinleştirip yaygınlaş- tırdığını söylemiştim. Her hikâye, bu sorunsalın - mozaiğin bir parçası. Başlardan “ful” olan bazı resimler de yavaş yavaş 118 Popüler Kültür ve Edebiyat netleşmede artık ama. Bu belirginleşmenin sonuçlandığı yer, “Selim İleri hikâyesi” için zorlu sorunların başlangıç noktası olacak. Bir yere değin zorunlu görülebilecek “tip geliştirimleri”, yinelemeler bu noktadan sonra yavaş yavaş yinelemenin sıkıcılığına yol açacak. İleri, “Destan Gönüller” üzerine olan bir konuşmasında -Yusufların değişmiyeceği anlamında sanırım -”Yusuf’tan eylem kişisi olmaz” gibilerine birşeyler söylüyordu. İyiniyetle şunu söylemek te gerekiyor ki; arkadaşları Kemal’in acı çekmesini nasıl “burjuvaca” bulmaktalar, giderek “sıktın ama” demekteyseler, hikayeci Selim İleri’nin “Dostlukların Son Günü” nün Kemal’i durumuna düşmek istemiyorsa bu noktada durup düşünmesi gerekiyor. Açıkça söylemek gerekirse tîpkı kahramanları gibi İleri’nin de “Yusufların dramı da burada” dediği yerde boğulmasından, tekrarın tekrarına düşüp zaman yitirerek erozyona uğramasından çekmiyorum. Çekmiyorum çünkü, Kemallerin yürek burkuntularından, yürek kanatan yalnızlıklarından kurtularak dünyaya dokunmasını, kalabalıklara katılmasını istiyorum. Özgür İnsan Dergisi, S. 33, Temmuz 1976 119 2) ŞİİRİN YÜREĞİNE YOLCULUK Popüler Kültür ve Edebiyat 1960 KUŞAĞI ŞAİRLERİ... “’60 Kuşağı” nitelemesi daha çok bir şiir kuşağını vurgulama amacıyla yapılıyor. 1960’ların başında ürün vermeye başlayıp, ilk çizgilerini 1965 sıralarında çektikten sonra keskin hatlarıyla 1970’e doğru durmuş-oturmuş bir kimliğe bürünen bir şair kuşağı için. “1960 Kuşağı” diye anılan bu kuşak şairlerinin belirgin bir özellikleri aynı yerden kaynak alıyor olmalarıydı. Gerçekten de hemen hemen tümüyle İkinci Yeni’nin, dar, kapalı ve soyut nitelemelerine uygun düşen biçimsel özellikleriyle, hayata karşı olan edilgin karakterli “kaçış” şiirinden yola çıkarak şiire girmişlerdi bu şairlerin tümü.Bunların, çıkış dönemlerindeki ilginç konumlarını vurgulayabilmek için şunu da belirtmek gerekiyor ki başlangıçta Cahit Zarifoğlu gibi bir ümmetçi rahatça bu küme içinde yer bulabilmişti. Bu bence, o günler Türkiye’sinde ki siyasal platformun karakterinden çok, İkinci Yeni şiirinin apolitik (doğaldır ki aslında politik!) niteliğinden ileri geliyordu. Politik hiçbir kaygısı olamayanların, “aydın” bile olamayanların, “resmi” edebiyatçıların egemenliği altındaki “sanat” ortamında bugün bize oldukça şaşırtıcı gelen bu gibi garipliklerin görülmesi olağandı herhalde. 1960 sonrasında, oldukça değişik düzeyde bir başkalaşıma girmişti Türkiye. Ortaya çıkmış yeni koşulların da et123 Erol Çankaya kisiyle kitle bilinci önemli boyutlara ulaştı, bambaşka nitelikli bir politize olma dönemine girdi Türkiye; “bir şeyler” oluyordu artık. İşte yeni şairler böyle bir geçiş dönemi koşullarında tercih yapma durumuyla karşı karşıya kaldılar. Bir yanlarıyla değişen ve oluşmakta olan “yeni” toplumun içindeydiler, bunun mücadelesini verip “patronları kudurtan gazeteler” satılan sokalardı; bir yanlarıyla da (Şiir ve kültür anlayışlarıydı bu!) eskilere denk düşüyorlardı. Bu alternatifler karşısındaki tavırları onların geleceklerini de belirleyecekti aynı zamanda. “Mücadele”nin içindeydiler. Politik düzeyde kimi doğrular billurlaşmaya başlamıştı ama şiir anlayışlarını kuracakları veriler yanlış seçilmişti baştan. Böyle bir “çelişki” içinde kaldılar işte. Şiir kültürü, şiir anlayışı, estetik adına ne öğrendilerse ölçütleri nasıl koşullanmışsa “Eski”miş “Yeni” şiirinin temellerini veri alarak olmuştu bu, kolay kolay da bırakılmıyordu bunlar. İşte bu nedenledir ki politik düzeyde farklılıklar gösterseler bile yazdıkları şeyler nedeniyle kolayca aynı küme içindeki düşünülebiliyorlardı: “60 kuşağı” kümesi içinde!... Egemen Berköz, Güven Turan, Haluk Aker ve “Yordam” dergisi çevresinde toplanmış kimi şairler bu yol ayrımın da tercihlerini yanlış yapıp partiyi kaybettiler. Kaldı ki Egemen Berköz bir yana tümüyle yetersiz şairlerdi bunlar.Oysa Egemen Berköz’ün “Berivanla”sı iyi bir şiirdi; Berköz de, kendini dağınık tutan ama rahat bir söyleyişi yeğlemiş bir şairdi bence. Ayrıntılarda boğulmak diye sık sık sözü edilen sakıncayı göremedi galiba. Sürdürse, kendini kabul ettirebilirdi gibi geliyor bana. Bir de şunu belirtmem gerekiyor: yayımlanış tarihlerini kesin olarak bilemediğin 124 Popüler Kültür ve Edebiyat için karşılaştırma yapamadığım, ama birinin ötekinden etki aldığı kesin olan şiirleri var Refik Durbaş’la Egemen Berköz’ün. Sözgelimi, adını andığım “Berivanla”, “Kuş Tufanı”(R.Durbaş) kitabındaki “Acıyla” şiirini çok anıştırıyor. Bir de şu noktayı belirtmek istiyorum: Bu kuşak şairlerinden günümüzde de işlerliklerini sürdürenler genellikle az yazan şairler oldular. Bu, çok önemli ve ilginç bir sorun, bence. Bu türden eleştirileri onlar gerçi “kelle hesabına gelmez bu iş” biçiminden kaçamaklarla karşılamaya çalışıyorlardı ya, bu pek kandırıcı bir savunma değil gibi; sorunu hafifsemek en azından. Oysa bu nokta, az ya da çok yazma sadece bu kuşak şairleri için değil, bütün şairler için, hatta bütün yazarlar için önemli bir nokta. Çok yazmanın zararlı, azından yaptırıcı, bir yerde tekrara düşürücü olduğu bir gerçek ama, az yazmayı bir erdem ya da ustalık belirtisi saymak ta yanlış bence. Sözgelimi Nazım Hikmet çok yazmış bir şair. Az yazmış bir şair de Ahmed Arif. Atilla İlhan da çok ürün vermiş bir şair ama o da son yıllarda değişik türleri denemesinden belki “seyrek” yazıyor. Sözünü ettiğim kuşak şairlerinden Ataol Behramoğlu ve İsmet Özel (özellikle bu şair) az yazdılar. Aynı kuşaktan Egemen Berköz de bir “Berivan”la, bir “Inoperable P.M.” şairine yakışmayacak nitelikte uzun şiirler de bıraktı arkasında. Süreyya Berfe’de şu sıralarda fazla şiir yayımlayan bir şair görünümünde. Aynı sakıncalar onun için de geçerli. Ne olursa olsun, sorunu “çok yazmak” ya da “az yazmak” biçiminde koyup varılan başarı yada başarısızlıklara neden olarak göstermek, bu türden bir neden-sonuç ilişkisini geçerli görmek yanlış bence. Ortada iki uçtan da olumlu ya da olumsuz örnekler var. Ama nitelikli bir hacmin gerekli olduğunu da kavramak gerekiyor. 125 Erol Çankaya Çünkü sorun, hayatın “bütün boyutlarıyla” kavranılması olunca bu boyutları, bu çok renkliliği ve çok safhalılığı verebilmek için “çok” ürün de gerekiyor ister istemez. “1960 Kuşağı” şairleri günümüzde artık farklı nitelikler gösteriyorlar, ayrı kümelerde düşünülmesi gerekli kimilerinin. Öyle ki bu kuşağın bence “en önemlilerinden değil” en önemli şairi olan İsmet Özel bugün artık çok değişik yerlerde seyrediyor. Oysa bir vakitler devrimci şiirin önde gelen adlarındandı. Şu anda çeşitli ayrımlar gösteriyorlar bu kuşaktan şairler, ortada kalabilenler tabii. Daha doğrusu, yukarıda sözünü ettiğim yol ayrımında tercihlerini doğru yönde kullanabilenler. Bu kuşak şairlerinden günümüzde şimdilik ortada olanlar şunlar: Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Refik Durbaş. Bir de Nihat Behram var tümüyle bu kuşaktan olmasa da bu listeye eklenmesi gereken. Bu şairler üzerinde durmak da ayrı bir yazı konusu… İSMET ÖZEL’İN BİTİMSİZ “İSYANI”... Çıkış yılarında ortak bir anlayış kümesi içinde görülen”1960 Kuşağı” şairleri artık günümüzde farklı niteliksel dönüşümlere uğramış bir haldeler ve çok ayrı gruplaşmalar içinde düşünülebiliyor. Şu yılların sözünü ettiğimiz kuşak şairleri için “olgunluk” dönemlerinin başlangıçları olduğu da söylenebilir. Bu kuşaktan olan şairler, daha doğrusu “şiir yazanlar” başlangıçta kuşkusuz, oldukça kalabalık bir küme 126 Popüler Kültür ve Edebiyat oluşturuyorlardı. Sonra sonra,yıllar geçtikçe çeşitli etkenler nedeniyle seleksiyona uğrayan bu kuşakta her kuşakta görüldüğü gibi birtakım elenmeler oldu, kaydı gitti bir çok isim.Günümüzde artık bu kuşak şairlerinden üstünde durulmaya değer pek az şair kaldı;bunları şöyle sayabiliriz: Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Refik Durbaş. Bir de Nihat Behram var “tevellüt” hesabıyla olmasa da başka nedenler yüzünden (şiir anlayışı ve tavır) bu listeye eklenmesi gereken. Bu ayrışma, kuşkusuz sürüp gidecek. Sözgelimi bir İsmet Özel bugün üç yıl öncesinden çok farklı bir yende. Belki bu çok özgün ve abartmalı bir örnek oldu ama bu türden bir “kampsal” dönüşüm göstermeseler bile öteki şairler de sürekli devinim içinde bulunuyorlar. Ama bu devinimin ne türden bir “devinim” olduğu, geriye sayma niteliğinde bir hareketmi ileriye gidiş mi, artık orası tartışılacak bir sorun... 1960 kuşağı şairleri içinde günümüzde ilginç bir konuma sahip olan bir şair İsmet Özel. Daha doğrusu “İlginç” olan yani O’nun gelişim çizgisi.İkinci Yent’nin edilgin kaçış şiirinden varoluşçulukla yola çıkıp Marksizm’den(?) geçtikten sonra üçüncü kitabıyla İslamcılıkta karar kıldığını gösteri yor. İsmet Özel bu kuşak şairleri arasında İkinci Yeni’den en çok etkilenen ve bu niteliğini bırakmak ta istemeyen biriydi. Sözgelimi bir Süreyya Berfe’de görülen geçmişini yadsıma eğiliminde olmadı tümüyle.İkinci kitabı “Evet İsyan” (1969) O’nun işte bu iki eğilimi birleştirme çabalarının ön plana çıktığı bir kitaptı.İsmet Özel’in, İkinci Yeni’den yola çıkmakla birlikte Atilla İlhan’dan halk şiirine kadar geniş bir “yararlanma” alanı içinde bulunan bir şair olduğunu da belirtmek gereki127 Erol Çankaya yor yalnız. Hatta, bir “Kalk Düğüne Gidelim” Ahmed Arif havasını taşıyan bir şiir. Bir yerde O’nun için “bir de partizanlığını hal yoluna koyabilse..” gibilerinden bir şeyler söylenmişti. Oysa “partizan”lık onu ayakta tutan,öfkesini kanalize ettiği bir platformdu. Psikozlar, cinsel kıvranımların baskısı altındaki yüreğini bu özel alan içinde dinlendirmenin yolunu burada bulmuştu İsmet Özel. Şiire bu türden bir kıvranımlarla gelen şairlerde bu, ruhun dinleneceği özel alanın niteliği şairin geleceğini de belirliyor. Ya Necip Fazıl’da olduğu gibi dinsel mistizm oluyor bu alan ya da kimilerinde görüldüğü gibi bir semboller dünyası. Nazım’da bu alan İsmet Özel’in beceremediği partizanlıktı. Bizde pek örneği görülmemiş bir başka çıkış yolu da intihar!İşte İsmet Özel’in son dönüşümüne biraz da bu psikolojik perspektiften bakmak gerekiyor bence;ama tümüyle bu noktaya bağlanmamak koşuluyla. Öyle ki O’nun marksizmle olan ilişkisi yine bu özel alan sorununa bağlanabilir. Bu özel alan geçmişte partizanlıktı,bugünse çeşitli, etkenler nedeniyle yenilgi dönemlerinin ardından gelen yıkılmalarında küçük burjuva aydınlarının İslamiyettir. O’nun bir yanılgısı da “partizan gibi ölmek” için herşeyden önce partizan gibi yaşamanın gerekliliğini kavrayamamasıdır. “Amentü” adlı “özeleştiri”sel şiirin biryerinde “hayatını kitaplardan çaldığı” günlerini,eleştiriyor ve bu günlerini devrimcilik günleri kabul etmesinden olsa gerek özeleştirisini yapınca da bugünkü noktaya geliyor. Bir başka yanılgısı da O’nun budur işte; geçmişin bohemlikle dolu ‘boş’ günlerini devrimcilik saymak! Ya da -şöyle dersek- küçük burjuva devrimcilerinin hastalıklı sapkın çizgilerini sol’dan değil de sağ’dan eleştirmek! Herhalde sağ’ dan vurmak daha tehlikesiz ve 128 Popüler Kültür ve Edebiyat kolay geldi İsmet Özel’e! Bence,İsmet Özel’in “İslamiyet kabul etmesinden” sonraki kitabı “Cinayetler Kitabı” (1975) son bölümü olan “Amentü” ve üçüncü bölümün son iki şiiri dışında bu eleştiriyi ‘sol’dan yapan şiirleri içeriyor. Ya da başka bir biçimde söyleyecek olursak üç-beş imge ya da ayrıntı dışında söylenen şeyleri benimsemek mümkün. Buradan şöyle bir noktaya çıkıyoruz: “Hareketin” eleştirisi ile “harekete” yapılan sövgünün arasında çok ince bir sınır var, çok tehlikeli, sorumluluklar yükleyen bir çizgi bu. İşte kitabının özellikle baştaki şiirlerinde 12 Mart yaşantısına sol’dan eleştirilerle gelen İsmet Özel, daha başka etkenlerle de bu sınırın ötesine kayıp bu kez 12 Mart’a ulaşmış “hareket” yerine sosyalizmi eleştirmeye başlar. “Hareket”, madem ki yenilgiye uğramıştır o halde bütün yanlışların, bütün günahların, bütün pisliklerin bir tek sorumlusu vardır: Sosyalizm! İşte onun farkedemediği ya da fark etmek istemediği nokta 12 Mart’ a gelen Türkiye sosyalist hareketiyle, “sosyalizm hareketi” arasındaki farktır; Özel’le genel arasındaki fark! İşte, İsmet Özel böyle bir dönüşüm içersinde eleştiriden küfre yaklaşırken kısa biran bu çizgi üzerinde sol’dan yapılan eleştiri noktasında bulunup süratle bu gün olduğu noktaya kayar. Kitabının başına aldığı şiirler işte bu kısa süreli çakışma noktasının ürünleridir. Bir de şunu belirtmek gerekiyor: İsmet Özel’in o şiirleri dahi yüklü olduğu edilgin, karamsar, umutsuz içerikleri dolayısıyla bugünkü İsmet Özel’in ipuçlarını da kapsarlar. Aslında o eleştiri değil küfür ge129 Erol Çankaya tirmekte, “küfre yaklaştıkça inancı artmaktadır. “Kanla Kirlenmiş Evrak” şiirinin sonunda şöyle der; “Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın başından başlayabilirim” Ama nedense, başından başladığı kitap,” birçok sayfasını atlayarak bitirdiği” kitap (Murat Belge “Kapital” diyor buna) yani ayni kitap olmaz.Yeni bir kitap seçer kendine artık: Kur’an! İsmet Özel için gereği kadar yazıldığı kanısındayım. Epey yazı çıktı dergilerde. Bana biraz duygusal bir yazı olduğu sanısını veren A.Behramoğlu’nun yazısı ile (Militan, s. 11)daha nesnel bir yaklaşım olan M.Tahir’in yazısı (Yarına Doğru,s.15) en önemlileriydi bence. Birde Cemal Süreya var; bir yerde “İsmet Özel saf değiştirmiş diyorlar ama,ben şiirinde bir farklılık göremedim” gibi bir şey söylüyordu. Bu da bir bakış açısı tabii! Değerlendirme ölçütlerinin, bakış açılarının nasıl başkalıklar taşıyabileceğini de gösteriyor. Eğer “Nasıl” söylendiğine değil de “ne” söylendiğine bakılmadığı zaman nerelere varılabileceğini gösteriyor. Cemal Süreya’ya “Amentü”yü ya da 28.sayfadaki şiiri bir daha okumasını tavsiye ederiz. İsmet Özel’in “nasıl” söylediği üzerineyse bu “birsey değişmedi” yargısı doğru sayılır. Ama söylediği şeyler çok farklıdır dünden. Artık “fabrikalarda biteviye üretilmekte olan kahır”ya “ellerin hırsla saban tutuşu” ilgilendirmektedir O’nu. “Kefarete hazır” olduğu yeni bir yoldadır artık ve kefarette, şairliğidir O’nun. ATAOL BEHRAMOĞLU, “BİR GÜN MUTLAKA”... Ataol Behramoğlu da öteki 60 Kuşağı şairlerinin çoğu gibi İkinci Yeni «den geliyordu gerçi ama başından 130 Popüler Kültür ve Edebiyat beri Garip şiirinden Attilâ İhan’a kadar geniş bir etki alanı içinde bulunmaktadır. Zaten, İkinci Yeni’yle olan ilişkisinde bile Cemal Süreya gibi bir “ılımlıyı yeğler o. Sözgelimi “Bir Ermeni General” (1965)de ki “Sabiha” şiiri Cemal Süreya’nın “Sizin Hiç Babanız Öldü’mü”sünden çıkılarak yazılmış bir şiirdir. Aynı şekilde,”İkinci Uykusuz Adam” şiiriyse daha çok Attila İlhan’a denk düşer. (“Umanda ikinci uykusuz adam elleri gemili/Korsan şarkıları kadınlı bıçaklı gecede/Kalbini koparıp denize fırlattı”) 1970’de yayınlanmış “Bir Gün Mutlaka” ise 65 sonrası deviniminin ürünlerini içeren bir yapıya sahiptir. Bu dönüşüm sırasında pek zorlandığı söylenemez Behramoğlu’nun. İkinci Yeni’yle olan ilişkisinin “ılımlı” niteliğinden ve bu şiire olduğu kadar öteki şairlere de açık niteliğinden ötürü bu dönüşüme zorlanmadan kolayca uydurur kendini. Kaldı ki O’nun bu yeni döneminin ürünü olan kitabı “Bir Gün Mutlaka” da sadece üç şiir var bu yeni döneme uygun. Kırık dökük bir söyleyişle, bu tekniğin getirdiği kolaycılığa yaslanarak yazılmış; gene İlikle günlük yaşama, anlık dalgalanmalara yada anılara uzanan kurgularıyla izlenimci bir anlayışın ön plâna çıktığı şiirlerdir. Israr edilen duygular daha çok, hüzün yalnızlık yada gündelik yaşantıyla, hayat tarzı’yla ulaşamamanın getirdiği tedirginlikler, bu açmaz içindeki yeni insanın açmazlarıdır denilebilir. Uyak hece gibi biçimsel kaygıların çok belirgin olduğu ikinci bölüm şiirlerinde daha çok mizaha ve -biraz da “israfkâr” –bir biçimde- halk deyişlerine tekerlemelere yöneliş görülür. Yer yer de Garip çizgisini çağrıştırır yanları vardır bu bölümdeki şiirlerin. “Yeniden Hüzünle” ise tıpkı kitabın başındaki “Kör Bir” gibi, izlenimciliğin 131 Erol Çankaya ağır bastığı, günlük gerçeklerden anılara gidip gelmelerle, çağrışımlarla sürüp giden, yine aynı kırık - dökük biçimciliğin kendini duyurduğu bir şiirdir. “Sırtüstü uzandım dünyaya/odamın ampulüne bakıyordum /ampulün bağlı olduğu borunun/ tavanda kıvrılışına” gibisinden gereksiz ayrıntılarla zorlama bir biçimde ilgi kurulan, bu kolaya yaslanmayla şiirin elden kaçırıldığı bir şiirdir “Yeniden, Hüzünle”. Bu şiir ve “Kör Bir” ötekilerin tersine gözle okunacak bir şiirdir. Belki de kitabın en iyileri olan kitabın sonundaki şiirlerden “Yıkılma Sakın” da da öne çıkar bu göz’le okumaya zorlama. Oysa bu şiir yüksek sesle okunacak bir şiirdir ama gereksiz biçimsel kısıtlamalar, oldukça klasik uyak düzeni nedeniyle çok şey yitirmiştir. Tek olarak düşünüldüğünde “haykıran” dizeler şiirin bütünlüğünde zorlamalara uğrar, topallaşır. Bu türden kaygıların görülmediği “Bir Gün Mutlaka” ise teknik olarak düşünüldüğünde başarılı bir şiirdir;bu kısıtlamalardan uzak, -içeriğe uygun olarak-serbest ve coşkun bir söyleyiş vardır. Ataol Behramoğlu’nun üçüncü kitabı olan “Yolculuk,Özlem,Cesaret ve Kavga Şiirleri” (1974) ise birkaçı dışında bir gerileme bence. Çoğu yurtdışında yazılmış bu şiirlerin büyük bir bölüğünde “Kör Bir” ve “Yeniden Hüzünle”deki biçimsel yapısına bir dönüş görülür. Genellikle dizelerin değil,kıtaların birim alındığı şiirlerdir bunlar. Yine aynı kırık dökük, göze seslenen dizelerdir artık. “Kafka bunu/ Yaşamıştı/Ama bence/Olumsuz bir tarzda” Ya da “Georges Bouzerait yaşasaydı / Nazilerin Paris’i işgali sırasında /33 yaşında kurşuna dizilen / Ve bu sokağa adını veren/Militan sendikacı/Demek 60 yaşında filan olurdu” gibilerinden düz cümlelere yaslanacak değin bir izlenimcilik bütünüyle egemendir ki132 Popüler Kültür ve Edebiyat taba. Bir dönemdeki duygusal tonalitesi yüksek, sesle okunacak, belirli bir lirizmle örülmüş dizelerin yerini gözsel, duygudan çok akla dayanan, didaktik bir şiir almıştır. Üstelik, şiirdeki tekniksel bu iki özellik ayrımı aynı şiirde de görülür . Sözgelimi “14 Eylül 1973” şiiri biçimsel kısıtlamalardan uzak, coşkulu bir biçimde başlar ama birdenbire iki-üç sözcüklük dizelerle sürüp gitmeye başlar yine. Bence, bu düz cümlelerin parçalanmasıyla oluşturulan “şiirsellik” bir süre sonra -getirdiği kolaya yaslanma nedeniyle- şairinin aleyhine çalışmaya başlıyor. Giderek her nesnenin şiire sokulması erozyona uğratıyor şairi. “SAVRULAN” SÜREYYA BERFE... Bu kuşak şairleri arasında “cesaret” i yönünden tıpkı Özkan Mert gibi-oldukça ilginç bir gelişim doğrusu var Süreyya Berfe’nin. Bu kuşak şairlerinin çoğu gibi yine İkinci Yeni’yle şiire başlıyan Süreyya Berfe (daha doğrusu S. Kanıpak) 65’ sıralarındaki dönüşümde “ray” değiştirip geçmişteki dönemini tümüyle yadsımayı tercih eder. (Bu dönemine ait şiirlerini kitaplarına almayacaktır.) “Bir Gece Konuşmasından” ya da “Rahibe” türünden şiirlerini toptan unutup Süreyya Berfe olur adını da değiştirerek. Bu, iyiniyetli ve cesur bir davranıştır ama bu iyi niyet 1969’da yayınlanan “Gün Ola”nın başarılı bir kitap olmasını sağlamaz. Bu değişimin sarsıntıları, yanlışları içinde salt “iyiniyetli” bir ürün olarak kalır “Gün Ola”. 133 Erol Çankaya “Gün Ola” da belirgin tema,şehir yaşan -tısından bunalarak doğayla başbaşa yaşama (!) özlemleri/”Pan” olma düşleriyle yaşı yan küçük burjuvanın açmazıdır denilebilir. Bu duyarlık için bir yerde “Necatigil” duyarlığı olduğu da söylenebilir.Yalnız Necatigil, gittikçe karmaşık bir yapıya bürünerek “yaşanmaz” olan şehirden kaçtığında daha çok kendi bireysel kabuğuna çekilip öznel trajedisini yansıtır. Oysa Süreyya Berfe şehir değerleriyle uyuşamamanın hemen yanında -ve ona bağlı olarak- bağ kurulacak yer ve bu bağın niteliğine ilişkin önerilerle gelir. Bu önerilerin hangi düzeyde yapıldığı yada niteliklerinin doğruluklarının tartışması ise Berfe’nin şiirini öz açısından sakatlıyor. unsurlar olarak belirginleşecektir . İlk adımda bu aksaklıklardan en belirginin popülizm olduğu söylenebilir. Bu dediğime örnek olarak “Köye Giderken” şiirini gösterebilirim. Berfe, Behçet Necatigil gibi şehir değerlerinden, şehrin “Sahtekâr ışıklarından /Alık güneşinden (...)/ Çala çala büyüyen salam yüzlülerden,, kaçmaktadır ama O’nun sığındığı kendi “Evleri” i değildir. . Kendi kabuğuna çekilmez, küçük burjuva aydınının “tarihsel” görevinde saf tutar: “Herşeyimi topladım buraya geldim / Bağımsızlık hamurunu kar’ maya / İçerdekini ve dışarıdakini tanıtmaya” der ve ekler: “Öğretmeye ve öğrenmeye geldim” ama nedense birdenbire köyü ve köylüyü yüceltme eğilimine kaptırır kendini: “N’oIurdu ben de dağdan doğsaydım / Anem yaylıda ot yolarken / Karnından yere düşseydim / Göbeği mi dağ taşıyla kesselerdi”. Salt bu şiir üzerinde verdiğimiz örnekler kitabın diğer şiirleriyle daha da zenginleştirilebilir.” Bilimecel134 Popüler Kültür ve Edebiyat er”, maniler, “Çoban Türküleri”, ağıtlar, “Türküler”le dolu bir kitaptır “Gün Ola”. Bu türler modern anlamda yararlanmaya gidilmeden sadece taklit edilmiş, sayıca çoğaltılmışlardır o kadar. Sözgelimi “Hınzırının başı kardır / Eksilmez yeli boranı / Ezik yüreğim dardır / Oy yiğit Alim oyyy dizelerini siz “Uyan Alim” türküsünden sanabilirsiniz ama bu dizeler “Geri Dönmeyen Sığırtmaca Ağıt” şiirindendir. Bu kitaptaki anılmaya değer şiirler “Nâzım Hikmet’i Sevenlerin Türküsü” ve “Suya Giden..” şiirleri bence. Sonuçta elde kalan gerçek, cebinde sosyalist dergilerle “öğretmeye” giden şehirli aydının “bir dost bulamaması” ve garip bir köy fetişizmine kapılarak kendini de yitirmesi olur. Çoban türküleri, çingene şarkıları yazan Lorca’nın başarı derecesi ortada ama bunu Türkiye’de gerçekleştirmek isteyen Berfe’nin tavrı popülizm ve taklit olmaktan öteye gitmeden ilginç bir deney olarak kalır. Süreyya Berfe, 1968-1971 dönemi şiirlerini içeren kitabı “Savrulan” ı yayınlar 1971’de “Gün Ola”yla kıyaslanmıyacak kadar “doğru” bir kitaptır bu. Gerçi Berfe yer yer aynı olumsuzluklara düşmüştür ama yazdıkları, ilk kitabındakiler gibi taklit düzeyinde şiirler değildir öncelikle. Dili daha bir anlaşmış, “Gün Ola”da çokça düştüğü estetik ilkelliklerden sıyrılabilmiştir. En önemlisi de “Gün Ola”daki açıkça sırıtan popülizme pek rastlanmaz. Ama bir yandan da halkın “her” değerinin gerekçesiz bir biçimde, eleştiri siz yüce İtilmesi de sürüp gider. Bazen de bir yerde “Fabrikaların Türküsü yok mu” diye sorup, birkaç dize sonra da “Ereğli Demir135 Erol Çankaya Çelik bana göre değil” deyip makinaya karşı kırsal değerleri yücelterek kendiyle de çelişkiye düşer.”Salazar Nereye Gömülecek” yada “İspanyol İşçileri” gibi şiirlerde ise evrensel boyutlara açılarak dar sınırlarında tekrara düşmeye başladığı yerse İlikten kurtulmayı dener. Bu şiirler öteki fere göre daha iyi şiirler bence. Belki de yerse İlikten uzak oldukları için popülizm tehlikesi barındırmaları ihtimalinin az olmasından. Politika Gazetesi, 26-31 Mayıs 1976 136 Popüler Kültür ve Edebiyat “ŞAİRANE” Pek üzerinde durulmamış, pek öne çıkmıyor gibi görünse de alttan alta kendini duyumsatmış bir saplantı olarak görülüyor. Adı üzerinde ya, genellikle kendine en uygun bir tür olan şiirde gösteriyor etkisini. En yatkın türün şiir olmasının yanında, her sanatsal yaratımda az ya da çok bu öğe önem kazanıyor. Hikâyede romanda, resimde ve belirtisi az da olsa plastik sanatın öteki kollarında. Oldukça yaygın bir eğilim. Çağrıştırdığı ilk içeriğiyle edebiyatın romantik dönemine özgüymüş gibi. Kapitalizm gelişirken, burjuvazinin elinden geçen her nesne gibi sanatsal yaratımının da metalaştığını gören sanatçıda ister doğaya, ister kendine olsun bir kaçış görülüyor. Maddî nesnelerin yanında her türlü insanî duygular, her türlü duyarlık, sevgi, acıma, yardımlaşma ve aile ilişkileri bile, “Bencil hesapların buzlu sularında” boğulurken sanatçıya kala kala bir iç dünya, bekareti bozulmamış^bir iç dünya kalmaktadır sadece. Her alandaki bu bayağılaşma kadısında bir imgeler dünyasına sığınarak hayattan bir tür intikam alan sanatçı, hayatın karmaşık bütünsel gerçekliğinden uzaklaştıkça bir daha geri gelmeyecek o altın günlerin özlemine sığınır. Madem ki soysuzlaşan bu dünya 137 Erol Çankaya sanatçıyı horlamakta, onu bir kıyıya itmektedir, o halde sanatçı da dünyevî her şeye sanatının kapılarını kapatacaktır. Makina değememiş nesnelerle duyarlıklar önem kazanır. Sorun, toplumdan ve hayattan yalıtılmış sanatçının, sanatını kelimelere, hazır imge ve şemalara indirgemesiyle başlıyor. “Şairane” bir üründe tıpkı “Kitsch”de olduğu gibi duyguculuk, işin kolayına kaçma, okurun zaten belli üç-beş zayıf noktasının üstüne giderek bir tür “avlama” görülüyor. “Kitsch” bir eserde de “şairane”de olduğu gibi esnafça denilebilecek bir yan var. Fazladan da özentili olma, o ölçüde de bayağılık. İki tür eserin çıkış yerleri ve amaçları farklıdır yalnız. “Şairane” olan Kitsch olmadan uzaklaşmak istediği oranda yaklaşır ona. Kitsch, ya da magazin edebiyatı ise bu konuda daha bilinçlidir denilebilir; piyasanın kurallarına boyun eğer o, bu nesnel temelin üzerinde yükseldiğini ve varlık nedeninin bu temel olduğunu bilir. Yüzyıllardır işlene işlene çok güçlü çağrışım yükleri kazanmış kelimeler, yerel deyişler, hazır imgeler ve deforrnasyon imkânları. Şairaneliğin her yerde ve her zaman hazır üretim araçlarıdır bunlar. Bu örneklerden Divan ya da Halk Şiiri’nde bol miktarda var. Sözgelimi, bıçak değil de pıçak, yalazlanmak gibi. Divan Şiiri’nden ilk anda akla gelen bir “rüzigâr” kelimesi örneğin. Bu çeşitten kelimeler, bırakalım bir dize içinde yer almayı, kendi başlarına bile oldukça güçlü ve çekici nitelikleriyle öne çıkıyorlar. Ama bu güç ve çekicilikleri çok kandırıcı olan yaldızlarından ileri geliyor. Sözgelimi bir “eşkiya”, kendi başına bile başlı başına bir imge, hatta imgeler kaynağı. Yer aldığı dizeden bu sözcüğü çıkartıp yerine, ne bileyim bir “çeteci” kelimesini koysak belki 138 Popüler Kültür ve Edebiyat de çok şey değişecek. Belki diyorum, çünkü bundan da pek emin değilim. Çünkü ikinci kelime de en az birincisi kadar şairane. O halde sorunun düğüm noktası başka bir yerde; kelimeler ne olursa olsun, o iki kelimenin çağrıştırdığı durum, yani eşkıyalık olgusu şairane! Bir anda yüzlerce kare tüm şeridi geçiriyor insanın aklından. Eşkıyalık olgusunun bilincimize yansıması belki de yanlış bir koşullanma oluşturarak şairanelik kazandırmış bu kelimenin simgelediği durum’a. Demek ki, kelimelerden önce şairane durumlar ve olgular var. Belirli tarihsel - toplumsal dönemlerde kendi şairaneliklerini yaratıyorlar ama. Bir dönem sanatçıları için gece vakti ay ve mehtap, bulunmaz eşsiz bir şairane görüntüymüş örneğin. Pırıl pırıl, bulutsuz bir gecede ayın duruşu şairaneymiş ama Apollo’yla, bir takım elektronik aygıtlarla falan oraya da el atılınca hiç de şairane bulunmaz oldu artık! Fecrî Ati şiirinde daha çok, “Güneşin akşamüstü batışı”, “Kızıllaşmış semâ” ya da “Yakuttan sular” var. Haşim, duyarlığın bu değişimini görüp, “Melali anlamayan nesle aşina değiliz.” demişti. Bugünkü beşerin sefil iştihalsının, kirli nazarlarının kendisinde ve uğruna şiir yazdığı kadında bir mana bulamayacağım söylüyordu; Çünkü durgun denizdeki kırıklığı ve isteksizlik titreyişini, ayın hüznündeki ışıksız alevi görebilen bir şairdi o! “Ötüşü yaz gecelerinin yıldızlarını ürperişler içinde» bırakan küçük, kuş”, yani Haşim’in “şi’r”inin, sadece 1446 kelimeden oluştuğunun bilinmesi bile bu açıdan 3oldukça anlamlıdır. “Bakınız yıldızlar ne güzel...” der Haşim, “Bunlar, belki bizim cedlerimizin sandığı gibi, lacivert kubbeye çakılı bir takım altın başlı çivilerdir. Ay, belki 139 Erol Çankaya güneş, eskilerin inancına göre bir ilahtır. Belki, yeryüzü yuvarlak bile değildir.” Nazım Hikmet işe bir yazısında böylesi bir tektipleşmeye işaret ettikten sonra, genç ozanlarımızın neden böyle korkular, karanlıklar, akşamlar, mum ışıkları altında olduğunu soruyor. Genellikle aynı duygunun değişik biçimlerde yazılmış ürünleri diye nitelediği şiirlerin adları şöyle: Aksamın Seneleri Keder ve Yalnızlık, Akşamı Duyuş, Öldüğüm Gün... Bunlar o dönemin şairaneliğine örnekler. “Her nedense yeni ozanlarda saatler bile alaturka” diyerek, “Keder ve alaturka saat altı..” dizesini örnekliyor Nazım. Sanat ürünlerinden öte olan, davranışlardaki şairaneliğe de değiniyor bir mektubunda Nazım Hikmet. Mussolini için, “Müthiş şairane»bir heriftir. Yunanistan’ın ciğerlerini sökeceğiz derken şairaneliğin daniskasını yapar” diye yazıyor Kemal Tahir’e. Gene Kemal Tahir’e yazdığı bir mektubunda Cevat Şakir için, “Hepimizden iyi şairdir” dedikten sonra “Yalnız bazen şairliği o kadar azıtır ki şairane olur” diye eklediği bir satır da var! Şairanelik, özünde bir kaçıştır, maddî gerçeklikten kaçmadır demiştim. Şairin kaçtığı ve okurun da arındırıldığı bu alan, belki de daha doğru bir ifadeyle bu sığınak, değişik toplumsal - tarihsel dönemlerde ve şairin bilinçliliğinin niteliğine bağlı olarak değişiklikler gösterir. Her şiir akımının bir şairanelik sözlüğü vardır. Bir şiir akımı oturdukça, yaygınlık kazandıkça ve “çoğaltıldıkça” bu sözlük genişler! 1950’lerden sonra yazılan şiirin de “olmazsa olunamayan” bir kelimeler yığını, İmgeler demeti ve “fikr-i sabiteleri vardı. 140 En başta, “şehir”den kaçma duygusudur bu fikri Popüler Kültür ve Edebiyat sabit; büyük bir “tiksinme” ve “iğrenme” duvgusudur ki oluşmuş nihilizmin sonucu değilse şairi açık bir nihilizme götürecektir. İkinci Yeni’nin girdiği bu uzlaşmazlık tavrı, dolaylı bir yoldan girilen uzlaşma ve edilginliğin kırılmış zâhiriliğidir. Orhan Veli, “lapinaların en harelisi”, “Rakı şişesinde balık olsam” gibi - klasik anlamda “mısra” olmayan dizeleriyle - Tanpınar’la, Haşim’le ve genel olarak şairanelikle alay ediyordu ama bu yâlınlaştırma eğilimi bile çoğaltmacıların elinde şairaneliğe dönüşmekten kurtulamadı. Attila İlhan, Garip şiirinin, şiirin imkânlarını asgariye indiren ve bu ölçüde de lirizmin imkânlarını feda eden yalınlık anlayışına tepki olarak şairanelikten kaçınmamış bir şair. Bu eğilim, romanlarında hatta düz yazılarında bile gözlemlenebilir. Attila İlhan’da söze dayanan bir şairaneliğin yanında durumun bu niteliğinden yararlandığı şiirleri de var. “Üçüncü Şahsın Şiiri”nde çok yalın bir anlatım, neredeyse »doğrudan konuşma var ama, şiirin gücünü aldığı durum şiirsel. Attila İlhan’ın, anlatımdan ve şairanelik’ten bir imkân olarak yararlanırken durduğu tehlikeli nokta ardıllarından bir çoğunun da hesabını gördü. Anlatımdan bir öğe olarak yararlanma ile anlatımcı dize kurmak çok farklı şeylerdir çünkü. “Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin/ NATO’ nun kablosu durmakta derinde” diyordu “Yılan Gibi” şiirinde Can Yücel. Bu da bir Orhan Veli tavrı ama Can Yücel, gene de “lapinaların en harelisi” şairinden daha farklı bir tavır içinde. Orhan Veli, “minarelerin en ilâhisi” diyen Tanpınar’ı gündelik hayatın öğeleriyle ve sıradanlıkla matrağa alırken gerçi şimdiye çağırmaktadır, 141 Erol Çankaya ama bunu yaparken “önerisi”ne bağlı olarak kendi yerini de belirlemiş olur. Bu bilinçlilik, eskiyi yıkar ama yeni bir yapı da kurmaz üzerine. Ya da Orhan Veli’nin önerisi bu bilinçliliğin niteliğine bağlı olarak “lapinalar’la, “rakı şişesinde balık olsam”ın trajiğiyle sınırlı kalır. Can Yücel’de toplumsal bir boyut var. O da, körfezdeki dalgın suyun derinliklerinde geçmiş gecelerden birini gören Yahya Kemal’i şimdi’yle harcıyor ama bunu yaparken politik nitelikli önerilerle geliyor. Orhan Veli’nin ihmal ettiği ya da vakit bulamadığı öneri getirme ve toplumsal bir alternatif koyma öğesi bu. 1960’ların sonlarına doğru şairanelik kaynakları bir değişim geçirdi bizde. Önceleri İkinci Yeni’den ödünç alınmış imgelerin, ya da şehirden kaçma, içki, intihar, ölüm duygusu, anlaşılamayan şairin yalnızlığı gibi genel temalar ve elbette hüzün görülüyordu. Sonra onun bu değişti, bunların yerini literatürün terminolojisi ve ortak temaları olan mazmunlar aldı. Bu şiir için, “bilinen sözlükten seçilen kelimelerin, belli bir şeyi bekleyen bilinçlerde uyandıracağı oldukça kapalı çağrışım ve duygulara göre yazılmış” nitelemesinde bulunuyordu bir yazısında Murat Belge. Aynı yazısında, bu şiiri “Guevera’nın Günlüğü”nden çıkarma yanlışına değinerek “Kapital”! okumayla yeni bir şiire varılabileceğini söylediği bir bölüm de vardı. Bence bu, özünde ilkinden pek de farklı olmayan, başka bir düzeyde yinelenen bir yanlışa düşmek olacaktır. Şiiri “Guevera’nın Günlüğü’nden” ya da “Kapital”den çıkarmaya çalışmak, yani metin çalışmasıyla şiir yazmak ne derece tutarlılık olur bilemiyorum. Doğru olanın, şiiri hayatın karmaşıklığında aramak olduğunu sanıyorum ama, bu karmaşıklığı yorumlayıp değiştirmede birbiriyle ilişkili bu iki metnin 142 Popüler Kültür ve Edebiyat de gerekli olduğu ortada. İster bireyci, ister toplumcu olsun, her kamptan sanatçıda zaman zaman böyle bir eğilimin uçverdiği söylenebilir. Değişen yan sadece, o kampa özgü şairane durumlar, imgeler, duyarlıklar. Hayatın her cephesinde ve herkeste! Dünya Gazetesi, 16 Nisan 1979 143 Erol Çankaya “KAHROLSUN SLOGANCILIK” SLOGANI! Sloganlarla düşünmeye ve yazmaya karşı olduğunu her fırsatta ve üzerine basa basa söylemeye meraklı kimi çevrelerin ağızlarından hiç düşmeyen sloganlardan biri oldu «slogancı sanat» sözü. Kavramın kapsamının ne olduğu da hayli belirsiz; özellikle son dönemde iyice karıştı, muğlak bir hal aldı. Tartışmalar daha çok, en elverişlisi olduğu için edebiyatın çevresinde döneniyor. Slogancılık, kimsenin giymek istemediği, birbirinin sırtına geçirmeye kalktığı bir ateşten gömlek olmuş durumda. Herkes, ayrımsız herkes onu edebiyatımızı yıkıma götüren «muzır» bir yöneliş olarak görüyor. Herkesin oraya buraya çekiştirmesiyle İlginç bir çok boyutluluk kazanmış olan bu kavramla bazan açık açık, çok zaman da satır aralarından bir yığın ad bir kalemde harcanıyor, suçlanıyor. Bir yandan da belli bir kesimin «slogancı» kabul ettiği bir şair bunları bilmezden gelerek «slogancılık, ilkellik...» diye, kaşlarını çatmış kendince bir şeyler söylüyor. Tartışmanın başında öyle sanılıyordu ki vurgulanmak istenilen daha çok, coşkulu gençlik ve halk gecelerinde çalıp söyleyen, «halk ozanı» namım kendine takmış kişilerdir; bu kişiler böyle bir tartışmadan haberleri yok, çalıp söylüyorlar ya meramın bu olmadığı/daha 144 Popüler Kültür ve Edebiyat sonra anlatıldı. Suçlamanın boyutları gün be gün yayıldı, yayvanlaştı; dergi sayfalarını, kitapları, adı ortalarda gezenleri kapsadı. Şimdilerde’, toplumcu bir sorunu olan, sorumlu olmanın bilincinde her sanatçı boyunlarında bu yafta, alınlarında bu kara leke o çarmıhta çivili duruyorlar orta yerde. Sorunun asıl önemli olduğu yan «slogan» dediğimi kavramın ne olduğunu doğru olarak saptamakta. Haykırışları gözler yaşartıcı boyutlara ulaşan bu yalanmaların içtenlik derecesini de çok iyi saptamak gerekli sonra. Herkes yakmıyor bu durumdan ama slogancılığa karşı çıkan adların aralarında öyle kişiler var ki bunlar böyle bir sorunu hiç dert edinmemişler ömürlerince. Çünkü slogancılık eğilimi benim görebildiğim kadarıyla bireyci yanlarını, boğuntularım, müzminleşmiş patolojik komplekslerini kâğıda dökebilmek için her an yeni alfabeler ariyan kişilerin başına sorun olmamış hiç bir «aman. Laf lafı açtı mı, hatta çoğu zaman lâfı dolandırmadan buraya getiriyorlar konuyu. Ama amaçlarının üzüm yemek değil bağcı dövmek olduğu da ortada! Edebiyatımızda böyle bir eğilimin olduğu bir gerçek ama ben düşüncemi öncelikle söyleyeyim, bunun öyle uzun boylu bir tehlike olduğunu sanmıyorum. Kaldı ki inancıma göre bu kaçınılmaz bir durum. Kaçınılmaz diyorum çünkü edebiyat kendi öznel yasaları olan saltık bir uğraş değil Bir ülke içindeki her şeyden olduğu gibi o ülkedeki politik koşullardan da büyük ölçüde etkileniyor. Sözgelimi Türkiye’deki 60 sonrası sol politika büyük ölçüde belirlemişti edebiyat alanını da. Bunun edebî plandaki «tezahürü» olarak, ortaya çıkmış oldukça fazla miktarda popülist, narodnik nitelikli ürün var. Aynı şey günümüz için de geçerli; daha doğrusu o 145 Erol Çankaya eğilimin türevi denilebilecek bir anlayış bir süre daha var olacak ister istemez. Ama yine de zorlu bir tehlike değil bu eğilim, kaldı ki nerdedir bu anlayışın ürünleri? Baş düşman sayılacak kadar bürümüş müdür ortalığı? Ama bazı çevreler sosyalist gerçekçilik denilince işlerine geldiği gibi konuşmaya pek teşne görünüyorlar. Özellikle dikkatli ve titiz oldukları nokta da örnek seçimleri! Bunu özellikle belertiyorum çünkü vaktiyle ikinci Yeni tartışmalarında asal örneklerden yola çıkılması gerektiğini; ikinci - üçüncü elden sanat ürünlerimi bu değerlendirmede ölçüt olamayacağını ısrarla belirtenler nedendir bilşinmez o söyledikleri yöntemi uygulamaktan kaçınıyorlar. Sosyalist gerçekçiliğin büyük kuramcı ve uygulayıcılarının bütün ömürleri zaten bu türden «sol» eğilimlerle mücadeleyle geçmiştir ve Gorki’den Nâzım’a, Flekhanov’dan, Brecht’ten Aragon’a kadar bütün ustaların yazılan bu türden mekanik anlayışlara, sekterizmlere hüküm giydiren yargılarla doludur;. yani soruna zaten sosyalist gerçekçilik platformu dahilinde çözüm getirmiş ve sosyalist düşünce içinde yeterli eleştirel materyal bırakılmıştır. Bütün bunları yok sayarak bu platformun dışında bir terminolojiyle konuşmak, soruna sağ bir yaklaşım yapmak sanırım çok anlamlı. Üstelik bu tavır son dönemde görüldüğü gibi bir Aragon’un bir Brecht’in çok aykırı yorumlara çekilmesiyle de hayli ilginç kılıklara bürünüyor. Geçende bir yazar Brecht gibi bir adı bile «sanatın bağımsızlığı» üzerine konuşturuyordu! Evet, Aragon’un «gerçekçilik gemisi» daha sinsi ve o oranda da tehlikeli bir düşmanla karşı karşıya günümüzde. «Sağcı korsan» artık sağcı olduğunu maskelemek gerektiğini, yoksa hiçbir işlevinin olamayacağını çok iyi 146 Popüler Kültür ve Edebiyat anladığı yerde. Çağdaş gericiliğin bu ayak devimini iyi değerlendirmek gerek. Sosyalist gerçekçilik çabasındaki sanatçıların en yüzeyden yanlışlıklarını, estetik yetersizliklerini sevinçle karşılayan bu tip kişiler edebiyat alanında boy veren gericiliği, umutsuzluğu, pasifizmi, modernizmin bin kılığım nedense görmezden geliyorlar, hatta prim veriyorlar, teşvik ediyorlar. Bugün asıl tehlikeli olan eğitim budur; sosyalist gerçekçiliğin temellerini savunma bayrağı altında yapılan bu iki yüzlü saldırı siyasetidir. Aslında sorunun adı yanlış koyuluyor gibi geliyor bana. Slogancılık değil de «klişeleşme» dense daha doğru bir terim olacak. Ancak bu takdirde kavramın içeriğinde yalnız «sol» eğilimler değil; bir başka çizgide aynı yanılgıyı işleyen, varoluşçuluk, modernizm, bireycilik gibi boğuntuları klişe ve çokça dışardan apartılmış bir üslupla azmalar da yer bulabilecektir. «Sol» eğilimlerde olduğu gibi bu tür bir anlayışta da gerçekliğin çoraklaştırılması, hayatın yine tek boyutlu verildiği ve insan bütünselliğinin yadsındığı yine «klişe» bir yapı gözlemleniyor. Birinde insanîn «insani» öğeleri atlanıyor, öteki anlarca ise abartmayı bile aşan bir düzeyde hyperbole’ik boyutlarda bu öğe vurgulanıyor. Üstelik bu «insanî» duyarlık, bu hastalıklı eğilimler hangi toplumsal - tarihsel koşullarda yaşanılıyor, bu perspektif de gözden kaçırılarak. Doğru yöntem; hastalıkların hangi yöntemlerle tedavi edilebileceğini de belirten, yol gösteren; o hastalığın hangi ortamda tümümle ortadan kalkacağını doğru saptı-yan ve iletme cesaretini gösteren sanatın yoludur. Sıtmadan üşüyen, titreyen, zavallılaşan kişileri an latan ama sıtmanın kökünün ancak tüm 147 Erol Çankaya bataklık kurutulunca kazanılabileceğini göstermeyi ilke alan bir sanat; sivrisinekleri hedef alan bir sanat değil! «Slogancı» diye nitelenen «sol» anlayışın —kabul etmek gerekir ki— oldukça ilkel olan biçimleri bu eğilimi baş tehlike olarak saymamızı önlüyor. Günümüzde oldukça yaygınlaşmış ikinci anlayışın temsilcileri ise genellikle estetik sorunları üzerinde (dertleri salt bu olduğu için) kafa yormuş olmaları ve sanatsal çabalarının yaldızı nedeniyle kandırıcı olabiliyorlar. Bu nedenle asıl tehlikeli yönseme budur, «sağcı korsan»ın bu hesaplı tavrıdır. Bütün dünya tutuştuğu anda ateş insanı yakar demenin de bir anlamı olmayacaktır. Cumhuriyet Gazetesi, 25 Haziran 1977 148 Popüler Kültür ve Edebiyat TAHİRLE ZÜHRE MESELESİ» Şu sıralar sürekli olarak, Memet Fuat’ın derlediği mektuplarını okuyorum Nâzım Hikmet’in. Uzunca bir süre önce okuduğum ama hâlâ “bitiremediğim” bir kitap “Nazım ile Piraye”, Derlenmiş bu mektuplar Nâzımın öteki mektuplarıyla bir düşünüldüğünde daha bir anlam kazanıyor.Çeşitli tarihlerde ve farklı kişilere yazılmış bu mektuplar( Va-Nu’lara, Memet Fuat’a,Kemal Tahir’e yazdıkları) aslında birbirini bütünleyen aynı yapıda düşünüldüğünde daha bir anlam kazanan yazılar. Nazımın büyük şiirini daha iyi anlayıp yaşayabilmek için “mektuplar”ın okunması gerekli bence. Çok zor koşullarda ve olanaksızlıklar içinde yazılmış bu mektuplar bile Nazım’ı ayakta tutabilir sanıyorum. Dünya edebiyatında bildiğim kadarıyla bunun bir örneği daha var Antonia Gramschi.” Hapîsane Defterleri” nasıl Gramsci’yi yaşatan bir anıtsa, şiirlerini ve bütün öteki ürünlerini bir tarafa bıraksak bile mektupları, ilettikleriyle yıllarca yaşatır Nâzım’ı. Her konuda yararlanılacak eşsiz bir kaynak bu mektuplar. Bu gerçeği “mektuplar”ın önemini “Nâzım ile Piraye’yi okurken bir kez daha anladım. Memet Fuat’ın bu çalışması eşsiz bir çabanın ürünü, mutlaka okunması gerekli bir kitap bu ya ben 149 Erol Çankaya başka bir noktaya değinmek istiyorum bu kitaptaki bir şiirden yola çıkarak. Kitabın başında “Memet Fuat’a Mektuplar”dan yapılmış bir alıntı var. Ben bu satırları alıntılamak istiyorum öncelikle, şöyle diyor bir mektubunda Nâzım:”Anneni tanıyıncaya kadar, muhteva meselesinde bir bakılma sekterdim. Mesela, insanlar arasındaki sevda münasebetlerini yazmazdım. Anneni tanıdıktan sonra onun yaratıcı tesiriyle bundan da kurtuldum. Bir sevda şiirini, ama sahibi bir sevda şiirini, bir kavga kadar seviyor ve sayıyorum.” Şuraya getirmek istiyorum sözü; Nâzım’ın sözünü ettiği sekterizm günümüzde de itibar görüyor kimi çevrelerde. Günümüz edebiyat alanında yer yer egemen olan sığ ve sekter anlayışlardan kurtulunmuş değil. Hikayecilerimizin romancılarımızın çoğu hala şemacı bir anlayışı sürdürüyorlar şairler sloganlarla bildiri şiir yazıyorlar. Tabii bu anlayış sorunun tabiatı gereği devrimci kesimde egemen. Böyle bir kaygısı olmayanlara uzlaşmacılara devrimci kesimdeki “iç” tartışmalardan yararlanmak isteyenlere karşı tavrımızın uzlaşma çizgisi olmadığını ayrıcı gereksiz gibi görünse de vurgulamak isterim. Bu kaba gerçekçi anlayışın özel olarak şiir pratiğinde belirginleşmesi popülizm şemacılık giderek devrimci özü zedeleyen ilkellikler slogancılık biçiminde görülüyor. Ve gidirek öz konu sınırlamaları. Öyle sanıyorum ki bu tür anlayışlar şiirin duyarlılıkla değil, bilinçle yazılacağı varsayımından kaynaklanıyor. Şiir “bilinç”le yazılınca “duyarlık” gereksiz oluyor tabii ve giderek o duyarlığın türlü biçimleri, sevgi, korku, acı duyma nefret vb, -ilgilen-memeyi gerektiren boş “burjuva duygusallıkları” olarak görül150 Popüler Kültür ve Edebiyat üyor. Geçmişte bu çınlayışın ürünleri çokça görüldü, bu günümüzde de sürüp gidiyor. Öncelikle şunu belirtmek isterim, şiir elbet “bilinç”le yazılır. Ama bu gerçeği abartarak insanî bütün öğelere boş vermiş bir konuma kayıp şiir değil bildiri yazmak herşeyden önce devrimci şiirin ustalarına karşı bir saygısızlık gibi geliyor bana. Devrimci şair devinen hayattan, “insana ait” olandan kan almalıdır, kalıplaşmış ki tabi kavramlardan değil. Günümüzün bir bölük şairini bir tür “mazmunlaşma” eğilimi içinde görüyorum ben. İşi kullanıla kullanıla erozyona uğramış, imge gücü yitmiş sözcüklerle idare etmeye çalışan sözcük değişimlerine bel bağlamış şairler bunlar. Dural bir hayatı yansıtan Divan şiirinde hayattan değil kitabı olandan, kalıplardan belirli-sözgelimi “lâle” ya da “selvi boylu” imgesi-imgelerden söz edilebilir, bunu kabul ediyorum, çünkü çokça söylendiği gibi bir “tüketim şiiri” Divan şiiri. İşte günümüz “devrimci” şiirinde böyle bir mazmunlaşma eğilimi görülüyor. Postal, dağ, tüfek, hücre, kavga, inanç, güvercin, direnç vs. gibi sözcükler yaşayanı, devinen hayatı yansıtmıyorlar, kalıplaşmış kavramlar. Bu sakıncalı noktalardan biri de insanı bir robot solarak görüp, yansı tan, insancıl değerlerin en azından unutulduğu bir tavra düşülen yer oluyor. Oysa “insanız ve insanî olan hiçbir şey bize yabancı değil” böyle olması gerekir. Bu önemli noktanın görülmediği ürünlerde ortodoksluk (!) adına varılmış bir şematizm, hayatın diyalektik değil mekanik bir yorumuyla karşılaşıyor. Devrimci korkmaz, acı çekmez bu tür yapıtlarda; hele acı çekme “aşkî “ bir neden yüzündense ihanetle bir tutulur. Romansa bu yapıt, sunulan 151 Erol Çankaya devrimci kahraman “dava”sı uğruna sevgilisini, karısını pekâlâ terkedebilir. Şiirse, bu nitelemelere uygun bu yapıt, kavga şiiridir, bilinç taşır kitlelere; çünkü kitleler eğitilmeye muhtaçtırlar öyle sevgi, hüzün, yalnızlık, acı çekme gibi duyarlıklar “burjuva duygusallığı”dır. Bu anlayış o ünlü sözü aklıma getiriyor:”Asker korkmaz, asker üşümez, asker acıkmaz vb...”! Attila İlhan, sanırım “Duvar”ın son basımında yazıyor, ilk basımına “Duvar”ın, “bazı solcu ağabeylerin” hışmından çekinerek aşk şiirlerini almamış. Bu eski bir örnek ama pekâlâ yenileri günümüzden de gösterilebilir. Yeter ki çevremize bakalım biraz. Nazım’ın çok sevdiğim o şiirinden birkaç dize almak istiyorum buraya: “Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte yani yürekte.” İnsan bütünselliğini görmezden gelip bu bütünselliği oluşturan parçalardan kimisini kabule kimilerini de yadsımaya varan bir mekanik kafa yapısı burjuva dar görüşlülüğü bence, devrimci tavırla en ufak bir ilgisi de yok. İnsan ne denli devrimci olursa olsun “insan” dır. Aşkıyla, öfkesiyle, korkusuyla, kavgasıyla, inançlarıyla, umuduyla, düştüğü umutsuzluklarla..İşte bütün bu par -çaların tamamladığı bir yapıdır “insan.” Bunlardan birini, sözgelimi “kavga”sını alıp ötekilerini atlamak çok önemli bir yanlışa düşmek bence. Bu nedenle, bir kavga şiirini sevip te “sahici bir sevda şiirini” boşlayan, gereksiz gören eğilim üzerinde durulması gerekli bir sığlık, dar kafalılık,. .Üstelik devrimcilik adına devrimci sanata 152 Popüler Kültür ve Edebiyat kasteden bir yanı olan bir darkafalılık.. Oysa nasıl, “bir barikatta dövüşerek” ya da “kuzey kutbunu keşfe giderken” ölmek, ayıp olmazsa sevda yüzünden ölmenin de ayıp olmadığını kavramak gerekiyor, bütün işin “yürekte” olduğunu kavramak... Politika Gazetesi, 3 Mart 1976 153 Erol Çankaya UNUTULMUŞ KİTAPLAR Günümüz Türkiye’sinde yayıncılık alanında önemli bir sorunla karşı karşıya, okurda yayıncılar da. Oldukça önemli sayıda kitap yayınlanıyor, yayınevlerinin satışında artış var, kitap tirajları da yine bir değişim içersinde. Bu noktalar “sorun” olarak nitelenebilecek şeyler değil elbet; kuşkusuz, bu gelişimi olumlu buluyorum. Hele bizimkisi gibi kültürel bir “açlık” içindeki ülkelerde bu dinamizm sevindirici. Bu türden bir devinim 1960’lardan hemen sonra da farkettirmişti kendini. Bu dönem, oluşan yeni koşulların da etkisiyle (27 Mayıs’ın getirdiği göreli özgürlük ortamı, 27 Mayıs Anayasası, demokratik haklar vs. gibi) geniş yığınlara yeni sorunların, yeni düşüncelerin başyapıtların, klasiklerin ulaştırıldığı; ülke yapısına değgin sorunların kitleler önünde tartışıldığı bir dönemdi. Bu çok özel durumdan ötürü edebiyat-sanat bir süre için geri plana itildi; daha çok ekonomik-toplumsal sorunlarla ilgilendi okur. Bu özellik 12 Mart öncesine değin sürdü geldi ve bu ara dönemde kesildi. Dişe dokunur bir yeni kitabın çok zor yayımlandığı, eski kitapların da bulunup okunamadığı bir dönemdi bu. Bu kesinti sona erdikten sonra yine bir tür “kitaba hücum” başladı; ama yönelinen kitaplar daha çok, boşluğu duyulmuş politik 154 Popüler Kültür ve Edebiyat sorunlara ilişkin yapıtlardı. Gerçi “sanata vaktimiz yok” diyenler azalmıştı, devrimci kesimdeki kültüre duyulan kayıtsızlık ortadan kalkmıştı ama öne çıkan yine politik sorunlar oluyordu. Hele sanatın politikleşmesi daha bir hız kazanınca bu nokta daha bir önem kazandı. 12 Mart gibi bir “boş” dönemden sonra birdenbire hız kazandı yayıncılık. Çok önemli sayıda kitaplar yayımlanmaya başladı. Bu olumlu devinimin getirdiği bir olumsuzluk da var bence; bu kitap bolluğu (enflasyon demek istemiyorum) içinde gerçekten önemli kimi kitapların gerekli etkiyi yapamadan, hatta okura ulaşamadan yitip gitmesi. Hele sözünü ettiğimiz kitap büyük olanaklara sahip bir büyük yayınevi tarafından yayımlanmamışla bu yargı daha bir önem ve geçerlilik kazanıyor. 12 Mart sonrası yayıncılığında görülen bir değişme de yayıncılık piyasasında da bir tür “tekeller”in belirmeye başlaması. Kitap maliyetinin kağıda arka arkaya gelen zamlarla, baskı - dizgi gibi işlemlerin pahalılaşmasıyla çok artmış olması ister istemez böyle bir sonucu doğuruyor. Küçük yayınevleri yok değil, yine var tabi ama, etkileri zayıflamış, güçsüz ve ayakta zor duracak bir biçimde var! Bu kitap furyasında küçük bir yayınevinin yayımladığı bir kitap -eğer bir de yazarı tanınmamış biriyse- rahatça, etkisiz kalıp unutulma tehlikesi karşısında günümüzde artık. Bu olumsuzluğu yaratan nedenlere bir de günümüzdeki karmaşık-hızlı dünyayı eklemek gerekir doğal olarak. Günlük basının, Radyo-TV gibi (ya da sinema) kitle haberleşme araçlarının çok önemli kaleler kazanması kitap-dergi gibi basılı araçları geriye itiyor. Özellikle, kentleşmenin sonucu hızlı ve karmaşık yaşamı da 155 Erol Çankaya eklersek bu hızlı, saati saatine yaşam içindeki okurun zor durumu daha bir anlaşılır sanırım. Kimi yazarlarımızın bile “Şu Tolstoy’ların özeti çıksa da okusak, “ dediği bir Türkiye’de yaşıyoruz artık. Bu söz, “mesleği” yazarlık olan biri için ne. denli gülünç oluyorsa sıradan okur için de o denli düşündürücü en azından. Gerçekten de bu hızlı yaşam içinde normal bir okuyucunun yüzlerce sayfalık “klasikler” ciltlerini okumasını, o koca ve daha önemlisi kendi sorunlarına pek yakın olmayan ciltleri okuması için günlerini vermesini istemek güç. İşte bütün bu karmaşa içinde okur, deyim uygun düşerse elyordamıyla yolunu bulma durumunda. Belki de en önemli kitabı görmezken çok gereksiz ve yokuşa süren kitaplarla zaman harcama sorunuyla karşı karşıya. Yalnız, sözünü ettiğim bu nokta salt politik kitapların sanat yapıtlarına tercihi biçiminde görülmüyor. Aynı şekilde, bu karmaşa içinde adını, nasıl olursa olsun, duyurabilen, iyi duyurulup dağıtılabilen, özenli basılmış kitaplar bu avantajlarıyla öne çıkıp ötekilerini gerilere itebiliyorlar. Bu geçtiğimiz yılda da görüldü, öyle sanıyorum ki gerekli ilgiyi görmemiş bu türden kitaplar üzerinde durmak istiyorum şimdi, adlarını anarakda olsa. Dr. Ahmet Aker’in “12 Mart Döneminde Dışa Bağımlı Tekelleşme”si Ocak 1975’te yayımlanmış. “Rakam ve istatistiklerden fazla, toplumun değişik kesimlerinden gelen tepki, uyarı, öneri ve eleştirilere yer verilen” bu çalışma, içinden yeni çıktığımız ve kuş kuşuz bu alanda daha birçok yorumların getirileceği bir dönemi oluşturan yapısal koşullara ve dönemin sonuçlarına eğiliyor. Önemli bulduğum şöyle bir yargı var Dr.Aker’ in: (12 Mart’ta)... Türkiye’de büyük sanayi sermayesinin iktisadî politikada kesin olarak ağırlığını göstermesi ve 156 Popüler Kültür ve Edebiyat bu politikaya sırf kendi çıkarı doğrultusunda yön vermesi yeni bir olaydır,” Ünlü İngiliz marksisti, eleştiri ve estetik kuramcısı Chirstopher Caudwel’in çok önemli kitabı “Yanılsama ve Gerçeklik” de üzerinde uzun uzun durup tartışmayı gerektiren bir kitaptı. İspanyol İç Savaşı’nda, Cumhuriyetçiler safında çarpışırkenki ölümüne değin geçen kısa yaşamı içinde gerçekleştirdiği bu üstün yapıt, başlangıcından günümüze sanatın doğuşu ve gelişimine eşsiz bir çabayla eğilirken marksist eleştiri ve estetik sorunlarına getirdiği tezler ve çözümlerle bir başyapıt niteliğinde. İzzet Yasar’ın ilk kitabı “Kanama” ise iki yıl öncesine ait bir kitap. O günden bu yana sözünün edildiğine bir yerde rastlamadım. Acı çeken, yürek buruntuları içerisineki bir yüreğin “kanama”larını getiren bu kitaptaki şiirler, bu acılı günleri duru bir biçimde yaşatıyor. İzzet Yasar’ın az yazan bir şair olması önemli bir eksiklik sanırım. “Artık içtiğimiz rakı/yediğimiz kurşun ayrı gitmesin” dediği şiir ya da “Kenar Süsleri “ gerçekten önemli, Yasar’ın geleceğine umut la baktıran şiirler. Faşizm olgusuna, marksistlerin ekonomik belirleyicilik ilkesinin dışında bir yaklaşımla biyolojik nedenleri öne sürerek Freudyen bir yaklaşıma görüntüsü veren Wilhelm Reich, başyapıtı “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”nda yer yer katılınmasa da önemli tezler atıyor. Geçtiğimiz yılın Haziranda yayınlanan bir önemli kitap da Vedat Günyol’un son birkaç yılda yazdığı denemelerini içeren “Bu Cennet, Bu Cehennem”iydi. “Gerçek amacından, ince bir manevrayla saptı rılan 12 Mart Muhtırası” gibi (sf.20) katılmadığım niteleme ve yorumları olsa da zevkle okunacak, eşsiz bir deneme 157 Erol Çankaya tadını taşı yan yazıları derlemiş bir kitap “Bu Cennet Bu Cehennem”. Pek sözü edilmeyen bir kitap da bir yeni hikayecinin, Şükrü Bilgiç’in “Yaşamaya Sevdalı”sıydı. İlk kitap olmanın pürüzleriyle, acemilikleriyle gelse de Şükrü Bilgiç , “Anadolu Hikâyeciliği”nde yeni bir ses, geleceği sağlam olacak bir arkaday. O’nda önemli bulduğum bir nokta köydeki çözülme sürecini, yapısal değişimi iyi gözlemleyip aktarması.. Aslında Osmanlı’nın adım adım emperyalizmin kucağına düşmesi olarak yaklaşım yapılması gereken ama nedense belli çevrelerce ısrarla sorunu bir “kültür emperyalizmi “Kültür yozlaşması” düzeyinde görmek eğilimi bulunan bir soruna Niyazi Berkes’in gayretli yaklaşımı da (Türk Düşününde Batı Sorunu ) unutulmaması gereken, tartışılması gerekli bir üründü. Politika Gazetesi, 26 Şubat 1976 158 Popüler Kültür ve Edebiyat CAHİT IRGAT’IN TÜRKÜSÜ “Ben ezilmiş insanların Acı çeken, sancı çeken çocuğu Irgatların ırgatı.” O’nu sahnede görmüş olanlar belleklerindeki izi uzun süredir taşıyıp arada bir de olsa anımsıyor olsalar gerek. Görememiş olanlar için tiyatrocu Cahit Irgat on yılı aşkın bir süreden beri yok artık; o “Carl Ebert diksiyonu” kokan sesi çoktan dağıldı uğultulara karışıp, yankısı bile belli belirsiz şimdi... Şu ara televizyonda bir filmi de gösterilmediği için olsa gerek üstüne düşüneni, aklına getireni de pek çıkmıyor... 1969 tarihli “Irgatın Türküsü”nü bulabilmek de pek mümkün değil.. Oysa Cahit Irgat bu kitabın peşine düşülmesiyle girilecek ‘zahmetle karşılaştırılamayacak ölçüde iyi bir şair... Kendi başına akan, herhangi bir anlayışın, bir şiir akımının içine kesin çizgilerle yerleştirilemeyecek şairler vardır, - Cahit Irgat işte bu tür adlardan biri. Yüzeyden bir bakışla yetinme onu kolaylıkla Garip’çiler içinde ‘mütalâa’ etmeyi getirebilir oysa yanlışlık olur bu. Şiirine temel aldığı içerik, bu içlemin gösterdiği yönseme ile insan ve toplum anlayışı Cahit Irgat’ın bir Garip’çi şair sayılmasını kesinlikle önlüyor. Öte yandan, biçimsel kimi yanları, sözgelimi yer yer egemen olan Garip’çi tarzda şiir söyleme biçimi ise o dönem toplumcu şiir 159 Erol Çankaya kuşağından değişik bir şiir oluşturmasını sağlamış. 1916’da Lüleburgaz’da doğan Irgat İlkokulu orada okuyup Vefa Ortaokulunu, Edirne Öğretmen Okulunu ve Konservatuvar’ı bitirir. Bezirci’ye bir mektubunda bu dönemine ilişkin olarak sonradan şunları yazacaktır : «Ana - Baba’dan, evden uzak bir çocukluk yaşantısı... Yalnızlık duyguları, yalnızlık korkuları... Şiire bu etki ile başlayış. Onbeş onaltı yaşları... Kötü bir romantizmin, karma-karışık şiir - edebiyat etkeninde kalmak... Bunun yarıbilgili, çoğu bilgisiz öğretmenlerin yanlış edebiyat aşılanması sonucu oluşu... Örneğin Orhan Saik, Nihat Sami, Nihal Atsız gibi sağcı, Suut Kemal gibi estet hocaların okuttuklarına inanmama ve tepki... (Orta ve lise devrelerine rastlar bu.) -Ve bir içgüdü, bir bilinçaltı ile gerçek şiire, toplum sanatına kayış. Yavaş yavaş uyanış, bilinçlenme, tiyatroya yöneliş ve tiyatroyu iş ediniş. İşte bu sıra gerçek değerlerle, gerçek sanatçılarla tanışış, yeni edebiyata atanış... Her yeni edebiyat hareketinin içinde bulunuş, her yeni ve ilerici dergiye katılış.» (Yeni A, Haziran 1972). “Bu Şehrin Çocukları” (1945) ile yer yer Cahit Sıtkı’nın yürüttüğü Baudelaire’ci şiirden uzaktan da olsa esintiler alan Cahit Irgat, hemen ardından kırklı yılların etkin ve egemen. şiir anlayışını kurmuş olan Orhan Veli ve arkadaşlarından da etkilenir. Bu uğraktaki Cahit Irgat kendini bu akıma bütünüyle bırakmış bir tavır içinde de değildir öte yandan,- belki Garipçilerden daha fazla toplumcu şairlerle ilişkide olduğu söylenebilir. Bu ilk kitabında çeşitli yönelişler içinde olan bir şair kimliğiyle çıkıyor ortaya. Bir yandan Cahit Sıtkı’lık ve biraz kötümserliği barındıran duyarlık, öte yandan, sonradan girilen Garip çemberinin etkisinin de işlevsel olduğu ironi ve son olarak da, hiç bir zaman 160 Popüler Kültür ve Edebiyat bırakmayacağı toplumcularla olan ilişkinin yarattığı bu doğrultudaki açılımı. Sözgelimi “Göç” şiiri o günlerin toplumsal ortamı ve siyasallaşma düzeyi düşünüldüğünde önemli bir çıkıştır. Bu kısa fakat yoğunluklu şiirinde şöyle diyordu: “Arzusuyla göç etmedi Kelepçeli götürdüler Gece yarısı. Ay vururdu odasına Bir daha görünmedi.” Bu yürekli dizelerin şairi bir yandan da yadırgatıcı bir biçimde Cahit Sıtkı’lık bir ozansılığın peşindedir. Aykırılıklar arası bu salınımın arayış içinde olan bir şairi deyimlediğini söylemek de olasıdır belki. Çünkü bu durumun hemen yanı sıra şunları da söylemektedir : «İnan kardeşim inan/Gök mavidir dal yeşil/Omuzun omuzumda/Nefesin nefesimde/Gökyüzünü yıldız yıldız,/Dilim dilim bölüşürüz yeryüzünü/Payına düşen dertler/Payıma düşer/Sen benim günümdesin/Ben senin gecende/inan kardeşim inan/Aynı suda yüzer bindiğimiz gemiler. Bir tavır alıştır bu ve o kesimden geliyor da olsa aynı çıkışı zaman zaman Garipçi şairlere karşı da yapacaktır. Dönemin ağır koşullarını, bu ağır koşullar altında bunalan kuşatılmış ‘insan’ın bu durumunu Cahit Irgat şiirini irdelerken hep akılda tutmak gerekiyor. Öte yandan Cahit Irgat bu konumunda elbette yalnız da değildir. Bu keskin çember, içerdeki siyasal baskılarla dış dünyada sürüp giden savaşın kuşattığı ‘insanlığın hali’ değişik biçimlerde birçok sanatçıyı etkilemektedir. Bu dönemde ‘40 Kuşağı şairlerinden birçoğunun demokrasi, hürriyet, ekmek, alın teri gibi kimi çevrelerin aşağıladığı hiçlenen değerlerin savunucuları olarak 161 Erol Çankaya belirdikleri görülüyor. Öyle ki bu yöneliş sonradan Orhan Veli ve arkadaşlarını da etkileyerek sözgelimi bir Orhan Veli’nin türkülere, destanlara, halkın yaşantısının sevinçleriyle birlikte acılarına da yönelip halkçı bir şiiri yazmasında etkili olacaktır. Böyle bir ortam içindeki Cahit Irgat’ın Garipçi şiirle toplumcu anlayış arasında» bir bireşim sağlamaya çalıştığı görülüyor. Fakat bu arada kalış zaman zaman kaçınılmaz olarak bir yetersizliği de yedeğinde getirecektir. Öte yandan kimi şiirlerinde ise Cahit Irgat’ın, emek, hürriyet, kardeşlik, eşitlik ve bunun gibi özlemleri bir kavram olarak ve soyut bir nitelikte kullandığı da görülüyor. Bu kavramsallaşmanın sadece Irgat’ın şiirinde olmadığı, dönemin birçok şairinde açıkça gözlemlenebilen bir olumsuzluk olduğu da geçerken belirtilmeli. Fakat, burada kısaca, bu olumsuzluğun etkin bir nedeni olarak yaşantı düzeyinde birçok öğenin eksik kalışı gösterilebilir. Yaşantı düzeyinde bunların karşılıklarını göremeyen, kimilerinde olduğu gibi bilimsel bir düşünüşün nesnel ve öznel olanaklarından da yoksun sanatçı ister istemez eksik bir algılama ile değişik - yanlış yorumlamalara ulaşacaktır. Bu yorumlamalar doğal olarak yaşantının o çok önemli içtenliğinden yoksun kalacaktır. “Rüzgârlarım Konuşuyor” (1947), önceki kitabına göre daha bilinçli bir tutumun izlerini taşıyan şiirleri kapsıyor. Bu şiirlerde toplumcu şairlere daha bir yakın olan Irgat, giderek bu çizgisini kalınlaştırıp demokrasi yanlısı niteliğine belirginlik kazandıracaktır. “... İstila görmüş şehirlere ve İkinci Dünya Harbinin sefaletlerine dairdir.” sunusunun bulunduğu bu kitap ele aldığı temel insanî ögelere ve değerleri somutluk kazandırmış yanıyla öne çıkıyor. “Niçin yaşadığını, öldüğünü bilmeyen, dert 162 Popüler Kültür ve Edebiyat çeken, çürüyen dost” için konuşmaktadır artık. Milyonlarca savaş ölüsünün soluğunu sesine katıp iyiliğin, kardeşliğin, umudun, «aynı hakkın, hürriyetin, insanlığın şarkısını» söylemektedir. Ve Cahit Irgat’ın şiirini birdenbire, uykuya doymamış kara bahtlı çocuklar, tecrit kamplarında çıldıranlar, fabrikaya rejiye koşar adım gidenler, alın terinin çamuruna, kara ekmeğin mayasına gömülmüş olanlar doldurur. Önemli bir değişim de, bu dönemin başlamasıyla birlikte kara alay için bile olsa artık mizah öğesinin pek kullanılmamaya başlamasıdır. Bu durum da kendisini bir zamanlar etkiler aldığı Garip şiirinden farklılaştırmaktadır. 1952 tarihli bir kitap olan “Ortalık”taki şiirler derin bir öfkeyle söyleyen bir şairi sergiliyor. Baştan beri insan sevgisi, özgürlük, insanların kardeşliği, emeğin yüceliği gibi ögeleri barındıran genel bir tematik üzerine kurulmuş olan Cahit Irgat şiirindeki bu ögeler somutlaşarak yaşantıdaki karşılıklarını bulmaktadır. Şair, bu nesnelliğin somut ve bireydeki karşılıklarından hareket ederek söylemektedir şiirini. «Yaşamak arzulusu fedai»dir, «mesut günler» müjdelemektedir artık... Andığımız mektubundaki deyişine uygun olarak söyleyelim : Sonra birkaç sefer Avrupa’ya gidip gelir. Çok işsiz kalır, sürünür. Bir süre alkole vurur kendini. Tüm dostlarına elinden geldiğince yardım eder, en büyük kazıkları da onlardan yer... Yıllar yılı takiplere uğrar. Şiir yüzünden çok şey gelir başına. Ama ondan kopamaz. O da peşini bırakmaz Cahit Irgat’ın... “Şairim, tiyatrocuyum,” diyordu, “böyle geldim, böyle gitmek gerek. Zaten elimden başka türlüsü de gelmiyor.” 163 Erol Çankaya Zaman zaman tiyatroculuğu ağır bassa da kendini bu alanda kanıtlayabilmiş saymaz hiçbir zaman. Ellibeşlerde Cahit Irgat «Sanatçı gitti, dekorlar kaldı» deyip uyuşamadığı Devlet Tiyatrosu’nu bırakıp gitmiştir. Özel tiyatrolara geçer, Yeşilçam’ın o tam ‘Yeşilçam’ olduğu dönemlerde doğru dürüst filmler yapmaya çalışır. Ancak bütün bu uğraşlar kendiyle barışık olmasını sağlamaz. Haldun Taner “Ölür İse Ten Ölür” de Çiçek pasajı’nın tarihine eğilirken unutulmaz bir ustalıkla şöyle betimliyor o günlerdeki Cahit Irgat’ı : “Ağzı dolu imiş de öyle konuşuyormuş hissi veren dolgun sesi ile o yüzde yüz erkek ve sıcak, biraz da Ebert dönemi diksiyonu kokan sesi ile, — Siz hikayeciler iyi çalışıyorsunuz. İşlevinizi iyi yapıyorsunuz, derdi! ‘Ressamlar da fena değil’ derdi Nuri İyem’e bakıp. Ama kendisi aktör olarak kendini zaman zaman ecir hissederdi. Şairliği ile kişiliğine bir subap sağlayamasa çok daha buruk olabilirdi. Sonra uzun boylu, yakışıklı silueti ile sallana sallana tiyatronun yolunu tutardı.” Şiirden hiçbir zaman kopamamasına karşın zaman zaman uzak kaldığı da olur. Özellikle ‘60 sonrasında giderek az yayımlamakta, yayımladığı şiirler kendisine niteliksel bir katkı sağlayamamaktadır. Bütün şiirlerini topladığı 1969 tarihli kitabı “Irgat’ın Türküsü”nde son bağımsız kitabı olan «Ortalık» sonrasında yazdığı şiirler de bulunuyor: Aradaki on yedi yılın ürünü şiirler. Ancak bu şiirlerin Cahit Irgat’ın “Rüzgârlarım Konuşuyor” ile çok önceden vardığı noktaya bir katkı olduğu söylenemez. Genellikle didaktik bir söyleyişin belirgin olduğu bu şiirler Irgat’a kendini aşma olanağını vermiyor. O’nun bir çok şiirinde sağlam bir yapı kurmasını sağlayan ritm çalışmasına, bir yerde şiirsel büyüyü de veren müzika164 Popüler Kültür ve Edebiyat lite arayışlarına rastlanılmaması ister istemez mekanik bir şiirin dolaylarında dönenmeyi yaratmaktadır. Öte yandan, bu sorunu değişen Türkiye’nin yeni toplumsal - nesnel gerçekliğini gününün gerisinde kalmış bir bakışın yeterince kavramasının güçlüğü ile açıklamak da belki mümkündür. Yeni koşulların karşısında şairin eski donanımının, yetersiz kalması da denilebilir buna. Bir genelleme gerekirse, Cahit Irgat’ın, Garip şiiriyle toplumcu anlayış arasında bir bireşim sağlamaya yönelik çabasının kendisini ilk kesimden farklılaştırarak öne çıkardığını ancak bunun özellikle son döneminde mekanik, bir şiir üretmesini engelleyemediği söylenebilir. Arada kalmış olmanın bütün karakteristiğini taşır bu şiir. Bir yanıyla, alttan alta, kötümser olmasa da karamsar bir bakışının olduğu da saptamalara eklenmelidir. Üzerinde etraflıca durulmaya yaraşır bir şairdir. Özellikle 1940’lardaki toplumcu şiirin irdelenmesi işine girişeceklerin bu kendine Özgü o ağzı öfkeyle, acıyla dolu imiş de öyle konuşuyormuş duygusunu veren o yüzde yüz erkek ve sıcak sesi unutmamaları gerekiyor. Ne diyordu Orhan Veli için? “Çiçek verdi ölesiye Şiir verdi kıyasıya Yaşaması ölesiye Kendi gitti ismi kaldı yadigâr.” Çaplı şair,” diyordu, “ister sembollerle, ister yalın ve çıplak, ister ağıt, ister güldeste yazsın; ister gerçekçi ister gerçeküstücü olsun, toplum ve insan sorumluluğunu yüklenmiş direnmiş sanatçının yapıtında toplum şiiri var olacaktır. Ama insan doğuştan şair değilse istediği kadar da dirensin... Olsa olsa şiirin teknik adamı olur sadece. Şiirin teknik okulu, üniversitesi olmadan nice kötü şair 165 Erol Çankaya türedi. Ya olsaydı, daha da aptalları çıkardı ortaya.” Cahit Irgat’ın yaşantısı iki Haziran ayı arasına sıkışmış 55 yıllık bir soluk alıştı. Bu yazının okunduğu tarih bizdeki geleneğe uygun bir «anış» yazısına ters düşebilir, önemli değil bu. Gündelik hayatın en ufak ayrıntısında bile yer tutan duyarlıkları yeşerten birçok sanatçı gibi Irgat da ‘protokol’sü düzenlemelerle anılacak biri değil. 1980 yılının son aylarında yazılan deneme bu nedenle herhangi bir ayda da okunabilir. İyisi ise açıp “Irgat’ın Türküsü”nü okumak elbette... Aralık, 1980 166 Popüler Kültür ve Edebiyat KÜLÜNDEN VAR EDEN KENDİNİ Şiir söz konusu edildi mi hemen herkesin ağız birliği ettiği şey şiirin okurundan koptuğu oluyor. Böyle bir olgunun varlığının tartışması yapılabilir, okurundan kopan ya da bir zamanlar moda olan deyişle “ölen” şiirin niteliğinin üzerinde durabilir. Aynı biçimde “ölen” bu şiire paralel olarak kendini yaratan bir şiirin varolduğu ve bu şiirin niteliği de irdelenebilir. Doğan Hızlan’ın bir yazısını hatırlıyorum şimdi. Türk şiirinin evrelerini bilmeyen bir okurun, eline bugünlerde geçen bir şiir kitabını okumaya başladığında şaşıracağını söylüyordu o yazısında Doğan Hızlan. Bu kopuşun ya da “şiirsel kopuntu”nun nedeni olarak gösterdiği etkenler arasında toplumsal olayların şiir türünü dar bir alana hapsetmesi olgusu vardı. Elbette doğru bir yargı bu, üstelik salt Türkiye toplumuna özgü de değil bu olgu. Türkiye toplumunun geçirdiği yapısal değişme evrelerini bu sürece daha önceleri girerek yaşamış başka kapitalist toplumlardaki sanatın ve özellikle şiirin gelişim evreleri bize de ışık tutacak nitelikte; Caudwell’in İngiliz şiirini İngiltere kapitalizminin dönemlerine çakıştırarak açıklama çabasının bize uyarlanması bile toplumumuzda şiirin geldiği yeri çözümlemede önemli bir ipucu sağlayacaktır. 167 Erol Çankaya Bu işleri daha iyi bilenler kapitalist Batı’da şiirin öldüğünü, daha çok Latin Amerika ülkeleriyle, Yunanistan, Türkiye ve bazı Orta Doğu ülkelerinde yerini koruduğunu söylüyorlar. Günümüz Amerikan şiiri derseniz Stepken Turgoff’un deyişiyle “uluslararası bir yüzkarası”. O bunu, en azından otuz yıldır süren “azgın bir içedönüklük” diye adlandırıyor. Gerçekten de Whitman’Iarın, Sandburg’ların gür soluğu esmiyor Amerikan şiirinde bugün. Gregory Corso, GinsbergFerlinghetti ikilisi gibi “Beat Generation” şairleri kapitalizmin ezici koşulları altında ezilen birey’in çığlıkları ama son tahlilde gene de düzenle dolaylı bir uzlaşmaya boyun eğer nitelikteler. Bir çığlık, ama umutsuz bir çığlık yazdıkları, Ginsberg, ünlü “Amerika” şiirinde açık bir hesaplaşmaya girse de sonunda “o biçim bir omuz da,ben veriyorum şu dönen çarka” demek zorunda kalacaktır. .Başka türlüsü de bir yerde olanaksız zaten. Bu yüzden, Moskova’da stadyumlarda şiir okuyan bir Voznesenski Amerika’ya gittiği zaman kırk-elli kişiye küçük salonlarda okuyacaktır şiirini. Amerika’da sözü edilebilir bir şiir “İnanmalısın” diye haykıran kara şairler kuşağı tarafından yazılıyor günümüzde. Şiir yazılıyor yazılmasına ama işlevini yerine getiremeyen bir konumda ve etkisi çok dar bir alanda sözkonusu; bir yerde yok gibi bir şey. Kapitalizmin doruğunda bir Amerika için söylenebilecek şeyler kapitalist Batı Avrupa ülkelerinde yazılan şiir için de geçerli. Son büyük dalgası Nazi işgali altındaki Fransa’da Direniş Hareketi’ne paralel olarak ortaya çıkmış Fransız şiirinin. Eluard’larm Aragonların ve öteki Direnişçi edebiyat kuşağından şairlerin yazdıklarına yakın bir ses gelmiyor günümüz Fransız şiirinden. Yeni bir şairin kitabının 1000 satmasının “olay” sayıldığı, şiire inancın yitirildiği bir ülke bugün Fransa. Her şeyin 168 Popüler Kültür ve Edebiyat meta olduğu akıl almaz bir tüketim toplumunda şiir de dışlanacak, şairin öznel dünyasıyla sınırlanarak “Genel Türkü” olması gereken şiir, bağrından bir çok şeyi başka türlere bırakarak çok özel bir alana çekilecektir doğal olarak. Şiirin yerinin bu olduğu böylesi toplumlardan farklı olarak sosyalist ülkeler sanatında şiirin ve sanatın çok önemli bir yeri var. Sanat yapıtının kullanım değişim aracı derekesine indirgenmediği bu yapıdaki toplumların dışında şiirin alevleri daha çok Üçüncü Dünya ülkelerinde, emperyalizme karşı sıcak mücadele ortamının içinde, silahlı direniş hareketlerinin yanıbaşında yükseliyor. Kara Afrika’daki kurtuluş hareketlerinin ortasında, Uzak Doğu’da bir Vietnam’da, ya da daha yakın bir örnek olarak Filistin’de. Yunanistan’da Kavafis, Kazancakis ve Ritsos. Buna bağlı olarak ortaya çıkan somut olgu da şiirin edebiyat türleri arasında en başkaldırıcı, uyumsuz bir tür olması. Konformizmin tam karşısında bir yerde duruyor şiir. Kapitalist toplumlarda yazılan şiir daha çok düzene karşı bir nitelikte bugün. En soy burjuva şairleri bile düzenle doğrudan bir “mutabakat” içinde değiller ama, getirdikleri eleştiriler sisteminin çerçevesinin dışına taşmayan, kanalize edilebilir patlamalar. Burjuvazi “yalnız adam”, birey olarak kaldığı, örgütlenme çabasına girmediği sürece “özgür”lüğüyle başbaşa bırakıyor şairi-sanatçıyı. Yani burjuva düzeninin yarattığı hastalıklı toplumun içinde şairin düzene küfretmesinden ve tabii sonra da bu hat üzerinde ilerleyerek “insan yalnızdır” anlayışına ulanmasına ses çıkarmıyor; bu “özgürlük”ü bahşediyor kendisine. Sistemi eleştirebilir, en ağır küfürleri edebilirsiniz ama sonunda “dönen çarka omuz verme” gerçeğine geleceksiniz. 169 Erol Çankaya Bütünlüğünü kurabilmiş, iktidara adaylığını koymuş bir işçi sınıfı hareketinin mecrasından akmadığı sürece bu yönelişler zararlı olmak bir yana düzenin “özgürlükçü” yanını belgelemesi açısından yararlı bile olacaktır. Kaldı ki böyle bir hareketin maddi temellerinin olmadığı ülkelerde ne kadar iyi niyetli olsa bile şair kendi “piyasa özgürlüğüyle” başbaşa kalarak son aşamada boğuntuyu, umutsuzluğu, nihilizmi söyleyecektir. 1950’lerde bizde yazı alanında görülen budur işte. Tek tek alındığı zaman hemen hepsi siyasal iktidarın yandaşları değildir ama yazdıklarıyla vardıkları dolaylı yol onları sistemle uyuma götürmektedir. Sağlam ve tutarlı bir dünya görüşünün rehberliğinden de yoksun oldukları için çokluk bu “uyuşuk” halka küfredip, “zaten bu halk adam olmaz” anlayışından “ne haliniz varsa görün!” çizgisine ulaşırlar. Üst tarafı bir anlamda “özeleştiri kusma” nitelikli çağdaş burjuva şiiri düzenle doğrudan bir anlaşma içinde olmadığı için çok zaman yüzeyden bir yaklaşımla “ilerici” görülebilir. Ama bu tür şairleri bir Baudlaire ya da Rimbaud’dan farklı kılan şey bu iki şairin yaşadıkları dönemde işçi sınıfının bir alternatif olarak henüz ortada olmamasıdır. Bu iki şair burjuva düzenine olan derin tiksintilerini ve umutsuzluklarını ama sadece bunu yazarak ilerici olabilir ya da en azından herhalde “mazur” sayılabilir ama yaşadığımız böylesi bir dünyada ve toplumumuzda aynı şeyleri - alternatifsiz - söylemenin “ilericilik” sayılamayacağı kanısındayım. Hele toplumun dayandığı dengenin çok kararsız ve toplumsal mücadelenin boyutlarının genişlediği yaşadığımız bu toplum ve dönem söz konusuysa. Evet, günümüz Türkiye’sinde ölmekte olan ya da ölüme yazgılı bir şiir var tabii. Ama bu şiirin ölümünü getiren koşullar aynı topraktan gür sesli ve aydınlık bir şiiri fışkırtmaktadır. Zaten yüzlerce yıldan beri böylesi 170 Popüler Kültür ve Edebiyat bir damardan çıkmış Türkiyeli şiir içinde bulunduğumuz dönemde buyandan uzun süredir unutulmuş devrimci geçmişiyle olan bağını araştırarak kurarken aynı zamanda da toplumsal mücadelenin içinde belirlenerek asal işlevine dönüyor. Bu yönelişte elbette özellikle son on beş yılda büyük boyutlarda bir değişim geçiren Türkiye’nin yeni nesnel koşullarının işlevi var. Ve şiir bu toplumsal akışın içinde olduğu sürece geniş soluğunu tekrar kazanarak tıkanmış damarlarını açabilecektir. Bu toplumda şair andığım bu kan dolaşımını sağlayabildiği oranda geniş boyutlu ve tıknefes olmayan bir şiire ulaşacak ve ancak böyle bir şiirle kitlelerle olan bağını kurabilecektir. Bu da bu mücadelenin içinde olmayla sağlanabilir. Sömürgecilik dönemde cılız ve soluksuz, Nazi işgalinde kapsayıcı ve derinlikli niteliğiyle görkemli olan Fransız şiiri bu açıdan anlamlı bir örnek… Şiirdeki başkaldırı ve uyumsuzluk öğesinin hangi kanala akıtılırsa boşa gitmeyeceğini göstermesi açısından da. 1979 Türkiye’sinde böyle bir şiir için gerekli nesnel koşullar her dönemdekinden daha uygun ve yeterlidir. Dünya Gazetesi, 12 Mart 1979 171 Erol Çankaya ATTİLA İLHAN ŞİİRİ ÜZERİNE BİR NOT Attilâ İlhan şiirini kavrama çabasında ipucu niteliğindeki açıklayıcı dizelerin şunlar olduğunu düşünüyorum : “ben Türkiyeli şair Attilâ İlhan insan evvel insan ahir demişim ve hürriyet insanları çıldırtasıya”. Bütüncül bir dünya görüşünün sanatına ve özel olarak da şiirine yansıması niteliğinde olan bu dizeler, gerçekte, sadece şair Attilâ İlhan’ın değil, romancı, denemeci, düşünür, vb. Attilâ İlhan’ın da irdelenmesinde ayırt edici bir özellikte. Bu nitelik, Attilâ İlhan’ın yazınsal süreci içinde değişmeyen tek yanıdır denilebilir. Hangi Sol’un bir yerinde söylediği gibi, “hep öyle insancı ve özgürlükçü” kalarak ama birçok dönüşümlerden, uğraklardan geçerek gelinir şu yıllara. “Hep öyle insancı ve özgürlükçü” kalan Attilâ İlhan’ın şiiri Duvar’dan bu yana Böyle Bir Sevmek’e gelinceye kadar otuz yıldan fazlasını kapsayan bir dönemin içinde bile bu yönüyle kesinlikle değişim göstermez; “kendini dünya ile ve dünya halkları ile her saniye aralığında bir ve beraber” duymaktadır. Fakat, diğer yönlerden bu şiir, yılların içinde ve gene bu özü kendine temel yaparak büyük sıçramalar gösterir; Garip ve İkinci Yeni şiirlerinin dönemin anlayışlarına kesinlikle egemen oldukları yıllarda bile kendine özgü yanını korumayı 172 Popüler Kültür ve Edebiyat başararak kişilikli bir niteliğe varır. Attilâ İlhan’ın ilk şiirlerini yazdığı yıllarda Nâzım Hikmet şiiri ve aynı içeriği başka bir sesle sürdüren Enver Gökçe, Akıncıoğlu, Toprak gibi şairlerin yazdıkları resmi şiir anlayışlarının dışında bir şiiri oluşturmaktadır. Dünyada eşi görülmemiş bir savaş sürüp gitmektedir ve doğal olarak savaş olgusu da bu şairlerin yazdıklarında belirleyici bir yer tutmakta, “demokrasi” güçlerinin yanında, “zafer toplarına bir mermi” olmaktadırlar. Toplumcu şair, savaşa karşı barışın yanında ve demokrasi güçlerinin saflarında savaşmaktadır. “Sorup sual edilmeden/canına kıyılan insan oğluna” ağıtlar düzülmekte, “zulme ve temerküz kamplarına karşı /hürriyet’ten, hürriyetten bahseden mısralar”, büyük toplar gibi gürlemektedir. Bir kartal, faşizmin karanlık, kartalı “hür havaları işgal edip” uçmaktadır ama gene de, dünya, “şafak vakti”nin dünyasıdır ve böyle bir dünyada bile “harb kaldırımında aşk”a da yer vardır. Hiçbir zaman yılgınlığa düşülmez; iyimserdir Attilâ İlhan’ın şiiri, çünkü “karanlıkta kaynak yapan” güçlere sonuna kadar inançlıdır Attilâ İlhan’ın, şiirini kaynaklandırdığı başlıca üç damardan biri olan “Duvar”, savaş yıllarının türkülerini söyler, dağlardan, kır yaşantısından, şehirlerde yaşayan gerilimli savaşın etkisindeki insanlardan görüntüler çizer. Halk şiirinden, dönemin —başta Nâzım Hikmet olan— ustalarından yararlanılarak oluşturulmuş ve “bir köşesinden Köroğlu, Dadaloğlu, Kul Mustafa, bir köşesinden Dertli, Gevheri, Zihni, bir köşesinden, de Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Bayrami, Kaygusuz ve benzerlerine yaslanan bir üçgen üzerine” kurulmuş bir şiirdir bu. Yazılmaz bu şiir, neredeyse doğaçtandır, 173 Erol Çankaya söylenir. Yukarıda andığım ustaların toplum ve insan anlayışlardan bir gerileme olan Garip şiirindeki insan’a bakış açısından da oldukça farklı bir yerdedir. Resmi kültür politikası, bu şiiri ve insanı ısrarla öne çıkarmakta, andığım ustaları her yolu ve yöntemi kullanarak susturmakta ya da gözardı etmektedir. Başka bir bakış açısı ve şiir beğenisi yerleştirilmekte, buna fırsat tanınmaktadır. Duvar ‘daki şiirlerin böyle bir ortamda yazıldığı bir daha hatırlanırsa, bu şiirlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Attilâ İlhan şiirini yaratan ikinci damarın “Sisler Bulvarı” olduğu söylenebilir. Şehirlerden konuşmaktadır artık bütünüyle. İstanbul ya da özlemi duyulan uzak ülkeler, bir Nairobi, Paris bulvarları, İzmir ve körfez... Fabrika düdükleri, gemi bacalarının çıkardığı dumanlar, kaynaşan şehir kalabalıklarının yaşadığı gerilim ve “imkânsız aşk”lar... Bu yöneliş, Ben Sana Mecburum’la doruğuna varacaktır. Bir şehir, bir insan gibi algılanmaya başlanmıştır; bir şehir, bir kadın gibi özlenir olmuştur ; onunla cebelleşilmekte, müthiş bir hesaplaşma içine girilmektedir : “ulan istanbul sen misin / senin ellerin mi bu eller”. “İstanbul Ağrısı” unutulmaz bir şiir olur. Her yerin insanıdır artık. İstinye’de gemiciler kahvesindedir ve dinamit kasalarına girer; Fransız Afrika’sında iş aramaktadır ve Cezayir’de kurşuna dizilir. “Ben Sana Mecburum” gibi çok yalın, basit bir dille ama imkânsız sözlerle konuşmaktadır : “sevmek kimi zaman rezilce korkuludur / insan bir akşam üstü ansızın yorulur” »der ve bir özdeyiş niteliğini kazanır bu dizeler; tıpkı “Ben Sana Mecburum” demenin korkunç zorluğuyla. “Ne vakit bir yaşamak düşünsem / bu kurtlar sofrasında belki zor / ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden” der ve böylesi bir toplumdaki sevda kavramının indirgendiği yerin niteliğini birkaç dizeyle özetleyebilir. 174 Popüler Kültür ve Edebiyat Gene hatırlayalım; bu şiirler, dönemin birçok şairinin şehre yenik düştüğü, onun değerlerini yadsıdığı, giderek kendi içine ve “bilincine” doğru derinleşerek bireyciliği, boğuntuyu söylemeye başladığı bir dönemde yazılmaktadır. Umutsuzluğu yazarken bile umut sızdırır; yalnızlığı, hüznü kaçıp gitme duygusunu söylerken yaşayan insandan kan alır. Sonunda, tek tek, bütün bu parçalar, çağdaş insanın serüvenini dirimsel bir nitelikte bütünler. Çağdaş insanın yerinin şehir olduğunun ve şehir yaşantısıyla değerlerine karşı çıkmanın bağnazlık olduğunun, tutuculuğa varacağının bilincindedir. Bir, İkinci Yeni şiirinden bu açıdan da olumlu ve üstün bir yerdedir. Şiire, şehir yaşantısının hızlı ritmi, insan yüreğinin çok zaman umarsız karmaşası, gerilimli bir yaşama biçimi egemen olmaktadır, öyle durumlar vardır ki ustalıkla saptanmış, şair düpedüz konuşur, hiçbir şiirsel çaba içine girmez ama unutulmaz şiirler çıkar ortaya. (“Üçüncü Şahsın Şiiri”ni, “Sen Burda Bir Yabancısın”ı hatırlayalım.) Şehri yadsıyan gerici bir tutum içinde değildir, çünkü yarını yaratacak toplumsal dinamiğin şehirlerde bulunduğunu da görmektedir. “Ferda” ile başlayan yöneliş şiirini oluşturan üçüncü damar bence. Birçok şair tarafından şimdiye kadar yadsınmış bir damardan özümleyerek çağdaş bir şiir yaratmadır bu. Bir Divan Şiiri’ne temel olan insan ve toplum anlayışını bırakıp, ayıklayarak, bu şiiri yeniden yazar. “Rübailer”i, “Kıyamet Sureleri “ni diyalektik maddeci dünya görüşünün ışığında yeniden yaratan Nâzım Hikmet’in, geleneği bir yandan yadsırken bir diğer yandan da bu gelenekten nasıl yararlanılabileceğini gösteren tavrı bile yeni yeni irdeleniyor daha. Attilâ İlhan da bu “malzeme “ye, bu yadsınamaz mirasa yaklaşımının niteliğini belgeler, takınılacak tavra ışık tutar. Divan Şiiri gibi yazmaz, günümüzün koşullan ve nesnel temeli 175 Erol Çankaya üzerinde yeniden yaratma yoluna gider. İnsana ve özgürlükçü olma, Halk ve Divan Şiirlerinden bir bireşime giderek kendini çağdaş kılabilme ve geleneğe eklenen yeni bir halka olmayı başarma... Toplumcu olurken de yüzeyden olmayan, dirimsel, yaşayan insanın yazılması gerektiğini unutmama... İnsanı salt siyasal bir araç niteliğinde anlatan yararcı, ya da toplumsal ilişkilerden yalıtılmış bir bilincin iç tepkilerinin ürünü olarak değerlendiren bireyci, gizemci olma gibi özünde birbirinden ayrımsız küçük burjuva şematizmlerinin tuzağına düşmeme.. Bu nitelik de, Attilâ İlhan’ın, kuşaktaşlarına oranla başat bir şiir yaratmasını sağlamıştır. Aynı zamanda da, Yahya Kemal ve Nâzım Hikmet gibi birbirine çok aykırı olan iki şairin üzerine kurulan bu şiir olmaksızın döneminin açıklanamayacağını düşünüyorum, özellikle, 1950’li yıllarda başlayıp şu günlere uzanan dönemdeki şiirimizin gelişim sürecini, bu şiirin çevresinde açıklamanın mümkün olduğu kanısındayım. Şimdilik, son olarak, henüz bu şiire yaraşır nitelikte, kapsamlı da olan bir irdeleme çabasının geçmişte görülmediğini de eklemek gereğini duyuyorum. YUSUFÇUK DERGİSİ “Atilla İlhan Özel Sayısı” Ağustos 1979 sayı 8, 176 Popüler Kültür ve Edebiyat ORHAN KEMAL: YAŞANTININ YÜREĞİ Orhan Kemal kendi sanatsal yöntemini “ Aydınlık Gerçekçilik “ diye adlandırıyordu. Bu nitelemenin sadece döneminin düşünsel kısıtlamaları yüzünden yapılmış olsa bile, aynı zamanda Orhan Kemal’in “yapı”sına oldukça uygun düştüğünü söyleyebiliriz. O, insanlarına kıyamayan, en dar zamanlarında bile onlara yetişen aydınlık bir sanatçıdır. En kötü insanları betimlerken bile toplumsal koşulların altını özenli bir ısrarla çizer ve siz o insan’a kızamazsınız da, gözleriniz o insanı kuşatmış olan toplumsal duruma gider. Sadece bu yanı bile Orhan Kemal’i döneminin yazarlarından, hatta aynı düşünsel çizgi içinde olduğu birçok yazardan farklılaştırarak öne çıkarıyor. O “ kötü “ insanlara anlık bir kızgınlık duyulur belki, ama giderek o insanı atlayıp insan’ı bu tanınmaz, bu kendi özüne bunca aykırı yere iten toplumsal koşullara yönelir öfkeniz ve giderek bu dağınık öfke birikimi düzenli bir bilinçlenmeye dönüşür. Kötüler varsa bu yüzden vardır, bu toplumsal koşulları vurgulamaya yöneliktir varlıkları. Ve “iyi” ler de vardır Orhan Kemal’de; ‘insanın tükenmeyeceğine’ olan o temeldeki inancın ve umudun kanıtları olarak vardır. Her zaman iyimser ve umutla dolu olan Orhan Kemal’in yapıtındaki özel177 Erol Çankaya likler aynı nesnel koşullardan kan alırken bu özellikler temelsiz ve sığ bir biçimde yansımaz; ayakları yere basar bu iyimserliğin. “ Kardeş Payı” ındaki öncü işçinin bilinci, dönemin toplumsal - nesnel bilinçliliğinden bağımsız değildir. İşçi, bundan sonra kazandıklarını “ kardeş payı” etmekten söz edecektir arkadaşlarına. Kendilerini satan Irgatbaşı’na karşı arkadaşlarına önderlik eden işçiyi siyasal – sınıfsal bir söylemle konuşturmaz. Bir başka deyiş gerekirse şunlar da söylenebilir. Orhan Kemal’de kahramanların bilinçliliği dönemin bilinçliliği ile sınırlıdır, yazar bu çerçeveye dışarıdan mekanik bir biçimde müdahale ederek var olan kendiliğinden yapıyı bozmaz. Fakat bu kendiliğindenlik sözünün anlamının da belirlenmesi gerekiyor. Yoksa Orhan Kemal’in bütün sanatsal çabası yaşantının kendiliğinden bir tarzda akışına yapılan “müdahale” nin damgasını taşır bu kendiliğindenciliğin kırılmasına yöneliktir. Orhan Kemal direnmeyi ve değiştirmeyi elbette öğütlemektedir; ancak bu öneri, kimi sığ gerçekçilerde olduğu gibi kuramsal birtakım ilkelerden değil, bütünüyle yaşantının yüreğinden kan alır. Var olan gerçekliğin nesnel koşullarına inandırıcı olmayan bir biçimde müdahale ederek sığ bir iyimserlik peşinde koşmaz. Sözgelimi “Bereketli Topraklar Üzerinde” nin Kürt Zeynel’i işçileri harekete geçirmek istediğinde yedikleri pilavın taşlı olmasını kullanmak istese de başarılı olamaz. Evet, hiçbir şey “olamaz” değildir; ama bu inandırıcılık yapıtın temelinde yatan içörgü üzerine kuruludur ve bu yüzdendir ki içsel nitelemesine uygun düşer bu bakış açısı. Başka bir örnek vermek gerekiyorsa şunlar hatırlanmalıdır. 178 Popüler Kültür ve Edebiyat Orhan Kemal’in Çukurova’yı yansıttığı romanlarının önemlilerinden biri olan “Vukuat Var” da yer yer, bu bölgede kapitalizmin gelişmesiyle birlikte bu yönelişten ürken kimi toplumsal kesimlerin kaygıları da görülüyor. Marshall yardımı fiilen başlamış ve bu yolla ülkeye giren tarım makineleri ağırlıkla Çukurova’yı etkileyerek bütün ilişkileri altüst etmeye başlamıştır. Çevre köylerden akarak kente gelip yerleşmiş işçiler kadar düne değin çalıştıkları pamuk tarlalarının üzerinde patoz makinelerini gören köylü – işçiler de tasa içindedirler. Yasin Ağa da, ( Muzaffer Bey’in yanında çalışan Yasin Ağa’nın “ ağa “ lığı bir “ nam “ dır sadece ) işçi olmamasına karşın dini bütün bir müslüman olarak makineye aynı açıdan yaklaşır. Bir yerde şöyle çiziyor Yasin Ağa’yı Orhan Kemal; “ Laf diye burun kıvırdı, makine pamuğun çapasını nasıl yapar? Gavırın yalanı. Akıl var, yakın var. Böyle bir kolaylık olsa gavırın kendi kullanmaz da bize mi gönderir? Bir maksadı var çıfıtın tabii.. Bizim budalalar da gavırın yarım aklıylan…” Yasin Ağa’yı böyle konuşturan itkiler sınıfsal – siyasal bir bilinçliliğin değil, “ diyar-ı küfr “ biçiminde dışavuran bir tepkinin uzantılarıdır. Yasin Ağa’nın bu karşı çıkışı işte bu nitelikte bir sezgiselliğinin ilkel bir biçimdeki sonucudur. Açık işsizliğin zaten büyük boyutlarda olduğu bir toplumda bu makineleşmeyi elbette kuşkuyla karşılayacaktır işçiler. Yasin Ağa işçi değildir ama dinsel güdülerle ve müslümanca “ fakir fukaraya “ acımakta, bu yönelişten onlar adına kaygılanmaktadır. “ Bu makinalar bizim memlekete uğur get179 Erol Çankaya irmiyor bey. Neden dersen, fakir fukaranın ekmeğini alıyor elinden. Onlara da yazık. Onlar da Cenaballahın kulu…” Astığı astık pamuk ağası Muzaffer Bey bunları dinleyecek değildir, bu sözlerle dile gelen düşünce sonunda savunulamaz elbette; burada şu düzeyde anlam kazanan nokta, Orhan Kemal’in gerçekliği veriş tarzıdır. Onun sanatsal yönteminin bu olmasıdır ki yazdıklarını “ sahih “ likle donanmış kılar, neredeyse otantik bir atmosfer yaratır. Orhan Kemal gerçekliğe dışarıdan müdahale ederek iç ilişkilerin doğal akışını bozmaz. Ancak bu saptama, kendisinin kaba anlamla natüralizm yaptığı anlamına gelmemeli. Olması gerekeni verirken, kişilerine, kimi yazarlarda görülen bir tavırla birtakım erdemler, olmayacak olumlu nitelikler yükleyerek gerçekliği zedeleyen bir yazar olmadığı anlamına alınmalı bu. Her olgunun, romandaki iç örgünün, o dünya içindeki doğal ilişkilerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı Orhan Kemal anlatısında her kişi / kahraman toplumsal ilişkilerinde gerçekte tuttuğu yerdedir ve bu yerin niteliğine uygun olarak konuşur, davranır, edimde bulunur. Orhan Kemal’in bilinçli işçilerinde de bu yüzden bir çizgi – dışılık, aykırılık görülmez; başkaldıranlar da inandırıcı, neredeyse otantik ve “sahih” tir. Oysa bizde daha çok görülen ve yazık ki Orhan Kemal’den sonra bile görülen gerçekçilik yanılgısı ya kaba doğalcılığın dolaylarında sığ bir biçimde dönenme ya da yazarın inandırıcı olmayan bir idealizasyona giderek ilişkilerin mekanik bir yorumunu yapması olmuştur. Özellikle, köyü konu almış olan Enstitülü yazarlardan çoğunluğunun yanlış bir olumlu kahraman saplantısının sonucu olarak, açıkça 180 Popüler Kültür ve Edebiyat şematizme varan bir idealizasyon çizgisinde nedense direnmeleri oldukça zararlı olmuştur. Gerçi Orhan Kemal’in - kendisinin de söylediği gibi - bir “ olumlu kahraman “ anlayışı vardır, böyle tipler yaratarak okuyucuyu yönlendirir; ama bunlar öteki gerçekçilerden farklı nitelikte ilişkilerin üzerine kuruludurlar. Orhan Kemal’deki bu “ olumlu tip“ler temelsiz yönelişler içinde olan “ stereotip” ler değildirler. Koşullarının üzerine kurulu, bu sınırlarda kalarak davranan bu kahramanlar bir yandan Orhan Kemal gerçekçiliğini anlamlı çizgilerle belirginleştirirken öte yandan da olumlu tip yönteminin sağlıklı kullanıldığı zaman yararlı sonuçlar yaratabileceğini tanıtlarlar. Orhan Kemal’in yapıtlarında kansız ve yaşamayan birtakım kartondan kişilerin olumlu kahramanlar olarak sunulması, romancının bu kişilerin ardına sığınarak kendi düşüncelerini onların ağzından sayfalar dolusu anlatması, böylesine bir yönlendirme çabası görülmez. Kendisi, “ olumlu tip ” in olduğunu, ancak bunun temelde romancının kendisi, yani romancının dünya görüşü olduğunu söylüyordu bir konuşmasında. “Ne olacak insanlar? Suçlu düşecek, sefil, perişan düşecek, şunu yapacaklar, bunu yapacaklar… Ben buna tahammül edemem. Çünkü onları kendi çocuğum, kendi evladım yerinde görüyorum. Dünyanın yıkılmasını istemiyorum. Yüzyıllar boyunca gelip geçen insanları kastediyorum aynı zamanda. İnsanoğlu kolay kolay mahvolmuyor, yıkılmıyor. Sosyalist romancı siyasal buyrukları süsleyip püsleyeceğine yaşamın içine dalsın. Sanat yoluyla gördüklerini yansıtsın, gizleneni açığa vursun, gerçek nedenleri bulsun, toplumsal düzenin çarklarını, 181 Erol Çankaya olayların karışıklığını, derin anlamlarını ve genel devinimini bulup gün ışığına çıkarsın. Ezbere, doğa kitabının kafasına kakılmasını değil, gerçeklerin açık anlatılmasını isteyen okuyucunun kendisi bir değişikliğin kaçınılmazlığına, gerekliliğine karar vermelidir. “ Orhan Kemal’in edebiyatımız içindeki önemi koca bir toplumun geçirdiği değişmeyi ustalıkla yansıtması, bu yapısal değişimin kişilerdeki sonuçlarını da sergilemesiyle sınırlı kalmıyor. Evet, Orhan Kemal’in bütün yazdıkları yan yana getirildiğinde ortaya çıkan mozaik, Türkiye’nin 40’lardan 70’li yıllara değin uzanan dinamik bir tablosudur, anlatıyla yazılmış bir “ memleketimden insan manzaraları” dır da aynı zamanda. Bu değişken yapı içinde yüzlerce insan tipi yaşar, mücadele eder, sever, acı çeker, mutlanır; tüm dirimsellikleriyle gözlerimizin önündedirler. “ Vukuat Var “ ( 1958 ), “Bereketli Topraklar Üzerinde” ( 1954 ), “ Eskici ve Oğulları “ ( 1962 ) gibi romanlarıyla, tarımdaki makineleşmenin ve kapitalizmin hızla gelişmesinin özellikle altüst ettiği bir toplum kesimi olan Çukurova’yı yansıtırken, öte yandan da “ Müfettişler Müfettişi “ (1966 ) ve devamı olan “ Üç Kağıtçı “ ( 1969 ) ile bürokrasi irdelemesi yapar. Bu mozaikin bir yanında özellikle 1950’ lerde başlayarak kentlere akan “ gurbet kuşları” nın öyküsü görülebilir; bunun yanı sıra da “ arka sokak “ taki “ ekmek kavgası” nın çizgileri… Bereketli topraklar’ dan koparak büyük bir kente, İstanbul’a göçen, orada tutunma, yeni bir hayat kurma uğraşı içine giren, büyük kentin çarkında öğütülmeye direnen Anadolu köylüsünün öyküsüdür bu. 182 Popüler Kültür ve Edebiyat Yalnız şurasının da vurgulanması gerekir ki, bu öykü sadece çağdaş bir olayın toplumsal düzlemde betimlenmesiyle sınırlı kalmaz; bu öykü içindeki bireylerin özellikleri de dirimsel bir biçimde sergilenir. Romanları kadar yüzlerce hikayesi ile de, aynı biçimde bu toplumsal coğrafya, bu koşullar içindeki insanın çağdaş serüvenini yansıtır Orhan Kemal. Bütün kahramanlar, ilişkiler, umutlar, başarısızlıklar, yoksulluklar …Bütün bunların öyküsü bir koca ırmak romanın kolları olarak genel toplumsal tabloyu oluşturur. Evet, bu binlerce sayfayla toparlayıcı bir sözcüğe indirgemek gerekirse, “ insan “ ı anlatır Orhan Kemal, düşen, acı çeken, bocalayan ama umudu her zaman başat olanı insanı… Horlanan, ezilen, yok edilmeye çalışılan insani özün, umutsuzluğa da zaman zaman düşebilen fakat her zaman ayakta kalma uğraşı içinde olan yıkılmayacak insanın yazarıdır. En kötü koşullar içinde bile o “ insani cevher ” ini korumasını bilen insanın bükülmez bileğinin, tükenmez özünün yazarıdır. “ Betonundan bile ot bitiren “ Çukurova güneşinin, sıtmadan ölüp giden bebelerin, gurbeti yurt bilip yurtsama duygusuna da kapılanların, çırçırda, tekstilde gençlikleri karartılan genç kızların… Özetle, koca bir halkın destansı yazarıdır. Aydınlık bir yazardır ve bu aydınlığı hiçbir zaman ödün vermediği bilimsel düşüncesinden kaynaklanır. Orhan Kemal’deki bu aydınlık, bu umut ve iyimserlik yükü hiçbir zaman elden bırakmadığı yöntemi olan sosyalist gerçekçi yönteminin sonucudur ve bu genel düşünce tabanında yükselir sanatı da. Bütün bunlar, sanırım herkesçe paylaşılacak 183 Erol Çankaya yargılardır. En soylu anlamda bir halk yazarı, halkın boyun eğmeyen özünün yansıtıcısıdır o. Ancak, Orhan Kemal’in büyük önemini bununla sınırlamak yanlış olacaktır. Gereksiz gibi görünse de, bunların yanı sıra roman ve hikaye konusunda çok yararlı dersler niteliğinde olan sanatsal tekniğinin de altını çizmek gerekmektedir. Orhan Kemal üslubunun en belirgin yanı olan ve eşsiz diyaloglardaki gücü ve şiveyi kullanmadaki başarısı, yazarı bütünüyle özgün kılmaktadır. Ahmet Mithat’ın “ Ey karı, “ diye başlayarak sayfalar dolusu ansiklopedik bilgiyi romanına aktarması, kahramanları konuşurken dayanamayarak araya girip “ hakikati “ söylemesi değildir elbette bu. Orhan Kemal’de yazarın birdenbire kahramanla özdeşleşmesi, yazarın araya girmesi bütünüyle bir üslup sorunudur ve okuyucuyu rahatsız etmez; giderek bir Orhan Kemal özgünlüğü oluşturur. Öte yandan bu, kahramanlarını konuştururken kişilik yapılarına değgin ipuçlarının da bu diyaloglarda ortaya çıkmasını yaratır. Kendisi buna “ konuşmanın diyalektiği “ diyordu: “ …hikaye ve romanlarımda bir çeşit röportaj demek olan teknikle çalışıyorum. Yani roman kişilerimin psikolojik durumlarını ben değil, bizzat kendilerine yaptırıyorum. Bunun için de konuşmamın diyalektiğine başvuruyorum.” Şive kullanımının romanda gereksiz olduğunu söylemiyorum; ancak, şive öykünmesine çok fazla ve neredeyse “ israfkar “ ölçüde yer verilmesinin romanı / hikayeyi çok dar ve özel bir alana tutuklayarak zararlı sonuçlara yol açtığı da ortadadır. Fazlasıyla özel bir dilin edebiyatın dışına düştüğünü ve bir süre sonra kaçınılmaz olarak edebiyat tarafından 184 Popüler Kültür ve Edebiyat dışlanacağını düşünüyorum. Beri yandan ise, kişilik yapısının kalın çizgilerle belirlenmesi, “ mekan “ a ve “ zaman “ a uyumun sağlanabilmesi gibi gerekler nedeniyle şiveye öykünmenin yararlı olduğu da ortadadır. Orhan Kemal’de tiplemenin en belirgin olduğu “ Murtaza “ da bile, bu öğe çok ölçülü kullanılmıştır ve okuyucu dilini bilmediği bir metnin içinde boğulmaz. Bütünüyle şive ile kurulu bir metin bile yine de yalındır, özünü hemen ele veren bir “ basit “ likle oluşturulmuştur. Bu “ basit “ lik, bu yalınlık - ki Orhan Kemal bütünüyle bu ana ilke üzerine kuruludur - aynı yere çıkarıyor bizi: Orhan Kemal’in, bileği bükülmez bir Halk Yazarı olduğu gerçeğine. Bu nitelemeye her açıdan uygun düşer onun yapıtı, Halk’ın özünü, bütün bir halkın “ korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk “ olan o derinlikli özünü az rastlanır bir gözüpeklikle yansıtmıştır. Halkın görece en geniş boyutlarda okuduğu bir yazardır da. Tekstildeki işçi kızların da, mahalle aralarında futbol oynanan ilk gençlik günlerinin de yazarıdır. İlk sevda coşkularının, ömürleri törpülenip duran “ küçük adam” ların, patozda ve çırçırda alınterleri yağmalanan işçilerin, İstanbul’un “ arka sokakları “ nın, “ evlerden biri “ ndeki kavgaların, gençlik tasarılarının, “ arkadaş ıslıkları “ nın yazarıdır Orhan Kemal. Bütün bu saptamalar, gözlemler yığını bir araya gelerek Cumhuriyet Türkiye’ sinin 1970’ e değin uzanan serüvenini etkili bir fresk olarak karşımıza çıkarıyor. En umutsuz vaktimize kan taşıyacak, yaşantının yüreğinden aydınlıklar yüklenmiş bir yazardır Orhan Kemal. Romanımıza her zaman bir çıkış yolu sunabileceğine inanmalı. 185 Erol Çankaya Orhan Kemal 1914 yılının 15 Eylül’ ünde doğmuş, ölüm tarihi ise 2 Haziran 1970. Bu hesapla Orhan Kemal’ in 10. ölüm yıldönümündeyiz. Ancak, Orhan Kemal niteliğinde bir sanatçının sadece yılın belirli aylarında anılacak biri olmadığına da inanılmalı. O, her gün, bıraktığı yapıtı üzerinde düşünülmesi gereken, dersler çıkarılması gereken bir yazar. Bu ayırt edici nitelik, özellikle şu toplumsal koşullarda ve edebiyat ortamında daha bir önem kazanıyor. Bu nedenle ölüm tarihi bir yana bırakılıp şu söylenebilir sanırım. Orhan Kemal 66 yaşında. Milliyet Sanat Dergisi Haziran 1980 186 Popüler Kültür ve Edebiyat NAZIM’LA 3,5 YIL Raşit Kemali hapishane kaleminde çalışmaktadır ve haberi önceden duyar: Nazım Hikmet Çankırı Cezaevinden ‘naklen’ Bursa Cezaevi’ne gelmektedir. Haberi sevinçle arkadaşlarına yetiştirilir. Çok geçmez, Nazım Hikmet de gelir. Yıl 1940 ve yılın son ayı. O Raşit Kemali ki tezkere almasına kırk gün kala, Nâzım Hikmet’in kitaplarını okuduğu için beş yıla mahkûm edilmiştir. O Raşit Kemali ki Yedigün dergisinde, Yeni Mecmua’da şiirler yazmaktadır. Gerçi yazdıkları “Şuurum Çıldırıyor”, “İlk Rüya” gibi duygusal şeylerdir ama “nazmı çok selis, lisanı gayet tabii, duyuş ve görüşleri hayli mümtaz” bulunmaktadır. Raşit Kemali hece anlayışıyla yazdığı şiirlerine oldukça güvenmektedir, şair olduğuna inanmaktadır ve Nazım’ın aynı cezaevine gelmesine elbette sevinecektir. Nazım Hikmet, hapishaneye geldikten birkaç gün sonra cezaevi müdürüne yalnızlıktan sıkıldığını söyleyip Orhan Kemal’i yanına alır, o günlerin Raşit Kemali’sini tabii. Ve bu yan yana geliş, bu yakın ilişki o günlerin romantik, gececi genç şairi Raşit Kemali’nin bildiğimiz Orhan Kemal oluşunun başlangıcıdır. Nâzım, “sanat bahislerimde hiç şakam yoktur” der ve ‘mazur’ görmesini isteyerek Raşit Kemali’nin şiirlerini biraz da ağırca eleştirir, sonra çıkartıp kendi şiirlerinden birkaçını okuyup eleştirilmesini bekler. Fakat Nazım Hikmet, 187 Erol Çankaya karşısındaki genç adamda “iyi bir sanatkar için gereken iyi bir kumaş” bulunduğunu görmüştür ve önerisini yapar: “Sizinle yakından meşgul olmak istiyorum. Yani kültürünüzle.. Evvela Fransızca, sonra diğer kültür bahisleri üzerinde muntazaman dersler yapacağız. Tahammülünüz var mı?” Raşit Kemali heyecanla kabul edecektir bunu. Sonra bir gün, Raşit Kemali’nin, Nazım Hikmet’e göstermeğe henüz cesaret edemese de gene şiirler yazdığı, günde yedi sekiz saat ders çalıştığı, ‘onunkiler gibi’ şiirler yazdığı günlerin sonunda bir gün, Nazım Hikmet heyecanla koşturup \Elinde Orhan Kemal’in küçük bir roman girişi. O roman müsveddelerinin Orhan Kemal’in olduğunu öğrenince, “heyecanla, evet heyecanla” konuşur: “Bırak şiiri miiri birader, hikaye yaz, roman yaz sen” Ve Orhan Kemal hikayeler, romanlar yazmaya başlar Nazım’ın yanında, onun yol göstericiliği altında. Orhan Kemal Nazım Hikmet’in öğrencisiydi; ve yazdığı son satır da dahil olmak üzere hayatının hiç bir döneminde ondan öğrendiklerine ihanet etmedi, bu temel düşünce tabanında yükseltti “eser”ini. Haksızlıklarla, görmezden gelmelerle, parasızlıkla, demir parmaklıklarla karşı karşıya kaldı ve boyun eğmedi, kursağından hakkı olmayan ekmek geçmedi ama onun hakkı olan ekmeğe el koyanlar oldu. O yılmadı üç kuruşluk adamlar önünde geri çekilmedi, inançlarından vazgeçmedi ve sonunda çevresini saran duvarlara vura vura, bütün bir halkın bükülmez bilekli yazan oldu. Tıpkı Nazım Hikmet’in aynı mücadeleyi şiir alanında vermesi gibi Nazım Hikmet’in zindanlara, resmi, gayri-resmi baskılara karşı 188 Popüler Kültür ve Edebiyat direnerek bu çemberi kırıp bugünlere gelmesi gibi tıpkı. Nazım Hikmet ve Orhan Kemal, sosyalist gerçekçi edebiyatımızın iki doruğu, hiç duraksamadan adları verilecek iki adı, iki yol göstericisidir. Birinin şiirle gerçekleştirdiğini ötekinin düz yazıyla, hikayeyle, tiyatro oyunuyla, romanla yaptığı iki usta. Nazım Hikmet sosyalist gerçekçi şiirin olduğu kadar genel olarak Cumhuriyet şiirinin öncüsü ve kurucusudur. Orhan Kemal ise Sabahattin Ali’nin yol açıcısı olduğu hikayenin boyutlandığı ve yaygınlık kazandığı bir önemli uğraktır. Şu evrede “uğrak” olduğunu söylemek belki de yanlış olacaktır çünkü bu düzey henüz aşılmış, geçilmiş bir nokta değildir. Aynı şey Nazım Hikmet şiiri için de geçerlidir. Bu iki ustanın geride bıraktıkları eser, uğruna bütün hayatlarını ve sanatsal çabalarını adadıkları işçi sınıfının, daha toparlayıcı bir deyişle de bütün bir halkın mücadelesi içinde yaşıyor, bu mücadelenin ön saflarında vuruşuyor.Çocuklar okumayı onların aydınlık sözleriyle söküyorlar, fabrikalarda işçiler bu şiirlerde kendilerini buluyorlar, en dar vakitlerinde bu iki ustadan kan alıyorlar. İkisi de, “korkak, cesur, cahil, hakim ve çocuk” olan bir halkın destansı yazarlarıdır. İkisi de aydınlıktır, umutlar yüklenir her yüreğe ve yıkılmamayı öğütler. Nazım Hikmet’in şiirle oluşturduğu “insan manzaraları” nda ve öteki bütün şiirlerinde alan bir halkın acıları ve umutları, hayal kırıklıkları ama gene de direnen yanları, sevinçleri, sevda çeken yürekleri.. bütün bunlar bir halkın tarihi ve coğrafyasıyla sergilendiği bir dinamik fresk’i oluşturur. Orhan Kemal’in, yüzlerce hikayesi romanları, 189 Erol Çankaya oyunları ile oluşturduğu bu fresk Cumhuriyet Türkiye’sinden “insan manzaraları” dır. Bu dinamik tabloda kişilerin, tek tek bireylerin öznellikleri gözden kaçırılmamıştır ki işte bu yan bu iki eseri önemli kılmaktadır. Bu nedenle, bu iki ustanın birliğini vurgulamak bu nitelikleri yüzünden de gerekmektedir, eser’leriyle yarattıkları işlevin kesiştiği yere de denk düşmektedir bu. Nazım Hikmet ve Orhan Kemal, özellikle günümüz Türkiye’sinin koşullarında üzerlerinde ısrarla durulması, kendilerinin bıraktıklarından dersler çıkarılması gereken ustalardır. Türkiye’nin ve edebiyatının bu koşullarında Türkiye’li sanatçılar kadar insan için de yol göstericidir bu miras. Yaşantının yüreğinde yer alan bu iki eser, en umutsuz olunacak vakte aydınlıklar taşıyan bu bükülmez bilekli ustalar her an omuz omuza bizlerle. Orhan Kemal ve Nazım Hikmet’in aynı yazıya konu olmalarının nedeni ikisinin de ölüm tarihlerinin haziran ayına rastlaması değil. Bu böyle olmasa da sosyalist gerçekçi bir edebiyattan söz eden herkes bu iki adı aynı yazının içinde anacaktı ve böyle de yapacaktır. Çünkü Orhan Kemal’in cenazesine “Biz işçiler hatıran önünde saygıyla eğiliriz” yazılı pankartı getiren işçiler, çünkü daha ortaokul sıralarında gençler, çünkü bütün bir halk bu iki ustayla bileniyor, öfkeleniyor ve insanca bir yarını kavramaya başlıyorlar. İlk soruları sordurandır onlar; sonraki dağınık duygu birikimlerinin düzenli bir bilinçliliğe dönüşmesine de önayak olan. Her an olduğu gibi, ölüm yıldönümleri olan Haziran ayında da bu iki ustanın bıraktığı “hatıra”nin üzerinde yeniden durmanın gerekleri vardır. Hayatın her evresinde 190 Popüler Kültür ve Edebiyat ve anında omuzlarımızın dibinde olan bu “hatıra” sürekli irdelenmelidir. Sanatçılık kadar Türkiye’de yaşayan biri olmak da gerektiriyor bunu: İlk sevda coşkularındaki delikanlılardan, tekstildeki genç kızlardan olmak da gerektiriyor, Çukurova’lı pamuk ırgatı, fabrikalarda işçi ya da “Beyazıt Meydan”larında öğrenci olmak da... Demokrat Gazetesi, Türkiye Yazıları S40-41 1980 191 3) MAGAZİN TOPLUMUNDA SANAT VE HAYAT HAYAT MAGAZİNLEŞİRKEN Efsane kahramanı Kral Milas’ı hatırlatan Fischer, kapitalizmin de dokunduğu her şeyi metaya çevirdiğini söylüyordu. Buna ufak bir katkıda bulunalım: Kapitalizm, elini değdirdiği her şeyi sadece metaye dönüştürmekle kalmadı, onu, buna bağlı olarak popüler bir nesne kıldı. Bir bakıma, kapitalizmin tarihinin hayatın popülerleşmesinin tarihi olduğu da bu nedenle söylenebilir. Giderek, hayatın magazinleşmesinin de tarihi... Burada Batı Avrupa’da yüz yıl önce yaşananları bir yana bırakarak daha çok günümüzde olup-bitenle ilgilenelim. Ama günümüzde olup-bitenin köklerinin 19.yy’da filizlendiğini de hep akılda tutarak. Ve günümüz Türkiye’sinde kültür ajanında olup-bitenlerin de biraz gecikmeli olarak ama nerdeyse aynen yaşandığını da unutmayalım... XIX.yy’dan sonra hayat popülerleşti, giderek hemen her alanda bir magazinleşme yaşandı; bu süreç biraz geç başladı belki bizde ama yine de başladı. Batıda, aristokrasinin seçkinliğinin ifadesi olan ünlü tablolar röprodüksiyon yoluyla “demokratik “leşerek “yığınlara mal olur”ken, plaklar ve pikaplar, ardından teyp makaralara ‘ müzikte de benzeri bir süreci başlatıyordu. 195 Erol Çankaya Popüler edebiyat da bu oluşumlar içinde ortaya çıktı ve yaygınlaşarak iyice bulaşıcı bir hal aldı. Ya plastik? Popülerleşmenin belki de en tipik simgesidir, her forma uyan, her yeri dolduran plastik. Romandaki aşınma film alanında sürecek ve bu ikisinin izdivacından fotoroman doğarak hızla ayrı bir “sanat türü” olmaya yüz tutacaktır. Daha XIX.yy’da basım tekniğindeki gelişmeler sonucu gazete ve ‘tefrika kültürü’ yaygınlaşırken tefrika romanlar, dedikodu haberleri, kadın köşeleri okura yönelik önemli bir motivasyon işlevi görüyorlardı. XX.yy’da iletişimin boyutları alabildiğine genişleyen bir denetim ağına dönüşürken bu mecralar, toplumun “demokratikleştirici” popülerleşme sürecine asıl hızını ve niteliğini kazandırıyordu. ‘Bu yüzyılda popüler kültür ürünleri bireylere sadece tüketim olanağı değil, yanı sıra ve belki daha önemlisi, sahte özgürleşim olanağı da sunuyordu. Edebiyat da, moda da, bilim de, politika da bu kanaldan geçerek kitlelere hemen tüketilmeye hazır emtialar olarak ulaşıyor; ulaşıyor ve ‘işlevsel’ oluyordu. Bu iletişim kanalları, mesajı kendine dönüştürerek iletirken çağdaş bir tüketim dini yaygınlaşıyordu. Ve hayat magazinleşirken elbette magazin basını da apayrı bir önem kazanmıştı. Bu yeni dinin çağdaş havarisi olarak... Şimdi Türkiye’ye dönelim ve süreci günümüze vardıralım. Hayatın hemen her alanındaki magazinleşme toplumsal popülerleşmemize paralel olarak hızla yaygınlaşırken yeni oluşumların üzerinde durmak için... Batıda yaşanmış süreç üzerinde öyle uzun boylu durmaya da pek gerek yok galiba; çünkü bu tarihi biz de bizzat yaşıyoruz. Yüz yıllık bir gecikmeyle de olsa 196 Popüler Kültür ve Edebiyat Türkiye de benzeri bir sürecin içinde hızla yol alıyor şimdilerde... Türkiye’nin geldiği ve ipuçları artık bütünüyle ortaya çıkmış bu yeni yerde, kitlesel ve toplumsal popülerleşmemize paralel olarak hayata ilişkin hemen her öğenin magazinleştiği görülüyor. Edebiyat alanında son birkaç „ yılda yaşanmış olan ‘çok satışlı’ sanat dergileri ‘olayı’ Türkiye’deki sanatçıyı gafil avlamıştı. Hiç olmayacak bir işti bu, yıllarca en fazla bin-bin beş yüz dolayında okurla avunmuş olan dergilerin bulunduğu bir dünyada! Sanatçının boy boy resimleri yayınlanıyor, ucundan kıyısından da olsa değişik düzeyde bir mithos olarak sunuluyordu kendisi. Sanatçı, yıllardan beri beklediği, hakettiği yeri elde ediyordu! Nihayet! Ve bu oluşum sadece bu alana özgü de değildi. Son on yılda geniş bir etki ve nerdeyse denetim ağı kurmuş olan televizyon, onun da yetmediği yerlerde magazin basını... Son on yılda, televizyonun sağlayamadığı bu doyumu yeni magazin basınımız verdi kitlelere. İkisi birbirini tamamlayıp birinin kaldığı, bir yerde kalması ‘doğal’ olan yerden ötekinin bu bayrağı devraldığı işleyiş içinde hayatımız iyice popülerleşti, magazinleşti... Siyasetten modaya, sanattan spora, bilimden müzikhol kültüre uzanan geniş bir yelpaze içindeki hemen her konu kitlelere uygun bir formülasyonla sunulurken hiç kuşkusuz önemli bir emtia. Ve ilginçtir, popüler kültürün kendi iletişim kanallarından geçtiği sürece hangi konu olursa olsun bilinen kural değişmiyor ve medya iletiyi kendi damgasıyla belirliyor. Belki de, -hayatın hemen her alanında düne kadar ancak uzmanların ilgilendiği konuların kitlelere açılması olumlu bulunacaktır. Ama bu sunumun bir arz, sunulanın da bir ürün, bir mal olduğu hep akılda tutularak düşünmek gerekiyor belki de. Kitl197 Erol Çankaya eye her gün yeniden sunulan bu tüketim nesneleri tabii kişisel, yüzeysel ve zararsızlaştırılmış nitelikte. Ve bu olay da bu nedenle kitleselleşme değil de popülerleşme terimiyle anılmalı.. Popüler bir tüketim nesnesi olarak sunuldukları, bu yönde bir işlev gördükleri için... Popüler kültürü kendi iletişim araçlarında eleştirme çabasını bile özümleyen bu işleyişin asıl çarpıcılığı işte bu noktada beliriyor. Bu kanallardan geçtiği sürece modern toplumlardaki iletişim sisteminin eleştirisi bile evcilleşip magazinleşmekten biraz zor kurtuluyor. Ve bir hayli yara almış olarak... Milliyet Sanat Dergisi, 14 Ekim 1983 198 SİSTEM - İDEOLOJİ - REKLAMCILIK Çocuğun biri, ilk defa gördüğü gökkuşağına uzun uzun baktıktan sonra annesine dönerek, “Anne” demiş, «bu neyin reklamı?» Bu, belki yaşanmış da olsa bir fıkra; ama ben “daha başlar başlamaz her reklamı tanıyor, çok akıllıdır” diye çocuğunu öven çok ana-baba gördüm. Çok zaman farkına bile varamadığımız, küçük ayrıntılarında bile etkisini derinlerde hissettiren bir olgu karşısındayız. Dolaysız olarak televizyon reklamlarından kaynaklanan —ve yanlış bir mizah anlayışıyla donanmış— her hafta yüzbinlerce okuyucuya seslenebilme olanağına sahip dergiler yoluyla da bu işlevin pekiştirildiği bir sistem bu. Öyle ki, baskı sayısı milyona varan belli başlı “mizah” dergileri neredeyse bütünüyle, televizyon reklam filmlerindeki sloganların ve gag’lerin “hicvi” niteliğinde bir espri anlayışıyla yayımlanıyor. Reklamcılık, günümüz tekelci kapitalist toplumlarında yaşayan her bireyin içli-dışlı olduğu bir olay. Rastgele bir kelime değil bu; üzerinde durulması gerekli gerçek bir olay. Gazete, dergi ve benzerleri gibi basılı yayım araçlarından, radyo-TV gibi iletişim organlarına kadar her gün ve sürekli karşılaştığımız, farkında olalım ya da olmayalım, «ateş hattı» içinde olduğumuz bu olgu asal işlevinin ötesinde nelere hizmet ediyor? iktisadî 199 Erol Çankaya kuralların gereklerine uygun olarak yaratılmış bu aracın işlevi salt iktisat alanını ilgilendirmiyor çünkü. Ortaya çıkış nedeni bu olsa da, kitle bilincinin yönlendirilmesi de aynı çerçeve içinde gerçekleştiriliyor. Bu nedenle sorunu salt, iktisadî olan “fazlanın emilmesi” odağında irdeleyerek, bu düzlemi bütünleyen ideolojik boyutun üzerinde durmamak gibi bir yanlışa düşülmemeli. İktisadî fazlanın emilmesi yollarından sadece biri, ama en önemlilerinden biri olan satış çabaları kategorisinde ele alınan reklamcılık olayının kitle bilincini manipüle eden sonuçlan en az varoluş nedeni kadar önemli ve üzerinde durulmaya değer. Genelde nasıl, yapısal değişimlere de uygun olarak daha incelmiş ve gerçekliğe uydurulmuş kurallar yürürlüğe konmuş, savaş çok daha çağdaşlaşmış yöntemlerle yapılır olmuşsa, kültür alanında da buna paralel bir süreç gözlemleniyor. Hâkim sınıflar arasındaki değerler çatışmasını unutmadan, bu mekanizmada asıl belirleyici olan ideolojinin egemen sınıf ideolojisi olduğu da eklenmeli hemen. Egemen sınıf ideolojisi başat ideoloji olunca da bu alandaki yönseme de doğal olacaktır. Burjuvaziler, daha doğrusu sömürge ve yarı sömürge ülkeler burjuvazileri her şeyde olduğu gibi kültür alanında da ithalci bir tavrı benimsemek zorundalar günümüzde. Bu alanda da bir montaj sanayii sözkonusu. Bir yandan dışarıdan emperyalizmin umutsuzluğu, hiçliği veya Dolce Vita hayat tarzını öne çıkaran kozmopolit kültürü ithal edilirken, öte yandan da ulusal kültür içindeki gerici öğeler gene başka bir hâkim sınıf tarafından kitlelere sunuluyor. Günümüz koşullarında ulusal bir burjuvaziden sözedilemeyeceği gibi emperyalizmin ancak denetim sanayiine sahip bir bağımlı ülkede ulusal bir kültürün var olduğu da söylenemez. Emperyalizm, girdiği ülkedeki ulusal değerlerin bütününü bozarak 200 Popüler Kültür ve Edebiyat yerine kendi anlayışını, değerlerini ve ahlâk anlayışını koyacaktır. Bir ülkede oluşturulmuş kurumların, kadroların, yerleştirilmiş tipik olan yaşama biçiminin, o toplumsal yapının sürdürülmesi için gerekli ve önemli güvencelerden olduğunu biliyoruz, işte tek tek bu öğeler ve bunların oluşturduğu bütün, aynı zamanda, bu toplumsal yapının geleceğini de garanti eden önemli bir etken. Her ülkedeki ulusal kültürün ilerici-demokratik yanlarını ortadan kaldırma yolundaki bu sistemli saldırı, denetiminin büyük ölçüde elde tutulduğu iletişim araçlarıyla sürdürülüyor. Üst yapı kurumlarının her biriminde kozmopolit kültürün değer ölçütleri, moral ve sanatsal bakış açıları halk kültürü içindeki ilerici-demokratik öğelerin yerine «ikame» edilmeye çalışılıyor Ulusal kültür içinde varolan başat nitelikteki gerici öğelere yaslanılarak bunların ısrarla ön plana çıkarılmasıyla gerçekleştirilen bu eylem çatışma içine girdiği takdirde, gerici öğelerin yerine daha çağdaş olan burjuva-gerici değerlerini (kültürünü) yerleştirmeyi de ihmal etmeyecektir. Sözgelimi, bizim toplumumuzda öteden beri varolmuş “dîyar-ı küfr” anlayışı feodalizmin tasfiye sürecine paralel olarak cılızlaşmış, emperyalizmin güdümündeki burjuvazi, feodal gericiliğin uzlaşamadığı bu tip ideolojik uzantılarıyla çatışarak bunları tasfiye etmiştir. Her şey gibi geleneksel eğitim sistemi de, oluşturulan toplumsal yapının sürekliliğini sağlayacak kadroların ve insanın yetiştirilmesi amacıyla deriştirilir, bunu kısa yoldan sağlayabilmek için bizde çok örneği görüldüğü gibi yeni eğitim-öğretim merkezleri açılabilir. Oluşturulmaya çalışılan bu insan, sistemin 201 Erol Çankaya sunduğunu almaya hazır ve kabullenmiş olandır. Böyle bir toplumda birey, varlığını üretici olarak değil tüketicilik işleviyle algılar ve varlık nedenini bu işlevde görür. Bunun dışında bireysel doyum alanları tıkanmış, yaratıcı çaba bile işlevsiz, “olmasa da olur” biçimi bir üreticiliğe indirgenmiştir; üstelik benzeri piyasada bol bulunan, ya da ikamesi mümkün bir yedek parçanın üreticiliğine! Bireyler, sistemin arzu ettiği ve kendine gerekli olduğu kadar bir kültürlülüğe de ulaştırılacaktır ama. Burjuva yaşama biçimi ve bir çok tüketim maddesinin kabul görebilmesi ancak böyle mümkün olabilecektir çünkü, öte yandan, bu kabul, emperyalist dış dünyayla bağ kurulmasını, bu da, o toplumun kendine yeter toplumsal yapısının ve dışa kapalı yerel kültürünün parçalanması eylemini de gerektirecektir. Ülke ölçüsünde bir iç pazarın kurulması, bunu ve ülke çapında bir «birlik ve beraberlik» duygusunu bireylerin bilincine ve toplumsal bilince yerleştirirken, burjuvazi tarafından bu bilinç, emperyalizmin genel ideolojisine bütünleştirilmeye (eklemlenmeye) çalışılacaktır. Çünkü ekmeğini ayrana doğrayan köylünün Cola cinsi gazozlara doğrar bir yaşama biçimine itilmesi ancak bu takdirde mümkün olabilecektir. Biraz önce, burjuva-gerici ideolojinin karşı karşıya kaldığı ve kendi gelişimini tıkar gördüğü feodalgerici değerler ve öğelerle çatışarak onu tasfiye ettiğini söylemiştim. Gene aynı platformda görülen bir başka yönseme ise feodal ve ulusal kültürü oluşturan öğelerden gerici olanlarının gereğinde günün koşullarına uyarlanarak yaşatılmaya çalışılması, feodal kültürün mistik ürünlerinin halkımızın öz değerleri olarak sunulmasıdır. Böylece, görünürde çok masum ve hatta «ulusal kültüre hizmet» amacıyla girişilmiş bir görüntüye sahip olan bir çabadır bu. 202 Popüler Kültür ve Edebiyat Pir Sultan, Gevheri, Kaygusuz, Serdârî gelenekli bir toplumda yapılan “Aşıklar Bayramı”nda her yıl ödüllendirilen ürünlere bir göz atmak bile bu işin kimlere ve hangi nitelikte bir hizmet olduğunu ortaya koyacaktır. Aynı biçimde, “Türk Kültürüne Hizmet” sloganıyla çeşitli gazetelerce ve bankalarca yayımlanmış kitapların niteliğini düşünmek de konuya ilginç bir boyut katacaktır. Bir kesim çağdışı gerici nitelikte feodal ürünleri yayarken başka bir kesim ise “batılaşmak/ batılılaşmak” sloganıyla emperyalist batının yoz, kozmopolit kültürü için mürekkep harcamaktadır, aralarındaki çelişmelere karşın. Çağdışı ve çağdaş gericiliğin buluştuğu anlamlı yer! Kitap yayıncılığının bir gazete, hele bir banka için herhalde pek kârlı bir yatırım alanı olmadığı günümüz Türkiye’sinde bu işe gösterilen özel merak oldukça düşündürücüdür. Reklamcılık, iktisadi gereklerle ortaya çıkmış da olsa, işlevini ideolojik bir çerçeve içinde yerine getirir. Çünkü ideolojik ve dilsel bir alanın içinden geçerek amacına ulaşır. Seslendiği katmanların sınıfsal söylemlerine, «toplumun sıvası» olan ideolojik söylemin isterilerine uymak zorundadır. “Sivil toplum”un işleyiş kuralları sadece politik toplumun doğrudan baskıcı amaçlarına değil, bunlarla birlikte üretim fazlasının tüketilmesi, baş sorunlardan biri olan talep azlığını gidermeye de hizmet eder. Ancak, reklam dili ve söylemi seslendiği kitlenin ideolojik oluşumunu hesaba kattığı ölçüde başarılı olacak ve arzulanan işlevini yerine getirebilecektir. “T. kalemleri öz malınız” sloganı, seslendiği kitlenin, o toplumsal formasyonun niteliğiyle ve toplumdaki ortak özlemler demetiyle uyum sağlayabildiği oranda başarılı olacaktır. İdeolojilerin toplumda bütünleşebileceği karşılıklarını bulabildikleri ölçüde etkin olmaları gibi, reklam dilinin niteliği ve içeriği de bu ideolojinin içerdikleriyle uyum 203 Erol Çankaya içinde olmalıdır. O toplumda yükselen sınıf hangisidir ve bu yükselen sınıfın özlemleri hangi oranda diğer sınıf ve katmanlarım ortak özlemi olarak toplumu peşinden sürüklemektedir? Burjuvazinin yükselişi evresinde kendi özlemlerine ve inançlarına geçici de olsa, bir süre işçi sınıfı içinden bile yandaşlar bulabildiğini, bu özlemler ve umutlarla büyülenen işçiler, köylüler olduğunu biliyoruz. Sisteme sadık gazeteler; filmler, vesaire ile de tahrik edilen bu sınıf atlama hevesi ideal bir Aşil topuğudur reklamcılar için. Bu seçkinleşme özlemi gerçek bir ihtiyaç olmadığı halde yığınlarda bu mala karşı talep yaratılmasını sağlayabilir. İktisadî dille «harcama öncelikleri »ne yön verilebilir. Kültür alanındaki saldırı nasıl, hayatın belirleyici maddi alanlarındaki saldırının bir parçasıysa, reklamcılıkta izlenen yol, kullanılan yöntemler de geneldeki bu saldırıdan kaynaklanarak genel ekonomik ve politik saldırıyı bütünlemektedir Yakın yıllarda epey tekrarlanmış bir otomobil reklamında aynı firmanın fabrikasında çalışan Mümin Usta adlı bir işçiden sözediliyordu örneğin. Güleryüzlü bir Mümin Usta fotoğrafının hemen altındaki satırlardan şunları öğreniyordu okur: Mümin Usta, otomobile karşı aşın sevgisi ve tutkusu nedeniyle ilkokuldan sonra okumayı bırakarak tamirciliğe başlamış. Derken günün birinde işte bu otomobil fabrikasına girerek, sevk ve idarecilik seminerlerine katılarak “yüzlerce işçiyi emrinde nasıl çalıştıracağını” öğreniyor. Kısa zamanda maaşını 10.000 liraya yükseltmeyi başaracaktır. Bir de araba alıyor mu! Aynı reklam metninden Mümin Usta’nın «en büyük zevkinin de kendi imal ettiği arabasıyla yavrularını alıp gezintiye çıkmak olduğunu öğreniyoruz. 204 Popüler Kültür ve Edebiyat “Mümin Usta”nın gerçek bir yeri vardır, hatta başka örnekler de bulunabilir ama «arabalı işçi» modelinin bir hakikat olmadığı toplumumuzda tekil örneklerden yola çıkarak genellemelerle “kurtuluş yolu” önermek, gerçekliği çarpıtmaya kalkmak neye hizmettir? Günümüz kapitalist toplumlarındaki ileri teknolojik yapı içinde birey olarak ezilen, madde fetişizminin her türlüsüne uğrayan, kendisine sahte uğraşlar yaratarak yitirdiği özerk alanını yeniden ele geçireceğini uman günümüz insanı reklamcıların insafına terkedilmiş durumda Bir yandan da bireyler arasındaki rekabet ve üstünlük duyguları körüklenerek bütün hayat, düşeni yemenin kanun olduğu bir amansız yanş alanına dönüştürülmüştür. 1978 yılı yaz aylarında TRT 2’den şöyle bir reklam spotu yayınlandığını duymuştum: «Yavrunuz A. giysin, arkadaşları kıskansın! A. kıskandıran giysidir!» Tüketim toplumunun hastalıklı yaşama değerleri ve konformizm almaşıksız özgürlük olarak sunulurken toplumdaki her bireyin toplum «sürü»sünün bir öğesi olarak kabul edilmesi, her gün ve her saat daha çok tüketim, daha hızlandırılmış bir yarış... Ve güdülen bir «sürü»nün standartlaştırılması! Beğenilerin, moral değerlerin istenilen kalıba dökülmesi, insanî duyguların vitrinlerde sergilenmesi; bütünüyle denetim altında tutulan bir toplum! Farklı kesimlerden ve değişik zevklere sahip insanlar için aynı firmanın biçimsel değişikliklerle piyasaya sunduğu ürünlerle toplumun bütün katmanları üzerinde bir denetim ağı kurulur. Türkiye’de piyasaya sürülen 15 değişik çamaşır makinası gerçekte dört şirket tarafından üretilmektedir. Aynı şekilde, 1973 yılı toplam buzdolabı üretiminin %89’unu gerçekleştiren Arçelik A.Ş. ve Profilo San. ve Tic. A.Ş. bu üretimini piyasaya 12 değişik 205 Erol Çankaya markayla sunmaktadır. Persil Gesell-schaft mbh. ile Yapı ve Kredi Bankası’nın başlıca hissedarlanndan olduğu Turyağ, deterjan/sabun-tozu piyasasına üç değişik marka sürerken toplam kolalı ve gazlı meşrubat tüketiminin 158 milyonu yine üç ayrı etiket altında Fruko-Tamek tarafından karşılanmaktadır. Televizyon piyasasında da aynı mekanizmanın işlediğini biliyoruz. Hiç bir iktisadî analiz çabası gütmeyen bu özellikte bir denemede —durum üzerine fikir vermenin ötesinde— örnekleri uzatmanın fazla gereği yok. Reklamcılığın çabası, görünürde hiç bir zaman sözgelimi «daha çok bira için» amacı doğrultusunda değildir ama sonuçta bambaşka’ bir olguyla da karşılaşılacaktır. Reklam spotu daima «bizim biramızı için (seçin)!» sloganını içerir. Ama bu demek değildir ki,.. (A), (B), (C) bira üretici firmalarının tek tek yaptıkları bu çağrılar toplam bira tüketimini etkilemesin. Her üretici firma kendi ürününün tercih edilmesi yolunda tüketici tercihlerini etkileyerek/güdüleyerek kendine kaydırabilme mücadelesini verirken tek tek her firmanın böyle girişimleri o ürüne olan talebi, bu toplam talebi arttıracaktır. Bira örneği üzerinde ilerlenecek olursa şu görülebilir: örneğin, (A) ve (B) bira üretici firmaları, birbirlerine karşı reklam alanında bir savaşa girişecek olurlarsa genel olarak toplam bira tüketimi de artar. Böyle bir savaşın başlaması için piyasaya oturtulmak istenen yeni bir markanın başlattığı reklam kampanyası, zincirleme olarak, piyasadaki yerini korumak isteyen öteki firmaları da etkileyecektir. Teorik şemalardaki klasik tekel durumunun gerçekte pek görülmediği bilinen şeylerden. Oligopol nitelikte bir egemenliğin kurallarını koyduğu günümüz kapitalist toplumlarında önemli bir rekabet yöntemi olan 206 Popüler Kültür ve Edebiyat fiyatların düşürülmesine pratikte pek rastlanılmamasının nedenleri şüphesiz sistemin yapısına özgü bir oluşum. Tekelci firmaların birbirleriyle açıktan bir savaşa girmeleri demek olan «fiyatların kırılması», getirdiği psikolojik dezavantaj nedeniyle de çekici olmayan bir yol. Pratikte görülen ise tam tersine, açık ya da kapalı anlaşmalarla fiyatlar genel düzeyinin her zaman, monopol koşullarında belirlenen fiyatlar genel düzeyinde tutulduğu. İşte, oligopol işleyişin bu genel mekanizması nedeniyle klasik bir rekabet etkeni olan «fiyatlar rekabeti»nin ikincil bir konuma kaydığını, ama rekabetin başka alanlarda da ve biçim değişiklikleriyle sürdüğünü biliyoruz Sistemin gerekli kıldığı bu alan değişimi sorunu, optimum bir rekabet noktası olan reklam alanında çözümlenebilecektir. Fiyatların düşürülmesiyle tüketicilerin satın alma güçlerinde bir artışın sağlanamayacağı da açıktır çünkü. Bu nedenle ideal çözüm olan tek yol, varolan talebi değişik yöntemlerle arttırmak, yani baş döndürücü bir hızla tüketimin kışkırtılması olmaktadır. (Bu denemenin doğrudan amacı olmaması nedeniyle kapsam dışı bırakılsa da şu noktanın hemen belirtilmesi gerekir ki, “fazla”nın yabancı ülkelerdeki yatırımlara aktarılması akıllıca bir çözüm olarak görülmez. Bu davranış, yatırımın yapıldığı ülkeden “fazla” dönüşüne yolaçarak sorunun daha da büyümesini yaratacaktır.) Üretici firmaların birbirlerini karşılıklı olarak kışkırtan bu davranışları spotların seslendiği kitlelerde belki de önceden hiç bulunmayan yeni zevklerin ve alışkanlıkların ortaya çıkmasına yolaçacak, özetle, yeni bir alan da doğmuş olacaktır. “Amerikan hayat tarzı”nı oluşturacak öğelerin topluma bu yolla empoze edildiği bilinen bir gerçek. Bu evreden sonra “Cola” türü gazozun içilmesinin gerekli olup olmadığı tartışılır olmaktan çıkarak, zihinlerdeki “sorun”, “hayatın tadı Pepsi”nin 207 Erol Çankaya mi, yoksa her şeyle iyi giden Cola Cola»nın mı tercih edileceği noktasında düğümlenecektir. Güdülen kitle, farkına varmadan, o malın kendisine gerçekten gerekli olup olmadığını düşünemeyecek, hapsolduğu bu sorunsalın içinde sadece “tercih” işlevini kullanabilecektir. Kendisine sunulan ve hapsolunan bu zoraki çember gene kendisine sunulan seçenekler arasından herhangi birini seçebilme sorunsalıdır, Bu aşamada da özgür iradesiyle değil, kendisine sunulan, başka bir ifadeyle “dayatılan” alanın içinde “özgür” kalmıştır. Bu seçmede önemli ve belirleyici olan, ürünün niteliği, marjinal faydası, v.b. gibi etkenler değildir. Belirleyici etken çok zaman, reklamların tüketici bilincinde ürün hakkında yarattığı imaj ve bu ürüne olan toplumsal veya çevresel, rağbetin fazlalığı ya da azlığıdır. “Marlboro” üzerine olan toplumsal imaj bu sigaranın «kadınsı»lığı yönündeyse eğer, reklamlarda sürekli olarak, Vahşi Batı’nın doğası ve doğal ortamı içinde bu sigarayı tüttüren «vahşi» erkeklere yer verildiğinde bir süre sonra tüketici talebi “Marlboro Ülkesi”ne doğru yola çıkacaktır. Bu mekanizma o kadar güçlüdür ki, 1975 yılı Ekim’inde ABD’de bir örneği yaşandığı gibi bütün sayfalarında tek satır olmayan fiilen de boş bir kitabı bile bir milyonun üzerinde bir satışa ulaştırabilmektedir. Reklamcılık her şeyden, bu arada özellikle psikiyatriden yararlanarak öteki atanlarda sürdürülen sistemli saldırının tamamlayıcılığını yapıyor.Üstünlük ya da ezilmişlik duygularını kışkırtan ya da sömüren, cinselliği bolca kullanan reklam metinleri az değil. Bu arada zaman zaman “Boyacının aşkı ile filanca boya” örneğinde görüldüğü gibi halk kültürünün zenginliklerinden yararlanmayla gidilen yeni bir yağmalanma olayı ile de karşılaşılabiliyor. Bu konuda ilginç olacak bir reklam biçimini de birinden dinlemiştim. Mısır televi208 Popüler Kültür ve Edebiyat zyonunda yayımlanan bir “Pepsi” reklamında uzun bir geğirmeden sonra şöyle diyormuş adam: “Elhamdülillah, Pepsi!” Bu küçük örneğin; reklamcılıkta kullanılan yöntemlerin neleri bile içerebileceğini göstermesi açısından önemi büyük. Bu yılın “Çocuk Yılı” ilan edilmesi yüzünden olacak belki de, şu sıra her zamankinden daha fazla reklam, çocukları temel alıyor ya da en azından bu duygunun çevresinde döneniyor. “Torunuma/ Yeğenime her şey feda!” sözlerini her akşam ve üstelik bu yakın çevrenin bakışları altında dinleyen birinin küçük bir fedakarlığa girerek —artık torunu mu olur, yoksa yeğeni mi— belinden tutarak o bankaya götürmesi sevgisini kanıtlayabilmesinin önemli bir belirtisi olacaktır. Neredeyse konuşmayı yeni öğrenmiş çocuklara bilmemne bankasının faziletleri anlattırılabilir; ya da doğrudan “yarının büyüğü” tüketiciler yaşıtları aracılığıyla kışkırtılarak bu alana çok önceden çekilebilirler. Bütün bu dayatmalar yeterli olmadığı takdirde -sonucu önceden belli yarışmalar- önemli bir reklamcılık (tanıtma) ve tüketimi kışkırtma öğesi olarak da kullanılabilir. Eski dergilerin birinde birinci sayfasında yarışmanın sonucu, yedinci sayfasında ise bu sonucun da övünülerek duyurulduğu bir reklam metni olan bir gazetenin küpürlerini görmüştüm! “A’nın büyük zaferi! Birinci Trakya Rallisini kazandı!” deniliyordu o reklamda. Daha çok gazetelerin uyguladığı «kuponculuk», paketin içinden “armağanların çıktığı tüketim maddelerinin piyasaya sürülmesi çok başvurulan bir kışkırtma yöntemidir. Hepimizin bildiği ve her gün rastlanılan örnekleri çoğaltmanın fazla bir yaran olmayacaktır. Yöntemler eskidikçe, ideolojik çerçeve değiştikçe daha ince ve çağdaş 209 Erol Çankaya koşullara elverişli yöntemler devreye sokulacaklardır. Değişmeyen tek olgu, kitle manipülasyonu, bilincin sürekli olarak bu sistemleştirilmiş beyin yıkamayla denetim altında tutulmasıdır. Huxley, “düşünceyi şekillendirmek için” elektrik akımı ve «uykuda bilgi aşılama» yönteminin kullanıldığı gelecekteki toplumu “Kahraman Yeni Dünya”da anlatırken engin sezgi gücüyle bilim-kurgu yapıyordu. Fakat, reklam mesajlarının, filmlerin arasına saniyenin çok küçük birimleri ölçüsünde konulmasıyla bilinçaltının algılama dışı güdülmesi gibi bir yöntemin bile —şimdilik uygulamaya konulmamış.olsa da— «sıradan»lık kazandığı bir dünyada Huxley’in kitabı gittikçe bu nitelemenin dışına düşmektedir. Reklamcılık gibi bir ideolojik bütünleştirme aracının dışında da, merkezileşmiş devlet aygıtının kitleler içinde çok yaygın bir haberalma ve denetim ağı kurabildiği ülkelerden bir ABD’de, FBI ya da CIA’nın eylemleri düşünülemeyecek boyutlarda bugün. Kamu ve özel sektör personelinin hemen hepsinin fişlenip izlendiği ABD, bu alanda öncelikli bir örnek olmanın şerefini taşıyor. Devletin baskı ögesini fizikî biçimlerde uyguladığı bu «alan»m farklı olarak, Althusser’in deyişiyle Devletin İdeolojik Aygıtlarından Haberleşme aygıtı içinde düşünülebilecek reklamcılık, zor kullanarak değil ideolojik araçlarla çalışır ama öteki Devletin İdeolojik Aygıtları gibi zor ve ideolojiyi birlikte kullandığı dönemler de olur. Reklamcılık kurumları özel kurumlardır ama işlevlerini yerine getirdikleri ideolojik alan belirlenmiş 210 Popüler Kültür ve Edebiyat ve sınırları çizilmiş bir ideolojinin içinde kalır. Gerektiği takdirde bu kurumların (şirketlerin) «zor kullandığı, sözcüsü olduğu tekelci şirketleri de harekete geçirerek veya onların güdümüyle kendisi harekete geçerek basın ve Radyo-TV gibi kitle iletişim araçları üzerinde baskılar yoluyla bir denetimi gerçekleştirdiği görülebilir. Bunun en yakın örneği, bir süre önce televizyonda gösterilmiş ve reklamların insanlar üzerindeki olumsuz etkilerini ve tüketim toplumu oluşturmaya nasıl hizmet ettiğini gösteren «At Gözlüğü» adlı televizyon filminin gösterilmesinden sonra büyük reklam şirketlerinin —muhtemelen tekelci şirketlerin harekete geçirmesiyle— TV yönetimine verdikleri «muhtıra»dır. Bu sırada, bu çevrelerin sözcülüğünü yapanlarca, “TRT’nin reklam gelirleriyle beslendiği” hatırlatılıyor ve “TRT’nin bu kaynağa karşı bir propagandaya alet olmaması” vurgulanıyordu. Özel TV şirketlerinin piyasa kurallarına tâbi olduğu bir ABD’de ise reklamların bu ideolojik işlevinin de dışında, belgeseller, diziler ve hatta haber programlan bile TV şirketlerine büyük reklam gelirleri akıtan şirketlerin politikalarına uygun biçimde düzenlenmekte, bu şirketlerin çıkarlarına ters düşen sözler bu antenlerden geçmemektedir. Bu nedenle, özel TV şirketleri arasında da bir rekabetin varolduğu ve tekelci şirketlerce birinden birinin yeğlenebileceği bu tür ülkelerde bir “At Gözlüğü”nün yayınlanabilmesinin çok güç, hatta imkânsız olduğu söylenebilir. Tıpkı, tekelci sermayenin bu yolla denetim altında tuttuğu bizdeki kimi gazetelerin bu şirketlerin güdümünde bir yayın politikası izlemesi gizi. (Bu tür yayın organlarında renkli televizyonun faziletleri üzeri211 Erol Çankaya ne çok şey yazılmıştı yakınlarda. «Yardım» olarak verilebilecek bir renkli vericisi bu yolla yaratılacak yeni televizyon aygıtı pazarı ve “renkli” olmanın sağlayacağı yeni imkânlar düşünüldüğünde bu yardımın önemsiz bir “tavuk” olduğu gözden kaçmayacaktır.) öte yandan, bir bankanın “Sanayide Devlet” sloganından rahatsız olup, “Bu sözle sanayii devlet yapar düşüncesi ortaya atılıyor” diyerek, bu reklamın engellenmesini isteyen tekelci sermayedarlara bu duyarlılığı da anlamlıdır. Teknolojinin geliştirilerek sanayie uygulanması ve yönetimbilimi alanında rasyonel çalıştırma yöntemlerinin kullanılması ile üretkenliği arttırılan emek, — hiç bir zaman sonsuza kadar götürülemeyecek— artıkdeğer sömürüsünün, yerini nisbî artık değer sömürüsüne bırakmasını yaratmıştı. Bunun, hayattaki karşılığı ise «arabalı işçi» modelinin yaygınlaşmasıyla, çalışanların tüketim maddelerine daha fazla yoğaltabilecekleri bir «refah düzeyi»ne ulaşıldıkça sömürü oranının yükselmesidir. Varlık nedeni olarak tüketici işleviyle başbaşa bırakılan günümüz bireyinde buna bağlı olarak kişilik de, “tüketici kişiliği”nin kısır döngüsüyle sınırlı olacaktır. Sistemin sonucu olan reklam olgusu şüphesiz sorunun bütününden yalıtılarak ele alınamaz. Böyle bir toplumsal-ekonomik yapıda tek başına reklamcılığa karşı çıkmak yetersiz, kaldırılmasını istemek de “eşyanın tabiatına uygun olmayanı” istemek olacaktır. Reklamcılık olayının işlevini ve yarattığı sonuçları, bu ilişkileri açığa çıkarmaya yönelik bir kamuoyu oluşturma işi ise öncelikli bir görev olarak durmaktadır. Birkaç yıldan beri, böyle bir çaba görülüyor bizde, bunun olumlu kıpırdanmalarda başladı. Şimdilik, çocukları bu savaş alanının dışına çıkarmaya yönelik ön212 Popüler Kültür ve Edebiyat lemlerin alınmasına başlandı sözgelimi. Ama bu yeterli değil, çünkü çocuklar da her zaman çocuk kalmayacaklar. Bu da, kapsayıcı olacak bir biçimde sorulacak «Ne Yapılmalı?» sorusunu ve cevapların bilinçlilikle ve yaygınlıkla uygulanmasını gerektiriyor. Vakit kaybetmeden ama, çünkü bu mekanizma şu anda da hızla çalışmakta! Birikim Dergisi, S.54, 1979 213 KİTLELERE ULAŞAN BİLİM Bilginin üretilmesi evresinin henüz çok başlarında olduğumuz Türkiye’nin şu ortamında kapsamlı olduğu kadar belirli bir sistematik çevresinde yürütülen özgün araştırmalar oldukça az. Bu araştırmaların “oldukça az” olduğunu belirtip hiç olmadığını söyleyemiyorsak, buna olanak veren sayılı araştırmanın çoğunlukla üniversite çevrelerinden çıktığını da vurgulamamız gerekiyor. Bu bir yerde doğal, ancak akademik çevrelerin bilinen kapalılığı burada üretilen bilginin geniş bir okur kitlesine ulaşmasını önleyen önemli bir engel de aynı zamanda. Üniversitelerde doktora ya da doçentlik tezi olarak yürütülen ve sonradan fakülte yayınlarınca kitaplaştırılan toplumsal bilimlere ilişkin pek çok değerli inceleme bu akademizmin “neredeyse doğallaşmış” duvarlarının içinde sınırlı bir İşleve tutsak düşüyor. Oysa bu çalışmaların sonundaki vargıların elden geldiğince geniş bir çevrenin yararlanmasına sunulması sonsuz sayıda olumlu sonuçlar yaratacaktır. Şimdiye değin, önceleri fakülte yayınlarından çıkmış birçok toplumbilimsel araştırmanın yayınevlerince yeniden yayınlanması bu olumsuzluğu bir ölçüde gidermişti. Çünkü çok sınırlı sanırım 1000 dolaylarında basılan bu kitapların «piyasa»ya 214 Popüler Kültür ve Edebiyat dağıtımının yapılamayışı, ancak fakültenin bulunduğu kentten sağlanabilmesi doğal kitap okuruna ulaşmasını önlüyordu. Aynı şey, son yıllarda sayıca ya da nitelik yönünden de olsun belirgin bir hareketlilik içine girmiş olan fakülte dergileri için de geçerli. Oysa bütün bu araştırmaların bilimsel düşüncenin kavranıp yaygınlaşması için en geniş okura ulaşması çok yararlı olacaktır. Önceleri aydın katlar, ‘entellejansiye’ içinde ortaya çıksa da bu çalışmalar sonundaki vargıların yaygınlaşarak tartışılması bir süre sonra bu bilimin niteliğini de büyük ölçüde etkileyecektir. Akademik bir dille konuşmaya alışmış bir çok bilim adamı geniş bir Okurla karşı karşıya olduklarını gördükleri an bu etiketlerini yeniden gözden geçirerek yeni bir sorumluluğu omuzlayacaklardır. Bu süreç ise son yıllarda iktisat alanından bir örnek vermek gerekirse iktisada toplumsal sorunlarla olan bağının tuhaf bir biçimde yalıtılarak salt matematik - ekonometri düzeyine indirgenmesi gibi durumları ve benzeri sakıncalı yönelişleri önleyebilecektir. Yani bu, hem üreten hem de tüketen açısından olumlu bir sürecin hızlandırıcısı olacaktır. Belki kimileri “bilimin vurgerleşmesi” olarak değerlendirebilir bunu ancak, altı çizilen şey çok daha önemli bir noktaya işaret ediyor: Bilimin kitleleşmesine. Gerçek Yayınevi’nin uzun yıllar sürdürdüğü «100 Soruda» dizisinin. Tüm İktisatçılar Birliği’nin, birçok demokratik kitle örgütünün kendi alanlarında yaptıkları yayınların bu doğrultuda önemli işlevleri olmuştu. Bu çabaların da açıkça gösterdiği şey ise çok ön215 Erol Çankaya ceden söylendiği gibi kitlelere malolmuş düşüncenin ancak o zaman «maddi bir güç» yaratacağıdır. Bunları yazarken ilk elde akla gelen bazı çalışmalar oluyor. Sözgelimi, Ümit Hassan’ın ilk basımı sınırlı olarak Siyasal Bilgiler Fakültesince yapılan tez çalışması: “İbni Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi”. Türkiye’de, İbni Haldun üzerinde son yıllarda belirgin bir ilgi uyanarak “Mukaddime”nin birinci cildi basıldı ancak Ümit Hassan’ın bu düşünceyi kavramayı olanaklı kılan kitabını bulmak pek mümkün değil, yeniden ise basılamıyor. Öte yandan, Türkiye’de sosyalistlerin henüz pek yetersiz ve araçsız oldukları bir alandan Kitle İletişimi konusundaki bir doçentlik çalışması dileyelim ki aynı çembere tutsak olmasın. Ünsal Oskay’ın henüz basılmamış tez çalışması 19. yüzyıldan günümüze değin kültür sürecini irdeliyor. Melville, Rousseau ve Baudelaire üzerinde durup, bu sanatçıları içinde oldukları toplum yapısı içinde çözümlemeye giden Ünsal Oskay günümüzdeki kapitalizmin vardığı ideolojiyi kökenleriyle birlikte ele alıyor. Pars Esin’in “İş ve Yabancılaşma” konulu çalışmasının yayınlandığını düşünmek de benzeri bir coşku yaratıyor. Bu nedenle, Haluk Gerger’in şu günlerde kitaplaşmış olan, “Yumuşama Süreci”ni irdelediği tez çalışmasının, Baskın Oranın “Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği”nin, Taner Timur’un “Osmanlı Toplum Yapısı”nın yeniden yayınlanmasının sevinçle karşılanacak türden saygın çabalar olduğunu söylemek gerekiyor. 216 Popüler Kültür ve Edebiyat Yayınevleri, çok zaman bir “furya” olarak katıldıkları çeviri işine koşut olarak bu türden özgün araştırmaları, özellikle Türkiye toplumu üzerine olan incelemeleri okura ulaştırma işine girişirler ya da bu girişimlerine hız verirlerse başta anılan olumlu sonuçlar tez elden gerçekleşecektir. Cumhuriyet Gazetesi 28 Ağustos 1980 217 SANAT ALANINDA YENİ OLUŞUM Sanatın yakın zamanlara kadar devindiği sınırlı alanın son dönemde genişlediği görülüyor. Oysa, bu «yakın zamanlara» kadar Türkiye’deki sanat-kültür yoğunlaşması ancak «meraklısına» seslenebilen bir alanda kalıyordu. Bir iki istisna dışında, sanat dergiciliği ancak birkaç bin kişiyle yüzyüze gelebilmek demekti. Dergilerin büyük çoğunluğu daha çok «edebiyat» dergisi olarak yayımlanıyor, edebiyatın dışında kalan sanat türleri önemsenmiyor, resim eleştirmenleri sayfa bulamıyor, müziğe yer verilmivordu. Arada bir olsun, sinema, dil, eleştiri gibi konulardaki özgül bir alan içinde kalan kimi dergiler yayımlanmadı değil; ama bunlar da kısa ömürlü oldular genellikle. Bu türden birçok dergi en basta ekonomik gereklere uyarak kapanıp, nice bir şeyler yapma isteğinin boğulmasına yol açtılar. Arada bir görülen ayrıksı örneklerin dışındaki çoğu dergi yıllar boyu Valery’yi onaylayan bir biçimde, «edebiyatın laboratuvarları» olarak işlev gördüler. Genellikle az sayfalıydı bu dergiler, biri batıp biri çıkıyordu, kiminin mürekkebi elinize bulaşabiliyordu. Sorunlara derinlemesine girilemiyordu ama bu «emektar» dergilerle gene de çok şey yapılabildi. İlk ürünler buralarda yayımlanıp sevinçler saldı, birçok 218 Popüler Kültür ve Edebiyat tartışmanın yararlı sonuçları bu dergi sayfalarının üzerinde alındı. Bu tür dergilerin zaten öteden beri içinde oldukları koşullar daha da zorlaşarak yayıncılığı artık iyice bir «iflas masası»na çevirdi. Bu dergilerin karşısına bir olumsuz etken daha çıktı şimdi: Büyük parasal güce sahip ve geniş bir kitleye açılabilen sanat dergileri. Bakkal, kasap, ev sahibi tarafından kuşatılmış, kazandığının marjinal faydası şiddetle artan ve hele öyle tutkulu bir okuma isteğiyle yanıp tutuştuğu filan da olmayan günümüz okuru ne yapacak bu koşullar içinde? Okuru bu nitelikteki kişiler olan küçük dergiler ne yapacak? Okur elbette vazgeçilmez malları ikide bir gözden geçirip tüketim tercihlerini ayarlayacak, bu ara kimi yayınlar — haklı da olarak— ya alt sıralara düşecek ya da hepten vazgeçilecek onlardan. Bütün bu tutumları yüzünden suçlanabilir mi günümüz okum? Bu elbette mümkün değil; bir çok yazar-çizer bile aynı davranışı gösteriyorsa okur daha da haklı. Türkiye’nin yayıncılık alanında hemen farkedilen olgu dergiciliğe de sıçradı son bir-iki yılda. Yayın alanında artık büyük paralar söz sahibidir. Bu piyasanın isterleri sanat ürününün nerdeyse özünü de biçimini de belirleyecek boyutlara varmıştır. Ticarileşme sürecine edebiyattan daha Önce girmiş olan resim alanındaki yeni yönelişler de oldukça ilginçtir. Yayın ortam mı da içine alan bu yönseme içinde şimdiye dek geçerli olmuş olan «sanat dergisi» anlayışı da böylece bir evrilme içine girdi. Artık, büyük sayılara ulaşan okur yığınlarına ulaşabilen sanat dergileri yayımlanıyor Türkiye’de. Gerçi Türkiye’deki nüfusun 45 milyon olduğunu söyleyip ulaşılan 15-20 binlik ti219 Erol Çankaya rajlara burun kıvıranlar çıkacaktır ama bu sayının çok önemli, üstelik çok önemli olduğunu unutmamak gerekiyor. Hem, sanat, dergileri bin satarken de bu ülkenin nüfusu aşağı yukarı aynıydı ve bu nicelikteki dergiler gene var. Hangi itkilerle olursa olsun, hele başlangıç için dergilere olan bu ilgi neresinden bakılırsa bakılsın sevindiricidir. Yayımlanan çok satışlı bu dergiler daha da ciddi bir edebiyat okurunun, sanat izleyicisinin yetişmesini sağlayacak bir okul işlevini görürlerse bunun toplumsal kazanç hanesindeki önemi büyük olacaktır. Herkesin gözlemlediği bu olgu şüphesiz belli bir toplumsal ekonomik anın koşullarından ortaya çıkan bir «trend»in sonucudur. Sanat dergilerinin nicel ve nitel yönden yetkinle-sirken daha geniş okur kalabalığına açılması en başta, sanat olayıyla çok daha fazla kişinin içü-dışlı olmasını yaratacaktır. Zaten öyle bir yere gelindi ki, günümüz insanı evinin duvarlarındaki aile fotoğraflarını indirip ağlayan çocuklu posterler, ünlü tabloların çoğaltmalarını filan asıyor. Aile resmi asmak basbayağı bir görgüsüzlük! Daha incelmiş bir beğeni sahibi olup gücü de yetenler ise galerilerdeki tabloların çerçevelerine küçük kırmızı pullar yapıştırıyorlar. Gerçi bu arada duvarlarının rengine uyacak tabloların peşinde olanlar da bulunuyor ama eh, bu da bir şeydir! Sayılan olguların dışında tehlikeler de var elbet. Öncelikle, sanat yapıtının daha çok izlemeye yönelirken bağrındaki birçok estetik «erdem»»ini bu yaygınlaşma karşılığında ödün olarak sunmasıdır. Politik ödünlerden söz etmiyorum: çok daha başka bir aşınma bu. Biraz geç de olsa sonunda piyasa koşullarına uyarak «pazar»ını kuran sanat olgusunun kendini bu koşullar çerçevesinde sürdürmesi önemli bir sakınca 220 Popüler Kültür ve Edebiyat olarak beliriyor. Yanısıra izleyicinin yani bir piyasa içindeki “tüketicilerin” eğilimlerini etkileyip öne çıkarabilmek için temasal ya da salt biçimsel kimi yeniliklere baş vurulup bir takım moda akımların yaratılması olayının da altı çizilmelidir. Böylece “laboratuvar”dan “endüstri”ye bu dar imkanlı dergiler belki bundan sonra özellikle öncülüğe girişmeli. Bu da azımsanacak iş değil aslında. Cumhuriyet Gazetesi, 31 Mart1982 221 ENTELEKTÜEL MAGAZİNLERİMİZ Son yıllarda yaşadığımız toplumsal - kültürel oluşumlar içinde magazin basınımız da hayli değişik bir yere geldi… zaten her zaman renkli bir görünüm arz etmiş olan magazin basınımızdaki bu yeni renklilik içeriğe ilişkin bir renklilik. Artık bir yandan eski magazinler “toplumsal içerik”li bir yayına yönelirken, doğrudan bu temel üzerinde yeni magazinlerde yayınlanıyor. Türkiye’de yıllar yılı var olmuş bu tür yayınlar Yelpaze günlerinden bu yana,-baskı tekniğindeki en son yenilikleri de yanlarına alarak-hep şenlikli bir görünümü aradılar. Aziz Nesin’in bir zamanlar söylediğine uygun olarak, habire “enayilik vergisi”toplamaya, meşhur sanatçılarımızın ne yapıp ne ettiklerine mesela ne zaman ve nerde denize girdiklerine ya da artist başına yılda bir-iki düşen intihar girişimi olaylarına mürekkep harcayarak hayli işlevsel bir baskın kimliği sergilediler. Bu tür yayınların bir türlü eskitemediği bir trük şuydu: Sözgelimi mevsim yazsa, deniz kıyısındaki anadan üryan bir kadın ayak başparmağını suya değdirir, resim altında da “Su çok soğuk olunca Sevtap korktu!”gibi açıklamalar bulunurdu. Mevsim kış olsa da her gün böyle güzellikler sergilemenin yolu bulunur,bu kez başlık şu olurdu: “Biz 222 Popüler Kültür ve Edebiyat burada donarken,güzel Maria terliyor.”Böylece, kalem erbabının yeteneğine ve insafına kalmış bir yaratıcılıkla bir takım doğal güzellikler her zaman sürümde tutulur, yayın organı da sürüm sağlardı. Başka bir “mecmua” ise diyelim ki çıplak denize giren kadın resimlerinin üstüne “Ahlaksızlığın böylesi!” ya da “Dünya nereye gidiyor?” başlığını atarak eleştirel bir yaklaşımda bulunup genel ahlakı korumuş olurdu. Sonra sonra, yakın yıllarda bu yaklaşım da iflas edince yeni bir magazin örneği oluşmaya başladı. Eski tip “magazin”lere yine rastlanıyor ama bunların “ikinci sınıf” olmaya yüz tuttukları da ortada. Şimdilerde revaçta olan magazinler biraz garip kaçacak ama daha çok “entelektüel magazinler”! Ama geçerken şurasının altıda yeniden çizilmeli. Eski tip magazinlerimiz, “ikinci sınıf” ta olsalar yukarda söylendiği gibi yeni bir esintiyle çıkıyorlar okur karşısına. Bu nedenle, bir anlamda eskiye oranla “toplumsal” bir magazin söyleminin oluştuğu da söylenebilir. Bu yeni magazin dili bazen “toplumsal” içeriğinden aldığı güçle “eleştirel”! Bilinen yasaklama olayından sonra geçmişin ünlü “eşcinsel sanatçılarımıza” karşı genel ahlakı koruyucu bir eleştirellik bu… Ama onlardan da vazgeçemeyerek! Sözgelimi aynı fotoğrafları basıp üstüne “ Bülent hala akıllanmadı! ” manşetini çekerek… Bu“eleştirel”lik çok zaman“sanatçılarımızın ”sigaya çekilerek hayat pahalılığı,vergi borcu,genel kültür gibi konularda sınava alınmasında ifadesini buluyor. Kültür denile denile,son zamanlarda bu sanatçılarımız da bir hayli yol almış olmalılar ki zaman zaman oldukça radikal çıkışlar görebiliyoruz kendilerinden.Bunun son örneği de Ahu Tuğba. “Ses ve film dünyamızdan” 223 Erol Çankaya hangisine mensup olduğu henüz açıklığa kavuşmamış olan sanatçımızı konu alan bir haber, “magazin” denilip hafifsenmek istenen bu tip yayın organlarını artık ciddiye almamız gerektiğini gösteriyor. Haberin başlığı şu: “Ahu Tuğba’nın kara protestosu”! Haberden birkaç satır alıntılamak yararlı olacağı için uzun da olsa bu anlamlı pasajı aktarıyoruz: “Yaşamı boyunca etken bir varlık olan erkeklerin kadınları kendi dünyalarına hapsetmek istemeleri olayını protesto etmek isteyen Ahu Tuğba, tuvaletinin üzerine giydiği siyah bir duvakla sahneye çıkarak isyanını dile getirmeye başladı.Bir yerli Jeanne D’arc gibi…” Bu “protesto”nun “şimdilik” olduğunu söyleyen sanatçımıza,-efendiliğini elden bırakmamaya çalışsa da –haberi yazan gazetecinin biraz öfkelendiği belli olmuyor değil.Ne de olsa “etken bir varlık olanlar ”dan çünkü.Ahu’nun tehdidine erkek cinsi adına bir tehdit de kendisi savurarak yazısını şöyle bağlıyor: “Sonradan kadın kahraman ilan edilen Jeanne D’arc eyleminin doğru olduğu bilindiği halde kendisine karşı olan çoğunluk tarafından yakılmıştı.Sahnedeki kara protestosuyla erkeklere savaş açan Ahu Tuğba’nın sonu ise inşallah örnek aldığı Fransız kadın kahramanına benzemez…” Maalesef ,ne kadar toplumsal bir yaraya parmak basıyor olsa da bu satırlar geleneksel bir magazin örneği olarak hızla ekiyor…Günümüzün yeni tür entelektüel magazinlerinde bu tür gayri ciddi bir yayına, düzeysizliklere rastlayamazsınız.Yukarıdaki satırları okuyup belki onlar da gülmüşlerdir.Bu yeni magazin söyleminde,diyelim ki ellerini utançla göğsüne kapamış bir “meşhur” resmi basıp üstüne/“Necla Nazır basıldı!”manşetinin yeri yoktur.(Bu iş şimdilerde,bir zamanların “her eve girebilen” türden dergilerden olan 224 Popüler Kültür ve Edebiyat Hayat gibi örneklere kalmış görülüyor.) Oldukça değişik bu yeni tür dergiler. Günümüzün yeni magazinleri pazardaki karşılılarını buluyor olmalılar ki birbiri ardına çoğalarak müzik,televizyon,kadın,erkek,cinsellik,bilim,sanat,mu tfak vesaire konularını kuşatmış durumdalar.Hepsi de kendi ihtisas alanlarını oluşturarak… Yeni tür magazinlerimiz eskilerden oldukça farklı,Yenilerin eskiden geçerli olandan farklı bir magazin söylemini ortaya çıkarmasını sağlayan bu farklılık çok zaman öz Türkçeden ,toplumsal konulara,yeni düşünce akımlarının aktarılmasından teknik yanlarına kadar belirgin bir farklılık,Büyük ölçüde geleneksel magazin malzemesini,-farklı bir perspektifle de olsa-kullanan yeni magazinlerin dağarcığındaki bir başka yenilik,sanattan politikaya,bilimden basın dedikodularına uzanan bir alanı da magazin malzemesi arasına katması oluyor. Yıllardan beri ancak “ses ve film dünyamızın” ünlüleriyle haşır neşir olan,bu çevreyi kullanan magazinlerden sonra bu önemli bir yenilik oluyor tabii…Yeni magazinlerimiz eskilerin el attığı konuları ise biraz rafine tarzda yansıtmakla sivriliyorlar. Günümüzün entelektüel magazinlerinde genel olarak çok yönlülük göze çarpar. Derginin asıl alanı ne olursa olsun eldeki malzemeyle yetinilmeden öteli alanlara uzanılır. Bu,yayının geniş bir kitleye seslenmesini kolaylaştıracaktır. Ancak ele alınan konular fazla derine inilmeden ve kolay bir dille sunulur.Bu tür yayınlarda Anayasa tasarısı üzerine bir yazının arkasından “I-ıhhh ! diyen Müjde Ar”ı görebilirsiniz.Sonraki sayfalarda ayın kitapları, filmleri sunulur.Diyelim Orta Doğu üzerine bir yazıdan sonra bu kez Nükhet Duru görüşlerini açıklar. 225 Erol Çankaya Ama, “öteki” magazinlerde karşılaştığımız Nükhet Duru’dan çok farklı bir Nükhet Duru olarak…Ajda Pekkan ise “HALKIYLA, bütünleşme” (büyük harfler Ajda Pekkan’ın) vaziyetindedir.Bu sayfayı çevirdiğinizde/ bir Atilla İlhan’la da rastlaşmak mümkündür.Elimize aldığımız bir kadın dergisiyle geleneksel kadın konuları daha düzeyli tarzda ele alınırken “Ayın çıplak erkeği” nin sunulduğu sayfalardan sonra Bekir Yıldız çıkıp “boşanma sorunu” hakkında konuşacaktır.Yanı sıra, “ozanlarımızın” kadınlar konusundaki düşünceleri de aynı dergiden öğrenilebilir. Bu paragrafta genel çizgileriyle de olsa ortaya çıkan bir olgu bu tür dergilerin hemen hepsinin özelliği olarak belirginleşiyor. Yeni tür magazinlerimizde sanat ve sanatçılarımız ayrı bir yer tutuyorlar. Sanat ve daha çok sanatçılarımız bu tür dergilerin gözde konularından. Ancak bu kez söz konusu olan “Biz san’atçılar…” diye söze başlayanlardan değil… Bir yazar, ressam, besteci, karikatürcü, vb. ilk kez “hakkı olan yeri” almaktadır. Ama çok zaman da “özel yaşamı”yla… Sözgelimi, bu dergilerden birinde “boşanması roman” olan Bekir Yıldız’ın ki bu yılın ana malzeme kaynağıdır. Evlilik konusundaki görüşleriyle birlikte eski karısına yönelttiği suçlamaları okumuştuk. Ancak ardından dergi yeni bir adım atıyor. “Bir roman yazarak karısını suçlayan” yazarımızın eski karısı “bir edebiyatçı olmadığına göre roman yazarak cevap veremeyeceği ” için “bu yanıt hakkını” tanıyor ve sayfalarını açıyor. İyi de ediyor. Çünkü yalnız başına çalışmaktan sıkılan Yıldız’ın bütün gün yorgun düşmüş karısını uykuya bırakmayıp “Kalk beni bekle… Yazmalıyım! Yoksa toplum senden hesap sorar.” Dediğini ancak bu yolla öğrenerek yararlanıyoruz… 226 Bu tür entelektüel magazinlerimizde kendilerinin Popüler Kültür ve Edebiyat diliyle söylersek “kritik gözlerle bakışa” ayrı bir önem veriliyor. Toplumun her alanını tarıyan bu “kritik” bir yerde aydın ve sorumlu basın olmanın gereği. İki tam sayfada iki kadın göğsünü yayınlayarak kadınlarımıza “sağlıklı göğüsler” konusunda bilgi veren dergi, “yoz Yeşilçam düzeni” ni de kritik ettikten sonra “Ayın Bekarı” nı önüne alarak kendisine niye evlenmediğini soracak yada kadın cinsinin kadim intikamını bir parça olsun çıkartabilme çabasıyla çıplak erkek fotoğrafları yayınlayacaktır.(Galiba bu tip yayınlar da feminizmin gereği oluyor.)Ancak derginin asıl önem verdiği erkekler “sosyetenin gözde bekarları” toplumumuzun yeni mitnoslarından olan son birkaç yılın “başarılı, zengin ve yakışıklı” işadamlarıdır. Bu sayfalarda ise, “öncelikle kişilikli, kültürlü” kadın olmanın önemi vurgulanır. Peki, son dönemde ortaya çıkan/bu yeni “magazin kültürü” yeni ve “nitelikli” mithoslar sunmayla sınırlı bir işlev mi görüyor? Son yıllarda değişik alanlarda magazinleşme görüldü, sadece belirtilen alanlarda değil. Bu alanlara/edebiyat son oluşumlarıyla edebiyatsanat kampı da eklenebilir, eklenmelidir. Bu alanda asıl sonuçların henüz bütünüyle ortaya çıkmadığı bir gerçek ama yine de fikir verici bazı yönelişler görülüyor. Bilim alanı da böyle… Var olanlara eklenen yeni popüler bilim dergileri ayrı bir inceleme konusu olmayı hak edecek gelişme içinde. Daha çok gazete sayfalarında ve eklerinde yürüyen bir spor kültürünün yeni bir atılımla ve “nitelikli” bir söylemi oluşturarak dergi düzeyine yükselmesi ise gecikmiş gibi… Ancak herhalde bu iş için de fazla beklenilmeyecek. Cumhuriyet Gazetesi 227 İNSANLAR VE SANAT ÜZERİNE Türkiye’de son birkaç yılın gözde konularının başında “popüler kültür” geliyor. Hayatımızın hemen her alanında etkisini hissettiren, geniş bir yayın faaliyetini de kapsayan, bir sorun… Şimdiye kadar üzerinde ciddi olarak pek durulmamış yanları içermesi nedeniyle bu yeni bakış özellikle yararlı. Şu günlerde, akademik çevrelerdekine paralel olarak kurumsal olmayan kültür alanında da konuya yoğun ilgi var. Öyle ki, 1980’lerinkültür alanına bu tartışmanın egemen olacağını söylemek yanlış olmayacak gibi. İşte bu yazıda belirtilen tartışmanın ilginç boyutu olan “İnsanlar ve Sanat”ın düşündürdüğü kimi noktalar üzerinde durmak istiyorum. “İnsanlar ve Sanat” yaklaşık bir yıl önce çıkarken Türkiye için yeni sayılabilecek bir adım atmıştı. O güne kadar daha çok konuşmalarda kalan, “yazıya geçmeyen” pek çok hayat alanını bir kültür sorunsalı içinde irdeliyordu. Popüler kültürün ampirik eleştirisinin başarılı örneklerinin de yer aldığı sayfada bir yıl boyunca “hayat-ı hakikiye” sayfaları elden geçirilip didik didik edilirken hayatımıza ilişkin pek çok olgu, olay, ayrıntı başka bir görünüm kazandı. “İnsanlar ve Sanat” ile sistematik denilebilecek bir çalışmaya kavuşan bu yeni perspektifin ipuçlarını biraz gerilere giderek, Murat Bilge’nin altı-yedi yıl önceki bir denemesinde bulabiliyoruz: “Teorik yazı çerçevesine girmeyen konular, genellikle yazıya da geçmiyor. Konuşurken hepimiz, bunların sözünü ediyoruz 228 Popüler Kültür ve Edebiyat ama yazmıyoruz. Oysa ‘teorik’ olmasa da yazılmayı hak edecek önemde konular bunlar.” Murat Belge, yeni hayat tarzına özgü denemenin çıkış noktasının klasik denemede olduğu gibi “ben”e değil, teoriden başlayıp gündelik yaşama sorunlarıyla yüz yüze olan “biz”e uzanması gerektiğini söylüyordu. Bu tavır ise, aynı zamanda “şimdiye kadar alışkın olmadığımız bir konuşma tonuyla” yazmak, konuşmak anlamına geliyordu. Yalnızca teorik düzeyle sınırlı kalmayan bir iç hesaplaşması, hayat tarzından kaynaklanan kalıplar, ideolojik yanılsamalar, sadece politik düzeye özgülüğü sanıyan ideolojiler… Bunlar olacaktı yeni denemenin çıkış noktaları. Murat Belge’nin, “Küçük Burjuvalık”, “Biz Bize Benzeriz”, vesair yazılarıyla örneklediği bu yeni tutum “İnsanlar ve Sanat” sayfasının yayınıyla açılım kazandı. Konu bir yandan başka yazarlarca çeşitlilik kazanırken, okurlar açısından da olumlu bir yöneliş içinde görece geniş bir kitlenin ilgisine uzandı. Bir anlamda, Roland Barthes’ın “Mitolojiler” inden esinlenilmiş, bunu çoğaltan tavırla hayatımızın köşe bucağına girilirken ne var ki başka ‘ilginçlikler’ yaşanmadı da değil. Türkiye’de yıllar yılı egemen olmuş klasik altyapı/üstyapı formülasyonuyla çalışanlar ideolojiyi mutlak olarak politikaya mı indirgemişlerdi, hayat tarzıyla ilgilenmeyip onu ekonominin basit bir uzantısı mı saymışlardı? Bu kez tam karşı uca savulundu. Bu süreç içinde, giderek içeriğinden, politik özünden “toplumsal” içeriğinden yalıtılmış bir yeni eleştirel ‘söylem’ in yaratıldığını gördük. Popüler kültür üzerinde yoğunlaşan bu yeni “eleştirel söylem” popüler kültürün temel özelliğinden kurtulamadı. Yani, popüler dünyamızın her şeyi sulandırarak en ciddi konuları bile magazine dönüştürmesini andıran bir süreç bu sayfada da gecikmeden uç verdi. Deyim yerindeyse, hayatın dışına 229 Erol Çankaya düşmeme, hayata ilişkin her öğeye tavır alma kaygısıyla ilerleyen bu analiz düne kadar küçümsenen,-magazin, spor, moda, vs.- kimi konuları irdelerken sanırım önemli bir noktayı fark edemedi: Bu ‘eleştirel söylem’in de işlerlikteki iletişim sistemince özümsenerek bir yeni popüler kültür olmasını… Diyelim ki, ‘magazin söylemi’ni eleştirdik; ama çok zaman bizim bir katkımıza da gerek yoktu. Olayın eleştirisi de, yaptığımız ‘espri’ de o kadar açık, olgunun o kadar ortasındaydı ki! İdeolojileri eleştirdik, o da öyle. Ya da modayı ele aldık ve kafamızdaki tasarıma uydurma yolunu seçen bir eleştirel söylemle çalıştık nedense. Neydi kafamızdaki o hazır şema? Şuydu galiba: Popüler kültür ürünleri, hayatın (‘sistem’in) basit yeniden üretimine yönelik bir işlev görüyordu. Kişileri kuşatıyor, ideolojileri çoğaltmaya yarayan iletişim sistemince bilinçli bir denetimi sürdürüyordu. Moda? Moda da öyleydi. Bira kültürü? O da öyle. Sonunda, olsa olsa, hayatın her alanını kuşatan iletişim diktatörlüğüne, toplumsal denetime başkaldırı sayılabilecek birçok renkli giyim tarzın bile ilgisiz bir ‘suçlama’ yönelttik. Kişileri tek yönlü kılan, onları standartlaştıran o melun ideolojinin pekiştiricisi, uzantısı dedik! Oysa biraz aransa aynı şemaya uygun iyi örnekler bulanabilirdi: okul üniformaları, vs. gibi örnekler. Bir başka ‘söylem’ “Sekiz Sütuna Manşet”i aynı şemayla eleştiriyordu: toplumun kurtuluşunun ancak “Tek Kişilik Haçlı Seferleriyle” mümkün olabileceğini iddia ediyordu bu film. Ama aynı bakış, sonu başarısız biten polisiyeler için de aynı şeyi söylüyordu. Bu kez sistem, “Bakın, başkaldırmaya kalkarsanız sonunuz böyle olur!” deyip gözdağı veriyordu. Peki, ya sonu “happy end”le gelen polisiye filmler? O zaman aynı bilinç endüstrisi, 230 Popüler Kültür ve Edebiyat bireylere sahte kaçış yolları öneriyordu! Şimdi burada herhangi bir yol önermiyorum ben; sadece, ayrı iki durum için aynı teoriyle çalışılmasını anlayamadığımı söylemek istiyorum o kadar. Bu arada, biraz garip bir “magazin eleştirisinde” bulunanlar da olmadı değil. Söz gelimi, Cumhuriyet’in Spor sayfası, Ahu Tuğba, Neşe Karaböcek, Ajda Pekkan gibilerinin spora ilişkin görüşlerine yer ayırarak galiba iki taş birden vurmaya çalıştı. Bir yandan ‘renkli’ magazinin imkânlarını güzelce kullanarak! Aynı zamanda da onları eleştiren bir sayfa oluyordu. Böylece kusura bakılmasın ama bu tavır, çıplak fotoğrafları bastıktan sonra üzerine “Bu rezalettir!” manşetini çekenin yaptığından çok mu farklıydı acaba? Bu arada şurası da önemli: Magazin basınının kendisi de ikon olarak sunduğu ünlülerimizi bir çırpıda harcayan, onları ‘eleştiren’, genel ahlak karşısında hizaya çağıran bir tavır içinde son birkaç yıldır. Hatta ‘magazin basını’ diye küçümseme dolu ifadelerle refiklerinden söz eden magazinler de var… Demek ki ‘eleştirel’liğin tek başına kendisinin de yeterli olmadığı bir yerlerdeyiz. Böylece, eleştirisini yaptığı popüler kültür ürününün dışına pek de çıkamayan, magazin, spor, vs. ‘söylem’lerinden sonra bir yeni “eleştirel söylem!” olarak beliren kolay okunur, kısa bir deneme türüne ulaştık. Zaten, ele aldığı konunun içinde, onda var olan ‘espri’yi çoğalta çoğalta ilerleyen, görünmez nida işaretleri koya koya cümle bitiren bu yeni “söylem”in pek de yeni bir şeyler söylemediği ise galiba fark edilmedi. Ama biz, kıs kıs gülme imkânına kavuşarak magazin dünyamızı eleştirmiş oluyorduk. Bu eleştiri olayı böyle değerlendirildi çok zaman: Entelektüelliğimizin 231 Erol Çankaya tadını çıkara çıkara! Böylece, iyi niyetle ve ciddi bir yerden çıkış yapan bu yeni tavrın da hızla popülerleşerek entelektüel bir magazin örneği haline geldiği görüldü. Sözgelimi, burada yayınlananlardan bir “Kadri Bilinmemiş klasikler” in vurgulamak istediği neydi? Arkada kalmış bir dönemin, insan tiplerinin eleştirisi mi? Görgü kitaplarıyla da toplumsal yapı araştırmalarının yapılabileceğine inanırım, gereğinde telefon rehberleri bile bir şey söyleyebilir ama bu söylenenler bir yere kadar ipucu sağlar kişiye. En fazla bir “deneme” konusu olacak bu köşenin haftalar boyu uzayıp gitmesiyle amaçlanan neydi? Burada en azından bir israfın söz konusu olduğunu söylemek isterim. Ya da şu: Bu ve bu tür yazılar, Cumhuriyet okurlarına-neşelendirmenin dışında-bir şey katmayan, herhangi bir artık eklemeyen popüler kültü eleştirisi örnekleri olarak göründü bana. Diyeceğim, bu yazılar herhangi bir magazinde yayınlanmış olsaydı belki işlevsel olabilirdi; uyarıcı bir rol oynayabilirdi ama Cumhuriyet okurları için de çok zaman meçhul olmayan konularla eğleşmek gerçekten “eğleşmek” olmadı mı acaba? “İnsanlar ve Sanat”ın düşündürdüğü asıl önemli nokta ise “popüler kültür-kitle kültürü” terimine ilişkin… Bilindiği gibi kimileri, bu terimle çalışmayı reddederken kimi sorulardan yola çıkarlar. Örneğin, kitle toplumu nedir? Soyut bir kitle mi vardır yoksa belirli sınıflarda yerleri olan bireyler mi oluşturur ‘kitle’yi? Bu özellikler uzlaşabilir mi, nereye kadar uzlaşabilir? Toplum, amorf, ‘pop’ bir yığın mıdır? Bu sayfada yer alan kimi örnekler bu soruların önemini bir daha hatırlamama vesile oldu. Popüler kültür terimiyle çalışan bir teorik çerçevede dönenmenin, bu fetişi mutlaklaştıran bir yöntemin çok 232 Popüler Kültür ve Edebiyat ayrı bir yeden çıkış yapsa da aynı popüler kültür odağının bir parçası olmaya mahkûm olduğunu düşündürttü. Ve bunun asıl tehlikeli yanı, kişilerin tavırlarından çok zaman bağımsız olarak yürümesi. Yürüttüğünüz ampirik çalışma, ele aldığınız olgunun dışına radikal bir çıkış yapamadan, oraya gömülerek, en fazla, olgunun hatalarından arınmasına hizmet ediyor; ve rafineleşmiş olgunun eskisinden daha işlevsel olmasına. Vaktiyle, alt yapının üst yapıyı belirlediğini söyler, kültür teorimizi bu şemaya uydururduk. İktisattı temel olan, yetersizdi, yanlışlara açıktı belki ama ‘politik’ti. Son birkaç yıldır gelişen ve “sorunsal” dan sonra yeni dönemin modası olmaya adaylığını koyan “söylem”lerle filan konuşan “popüler kültür eleştirisi” nde ise bu kez tepeden aşağıya bir düşünme sürece görülüyor.Bu kez,üst yapı dediğimiz şeyler gereğinden fazla bir belirleyicilik kazanmış durumda. Hani bütün toplumsal çatışma üst yapıda ve ideolojiler arası bir düelloya dönüşmüş durumda. Hani bütün toplumsal çatışma üst yapıda ve ideolojiler arası bir düelloya dönüşmüş durumda. Giyilen pantolonda, içilen birada, sarf edilen küfürde, sallanan tespihte, cigara üfleme tarzında, yenilen Adana Kebap ve “apple pie”da, şarkı sözlerinde, arabeskte filan yaşıyoruz bu çatışmayı. Hayatın içine yayıp erittik ve yok ettik sanki. Kılcallardan takılıp ağaca ilerleyemeden, ormanı hiç göremeden birbirimizi kaybettik. Eskisinden daha basit olduğu kısa zamanda ortaya çıkan bir şablonla çalışa çalışa… Şimdilerde hayatın her alanında bir ‘ideoloji’ hafiyeliği sürüp gidiyor. Kulakları çınlasın, vaktiyle bir arkadaş, trafikçilerin “Acele giden ecele gider” sloganını orda burada görüp-duydukça bunun arkasında da ‘bilinçli bir numara’ arardı. “Emperyalizmin yoz kültürü” 233 Erol Çankaya bu gibi sloganlarla kitle denetimini sürdürüyor, kendisi “hızlı hızlı” giderken geri bıraktırdığı ülkelere “yavaş yavaş” gitmenin propagandasını yapıyordu. Tabii, o zamanlar popüler kültür eleştirisi revaçta değildi; yoksa mutlaka bu görüş te konuşmada kalmayıp yayınlanacak bir yer bulurdun kendine. Artık bu ortamda gizli bir “Toplumsal Bilinci Saptırma Merkezi”ne bile inananlar çıkarsa gerçekten şaşmamak gerekiyor.“Merkezi” bir çabayla bilinç endüstrisi kitleleri saptırıyor, Hollywood saptırıyor, Yeşilçam bilinçli bir saptırma uyguluyor! Ya modacılar? Onlar da öyle! Arabeskçiler bir yerlerde gizli kararlar alarak kitlelerin nasıl pasifize edileceğini tasarlayıp buna göre şarkılar üretiyorlar! Böylece işin içine biraz kentleşme, biraz sanayi toplumuna geçemeyişin sancıları, bol miktar espri koyup hatadan asi peygambersi bir entelektüel tavırla etrafımıza bakınabilirsek oldu gitti popüler kültür eleştirisi! Popüler kültür ciddi çatışmalar bekliyor Türkiye’de. Hazır üç-beş şemaya, espriye gerek duymayan, kafadaki tasarıma uygun bir dünya yaratmaya değil, gerçek dünyaya uygun bir çözümleme geliştirmeye çalışan, lafını bir yerlerde bırakmadan bir yere bağlayan çalışmalar… Akademik çevrelerde bu doğrultuda kimi çalışmalar ortaya çıksa da asıl önemli olan gerçekten telif çabalar sanırım. Oradakiler de yazık ki o kadar entelektüel, o kadar dışarlıklı, o kadar tercüme ki… “Biz” deyip kendimi de işin içine katarak yüksek sesle düşündüğüm bu konunun can alıcı yerine dönüyorum sonuçta. Popüler kültürü kendi mecralarında eleştirme çabalarının zayıf düştüğü bir yan, kolaylıkla bu kültür tarafından bu eleştirel tavrın da asimile edilmesi. 234 Popüler Kültür ve Edebiyat Anlıyorum, dışa çekilip böyle bir olgunun varlığından habersiz davranan bir acayip elitizmin tadı yanlış. Ama bu eleştirel yaklaşımın ‘emilmesine’ de izin vermemek gerekiyor sanırım. Hele, her alana yayılmaya teşne magazinleşmenin bir “magazin eleştirisi” yaratmasınaysa hiç. Diyeceğim, sonuçta Mc Luhan’ın söylediğinden de öteye geçiyoruz. Mesajımızı zaten medya belirliyor/çarpıtıyor. Hiç olmazsa incelediğimiz konunun yol açacağı çarpıtmanın önüne geçmek gerekiyor. Zor olsa da bu çatışmayı yaşamak gerekli; belki de bu eleştiriye cüret ederken. 235 HARBİ DELİKANLILAR ERKEK KARILAR,... “Feodal toplumun erkeksi değerleriyle donatılan “Harbi delikanlı” ile “erkek karı” sanki birbirini tamamlayan iki kavramdı. “Arabesk”in önünde ikisinin de modası geçti” Türkiye’de yıllar yılı varolmuş iki insan tipi de bunlardı işte. “Harbi delikanlı” ve “erkek karı”! ayrı iki cinsi tanımlayan, daha doğrusu erkek ve kadına “olumlu” bir yaklaşımın ifadesi olan bu iki deyiş uzun yıllar kullanıldı. Hala da kullanılıyor çok yerde. “Harbi delikanlı” tipi. Öncelikle mert bileğine güçlü arkadaşlarına bağlı, sözüne sadık bir delikanlı tipiydi. Halk çocuğuydu! düşmanlarına çelik, dostlarına yumuşak ve fedakar! Kimsenin “kızına kısrağına” kem gözle bakmazdı. Fazlada, önemli bir amme hizmetini yürütürdü “harbi delikanlı” bir yerlerden fazlaca geçip mahalle kızlarına musallat olan karanlık niyetli yabancı kişiler bu delikanlı tarafından ikaz edilir, laf dinlemeyecek görünüyorsa bu ikaz “fiili” bir hal alabilirdi. “Harbi delikanlı” arkadaş için çekinmeden kavgalara girer, bileği güçlü olduğu için çekinmeden kavgalara girer, bileği güçlü olduğu için çoğunlukla yener. Ancak “kalleşçe puştça” saldırılar olursa, mesela üç beş kişi birden üzerine “çullanırsa” (Artık bu kadarı da fazla) biraz hırpalanabilirdi. “Harbi delikanlı” sıkı içer ama küfelik olmaz, müptelası olmayacak kadar “dumanlatı” olabilişrdi. Kendisi gibi “harbi” olan birkaç can yoldaşıyla birlikte komünal bir hayat sürer, bu grup bazı 236 Popüler Kültür ve Edebiyat hasas yanları depreştirildiğinde ortalığı “daatabilir”di. Ve sonunda bu kavgacı kalpleri taştan sanılan delikanlılar da insanı nihayet! Bir sevdikleri olurdu gizli gizli uğruna içkiler içtikleri. Bütün bir dönem edebiyatının, sözgelimi bir Orhan Kemal’in yazdığı eslerlerin nice harbi delikanlıyla dolup taştığı burada hemen hatırlanacaktır. Feodal insanın dürüstlük, mertlik, düşküne yardım vb. olumlu özelliklerini sinesinde toplayan “harbi delikanlı” yalnız erkekler değil, bütün bir toplum üzerinde karşı konulmaz bir mitoloji olarak yaşadı durdu, bu ideolojik kalıp insana ilişkin ne kadar olumlu değer varsa bunların cümlesini erkeğe mal ettiği için olsa gerek başka türlüsünün olabileceğine hiç imkan bırakmıyordu. Bu yüzden bizde her erkek en azından bir döneminde “harbi delikanlı”dır ya da öyle görünmüştür. Harbi delikanlılık sonradan giderek tavsadı… artık başka değerler ortaya çıkıyor. “Harbi delikanlı” çağdaş bir Donkişot olarak görünmeye başlıyordu. Gerçi kendini harbi delikanlı olarak görenler yine vardı yer yer, ama bir defa bunlar eski anlamıyla “harbi”leri bu yenilere bir nevi yozlaşma örneği olarak bakıyorlar. “harbi” prototipini tanınamaz kılan bu “dünkü çocuk”lara biraz mesafeli davranıyorlar. Tulumbacılıkla, mahalle kabadayılığının özel dünyası içinde argomuza zengin katkılarda buluna buluna bu “getto”nun dışına taşan “harbilik ruhu” başka alanlarda da uç verdi. Öncelikle bir kesim gençlikte çok harbi delikanlı olduğunu hemen herkes bilir. Bu harbi delikanlı, kız arkadaşlarına “bacı” diyerek yaşanırdı. Bacılar herkesçe bilindiği için burada girilmeyecek bu konuya yalnız bacılarında “harbi delikanlı” karşılığı 237 Erol Çankaya olarak “erkek karı” hatırlamak gerekiyor. ifadesiyle taçlandırıldıklarını “Erkek karı” nitelendirilmesi erkekler ve unutmayalım “harbi delikanlı”lar tarafından “kahpe” olmayan kadınlara yönelik olarak ve yine taçlandırma amacıyla kullanılırdı. Erkek karı, adı üzerinde erkek gibi karı demekti. Bu toplumda tek başına, erkek olmak başlı başına bir olumlu özellik olduğu için artık fazla söz gerekmezdi. O da tıpkı harbi delikanlı gibi dürüst, namusuna yan bakana en azından bir Osmanlı tokadı çıkartmaya hazır, erkekleri pek önemsemeyen, sözüne güvenilir bir kadındı.yalnız gariplik şurda ki “erkek karı”idiler. Bu “karı” kelimesi ile “erkek karı” lafını kullanan erkeğin örtük bir aşağılanmada mı bulunduğu, yoksa her zaman bir aşağılanma olarak kullanılmış “karı” seslenişinin başına “erkek” sıfatı geldiği zaman en azından nötralize olup zararlaştığımı belli değil. Ama galiba ikincisi oluyordu. Her zaman bir aşağılanmayı içermiş olan “karı” deyişi böylece bu anlamından kurtulduğu gibi birdenbire olumlu bir içerik kazanıyordu. Bu toplumda, erkek olma olayının basbayağı ideolojik bir kimlik kazandığına çok tanık bulunur ya, burada hem ilginç hem de anlamlı olanını seçelim. Falih Rıfkı’nın Çankaya’sında naklettiği bir rapor geliyor. Ankara’nın iklimi üzerine hazırlanmış olan raporun bir yerinde şöyle deniyor. “Bu yaylada iklim, erken bir iklimdir. Yıllık ısı ortalamaları büyük farklar göstermez”. Bu yararlı alıntının ışığında “erkek karı”ların günü gününe uyan, dönek olmayan kişilikte kadınlar olduğunu çıkarsayabiliriz. Türkçe’deki mecaz bolluğu içinden bu konuya iyi örnek olabilecek olanları yazmaya kalkmak ise hiç gerekmiyor. Ancak edebi bir örnek verecek bu kısmı geçelim, o ünlü “deniz kadın gibidir” 238 Popüler Kültür ve Edebiyat deyişini hatırlayalım. Bu deyişten kadına özgü nitelikleri çıkartabiliriz. Bir dönem sinemamızın vazgeçilmezi olmuş “Erkek Fatma” konulu filimler burada bir an hatırlanırsa “harbi delikanlı” ile “erkek karı” arasındaki ideolojik bağ daha çıplak olarak görülecektir. Bu filmlerin kahramanı olan “erkek karı” bütün yukarıda sayılan ve zaten harbi delikanlının olan niteliklerine ek olarak erkeksi” bir kadındır da nerdeyse bütünüyle cinsellik dışı bir görünümü vardır. Kendi emansipasyonunu sağladığı tavırlar yeni bir kadın türünün değil bütünüyle “harbi delikanlı”nındır. Kendini erkek tavırlarına yenilerini katarak özgürleştirir. Meşin montların, kasketin, sigaranın değilde cigara içmenin, argo konuşmanın sağladığı bu özgürleşme çok zaman biseksüalite ile bütünlenir. Öyle ki çevresindeki “harbi” şöförler (ki onlar “en haso” harbi delikanlılar ve yeni mitolojinin çağdaş kahramanlarıdır), bir ikisi müstesna kadın olarak algılamazlar kendisini. Ta ki, birisi çıkıp ta ona kadınlaştığı, iyice geleneksel mütassıp bir ev kadınına dönüştüğü görülür. Yoksa mutluluğu tehlikededir. Çünkü flimlerin erkekleri de gerçek hayattakiler gibidir. “Erkek karı”ları bir “eş” “kadın” “anne” olarak görmekten çok hep bir erkek arkadaş olarak kabul etme yanlısı! Türkiye toplumundaki bir çok olgu gibi bu iki insan tipi günümüze bir evrim geçirerek ulaştı. İtfaiye kurumunun yaygınlaşması sadece bir müessese olarak “tulumbacılığı” değil, tulumbacılık ruhunu, peşi sıra bir dizi oluşum külhanbeyliğini de ortadan kaldırdı ya da tanınmaz kıldı. “Harbi delikanlı” bakışı hayatımızda yine etkili ama bir “kurum” olarak yaşamıyor. “Erkek karı”ların yerini ise sadece davranışları eskiye benzeyen feministler aldı. “Harbi delikanlılar”, 239 Erol Çankaya Anadolu’dakilerden farklı olarak büyük şehirlerimizin “pub”larına “cafe”lerine “takılan”,”eski harbi”lerin olumlu özelliklerinden pek de nasiplenmemiş olan son moda bir gençliğe dönüştü. Anadolu’lu “harbi delikanlı” arabeske vurdurup Gencebaylı, Ferdili bir dünyanın içinde esriyip giderken metropollerdeki “harbi” gençlik “pop-arabesk”le (?), Özbeğen ve ötekilerle avundu. Bu yeni mistisizm “harbi delikanlı”lardan ve “erkek karı”lardan müteşekkil Türk gençliğinin yol ayrımı oldu. Cumhuriyet Gazetesi, 1 Eylül 1982 240 ANSİKLOPEDİSTLER! Her halde çok kişinin de dikkatini çekmiştir; ne kadar çok ansiklopedi yayınlanır oldu! Şu sıralar,-öteki “ist”ler ortada görülmediği için olsa gerek şaka yollu bir “ansiklopedist” egemenliğinden bile söz ediliyor! Böyle espriler yapıladursun, ardı ardına yeni ansiklopediler yayınlanıyor, her gün bir yenisi boy gösteriyor… Bu durum hiç şüphesiz bir oluşumun göstergesidir. Piyasaya çıkmış bunca “arz”, söz konusu “mal”a yönelik bir “talep” olduğunu, bu talebin de hızla arttığını düşündürüyor. Bu furya içinde, ansiklopedi niteliğini gerçekten taşıyanı da basılıp ilgi görüyor, taşımayanı da; tam bir furya bu. Piyasaya eskiden çıkartılmış kimi “bilimsel seks” kitapları bile şu sıra ciltlenip “seks ansiklopedisi” adıyla yeniden “piyasa”ya veriliyor. “Ansiklopedi” başlığı nerdeyse büyülü bir sözcük olmuş, tam bir fetiş özelliği kazanmış… Hani denilebilir ki okur bulmakta güçlük çeken sanat dergileri aynı içerikleriyle ama adlarını diyelim ki “güncel sanat ansiklopedisi” yaparak yayınlanacak olsa tirajları bir anda üç-beş katına çıkacak! Bu olgu basın alanında son yıllarda yaşananlardan bağımsız değildir. Türkiye’de son dönemde “atağa kalkan” basın alanında olup bitenler, iş çevrelerinin doğrudan devreye girişleri, sanat eserlerinin iyiden iyiye 241 Erol Çankaya “meta” oluşları… vb. gibi oluşumlar hiç şüphesiz verili ekonomik-toplumsal koşullardan kaynaklanmaktadır. Sözgelimi, pilastik sanatlardan başlayıp son birkaç yılda edebiyatı kuşatan ticarileşme de bu genel eğilimin parçası olarak alındığında daha anlamlı olmaktadır. Ansiklopedi yayıncılığının karlı bir yatırım oluşu da aynı çerçeve içinde değerlendirilmeyi gerektiriyor. Tek tek bütün bu alanlardaki “gelişme” ler aslında temeldeki değişkenin saptamasını gerekli kılmaktadır. En kısa deyişle, Türkiye’de 1975 sonrasında hızlanarak yaşananlar şuna işaret etmektedir: Türkiye’de genel olarak bilginin, bilimin ve sanatın kendisi de aktarılma işi de önemli bir meta olmuştur. Sunulan malın niteliğinin şu yada bu oluşu meta olma özelliğini değiştirmediği çok zaman değer arttırdığı için de bu, nispeten rizikosuz bir yatırım olmaktadır. Yani sorunu sadece toplumun düşünsel motivasyonu odağında görmemek, yatırımın “rantabl” oluşunun da altını çizmek gerekmektedir; ama birinci etkeni de ihmal etmeden! Türkiye’de, ikinci kuşağı yönetimi üstlenmeye başlamış olan burjuva kesimi birinci kuşaktan farklılıklar taşımaktadır. Öncelikle, artık “alaylı” değil “mektepli” dir. Kentli özellikler taşımakta, geçmişinden çok zaman rahatsızlık duymaktadır. Bir kısmı batının ciddi, elit kurumlarında eğitim görmüş bu kesime yığınsal özellik kazanmaya başladığı günümüzde “ekinsel etkinlikler” de önemli bir ayrıcalık yolu, seçkinleşme kanalı olarak belirmektedir. Tüketim ideolojisinin verili kalıplarıyla yeterli manevi doyuma ulaşamayan bu kesim için son yılların modası galeri ve sergiler, “müzikhol kültürü”, tiyatro adı altında sunulan gazino programları, vb. gibi “etkinlikler” modern hayatın ögeleri olarak önemli bir işlevi yerine getirmektedir. Bu kesimde söz konusu 242 Popüler Kültür ve Edebiyat yönelişin, bilgiye ve kültüre susamış kentli orta ve küçük burjuvayı çağırısı bir rol oynaması da sürecin bir başka ilginç yanıdır. Kültür alanındaki bu kargaşa, sosyolojik anlamdaki bu “kültür anarşisi” gündelik hayata nasıl yansımaktadır? Bir “yaşantı” ya tekabül eden anlamıyla “kültür” de yoğun anominin, bireyler arası ilişkilerin ve bağın kopuşunun, yalnızlığın ve yabancılaşmanın nedenleri de sonuçları da burada bir yana bırakılsın. Burada sadece güzel sanatlar üzerinde duralım. Dairesini döşeyen adam artık American bar’la birlikte bir kütüphane kurmak gereğini de duymaktadır; çevre baskısı yavaş yavaş buna zorlayıcı bir yere gelmiştir! Diyelim ki dubleks dairesinin duvarlarını, yani dış mekandan kaçıp geldiği, huzur aradığı “yuva” sının duvarlarını şenlikli kılmak istemektedir. O zaman, resim piyasasındaki iktidarca pompalanmış ünlülerin “yapıt”larını seçmeye özen gösterecek, yolun daha başında biriyse duvarlarınınduvar kâğıtlarının rengiyle uyum sağlayacak tabloları mülkiyetine geçirecektir. Kütüphanesine de daha çok görsel kaygılarla yaklaştığı için bir, Bilgiye ihtiyaç duyduğunda ancak “komprime” olanla yetineceği için (Formasyon/Zaman/ Sentez) iki, ansiklopedilere özel bir sempatisi vardır. Üstelik kitaplığında kitap bulundurmanın ikide bir “Şunu okudun mu, bu ne anlatıyor?” gibi tatsız sorulara muhatap olma tehlikesi vardır ki ansiklopedi güzel durduğu gibi okunmaz da! Böylece, bilgi açlığıyla karışmış bir “ekinsel seçkinleşme” tepelerden başlayıp toplumun alt katmanlarına yayılıyor, ansiklopedi sözcüğü bir fetiş, nerdeyse büyülü bir başlık oluyor. Adı üzerinde, her 243 Erol Çankaya alandaki temel bilgilerin toplamı olan ansiklopedileri mülkiyet kaleleri olan evlerindeki kitaplıklarına koymuş irili-ufaklı burjuva parasını bastırıp bilgiye temerküz etmiş, seçkinliğini garantiye almıştır! Sorun, ansiklopedilere karşı olup olmama sorunu değildir. Bu tarz bir karşı çıkışa da elbette karşı çıkılır. Galiba sorun “ansiklopedi kullanma” tarzında düğümlenmektedir. Önüne gelen her “kuşe kâğıtlı, şömiz ciltli” tuğlayla kendini otomatik pilota bağlama,bunun rahatlığıyla gönül germe sorunudur, tam burada başlamaktadır. Kitap kültürü evresini yaşayamadan televizyon ve ansiklopedi kültürü evresine atlayan bir Türkiye’nin gelecekteki düşünsel açılımını tasarlamak pek de huzur verici değil… Komprime olan yüzeyselle yetinme duygusu bir kez oturdu mu bunun sonucu olan bir sağlık tehlikesi bile başlı başına yeterlidir. Ansiklopediler elbette gereklidir, yararlıdır ama “komprime ama ortalama” özellikleri de vurgulanmalıdır. Yanı sıra, temel kaynaklara mutlaka yönelinmelidir. Üstelik bu adla ortalığı dolduran yayınlardan hangisinin ansiklopedi ciddiyetle hazırlandığı, bilimsel bir denetimi gerçekten gördüğü de mutlaka irdelenmelidir. Yoksa kitle kültürü çağı aynı zamanda ansiklopedi kültürü çağıdır da denecekse bakın o zaman da söz bitmez; sorun farklı bir düzeyde ama gene konuşulmalıdır. Cumhuriyet Gazetesi, 28 Ağustos 1980 244 245 Erol Çankaya 246 Popüler Kültür ve Edebiyat 247 Erol Çankaya 248 Popüler Kültür ve Edebiyat 249 Erol Çankaya 250
Benzer belgeler
Bu PDF dosyasını indir - Dilbilim Araştırmaları Dergisi
okuru bir sorumluluğa çağırış var, ‘göreve’ yönelik bir uyarı söz konusu. Türkiye’de bu tip uyarılar elbette var ama şiirden anlamadığım söyleyenlerin büyük bir çoğunluğu bunu söylerken alttan alta...
Detaylı