dosyayı indir - Leges Yazılım
Transkript
dosyayı indir - Leges Yazılım
SİYASET BİLİMİ ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ OCAK 2015 • YIL: (5) 1 – SAYI: 1 SÜRELİ YAYIN – YILDA ÜÇ DEFA YAYINLANIR ISSN 2149-1542 POLITICAL SCIENCE INTERNATIONAL PEER-REVIEWED ACADEMIC JOURNAL JANUARY 2015 YEAR: (5) 1 – ISSUE: 1 PERIODICAL – ISSUED THRICE YEARLY ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ РЕЦЕНЗИРУЕМЫЙМЕЖДУНАРОДНЫЙ НАУЧНЫЙ ЖУРНАЛ ЯНВАРЬ - 2015 ГОД: (5) 1 – НОМЕР:1 ПЕРИОДИЧЕСКОЕ ИЗДАНИЕ – ВЫХОДИТ 3 РАЗА В ГОД YIL: (5) 1 – SAYI: 1 1 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Sahibi Leges Yazılım Tic. Ltd. Şti. adına Ömer Faruk KAHRAMAN Owner On behalf of Leges Yazılım Trd. Ltd. Co. Ömer Faruk KAHRAMAN Genel Yayın Yönetmeni / Editör Doç. Dr. Betül KARAGÖZ YERDELEN Editor in Chief Assoc. Prof. Betül KARAGÖZ YERDELEN Editör Yardımcıları / Assistant Editors Doç. Dr. / Assoc. Prof. Şirin DİLLİ Yrd. Doç. Dr. / Assist. Prof. Kemal ÇİFTÇİ Yrd. Doç. Dr. / Assist. Prof. Kubilayhan ERMAN Dr. Cem FERİDUNOĞLU Dr. Hasan Can MİROĞLU Yayın Danışma Kurulu / Advisory Board Prof. Dr. Selçuk DUMAN Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK Prof. Dr. Philomina OKEKE Prof. Dr. Michael PALMER Prof. Dr. Yuriy Dmitriyevich PETROV Prof. Dr. Turgay UZUN Doç. Dr. Nail ALKAN Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ Doç. Dr. Şahin BAĞIROV Doç. Dr. Laurence CORROY Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU Yayın Kurulu / Editorial Board Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA Doç. Dr. Selda ÜNSAR Yrd. Doç. Dr. İlke BEZEN AYDOĞDU Yrd. Doç. Dr. Berker BANK Yrd. Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI Yrd. Doç. Dr. Kutay ÜSTÜN Yrd. Doç. Dr. Gönül OĞUZ Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN Yrd. Doç. Dr. Tunca ÖZGİŞİ 2 OCAK 2015 Koordinatör Editör / Coordinator Editor Uzman Gül SARIKAYA Kitap Değerlendirme Editörü/ Book Review Editor Arş. Gör. Tolga ÇİKRIKCİ Sorumlu Yazı İşleri Müdürü / Responsible Editor-in-Chief Ömer Faruk KAHRAMAN Redaktör / Redactor Yrd. Doç. Dr. Nazım KURUCA Öğrt. Uğur ÖZDEMİR İngilizce Editörleri / English Language Editors Dr. Hasan Can MİROĞLU Okutman Öznur GÜLER Öğrt. Neslihan MEMİŞ Rusça Editörleri / Russian Language Editors Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA Doç. Dr. Ludmila I. EGOROVA E. Dnz. Kur. Alb. Adnan YAŞAR Uz. Adem USTA İbragim KHASANOV Dergi Asistanları / Journal Assistants Erkan KARA Vugar SAVZALİYEV Yönetim Merkezi / Editorial Office Sümer Mahallesi 29/5 Sokağı No: 2 Nur Apt. Kat: 4 Daire: 11 Zeytinburnu – İSTANBUL TÜRKİYE Tel : (0 212) 547 60 80 Faks : (0 212) 547 60 82 web: www.leges.com.tr E-posta: [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 13 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Editör e-posta: [email protected] ve [email protected] Tasarım&Baskı / Design&Printed by Yıldız Matbaacılık ve Baskı Sistemleri Ziya Gökalp Mah. 42/4 Sokağı No: 18/2 Zeytinburnu – İSTANBUL Tel: (0 212) 558 01 05 – 416 09 39 Abonelik [email protected] Yurt içi (Yıllık) : 160 TL Öğretim üyesi ve öğretmenlere % 15, öğrencilere %25 indirimlidir Yurt dışı (Yıllık) : 180 ABD Doları Subscription [email protected] Domestic - yearly(annual): 160 TL Discount for students %25 for teachers and faculty members %15 Abroad – yearly (annual): 180 ABD Dollars Kapak Tasarım / Cover Design: Muhittin KELEK Kapak Logosu / Kartal motifli Hun Tacı Dizgi Tasarım / Composition: Muhamet GÜRLEK Basım Yeri / Place of Publication: İSTANBUL Basım Tarihi / Publication Date: 06. 01. 2015 4 OCAK 2015 Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nin ortaya çıkmasındaki bilimsel katkılarından dolayı TÜBİTAK’a teşekkür ederiz. We thank TUBITAK for their scientific contributions to establish the Journal of Leges Political Science. Журнал Leges Политические науки приносит благодарность за научную поддержку TÜBİTAK. * LEGES: “Meclis onayı almamış hukuk kuralları, kanun hükmünde kararname / decree law” ** Bu derginin tüm yayın hakları Leges Yazılım Tic. Ltd. Şti.’ne aittir. Her hakkı saklıdır. Alıntılarda kaynak göstermek zorunludur. ** All publishing rights of this journal belongs to Leges Software Trade. Ltd. Co. . All rights reserved. You will need to quote the source. ** Журнал Leges сохраняет все права и несет отвественность за содержание опубликованных материалов. Сохраняет все права. Необходимо указывать использованные источники. YIL: (5) 1 – SAYI: 15 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ 2010 yılından beri yayınlanmakta olan Hukuk-yoğun Leges Hukuk Dergisi’nden ayrılarak, Siyaset-yoğun dergi biçiminde yeniden oluşturulmuş ve bu alana ilişkin akademik yayın ihtiyacını karşılayacak bilimsel birikime katkı sağlamak üzere tasarlanmış uluslararası hakemli bir dergidir. Makaleler Türkçe ve İngilizce’dir, ayrıca her makalenin Rusça özetine yer verilmektedir. Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nde, “Siyasal Bilimler” ekseninde sorgulanıp ifade edilen Siyaset Bilimi, Uluslararası İlişkiler, Kamu Yönetimi, Ulusal Güvenlik ve Savunma Bilimleri, Hukuk, EkonomiPolitik, İletişim, Tarih, Kültür, Sosyoloji, Antropoloji, Eğitim, Felsefe, Din, Etik, Estetik ve Sanat gibi alanlardaki kuramsal çalışmalara ve uygulama analizleri sunan değerlendirmelere yer verilmektedir. THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE is born from the Journal of Leges Law which has been published since 2010. As an international refereed journal, it has a special focus on Political Science. Differently from the law-intensive the Journal of Leges Law it targets to fullfill the needs of academic publications in this area. The articles are Turkish and English, Russian summary is also inclued in each article. The Journal of Leges Political Science embraces all questions related to ‘Political Sciences’ in the field of Political Science, International Relations, Public Administration, National Security and Defense Studies, Law, Political Economy, Communication, History, Culture, Sociology, Anthropology, Education, Philosophy, Religion, Ethics, Aesthetics, Art areas and so. It condiders papers which provide in depth theoretical work and field studies. 6 OCAK 2015 ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ Начиная с 2010 года, политический журнал Leges самостоятельно выходит, который в свое время отделился от правового журнала Leges. Рецензируемый формат политического журнала издается в целях необходимости академических публикаций и предназначен для развития научных знаний в этой области. Статьи публикуются на турецком и английском языках, также представлены аннотации на русском языке. В научно-политическом журнале Leges раздел «Политические науки» широко представлен комплексными исследованиями и оценки апробируемых работ в области политики, международного сотрудничества, административнообщественного права, национальной защиты и обороны, юрисприденции, политико-экогомического поля, истории, культуры, социологии, образования, антропологии, философии, религоведении, этики, эстетики и искусства. YIL: (5) 1 – SAYI: 17 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- DANIŞMA KURULU / CONSULTANT BOARD / ОНСУЛЬТАЦИОННЫЙ СОВЕТ Prof. Dr. Walter ANDREWS Washington Üniversitesi Prof. Dr. S. Saygın EYÜPGİLLER Işık Üniversitesi Prof. Dr. Ramazan AKTAŞ Prof. Dr. Ahmet GÜRBÜZ TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Bingöl Üniversitesi Prof. Dr. Ozan BAHAR Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Prof. Dr. Vladimir BELYAKOV Rusya Bilimler Akademisi Prof. Dr. Yılmaz BİNGÖL Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Prof. Dr. Uwe BLAESİNG Leiden Üniversitesi Prof. Dr. Valerij BOVTUN Altay Devlet Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Bernt BRENDEMEON Oslo Üniversitesi Prof. Dr. Kıymet ÇALIYURT Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Selçuk DUMAN Giresun Üniversitesi Prof. Dr. Bravina Rozalia INNOKENTYEVNA SAHA Cumhuriyeti Bilimler Akademisi Prof. Dr. Mehmet KARAGÜL Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Prof. Dr. Yusuf KARAKILÇIK İnönü Üniversitesi Prof. Dr. Şükrü KARATEPE Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK Turgut Özal Üniversitesi Prof. Dr. Ali KAYA Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Prof. Dr. Turhan KORKMAZ Mersin Üniversitesi Prof. Dr. Atabey KILIÇ Nuh Naci Yazgan Üniversitesi Prof. Dr. Metin Kamil ERCAN Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Stale KNUDSEN Bergen Üniversitesi Prof. Dr. Oğuz ESEN İzmir Ekonomi Üniversitesi Prof. Dr. Philomina OKEKE Kanada Alberta Üniversitesi 8 OCAK 2015 Prof. Dr. Mustafa ÖZER Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet YÜCE Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. Hüseyin ÖZGÜR Pamukkale Üniversitesi Doç. Dr. Bülent AÇMA Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Turgut ÖZKAN Beykent Üniversitesi Doç. Dr. Mustafa Nail ALKAN Gazi Üniversitesi Prof. Dr. Bekir PARLAK Uludağ Üniversitesi Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ Ardahan Üniversitesi Prof. Dr. Yuriy Dmitriyevich PETROV Rusya Bilimler Akademisi Doç. Dr. Şahin BAĞIROV Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Prof. Dr. Erkan POYRAZ Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. Dilek BAYBORA Anadolu Üniversitesi Prof. Dr. Martha RAMPTON ABD Pasifik Üniversitesi Doç. Dr. Laurence CORROY Sorbonne Üniversitesi Prof. Dr. Metin SABAN Bartın Üniversitesi Doç. Dr. Şaban ÇELİK Yaşar Üniversitesi Prof. Dr. Coşkun SAN Ankara Üniversitesi Doç. Dr. Fatih DEMİRCİ Dumlupınar Üniversitesi Prof. Dr. N. Tolga SARUÇ Sakarya Üniversitesi Doç. Dr. Şirin DİLLİ Giresun Üniversitesi Prof. Dr. Almagul SARYMSAKOVA Kazakistan Amerikan Üniversitesi Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT Giresun Üniversitesi Prof. Dr. Seval SELİMOĞLU Anadolu Üniversitesi Doç. Dr. Ali Serdar ERDURMAZ Hasan Kalyoncu Üniversitesi Prof. Dr. Şule TOKTAŞ Kadir Has Üniversitesi Doç. Dr. Birol ERKAN Kilis 7 Aralık Üniversitesi Prof. Dr. Turgay UZUN Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Doç. Dr. İlhan EROĞLU Gaziosmanpaşa Üniversitesi Prof. Dr. Rasim YILMAZ Namık Kemal Üniversitesi Doç. Dr. İrfan ERTUĞRUL Pamukkale Üniversitesi YIL: (5) 1 – SAYI: 19 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Doç. Dr. Ranetta GAFAROVA Ardahan Üniversitesi Doç. Dr. Ayhan GENÇLER Trakya Üniversitesi Doç. Dr. Ahmet KARADAĞ İnönü Üniversitesi Doç. Dr. Murat KAYIKÇI Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Doç. Dr. Selçuk KENDİRLİ Hitit Üniversitesi Doç. Dr. Fatma KOCABAŞ Anadolu Üniversitesi Doç. Dr. Pervane MAMMEDLİ Azerbaycan Avrasya Üniversitesi Doç. Dr. Engin ÖNER Yüzüncü Yıl Üniversitesi Doç. Dr. Ferhat Başkan ÖZGEN Adnan Menderes Üniversitesi Doç. Dr. Uğur ÖZGÖKER İstanbul Arel Üniversitesi Doç. Dr. Mehmet ÖZMEN Çukurova Üniversitesi Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA Giresun Üniversitesi Doç. Dr. Soyalp TAMÇELİK Gazi Üniversitesi Doç. Dr. Ahmet Tolga TÜRKER İstanbul Arel Üniversitesi Doç. Dr. Ahmet YATKIN Fırat Üniversitesi Doç. Dr. Mehtap YEŞİLORMAN Fırat Üniversitesi 10 Doç. Dr. Pınar M. YELSALI PARMAKSIZ Ankara Üniversitesi Doç. Dr. Hasan HüseyinYILDIRIM Hacettepe Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. İlke Bezen AYDOĞDU Fırat Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Berker BANK Yrd. Doç. Dr. Kemal ÇİFTÇİ Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan ERMAN Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kurtuluş Yılmaz GENÇ Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Zeynep KAYA Gedik Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Nazım KURUCA Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Gönül OĞUZ Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Deniz TANSİ Yeditepe Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU Giresun Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Kutay ÜSTÜN Ardahan Üniversitesi Dr. İsmail Cem FERİDUNOĞLU Dr. Hasan Can MİROĞLU OCAK 2015 HAKEM KURULU / REFEREES BOARD / РЕДАКЦИОННЫЙ СОВЕТ Prof. Dr. Walter ANDREWS Prof. Dr. Recep AKCAN Prof. Dr. Bernt BRENDEMEON Prof. Dr. Mesut ÇAPA Prof. Dr. Sadık Rıdvan KARLUK Prof. Dr. Akın MARŞAP Prof. Dr. Mustafa ORAL Prof. Dr. Almagul SARYMSAKOVA Prof. Dr. Yuriy Dimitriyevich PETROV Prof. Dr. Şule TOKTAŞ Doç. Dr. Müslüm AKINCI Doç. Dr. Mustafa Nail ALKAN Doç. Dr. Derya ALTUNBAŞ Doç. Dr. Fatih DEMİRCİ Doç. Dr. Şirin DİLLİ Doç. Dr. Ayşe ÖZCAN Doç. Dr. Yalçın SARIKAYA Doç. Dr. Ali Ata YİĞİT Yrd. Doç. Dr. İlke BEZEN AYDOĞDU Yrd. Doç. Dr. Kemal ÇİFTÇİ Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan ERMAN Yrd. Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI Yrd. Doç.Dr. Zeynep KAYA Yrd. Doç. Dr.Gönül OĞUZ Yrd. Doç. Dr. Cenk ÖZGEN Yrd. Doç. Dr. Tunca ÖZGİŞİ Yrd. Doç. Dr. Filiz TEPECİK Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU Yrd. Doç. Dr. Alper UYUMAZ YIL: (5) 1 – SAYI: 111 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 12 OCAK 2015 İÇİNDEKİLER Editörden Merhaba Betül KARAGÖZ YERDELEN................................................. 19 Aggression Crime Regarding the Rome Statute: A Jus ad Bellum Perspective Emre TURKUT........................................................................... 27 İnsancıl Hukuk İlkeleri Kapsamında Kosova Sorunu ve NATO’nun “İnsancıl” Müdahalesi Arda ÖZKAN.............................................................................. 47 Çelik Harekâtı Üzerine Hukuki ve Askeri Bir Analiz Cenk ÖZGEN.............................................................................. 71 Gelişmişlik, Azgelişmişlik ve “Kronik Yolsuzluk”: Kavramsal Bir Ele-Alış Ernur GENÇ............................................................................... 91 Sovyet ve Post-Sovyet Azerbaycan’da Siyasi Elitin Oluşması Şahin BAĞIROV......................................................................... 117 Patrimonyal Yeniden-Dağıtımcı (Redistributive) Yapıdan, Rasyonel-Yasal (Rational-Legal) Yapıya Geçiş Seda ÜNSAR............................................................................... 137 YIL: (5) 1 – SAYI: 113 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Tarihsel Gelişim Seyri Bakımından “Arap Baharı”nı Konumlandırmak: Devrim mi Karşı-Devrim mi? Kemal ÇİFTÇİ............................................................................ 153 Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasi ve Toplumsal Dönüşümün Ekseni: Çağdaşlaşma Vurguları Tunca ÖZGİŞİ............................................................................. 185 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Kadına Yönelik Şiddetle Mücadelenin Tarihi Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ................................................. 209 Avrupa Birliği’nin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Stratejileri ve Türkiye Yeliz YAZAN................................................................................ 235 Marketing of Consumption Ideology via Social Media Ece ÜNÜR....................................................................................255 Kitap Değerlendirmesi 1: “Küresel Politikada Yükselen Afrika” Menekşe SÖZBİLİR................................................................... 281 Kitap Değerlendirmesi 2: “Türk Milli Mücadelesinin Gizli Cephesi Afganistan” Cenk ÖZGEN.............................................................................. 287 Makale Yayın İlkeleri.................................................................. 293 14 OCAK 2015 CONTENTS Words From The Editor Betül KARAGÖZ YERDELEN . ........................................................ 21 Crime regarding the Rome Statute: A Jus ad Bellum Perspective.......... Emre TURKUT..................................................................................... 27 Kosova Issue and ‘Humanitarian’ Intervention of NATO in Terms of Humanitarian Law Principles Arda ÖZKAN........................................................................................ 47 A Legal and Military Analysis on Operation Çelik Cenk ÖZGEN........................................................................................ 71 Development, Underdevelopment and “Chronic Corruption”: A Conceptual Threat Ernur GENÇ......................................................................................... 91 The Formation of Political Elite in Soviet and Post-Soviet Azerbaijan.. Şahin BAĞIROV................................................................................... 117 Transition From A Patrimonial-Redistributive Structure to A Rational-Legal Structure Seda ÜNSAR......................................................................................... 137 YIL: (5) 1 – SAYI: 115 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Positioning the “Arab Spring” in Terms of Historical Development Course: A Revolution or Counter-Revolution? Kemal ÇİFTÇİ...................................................................................... 153 Political and Social Transformation’s Axis in the First Years of the Turkish Republic: Modernization Highlights Tunca ÖZGİŞİ....................................................................................... 185 An Overview of Debates on Violence Against Women in the Turkish Grand National Assembly Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ........................................................... 209 European Union Gender Equality Strategies and Turkey Yeliz YAZAN.......................................................................................... 235 Marketing of Consumption Ideology via Social Media Ece ÜNÜR..............................................................................................255 Book Review 1: “Emerging Africa in Global Policy” Menekşe SÖZBİLİR............................................................................. 281 Book Review 2: “The Secret Front of Turkish National Struggle: Afganistan” Cenk ÖZGEN........................................................................................ 287 Publication Rules.................................................................................. 299 16 OCAK 2015 СОДЕРЖАНИЕ От Издателя Бетюль КАРАГЁЗ ЕРДЕЛЕН ........................................................... 23 Агрессия преступности в отношении Римского Статута: перспектива «Jus Ad Bellum» Эмре ТУРКУТ...................................................................................... 27 Проблемы Косово в контексте принципов гуманитарных прав и ‘Гуманитарное’ вмешательство НАТО Арда ОЗКАН ....................................................................................... Военно-правовой анализ “Операции Стали” Дженк ОЗГЕН ..................................................................................... 47 71 Развитость, низкий уровень развитости и «хроническая коррупция»: концептуальный обзор Эрнур ГЕНЧ......................................................................................... 91 Формирование политической элиты в советском и постсоветском Азербайджане Шахинь БАГИРОВ............................................................................. 117 Переход возрождающей перераспределительно-институциональной структуры на рационально-правовую и производительную (незаконченную) структуру............................................................................................... Седа УНСАР......................................................................................... 137 Обзор исторического хода событий “Арабской Весны”: революция или контрреволюция? Кемаль ЧИФТЧИ................................................................................ 153 YIL: (5) 1 – SAYI: 117 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Ось политических и общественных трансформаций в первые годы Турецкой Республики : акценты модернизации Тунджа ОЗГИШИ............................................................................... 185 История борьбы с насилием в отношении женщин в Великом Национальном Собрании Турции Джемиле АРЫКОГЛУ УНДЮДЖЮ............................................... 209 Вопросы гендерного равенства: стратегии Европейского Союза и Турция.................................................................................. Елиз ЯЗАН............................................................................................ 235 Маркетинг (исследования) потребительской идеологии с помощью средств массовой информации Эдже УНЮРЬ....................................................................................... 255 Рецензия на Книгу 1: “Развивающаяся Африка в глобальной политике” Издательский Сойальп ТАМЧЕЛИК Менекше СЁЗБИЛИРЬ...................................................................... 281 Рецензия на КНИГУ 2: “Афганистан – Тайный Фронт Турецкой Национальной Борьбы” Автор Кубилайхан ЭРЬМАН Дженк ОЗГЕН ..................................................................................... 287 Требования к публикациям.............................................................. 293 18 OCAK 2015 EDİTÖRDEN MERHABA, Değerli Okurlarımız, Leges Siyaset Bilimi Dergisi’nin ilk sayısı ile karşınızda olmanın heyecanı ve sevinci içindeyiz. Uluslararası hakemli bir dergi olarak yayın hayatına başlayan Leges Siyaset Bilimi Dergisi, bu ilk sayısında önemli konuları, geniş bir yazar kadrosu ile ele almaktadır. İKİNCİ sayımız ise konulu, tematik bir sayı olacaktır: Kadın, Devlet ve Siyaset. Ön-makalelerin son kabul tarihi 15 Nisan 2015’tir. Burada belirtmek isteriz ki, Leges Siyaset Bilimi Dergisi, henüz ilk sayısıyla yayın hayatına başlamış olmasına karşın, arkasında beş yıllık Leges Hukuk Dergisi’nin deneyimi ve birikimi bulunmaktadır. Bu birikim, dergimize bilimsel kalite ve güven olarak yansımaktadır. İkinci sayımızda olduğu gibi, bundan sonraki dönemlerde de, zaman zaman konulu özel sayılarımız olacaktır. Ancak genel olarak dergimizde Siyaset Bilimi ve Siyasal Bilimlerdeki geniş bilimsel yelpazenin farklı alanlarına ilişkin, akademik derinliği olan ve hakem incelemesinden geçen yazılara yer verilecektir. Bu bağlamda, ÜÇÜNCÜ sayımız konulu bir sayı olmayacaktır. Üçüncü sayımız için Siyasal Bilimlerin bütün alanlarından gelecek, yayın ilkelerimize uyan nitelikli yazıların kabulü ve değerlendirme süreci şimdiden başlamıştır. Yazı kabul süreci 15 Ağustos 2015’te sona erecektir. YIL: (5) 1 – SAYI: 119 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- DÖRDÜNCÜ sayımızda, “Dünyadaki Yurttaşlık ve Sınıraşan Soy-Kimlik Sorunları” incelenecektir ve en son makale kabul tarihi 15 Aralık 2015’tir. Kardeş dergimiz olan yine uluslararası hakemli Leges Sosyal Bilimler Dergisi ile birlikte, Siyasal ve Sosyal Bilimler alanında ‘Özellikli Bilgi’ kaynağı olabilecek değerli katkılarınızı, kitap tanıtımlarınızı, vaka takdimlerinizi, yorum, eleştiri ve önerilerinizi bekliyor, sizlerle buluşmaktan mutluluk duyuyoruz. Dünya değer zincirine hep birlikte eklenmenin hazzını hissediyoruz. Saygılarımızla. Doç. Dr. Betül KARAGÖZ YERDELEN 20 OCAK 2015 WORDS FROM THE EDITOR, Dear Readers, It is a great pleasure for us to publish the Journal of Leges Political Science’s first issue. The Journal of Leges Political Science has been issued as an international refereed journal with a large team of authors from its very first issue. If this first issue covers a large range of topics, our SECOND issue will be dealt about “Women, State and Politics”. Article admissions period will end on April 15, 2015. It must be stated here that even though Leges Journal of Political Science publishes its first issue, it has five years of experience and knowledge coming from the Journal of Leges Law. Without doubt this accumulation reflects positively as scientific quality as well as a valuable experience to our journal. As with our second issue, we will be publishing special issues from time to time in the future. But in general, we are an international peer reviewed journal welcoming articles with academic depth in the field of Political Sciences. Therefore, the THIRD issue will have no thematic restrictions. The evaluation process matching our publication criteria has begun. Article admissions period will end on August 15, 2015. YIL: (5) 1 – SAYI: 121 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Our FOURTH issue will focus on “Citizenship and Transboundary Identity Matters in the World”. We accept articles till December 15, 2015. Together with our fellow The Journal of Leges Social Sciences, we look forward to your valuable contributions such as book reviews, case studies, scientific essays and critics. Any remarks and suggestions are welcome since we all wish to add a value to the world of knowledge. Best Regards, Assoc. Prof. Betül KARAGÖZ YERDELEN 22 OCAK 2015 ОТ ИЗДАТЕЛЯ Дорогие читатели! Мы хотели бы с Вами поделиться своей радостью и глубоким волнением с выходом первого номера жyрнала Leges «Политические науки». Международная редакционная комиссия журнала Leges «Политические науки» в первом номере представлена профессионально авторитеными учеными и рассматриваются важные вопросы в науке. Во втором номере будут раскрыты такие темы и вопросы как: женщина, государство и политика. Последний день приема Онлайн статьи 15 апреля 2015 года. Следует отметить, что хотя журнал Leges «Политические науки» еще не начал публиковать свою деятельность, но постепенно в течение пяти лет формировался и апробировался в журнале Leges Право. Такая локализация позволила журналу состояться как профессионально научному и заслужить доверие. ВТОРОЕ издание и последующие номера будут придерживаться этих критериев, а со временем будут издаваться в специальном номере журнала. Таким образом, в журнал будут включены многоаспектные исследования различных научных направлений в области политологии и политических наук, а также будут даны досканальные научноэкспертные оценки. YIL: (5) 1 – SAYI: 123 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Этто связано с ТРЕТИМ номером журнала. Для третьего номера уже формируются материалы в области политических наук, которые характеризуются научностью и достоверностью. Срок подачи статьи до 15 августа 2015 года. В ЧЕТВЕРТОМ номере раскрывает проблемы «Гражданство и вопросы приграничной зоны: документы, удостоверения». Срок подачи материалов 15 декабря 2015 год. В рамках дружественного партнера международной редакционной коллегии журнала Leges Социальные науки, мы готовы принять ваши комментарии, критику и предложения, которые внесут бесценный вклад в области политики и социологии, как издания отдельной книги «Узкоспециальные знания». Мы надеемся, что это будет своеобразной ценной цепочкой нашего объединения. С уважением, Доцент, доктор Бетюл Карагёз Ерделен 24 OCAK 2015 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ GELECEK SAYI / NEXT ISSUE ÖZEL SAYI: KADIN, DEVLET ve SİYASET SAYI EDİTÖRLERİ: DOÇ. DR. ŞİRİN DİLLİ ve DOÇ. DR. RANETTA GAFAROVA SPECIAL ISSUE: WOMEN, STATE and POLITICS ISSUE EDITORS: ASSOC. PROF. ŞİRİN DİLLİ and ASSOC. PROF. RANETTA GAFAROVA СПЕЦИАЛЬНЫЙ НОМЕР: ЖЕНЩИНА, ГОСУДАРСТВО И ПОЛИТИКА РЕДАКТОРЫ НОМЕРА: ДОЦЕНТ, ДОКТОР ШИРИН ДИЛЛИ ДОЦЕНТ, ДОКТОР РАНЕТТА ГАФАРОВА Yazı kabul süreci 15 Nisan 2015’de sona erecektir. Article admissions period will end on April 15, 2015. Срок приема 15 апреля 2015 года. [email protected] [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 125 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Sevimbike Han (Süyümbike Hatun) 1516 - 1554 KAZAN HÜKÜMDARI 26 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE* ** Emre TURKUT It is not peace which was natural and primitive and old, but rather war. War appears to be as old as mankind, but peace is a modern invention.1 ROMA STATÜSÜNDE SALDIRI SUÇU: BİR JUS AD BELLUM PERSPEKTİFİ Özet 2010 yılında, Kampala Konferansı’ndaki delegeler, saldırganlık suçunun, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) yetkisine dâhil edilmesi hususunda, saldırganlık kavramının yüksek derecede politik tabiatı dolayısıyla, güçlü muhalefetlerle karşılaştılar. Bu tablo, gerçekten de, saldırganlık kavramının tanımı üzerine yoğun düşünce farklılıklarını kanıtlamaktadır. Kuvvet kullanma yasağının her türlü ciddi ihlali, jus ad bellum kapsamında saldırganlık oluşturur. Bununla birlikte, Roma Statüsü, jus ad bellum’da olan tanımdan daha dar bir tanım getirmiş, bunun sonucunda uluslararası sorumluluk için daha yüksek bir sınır öngörmüştür. Dar bir saldırganlık tanımı yaratmak UCM’nin amaçları bağlamında anlaşılabilir ve ikna edici görünse de, bu yaklaşımın jus ad bellum kavramının etkisini azaltma potansiyeli vardır. Bundan dolayı, bu makale uluslararası ceza hukukundaki saldırganlık fenomenini analiz etmeyi * ** 1 This paper was presented at the 4th International Public Law Conference (IPLC) organised by the International Association of IT Lawyers, held in Lisbon, Portugal on 15-17 October 2014. Research Assistant at Turgut Ozal University, Law School, Public International Law Department, [email protected] Sir Henry Sumner Maine, International Law (London 1888) 8 cited in Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam (first published 1955, The Lawbook Exchange, Ltd., Clark-New Jersey, 2006) 72 YIL: (5) 1 – SAYI: 127 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- amaçlamaktadır. Bilhassa, saldırganlık kavramının tarihsel arka planıyla yola çıkmakta ve Roma Statüsü’ndeki saldırganlık suçu ile jus ad bellum’daki saldırganlık konsepti arasındaki bağlantıyı sorgulayarak, saldırganlık kavramının tanımını incelemektedir. Bu anlamda, yakın gelecekteki başarılı UCM kovuşturmaları adına bazı problem ve görünmez tehlikeleri görünür kılmayı amaçlamaktadır. Anahtar kelimeler: Saldırganlık, UCM, Roma Statüsü, Kampala Konferansı, Jus Ad Bellum. CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE Abstract In 2000, the delegates to Kampala Review Conference confronted strong oppositions to include the aggression within the jurisdiction of the International Criminal Court due to the highly political nature of the concept of ‘aggression’ itself. This picture, indeed, proves the intense differences of opinions about the definition of aggression. Under the jus ad bellum, any serious violation of the prohibition on the use of force constitutes aggression. However, the Rome Statute of the ICC provides a much narrower definition than the one within the jus ad bellum, and thus, a higher threshold for the international responsibility. Creating a narrower definition is understandable and convincing for the purposes of the ICC; however this approach has a potential to dilute the jus ad bellum. Therefore, at the outset, this paper aims to critically analyse the phenomenon of aggression in international criminal law. It particularly starts with searching the historical background of aggression, and then examines the definition of aggression under the Rome Statute as pointing the correlation between the crime of aggression under Rome Statute and the concept of aggression within jus ad bellum. In this way, it tries to show some problems and pitfalls regarding the forthcoming successful prosecutions of the ICC. Key words: Aggression, ICC, Rome Statute, Kampala Conference, Jus Ad Bellum. 28 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE ПРЕСТУПЛЕНИЕ АГРЕССИИ В РИМСКОМ СТАТУТЕ: ПЕРСПЕКТИВА JUS AD BELLUM Аннотация В 2010 году делегаты на Кампальской конференции столкнулись с сильной оппозицией по поводу включения агрессии под юрисдикцию Международного уголовного суда, из-за крайне политического характера данного термина. Эта картина доказывает существование широких различий в мнениях об определении агрессии. Под jus ad bellum любое серьезное нарушение запрета на применение силы и считается агрессией. Однако Римский статут МУС обеспечивает гораздо более узкое определение, чем в jus ad bellum, и, таким образом, более высокий порог для международной ответственности. Создание более узкого определения - это понятные и убедительные для целей МУС, однако, этот подход может снизить потенциал силы jus ad bellum. Поэтому эта статья направлена на то, чтобы проанализировать феномен агрессии в международном уголовном праве. И в частности, начинается с поиска исторических предпосылок агрессии, а затем рассматривает определение агрессии согласно Римскому статуту, как указывающую корреляцию между преступлением агрессии в соответствии с Римским статутом и понятием агрессии в рамках jus ad bellum. Таким образом, в статье предпринята попытка раскрыть некоторые проблемы и так называемые «подводные камни», касающиеся предстоящих успешных преследований МУС. Ключевые слова: Агрессия, МУС, Римский статут, Кампальская конференция, Jus Ad Bellum. INTRODUCTION This paper begins unlikely in a way, with a famous quotation of Benjamin Ferencz who made great contributions to international criminal law: “The most important accomplishment of the Nuremberg trials was the condemnation of illegal war-making as the supreme international crime. That great step forward in the evolution of international humanitarian law must not be discarded or allowed to wither. Insisting that wars cannot be prevented is a self-defeating prophecy of doom that repudiates the rule of law. Nuremberg was a triumph YIL: (5) 1 – SAYI: 129 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- of Reason over Power. Allowing aggression to remain unpunishable would be a triumph of Power over Reason.”2 Ben Ferencz, a former prosecutor at Nuremberg trials has constantly argued that the crime of aggression should be included in the Rome Statute of International Criminal Court (hereinafter- the ICC).3 On 17 July 1998, the Rome Statute was adopted. Following the necessary 60 ratifications, the Statute was entered into force in 2002 and the International Criminal Court was officially established. The Rome Statute provided a jurisdiction over the crime of aggression; however there were no consensus on certain aspects. Therefore, the Statute did not authorize the Court to exercise jurisdiction over this crime until the provision defining the crime and setting out the conditions was adopted in Kampala Review Conference in 2010. Although in international law the prohibition on aggression is considered a jus cogens norm, in Kampala the delegates to ICC Review Conference confronted strong oppositions. Some delegates strongly defended that the crime of aggression should not be incorporated within the jurisdiction of the ICC, at all.4 Because, prosecuting such a crime will be too difficult due to its highly political nature. This picture, indeed, proves the intense differences of opinions about the definition of aggression. Therefore, this paper aims to critically analyse the phenomenon of aggression in international criminal law. It particularly starts with searching the historical background of aggression, and then examines the definition of aggression under the Rome Statute as pointing the correlation between the crime of aggression under Rome Statute and the concept of aggression within jus ad bellum. In this way, it tries to show some problems and pitfalls regarding forthcoming successful ICC prosecutions. 2 3 4 30 Benjamin B. Ferencz, ‘Ending Impunity for the Crime of Aggression’, (2009) 41 Case Western Reserve Journal of International Law 281, 290 As a matter of fact, the inclusion of aggression could mean a closure of a loophole. Because in 1945 San Francisco drafting conference, a US delegate expressed clearly that “the intention of the authors of the original text was to state in the broadest terms an absolute all-inclusive prohibition; … there should be no loopholes.” United Nations Conference on International Organization, Vol. 6 (UN Information Organizations, 1945) 34, 35 H.H. Koh, ‘Statement Regarding Crime of Aggression at the Resumed Eighth Session of the Assembly of States Parties of the International Criminal Court’, 23 March 2010, <http://usun.state.gov/briefing/statements/2010/139000.htm> accessed 24 April 2014 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE THE CRIME OF AGGRESSION: A BRIEF HISTORICAL REVIEW FROM PEACE OF WESTPHALIA TO KAMPALA International community has had a major concern of ending conflicts and maintaining peace since The Peace of Westphalia in 1648. The series of treaties which gave rise modern international law and a new political order placing sovereign state system in its centre, provided that states must try to resolve problems peacefully.5 However, the first attempt to entrench the individual accountability for engaging in aggression was the trial of German Kaiser by a special tribunal provided in Article 27 of the Versailles Treaty for “a supreme offence against international morality and the sanctity of treaties.”6 Although the Covenant of League of Nations condemned the ‘external aggression’ for the first time in 19197; under international law, prohibiting states from engaging in aggression came only true with the adoption of Kellogg-Briand Peace Pact in 1928.8 The pact did not give a definition of aggression or even used the particular term, but condemned “recourse to war for the solution of international controversies.”9 Furthermore, the pact did not provide the provisions of criminal accountability for individuals10, but this became possible by the judges of Nuremberg who relied on the premise that a war of aggression had been a crime under international law since KelloggBriand Pact. Aggression has been prosecuted as an international crime of individuals by the Nuremberg and Tokyo Tribunals as “crime against peace.”11 The crime was defined as “planning, preparation, initiation or waging of a war of aggression, or a war in violation of international treaties, agreements or assurances, or participation in a common plan or conspiracy for the accomplishment of any 5 6 7 8 9 10 11 M.E. O’Connell, International Law and the Use of Force: Cases and Materials (2nd edn., Foundation Press, 2009) 127-129 ibid, 142 ibid, 139 and R.L. Griffiths, ‘International Law, the Crime of Aggression and the Jus Ad Bellum’, (2002) 2 International Criminal Law Review 301, 303 General Treaty for Renunciation of War as an Instrument of National Policy, 27 August 1928 ibid, article 1 Michael J. Glennon, ‘The Blank-Prose Crime of Aggression’ (2010) 35 Yale J. Int’l L. 71, 74 A. Cassese, International Criminal Law, (2nd ed. Oxford University Press, 2008) 152 YIL: (5) 1 – SAYI: 131 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- of the foregoing.”12 The Nuremberg Tribunal convicted twelve defendants and the Tokyo Tribunal found twenty-five defendants guilty of engaging aggressive war.13 However, judgements only focused on punishing the aggression, but provided no provision as to how it must be defined.14 In the 1950s, International Law Commission attempted to codify a Code of Offenses against the Peace and Security of Mankind by the authorization of United Nations General Assembly (hereinafter- the UNGA), but difficulties to define such a crime ended up as suspension of the ILC in 1954.15 Following unsuccessful efforts, on 14 December 1974 the UNGA adopted a resolution on aggression.16 Significantly, Resolution 3314 provided a definition of act of aggression17, but, “no explicit reference to individual criminal responsibility.”18 However, Resolution 3314 played an important role in the subsequent efforts to codify the crime of aggression and served as “the backbone19” of Special Working Group on the Crime of Aggression (hereinafter- SWGCA)’s proposed definition in Kampala.20 On 17 July 1998, Rome Statute was adopted21 and the Statute provided a jurisdiction for the ICC over the crime of aggression.22 However, “the crime of aggression was stillborn.”23 Because, the state parties could not reach consensus on two aspects: “a) the definition of the crime and b) the conditions 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 32 Charter of the International Military Tribunal, Annex to the Agreement for the Prosecution and Punishment of the Major War Criminals of the European Axis, 8 August 1945, Annex, 39 AJIL (1945) Suppl. 258, article 6 (a) Glennon (n 10) 74 Andreas Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’ (2009) 20.4 EJIL 1117, 1120 G.A. Res. 897 (IX), at 50, U.N. Doc A/2890 (Dec. 4, 1954) Definition of Aggression, UN GA Res. 3314 (XXIX), UNGA OR 29th Sess., Supp. No. 31, UN Doc A/Res/3314 (1974) Resolution 3314 article 1: “Aggression is the use of armed force by a State against the sovereignty, territorial integrity or political independence of another State, or in any other manner inconsistent with the Charter of the United Nations …” Glennon (n 10) 79 ibid Kai Ambos, ‘The Crime of Aggression after Kampala’ (2010) 53 GYIL 463, 464 Rome Statute of the International Criminal Court, 17 July 1998, entered into force 1 July 2002, UN Doc. A/CONF. 183/9; 2187 U.N.T.S. 90 Rome Statute, article 5. D. Scheffer, ‘The Complex Crime of Aggression under the Rome Statute’ (2010) 23 LJIL 897, 897 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE for the exercise of jurisdiction over it.”24 Therefore, it was decided that the Court shall not exercise jurisdiction over the crime of aggression until further provisions defining the crime and setting out the conditions were adopted.25 The task to work on the proposals of aggression was given initially to the Preparatory Commission (1999-2002)26 and SWGCA (2003- 2009).27 Finally, The SWGCA’s proposal was adopted by the Assembly of State Parties on 26 November 200928 and presented to the delegates to Kampala Review Conference under the name of “Conference Room Paper on the Crime of Aggression” on 25 May 2010.29 THE KAMPALA REVIEW CONFERENCE The conference took place in Kampala, Uganda between 31 May and 11 June 2010.30 In Kampala, the delegates adopted a resolution on the crime of aggression by consensus. The resolution amended the annexes I, II and III.31 These amendments include: “a) the definition for the crime (details a crime and an act of aggression), b) the conditions for the exercise of jurisdiction, c) elements of the crime and d) seven understandings on the crime of aggression for the further prosecutions.”32 24 25 26 27 28 29 30 31 32 C. Wenaweser, ‘Reaching the Kampala Compromise on Aggression: The Chair’s Perspective’ (2010) 23 LJIL 883, 884 Rome Statute, article 5(2). Final Act of the United Nations Diplomatic Conference of Plenipotentiaries on the Establishment of an International Criminal Court, UN Doc A/CONF.183/10, 17 July 1998, Annex I, Resolution F Resolution on Continuity of Work in Respect of the Crime of Aggression, ICC-ASP/1/ Res.1, 9 September 2002 Res. ICC-ASP/8/Res.6. The proposal is annexed as appendix I to the February 2009 Report of the SWGCA (ICC-ASP/7/20/Add. 1) RC/WGCA/1, 25 May 2010. Review Conference of the Rome Statute, International Criminal Court, Draft Resolution Submitted by the President of the Review Conference: The Crime of Aggression, ICC Doc RC/10 (11 June 2010). Review Conference Annex I: Amendments to the Rome Statute of the ICC on the Crime of Aggression. Annex II: Amendments to the Elements of Crimes. Annex III: Understandings Regarding the Amendments to the Rome Statute of the ICC on the Crime of Aggression-Final Understandings Annex III: Final Understandings and NN Jurdi, ‘The Domestic Prosecution of the Crime of Aggression after the International Criminal Court Review Conference: Possibilities and Alternatives’ (2013) 14 MJIL 1, 2 YIL: (5) 1 – SAYI: 133 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- As a matter of fact, the resolution “is a decisive step in the completion of the Rome Statute.”33Moreover, the willingness and cooperation of state parties, especially the adoption of amendments by “a text-book example” of consensus34, was one the most important achievements of the conference. Therefore, the conference represents an important turning point in the evolution of international criminal law. DEFINING THE CRIME OF AGGRESSION Preliminary Remarks on Jus ad Bellum In order to understand today’s jus ad bellum; first Charter of United Nations must be assessed. Article 2 (4) of Charter states: “All Members shall refrain in their international relations from the threat or use of force against the territorial integrity or political independence of any state, or in any other manner inconsistent with the Purposes of the United Nations.” However, there are two exceptions in the UN Charter. One exception is found Article 39 and 42 “with respect to threats to the peace, breaches of the peace and acts of aggression.” And another exception is provided in Article 51 of right of individual or collective self-defence. The Security Council has extensive authority to use of force in Articles 39 and 42, but states have limited right of individual and collective self-defence in case of an actual armed attack, until the Security Council takes necessary measures to prevent the threats against the peace. Under Article 51, states have a right of individual or collective selfdefence in case of an actual attack, not any other violation of prohibition on the use of force in Article 2(4). Therefore, it is possible to say that not all violations constitute aggression. As a matter of law, in Nicaragua Case of 1986, the International Court of Justice (ICJ) held that “the prohibition of armed attacks may apply to the sending by a State of armed bands to the territory of another State, if such an operation, because of its scale and effects, would have been classified as an armed attack rather than as a mere frontier incident had it been 33 34 34 N. Blokker & C. Kreß, ‘A Consensus Agreement on the Crime of Aggression: Impressions from Kampala’ (2010) 23.4 LJIL 889, 889 ibid, 891 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE carried out by regular armed forces.”35 Also the ICJ scales the acts of use of force as ‘grave’ or ‘less grave’, as in the Case of Oil Platforms.36 Hence, in the Resolution 3314, the distinction between ‘aggression’ and ‘other uses of force’ was clearly put.37 Definition of Aggression As above-mentioned, Resolution 3314 served as the basis of the SWGCA’s draft amendments in Kampala. Therefore, first the definition provided in Resolution 3314 should be discussed. First of all, in Article 1, Resolution 3314 provides that aggression is “the use of armed force by a State against the sovereignty, territorial integrity or political independence of another State, or in any other manner inconsistent with the Charter of the United Nations, as set out in this Definition.” As seen, Article 1 defines aggression as based on Article 2(4) of the Charter, thus as a violation of use of force. In this regard, as provided in the Article 2, “the first use of armed force by a State in contravention of the Charter shall constitute prima facie evidence of an act of aggression.”38 Secondly, Article 3 lists some acts that qualify as aggression. Article 4 states that the acts are not “exhaustive and the Security Council may determine that other acts constitute aggression under the provisions of the Charter.” The definition in Resolution 3314 has been criticized for not clarifying the ambiguity of the prohibition on use of force.39 This is particularly because of the outcome in Resolution 3314 which provides a description more than a definition.40 Furthermore, the negotiating historical record of the definition41 proves that the resolution was not adopted “for the purpose of imposing criminal liability”, but however “it was intended only as a political guide.”42 35 36 37 38 39 40 41 42 Military and Paramilitary Activities in and against Nicaragua (Nicaragua v. United States of America), 27 June 1986, ICJ Reports (1986) 14, 103 Oil Platforms (Iran v. U.S.), 6 November 2003, ICJ Reports (2003) 161, 187 Definition of Aggression (n 16), paragraph 3 Definition of Aggression (n 16), Article 2 Constantine Antonopoulos, ‘Whatever Happened to Crimes against Peace?’ (2001) 6.1 Journal of Conflict and Security Law 33, 39 M.E. O’Connell & M. Niyazmatov, ‘What is Aggression? Comparing Jus ad Bellum and the ICC Statute’ (2012) 10 Journal of International Criminal Justice 189, 194 Report of the Special Committee on the Question of Defining Aggression, UN Doc A/C.6/SR.1471,8 October 1974, Annexes 19, 20, 22, 26, 32, 35, and 39 Glennon (n 10) 79 citing the US representatives’ remarks on the Resolution 3314 YIL: (5) 1 – SAYI: 135 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Moreover, Resolution 3314 did not provide provisions entailing individual criminal responsibility. Article 5(2) mentions war of aggression “as something apparently distinct from aggression.”43 The article provides that “[a] war of aggression is a crime against international peace. Aggression gives rise to international responsibility.”44 As seen, there is no distinction between individual responsibility and state responsibility, even no clarity on what the international responsibility means. Some authors have argued that Resolution 3314 entrenches individual criminal responsibility45, others have believed that it ensures individual criminal responsibility in contact with a war of aggression, because Article 5(2) has a reference to crime.46 The controversy, indeed, derives from the definition itself. Briefly put, if Resolution 3314 had attempted to provide individual criminal accountability, it would have included provisions for mens rea of the crime, such as an element of intent concerning a potential perpetrator.47 Taken together, “within the jus ad bellum aggression is any serious (manifest i.e.) violation of the prohibition on the use of force. A violation of Article 2(4) of the UN Charter is a prima facie act of aggression. Acts serious enough to trigger the Article 51 right of self-defence will constitute aggression. There is no distinct category of ‘war of aggression’ in the jus ad bellum and, therefore, no basis on which to establish individual criminal accountability on something other than the jus ad bellum prohibition of aggression.”48 THE CRIME OF AGGRESSION AND THE ROME STATUTE Rome Statute After Kampala As in the famous statement of Nuremberg trials, “crimes are committed by men, not by abstract entities, and only by punishing individuals who 43 44 45 46 47 48 36 ibid, 195 Definition of Aggression (n 16), Article 5(2) Benjamin B. Ferencz, ‘The United Nations Consensus Definition of Aggression: Sieve or Substance’, (1975) 10 Journal of International Law and Economics < http://www. benferencz.org/index.php?id=4&article=30 > accessed 30 April 2014 J.H. Doran & B.T. van Ginkel, ‘Aggression as a Crime under International Law and the Prosecution of Individuals by the Proposed International Criminal Court’ (1996) 43 NILR 321, 335 and I.M. Schieke, ‘Defining the Crime of Aggression’ (2001) 14 LJIL 409, 417 Doran & Ginkel (n 46) 335 O’Connell & Niyazmatov (n 40) 198 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE commit such crimes can the provisions of international law be enforced.”49 Significantly, Article 8bis of the Rome Statute builds its trivet on a combination of state and individual criminal responsibility. The article distinguishes ‘acts of aggression’ and ‘crime of aggression’. Article 8bis defines crime of aggression as “the planning, preparation, initiation or execution, by a person in a position effectively to exercise control over or to direct the political or military action of a State, of an act of aggression which, by its character, gravity and scale, constitutes a manifest violation of the Charter of the United Nations.”50 According to Article 8bis (2), act of aggression “means the use of armed force by a State against the sovereignty, territorial integrity or political independence of another State, or in any other manner inconsistent with the Charter of the United Nations.”51 Also, Article 8bis (2) lists example acts of aggression as in Article 3 of Resolution 3314.52 The definition of crime of aggression makes an end of the ambiguity about the individual responsibility and definitely extends it from the concept of ‘war of aggression’ to ‘acts of aggression’53, yet there are important questions. The crime of aggression is a leadership crime; however the determination of a high-ranking position is not based on formal criteria. In the Review Conference, there was a considerable debate on the question of whether ‘shape and influence’ (Nuremberg standard) or ‘control over or to direct’ should be included in the definition, finally the latter was incorporated in the Kampala definition. However, the question arises as to whether terrorist organizations, 49 50 51 52 53 International Military Tribunal (Nuremberg), ‘Judgment and Sentences’ (1947) 41.1 AJIL 172, 221 Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court on the Crime of Aggression, Res. RC/Res.6, Annex I, 11 June 2010 ibid, article 8bis, para. 2. Definition of Aggression (n 16), Article 3 “The Nuremberg Charter had a puzzling requirement of a “war of aggression” which prompted the International Military Tribunal to draw a de facto distinction between the conquests of Austria and Czechoslovakia (achieved without actual fighting) on the one hand, and the invasions of Poland and others (achieved with considerable fighting) on the other. The former were classified as “acts of aggression” (and not yet “criminal”), the latter as “wars of aggression” and proscribed under the Charter. Control Council Law No. 10, under which subsequent prosecutions were brought, had language broad enough to treat Austria and Czechoslovakia as criminal aggressions.” cited in R.S. Clark, ‘Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court Considered at the first Review Conference on the Court, Kampala, 31 May-11 June 2010’ (2010) 2.2 GJIL 689, 698 YIL: (5) 1 – SAYI: 137 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- insurgency and liberation movements or industrialist economic leaders54 are accountable for aggression; this is, indeed, a mystery. Also, another problem is that how this requirement can be applied in the chain of command. There are no formal criteria in the definition and it is entirely based on the person’s effective position, so how far down will the persons in the chain of command be responsible? Obviously, not all acts of aggression induce criminal responsibility. Only those acts, which constitute a manifest violation of the Charter by their character, gravity and scale, give rise to the responsibility. However, it was strongly defended that the word ‘manifest’ is unnecessary because already “… any act of aggression would constitute a manifest violation of the Charter.”55 As some argued, it is enough to trigger the ICC’s jurisdiction.56 In fact, the need for such an additional clause is vague. Because the ICC has already jurisdiction over the most serious crimes of international concern57 and aggression is the gravest violation of the prohibition on the use of force in the UN Charter58, thus, the contribution of ‘manifest’ is quite unclear.. Also, Paulus points out the definition of the ‘manifest’ and asks brilliantly: “[w] hat… is obvious for one is completely obscure to the other, in particular in international law”.59 Moreover, the reason for not adopting ‘flagrant’ instead of ‘manifest’ would have meant to establish a very high threshold.60 Each word raises a different concern, that’s for sure. However, developing a narrower definition than the one within jus ad bellum is somehow understandable for the purposes of the ICC. In fact, this was necessary to “exclude some borderline cases”61 from the jurisdiction of the ICC. These cases include some ‘grey areas’ of the jus ad bellum, such as 54 55 56 57 58 59 60 61 38 Nuremberg Tribunal found thirteen directors of IG Farben which was a large German chemical company, guilty of aggression in The United States of America vs. Carl Krauch, et al., also known as IG Farben Trial. 2009 SWGCA Report (n 27) 3 para 13 S.D. Murphy, ‘Aggression, Legitimacy and the International Criminal Court’ (2010) 20 EJIL 1147, 1151 Rome Statute, article 1. Resolution 3314 (n 16), the Preamble (‘clearly revealed to the eye, mind, or judgment; … obvious’) in the Oxford English Dictionary A. Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’, (2010) 20 EJIL 1117, 1121 O’Connell & Niyazmatov (n 40) 204 citing S. Barriga, ‘Against the Odds: The Result of the Special Working Group on the Crime of Aggression’ (Farnham: Ashgate Pub, 2010) ibid OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE anticipatory self-defence and humanitarian intervention.62 Especially, humanitarian intervention is a sensitive issue which caused a great concern in the conference. Because, NATO’s humanitarian intervention of 1999 which was led by the very leading countries of the ICC against Serbia during the Kosovo crisis is considered as a serious violation of the UN Charter.63 Therefore, as in the words of U.S. representative: “If Article 8bis were to be adopted as a definition, understandings would need to make clear that those who undertake efforts to prevent war crimes, crimes against humanity or genocide—the very crimes that the Rome Statute is designed to deter—do not commit “manifest” violations of the U.N. Charter within the meaning of Article 8bis.”64 In this regard, producing a new and narrower definition for a well-functioning prosecution for the crime of aggression and providing higher threshold for individual criminal responsibility is quite convincing and understandable. On the other hand, considering the purposes of the ICC, the high threshold can be strongly defended, but one can argue that this approach has a “potential to dilute the jus ad bellum.”65 Also, O’Connell and Niyazmatov discuss that “creating a narrower crime of aggression than the one found in the jus ad bellum had no precedent. At the Nuremberg and Tokyo trials, crimes against the peace were based on the jus ad bellum of the time. The ILC in its commentary to the Draft Code of Crimes against the Peace and Security of Mankind took the position that individual criminal responsibility for the crime of aggression depends on ‘a sufficiently serious violation of the prohibition contained in Article 2(4)’ of the UN Charter.”66 However, even the wording ‘sufficiently serious’ in the authors’ argument suggests different thresholds for the responsibility. Why is it ‘sufficiently serious’, not only ‘serious’? Also, a state can depend on state responsibility in the jus ad bellum, even if the act does not pass the threshold entailing responsibility. This is to say, there can be a manifest violation of the UN 62ibid, citing R. Cryer et al., An Introduction to International Criminal Law and Procedure (2nd edn., Cambridge University Press, 2010) 326, 327 63 M. Koskenniemi, ‘’The Lady Doth Protest Too Much’ Kosovo, and the Turn to Ethics in International Law’, (2002) 65 The Modern Law Review 159, 175 64 Harold Koh, Statement to the Conference, 4 June 2010 <http://www.state.gov/s/l/releases/ remarks/142665.htm> accessed 30 April 2014 65 O’Connell & Niyazmatov (n 40) 201 66 ibid, 203 YIL: (5) 1 – SAYI: 139 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Charter even though the crime does not satisfy the requirements of character, gravity and scale. Indeed, Murphy explains this aspect with comparison of several possible examples.67 For example, a single aerial attack on a naval vessel causing some death and property damage would lead to the breach of article 2(4) of the UN Charter entailing State responsibility, also allows for a response under Article 51 but not constitute a crime of aggression. Because, it cannot pass the threshold. Second, the invasion of a State would lead to the breach of article 2(4) of the UN Charter entailing State responsibility, and constitute the crime of aggression entailing individual criminal responsibility.68 In this regard, one important aspect about the definition’s coherence with the jus ad bellum is the question of whether the ICC’s jurisdiction can reach the threats of use of force. As stated in the Article 2 (4) of the UN Charter, within jus ad bellum, not only use of force, but also the threat to use of force is prohibited. On the other hand, the definition of the crime of aggression does not mention the threats in Article 8bis. So the article only refers to actual acts of aggression. But at the same time, as stated in the Article 8bis (1), ‘the planning’ and ‘preparation’ are within the jurisdiction of the ICC, in other words, criminalized. So is this to say that an individual could be held accountable for the planning and preparation only if such an act actualizes? The doctrine thinks that this is a theoretical mismatch. For example, these are important questions to ask: “Why is it conceptually coherent for the ICC to regard such threats as not being criminal? Similarly, if a massive conspiracy of senior officials to commit large-scale aggression is uncovered and thwarted at the last minute, why should that conduct not be regarded as criminal?”69 As seen, there are controversial issues about the definition of aggression in the Rome Statute and important questions that need to be answered. Eventually, these problems will come out in the first aggression prosecution in the near future. Now, it may be the time to try to solve them. Mens Rea Article 30 (1) of the Rome Statute reads as follows: “Unless otherwise provided, a person shall be criminally responsible and liable for punishment 67 68 69 40 Murphy (n 56), 1153 ibid ibid, 1152 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE for a crime within the jurisdiction of the Court only if the material elements are committed with intent and knowledge.”70 The article further provides that: “…a person has intent where: (a) In relation to conduct, that person means to engage in the conduct; (b) In relation to a consequence, that person means to cause that consequence or is aware that it will occur in the ordinary course of events.”71 Nevertheless, given the interpretative guidance for mens rea of the crime of aggression in the Amendments to the Elements of Crimes72, there is no clarity. Particularly, as stated in Paragraph 2, “[t]here is no requirement to prove that the perpetrator has made a legal evaluation as to whether the use of armed force was inconsistent with the Charter of the United Nations.” However, Paragraph 4 and Paragraph 6 of the Elements bring uncertainty into the equation. Paragraph 4 states that “[t]he perpetrator was aware of the factual circumstances that established that such a use of armed force was inconsistent with the Charter of the United Nations.” According to some authors, the paragraph refers to the inconsistency with the Charter, thus it arguably refers to examples of act of aggression in Article 8bis (2).73 On the other hand, Paragraph 6 of the Elements provides that “[t]he perpetrator was aware of the factual circumstances that established such a manifest violation of the Charter of the United Nations.” As discussed by O’Connell and Niyazmatov, “it seems realistic to require the Court to find that a defendant was aware of the factual circumstance that the use of the armed force was inconsistent with the UN Charter, but it is hard to see how the Court will be able to find a defendant was also aware of the factual circumstances demonstrating the manifest violation of the UN Charter.”74 For example, in the recent armed conflict between Russia and Ukraine over Crimea, it could be doubted that the actions of Russia constituted an act of aggression by its character, gravity and scale75, but Moscow could argue that they took action to protect the Russian citizens in Crimea, and thus 70 71 72 73 74 75 Rome Statute, article 30(1). ibid, art. 30(2) Amendments to the Elements of Crimes, Annex II, RC/Res.6,11June 2010. O’Connell & Niyazmatov (n 40) 206 ibid Ambassador Muhamed Sacirbey, ‘Might Putin Face International Criminal Court by Annexing Crimea?’ Huffington Post, (US, 3 October 2014) ; Kurt Willems, ‘Try Putin for ‘war crimes’? Unfortunately, not applicable’ Newsobserver, (US, 20 March 2014) YIL: (5) 1 – SAYI: 141 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- these actions do not constitute a manifest violation of the UN Charter. It is extremely hard to establish that Russia was aware of the factual circumstances that such a use of force constituted a manifest violation of the Charter. In this manner, some specific provisions in terms of mens rea could have been provided in Kampala. This would help the ICC to exercise its jurisdiction for further prosecutions more, rather than the adoption of a new definition. CONCLUSION One thing is clear that, the consensus on the crime of aggression constitutes a remarkable achievement. Yet, the ICC was established to end and defeat the impunity for the most serious crimes of international concern, but unless it is not done through fair trials, the question of legitimacy arises. Therefore, for the successful further prosecutions of the ICC regarding the crime of aggression, the Court must develop careful approaches. As mentioned above, it is quite understandable and convincing that for effective criminal prosecutions, the ICC would tamper with the concept of aggression. Nevertheless, rather than adopting a new substance for the crime itself to reach a compromise for political motivations, for example mens rea of the crime could have been discussed more. Or, the threshold for the individual responsibility could have been narrowed by adding undisputable standards considering the importance of the wording of legal documents. Taken together, above-discussed aspects raise serious doubts; however, despite some problems and pitfalls, the door is still open for clarifying the flaws which the conference has failed to solve. At least, this is necessary for ending impunity for the serious crime of aggression and thus, preserving the hope for the well-functioning of the ICC. 42 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE BIBLIOGRAPHY UN DOCUMENTS United Nations Conference on International Organization, Vol. 6 (United Nations Information Organizations, 1945) G.A. Res. 897 (IX), at 50, U.N. Doc. A/2890 (Dec. 4, 1954) Definition of Aggression, UN GA Res. 3314 (XXIX), UNGA OR 29th Sess., Supp. No. 31, UN Doc. A/Res/3314 (1974) Final Act of the United Nations Diplomatic Conference of Plenipotentiaries on the Establishment of an International Criminal Court, UN Doc. A/CONF.183/10, 17 July 1998, Annex I, Resolution F Report of the Special Committee on the Question of Defining Aggression, UN Doc. A/C.6/SR.1471,8 October 1974. JURISPRUDENCE OF COURTS AND LEGAL DOCUMENTS General Treaty for Renunciation of War as an Instrument of National Policy, 27 August 1928 Charter of the International Military Tribunal, Annex to the Agreement for the Prosecution and Punishment of the Major War Criminals of the European Axis, 8 August 1945. Rome Statute of the International Criminal Court, 17 July 1998, entered into force 1 July 2002, UN Doc. A/CONF. 183/9; 2187 U.N.T.S. 90 Resolution on Continuity of Work in Respect of the Crime of Aggression, ICC-ASP/1/Res.1, 9 September 2002 Review Conference of the Rome Statute, International Criminal Court, Draft Resolution Submitted by the President of the Review Conference: The Crime of Aggression, ICC Doc RC/10 (11 June 2010). Military and Paramilitary Activities in and against Nicaragua (Nicaragua v. United States of America), 27 June 1986, ICJ Reports (1986) Oil Platforms (Iran v. U.S.), 6 November 2003, ICJ Reports (2003) YIL: (5) 1 – SAYI: 143 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- International Military Tribunal (Nuremberg), ‘Judgment and Sentences’ (1947) 41.1 AJIL 172, 221 Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court on the Crime of Aggression, Res. RC/Res.6, Annex I, 11 June 2010 Amendments to the Elements of Crimes, Annex II, RC/Res.6,11June 2010. ACADEMIC BOOKS and ARTICLES A. Cassese, International Criminal Law, 2nd ed. Oxford University Press, 2008. Andreas Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’ (2009) 20.4 EJIL A. Paulus, ‘Second Thoughts on the Crime of Aggression’, (2010) 20 EJIL Benjamin B. Ferencz, ‘Ending Impunity for the Crime of Aggression’, (2009) 41 Case Western Reserve Journal of International Law Benjamin B. Ferencz, ‘The United Nations Consensus Definition of Aggression: Sieve or Substance’, (1975) 10 Journal of International Law and Economics < http://www.benferencz.org/index.php?id=4&article=30 > accessed 30 April 2014 Constantine Antonopoulos, ‘Whatever Happened to Crimes against Peace?’ (2001) 6.1 Journal of Conflict and Security Law C. Wenaweser, ‘Reaching the Kampala Compromise on Aggression: The Chair’s Perspective’ (2010) 23 LJIL D. Scheffer, ‘The Complex Crime of Aggression under the Rome Statute’ (2010) 23 LJIL I.M. Schieke, ‘Defining the Crime of Aggression’ (2001) 14 LJIL J.H. Doran & B.T. van Ginkel, ‘Aggression as a Crime under International Law and the Prosecution of Individuals by the Proposed International Criminal Court’ (1996) 43 NILR Kai Ambos, ‘The Crime of Aggression after Kampala’ (2010) 53 GYIL 44 OCAK 2015 CRIME OF AGGRESSION UNDER ROME STATUTE: A JUS AD BELLUM PERSPECTIVE Majid Khadduri, War and Peace in the Law of Islam (first published 1955, The Lawbook Exchange, Ltd., Clark-New Jersey, 2006) M.E. O’Connell, International Law and the Use of Force: Cases and Materials (2nd edn., Foundation Press, 2009) M.E. O’Connell & M. Niyazmatov, ‘What is Aggression? Comparing Jus ad Bellum and the ICC Statute’ (2012) 10 Journal of International Criminal Justice Michael J. Glennon, ‘The Blank-Prose Crime of Aggression’ (2010) 35 Yale J. Int’l L. M. Koskenniemi, ‘’The Lady Doth Protest Too Much’ Kosovo, and the Turn to Ethics in International Law’, (2002) 65 The Modern Law Review N. Blokker & C. Kreß, ‘A Consensus Agreement on the Crime of Aggression: Impressions from Kampala’ (2010) 23.4 LJIL NN Jurdi, ‘The Domestic Prosecution of the Crime of Aggression after the International Criminal Court Review Conference: Possibilities and Alternatives’ (2013) 14 MJIL R.L. Griffiths, ‘International Law, the Crime of Aggression and the Jus Ad Bellum’, (2002) 2 International Criminal Law Review R.S. Clark, ‘Amendments to the Rome Statute of the International Criminal Court Considered at the first Review Conference on the Court, Kampala, 31 May-11 June 2010’ (2010) 2.2 GJIL S. Barriga, ‘Against the Odds: The Result of the Special Working Group on the Crime of Aggression’ (Farnham: Ashgate Pub, 2010) S.D. Murphy, ‘Aggression, Legitimacy and the International Criminal Court’ (2010) 20 EJIL REPORTS OF INTERNATIONAL ORGANIZATIONS H.H. Koh, ‘Statement Regarding Crime of Aggression at the Resumed Eighth Session of the Assembly of States Parties of the International Criminal Court’, 23 March 2010, <http://usun.state.gov/briefing/ statements/2010/139000.htm> accessed 24 April 2014 YIL: (5) 1 – SAYI: 145 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Harold Koh, Statement to the Conference, 4 June 2010 <http://www. state.gov/s/l/releases/remarks/142665.htm> accessed 30 April 2014 NEWSPAPER ARTICLES Ambassador Muhamed Sacirbey, ‘Might Putin Face International Criminal Court by Annexing Crimea?’ Huffington Post, (US, 3 October 2014) Kurt Willems, ‘Try Putin for ‘war crimes’? Unfortunately, not applicable’ Newsobserver, (US, 20 March 2014) 46 OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ 76* Arda ÖZKAN Özet İnsancıl müdahale, uluslararası insan hakları hukuku ve insancıl hukuk prensiplerinin ağır ve yaygın biçimde ihlal edilmesini veya devlet otoritesinin çökmesi sonucunda ortaya çıkan insancıl nitelikteki krizleri önlemek, engellemek veya ortadan kaldırmak amacıyla ihlal veya krizden sorumlu devletin izni alınmadan ve ona karşı bir başka devlet, devletler topluluğu veya uluslararası örgüt tarafından gerçekleştirilen askeri kuvvet kullanımıdır. Bir devletin başka devlete karşı o bölgedeki insan haklarına yönelik kabul edilemez şiddete son vermek veya geniş çaplı insan hakları ihlallerini önlemek için kuvvet kullanması olarak da ifade edilen insancıl müdahale kavramını ve temel unsurlarını tanımlamayı ve günümüz uluslararası hukukuna uygunluğunu değerlendirmeyi amaçlayan bu çalışmada, NATO’nun Kosova’ya müdahalesi, sorununun ortaya çıkış süreci ile birlikte ele alınarak uluslararası sistemde insancıl müdahalenin uygulanabilirliği ve meşruiyeti analiz edilecektir. Anahtar kelimeler: Kosova, NATO, Müdahale, Kuvvet kullanma, Uluslararası Hukuk. * Araştırma Görevlisi, Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 147 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- KOSOVO ISSUE AND THE “HUMANITARIAN” INTERVENTION OF NATO IN TERMS OF HUMANITARIAN LAW PRINCIPLES Abstract Humanitarian intervention is a use of military force which is performed in order to prevent, restrain or eliminate humanitarian crises resulting from the violation of international human rights law and humanitarian law principles in a serious and widespread way or from the collapse of State authority, without getting permission from the state that is responsible for violation or crisis and, by another State, States or international organisation against that State. In this study which aims to describe the concept of humanitarian intervention, which is also expressed as a State’s use of force against another State to eliminate unacceptable violence against human rights in that region or to prevent widespread violation of human rights, and its basic terms and to evaluate the compliance with current international law, practicability and legitimacy of humanitarian intervention in the international system will be analysed by dealing NATO’s intervention to Kosovo together with the emergence process of the problem. Key words: Kosovo, NATO, Intervention Use of Force International Law. ПРОБЛЕМА КОСОВО И «ГУМАНИТАРНАЯ» ИНТЕРВЕНЦИЯ НАТО С ТОЧКИ ЗРЕНИЯ ПРИНЦИПОВ ПРАВ ЧЕЛОВЕКА Аннотация Гуманитарная интервенция – это применение военной силы против государства, с целью предотвращения, сдерживания или устранения гуманитарного кризиса, вызванные нарушением международного права в области прав человека, принципов гуманитарного права и коллапсом государственной власти, без получения разрешения государства – нарушителя или государства, ответственного за кризис, другим государством, группой государств или международной организацией. В этом исследовании сделана попытка - описать понятие гуманитарной интервенции, которая также выражается в применении силы против другого государства, в недопустимом насилии по отношению к правам 48 OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ человека в этом регионе, или в предотвращении нарушений прав человека; проанализировать основные термины и оценить соответствие текущей международной юридической целесообразности и законности гуманитарного вмешательства в международной системе вмешательства НАТО в Косово; раскрыть процессы появления данной проблемы. Ключевые Слова : Косово, НАТО, интервенция, применение силы, международное право. GİRİŞ İnsancıl müdahale, bir bölge ya da devlette yaşayan insanların maruz kaldığı ciddi insan hakları ihlallerini sona erdirmek için o bölge ya da devlet yönetimine, başka devletlerin ya da uluslararası örgütlerin kuvvet kullanımında bulunulması olarak ifade edilen bir kavramdır. Uluslararası hukukun temel normlarından olan devletlerin içişlerine karışmama ve egemenliğe saygı ilkelerine aykırılık arz etmesine rağmen insancıl müdahale, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin müdahale yönünde bir karar almasıyla hukuki bir yapıya kavuşturulabilmektedir. Fakat, hukuki dayanağa sahip olarak gerçekleştirildiği durumlarda bile insancıl müdahale aslında kural değil, somut bir olaya göre değerlendirilmesi gereken bir durumdur. İnsancıl nedenlerle bir devlete veya devletin herhangi bir bölgesine müdahale edilebilmesi için öncelikle müdahalenin bir devlet veya devlet toplulukları tarafından gerçekleştirilmiş olması, o bölgede veya devlette yaygın insan hakları ihlallerinin gerçekleşmiş olması, müdahale eyleminin insan hakları ihlallerini engellemek amacıyla yapılması ve son olarak söz konusu bölgeye kuvvet kullanma tehdidi veya kuvvet kullanımı gibi unsurların yerine getirilmiş olması gerekmektedir. Ayrıca bir bölgeye gerçekleştirilecek insancıl müdahale adı altındaki silahlı saldırının zaman, yer ve kullanılacak kuvvetin büyüklüğü bakımından sınırlı nitelikte olması gerekmektedir. BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi olmaksızın NATO’nun Kosova sorununa müdahale etmek amacıyla eski Yugoslavya topraklarını bombalaması da, insancıl müdahale tartışmalarında önemli bir yer tutmaktadır. İnsancıl müdahalede bulunan tarafın bir devlet değil, uluslararası bir örgüt olması, aynı zamanda müdahalenin türü, nitelikleri, kapsamı ve meşruiyeti, Kosova müdahalesini diğer insancıl müdahalelerden ayrı şekilde incelenmeye değer kılmaktadır. YIL: (5) 1 – SAYI: 149 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- İNSANCIL MÜDAHALE KAVRAMI: TEMEL UNSURLARI VE MEŞRUİYET İLKELERİ İnsancıl müdahale, henüz uluslararası alanda kabul gören objektif bir tanıma sahip olmamakla beraber, genel olarak bir veya birkaç devletin ya da bir uluslararası örgütün, bir başka devletin vatandaşlarını bu devlette var olan yaygın insan hakları ihlallerine karşı korumak amacıyla kuvvet kullanma tehdidinde bulunması veya kuvvet kullanması olarak ifade edilebilir.1 Geleneksel anlamında kullanıldığında insancıl müdahale terimi, insani nedenlerle, bir diktatörü devirmek, büyük çapta insan hakları ihlallerine son vermek veya o topraklardaki vatandaşları korumak için askeri müdahale de dahil olmak üzere herhangi bir müdahale türünü içeren bir anlam taşımaktadır.2 Bazı yazarlar bu kavramı insancıl müdahale olarak değil, “insancıl amaçlı askeri zorlama eylemi” olarak kullanmayı tercih etmekte, BM Güvenlik Konseyi’nin yetkilendirmesi olmadan insan hakları ihlallerini sona erdirmek üzere devletlerin, uluslararası veya bölgesel örgütlerin tek taraflı müdahalesi anlamında kullanmaktadır.3 Kenneth R. Himes’a göre insancıl müdahale, temel insan haklarının devletler veya hükümetler tarafından kitlesel ya da zalimane bir biçimde çiğnenmesini gidermek için yapılan müdahaledir.4 Stephen Garrett de, insani müdahaleyi “ciddi boyutlara ulaşan insani acıları durdurmak amacıyla bir ya da daha çok devletin başka bir devletin içişlerine askeri müdahalede ya da tehdidinde bulunması” olarak tanımlamaktadır.5 1 2 3 4 5 50 J. L. Holzgrefe and Robert Keohane, “The Humanitarian Intervention Debate”, Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, Cambridge University Press, Cambridge, 2003, s. 18. Luise Drüke, Preventive Action for Refugee Producing Situations, Peter Lang, New York, 1993, s. 200. Gelijn Molier, “Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect After 9/11”, Netherlands International Law Review, C. 53, 2006, s. 40. İnsancıl müdahale kavramı ile ilgili farklı tanımlamalar için bkz. Funda Keskin, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara, 1998, s. 125; Hasan Duran, “Yeni Bir Müdahale Şekli: İnsani Müdahale”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1, 2001, s. 88; Guenter Lewy, “The Case for Humanitarian Intervention”, Orbis, C. 37, S. 4, Güz 1993, s. 621. Kenneth R. Himes, “The Morality of Humanitarian Intervention”, Theological Studies, C. 55, S. 1, 1994, s. 83. William A. Boettcher, “Military Intervention Decision Regarding Humanitarian Crises: Framing Induced Risk Behavior ”, Journal of Conflict Resolution, C. 48, S. 3, Haziran 2004, s. 332. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu6 insancıl müdahaleyi, korumaya yönelik ve insani amaçlarla, rızaları aranmaksızın bir ülke veya liderlerine karşı müdahale edilmesi şeklinde tanımlamaktadır.7 İnsan Hakları ve Dış Politika Danışma Komitesi8 ve Uluslararası Kamu Hukuku Sorunları Danışma Komitesi9 ise, insancıl müdahale terimi ile ifade edilen müdahaleleri, birbirinden farklı dinamik yönlerine göre üçe ayırarak bir insancıl müdahale tanımı yoluna gitmiştir. Bunlardan ilki, insanların hayatlarını sürdürmelerine engel olan durumlarda insanların acılarını ve zor şartlarını hafifletmek için yapılan ve ilgili devletin rızasının olup olmamasına bakılmaksızın insani amaçlı yiyecek ve giyecek yardımlarının yapılmasıdır. İkinci müdahale türü, bir ülkede büyük boyutlara varan insan hakları ihlallerini içeren durumlara cevap olarak Güvenlik Konseyi’nin BM Kurucu Sözleşmesi’nin VII. Bölümü altındaki yetkileri çerçevesinde güç kullanımını yetkilendirmesidir. Üçüncüsü ise, bir veya birkaç devletin Güvenlik Konseyi’nin yetkilendirmesine başvurmaksızın, ciddi boyutlarda insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği ülke topraklarına güç kullanma tehdidi veya güç kullanımını da içeren müdahaledir. Üç müdahale türünün de amacı insan hayatını korumaktır, fakat görüldüğü gibi bunların hukuki zemininde ve müdahale tarzında büyük farklılıklar bulunmaktadır.10 İnsancıl müdahale kavramına BM Sözleşmesi temelinde bakıldığında ise durum farklıdır. Sözleşme’nin 2/4. maddesi gereği, tüm üyelerin gerek herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı, gerekse BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidinden ya da kuvvet kullanmaya başvurmaktan kaçınmaları 6 7 8 9 10 International Commission on Intervention and State Sovereignty (ICISS). Komisyon’un tanımında müdahalenin yöntemleri arasında kuvvet kullanımı ile birlikte önleyici ve zorlayıcı müdahale önlemleri de belirtilmiştir. Önleyici müdahale yöntemleri arasında BM Genel Sekreteri’nin doğrudan arabulucu olarak çaba göstermesi gibi “politik ve diplomatik yöntemler”, sorunun çözüme ulaşması durumunda ilgili ülkeye yatırım veya fon desteği sağlanması gibi “ekonomik yöntemler” ve son olarak “gözlem misyonları” belirtilebilir. Zorlayıcı müdahale yöntemleri ise silah ambargosu uygulanması gibi askeri yaptırımlar, petrol ithalatının kısıtlanması, hedef ülkenin ihracatına kısıtlamalar getirilmesi gibi “ekonomik yaptırımlar” ve diplomatik temsil hakkının sınırlanması, seyahat kısıtlamaları uygulanması gibi “politik yaptırımları” kapsamaktadır. Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu, 2001, http://responsibilitytoprotect.org/ ICISS%20Report.pdf, s. 8, 23-24, 29-30 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Advisory Committee on Human Rights and Foreign Policy (ACM). Advisory Committee on Issues of Public International Law (CAVV). “Humanitarian Intervention”, The Advisory Council on International Affairs and the Advisory Committee on Issues of Public International Law, , Nisan 2000, s. 6-7. YIL: (5) 1 – SAYI: 151 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- gerekmektedir.11 Fakat bu durumun iki istisnası bulunmaktadır: Birincisi “meşru müdafaa”, ikincisi BM Güvenlik Konseyi kararı ile “kuvvet kullanma”dır. BM Sözleşmesi’nin 2/4. maddesi, kuvvet kullanmayı yasaklamaktadır. Bu yasağın tek istisnası ise, aynı Sözleşme’nin 51. maddesi altında düzenlenen meşru müdafaa hakkıdır. Meşru müdafaa hakkı ancak silahlı saldırı halinde kullanılabilecektir. Diğer yandan BM Sözleşmesi VII. Bölümü, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasına yönelik bir kolektif güvenlik sistemine sahiptir. Bu sistemin işletilebilmesi için Güvenlik Konseyi’nin Sözleşme’nin 39. maddesi kapsamında bir tespit yapması gerekmektedir: Güvenlik Konseyi, barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptar ve uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunur veya 41. ve 42. maddeler uyarınca hangi önlemler alınacağını kararlaştırır. Güvenlik Konseyi gelişen bir durumun, barışı tehdit ettiğini, bozduğunu ya da bir saldırı eyleminin varlığını tespit etmesi durumunda, uluslararası barış ve güvenliğin yeniden kurulması için aynı bölümün 41. maddesi kapsamında silahlı kuvvet kullanılmasını içermeyen ekonomik ve diplomatik yaptırımlar uygulanmasına ya da 42. maddesi kapsamında silahlı kuvvetler kullanımını içeren askeri yaptırımlar uygulanmasına karar verebilecektir. Görüldüğü gibi Sözleşme’nin 42. ve 51. maddeleri, koşullar mevcut olduğu zaman ve süreç izlendiği takdirde silahlı kuvvet kullanılmasına izin verebilmektedir. Nedeni insan hakları ihlalleri sona erdirmek olsa bile, haksız veya meşru olmayan saldırı BM Sözleşmesi tarafından yasaklanmıştır. Uluslararası barış ve düzenin sağlanabilmesi için insan hakları adına yapılacak bir müdahalede, BM Güvenlik Konseyi’nin yetki vermesi gerekmektedir. Sözleşme, uluslararası barışa tehdit oluşturan durumlara karşı Güvenlik Konseyi’ni yetkilendirmektedir. Sözleşme çerçevesinde, devletler sadece Güvenlik Konseyi’nin açıkça yetkilendirmesi durumunda insani nedenlerle diğer devlete müdahalede bulunabilirler.12 11 12 52 Funda Keskin, “İnsancıl Müdahale: 1999 Kosova ve 2003 Irak Sonrası Durum”, Uluslararası İlişkiler, C. 3, S. 12 (Kış 2006-2007), s. 51; Steven Haines, “The Influence of Operation Allied Force on the Development of the Jus Ad Bellum”, International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, s. 478. Jules Lobel and Michael Ratner, “Humanitarian Military Intervention”, Focus, Vol. 5, No. 1, Ocak 2000. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi ile yapılan müdahalelerin en önemli özelliği, daha kapsamlı insancıl yardım operasyonlarının bir parçası olmalarıdır. Bu şekildeki müdahalelerin hepsinin karakteri, zayıf devletlerle silahlı çatışmanın kurbanı durumuna gelmiş olan sivil halka yardım sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu durum, insancıl müdahalenin yoğun bir şekilde tartışıldığı bir dönem olan 1970’lerdeki örneklerden büyük farklılık göstermektedir. İnsancıl müdahale olarak değerlendirilmeleri büyük tartışmalara neden olan, ancak bu konunun tartışıldığı her ortamda örnek olarak gösterilen, 1971’de Hindistan’ın Doğu Türkistan’a, 1978-79’da Vietnam’ın Kamboçya’ya ve 1979’da Tanzanya’nın Uganda’ya müdahalelerinde böyle bir durum söz konusu olmamıştır. İnsancıl müdahale kavramı, 1970’lerden 1990’lara geçerken bu anlamda önemli bir değişim geçirmiştir.13 İnsancıl müdahalenin 1990’lardaki gelişimi ise farklı bir şekilde olmuştur. BM Güvenlik Konseyi’nin müdahale kararı verdiği durumlarda kullandığı formül, bu durumların “bölgenin ya da uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği” biçimindedir. Bu şekilde, Konsey bu çatışmaları kendisinin birincil yetki sahibi olduğu BM Sözleşmesi 39. madde kapsamına almakta ve bağlayıcı önlem alma kararı verme yetkisini kullanmaktadır. Nitekim bu yetkisini BosnaHersek, Haiti, Sierra Leone, Liberya, Doğu Timor ve Kongo örneklerinde kullanmıştır. Ancak bu politikayı gelecekte yönlendirecek ve karar vermeyi sağlayacak normatif kurallar gereksinimi, 1999’da NATO’nun Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi olmaksızın yaptığı Kosova’ya müdahalesiyle açıkça ortaya çıkmıştır.14 İnsancıl müdahale ile ilgili kavramsal çerçeveyi çizdikten sonra artık nitelikleri ve unsurlarını belirtmemiz yerinde olacaktır. Her şeyden önce bir bölgeye yapılacak insancıl müdahale tarzında silahlı saldırının sınırlı nitelikte olması gerekmektedir. Müdahalenin sınırlı olması hususu üç açıdan ele alınmalıdır. Birincisi, müdahalenin “zaman” bakımından sınırlı olması; ikincisi “yer” bakımından sınırlı olması; üçüncüsü ise “kullanılan kuvvetin büyüklüğü” bakımından sınırlı olmasıdır.15 13 14 15 Keskin, “İnsancıl Müdahale…”, a.g.m., s. 54. Thomas G. Weiss, “The Responsibility to Protect in a Unipolar Era,” Security Dialogue, C. 35, S. 2, Haziran 2004, s. 137. Bjorn Moller, “Kosovo and Just War Tradition”, Paper for the Commission on Internal Conflicts, Ağustos 2000, http://www.comw.org/pda/fulltext/0008moeller.pdf, s. 4-9 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). YIL: (5) 1 – SAYI: 153 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Müdahalenin zaman bakımından sınırlı olması, müdahale amacına ulaştığı noktada sona erecek olması anlamına gelmektedir. Müdahale olabildiği kadar kısa sürede gerçekleşmeli, müdahale amacına ulaştığı noktada tüm müdahaleci kuvvetler geri çekilmelidir. Müdahalede bulunan devletler şiddet olaylarına kalıcı bir çözüm sağlayamamış olsalar bile bölgede ancak BM gücü oluşturuluncaya kadar kalabilirler, BM’nin konuya müdahil olmasının ardından bölgeden çekilmek zorundadırlar.16 Müdahalenin yer bakımından sınırlı olması, yalnızca şiddet olaylarının yaygınlaştığı yere yönelmesi anlamındadır. Genellikle bu tür ihlaller etnik, dini veya siyasi nedenlerle gerçekleştirildiği için yaşanan insani kriz de ülkenin belli bir bölgesinde yer almaktadır. Böyle bir durumda eğer müdahaleci devletlerin yalnızca bu bölgeyi hedef almak yerine tüm ülkeye yayılan bir müdahale biçimi benimsemesi müdahalenin insani krizden ziyade o ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik bir eylem olarak gerçekleştirildiğine delil olarak kabul edilecektir.17 Kuvvet kullanımının sınırlı olması ise kuvvet kullanımının yalnızca durumu engellemeye yönelik olarak gerçekleştirilmesidir. Başka bir deyişle krizi yatıştırmaya yetecek kadar kuvvet kullanılmalı ve fazlasından kesinlikle kaçınılmalıdır.18 Her ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, herhangi bir insancıl müdahaleye ilişkin meşru bir karara varmadan önce sağlanması gereken koşullar bulunmaktadır. Scheffer’e göre bu koşullar: (i) BM Güvenlik Konseyi, insancıl müdahalenin yetkilendirilmesi konusunda bir çıkmaza girmiş olmalı, ancak müdahaleyi yasaklamamalı; (ii) alternatif önlemler denenmiş ve tüketilmiş olmalı; (iii) insan hakları ihlallerinin şiddeti tartışılamaz bir duruma gelmiş olmalı; (iv) müdahaleci gücün farklı aktörlerden oluşturulmasını sağlayacak çabalar harcanmalı; (v) insancıl müdahalenin zarardan çok fayda getireceğine inanma yönünde geçerli nedenler olmalı; (vi) hedef ülkenin uzun vadede 16 17 18 54 John J. Merriam, “Kosovo and the Law of Humanitarian Intervention”, Case Western Reserve Journal of International Law, C. 33, S. 1, 2001, s. 134-135. Merriam, a.g.m., s. 133. Richard Magnan, “An Examination of the Legal Authority for the 1999 NATO Air Campaign Against the Federal Republic of Yugoslavia”, Foreign Service Institute, March, 2000, file:///C:/Users/Tosh%C4%B1ba/Downloads/ADA393979%20(2).pdf, s. 29 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ bağımsızlığı ve bütünlüğü tehlikeye atılmamalıdır.19 Bu çerçevede Güvenlik Konseyi’nde bir gecikme olması durumunda, diğer koşullar uygunsa başka uluslararası örgütler devreye girebilir. Bu nedenle BM Sözleşmesi’nde, insani zeminlerde müdahaleyi öngören yasal bir yetki hakkı yönünde değişiklik yapılmalıdır.20 İnsancıl nedenlerle müdahaleyi diğer tüm müdahale yollarından ayıran en önemli özellik, devletin kendi vatandaşı olmayan kişileri kurtarmak için müdahalede bulunmasıdır. Öncekilerden farklı olarak savaş yerine kuvvet kullanma teriminin kullanılmasının nedeni yalnızca savaşı değil, resmi olarak savaş adı ile kabul edilmeyen silahlı çatışmaları da kuvvet kullanma yasağının içine almaktır. Bu bağlamda, BM Sözleşmesi madde 2/4 daha önce meşruluğu tartışmalı olmakla beraber fiilen uygulama alanı bulan ilhak ve misilleme gibi vatandaşların korunması ve insancıl müdahalelere yönelik kuvvet kullanımlarını tamamen yasaklamıştır. Yasağın kesinlikle her türlü kuvvet kullanımını kapsadığını savunan düşünce elbette ki insancıl müdahaleyi de bu yasağa dahil etmektedir. Bir devletin kendi vatandaşlarının haklarını ihlal etmesi veya bu ihlallere müdahale etmekten kaçınması Sözleşme’nin hedeflediği sistem ile bağdaşmamaktadır. Öte yandan, devlete kendi vatandaşlarına uyguladığı muamele nedeniyle dışarıdan müdahale etmek Sözleşme’nin hükümlerine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Devletlerin Sözleşme’ye aykırı hareketleri nedeni ile yapılacak müdahalenin meşru sayılması, hem Sözleşme’nin kuvvet kullanma yasağı ve müdahale etmeme ilkesinin ihlali anlamına gelecek, hem de tüm devletlerin bağımsızlığını ve güvenliğini tehdit edecektir.21 İnsancıl müdahalelerde hem müdahaleye katılan hem de müdahale yapılan ülkedeki halkın desteğine sahip olunması önemlidir. Ayrıca yapılacak bir insancıl müdahale, BM yetkisinde müşterek yapılmalı, insancıl müdahale nihai bir çözüm olmalı ve bu müdahaleyi haklı kılacak hukuki gerekçeler 19 20 21 David J. Scheffer, “Challenges Confronting Collective Security: Humanitarian Intervention”, David J. Scheffer, Richard N. Gardner and Gerald H. Helman (eds.), Post-Gulf War Challenges to the UN Collective Security System: Three Views on the Issue of Humanitarian Intervention, United States Institute of Peace, Washington, 1992, s. 11-12. Shridath Ramphal, “Law and Intervention”, Peace Review, C. 8, Aralık 1996, s. 497. Magnan, a.g.m., s. 26; Keskin, “Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma…”, a.g.e., s. 18, 125-130. YIL: (5) 1 – SAYI: 155 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olmalıdır.22 İnsancıl müdahalenin diğer unsuru bir veya birkaç devlet tarafından ya da bir uluslararası örgüt vasıtasıyla gerçekleştirilebilecek olmasıdır. Söz konusu ifade insancıl müdahalenin yalnızca uluslararası toplumda tanınmış olan devlet, bölgesel organizasyon aracılığıyla veya geçici olarak bir araya gelmiş birkaç devlet tarafından uygulanabilir bir eylem olduğunu göstermektedir. Fakat bu saptama, uluslararası toplum tarafından tanınmayan insan topluluklarının veya hükümet dışı çeşitli oluşumların bu tarz eylemlerini insancıl müdahale tanımının dışında bırakmaktadır.23 İnsancıl müdahaleyi diğer müdahale veya kuvvet kullanma yöntemlerinden ayıran en temel özelliklerinden birisi de insancıl amaçlar için gerçekleştirilmesidir. İnsancıl nedenlerle müdahale edilebilmesi için öncelikle bir devletin egemenlik sınırları içinde geniş çaplı şiddet eylemlerinin ve beraberinde insan hakları ihlallerinin gerçekleştiğine dair bir kanı oluşması gerekmektedir.24 Müdahale eden uluslararası birimin amacı, hedef devletin veya yine bu devletin topraklarında yaşayan yabancı devletlerin vatandaşlarına yönelik bu şiddet eylemlerine son vermek olmalıdır. Burada en önemli nokta devletlerin amaçlarının gerçekten yalnızca insancıl olup olmadığıdır. Eğer bir devlet müdahale üzerinden çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlıyorsa bu bir insancıl müdahale olmayacaktır.25 İnsancıl müdahalenin diğer bir özelliği ise, insan hakları ihlallerinin gerçekleştiğine dair kanıtlar olmalıdır. Uluslararası toplum bunu bir gerçek olarak kabullenmiş olmalıdır. Kanıtlar yalnızca yorum niteliği taşımamalı, belgelere dayandırılabilmelidir. Kanıtlar mutlaka objektif kaynaklardan alınmış olmalı ve yine objektif otoriteler tarafından değerlendirilmelidir. Ayrıca büyük can kaybına yol açma ihtimali bulunan bir askeri müdahalenin gerçekleşmesi için şiddet olaylarının engellenemez boyuta gelmesi şartının aranması gerekmektedir.26 22 23 24 25 26 56 Robert Murray Lyman, “The Possibilities for Humanitarian War by International Community in Bosnia Herzegovina Between 1992 and 1995”, The Strategic and Combat Studies Institute, Camberley, 1997. Peter Hilpold, “Humanitarian Intervention: Is There a Need for a Legal Reappraisal”, European Journal of International Law, C. 12, S. 3, 2001, s. 455. Hilpold, a.g.m., s. 457. A. P. V. Rogers, “Humanitarian Intervention and International Law”, Harvard Journal of Law and Public Policy, C. 27, S. 3, 2004, s. 736-738. Merriam, a.g.m., s. 130. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ KOSOVA SORUNU VE NATO MÜDAHALESİ Balkanlar coğrafyası, tarih boyunca etnik, dini ve siyasi çatışmaların yaşandığı, aynı zamanda büyük güçlerin Avrupa üstünlüğünü elde etme mücadelesinde bir rekabet alanı olmuştur. Bu anlamda Kosova, Balkan yapısının küçük bir modelini oluşturmaktadır.27 Kosova, stratejik önemi nedeniyle tarih boyunca, üzerinde güç mücadelesi yaşanmış ve büyük devletlerin toprakları içerisinde yer almıştır.28 Fakat 20. yüzyılın son dönemlerinde Kosova, Sırplar ve Arnavutların üstünlük ve etkinlik kurma çabalarına ev sahipliği yapmıştır. Bu çabanın son aşaması ise, 1998 yılı ortası ile 1999 NATO müdahalesi sonrasına kadar olan sürede yaşanmıştır. Bu süreçte Sırbistan ve Karadağ Cumhuriyetleri’nden oluşan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti (YFC) askeri birlikleri, bölgeyi kontrol altına almak amacıyla Kosova’ya girerek 10 bin sivili öldürmüş ve yaklaşık 1 milyon insanın evini terk etmesine neden olmuştur.29 Arnavut kökenli halkın toplam nüfusun % 90’ını oluşturduğu YFC’nin otonom bölgesi olan Kosova’da öteden beri etnik çatışmalar meydana gelmekteydi. Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun ölümünden sonra 1981 yılında Kosova’daki gösteriler sert bir şekilde bastırılmıştı. 1989’dan itibaren ise Belgrad hükümeti Kosova’nın otonom statüsünü adım adım kaldıracak hukuki düzenlemeler ve politik uygulamalara başlamıştı. Bu politikanın neticesinde 1990’lı yılların başında Kosovalı Arnavutlar ayaklanmış, ardından Kosova’da olağanüstü hal ilan edilmiştir. 1996 yılında Kosova Kurtuluş Ordusu kurularak, Sırp sivil halka ve Sırp güvenlik kuvvetlerine saldırılar düzenlemeye başlamıştır. Sırp idaresi de buna misilleme olarak Arnavut sivillere karşı şiddet uygulamaya başlamıştır. Bunun üzerine BM Güvenlik Konseyi 31 Mart 1998 tarihinde 1160 sayılı kararla, YFC’ye karşı silah ambargosu uygulama kararı almış, bu kararın uygulanmasını desteklemek için de bir yaptırım komitesi kurmuştur. Fakat Konsey, bu kararı BM Sözleşmesi’nin 39. maddesi anlamında barış tehdidi tespiti yapmadan almıştı. Bu sebeple de bazı çevreler tarafından bu kararın BM Sözleşmesi’nin 39. maddesine aykırılık teşkil ettiği ileri sürülmüştür. Olayların sınıraşan etkisinin 27 28 29 İskender Özbay, Geçmişten Günümüze Kosova Tarihi ve Türkiye-Kosova İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 2009, s. 1. Murat Yılmaz, Kosova Bağımsızlık Yolunda, İlke Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 7. Özbay, a.g.e, s. 34. YIL: (5) 1 – SAYI: 157 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olmaması sebebiyle durum, Konsey tarafından bir iç savaş durumu olarak değerlendirilmiş, dolaylı olarak bir barış tehdidi tespitiyle hareket edilmiştir. Ayrıca bu kararda sivil halkın içinde bulunduğu durum tek başına zorlama tedbirlerinin alınmasına sebep teşkil etmemiştir. Kosovalı Arnavutlara yapılan baskı ve oluşan etnik çatışmanın bölge barışını sarsıcı etkisiyle birlikte dolaylı bir barış tehdidi tespiti yapılmıştır.30 Aslında Kosova’daki olayların başlangıcını 1981 yılında Priştina Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı gösteriler oluşturmuştur. Öğrencilerin gösterilerinin özünde gerek Kosova’da gerekse ülkenin diğer bölgelerinde iş bulmakta büyük zorluklarla karşılaşmaları yer almaktadır. Bu durumun değişmemesi ve ekonomik zorlukların sürekli artması öğrencileri siyasi bir çözüm aramaya yönlendirmiştir. Gösterilere yönelik polisiye tedbirlerin kullanılması sonucu 9 sivil hayatını kaybetmiş ve 250 civarı sivil yaralanmıştır. Gösteriler iki hafta içerisinde Prizren’e ve bir ay içerisinde neredeyse tüm Kosova’ya yayılmıştır. Bununla birlikte Kosova’daki gösteriler devam etmiş ve 1981-1985 yılları arasında 3.450 Kosovalı Arnavut, milliyetçi suçlarla hapis cezası almıştır.31 1988 yılında Sırbistan Sosyalist Cumhuriyeti cumhurbaşkanı olarak Belgrat’ta yaptığı bir mitingde Miloşeviç, Kosova’nın otonomisini kaldırmaya yönelik anayasa değişikliğini planladığını ve Sırbistan’ın tekrar bütünlüğünün sağlanacağını belirtmiştir. Bu doğrultuda Miloşeviç Kosova’ya yönelik planını, 1989 yılı başında uygulamaya koymuştur. İlk olarak Kosova’daki özerk yönetimin yetkileri kısıtlanmıştır. Bu kapsamda, polis, mahkeme, eğitim ve sivil savunma hususlarında yetkiler Sırbistan’a devredilmiştir. Devamında Belgrat’taki Federal Meclis’te alınan karar sonucunda Kosova’nın özerkliğine son verilmiştir. Ancak bu düzenlemeler, Kosova’da şiddetli tepki almış ve yapılan gösterilerde yaklaşık 100 kişi daha hayatını kaybetmiştir.32 1989’dan sonra ise, Arnavut çalışanlar yaygın bir biçimde işten çıkarılmış; Kosova ekonomisinin % 90’ını oluşturan ve sosyal olarak korunan işletme statüsündeki işletmeler özelleştirilerek Sırplara ve yabancılara satılmış; Arnavut esnaf mali polisin ağır baskısı altına alınmış; mahkemelerde, 30 31 32 58 Naim Demirel, “Uluslararası Hukukta İnsani Müdahale ve Hukuki Meşruiyet Sorunu”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, S. 1, Bahar 2013, s. 164. Julie A. Mertus, “Operation Allied Force: Handmaiden of Independent Kosovo”, International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, s. 464. Yılmaz, a.g.e., s. 41-42. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ okullarda ve üniversitede Arnavut varlığına son verilmiş; Sırpça tek resmi dil olarak kabul edilmiş; Arnavut ortaöğretim kurumları kapanmıştır. Kosovalı Arnavutlar bu duruma tepki olarak 1989’dan başlayarak kararlı bir direniş tutumu benimsemişlerdir. Bunun üzerine Kosova Parlamentosu’nun beşte dördünü oluşturan Arnavut temsilciler, 2 Temmuz 1989’da Kosova’yı Yugoslavya Federasyonu içinde ayrı bir cumhuriyet olarak kabul eden bir karar almış, 1990’da yeni bir anayasa yapmış, 22 Eylül 1991’de de bağımsız Kosova Cumhuriyeti’ni kurmuştur.33 Kosovalı Arnavutların bu dönemdeki tutumu, “pasif direniş” adına, Sırbistan ve Yugoslavya ile her türlü ilişkiyi, hatta iletişimi reddetmek, dolayısıyla Sırp demokratik muhalefetini de yalnız bırakmak olmuştur. Kosovalı Arnavutlar, pasif direnişin bekledikleri desteği sağlamadığını görünce artık silahlı mücadele seçeneğini kullanmaya başlamışlardır.34 Bu silahlı mücadele için oluşturulan Kosova Kurtuluş Ordusu, başlangıçta gölge devlet içinde kalan ve Kosovalı Arnavutlar arasında fazla bir etkinliği bulunmayan bir örgüttü. Fakat çatışmaların yoğunlaşması ve bir ara Kosova’nın % 40’ını denetim altına almasından sonra gölge parlamentonun açık desteğini almıştır. Kosova Parlamentosu, Temmuz 1998’de bu ordunun silahlı mücadelesinin meşruiyetini kabul etmiştir.35 Bir taraftan Kosova Kurtuluş Ordusu’nun silahlı mücadelesi, diğer taraftan YFC’nin bu mücadeleyi bastırmak istemesi, BM Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirmiş ve YFC lideri Miloşeviç, Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararlarına uyulmaması durumunda NATO tarafından hava saldırılarına maruz kalacağı şeklinde uyarılmıştır.36 Sorunun barışçıl çözümüne yönelik 33 34 35 36 Frank Muenzel, “What Does Public International Law Have to Say About Kosovar Independence?”, http://jurist.law.pitt.edu/simop.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Biljana Vankovska-Cvetkovska, “Between Preventive Diplomacy and Conflict Resolution: The Macedonian Perspective on the Kosovo Crisis”, http://jurist.law.pitt.edu/biljana.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Gökçen Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, Tartışma Metinleri 15, Haziran 1999, http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/alpkaya/kosova.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Mark Webber, “The Kosovo War: A Recapitulation”, International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, s. 449. NATO, Miloseviç’in şu beş koşulu yerine getirmesi gerektiğini açıklamıştır: i) Kosova’da bütün askeri eylemlerin durdurulması; şiddet ve baskının derhal sona erdirilmesi; ii) Kosova’dan asker, polis ve paramiliter güçlerini çekmesi; iii) Kosova’da uluslararası bir askeri varlığı kabul etmesi; iv) Bütün sığınmacıların ve yer değiştirmiş kişilerin koşulsuz ve güvenli bir biçimde geri dönmesini ve insani yardım örgütlerinin engellenmeden bunlara yardım etmesini kabul etmesi; v) Rambouillet Antlaşması teme- YIL: (5) 1 – SAYI: 159 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- nihai aşamayı Fransa’nın kuzeyindeki Rambouillet kasabasında YFC ile Kosovalı Arnavutların temsilcilerinin katılımı ile yapılan görüşmeler oluşturmuştur. Görüşmeler sonucunda bir anlaşmaya varılmıştır. Rambouillet Anlaşması’nda, Kosova’nın YFC’ye bağlı kalmasına karar verilmiş, ancak Kosova’ya kendi kendini yönetme hakkı verilmiştir. Bu durum, Kosova’nın Federal Cumhuriyet yapısı içerisinde fiili (de facto) üçüncü bir cumhuriyet konumuna ulaşmasına imkan tanımıştır.37 Anlaşma’ya göre, Federal Cumhuriyet ayrım yaratmayacak şekilde, ortak pazarın kurulması, savunma, dış politika, gümrük, federal vergi gibi hususlarda yetkilere sahip olacaktır. Federal Cumhuriyet, Kosova’nın yönetimine karışamayacak, ancak Kosova Federal Meclis’e üye seçebilecektir. Kosova, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme de dahil olmak üzere kendi mahkemelerini ve eğitim sistemini kurabilecektir. Anlaşma’nın 1. maddesine göre, Kosova’nın sınırları değişmeyecek, 7. maddesine göre ise NATO, kurulacak barış gücü ile istediği zaman Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne girebilecektir. Fakat Rambouillet Anlaşması, Yugoslavya açısından egemen bir devletin kabul edebileceği bir anlaşma olmamıştır. Anlaşma, Kosova’yı merkezi devletin kontrolünden çıkarmakta ve Kosova’nın sözde bir bağlılıkla Federal Cumhuriyet’e bağlanmasını ve NATO’nun YFC içerisinde hareket serbestisine sahip olmasını öngörmektedir. Başlangıçta Arnavutlar da anlaşmayı kabul etmek istememişler, ancak uluslararası toplumun baskısı sonucu sonradan imzalamışlardır. Miloşeviç ise anlaşmayı reddederek, müteakip aşamada Kosovalı Arnavutları kitleler halinde göçe zorlamayı ve NATO’yu müdahaleden caydıracak bir gücü Kosova’ya yerleştirmeyi hedefleyen çabalar içerisine girmiştir.38 Son olarak, 21 Mart 1999’da Miloşeviç’e anlaşmayı kabul etmemesi durumunda NATO bombardımanına maruz kalacağının bildirilmesi de ikna edici olmamış ve 24 Mart 1999 tarihinde NATO harekatı başlamıştır.39 37 38 39 60 linde siyasal bir çerçeve anlaşmanın oluşturulması için çalışmaya istekli olduğuna ilişkin güvenilir güvence sağlaması. Detaylı bilgi için bkz. Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y. Ahmet Çevikbaş, “Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi”, Savunma Bilimleri Dergisi, C. 10, S. 2, Kasım 2011, s. 28. Webber, a.g.m., s. 450. Çevikbaş, a.g.m., s. 28-29. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ NATO, insancıl bir müdahale adı altında Kosova’da gerçekleştirdiği müdahalenin gerekçelerini şu şekilde sıralamıştır: i) Yeni bir Bosna’nın engellenmesi; ii) Bosna ve Ruanda’dan sonra ABD önderliğindeki uluslararası toplumun ağır insan hakları ihlalleri karşısındaki samimi kararlılığının ispatlanması; iii) Soğuk Savaş sonrasında ve 50. kuruluş yıldönümü arifesinde NATO’nun inandırıcılığının korunması; iv) Özellikle Avrupalı güçlerin, bölgede uzun sürecek bir iç savaşın yol açabileceği kitlesel göç hareketi karşısında tedirgin olması; v) Önceki deneyimler ışığında Miloseviç’e olan güvenin tamamen yitirilmiş olması; vi) Kosova’nın özerkliğinin ancak BM Güvenlik Konseyi vetolarından bağımsız bir silahlı gücün varlığı sayesinde iade edileceği inancıdır.40 Operasyon öncesinde ise BM Güvenlik Konseyi veya Genel Kurulu’ndan NATO operasyonuna hukuki zemin hazırlayan bir karar alınamamıştır. Halbuki NATO’ya göre bu müdahale gerçekleşmeseydi, Kosova’daki insani felaket devam edecekti. NATO politik, stratejik ve ahlaki olarak bu riski almamış ve operasyonu kendi inisiyatifiyle başlatmıştır. NATO harekatından hemen sonra Güvenlik Konsey 10 Haziran 1999 tarihinde kabul ettiği 1244 sayılı karar ile NATO operasyonunu tartışmalı bir şekilde daha önceki olaylara uygulanabilen (ex post facto) bir durum olarak onaylamıştır. Bu karar, NATO ile YFC arasında operasyonun durdurulmasına yönelik olarak yapılan anlaşmanın esasları üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla, Güvenlik Konseyi’nin 1244 sayılı kararı ile müdahalenin sonuçlarını kabul ederek Kosova’da operasyon sonrası yeni bir yönetim düzenlemesi yapılmasına BM Kosova Geçici Yönetim Misyonu (United Nations Interim Administration Mission in Kosovo - UNMIK) ve NATO’ya bağlı Kosova Barış Gücü’nün (Kosovo Peace Force - KFOR) Kosova’ya yerleştirilmesine karar vermiştir.41 Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ne karşı NATO’nun askeri güç kullanımı için BM Güvenlik Konseyi’nin açıkça yetkilendirmesi ya da onayı olmamakla birlikte, NATO yetkililerinin açıklamalarına göre, bu müdahale BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla bağlantılı olarak uluslararası toplumun iradesine dayandırılmıştır.42 NATO yetkilileri, Kosova müdahalesini BM 40 41 42 “Independent International Commission on Kosovo”, The Kosovo Report: Conflict, International Response, Lessons Learned, Oxford University Press, s. 55. Haines, a.g.m., s. 479-480. Patrick Thornberry, “Come Friendly Bombs... International Law in Kosovo”, Kosovo: The Politics of Delusion, Michael Waller (ed.), Kyril Drezov and Bülent Gökay, Frank Cass Publishers, London, Portland, 2001, s. 45. YIL: (5) 1 – SAYI: 161 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunarak ve insani nedenlere dayandırarak müdahalenin haklı ve gerekli olduğunu açıklamışlardır. Örneğin dönemin NATO Genel Sekreteri Javier Solana, müdahale olasılığına karşı yaptığı basın toplantısında, “BM Güvenlik Konseyi’nin 1199 Sayılı Kararında da belirtilen Kosova’daki mevcut krizle ilgili olarak, müttefikler, belli koşullarda ittifakın güç kullanma tehdidinde bulunmasında ve gerekirse güç kullanmasında meşru zemin olduğuna inanmaktadırlar” sözleriyle müdahalenin meşruluğunu BM Güvenlik Konseyi kararına dayandırmıştır.43 NATO’nun Kosova’ya müdahalesinin BM Kurucu Sözleşmesi’ne uygun olduğunu iddia eden görüşler, özellikle Kosova’daki insani duruma yönelik çıkarılan BM Güvenlik Konseyi kararlarına atıfta bulunmaktadır. Ayrıca NATO’nun bu müdahaleyi Dayton Barışı’nı sürdürmek için gerçekleştirdiği dile getirilmiştir. Görüldüğü gibi Kosova’daki çatışmaların mevcut barışı da tehlikeye attığı yönündeki argümanlar NATO müdahalesinin meşru olduğunu iddia eden görüşlerin referans noktasını oluşturmaktadır.44 Müdahale karşıtları ise, “NATO’nun eylemi bir bütün olarak uluslararası toplumun iradesini yansıtmaktadır” iddiasını ideolojik içerikli bir fikir olduğunu ileri sürmekte ve pek çok devletin böyle bir müdahale örneğinin NATO’nun dünya polisi olarak yeni rolünü yasallaştırmasından, büyük devletlerin çıkarlarını karşılayan ve bu çıkarlara hizmet eden benzer eylemlerin yolunu açacağından kaygı duymuşlardır.45 Sonuç olarak belirtmeliyiz ki, NATO harekatı, uygulanması ve hedefleri açısından ilklerin yaşandığı bir nitelik göstermektedir. Operasyonun hedefine sadece hava harekatı ile ulaşılmıştır. Hava harekatında, YFC’nin hem ordu hem hava kuvvetleri hem de silahlı polis güçlerine önemli zarar verilmiştir. Ancak YFC güvenlik kuvvetlerinin zarara uğraması, Miloşeviç yönetiminin Kosova’ya yönelik saldırıyı durdurması sonucunu sağlamamıştır. Bu nedenle Miloşeviç yönetimini caydırmak için sivil halkın da kullandığı YFC’nin altyapı tesislerine, ulaştırma hatlarına ve stratejik nitelikteki ekonomik ve 43 44 45 62 Javier Solana, “Press Conference by Javier Solana at NATO Headquartes”, 13 October 1998, http://www.nato.int/docu/speech/1998/s981013b.htm (Erişim Tarihi: 2 Temmuz 2014). Paul Latawski and Martin A. Smith, Kosovo Crisis and the Evolution of Post-Cold War European Security, Manchester University Press, New York, 2003, s. 12. Olivier Corten and Mario Bettati, “The First Lessons of Kosovo” http://www.unesco.org/courier/1999_08/uk/ethique/txt2.htm, (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ komuta kontrol tesislerine hava saldırısı yapılmıştır. Bu şekilde sivil halk arasında ortaya çıkarılan umutsuzluk ve bıkkınlık Sırpların yönetimindeki YFC ordusuna da yansımış ve NATO’nun başarısına giden süreç şekillenmeye başlamıştır. Diğer bir ifadeyle NATO, YFC’nin savaşma azim ve iradesini, ülkenin sivil alt yapısına taarruz ederek kırmıştır.46 NATO MÜDAHALESİNİN İNSANCIL HUKUK KAPSAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ Günümüzde insancıl müdahalenin uygulanabilirliği konusunda farklı değerlendirmeler mevcuttur. Öğretide, her ne kadar uluslararası hukuk açısından müdahale yasağı ilkesi benimsenmiş olsa da, insancıl müdahalenin bu ilkenin bir istisnasını oluşturduğu ve uluslararası hukukta bu konuda bir teamül olduğu ileri sürülmektedir. Bu görüş “insan haklarının açık ve sistematik ihlallerinin uluslararası barışı tehdit ettiği, hukuka inancı ortadan kaldırdığı ve devletlerin diğer devletlerdeki insan hakları ihlalleriyle ilgilenmediği sürece insan haklarının korumasının etkisiz kalacağı” düşüncesine dayanmaktadır.47 Bu görüşten hareket edilerek eğer bir devlet, vatandaşlarına temel insan haklarını reddedecek ve insanlığın vicdanını sarsacak biçimde davranıyorsa, bu konu artık onun iç meselesi olmaktan çıkacak ve insani nedenlerle müdahale etmek mümkün olacaktır.48 NATO saldırısının meşruiyet temeli olarak sunulmak istenen “insani felaket” durumu açısından baktığımızda, bu sorunu müdahale öncesi ve sonrasına ilişkin olarak iki farklı açıdan ele almak gerekmektedir. Öncelikle, insan hakları ve insancıl hukuk ihlallerinin niceliğinin bu olayda önem taşımadığı söylenmelidir. Bu açıdan Kosova’daki bu tür ihlallerin yeryüzündeki benzer çatışmalarla karşılaştırılıp küçümsenmesi söz konusu değildir. Bununla birlikte, insani felaketi durdurma adına hareket ettiğini iddia eden NATO üyesi devletlerin, bugün yeryüzünün diğer yerlerinde devam eden ihlaller karşısındaki tutumları göz önüne alınması gereken bir göstergedir. Bunun gibi yine bu devletlerin gelecekte bu tür ihlallerin ortaya çıkmasını önlemeyi amaçlayan insan hakları ve insancıl hukuk alanındaki uluslararası çabalara ne ölçüde katıldıkları da anlamlı bir gösterge olmalıdır.49 46 47 48 49 Çevikbaş, a.g.m., s. 20-21. Ian Forbes and Mark Hoffman, Political Theory, International Relations, and the Ethics of Intervention, St. Martin’s Press, New York, 1993, s. 147. Funda Keskin, “Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma…”, a.g.e., s. 125. Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y. YIL: (5) 1 – SAYI: 163 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- NATO müdahalesi, eğer NATO üyelerinden herhangi birinin saldırıya uğraması sonucunda gerçekleştirilmiş olsaydı, kuruluş amacına uygun şekilde meşru müdafaa50 hakkını kullandığı ileri sürülebilirdi. Ancak, Yugoslavya herhangi bir NATO ülkesine bir saldırıda bulunmamıştır. Bu nedenle de NATO’nun Sırbistan’a karşı yaptığı müdahalenin bir meşru müdafaa olarak nitelendirilmesi pek mümkün görünmemektedir.51 Diğer bir husus ise, meşru müdafaa için gereken “dışarıdan gelen saldırı” şartının bu olayda gerçekleşmemesidir. Öncelikle, Kosova o dönem bağımsız bir devlet değildi, Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin bir eyaleti niteliğini taşımaktaydı. İkinci olarak, bölgeye karşı dışarıdan bir saldırı söz konusu değildi ve yaşananlar daha çok bölgesel bir iç savaş şeklindeydi.52 Ancak bundan sonraki aşamada uluslararası bir sorun haline getirilmiş ve müdahale yapılmasına karar verilmiştir. NATO tarafından BM’nin bir görevlendirmesi olmaksızın kuvvet kullanılması öğretide birçok kez tartışılmıştır. Operasyonun hukuka aykırı olduğunu savunan hukukçulara göre, BM Sözleşmesi bir devlete karşı silahlı kuvvet kullanma yetkisini, sadece Güvenlik Konseyi’ne vermektedir. Güvenlik Konseyi’nin NATO’nun müdahalesine ilişkin herhangi bir kararı bulunmamaktadır. “İnsani kriz” kavramı BM Sözleşmesi’nde düzenlenen “kuvvet kullanma yasağını” ortadan kaldırmamaktadır. Bu sebeple müdahale, BM Sözleşmesi’nin 2/4’de düzenlenen kuvvet kullanma yasağını ihlal etmektedir. NATO’nun hava operasyonunun uluslararası hukuka uygun olduğunu savunanlar ise, uluslararası insancıl hukukun acil durumlar hakkındaki kurallarına dayanmaktadırlar. Bu hukukçulara göre, acil durumlarda insani 50 51 52 64 Meşru müdafaa, aslında NATO’nun kurulma sebebidir. NATO bilindiği gibi Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyet tehdidine karşı batılı devletlerin kurduğu askeri bir ittifaktır. NATO Antlaşması’nın 5. maddesinde eğer bu Anlaşma’nın taraflarından herhangi biri saldırıya uğrarsa 51. maddesinde belirtilen ortak meşru müdafaa hakkının kullanılacağı ve Güvenlik Konseyi gerekli tedbirleri alıncaya kadar bu tedbirlerin devam edeceği hükme bağlanmıştır. Ancak maddede belirtildiği şekli ile bu önlem yalnızca BM Sözleşmesi’nde tanımlanan hali ile meşru müdafaa hakkını düzenlemekte ve üyelere bunun ötesinde bir hak veya yetki tanımamaktadır. Gökçen Alpkaya, “NATO Müdahalesi Üzerine”, a.g.y. Detaylı bilgi için bkz. Bruno Simma, “NATO, the UN and Use of Force: Legal Aspects”, European Journal of International Law, C. 10, S. 1, 1999, s. 3. Hilpold, a.g.m., s. 449-450. Michael Byers and Simon Chesterman, “Changing the Rules About Rules? Unilateral Humanitarian Intervention and the Future of International Law”, Robert O. Keohane, J.L. Holzgrefe (eds.), Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, North Carolina, Duke University, 2003, s. 182. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ felaketleri önlemek için bütün diğer yollar tüketildikten sonra gerektiğinde silahlı güç kullanmak hukuka uygundur. Kosova’daki durum bu boyutlara varmış ve NATO’nun Kosova müdahalesi barışın sağlanması için yapılmıştır. Bu müdahale insani felaketin önlenmesi için gereklidir ve hukuka uygundur. Çünkü Güvenlik Konseyi konuyla ilgili olarak etkin bir şekilde hareket etmek istememiştir. Zaten Rusya ve Çin’in veto haklarını kullanmaları sebebiyle de karar alamazdı. Bütün bu gerekçelere dayanan hukukçular müdahalenin hukuka uygun olduğunu savunmaktadırlar.53 BM Güvenlik Konseyi yetkilendirmesi ile NATO’nun sonradan müdahil olduğu Bosna Hersek’te 1995’te gerçekleştirilen müdahaleye baktığımızda ise insancıl müdahale kavramı farklı anlamlar taşımaktadır. Öncelikle Bosna harekatı, bölgedeki insan hakları ihlalleri ve etnik kıyımları durdurmak üzere BM Güvenlik Konseyi kararıyla NATO’nun yetkilendirildiği bir müdahale örneğidir diyebiliriz. Şöyle ki bu harekat, BM Sözleşmesi’nin VII. Bölümü kapsamında kuvvet kullanmayı da içeren tüm gerekli araçlarla yetkilendiren bir BM Güvenlik Konseyi kararı ile başlatılmıştır. Alınan kararda aynı zamanda, yine Sözleşme’nin VII. Bölümü ile ilişkilendiren durumun uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturduğu belirtilmiştir. Bu bağlamda, BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan NATO’nun Kosova’ya insancıl müdahale adı altında gerçekleştirdiği Kosova harekatı ile BM yetkilendirmesi ile yine NATO tarafından gerçekleştirilen Bosna harekatı, insancıl müdahale tartışmalarında önemli bir faktör olan “meşru müdahale yetkisi” unsuru açısından birbirlerinden ayrılmaktadır. Ayrıca, Bosna müdahalesi öncesinde BM tarafından oluşturulan Barış Koruma Gücü’nün insani yardım konusundaki sınırlı katkısı ve yetersizliği de NATO’ya müdahale yetkisi vermesini güçlendirmiştir. BM Barış gücü, bir çözüm sağlamaya yetecek askeri kapasiteden yoksun olduğu için başarısız kalmış, bu sebeple NATO’nun devreye girmesi sağlanmıştır. Öte yandan, Bosna harekatında yine insancıl müdahalenin unsurlarından biri olan müzakereler yoluyla barışın sağlanması ve sürdürülmesi tercih edilmiştir. Bütün bu unsurlar, Bosna harekâtının Kosova müdahalesine kıyasla insancıl müdahale kavramı içine sokulmasına imkan sağlamaktadır. 53 Demirel, a.g.m., s. 167. YIL: (5) 1 – SAYI: 165 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- SONUÇ İnsancıl müdahale adı altında askeri müdahale seçeneğine başvurulabilmesi için öncelikle uyuşmazlıkların barışçıl yöntemlerinin denenmiş ve bir sonuç alınamamış olması gerekmektedir. Bundan sonraki aşamada ise insancıl müdahale, hukuki bir zeminde meşru kılınmak isteniyorsa mutlaka yetkili bir otorite veya kurum tarafından gerçekleştirilmelidir. BM Sözleşmesi’nde dile getirilen kuvvet kullanma yasağının istisnaları göz önünde bulundurulduğunda, insancıl müdahalenin meşru müdafaa ile ilişkilendirilemeyeceği görülmektedir. Ancak BM Güvenlik Konseyi tarafından alınacak bir kararla yetkilendirme yapılması durumunda insancıl müdahale bir meşruiyete kavuşabilecektir. Uygulanan uluslararası hukuk çerçevesinde NATO’nun Kosova’ya müdahalesinin niteliği ve kapsamı ele alındığında, söz konusu müdahalenin herhangi bir uluslararası hukuk normuna ya da genel olarak insancıl müdahale kavramının tanımına ve unsurlarına uymadığı görülmektedir. Müdahaleyi uluslararası hukuka aykırı görmek için sadece Birleşmiş Milletler Sözleşmesi madde ve hükümlerine bakılması yeterli olacaktır. Fakat, insancıl müdahale günümüzdeki uygulamalarıyla meşruiyeti ve hukukiliği tartışılmakta olan bir kavramdır ve bu kavrama uygun bir şekilde yapılan müdahaleler hukuki olmasalar bile uluslararası toplumun gözünde meşru bir hale getirilebilmektedir.54 Her ne kadar Kosova’da insan hakları ihlallerinin şiddeti tartışılamaz duruma gelmiş, insancıl hukuk ilkelerinin ihlal edilmiş ve bölgenin uzun vadede bağımsızlığı veya bütünlüğü tehlikeye girmiş olsa da, müdahaleci devletlerin oluşturduğu NATO müttefik kuvvetleri tarafından insancıl müdahalenin unsurlarından biri olarak nitelendirilen alternatif seçenekler denenmemiş ve tüketilmemiştir. Bu nedenle NATO’nun Kosova’ya müdahalesi, tam anlamıyla insancıl müdahale olarak kabul edilemeyecek bir harekattır. Bu müdahale, insancıl müdahalenin temel unsurlarından sadece bazılarını bünyesinde barındırmakta ve bu yüzden insancıl müdahale kavramının uygulamaları içerisine sokulmaktadır. NATO müdahalesi hem örgütsel anlamda, hem üye devletlerce ve hem de uluslararası toplumun bazı kesimlerince insancıl müdahale çerçevesine sokulup tanımlansa da, hatta meşruiyeti ve hukukiliği 54 66 Noam Chomsky, “Kosova Barış Antlaşması”, Der. Tarık Ali, NATO’nun Balkan Seferi Om Yayınları, İstanbul, 2001, s. 533. OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ sağladığı dile getirildiği iddia edilse de, tam anlamıyla bir insancıl müdahale olarak değerlendirilemez. KAYNAKÇA Alpkaya, Gökçen (15, Haziran 1999), “NATO Müdahalesi Üzerine”, Tartışma Metinleri http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/alpkaya/kosova. htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Byers, Michael ve Simon Chesterman (2003), “Changing the Rules About Rules? Unilateral Humanitarian Intervention and the Future of International Law”, Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, Robert O. Keohane and J.L. Holzgrefe (eds.), North Carolina, Duke University, 177203. Chomsky, Noam (2001), “Kosova Barış Antlaşması”, Der. Tarık Ali, NATO’nun Balkan Seferi, İstanbul: Om Yayınları. Corten, Olivier ve Mario Bettati (1999), “The First Lessons of Kosovo”, http://www. unesco.org/ courier/1999_08/uk/ethique/txt2.htm, (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Çevikbaş, Ahmet (Kasım 2011), “Müttefik Güç Harekâtı İnsani Müdahalelerin Bir İstisnası mıdır? NATO’nun Kosova’ya Yönelik Harekâtının Uluslararası Hukuk ve Askeri Bakış Açılarından Değerlendirilmesi”, Savunma Bilimleri Dergisi, C. 10, S. 2, 18-57. Demirel, Naim (Bahar 2013), “Uluslararası Hukukta İnsani Müdahale ve Hukuki Meşruiyet Sorunu”, FSM İlmi Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, S. 1, 152-72. Drüke, Luise (1993), Preventive Action for Refugee Producing Situations, New York: Peter Lang, Duran, Hasan (2001), “Yeni Bir Müdahale Şekli: İnsani Müdahale”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, C. 6, S. 1, 87-94. Forbes, Ian ve Mark Hoffman (1993), Political Theory, International Relations, and the Ethics of Intervention, New York: St. Martin’s Press. YIL: (5) 1 – SAYI: 167 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Haines, Steven (2009), “The Influence of Operation Allied Force on the Development of the Jus Ad Bellum, International Affairs, C. 85, S. 3, 477-90. Hilpold, Peter (2001), “Humanitarian Intervention: Is There a Need for a Legal Reappraisal”, European Journal of International Law, C. 12, S. 3, 437-67. Himes, Kenneth R., (1994), “The Morality of Humanitarian Intervention”, Theological Studies, C. 55, S. 1, 82-106. Holzgrefe J. L. ve Robert Keohane (2003), “The Humanitarian Intervention Debate”, Humanitarian Intervention: Ethical, Legal, Political Dilemmas, Cambridge University Press, Cambridge, 15-53. “Humanitarian Intervention”, The Advisory Council on International Affairs and the Advisory Committee on Issues of Public International Law, April 2000. “Independent International Commission on Kosovo”, The Kosovo Report: Conflict, International Response, (2001), Lessons Learned, Oxford: Oxford University Press. Keskin, Funda (Kış 2006-2007), “İnsancıl Müdahale: 1999 Kosova ve 2003 Irak Sonrası Durum”, Uluslararası İlişkiler, C. 3, S. 12, 49-70. Keskin, Funda (1998), Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları. Latawski, Paul ve Martin A. Smith, (2003), Kosovo Crisis and the Evolution of Post-Cold War European Security, New York: Manchester University Press. Lewy, Guenter (Güz 1993), “The Case for Humanitarian Intervention”, Orbis, C. 37, S. 4, 621-33. Lobel, Jules and Ratner, Michael, “Humanitarian Military Intervention”, Focus, C. 5, S. 1, January 2000. Lyman, Robert Murray, “The Possibilities for Humanitarian War by International Community in Bosnia Herzegovina Between 1992 and 1995”, The Strategic and Combat Studies Institute, Camberley, 1997. 68 OCAK 2015 İNSANCIL HUKUK İLKELERİ KAPSAMINDA KOSOVA SORUNU VE NATO’NUN ‘İNSANCIL’ MÜDAHALESİ Magnan, Richard, “An Examination of the Legal Authority for the 1999 NATO Air Campaign Against the Federal Republic of Yugoslavia”, Foreign Service Institute, March, 2000, file:///C:/Users/Tosh%C4%B1ba/Downloads/ ADA393979%20(2).pdf, (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Merriam, John J., “Kosovo and the Law of Humanitarian Intervention”, Case Western Reserve Journal of International Law, C. 33, S. 1, 2001, 111154. Mertus, Julie A., “Operation Allied Force: Handmaiden of Independent Kosovo”, International Affairs, C. 85, S. 3, 2009, 461-476. Molier, Gelijn, “Humanitarian Intervention and the Responsibility to Protect After 9/11”, Netherlands International Law Review, C. 53, 2006, 3762. Moller, Bjorn, “Kosovo and Just War Tradition”, Paper for the Commission on Internal Conflicts, Ağustos 2000, http://www.comw.org/ pda/fulltext/0008moeller.pdf, 1-18 (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Muenzel, Frank, “What Does Public International Law Have to Say About Kosovar Independence?”, http://jurist.law.pitt.edu/simop.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Özbay, İskender, Geçmişten Günümüze Kosova Tarihi ve Türkiye-Kosova İlişkileri, Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE), Genel Kurmay Basımevi, Ankara, 2009. Ramphal, Shridath, “Law and Intervention”, Peace Review, C. 8, Aralık 1996, ss. 493-498. Rogers, A.P.V., “Humanitarian Intervention and International Law”, Harvard Journal of Law and Public Policy, C. 27, S. 3, 2004, 725-736. Scheffer, David J., “Challenges Confronting Collective Security: Humanitarian Intervention”, David J. Scheffer, Richard N. Gardner and Gerald H. Helman (eds.), Post-Gulf War Challenges to the UN Collective Security System: Three Views on the Issue of Humanitarian Intervention, United States Institute of Peace, Washington, 1992, ss. 1-13. Simma, Bruno, “NATO, the UN and Use of Force: Legal Aspects”, European Journal of International Law, C. 10, S. 1, 1999, 1-22. YIL: (5) 1 – SAYI: 169 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Solana, Javier, “Press Conference by Javier Solana at NATO Headquartes”, 13 October 1998, http://www.nato.int/docu/speech/1998/ s981013b.htm (Erişim Tarihi: 2 Temmuz 2014). Thornberry, Patrick, “Come Friendly Bombs... International Law in Kosovo”, Kosovo: The Politics of Delusion, Michael Waller (ed.), Kyril Drezov and Bülent Gökay, Frank Cass Publishers, London, Portland, 2001, 43-56. Uluslararası Müdahale ve Devlet Egemenliği Komisyonu (ICISS), 2001, http://responsibilitytoprotect.org/ICISS%20Report.pdf (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Vankovska-Cvetkovska, Biljana, “Between Preventive Diplomacy and Conflict Resolution: The Macedonian Perspective on the Kosovo Crisis”, http://jurist.law.pitt.edu/biljana.htm (Erişim Tarihi: 2 Haziran 2014). Webber, Mark (2009), “Kosovo War: A Recapitulation”, International Affairs, C. 85, S. 3, ss. 447-59. Weiss, Thomas G. (2 June 2004), “The Responsibility to Protect in a Unipolar Era,” Security Dialogue, C. 35, S. 2, 135-53. William A. Boettcher (3 June 2004), “Military Intervention Decision Regarding Humanitarian Crises: Framing Induced Risk Behavior”, Journal of Conflict Resolution, C. 48, S. 3, 331-55. Yılmaz, Murat (2005), Kosova Bağımsızlık Yolunda, İstanbul: İlke Yayıncılık. 70 OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ 55* Cenk ÖZGEN Özet Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik düzenlediği en kapsamlı askeri operasyonlardan biri Çelik Harekâtı’dır. 35.000 askerin katılımıyla icra edilen harekât, uluslararası hukuk açısından BM Genel Kurulu’nun “zorunluluk hali” ve “varlığını koruma” doktrinlerine dayandırılmıştır. Çelik Harekâtı, dördüncü nesil savaş(lar) kategorisinde değerlendirilebilecek bir girişimdir. Çalışmada, harekâtın hukuki ve askeri açıdan analiz edilmesi amaçlanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Kuzey Irak, Sınır Ötesi Harekât, Türk Silahlı Kuvvetleri, Çelik Harekâtı, Dördüncü Nesil Savaş. A LEGAL AND MILITARY ANALYSIS ON OPERATION ÇELİK Abstract Operation Çelik is one of the most large-scale military operations organised by Turkey against PKK bases in Northern Iraq. Regarding International Law, this operation involved 35.000 troops based on the “necessity” and “self-preservation” doctrines of the United Nations (UN) General Assembly. Operation Çelik is an initiative that can be examined as Fourth Generation Warfare(s). With the study, we aim to analyse legal and military aspects of this operation. Key Words: Northern Iraq, Cross Border Operation, Turkish Armed Forces, Operation Çelik, Fourth Generation Warfare. * Yrd. Doç. Dr., Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]. YIL: (5) 1 – SAYI: 171 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ВОЕННО-ПРАВОВОЙ АНАЛИЗ “ОПЕРАЦИИ СТАЛИ” Аннотация Одним из наиболее полной военной операцией Турции против лагеря РПК (Рабочая Партия Курдистана) в Северном Ираке является «Операция Стали». Операция, которая была проведена с участием 35000 солдат, была основана на доктрине и с точки зрения международного права «государственной необходимости» и «защита собственности» Генеральной Ассамблее ООН. Операция Стали, война (войны) четвертого поколения, инициатива, которая может быть рассмотрена в этой категории. Исследование предназначено для анализа с точки зрения правовых и военных операций. Ключевые слова: Вооруженные силы Турции, Северный Ирак, Пограничная Операция, «Операция Стали», Война Четвертого Поколения. GİRİŞ: DÖRDÜNCÜ NESİL SAVAŞ(LAR) Carl Von Clausewitz (1780-1831), Savaş Üzerine (Vom Kriege) adlı klasik eserinde savaşı “düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemi” olarak tanımlamıştır. Bu tanım, ulus-devletler arasında savaşı nihai sorun çözme aracı olarak kabul eden geleneksel görüşü yansıtmaktadır. Geleneksel görüşe göre siyasi niyet amaç, savaş ise araçtır. Araç hiçbir zaman amaçsız düşünülemez. Dolayısıyla savaş da özünde siyasetin başka araçlarla devamıdır (Clausewitz, 2011). Her ne kadar savaş olgusu genel olarak yukarıdaki şekilde tanımlanmaya devam etse de Soğuk Savaş özellikle de 11 Eylül sonrasında yaşanan “savaşımsı” çatışmaların geleneksel varsayımlar üzerinden açıklanması oldukça zordur. Yaşanan değişimin temelinde küreselleşme ve teknolojideki gelişmelere koşut olarak devlet dışı aktörlerin uluslararası güvenlik ortamında görünürlüklerinin artması bulunmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında vuku bulan çatışmaların büyük bölümünde taraflardan en az biri devlet dışı aktördür. Örneğin 2013 yılında dünyada devam eden 37 çatışmanın 31’i bu kategoride olup sadece 6’sı klasik ulus-devletler savaşıdır (Gurcan, 2012). Bugün Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) terör örgütüyle dünya gündeminde yer alan Suriye İç Savaşı’nın da klasik bir ulus-devlet savaşı olmaması şaşırtıcı 72 OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ değildir. Mevcut tablo, savaşın ulus-devlet tekelinden çıktığı yeni bir döneme girildiğini göstermektedir. Herfried Münkler’in (2011) ifadesiyle bu, “Yeni Savaşlar” (Die Neuen Kriege) dönemidir. Lind, Nightengale, Schmitt, Sutton ve Wilso (1989), ABD Deniz Piyadeleri Gazetesi (Marine Corps Gazette)’de yayımlanan Savaşın Değişen Yüzü: Dördüncü Nesil Savaşa Doğru (The Changing Face of War: Into the Fourth Generation) başlıklı makalelerinde, savaşın doğasını ve evrimini açıklamaya yönelik yeni bir model ortaya koymuşlardır. Modelde, savaş ortamını dört nesile ayırarak açıklayan yazarlar, günümüzün gayri nizami harp türevlerini dördüncü nesil savaş (4NS) kategorisinde ele almışlardır. Yazarların tespitiyle 4NS, savaş ile barış dönemleri arasındaki ayrımın bulanıklaştığı; klasik cephe anlayışının olmaması nedeniyle muharebe sahası sınırlarının çizilmesinin zorlaştığı; sivil-asker farkının büyük ölçüde ortadan kalktığı ve doğası gereği muharip-muharip olmayan herkesin etkilendiği asimetrik bir çatışma ortamıdır. 4NS’ye geçişle birlikte savaşta ulus-devlet tekeli kırılmış; düşman merkezli anlayıştan halk merkezli anlayışa geçilmiş; siber güvenlik öne çıkmış; barış ve savaş dönemleri arasında ayrım yapılması zorlaşmış; fetih anlayışı terk edilmiş; bilgi harekâtı ile muharebe ortamında taktik seviye önem kazanmıştır (Gurcan, 2012). Lind ve diğer. (1989) tarafından ortaya konulan model temel alındığında, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistanê/PKK)’ya karşı yürüttüğü mücadele 4NS kategorisindeki gayri nizami harp türevlerine girmektedir. Mücadelenin taraflarından biri Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve onun meşru güvenlik güçleri, diğeriyse devlet dışı bir aktör ya da daha somut bir tespitle uluslararası alanda terör örgütü olarak kabul edilen gayri meşru silahlı bir gruptur. Benzer örneklerde olduğu gibi askeri açıdan burada da simetrik muharebe kuralları geçerli değildir. “Çözüm süreciyle” birlikte nispeten çatışmasızlık dönemine girilse de PKK; pusu kurma, baskına uğratma, sabotaj düzenleme ve mayın/patlayıcı döşeme gibi gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulamakta; buna karşı TSK ise yurtiçinde olduğu kadar sınır ötesinde de icra ettiği harekâtlarla örgütü etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Yeri gelmişken, 1980’li yıllar boyunca daha ziyade savunma pozisyonunda kalan TSK’nın -yeniden yapılanma çalışmalarının da etkisiyle- 1993 yılı sonrasında inisiyatifi ele geçirdiği; 1990’lı yılların sonlarına gelindiğindeyse askeri açıdan PKK’yı yenilgiye YIL: (5) 1 – SAYI: 173 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- uğrattığı belirtilmelidir. Hiç şüphesiz bu başarıda sınır ötesi harekâtların yadsınamaz payı bulunmaktadır. Sınır ötesi harekâtların önemine atıf yapılan bu noktada Kuzey Irak’ın Türkiye toprakları dışında PKK kamplarının yer aldığı en önemli üs bölgesi olduğunun altı çizilmelidir. Bunun etkisiyle TSK, örgütün Kuzey Irak’a yerleşmeye başladığı 1983 yılından 2012 yılına kadar bölgeye yönelik birçok operasyon düzenlemiştir. Kuzey Irak’taki PKK militanlarını hedef alan operasyonların ilki 25 Nisan 1983 tarihinde yapılmıştır (Özdağ, 2008). Son operasyonun tarihiyse 5-6 Kasım 2012’dir (Reuters, 2012). Sıcak takip hakkı/ kesintisiz izleme hakkı (hot pursuit) kapsamındakiler de dâhil edildiğinde, TSK’nın Kuzey Irak’ta icra ettiği operasyonların sayısını tespit etmek oldukça güçtür. Konuya ilişkin araştırmalar yapan Şener (2013), 1983-2010 yılları arasında sıcak takip hakkı ve sınır ötesi operasyon (cross border operations) kapsamında 88 operasyonun düzenlendiğini tespit etmiştir. Fakat Şener -özellikle sıcak takip bazında- gerçek rakamın çok daha yüksek olabileceğini not düşmüştür. Kaldı ki araştırmada 2010-2012 döneminin yer almaması da sayının daha yüksek olabileceğine yorulabilir.1 TSK’nın sıcak takip ve sınır ötesi operasyonları ekseriyetle küçük ya da orta ölçekli girişimlerdir. Bunlar içerisinde sadece kara unsurlarının yer aldığı operasyonlar olduğu gibi sadece hava ya da kara-hava unsurlarının müşterek harekât şeklinde icra ettikleri operasyonlar da bulunmaktadır. Öte yandan sayısal açıdan az olmakla beraber geçmişte kolordu2 çapında birliklerce icra edilmiş büyük ölçekli operasyonlar da kayda geçmiştir. Karahava unsurlarının müşterek harekât şeklinde icra ettiği bu tarz operasyonların örneklerinden biri Çelik Harekâtı’dır. 35.000 askerin katılımıyla 20 Mart-3 Mayıs 1995 tarihleri arasında icra edilen Çelik Harekâtı, kapsam itibariyle Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bile büyüktür (Hürriyet Gazetesi, 21 Mart 1995). Bu boyuttaki bir harekâtın akademik çevrelerde yeterince ele alınmamış olmasıysa ilgi çekicidir. Bu çalışma, yukarıda ana hatları ortaya konulan Çelik Harekâtı’nı hukuki ve askeri açıdan analiz etmeyi amaçlamaktadır. Gizliliği bulunmayan açık kaynaklara dayandırılacak olan çalışmada, ilk önce harekâtın uluslararası 1 2 74 TSK’nın en yetkili ismi konumundaki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dahi, Kasım 2007’de yaptığı bir açıklamada Kuzey Irak’a yapılan operasyon sayısını bilmediğini ifade etmesi bu tespitle örtüşmektedir (Özdağ, 2008). Bir kolorduda ortalama 40.000 ila 60.000 arasında asker bulunmaktadır. OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ hukuk yönünden değerlendirmesi yapılacak, ardından ise askeri boyutu ele alınacaktır. ULUSLARARASI HUKUK AÇISINDAN ÇELİK HAREKÂTI Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini de kapsayan bağımsız bir Kürdistan devletinin kurulmasını amaçlayan PKK, Abdullah Öcalan’ın Haziran 1984’te verdiği talimatla “silahlı propaganda aşaması”ndan “gerilla aşaması”na geçişe yönelik hazırlıklara başlamıştır (Özcan, 1999). Bu doğrultuda askeri kanadı Kürdistan Kurtuluş Birlikleri (Hêzên Rizgariya Kurdistan/HRK)’nın örgütlenmesini tamamlayan örgüt, silahlı direnişin başladığının dünya kamuoyuna ciddi eylemlerle duyurulması için bir dizi saldırı gerçekleştirmiştir. 15 Ağustos 1984 tarihinde gerçekleştirilen ve örgüt yazınında “Ağustos Atılımı” olarak adlandırılan saldırılarda (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2004), Siirt’in Eruh ilçesindeki jandarma karakolu ile Hakkâri’nin Şemdinli ilçesindeki jandarma karakolu, jandarma subay açık hava gazinosu ve subay lojmanları hedef alınmıştır. Saldırılarda 1 asker ölürken, 9 asker ile 3 sivil yaralanmıştır (Milliyet Gazetesi, 18 Ağustos 1984). PKK’nın silahlı eylemlere başlamasına karşı önlem arayışında olan Türkiye, o dönemde Irak ve Suriye nezdinde yapılan girişimlerle sınır güvenliğinin sağlanması konusunda adımlar atmıştır. Adımlardan biri Dışişleri Bakanı Vahit Melih Halefoğlu ile Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Necdet Öztorun’un Bağdat ziyareti sırasında 15 Ekim 1984 tarihinde imzalanan Türkiye-Irak Güvenlik Protokolü’dür. 29 Mart 1946 tarihinde iki ülke arasında imzalanan Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması’na dayanan protokol taraflara birbirlerinin topraklarında 5 kilometre derinliğe kadar sıcak takip hakkı tanımıştır (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2004). Türkiye, 1984 sonrasında Kuzey Irak’a yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonları bu protokole dayandırmıştır. Nitekim Irak’ın rızasına dayalı olması nedeniyle bu dönemde düzenlenen operasyonların hukukiliğinin sorgulanması söz konusu olmamıştır (Başeren, 1995).3 3 Uluslararası hukuk açısından sıcak takip hakkı ile sınır ötesi operasyon kavramları birbirinden farklıdır. Sıcak takip, bir devletin egemenlik sahası içinde haksız eylemde bulunan kişi veya grupları sınırlarının dışında da takip etmesidir. Bu bağlamda sıcak takip hakkının kullanımında askeri harekât takipte bulunan devletin topraklarında başlamakta ve eylemci(lerin) sınırı geçmesi durumunda komşu ülkenin topraklarında devam etmektedir. Sınır ötesi operasyon ise bir devletin askeri harekâtı “doğrudan” diğer devletin ege- YIL: (5) 1 – SAYI: 175 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Öte yandan Türkiye ile Irak arasında imzalanan Güvenlik Protokolü’nün süresi 1988 yılında dolmuştur. O dönemde Türkiye, Irak’ın da sıcak takip hakkından yararlanma olasılığına karşı ilk etapta protokolün süresinin uzatılmasına sıcak yaklaşmamıştır.4 Ancak daha sonra bu konuda görüş değişikliğine gitmiş ve protokolün tekrar yürürlüğe sokulmasına yönelik girişimlere başlamıştır. Başbakan Yıldırım Akbulut, 5-7 Mayıs 1990 tarihleri arasında Irak’a yaptığı resmi ziyarette konuyu gündeme getirmiştir. Ankara’nın talebine karşı Bağdat yönetiminin yaklaşımıysa sınır güvenliğinin Türkiye, Suriye ve Irak arasında yapılacak üçlü bir antlaşmayla düzenlenmesi olmuştur. Üstelik Bağdat yönetimi, Fırat ve Dicle nehirlerinden Suriye’ye saniyede 700 metreküp su bırakılmasını da talep etmiştir. Yapılan görüşmelerde taraflar bahsi geçen talepler konusunda uzlaşamamıştır (Başeren, 1995). 1984 tarihli Güvenlik Protokolü’nün süresinin uzatılmaması “Çelik Harekâtı’nın hukuki dayanağı nedir?” sorusunu gündeme getirmektedir. Uluslararası hukuk alanındaki çalışmalarıyla tanınan Reçber (2007), Türkiye’nin söz konusu protokol ya da benzeri bir uluslararası anlaşma olmadan da Kuzey Irak’a yönelik sıcak takip veya sınır ötesi operasyon yapma hakkına sahip olduğu görüşündedir. Zira Birinci Körfez Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 688 sayılı kararına istinaden hayata geçirilen “güvenli bölge” uygulaması Kuzey Irak’ta otorite boşluğuna sebep olmuştur. Bu boşluktan istifade eden PKK ise Kuzey Irak’ı kendine üs seçmiş ve bölgeden destek alarak gerçekleştirdiği saldırılarla Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturmaya başlamıştır. Reçber’e göre Irak tarafından gerekli önlemlerin alın(a)maması Türkiye’nin sıcak takip veya sınır ötesi operasyon yapma hakkını gündeme getirmektedir. Türkiye’nin kuvvet kullanma hakkının dayanağınıysa BM Antlaşması’ndaki meşru müdafaa hakkı ilkesi oluşturmaktadır. Diğer taraftan Reçber, TSK unsurlarının Kuzey Irak’ta daimi olarak kalmasının meşru müdafaa ilkesiyle bağdaşmayacağı ve uluslararası hukuka aykırı bir eylem teşkil edeceği uyarısında bulunmakta; karar vericilerin sıcak takip veya sınır ötesi operasyonları uzun süreli tutmamasını ve harekât sonrasında birlikleri geri çekmesini doğru bir hareket tarzı olarak görmektedir. 4 76 menlik sahasında başlatması ve yürütmesidir. Başka bir ifadeyle sınır ötesi operasyonun düzenlendiği yer doğrudan diğer devletin topraklarıdır (Reçber, 2007). Özdağ (2007), Türkiye’nin protokolün uzatılması konusunda çekinceleri olmasına karşın bunu resmi olarak hiçbir zaman telaffuz etmediğini belirtmektedir. Ankara, resmi görüş olarak Irak’ın bölgede denetimi yeniden tesis etmiş olmasından ötürü artık sınır ötesi operasyonlar düzenlemeye ihtiyacı olmadığını ileri sürmüştür. OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ Aslına bakılırsa bir terör saldırısına maruz kalan devletin meşru müdafaa hakkının doğup doğmadığına ilişkin görüşler farklılaşmaktadır. Genel olarak bakıldığında, bu konudaki görüşleri iki grupta toplamak mümkündür. Birinci grup, meşru müdafaa hakkının sadece devletlerarası silahlı çatışmalarda geçerli olabileceğini, dolayısıyla bir devletin bu hakka dayanarak terör örgütleri gibi devlet dışı aktörlere karşı kuvvet kullanamayacağını savunmaktadır. İkinci grup ise meşru müdafaa hakkının sadece mütecaviz devlet(ler)e karşı değil devlet dışı aktörlere ve onlara destek sağlayan devlet(ler)e karşı da kuvvet kullanımına dayanak sağladığını ileri sürmektedir. Her ne kadar başvurulacak tedbirlerin mahiyeti noktasında uzlaşı sağlanamasa da günümüzde ikinci görüşün ağırlık kazandığı görülmektedir (Şener, 2013). Nitekim bu çalışmada da kabul gören ikinci görüştür. Meşru müdafaa hakkı ilkesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasına ilişkin düzenlemelere; somut bir ifadeyle Türkiye’nin de taraf olduğu 26 Haziran 1945 tarihli BM Antlaşması’na dayanmaktadır. BM Antlaşması’nın “Amaçlar ve İlkeler” başlıklı I. bölümünün 2. maddesinde, üye devletlerin başka bir devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanımına başvurması yasaklanmıştır. Uyuşmazlıkların öncelikle barışçı yöntemlerle çözüme kavuşturulmasını öngören antlaşmada, kuvvet kullanma tekeli BM Güvenlik Konseyi’ne verilmiş, bunun tek istisnasının ise meşru müdafaa hakkı olduğu kabul edilmiştir. Bu cümleden antlaşmanın “Barışın Tehdidi, Bozulması ve Saldırı Durumlarında Girişilecek Eylemler” başlığını taşıyan VII. bölümünün 51. maddesinde, saldırıya uğrayan devletlerin ancak şu şekilde kuvvet kullanabileceği belirtilmiştir: Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı saldırıya uğraması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya dek, bu üyenin doğal olan bireysel ya da ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Anlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez (Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi, t.y.). YIL: (5) 1 – SAYI: 177 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- BM Antlaşması’nda meşru müdafaa hakkının kullanılmasına ilişkin belirleyici unsur “silahlı saldırı” fiilinin gerçekleşmesidir. Kuzey Irak’ta üstlenmiş PKK militanlarının Türkiye’ye yönelik eylemleri dikkate alındığında, düzenlemede öngörülen silahlı saldırı fiilinin gerçekleştiği açıktır. Dolayısıyla Türkiye’nin kendini koruma amaçlı kuvvet kullanımına başvurması uluslararası hukuka uygundur.5 Zaten Türkiye de 4-18 Ağustos 1991 tarihleri arasında Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi operasyonu meşru müdafaa hakkına dayandırmıştır (Oran, 1996). Öte yandan Türkiye, Çelik Harekâtı’nı BM Genel Kurulu’nun 2625 sayılı Dostça İlişkiler Bildirisi’ne gönderme yaparak, “zorunluluk hali” (necessity) ve “varlığını koruma” (self-preservation) doktrinlerine atıf yaparak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ayrıca Türkiye, ulusal güvenliğini, sınırlarını ve terörizme karşı vatandaşlarını koruma amacıyla gerekli tedbirleri alma yönündeki kararlığını da ifade etmiştir. Kuşkusuz harekâtı meşrulaştırmak için kullanılan bu argümanlar meşru müdafaa hakkına dayanak oluşturan argümanlara çok benzemektedir. Bununla birlikte Türkiye, Çelik Harekâtı’nı doğrudan meşru müdafaa hakkına dayandırmamış ve aldığı tedbirleri Güvenlik Konseyi’ne bildirmemiştir. Hatta Irak’ın protestolarına yanıt olarak Güvenlik Konseyi’ne gönderilen mektuplarda da 51. maddeye atıf yapmamıştır.6 5 6 78 PKK’nın silahlı saldırılarına karşı Türkiye’nin kuvvet kullanmasının uluslararası hukuka uygun olduğunun savunulduğu bu noktada 11 Eylül sonrasında öne çıkan önleyici meşru müdafaa hakkı kavramından da kısaca bahsetmek yerinde olacaktır. 2002 yılında Bush yönetimi tarafından yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nde, terörizmin ülke güvenliğine büyük bir tehdit oluşturduğu ve ABD’nin bu tehdidi ortadan kaldırmak için her tür önlemi alacağı açıklanmıştır. Belgenin en dikkat çekici yönü önleyici meşru müdafaa hakkı kapsamında halkı ve ülkeyi korumak için teröristler “daha eyleme geçmeden” etkisiz hale getirilecekleri vurgusudur (The National Security Strategy of the United States of America, 2002). Aslına bakılırsa bir devletin silahlı saldırı fiili gerçekleşmeden de kuvvet kullanıp kullanamayacağı konusunda doktrinde görüş birliği yoktur. Kimi yazarlar çok yakın ve gerçek bir tehlikenin varlığı karşısında -eğer başka bir yol yoksatehdit altındaki devletin meşru müdafaa hakkını kullanarak kuvvete başvurabileceğini ileri sürmektedirler. Fakat yine de yazarların çoğunluğunun meşru müdafaa kapsamında kuvvet kullanımını silahlı saldırı fiilinin gerçekleşmesine bağladığı dolayısıyla önleyici meşru müdafaa hakkını reddettiği görülmektedir (Pazarcı, 2011). Burada ilginç olan nokta Türkiye’nin aksine ABD’nin harekâtı meşru müdafaa hakkı olarak nitelendirmesidir. Meşru müdafaa söylemiyle ABD’nin başından itibaren destek verdiği harekât, Irak tarafından ise ağır biçimde eleştirilmiştir. BM’yi hareketsizlik ve çifte standartlı politika izlemekle itham eden Bağdat yönetimi, Türkiye’ye yönelik silahlı saldırılarda sorumluluğu bulunmadığını iddia etmiştir. Bağdat yönetimi, ABD’nin Kuzey Irak’ta yarattığı otorite boşluğunun merkezi yapının bölgedeki terörist faaliyetleri engelleme kapasitesini ortadan kaldırdığını dolayısıyla saldırıların asıl sebebinin bizatihi ABD’nin politikaları olduğunu ileri sürmüştür. Öte yandan Irak gibi Almanya, Fransa, OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ Taşdemir’e (2006) göre Türkiye’nin doğrudan meşru müdafaa hakkına atıf yapmamasının muhtemel nedeni PKK’nın eylemlerinden Irak’ın ne ölçüde sorumlu olduğu tartışmalarından kendisini uzak tutmak istemesidir. ASKERİ AÇIDAN ÇELİK HAREKÂTI: KUZEY IRAK’IN ARAZİ YAPISI PKK ile mücadele kapsamında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin en hassas kesimleri Türkiye-Irak sınırının batısında yer alan Cudi Platosu ile doğusunda yer alan Hakkâri Platosu’dur. Türkiye’nin güney sınırından içeri giren “üçgen” görünümündeki her iki platonun da kontrol altında tutulması ve savunulması son derece zordur. Cudi Platosu’na Suriye ve Irak’tan, Hakkâri Platosu’na ise İran ve Irak’tan girişi-çıkışı kolaylaştıran sarp boğazların yanında çok sayıda dağ yolu ve patika gibi taktik istikametler mevcuttur (Savunma ve Havacılık, 1995). Çelik Harekâtı, sınır güvenliğinin sağlanmasında sorunlar yaşanan bu bölgenin hemen güneyinde icra edilmiştir. Türkiye-Irak sınır hattı boyunca 350 kilometre uzanan ve 40 kilometre derinliğe ulaşan harekât bölgesi takribi olarak 14.000 kilometrekare genişliğindedir (Savunma ve Havacılık, 1995). Bölgenin en dikkat çekici yönü, arazi yapısının son derece dağlık olması ve bunun özellikle karayoluyla yapılacak kuvvet intikallerini kısıtlamasıdır. Kuzeyde Türkiye, batıda Suriye ve doğuda İran sınırlarıyla çevirili olan harekât bölgesi doğu-batı istikametinde birbirine paralel olarak uzanan iki dağ sırası ile bunların ortasındaki koridordan oluşmaktadır. Türkiye-Irak sınırı üzerinden başlayan ilk dağ sırası batıdan doğuya; Sinad, Haftanin, Hantur Dağları ile Metina, Şivi (Zap), Mezi Karay (Avaşin) ve Hakuruk bölgelerinden oluşmaktadır. Bu dağ sırasından sonra Zaho-Amadiya koridoruna ulaşılmaktadır. Koridorun güneyinde Hayırsızdağ (Beyaz Dağ) ile Garadağ’ın oluşturduğu ikinci dağ sırası yer almaktadır (Kundakçı, 2004). Bölgede; Murat ve Dicle nehirleri, Botan, Habur ve Hezil çayları ile bu akarsuların kollarıyla birbirinden ayrılan binlerce ters kompartıman vardır. Arızalı arazi yapısı nedeniyle bölgedeki rakım farklılıkları da büyük boyutlardadır. Bir Belçika ve Norveç gibi bazı Batı Avrupa ülkeleri de Türkiye’yi Irak’ın toprak bütünlüğüne tecavüz etmekle suçlamıştır. Arap Ligi ve Körfez İşbirliği Konseyi de Türkiye’yi kınamıştır (Akt. Taşdemir, 2006). YIL: (5) 1 – SAYI: 179 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- saatlik yürüyüş mesafesi içinde dahi defalarca 600 metreden 3.000 metreye çıkılıp inilmektedir. Bu zorlu arazi yapısı özellikle bölgeyi ikiye ayıran Dicle Nehri’nin doğusunda yer almaktadır (Savunma ve Havacılık, 1995). Arazi yapısıyla gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulayan silahlı bir örgütün üstlenmesine son derece elverişli koşullar sunan bölgede, vadiler dışında dağları geçmenin tek yolu patikalardır. Bu tespitle, akarsuların açtığı vadiler harekât için uygun kesimlerdir. Silopi-Zaho-Amadiya istikameti zırhlı birlik harekâtına uygundur. Ancak bölgede sonuç alıcı bir harekâtın kara havacılık unsurları -taarruz ve genel maksat helikopterleritarafından desteklenen piyade ve komando birliklerince yapılabileceği değerlendirilmektedir (Kundakçı, 2004). ÇELİK HAREKÂTI’NIN İCRA EDİLDİĞİ DÖNEMDE KUZEY IRAK’TAKİ PKK VARLIĞI PKK’nın Türkiye-Irak sınırına 15-20 kilometre mesafe içinde çok sayıda kampı bulunmaktadır. Örgüt yazınında Botan-Behdinan Eyaleti olarak geçen bölgedeki belli başlı kamplar; Sinad, Haftanin, Metina, Şivi, Mezi Karay, Hakuruk, Boti ve Zeli’dir. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tutanaklarında, Çelik Harekâtı’nın düzenlendiği dönemde adı geçen kamplarda 2.400-2.800 arasında militan bulunduğu bilgisi yer almaktadır. Aynı tutanaklarda militanların kamplara göre dağılımları; Sinad 600-700, Haftanin 150-200, Metina 300-350, Şivi 100-150, Mezi Karay 500-600, Hakurk; 300400, Boti 350-400 ve Zeli 50 şeklinde geçmektedir (Akt. Özdağ, 2008).7 Gayri nizami harp taktik ve usullerini uygulayan PKK’nın, o dönemde dağ kadrosu; manga, takım, bölük ve tabur şeklinde teşkilatlanmıştır.8 Temmuz 1993’de takımlar 40-50, bölükler 110-120, taburlar ise 240-260 7 8 80 Farklı kaynaklarda bölgedeki militan sayısının 2.400-2.800 olduğu konusunda görüş birliği vardır. Fakat militanların kamplara göre dağılımında rakamlar değişiklik gösterebilmektedir. Örneğin Hürriyet Gazetesi’nde militanların dağılımı; Sinad 600-700, Haftanin 200-250, Metina 350-400, Şivi 100-150, Mezi Karay 480-600, Hakuruk 500-550 ve Boti 250-300 olarak verilmektedir (Hürriyet Gazetesi, 22 Mart 1995). 1994 yılında PKK, örgüt yazınında hareketli alay olarak geçen teşkilatlanmayı da denemiştir. 170 kadar militandan oluşan ve sürekli yer değiştiren bu birlik, Hakurk ile Metina kampları arasındaki 200 kilometrelik cephede saldırılarda bulunmuştur. Hareketli alayın ömrü kısa olmuştur. Zira aynı yıl Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı’nın operasyonu sonucu imha edilmiştir (Pamukoğlu, 2003). OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ militandan oluşmaktadır. Örgüt yapılanmasına göre her kademede; komutan, komutan yardımcısı, propaganda görevlisi, maliye sorumlusu ve askere alma görevlisi gibi karargâh hizmetlerini yürüten militanlar vardır. PKK tarafından kullanılan başlıca silahlar; AK-47 (Kalaşnikof) piyade tüfeği, Dragunov SVD (Kanas) keskin nişancı tüfeği, PKM (Biksi) makineli tüfeği, DSHK (Doçka/ Doşka) uçaksavar makineli tüfeği, 82 mm’lik havan, RPG-7 ve RPG-11 tanksavar silah sistemi ile muhtelif tipte anti-personel ve anti-tank mayınlarıdır (Pamukoğlu, 2003). 1993-1995 yılları arasında Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı görevini yürüten Tümgeneral Osman Pamukoğlu, bölgedeki kampların yurtiçindeki kamplarla “uzaktan yakından” benzerliği olmadığının altını çizmektedir. Pamukoğlu’na (2003) göre PKK, Kuzey Irak’ı “haremi ismeti” olarak kabul etmektedir. Burada militanların direnç ve dövüşme azmi çok yüksektir. Militanlar operasyondaki birliklere gece mutlaka saldırmakta; beklenmedik yerlerde pusu kurmakta ve çekilme halinde yakaladıkları birliklerin artçısına taarruz etmektedir. Militanlar Barzani ve Talabani’ye bağlı peşmerge ve köylerden de yoğun destek görmektedir. Bütün bunlar Kuzey Irak’a yönelik operasyonları farklı hale getirmektedir. ÇELİK HAREKÂTI’NIN AMACI VE KATILAN BİRLİKLER Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen basın toplantısında, Çelik Harekâtı’nın amaçları şu şekilde sıralanmıştır: (1) PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarını kullanamaz hale getirmek; (2) bölgede hâkimiyet tesis etme planlarına engel olmak; (3) silah, mühimmat, malzeme ve yiyecek maddelerinden oluşan lojistik destek imkânlarını sekteye uğratmak; (4) haberleşme, sevk ve idare sistemlerini yok etmek; (5) muhtemel eylemleri önlemek; (6) azami sayıda militanı etkisiz hale getirmek; (7) örgütün içinde bulunduğu psikolojik çöküntüyü hızlandırmak ve (8) terörle mücadelede Türkiye’nin kararlılığını göstermek (Sabah Gazetesi, 3 Mayıs 1995). Harekât tarihi olarak Mart ayının seçilmesinin nedeni bölgede kış koşullarının devam etmesi -karların erimemiş olması- ve bu dönemde militanların kamplarda toplu halde bulunmasıdır. Harekât planlamacıları kış aylarını kamplarda siyasi-askeri eğitim alarak geçiren militanları ilkbaharda araziye dağılmadan etkisiz hale getirmeyi ve böylece eylemlerin yoğunlaştığı YIL: (5) 1 – SAYI: 181 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Mayıs-Ağustos dönemini rahatlatmayı hedeflemiştir. Asayiş Bölge Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı’nın sevk ve idaresinde icra edilen harekâta 13’ü general 35.000 asker katılmıştır (Sabah Gazetesi, 22 Mart 1995).9 Kolordu büyüklüğündeki bu kuvvetin önemli bir bölümünü, Kara Kuvvetleri Komutanlığı (K.K.K.lığı) ile Jandarma Genel Komutanlığı (J.Gn.K.lığı)’na bağlı piyade ve komando birlikleri oluşturmuştur. Harekâtta zırhlı ve mekanize birlikler ile kara havacılık unsurları da görev almıştır. Ayrıca 2. Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı (bugün Muharip Hava Kuvveti ve Hava Füze Savunma Komutanlığı)’na bağlı savaş uçakları tarafından yakın hava desteği de sağlanmıştır. Çelik Harekâtı’na sadece bölgedeki birlikler değil; Kars, Eskişehir, Ağrı, Van, Erzurum, Malatya, Isparta, İzmir, İstanbul ve Ankara gibi illerden bölgeye takviye amacıyla gönderilen birlikler de katılmıştır. Günler öncesinden kara ve demiryoluyla Türkiye-Irak sınırına intikal ettirilen birlikler arasında; Kayseri’de konuşlu 1. Komando Tugayı (Kayseri Hava İndirme Komando Tugayı), Bolu’da konuşlu 2. Komando Tugayı (Bolu Dağ ve Komando Tugayı), Siirt’te konuşlu 3. Komando Tugayı, Hakkâri’de konuşlu 5. Komando Tugayı (Hakkâri Dağ ve Komando Tugayı), Şırnak’ta konuşlu 6. Motorlu Piyade Tugayı, Diyarbakır’da konuşlu 16. Zırhlı Tugay (bugün 16. Mekanize Piyade Tugayı), Şanlıurfa’da konuşlu 20. Zırhlı Tugay ve Mardin’de konuşlu 70. Mekanize Piyade Tugayı vardır. Ayrıca Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı unsurlar -bordo bereliler- de harekâtta görev almıştır (Bila, 2007; Kundakçı, 2004; Milliyet Gazetesi, 22 Mart 1995).10 Çelik Harekâtı’nda Barzani ve Talabani ile işbirliği yapılmamıştır. Bölgedeki yerel unsurlar ancak harekât başladıktan sonra bilgilendirilmiştir. 9 10 82 Genelkurmay tarafından açıklanan bilgiler de dâhil olmak üzere birçok kaynakta harekâta 13’ü general 35.000 askerin katıldığı belirtilmektedir. Ne var ki Başbakan Tansu Çiller, gazeteci Hasan Cemal ile gerçekleştirdiği söyleşide harekâta 38.000 askerin katıldığını, bunlar arasında 13 general ile 2.000 subayın olduğunu söylemiştir (Cemal, 22 Mart 1995). Bu çalışmanın hazırlanması sürecinde harekâta katılan tugayların hangileri olduğunu toplu halde gösteren bir kaynağa rastlanmamıştır. Yukarıda isimleri verilen tugaylar farklı kaynaklardaki bilgilerin analiz edilmesiyle tespit edilmiştir. Dolayısıyla tespit edilememiş başka tugay(lar)ın da harekâtta görev almış olması ya da isimleri verilen tugaylardan bazılarının kuruluşlarındaki bütün tabur ve bölük/bataryalarıyla harekâta katılmamış olması ihtimal dâhilindedir. Yine ismi geçsin veya geçmesin tugay kuruluşunda yer almayan ancak harekâta katılmış olan alay, tabur ve bölük/batarya seviyesinde birliklerin de olması mümkündür. OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ Bila (2007), bu yolun seçilmesini PKK’ya haber verilebileceği çekincesine bağlamaktadır. Nitekim Hükümet Sözcüsü Yıldırım Aktuna’nın daha önce düzenlenen operasyonda Barzani ve Talabani’ye bilgi verilmesi nedeniyle istenen başarının elde edilemediğine ilişkin açıklaması da (Milliyet Gazetesi, 21 Mart 1995) yerel gruplara güvenilmediğini teyit etmektedir. ÇELİK HAREKÂTI’NIN SEYRİ Kuzey Irak’taki 12 kampa yönelik düzenlenen Çelik Harekâtı (Milliyet Gazetesi, 21 Mart 1995), Hakkâri ve Şırnak illerinin sınır hattına yakın kesimlerine yapılan yığınakla başlamıştır. Hazırlanan planlar doğrultusunda piyade ve komando birlikleri, Cudi Dağı eteklerinden Hakkâri’nin doğusuna kadar olan bölgeye yerleştirilmiştir. Zırhlı ve mekanize birlikler ile harekâta lojistik destek sağlayacak muharebe hizmet destek birlikleri, Silopi ve çevresine konuşlandırılmıştır. Kara havacılık birlikleri, Şırnak ve Hakkâri’deki meydanlara kaydırılmıştır. Yakın hava desteğinin etkili biçimde sağlanması amacıyla Silopi’de Hava Destek Harekât Merkezi teşkil edilmiştir (Kundakçı, 2004). Yığınağın tamamlanmasını müteakip Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı unsurlar harekâttan birkaç gün önce bölgeye sızmıştır. Bu unsurların görevi Zaho’daki köprüler gibi zırhlı ve mekanize birliklerin geçeceği kritik noktaların tutularak emniyetinin sağlanmasıdır. 20 Mart gecesiyse asıl birlikler 6-7 noktadan Kuzey Irak’a girmiştir. Piyade ve komando birlikleri, Şemdinli’den Habur’a kadar uzanan sınır hattı boyunca Irak topraklarına giriş yapmıştır. Silopi’de konuşlu bulunan zırhlı ve mekanize birlikler, militanların kaçış yollarını kesmek için gece yarısından sonra Habur Sınır Kapısı’ndan geçerek Darkarajam, Şabaniye Boğazı ve Pirbelâ bölgelerine ulaşmış, Hantur Dağı’nı çevirmiştir. Sabaha karşıysa iki taburdan fazla asker havadan Darkarajam kuzeyindeki Şabaniye Boğazı ve Hantur Dağı civarına indirilmiştir. Birliklerin tespit edilen tüm kamplara girmesi 36 saat; Hantur Dağı’da dâhil olmak üzere bölgeye hâkim olmasıysa sadece 48 saat içerisinde gerçekleşmiştir (Bila, 2007; Kundakçı, 2004).11 11 Çatışmaların ekseriyetle akşam saatlerinde yaşandığı harekâtın ilk Harekât sırasında Irak topraklarına ne kadar girildiğine ilişkin farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Kundakçı (2004), 40 kilometre derinliğe girildiğini belirtirken; Başbuğ (2011) 60 kilometreden fazla girildiğini söylemektedir. Başbuğ ile örtüşür şekilde Özdağ’ın (2010) verdiği rakam da 60 kilometredir. YIL: (5) 1 – SAYI: 183 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- dört gününde 200’e yakın PKK’lı öldürülmüştür. TSK karşısında dağlarda tutunamayan militanlar, yerlerini belli etmemek ve çemberi yarabilmek için çoğu zaman çatışmaya girmemeyi tercih etmiştir.12 Bu doğrultuda militanlar birçok noktada gece çemberi yarıp kaçabilmek için yanıltma girişimlerinde bulunmuştur. Bu amaçla uygulanan taktiklerden biri küçük bir grubun taciz ateşi açarak askerlerin dikkatini üzerine çekmesi, bu sırada da büyük grubun tam tersi istikamette kaçmasıdır (Yenerer, 2008). Diğer taraftan harekâtın ilk günlerinde dağılan PKK gruplarından bazılarının Hantur ve Düğün Dağı bölgelerinde tekrar toplanarak eylem yapmaya çalışması dikkat çekicidir. Bu girişimlerden en önemlisi 14 Nisan 1995 tarihinde Düğün Dağı’nın güneyindeki 1.530 rakımlı tepe üzerindeki çatışmadır. Bu olaydan sonra alınan tedbirler militanların başka eylemler yapmasını önlemiştir. Militanların Hayırsızdağ mevkiinde toplanarak Zaho ve Darkarajam bölgelerindeki birliklere baskın yapma girişimleri bunlardan biridir (Kundakçı, 2004). Kısa süre içerisinde bölgede kontrolü sağlayan TSK unsurları, saklanan militanlara yönelik arama-tarama faaliyetlerine başlamıştır. Bu süreçte, istihbarat birimleri tarafından Zaho, Duhok ve Sersing gibi yerleşim birimlerinde örgüte ait olduğu tespit edilen hücre evlerine baskınlar da yapılmıştır (Yenerer, 2008). Ancak baskınların sonuçlarına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmamaktadır. Çelik Harekâtı’na katılan birlikler nisan ayının sonlarına doğru kademeli olarak geri çekilmeye başlamıştır. İlk kısım 24-25 Nisan’da, ikinci kısım ise 3 Mayıs gecesi Türkiye’ye dönmüştür (Kundakçı, 2004). Geri çekilme harekâtın en kritik safhalarından biridir. PKK militanlarının geri çekilmenin başladığını anlayarak güzergâh üzerindeki köprüleri imha etmesinin yaratacağı sıkıntılar 12 84 Özdağ (2007), militanların bu tercihinde Ekim 1992’deki sınır ötesi harekâttan elde edilen deneyimlerin etkili olduğu görüşündedir. Öyle ki örgüt yazınında “Güney Savaşı” olarak geçen bu harekâtta PKK militanları Abdullah Öcalan’ın mevzi savunması yapılması yönündeki talimatı doğrultusunda intiharla eş anlamlı sayılabilecek bir gayret sarf etmiş, sonuçta geri çekilme, pusu kurma, sabotaj gibi klasik gerilla taktiklerini kullanma yerine TSK’ya karşı düzenli ordu birlikleri gibi hareket eden militanlar ağır kayıplar vermişlerdir. PKK, bu harekâtta 1.452 militanını kaybetmiş, bunlara bir de gerek operasyon gerekse operasyon sonrası firar eden örgüt mensupları eklenmiştir. Dağ kadrosunda yaşanan erimeye ilave olarak bölgedeki altyapı imkânlarının da büyük ölçüde kaybedilmesi, PKK’nın savaşı “stratejik savunma seviyesi”nden “stratejik denge”ye doğru taşıma hedefinin sonu olmuştur. Sonuçta PKK, 1984’den o güne kadar sahip olduğu psikolojik üstünlüğü yaşanan ağır yenilgi sonucu yitirmiştir. Öte yandan PKK’nın 1992’deki sınır ötesi operasyondan çıkardığı dersler doğrultusunda “mümkün mertebe çatışmaya girmediği” iddiası harekât sırasında yazılı basında da yer almıştır (Milliyet Gazetesi, 21 Mart 1995). OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ düşünülerek bu safha gizli tutulmuştur. TSK kurmayları, geri çekilme sırasında aldatma tedbirlerine başvurarak militanları yanıltmıştır. Öyle ki çekilmeden birkaç gün önce farklı istikametlere operasyonlar düzenlenmiş, böylece birliklerin harekete geçmesinin olağan bir faaliyet olduğu izlenimi yaratılmıştır (Bila, 2007). Birliklerin geri çekilmesi sonrasında 6.000 kişilik bir kuvvet sınır şeridine yerleştirilmiştir (Özdağ, 2008).13 Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen basın toplantısında, harekât sırasında 555’i ölü olmak üzere toplam 568 militanın etkisiz hale getirildiği açıklanmıştır. Ayrıca 1.000’den fazla piyade tüfeği, 3.500 roket, 4.000 el bombası, 6.000 mayın, 7.500 havan mühimmatı, 75.000 uçaksavar mühimmatı ve 600.000 mermi de ele geçirilmiştir. 1995 yılı rakamlarıyla 2 trilyon 800 milyar TL’ye mal olan harekâtta, 4’ü subay, 5’i astsubay, 3’ü uzman çavuş olmak üzere toplam 61 asker hayatını kaybetmiş, 185 asker ise yaralanmıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 3 Mayıs 1995).14 ÇELİK HAREKÂTI’NA İLİŞKİN UZMAN YORUMLARI Çelik Harekâtı’na ilişkin yapılan askeri analizlerde genellikle operasyonun başarıyla icra edildiği ve çok sayıda militanın etkisiz hale getirildiği hususlarında birleşildiği görülmektedir. Bunun örneklerden biri harekâtın komutasını üstlenen Korgeneral Hasan Kundakçı’nın ifadeleridir. Kundakçı (2004), harekâtın gizlilik içinde ve baskın tarzında yapıldığını, PKK’ya büyük darbe vurulduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda verilebilecek bir diğer örnek de Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un değerlendirmeleridir. Harekât sırasında tümgeneral rütbesiyle Kundakçı’nın yardımcılığını yapan Başbuğ da (2011) gizlilik ve baskın unsurlarına vurgu yapmakta, bu doğrultuda çok sayıda militanın etkisiz hale getirildiğini ifade etmektedir. Öte yandan harekâtı askeri açıdan eleştiren görüşler de yok değildir. 13 14 Harekât öncesinde Türkiye’nin birliklerinin bir kısmını Kuzey Irak’tan geri çekmeyerek sınır hattı boyunca bir tampon bölge oluşturmayı planladığı ancak Batı’dan gelen baskılar sonucu bundan vazgeçtiği iddiaları da bulunmaktadır (Makovsky, 3 August 2014). Ele geçirilen silah ve mühimmatlar arasında; muhtelif tipte havanlar, geri tepmesiz toplar, uçaksavar makineli tüfekleri, tanksavar füzeleri ile kısa menzilli hava savunma füzeleri de bulunmaktadır. Bu döküme mağaralarda tahrip edilen silah ve mühimmatlar dâhil değildir. Harekât sırasında ayrıca 213 ton yiyecek malzemesi de imha edilmiştir (Sabah Gazetesi, 3 Mayıs 1995). YIL: (5) 1 – SAYI: 185 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Güvenlik konularındaki çalışmalarıyla tanınan Ümit Özdağ, bu büyüklükteki bir yığınağın gizlenmesinin mümkün olmadığını, zaten Kuzey Irak’ta yayın yapan örgüt radyosunun da muhtemel bir operasyonu önceden duyurduğunu belirtmektedir. Özdağ’a (1999) göre baskın niteliği taşımaması nedeniyle harekât öncesinde kamplardaki militanlar güneydeki güvenli bölgelere geri çekilmiş ve 43 gün süresince küçük ölçekli çatışmalar olmuştur. Harekât sadece TSK tarafından icra edilmiş, Barzani ve Talabani güçleriyle işbirliği yapılmamıştır. Bunun sonucu olarak da PKK’lıların gerilerine -kaçış yollarına- Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı komandolar indirilmesine karşın tam bir kuşatma ve imha gerçekleştirilememiştir. Üstelik birliklerin geri çekilmesinden hemen sonra militanlar da bölgeye geri dönmüştür. Özdağ (2007), resmi makamların harekâtta öldürülen PKK’lı sayısını 555 olarak vermesini de gerçekçi bulmamaktadır. Özdağ gibi harekâtı eleştiren yabancı askeri uzmanlar da bulunmaktadır. İsrail’in Haaretz Gazetesi’nde ordu editörlüğü görevini yürüten Zeev Schiff, harekâtın 35.000 asker yerine bir tugay15 askerle icra edilmesinin daha doğru olacağı görüşündedir. Schiff, TSK’nın amacının açık olmamasını ve stratejik hedeflerin tam olarak belirlenmemesini de eleştirmektedir (Eren, 2 Nisan 1995). Benzer şekilde Rusya Savunma Bakanlığı’na bağlı askeri akademide görev yapan Sergey Vorobyov da harekâtın 35.000 kişilik büyük bir kuvvet yerine özel eğitimli komandolar tarafından çok daha etkin şekilde icra edilebileceği düşüncesindedir. Vorobyov, harekât öncesinde sınır bölgesinde yapılan yığınağın baskın unsurunu ortadan kaldırdığını ve PKK’ya önlem alma fırsatı sağladığını söylemektedir. TSK’nın savaş uçakları ve helikopterlerden yeterince yararlanamadığı tespitini yapan Vorobyov, Rus Ordusu’nun Çeçenistan deneyimindeki kayıplarından hareketle operasyona katılan ana muharebe tanklarının tanksavar silahlara karşı koruması olmamasının önemli bir eksiklik olduğuna da dikkat çekmektedir (Başlamış, 10 Nisan 1995).16 SONUÇ 15 16 86 Bir tugayda ortalama 3.000 ila 5.000 arasında asker bulunmaktadır. Bu noktada bir parantez açarak eleştirilerin odak noktasında yer alan baskın etkisinin yaratılamamasını “zorunluluğa” bağlayan görüşlerin olduğu da belirtilmelidir. Örneğin E. Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, harekâtta baskın etkisinin azaldığını kabul etmekle beraber -operasyonun çapı dikkate alınarak- sivil halkın zarar görmemesi için bu yolun seçildiği düşüncesindedir (Milliyet Gazetesi, 22 Mart 1995). OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ Çelik Harekâtı, PKK ile mücadele kronolojisinin en kapsamlı sınır ötesi operasyonlarından biri olarak kayda geçmiştir. TSK’nın yabancı bir devletin topraklarına girmesini gözeten Türkiye, o dönem uluslararası hukuk açısından harekâtı BM Genel Kurulu’nun “zorunluluk hali” ve “varlığını koruma” doktrinlerine dayandırarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Ağustos 1991’deki harekâtın aksine, bu sefer Türkiye’nin meşru müdafaa hakkı ilkesine atıf yapmaması dikkat çekicidir. Gerçi Türkiye’nin -PKK eylemlerinden Irak devletinin ne ölçüde sorumluluğu bulunduğu tartışmalarına girmemek içinözellikle bu yolu seçtiği yönünde görüşler vardır. Ancak farklı bir nedenle böyle hareket edilmiş olması, Çelik Harekâtı’nın da özünde meşru müdafaa hakkı kapsamına girdiği dolayısıyla bu şekilde değerlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmemektedir. Harekât sonrasında Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen basın toplantısında, önceden belirlenen hedeflere ulaşıldığı açıklamıştır. Sivil ve askeri çevrelerde yapılan analizlerin önemli bir bölümünde de PKK’nın ağır darbe aldığı ve operasyonun başarılı olduğu savunulmuştur. Buna karşılık olumsuz eleştiriler de yok değildir. Özellikle baskın etkisinin yaratılamaması eleştirilerin odak noktasındadır. Aslında yapılan bu eleştiride belli ölçüde haklılık payı vardır. Zira operasyona katılan unsurların niceliği ve örgütün istihbarat olanakları düşünüldüğünde, harekât öncesinde sınır hattına yapılan yığınağın gizlenmesinin mümkün olmadığı, bunun da militanların güneydeki daha güvenli bölgelere çekilmesi için gereken zamanı tanıdığı tespiti akla yatkındır. Zaten gayri nizami harp kapsamındaki mücadelelerde büyük birliklerle ve konvansiyonel düşünme kalıplarıyla neticeye gidilemeyeceğine ilişkin sayısız örnek olması da bu tespitle örtüşmektedir. Diğer taraftan böyle bir tespit yapılmış olsa dahi, bunun harekâtın mutlak başarısızlığına yorulması tartışmaya açıktır. 4NS kategorisindeki mücadeleler uzun erimlidir. Resmi açıklamaların aksine, harekât süresince militanlara kayda değer ölçüde zayiat verdirilemediği savı kabul edilse bile, örgütün “haremi ismeti” olarak kabul ettiği bir bölgede 43 gün gibi uzun bir süre kalınması ve geri çekilmenin -uluslararası baskıların etkisi olsa da- son tahlilde Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmesinin psikolojik boyutu göz ardı edilemeyecek boyuttadır. Dahası askeri açıdan bu çapta bir sınır ötesi operasyonun planlanıp uygulanabilmesi önemli bir yetenek göstergesidir. Bunun sadece PKK’ya değil -belki de daha fazlasıyla- bölge ve bölge dışı YIL: (5) 1 – SAYI: 187 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- aktörlere yönelik bir güç gösterisi mahiyetinde olduğu aşikârdır. Bahse konu dönemde Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması çalışmalarının hız kazandığı dikkate alındığında, bu son tespit özellikle anlamlıdır. KAYNAKÇA Ayrılıkçılar, İki Jandarma Karakolu ile Bir Subay Gazinosuna Saldırdı. (18 Ağustos 1984). Milliyet Gazetesi. Bakanlar Kurulu. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi. Batı’ya Güvence. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi. Başbuğ, İ. (2011). Terör Örgütlerinin Sonu. İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları. Başeren, S. H. (1995). Huzur Operasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuzey Irak’ta Gerçekleştirdiği Harekâtın Hukuki Temelleri. Avrasya Dosyası, 2 (1), 224-235. Başlamış, C. (10 Nisan 1995). Türkiye Sürpriz Yapamadı. Milliyet Gazetesi. Bila, F. (2007). Komutanlar Cephesi. İstanbul: Detay Yayınları. Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi. (t.y.). Birleşmiş Milletler Antlaşması (26 Haziran 1945). Erişim: 5 Ağustos 2014, http://www. unicankara.org.tr/doc_pdf/chart_ turkce.pdf. Cemal, H. (22 Mart 1995). Başbakan Çiller’le Sohbet. Sabah Gazetesi. Cepheden İlk Rapor. (22 Mart 1995). Hürriyet Gazetesi. Clausewitz, C. V. (2011). Savaş Üzerine. S. Koçak (Çev.), İstanbul: Doruk Yayınları. Çelik Harekâtı’na 2.8 Trilyon. (3 Mayıs 1995). Sabah Gazetesi. Çiller: Temizleyene Kadar Çekilmeyeceğiz. (21 Mart 1995). Hürriyet Gazetesi. Emekli Askerlerin Değerlendirmesi. (22 Mart 1995). Milliyet Gazetesi. 88 OCAK 2015 ÇELİK HAREKÂTI ÜZERİNE HUKUKİ VE ASKERİ BİR ANALİZ EREN, Gökhan. “Hatalarımızdan Ders Alın.” Milliyet Gazetesi, 02.04.1995. Gölhan: 200 PKK’lı Öldü. (22 Mart 1995). Sabah Gazetesi. Gurcan, M. (2012). Savaşın Evrimi ve Teorik Yaklaşımlar. A. Sandıklı (Ed.), Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri (ss. 71129). İstanbul: BİLGESAM Yayınları. Hangi Birlikler Katıldı. (22 Mart 1995). Milliyet Gazetesi. K. Irak Harekâtı’nın Maliyet: 3 Trilyon. (3 Mayıs 1995). Cumhuriyet Gazetesi. K. Irak Silah Deposu. (3 Mayıs 1995). Sabah Gazetesi. Kundakçı, H. (2004). Güneydoğu’da Unutulmayanlar. İstanbul: Alfa Yayınları. Kuzey Irak’ta Yapılan Güvenlik Operasyonu ve Bir Değerlendirme. (1995). Savunma ve Havacılık, 9 (1), 24-33. Lind, W. S., Nightengale, K., Schmitt J. F., Sutton, J. W., and Wilso, G. I. (1989). The Changing Face of War: Into the Fourth Generation. Marine Corps Gazette, 10 (73), 22-26. Makovsky, A. (18 April 1995). Turkey Merits US Backing as it Hunts Terrorists. Accessed: 3 August 2014, http://search.proquest.com/docview/40 5736092?accountid=9645. Münkler, H. (2010). Yeni Savaşlar, Z. A. Yılmazer (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları. Oran, B. (1996). Kalkık Horoz: Çekiç Güç ve Kürt Devleti. Ankara: Bilgi Yayınları. Fırat, M. ve Kürkçüoğlu, Ömer. (2004). Arap Devletleriyle İlişkiler. B. Oran (Ed.), Türk Dış Politikası Cilt II (ss. 124-149). İstanbul: İletişim Yayınları. Ordu 4 Koldan Kuzey Irak’ta. (21 Mart 1995). Milliyet Gazetesi. Özcan, N. A. (1999). PKK (Kürdistan İşçi Partisi): Tarihi, İdeolojisi, Yöntemi. Ankara: ASAM Yayınları. YIL: (5) 1 – SAYI: 189 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Özdağ, Ü. (1999). Türkiye, Kuzey Irak ve PKK: Bir Gayri Nizami Savaşın Anatomisi. Ankara: ASAM Yayınları. Özdağ, Ü. (2007). Türk Ordusu’nun PKK Operasyonları. İstanbul: Pegasus Yayınları. Özdağ, Ü. (2008). Türk Ordusu’nun Kuzey Irak Operasyonları. İstanbul: Pegasus Yayınları. Özdağ, Ü. (2010). Türk Ordusu PKK’yı Nasıl Yendi? Türkiye PKK’ya Nasıl Teslim Oluyor? Askeri Galibiyetten, Siyasi Mağlubiyete. Ankara: Kripto Yayınları. Pamukoğlu, O. (2003). Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok. y.y.: Harmoni Yayınları Pazarcı, H. (2001). Uluslararası Hukuk. Ankara: Turhan Kitabevi Yayınları. Reçber, K. (2007). Türkiye’nin Irak’ın Kuzey’inde Sınır Ötesi Operasyon ve Sıcak Takip Hakkı. Uluslararası Hukuk ve Politika, 3 (9), 16-27. Reuters. (7 November 2012). Turkey in Cross-Border Raid on Kurd Militants in Northern Iraq. Accessed: 3 August 2014, http://uk.reuters.com/ article/2012/11/07/uk-turkey-iraq-operation-idUKBRE8A61P720121107. Taşdemir, F. (2006). Uluslararası Terörizme Karşı Devletlerin Kuvvete Başvurma Yetkisi. Ankara: USAK Yayınları. The National Security Strategy of the United States of America. (September 2002). Erişim: 1 Ağustos 2014, http://www.state.gov/documents/ organization/63562.pdf. Yenerer, V. (2008). Kanlı Kukla PKK Terör Örgütü Gerçeği. İstanbul: Pegasus Yayınları. 90 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZLUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ 17* Ernur GENÇ “Yoksulluğu azaltmadan, zenginliği arttıran, ve suç işleme bakımından sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde, çürümüş bir şeylerin olması gerekir.” Karl Marx Özet Küresel dünya ekonomisinin en çarpıcı özelliklerinden biri yoksulluk ve yolsuzluğun küresel bir hal almış olmasıdır. Kapitalist küreselleşmenin ortaya çıkardığı yeni yapı, yolsuzluk ve yozlaşmayı sistemin bir unsuru haline getirmiştir. Bu çalışmada üzerinde durulmakta olan, niteliği açısından yolsuzluk olgusudur. Yolsuzluk yanlızca gelişmekte olan ülkeler açısından genellikle klasik modernite çerçevesinde gelişmiş, Batı toplumlarında ortaya çıkan küçük çaplı, izole, istisnai sayılabilecek, etkileri ancak sınırlı bir alanda hissedilen bir olgu değildir. Aksine, toplumsal yapının ve ilişkilerin bütününe egemen olan, toplumsal hayatı derinlemesine kuşatan ve “kronik yolsuzluk” olarak adlandırılan türde bir olgudur. Günümüzde yolsuzluk olgusu hem ulusal sınırları aşarak küreselleşmiş, hem de karmaşıklaşma ve uzmanlaşma boyutlarını da içerecek biçimde/ölçüde daha organize bir hale gelmiştir. Türkiye özelinde yolsuzluk olgusu, 1980’den itibaren ekonomisinin daha da küreselleşmesi ile birlikte gündeme gelmiştir. Bu çalışmada yolsuzluk, kapitalist küreselleşme ile ortaya çıkan yoksulluk ve yolsuzluktan ziyade, yolsuzluğun gelişmekte olan ülkelerdeki “kronik” niteliği çerçevesinde incelenecektir. Anahtar kelimeler: Gelişme, Türkiye, Kronik, Yolsuzluk, Yoksulluk * Yrd. Doç. Dr., Niğde Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 191 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- DEVELOPMENT, UNDERDEVELOPMENT and “CHRONIC CORRUPTION”: A CONCEPTUAL THREAT Abstract One of the most remarkable characteristics of the global world economy is the globalisation of poverty and corruption. Globalisation has injected corruption and degeneration into the capitalist system in a new way. Although corruption was conceived as a minor, isolated and exceptional phenomenon of developing countries, it emerged in fact as a proper problem of Classical Modernity in Western Societies. It delineated a certain mode of degeneration that could be traced out on a restricted scale, lacking relatively great significance for the whole of social life. Today, corruption is a constantly recurring phenomenon which dominates the whole social structure, as societal relations. It severely permeates the entire social life and goes beyond the national borders. It is much more organized in the form, and reaches higher levels of complexity and specialisation. Turkey doesn’t stay out of this phenomenın. As Turkish Economy turned more globalised and more liberalized from 1980 to present, in recent years, its economy met an important number of corruption cases. In parallel, poverty increased. The aim of this study is to provide an overview of this phenomenon in a conceptual way and theoretical terms. Therefore, the political economy of poverty and the degeneration paradox appearing next to capitalist globalization is analised. Key words: Development, Turkey, Poverty, Corruption, Chronic РАЗВИТОСТЬ, НИЗКИЙ УРОВЕНЬ РАЗВИТОСТИ И « ХРОНИЧЕСКАЯ КОРРУПЦИЯ» : КОНЦЕПТУАЛЬНЫЙ ОБЗОР Аннотация Одним из самых поразительных особенностей глобальной мировой экономики является то, что бедность и коррупция приобрели глобальный характер. Новая структура, созданная капиталистической глобализацией, сделала мошенничество и коррупцию элементами системы. Явление коррупции в данной работе с точки зрения её 92 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ характера,особенно для развивающихся стран, не является явлением маленьким, изолированным, которое можно считать исключительным , влияние которого отражается только в ограниченной сфере западного общества, как правило, развитого вокруг классического модернизма. Наоборот, является явлением, называемым «хронической коррупцией», которое господствует над всей социальной структурой, отношениями и глубоко охватывает общественную жизнь. Кроме того, явление коррупции вышло за рамки национальных границ и , включив аспекты усложнения и специализации, стало более организованным в формах и размерах. С 1980-ых годов по настоящее время экономика Турции стала более глобализированной и открытой. Вместе с этим в последние годы экономика Турция стала упоминатся с коррупциями. В данной работе будут анализированны бедность и коррупция, созданные капиталистической глобализацией, в развивающихся странах в рамках их «хронического» характера. Ключевые слова: Бедность, Коррупция, Хроническая Коррупция, Развитие, Турция GİRİŞ Yolsuzluk olgusu, genellikle klasik modernite çerçevesinde gelişmiş Batı toplumlarında ortaya çıkan küçük çaplı, izole, istisnai sayılabilecek, etkileri ancak sınırlı bir alanda hissedilen bir olgu değildir. Aksine yolsuzluk toplumsal toplumsal yaşamın bütününe egemen olup toplumsal hayatı derinlemesine kuşatan, “kronikleşmiş yolsuzluk” olgusudur. Küreselleşen dünya ekonomisinin yolsuzluk olgusu, başlıca özellikleri bakımından günümüzde ulusal sınırları aşarak küreselleşmiş; karmaşıklaşma ve uzmanlaşma niteliklerini de içerecek biçimde daha organize görünüme bürünmüştür. Yine kamu sektörü yanında özel sektörde de, birbiriyle dolayımlanmış bir biçimde icra edilir hale gelmiştir. Küresel boyutta devletlerin de birbirleriyle ilişkileri yanında uluslar arası firmalarla ilişkilerinde de birer aktör ya da özel sektörle işbirliği içerisinde yer alabildikleri bir durumu ifade eder olmuştur. Artık günümüzde dünya toplumu ve onun siyasal ve ekonomik aktörlerinin icra ettikleri ve bizzat içinde bulundukları bir yozlaşma ve yolsuzluğun kurumsallaşması söz konusudur. YIL: (5) 1 – SAYI: 193 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Gelişmekte olan ülkelerin hemen hepsinde (örneğin Türkiye’de) yolsuzluklar çok yaygındır. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından Kasım 2000’de yapılan araştırmada, Türkiye’nin çözülmesi gereken en önemli sorunları arasında “rüşvet ve yolsuzluk” üçüncü sırada yer almıştır (turkhukuksitesi.com/makale_206.htm). Yine Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD), uluslararası yolsuzluğun takibi konusunda ilerleme kaydetmesine karşın Türkiye hakkında endişeli olduğunu bildirmiştir. 2014 yılında OECD Yolsuzlukla Mücadele Grubunun hazırladığı raporda, Türkiye’nin uluslararası yolsuzluğa karşı hukuki mevzuatının çok zayıf olduğu bilgisi yanında, uluslararası suçlarla mücadelesindeki çabalarının da yetersiz olduğuna işaret edilmiştir. (http://www.bugun.com.tr/son-dakika/ oecd-yolsuzluk-raporu-haberi). Gelişmiş ülkelerde de yolsuzluklarda bir artış gözlenmektedir. Örneğin Avrupa Birliği’nin 2014 Yolsuzluk Raporuna göre; Avrupa Birliği ülkelerinde de yolsuzluk artmış, ekonomiye verdiği toplam zarar yılda 120 milyar euroya dayanmıştır” (http://www.dw.de/abninyolsuzluk-raporu). 1980’den günümüze kadar, Türkiye ekonomisi, dışa açılmış ve daha küreselleşmiş bir ekonomi haline gelmiştir. Bununla birlikte son yıllarda Türkiye ekonomisi yolsuzluklarla birlikte anılmaya başlamıştır. Küreselleşen Türkiye ekonomisi aynı zamanda toplam nüfus içinde yoksulluk oranı gittikçe artan, gelir dağılımı günden güne bozulan bir görünüm sergilemektedir (bu konuda bkz: Şahin, 2005). Son dönemde, devlet eliyle kapitalizm olgusundan bahsedilmektedir. Devlet eliyle kapitalizmin gelişmesiyle, siyasal aktörlerin yolsuzluğun içerisinde etkin ve yeniden üretici bir rol üstlendikleri dile getirilmektedir “21. yüzyılda serbest piyasa kapitalizminin en büyük rakibi artık sosyalizm değil, devlet eliyle oluşturulan kapitalizmdir” (Ercan, 20012: 8). Kamu sermayeli ya da dolaylı olarak kamudan destek gören şirketlerin büyümesi, bu şirketlerin özellikle Brezilya, Rusya ve Çin gibi büyük ölçekli ekonomilerde, dünya ticareti ve sermaye piyasalarında öne çıkması, serbest rekabet mekanizması üzerinde aktif rol oynamalarına yol açmaktadır. Kamu sermayeli şirketlerin, doğrudan veya örtülü olarak devletten destek almaları ve piyasayı düzenleyen merci olan devlet tarafından sahip olunmaları sebebiyle, rekabet koşullarındaki eşitlik bozulmaktadır. Öte yandan, “kamusal sermayeli şirketlerin olduğu bir ortamda, ‘devlet’in ekonomik ağırlığının artması, suiistimale ortam hazırlamaktadır. “Kamu sermayeli şirketler”in ekonomide daha fazla paya sahip olduğu ülkelerin, ‘şeffaflık liginde’ alt sıralarda yer 94 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ aldıkları ve rüşvetin başını alıp gittiği, Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından belgelenmektedir” (Ercan, 20012). G20 çalışmasında vurgulanan makro ekonomik sonuçlardaki yolsuzluk kontrol göstergeleri yüksek olan ülkelerin, hem milli gelirleri daha yüksek hem de yıllık ekonomik büyüme hızları daha yüksektir. G20’de yer alan ve yolsuzluk kontrol göstergesi en yüksek olan üç ülke; Avustralya, Kanada ve Almanya’dır. Ekonomik ve toplumsal refahları dünyaya örnek olan bu ülkelerin, küresel krizden de diğer ülkeler kadar etkilenmediği görülmektedir (http://www.finansgundem.com/finans-kulis/ gercek-yolsuzluk-nedir). “Azgelişmişlik” ve “yolsuzluk” (corruption) gibi, biri daha geniş ve genel diğeri ise daha dar ve özel iki fenomenin birbiriyle ilişkisi/etkileşimi üzerinde odaklanmak, her iki unsur açısından yeni ufuklar ve açılımlar sağlayabilir. Böyle bir ilişkilendirme açısından bakıldığında, yolsuzluk, azgelişmiş ülkelerin değişme ve yenileşmeyi (modernliği) içsel ve yapısal bir süreç olarak üretemeyişinin bir ürünü/sonucu olarak toplumsal yapıların ve aktörlerinin eylemlerinin modernlik bağlamında çakışması gereken noktada kopması ya da deformasyonu biçiminde görülebilir (Göle, 1991; Shayegan, 1991). Modernlikle toplumsal pratiğini ilişkilendirmesi beklenen toplumsal aktörlerin bu ilişkiyi üretme çabaları ve bu süreçteki ‘gecikmişlik’ (gerilik) şartları, aynı zamanda azgelişmişliği, Göle’nin kavramlarıyla “zayıf tarihselliği” ve bununla ilişkili olarak yolsuzluk gibi tezahürleri ortaya çıkarmıştır (bu konuda bkz: Göle, 1991: 13). Bu yüzden daha özel görünen yolsuzluk gibi bir olgudan hareketle, karşılıklı etkileşimi olan bir diyalektiği yakalayabilir ve böylelikle, hem belli boyutlarda azgelişmişlik olgusunun sebep ve kökenlerine inebilir, hem de azgelişmişlikten hareketle söz konusu olgunun görünüm ve sonuçlarına ulaşılabilir. Aynı zamanda, azgelişmiş ülkelerin toplumsal ve tarihsel süreçleri ile “kronik” yolsuzluk arasında ilişki arama yönündeki bir odaklanma ve bir bağıntı kurma arayışı, görünenin ardında yatan görünmeyen yapısal belirleyenleri ve derindeki süreçleri ortaya koyma yönünde verilen anlamlı bir çabayı da yansıtmaktadır. Gelişmiş ülkelere kıyasla, azgelişmiş ülkeler nicel olarak çok daha büyük, nitel olarak da çok daha farklı bir yolsuzluk olgusuyla karşı karşıyadır. Azgelişmiş ülkelerde karşılaşılan yolsuzluk olgusunun sıklık ve yaygınlık niteliği, işlevselci yaklaşım açısından fonksiyonel olarak görülmüş ve buna bağlı olarak söz konusu olgunun varlığı toplumsal yapı içerisinde pozitif YIL: (5) 1 – SAYI: 195 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olarak değerlendirilmiştir1. Ancak bu kanının aksine, özellikle azgelişmiş ülkelerdeki kronik yolsuzluk olgusu, derinlemesine ve yaygın olumsuz etkileri bulunan önemli bir meseledir2. Bu bağlamda, yolsuzluğun bir sorun/ sorunsal olarak algılanışı, bir değer yargısı içerebileceği gibi, aynı zamanda bir ön kabuldür. Bu çalışmada öncelikle birer yolsuzluk türü olan “rüşvet”, “haraç”, “zimmet” ve “nepotizm” kavramlar ele alınacak, ardından “siyasi” ve “idari” yolsuzluk ayrımı üzerinde durulacaktır. Daha sonra gelişmiş ve gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkelerde yolsuzluğa ilişkin farklı görünümler ve ayrımlar analiz edilecektir. Son olaraksa, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde yolsuzluğun ortaya çımasında ve kronikleşmesinde etkili olan “bağımlılığın etkileri”, “toplumsal değişme hızı”, “tüketim toplumu kültürünün ve değerlerinin yaygınlaşması” gibi olgular üzerinde durulacaktır. 1. GENEL OLARAK YOLSUZLUK 1.1.Tanımı Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde yolsuzluk, “bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma”, “suiistimal”, “kuraldışılık”, “nizamsızlık” sözcükleri ile karşılanmaktadır3. İdari açıdan yolsuzluk terimi, “maddi kazanç (rüşvet gibi) ya da maddi/ parasal olmayan özel amaçlara ve çıkarlara yönelik olarak (kayırma gibi) kamusal yetkinin yasadışı kullanımını içeren davranış ve eylemleri kapsamaktadır” (Berkman, 1983:9). Mutuwafhefhe’ye 1 2 3 96 Örneğin, işlevselci paradigmanın öncüllerinden hareketle Leff, rüşvetin belirli şartlar çerçevesinde ekonomik gelişme açısından olumlu olduğunu ileri sürmüştür. Buna göre rüşvet ekonomide ve bürokraside etkinliği ve verimliliği artırmada işlevsel bir unsurdur. Yine aynı şekilde Lloyd da, rüşvetin “bürokratik” açıdan etkinlik kazandırıcı ve kalkınmayı hızlandırıcı işlevinden söz etmektedir. ise yolsuzlukların toplumsal değişimle ilgili olumlu işlevleri yanında, politik modernleşme ve demokratikleşme açısından da işlevsel ve dönüştürücü boyutunun bulunduğunu ileri sürebilmiştir (Attas; 1998; Berkman, 1983). Nitekim bazı olumlu görüşlere karşılık, çok sayıda çalışmada, aksine, yolsuzlukların ekonomik kalkınmayı/gelişmeyi engellediği derin olumsuz etkiler yarattığı sonucuna varılmıştır. Örneğin bkz. Attas (1988); (1993); Cingi (1994); Şaylan (1975); Berkman (1983); (Osterfeld, 1994). İngilizce’de “corruption” sözcüğü yaklaşık olarak “yolsuzluk” sözcüğünü karşılamakta ve çoğunlukla bu anlamda kullanılmaktadır. Corrupt sözcüğü, bozmak, ayartmak, baştan çıkarmak, bozuk, çürümüş, rüşvet yiyen, fırsatçı gibi anlamlar taşırken; corruption sözcüğü, irtikap ve rüşvet yanında, bozulma, çürüme, fesat, doğru yoldan sapma gibi anlamları da karşılamaktadır. OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ göre ise (1997: 191); yolsuzluk, “yönetimsel otoritenin illegal veya ahlakdışı bir biçimde kişisel veya politik kazanç için kullanılmasıdır. Sosyo-ekonomik şartlar, politik ve kurumsal altyapı ve diğer faktörler göz önüne alındığında, yolsuzluğun genel kabul görmüş bir tanımını yapmak zor olmakla birlikte, uluslararası kuruluşlar tarafından değişik tanımlar yapılmıştır. Yolsuzluk, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı çerçevesinde, • Kamu görevinin özel çıkar sağlamak için kötüye kullanılması ve • Kamu güç, görev ve yetkisinin rüşvet, irtikap, kayırmacılık, sahtekarlık ve zimmet yoluyla özel çıkar elde etmek için kötüye kullanılması olarak tanımlanmaktadır. (Bkz: http://www.seffaflik. org/detay_tr.asp) Yolsuzluk, 4 Ocak 2009 tarihli Avrupa Konseyi Yolsuzlukla Mücadele Özel Hukuk Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde; “…doğrudan doğruya ya da dolaylı yollardan rüşvet ve yasadışı bir menfaat temin eden kişinin yürüttüğü görevlerin veya gerekli davranışların yasalara uygun bir şekilde yerine getirilmesinde, çeşitli sapmalara yol açan rüşvet veya başka her türlü yasadışı menfaatin talep edilmesi, teklif edilmesi, verilmesi ya da kabul edilmesi” olarak açıklanmaktadır. Uluslarası Şeffaflık Örgütü (TI), yolsuzluğu sadece “kamu gücüyle” sınırlı olmayan herhangi bir görevin özel menfaatler için kötüye kullanılması olarak tanımlamaktadır. G20 liderlerine dağıtılan dokümandaki yolsuzluk tanımı ise şöyledir: Kamu gücünün özel kazanç için kötüye kullanılması. Türkçe literatürdeki “yozlaşma”, “bozulma”, “çürüme”, “siyasal kirlenme” gibi kavramların, çeşitli kaynaklarda yolsuzluğa ilişkin olarak ya da yolsuzluğu da içerecek biçimde kullanıldığı görülmektedir (Bkz: Ergun, 1978; Şaylan, 1975; Çulpan, 1980; Aktan, 1994). Ancak, bu sözcüklerin, idari, siyasi ve toplumsal konulardaki diğer bazı olumsuz nitelikleri içerecek biçimde, daha genel ve esnek bir tarzda kullanıldığı da görülmektedir. Mesela, bürokrasinin siyasallaşması, moral değerlerin zayıflaması gibi olgular, bu sözcüklerle karşılanabilmektedir. Literatürde genel olarak “rüşvet, “haraç”, “zimmet” ve “nepotizm olarak yolsuzluğun dört türünden bahsedilmektedir. Yine “siyasi” ve “idari” yolsuzluklar arasında bir ayrım yapılmakta, ikinci türdeki yolsuzluklara YIL: (5) 1 – SAYI: 197 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- gelişmekte olan ülkelerde daha sık rastlandığı ileri sürülmektedir. Ancak diğer taraftan, özellikle son dönemde “siyasi” türden yolsuzlukların da, azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde giderek yaygınlaşmakta olduğu görülmektedir. Aşağıda bunlar üzerinde durulacaktır. 1.2. Yolsuzluk Türleri 1.2.1. Rüşvet Genel olarak şahıslar ya da şirketler tarafından kamu görevlilerine, kendi sorumlulukları altındaki idari kararları etkilemek için yapılan ödemeler, rüşvet olarak adlandırılmaktadır. Bu anlamda rüşvet, hükümet düzenlemeleri ya da faaliyetleri kapsamındaki idari kararlara dönük bir kavramdır. Rüşvet, maddi ya da parasal mahiyet taşıyan bir yolsuzluk türüdür. Zaten maddi çıkar içeren yolsuzluk türünün en yaygın ve bilinen biçimi de rüşvettir. Bu bağlamda rüşvet, “kamu görevlilerinin bir takım maddi menfaatler (para, mal, hediye vb.) karşılığı, bunları karşılayan kişi ya da gruplara ayrıcalıklı bir işlemle çıkar sağlamaları” şeklinde tanımlanmaktadır (Berkman, 1983: 21). Günümüzde kamu ve özel sektör arasındaki ilişkilerde gerçekleşen rüşvet türünden yolsuzluklar devasa boyutlara ulaşmıştır. Rüşvet türü yolsuzlukta, para, mal ve hediye gibi maddi değerler açıkça ve doğrudan verilebildiği gibi, dolaylı yollardan da görevliye, özellikle üst düzey yöneticilere menfaat sağlanabilmektedir. Kamu görevlisinin bir malının, kendi değerinin çok üzerinde bir fiyatla satın alınması; bir malın kamu görevlisine sembolik bir fiyatla satılması; kira vermeden bir dairede oturmasının sağlanması; pay ve tahvil senetleri verilmesi; ücretsiz hayat sigortası, tatil, eğlence vs. sağlanması; kamu görevinden ayrıldığında menfaat sağladığı kuruluşun yönetim kurullarında görev verilmesi gibi, dolaylı yöntemler ile de rüşvet önerilebilmektedir (Berkman, 1983: 22). Dosya arasına sıkıştırmak gibi usuller ise, çok sık rastlanan ve bilindik rüşvet verme yollarıdır. Yolsuz işlemin niteliği açısından iki tür rüşvetten söz edilebilir: 1. Kamu işlemini çabuklaştırmaya yönelik ödemeyi içeren, yasal düzenlemelere uygun bir kamu hizmetini ya da işlemini hızlandırmak üzere verilen ve alınan rüşvet. Buna “çabuklaştırıcı/hızlandırıcı rüşvet” ya da “hafif rüşvet” de denilmektedir. 2. Yasal düzenlemelere ya da çerçeveye uygun olmayan bir işlemin yapılması 98 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ için verilen ve alınan rüşvet. Buna da “çarpıtıcı rüşvet” denilmektedir (Tekeli ve Şaylan, 1974: 94-95). “Çabuklaştırıcı rüşvet” türüne, azgelişmiş ülkelerdeki bürokrasilerin hantal ve yavaş işleyişi içerisinde her aşamada rastlamak mümkündür. Bu rüşvete bulaşmaksızın sıradan bir kamu hizmetinden yararlanabilmenin bile mümkün olmadığı haller de söz konusudur. 1.2.2. Haraç Bu tür yolsuzlukta, görevli karşısındaki kişiden görevini yerine getirmek ya da zaten sorumlu olduğu işini yapmak için bir bedel ya da karşılık istemektedir. Burada görevlinin zaten yapması gereken işlemi yerine getirmek için ödeme talebinde bulunması, vatandaşa karşı bir zorlama söz konusudur. Bu anlamda rüşvet olgusu ve talebi tamamen kamu görevlisinden kaynaklanmaktadır. Haraç, “açık yiyicilik” veya “aktif rüşvet” olarak da adlandırılmaktadır (Tekeli ve Şaylan, 1974: 95-96). Pek çok durumda rüşvetle haraç arasında bir ayrım yapabilmek zordur. Örneğin, memurun açıkça para istemeden karşısındakini rüşvet önerisine yöneltmesi durumunda, rüşvet ve haraç ayrımı güçleşmektedir. Ancak böyle bir ayrımın yapılabileceği de açıktır. Örneğin, gümrük görevlisinin işlemleri kasıtlı olarak yavaşlatacağı ya da sorun yaratacağı tehdidi ile karşısındakinden “açıkça” para istemesi bir haraç olarak adlandırılmalıdır. 1.2.3. Zimmet Kamu varlıklarına dönük hırsızlık; kamu görevlileri tarafından zimmete geçirme ya da kamu ve özel alanda danışıklı biçimde yapılan yolsuzluktur. Buna ilave olarak, reel ya da finansal kamu varlıklarının piyasa fiyatının altında illegal transferi, kamuya yapılacak ödemelerin ya da vergilerin kaçırılması, kamu fonlarının harcanması gereken yerlere değil de özel kullanıma aktarılması da zimmet kapsamına girmektedir (http://www.finansgundem. com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir). Zimmet, yolsuzluk olayında ikinci bir tarafın bulunmadığı tek türdür. Sadece görevli ya da memurun tek başına olayın içinde bulunduğu bir durumdur. “Zimmet”, “görevlinin para ya da mal niteliği taşıyan kamusal bir kaynağı/değeri, yasalara aykırı bir biçimde kişisel menfaati için harcaması, kullanması ya da mülkiyetine geçirmesi”dir (Erem, 1973: 149). Zimmet, değiştokuş içermeyen, tek taraflı gerçekleştirilen yolsuzluk türü olarak, istisnai bir nitelik taşımasından dolayı diğer yolsuzluk türlerinden ayrılmaktadır. YIL: (5) 1 – SAYI: 199 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 1.2.4. Nepotizm Daha önceki üç yolsuzluk türünün maddi içerikli olmalarına rağmen, “nepotizm”4 türü yolsuzluk belirgin bir biçimde “dayanışmacı” motiflerin ön plana çıktığı bir yolsuzluktur. Bu dayanışmada, görevli/yetkili tarafından kişilere ayrıcalık sağlanmasıdir. Nepotizmde yolsuzluk, maddi çıkar gözetmekten çok, bazı bağlılıklar (akrabalık, hemşehrilik, yakınlık vs.) ve yükümlülükler temelinde gerçekleşmektedir. Bu tür yolsuzluğun özü “kayırmaya” ve “iltimasa” dayalıdır. ‘Himayeci yolsuzluk’ olarak da adlandırılabilecek “nepotizm”; yolsuzluk literatüründe ‘kayırmacılık’, ‘akraba kayırmacılığı’ ve ‘yanaşmacılık’ olarak adlandırılan yolsuzluk tarzlarını içermektedir. Burada özel kesimde yer alanlara karşı, siyasi ya da kamusal bir hamilik söz konusudur (http://www. finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir). G20 dokümanında yolsuzluğun ‘düşük değerli’ ve ‘devasa değerli’ olarak iki uçta telaffuz edildiğine atıfla, ‘devasa değerde’ yolsuz işlemlerin kamu görevinde yüksek hiyerarşide yer alan kamu görevlilerince yapıldığına işaret edilmektedir. Buradan hareketle, farklı kombinasyonlara farklı adlar da verilmektedir. Örneğin yüksek rakamlı sistematik yolsuzluk yapan yüksek kamu yetkililerine ‘kleptokrasi’, menfaati sağlayanın yüksek hissesinin bulunduğu ‘himayeci’ tip yolsuzluğa ‘ahbap-çavuş kapitalizmi’ denilmektedir (http://www.finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluk-nedir). Örnek bir ülke olarak ele alındığında özellikle günümüz Türkiye’sinde kamu bürokrasisinde ehliyet ve liyakata bakılmaksızın belirli makamlara getirilmek, iş bulmak ya da iş hayatında istihdam açısından torpil işlemi yaptırmak, ihalelerde bazı şirketlere öncelikler ve avantajlar sağlamak gibi, birçok uygulamaya da nepotizmin yoğun bir biçimde karıştığı söylenebilir. “Adamı olmak”, “adamını bulmak” deyimleri, iş yaptırabilmek açısından hâlâ güncelliğini korumaktadır. Siyasi süreç içerisinde, siyasi partilerin iktidara geldikten sonra kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan “üst düzey bürokratları” görevden almaları ve bu görevlere yine siyasi yandaşlık, ideoloji, nepotizm-kronizm gibi faktörler esas alınarak yeni kimseler atamaları da, genel olarak gelişmekte olan ülkelerde ve daha özelde ise Türkiye’de yaygın olarak gözlenen bir olgudur. 4 100 “Nepotizm”, İngilizcede sözlük anlamı olarak “yakınları kayırma” anlamına gelmektedir. OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ Bu duruma literatürde “patronaj” adı verilmektedir. Siyasal partilerin, iktidara geldikten sonra kendilerini destekleyen seçmen gruplarına çeşitli şekillerde ayrıcalıklı işlem yaparak, bu kimselere haksız menfaat sağlamalarına “siyasal kayırmacılık” adı verilmektedir. Partizanlık ise, özellikle mahalli kamu hizmetlerini yürüten kurumlarda daha fazla görülmektedir. Siyasal kayırmacılığa birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de yaygın olarak rastlanmaktadır (Özmerci, 2014: 29-34). 1.3. Siyasi ve İdari Yolsuzluk Kamusal güç ve yetki, günümüzde siyasi ve idari (bürokratik) olmak üzere genellikle iki düzlemde kullanılmaktadır: a. Siyasa-yapımında (örneğin, yasaların yapımında) b. Siyasa-uygulamasında (örneğin, yasaların veya hükümet politika ve programlarının bürokrasi tarafından uygulanmasında). Bu açıdan yolsuzluğu iki ana sınıfa ayırmak mümkündür. Siyasi işlevlere ilişkin kamusal gücün ya da etkinin, siyasi yönetim ya da siyasayapımı sürecinde çıkar gözetilerek, yasal düzenlemelere aykırı bir biçimde kullanılması “siyasi yolsuzluk” olarak nitelendirilmektedir. Bir çıkar grubunun kendisine sağladığı menfaat karşılığında, bir parlamenter yasa taslağı üzerinde etkide bulunmaya yönelirse ya da iktidardaki bir siyasal parti, siyasal gücü ve yetkisini partinin ve yandaşlarının çıkarlarını gözetecek biçimde kullanırsa ortaya “siyasi yolsuzluk” çıkmaktadır. Öte yandan siyasetçilerin ya da parlamento adaylarının seçmenlerin veya delegelerin oylarını satın almaları olgusu “seçim yolsuzluğu” olarak nitelendirilmektedir (Heidenheimer, 1970:367). İdari ya da bürokratik işlevlere dair kamusal yetki ve gücün, kamu yönetimi ya da siyasa-uygulama sürecinde çıkar gözetilerek yasal düzenlemelere aykırı olacak biçimde kullanılması ise “idari yolsuzluk” olarak tanımlanmaktadır (Berkman, 1983: 18). Bir memurun ya da görevlinin çıkar karşılığı çıkar sağlayana ayrıcalıklı işlem yapması bir idari (bürokratik) yolsuzluk örneğidir. Siyasi yolsuzlukta siyasi aktörlerin, idari yolsuzlukta ise bürokraside çalışanların baş aktörler oldukları görülmektedir. Siyasi aktörler milletvekilliği, bakanlık gibi pozisyonları paylaşan aktörlerden oluşmaktadır. Bürokratik aktörler ise, bürokrat, teknokrat, memur, kamu görevlisi gibi isimlerle anılmaktadır (Heper, 1980: 24). Siyasi yolsuzluklar, siyasi yozlaşma şekillerinden biri olan YIL: (5) 1 – SAYI: 1101 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- lobicilik aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Siyasi karar alma sürecinde bazı çıkar grupları, özellikle iktidar partisi ile bunun yanında muhalefet partisi, bürokratlar ve seçmenler ile lobicilik faaliyeti yaparak kamu menfaatine uygun kararlar alınmasını engelleyebilirler. Baskı ve çıkar grupları (holdingler, şirketler, işçi ve işveren sendikaları, ticaret ve sanayi odaları, diğer mesleki birlikler vb.) değişik şekillerde, kendi çıkarları doğrultusunda lobicilik yapmaktadırlar. Siyasi işlevlere ilişkin olarak kamu gücünün kullanılması, belli politikanın belirlenmesinde, yani en genel manada yasaların yapımında ortaya çıkmaktadır. “Siyasi işlevlere ilişkin kamu yetkisinin, siyasi yönetim ya da siyasa yapım sürecinde çıkar gözetilerek, yasal düzenlemelere aykırı biçimde kullanılması “siyasi yolsuzluk” olarak nitelenebilir. Bu durumda siyasi yolsuzluklar, kendisine sağlanan menfaat karşılığında bir milletvekilinin bir yasa taslağını, çıkar sağlayanların isteği doğrultusunda etkileme ya da etkilememe davranışı, (milletvekillerinin bir sonraki seçimde aday olabilmek için, bazı yasa çalışmalarında liderlerine boyun eğmeleri) veya iktidardaki siyasal gücün, kendi yandaşlarının çıkarlarını gözetecek biçimde, gücünü ve yetkisini kullanması biçiminde ortaya çıkmaktadır. İdari yolsuzluk, politikaların uygulanmasında, yani yasaların veya hükümetin politika ve programlarının kamu bürokrasisi tarafından uygulanması sırasında ortaya çıkaümaktadır. Bu nedenle idari yolsuzluğun taraflarından biri her zaman için kamu yöneticileridir. “İdari işlevlere ilişkin kamu yetkisinin, kamu yönetimi ya da siyasa uygulama sürecinde çıkar gözetilerek yasal düzenlemelere aykırı biçimde kullanılması idari yolsuzluk olarak tanımlanmaktadır (bu konuda bkz: Berkman, 1983: 18). Siyasi yolsuzluklara, kamu gücünü elinde bulunduran siyasi parti ile ilişkisi bulunan, parti üyesi, delege, parti yöneticisi, milletvekilleri ve bakanların doğrudan ya da dolaylı olarak katılmaları mümkündür. Milletvekilleri doğrudan yasama faaliyeti yürütürler. Yasama faaliyetlerini yürüten milletvekilleri doğrudan siyasi yolsuzluklara karışabilecekleri gibi; yukarıda belirtilen diğer siyasi kişiler de, bazı milletvekillerini etkileyerek onlara oy sağlama menfaati karşılığında, kendileri de başka çıkarlar sağlamak amacıyla, bu milletvekillerini siyasi yolsuzluklara sürükleyebilirler. Bu şekilde dolaylı olarak da, siyasi yolsuzluklara karışılmış olmaktadır. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin genelinde idari yolsuzlukların diğerlerine oranla daha fazla olduğu kabul edilmektedir. 102 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ 2. GELİŞMEKTE OLAN YA DA AZGELİŞMİŞ ÜLKELER VE YOLSUZLUK Konuya ilişkin literatürde, yolsuzluk ve rüşvetin azgelişmiş ülkelerdeki sıklık ve yaygınlığına dair paylaşılan yaygın ve genel bir kanaat vardır. Bu ülkeler açısından yolsuzluk olgusu, istisnai, izole, etkileri açısından sınırlı ve bu sebeple de önemsenmeye değmez bir olgu olarak görülemeyecek kadar merkezi bir sorundur. Aksine, toplumsal dokuyu, gündelik hayatı ve çevreyi bütünüyle kuşatmış bir biçimde bütünsel etki ve sonuçlarıyla derinliğe sahiptir5. İlgili literatürün büyük bir bölümü, meseleyi azgelişmişlik bağlamında ele almakta, incelemeye ve değerlendirmeye çalışmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin karşı karşıya oldukları yolsuzluk türü, genel olarak yolsuzluk olgusunun ikinci basamağı olarak kabul edilen “kronik” ve yapısallaşmış yolsuzlukla ilişkilidir. Bu ülkelerin yolsuzluk realitesi, bir bütün olarak toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel niteliklerle dolayımlanmış karmaşık bir ilişki ve etkileşimin ürünüdür. Yapısallaşmış/kurumsallaşmış bir olgu olarak süreklilik, yaygınlık ve yerleşiklik nitelikleri arzetmekle bütün bürokratik kademelere, siyasi mercilere ve sosyal katmanlara/kesimlere yayılmış, sinmiş bir kapsama sahiptir. Yine yolsuzluk olgusunun tarihi ve yapısal unsuru, süreç ve niteliklerle organikleşmiş bir etkileşmenin içindedir. Bu bağlamda azgelişmişlik açısından yapısal ve kronik bir karakteristiğe sahip olan yolsuzluk olgusunun, bürokratik ve idari boyutun dışında, tarihi, siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel, antropolojik, ahlâki ve hatta ekolojik boyutları içeren çok yönlü etki, neden, sonuç ve tezahürlere sahip olduğu söylenebilir. Genellikle, azgelişmiş ülkeler açısından kamu bürokrasisinden ibaret olduğu söylenebilecek idari yapılar, yolsuzluk ihtimalini göreli olarak daha yüksek oranda içinde barındıran potansiyel yapılardır (Berkman, 1983: 2). Genel kanı açısından azgelişmiş ülke bürokrasileri ve sosyal yapılar bağlamında yolsuzluk, “yapısal” ve “kronik” bir meseledir. Ancak şu da bir 5 Örneğin, literatürde bu yöndeki kanaati yansıtan Cingi’ye göre, bir hastalık olarak yolsuzluk, “iktisaden azgelişmişliğin, monarşik yönetimin ve zayıf merkezi hükümetin bulunduğu ülkelerde ‘bulaşıcı’ bir özellik ve kronik bir nitelik kazanır... Bu hastalığın kronikleşmesi de yoksulluk-yolsuzluk-yozlaşma kısır döngüsünün kırılamamasından doğar. ..Latin Amerika, orta Amerika ve Afrika yoksul bölgeler olduğu gibi yolsuzlukların da en yoğun ve yaygın olarak görüldüğü yerlerdir. Nitekim yolsuzluklar, yoksulluk koşullarında kolayca gelişebilmekte; geliştikçe de bilinen ‘yoksullaştırıcı’ etkileriyle tüm sistemin (sosyal, ekonomik, siyasal vb.) yozlaşması sonucunu veren kısır döngülerin oluşumuna neden olurlar” (Cingi, 1994:12). YIL: (5) 1 – SAYI: 1103 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- gerçektir ki, azgelişmiş ülkeler kendi aralarında farklı gelişme aşamalarına ve kendilerine özgü ayrı tarihselliklere sahip olduklarından, homojen bir görünüm arz etmezler (Berkman, 1983: 55). Bu nedenle, yolsuzluk ihtimalini doğuran ve artıran şartların azgelişmiş ülkelerin tümünde aynı ağırlık, derece ve niteliğe sahip olduğu da ileri sürülemez. Bununla birlikte böyle niceliksel bir farklılaşmaya rağmen, niteliksel anlamda bir örtüşmeden/benzeşmeden/ özdeşlikten söz edilebilir. Genel ve kaba bir ifadeyle, bir taraftan azgelişmişlik yolsuzluğu doğuran ve sonuç olarak üreten bir tarihselliktir. Batı’nın etkisi altında ve bağımlı gelişme tarihi içinde, rasyonel bir bürokrasiyi ve vatandaş bireyi yaratamama, modern bir hukuk ve siyasayı inşa edememe, bunlara eşlik eden yetersiz sosyal formasyon (düşük eğitim düzeyi, düşük milli gelir, eşitsiz bölüşüm, sağlık ve sosyal güvence imkanlarının gelişmemişliği vs.) var iken, yani azgelişmişliğin doğurduğu ve etkinleştirip derinleştirdiği bir çarpıklık durumu mevcutken, bu koşulların yolsuzlukla cisimleşmesi ve yolsuzluğun hayatiyet kazanması söz konusudur. Yolsuzluk, azgelişmişliğe dinamizm kazandıran, onu kendi içerisinde yeniden üreten ve azgelişmişliğin gelişmesini sürekli kılan ana ayaklardan biri olarak da realite kazanmıştır. Bu ilişki karşılıklı, sarmal ve birbirini besleyen bir ilişkidir. 3. YOLSUZLUĞA İLİŞKİN BAZI TOPLUMSAL NİTELİKLER ve NEDENLER Weber’e göre, Batı kültürünün genel karakteristiği –özellikle Aydınlanma’dan bu yana-, düşüncede ve eylemde herşeyi “akıl” ölçütüne vurmak olmuştur. Batı kültünün temel karakteristiği haline gelen “rasyonalizasyon”, yalnızca gerçekliği homojenlik ve süreklilik tasarımı altında öğrenmek isteyen bilime özgü değildir; daha çok Batı’da, devletlerin örgütlenme biçimlerinden, örgüt içi hiyerarşik yapılardan (bürokrasi) aile fertleri arasındaki pek özel ilişkilere kadar her alanda etkisini ve işlevini sürdürmektedir (Özlem, 1990: 58). Bu anlamda, Weber’in “rasyonalizasyon” kavramı, belirli türdeki bir kültürü belirleyen “temel motif”tir. Batı toplumlarında rasyonel ilkelere göre örgütlenip yönetilmeyi içeren “bürokrasi”nin önplana çıkışı da, onun ifade ettiği bir “rasyonalizasyon düzeneği”dir. Hâlbuki Batıdışı toplumların zihniyet ve örgütlenmelerinde, genel düzlemde bir rasyonalizasyonun varlığından söz edilemeyeceği gibi, bu toplumların bürokratik yapılaşmalarının rasyonellik 104 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ motifi ya da kriteri ile biçimlenip işlediği de söylenemez. Bunların yanına, bürokratik yapılarda, uygulama ve davranışlar açısından modern-geleneksel ikiliğinin sürmesi de ilave edilince görünüm daha olumsuz bir hale gelmektedir6. Bu bağlamda, değersel-rasyonelliği ve amaçsal-rasyonelliği içselleştirip kurumsallaştırmamış; aktörlerinin eylemlerini hâlâ duygusal ve geleneksel motiflerin karakterize ettiği ve bir topluluk düzleminde yer alan azgelişmiş ülkelerde yolsuzluk için daha uygun ortam ve şartların bulunduğu öngörülebilir. Azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde, akılcı olanla duygusal olanın, modern olanla geleneksel olanın eklemlendiği ikili oluşumlar ya da melezlendiği desenlenmeler çok daha fazla söz konusudur. Bu nedenle pür bir ayrıma gidebilmek mümkün değildir. Öte yandan endüstriyel toplum bakımından azgelişmiş ülkelerde, ikincil ilişkilerin gelişip yaygınlaşamadığı ve yeterince kurumsallaşamadığı yaygın bir iddiadır. Rasyonelleştirme, bürokratik süreçlerde olduğu gibi, sosyal yaşamın bütününde de temel motif olarak bir varlığa sahip değildir. Geleneksel davranış biçimleri, toplumda olduğu gibi, modern kurumlar olan devlet ve bürokrasi benzeri sistemler için de etkili olmaktadır. Gelişmiş ülke bürokrasilerinde “verimlilik”, “uzmanlaşma”, “etkinlik” gibi niteliklerin ön plana çıkmasına karşın, azgelişmiş ülke bürokrasilerinde genel olarak “kayırma” ve “iltimas” gibi nitelikler etkili olmaktadır. Buradan hareketle, geleneksel ve duygusal motiflerin ve nedenlerin azgelişmiş ülkelerdeki yolsuzluk olaylarında önemli bir etken olduğu söylenebilir. “Yakınları kayırma” (nepotizm), gelişmiş ülkelere oranla birincil küme ilişkilerin, bağlılıkların ve yükümlülüklerin, göreli olarak daha güçlü olduğu azgelişmiş ülke bürokrasilerinde yaygındır. Bürokrasinin dört alanını oluşturan idari, askeri, adli ve akademik yapıda nepotizmin, yani iltimas, yandaşcılık ve adam kayırmacılığın yoğunlaşması, tipik bir azgelişmiş ülkeye özgü yönetim anlayışını yansıtmaktadır. Bunun da yönetim sistemindeki profesyonelliği, bilimselliği, şeffaflığı ve dürüstlüğü tahrip edici bir etki yaptığı görülmektedir. Haraç türü yolsuzluğa ise, kamu bürokrasisinin göreli olarak toplumda çok güçlü olduğu, vatandaşın kamu görevlisini “efendi” 6 Ergun ve Polatoğlu (1984) da 1980’li yıllara kadarki süreçte, Türk kamu bürokrasisinde benzer nitelikler belirlemişlerdir. Onlara göre, Türk kamu bürokrasisinin biçimsel yapısı ussal temellere dayalı gözükürken, “geleneksel” değerler işlerliğini korumaktadır (s.7980). YIL: (5) 1 – SAYI: 1105 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- görürken, görevlinin de vatandaşları “tebaa” olarak saydığı toplumlarda daha sıklıkla rastlanabilmektedir (Berkman, 1983: 28). “Yurttaş-bürokrasi” ilişkisinin azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki niteliğinin, hâlâ “akılcı eyleme” dönüşememiş, yönetimde hâkim “geleneksel eylem” biçimi/ tipi olduğu söylenebilir. Bunun sonucu olarak söz konusu ülkelerde, toplumu oluşturan bireylerin çoğu ilişkilerinde, kamu ve hatta özel sektörün bütün alanlarında, seçilmişler yanında atanmışlar olarak adlandırılan yönetici sınıf olan bürokrasinin dört alanında (idari, askeri, adli ve akademik) farklı yoğunluklarda gerçekleşen çok sayıda “yolsuzluğa” sıkça rastlanmaktadır. 3.1. Batı’ya Bağımlılığın Etkileri Tahakkümle temelinden sarsılmış Batı dışı toplumlarda, artık ne “geleneksel kültür” kalmıştır ne de yerine “batılı burjuva kültürü” ikame edilebilmiştir; söz konusu olan ancak olsa olsa ikisinin bir “bileşimi” ya da “melezlenmesi”dir: Ekonomik altyapılar, siyasal-ideolojik üstyapı kurumları, kültürel değerler ve kitlelerin bilinci, ‘melez’ özelliklere sahiptir. Nihayetinde, sömürgecilik ve emperyalizm, geri kalmış ülke insanlarının bilincini de temelden sarsmış ve çarpıtmıştır7 (Başkaya, 1991: 80). Bu yapısal hâl almış durumun sonucu olarak, toplumdaki geleneksel akrabalık bağlılığına dayalı değerlerle ve dayanışma örüntüleriyle, rasyonel ve etkin bir bürokratik yapının gereksindiği güdülenme, tutum ve davranış örüntüleri arasında, karşılıklı olarak birbirini dışlayan bir zıtlık ve uyumsuzluk ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla geleneksel akrabalık bağlılıklarının ve örüntülerinin gerektirdiği kayırmacı tutumun, modern bürokrasinin rasyonel ve kurumsal normlarıyla bağdaştırılmaya ya da bütünleştirilmeye çalışılması çarpık bir görünüm oluşturmaktadır. Bu anlamda, Shayegan (1991), bireylerin bilinç yapıları ile modern kurumlar arasındaki kopukluk ve uyumsuzluğu, kendi terminolojisi ile “tarihsel çatlak” olarak nitelendirmektedir. Kaldı ki, Anthony Giddens (1994)’ın terimleriyle ifade edilecek olursa, zaten “modernlik”, “evrenselleşip yagınlaştıkça bütün geleneksel yapı, kurum 7 106 Geleneksel toplumlardaki zihniyet bileşenleri ile birlikte toplumsal yapı ve kurumların farklı parçalarının, farklı tarihsel zamanlara ya da ayrı tarihsel dönemlere denk düşen çarpık bir desen oluşturduklarını belirleyen Shayegan (1991), bu durumu “kültürel şizofreni” olarak adlandırır. Ona göre, bu durum zayıf tarihselliğe sahip toplumların bir gerçekliği, belki de kaçınılmaz olarak yaşadıkları bir süreçtir. OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ ve değerleri ‘yerinden oynatan’” tarihsel bir olgudur. Modernlik herşeyi izafileştirirken, geleneksel değerlerin de sarsılmasına ve erozyona uğramasına yol açmıştır. Bu “yerinden oynatma”nın, Batıdışı, pre-modern durumdaki, yani gelişmekte olan ya da azgelişmiş diye adlandırılan toplumlar açısından, sonuçlarının çok daha trajik ve sarsıcı bir niteliğe sahip olduğu yaygın olarak bilinmektedir. Bu süreçte, ekonomik ve siyasal yapılardaki deformasyonlara paralel olarak zihniyet desenlerindeki geleneksel ahlâk anlayışının çözülmesi ve ahlâki değerlerin etkililiğini yitirmesiyle de karşı karşıya gelen Batıdışı toplumlarda, kronik ve yapısal yolsuzluğa elverişli bir ortam oluşmaktadır. Diğer bir deyişle, değersizleşme ile karşı karşıya kalan modern-öncesi ya da kapitalizm-öncesi “zayıf tarihselliğe”8 sahip geleneksel toplumlar, bozulan eski dengelerin yerine yeni dengeler ikâme edememişler, sapma ve kaosa teşne hale gelmişlerdir. Dolayısıyla, “zayıf tarihsellik” koşullarında yolsuzluğun yaygın ve karakteristik bir niteliğe bürünmesi de kaçınılamaz ve neredeyse doğal bir hâl almıştır9. 3.2. Birincil (Gayrı Resmi) Grup İlişkilerinin Önemi Azgelişmiş ülkelerde, özellikle bağımsızlığını yakın zamanlarda kazanmış bazı Güney Asya ve Afrika ülkelerinde veya bir ülkede bozuşmanın ağırlaştığı dönemlerde, toplumsal örgütlenme ve ilişkiler büyük ölçüde aile, akrabalık, etnik, dini ya da yerel bağlılıklar ile yükümlülükler temelinde yoğunlaşmaktadır. Bu yoğunlaşma, hatta biçimlenmede, devlet ve ulus gibi kurumlara bağlılık ikincil olarak görülebilmektedir. Bireyin bağlılığı ve yükümlülüğü öncelikle aile, akrabalar ve yakınlar/ yandaşlar ile dolayımlanmış 8 9 Göle (1991) de aynı sürece/olguya farklı bir kavramlaştırma açısından yaklaşmaktadır. Ona göre, “tarihselliği zayıf toplumlar”, modernliğin tanımına kendi pratiklerinin damgasını vuramamış toplumlardır. Bu toplumlar, modernliği ima ettiği değişimi ve yenileşmeyi kendi içsel ve yapısal dinamikleriyle ve kendi tarihsellikleri sürecinde yaratamamışlardır, üretememişlerdir. Dolayısıyla, modernliği (yani “yeni” olanı) içeriden bir süreç olarak keşfedememiş olan bu toplumlar, tarihlerini sürekli olarak Batı modernliğinin izdüşümünde yakalamaya çalışmaktadırlar. Böylelikle, Doğunun Batı uygarlığı ile karşılaşması eşit bir alışverişle sonuçlanmaktan çok, Doğunun kimliğinin çözülmesine yol açmıştır (13). Göle, azgelişmişlik ve sömürü sorunsalına, genelleştirilmiş soyut kavramlaştırmalar/şablonlar çerçevesinde değil, toplumsal pratik açısından yaklaşmaktadır. Örneğin, geleneksel ortamında “rüşveti alanın da verenin de lanetlenmiş olduğu” inancına sahip olan müslüman bir toplumun bireyinin, yaşanılan çarpıklaşma ve değersizleşmeyle birlikte bu inancının somut yaşamındaki gücü ve etkililiği de zayıflamış; bunun yerini doldurabilecek rasyonel bir norm da oluşmamıştır. YIL: (5) 1 – SAYI: 1107 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ve büyük ölçüde sınırlanmış durumda olabilmektedir. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelere bir örnek oluşturması bakımından Türkiye’de birincil (gayrı resmi) ilişkilerin yaygın bir biçimi olan “hemşehrilik” ilişkilerinin de, diğer birincil ilişkiler gibi toplumsal, siyasi ve yönetsel ilişkiler açısından büyük bir önemi ve yönlendiriciliği olduğunu ifade etmek gerekir. Geleneksel bağlılıkların ve ilişkilerin güçlü, dahası yaygın olduğu tipteki toplumsal yapılarda, kamu görevlileri de konumları açısından büyük bir gelenek ya da cemaat baskısı altında kalabilmektedir. Özünde ikincil ilişkilere dayanması gereken kamu hizmeti anlayışı, kişi gözetmeme ve eşit muameleyi öngörmektedir. Öte yandan, bir kamu işleminde görevlilerin aile, akraba, yandaş ya da hemşehrilerine yardım etmesini, bürokratik kurallardan daha eski ve köklü olan geleneksel toplumsal normlar veya beklentiler sistemi öngörmektedir. Bu durumda yaygın geleneksel-toplumsal normlar ile biçimsel bürokratik kurallar uyumlu bir düzen oluşturmamakta, aksine paradoksal ve çatışmalı bir görünüm ortaya koymaktadır. Hemşehrilik ve hısımlık-akrabalık bağları, kentte tutunmanın önemli koşullarından biri olan iş bulmada da grup üyelerine kolaylık sağlamaktadır. Kentteki akrabalık ilişkileri, beklendiğinin aksine kırılmayarak kentsel yaşama uyum sağlayabilmenin önemli yollarından birini oluşturmaktadır (Aydın, 1985: 281). Yolsuzlukların yaygın olarak varlığını sürdürdüğü azgelişmiş toplumlarda, devlet kurumlarının etkinliklerinde her işin bir “resmi olan” bir de “resmi olmayan” tarafı bulunmaktadır. Hemen hemen her resmi faaliyette bu “dualizm” görülebilmektedir (Attas, 1988: 20). Böyle bir düalizm anlayışı da, yurttaşın bürokrasiyi ve devleti kendinden uzak görmesinin etkisinde değerlendirilebilir. Bunun yanında, bürokrasinin gerekleri olan ikincil ilişkilerin esas alınması yerine, birincil ilişkilere doğru bir kaymanın söz konusu olduğu açıktır. 3.3. Toplumsal Değişme Hızı Hızlı kentleşme, kırsal kesime ilişkin değer yargılarının ve yapılarının hızla zayıflayıp erozyona uğramasına ve yozlaşmasına sebep olmuştur. Tutumluluğun, basit ve mütevazı bir yaşamı öngören toplumsal değerlerin ve kültürel motiflerin yerini, maddiyatçılık, statü, toplumsal saygınlık ve iktidar kazanmak için görülmemiş bir açlık, para ve güç kazanma hırsı, 108 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ tüketimi kutsallaştırıcılık, bunlara bağlı olarak da manevi değerlere ya da ortak yarara boşvermişlik gibi sonuçlar doğurmuştur (Attas, 1988: 97). Bu bakımdan yine Türkiye dikkat çekicidir. Türkiye’de, 1980’li yıllarda hızlı bir toplumsal değişme ve yapısal dönüşüm süreci yaşanmış, söz konusu süreç yozlaşma, ahlâksızlaşma, çarpıklaşma ve değerler erozyonu açısından kötü bir örnek oluşturmuştur. Türkiye’de 80’li yıllarla başlayan yeni dönem ve süreç içerisinde hayali ihracatçılık, ihalelerde yolsuzluklar, bürokraside yaygınlaşmış rüşvet ve kişisel araçsallaştırma gibi, başka türlü yolsuzluklar bolca ve sık bir biçimde izlenebilmiş, yani görünürlük kazanmıştır. 2000’li yıllarda ise, siyasi ve idari yolsuzluğun boyutları giderek çeşitlenmiş, yapıya yerleşme eğilimi göstererek topluma daha derinden nüfuz eder hale gelmiştir. 3.4. Tüketim Kültürü Değerleri ve Yolsuzluk Lüks tüketim gereklerinin ve yöneticilerin iyi yaşama tutkusunun yolsuzlukların ortaya çıkmasında önemli bir etken olduğu görüşü, tarihte İbn-i Haldun tarafından belirtilmiştir. Çağımızda ise, tüketime dönük bir hayatın, sosyal, ekonomik ve kültürel unsur olarak ön plana çıkması önemli bir değişimdir. “Kitle kültürü”, “tüketim kültürü” gibi kavramlara sıklıkla aşinayız. Modern toplumlar, -haklı gerekçelerle- birçok yazar tarafından “tüketim toplumu” olarak da adlandırılmaktadır. Ivan Illich (1992) de tüketim kültürünün bu aşırı egemenliğini “tüketim köleliği” olarak nitelendirmektedir. Gelişmiş ülkeler tüketim kültürünü kendi toplumsal süreçleri ve yaşam pratikleri açısından kurumsallaştırabilmiş, meşru yollar ve araçlarla buna bir biçim kazandırabilmişlerdir. Bu yüzden gelişmiş ülkeler açısından ele alındığında, yolsuzluk gibi bir olguya ve sapmaya genellik ve yaygınlık düzeyinde rastlanmamaktadır. Ancak değinilen küresel olgu, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerdeki yansımaları açısından çarpık, anarşik ve kaotik sonuçlar doğurmuştur. Küresel düzeyde olduğu gibi gelişmekte olan ülkelerde de, insanların iyi hayat imkânlarına ve refah beklentilerine ilişkin bir kışkırtılma içerisinde olduklarının genel kabul gördüğü söylenebilir. Bunun iletişimsel ve medyatik kanallarla yaygınlaştırıldığı açıkça gözlemlenebilecek bir olgudur. Bu kışkırtılmanın bir sonucu olarak, bu ülkelerde yaşayan insanların beklentilerini karşılayabilecek refah imkânlarının düşüklüğünün ve kaynakların yetersiz oluşunun büyük toplumsal düş kırıklıklarına yol açması ve bunun pek çok YIL: (5) 1 – SAYI: 1109 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olumsuz sonuçlarının olması doğal görülebilir. Daniel Lerner, daha 1950’li ve 1960’lı yıllarda yaşanan süreci, bir çalışmasında ele almış ve durumu “kabaran düş kırıklıklarının yol açtığı yeni devrim” olarak isimlendirmiştir (1990: 211). Lerner’a göre, 1950’li yılları, yeni dirilen kültürler, yeni doğan uluslar ve yeni kurulan devletler süreci ve “yükselen beklentiler devrimi” olarak tanımlanmıştır. Dünyanın geri kalmış, yoksul bölgelerinde yaşayan halklar, birdenbire, kendileri için daha iyi bir hayatın mümkün olduğu kanısına kapılmışlardır. Yüzlerce yıldan beri umutsuzluk ve durgunluk içinde yaşayan halklar arasında o yıllar içinde büyük beklentiler, özlemler, tutkular dalgası gelişmiştir. Burada hareketlilik, “daha iyi bir şeylere” yönelik bir arama olduğuna göre, bir şeyler bulmakla da dengelenmelidir. Halk elde edebileceğinden daha fazlasını istemeye itilmiş, özlemler hızla doyumu aşmış ve düş kırıklıkları patlak vermiştir10.Günümüzde de bu durum çok daha derinlemesine ve yaygın bir görünüm sergilemektedir. Böyle bir durum, eski sosyal, ekonomik, siyasal, psikolojik bağlantıların büyük çoğunluğunun, büyük ölçüde zayıfladığı ve bozulduğu, insanların yeni sosyalizasyon ve davranış kalıplarına uyarlanma sürecine girdiği, temel yapısal dönüşümlerin yaşandığı bir “toplumsal hareketlenme” olarak adlandırılabilir. Böyle bir durumda, bütün sapkınlık türlerinde ve suçluluklarda olduğu gibi yolsuzluklarda da bir artışın olacağı öngörülebilir. Kaldı ki bu durumun gittikçe süreklileşebilecek, kalıcılaşabilecek ve hatta kurumsallaşabilecek sonuçlar doğurmasına da, tabii bir sonuç veya dönüşüm süreci gözüyle bakılabilir. Nitekim 1980’li yıllarda tüketim kültürünün ve iyi yaşamaya yönelik değerlerin yaygınlaşmasıyla birlikte, gelişmekte olan ülkelerin bir kısmında (Türkiye gibi) hızlı liberalleşmenin ve hareketlenmenin yarattığı göreli olarak anarşik ve kaotik ortamlarda, köşe dönmecilik ve yolsuzluklarda artışa rastlanmaktadır. Hele günümüzde “kitle kültürü” ve “tüketim toplumu” kavramları merkezi bir yer işgal etmektedir. 3.5. Toplumsal Ekoloji ve Yolsuzluk Felix Guattari (1990: 5-7) de, “doğal ekoloji”, “zihinsel ekoloji” ve “toplumsal ekoloji”den oluşan üçlü bir ekoloji kavramlaştırmasını önermektedir. Ona göre, çevre kirlenmektedir, fakat, kirlenen sadece doğal/ 10 110 Daniel Lerner (1990), “Çağdaşlaşma Sürecinde İletişimin İşlevi”, Enformatik Cehalet, Rehber Yay., Ankara, s. 197-216. OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ fiziksel çevre değildir. Gruplararası mikro ilişkilerden(aile, komşuluk, yardımseverlik vs.) makro ilişkilere (devletlerarası siyaset, milliyetler arası etnik çarpışmalar vs.) kadar herşeyin yeniden düşünülmesi gerekmektedir. Ekoloji bu bağlamda hem bilimsel, hem de ekonomik ve sosyal ilişkileri içermektedir. Yolsuzluk olgusu da sosyal kirlenmenin bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Özellikle azgelişmiş ülkelerdeki niteliğiyle kronik ve yapısal yolsuzluk, toplumsal dokuyu tümüyle tahrip edebilecek bir kirlenmedir. Diğer bir deyişle, yolsuzluk toplumsal ilişkileri ve kurumların tabiatını kirleten, hatta çürümesine yol açan bir olgudur. Ancak, yolsuzluğun kendisi de toplumsal yaşamdaki birçok unsurun kirlenmesinin, yozlaşmasının ya da çürümesinin bir sonucudur aynı zamanda. Bu nedenle azgelişmiş ülkeler, toplumsal ilişkiler ve kurumlar açısından bütünsel bir kirlenme ve ekolojik bozulma gerçeğiyle karşı karşıyadırlar. Aktan (1994: 28-29) da “politik yozlaşma” ve “siyasal kirlilik” olarak adlandırdığı sorunun, Türkiye gerçekliğinde, siyasi temellere bağlı olarak bütün bir toplumsal ve ekonomik yaşamı kuşatmakta olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, temel mesele siyasi kirlilik ve siyasetteki yozlaşmadır. Türkiye realitesini temel alan çalışmasında sınırsız güç ve yetkiye bir sınır konulması gerektiğin ortaya koyan Aktan, kirlilik ve yozlaşmanın sonuçları olarak rüşvet, yolsuzluk, usulsüzlük, adam kayırma, rant kollama, hırsızlık, irtikap, zimmet, teşvik kollama ve akraba kayırma gibi olguları sıralamaktadır. Aynı biçimde Özdemir (1992: 14) de, Türkiye›nin günümüzde içerisinde bulunduğu realiteyi saptamak açısından, ‘bütün kurumların (siyaset, ekonomi, bürokrasi, kültür vs.) köklü bir “çürüme” içerisinde olduğu’ saptamasında bulunmaktadır. Bu değerlendirme açısından yolsuzluk, kirlenmenin ve çürümenin hem bir etkeni hem de bir sonucu olaraköne çıkmaktadır. Türkiye’nin yanı sıra Malezya, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeler de, aynı çerçevede örnekler olarak değerlendirilebilir. 3.6. Yurttaşlık Bilinci ve Siyasal Sosyolojik Nitelikler “Halk” kavramı herkesin yerini alan bir terim olup, şekilsiz ve kaygan bir kavramdır. Halbuki “yurttaş” kavramıyla bu muğlaklık ortadan kalkmaktadır (Sarıbay, 1992: 88). Aktif katılmacı demokrasilerde halk kavramının yerini YIL: (5) 1 – SAYI: 1111 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- giderek yurttaş kavramı almaktadır. Katılmacı demokrasi, yurttaşların kendilerini etkileyen tüm kararların alınmasında ve toplumun tüm sektörlerinde gerçekleşmesinde “aktif” bir nitelikte olmalarını gerekli kılmaktadır. Modern toplumlar açısından, hayatın çekirdeği olarak “yurttaşlık”, bir görev, bir sorumluluk ve gururla kabul edilmiş bir yük olarak algılanmaktadır. Haklarla birlikte sorumlulukları da beraberinde taşımaktadır. Toplumsal hayatın dışsal bir çerçevesi olarak değerlendirilmemektedir (Sarıbay, 1992: 89-90). Yurttaşlık bilincinin ve kimliğinin toplumsal yaşamda etkin bir nitelik olarak gelişmişliği ve geçerliliği ile yolsuzluk ihtimalinin ve sıklığının sınırlanması arasında bir ilişki bulunmaktadır. Yurttaşlık kimliği sosyal ve siyasi olarak geliştikçe yolsuzluk olayları da etkin bir güç ve engelle karşı karşıya kalmaktadır. Böyle bir gelişmenin olmayışı ya da yetersizliği durumunda ise, yolsuzluk ve rüşvet için daha engelsiz ve yatkın bir yapı geçerlik kazanmaktadır. SONUÇ Küresel dünya ekonomisinin en çarpıcı özelliklerinden biri de, yoksulluk ve yolsuzluğun küresel bir hal almış olmasıdır. Kapitalist küreselleşme ortaya çıkardığı yeni yapıda yolsuzluk ve yozlaşmayı sistemin bir unsuru haline getirmiştir. Yolsuzluk ve yozlaşma genelde düşük gelirli kesimler aleyhine işlemektedir. Bu da küresel bazda gelir eşitsizliklerinin artmasına neden olmaktadır ve yoksulluk artmaktadır. Türkiye’de de özellikle 1980’li yıllardan itibaren kapitalist sisteme bütün unsurları ile uyum ve küreselleşme kaygıları öne çıkmıştır. Yapısal uyum adı altında ekonomi politikalarının temel amacı küreselleşme olmuştur. 1980’den günümüze Türkiye ekonomisi daha küreselleşmiş ve dışa açılmış bir ekonomi haline gelmiştir. Bununla birlikte son yıllarda, Türkiye ekonomisi aynı zamanda yolsuzluklarla birlikte anılır olmuştur. Küreselleşen Türkiye ekonomisi, toplam nüfus içinde yoksulluk oranı gittikçe artan, gelir dağılımı günden güne bozulan bir görünüm sergilemektedir. Yolsuzluk problemi, özellikle azgelişmiş ülkeler için “yapısal” ve “kronik” bir olgu olarak toplumsal dokuyu bütünüyle etkileyebilecek niteliktedir. Büyüyen ekonomiler içine girmeyi başarmış olan ve azgelişmişlik zincirini kıran Türkiye de, özellikle içinde bulunulan dönemde yolsuzluk gibi önemli bir konu baş edilmesi gereken çok boyutlu bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. 112 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ Yolsuzlukla azgelişmişliğin ilişkilendirilmesi, yolsuzluğun azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde sıklığının ortaya konmasından daha geniş bir değerlendirmeyi içermektedir. Böyle bir ilişkilendirme daha geniş amaçları bakımından, azgelişmişlik ve azgelişmişliğin kendi dinamiklerine bakışımızı ve anlayışımızı derinleştirmekte, ona yeni açılımlar kazandırmaktadır. Ayrıca yolsuzluk olgusunun “yozlaşma”, “çürüme”, “çözülme”, “kirlenme” gibi daha genel kavramlarla da bağlantısıortaya konmaktadır. Bu bağlamda yolsuzluk ister azgelişmiş, ister gelişmekte olan, isterse gelişen ekonomilerde olsun, sonuçta bağımsız bir olgu olmayıp, kendisiyle birlikte birçok kurum, yapı, unsur ve süreçle ilişkilidir. Yolsuzluğa karşı önlemler alınması hayati bir öneme sahiptir. Yolsuzluğun tümüyle yok edilmesi, yolsuzluk olasılığının ortadan kaldırılması muhtemelen mümkün değildir. Bu nedenle yolsuzluğun azaltılmasından söz etmek daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Yolsuzluğa karşı alınacak önlemler, yolsuzluk ihtimalini azaltmaya yönelmeli ve birbirlerini tamamlayıcı ve destekleyici nitelikte olmalıdır. Yolsuzlukların önlenmesinde en önemli öğelerden biri, insan öğesidir. Bu nedenle moral öğeler üzerinde durulmalı ve toplumsal ahlâk düzeyinin yükseltilmesine ilişkin politikalar üretilmelidir. Bürokraside görev alanların moral özellikleri de dikkate alınmalı, yöneticilerin ahlâki niteliklerinin yüksek olması sağlanmalıdır. Bunun yanında yolsuzluklara duyarlı bir toplumsal oluşum için çaba gösterilmelidir. Medya, eğitim çalışmaları, bilimsel çalışmalar bu yönde yönlendirilmelidir. Yolsuzluk sorunu, kabul etmek gerekir ki, kısa dönemde çözülebilecek nitelikte değildir. Bu amaçla kapsamlı ve etkili bir politika izlenmelidir. Buna ek olarak yasal önlemlerin, yaptırımların ve denetim mekanizmalarının kusursuz biçimde oluşturulması ve işletilmesi gerekmektedir. Yolsuzluklara karşı, toplumsal ve yasal toleranslar bütünüyle ortadan kalkmalıdır. Örgütsel mücadele verilmeli ve bu süreçle ilgili teknik önlemlerin alınması için çalışmalar yapılmalıdır. Her kesime etkin ve önemli görevler düşmektedir. Elbette özellikle karar verme süreçlerine yön veren siyasi iktidarlar ve yönetici sınıf, her kademedeki bürokratlar grubu, yolsuzlukla baş etmeyi amaç edinmiş kişilik, ahlâk ve bilinç düzeyinde olmalıdır. YIL: (5) 1 – SAYI: 1113 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- KAYNAKÇA ADALI, Sacit (l978), Doğu’da Hizmet Gören Mülki İdare Amirleri, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayını. AKTAN, Coşkun Can (1994), Politik Yozlaşma ve Siyasetteki Kirlilik, İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Yayını. AKTAN, Coşkun Can (1999), Kirli Devletten Temiz Devlete, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, No 4. ATTAS, Seyyid Hüseyin (1988), Toplumların Çöküşünde Rüşvet, çev. Cevdet Cerit, İstanbul: Pınar Yayını. AVCI, Nabi (1990), Kitle Kültürü Enformatik Cehalet, Ankara: Rehber Yayınları. AYDIN, Mehmet H. (l985), “Kentleşme ve İnsan İlişkileri”, A.Ü. D.T.C.F Antropoloji Dergisi, S: 12, 269-83. BAŞKAYA, Fikret (1991), Azgelişmişliğin Sürekliliği, Ankara: İmge Kitabevi. BAŞTUĞ, Sharon (1977), “Şehirleşme Olgusunda Hısımlık ve Hemşehrilik Bağlarının Yeri”, Türkiye’de Toplumsal Bilim Araştırmalarında Yaklaşımlar ve Yöntemler, Seyfi Karabaş ve Yaşar Yeşilçay (der.), Ankara: Baylan Yayınları. BAYAR, Yavuz (1979), “Türk Kamu Yönetiminde Rüşvet”, Amme İdaresi Dergisi, cilt: 12 sayı: 3. BERKMAN, Ümit (1983), Azgelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk ve Rüşvet, Ankara: TODAİE Yayını. ÇİNGİ, Selçuk (1994), İktisadi Bir Olgu olarak Yolsuzluk, Hacettepe Üniversitesi İİBF Dergisi, sayı: 4 ÇULPAN, Refik (1980), Bürokratik Sistemin Yozlaşması, Amme İdaresi Dergisi, cilt: 13 sayı: 2. ERCAN, Metin (28.01.2012), “Devlet Eliyle Kapitalizm”, Radikal Gazetesi. ERGUN, Turgay (1978), Yönetimde Yozlaşma Olgusu Üzerine, Amme İdaresi 114 OCAK 2015 GELİŞMİŞLİK, AZGELİŞMİŞLİK ve “KRONİK YOLSUZUK”: KAVRAMSAL BİR ELE ALIŞ Dergisi, cilt 11, sayı: 1. ERGUN, Turgay ve Aykut POLATOĞLU (1984), Kamu Yönetimine Giriş, Ankara: TODAİE Yayını. GÖLE, Nilüfer (1986), Mühendisler ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayını. GÖLE, Nilüfer (1991), Modern Mahrem - Medeniyet ve Örtünme, İstanbul: Metis Yayını. GUATTARI, Felix (l990), Üç Ekoloji, çev. Ali Akay, İstanbul: Hil Yayını. GÜRAN, Sait (1980), Memur Hukukunda Kayırma ve Liyakat Sistemleri, İstanbul: Fakülteler Matbaası. HEPER, Metin (1973), Modernleşme ve Bürokrasi: Kamu Yönetimine Giriş, Ankara: Sevinç Matbaası. Karşılaştırmalı KAZANCI, Metin (1978), Halkla İlişkiler Açısından Yönetim ve Yönetilenler: İmar ve İskan Bakanlığı Örnek Olayı, Ankara: Sevinç Matbaası. KIŞLALI, A. Taner (1991), Siyasal Sistemler, Ankara: İmge Kitabevi. KIŞLALI, A.Taner (1992), Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Kitabevi. LERNER, Danie1 (1990), Çağdaşlaşma Sürecinde İletişimin İşlevi, MUMCU, Ahmet (1969), Osmanlı Devletinde Rüşvet -Özellikle Adli Rüşvet, Ankara: A.Ü.Hukuk Fakültesi Yayını. MUTUWAFHETHU, John, Mafunisa (1997), “Developing A Work Ethic in the Public Sector”, Political and Administrative Corruption, (Seminar), HAS and TODAİ, Ankara. OSTERFELD, David (Eylül-Ekim 1994), “Yolsuzluk ve Ekonomik Kalkınma”, Türkiye Günlüğü Dergisi, S. 30. ÖZLEM, Doğan (1990), Max Weber’de Bilim ve Sosyoloji, İstanbul: Ara Yayını. ÖZMERCİ, Kemal (2014), Türk Kamu Yönetiminde Yolsuzluklar, Nedenleri, Zararları ve Çözüm Önerileri, http://www.turkhukuksitesi.com/ makale_206.htm, Erişim Tarihi: 16.10.2014 PEAN, Pear ve İlhami SOYSAL (1990), Rüşvet, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. YIL: (5) 1 – SAYI: 1115 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ŞAHİN, Mehmet (Ocak 2005), “Küreselleşme Kaynaklı Yoksulluk ve Yolsuzluk”, Mufad Journal, S: 25, 124-34. ŞAYLAN, Gencay (1975), Toplumsal Değişme, Yönetsel Bozulma ve Yolsuzluk, Ankara: Amme İdaresi Dergisi, C:8, S: 4. 83-96. ŞAYLAN, Gencay (l972), Türkiye’de Kapitalizm, Bürokrasi ve Siyasal İdeoloji, Ankara: Sevinç Matbaası. SHAYEGAN, Daryush (l991), Yaralı Bilinç -Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayını. SARIBAY, Ali Yaşar (1992), Siyasal Sosyoloji, Ankara: Gündoğan Yayını. TEKELİ, İlhan ve Gencay ŞAYLAN (l974), Rüşvet Kuramı, Amme İdaresi Dergisi, C: 7, S: 3, 92-113. THIEL, Reinold E. (1999), “Corruption in the Age of Globalisation”, Political and Administrative Corruption, Ankara: IISA and TODAİE, (Seminar). http://www.seffaflik.org/detay_tr.asp?GID=56&MenuID=57, Tarihi: 16. 10. 2014. Erişim http://www.finansgundem.com/finans-kulis/gercek-yolsuzluknedir-572558.htm,ErişimTarihi: 16.10.2014. 116 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI 11* Şahin BAĞIROV Özet Genel kitleden farklı olan bir seçkin tabakanın oluşmasını sağlayan faktörler ve şartlar çok çeşitlidir. Günümüzde elit sorunu incelenirken, tarihi ve siyasi yönleri ön planda tahlil edilir. Azerbaycan’da da, siyasi elitin oluşması ve varlığı, karmaşık bir yapıya sahip olmasıyla dikkat çekmektedir. Makalede Azerbaycan elitinin şekillenmesinin tarihsel kökleri incelemekte ve milli elitin şekillenmesinin ilk dönemleri, aynı zamanda Sovyet ve eski Sovyet dönemini ele alarak siyasal açıdan değerlendirilmektedir. Anahtar kelimeler: Azerbaycan, Elitler, Sovyet, Post-Sovyet, Dönem THE FORMATION OF POLITICAL ELITE IN SOVIET AND POST-SOVIET AZERBAIJAN Abstract The elements and the conditions supporting the forming of an elite class different from public are very various. The historical and the political sides are prioritised when the elite issue is analysed. The formation of a political elite class and its presence stand out because of having a complex structure in Azerbaijan, too. In the article, the historical roots of formation of Azerbaijan elite is studied and the first period of national elite formation is evaluated by considering the Soviet and Post-Soviet period from political aspect. Key Words: Azerbaijan, Elites, Soviet, Post–Soviet, Era * Doç. Dr., Azerbaycan Bilimler Akademisi, Siyaset Bilimi Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1117 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ФОРМИРОВАНИЕ ПОЛИТИЧЕСКОЙ ЭЛИТЫ В СОВЕТСКОМ И ПОСТСОВЕТСКОМ АЗЕРБАЙДЖАНЕ Аннотация Общие факторы, обеспечивающие условия отличаются разнообразием и создание особо отличившихся из отборочных класса. Проблема заключается в том, что в современный период подучивавшись на переднем плане анализируется аспекты политической элиты. С этой точки зрения В Азербайджане и политической элиты появление и наличие механизма с тем, что явление имеет сложную природу и xarakteру. В статье исторические корни и формирования Азербайджанской элиты. Так, в начальном периоде формирования национальной элиты советского и постсоветского периода, а также как объект исследования в статье анализируется с политической точки зрения. ключевые слова: элиты, Азербайджанские элиты, Азербайджан, совет, пост-совет GİRİŞ Aralık 1991 yılında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılması ile siyasi haritasında yeni bir manzara ortaya çıktı ve beşeriyet tarihinde bütünüyle yeni bir sayfa açıldı. Bu yenilik sadece bir coğrafyanın değişmesi ile bitmiyordu. Halkların hayatında yeni tercihler yaratan yeni siyasi dönem, hayatın tümünün yeni istikamette gelişmesine sebep oldu. Sonraki yıllarda Komünistler kendi partilerini ıslah ederek halka yaklaştırmayı başaramadılar. Bilindiği gibi, Sovyetler Birliği tek partili sistemle yönetiliyordu ve bütün siyasi hayatın özü Komünist Partisi’nden ibaretti. Komünist Partisi ve partide alınan görevler, önem bakımından devlet ve hükümet görevlerinin hepsinden daha üstündü. Ülkede fikir özgürlüğü ve Çoğulculuk (plüralizm) neredeyse yok derecesindeydi. Siyasi elit, halka hesap vermeyen, aslında kendi-kendini yöneten ve böylece belirli zamanlardaki siyasi gelişmeleri de kendisi mümkün eden bir sistemin parçasıydı. “Bu sistem çerçevesinde, yönetimin etkisi çok taraflı siyasi liderlikten, yönetim bilgisinden, profesyonellikten, şahsi 118 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI yeterlilikten ve uygun psikoloji kalitesinden uzaktı” (Memmedov, 2011: 81). Azerbaycan o dönemde, gelecekteki liderlerini Komünist Partisi’nin çeşitli siyasi okulları ve DTK’nın çalışması ile yetiştiriyordu. Bu ise ülkeyi yöneten yerel ve merkezi yönetim görevlilerinin, komünist dünya görüşünden başka görüşe sahip olmalarını kısıtlıyordu. Akabinde şunu da belirtmek gerekir ki, SSCB Devlet Başkanlığı koltuğuna, Stalin’den sonra hiç bir gayriSlav halkın adayı oturamamıştır. 1960’lı yılların sonundan 1980’li yılların sonlarına kadar, Sovyet hükümetinde Haydar Aliyev ve Edward Şevardnadze gibi, iki büyük siyasetçinin temsil edilmesi dışında, başka Slav kökenli olmayan hiçbir siyasetçi, bu tür yukarı vazifelere, yani devlet yönetimine kadar yükselememiştir. Tabii ki, ülke koşullarının ıslah edilmesinde engel yaratan sebeplerden biri de, siyasi elitin dolaylı ya da doğrudan ‘Slavyanlaştırılması’ idi. Ülkedeki siyasi koşullar arasında diğer önemli nokta, SSCB’nin ıslahatlara açık olmayan değişmez bir sabit sisteme sahip bulunmasıydı. Unutmayalım ki, ancak Mihail Gorbaçov Hükümeti zamanında, liberal ıslahatların yürütülmesine başlanabildi. Şubat 1990’da, Halk Vekilleri Toplantısı’nda “Komünist Partisi’ni, hâkimiyetin yegâne varlığı olarak belirten 6. Madde” Anayasa’dan çıkartıldı ve siyasi yönetim sistemi değiştirilerek Devlet Başkanlığı yönetim usulü oluşturuldu. Böylelikle, yerel yönetimlerde insanlara liberal faaliyet imkânları sunuldukça, ulusal konular daha açık bir şekil almaya başladı. Siyasal rejiminin yıkılması ve cereyan eden çeşitli siyasal olaylar, yerel bölgelerde ve özellikle SSCB’nin ittifak Cumhuriyetleri’nde yeni siyasi elitlerin oluşmasına başlangıç oluşturmuştur (Мusabeyov, 2003: 45). AZERBAYCAN’DA ELİTLERİN ŞEKİLLENMESİNİN TARİHSEL- SİYASAL BOYUTLARI Azerbaycan’da yeni ulusal elitin ve entelektüel birikimin oluşması, oldukça zor bir dönemde gerçekleşmiştir. Ulusal elitin oluşması sistem tarafından defalarca engellenmiş, Sovyet emperyalizminin ve Komünist Hükümet yönetiminin denetimi altında çok zor koşullarda devam etmiştir. Milli Elitin oluşma aşamasını önlemenin bir yolu olarak bilim insanlarına, özgür düşünce sahiplerine ve bağımsızlık amacıyla yaşayan ulusal elit adaylarına karşı sürgünler dayatılmış, bin bir çeşit zulüm ve hatta katliam yapılmıştır. XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başlangıcında tüm Sovyet emperyalinde, hatta YIL: (5) 1 – SAYI: 1119 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- tüm Kızıl emperyalizm alanında olduğu gibi, Azerbaycan’da da, “Sovyetlik” adı altında yerli entelektüellerin, bunların yanı sıra şehir ve köylerde yaşayan insanların, Rus entelektüel zümresine katılması politikası izleniyordu. Bunlar arasında bazı sosyal zümre üyeleri, kendi başarı ve yeteneklerine uygun eğitim alabilmişlerse, sınırlı ölçüde devlet memurluğuna kabul ediliyordu. Lakin Sovyet yönetimi, Azerbaycan entelektüellerine her zaman şüpheyle yaklaşmıştır. Dahası Türkiye yanlısı olanları bulup ortaya çıkarmaya uğraşmış ve bunun için çalışmıştır. Bundan dolayı aslında her zaman Sovyet emperyal siyasetinde, Müslümanların ve özellikle Türk soyluların üst konumlarda, hatta alt konumlarda bile devlet memurluğu yapmaları engellenmiştir. Bu da Azerbaycan’da siyasi elitin oluşmasına izin vermemiştir. Öte yandan Azerbaycan’da ulusal elitin temelleri sanıldığından daha eskidir. Bu temeli hiç kuşku yok ki, 19. Yüzyıla özgü Bakü burjuva girişimi içinde aramak gerekir. Bakü’de sanayinin hızla gelişmesi, petrol rezervlerinin müsadere edilmesi (Bakü petrolleri, 1898’de petrol hâsılatına göre dünyada birinci sırada idi), daha Çarlık zamanında yerli ahaliye belirli şanslar vaat etmiştir. Ahalinin en fakir kesimlerinden gelen Hacı Zeynel Abidin Tagıyev, Ağamusa Nağıyev, Şemsi Esedullayev ve diğerleri gibi, yetenekli iş adamları öne çıkmaya başlamıştır. Aynı kesimlerde yetişen iş adamları, ulusal sermaye ve milli ekonominin öncülerinin oluşması yolunda ilklere imza atmışlardır. Mevzu bahis şahıslar, kendi başarı ve çalışma yetenekleri ile çok para kazanmış, ama elde ettikleri bu büyük serveti Azerbaycan’da eğitim ve kültürün gelişmesi, daha önemlisi gelecek nesli ayakta tutacak milli entellektüel kesimin ve bilim insanlarının yetiştirilmesi uğruna harcamaktan kaçınmamışlar, yönetimin zorundan korkmamışlardır. XIX. yüzyılın sonu ve XX. yüzyılın başında Çar yönetiminin ciddi engeller yaratmasına rağmen, Azerbaycan entelektüel ve öncülerinin sayıları genişlemiş, eğitim-kültür seviyesi çok gelişmiştir. Böylece Azerbaycan’da hem para hem de bilgi sahibi bir elit grup doğmaya başlamıştır. Azerbaycan’ın yeni elitini temsil eden bu şahıslar; Abbasgulu Ağa Bakühanov, Mirze Fetali Ahundov, Hasan Bey Zerdabi, Mirze Elekber Sabir ve Üzeyir Hacibeyov gibi entellektüeller, milli düşüncenin uyanmasına büyük hizmet etmişlerdir. Olması gerektiği gibi, bu insanların içinden özgürlük uğrunda mücadele eden siyasi öncüler de çıkmıştır. Yerli burjuvanın ve öne çıkmaya başlayan elit grubun siyasi faaliyetinin önünün kesilmesi için, Sovyet yönetimi onların faaliyetini kısıtlayacak çeşitli 120 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI önlemler almıştır. Bu resmi işlemlerden biri, ahalinin Hıristiyan olmayan bölümünün, yani Müslümanların ve özellikle Azerbaycan Türklerinin yerel yönetim kurumlarında, şehir belediyeleri ve yönetimlerinde vazife almalarının engellenmesidir. Merkezi Devlet Kurumu olarak Sovyet Duması’na seçilmek içinse, zaten Azerbaycanlı adayların Hristiyanlara kıyasla çok daha fazla oy almaları gerekiyordu. Bu ağır ve açık engellerin yanında, ilk bakışta anlaşılamayan engeller de vardı. Örneğin birçok Azerbaycan vatandaşı, ancak Rus dilinde eğitim aldıktan sonra, Rus asıllı yönetim tarafından işe alınıyor ve bunlar da zamanla Azerbaycanlı ahalinin içinden ayrılarak Sovyet Rusçuluğu içinde eritiliyordu. Elbette bu yolla milli düşünce tarzı ve vatanseverlikten alıkoyuluyorlar ve sistemli bir asimilasyona uğruyorlardı. Böylece kozmopolit mevkiler ve hayat tarzları, bir nevi Azerbaycan ziyalısının (aydınının), Rus ve daha sonra da Bolşevik elitin arasında yer edinmek için ödediği sıradan bir bedel olarak topluma yerleşiyordu. 1917’de Rus İmparatorluğu’nun yıkılması, Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşması için bir şans yarattı ve bu şans da iyi değerlendirildi. Bu dönemde ulusal elitin yaratılmasını sağlayan tarihi fırsat başarılı biçimde kullanıldı. Bağımsız Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. Bu bağlamda ilk siyasi elitleri oluşturan Mehmet Emin Resulzade, Fetali Hoyski, Nesip Yusufbeyli, Ali Merdan Topçubaşı, Halil Hasmemmedli, Mehmet Hasan Hacınski, Mehmet Yusuf Caferov ve diğerlerinin, milli devletçilik teamüllerinin oluşmasında ve bu teamüllerin Anayasa’da kabul görmesinde büyük hizmetleri olmuştur. Millet Meclisi’nin açılması, Hükümet’in kurulması ve çalışması, diplomatik ilişkiler, para sistemi, sınırların tespit ve güvenliği gibi, devlet egemenliğini simgeleyen konularda hızla başarılı bir denetim sağlanmıştır. Milli eğitim ve kültür sistemlerinin oluşması yönünde çok büyük adımlar atılmıştır. Yüzlerce Azerbaycanlı genç, Avrupa merkezlerine yüksek öğrenim için gönderilmiştir. Müslüman dünyada ilk defa olarak Parlamentarizm hayata geçirilmiş ve sosyal güvenceli ekonominin varoluşu yönünde çok büyük adımlar atılmıştır. Lakin olayların bir sonraki gidişatı ile bu milli gelişmeler ne yazık ki son bulmuş ve zamanın Bolşevik müdahalesi bütün bunlara geçici olarak son vermiştir. Bugün yapılan bir takım analitik varsayımlardan yola çıkarak üretilen spekülasyonlara göre, dönemin Azerbaycan eliti daha güçlü olabilseydi ve daha sıkı bir birlik oluşturabilselerdi, belki Bolşevik müdahalesine karşı koyabilirdi. YIL: (5) 1 – SAYI: 1121 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Ancak bu görüş, bugün için geriye dönük varsayımdan başka bir anlam ifade etmemektedir. Buna karşın şunu da unutmamak gerekir ki; 1917’ye kadar üniversite eğitimi almış olan iki bin kişiden, Sovyetleşme zamanında çok az kişi hayatta kalabilmiştir. Bunun başlıca nedeni Çar Rusyası’ndan Sovyet Hükümeti’ne, Azerbaycanlılara (Türk soylu halka) şüphe ile ve kötü davranma eğiliminin miras kalmış olmasıdır. Sovyet Hükümeti’nin ilk yıllarında Rus asıllı S. M. Kirov ve Ermeni asıllı A. Mirzoyan, Komünist emperyal düzenin yöneticileri olarak çalışmışlar ve devrimin kollektivist ruhunu ayaklar altına alarak, parti içinde Azerbaycanlılara ve Türk soylulara karşı ciddi yıpratma faaliyetleri uygulamışlardır. Örneğin, o dönemde Azerbaycan Komünist Partisi’nin uluslararası kanadı, Azerbaycan milli anlayışının, bu bağlamda Azerbaycan elitlerinin ve onların değerlerinin Bolşeviklerin ayakları altında kaldığını görerek, bu haksız durumu müdafaaya kalkışan Neriman Nerimanov’u vatan haini olarak göstermeye çaba sarf etmişlerdir. Günümüzde tarihi araştırmalar yürüten analizciler, Neriman Nerimanov’u böyle bir akıbetten ilginç ve tesadüfî bir ölümün kurtardığını ileri sürmektedir. Lakin o yıllarda yine de Bolşevik basınında Nerimanov’a karşı itham ve tehditlerle dolu yazılar yazılmıştır. Azerbaycan’da Komünist elitin oluşması, SSCB ve tüm sosyalist ülkelerdekine benzer bir biçimde gerçekleşmiştir. Ülkede totaliter sistemin muhafaza edilmesinde çıkarları olan, çok sayıda vazife ve makam sahibi olan özel elit gruplar yaratılmıştır. Cumhuriyet’in eliti bir kaç büyük gruptan oluşuyordu: Ticaret, tarım ve teknoloji burjuvaları, hukuk ve adliye memurları (yargı bürokratları) ve devlet memurluğu yapan ideoloji sahipleri (idari bürokratlar) idi; elbette bu elitler arasına bir de üniversite hocalarını (akademik bürokratlar), şair, yazar ve sanatçı grupları katmak gerekir. Saydığımız her grubun merkezi hükümet teşkilatlarında kendi adayları vardı. Sovyetler zamanında Azerbaycan, asıl olarak “Devlet Güvenlik Teşkilatı” tarafından yönetiliyordu. Oldukça zor bir ortamda yine de Cumhuriyet’in ve onun milli değerlerinin korunması uğrunda mücadeleden ve hiç bir zaman milli taraftarlıktan dönmeyen Azerbaycan elitinin büyük isimleri, kendi vazifelerini layığı ile yerine getirmeye çalışmışlardır. Şunu vurgulamak uygundur ki, bütün dünyada siyasi hükümetin en önemli taşıyıcılarından biri elit gruptur. Elit grubu her sivil toplumun olmazsa olmazıdır. Toplumsal bir sistemde, grupların 122 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI sistem dâhilinde çok yönlü ve karşılıklı faaliyetlerle belirlenen durumu söz konusudur. Bu da, insanların profesyonel bir yönetim biçimine ayrışmasını gösterir. Gruplar, en mühim siyasi kararları kabul etmekle, ahalinin çeşitli bölümlerinin çıkarlarının uzlaştırılmasını ve toplumsal değişimlerin biçimini belirler. Bu bağlamda elitlik, geçmişte vardı ve gelecekte de var olacaktır. Bundan dolayı, gerçekte toplumda elitleşmeye karşı verilen mücadele, gelişmeyi hedefleyen toplumların kendisine zarar vermiştir. Bu engellemeler, Sovyetler zamanında bütün Azerbaycan’da uzun yıllar boyunca bir plan doğrultusunda sistemli olarak yapılmıştır. SOVYET ELİTİ VE ELİT GRUBUN DİĞER TİPLERİ Son zamanlarda Sosyal Bilim araştırmaları, Azerbaycan toplumunda elitin, yani diğer bir ifadeyle karar verme süreçlerine doğrudan ya da dolaylı yön verebilen yönetici sınıfın karakteri hakkında çeşitli görüşler ortaya koymaktadır. Bu görüşler, genelde post-Sovyet zaman ile kıyaslandığında, elit grubun önemli olup olmadığı konusunu kapsayan bir tartışmayı da öne çıkarmıştır. Yaşanan sorunun kapsamlı bir izahı için, öncelikle bir karşılaştırma yapmak gerekir. Bu amaçla aşağıda verilen Sovyet Dönemi Azerbaycan’ı ve sonrasındaki Ulusal Modern Azerbaycan elitinin kısa özelliklerini hatırlatan tablo, oldukça dikkat çekici farklılıklara işaret etmektedir. Sovyet Dönemi Azerbaycan Eliti Kapalı olmakla beraber, hızlı olmayan bir dönüşüme sahipti. İçine dâhil olmak için, birçok ölçüye uymak gerekiyordu, örneğin partililik, meslek stajı, iş stajı, sosyal sınıf, yaş, şahsi itibarlılık, siyasi sadakat vb. gibi. Seçim mekanizması tıkalı idi, sistem tayinle işliyordu. Ulusal Modern Azerbaycan Eliti Daha açıktır, hızlı dönüşüm seviyesine sahiptir. İçine dâhil olmanın yolu, daha az genel ölçüler yönündedir ve insanların bireysel özel kalitesi esas alınmaktadır. Seçim mekanizmasını işleten sistem, doğrudan seçimlerin gerçekleştirilmesidir. YIL: (5) 1 – SAYI: 1123 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Sovyet Dönemi Azerbaycan Eliti Ulusal Modern Azerbaycan Eliti Ayrı ayrı mevcut ekonomik elit grupları ve bu bağlamda burjuva kesimi mevcut değildi; yani siyasi elit devlet mülkü ve stratejik kaynaklar üzerinde inhisara (tekele) sahipti. Pazar tipi ekonomik topluma geçişle birlikte, ferdi mülkiyet haklarının tanınmasının ardından egemen ekonomik elit gruplar ve burjuva kesimi yaratılmıştır. İnhisar (tekel) yönetici sayılıyordu. İnhisar üstünlüğü, muhalefetin oluşmasına dönük herhangi bir adımın yok olmasına ve kısıtlanmasına dayalıydı. Kontra-elit (karşı-elit) bu kurala bağlı olarak mevcut değildi. İnhisar (tekel) üstünlüğü toplumun demokratikleşme aşamasıyla kesilip atılmış ve muhalefet oluşmaya başlamıştır. Sonuçta kısa zamanda karşı-elit yaratılmış ve onun içine de ayrı ayrı demokrasi hareketinin rehberi sayılan öncüler, partiler, siyasi liderler, iktisadi liderler, akademisyenler, yaratıcı ve diğer ilmi entelektüeller dâhil olmuştur. Elbette burada şu gerçeği vurgulamak gerekir, PostSovyet Azerbaycan’da, yönetici azınlığı oluşturan iktidar seçkinlerinin başını, SSCB döneminde yetişmiş olan Haydar Aliyev ve onun bir devamı sayılan İlham Aliyev çekmektedir. Ebulfeyz Elçibey’in sürekli olamayan iktidarını saymazsak, bir karşı-iktidar, yani güçlü muhalif seçkinler henüz öne çıkamamıştır. Elit içi ilişkiler zayıf derecede bağlı Elit içi ilişkiler, ideolojik birleşmeyle çok olmakla birlikte, çeşitli siyasi ve sıkı biçimde bağlıydı ve hatta ideoloji ideolojik anlayışları bakımından zıt olan birliklerin mücadelesi ayrışabiliyor. ekseninde bir bütündü. Bir eksen etrafında zorunlu birleşme yoktur. Zaten çok partili siyasal hayat da buna yönlendirmektedir. Amaçları gerçekleştirme seviyesi aşağı Amaçları gerçekleştirme seviyesi çok seviyedeydi. daha yükseğe çıkmıştır. 124 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI Burada şunu da belirtelim ki, modern Azerbaycan eliti, Sovyet elitinden farklı olarak yaş oranına göre de ayrılır. 20. ve 21. Yüzyıllarda ülkenin üst yönetiminin ortalama yaşı 53 olmuştur. 1980’de bu ortalama 62 yaşa yükselmiştir. Yüksek elit grubun %10’nun eğitim seviyesi artmıştır. Bunun esas sebebi, kuşkusuz yüksek öğrenim gören insanların çoğalması ile izah olunur. Araştırmalar, elitin, yani seçkinler grubunun kendi içinde önemli değişiklikler geçirdiğini gösteriyor. 1990’da Cumhurbaşkanı etrafındaki personelin yüzde yirmi beşi önceki seviyesinde kalmamıştır. Seçim mekanizmasının değişmesine rağmen, elitin radikal değişikliği 1990 yılında bile tam gerçekleşememiştir. Bunun sebebi ise, seçkinler dışındaki gruplarından yeni üye akınının sınırlandırılması, seçimlerin modern Azerbaycan elitinin kalitesini temin eden vasıtaya çevrilmesidir. Azerbaycan toplumunda seçkinlerin değişim dönemi bitmemiştir. Yeni Azerbaycan eliti, eski Sovyet elitinden yüksek rekabet yeteneği ile ayrılmıştır. Ama içeriği ve birçok özellikleri, örneğin elit-içi ilişkilerin kimi özellikleri geçmişin elit anlayışının izlerini taşımaktadır. Buna karşın elitin çeşitlenmesi, önemini ve toplum hayatındaki özelliklerini derinden anlamaya ortam sağlamıştır. Son yıllarda modern Azerbaycan siyasi elitinin kalite içeriği göze çarpacak derecede iyileşmiştir. Öncelikle eğitim seviyesi çok yükselmiş, yaş ölçüsünün yayılması gerçekleştirilmiş, daha genç siyasetçi akımı elite dâhil edilmiştir. Birçok genç siyasetçi, yönetim faaliyeti üzerinde doğrudan pratik sahibi olmuştur. Lakin istatistikler ülkedeki seçkinci faaliyetlerin verimliliği hakkında bir sonuca varmaya yetmiyor, çünkü artık toplumun bütün istekleri yasalar sayesinde belirleniyor ve herkesi kapsayacak biçimde düzenleniyor. Siyasi elit, siyasi sistem çerçevesinde önemli kararlar kabul eden ve karar verme süreçlerine yön veren yönetici azınlıktır, bu azınlık grubu oluşturan şahıslardır. Bu şahıslar bürokratik yönetim vasıtasıyla temsil edilir. Her toplumda siyasi elitler, yüksek mevkilere sahip olmakla, siyasi yönetim görevini de gerçekleştirirler. Somut siyasi sistem şartlarında elitin şekillenmesi ve faaliyeti farklı olabilir. Bu farklılık başka bir grup elitin ortaya çıkmasına yol açabilir (Barutçu, 2014: 87-89). Sosyal model çerçevesinde toplumun siyasi hayatı şundan ibarettir ki, çeşitli olaylar elitin grubun bölünmesini hazırlar. Elit gruplar genelde siyasi, idari, ekonomik, askeri, akademik ve yaratıcısanatçı seçkinler olarak bölünür. Bundan başka da, elit grupların bünyesinde farklı sosyal birliklere ait olarak bir bölünme gerçekleşebilir. EleştirelYIL: (5) 1 – SAYI: 1125 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- rasyonalizm kuramı çerçevesinde, günümüzde siyasete bir “olay” olarak bakılıyor. Bu durumda siyaset, küresel koşulların pratik hayatta zorlamasına rağmen, teoride dış faktörlere bağlı olmayarak (mülkiyet biçimleri, toplumun sınıfsal bölünmesi vs.) özgür bir kategori olarak ele alınıyor. Toplumdaki elit yapının gelişme usullerinden biri de, bu ortam içinde elitlerin, siyasi sistemdeki yerlerinden bağımsız olarak kendi aralarında ayrıştığıdır (KamanGolutvina, 2000: 221). Öte yandan şuna dikkat çekmek gerekir; toplumun sosyal yapısının öğrenilmesi büyük önem taşır. Sosyal yapılar, toplumsal birliklerin, onlar arasındaki kuvvetlerin ve üretim ilişkilerinin gelişim seviyesi, diğer aracı güçlerin ve onların üretim ilişkilerinin gelişmesinin mevcut seviyesi, buna bağlı toplumsal iş bölümü ile şartlanan somut ilişkilerin bir toplamıdır. Sosyal kriterlere toplumun yaş, cinsiyet, ulus, meslek, bölge ve diğer özelliklere göre bölünmesi de dâhildir (Acar, 2014: 68-72). Mevcut sosyal sınıf ölçütleri içindeki sınıflara dâhil olamayan diğer sosyal sınıflarınsa, çatışma ve sınıf mücadelesi yürüttüğü görülür, hatta bu mücadele farklı biçimlerde öne çıkar. Elit kavramının Felsefi sözlükteki anlamı uzun yıllar, yüksek askeri yönetimin ifadesi olarak kullanılmıştır. Örneğin 1965’de Almanya’nın Laypsik (Leipzik) şehrinde basılan Almanca sözlükte elit kavramının bu “askeri yönetim” anlamına vurgu yapılmıştır. Oysa İngiltere’de, daha 1823 yılında neşredilmiş olan Oxford lügatinde ise, yine elit kavramı ele alınmış; ancak terim burada üst sosyal sınıfları öne çıkarmak için kullanılmıştır. Zaten İngiltere’de bu tarihten sonra, elit sözcüğü, öncelikle bu sınıflar tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Siyaset Bilimi literatüründe ise, terimin kökenini Latince “eligere” sözcüğünden gelmektedir; Fransızcaya “elite” olarak geçmiştir; en iyi, seçme, seçilmiş olan, seçkin, seçkinler anlamındadır ve bir azınlığın ifadesidir (Kaman-Golutvina, 2004: 17-19). Elit kuramın modern anlatımı iki önemli yaklaşımın etkisinde gelişmiştir. Bu yaklaşımlardan biri, elit sınıfın değerini ifade eder. Bu anlayışta yer alan yaklaşımcılar, elitliğin mevcutluğunu, yani bazı insanların diğer insanlar üzerinde eğitimsel, manevi vs. üstünlüğü bulunduğunu izah ve iddia ediyorlar. Diğeri, Eleştirel-İşlevselci (kritik-fonksiyonel) yaklaşım ise, aslında insanların rolünün, yönetimin gücünü yansıttığını iddia ederek elit kavramına yaklaşıyor. Modern Batı Sosyolojisi’nde Eleştirel-İşlevselci kuram daha yayılmış ve kurumsallaşmıştır. Bu kuram elit sınıfı, şahıs grupları gibi ele almaktadır, şahıs grupları olarak ekonomik, askeri, bilimsel, kültürel ve sosyal kurumlarda 126 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI mühim yönetim makamındaki insanlar ifade edilmektedir. Bazen elit azınlık gruba, “egemen sınıf” (ruling class) gibi bakılıyor ki, bu da görece doğru bir yaklaşım sayılabilir. Kuşkusuz bu noktada “siyasi elit” kavramı öne çıkıyor. Siyasi elit kavramı dediğimizde, toplumun yönetim sistemi anlaşılıyor. Siyasi elitler, genel devlet düzeninde karar verme süreçlerini biçimlendirirler. Burada bir sorunsal olarak karşımıza çıkan, toplumda elit grubun nasıl bir rol oynadığı ve elit grubun varlığı ile demokrasi kavramının aynı yerde olup olmayacağıdır. ELİTLER VE DEMOKRASİ Eliter (seçkinci) yaklaşım kuramcılarının başında Vilfredo Pareto, Gaetano Mosca ve Robert Mihels gelir. Muhtemelen onlar da, insanlık tarihinde geniş toplumun, yönetici azınlıkları yönetebileceğine inanmıyorlardı. Siyasal gelişimin tüm aşamasında toplum, az sayıdaki yönetici azınlıklar tarafından yönetilmiştir. Bu kuramcılar, toplumun az sayıdaki yönetici sınıfa ve kalabalık kitleye ayrışarak dönüşmesini, sosyal gelişimin kanunu saymışlardır. Modern elit kuramcıların düşüncesine göre, şimdiki demokrasi, elitin mevcut hâkimiyetini temsil ediyor. Amerikan elit kuramcısı Q. Medcidin düşüncesine göre, toplumun elitsiz faaliyet göstermesi yalnız siyasi amaçlar için mümkün olabilir. Diğer siyasi sistemlerden farklı olarak demokrasi, elitin olmamasıyla değil, elit grubun içeriği ve bu grubun aracılık özelliği ile dikkat çekiyor. Elit kuramcıları, halkın yönetilmesinde demokrasinin gerçekleşmemesini, kitlenin tam olgunlaşmış olmamasıyla ve lider karşısında itaat etmesiyle ilişkilendiriyor. Fransız Sosyologu R. Julian tarafından öne sürülen fikre göre, demokrasi yalancı ideallere dayanır, ama siyaset kitleye göre hesaplanmıştır. Buna göre elitizm taraftarlarına göre, gerçekte demokrasi halkın yönetilmesinde arzu edilmez bir vasıtadır. 1930’lu yıllarda, elitizmin demokrasiyle uyum sağlanması atakları olmuştur. Demokratik elitizm ise, temel görüşlerden anlaşılır. Temel görüşler arasında sayılan başlıca yazarlar Joseph Schumpeter ve Karl Mannheim olmuştur. Schumpeter, demokrasi kavramından uzaklaşıldığını, kapitalist koşullarda demokrasinin halk tarafından rıza gösterilen hükümet biçimi olabileceğini ifade eder. Bu durum elitin hakimiyet mevkileri üzerindeki rekabeti ve seçicilerin sesi uğrunda mücadele vermesi ile açıklanabilir. Elitizmin liberal türü, Amerika Birleşik Devletleri’nde G. Lassuel’in okulu YIL: (5) 1 – SAYI: 1127 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ile gelişmiştir. O, modern burjuva toplumu elitinin, önceki tip elitlerden farklı olarak, yönetme bilgisine ve yeteneğine sahip olduğunu belirtmektedir. Bunun da modern yönetim için daha yararlı olduğunu iddia etmiştir. Buradan da anlıyoruz ki, modern elit kuramcıları, modern demokrasi toplumlarının reel olarak elitler tarafından yönetildiğini kabul ediyorlar. Çoğulcu (plüralist) demokrasi kapsamında, modern batı toplumu açık toplum olmakla beraber, sınıflar arası geçişli bir toplumdur. Bu geçişliliğin esası, sistemde elite dâhil olma imkânlarının bulunmasıdır. Lassuel, açık toplumda egemenliğin, tekel oluşturan yönetici sınıfın elinde toplandığını vurgulamaktadır. Bütün toplum, elitlerin gelişmesine bağlı olarak gelişir. Buna göre de, elitlik konumu, aslında tüm yetenekli insanlar için açıktır. Ancak bu görüş, sosyologların araştırmaları ile çürütülmüştür. C. Wright Mills 1956’da yazdığı “The Power Elite” (İktidar Seçkinleri) kitabında, Amerikan elitine dâhil olmanın geniş imkânları hakkında değerlendirmeler yapmıştır. Mills, ABD’nin üç nesil multi milyonerleri hakkındaki verileri araştırmıştır. Onun araştırması göstermiştir ki, bu insanların büyük çoğunluğunun aileleri büyük sermayeciler, milyonerlerdir. Mali oligark elitine dâhil olmak her zaman zor olmakla beraber, 1900-1950’li yıllar arasında bu elit grubun /görece sınıfın adayları azalmıştır. 1950’lerin multi milyonerler nesli arasında, o dönem toplumun alt sınıflarından çıkanların payı sadece yüzde dokuz olmuştur. ABD’de her on büyük zenginden yedisi daha büyük zenginlerin evlatlarıdır. ABD’de zengin insanlar, kapalı bir grup teşkil ediyorlar. Onlar kendi çevrelerini, daha alt seviyedeki gruplardan koruyorlar. Bu çeşit zenginlerin çocukları, sıradan insanlar gibi eğitimöğrenim görmüyorlar. Onlar genellikle pahalı ve dışa kapalı okullarda (SentMark, Sent-Pol, Sent-Corc, Croton gibi okullarda) öğrenim görüyorlar. Sonra ise daha yüksek üniversitelerdeki öğrenimlerine devam ediyorlar. Kapalı aristokrat kulübün adayları sayılan zenginlerin çocukları Harvard, Princeton, Uel gibi üniversiteleri tercih ediyorlar. İngiltere’de de, seçkinci enstitülerin eski gelenekleri devam etmektedir. Bu bağlamda Eton, Carroll, Winchester gibi özel okullarda, aristokrat gelenekten gelen kurumlarda orta öğrenim yapmak ve sonra da, Oxford ve Cambridge üniversitelerinde lisans almak, devlet yönetiminde yüksek vazifelere gelmeye yol açmaktadır. Amerikan Sosyoloğu E. Babie’nin de dikkat çektiği gibi, artık soy-isim ilişkileri, kapalı okullar, kulüpler, şirketler aracılığıyla oluşan 128 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI seçkinci kültürü oluşturuyor. Batı elitinin gelişiminde bunlar gerçekten de mühim rol oynuyor. Öte taraftan şirketler çerçevesindeki kararlar, genelde üst konumdaki müdürler toplantısı ile kabul ediliyor, şirketler arası ilişkiler müdürlerin yetkisine dayanıyor ve onlar da genellikle aristokrat kulübünün rehberi konumunda bulunuyorlar. Elit-içi iletişim sağlayan kulüpler, yönetici siyasi ve askeri görevlilerle, mali oligarkların ilişkilerini temin ediyor. Kulüpler çerçevesinde acil siyasi kararlar hazırlanıyor ve müzakere olunuyor. Böylece, batılı sosyologların da itiraf ettiği gibi, modern burjuva toplumu giderek daha çok kapalı kasta benziyor. Bu kapalı toplumsal yapı, toplumun diğer sınıflarından ve tabakalarından büyük değildir. Çoğunlukla, yönetici sınıf yönetme faaliyetinde ahalinin diğer sınıflarından yetenekli insanları içine almaktadır. Bu ortamda yönetici elitin, “sınıfsız elit” yaratması görüşü de görece gerçekleşmektedir. Bugün elitleri bir “sınıf” olarak değil, bir “seçkinler grubu” olarak düşünmek daha geçerli bir görüştür. AZERBAYCAN’DA ELİTLERİN ŞEKİLLENMESİNİN TARİHİ VE METODOLOJİK YÖNLERİ Geçmişteki SSCB’de elit grup, parti fonksiyonelleri, özellikle komsomol bürokratları, tarım rehberleri, ordu generalleri, bilim ve kültür adamları vb. bireylerden teşkil olunmuştur. Sovyet elitini en az dört nesile bölmek gerekir: Lenin dönemi egemenleri, Stalinci egemenler, bürokrasi elitleri, parti fonksiyonelleri (Hruşov ve Brejnev dönemi), nihayet Gorbaçov’un yönetimi ile gelen ıslahatçı elitlerdir. 1991 ağustos ayından sonra yeni yönetici elit hâkimiyete gelmiştir ki, onlar da kendilerini demokrasiciler olarak adlandırmışlardır. Diğer bakış açısından yaklaşan bilim adamları ise, Sovyet elitinin Stalin’den sonraki devrede geliştiğini varsayıyorlar. Bugün için temel argüman şöyle kabul ediliyor ki; Rehber’in (Öncü’nün, Lenin’in) zamanında tüm temeller belirlenmiştir. Bunun dışında bir başka birlik, genellik, yüksek konsolidasyon seviyesi (borç-alacak mahsubiyeti) olmadan, elit yaratılması ve hatta elitin mevcutluğu da mümkün değildir. Bildiğimiz gibi, otoriter ve totaliter liderler, farklı grubun ya da fraksiyonun mevcutluğunu kabul etmeyip, kendi yönetimine tehlike sayar. Bu bağlamda SSCB’de hem genel, hem de özel olarak bütün yöneticiler, kendinden yüksek vazife sahibine tabi idiler ki, onlar da hepsinin kaderini belirliyordu (Kaman-Golutvina, 1959: 17). YIL: (5) 1 – SAYI: 1129 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Unutmayalım ki, tüm toplumlarda dikey ilişkiler yegâne üstünlük teşkil eder. SSCB’de de durum böyle idi, yatay bağlılık ve ilişkilerse yasak olmakla kalmıyor, dikey ilişkiler için tehlikeli bulunuyordu. Özellikle yüksek vazife sahiplerine mutlak bir sadakat isteniyordu. Neticede vazife sahipleri, Yüksek Rehber’in iradesine uygun hareket etmekle, gerçekte yavaş yavaş sosyalizmin oluşturduğu görece özel bir elit sınıfa dönüşüyorlardı. Sovyet yönetici sınıf hakkında kapsamlı bir inceleme M. Cilasın, M. Vselenskiyin ve A. Astarhanov’un çalışmalarında takdim olunmuştur. Bu çalışmadan anlaşıldığı gibi, yönetici elit yalnız siyasi kararları tekelleştirme hukukuna malik değildir. Toplumun genelinin kaderine hâkim bir konumdadır. Bu seçkinlerden oluşan yönetici sınıfın önemi öncelikle şundan ibarettir ki, çok özel bir gruptur. Grubun içine yalnızca siyasetçilerce belirlenen derin iç ilişkiler nüfuz edebilmiştir. Grup içindeki kişileri ilk önce bu özel ilişki biçimi birleştirmiş, yönetici eliti, böyle özel bir grup olarak belirleyebildikleri kendi değerleri ve görüşleri bir arada tutmuştur. Elitin, hâkimiyet ve devlet hakkında, ülkenin ve dünyanın gelişmesi konusunda, toplumsal sorunlar vb. konularda kendi bakışı geçerli olmuştur. Diğer bir anlatımla, Sovyet elitinin resmi ve tebliğ olunan dünya görüşüne ait farklı bakışları mevcuttur ve bu da herkes için belirleyicidir. Bu nedenle Sovyet elitini yönetici azınlığın ideolojisi ile bağdaştırmak gerekir. Çeşitli ölçütlerden yararlanarak elitlerin farklı türlerini şöyle sıralayabiliriz: Siyasi Elit Türleri: Elitin Siyasi Seçimi Açık Elit Kapalı Elit Faaliyet çeşidi Siyasi, askeri, bürokratik, ekonomik, akademik, kültürel-sosyal. Siyasi sistemde yeri İdare edici, Elit-içi ilişkilerin özelliği Birleşmiş (yüksek bütünleşme derecesi) a) İdeolojik birleşme b) Konsensüs (amaç birliği uzlaşması) Ayrılmış (az bütünleşmiş halde) Temsilcilik seviyesi Yüksek temsilcilik seviyesinde Daha alt temsilcilik seviyesinde 130 muhalefet (karşı elit) OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI Seçim zamanı, yani elite dahil olma anında kapalı elit toplumlarında büyük kısıtlamalar yaşanırken, açık elit toplumlarında bu kısıtlamalar çok da büyük olmayan formel kısıtlamalar biçimindedir. Burada öncelikle insanların şahsi kalitesi önemlidir. Seçim mekanizması rekabet mücadelesini zaten kendinde taşıyordu. Elitin bu tipi yönetimi, devretmenin yüksek seviyesini de temin ediyordu. Burada farklı sosyal sınıfların elite dâhil olma şansları ve yeni idealarla yeni insanların da katılması söz konusudur. Kapalı elit gruba seçilme, büyük formel taleplerin ve yasakların mevcutluğu ile ayrılır. Buna, Rehber’e sadıklık ve onun emirlerini yerine getirmeye hazırlık da aittir. Seçim mekanizması tayin üzerinden işlemektedir. Elitin bu tipi, siyasetin işlemesinde yüksek seviyeyi temsil ve iç kargaşaların aşağı seviyede olmasını temin ediyordu. Lakin bu defa sistem kendi iç düzenine uymayan insan akınının karşısında yer alıyor, yetki devri seviyesini aşağı indiriyordu. Elitin kapalı tipine açık örnek kuşkusuz Sovyet siyasi liderlerinin varlığını gösterebiliriz (Mills, 1959: 39). Sovyet siyasi elitine dâhil olmak için, bir sıra resmi talepler ileri sürülmüştür ki, bunlar da partililik, meslek stajı, sosyal durum, soy, yaş haddi, şahsi itibar, siyasi bağlılık gibi koşulları içeriyordu. Bu sefer de, insanın profesyonel kalitesi ikinci dereceli bir konumda önem taşıyordu. Siyasi elit grup, siyasi kararların alınması ve yürütülmesinde yöneticiliği üstleniyordu; siyasi liderler, siyasi parti, hareket önderleri gibi önemli kişilerce temsil ediliyorlardı Ekonomik elit ise, güçlü mülkiyetçileri, bankerleri, maliye-sanayi alanındaki liderleri ve büyük sermaye sahiplerini kapsıyordu. Onlar toplum hayatında ekonomik alandaki rehberliği temsil ediyorlardı. Reel hayatta, siyasi ve ekonomik elit arasında belirli sınırların konulması giderek daha da zorlaşmıştır. Askeri elitler, ülkenin yüksek rütbeli komutanları tarafından temsil olunmakta, savunma alanındaki profesyonel rehberliğin gerçekleşmesini sağlamaktadırlar. Bürokratik elitler, devlet memurlarının yüksek sınıfı ile temsil olunup, ülke çapında siyasi kararların kabulündeki rehberliği benimsemişlerdir. Akademik, kültürel-sosyal elitler, özellikle büyük bilim ve kültür adamları, meşhur gazeteciler, ünlü sanatçılar, din adamları vb. etkili kişiler, YIL: (5) 1 – SAYI: 1131 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- toplumsal fikrin oluşturulmasında, ortak Kamusal Aklın yaratılmasında etkilidirler. Bu grubun en önemli vazifesi elit için uygun toplumsal fikri oluşturmak, elitin yönetimini ispatlarla temellendirmektir. Yönetici eliti kapsayan gruplar ve siyasetçiler, karar verme süreçlerini yönetip yönlendirmişler yahut kararların kabul edilmesine tesir etmişlerdir. Gerek muhalif elit (kontra-elit) olsun, gerek yönetici elit, her ikisi de mevki (iktidar makamlarını) elde tutmaya yönelen siyasetçi ve gruplar olarak dikkat çekmiştir. ÇAĞDAŞ AZERBAYCAN ELİTİNİN OLUŞUMU Öncelikle genel olarak değinmek gerekirse, elit yapının korunması için, elit içi ilişkilerin kendi kurallarının öğrenilmesi önemli şartlardan birini oluşturur. Birleşik elit en yüksek seviyeye ve güce sahiptir. Elit gruplar arası rekabet mevcut olmakla birlikte, çatışmalar devamlı olarak gerçekleşmez. Elit grupların birleşmelerini, tekelci yapı ve genel ideolojiyi biçimlendirir. Uzlaşma temelinde buluşan birleşik elit gruplar, genel değerlere uygun rıza koşullarını oluştururlar. Bunda gerçekleştirilen siyasetin amaç ve metotları, siyasi rekabetin usulleri oldukça etkilidir. Şunu da belirtmek gerekir ki, Amerika Birleşik Devletleri ve Almanya’da, yüksek rütbeli memurların üçte ikisi devamlı olarak kendi aralarında özel ve iş ilişkilerine girerek elit grupların birleşmelerinin yüksek seviyesini yaratıyorlar. Bölünmüş elit gruplar arasında stratejik mevkilerin elde edilmesi yönünde sert mücadele mevcuttur, özellikle kaynakların bölüşümü ve denetimi alanında bu mücadele yoğunlaşır. İngiltere’den Hollanda’ya kadar, yüzde beş ile on altı oranındaki yüksek memurlar, hükümet mensupları ile kendi aralarında çeşitli ilişkiler kurarak elit grupların birleşmesinin daha düşük bir kısmını oluşturuyorlar. Aslında yüksek seviyeli elit insanlar, her zaman topumun farklı kesimlerinin ilgisini çekmektedir. Elit gruplara girmek isteyen kişiler yanında, bu grupların farklı özelliklerini öğrenmek isteyenler de elit gruplara ilgi göstermektedir. Herhangi bir toplumun modern siyasi elitinin anlaşılması, onun tarihini bilmeye bağlıdır; çünkü elit bir oluşum geçmişe dayanmadan ortaya çıkmaz. Modern Azerbaycan yönetici elitinin de, esas özelliklerini öğrenmek için 132 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI ülkenin siyasi geçmişinin bilinmesi daha doğrudur. İnkılâba (1990) kadar, Azerbaycan’da elitin oluşması aşaması, toplumda demokratik özgürlüğün olmadığı bir ortamında gerçekleşmiştir. Resmi siyasi elit var olmuş, ama onlar da memurlardan ibaret kalmıştır. Kontra-elit, yani üst muhalefet grubu ise, ancak gayri-meşru partilerin kurulması yoluyla oluşabilmiştir. Onun da sosyal tabanını aslında ziyalıların (aydınların) farklı kesimleri olmuştur, yani gerçek anlamda bir siyasal partiden söz edilemez. 1917 inkılâbından sonra, Azerbaycan elitinin esasını proletar bürokrasisi teşkil etmiştir. Sovyet hâkimiyeti zamanında elitler şartsız olarak nomenklatura (Sovyet idari görevlileri) prensibine bağlı kalmıştır. Elit gruplar her zaman birleşik ya da tekel olarak sayılıyor mu, buna biraz göz atalım: V. Pareto eliti yönetici ve gayri-yönetici biçimde bölmüştür. Birinciyi hükümetin yönetilmesinde mühim rol oynayan insanlar oluştururken, ikinciyi ise, elit grup içinde değerlendirilen diğer gruplar oluşturur. Modern çağda ters-elit terimi daha çok kullanılıyor ki, bu da sosyal tabakaların liderlerini (parti liderleri, meslek örgütlenmelerinin liderleri vs.) belirlemek içindir. Bundan başka elit grup siyasi, ekonomik, akademik, askeri, dini ve kültürel çeşitlere ayrılıyor. Bu gruplar sınıfsal bütünlükten yoksun ve birbirlerini bütünleyen bir kademe halinde olabildikleri gibi, birbirleriyle sıkı bir rekabet mücadelesinde de olabiliyorlar. Batı elit grubu, alt elit (sub elit) grupları toplumdaki farklı yönleri ile benimsemiştir. Bu noktada “Çoğulcu Demokrasi” anlayışının gelişmesi büyük rol oynamıştır. Çoğulcu demokrasi anlayışının taraftarları, hiç bir sınıf veya toplumun egemenlik üzerinde tekel kurma hakkına sahip olmadığını onaylıyor. Bu durumda sosyal, siyasi ve diğer gruplar, bir uzlaşı ve rekabet temelinde ilerliyor. Elit grupların karşılıklı rekabeti, toplumda onların hangisinin en üstteki elit grubu (tabakayı) oluşturacağını temin ediyor. Sol radikal ideolojiye göre; plüralist demokrasi, aslında elitin mali sermaye üzerindeki hükümranlığıdır. Yapılan eleştirilerin etkisi altında, elitçi yaklaşım da, dönüşüme uğramak durumunda kalmıştır. Bu konuda W. Mill’in “Elit Hâkimiyeti” adlı kitabında vurgulandığı gibi, yaşanan dönüşümün bir sonucu olarak çoğulculuğun doğduğu bilinmektedir. Batı toplumunda egemen kendine mal ettiği bir elit azınlığa değil, görece topluma mal olmuş elitlerin profesyonelleşmiş karmaşık sistemine sahip olmaktadır. Buna YIL: (5) 1 – SAYI: 1133 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- karşın Batıdaki mevcut anlayışın yaratıcıları olan S. Keller ve R. A. Dahl, siyasi elitin aynı zamanda ekonomik ve sosyal elit olmadıklarına da dikkat çekiyor. Elit oluşumun her bir alanı belirli kısıtlamalara tabidir ve karşılıklı rekabet onları seçicilerin fikirlerine dikkat etmeye yöneltmektedir. Siyasi, ekonomik, akademik, kültürel ve askeri elit gruplar, birbirlerine ilişkin olarak bir sınırlandırma misyonu yüklenmişlerdir (Narta, 1978: 23). Elit grubun bir karşılık temelinde ulaştığı onay/razılık ve her bir elit grubun kendi özgünlüğü ile bütün içinde ayrılması, demokrasi özgürlüğünün var olmasının güvencesi olarak görülmektedir. Aynı zamanda, elit grubun kendi içindeki çoğulcu yapısı, çoğulcu demokrasinin de farkını ortaya çıkarmaktadır. Ancak XX. yüz yılın 1970-80’li yıllarında, bu kavram hem muhafazakâr hem de sol radikal düşünce tarafından eleştirilere maruz kalmıştır. Çoğulculuğun aleyhtarları olan T. Day, F. Landberq ve U. Domxoff da işaret etmektedirler ki, Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçek egemenlik, mülkiyetçiler ve mali sermaye sahibi olan elit grup ile siyasi elit grup arasındaki karşılıklı ilişki ve işbirliğine dayanmaktadır. Bu da bugünkü küresel dünyanın, hemen her yerdeki elit odağına ve karar verme süreçlerindeki etki alanına işaret etmektedir. 134 OCAK 2015 SOVYET ve POST-SOVYET AZERBAYCAN’DA SİYASİ ELİTİN OLUŞMASI KAYNAKÇA Acar, Eray (2014), “Birey ve Siyasal Hayat”, Siyaset Bilimine Giriş, Ömer Kutlu (ed.), İstanbul: Lisans Yayıncılık, 62-82. Barutçu, Zübeyir (2014), “Siyasal İktidar ve Siyasal Değişme”, Siyaset Bilimine Giriş, Ömer Kutlu (ed.), İstanbul: Lisans Yayıncılık, 84-106. Memmedov N. (2011), Jeosiyasete Giriş - Modern Jeosiyasi Olaylar, C. 2, Bakü: Azerneşr. Мусабеков Р. Исторические особенности формирования азербайджанских элит.//Политическая элита.Москва, «Олма-пресс», 2003, 542 с. (Musabeyov, R. (2003), Azerbaycan Elitlerinin Özel Tarihi/ Siyasi Elit, Moskova: Olma-Press). Гаман-Голутвина O.B. Региональные элиты в постсоветской России Текст./О.В.Гаман-Голутвина//Российская Федерация, 1995, № 10. - С.2327. (Kaman- Golutvina O. V. (1995), Postsovyet Rusya’nın Bölgesel Elitleri, Rusya Federasyonu, S. 10, 23-27). Гаман-Голутвина О.В. Политическая элита: определение основных понятий Текст./О.В.Гаман-Голутвина //Полис, 2000, № 3. -С.27-31. (Kaman- Golutvina O. V. (2000), Siyasi Elit./ Polis, S: 3, 27-31). Гаман-Голутвина О.В. Региональные элиты России в зеркале экспертного опроса Текст./О.В.Гаман-Голутвина //Власть, 2004, № 4. -С.17-19. (Kaman- Golutvina O. V.). Гаман-Голутвина О.В. Политическая элита определение основных понятий // Политические исследования, 2000, № 3. - С.97-103, 98. Миллс Ч.Р. Властвующая элита. М.: Издательство иностранной литературы, 1959. -5кЦ с. (Kaman- Golutvina O. V.). Мухаев Р.Т. Политология: Учебник для студентов юрид. и гуманитар, факультетов. М.: Приор, 1997, 400 с. (Muhayev R.T. (1997), Politoloji: Sosyal Bilimler Öğrencileri İçin. M.Priyor. YIL: (5) 1 – SAYI: 1135 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Миллс Ч.Р. Властвующая элита. М.: Издательство иностранной литературы, 1959. -5кЦ с. (Mills C. W. (1959). Мясников О. Г. Смена правящих элит: консолидация или вечная схватка // Полис. 1993. - № 1. - С.52-60. (Myasnikov O. G. (1993), S: 1, 52-60). Hарта М. Теория элит и политика. М.: Прогресс, 1978. 237 с. (Narta M. (1978), Elit Teorileri ve Politika, M. Prokress). Немченко Г. Национальная элита // Российская Федерация. 1999. № 19, (Nemçenko G. (1999), Uluslararası Elit // Rusya Federasyonu, S: 19). 136 OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI (REDISTRIBUTIVE) YAPIDAN, RASYONEL-YASAL (RATIONAL-LEGAL) YAPIYA GEÇİŞ * Seda ÜNSAR Özet Makale, Osmanlı İmparatorluğu’nun patrimonial ve yeniden dağıtımcı bir kurumsal yapıdan, rasyonel/yasal ve (tamamlanmamış olan) üretici bir yapıya geçişini analize giriştir. 16. Yüzyılda ortaya çıkan Avrupa dünya-ekonomiye, kendine özgü eklemlenme süreçleri altında gerçekleşen geçiş, emperyal sosyal yapının sosyo-politik ve ideolojik bünyesinde bir dizi kurumsal değişiklik getirmiştir. Bu kurumsal yolu incelemek, etkileri gözlemlenebilen sürekli bir süreç olarak bugüne de ışık tuttuğundan gerekli ve önemlidir. Anahtar kelimeler: Liberalizasyon, Laikleşme Kurumlar, Bürokratikleşme, Modernleşme, TRANSITION FROM A PATRIMONIAL-REDISTRIBUTIVE STRUCTURE TO A RATIONAL-LEGAL STUCTURE Abstract The article offers an introduction to the analysis of the (incomplete) transition of the Ottoman Empire from a patrimonial and redistributive institutional structure to a rational/legal and productive one. The transition which happened under the peculiar processes of incorporation into the European world-economy (emergent circa 16th century) brought about a series * Doç. Dr., İstanbul Arel Üniversitesi, İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1137 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- of institutional changes within the socio-political and ideological nature of the imperial social structure. Delineating this institutional path is important; since as an ongoing process whose repercussions can be observed, it sheds light unto the contemporary scene. Key words: Institutions, Liberalization, Laicization Bureaucratization, Modernization, ПЕРЕХОД ОТ ВОЗРОЖДАЮЩЕЙ ПЕРЕРАСПРЕДЕЛИТЕЛЬНОЙ СТРУКТУРЫ НА РАЦИОНАЛЬНО-ПРАВОВУЮ СТРУКТУРУ Аннотация Эта статья является введением для анализа моментов перехода Османской Империи от родовой и перераспределительноинституциональной структуры на рационально-правовую и производительную (незаконченную) структуру. Возникший в европейской мировой экономики 16-го века, переходный период, который состоялся в своеобразных процессов артикуляции, привело ряд институциональных изменений в структуре социально-политических и идеологических структур имперской социальной структуры. Наблюдение этого институционального пути важно, потому что эффекты, которого могут наблюдаться в виде непрерывного процесса также проливает свет на сегодняшний день. Ключевые слова: Корпоративны, бюрократизация-модернизация, либерализация, секуляризация GİRİŞ Osmanlı sosyo-politik ve sosyo-ekonomik kurumlarının, erken modern dönemde imparatorluğun, Immanuel Wallerstein’in geliştirdiği Fernand Braudel’in ifadesiyle, ‘Dünya-Ekonomi’yle bütünleşme sürecinde başlayan köklü değişim, kendine has bir kapitalist gelişmenin başlangıç noktası olarak alınabilir. Bu büyük dönüşümü tanımlayabilmek için, değişimi feodalizm ve 138 OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ kapitalizm odaklı açıklayan iki tür argüman geliştirilmiştir. Birinci argüman, tımar sisteminden malikane ekonomisine geçiş, ayanların ortaya çıkışı ve emeğin bastırılışı gibi feodalleşme örüntüleri içeren gözlemlere dayanırken; ikinci argüman -André Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein’ın çalışmalarından çıkarılan bir sonuç olarak-, ‘Dünya-Sistem’ görüşüne, yani çeşitli bölgelerin ve devletlerin kendi başlarına bir özgüllük taşımadan parçaları haline geldiği kapitalist bir bütünlük olduğundan, Osmanlı ekonomisinin de kapitalist kabul edilmesi gerektiği fikrine dayanır. Oysaki İlkay Sunar’ın analiz ettiği gibi, Avrupa ekonomisi, dünya-pazar sisteminin kuruluşunun iki temel taşı olarak 16. yüzyılda tarımın ticarileşmesi ve 19. yüzyılda endüstriyel kapitalizmin yükselmesiyle oluşan ve güçlenen pazar kurumu aracılığıyla bir araya gelen çoklu yönetim, devlet ve kültürler bütünüyken; Braudel’in ifadesiyle, bir ‘Dünya-İmparatorluğu’ olan Osmanlı İmparatorluğu, bütünleştirici bir pazardan yoksun, güçlü bir devlet altında yeniden-dağıtımcı (redistributive) bir yapıdır. Dolayısıyla, Marshall Sahlins’in köylü ekonomisine benzeyen Osmanlı ekonomisinin yapısını tanımlamak için üçüncü bir kategori olarak çevresel (peripheral) formasyon ifadesi daha uygundur (Sunar, 1987: 65)1. KURUMSAL ALTYAPIDA DÖNÜŞÜM Osmanlı sistemini, ticaret yollarının yeniden belirlenişi ve Amerikalar’dan gümüş ve altın akışıyla şekillenen Avrupa pazar ekonomisiyle, kendine has bir biçimde ve oldukça geç bütünleşmesinden mütevellit, kısmen kapitalist bir rasyonalite kazanan nevi şahsına münhasır özellikleriyle, patrimonyal bir yapı olarak görmek gerekir. Avrupa ekonomisini dönüştüren bu iki önemli faktör (ticaret yollarının yeniden belirlenişi ve Amerikalar’dan gümüş ve altın akışı), Osmanlı İmparatorluğu’nu, imparatorluğun yenidendağıtımcılığına, ekonomisini kapitalist pazar ekonomisine dönüştürmeden son veren bir çözülme sürecine sürükleyerek, uzun süreli ve ciddi finansal sorunlar yaratacaktır. Osmanlı ekonomisinin, Avrupa pazar sistemi ortaya çıkmadan önce de dış dünya ile ekonomik değişim yoluyla bağları olduğunu not almak gerekir. Fakat bir grup tüccar tarafından transit uzun-mesafe ticareti olarak sürdürülen dış ticaret, devlet için önemli bir gelir kaynağıyken, ekonomik hayatın temel organizasyonunu değiştirmeyen bir yapıya sahipti. 1 Ayrıntılar için bkz: Wallerstein (1979); Wallerstein, Decdeli ve Kasaba (1987); Kasaba (1988). YIL: (5) 1 – SAYI: 1139 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Başka bir deyişle, Osmanlı ticareti, Karl Polanyi’nin ifadesiyle, üretimin organizasyonuna harici kalacak ‘ticaret limanları’ kullanılarak yönetilen bir ticaretti; hâsılı, Avrupa’da olduğu gibi, üretken aktiviteye organik olarak bağlı bir ‘pazar ticareti’ değildi (Sunar, 1987: 64)2. Bu sebeple, Avrupa’da görülen, yeni ekonomik organizasyondan kaynaklı sosyo-siyasi değişimler Osmanlı İmparatorluğu’nda görülmedi. Bu demek değildir ki toplum çatışmasızdı; tam tersine, çatışma vardı ve çözümlenmemişti, yani toplumu değiştirme eğilimi yoktu. Halil İnalcık, Donald Quataert, İlkay Sunar ve Kemal Karpat’ın tarihiyapısal varsayımlarıyla uyum içinde (ki bu varsayımları şöyle çıkarabiliriz: Osmanlı sisteminin dönüşümü, sadece, sistemin içsel olarak ürettiği bir mekanizma olarak değerlendirilemeyeceği gibi, dışarıdan gelen yaptırımların basit ve direkt bir sonucu olarak da görülemez; daha çok, büyük bir hızla değişen tarihsel durumlara verilen Osmanlı’ya has bir kurumsal değişiklikler cevabının, iç ve dış güçlerle etkileşimli ve kompleks süreci olarak görülebilir3) düşünecek olursak, fırtınalı bir denizde delinmiş bir kayık gibi salınan mülkün, bekası sorumluluğunu taşıyanların en büyük sorunsalı, verimsiz patrimonyal bir kurumsal yapıdan verimli bir yapıya geçişteki engelleri aşabilmekti. Bu bağlamda, Ariel Salzmann, Osmanlılar’ın son yüzyılının niteliklerini, Pirandello’nun ‘Bir Yazar Arayan Altı Karakter’ adlı oyununa atfederek, varoluş için çetin bir savaşın bütün dinamiklerini, yazarlarını ve aktörlerini inceler ve emperyal bir çözülme çağında, Makedonya’da Osmanlılar için çarpışan gayri-Müslimler tarafından dahi sahiplenilen bir proto-yurttaşlık kavramı öne sürer (Salzmann, 1999)4. Modernitenin getirdiği, fakat geleneksel dünyagörüşünde rağbet görmeyen siyasi, kültürel ve sosyal zorunluluklar aracılığıyla başlatılan devlet ve toplum arasındaki işlevsel ve ideolojik uzlaştırma, Osmanlı devlet 2 3 4 140 Ticaret limanları hakkında bkz: Polanyi (1963). Osmanlı sisteminde kapital oluşumu için bkz: İnalcık (1969) ve Mardin (1969a); emperyal yapı için bkz: Mardin (1969b) ve İnalcık (1977); tarımın ticarileşmesi konusunda bkz: Quataert (1980). Söz konusu tarihi-yapısal varsayımlar ve ayrıntılar için bkz: İnalcık ve Quataert (1994), Karpat (1968), Karpat (1972), Sunar (1987). Ayrıca, Osmanlı gelişimini sosyal gruplardan sınıflara ve millet sisteminden millete geçişin izini sürmek için bkz: Karpat (1973). Kurumsal olarak verimsiz patrimonyal yapıdan verimli bir yapıya geçiş (transition from a redistributive institutional structure to a productive institutional structure) argümanı için bkz: Unsar, PhD dissertation 2008: The Endurance of Redistributive Institutional Structure: The Role of Institutional Rigidities in the Ottoman Case, University of Southern California. OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ geleneğinin temelini oluşturan kompleks dini ve sosyo-etnik dengeler sisteminin çöküşünü harekete geçirirken, kalkışılan çok çetin reform süreci vaatlerini yerine getiremedi ve getiremezdi. İmparatorluğun geçici ölümü, gayri-Müslim tebaaya toprak kayıplarına rağmen durdurulmuştu; aynı zamanda Namık Kemal ‘Hasta Adam’ ifadesinin hastalığın iyileşebilme ihtimalini içerdiğini belirtmişse de, imparatorluğun karşılaştığı zorluklar artmış, özellikle Ali ve Fuat Paşaların Islahat Fermanı’yla hızlanmıştı da. İslami/geleneksel dünya görüşüyle uyumlu bir anayasal yol açılmıştı, fakat bu anayasalcılık Jön Türkler’in elinde despotik araçlarla ilerlemeye mahkûmdu. Osmanlı hikâyesinin asıl paradoksu da bu oldu: mülkü kurtarmak için mücadelede açılan yol, kendini yok edecek tohumları içinde barındırıyordu -her ne kadar gelecekteki siyasi durumlar için bir altyapı oluşturduysa da (ki bu kurumsal geçmiş, cumhuriyeti ‘devrimci’ olarak kuranların zorunlu otoriteryen yapısıyla, çok partili demokrasiye geçenlerin türevsel otoriteryen yapısına kadar uzanacaktı)5. KURUMSAL ÜSTYAPIDA DÖNÜŞÜM Osmanlı siyasetine buradaki değinişimizi biraz daha derinleştirecek olursak, Bedri Gencer’in analizine göre, şeriatın de jure, kanunun de facto geçerliliğinin olduğu Osmanlı yarı-seküler emperyal rejiminin meşruiyetini sağlamak üzere şeriatın idealizasyonu, Yakın Doğu’da Roma ve Sasani gibi imparatorluklara geçişle özerkleşen siyasetin –ki İslam dünyasında bu Abbasi Hilafeti’yle başlamıştı- nötralizasyonuyla pekiştirilmişti. Özerkleşen siyasetin, Osmanlı’nın özetlemeye çalıştığımız çok boyutlu yapısında, Avrupa’daki gibi, altında iktisadi mücadelenin yattığı bir iktidar alanına dönüşmesine izin verilmezken; idari yapıda “kadı” olarak şeriatın bekçiliği görevini üstlenen ulema, emperyal rejime, aslında ehven-i şerreyn gözüyle bakıyordu. Abbasiler’den beri dinin ancak güçlü bir devlet sayesinde ayakta kalabileceği tezi, de facto seküler emperyal rejimi meşrulaştırırken, ulemayı saraydan dışlayarak meşruiyet krizine düşen Abbasiler’den farklı 5 ‘Devrimci’ sözcüğü, M. Kemal Atatürk’ün liderliğinde kurulan cumhuriyetin bir devrim olup olmadığı yönündeki tartışmadan dolayı tırnak içinde kullanılmıştır. Açıkça görülebileceği gibi, köylü ayaklanmaları, burjuva anlaşmaları gibi, bir sosyal devrimin temel birçok özelliğinden ve parçasından yoksun olduğu halde, değerler, davranışlar, dünya görüşü, meşruiyet, devlet gücünün kaynağı ve amaçları açısından, Cumhuriyet Devrimi, özünde ve derinliğinde, oldukça radikal bir devrimdi. Tartışma için bkz: Sunar (1987) ve Mardin (1971). YIL: (5) 1 – SAYI: 1141 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olarak Osmanlı yönetimi, pragmatik siyasaların aposteriorik de olsa meşrulaştırılması için ulemayla işbirliğini seçmişti. Bu yapıda, şeriata göre yaşayan, Platonik erdemli, mutlu bir Müslüman cemaat ideali paylaşılırken, seküler kanunlar, emperyal siyasetin gereği olarak kerhen benimsenmiştir (Gencer, 2012: 171)6. Bununla birlikte, devlet ve toplumun fonksiyonel ve ideolojik uzlaştırılması, modern siyasetin doğası gereği, kitlelerin, organize olmuş siyasi topluluk ve devlet kurumuna dâhil edilmesini gerektirdi. Ancak Osmanlılar için, bu, sadece rağbet görmeyen bir durum değil; aynı zamanda, ‘doğal’ da olmayan bir durumdu. Ekonomik ayrıcalıkları güç siyasetine dönüştürmeyi hedefleyen bireysel veya grup çapında bir ekonomik mücadele üzerine kurulu bir ‘(siyasi) güç alanı’nın olmamasından beslenen toplumsal çatışmaların dönüşümcü olmayan yapısı ve siyasetin nötralizasyonuyla birleşen ekonomik/organizasyonel değişimler, ortaya çıkan bu durumun doğal olmamasına katkıda bulunuyordu. Elbette modern siyaset de, bu yapıda aslen hiç tanıdık olunmayan birşeydi. İslam’da yasa-yapıcı mecazi bir anlama sahip olduğu halde, ceza (ukubat) alanında yetkili Osmanlı padişahı, sözde kamu hukuku alanında de facto geçerli seküler kanunu, de jure geçerli şeriata uyduran baş müftü şeyhülislam makamıyla işbirliğinde ikinci bir yenilik yapmış oluyordu. Şer’i/meşru dualizmi, zamanla dikotomiye dönüşecek olan cemaat/devlet ve şeriat/kanun dualizminin arkasında yatan kaçınılmaz gizli bir gerginliği barındırıyordu. Ulema, Gramsci’nin “organik aydınlar” (organic intellectuals) ifadesini anımsatacak şekilde ‘meşrulaştırmada uzmanlar’ işlevi görürken; tımar rejimindeki çözülme ve Yeni Dünya’nın keşfiyle başlayan çöküş sürecinde meşruiyet krizi, kitle politikası yönündeki modernleşmenin, asker ile reaya arasında sarkaç rolündeki ulemayı devre dışı bırakması ve dahası güçlenen merkeziyetçi-bürokratik yapının padişahın patrimonyal meşruiyetini yok etmesi sebebiyle ortaya çıkmıştı. İmparatorluk bürokrasisi, padişahın şahsından bağımsızlaşarak otonomi ve rasyonalite kazandıkça (tüzelleştikçe), yani imparatorluk modernleştikçe, şer’i ile meşru arasındaki gerginliğin açığa çıkmasıyla siyaset ve şeriat iki ayrı uca düşer oldu (Gencer, 2012: 172-173). Bab-i Ali’nin giderek Avrupa müdahelesine daha açık hale gelmiş olması ve marketlerin lonca ve vakıflarla tanımlanan topluma tabi oluşu, devlet kurumlarındaki yeniden yapılanmanın hızını ve karakteristiğini belirledi. 6 142 Osmanlı uleması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Heyd (1961), Chambers (1972), ve Zilfi (1976). OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ İmparatorluk, dirayetli valiler ve paşalarla hiçbir zaman (örneğin Hindistan gibi) resmi olarak kolonileşmediyse ve devlet hâkimiyetini o şekilde yitirmediyse de; geleneksel anlamda son, aynı zamanda en büyük dünya imparatorluğu olan ve en kritik bir coğrafyada kesintisiz hüküm sürmeyi başaran Osmanlı, yüzlerce yıl sosyo-ekonomik sisteminin belkemiği olan tımar ve iltizam sistemlerinin çöküşünü izlerken ve büyük toprak parçalarını yitirirken, ekonomik hâkimiyetini de kaybettiği bir 19. yüzyıl fenomeni yaşadı. Osmanlı’nın içsel dinamiğini kabul eden analizlerde dahi, siyasi alandaki yapısal değişiklikler, gelişmişliği kuşkusuz kabul edilen bir Avrupa’dan esinlenmiş liberalizasyon çabası, Avrupa’nın halihazırda bünyesinde bulundurduğu ‘Medeniyet’in olmazsa olmazı ve Osmanlı yönetiminin ‘medenileşmek’ için aldığı gerekli, fakat yetersiz önlemler olarak algılanır. Bu algıya göre, imparatorluğun köşeye sıkıştırıldığı çıkmaz, liberal olmayan bir etos, siyaset ve ekonomidir. Dolayısıyla, beklenti, gerekli reformlar yapıldıkça, sistemin liberal olmayandan liberal olana doğru ilerleyeceği yönündedir. Olmadığında ise, bu durum henüz alt ve üst yapılanların yeterli gelmediği şeklinde yorumlanır. Oysaki imparatorluk söz konusu adımları attıkça kendi yıkımına doğru hızlanmıştır. Her ne kadar Osmanlı devlet adamları ve proto-yurttaşlar, anayasal monarşi veya toprak reformu gibi, yerli yenilikçi programlar için dış baskılardan olumlu olarak faydalanabildilerse de; Osmanlı sosyal yapısının, Avrupa’da 16. yüzyılda tarımın ticarileşmesiyle başlayan, 19. yüzyılda ise endüstriyel kapitalizmin gelişmesi ve Osmanlı’nın da, bu sistemle geçen yüzyıllar arasındaki bütünleşmesinden mütevellit ortaya çıkan, sosyo-ekonomik sınıf ve ideoloji oluşumları farklılığı gibi, siyasal sistemin temel unsurları da, böyle açılımları destekleyecek ya da emperyal genişlemeden dolayı, sahip olunan sınırların savunmasına zorunlu bir geçiş çağında, talep ve hakları garantileyecek bir durumda değildi. Bu açıdan, Salzmann’ın –Moore’un geç modernleşme hipotezlerini çağrıştıranargümanı önemlidir: imparatorluğun siyasi çıkmazı, liberal olmayan yönetim veya tepkisiz bir hükümetten dolayı değil; daha ziyade, imparatorluğun yetersiz altyapısı ve örgütsel merkezileşme ve ekonomik gelişme için geç kalmışlığından dolayıydı (Salzmann, 1993: 38)7. 7 Salzmann, Osmanlı’da bazı yasal düzenlemelerin Avrupa’dan dahi önce yapıldığını söyler. Ayrıntılar için bkz: Salzmann (1993) ve Salzmann (2000). Ayrıca, modernleşmede geç kalmışlığın faşizme yol açtığı hipotezi (Almanya-Japonya) ve demokrasi ve faşizmin sosyal temelleri için bkz: Moore (1966). Buradaki iddia, Osmanlı’nın faşist bir sisteme kaydığı değildir. Amaç, siyasal ekonomiye bağlı bir sonucu kültürel-sosyal sebep olarak YIL: (5) 1 – SAYI: 1143 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Avrupa’da liberalizasyon, sanayileşmeyle birlikte olurken, Osmanlı’da sanayileşmenin, özellikle 1838 Baltalimanı sonrasında, ciddi darbeler aldığını ve liberalizasyonun, sanayileşmenin değil, bu darbelerin ithali olarak geldiğini hatırlayarak, Jean Jacques Rousseau anısına soracağımız bir soru da, liberal ayrıcalığın ne kadar gelişme getirdiğidir. Bu durumda, söz konusu liberal yetki -her ne kadar günün heyecanı içinde adına Hürriyet denilen yenilikçi siyasi yollar açtıysa da- kelimenin tam anlamıyla liberal olmaktan uzak kalmanın yanı sıra, Osmanlı ekonomisini aciz bırakarak ve sanayileşmesini tutuklayarak gerçek liberalin ortaya çıkmasını olanaksızlaştıran bir acayiplikti. Bir başka deyişle, Osmanlı’nın ‘Dünya-Ekonomi’yle eklemlenmesinin tuhaflığı, sadece sanayileşmemiş olmasından değil, sanayileşmenin boş bir rüya olacağı koşullar altında dikte ettirilmiş olmasından kaynaklanır. Bu bağlamda, imparatorluğun siyasi kördüğümünü, bir türlü ‘yeterince liberal’ olmayışına bağlayan mantık istikrarsızdır ve -Polanyi’yi anımsatarak- pazar ekonomisi iflas ettikçe, bu iflasın yeterince kapitalist olunmamasından kaynaklı olduğunu söyleyen mantığı ve bugün AB ile ilişkilerdeki temel argümanları çağrıştırır8. BATI İLE EŞİT OLMA MÜCADELESİ OLARAK DEĞİŞİM Değişim ve değişim için üretim, malların kâr amacıyla bir pazarda satışı için organize edilmediğinden ve bütün ekonomik aktiviteyi organize ve koordine eden devlet olduğundan, Sunar’ın iddia ettiği gibi, Osmanlı ekonomik dönüşümünün temel tetikleyicisi dış şartların dinamiklerinde aranmalıdır (Sunar, 1987: 67). Halil İnalcık’ın ve Şerif Mardin’in anlattığı statü ve patrimonyal ayrıcalıklara dayalı İslami servet ve kapital birikim sistemi9, başta tabandan yukarıya diyebileceğimiz bir halden, hüküm sürdüğü yüzlerce yıl içinde, yukarıdan tabana bir siyasi yapıya doğru evrimleşme geçirdi. Baştaki işbirliğine dayalı/katılımcı (cooperative/participatory) olarak da tasvir edilebilecek bu hâl ya da yönetim biçimi, yani Osmanlı’nın kuruluş yıllarındaki Şeyh Edebali geleneği, Gaza geleneği, Katolik propagandacı 8 9 144 görmemek için, siyasi çıkmazların siyasal ekonomi temellerine dikkat çekmektir. Ayrıca bkz: Gerber (1987). Bu konu, bugünkü demokrasi, liberalizm, AB kriterleri gibi tartışmalarda da hassas noktadır. Güncel siyasi çıkmazlar da; kalkınma, sosyal adalet ve barış, hukuk devleti ve karşı devrim ideolojileri gibi, temelde verimli kurumsal yapıya geçiş ve dolayısıyla kurumsallaşmayla bağlantılı konulardır. Liberal ekonominin en derin kritiklerinden biri olarak bkz Polanyi (1944). İmparatorluktaki kapital formasyonu için bkz: İnalcık (1969) ve Mardin (1969a); sivil toplum için bkz: Mardin (1969b) OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ Philippe de Mazzini’nin Avrupa şövalyeliğinden alındığını iddia ettiği Ahilik (fütüvvet) geleneği gibi, farklı sosyal grupları temsil eden geleneklerin oluşturduğu yönetim sistemi, zaman içinde bilinçli olarak yaratılmış bir merkezi yönetime dönüştü. Söz konusu bu dönüşüm, verimli toplumsal grupları kurumsal sisteme yabancılaştırdığı gibi, statü ve dolayısıyla gücün ana belirleyicisi olan kapital birikimini de, organik olarak merkezi devlet yapısına bağlıyordu. Yine zaman içinde, özellikle Batı Avrupa’da tohumlanan kapitalist ‘Dünya-Ekonomi’ye eklemlenme sürecinde, bu rant toplayan ve merkezden yeniden-dağıtan yapı, verimli kurumsal performansı olumsuz etkilediği gibi, verimli oluşumlara da caydırıcı oldu10. 16. yüzyılda ulemanın yükselişi zamanın ‘bürokratikleşme’ hareketiyken, Avrupa’da yükselmekte olan modern dünya sisteminin tasallatu altında ve Osmanlı’nın kendi kurumsal dinamikleri içerisinde merkezi otoriteyle organik bir bağa dönüşmüştü. Ulemanın gücü, Osmanlı adalet düzeninin garantisi olarak geleneksel kurumsal yapının ve yasal sistemin iç kaynaklı/endojenez (endogenous) bir özelliğiydi. Fakat endüstrileşmiş ve saldırgan bir Avrupa’nın desteğinde, din-temelli birlikteliklerini, Fransız Devrimi’nden mülhem bir milliyetçilikle pekiştiren-dönüştüren gayri-Müslim cemaatler ve dağılmaya yüz tutan bir toprak ve mülkiyet sistemi karşısında; bürokrasinin formalleşme ve rasyonelleşme çabası, zamanla yarattığı, Avner Greif’ın ifadesiyle ‘kendi kendini pekiştiren’ (self-reinforcing) kurumlarıyla, geleneksel dünyagörüşü, hukuk ve ekonomi yapılarının altını oydu. Sonuç olarak, eski yapıya organik olarak bağımlı ‘sınıf’ olarak düşünebileceğimiz ulema, işlevini giderek azaltacak hatta konu dışı (irrelevant) bırakacak bir sürece girdi. Bu bağlamda, imparatorluktaki laikleşme, toprak reformu aracılığıyla kapitalist uygulamalara geçerek kurumsal değişimi gerçekleştirme yoluyla imparatorluğu Batı ile eşit (‘pari passu’) hale getirmeye çalışan bürokratik çabaların çok da bilinçli olmayan (unintended) bir sonucu gibi düşünülebilir11. Daha büyük paradoks, bu dönüşüm sürecinde, açıkta kalanın, Osmanlı sosyo-politik yapısının tepeden-tabana bir doğası olmasıydı. Bunun da, siyasal ekonomi perspektifinden bakarsak, birkaç nedeni vardı. Bu nedenlerden biri, Mehmet Genç’in anlattığı, kapitalist zihniyete sadece kapalı değil karşı da 10 11 Ayrıntılar için bkz: Unsar, PhD dissertation 2008: The Endurance of Redistributive Institutional Structure: The Role of Institutional Rigidities in the Ottoman Case, University of Southern California. Ibid. Kurumlar teorisi için bkz: Greif (2006). YIL: (5) 1 – SAYI: 1145 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olan Osmanlı ekonomik zihniyetinin provizyonelist, fiskalist ve geleneksel yapısının, ekonomideki değişikliklere rağmen, yönetim zihniyetinde kendini sürdürmesiydi ki; bu zihniyet, güç-odaklı seküler elitin devleti kurtarma dinamiklerini etkilediği gibi, bu etkilenme sosyal formasyonu imparatorluktaki ekonomik değişimlerle ortaya çıkan bir nevi yeni elite (Tanzimat eliti) karşı, orta sınıf temsilcisi gibi düşünülebilecek Yeni Osmanlılar’ın ciddi eleştirilerine rağmen varlığını sürdürdü12. Bir diğer neden ise, gittikçe güçlenen bir Avrupa müdahalesinin medeniyetsel-kimliksel krizler ve hâkimiyet durumları açısından da, yarattığı karmaşık siyasi ve felsefi ortamdı. Bu ortamın arkaplanını Mısır modernistleriyle Osmanlı gelenekçileri arasındaki fark açıklar: Mısır modernistleri, İslam dinini ve ulemasını zaman zaman anakronik bir tavırla haksız ithamlarla karşı karşıya bırakan bir din eleştirisine meyletmişken, Osmanlı aydınları ise, Batı ve modernizm eleştirisine dönmüştür. Osmanlı aydınları için, reform edilmesi gereken, aslen rasyonel ve ilerlemeci olan İslam dini değil, siyasi kurumlardı. Niyazi Berkes’in dediği gibi, Namık Kemal için temel soru, İslami olarak tahayyül edilen bir toplumda, “demokrasinin yeri nedir” idi (Berkes, 1998: 482)13. Osmanlı ve Mısır aydınları arasındaki bu farkta pek çok faktör etkili olduğu gibi, modernleşmenin, özellikle Tanzimat sonrasında, kitleler için kaçınılmaz enformel kolonileşme benzeri bir süreci, Türk ve Arap Müslümanlar için farklılıklarıyla beraber içeriyor olmasının önemini sayabiliriz. Bu farklılıklar içinde belki de en etkili olanları, Memluk-Türk-Osmanlı boyunduruğunda yaşadıktan sonra, şimdi de 12 13 146 Osmanlı ekonomik yapısı için bkz: Genç (1989), Genç (2000) ve İnalcık (1970). Ayrıca kapitülasyonlar, kapitülasyonların kaldırılışı ve egemen bir devletin kuruluşu gibi ekonomik konular için bkz: Ahmad (2008) Vol. II: p.19-149. Osmanlı bürokratik reformu üzerine bkz: Rodison (1963), Findley (1980) ve (1989), Fleischer (1986) ve Ahmad (2003: Bölüm 2, 3). Genç Osmanlılar üzerine klasik bir çalışma için bkz: Mardin (1962); bir sonraki kuşak olan Jön Türkler üzerine klasik bir çalışma için bkz: Ahmad (1969) ve Ahmad (2008, Vol. I: s.1-173 ve Vol. II: s.49- 203). Ayrıca bkz: Turfan (2000) ve Odabaşı (2011). Berkes’ten bir alıntı yapmak gerekirse (çeviri bana aittir; sekülerizm sözcüğü yerine Türkiye’deki yaygın ifadesi laiklik olduğu için aralarındaki farka rağmen laiklik sözcüğü kullanılmıştır): “Kemalist laiklik anayasal ifadesini 1928’de, ‘Devletin dini İslam’dır’ diyen Madde 2 anayasadan çıkarıldığında bulmuştur; fakat bir laiklik doktrini oluşana ve anayasaya bir ilke olarak eklenene kadar dokuz sene geçecekti. Bu durum su soruya yanıt olarak aşamalı olarak ortaya çıkmıştır: Demokratik olarak tahayyül edilen bir siyasi toplulukta, İslam’ın yeri nedir? Aynı soru, direkt olarak bu şekilde olmasa da Namık Kemal tarafından bir yüzyıl önce ifade edilmişti. O zaman ters biçimde sorulan soru şuydu: İslami olarak tahayyül edilen bir siyasi toplulukta demokrasinin yeri nedir? Yanıt, bildiğimiz üzere, Abdülhamid’in ‘anayasal despotizmi’ olmuştur. O dönemde demokratik olarak tahayyül edilen bir devlet, İslam’da düşünülemeyecek bir durumdu”. (Berkes, 1998: 482). OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ Batı emperyalizmiyle karşı karşıya olan Mısır modernistlerinin yaşadığı çifte marjinallik durumuyla, Türk İslamı’nı yererek Arap medeniyetini yücelten ve İslam’ı Arap medeniyetiyle bağdaştıran Fransız oryantalizmi ve benzer şekilde Osmanlı Hilafeti’ni hedef alan İngiliz propagandasıdır (Gencer 2012, özellikle Bölüm 3: 271-378). SON YERİNE Ariel Salzmann ve Karen Barkey’e göre, idari yapının baskıcı ve merkeziyetçi dönüşümünü devlet gelişmesinin temeli olarak alan, özelde kalkınma sosyolojisi ve ekonomi politikte, genelde siyaset bilimindeki kabulün aksine, yeniden-dağıtımcı (redistributive) yapı içinde farklı sosyal gruplarla ittifakı sürdürmeyi başaran ve hakların, ayrıcalıkların, muafiyetlerin ve makamların kararında hâlâ belirleyici rolü oynayan Osmanlı Devleti; Batılı devlet mukayese teorilerinin bir zayıflık olarak nitelendirdiği bu özelliğiyle, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ancak bir dünya savaşıyla yıkılana kadar varlığını sürdürebilmiştir. Ariel Salzmann’ın analizinde, iflas eden tımar sisteminin malikâne ve iltizam sistemleriyle dönüştürülmesindeki özelleştirme süreciyle; bir başka deyişle, İlkay Sunar’ın da analiz ettiği imparatorluğun ‘DünyaEkonomi’ye entegrasyonda kapitalist yapıya eklemlenmesi süreciyle, 20. yüzyılın yaklaşık son yirmi yılındaki özelleştirmeler arasındaki paralellik, kurumsal evrim sürecinde dikkat çekmeyi amaçladığım yöndür. Kısaca toparlayacak olursak, bu yazıda ifade edilen ve araştırmaya açılan temel makro-tarihi sorunsal, bir tarafta, Osmanlı’nın patrimonyal (patrimonial) ve yeniden-dağıtımcı (redistributive) bir yapıdan, ekonomisinde market-odaklı (market-centered) ve yönetiminde yasal-rasyonel (legalrational) bir yapıya geçiş ile diğer tarafta, liberal Batı siyasal ekonomisinin ve onun entellektüel paradigmasının (the liberal creed) sosyal-felsefi kritiğidir. YIL: (5) 1 – SAYI: 1147 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- KAYNAKÇA AHMAD, Feroz (1969), The Young Turks: the Committee of Union and Progress in Turkish polities, 1908–1914, Oxford: Clarendon Press. AHMAD, Feroz (2008), From Empire to Republic: Essays on the Late Ottoman Empire and Modern Empire, Volume I and II, İstanbul Bilgi University Press. AHMAD, Feroz (2003), Turkey: The Quest for Identity, 8th ed., Oneworld Publications. BARKEY, Karen (1991), “Rebellious Alliances: The State and Peasant Unrest in Early Seventeenth-Century France and the Ottoman Empire”, American Sociological Review, 56 (6), 699-715. BARKEY, Karen (1994), Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization, Cornell University Press. BARKEY, Karen (1996), “In Different Times: Scheduling and Social Control in the Ottoman Empire, 1550 to 1650”, Comparative Studies in Society and History, 38 (3), 460-483. BERKES, Niyazi (1998), The Development of Secularism in Turkey, 2nd ed, New York: Routledge. CHAMBERS, Richard L. (1972), “The Ottoman Ulema and the Tanzimat”, Scholars, Saints and Sufis: Muslim Religious Institutions in the Middle East since 1500, ed. Nikki R. Keddie, 33-46. Berkeley, University of California Press. FINDLEY, Carter Vaughn (1980), Bureaucratic Reform in the Ottoman Empire, Princeton University Press. FINDLEY, Carter Vaughn (1989), Ottoman Civil Officialdom, Princeton University Press. FLEISCHER, Cornell H. (1986), Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: The Historian Mustafa Ali (1541-1600), Princeton University Press. 148 OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ FRANK, André Gunder (1967), Capitalism and Underdevelopment in Latin America. Monthly Review Press. FRANK, André Gunder (1969), Latin America: Underdevelopment or Revolution. Monthly Review Press. FRANK, André Gunder (1975), On Capitalist Underdevelopment. Bombay: Oxford University Press. GENCER, Bedri (2012), İslam’da Modernleşme: 1839-1939, 2. Baskı, Doğu Batı Yayınları. GENÇ, Mehmet (1989), Osmanli Iktisadi Dunya Gorusunun Ilkeleri. Sosyoloji Dergisi İstanbul Universitesi Edebiyat Fakultesi 3. (Ser.1), İstanbul, p. 176-185. GENÇ, Mehmet (2000), Osmanli Imparatorlugu’nda Devlet ve Ekonomi. İstanbul: Ötüken Neşriyat. GERBER, Haim (1987), The Social Origins of the Modern Middle East, Colorado: Lynne Rienner Publishers: Boulder. GRAMSCI, Antonio (1971), Selections from the Prison Notebooks. Q. Hoare and G. N. Smith (eds.), London: Lawrence & Wishart. GREIF, Avner (2006), Institutions and the Path to the Modern Economy: Lessons from Medieval Trade, Cambridge University Press. HEYD, Uriel (1961), “The Ottoman Ulema and Westernization in the Time of Selim III and Mahmud II”, Studies in Islamic History and Civilization, Uriel Heyd (ed.), Jerusalem: Magnes Press, 63-96. Hebrew University. İNALCIK, Halil (1969), “Capital Formation in the Ottoman Empire”, Journal of Economic History, 29 (1), The Tasks of Economic History, 97-140. İNALCIK, Halil (1970), “The Ottoman Economic Mind and Aspects of the Ottoman Economy”, Studies in the Economic History of the Middle East, M.A. Cook (ed.), London. İNALCIK, Halil (1977), “Centralization and Decentralization in Ottoman Administration”, Studies in 18th Century Islamic History, Thomas Naff and Roger Owen, (eds.), Southern Illinois University Press, 27-52. YIL: (5) 1 – SAYI: 1149 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- İNALCIK, Halil and Donald Quataert, eds. (1994), An Economic and Social History of the Ottoman Empire: Volume I-II, Cambridge University Press. KARPAT, H. Kemal (1968), “The Land Regime, Social Structure, and Modernization in the Ottoman Empire”, Beginnings of Modernization in the Middle East: The Nineteenth Century, William R. Polk and Richard L. Chambers (eds.), University of Chicago Press, 69-90. KARPAT, H. Kemal (1972), “The Transformation of the Ottoman State, 1789-1908”, International Journal of Middle East Studies, 3, 243-281. KARPAT, H. Kemal (1973), “An Inquiry into the Social Foundations of Nationalism in the Ottoman State: From Social Estates to Classes, From Millets to Nations”, Research Monograph No. 39 of the Center of International Studies of the Woodrow Wilson School of Public and International Affairs of Princeton University. KASABA, Reşad (1988), The Ottoman Empire and the World Economy: The Nineteenth Century, Albany, NY: State University of New York Press. MARDİN, Şerif (1962), The Genesis of Young Ottoman Thought: A study in the Modernization of Turkish Political Ideas, Princeton University Press. MARDİN, Şerif (1971), “ Ideology and Religion in the Turkish Revolution”, International Journal of Middle East Studies, 2 (3), 197-211. MARDİN, Şerif (March 1969) (a), “Capital Formation in the Ottoman Empire”, The Journal of Economic History, Vol. 29, No. 1, The Tasks of Economic History, 97-140. MARDİN, Şerif, (June 1969) (b), “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire”, Comparative Studies in Society and History, Vol. 11, No. 3, 258-281. MOORE, Barrington (1966), Social Origins of Dictatorship and Democracy, Beacon Press. POLANYI, Karl (1944), The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time, Boston: Beacon Press. 150 OCAK 2015 PATRİMONYAL YENİDEN-DAĞITIMCI YAPIDAN, RASYONEL-YASAL YAPIYA GEÇİŞ ODABAŞI, Arda İ. (2011), Osmanlı’da Sosyalizm, Türkçülük ve İttihatçılık: Rasim Haşmet Bey, Kaynak Yayınları, İstanbul. POLANYİ, Karl (1963), “Ports of Trade in Early Societies”, The Journal of Economic History, 23 (1), 30-45. QUATAERT, Donald (1980), “The Commercialization of Agriculture in Ottoman Turkey, 1800-1914”, International Journal of Turkish Studies, 1 (2), 38-55. RODISON, David (1963), Reforms in the Ottoman Empire, 1856-1876, Princeton University Press. SALZMANN, Ariel (1993), “An Ancien Régime Revisited: “Privatization” and Political Economy in the 18th Century Ottoman Empire”, Politics & Society, 21 (4), 393-423. SALZMANN, Ariel (1999), “Citizens in Search of a State: The Limits of Political Participation in the Late Ottoman Empire, 1808-1914”, Extending Citizenship, Reconfiguring States, Michael Hanagan ve Charles Tilly (eds.), Lanham, MD: Rowman and Littlefield Publishers. SALZMANN, Ariel (2000), “Privatizing the Empire: Pashas and Gentry During the Ottoman 18th Century”, The Great Ottoman-Turkish Civilization: Volume II, Kemal Çiçek, Ercüment Kuran, Nejat Göyünç ve İlber Ortaylı (eds.), Ankara: Semih Ofset. SUNAR, İlkay (1987), “State and Economy”, The Ottoman Empire and the World Economy, Huri İslamoğlu-İnan (ed.), Cambridge: Cambridge University Press. TURFAN, Naim (2000), Rise of the Young Turks: Politics, the Military and Ottoman Collapse, London, New York: I. B. Tauris Publishers. WALLERSTEIN, Immanuel (1974), The Modern World System, New York: Academic Press. WALLERSTEIN, Immanuel (Winter, 1979), The Ottoman Empire and the Capitalist World-Economy: Some Questions for Research, Review (Fernand Braudel Center), Vol. 2, No. 3, 389-98. YIL: (5) 1 – SAYI: 1151 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- WALLERSTEIN, Immanuel, H. Decdeli ve R. Kasaba (1987), “The Incorporation of the Ottoman Empire into the World-Economy”, The Ottoman Empire and the World Economy, Huri İslamoğlu-İnan (ed.), Cambridge: Cambridge University Press. ZILFI, Madeline, C. (1976), The Ottoman Ulema 1703-1839 and the Route to Great Mollaship, Dissertation, History Department, University of Chicago. 152 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK: DEVRİM Mİ KARŞI-DEVRİM Mİ? 14* Kemal ÇİFTÇİ Özet Bu çalışmada, “Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmalar “devrim” ve “karşı devrim” kavramları çerçevesinde ele alınmaktadır. İnsanlığın gelişim seyrine bakıldığı zaman, devlet düzenlerinin ve toplumsal kuralların “dinsel” doğmalarla belirlendiği siyasal rejimler yerine, dünyevi/seküler kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici olduğu siyasal rejimleri tesis eden hareketler “devrim” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu durumda bunun karşısında yer alan, “dinsel” doğmaların devlet düzenini ve toplumsal düzeni belirlemeye başladığı devrimlerin ise “karşı devrim” olarak adlandırılması gerekmektedir. “Karşı devrim” insanın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele ederek ulaşmış olduğu ileri konumundan, geçmişte kalmış bir düzene doğru evrilmesi olarak ifade edilebilir. Soğuk Savaş sonrası dönemde halkının ağırlıklı bölümü Müslüman olan ülkelerde İslami fundamentalizm yaygınlaşmaya başlamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrasında sosyalizmin de iflasıyla birlikte “dünya zamanı”na da uygun olarak geçmişe dönüş ve din, bir tutunum ideolojisi olarak güç kazanmıştır. Bazı dönemlerde, insanlık, yüzyıllara varan ve insanlığı gelmiş olduğu noktadan daha geri bir insani düzene götüren dönemleri de yaşamak zorunda kalmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde İtalya’da Faşizmin ve Almanya’da Nazilerin iktidara gelmeleri ve uyguladıkları politikalar insanlık açısından bir geriye gidiş anlamına gelmiştir. “Arap Baharı”nı hazırlayan süreç ve sonuçları, insanlığın tarihsel gelişim * Yrd. Doç. Dr., Giresun Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1153 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- seyri bakımından ele alındığında ve “dünya zamanı” içindeki değişimle bütünleştirildiğinde, “Arap Baharı” ayaklanmalarının karşı-devrim olarak nitelendirilmesi gerektiği ileri sürülmektedir. Anahtar Kelimeler: Arap Baharı, Devrim, Karşı-devrim, İslami Fundamentalizm, Faşizm POSITIONING THE “ARAB SPRING” IN TERMS OF HISTORICAL DEVELOPMENT COURSE: A REVOLUTION OR COUNTER-REVOLUTION? Abstract In this study, the uprisings called “Arab Spring” are discussed within the concepts of “revolution” and “counter-revolution”. Looking at the development course of mankind, the movements that founds political regimes in which secular rules and human-devised ideologies are determinative, are called “revolution”, rather than political regimes in which state order and social rules are determined by “religious” dogmas. In this case, the revolutions where “religious” dogmas start to determine the state order and social order should be named as “counter revolution”. “Counter revolution” can also be defined as the return of human beings, from a state to where they reached by struggling against nature and each other, back to an order that was experienced in the past. In the post-Cold War era, Islamic fundamentalism started to become widespread in countries with Muslim-majority populations. After the end of Cold War, returning to the past in accordance with the “world time” together with collapse of socialism, religion gained power as a cohesive ideology. During some ages, mankind had to experience some periods which took them back to a more humanistic level than the point they have reached in the past centuries. As an example, power seizure of the Facsism in Italy and the Nazism in Germany and their policies after the First World War meant a backward motion in respect to humanity. Harmonizing the “Arab Spring” uprisings with the change in “world time” and discussing them in terms of 154 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK historical development course of humanity which prepares the “Arab Spring” and its results, the “Arab Spring” uprisings have been argued that they should be characterized as counter-revolutions. Key Words: Arab Spring, Revolution, Counter-Revolution, Islamic Fundamentalism, Fascism ОБЗОР ИСТОРИЧЕСКОГО ХОДА СОБЫТИЙ “АРАБСКОЙ ВЕСНЫ”: РЕВОЛЮЦИЯ ИЛИ КОНТРРЕВОЛЮЦИЯ? Аннотация В этом исследовании, восстания так называемые «арабская весна» обсуждаются в рамках концепций «революция» и «контрреволюция». Глядя на ход развития человечества, когда государственный заказ и социальные правила установливаются не политическими режимами, которые определяются «религиозными» догмами, а с тем, что еще движения, которые устанавливают политические режимы, в котором светские правила и техногенные идеологии являются решающими факторами, выражается концепцией «революция». В этом случае следует называть «контрреволюцией», которая противостоит этому (революция), «религиозная» догма и определяет государственный заказ и общественный строй. «Контрреволюцию» можно объяснить как преобразование к прошлой системе от продвинутого положения человечества достигающего путем борьбы друг с другом и с природой. В пост-холодной войны начал распространяться исламский фундаментализм в странах с мусульманским большинством населения. После окончания холодной войны и с распадом социализма, в соответствии с «мировом временем», возвращение к прошлому и религии приобрело власть, как удержание идеологии. Были такие времена когда человечеству пришлось пережить те времена, которые продолжались веками и принуждало возвращаться к более отсталому гуманитарному порядку от продвинутого положения человечества. Например, после первой мировой войны приход фашистов к власти в Италии так же приход нацистов к власти в Германии и их политика которую применяли YIL: (5) 1 – SAYI: 1155 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- их политики, привело человечества возвращению к старому. Процесс подготовки и результаты «Арабской Весны», если рассматривать с точки зрения хода исторического развития человечества и в интеграции с изменением «мирового времени», то следует рассматривать восстание «Арабской Весны» как контрреволюция. Ключевые слова: Арабская Весна, Революция, Контрреволюция, Исламский Фундаментализм, Фашизм. I. GİRİŞ “Arap Baharı” ayaklanmaları, genel olarak “devrim” olarak adlandırılmaktadır. Ancak bu ayaklanmaların “devrim” mi yoksa “karşıdevrim” mi oldukları sorusunun sorulması gerekmektedir. Türk Dil Kurumu’nun Büyük Sözlük’ünde “devrim” kavramı “yerleşik toplumsal düzeni değiştirme ve yeniden biçimlendirme; yavaş bir gelişme olan evrime karşıt olarak, toplumsal yaşayışta ve siyasal durumda birdenbire gerçekleştirilen, köklü ve temelli bir değişme”1 olarak tanımlanmaktadır. Karşı-devrim ise, “bir devrimi yıkmayı ve onun ürünlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen hareket”2 olarak tarif edilmektedir. İnsanlığın tarihsel gelişim seyrine bakıldığı zaman, siyasal rejimlerin ve toplumsal yaşam kurallarının “dinsel” doğmalarla belirlendiği siyasal rejimler yerine, dünyevi/seküler kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici olduğu siyasal rejimlere doğru bir ilerleyişin olduğu görülmektedir. Bu ilerleyişi mümkün hale getiren “köklü ve temelli değişme”yi sağlayan ayaklanmaları “devrim” kavramı ile ifade etmek olanaklıdır. Bu yaklaşım tarzına en önemli örnekler olarak 1789 Fransız Devrimi’ni ve 1917 Rus devrimini gösterebiliriz. Ancak, insanlığın tarihsel gelişim seyri, kesintisiz bir şekilde ilerleme içerisinde olmamıştır. “Karşı –devrim”ler, insanlığın bulunduğu gelişim noktasında artık geçmişte kalmış olan ve “dinsel” doğmaların ve/veya 1 2 156 Türk Dil Kurumu’nun “Büyük Sözlüğü’nde yer alan tanım için bkz. http:// www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK. GTS.5484cca955aef6.57332499, Erişim Tarihi: 08.12.2014. Türk Dil Kurumu’nun “Büyük Sözlüğü’nde yer alan tanım için bkz. http://www.tdk. gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1=veritbn&kelimesec=185629, Erişim Tarihi: 08.12.2014. OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK “ırk” üstünlüğünün belirleyici olduğu siyasal rejimlere ve toplumsal yaşam biçimlerine bir dönüşü gerçekleştirmeyi de, zaman zaman başarabilmişlerdir. Böylelikle insanlığın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele ederek ulaşmış olduğu ileri konumundan çıkıp, artık geçmişte kalan veya bugün “sapma” anlamına gelecek bir duruma doğru evrilmesi mümkün olabilmektedir. “Karşıdevrim”e en önemli örnek olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya ve Almanya’da bir siyasal proje olarak ortaya çıkan ve mevcut siyasal rejimleri kontrolleri altına almayı başaran “faşist” ve “nasyonal sosyalist” rejimleri ve 1979 İran devrimini gösterebiliriz. Bu çalışmada, “Arap Baharı” ayaklanmaları ve ayaklanmaların başarıya ulaştıkları Arap ülkelerinde ortaya çıkan yeni siyasal rejimler, Türk Dil Kurumu’nun Büyük Sözlük’ünde ifade edilen anlam içerikleriyle “devrim” ve “karşı devrim” kavramları, insanlığın tarihsel gelişim seyri üzerinden ele alınmaktadır. Bu bağlamda, “Arap Baharı” ayaklanmalarını insanlığın tarihsel gelişim seyri içerisinde doğru bir şekilde konumlandırabilmek bakımından, önemli bazı devrim ve karşı devrimlere değinilmektedir. Soğuk Savaş sonrası dönemde İslam fundamentalizminin yayılması ve gelişmesi, uluslararası sistemin yapısındaki değişme ve gelişmelerle bağlantılandırılarak açıklanmaya çalışılmaktadır. Böylelikle, “Arap Baharı” ayaklanmalarının, uluslararası alandaki değişme ve gelişmelerle bütünlüklü bir şekilde kavranmasına olanak sağlanması hedeflenmektedir. Çalışma, “Arap Baharı”nın insanlığın tarihsel gelişim seyri bakımından nasıl konumlandırılması gerektiğine ilişkin yapılan genel bir değerlendirmeyle sonuca ulaştırılmaktadır. II. “DEVRİM”LER VE “KARŞI DEVRİM”LER Thomas Hobbes (2010: 70), “Kutsal Kitaplar, dünyayı ve dünya hakkındaki felsefeyi, doğal akıllarını kullanmaları için, insanların tartışmasına bırakıp, insanlara, Tanrı’nın krallığını göstermek ve onların kafalarını, itaatkâr kulları olacak şekilde hazırlamak için yazıldı” demektedir. Tanrı’nın krallığında, devlet düzeni ve yasaları dinin bir parçasıdır ve dolayısıyla “fani ve ruhani egemenlik ayrımının” burada yeri yoktur (Hobbes, 2010:95). Dünyevi krallar da, Tanrı adına yeryüzünde egemenliklerini kullanmakta ve meşruiyetlerini Tanrı’dan almaktadırlar. Din, gelenek ve otoritenin meşrulaştırılmasının ve rasyonelleştirilmesinin bir aracıdır. Onsekizinci yüzyılda Avrupa’da gelişen ve Avrupa’yla sınırlı kalmayan “Aydınlanma” dönemiyle birlikte din bu YIL: (5) 1 – SAYI: 1157 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- fonksiyonunu kaybetmeye başlamış, otoritenin kaynağı dünyevileşmiştir. Otoritenin kaynağının dünyevileşmesi, reform hareketleri, rönesans ve sanayi devriminin ortaya çıkardığı toplumsal yapılar/sınıflar arasında bir güç mücadelesine de neden olmuş; bu güç mücadelesinin sonucunda dünya genelinde önemli değişim ve dönüşümlere yol açan “devrimler” ortaya çıkmıştır. Toplumsal/sınıfsal yapılardaki değişmeleri Avrupa’da meydana gelen devrimlerde izlemek mümkündür. Avrupa’da başlangıçta egemen sınıf olan feodal soyluluğa bağımlı ezilen sınıf konumundaki burjuvazi, soylular sınıfı ile sürdürdüğü savaşım sonucunda, onun yerini alarak siyasal gücün sahibi olmuştur ve egemen toplumsal/sınıfsal yapının oluşturucusu haline gelmiştir. Bu noktada, toplumsal yapılar/sınıflar arasındaki güç mücadelesinin, bir devrime veya karşı-devrime nasıl dönüşebildiği sorusunun sorulması gerekmektedir. II. 1. Devrimler ve Karşı-Devrimler Nasıl Ortaya Çıkar? “Devrimler” ve “karşı-devrimler”e yol açan nedenler arasında bir benzerlik olduğundan söz edilebilir. Burada önemli olan nokta, güç mücadelesi içindeki toplumsal yapıların/sınıfların nasıl bir siyasal rejim ve toplumsal düzen arayışı içerisinde olduklarıdır ve bunu gerçekleştirebilmek için kendi dışlarındaki toplumsal yapılara/sınıflara ne derece nüfuz edebildikleridir. Bu arada, uluslararası alandaki değişim ve dönüşümlerin de, devrimlerin karakteri üzerinde önemli bir etkisinin olduğundan söz edilebilir. “Devrimler” ve “karşı-devrimler” belirli bir ülkenin içindeki toplumsal/ sınıfsal yapılar arasındaki ilişkilerin bir kriz boyutuna ulaşmasının sonucunda ortaya çıkarlar; ama sadece ülke içiyle de sınırlı değildirler. Bu toplumsal/ sınıfsal yapıların ulusaşırı ilişkileri ve/veya ülkelerin yaşadıkları ulusaşırı krizler/sorunlar da, “devrimler” açısından hızlandırıcı bir rol oynayabilirler. Ulusaşırı krizler devrimci krizlerin tümünün ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur ve devrimci mücadelelerin ve sonuçların biçimlenmesine yardım etmiştir (Skocpol, 2004: 53). Uluslararası sistemde, özellikle devletlerin içinde konumlandıkları yapıda meydana gelen değişmeler, ulusaşırı bağlamda devrimleri etkilemektedir. Bununla birlikte, Skocpol’un ifadesiyle (2004: 60), “devrimlerin içinde meydana geldikleri tüm dünya bağlamlarını etkileyen “dünya zamanı”ndaki değişmeler ve yayılmalar ile devrimci liderlerce yurt dışından ödünç alınabilecek belirli eylem modelleri ve seçenekleri” de iç 158 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK yapıyı etkilemektedir. Savaş yenilgileri, kronikleşen siyasal ve ekonomik krizler, kurulu siyasal otoritelerin ve devlet kurumları yapısının aşınmasına ve bununla birlikte, toplumsal/sınıfsal çatışmalara yol açmaktadır. Örneğin 1776’da gerçekleştirilen Amerikan devrimi bu durumun bariz bir örneğidir. Amerikan Devrimi en yalın haliyle, Britanya İmparatorluğu içinde yaşanmış bir krizdi: Britanya’nın bakış açısından, bu olay, on üç koloninin kaybedilmesi, Amerikan görüşü açısından ise, bağımsızlığın elde edilmesiydi (Bonwick, 2003: 94). Netice itibariyle “devrimler”, uluslararası yapı tarafından etkilenmekle birlikte ortaya çıkan yeni rejimler, uluslararası yapı tarafından sınırlandırılmakta ve onlar tarafından koşullandırılabilmektedir. Elbette, kronikleşen her siyasal ve ekonomik kriz dönemleri devrime yol açmaz. Aslında, mevcut rejimin iktidar aygıtı üzerinde denetimini yitirdiği noktada, devrime dönüşme potansiyeli taşıyan tüm durumlar çoğu zaman tam bir devrim haline gelmeyebilir (Parker, 2003: 20). Bir başkaldırıyı devrime neyin dönüştürdüğüne ilişkin genellemede bulunmak neredeyse olanaksızdır. Her ne kadar bir devrimi gördüğümüzde ne olduğunu anlıyor olsak da, hatta devlet iktidarının geri dönülmez biçimde kaybedildiği bir devrimci anı -siyasal kırılma anı- tanımlama riskini üstlensek bile, bu noktaya gelene değin, öngörülmüş bir dizi aşamanın gerçekleşmiş olduğundan söz edilemez (Parker, 2003: 21). Devrimlere yol açan ayaklanmalar, bazı ülkelerde başarılı olurken bazılarında başarılı olamamakta ve mevcut rejim tarafından bastırılabilmektedir. Bu durumda bir devrimin başarılı olmasına yol açan temel faktörün ne olduğu sorusu akla gelmektedir. Dick Geary’ye göre, devrimlerin başarısında ya da başarısızlığında devrimcilerden çok daha fazla mevcut rejimlerin gücü ve iç kenetlenmesi etkili olmaktadır (2003: 191). Örneğin Sosyalist partiler Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1905’te olduklarından daha az güçlüydü, ama yine de Çarlık, Şubat 1917’deki ilk grev ve gösterilerin başlamasının ardından çökmüştür. Bu da gösterir ki, asıl farklılık pek de öyle devrimci hareketin gücünde değil, devletin zayıflığında yatmaktadır. Özellikle, Çarlık 1905’te Devrimi bastıracak yeterli sayıda askeri birliğin sadakati ile kıdemli subay ve generallerin onları kullanma isteğini muhafaza etmekteydi (Perrie, 2003:202). Maureen Perrie (2003: 205); “Şubat 1917’de başkentte grevler ve gösteriler patlak verdiği zaman, başlangıçta bir sokak protestosu gibi görünen YIL: (5) 1 – SAYI: 1159 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- eylemlerin devrime dönüşmesi sürecini başlatan olay, silahsız sivillere ateş açma emrine uymayı reddeden Petrograd garnizonu birliklerinin isyanı oldu. Çar bu durumda bile, ayaklanmayı bastırmak için Petrograd’ın dışından askeri güç gönderme seçeneğini savunuyordu. Ancak, üst komuta kademesi Nikolay’a bu cezalandırıcı seferi durdurmasını ve Duma’nın anayasal monarşi talebini kabul etmesini öğütledi. Daha sonra generaller, Nikolay’ın görevden çekilmesinde ve büyük ölçüde Duma liberallerinden oluşan Geçici Hükümet’in oluşumunda mutabık oldular. Nikolay’ın küçük kardeşi Büyük Dük Mihail tahta çıkmayı reddettiğinde, monarşi fiilen sona ermişti. Olayların hızı, Çarlık otoritesinin ve otokrasiye verilen desteğin toplumsal tabanının savaşın seyri içinde ne derece aşındığını göstermektedir” demektedir. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bir siyasal veya ekonomik krizin, önce bir ayaklanmaya ve sonrasında da bir devrime dönüşebilmesi için, öncelikle mevcut rejimin gücünü, gerek savaşlar gerekse siyasal ve ekonomik krizlerin etkisiyle önemli ölçüde kaybetmiş olması gerekmektedir. “Devrimler” ve “Karşı-devrimler” dünya tarihinde büyük dönüşümlere yol açan önemli olaylardır. 1789 Fransız devriminden, 1917’deki Rus devrimine ve 1979’daki İran İslam devrimine varıncaya kadar, “devrimler”, devletlerin örgütlenme biçimlerini, toplumsal/sınıf yapılarını ve egemen ideolojilerini değiştirmiş ve/veya dönüştürmüştürlerdir. Tam da Theda Skocpol’ün ifade ettiği gibi, devrimlerin gerçekleştiği uluslar, devrim öncesi durumlarına göre güçlerini önemli ölçüde arttırmakta ve bu uluslar benzer durumdaki diğer ülkeleri geride bırakmaktadırlar (2004: 23). Öte yandan devrimler, gerçekleştikleri ülkelerin coğrafi sınırları içinde kalmamaktadırlar. Örneğin Fransız devrimi 1790’larda Fransa’nın, Rus devrimi de 1917’den sonra Rusya’nın ötesine yayıldı, fakat her iki devrimin ilerlemesini, temel olarak devrimin gerçekleştiği rejimler sağladılar (Breuilly, 2003: 142). Örneğin Fransa, Avrupa Kıtası’nda fetihçi bir güç haline gelmişti. Benzer şekilde Rusya da, 1917 devrimi sonrasında dünya siyasetinde önemli bir aktör haline gelmeye başlamış ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise bir süper güç haline gelmiştir (bkz: Skocpol, 2004: 23). Benzer bir güç artışı İslam devrimi sonrasında İran için de söz konusudur. İran’da devrim ihracı politikası ile İslam ülkelerindeki etkisini doğrudan ve dolaylı yöntemlerle artırabilmiştir. Batı ve İsrail karşıtı politikası ve söylemleri ile de dünya siyasetinde daha fazla üzerinde durulan bir ülke halini almıştır. 160 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK 1917 Rus devriminin lideri Vladimir İ. Lenin (2010: 72), “Rusya’da devrim gerçekleştirilmiştir; ama dünya ölçeğinde tam ve nihai zafere tek başına Rusya’da ulaşmak mümkün değildir; bu zafer ancak proletarya en azından bütün ileri ülkelerde ya da hiç olmazsa, ileri ülkelerin en büyüklerinde zafere ulaştığında elde edilebilir” görüşündedir. Lenin’in, Ekim 1917’de Rusya’daki devrimin hemen ardından, devrimin, özellikle Almanya gibi daha gelişmiş sanayi ülkelerine yayılacağına ilişkin büyük beklentileri vardı (Wrigley, 2003:213). Marx ve Engels ilk eserlerinden itibaren sosyalizmi dünya çapında tarihsel bir olay olarak görmüş, ileri kapitalist ülkelerde (o günkü deyimle, ‘medeni’ ülkelerin hepsinde) devrim patlak vermediği müddetçe sosyalizm davasının başarıya ulaşmasının mümkün olmadığını belirtmişlerdi (Lenin, 2010: XII). Lenin ve Troçki’nin öngördüğü gibi, devrim başka ülkelerde devrimci ayaklanmalara, sınıf mücadelesinin kızışmasına yol açmış olmasına karşın, bu mücadeleleri doğru bir mecrada ilerletecek ve nihayetinde işçi sınıfının devrimci iktidarıyla taçlandıracak Bolşevik tipte önderlikler olmadığı için (“Avrupa için en büyük talihsizlik ve en büyük tehlike, Avrupa ülkelerinde bir devrimci partinin olmamasıdır”) kalkışmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bazı ülkelerde (Almanya, İtalya, Bulgaristan, vs.) başlayan devrim, Bolşevik bir önderliğin olmadığı koşullarda / nihayete erdirilemezken, bazı yerlerde (örneğin Macaristan’da) iktidar da ele geçirilmiş, bir Sovyet hükümeti kurulmuş, fakat yine doğru bir önderliğin eksikliği nedeniyle, esasen yanlış politikalardan ötürü devrim kısa süre sonra dışarıdan bir karşı-devrimle ezilmiştir (Lenin, 2010: XXVIII-XXIX.) Böylelikle Lenin’in “dünya devrimi” anlayışının terk edilmesi ve onun yerine milliyetçi ‘tek ülkede sosyalizm’ anlayışının yürürlüğe sokulması gerekmiştir (Lenin, 2010: XXIX). Nitekim, “dünya devrimi”nin gerçekleştirilememesi, Rus devriminin kalıcılaşmasının önünde bir engel haline gelmiş ve nihayetinde 1991 yılında Doğu Bloku’nun dağılmasıyla birlikte “kapitalizm” karşısında ömrünü tamamlamak zorunda kalmıştır. II.2. Avrupa’da Karşı-Devrim Kâbusu “Karşı-devrim”, yeni bir siyasal düzeni yıkarak, eski düzeni restore ederek ya da İtalya ile Almanya’da olduğu gibi, bazıları yüksek saygıyı hak eden, ancak eski muhafazakârlığın ötesine geçen geleneksel değerleri de içeren yeni düzenler kurarak kendini göstermekteydi (Wrigley, 2003: 212). Pek çok insan, YIL: (5) 1 – SAYI: 1161 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- General Hindenberg’in, Almanya’nın savaşı, ordunun yurtiçinde sosyalistler tarafından ‘sırtından vurulması’ nedeniyle kaybetmiş olduğu mitine, inanmaya hazır ve istekliydi. Bu mitin propagandasının yapılması, güçlü anti-sosyalist basın tarafından kolaylaştırıldı (Wrigley, 2003:217), İki savaş arası dönemde faşizm, içeriden, kendisini sürdürüp koruyan mali, toplumsal ve siyasal yapıların çöküşü tarafından, dışarıdansa devrimci sosyalizm tarafından tehdit edilen kapitalizmin krizinin bir ürünüydü. (Griffin, 2003: 232) Faşizm, iki savaş arası dönemde geleneksel toplumsal yapıyı modernleştirilmiş bir biçimde muhafaza etmeyi amaçlamıyor, ama tam anlamıyla modernite öncesinin mutlu kırsal yaşamına geri dönmeyi ise hiç istemiyordu. Faşizm tek başına kitleyi hareketlendirme anlayışını da desteklememişti. Aksine, eski toplumun dönüşümünü kolaylaştırmak için, taktik olarak muhafazakâr güçlerle hileli bir anlaşma yapmak zorunda kalmış olsa bile, yurtsever bir coşkuyla birbirlerine bağlanmış, tazelenmiş bir ulustan fışkıran enerji üzerinde temelleri atılmış yeni tip bir devlet yaratmayı arzulamaktaydı (Griffin, 2003: 236). İtalyan Faşizmi’nin, Nazi Almanyası ile daha yakın ilişkiye girerek onu taklit etmeye başlamasına kadar, Mussolini’nin ülkesi adına harika bir iş başardığı, Avrupa’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ortak bir görüştü. 1930’ların popüler bir Amerikan aşk şarkısı, ‘Zirvedesin, muhteşem Houdini’sin. Zirvedesin, Mussolini gibisin!’ diyordu. 1936’da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası arasındaki ‘Mihver’in oluşturulması, iki ülkenin de, İspanya İç Savaşı’nda, acımasızca Franco’nun yanında yer alması, İkinci Dünya Savaşı başladığında İtalya’nın Üçüncü Reich’e müttefik olarak katılması ve nitekim Üçüncü Reich tarafindan yapılan akla hayale sığmaz vahşetle ilişkilendirilmiş olması gerçeği, sadece İtalyan faşizminin değil, genel olarak faşizmin imajını bir daha değişmemek üzere belirledi (Griffin, 2003: 238). Otoyollar inşa etmek ve (İtalya’da) bataklıkların drenajı gibi muazzam kamusal çalışmalar yapmak, Berlin’in merkezini anıtsal bir ölçekte yeniden inşa etmek ve kente ‘Germanya’ adını vermeye dönük planlar yapmak, eğitim sisteminin Faşist ya da Nazi değerlerini kitlesel ölçüde üretmek için radikal bir biçimde baştan aşağı değiştirilmesini istemek gibi, tüm bunlar bütünüyle ‘öznel’ bir devrimin belirtileriydi. Her iki rejim de Avrupa üzerindeki toprak iddialarının peşinden gitmek için uluslarının insani ve fiziksel kaynaklarını harekete geçirmek üzere muazzam ölçekli hazırlıklar yapıyordu ve Nazilerin, faşizmin devrimci deviniminin en etkili kanıtı olan ırksal olarak saf ve sağlıklı bir Üçüncü Reich yaratma konusundaki 162 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK programlarını gerçekleştirme çabaları korkunç bir kapsamda sürdü (Griffin, 2003: 247-248). Faşizm ve Nazizm, derin bir toplumsal kriz tarafından şaşkına çevrilen insanlar için yeni bir kolektif aidiyet ve anlam sağlamayı amaçlayan politik bir ritüel olarak iş gördü. Faşizm ve Nazizm, yeni tip bir insan, yeni tip bir devlet, yeni bir devir üretmeyi amaçladı (Griffin, 2003:248). Nazi dönemi’nde insanlık-dışı politikalar uygulanırken Alman entelektüellerinin içinde bulunduğu duruma da biraz değinmek gerekmektedir. Ken Booth (2012:245); “…en bilinenleri Carl Schmitt ve Heidegger, -kendi itibarlarını kalıcı olarak lekeleyecek şekilde- Nazilerin yönetimindeki hayata görece rahat bir şekilde uyum sağladı; diğerleri ise (örneğin Gerhard Ziegler, Konrad Meyer ve Fritz Arlt) akademik analizler yaparak ve nüfus bilimciler, iktisatçılar ve şehir planlamacıları olarak raporlar yazarak Yahudilerin ve diğerlerinin yok edilişinin “mimarları” haline geldiler. Görünürde “akademik özgürlük”e saygılıydılar ve Nazi partisine katılmazlardı, ama eserleri Nazilerin soykırım planlarını ileri götürdü ve meşrulaştırdı” demektedir. Başka bir ifadeyle, aslında “Carl Schmitt’in “siyasal kavramı”, nazizme giden süreci hukuken ve zihnen biçimlendirmiş, Alman siyasal düşüncesinin ve Alman toplumunun yeniden inşa edilmesinde belirleyici olmuştur” (Karagöz, 2011: 160). Almanya’nın 1930’larda barbarlığa doğru kayış deneyimi sadece devletin hızla bir canavara dönüşebileceğini değil, sıradan, ahlaklı vatandaşların olağanüstü dönemlerde aşırı uçlara gidişini de kapsayan psikolojik ve diğer dinamikler açısından da bir ikazdır (Booth, 2012: 246). Keen Booth’a göre (2012: 246); “devlet gücü, bir kez dışarıda saldırgan amaçlar ve içeride acımasız politikalar gütmek için seferber edilmeye görsün, seçimler ortadan kalkar; bu yüzden güvenlik, kelimenin tam anlamıyla evde başlar –devlet gücünün yanlış ellere geçmeyeceğini garanti etmek için. Bu sadece demokrasi kurumlarının sürdürülmesi değil, demokrasinin kozmopolit ve şiddet-dışı değerlerle yoğrulmuş olarak ilerletilmesi anlamına da gelir; gerilimin arttığı dönemlerde acımasız rejimlerin seçileceğini tahayyül etmek o kadar da zor değildir. Seçimler ve diğer demokratik kurumlar, kendi başlarına hoşgörünün ve barışın garantisi değillerdir.” Nihayetinde “faşizm” ve “nazizm” dönemleri, Avrupa uygarlığının tarihsel gelişim seyri içerisinde insanlığı felakete götüren ve milyonlarca insanın zayiatına yol açan bir “sapma” dönemi olarak konumlandırılmışlardır. YIL: (5) 1 – SAYI: 1163 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- III. SOĞUK SAVAŞ SONRASI’NIN ‘ÖTEKİ’Sİ: İSLAMİ FUNDAMENTALİZM “Dünya zamanı”ndaki önemli değişmelerden birisini de Soğuk Savaş’ın sona ermesi teşkil etmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ABD’yi tek süper güç olarak bırakırken, onun en önemli “öteki”sini de ortadan kaldırmıştır. ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde dünyadaki rolüne ilişkin en çok sorulan sorulardan biri şu olmuştur: “Soğuk Savaş olmadan ABD ne yapacak?” (Huntington, 2002:158) Sovyetler Birliği ve komünizmin çöküşü Amerika’yı sadece düşmansız bırakmakla kalmamış, aynı zamanda tarihinde ilk kez, karşısında kendini tanımladığı “öteki”den de yoksun kalmıştır (Huntington, 2004:257). Çünkü ABD, soğuk savaş döneminde “kötülük imparatorluğu”na karşı “Özgür Dünya”nın lideriydi (Huntington, 2004: 259). Amerika için ideal düşman, ideolojik açıdan karşıt, ırksal ve kültürel açıdan farklı ve askeri açıdan Amerika’nın güvenliğine yönelik önemli bir tehdit oluşturacak kadar güçlü olmalıydı (Huntington, 2004: 262). Huntington’ın da ifade ettiği gibi, 1990’lı yılların dış politika tartışmaları, ABD’nin yeni düşmanının kim olabileceğine odaklanıyordu (2004: 262). 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’nin New York kentindeki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerine ve Washington’daki Savunma Bakanlığı’na (Pentagon) İslami fundamentalist bir örgüt olan El-Kaide tarafından yapılan uçaklı intihar saldırıları, ABD’nin dış politikasında bir dönüm noktasına başlangıç teşkil etmiş ve düşman arayışına son vermesine yol açmıştır. İslami fundamentalizm, ABD’nin 21. yüzyıldaki ilk düşmanı olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, 11 Eylül 2001 saldırıları bir dönüm noktası olmakla birlikte, İslami fundamentalizmin kuramsal olarak inşası ve tehdit algısıyla birlikte bir “öteki” haline dönüştürülmeye başlanması, Soğuk Savaş’ın bitiş dönemine denk gelmektedir. Bu “öteki” haline dönüştürme süreci içerisinde Batı karşıtı bir “İslami fundamentalizm” profilinin yanı sıra, Batı ile işbirliği yapabilecek bir “ılımlı İslamcı” profili de ortaya çıkmıştır. “İslami fundamentalizm” “öteki” olarak kurgulanırken “ılımlı İslam” dost ve müttefik olarak kurgulanmıştır. Bu nedenle de, “ılımlı İslamcı” örgütler, fundamentalist örgütlere yönelişin panzehiri olarak konumlandırılmışlardır. Şimdi, Batı’nın ve özellikle ABD’nin siyasal İslam’a bakışını şekillendiren süreci daha yakından ele alabiliriz. Bu dönemde Batı karşısında Batı dışının ve özellikle siyasal İslam’ın konumlandırılmasında, 1990’lı yıllara damgasını vuran kitaplarıyla Francis 164 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK Fukuyama ve Samuel Huntington’un önemli bir etkisi olmuştur. Şimdi bu iki yazar üzerinden siyasal İslam’ın konumlandırılışını kavramaya çalışalım. III.1. İki Kitap: “Tarihin Sonu” ve “Medeniyetler Çatışması” Soğuk Savaş sonrası dönemde, halkının ağırlıklı bölümü Müslüman olan ülkelerde İslami fundamentalizm yaygınlaşmaya başlamıştır. 1990’lı yılların dünyasını anlamlandırma konusunda yazdığı Tarihin Sonu ve Son İnsan başlıklı kitabıyla, önemli bir etki yaratmış olan Francis Fukuyama, bu yaygınlaşmayı Müslüman toplumların Müslüman olmayan Batı karşısında genellikle başarısız kalmasına bir tepki olarak yorumlanabileceğini ileri sürmüştür (Fukuyama, 2011: 301). Fukuyama’ya göre, askeri bakımdan ağır basan Avrupa’dan kaynaklanan rekabet baskısı altında, çok sayıda İslam ülkesi 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başında radikal modernleşme önlemlerine başvurmuş, rekabet yeteneği için gerekli bir koşul sayılan Batı yaşam tarzlarını almışlardır. Japonya’da Meici dönemindeki reformlarda olduğu gibi, bu tür modernleşme programlarıyla, ekonomiden bürokrasi ve askeriyeye, eğitim sisteminden sosyal politikaya kadar, yaşamın bütün alanlarında Batı rasyonalizminin ilkelerini ödünsüz bir şekilde gerçekleştirmeyi denemişlerdir. Bu yönde en sistematik girişimi Türkiye gerçekleştirmiştir: 19. yüzyıldaki Osmanlı reformlarını, Türk milliyetçiliğine dayalı dünyevi bir toplum yaratmak isteyen, günümüz Türkiye’sinin kurucusu Kemal Atatürk’ün 20. yüzyıldaki reformları izlemiştir. Mısır devlet başkanı Nasır’ın ve Suriye, Lübnan, Irak Baas Partilerinin temsil ettiği, büyük pan-Arap ulusal hareketlerinde öne çıkan dünyevi (laik) milliyetçilik, İslam dünyasına Batı’dan yapılan son önemli düşünce ithali olmuştur (Fukuyama, 2011: 302). Fukuyama, İslam ülkelerinin çoğunun, Batı’dan aldıklarını kendi yaşam tarzlarıyla gerçekten ikna edici bir şekilde bütünleştiremediğini ve 19. ve 20. yüzyılın başındaki modernleştirmecilerin umduğu politik ve ekonomik başarılara ulaşamadığını düşünmektedir (2011: 302). Bu başarısızlığın bir sonucu olsa gerek, 1978/79 İran Devrimi ile İslami fundamentalizmin yeniden doğuşu gerçekleşmiştir. Bu yeniden doğuşla ortaya konulan “geleneksel değerler”, ne İslam toplumlarının “Batılılaşma” öncesi “geleneksel değerler”i, ne de Batılılaşma döneminin ürünü olan “Batılı değerler”di. Sözkonusu olan “geleneksel değerler” çok uzak bir geçmişten kaynaklanan daha eski ve saf bir değerler dizisinin nostaljik bir şekilde yeniden kabul edilmesiydi. Bu nedenle YIL: (5) 1 – SAYI: 1165 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Fukuyama, İslami fundamentalizm ile Avrupa faşizmi arasında yüzeyselden de öte bir benzerlik olduğunu; Avrupa faşizmi gibi yeni fundamentalizmin de, daha çok en modern ülkelerde kök salmış olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını belirtmektedir (2011: 303). III.2. Medeniyetler Çatışması Öngörüsü Fukuyama ile benzer yaklaşımlara sahip olan ve “Medeniyetler Çatışması” başlıklı kitabıyla, aynı şekilde 1990’lı yılların başından itibaren etkili olan Samuel Huntington’a göre de, 21’inci yüzyıl bir “din” çağı olarak yükselmektedir. Din grupları arasındaki şiddetin tüm dünyada arttığını ifade eden Huntington, insanların coğrafi olarak uzağında bulundukları dindaşlarının yazgısıyla giderek daha fazla ilgilendiğine değinmektedir. Birçok ülkede ulusal kimliğin dinsel çerçevede yeniden tanımlanmasını hedefleyen güçlü hareketler ortaya çıkmıştır. Amerikalılar da, büyük oranda, Hıristiyan bir halk oldukları gerçeğine geri dönmektedirler (2004: 15). Huntington’a göre, “Batı şu an ve gelecekte de, dünyadaki en güçlü medeniyet olarak kalacaktır. Fakat gücü diğer medeniyetlere göre azalmaktadır. Batı değerlerini ileri sürüp çıkarlarını korumaya kalkışınca, Batılı olmayan ülkeler bir seçimle karşı karşıya kalmaktadırlar. Bazıları Batı’yı taklit etmeye ve Batı ile birleşmeye veya “yanında’’ yer almaya çalışmaktadır. Buna karşılık Konfüçyuscu ve İslami toplumlar, Batı’ya karşı direnebilecek “denge”’ oluşturabilmek için, ekonomik ve askeri güçlerini genişletmeye çalışmaktadırlar. Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel ekseni, böylece Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü ve iktidarı arasındaki etkilenmeler olmaktadır” (2013: 27-28). Huntington, “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından yeni bir Türkiye yarattığını ve ülkeyi modernleştirmek, yani Batılılaştırmak için büyük çabalara giriştiğini, bu yola baş koyan Atatürk’ün, ülkenin İslami geçmişini reddederek Türkiye’yi “parçalanmış bir ülke’’ durumuna getirdiğini ileri sürmektedir. (Huntington, 2013: 98) “Parçalanmış ülke” tabiriyle, Türkiye’nin bir yanda dini, gelenek, görenek ve kurumları İslam’a dayanan, ama diğer yanda da ülkeyi Batılılaştırmak, modernleştirmek ve Batı’yla bir yapmak isteyen yönetici elitlere sahip bir ülke olduğunu anlatmak istemektedir. Yirminci yüzyılın 166 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK sonunda dünyada birçok ülke Kemalist seçeneği izlemiştir ve Batılı olmayan kimliklerini Batılı kimlikle değiştirmeye çalışmaktadırlar (Huntington, 2013: 99). Huntington’a göre, bugünün dünyasında medeniyetlerin çekirdek devletleri medeniyetler içerisindeki düzenin ve öbür çekirdek devletler arasında yürütülecek müzakereler yoluyla da medeniyetler arasındaki düzenin kaynakları olacaktır (Huntington, 2013: 226). Ancak, yirminci yüzyılın büyük kısmında hiçbir Müslüman ülke bu rolü üstlenmesine ve gerek öbür İslami devletler tarafından gerek gayri Müslüman ülkeler tarafından İslamın lideri olarak kabul edilip tanınmasına yetecek güce, kültürel ve dilsel meşruluğa sahip olamadı (Huntington, 2013: 261). Huntington, “çekirdek” devlet rolü üstlenebilecek İslami kimliğe sahip altı devletin (Endonezya, Pakistan, Mısır, İran, Suudi Arabistan ve Türkiye) adının geçtiğini; gelgelelim etkin bir çekirdek devlet olmanın gereklerine bugün için bu devletlerin hiçbirinin sahip olmadığını ifade etmektedir. Ancak Türkiye bu potansiyele sahip görünmektedir. O’na göre, Türkiye İslamın çekirdek devleti olmak için gerekli tarihe, nüfusa, orta düzey bir ekonomik gelişmişliğe, ulusal birliğe, askeri yetenek ve geleneğe sahiptir. Gelgelelim, Atatürk’ün Türkiye’yi net bir şekilde laik bir toplum olarak tanımlaması, Türk cumhuriyetinin bu rolü Osmanlı İmparatorluğu’ndan devr almasını önlemiştir. Türkiye, anayasasındaki laiklik ilkesine bağlılığından ötürü OIC (İslam İşbirliği Örgütü)’in kurucu üyesi bile olamamıştır. Türkiye kendisini laik bir ülke olarak tanımladığı sürece, İslamın liderliğine soyunma olanağı yoktur (Huntington, 2013: 263). Bununla birlikte, Türkiye kendisini yeniden tanımladığı takdirde ne olur? Türkiye bir noktada Batı dünyasına üyelik için yalvarıp duran bir dilenci olarak oynadığı hüsran verici ve aşağılayıcı rolden vazgeçip, Batı’nın temel İslami muhatabı ve düşmanı olarak oynadığı çok daha etkileyicı ve onurlu tarihsel rolü yeniden üstlenmeye hazır hale gelebilir (Huntington, 2013: 263). Ama bunu yapabilmek için Atatürk’ün mirasını, Rusya’nın Lenin’in mirasını reddedişinden daha eksiksiz bir şekilde reddetmek zorunda kalacaktır. Böyle bir hamle aynı zamanda, Atatürk kalibresinde bir lideri, Türkiye’yi bölünmüş bir ülke olmaktan çıkarıp çekirdek bir devlet haline getirmek için gerekli siyasal ve dinsel meşruluğu kendisinde toplamış oIan bir lideri gerektirir. (Huntington, 2013:264) YIL: (5) 1 – SAYI: 1167 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Huntington, Japonya’nın yanında Singapur, Tayvan, Suudi Arabistan ve daha az ölçüde olmak üzere İran’ın, Batılı olmadan modern toplumlar olduklarını; İran Şah’ının Kemalist yolu izleme çabasının yoğun Batı-karşıtı bir tepkinin doğmasına neden olmasına rağmen, modernleşme karşıtı bir tepki doğurmadığını ileri sürmektedir (2013: 104). İslam ülkelerindeki Batı eğitimli ve Batı’ya yönelmiş seçkinlere karşı sonuçta halkın harekete geçtiğini ileri süren Huntington, Müslüman köktendinci akımların Müslüman ülkelerde gerçekleştirilmiş az sayıdaki seçimlerde büyük başarılar elde ettiklerini; Cezayir’de ordu 1992 seçimlerini iptal etmeseydi köktendincilerin iktidara geleceklerini ifade etmektedir (2013: 129). Huntington, Müslüman köktendinci hareketlerin Cezayir, İran, Mısır ve Tunus gibi görünürde daha laik ve daha kalkınmış Müslüman ülkelerde daha güçlü olduklarını ve mesajlarını kitlelere yaymada modern iletişim ve örgütsel teknikleri kullanmada çok başarılı olduklarını söylemektedir (2013: 139). Bu ifadeleriyle Huntington, İslami fundamentalizmin görece daha laik ve kalkınmış İslam ülkelerinde daha güçlü olmalarının nedenini, bu ülkelerdeki rejimlerin Batılılaşarak kendi geleneksel değerlerine yabancılaşmalarına ve Müslümanların dinsel gereksinmelerini tam olarak yerine getirememelerine bağlamış gibi görünmektedir. Modern teknikleri kullanmaları da, Batı için aslında ilave bir tehlike anlamına gelmektedir. Bu noktada üretilen çözüm ise, Türkiye örneğinde olduğu gibi, laikliğin ve modernleşmenin getirdiği yabancılaşmanın bir tarafa bırakılması ve İslami köklere bir dönüşün gerçekleştirilmesidir. Böylelikle İslami fundamentalizme kayışın önüne geçilebileceği ve Batı’yla barışık bir “İslam Medeniyeti”nin ortaya çıkacağı düşünülmektedir. Fukuyama ve Huntington’ın İslami fundamentalizmin yükselişi ile ilgili değerlendirmelerinin, ABD’nin karar vericilerinin politikalarında da karşılığını bulduğuna ilişkin işaretler ortaya çıkmıştır. İslami fundamentalizmin panzehiri olarak modernleşmek için, Batılı’ların izlediği yolu izleyen ve sekülerleşen ülkelerde gerçekleşecek rejim değişikliklerinin, radikalleşmenin ve Batı karşıtlığının önüne geçebileceği düşünülmüştür. Huntington’un İslam medeniyeti’nin çekirdek ülkesi olarak düşündüğü ve İslami kökenlerine dönmesi gerektiğini ileri sürdüğü Türkiye’de de, 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra “ılımlı İslamcı” bir partinin iktidara gelmesi, “dünya zamanı”ndaki değişimlere uygun düşmüştür. Mevcut koşullar içinde, kuşkusuz “Arap 168 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK Baharı” ayaklanmalarını da, bu “dünya zamanı” değişimi bağlamında ele almak gerekir. IV. “ARAP BAHARI” AYAKLANMALARI “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç, Tunus’ta üniversiteli işsiz Muhammed Bouazizi’nin, işporta tezgâhı önünde kendisini yakması ve arkasından ortaya çıkan sokak gösterileri ile başlamıştır. Ama daha öncesine gidilirse, WikiLeaks belgelerinde Amerikalı diplomatlar, 23 yıldır iktidarda olan Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali ve eşi Leyla’dan ve ülkedeki yolsuzluk çarkından bahsediyorlardı.3 Belgelerde yer alan yazışma bilgilerinin ortaya çıkması, Tunus’taki siyasal ve toplumsal tepkilerin oluşturulmasında öncü rolü oynamıştır. Bu süreç “Muhammed Bouazizi’ ile simgeleşmiştir. Bin Ali, günler süren sokak hareketleri sonucu, ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. Tunus’un ardından ayaklanmalar Mısır’a sıçramış ve bu iki ülkeyi, Libya ve Yemen takip etmiştir. Suriye’de ise ayaklanmalar kanlı bir iç savaşa dönüştürülmüştür. Tunus ve Mısır’da gösterilerin başladığı zamanlarda “yaşanmakta olan” şeylerle ilgili farklı görüşler ifade edilmiştir. Gösterileri, bazıları büyük bir “İslami Uyanış” olarak açıklamaya çalışırken, bu görüşe katılmayanlar ise, yurttaşlık bilincine sahip kozmopolitan, seküler, demokratik bir jenerasyonun/kuşağın ortaya çıkması ve “demokrasi” talebinde bulunması olarak algılamışlardır. Nitekim Tahrir meydanındaki gösterilerde, Müslüman Kardeşler’le sosyalistler ve liberallerin yan yana protesto gösterilerinde biraraya geldikleri görülmüştür. Mübarek’in devrilmesi sonrasında, Mübarek yönetiminin baskı altında tuttuğu İslamcı hareketler, açıkça faaliyet göstermeye ve hatta “yeni özgürlükler”den faydalanmaya bile başlamışlardır. Ancak, kısa zamanda kendi dinsel görüşlerini, inançlarını ve doğmalarını paylaşmayan insanlarla karşı karşıya gelmekten ve hatta çatışmaktan geri durmamışlardır. Bu çatışma sürecinin ilk kurbanlarından biri de, Mısır’da yaşayan Hristiyanlar olmuştur. Mısırlılar, Gamal Abdel Nasser ve Özgür Subaylar’ın, cumhuriyet kurmak için monarşiyi devirdikleri zaman olan 23 Temmuz 1952 tarihini, o zamandan 3 Yolsuzluk iddialarına ilişkin olarak bkz. “Wikileaks’in İlk Depremi”, (15 Ocak 2011), Hürriyet. YIL: (5) 1 – SAYI: 1169 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- beri her yıl Devrim Günü olarak kutlamaktadırlar. Ancak, Mısırlılar’ın Ocak 2011’den itibaren kutlayabilecekleri yeni bir devrim günleri daha olmuştur. 25 Ocak 2011’de başlayan protesto gösterileri, 30 yıldır iktidarda olan Hüsni Mübarek’ın, 11 Şubat’ta görevinden istifa etmesine yol açmıştır. Mubarak’ın istifasında protestoların giderek artmasının yanı sıra, Mısır ordusunun tavrının önemli rolü olmuştur. Daha fazla şiddetin, ordunun meşruiyetine ve etkinliğine zarar vermesinden çekinen Mısır Ordusu, Mübarek’le arasına mesafe koymuş ve onu iktidarı bırakmaya zorlamıştır (Shebata, 2011: 26). Mısır’daki protestoların patlak vermesinin tetikleyicisi ise, Ocak 2011 ortasında Tunus’ta gerçekleşen “Yasemin Devrimi”dir. Ama protestolara yol açan nedenleri, Mısır’ın siyasal ve toplumsal yapısında biriken sorunlarda aramak daha doğru olacaktır. Mübarek’in düşmesi, özellikle üç faktörün sonucudur: Yolsuzluğun ve ekonomik dışlanmışlık yoğunluğunun artması, gençliğin yabancılaşması ve 2010 seçimleri sırasında halefiyet sorunu konusunda yaşanan Mısır eliti arasındaki bölünmeler (Shebata, 2011: 26). Mübarak’in istifa etmesine karşın, ordu ve devlet bürokrasisi, takip eden aylarda Mısır’ın siyasal geçiş sürecinin koşullarını belirlemeye ve kontrol altında tutmaya devam etmiştir. Ancak Mısır’daki en organize hareket olan Müslüman Kardeşler örgütünün seçimlerden zaferle çıkması, 25 Ocak 2011’de başlayan protesto hareketlerinin itici gücü olan seküler ve gençlik hareketlerinin marjinalleşmesine yol açmıştır. Bu aşamada “demokrasi” ve “özgürlük” adına başlatılan protestolar sürecinin kazananları siyasal İslamcılar olmuştur. Libya’da ayaklanma başladığı zaman Albay Muammer Kaddafi, “fareler” diye nitelendirdiği isyancıların hakkından geleceğini söylemiştir. Ancak NATO’nun hava operasyonlarını başlatması, isyancıların durumunu çok güçlendirmiştir. Başkent Trablus’un isyancıların eline geçmesinden ve isyancıların oluşturduğu Ulusal Geçiş Konseyi’nin duruma hâkim olmasından sonra dahi, Kaddafi doğduğu Sirte kentinde direnişini sürdürmüştür. 20 Ekim 2011’de, ağır maddi-manevi saldırıya maruz kalarak vurulup öldürülmesiyle Kaddafi’nin Libya’daki 42 yıllık iktidarı da sona ermiştir. Yemen’de ise, Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ülkesini terketmek zorunda kalmıştır. Suriye rejimine karşı muhalif grupların silahlandırılması ve örgütlenmesi yoluyla yürütülen Suriye iç savaşı, korkutucu bir kaotik ortama doğru bölgeyi sürüklemiştir. Üstelik mezhepsel farklılıkların ön plana çıkarılması, tüm bölge ülkeleri için yeni kırılma noktaları anlamını taşımaktadır. Çetin Yiğenoğlu’nun 20 Şubat 2008’de Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazı dizisinde, Şam’da 170 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK gördüğü kadınlardaki farklı giyim tarzlarına karşın, toplumda bir dindarlaşma yarışının olduğu ifade ediliyor ve İslamcı yapılanmaların önünün nasıl açıldığından bahsediliyor.4 Hatırlanacak olursa, Suriye eski Devlet Başkanı Hafız Esad, 1982’de Müslüman Kardeşler örgütünün ayaklanmasını, 25 bin kadar Müslüman Kardeşler örgütü üyesinin öldürülmesi sonucunda bastırmayı başarmıştır. Ancak, Esad, radikal İslama karşı ılımlı İslamı desteklemeyi, kendi politikasının ana teması olarak benimsedi. Devlet eliyle medrese ve din okulları açtı. Yiğenoğlu’nun verdiği bilgilere göre, “18 milyon nüfuslu bir ülkede cami sayısı 80 bini aşmış durumda... Camilerin yanı sıra, 130’a yakını Hafız Esad adını taşıyan 600’ü aşkın Kuran kursu açıldı, 22 ilahiyat fakültesi ve İslam enstitüsü kuruldu. 80’i aşkın dini kültür merkezinin yanı sıra, 600 dolayındaki derneğin yarısını din eksenli örgütlenmeler oluşturuyor.”5 Böylelikle Suriye’de, İslamcı yapılanmaların gelişmesi için devlet eliyle uygun bir toplumsal ortam yaratılmış oldu. Şaşırtıcı bir benzerlik içinde, ABD’den yükselen sesler de, ancak bir “ılımlı” İslam anlayışı sayesinde ABD karşıtı İslami fundamentalizmin yükselişinin önüne geçilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Suriye’deki ayaklanmanın nihai sonucunun ne olacağını öngörebilmek bir hayli zor görünmekle birlikte, ayaklanmanın başladığı ilk zamanlardan bugüne kadar geçen süre içerisinde Batılı ülkeler ve ayaklanmayı destekleyen, hatta örgütleyen Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi bölge ülkeleri karşılarında kolay lokma olabilecek bir rejimin bulunmadığını anlamış oldular. Anladıkları başka bir şey de, rejimin halk tarafından kolay kolay terk edilmeyeceğidir. Destek verdikleri ve hatta oluşturdukları “muhalefet” olarak nitelendirilen gruplar, Suriye içinde etkili bir güç haline gelememişlerdir. Aksine Suriye, El-Kaide gibi radikal dinci örgütlerin militanlarının toplandıkları ve zalimce öldürme eylemleri gerçekleştirdikleri bir coğrafi alan haline dönüşmeye başlamıştır. Bunun ötesinde Suriye’deki mevcut seküler rejim, uluslararası alandaki güç mücadelesinin eylemli olarak gösterildiği bir alan olmuştur. Suriye’deki iktidar mücadelesi, sadece Suriye rejimi ve muhalifleri arasındaki bir mücadele olmaktan çıkmış, artık ABD ve müttefikleri ile Rusya, Çin ve İran’ın başını çektiği bir başka müttefikler grubunun güç mücadelesine dönüşmüştür. 4 5 Bkz. Çetin Yiğenoğlu, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’ Diyorlar”, (20 Şubat 2008), Cumhuriyet. Çetin Yiğenoğlu, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’ Diyorlar”, (20 Şubat 2008), Cumhuriyet. YIL: (5) 1 – SAYI: 1171 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- IV. 1. Ayaklanmaların Yaşandığı Ülkelerin Ortak Özellikleri “Arap Baharı” olarak adlandırılan ayaklanmaların/protestoların yaşandığı ülkelerin otoriter/baskıcı rejimlere sahip oldukları ileri sürülmüştür. Bunun dışında, ifade edilmesi gereken bir başka ortak özellikleri de, İslamcı örgütleri baskı altında tutmaları ve nispeten seküler bir devlet düzenine sahip olmalarıdır. Bu ülkelerdeki muhalefet gruplarının ortak noktası hepsinin demokrasi talebinde bulunmalarıdır. Batı’lı ülkeler ve onların Ortadoğu’daki müttefikleri konumunda olan Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler demokrasi ve özgürlük adına ayaklanmaları desteklemişlerdir. İnternet medyası ve uluslararası haber ajansları da, ayaklananların demokrasi taleplerini uluslararası kamuoyu nezninde meşrulaştırmaya çalışmışlardır. İsyancıların müttefikleri, demokrasi ve özgürlük savunucusu uluslararası kamuoyu, Batılı ülkeler ve hatta kendi ülkelerinde demokrasi kusurları bulunan bölge ülkeleri bile, görünürde demokrasi arzulayan bu kitleleri desteklemiştir. Dikkat çeken hususlardan biri, Ortadoğu’da rejim değişikliği yaşanan ülke liderlerinin/rejimlerinin, aynı zamanda 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD’nin terörle savaşımına destek veren ülkeler olmasıdır. ABD’nin terörle mücadele yetkilileri, Tunus ve Mısır gibi ülkelerin terörizme karşı agresif çabalarını ve ABD’yle işbirliği yapmalarını uzun zaman övgüyle karşılamışlardır (Byman, 2011: 50); hatta Libya lideri Muammer Kaddafi bile, 11 Eylül saldırılarından sonra El-Kaide’ye karşı savaşımında ABD’nin yanında olmuştur. Nitekim Kaddafi, Mısır’daki devrimin arkasından Libya’da karışıklıklarla karşılaştığında, Libyalıları, “Bin Laden’e kanmamaları” konusunda ikaz ederek, El-Kaide’nin gösterilerin arkasındaki güç olduğunu bile açıklamıştır (Byman, 2011: 50). Fakat, ABD ve medya, ayaklanmaları, baskıcı/otoriter rejimlere karşı “demokrasi” arayışı olarak göstermeyi tercih etmiştir. Aslında özellikle Tunus ve Mısır’daki gösterilere bakıldığında, İslamcı fundamentalistlerin en azından ilk ayaklanma dönemlerinde göz önünde olmadıkları görülmektedir. Göz önünde olanlar daha çok, Batılı bir görünüme sahip olan liberal ve sol çevrelerdir. Halkının çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında Türkiye, net ve açık bir şekilde laik bir rejime sahip olduğunu ifade eden tek ülkedir. Arap dünyasının en laik ülkesi Tunus’taki ‘laikimsi’ düzen, din ve devlet ayrılığı ilkesinden ziyade dinin modernleştirilmesi veya modernleşmenin dinileştirilmesi üzerine 172 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK kurulmuştur6. İslamcı hareketlere karşı en keskin tavrı takınan ülkelerden birisi Tunus olmuştur. Tunus, İslamcı hareketleri rejime tehdit olarak algılamış ve özellikle komşu ülke Cezayir’de yükselen FIS (İslami Selamet Cephesi) hareketinin etkisini kırmak istemiştir. Siyasal İslamcılara karşı sert tedbirler almış olan ülkelerden birisi de Suriye’dir. Bütün bu ülkeler, toplumun İslami fundamentalist hareketlere kaymasından endişe etmişlerdir. Gelişmeler bu endişelerinin kurgusal endişeler olmadığını göstermiştir. Türkiye’nin kendisi de siyasal İslamcı bir gelenekten gelen eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Mart 2012’de Tunus’a yaptığı ziyarette; “Diktanın devrilmesi biraz daha gecikseydi, Selefilik gibi aşırı akımlar bugün çok daha güçlü olacaklardı. Demokrasi olmasın dersen, Selefiler gibi akımları radikalize edersin. Alternatifler olduğu sürece radikalizm kazanamaz.” 7 şeklindeki sözleri “Arap Baharı”nın kurgusal arka planı hakkında net bir fikir vermektedir. Burada radikalleşmeye yönelişin önünün kesilmesi temel amaç olarak ortaya çıkmaktadır. Ama bu kuramın gerçeklikle örtüşüp örtüşmediği üzerinde çalışılması gerekmektedir. Aksine siyasal İslamcı partilerin iktidarda olduğu ülkelerde, İslami fundamentalist hareketler daha rahat örgütlenme, faaliyette bulunma ve tabanlarını genişletme olanağı bulabilmektedirler. IV. 2. Siyasal İslam Konusunda ABD’nin Yanılgısı ABD’ye göre, El-Kaide ve benzeri Batı-karşıtı İslamcı örgütler, sadece silahlı militanları nedeniyle değil, aynı zamanda baskıcı/otoriter rejimler altında yaşayan Müslüman halkın, bu örgütlerin şiddet çağrılarına kulak vermeleri nedeniyle de tehlikelidirler. Arap ülkelerinde baskıcı/otoriter liderler hüküm sürdüğü sürece, El-Kaide ve benzeri örgütler, halktan destek almaya ve güçlenmeye devam edeceklerdir. Daniel Byman, “Mübarek gibi diktatörler, demokrasi yanlısı protestocuların baskısı nedeniyle devrildikleri zaman, mamafih, El-Kaide en iyi eleman bulma argümanını kaybedecektir: Baskıcı Arap hükümetleri vatandaşları üzerinde baskı uygulamaktadır. Daha az baskıcı liderlerin yükselişi El Kaide propagandistlerini bu değerli argümandan mahrum bırakacaktır” (Byman, 2011:49) demektedir. Byman’a göre, “gerçek demokrasi Bin Laden ve takipçileri için özel bir darbe olacaktır” 6 7 Nuray Mert, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal. Hasan Cemal, “Tunus Millet Meclisi’nde Bayraklı Gösteri”, (10 Mart 2012), Milliyet. YIL: (5) 1 – SAYI: 1173 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ve “Orta Doğu’da boydan boya özgür bir basın, serbest seçimler ve sivil özgürlüklere doğru olası hareket, El-Kaide dogmasının en az kullandığı kısmını gündeme getirecektir: Demokrasi düşmanlığı” (Byman, 2011: 49); yani İslami fundamentalizmin güçlenmesinin önüne “demokrasi” ile geçilebileceği sanılmaktadır. Demokrasi talep eden güçlü muhalefet gruplarının ideolojik olarak nasıl bir siyasal rejim ve toplum oluşturmak istediklerine bakıldığı zaman, Batılı anlamda bir demokrasi yerine, dinsel kurallara dayalı bir siyasal rejim ve toplum inşa etmek istedikleri görülmektedir. “1966’da idam edilen büyük düşünür Seyyit Kutub’a göre, Cihat hakiki müminin dinsiz Cahiliye düzeninden kopmasını sağlayan bütün pratikleri kapsıyor, kişinin Kuran’a dayalı tefekküründen silahlı mücadeleye kadar uzanıyordu” (Bayart, 1999: 97). Bayart’ın da yer verdiği gibi, dünya üzerinde Allah’ın hükümranlığını kurmak, insanlarınkini kaldırmak, iktidarı onu kötüye kullanan takipçilerinden alıp sadece Allah’a vermek, yetkiyi sadece tanrısal yasaya (şeriatullah) vermek ve insan tarafından yaratılan yasaları kaldırmak... tüm bunlar dua ve nutuklarla yapılamaz (1999: 97). Ancak pragmatist nedenlerle, Batılı kamuoyları tarafından da sempatiyle karşılanan “demokrasi” kavramı sloganlaştırılmıştır. Oysa gerçek ideolojik kimlikleri araştırıldığı zaman, isyancıların epeyce bir kısmının, silahlı mücadele yürüten İslamcı militanlar oldukları ortaya çıkmaktadır. Örneğin, Libyalı isyancıların büyük bir bileşenini, içlerinde bazılarının Irak’ta ABD güçlerine karşı savaşmış olduğu, genelde şiddet yanlısı İslamcıların oluşturduğu görülmektedir. Suriye devriminin bileşenlerine de, İslamcılar tarafından öncülük edildiği endişesi vardır ve Mısır devlet başkanı Mübarek’in devrilmesinin Müslüman Kardeşler’in daha fazla güç kazanmasına yol açacağına kuşku yoktur (Smith, 2011: 4). ABD’nin görünürdeki beklentisi ve bu bağlamdaki yanılgısı, dinsel dogmalarla zihinleri şekillendirilmiş olan insanların, demokratik ve özgür bir toplum inşa edebileceklerini düşünmesi olmuştur. Ancak daha derin bir sondaj yapıldığında, ABD’nin bölgedeki ve İslam dünyasındaki demokratik toplum projesinin de, gerçekte ılımlı İslam demokrasisi ile sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim ABD’nin beklentisinin aksine, “Arap Baharı” yaşanan ülkelerde, İslami fundamentalizm daha da güçlenmiştir. Dahası siyasal İslamcı partilerin güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri ile birlikte, yeni bir İsrail-Arap savaşı olasılığı bile, tasavvur edilebilir hale gelmiştir. Oysaki 174 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK İslamcılar arasındaki farklılık sadece, Mahmud Hamdani’nin deyimi ile Batı ile işbirliği yapan ‘iyi Müslüman’ ve yapmayan ‘kötü Müslüman’ arasındadır8. Arap ülkelerinin halklarının ağırlıklı olarak mezheplerine göre Sünni ve Şii olarak adlandırıldıkları ve içyapılarında mezhepsel çatışmaların arttığı görülmeye başlanmıştır. Toplumsal sempati veya antipati, ayaklananların demokrasi taleplerinden ziyade mezhepsel talepler olarak konumlandırılmıştır. ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgali ve sonrasında merkezi yönetimin Şii ağırlıklı oluşması, mezhepsel kimliklerin öne çıkmasına yol açmış ve mezhepler arası çatışmaları arttırmıştır. Sonuç olarak, “Arap Baharı” bir iç savaşlar serisidir, mezhep ve kabile çatışmalarıdır ve sadece siyasal elitler ve halk arasında değil, aynı zamanda belli rejimlerin kendi içindeki bölünmeleridir (Smith, 2011:56). Nitekim “devrim”lere ve “karşı devrim”lere yol açan önemli bir nedenin, yani mevcut rejimin gücünün zayıflaması ve bununla beraber farklı toplumsal/ sınıfsal kesimlerin taleplerine cevap verememesinin kızıştırdığı meşruiyet krizinin, “Arap Baharı” ayaklanmalarında da mevcut olduğu anlaşılmaktadır. ABD bir taraftan radikal İslamcılarla savaş yürütürken, diğer taraftan da otoriter rejimlerin yerini almaya başlayan İslamcı hareketlerin “demokrasi” adına destekleyicisi olmuştur. ABD ve müttefiklerinin ayaklanmaları desteklemeleri ve ayaklanmaların başladığı dönemde Amerikan karşıtı bir dalganın ortaya çıkmaması, oluşan İslamcı hükümetlerin ABD’yle paralel bir dış politikayı uygulayacakları veya İsrail’e karşı olan tutumlarını değiştirecekleri anlamına gelmemiştir. ABD, bu grupların demokrasi, çoğulculuk ve kadın haklarına saygı göstereceklerini öngörmüş olabilir. Fakat ABD’yi reel olarak korkutan şey, bu gibi grupların izleyebilecekleri dış politika seçenekleridir (Hamid, 2011: 40). ABD, İslamcı grupların, Batı’nın önemli çıkarlarına saygı göstermelerini ve İsrail-Arap barış görüşmeleri, İran politikası ve terörizmle mücadelesinde yanında olmalarını istemiştir. Ancak “ılımlı İslamcılar”ın güç kazandıkça, ABD’nin beklentilerinin aksi istikamette bir rotaya yöneldikleri görülmeye başlanmıştır. İslamcı partilerin demokrasiye bağlılık taahhütlerinde bulunmaları, onlar için taktiksel bir seçim olmaktadır. Çünkü demokrasi ve dinsel dogmalara dayalı ideolojileri arasında seçim yapabilmeleri veya dinsel dogmalarla demokrasiyi bağdaştırabilmeleri pek olanaklı değildir. Nitekim Batılı 8 Nuray Mert, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal. YIL: (5) 1 – SAYI: 1175 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ülkelerdeki tarihsel sürece bakıldığı zaman, dinsel dogmaların dünveyi iktidar alanından uzaklaştırılmasının bir sonucu olarak modern ulus devletlerin ve demokrasilerin doğduğu/geliştiği görülmektedir. Bu nedenle ABD’nin, siyasal İslamcı partileri Ortadoğu’ya “demokrasi”yi getirecek olan aktörler olarak görmesi, ciddi bir öngörüsüzlüğe ve tarihsel gelişim seyri bakımından ciddi bir yanılgıya işaret etmektedir. V. “AYDINLANMA” VE “DİN” Max Horkheimer (2002: 70); “akıl kavramı ne kadar güçten düşerse, ideolojik manipülasyona, hatta en kaba yalanların yayılmasına o kadar elverişli duruma gelir. Aydınlanmanın ilerlemesiyle nesnel akıl düşüncesi, dogmatizm ve boş inançlar dağılıp gider; ama çoğu zaman gelişmeden en kazançlı çıkan gericilik ve cehalet savunucuları olur” demektedir. Çünkü “Akıl” insanları yanlış yerlere götürebilir. Akıl, Horkheimer’in ifade ettiği gibi “…gericiliğe de bir ideoloji kazandırabilir, ilerleme ve devrime de” (2002: 70). Örneğin zencilerin köle yapılması “adil, akıllıca ve yararlı” “bir doğa takdiri” olarak nitelendirilebilirdi (Horkheimer, 2002: 70). Ortaçağ döneminin toplumsal ve ekonomik koşulları içinde son derece akıllıca bir çerçeveye oturtulabilecek olan bir durum, 21. yüzyılda insanlığın gelmiş olduğu noktada rasyonelleştirilmeye çalışılırsa, akıldışı ve gerici bir yaklaşım tarzı olacaktır. İnsanlık tarihi bunun çok sayıda örnekleri ile doludur. İnsanlar tarih boyunca hem doğa ile hem de birbirleri ile mücadele ederek belirlenmişlikleri değiştirmeye çalışmışlar ve zamanı tarih haline dönüştürmüşlerdir. Ancak bu zamanın tarih haline dönüştürülmesi süreci içerisinde, kuşku yok ki insanlık hep ileriye gitmemiştir. Bazı dönemlerde, insanlık yüzyıllara varan ve insanlığı, gelmiş olduğu noktadan daha geri bir insani düzene götüren dönemleri de yaşamak zorunda kalmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, İtalya’da Faşistlerin ve Almanya’da Nazilerin iktidara gelmeleri, bunların uyguladıkları politikalar insanlık açısından büyük bir geriye gidiş anlamına gelmiştir. Adorno ve Horkheimer, o dönemde yayımladıkları Aydınlanmanın Diyalektiği adlı kitaplarında, “insanoğlu neden gerçek bir insanlık durumuna girmektense, yeni bir tür barbarlığın içine batıyor?” sorusunu irdelemişlerdir (Booth, 2012: 65). Almanya gibi medeni bir devlet -örneğin Kant, Beethoven ve Goethe’nin ülkesi- insanları gazla öldürmek için fabrikalar inşa edebiliyorsa, tarihteki ilerleme fikrinin nasıl olur da bir anlamı olurdu (Booth, 176 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK 2012: 146). Benzer şekilde, Soğuk Savaş sonrasında İslami fundamentalizmin gelişmesi ve yaygınlaşması da, tarihteki ilerlemenin mutlak surette ileriye doğru olmadığının bir işareti olmuştur. Dinselliğin küresel olarak yeniden yaşam alanları bulduğu ve dinin günümüzde yeniden önemsenmeye başlandığı bir realitedir. Aydınlanmanın bir sonucu olarak din, geçen son yüzyıllarda devlet ve toplumsal yaşamın belirleyicisi olmaktan uzaklaştırılmıştı. Arif Dirlik’in ifade ettiği gibi “aslına bakarsanız, dinin hep hayatta olduğu ve heryerde gündelik hayat düzeyini zaten belirliyor olduğu ve sadece “aydınlanmışların” onu görünmez kılmaya çalıştığını ileri sürmek olasıdır (2006: 154). Gündelik yaşam pratikleri ve güncel siyasetin de gösterdiği üzere, dinin siyasal bir ideoloji olarak varlığını göz ardı etmemek gerekir. Bununla birlikte, bir din olarak İslam’ı “aydınlanma”nın ve modernleşmenin önünde engel sayarak kurgulamak hatalı bir yaklaşımdır. Dinleri, hem bir olgu olarak, hem de kimliklerin oluşumunda önemli bir olgu olarak ele almak gerekmektedir. Amin Maalouf ise, “Müslüman dünyasının, zorunlu modernleşmenin getirdiği ikileme hiç düşünmeden vereceği cevabın radikal İslam olmadığı bilinmelidir. Bu tavır uzun zaman, çok uzun zaman, son derece azınlıkta kalan, çok küçük grupları etkileyen, önemsiz denmese de, marjinal bir tavır olarak kaldı. Akdenizli Müslüman dünyası din adına değil, ulus adına yönetildi. Ülkeleri bağımsızlığa götürenler milliyetçilerdi; onlar vatanın babaları oldular, daha sonra onlarca yıl dizginleri ellerinde tutan onlardı ve bütün bakışlar beklentilerle, umutla onlara yönelmişti. Hepsi Atatürk kadar / açıkça laik ve modernlik yanlısı değildi, ama dayanak noktaları hiçbir zaman, bir bakıma bir yana attıkları din olmamıştı” demektedir (2008: 69-70). Maalouf, Nasır’ı örnek göstermekte ve 1956’dan itibaren Mısır Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir saygınlığa sahip olduğunu bugün hayal etmenin bile zor olduğunu” belirtmektedir: “Aden’den Kazablanka’ya her yerde fotoğrafları vardı, gençler, hatta daha yaşlılar onun ismini anarak ant içiyor, hoparlörlerden onun şerefine çalınan marşlar yükseliyor ve o ardı arkası kesilmeyen söylevlerinden birine başladığında, insanlar iki saat, üç saat, dört saat bıkmamacasına transistörlü radyoların başına üşüşüyorlardı. Nasır, halk için bir ilah, bir tapınma aracıydı. Yakın tarihte benzer durumlar aradıysam da, hiç bulamadım. Böylesine bir yoğunlukla ve aynı zamanda bu kadar ülkeye birden yayılan hiç kimse yok. Her halükârda Müslüman Arap dünyasında, Nasr sonrasında uzaktan da olsa YIL: (5) 1 – SAYI: 1177 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- bu tarihi olguyu andıran bir olay asla yaşanmamıştır” (Maalouf, 2008: 70). Maalouf, Nasır’ın İslamcıların amansız düşmanı olduğunu, onu öldürmeye kalkıştıklarını, kendisinin de onların başlarından çok kişiyi idam ettirdiğini ve o dönemde, bir İslamcı hareket militanının sokaktaki adamın gözünde Arap ulusunun bir düşmanı ve çoğu zaman da, Batı’nın işbirlikçisi olarak görüldüğünü hatırladığını söylemektedir (2008:70). Peki ne olmuştur da, İslam fundamentalizmi kendisine yayılma ve gelişme olanağı bulabilmiştir? Başta Nasır olmak üzere, milliyetçi yöneticilerin gerek art arda gelen askeri başarısızlıkları, gerekse azgelişmişliğe bağlı sorunları çözmede yetersiz kalmaları sonucunda bir çıkmaza girmeleri, siyasal İslam’ın gelişmesinin toplumsal zeminini oluşturmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesi sonrasında, sosyalizmin de iflasıyla birlikte “dünya zamanı”na da uygun olarak geçmişe dönüş ve din bir tutunum ideolojisi olarak güç kazanmıştır. Buradan çıkarılabilecek sonuç şudur ki insanlığın tarihsel süreç içinde sürekli bir şekilde ilerleyeceğinin hiç bir garantisi yoktur. SONUÇ Friedrich Engels (2003: 185); “hayvanlar dünyasından ayrılan ilk insanlar, her özsel noktada hayvanlar denli, daha az özgür idiler; ama uygarlığın her ilerlemesi, özgürlüğe doğru atılmış bir adımdır” demektedir. Engels, sürtünme ile ateş yakmanın insana, doğanın bir gücü üzerinde ilk kez olarak egemenlik verdiğini ve böylece onu hayvanlar dünyasından kesinlikle ayırdığını ifade etmektedir (2003: 185). Karl Marx ise, “insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine kâbus gibi çöker” demektedir (2002: 13). Jean Jacques Rousseau da (2007: 29)¸“insan özgür doğar, oysa her yanda zincire vurulmuş bir durumda” sözleriyle; benzer koşullamaya işaret etmektedir. Ancak insan, kendisinin içinde bulduğu koşulları kabullenmez ve sürekli bir mücadele ile kendi dışındaki belirlenmişlikleri değiştirmeye ve özgürleşmeye çalışır. İnsanın özgürlüğünden vazgeçmesi demek, insan olma niteliğinden, insanlık haklarından, hatta ödevlerinden vazgeçmesi demektir (Rousseau, 2007: 39). Yaşanan süreç bir kez daha göstermiştir ki, karşı-devrimler, insanları gerçekte özgürlüklerinden vazgeçirmekte ve onları 178 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK metalaştırmaktadır. Hâlbuki bugünün yaşayanları, kendilerinden sonraki nesil için mevcut olandan daha iyi şartlar oluşturmak yönünde uğraş vermelidir. Bu uğraşın bir sonu yoktur. Tarih ilerlemeye devam etmektedir, ama “dünya zamanı”ndaki değişme ve yayılmalara göre yönü şekillenmektedir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Fukuyama’nın ifade ettiği gibi tarihin sonu/liberal demokrasilerin nihai zaferi anlamına gelmedi. Örneğin din, dünya ölçeğinde bir geridönüş yaptı; aynı şekilde, onun yayılmacı mezhepleri arasındaki kan davası ve onların laiklikle mücadeleleri de devam etti (Booth, 2012: 495). Evet, Booth’un da işaret ettiği gibi, Soğuk Savaş’ın sonunda yapılan bütün öngörüler içinde en kusurlu olanı, muhakkak ki ideolojik mücadelelerin tarihin çöp sepetine atıldığı inancıdır. Bu yeni fikirler çağında, yeşeren şeyin evrensel özgürleşmenin tohumlarından ziyade, “akıldışılık” ve “gericilik” olduğuna” tanık olmak zorunda kalındı (2012: 495-496). Booth, akıldışılığın hâkim gelmesine izin verilirse, sonucun hiç şüphesiz bir medeniyetler çatışması olabileceğini ifade etmekle birlikte, O’nun kastettiği çatışma, Samuel Huntington’ın kuramındaki gibi, “Medeniyetler” arasında olmaktan ziyade, Edward Said’in dediği biçimde, bir “Cehalet Çatışması”dır (2012: 497). Dinsel inançlar siyasete karıştığı zaman, akıldışılık ve gericilik belirleyici olmaya başlayacak, mevcut sorunlara çözüm, dinsel dogmalarda ve geçmişteki ideal bir düzen kurgusunda aranacaktır. Eğer böyle koşullarda ekonomik çöküş ortaya çıkarsa, giderek artan sayıda insanın iş ve güvenlik kaybından korkmaya başlaması, dahası gündelik politikanın işlerine yaramadığına olan inançlarının artması, totaliter değerlerin yükselişi için güçlü bir tetikleyici olabilmektedir (Booth, 2012: 500). Faşizme kayış çok hızlı bir seyir izleyebilmekte, Hitler’in 1932-1933’teki hızlı yükselişi, (on yıl önceki hareketinin çöküşünü takiben) toplumsal-siyasal durumların ne kadar hızlı değişebileceğine ve bir sene once olası görünmeyen bir şeyin, bir sene sonra muhtemel hale geldiğine dair faydalı bir hatırlatmadır (Booth, 2012: 500). Booth’un ifade ettiği gibi, Mussolini ve Hitler’in kişiliklerinde simgeleşen ve “melun”lukları içinde barındıran bir kelime olması nedeniyle, bugün siyasi gruplar artık kendilerini faşist olarak tanımlamak konusunda hiç hevesli değillerdir (2012: 501). Ama Fukuyama ve Booth’un Avrupa’daki faşizm ile İslami fundamentalizm arasında bir benzerlik kurmuş olmaları ise, bir hayli dikkat çekmektedir. Booth, Avrupa dışında faşizm fikrinin tartışıldığı ikinci alanın İslami dünyaya odaklandığından bahisle, özellikle, teröre karşı savaş genişleyip yayıldıkça ve 2003 yılındaki Irak savaşı bir şiddet ve terörizm YIL: (5) 1 – SAYI: 1179 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- dalgasına yol açınca, faşizm suçlamasının küresel İslami cemaat içindeki aşırı eğilimlere yönelik hale getirildiğine dikkatleri çekmektedir (Booth, 2012: 504). Burada “aşırı eğilimler” ile “aşırı olmayan eğilimler” arasındaki toplumsal anlayış ve devlet düzenine bakış açıları arasındaki farkın, pek de belirgin olmadığının ifade edilmesi de gerekmektedir. İnsanlığın tarihsel gelişim seyrine bakıldığı zaman, devlet düzenlerinin ve toplumsal kuralların “dinsel” dogmalarla belirlendiği siyasal rejimlerin yerine, dünyevi/seküler kuralların ve insan ürünü ideolojilerin belirleyici olduğu siyasal rejimleri tesis eden ayaklanmalar, “devrim” kavramı ile ifade edilmektedir. Bu yaklaşım tarzının en önemli örneğini, 1789 Fransız Devrimi teşkil etmektedir. Bunun karşısındaki, en önemli örnek 1979 İran devriminde olduğu gibi, “dinsel” dogmaların devlet düzenini ve toplumsal düzeni belirlemeye başladığı devrimlerin ise, “karşı devrim” olarak adlandırılması gerekmektedir. “Karşı devrim” insanın doğa karşısında ve birbiriyle mücadele ederek ulaşmış olduğu ileri konumundan, geçmişte kalmış bir düzene doğru evrilmesi olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda ele alındığında İngiliz, Amerikan, Fransız, Rus, Türk ve Çin devrimleri ilerici büyük devrimler, İtalya’daki Faşist ve Almanya’daki Nazi devrimleri ile İran İslam Devrimi karşı-devrimler olarak nitelendirilebilir. “Arap Baharı”nı hazırlayan süreci ve sonuçlarını insanlığın tarihsel gelişim seyri bakımından ele aldığımız ve “dünya zamanı” içindeki değişimle bütünlükleştirdiğimizde, “Arap Baharı” ayaklanmalarını, “karşı-devrim” olarak nitelendirmek gerektiği aşikâr hale gelmektedir. 180 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK KAYNAKÇA BAYART, Jean –François (1999), Kimlik Yanılsaması, çev.: Mehmet Moralı, İstanbul: Metis Yayınları. BONWICK, Colin (2003), “Amerikan Devrimi 1763-91”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 94-117. BOOTH, Ken (2012), Dünya Güvenliği Kuramı, çev.: Çağdaş Üngör, İstanbul: Küre Yayınları. BREUILLY, John (2003), “1848 Devrimleri”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 142-169. BYMAN, Daniel (2011), “Terrorism After the Revolutions”, Foreign Affairs, 90(3), 48–54. CEMAL, Hasan, “Tunus Millet Meclisi’nde Bayraklı Gösteri”, (10 Mart 2012), Milliyet. DİRLİK, Arif (2006), ““Buradan Nereye Gidiyoruz?” Marksizm, Modernite ve Postkolonyal İncelemeler””, Global Modernite ve Sosyalizm: Üçüncü Dünya Hayaleti, Globalizasyon ve Çin Halk Cumhuriyeti, Ali Şimşek (ed.), çev.: Veysel Batmaz, İstanbul: Salyangoz Yayınları. ENGELS, Friedrich (2003), Anti – Dühring, çev.: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları. FUKUYAMA, Francis (2011), Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev.: Zülfü Dicleli, İstanbul: Profil Yayıncılık. GRIFFIN, Roger (2003), “Sağdan Devrim: Faşizm”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 231-249. HAMİD, Shadi (2011), “The Rise of the Islamists,” Foreign Affairs, 90(3), 40-47. YIL: (5) 1 – SAYI: 1181 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- HOBBES, Thomas (2010), Leviathan, çev.: Semih Lim, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. HORKHEIMER, Max (2002), Akıl Tutulması, çev.: Orhan Koçak, İstanbul: Metis Yayınları. HUNTINGTON, Samuel P. (2002), “ABD Ulusal Çıkarlarını Yitirirken,” Medeniyetler Çatışması, Murat Yılmaz (ed.), İstanbul: Vadi Yayınları, 157162. HUNTINGTON, Samuel P. (2004), Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı, çev.: Aytül Özer, İstanbul: CSA Global Yayın Ajansı. HUNTINGTON, Samuel P. (2013), Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Çev.: Mehmet Turhan ve Y.Z. Cem Soydemir, İstanbul: Okuyan Us. KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, İkinci Baskı, Anakara: Divan Kitap Yayınları. LENİN, Vladimir İ. (2010), Bolşevikler ve Proletarya Diktatörlüğü, çev.: Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora Kitaplığı. LENİN, Vladimir İ. (2010), Sovyet İktidarı ve Dünya Devrimi, çev.: Ferit Burak Aydar, İstanbul: Agora Kitaplığı. MAALOUF, Amin (2008), Ölümcül Kimlikler, çev.:Aysel Bora, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. MARX, Karl (2002), Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları. MERT, Nuray, “Ortadoğu’da Din ve Toplum-3: Tunus’un Türkiye’ye En Yakın Ülke Olduğu Ne Kadar Doğru?”, (12 Mart 2008), Radikal. PARKER, David (2003), “Giriş: Devrime İlişkin Yaklaşımlar”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 13-29. PERRIE, Maureen (2003), “Rus Devrimi”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 192-211. 182 OCAK 2015 TARİHSEL GELİŞİM SEYRİ BAKIMINDAN “ARAP BAHARI”NI KONUMLANDIRMAK SKOCPOL, Theda (2004), Devletler ve Toplumsal Devrimler, çev.: S. Erdem Türközü, Ankara: İmge Kitabevi. SHEBATA, Dina (2011), “The Fall of the Pharaoh: How Hosni Mubarak’s Reign Came to an End”, Foreign Affairs, 90 (3), 26-32. SMITH, Lee (2011), “ Middle Eastern Upheavals: Weakening Washington’s Middle East Influence”, Middle East Quarterly, Summer, 3-10. ROUSSEAU, Jean Jacques (2007), Toplum Sözleşmesi, çev.: Alpagut Erenuluğ, İstanbul: Öteki Yayınevi. TÜRK DİL KURUMU (2014), h t t p : / / w w w. t d k . g o v. t r / i n d e x . p h p ? o p t i o n = c o m _ bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5484cca955aef6.57332499, Erişim Tarihi: 08.12.2014. TÜRK DİL KURUMU (2014), http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&view=bts&kategori1 =veritbn&kelimesec=185629, Erişim Tarihi: 08.12.2014. Wikileaks’in İlk Depremi, (15 Ocak 2011), Hürriyet. WRIGLEY, C. J. (2003), “İki Savaş Arası Avrupası’nda Karşı- devrim ve Devrimin ‘Başarısızlığı’”, Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek 15601991, David Parker (ed.), çev.: Kemal İnal, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 212-230 . YİĞENOĞLU, Çetin, “Şam’daki Ortadoğu-3: ‘Türbanlı’ya ‘Hicaplı’ Diyorlar”, (20 Şubat 2008), Cumhuriyet. YIL: (5) 1 – SAYI: 1183 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 184 OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA VURGULARI 9* Tunca ÖZGİŞİ Özet Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte Türk toplumunun hayatında hızlı bir değişim süreci de beraberinde gelmiştir. Bu değişimin dinamiklerinden biri de Osmanlı’nın son dönemlerinden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kalan modernleşme-çağdaşlaşma mirasıdır. Bu miras, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem siyasi, hem de toplumsal dönüşümünün odak noktasını oluşturmaktadır. O dönemde yapılan bütün yeniliklerin kökeninde çağdaşlaşma-modernleşme arzusu yatmaktadır. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle ulusal bağımsızlık adına ciddi bir mücadele verilmiştir. Ardından ulusal egemenlik için gereken çalışmalar yapılmıştır. Cumhuriyet rejimi benimsenmiş ve bireyin devlet yönetimine katılımı ile ulus iradesinin yeni kurulan devlete yön vermesi istenmiştir. Çok partili hayata geçiş denemeleri ile demokratikleşme adına ilk adımlar atılmıştır. Ulusal bir kimlik oluşturmak için kanunlarda önemli değişiklikler yapılmıştır. Kadın yenilik hareketlerinde önemli bir sembol olmuştur. Eğitim alanında geçmişle bağlar tamamen koparılmıştır ve Batılı tarzda okullar açılmıştır. Bütün bunlar yapılırken çağdaşlaşma- modernleşme vurguları her fırsatta dile getirilmiştir. Bu çalışma kapsamında Türkiye’nin çağdaşlaşma politikalarının Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki etkisi ele alınmıştır. Ayrıca o dönemde çağdaşlaşma perspektifinde hangi temalara vurgular yapıldığı anlatılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Çağdaşlaşma, Modernleşme, Erken Cumhuriyet Dönemi, Ulus iradesi, Ulusal Kimlik. * Yrd. Doç. Dr., Yalova Üniversitesi, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1185 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- POLITICAL AND SOCIAL TRANSFORMATION’S AXIS IN THE FIRST YEARS OF THE TURKISH REPUBLIC: MODERNIZATION HIGHLIGHTS Abstract A swift in the life of Turkish society came together with the establishment of the Republic. The root of changes in this period lays in this desire of modernization-rationalization. A serious struggle of national sovereignty takes place. For national sovereignty, the Republic as a regime is adopted. Individual participation to the governance of the State and nations are directly linked with the newly established State. Important amendments are made in the law system in order to create “the” national identity. In the field of education, all ties with history are cut and Western style schools are opened. Women are an important symbols for the Modern State. In the meantime, rationalization-modernisation is mentioned. First steps for democracy are taken with the transition to the multi-party regime. In this study, effects of the policies of Turkey at the foundation years of the Republic are handled. Moreover, themes emphasized in this period are explained. Keywords: Rationalization, Modernisation, Early Republican Period, Will of the Nation, National Identity ОСЬ ПОЛИТИЧЕСКИХ И ОБЩЕСТВЕННЫХ ТРАНСФОРМАЦИЙ В ПЕРВЫЕ ГОДЫ ТУРЕЦКОЙ РЕСПУБЛИКИ : АКЦЕНТЫ МОДЕРНИЗАЦИИ Аннотация Создание республики повлекло за собой процесс резких перемен в жизни турецкого общества. Одним из динамик данных перемен является наследие модернизации ,оставшееся с последних периодов Османской империи к первым годам республики. Это наследие является центром как политической,так и общественной трансформации Турецкой республики. В основе новшеств, введённых в тот период , лежит желание модернизации. Для их реализации в первую очередь велась серьёзная борьба за национальную независимость. Затем было сделано 186 OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... всё необходимое для национального суверенитета. Режим республики был принят, и желалось участие индивида в управлении государством ,и чтобы народная воля определяла вектор вновь образованного государства. С попытками перехода к многопартийной жизни , были сделаны первые шаги для демократизации. Существенные изменения были внесены в законодательство в целях создания национального самосознания. Женщина стала важным символом модернистских движений. В сфере образования были полностью разорваны связи с прошлым и были открыты школы западного стиля. Всё это время акценты на модернизацию постоянно звучали. В этой работе рассмотрено влияние модернистских реформ Турции в годы создания Республики. А также объяснены темы, которые акцентировались в то время в перспективе модернизации. Ключевые слова: Модернизация, Ранний Период Республики, Воля Народа, Национальная Идентичность. MODERNLEŞME, ÇAĞDAŞLAŞMA, BATILILAŞMA KAVRAMLARI ÜZERİNE BİR GİRİŞ Sosyal bilimler literatüründe en çok tartışılan ve farklı tanımlamaların yapıldığı kavramların başında “modernleşme” gelir. Merkezde bir aktör gibi duran ve çevresindeki hemen her öğeyi etkileyen, şekillendiren bir güç olarak modernleşme, önemli bir kavram olarak sürekli gündemdedir. Bu kavram aynı zamanda bir toplumun gitmesi gereken yönü göstermek için kullanılan bir kavramdır. “Modern” kavramının, benzer kavramlarda olduğu gibi tanımlanması oldukça zordur. Bu zorlukla ilgili Demirhan’ın tespiti kayda değerdir; “modernliği tanımlamaya girişmek, sorunlu bir alana dalmaktır; çünkü ne bir harekettir modernlik, ne de bir akım”. Öte yandan modernlik, yalnızca tarihsel bir kesit, belirli bir dönemi ve bu dönemde hakim olan özellikleri betimlemek için kullanılan bir terim ya da kavrayış da değildir. İçinde yaşanılan zamanı, ya da daha doğru bir ifadeyle günümüze ait bir dönemi tanımlama çabasında olan bir bilinç durumudur.1 Modernleşme kavramı, genellikle az gelişmiş ülkelerin, ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel bakımdan, sanayileşmiş ülkeler modelini temel alarak bir değişme göstermeleri anlamında kullanılmaktadır. Bunun da yine 1 Ahmet Demirhan, Modernlik, İstanbul, Ağaç Yayınları, 1992,. s. 11. YIL: (5) 1 – SAYI: 1187 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ideolojik yönüyle beraber, aynı zamanda Habermas’ın ifade ettiği “bitmemiş bir proje”nin tamamlanması çabası ya da süreci olarak algılanmasını doğurmaktadır.2 Ancak bu projenin, dönemsel perspektiflerin nüansları olmakla beraber, çeşitli adlandırmalarla günümüze kadar süregeldiği görülmektedir. Bu projeyi tanımlamak üzere, kimi zaman modernleşme kavramı kullanılırken, kimi zaman Batılılaşma, kimi zaman da çağdaşlaşma kavramları kullanılmıştır. Bu kavramlar (modernleşme /batılılaşma/ çağdaşlaşma kavramları) zaman zaman birbirlerinin yerine eşanlamlı kullanılan, birbirleriyle girift bir ilişki içerisinde bulunan, birbirinden beslenen ve en önemlisi bir sürecin farklı boyutlarına vurgu yapan tanımlamalar olarak da kabul edilmektedir. Modernleşme, çağdaşlaşma ve batılılaşma, hem benzer hem de farklı yönleri olan, birbirleriyle yakın ilişki içinde bulunan kavramlardır. Bu kavramlar, sosyal bilimler alanında da çoğu zaman tanımları, kullanımları karıştırılan konulardandır. Modernleşme/çağdaşlaşma ilişkisini net bir biçimde ortaya koyabilmek için bu kavramlarla ilgili de tanımlar ortaya koyarak bir değerlendirme imkânı aranabilir. Hilmi Ziya Ülken modernliğin ideolojikleşmiş boyutunu da göz önünde bulundurarak; Batı kültürünün, önce ekonomi-siyasi alanda, sonra bütün değerler alanında dünya görüşü olacak kadar genişlediği zaman, onun gelişme hızına ayak uyduramayan başka kültürler için tek yol olarak hedeflendiğini ifade etmektedir.3 Ahmet Oktay modernliği, Giddens ile benzer şekilde, genel olarak, XVII. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimi olarak anlamaktadır. Oktay, modernleşmeyi bilimsel bilgi, endüstrileşme, uzmanlaşma, demokrasi, laiklik düşüncesi ve bireyselleşme eksenleri etrafında toplumsal yaşam alanlarını düzenlemeye yönelik, tarihsel süreci de içine alan henüz tamamlanmamış bir proje olarak değerlendirmektedir.4 Emre Kongar ise modernleşmeyi, farklı boyutların bir toplamı olarak görür. Modernleşme ona göre siyasal, ekonomik, kültürel görüntüleri ile birlikte tüm toplumsal yapının gelişen teknolojiye bağlı olarak endüstrileşmesidir. 2 3 4 188 Jürgen Habermas, The Philosophical Discourses of Modernity, Cambridge, Polity Press,1987. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken Yayınları, 1999, s. 20. Ahmet Oktay, Postmodernist Tahayyüle İtirazlar, Ankara, İnkılap Yayınları, 2000, s. 10. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... Kongar bu kavramı, az gelişmiş ülkeler açısından değerlendirdiğinde, geri kalmış toplumların kendileri ile eşzamanlı olan ileri toplumlara yetişmesi olarak tanımlar. Modernleşme, bir anlamda insanoğlunun genel evrim çizgisi bakımından geri kalmış toplumların, zamanımızda bu çizginin son noktasına gelmiş olan ileri toplumlara yetişmesidir. Yani sorun insanoğlunun gelişmesi yönünden bir ilerleme değil, bir eşitlenme sürecidir. Bu süreç, büyük ölçüde planlı ve programlı bir toplumsal değişme, yani toplumsal güdülenme gerektirir. Çünkü erişilecek hedef bellidir. Bu hedefe nasıl varılacağı, yani toplumun modernleştirilmesi usulleri de açıklığa kavuşturulmuştur. Bununla birlikte geri kalmış bütün ülkeler, bir an evvel ilerlemiş ülkelere yetişmeyi arzulamaktadırlar. Modernleşme sadece güdümlü bir toplumsal değişme değil, bu değişmenin hızlı bir tempo ile de gerçekleştirilmesi arzusunu doğurmaktadır. Bu hızlı ve planlı değişme arzusu modernleşmekte olan bazı ülkelerde devrimlere yol açmaktadır.5 Modernleşme kavramı ile sıkça kullanılan bir diğer kavram çağdaşlaşmadır. Mustafa Erkal’a göre, eski adı muasırlaşma veya asrileşme olan çağdaşlaşma, her konuya iliştirilen bir kavram haline gelmiştir. Çağdaşlaşmayı sık sık dile getirenlerin bundan ne anladıklarını da kavrayabilmek zordur. Çünkü hazmedilmeden, fikir jimnastiği yapılmadan bu ve bu gibi kavramlar ortaya atılmaktadır. Çağdaşlık bir maymuncuk gibi her konuya uydurulmaya çalışılır. O vazgeçilmez bir aydın aksesuarıdır.6 Niyazi Berkes’e göre, Türkiye’nin iki yüzyıl boyunca geçirdiği toplumsal değişimi en iyi karşılayan terim “çağdaşlaşma”dır. Berkes, “çağdaşlaşma” ile “laiklik” terimleri arasında bağlantı kurarak, Türkiye’de iki yüzyıldır gerçeklesen toplumsal değişimi, din-devlet ayrımının gerçekleşmesi ve daha da önemlisi kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtulma süreci olarak ifade eder. Çağdaşlaşma kavramının merkezine laikliği yerleştiren Berkes, kutsal bir anlamda algılanan geleneğin toplumsal dokudan tamamıyla sökülmesi gerekliliğinin üzerinde önemle durmaktadır. Berkes, özellikle çağdaşlaşmaya ve diğer kavramlara bakışının altında din devlet ayrımını odak noktası olarak kabul eden görüşler ortaya koyarak analiz etmeye çalışır. Buradan yola çıkan Berkes, «sekülerleşme» ile «çağdaşlaşma» arasındaki ilişkiyi kesin bir biçimde, «secularism» sözcüğü, çağdaşlaşma sözcüğüne 5 6 Emre Kongar, Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul, Remzi Kitapevi, 1999, s. 240. Mustafa Erkal, Sosyoloji, İstanbul, Der Yayınları, 2000, s. 36. YIL: (5) 1 – SAYI: 1189 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- hem anlam hem köken açısından daha yakındır, «hatta onun tam karşılığıdır» sözleriyle tanımlamıştır.7 Buradan anlaşıldığı üzere modernleşme/çağdaşlaşma kavramları çok geniş bir alana yayılmış değerlendirmelerle kendilerine tarih sahnesinde yer bulmuşlardır. Önemli olan nokta söz konusu kavramların içinin doldurulması ve Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyet Türkiyesine geçiş sürecinde halkı yönlendirmek adına nasıl kullanıldığıdır. CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA ÇAĞDAŞLAŞMA PERSPEKTİFİ Osmanlı Devleti’nin son dönemlerindeki çağdaşlaşma çabalarıyla birlikte görülen toplumsal yapı değişmelerinden beslenip gelen uzun bir sürecin sonucu olarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde çağdaşlaşma çalışmaları devam etmiştir. Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşma hareketleri, ulusçu bir yapı üzerine kurulmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında temel vurgu, Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesini yakalaması, hatta aşması üzerine olmuştur. Bu bir var olma mücadelesi haline getirilmiştir.8 Radikal bir ideolojik değişimin ürünü olan Cumhuriyet Dönemi; siyasal, iktisadî ve sosyal reformlarının niteliği ve sonuçları Osmanlı Devleti döneminde yapılan reformların niteliği ve sonuçlarından çok farklıdır. Öncelikle Cumhuriyet dönüşümünü meydana getirenlere oranla, görece daha sağ olan Jön Türkler, toplumsal düzene ve siyasal yapıya ilişkin tedirginliklerini II. Abdülhamit’in idaresini yıkarak gidermeye çalışmışlardır. Kemalist ideolojinin Jön Türk ideolojisinin özellikle pozitivizm ve halkçılık niteliklerinin uzantısı olduğu görüşünü savunan Türk Tarih araştırmacılarının varlığına karşın, Kemalist ideolojiyi Osmanlı reformist ideolojisinden farklı kılan iki temel unsur bulunmaktadır: İlki devletin dini etkin kılan politikalardan uzaklaştırılması, ikincisi geleneksel siyasal yapıyı tüm kurum ve kuralları ile tasfiye etmesi. Cumhuriyet Dönemi’nde siyasal modernleşme; dinsel, geleneksel otoritelerin yerine laik, ulusal ve tek bir otorite konularak gerçekleştirilirken, toplumsal modernleşme Batı’nın toplumsal kurum ve de kurallarının alınıp uygulanışı ile gerçekleştirilmiştir.9 7 8 9 190 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, YK Yayınları, 2003, s 17-18. Çetin Yetkin, Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 1983, s.137-139. Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1999. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... Şerif Mardin, Türk modernleşmesini ve bu süreci tanımlayan Cumhuriyet dönemi çağdaşlaşma düşüncesini, muasır medeniyetin icaplarını yerine getirmek olarak tanımlanmıştır. Bu hedefe yürürkenki faaliyetleri herhangi bir karşılaştırmaya, iyi-kötü benzetmesine gitmeden bir «değişim/dönüşüm» projesi olarak açıklamaktadır. Bu ele alınışın kapsamlı açılımı, Mardin›in Cumhuriyet›in kuruluş dönemi üzerine yaptığı, Atatürk›ün düşünce dünyası çözümlemelerini de içeren çalışmalarında bulunmaktadır. Mardin›e göre bir «modernite projesi» olarak Türkiye Cumhuriyeti›nin kuruluşu, Osmanlı Devleti›yle bir süreklilik ilişkisi taşır. Yani geçmişin tamamen terk edilip, her şeye yeniden başlanması gibi bir durum söz konusu değildir. Türk modernleşmesi, bu anlamda Osmanlı’nın kalıntılarının tekrar çağa uygun bir şekilde düzenlenmesidir. Ama aynı zamanda bir kopuşu da yaşama geçirir, çünkü Osmanlı Devleti’yle Türkiye Cumhuriyeti arasındaki sınır, yalnız Cumhuriyet›in asıl kurucularının tavırlarının radikalleşmesinde değil; fakat Türkiye Cumhuriyeti›nin tam bir ulus devlet olarak kavramsallaştırılmasında ortaya çıkar.10 Cumhuriyet’in gideceği yönü belirleyecek olan Mustafa Kemal Atatürk, döneminin pek çok aydını gibi Osmanlı toplumunun sorunları ile ilgilenmiştir. Bunun sonucunda Doğu-Batı ayrımını kafasında yapabilmiştir. O öğrencilik yıllarında Fransa Devrimi hakkında bilgiler edinmeye başlamış ve Fransızca öğrenmesi sayesinde de Fransız Devrimi’nin düşünce akımlarını öğrenmiştir. Milli mücadele ile başlayan tarihi dönemeç, Mustafa Kemal Atatürk’ü çökmekte olan Osmanlı Devleti’nin yerine, ulusal değerlere ve çağdaş ilkelere dayanan yeni bir millet devleti kurulması gerektiğini düşünmeye sevk etmiştir.11 Ona göre Batı, bilimsel anlamda ilerleme kaydederken ve üstün duruma gelirken, Osmanlı Devleti ise, gerek onlara karşı kazandığı önceki zaferlerin duygusu ile gerekse de dinsel inanışların saptırılması gibi sebeplerle Batı’dan uzak kalmıştır.12 Buradan yola çıkarak Atatürk’ün, o dönemin güncel düşünceleri ışığında bilimin yol göstericiliğini kendine ilke edindiği söylenebilir. Çağdaşlaşma, Türk toplumu için kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak görülmüştür. Diğer taraftan Lozan’da bağımsızlığını onaylatan yeni Türk Devleti’ni bütün dünyaya, çağdaş nitelikleriyle görmek, çağdaş nitelikleriyle benimsetmek istenilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk bu durumu ana hedef 10 11 12 Şerif Mardin. Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul, İletişim Yay., 2000, s. 65. Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Bas. 1999, s.3. Gürbüz Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, 3. Baskı, Ankara, Turhan Kitapevi, 1986, s.84. YIL: (5) 1 – SAYI: 1191 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- olarak benimsediği için, Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün gayemiz Türkiye’de asri, Batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edip de Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir? sözleriyle, çağdaşlaşma özlemini dile getirmiştir.13 Mardin’e göre, bu yeniden organizede radikal birtakım kararlar da alınmıştır. Modernleşmede esas alınan öğeler, Cumhuriyet’in getirmiş olduğu birtakım yeniliklerdir. Hâkimiyetin millete ait olması, yönetim şeklinin kişiye bağlı olmadığı, demokrasiye dayanan, halkın içinde söz sahibi olduğu bir idare sistemi bu türden yenilikler sayılabilir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti bir kırılmayı temsil eder ve kendi ifadesini, “olmayan bir şey için” (modern ulus, milli kimlik, genel irade) sanki varmış gibi çalışmasında bulur. Mardin’e göre, bu olmayan bir şeye ontolojik bir nitelik vererek modern bir ulus tasarımı ve modernite kavramsallaştırması, kendini açık bir şekilde Atatürk’ün düşünce dünyasında ve bu dünya üzerinde şekillenen Kemalizm’in “reformcu” ve “ütopyacı” gelişme modelinde göstermektedir. Kemalizm hem ütopyacı hem de reformcudur. Ütopyacıdır; çünkü maddi varlığı olmayan bir toplum imgesinden hareketle modern toplum inşasını kendine başlangıç noktası olarak almaktadır. Aynı zamanda reformcudur da; çünkü kavramsallaştırma düzeyinde istenen ve bir tasarım, bir tasavvur olan toplum anlayışının yaşama geçmesini, toplumsal değişim olarak tanımlar.14 Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’nin Batı’ya yönelen dış politikası, kültür alanında Batı ile bağlar kurularak yürütülmüştür. Milli Mücadele’de Batılı devletlere karşı kazanılan zaferlerin Türk milliyetçiliğine kazandırdığı psikolojik güven duygusu sayesinde Batılılaşma hareketi hızla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.15 Bu noktada yapılması gereken iş olarak, millet fertlerinin tek tek ele alınıp bu ilimlerle donatılması yolu amaçlanmıştır. Egemen olan, kişinin kendisidir. Toplum kişilerden meydana geldiğine göre, toplumların yükselmesi de kişilerin yapacağı katkılardan geçmektedir. O zaman kişilere yönelilmeli ve vatandaşların gerekli bilgiler ile donatılması sağlanmalıdır. Bu dönemde yapılan yeniliklerin merkezinde kişi vardır. Bunlar esas alınarak çağdaşlaşma perspektifi belirlenmiştir.16 13 14 15 16 192 Utkan Kocatürk, “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 2, Cilt: I, Mart 1985. Mardin, “Türkiye’de Din ve Siyaset”, s.65. Mehmet Gönlübol, “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1987, s.216. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yay., 2000, s. 118. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... YÖNETİMDE YENİLİK: ULUS İRADESİ, DEMOKRASİ VE SİYASAL BİLİNCİN YERLEŞMESİ İLE İLGİLİ ÇALIŞMALAR Ulus iradesinin Türkiye’nin modernleşmesi açısından temel dinamiklerden birisi, ulusal egemenlik ilkesi çerçevesinde demokratik laik devletin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bu dinamik aynı zamanda Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık ve Laiklik ilkelerini de besleyen önemli bir ilkedir. Egemenliğin kaynağı olarak ulus iradesi yani hukuksal anlamda bireysel katılım benimsendiğinde, bunun sonucu olarak da ulusal egemenlik yaşama geçirildiğinde, laik devlet düzeninin oluşturulması için ilk adım da atılmış olmaktadır. Ulusal egemenliğin doktrinsel bağlamda toplumsal yaşama yön vermesi, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile olmuş, 1924-1961-1982 Anayasalarıyla tartışılmaz bir zemine oturtulmuştur.17 Ulus iradesinin hakim kılınması için Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye’de yeni bir siyasi yapılanmaya gidilmiş, devleti yöneten kurumlar, çağdaşlaşma perspektifleri ışığında değiştirilmiştir. Bu süreçte kurulan Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)1945’li yıllara kadar devleti tek parti olarak idare etmiştir.18 Tek-parti yönetiminin kuruluş süreci, milli mücadele döneminin geniş tabanlı siyasal koalisyonu bünyesinde ilk tasfiyenin gerçekleştirildiği 1923 seçimleriyle başlar. 1923 yılı aynı zamanda “kapsayıcı” ve “hakim parti” olarak düşünülen CHF’nin, düşünsel düzeyde “alt yapısı”nın hazırlandığı ve hayata geçildiği bir tarihtir. Parti Genel Başkanlığı, Grup İdare Heyetinin Reisliği ve Cumhurbaşkanlığı Mustafa Kemal Paşa tarafından yürütülmektedir. Bunun böyle sürdürüleceğinin açıklanması, tek parti yönetiminin düşünsel ve örgütsel boyutlarını ortaya koymaktadır. 1930 ve hemen sonraki yıllarda CHF yazarlarının arayış içindeki düşüncelerini Çetin Yetkin şu şekilde belirtmektedir: “Ülkede disiplin sağlayacak, devrim ilkelerinden sapmayacak ve bunları topluma aşılayabilecek, sağlam bir siyasal örgütleniş biçimidir.”19 Aranılan şey, “disiplinli bir parti örgütü” kurabilmektir. Yine de “Takrir-i Sükûn uygulamasına kadar, Halk Fırkası’nda parti içi demokrasi önemli bir ölçüde işlemiştir”.20 17 18 19 20 Halil Avşar, “Cumhuriyet Felsefesi, Çağdaşlaşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 44, Cilt: XV, Temmuz 1999. Mehmet Ö. Alkan, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, No. 39, İstanbul, Tüsiad Yayınları, 1998, s. 50-51. Yetkin, a.g.e, s. 41. Mete Tuncay, Türkiye’de Tek Partili Yönetimin Kurulması, İstanbul, Cem Yayınevi, 1989, s. 72. YIL: (5) 1 – SAYI: 1193 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- CHF, kuruluşuyla birlikte çağdaşlaşma ekseninde iki önemli misyon yüklenmiştir: Birincisi, kitlelerin eğitimini ve bilinçlendirilmesini sağlamada bir araç ve rehber olmasıdır. İkincisi ise, siyasal parti olmanın doğrudan bir sonucu olarak yüklendiği, rejime meşruluk sağlamaya, ulus iradesinin meclise yansıtılmasına ve siyasal sürece yönelik işlevlerdir. Partinin, 1930 yılı öncesinde bu işlevlerini gereği gibi yerine getirebildiğini söylemek zordur. Siyasal işlevi, büyük ölçüde “parlamento içi disiplini” sağlamakla sınırlı kalmış, bu da reformlarla ilgili kararların parlamentodan geçirilmesinde rol oynamıştır.21 Türkiye’deki tek-parti deneyimi, hem siyasal katılma seviyesi ve politikaları, hem de kurumsallaşma düzeyi ve donanımı açısından, 1930 öncesi ve sonrası şeklinde iki ana döneme ayrılıp incelenebilir. 1930’lu yıllar 1920’lere göre daha yüksek bir siyasal katılma ve kurumsallaşma seviyesine işaret eder. Bu açıdan, 1920’lerde ağır-basan “otoriter-tek parti sistemi” görüntüsüne, 1930’larda “totaliter” unsurların da eklendiği söylenebilir. Bu dönemdeki CHF, kitleleri daha çok mobilize etme amacı ve çabası içinde olan bir tek-partidir. Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) denemesi de bu dönüşümde önemli bir yere sahiptir. SCF’nin önemi, bir yandan 1920’lerdeki toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunların ortaya çıkarıdığı birikimin bir barometresi” olmasından, diğer yandan da yeni değişikliklere ve düzenlemelere ‘başlangıç” oluşturmasından kaynaklanır.22 Çağdaşlaşmanın en temel unsuru olan ulus iradesinin tek partiyle meclise yansıtılması elbette zordur. Bu nedenle iktidarı dengelemek için muhalefet gerekmektedir. Bu nedenle 1930’a kadar olan süreçte iki deneme yapılmıştır. Ancak ikisinde de sonuç hüsran olmuştur. CHF›nin bazı uygulamalarına karşı kurulan ilk parti, CHF›den doğal bir muhalefet hareketinin partiden kopması suretiyle oluşmuş, İstiklal Savaşı önderlerinden Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşaların kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF)’dır. TCF’ye ve muhalefete hoşgörü ile bakmayan CHF içindeki radikaller, 13 Şubat 1925 tarihinde baş gösteren Şeyh Sait İsyanı’nı da bahane ederek hükümete güvensizlik oyu vermişlerdir. Hükümet, 60’a karşı 92 oyla değiştirilmiştir. Yeniden İnönü Hükümeti kurulmuştur. İsyanı bahane eden hükümetin kurdurduğu İstiklal Mahkemeleri, 25 Mayıs 1925’te TCF’yi kapatma kararı almıştır.23 21 22 23 194 Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara, Gündoğan Yayınları, 1992, s. 160. Öz, a.g.e.,s. 221. Öz, a.g.e., s. 96. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... TCF’nin kapatılması çokça tartışılmıştır. Ancak bu partinin kapatılma gerekçesi olarak öne çıkarılan temel düşünce Cumhuriyet’in ve laik düzenin yeni kuruluyor olması ve azımsanmayacak sorunlarla mücadele etmesidir. Gerek örf, adet ve geleneklere dayalı, gerekse geleneksel yönetim arzusunu duyan inançlara yönelik tutum ve davranışların kontrolünün oldukça zor olduğu kanaati, devrin yöneticilerinin geneline hakimdir. Yine bu kanaate göre demokratik arzu ve isteklerin, o günkü koşullarda eylemsel bir boyut kazanması, ulus-devlet olgusuna gölge düşürebilme olasılığı yüksektir.24 Çok partili rejime ait ikinci deneme bizzat Atatürk›ün isteğiyle 12 Ağustos 1930 yılında kurdurulan SCF ile yapılmıştır. Kuruluş aşamasında etkili olacağı pek düşünülmeyen SCF›de, gelişmeler beklenildiği gibi olmamış, Eylül 1930 İzmir Olayları ve Ekim 1930›da yapılan genel belediye seçimlerinde beklenenden fazla gösterilen sempati, halkın yükselen muhalefetiyle birleşmiştir. Bu nedenlerle SCF’nin kuruluşuna ruhsat verilen yöneticileri bu denemeden vazgeçmiş, parti kurucuları Cumhurbaşkanı ile aralarında doğabilecek bir çatışmayı göze alamamışlardır. Fırka, Genel Başkanı Fethi Okyar tarafından “içinde bulunduğumuz koşullar altında siyasal yaşamdan çekilmek zorunda kaldım” denilerek 7 Kasım 1930’da kapatılmıştır ve yeniden tek partili yaşama dönülmüştür.25 Bu iki demokrasi deneyimiyle birlikte ulus iradesinin yansıtılmasında birincil etkenlerden olan seçimlere göz atmak gerekir. Çok partili siyasal yaşama geçinceye kadar Türkiye’de yapılan genel seçimler dört yılda bir ve iki dereceli olarak yapılmıştır. Seçim bölgeleri il olarak belirlenmiştir. Tek-parti dönemi boyunca seçimlere siyasal kültürün önemli bir boyutu olarak özel bir önem verilmiş, katılım yaygınlaştırılmaya, kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Hemen her seçimden sonra “sandık alayı” verilen bir tören düzenlenmiştir. Oy sandıklan bayraklar, halılar, çiçek ve dallarla süslenmiş ve bir kamyonun kasasına konulmuştur. Kamyon, otomobiller, milli kıyafetler giydirilmiş okul çocukları ile esnaf cemiyetleri ve büyük bir halk kitlesi eşliğinde yola çıkarılmış, “hakimiyet milletindir” gibi dövizler taşınmış ve caddelerden geçilerek vilayete götürülmüştür. Tek-parti dönemi boyunca, siyasal katılmanın siyasal sisteme ve çağdaşlaşma perspektifine ilişkin işlevleri ön plana çıkarılmıştır. Çünkü yarışmacı olsun veya olmasın her siyasal rejim, çağdaş, demokratik 24 25 Erik Jan Zürcher, Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasal Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), Çeviren: Gül Çağalı Güven, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003. Yetkin, a.g.e., s. 48. YIL: (5) 1 – SAYI: 1195 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- veya halkçı olduğu iddiasını ileri sürdükçe, bunu kanıtlamak sorunuyla karşı karşıya kalır. Tek-parti sistemlerinde siyasetin insanlara karışmasının, düzenli seçimlerin ve diğer siyasal etkinliklerin varlığının temel sebeplerinden biri budur. 1930’lu yıllarda CHP yöneticilerinin siyasal katılma konusunda yaptıkları açıklamalar, öncelikle böyle bir amaca yönelik olmuştur. Türkiye’de tek-parti dönemi boyunca seçimlerin, parti büyük kongrelerinin düzenli bir şekilde yapılmasının temelinde, özellikle “milli egemenlik ilkesi”nin rejimin kuruluşunda oynadığı rolün ve “halkçılık ilkesi”ne verilen önemin yattığını söylemek yanlış olmaz. 1930’larda tek-parti rejiminin keskinleşmesiyle birlikte seçimlere katılma düzeyi de önem kazanmıştır. Bu yıllarda seçimlere katılma düzeyinin, geçmişe göre oldukça yüksek bir orana ulaştığı, en azından böyle ilan edildiği gözlenmektedir.26 CHP’nin, çağdaşlaşmanın gereği olarak gördüğü halkın siyasi katılımını arttırmak için çalışmalar yaptığı ortadadır. 1927 seçimlerinde seçime katılma oram %20 civarındadır ve bu oran oldukça düşüktür. 1931 seçimlerinden itibaren seçime katılımı arttırmak için propaganda faaliyetine önem verilmiştir. Seçim propagandası, rejimi de meşrulaştırmaya yönelik olarak önem kazanmıştır.27 Tüm bunlar göz önüne alınarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında hem siyasi partilerin kurulmasında hem de seçimlerin yapılmasında ulus iradesini hakim kılacak demokratik teamüllere şeklen de olsa riayet edildiği söylenebilir. Ancak iki çok partili hayata geçiş denemesinin de başarısız olması ve her iki sürecinde geçmişten gelen siyasi hesaplaşmaları beraberinde getirmesi, ulus iradesinin ve ulus egemenliğinin çağdaşlaşma perspektifleri ölçüsünde yansıtılamaması sonucunu doğurmuştur. ULUSAL KİMLİK OLUŞTURULMASINA YÖNELİK ADIMLAR Çağdaşlaşma çabalarının temelinde yer alan ulus iradesinin yerleştirilme çabalarının yanında, birey merkezli kabul edilen yeni devlette ulusal bir kimlik oluşturulmasına dair 1930 öncesi atılan adımlardan bahsetmek gerekir. I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında Türk toplumuna karşı girişilen saldırılar Türklerin ulus kimliğini pratik anlamda üst düzeyde pekiştirmiştir. Türkiye’nin yeni varlık hedefini Millî Mücadele›yle bu ulusalcı kimlik üzerine inşa etmesi doğal bir sonuç olmuştur.28 26 27 28 196 Öz, a.g.e., s.222-223. Alkan, a.g.m., s. 53. Zafer Üskül, Türk Demokrasisinde 130 Yıl, İstanbul, TÜSİAD Yay., 2006, s. 113-115. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti Türklere hitaben oluşturmasındaki temel amaç, I. Dünya ve Millî Mücadele savaşlarında Türklere beslenen olumsuzluğa verilen bir cevap olarak görülmüştür. Dolayısıyla, Türkiye’nin ulus bilinci tek yanlı seçilmiş bir değer olarak kabul edilmemiştir. Üniter bir devlet yapısını esas alan Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk kimliğine belirgin biçimde gönderme yapması, yapısal bir ulusal davanın tarihi şartlar karşısında ulaştığı yeni bir boyuttur. Atatürk döneminde ve hatta çok partili rejime geçiş dönemine kadar Türkiye’nin devlet olarak tek yanlı bir ulusal özellik taşıdığını her fırsatta dile getirmesi, en önemlisi Türkiye’nin kuruluşu sırasında Batı’yı esas alan devlet modeli ve yapısını benimsediği halde, Avrupa’ya beslemiş olduğu tepkidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, ulusçuluk inancının somut bir vatan anlayışı ile bütünleştiği dönemdir. Ulus kavramıyla “sınırları belli bir vatan” kavramı arasında ilişki kurulması önemli ve zorunlu bir yenilik olarak kabullenilmiştir. Yeni kimlik oluşturma çabaları değişik arayışlar ve önerilere yol açtıysa da, o günün anlayışına göre oluşturulacak kimliğin niteliği bellidir. Dinsel referansları bulunmayan, ülke içinde yaşayan herkesi kapsayan ulusal bir kimlik olacaktır.29 Mustafa Kemal Atatürk, Türk ulusunu oluşturan tarihi gerçekleri “siyasî varlıkta birlik”, “dil birliği”, “yurt birliği”, “ırk ve menşe birliği”, “tarihî yakınlık” ve “ahlaki yakınlık” olarak sıraladıktan sonra Türk ulusunun oluşumunda yer alan bu şartların diğer ulusların çoğunda olmadığını belirtmiştir.30 Bu kadar birlik noktasının olmasına rağmen Türk insanının ulusal bilince ulaşmakta gecikmiş olmasının zararlarını gördüğünü belirterek şunları söylemiştir: Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarım fazla faaliyetle telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hadiseler ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin halcim olduğunu göstermiştir ve milliyet ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir 31 29 30 31 Oktay Uygun, “Türkiye’de Etnik Siyasetin Sosyolojik, Politik ve Hukuki Analizi”, Hukuk Perspektifleri Dergisi, No:9 Aralık, 2006, Afet İnan, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2000, s. 455. Kocatürk, a.g.e., s. 214. YIL: (5) 1 – SAYI: 1197 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Buradan yola çıkılarak ulusal irade ya da ulusal egemenlik düşüncesinin sonucu olarak, laik toplum/hukuk/devlet düzenine geçişte, bir yandan dinsel toplum/hukuk/devlet düzenine ait “ümmet” düşüncesi, yerini “ulus” düşüncesine bırakırken, öte yandan “kul/tebaa” düşüncesi, yerini “birey/ yurttaş” düşüncesine bırakmıştır denilebilir. Bu durum birey bazında çağdaşlaşma merkezinin ana unsurunu oluşturmuştur. Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türk Devleti’nde gerçekleştirdiği tüm dönüşümleri iki temel üzerine inşa etmiştir. Bunlar ulusçuluk ve lâikliktir. Ona göre bunların ikisinin bir arada olduğu toplumların bağımsız ve çağdaş bir yapı kazanması en doğal sonuçtur. Atatürk’ün amacı da budur. Millî Mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nin milletler topluluğu görünümünden sıyrılmış ve Türklerden oluşan bir ulusal devlet hüviyetine kavuşturulmaya çalışılmıştır. Yapılan nüfus mübadelesi ile bu yapı daha da pekiştirilmiştir. Böyle bir ülke kuran Atatürk Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin damarlarıdır 32sözleri ile bu özelliği dile getirmeye çalışmıştır. Geçiş döneminin sonunda kurulan yeni devletin ilk anayasası olan 1924 Anayasası, birey-devlet ilişkilerini bireyci, liberal bir yaklaşımla düzenlemiştir. 1924 Anayasasının 88. maddesi Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle “Türk” ıtlak olunur der. Bu madde görüşülürken Mecliste tartışmalar çıkmış, Bozok mebusu Ahmet Hamdi Bey “Türkiye ahalisinden olup Türk harsım kabul edenlere “Türk” denir” şeklinde değiştirilmesi talep etmesi üzerine, “Türk” teriminin, Türk olmayan azınlıklar için kullanılmasının sakıncaları dile getirilmiş, Gelibolu mebusu Celal Nuri Bey hem Lozan Antlaşması’nın Gayrimüslim ekalliyetlere mensup Türk teb’ası, Müslümanların istifade ettikleri aynı hukuk-ı medeniye ve siyasiden istifade edeceklerinden dolayı hars gibi bir kelimeyi bu maddeye koymanın imkânı olmadığını belirtmiş, hem de fiili durumun buna uygun olmadığını söylemiştir: Eskiden bir Osmanlı sıfatı vardı, bu sıfat cümleye şamildi. Bu sıfatı ortadan kaldırıyoruz. Yerine bir Türk Cumhuriyeti kaim olmuştur. Bu Türk Cumhuriyeti’nin de bilcümle efradı Türk ve Müslüman değildir. Bunları ne yapacağız? Ortada bir Rum var, bir Ermeni var, bir Yahudi var, 20 türlü türlü anasır var. Lehülhamd ki ekalliyettir. Bunlara eğer Türklük sıfatını vermeyecek 32 198 Afetinan, a.g.e., s. 460-461. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... olursak ne diyeceğiz?33 Bunun üzerine “Türk” yerine “Türkiyeli” teriminin kullanılması önerilmiş ancak kabul edilmemiştir. Sonunda “Türk” teriminin milliyeti değil, tabiiyeti/ vatandaşlığı ifade ettiği görüşü kabul görmüş ve madde Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle “Türk” ıtlak olunur şeklinde kabul edilmiştir. Burada geçerli olan artık vatandaşlıktır ve gayrimüslimler milliyet itibariyle olmasa da vatandaşlık itibariyle Türk sayılırlar. 1928 yılında Anayasanın 2. maddesi değiştirilerek Devletin dini İslam’dır hükmü kaldırılınca gayrimüslimlerin vatandaşlık statüsüne daha eşit bir erişime sahip olmalarının yolu daha da açılmıştır.34 Neticede çağdaş ulusal kimlik oluşturma çabaları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında gündemi meşgul eden önemli başlıklar arasında yer almıştır. 1930 öncesi dönemde bu durum değiştirilen kanunlar çerçevesinde yerine getirilmiştir. 1930 sonrası dönemde özellikle dünya genelinde yaşanan gelişmeler ve yaklaşan savaş tehdidi, ulusal kimlik oluşturma çalışmalarının niteliğinde bazı değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, ırka dayalı ulusçuluk araştırmalarının yapımını hızlandırmıştır. ÇAĞDAŞ BİREYLER YETİŞTİRME ÇABALARI VE EĞİTİM Çok uzun bir süreç takip eden ve imkânların sınırlılığı göz önünde tutulduğunda, çok geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti’ni kapsayan modernleşme gayretleri küçümsenmeyecek kadar önemlidir. Fakat gerek sivil ve gerekse askeri eğitim alanındaki bu yenileşme ve gelişmeler istenilen ve gereken düzeyin çok altında kalmış, Cumhuriyet›e Osmanlı›dan kalan en büyük miraslardan biri cehalet olmuştur. Mustafa Kemal Atatürk eğitime ilişkin görüşlerini sistemli olarak ilk kez, 1921›de Ankara›da yapılan Maarif Kongresi›ni açarken ortaya koymuştur. Atatürk bu konuşmasında şimdiye kadar takip edilen eğitim ve öğretim yöntemlerinin milletin gerilemesinde en önemli etken olduğunu vurgulamış ve milli bir eğitim programının benimsenmesini mutlak bir zorunluluk olarak görerek şunları söylemiştir: 33 34 Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İstanbul, İletişim Yay, 2001, s. 319-323. Tunca Özgişi, “Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması”, Türkoloji Kültürü Dergisi, C:II, No:4, 2009, s. 93. YIL: (5) 1 – SAYI: 1199 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Bir milli eğitim programından söz ederken, eski devrin hurafelerinden ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli ve tarihi karakterimizle uyumlu bir kültür kastediyorum.35 Eğitimde ulusçuluğun ilk beyannamesi şeklinde değerlendirilebilecek bu konuşmada dinin eğitim alanında oynadığı role üstü örtülü bir şekilde karşı çıkıldığı görülür. Bu temaların her ikisi Atatürk’ün 1924 yılında yaptığı bir başka konuşmasında açık biçimde dile getirilir: Eğitim kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman, herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girişilirse eğitimin amaçları, hedefleri çeşitlenir. Mesela dini eğitim, milli eğitim, beynelmilel eğitim... Bütün bu eğitimlerin hedef ve gayeleri başka başkadır... Yeni Türk Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği eğitim milli eğitimdir.36 Atatürk başta olmak üzere Cumhuriyet yöneticilerinin, eğitimden beklentileri sadece mevcut cehaletin izalesi değildir. Onlar aynı zamanda daha önceden de değinildiği üzere ulusal kültür temeli esası üzerine dayalı ulusçu ve laik bir ulus devlet meydana getirmek istemişlerdir. Bu alanda gerçekleştirilen en büyük inkılâp ise Tevhid-i Tedrisat Kanunu’dur. 3 Mart 1924 tarihinde Millet Meclisi tarafından kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu, eğitim alanındaki en önemli reformdur. Bu kanunla ülkedeki bütün bilim ve eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’ne bağlı bütün medreseler ve okullar Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir. Kanunun gerekçesine göre, bu önlemle, eğitimde amaç birliği ve denetim birliği sağlanacak ve milletin düşünce ve duygu bakımından birliği güven altına alınacaktır.37 Tevhid-i Tedrisat Kanunu özellikle modernleşmenin temel vurgusu olan laiklik prensipleri yönüyle çok kapsamlı sonuçlara yol açmıştır. Birincisi, Eğitim Bakanlığı’na devredilen 479 medrese, 1924 yılı içinde hemen kapatılmıştır. Kapatılan bu medreselerin yerine aynı yıl 29 İmam ve Hatip Mektebi ile İstanbul Darülfünun’da bir İlahiyat Fakültesi açılmış, ancak 19251926’da İmam Hatip Mekteplerinin sayısı 20’ye düştüğü gibi, 1926-1927’de 35 36 37 200 Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, C.3, İstanbul, İletişim Yay., 1995 , s.301. İsmail Kaplan, Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul, İletişim Yay., 2005, s. 139. Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993›e), İstanbul, Kültür Koleji Yay. 1994, s.295. İhsan Sungu, “Tevhid-i Tedrisat”, Belleten, C.2, sayı:5-6, Ankara, TTK Yay., 1938, s.397431. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... ikisi dışında bu okulların hepsi kapatılmıştır. 1929-1930’da ise İmam ve Hatip Mektepleri’nin tamamı tasfiye edilmiştir.38 1927 yılında yapılan ilk genel nüfus sayım sonuçlarına göre ülke nüfusu 13.648.270 olarak belirlenmiş, okur-yazar oranı ise % 10,6 olarak tespit edilmiştir.39 1 Kasım 1928’de Harf inkılâbının yapılması, Millet Mektepleri’nin açılması, Türk Ocaklarının faaliyetleri, Halkevleri çalışmaları, eğitmen kursları ve bunlardan daha önemli olarak Köy Enstitüleri’nin kurulması, okuma yazma oranının artmasında önemli etken olmuşlardır. 1 Ocak 1929’da yeni harfleri ve bu harflerle yazıyı halka öğretmek üzere Millet Mektepleri açılmıştır.40 Bu yenilikle, yaşı 15 ile 45 arasında olan kadın erkek, okula gitmemiş tüm vatandaşlar Millet Mektepleri’nin öğrencisi sayılmış ve bunların Millet Mektepleri’nden geçirilmesiyle iki üç yıl içinde, yaşlı nüfus dışında herkesin cehaletten kurtarılması tasarlanmıştır.41 Nitekim 1929-1935 arasındaki uygulamalar sonunda kurslara devam ederek Millet Mektepleri Şehadetnamesi alan ve okur-yazar olan vatandaş sayısı 1.354.255’i bulmuştur.42 Harf inkılâbıyla, Türk milletinin hızla okur yazar olması hedeflendiği gibi, eskiyle ilişkinin kesilmesi, kültür temeline dayanan Türk milliyetçiliği düşüncesinin gelişmesi ve Batı ile ilişkilerin kolaylaşması da tasarlanmıştır. Bu arada II. Meşrutiyet döneminde 25 Mart 1912’de kurulan ve gerek Meşrutiyet gerekse Cumhuriyet dönemlerinde yürüttüğü faaliyetlerle topluma Türklük bilinci kazandırmada çok önemli hizmetler vermiş olan Türk Ocakları da, ülke çapında bütün resmi ve özel kuruluşların yeni Türk harflerini öğretmek için büyük bir faaliyet içine girdikleri bir dönemde, yürüttüğü çalışmalarla 1929 yılının ilk aylarında 50.000 kişiye yeni Türk harflerini öğretmiştir. İnkılâpların halka anlatılması ve benimsetilmesi, çağdaşlaşmacı temaların vurgulanması sürecinde önemli bir işleve sahip olan Türk Ocakları, devlet politikası açısından önemli bir sorun teşkil eden Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan unsurların temsili ve Türkçenin konuşulan bir dil haline getirilmesi 38 Parla, a.g.e., s. 180. 39DİE, Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, 1923-1973, Ankara, DİE Yayınları, 1973, s.77. 40 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi(1918-1938), TTK. Yay., Ankara, 2000, s.486. 41 Necdet Sakaoğlu, Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2003, s.48. 42 Türkiye›de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, s.. 452-453. YIL: (5) 1 – SAYI: 1201 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- yönündeki faaliyetleriyle dikkat çekmiştir. 43 Yeni harflerle birlikte okuma yazma oranının artmasında 19 Şubat 1932’de açılan Halkevlerinin de önemli bir payı vardır. Halkevlerinde 1932-1940 arası dönemde 158 dönem Türkçe kursu verilmiş, 11.430 kişi bu kurslardan faydalanmıştır.44 Bu dönemde çağdaşlaşma yolunda atılan en önemli adımlardan biri Köy Enstitüleri’nin kurulması gösterilmektedir. Köy Enstitüleri’nin kurulmasında ilköğretim eksikliğinin özellikle köylerde önemli bir sorun teşkil etmesi, ülke nüfusunun % 81’inin kırsal alanda yaşaması, kırsal alanda okuma yazma oranının şehir nüfusuna oranla çok yetersiz bir düzeyde seyretmesi ve köylerin sağlık, temizlik, gelişme imkanlarından uzak olması önemli etkenler olarak ortaya çıkmıştır.45 Cumhuriyet’in ilk yıllarında yükseköğretimde de önemli gelişmeler yaşanmıştır. Bu bağlamda, inkılâplara karşı olumsuz tutum takınan ve ciddi, topluma yararlı, bilimsel çalışmalarda yetersiz kalan Darülfünun Mayıs 1933’te kaldırılarak, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. Darülfünun hocaları geniş ölçüde elenmiş, öğretim kadrosu Batı’da okuyup gelenlerden ve Nazi baskısından kaçan Alman ve Orta Avrupalı profesörlerden sağlanmıştır.46 Özellikle tıp, hukuk, iktisat, felsefe, psikoloji, dil, matematik alanlarında dünyaca ünlü 70 kadar çoğu Yahudi kökenli Alman bilim ve sanat adamı, 1933’te Nazilerin iktidarı ele geçirmesi üzerine siyasal ve ırksal nedenlerle, Almanya’dan Türkiye’ye gelerek, yeni İstanbul Üniversitesi’nde görevlendirilmişler ve bunlar Türkiye’de çağdaş anlamda bir üniversite hayatının temellerini atmışlardır. Böylece o zaman sık sık kullanılan bir deyişle “Berlin dışında en büyük Alman üniversitesi” Türkiye’de kurulmuştur.47 Darülfünun İstanbul Üniversitesi’ne dönüşürken, Ankara’da da yeni yükseköğretim kurumlarını açılmıştır. Temel amaç başkent ilan edilişinin ardından Ankara’nın bir kültür, yükseköğretim merkezi haline getirilmesi ve 43 44 45 46 47 202 Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (19121931), İstanbul, İletişim Yay., 2004, s.213-226; Yusuf Sarınay, Türk Milliyetçiliğinin Tarihi Gelişimi ve Türk Ocakları, İstanbul, Ötüken Yay., 2004,s.346. Yasemin Doğaner, “Atatürk İnkılâbının Yerleşmesinde Halkevlerinin Rolü”, Kök Araştırmalar, C.2, sayı:2, Ankara, 2000, s.89. Akyüz, a.g.e., s.339. Akyüz, a.g.e., s.311. İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Eğitim Kurumlarının Gelişimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, c.3, İletişim Yay., s.654-655. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... dolayısıyla buranın modernleşmenin yeni merkezi olarak yükselebilmesidir. Nitekim Ankara’da 1925’te Musiki Muallim Mektebi, 1927’de Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü, 1933’te Yüksek Ziraat Enstitüsü, 1935 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kurulmuş, İstanbul’daki Mülkiye Mektebi’nin adı Siyasal Bilgiler Okulu’na çevrilerek Ankara’ya taşınmış, yine aynı yıl 1925 yılında kurulan Ankara Hukuk Mektebi de Hukuk Fakültesi adını almıştır. Sonraki yıllarda Ankara’da Tıp ve Fen fakülteleri de kurulacaktır.48 Neticede yeni Türk devleti, eğitim yoluyla, Türk toplumunda cehaletin giderilmesini ve öğretimin yaygınlaştırılmasını, laik ve milliyetçi bir ulus devletin kurulmasını, çağdaşlaşmayı, kültür temeli esasına dayanan millet oluşturmayı ve ekonomik kalkınmayı hedeflemiştir. Bu şekilde Cumhuriyet döneminde hedeflenen siyasi dönüşümün başarıya ulaşacağına inanılmıştır. TOPLUMSAL DÖNÜŞÜM PROJESİNDE KADINA BİÇİLEN ROL Çağdaşlaşmayı kendine politika edinen yeni Türkiye Devleti, değinildiği üzere özellikle kültürel alanda geleneklerinden sıyrılıp, toplumu modernleştirmeye çalışırken, Batı’nın sosyal yaşamının bazı öğelerini yaşam tarzını da yerleştirmeye özen göstermiştir. Çünkü Cumhuriyet rejimi, İslam inancının etkisiyle gelişen ve sosyal yaşamda kadın ve erkeği ayıran gelenekleri yıkmak istediğini her fırsatta vurgulamıştır. Bu kapsamda kadının da geleneksel kimliğinden sıyrılıp, kamusal alana girmesinin önü açılmıştır. Kadının özellikleri ile toplumdaki rolü, konumu ve kimliği yeniden ele alınmıştır. Kadın hem erkeğin yardımcısı olacak, hem de toplumsal üretime katılarak ekonomiye de katkı sağlayacağı belirtilmiştir. Kadının topluma kazandırılmasındaki bütün çabalar ulusçu bir kadın imgesi üzerine kurgulanmıştır. Bu dönemin ideolojisine uyan bir yaklaşımdır.49 Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde yeni bir kimliğe büründürülen kadın, Batı’daki hemcinsleri gibi giyinip, onlar gibi yaşamalıdır inancı dönemin yöneticileri tarafından sürekli dillendirilmiştir. Dönemin düşünürlerine göre kadın, yüzyıllarca “mahrem” hayatı nedeniyle kapalı kutuda yaşadığı için, birdenbire siyasal ve sosyal alana çekilmesi zor olacaktır. Cumhuriyet öncesinde kısmen şartların getirdiği zorunluluk kısmen de kadınların kendi 48 49 Tekeli, a.g.m., s.665. Murat Aksoy, Başörtüsü-Türban, Batılılaşma-Modernleşme, Laiklik ve Örtünme, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2005, s. 102. YIL: (5) 1 – SAYI: 1203 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- istekleriyle başlayan dönüşüm, Cumhuriyet sonrasında hükümetler tarafından teşvik edilmiştir. Türkiye Devleti’nin, yeni kadın modelini oluşturmak için sosyokültürel çalışmalar yol gösterici olmuştur. Batı toplumlarının eğlence öğesi olan balolar bu sosyokültürel çalışmalardan biridir. Bunda öncülüğü milletvekili eşleri yapmıştır. Kadın ve erkeklerin toplu halde bir arada bulundukları eğlence, sosyal dayanışma, yardım gibi farklı amaçlarla düzenlenen balolar, yeni Türkiye Devleti’nde kültürel ve sosyal değişimi sağlamak amacıyla, adeta ideolojik bir araç olarak kullanılmıştır.50 O dönemde kadınlar, özenle seçilmiş giysisi, makyajı ve saçlarıyla, balolardaki yerini almaya başlamıştır. İlk dönem bu balolara katılım fazla olmadığı gibi, katılanlar da çekingen kalmışlardır. Balolarla başlayan kadınların toplumsal hayata çekilme süreci, kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu siyasal katılımına kadar sürmüştür.51 Mustafa Kemal Atatürk, kadınlarla ilgili yenilikleri uygularken eşi Latife Hanım’ı sürekli yanında bulundurarak, çağdaş Türk kadınının ve yeni modern toplumun simgesi haline getirmeye çalışmıştır. Cumhuriyet kadınının yaşadığı değişiklikler Latife Hanım’ın şahsında Türk ve Dünya kamuoyuna yansıtılmaya çalışılmıştır. Kültür alanında girişilen reformların sembolü ise Afet İnan’dır. Cumhuriyet ideolojisinin, bu kadın sembollerinden yararlanılacak, bunun için kadın ve erkeklerin rolleri eşit olacaktır. Kadının balolara katılma sürecini park ve plajlarda görünmesi izlemiştir. Artık kadın modern, eğitimli, sosyal ve bu anlamda geleneksel olandan farklı ve üstün olduğu vurgusuyla ön plana çıkarılmış olmaktadır. Bu anlamda Cumhuriyet kadını artık “asri kadın”dır. SONUÇ Osmanlı Devleti’nin son dönemine modernleşme-çağdaşlaşma hareketleri damgasını vurmuştur. III. Selim’le birlikte belirgin şekilde ivme kazanan bu hareket, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde de kendisini göstermiştir. Osmanlı yenileşme hareketlerinin özünde “bu memleketi nasıl kurtarırız?” sorusunun yanıtı niteliğinde olacak çalışmalar bulunmaktadır. En büyük sıkıntı istikrarlı 50 51 204 Doğan Duman, “Cumhuriyet Baloları,” Toplumsal Tarih, C. 7, Sayı. 37, Ocak 1997, s.45. Aksoy, a.g.e., s. 103-104. OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... bir modernleşme sürecinin yaşanmamasıdır. Yönetim değişiklikleriyle değişen ve “sil-baştan” şeklinde tanımlanabilecek bu çalışmalar, halk nezdinde de tam anlamıyla bir karşılık bulamamıştır. Bu çalışma ve birikim yeni Türk Devleti açısından çok önemli bir avantajı da beraberinde getirecektir. Çünkü her şeye “sıfırdan” başlanmamıştır ve yeni kadronun çağdaşlaşma perspektifi, bahsi geçen süreç ile şekillenmiştir. Osmanlı döneminde uygulanan çağdaşlaşma politikalarından, çizgileri daha keskin ve daha radikal bir sürece geçiş yaşanmıştır. Cumhuriyet’i kuran iradenin, topluma kendisini anlatmada hep çağdaşlaşma perspektifini kullandığı gerçeği, o dönemde yapılan konuşmalarda, uygulamalarda, inkılâplarda kendisini belli etmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında belli başlı çağdaşlaşma temaları daima dillendirilmiştir. Bunlardan en önemli yeni yönetimin ulus iradesine saygılı olması ve ulusal egemenliği kendisine rehber edindiği vurgusudur. Ulus iradesinin Türk siyasi hayatına yansımaları, o dönem dünyasının demokrasi standartları göz önünde tutulduğundaki konumu tartışılabilir. Burada en temel eksiklik tek partili hayat olarak göze çarpmaktadır. Seçimlere katılım oranlarından, milletvekillerinin belirlenmesine kadar birçok uygulamada eksiklikler göze çarpmaktadır. Ancak zor ve ağır da olsa çağdaşlaşmanın en önemli öğelerinden olan demokratikleşme eğilimleri, halkın desteğiyle günümüze kadar belli bir seviyeye ulaşmıştır. Diğer bir vurgu ulusal kimlik oluşturma yönündeki söylemlerde kendisini göstermektedir. Ulus-devletlerin sivrildiği bu dönemde, etnik yapısı göz önüne alındığında zor bir coğrafyada, ulusal kimlik oluşturma çabaları üzerine yoğun çalışmalar yapılmıştır. Bu süreçte tekdüze bir yaklaşım sergilenmemiştir. Dünya siyasal dengelerinin “havası” iyi koklanmış, duruma göre değişen politikalar izlenmiştir. Burada söylenecek en temel vurgu birey odaklı olması gereken çağdaşlaşma sürecinde ulusal temalara çokça yer verilmesidir. 1930 öncesi dönemde daha teorik ve kapsayıcı bir şekilde ortaya atılan uluslaşma perspektifi, 1930 sonrası dönemde daha pratik ve ırkçı bir söyleme doğru yöneliş göstermiştir. Yine çağdaşlaşma idealinin tam merkezinde duran eğitim hamleleri, ekonomik standartların düşüklüğü ve siyasi bunalımların gölgesinde yapılan tasarruflarla belli bir noktaya getirilmiştir. Bireyin ön plana çıkarılma gayreti yine o dönemin önemli çağdaşlaşma vurguları arasında yer almıştır. Kadınların sosyal hayattaki etkinliğinin arttırılması ve rol model olmaları YIL: (5) 1 – SAYI: 1205 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- üzerinde oldukça kafa yorulmuştur. Yapılan her yenilikte kadın ön plana çıkarılmıştır. Bütün bu değerlendirmeler ışığında cumhuriyetin ilk yıllarında çağdaşlaşma yeni devletin olmazsa olmazı olmuştur. Hedefler, araçlar ve amaçlar belirlenmiş, her şeyiyle net bir çağdaşlaşma yolculuğuna çıkılmıştır. Bu yolculuğun önünde çok ciddi engellerle karşılaşılsa da dönem şartlarını değerlendirildiğinde belli bir seviyeye ulaşılmıştır. KAYNAKÇA AFETİNAN, Ayşe (2000), Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. AKSOY, Murat (2005), “-Türban, Batılılaşma-Modernleşme”, Laiklik ve Örtünme, İstanbul: Kitap Yayınevi. AKTAŞ, Cihan (1991), Tazimattan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar, 2. Baskı. Ankara: Nehir Yayınları. AKYÜZ, Yahya (1994), Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993’e), İstanbul: Kültür Koleji Yayını. ALKAN, Mehmet Ö. (1998), “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, S. 39, İstanbul: Tüsiad Yayınları. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (1997), Anakara: Araştırma Merkezi Yayınları. AVŞAR, Halil (1999), “Cumhuriyet Felsefesi, Çağdaşlaşma”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 44, C. XV. BERKES, Niyazi (2003), Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul: YK Yayınları. DEMİRHAN, Ahmet (1992), Modernlik, İstanbul: Ağaç Yayınları. DİE (1973), Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişmenin 50 Yılı, 1923-1973, Ankara: DİE Yayınları. DOĞANER, Yasemin (2000), “Atatürk İnkılâbının Yerleşmesinde Halkevlerinin Rolü”, Kök Araştırmalar, C. 2, S. 2, 77-99. 206 OCAK 2015 CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA SİYASİ VE TOPLUMSAL DÖNÜŞÜMÜN EKSENİ: ÇAĞDAŞLAŞMA... DUMAN, Doğan (Ocak 1997), “Cumhuriyet Baloları,” Toplumsal Tarih, C. 7, S. 37, 44-8. ERKAL, Mustafa (2000), Sosyoloji, İstanbul: Der Yayınları. GÖNLÜBOL, Mehmet (1987), “Atatürk’ün Dış Politikası: Amaçlar ve İlkeler”, Atatürk Yolu, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. HABERMAS, Jürgen (1987), The Philosophical Discourses of Modernity, Cambridge: Polity Press. KAPLAN, İsmail (2005), Türkiye’de Milli Eğitim İdeolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları. KOCATÜRK Utkan (2000), Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi (1918-1938), Ankara: TTK Yayını. KOCATÜRK, Utkan (Mart 1985), “Türk Toplumunda Çağdaşlaşma Gereği”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. I, S. 2. KOCATÜRK, Utkan (1999), Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayını. KONGAR, Emre (1999), Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, İstanbul: Remzi Kitapevi. MARDİN, Şerif (2000a) Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayını. MARDİN, Şerif (2000b), Türkiye’de Din ve Siyaset, İstanbul: İletişim Yayını. OKTAY Ahmet (2000), Postmodernist Tahayyüle İtirazlar, Ankara: İnkılâp Yayınları. ÖZ, Esat (1992), Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım, Ankara: Gündoğan Yayınları. ÖZGİŞİ, Tunca (2009), “Milliyetçilik ve Vatandaşlık Olgusunun Türk Anayasalarına Yansıması”, Türkoloji Kültürü Dergisi, C. 2, S. 4, 83-102. PARLA Taha (1995), Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, C.3, İstanbul: İletişim Yayını. SAKAOĞLU, Necdet (2003), Osmanlı’dan Günümüze Eğitim Tarihi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayını. YIL: (5) 1 – SAYI: 1207 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- SUNGU, İhsan (1938), “Tevhid-i Tedrisat”, Belleten, C. 2, S. 5-6, Ankara: TTK Yayını, 397-431. TEKELİ, İlhan (1983), “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Eğitim Kurumlarının Gelişimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 3, İstanbul: İletişim Yayını, 650-77. TOKSOY, Nurcan (2007), “Türk İnkılâbında Milli Kültürün Yeri ve Halkevi Çalışmaları”, Turkish Studies, C. 2, S. 1, 124-61. TUNÇAY, Mete (1989), Türkiye’de Tek Partili Yönetimin Kurulması, İstanbul: Cem Yayınevi. TURAN, Şerafettin. (1999), Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar Düşünürler, Kitaplar, 3. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. TÜFEKÇİ, Gürbüz (1986), Atatürk’ün Düşünce Yapısı, 3. Baskı, Ankara: Turhan Kitapevi. UYGUN, Oktay (Aralık 2006), “Türkiye’de Etnik Siyasetin Sosyolojik, Politik ve Hukuki Analizi”, Hukuk Perspektifleri Dergisi, S: 9. ÜLKEN, Hilmi Ziya (1999), Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yayınları. ÜSTEL, Füsun (2004), İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İstanbul İletişim Yayınları. YETKİN, Çetin (1983), Türkiye’de Tek Parti Yönetimi 1930-1945, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. YILDIZ, Ahmet (2001), Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İstanbul: İletişim Yayınları. ZURCHER, Erik Jan (2003), Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Siyasal Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924-1925), çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: İletişim Yayınları. 208 OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ 52* Cemile ARIKOĞLU ÜNDÜCÜ Özet Şiddet, insanlık tarihi kadar eski olmakla birlikte, kadına şiddet konusunun öneminin farkındalığı ve literatürde kendine yer bulmasının çok yakın bir tarihi var. Bu durum sadece Türkiye›ye özgü değil, tüm dünyada da aynı paralelde gelişim gösteriyor. Kadına yönelik şiddet konusuna dikkatlerin yoğunlaşmasında, 1960›ların sonunda bir önceki yüzyılın ürettiklerini sorgulayan sürecin içinde, kadın hareketinin oluşmasının büyük payı vardır. 1980 sonrası küreselleşen dünyada ulusal ve uluslararası düzeyde görülen terör hareketleri ile toplumun en temel birimi olan aile içinde, zayıf olana karşı şiddet -yani kadına ve çocuğa-; bireyin özünde, ilişkilerini çatışma zemini üzerinden ürettiğini göstermektedir. Özellikle insanlığın bilgi ve iletişim teknolojisindeki muazzam ilerleyişine karşılık, bireyin kendi içindeki bu gerilim durumu bir çelişkidir. Şiddetin yaşamın bir parçası gibi algılanmasında, sıradanlaştırılmasının ve alışkanlık haline dönüşmesinin büyük payı vardır. Şiddetin genel mağduru kadın olduğundan, bu sıradanlık ve alışkanlık hali ataerkil yapıyı harekete geçirmemektedir. Bu sorunun analizi ve çözümü, siyasal karar alma mekanizmaları ve karar alıcılardan bağımsız değildir. Bu yazının konusunu, ulusal ölçekli karar alma yeri olan TBMM’nin kadına yönelik şiddeti ele alış biçimi oluşturmaktadır. Bu çalışma, görevi “yasa yapmak” olan meclisin konuya dair çıkarmış olduğu yasaları ve yasaların analizlerini aşarak; bu yasaların etrafında dönen tartışmaları ve bu yolla yasa yapıcıların algılarını da ölçmeye yöneliktir. Anahtar kelimeler: Kadın, Şiddet, Kadına Şiddet, TBMM, Yasa Yapıcılar. * Yrd. Doç. Dr., Trakya Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1209 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- AN OVERVIEW OF DEBATES ON VIOLENCE AGAINST WOMEN IN THE TURKISH GRAND NATIONAL ASSEMBLY Abstract Although violence is as old as human history, awareness of the importance of the issue of violence against women and its finding a place for itself in the literature have a short history. This situation is not unique to Turkey, it shows same development patterns all over the world. In the process of getting attention to the issue of violence against women goes back to the end of 1960’s which women movements began to appear. This women movements came to the fore as a result of a process which question the outputs of previous century. In the globalized world since 1980, both terrorist attacks seen on the national and international level and violence against women and children in the family as a basic unit of society, indicate that individuals, intrinsically, generate their own relationships on the ground of conflicts. Contrary to the tremendous advances of humanity in information and communication technologies, the tension of the individual in him/herself indicates a contradiction. Violence is perceived as a normal aspect of life because it is usually seen as something ordinary and it is internalized by many people. Since it is generally women who face violence, patriarchy doesn’t seek solutions to this highly problematic issue of internalization of violence. Analysis and solution of this problem are not independent from decisionmakers and political decision-making mechanisms. The aim of this paper is to explaine the approach of the TGNA (Turkish Grand National Assembly), a decision-making place at the national level, to the violence against women. Through exceeding the laws that the Assembly which is responsible for “drafting laws”, has done on this issue, this paper intends to analyze the debates around these laws and the perceptions of the legislators. Key words: Women, Violence, Violence Against Women, The TGNA, Legislators. ИСТОРИЯ БОРЬБЫ С НАСИЛИЕМ В ОТНОШЕНИИ ЖЕНЩИН В ВЕЛИКОМ НАЦИОНАЛЬНОМ СОБРАНИИ ТУРЦИИ Аннотация История насилия издавна сосуществует в истории человечества, при этом тема насилия над женщиной, осознание важности и включение её в как объекта исследования появилось недавно. Сложившаяся ситуация, связанныя с этой темой актуальна не только для Турции, но для всего мира 210 OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ и развивается паралельно. Большую роль в целях привлечения внимания к этой теме занимает создание и развитие женского движения. В конце 1960 г. предыдущего столетия в рамках насущных вопросов, женское движение имеет огромную значимость. После 80- годов просходит динамика возникновения внутригосударственных и международных террористических движений, на фоне этого раскрываются вопросы насилия в семье, которая является основной ячейкой общества, насилия над слабыми, то есть женщин и детей, в глобализирующемся мире показывает личностные отношения на основе конфликта. Это раскрывает противоречие на фоне прогресса информационно-коммуникационных технологий. Немаловажное значение при анализе и решении этой проблемы не может не зависеть от восприятия насилия как части жизни, которая превращается в привычку. Таким образом, женщина как жертва насилия, и ее привыкание к этому, непосредственно формирует или возрождает патриархальную структуру. И поэтому анализ и решение проблемы, не зависит от принятия политических постановлений. Темой данного исследования является то, что Великое национальное собрание Турции, как орган принятия государственных решений, рассматривает и считает тему насилия над женщиной как важную. Основная задача статьи проанализировать свод законов, дискуссий вокруг этих законов и правовая этика законодателей . В рамках работы отдельно будет рассмотрена структура законодательного органа, направленного на борьбу с насилием над женщин и её значимость в рамках комплексного рассмотрения проблемы. Ключевые слова: женщина, собрание Турции, законодатели насилие, Великое национальное GİRİŞ Medyada kadına yönelik şiddet ve kadının aşağılanmasına dair görüntü ve söylemlerin yansımadığı gün yok gibi gözüküyor. Özellikle televizyon ekranlarına yansıyan cinayet ve şiddet haberlerinin yoğunluğu ile toplumsal cinsiyet eşitliği endekslerinde en alt sıralarda yer alan Türkiye1; kadınını 1 Dünya Ekonomik Forumu’un yayınladığı “Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi” ne göre Türkiye, 136 ülke arasında 120. sırada yer almaktadır. Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği sıralamasında 127, siyasete katılımda 103, iş gücüne katılımda 123. sıradadır. World Economic Forum, The Global Gender Gap Report 2013. YIL: (5) 1 – SAYI: 1211 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- çaresiz bırakan ülke profilini çoktan çizmiş durumdadır. 1980 sonrası kendini iyice hissettiren neo-liberal dalga ile bir taraftan özgürlüklerin ve özgürlükler rejimini ifade eden demokrasinin yaygınlaşması ile övünülürken (özellikle sosyalist rejimlerin çözülüşü ile ortaya çıkan yeni ulus-devletlerin rejim değişiklikleri), diğer taraftan bireylerden gruplara, örgütlerden devletlere kadar çatışma zemininin genişliyor olması insanoğlunun çelişkilerini ortaya koymaktadır. Bu çatışma; toplumun en küçük ve temel birimini oluşturan ailenin içinde yaşanan şiddetin, terörizm ve savaş gibi büyüyen ve genişleyen biçimiyle kendini göstermektedir. Terörün dini ve milleti olmadığı gibi, kadına dair şiddet de belli bir eğitim ve kültür seviyesi aramamaktadır. Kadına yönelik şiddetin en çok aile içinde ve aile bireylerinden biri tarafından gerçekleşmesi, aile kurumunun önemini ortaya koymaktadır. Sevgi, saygı kimi zaman coşku gibi yüce değerler üzerine inşa edilmek istenen aile kurumuna, hırs, hınç, doygunluk, bıkkınlık, tahammülsüzlük, tıkanıklık hatta kin ve nefret gibi duygular hakim olmakta ve yaşam tarzına dönüşmektedir. Toplumun töresel, yöresel ve dinsel dayatmaları kimi zaman bu duyguları beslemeye kaynaklık etmektedir. Özellikle 1980 sonrasının yeni insanı, bireyciliğin zirveye ulaştığı, bilgi ve teknolojinin muazzam gelişiminin sunduğu olanaklara kolay yoldan ulaşmak isteyen, bunu yapmak için de bencilliği elden bırakmayan bir görüntü çizmektedir. Bireyin “ben” duygusu çatışma olgusunun temel nedeni haline dönüşmektedir. Bu durum “biz” duygusuna dayanan aile kurumunu yozlaştırmaktadır. Kadının aile ve toplum içindeki konumunu algılayabilmek için; insan ırkının bir türünün diğerine olan üstünlüğünü sorgulamak gerekiyor. Diğer bir ifadeyle, “Erkek neden egemen?” sorusu önem kazanıyor. Bu sorunun ilk yanıtı, tabiki cinsiyet kimliğinden kaynaklanıyor. Kadının biyolojik ve fizyolojik açıdan zayıf olan tarafta olması, zaman içinde sosyalleşen insanoğlunun kurduğu aile, ekonomi, siyaset ve toplum gibi tüm yapı ve kurumlarda erkeğin üstün olmasına zemin hazırlamıştır. Sorunun bir diğer yanıtı ise, erkeğin özel mülkiyete sahip olmasında yatmaktadır. Özel mülkiyet, erkeğin kadını da bedeniyle, ruhuyla malı gibi görmesine, üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olduğu inancının yerleşmesine olanak sağlamıştır. Kadının konumunun belirlenmesinde, tarihsel süreç ve kadını odağına yerleştiren feminist teorinin büyük payı vardır. Tarihsel temeli (eşitlik olgusuna dayanarak), sınıfa dayalı ekonomik determinizme dayandıran sosyalist görüşü 212 OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ yeniden sorgulamak, genişletmek ihtiyacı doğmaktadır. Bu görüşe göre, ilk işbölümü, ilk defa ezenler ve ezilenlerin ortaya çıkmasıyla oluştu; diğer taraftan ilk işbölümü de kadınla erkek arasındaki işbölümüydü. Dolayısıyla tarihsel temel çok daha önceye, diğer bir ifadeyle cinsiyetler arası doğal bölünmeye dayanmaktadır2. Bu nedenle feminist teori, hem insana sadece erkek gözünden bakarak ortaya çıkan görüşlere yeni doneler sunmakta, hem de tüm kadın ezilmişliğini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle öncelikle, kadını ezen, dışlayan ve hatta şeytanlaştıran algıyı incelemek gerekmektedir. Bu çalışma, Türkiye’de kadına yönelik şiddet konusunda siyasal karar alma mekanizmasında rol üstlenen karar alıcıların algıları üzerine yoğunlaşmakla birlikte; tarihsel süreç içinde kadını dışlayan, şiddete mağdur eden algıyı konu edinmektedir. Bu nedenle çalışmada, kadına yönelik şiddet konusuna tarihi bir açıklama getirmek zorunlu olmuştur. Şiddetin kökeni önce Batı toplumlarında irdelenmiştir. Tarihi analizin ardından, kadına yönelik şiddet konusunun uluslararası toplumun gündemine girişi ve sorunu çözmeye yönelik kurumsal girişimler açıklanmıştır. Uluslararası girişimlerden etkilenen Türkiye’deki kadın hareketinin konuya yönelik çabaları, devlet ve kurumlarının getirdiği yasal ve kurumsal düzenlemeler çalışmanın diğer ayrıntılarını oluşturmaktadır. TBMM’de kadına yönelik şiddet konusu, “Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” ve Kanun’un tartışmaları çerçevesinde ele alınmıştır. KADINI ÖTEKİLEŞTİREN ALGININ ARKAPLANI YA DA KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN TEMELİ Tarihi sürece gözatıldığında, kadının egemen olduğu “anaerkil” dönem3, her türlü üretimin kadın kontrolünde olduğu ilk çağları ifade etmektedir. Bu dönemde; ip, sepet, dokuma, toprak kap yapımı, ateş yakma ve yemek pişirme, balık tutma, tarak, kaşık, madeni eşya, boncuk yapımı gibi tüm uğraşlar kadının tekelindeydi. Bunlara ek olarak ilk hekimlik uygulamaları ve şifalı otları kullanmak kadının eseriydi. İnsanoğlunun doğa olaylarını 2 3 Juliet Mitchell (2006), Kadınlar: En Uzun Devrim, çev. Gülseli İnal v.d., İstanbul: Agora Kitaplığı, 20-1. Evelyn Reed (2003), Bilim ve Cinsiyet Ayrımı, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınevi, 143-46. YIL: (5) 1 – SAYI: 1213 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- kavramaya başlamasıyla, üretim alanı erkeklerin eline geçmeye başladı. Üretim biçiminde özellikle savaş araç ve gereçlerinin üretimine bir geçiş söz konusu olmuştur. Bu gelişmeler kadını arka plana iterken, kadının toplumdaki üstünlüğünü sona erdiren Saray-Tapınak-Ordu üçlemeleri ve din devleti gibi yeni örgütlenmeleri ortaya çıkarmıştır4. Antik Yunan mitolojisinde ilk kadının ismi Pandora5dır. Pandora, Tanrılar babası Zeus’un Prometheus’u ilk kurban ayinindeki riyakarca davranışıından dolayı cezalandırmak için kullandığı bir tuzaktır. Süslü bir gelinlikle, taç, mücevher ve kuşaklar içinde düşüncesizce kendini kabul edecek adama gelen Pandora, ışıltılı bir cazibe taşır. Parıltılı gelin, beraberinde ağzı sıkıca kapalı bir kutu getirmiştir. Kutunun kapağını açınca, ölüm ve diğer kötülükler dünyaya yayılır; kesin olan kutudan asla umudun çıkmayacak olmasıdır6. Antik Yunan’da kadınlar, siyasal hayat ve kurban ayinlerinden dışlanmıştır. Kurban ayinleri önemlidir, çünkü Yunan dininin merkezi, siyasal hayatın dayandığı temeldir (Tanrılar ve erkekler arasındaki uyumu gösterdiği için). Sparta hariç, ilk demokrasi örneği olarak literatürde kendine yer edinen Atina’da kadın yurttaş yoktur. Sadece yurttaşların anneleri, karıları ve kızları vardır7. Roma Hukuku’nda da durum farklı değildir. Kadınlar ayrı bir tüzel tür oluşturmazlardı. Hukuktan kadınları ilgilendiren pek çok çatışmanın çözülmesi beklenirken, hukuçuların çoğu kadının zihin zayıflığı, hafifmeşrepliği, genel çelimsizliği ve yasal ehliyetsizliği gibi görüşleri paylaştığından, genel olarak kadınla ilgili en ufak bir tanım önermezdi. Cinsiyet ayrımı “özellikle evlilik için” yasal sistemin bir ilkesi olarak kabul edilmiştir8. “İster iyi olsun ister kötü, bir atın mahmuza ihtiyacı vardır; ister iyi olsun ister kötü, bir kadının da bir sahibe ve efendiye, bazen de bir sopaya 4 5 6 7 8 214 Hanri Benazus (2010), Geçmişten Günümüze Kadınlar ve Kadınlarımız, İstanbul: Bizim Kitaplar, 277. Herşeyi veren kadın, bütün Tanrılar tarafından verilen kadın. Claudine Leduc (2005), “Antik Yunanistan’da Evlilik, “Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, Cilt: 1, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 247. Louise Bruit Zaidman (2005), “Pandora’nın Kızları ve Yunan Kentlerindeki Ritüelle”, Kadınların Tarihi Cilt I “Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizeler, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 341 Yan Thomas (2005), “Roma Hukukun’da Cinsiyet Ayrımı”, Kadınların Tarihi Cilt I “Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 99. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ ihtiyacı vardır.” Atasözünü kayda geçiren 14. Yüzyıl fetvacısı Floransalı Paolo da Certaldo. Ortaçağ Avrupa’sında Kilise babaları ve Kitab-ı Mukaddes kadınların bedenlerini tehlikeli ve bozguncu buldukları için, onları kontrol etmek ve cezalandırmak işini erkeklere vermiştir. Eril felsefe ve bilim, görevi omuzlamak için hiç de isteksizlik göstermemiştir. Atasözleri, vecizeler, tıbbi yazılar, teolojik eserler, ders ve ahlak kitapları Antikçağ’dan bu yana bu amaca cephane sunmaktadır. Bilim, etik, siyasal düşünce kadınların ya iffetli kalmaları ya da kendilerini sadece üreme işine adamaları gerektiği noktasında buluşmaktaydı. Galenosçu hekimler, hamilelik için dişi spermin gerekli olduğunun tespiti gibi hatalı teoriler üretirken, kadınların yasal kapasite ve iktidar kullanma yeteneklerini sınırlamak için Aristocu görüşler hız kazanmıştı9. Nitekim Aristo ve Galenos; dişi, eksik ve alt konumda bir erkek miydi? Ya da dişinin cinsel organları tersyüz edilmiş erkek organları mıydı? gibi kadını insan kabul etmeyen sorular peşindeydi. 1494 yılında VI. Aleksandr, 1521’de X. Lui, 1522’de VI. Adriyen pek çok günahsız kadını şeytanla işbirliği ithamı ile öldürmüştür. Kraliçe Elizabeth ve I. James döneminde binlerce kadın, aynı ithamla yakılarak öldürülmüştür. Hatta İngiltere’de kadınlara ceza vermek için özel bir meclis kurulmuş, değişik işkence şekilleri ve kanunları uygulamak meclisin temel işlevini oluşturmuştur. Bu dönemde Avrupa’da yaklaşık 90.000 kadının canlı canlı yakıldığı ifade edilmektedir10. Kadının hor görülmesi sadece Avrupa uluslarına has bir özellik değildir. Eski Mısır’da Firavunlar kız kardeşleriyle evlenebiliyordu. Yine Eski İran’da da kız kardeş, anne gibi kan yakınlığının bir saygınlık ifade etmediği görülmektedir. Onlar da kız kardeşleriyle evlenir ve de bu durumu teşvik ederlerdi. Babil’de kadın, evcil hayvanlarla eşit tutulmuştur. Eski Hindistan’da kadın köle olarak kabul edilmiş, 17. Yy’a kadar kocası ölen kadın, aynı gün kocasının cesedi ile yakılarak yaşam hakkı elinden alınmıştır. Uzak Doğu’da ve Çin’de kadınlar insan olarak kabul görmemiş, tıpkı Arap toplumlarındaki gibi isim koymak yerine numaralandırılmıştır11. Arap toplumlarında kız çocukları diri diri gömülmüş, istenildiği kadar kadına sahip olunulmuştur. Eski Türklerde kadın önemli bir varlık olarak kabul edilmiştir. Türk kadını 9 10 11 Chritiane Klapisch-Zuber (2005), “Düzeni Sağlamak”, Kadınların Tarihi Cilt II “Ortaçağın Sessizliği, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 23. Benazus, a.g.e., s. 280. Benazus, a.g.e., s.286. YIL: (5) 1 – SAYI: 1215 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- ata biner, ok atar ve hatta savaşırdı. Miras gibi medeni haklarda erkekle eşit görülmüş ve yönetim kademelerinde bulunmuşlardır. Gökalp’e göre, Eski Türkler hem demokrat, hem feministdirler12. İslamiyet’in kabulü ile bu davranışlar terkedilerek, İslam’ın verdiği haklardan yoksun bırakan, kadını mahrumiyete iten bir algı ile yer değiştirmiştir13. Erken modern Avrupa’da kadın, sanatsal temsillerde ya çok iyi, ya da çok kötü bir rol üstlenmiştir. Örneğin; Havva, Adem’den daha fazla günahkar, Meryem ise, İsa’dan daha az kutsaldır14. Edebi metinlerde kadın, salt görüntüye indirgenmiştir. Erkeklerce kadınlar yazmak için bir araçtır (bir sevgili, bir sanat perisi), yazarın düşleri için bir çanak işlevi görmektedir. “Kadın” pekçok filozofça kötülenmiştir. Avrupa’da modernliğin ve özgürlüğün fikir babalarından Voltaire, Rousseau, Montesquieu, Diderau’ya göre kadın kötü bir mahlûktur. Montesquieu’da kadınlar erkeklere egemen olmak için çekiciliklerini kullanırlar, Rousseau’da kadınlar erkekleri mutlu etmek için vardırlar15. Diderot için de kadınlar şehvet ve eğlence için yaratılmışlardır. Eski Yunan’da Sokrat, Eflatun, Aristo’nun kadını tüm kötülüklerin anası, şeytanın işbirlikçisi olarak tanımladığı görüşü bu dönem filozoflarında da etkilidir. Ancak bu dönem Avrupa’da Dante, Petrark, Shakespeare gibi kadınların haklarından bahseden görüşler de yer bulmuştur16. İster prenses, ister köylü olsun (ve aralarındaki hatırısayılır farklılıklara rağmen) kadınların içinde yaşadıkları mekan, kurallarla, yasaklarla sürekli gözetlenmiş ve kontrol edilmiştir. 18. Yy itibariyle kadınlar bu kısıtlamaların içinde yaşamakla birlikte, bu kısıtlamalardan kurtulmanın yollarını aramışlardır. Süt sağma taburesi ile taht arasında, kadın gerçekliğinin pekçok boyutu vardır. Zengin veya yoksul olmak ile güzel veya çirkin olmak büyük anlam ifade etmektedir. 12 13 14 15 16 216 Ziya Gökalp (1996), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Kamer Yayını, 165-67. Bahriye Üçok (2011), İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, İstanbul: Bilge, Kültür, Sanat Yayını. Kilise Babaları, İlk Günah’ın suçunu Havva’ya yüklemiştir, kadınları cinsellik ve günahla tanımlamışlardır. O kadar ileri gidilmiştir ki, kadın erkek için baştan çıkarıcı ve kötülüğün kaynağı olduğundan erkeğin kadına olan sevgisi, Tanrı’ya olan sevgisini tehdit edecektir. Erkeğin selameti için bakir yaşam önemli bir unsurdur. Natalie Zemon Davis ve Arlette Farge (2005), “Herşeye Rağmen Kadın Nedir?”, Kadınların Tarihi Cilt III “Rönesans ve Aydınlanma Çağı Paradoksları, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 250-53. Benazus, a.g.e., 281. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ Fransa’da gerçekleşen “Devrim”, kadınların yaşamında önemli değişim ve gelişmelere yol açtı. “Değişimlere asıl yön veren erkekler olsa da”. Ücretli emek, bireysel yurttaşlık hakları, kadınların eğitim hakkı gibi sosyal gelişmeler ve kadınları siyasal hayatta kendilerini bir güç olarak ifade etmelerinin önünü açan Feminizm, Devrim’in önemli kazanımları olmuştur. Sanayi Devrimi ile birey, toplum karşısında öncelik kazanmıştır. Modernliğin gelişi, dişiyi özne olarak, kadının birey, siyasal hayatın katılımcısı ve nihayetinde bir yurttaş olmasını sağlamıştır17. Bu kazanımlar sadece Avrupa’ya sıkışmamış, modernliği kendine hedef olarak belirleyen ülkelerde, kendi koşulları içinde eksik, kimi zamansa anlamını bulamamış biçimde yaygınlaşmıştır. KADINA YÖNELİK ŞİDDET KONUSUNUN GÜNDEME GELİŞİ Kadına yönelik şiddetin toplumsal düzeyde tartışmaya açılması, şiddetle mücadele edilmesiyle aynı paralel süreçte gerçekleşmiştir. Bu dönem 1980’ler sonrasını ifade etmektedir. Şiddeti tanımlayan, görünür kılan ve hatta mücadeleyi başlatan ve mücadele eden kadın hareketidir. Bu, ezilmeye karşı bir başkaldırıdır. Hareketi besleyen ve destekleyen Feminist düşünce, 1970’lerde somutlaşan ve uluslararası çapta adım atılmasına ön ayak olan bir ivme olmuştur. Ancak kadına yönelik şiddetin tarihte yaşandığına dair konu özelinde yazılı kaynak olmasa da, geçmiş döneme ait eserlerin satır aralarında, kadın ezilmişliğinin ipuçlarını bulmak mümkündür. Bir önceki bölümde, kadını kötüleyen ve onu yok sayan temel düşünceler açıklanmakla birlikte, bazı örneklerde bu durum birebir şiddet kullanmayla özdeşleşmektedir. Örneğin, bir zamanlar Europa deniz kıyısında kız arkadaşlarıyla oynarken, Zeus bir boğa kılığına girerek onu kaçırır. İllüstrasyonlarında Europa, boğanın sırtında korkuyla oturur, hüzünle el sallar arkadaşlarına. Korkmakta haklıdır; çünkü Zeus ona sahip olmak için şiddet kullanmıştır. Kadının konumunu toplumsal düzlemde ilk kez tartışmaya açan kadın, 1363-1430 yılları arasında Venedik’te yaşamış olan Chiristine de Pizan olmuştur. Döneminin önemli şair ve yazarlarından olan Pizan, “querelle du Roman de la Rose (gül romantizmi)” edebi tartışmasının üzerinden kadınlara 17 Geneviéve Fraisse ve Michelle Perrot (2005), “Düzenler ve Özgürlükler”, Kadınların Tarihi Cilt IV “Devrimden Dünya Savaşı’na Feminizmin Ortaya Çıkışı, Georges Duby, Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını, 13. YIL: (5) 1 – SAYI: 1217 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- yönelik düşmanlıklarla mücadele etmiştir. Evlilik, cinsellik gibi konuların yanında, Pizan kadınların kocalarından son derece kötü muamele gördüğünü, sefil bir yaşam sürdüklerini kaleme almaktadır18. Türk yazılı kaynaklarında bizzat kadına yönelik şiddeti içeren tarihi kaynak yoktur belki ama, Sami Paşazade Sezai’nin “Sergüzeşt” romanı örneğinde olduğu gibi, köle olarak alınıp satılan cariyenin uğradığı kötü muamele ve şiddet kaleme alınmıştır. Romancının hedefi şiddet değil, tıpkı Namık Kemal’in romanlarındaki gibi “özgürlük” fikrine kilitlidir, ancak bu dönem yazarlarının eserlerinde kadına şiddet uygulandığına dair ifadeler yer almaktadır. Kadına yönelik şiddet konusunun gündeme gelmesinde, II. Dünya Savaşı sonrası siyasi ortamı ve yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan başkaldırıları beklemek gerekecektir. Bu dönemde kadın hareketinin tetiklediği Birleşmiş Milletler’in 1975 yılındaki Mexico City’de düzenlediği “Birinci Dünya Kadın Konferansı”, ardından gerçekleştirilecek konferanslar ve alınan kararların önemi büyüktür. BM 1975-85 yılları arasındaki dönemi “Kadın On Yılı” olarak ilan etmiş, böylece kadına yönelik şiddete dair uluslararası norm ve standartlar belirlenmiştir. Bu konferansta şiddet konusu sivil toplum kuruluşlarınca dile getirilmiş, fakat Eylem Planı’nda şiddet konusuna özel bir vurgu yapılmamıştır. 1980 yılında Kopenhag’da gerçekleştirilen İkinci Konferans’ta şiddet konusu, sağlık alanı çerçevesinde değerlendirilmiştir. Şiddet konusunun kapsamlı bir biçimde ele alındığı Konferans 1985’de Nairobi’de gerçekleştirilen konferans olmuştur19. 1993 yılında Viyana’da gerçekleştirilen Dünya İnsan Hakları Konferansı’nda, kadının insan hakları tüm BM insan hakları belgelerine girmiştir. 1994 yılında BM İnsan Hakları Komisyonu şiddet konusunu derinlemesine inceleyecek bir Özel Raportör atamıştır. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nde (CEDAW 1985), şiddet için ayrı bir başlık açılmamış, şiddet konusu ayrımcılık kapsamında değerlendirilmektedir. 1995 yılında Pekin’de gerçekleştirilen Konferans’ta katılımcı ve katılanların çeşitliliği artmıştır. Bu dönemde tüm görsel ve yazılı yayınlar, kadın sorunlarına kulaklarını tıkamamıştır. Bu Konferans’ın diğerlerinden 18 19 218 Gisela Bock (2004), Avrupa Tarihinde Kadınlar, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: Literatür Yayınları, 21. Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2007-2010, KSGM, 11-12. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ ayırtedici yönü, “Taahhütler Konferansı” olmasında yatmaktadır. Çünkü Pekin Eylem Planı’nda kabul edilen ilkeler, pek çok ülkenin beş yıllık kalkınma planlarına girecektir. Türkiye’de Pekin Deklarasyonu ve Eylem Planı’nı çekince koymadan imzalayan ülkeler arasındadır20. 5-9 Haziran 2000 yılında New York’ta düzenlenen “Pekin +5” BM Genel Kurul Özel Oturumu’nda, bir önceki konferansın taahütleri incelenmiş, kadına yönelik şiddetin tanımı genişletilmiştir. Türkiye’nin önerisiyle “namus suçları” ve “zorla evlendirilme” başlıkları ilk kez uluslararası bir antlaşma metnine girmiştir21. TÜRKİYE’DE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” gibi atasözlerinin anlam ifade ettiği ve değer bulduğu bir toplumda, şiddetin her türü ile mücadele etmenin hiç de kolay olmayacağını anlamak zor değildir. Görsel ve yazılı yayınlarda hemen hemen hergün, dayak, cinsel taciz, tecavüz, daha uçta cinayet ve çocuk gelinler gibi şiddetin farklı türlerini içeren haberler bu tesbitin kanıtıdır. Şiddete uğrayanın yanıtı çoğunlukla sessizlik, bu kimi zaman olayı açık etmemek, kimi zaman “Kocam değil mi? İster döver, ister sever” biçiminde anlaşılamayacak karmaşık bir ruh halini yansıtır. Aslında bu ruh hali, kadının da tıpkı diğerleri gibi aynı değerleri içeren bu toplumun bir bireyi olmasından kaynaklanır. Ancak madolyonun diğer tarafına bakacak olursak, Türkiye’de kadına yönelik şiddete dair önemli bir bakışaçısının geliştiğini ve şiddetle mücadelenin bu bakışaçısının temelini oluşturduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye’de kadın mücadelesinin pek çok boyutu vardır. Kadınların siyasal haklarından, çalışma yaşamına, eğitim olanaklarından cinsler arası eşitlik konularına kadar kadın için hayati öneme sahip konular tartışılmış, dile getirilmiştir. Ancak Türkiye’de kadın hareketini doğuran ve ivme kazandıran, kadınların fiziksel şiddete, yani dayağa “dur” demeleriyle başlamıştır. Diğer bir ifadeyle, şiddete karşı kazanımlar devlet eliyle değil, kadınların kendi içinden başlattıkları ve devlet kurumlarını etkiledikleri hareketle sağlanmıştır. Türkiye’de kadına yönelik şiddet, 1987 yılında kadın dayağını 20 21 Zeynep Oral (2008), Kadın Olmak, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 285-90. Oral, a.g.e., s. 313. YIL: (5) 1 – SAYI: 1219 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- meşrulaştıran bir yargı kararını protesto etmek için kadınların sokaklara dökülmesi ve şiddeti kınamaları ile gündeme gelmiştir22. Kadınların sokağa çıkması ve kadın hareketinin güçlenmesinde; 1980 sonrası Türkiye’deki toplumsal değişmenin ön plana çıkan yenilenme/ direnme boyutunun, kadınerkek ilişkileri ve kadın kimliği konularına odaklanmasının büyük payı vardır23. 1988 yılında yayınlanan Bağır Herkes Duysun!, dayak yiyen kadınların tanıklıklarına ve feministlerin şiddeti çözümlemeye dönük analizlerine yer veren ilk yayın olma özelliğini taşımaktadır. 1989’da Ankara’da başlayıp, İstanbul’da devam eden, “Bedenimiz Bizimdir- Cinsel Tacize Hayır” kampanyası, İstanbul’da “Mor İğne” dağıtılması ile çok ses getiren bir hareket olmuştur. “Cinsel Taciz” kavramı, 1990 yılında Feminist dergisinde çok tartışılmış, kavram belli bir süre sonra herkesin diline yerleşerek, anlamı bilinir olmuştur24. Bir diğer başkaldırı, 1989 ve 1990 yıllarında İstanbul, Ankara, İzmir, Adana illerinde Türk Ceza Kanunu’nun 438. Maddesine karşı yürütülen kampanyalardır25. 1990’lı yıllar boyunca kadına yönelik şiddet konusu sürekli olarak dile getirilerek, gündemde tutulmaya çalışılırken, 1980’lerde sokağa dökülen, kampanya yürüten kadın hareketi kurumsallaşmaya başlamıştır. Bu dönemde uluslararası düzeydeki gelişmeler iç dinamikleri tetiklerken, kadın kuruluşları şiddetle mücadele konusunda yurt dışından fon bulmaya 22 23 24 25 220 1987’de Çankırı’da kocasından sürekli dayak yiyen hamile bir kadının boşanma davasını reddeden hakim Mustafa Durmuş, gerekçeli kararını “kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözüne dayanarak açıklamıştır. Bu karara Çankırı’da 8 avukat itiraz etmiş, bu durum İstanbul’da kampanyaya dönüşmüş, ardından Ankara ve diğer illere yayılmıştır. Bu kampanyayı sokak gösterileri, imza toplama kampanyaları ve sorunun tartışmaya açılması izlemiştir. Bu kampanyanın en önemli çıktısı; kadın sorununu görünür kılması ve kadın hareketinin örgütlenerek güç kazanmasına olanak sağlamasıdır. Bkz. Nazik Işık (2009), “1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Hareketi İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler”, 90’larda Türkiye’de Feminizm, Aksu Bora ve Asena Günal (der.), İstanbul: İletişim Yayını, 45. Şirin Tekeli (2011), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul, İletişim Yayını, 33. Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat (2008), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, 2008, İstanbul, www. kadinayoneliksiddet.org, 18-9. TCK 438. Madde gereğince, ırza geçme durumunda, saldırıya uğrayan kadının fahişe olması, saldırgan erkeğe 2/3 oranında ceza indirimi sağlamaktadır. Bu maddeye karşı Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru sonucu, yüce mahkemenin 11 üyesinden (hepsi erkek) 7’si bu maddeyi Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı görmemiş, bu durum toplumda büyük bir yankı uyandırmıştır. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ başlamıştır. Kadın kuruluşları, 1980’li yıllar boyunca devlet ve kurumlarına karşı mücadele ederken, 1990’larda devlet kurumlarıyla işbirliği yapmaya başlamışlardır26. Bu dönemde öne çıkan önemli kadın kuruluşları; İstanbul’da Mor Çatı, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfı ve Diyarbakır’da KAMER (Kadın Merkezi) olmuştur. Bu kurumlar kadına yönelik şiddet kavramının yaygınlaşmasına katkı koydukları gibi, ilk kez kadın sığınakları konusuna da dikkat çekmişlerdir. Şiddetle ilgili olmayan fakat kadın hareketi ve kuruluşlarını yakından ilgilendiren bir konu da, 1990’lı yıllarda feminizmin farklılaşıp ayrışmaya başlamasıdır. Daha önce ayrışmış olan Cumhuriyet’in temel kazanımlarına sahip çıkan Kemalist-Feministler ile Kemalist olmadıklarını vurgulayan feminist gruba27; “Biz Müslüman Kadınlar” olarak kendilerini tanıtan türbanlı feministlerden, etnik kimliklerini vurgulayarak siyasallaşan “Kürt Kadın Hareketi” de eklemlenmiştir28. Kadına yönelik şiddetle mücadelede devlet düzeyinde kanunlar değiştirilmiş, konuya dair yeni kurumlar oluşturulmuş veya var olanlar revize edilmiş, yerel yönetimler ve üniversiteler bu konuda merkezler açmışlardır. 1990 yılında o zamanki adıyla Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK), şiddete uğrayan kadın ve çocuklar için ilk kadın konukevlerini açmaya başlamıştır. 1990 yılında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı İmren Aykut, bakanlığına bağlı Kadının Statüsü ve Sorunları Başkanlığı’nın kuruluşuna öncülük etmiştir. Yürütmenin bu kurumu genel müdürlük olarak 1991 yılında Başbakanlığın ilgili bakanlığına bağlanmıştır. 2004 yılında doğrudan Başbakanlığa bağlanması resmileşen kurum, 2011 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlanmıştır. 1990 Eylül’ünde yerel yönetimler tarafından açılan ilk kadın sığınma evi, Bakırköy Belediyesi’nce gerçekleştirilmiştir. 1993 yılında Altındağ Belediyesi, Kadın Dayanışma Vakfı’na Sığınma Evi’nin açılışında destek sağlamıştır. 1994 yılında KSSGM tarafından şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik, el emeğinin değerlendirilmesi konularında hizmet vermek üzere, “Bilgi Başvuru Bankası”nı (3B) kurmuştur. 26 27 28 Altınay ve Arat, a.g.e., s. 21. Yeşim Arat (2005), “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (der.), çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayını, 82-4. Necla Arat (2010), Feminizmin ABC’si, İstanbul: Say Yay., 2010, 90. YIL: (5) 1 – SAYI: 1221 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 1998 yılında aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için tedbirler alınması düzenleyen 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” yürürlüğe girmiştir. Aralık 2000’de istismara uğrayan, uğrama riski taşıyan kadınlara rehberlik hizmeti için “183 Alo Kadın ve Çocuk Hattı” faaliyete geçirilmiştir. 2002 yılında eşitliği temel prensip olarak alan “Yeni Türk Medeni Kanunu” yürürlüğe girmiş, 2004 yılında şiddete uğrayan kadın için yeni düzenlemeler getiren “Yeni Türk Ceza Kanunu” kabul edilmiştir. 2005 tarihinde Büyükşehir Belediyeleri ile, nüfusu 50.000’i aşan belediyelerin “Kadınlar ve Çocuklar İçin Koruma Evleri” açmaları “Belediye Kanunu” ile yürürlüğe girmiştir. Bir diğer gelişme artan namus cinayetleri ile TBMM’de “Töre ve Namus Cinayetleri ile Kadınlar ve Çocuklara Yönelik Şiddetin Sebeplerinin Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi” amacıyla Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştur. Komisyonun hazırladığı rapor, 2006’da Başbakanlık Genelgesi olarak yayınlanmıştır. Yargı mensupları, din görevlileri, polis, sağlık personeli gibi hizmet birimleriyle eğitim projeleri gerçekleştirilmiş ve konu bütüncül ele alınmaya çalışılmıştır. Ek olarak, kadın konusunun ele alınmasında parlamento ayağını oluşturacak TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun 2009 yılında kurulması izlemiştir. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin nedenleri sorgulandığında, bu konuda yapılan araştırmalar29; alkol kullanımı, işsizlik, ekonomik yoksulluk, erken yaşta evlilik ve sosyal öğrenme (çocuğun evinde gördüğü şiddeti, yetişkin bir birey olduğunda uygulaması) gibi bulguları göstermektedir. Bu sonuçlar şiddetle mücadelede, kadın hareketinin direnmesinin önemli olduğunu, ancak bütüncül olarak ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için devlet ve kurumları yanında, sosyal gruplarla işbirliği içinde çalışılması gerektiğini göstermektedir. 2000’li yıllar boyunca kadına yönelik şiddetle mücadele; 2004-2010 tarihleri arasında Amnesty International’ın desteklediği “Kadına Yönelik Şiddete Son” kampanyası, 2004-2007 yılları arasında Hürriyet, ÇEV, CNN Türk ve İstanbul Valiliği işbirliğinde “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası, Amnesty International’ın 2006 yılında “16 güne 16 sığınak” kampanyası, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler ile The Body Shop ortaklığında 29 222 Şahika Yüksel (2011), “Eş Dayağı ve Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Şirin Tekeli (der.), İstanbul: İletişim Yayını, 304-07. Şiddetin nedenlerini oluşturan bulgular üzerinden geliştirilen “ekolojik boyut modeli” için bkz: Şengül Hablemitoğlu (2004), “Toplumsal Cinsiyet Yazıları”, Kadınlara Dair Birkaç Söz, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayını, 233-36. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ kampanya, BM Nüfus Fonu (UNFPA)’nun 2005 yılında başlattığı “Kadına Karşı Şiddete Son” kampanyaları sponsorlarla yürütülen bir özellik taşıyarak devam etmiştir30. Ancak kadın örgütlerinin tüm bu çabaları, yasal ve kurumsal düzenlemeler kadına yönelik şiddeti ortadan kaldırmaya veya azaltmaya yetmemektedir. Amaca ulaşılması için, toplumsal yaşamın yasa metinleri ile örtüşecek bir özelliğe kavuşması gerekmektedir. Bu da ekonomik, sosyal, siyasal unsurlardan ve bu unsurların belirleyicilerinden bağımsız değildir. TBMM’DE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE Şiddetin bizzat yaşandığı bir parlamentodan kadına yönelik şiddeti çözmesini beklemek, parlamentonun inkar edilmesi gibi görünse de, bu konudaki inandırıcılığı ve gerçekçiliğinin tartışılması gerektiğini göstermektedir. Özellikle de parlamentoda her dönem çoğunluk erkeklerden oluşmaktaysa. Türkiye’de kadına dair tarih yazımına bakıldığında, yeni kurulan devletin parlamentosu ve özelde Türk modernleşmesi, pek çok çağdaş devleti geride bırakarak kadınına önemli kazanımlar sağlamıştı. II. Meşrutiyet’in ürünü kadın örgütleri, dergileri, hatıralar ve Türk Kadınlar Birliği gibi yapılanmalar mutlaka yönlendirici oldular. Medeni Kanun ve kadına verilen siyasal haklar düşünüldüğünde, tarihinde yaşamadığı bir “kadın devrimi” gerçekleşmişti. Veren taraf olarak devrimi gerçekleştiren, erkeklerdi. İçinde yaşanılan dönem ve koşullar dikkate alındığında, henüz açılmış parlamentoda (23 Nisan 1920), İzmir milletvekili Hacı Süleyman Efendi, ulusların mutluluğu ve kurtuluşu için kız çocuklarının okutulmasını ve onlar için de okullar açılmasını belirtmekteydi (22 Mayıs 1920). Onun bu konuşmasına itirazlar gelmişti31. Önce parlamentoda bulunanlara kadınların da “insan” olduğunu benimsetmek ve reformlara inanmalarını sağlamak gerekiyordu. Örneğin ilk parlamentoda Erzurum milletvekili Hoca Salih Efendi, dört kadınla evlenebilme olanağını tanıyan kanun teklifini parlamentoya sunmuştu. Yine Bursa milletvekili Operatör Emin Bey, frengi hastalığının ortadan kaldırılabilmesi için, kadınların evlenmeden önce muayene edilmesini teklif ettiğinde, parlamentoda kavga çıkmış ve Emin Bey kendini dövmek isteyen 30 31 Altınay ve Arat, a.g.e., s. 30 Bahriye Üçok (2000), Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu, İstanbul: Cem Yayını, 268. YIL: (5) 1 – SAYI: 1223 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- hocaların elinden zor kurtarmıştı32. 1923 yılında Zonguldak milletvekili Tunalı Hilmi Bey’in, kadınların nüfustan sayılmaları, yani vatandaş kabul edilmeleri yolundaki önerisi parlamentonun birbirine girmesine neden olmuştur. Ağır hakaretlere uğrayan Hilmi Bey konuşamamış, parlamento başkanı oturumu tatil etmek zorunda kalmıştır. Dönemin Milli Eğitim Bakanı, kadın öğretmenleri Eğitim Şurasına davet etti diye, parlamentoda araştırma başlatılmış ve bakan çekilmek zorunda kalmıştır33. Tüm bu örnekler, çoğunluğu toplumun ileri gelen veya seçkinleri olarak tanımladığımız kişilerinden oluşan parlamentoda, “kadın” başlığı söz konusu olduğunda, tartışmaların kendisinin şiddete dönüştüğünü göstermiştir. Bu nedenle “kadın devrimi” olarak tanımlanan, Cumhuriyet’in kadınlara yönelik kazanımlarının hakkını teslim etmek gereklidir. 1950 sonrası çok partili hayata, diğer bir ifadeyle özgürlükler rejimi olarak tanımlanan demokrasiye geçen Türkiye, çoğulculuğu partilerinin çokluğu ile tanımlamış, kadının toplumsal alandaki yeri değişmemiştir. Kadının yerini değiştiren yeni rejim değil, rejimin dönüştürdüğü kapitalistleşme, kentleşme gibi olgular olmuştur. Dolayısıyla kadını 1970’ler itibariyle görünür kılan ve harekete geçiren bu değişimlerin yolaçtığı toplumsal, siyasal, ekonomik ve uluslararası yapının kendisi olacaktır. Kadın gerçekliğinin pek çok boyutunun tartışıldığı parlamentoda “kadına yönelik şiddet”in ele alınması için, konunun gündeme gelmesi ve tartışmaya açılmasını beklemek gerekmiştir. Bir önceki bölümde, dikkatleri şiddet konusuna çeken devlet değil, kadınların kendisi olduğu açıklanmıştır. “Kadın” konusuna kadın bakış açısı girince, diğer bir ifadeyle yeni kadın tarih yazımına bakıldığında söylem, dil ve içeriğin değiştiği göze çarpmaktadır. “Kadın devrimi” yerine “kadın mağduriyeti- kadın sorunları”ndan söz edilmektedir34. “Kadına yönelik şiddet” de bu sorunlardan biri olarak yerini almıştır. TBMM’de kadınların mağdur olduğu aile içi şiddetin önlenmesi çalışmaları, “ailenin şiddetten korunması” adı altında yapılmıştır. Almanya’da 32 33 34 224 Zübeyde Terzioğlu (2010), Türk Kadını Siyaset Sahnesinde 1930-1935, İstanbul: Giza Yayını, 15 Leyla Kırkpınar (2007), Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, İzmir: Zeus Kitabevi Yayını, 142. Serpil Sancar (2012), Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İstanbul: İletişim Yayını, 17. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ 2002, Avusturya’da 1997 yılında aynı adla kanunlar çıkarılmıştır35. Türkiye’de de 1998 yılında 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” kabul edilmiştir. Kanunun ortaya çıkmasında kadın hareketi ve örgütlerinin çabaları yanında, AB’ye üye olmayı kendine hedef olarak belirlemiş Türkiye’ye yönelik eleştiri raporları etkili olmuştur. Bu dönem aynı zamanda TBMM’nin Uyum Paketleri adı altında ardı arkası kesilmeyen bir yasa fabrikasına dönüştüğü dönemdir. Kanunun çıkması için dönemin ANAP-DSP Koalisyon hükümeti Bakanı Işılay Saygın büyük uğraş vermişse de, Kanun bir önceki hükümette Şevket Kazan tarafından hazırlanmış ve dönemin başbakanı Necmettin Erbakan tarafından 6 Mayıs 1997’de TBMM’ye sevk edilmiştir. Erbakan tarafından gönderilen tasarı ve Adalet Komisyonu’nun raporunda, son yıllarda artan aile içi şiddetin toplumu sarsan boyutlara ulaşmasına dikkat çekilmiştir. 7 Ocak 1998’de Kanun tasarısı ve Adalet Komisyonu Raporunun müzakeresi için toplanan parlamentoda, Komisyonun kim tarafından temsil edileceği uzun uzun tartışılmış, karar yeter sayısı 4 kez sağlanamadığı için 3. ve 4. Maddeler oylanamamıştır36. 14 Ocak 1998’de kabul edilen 5 maddelik Kanunun görüşmelerinde37 dikkati çeken Refah Partisi milletvekillerinin muhalefetidir: “….eğer, zabıta, kişinin, hane reisinin eve alkollü geldiğini tesbit ederse, evden herhangi bir şikayete gerek kalmadan ne olacak; bu kişiye, 3 aydan 6 aya kadar hapis cezası verilecek. Şimdi, peki, 6 ay hapis cezasını aile reisine verdiniz- Anadolu’yu bilenler, Türk aile yapısını bilenler, bu söylediğimin ne anlama geldiğini çok daha iyi anlarlar- 6 ay bu kişi, Ahmet Bey, Mehmet Bey içeride yattı, sonra içeriden çıktı; suçu ne; evine belirli oranda alkollü gelmekti veya bir hakaretten, çok ufak bir darptan veya bir tokattan kaynaklanmıştı. Şimdi, Sayın Bakanım zannediyor mu ki, bu aile reisi, altı ay içeride yattıktan sonra, ilk iş olarak, gidip, bir buket çiçek yaptıracak, evine o bir buket çiçekle gelecek….Bu kanun tasarısı, bilmiyorum; ama, bana öyle geliyor ki, Türk aile yapısının temeline dinamit koyan bir kanun tasarısıdır. Kanun tasarısı, esasında, Türk aile yapısına koruma falan getirmiyor. Bu kanun tasarısının gerekçesinde de belirtildiği gibi, Venezuela’da, Amerika’da, İngiltere’de ve birkaç ülkede daha uygulanan bir sistem; onun için böyle 35 36 37 Nazan Moroğlu (2011), Kadına ve Aile İçi Şiddete Son Vermek İçin Elele, İstanbul: CM Basın Yayın, 11. TBMM Tutanak Dergisi (07.01.1998), Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 39. Birleşim. TBMM Tutanak Dergisi (14.01.1998), Dönem:20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 42. Birleşim. YIL: (5) 1 – SAYI: 1225 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- getiriliyor……….Türk ailesi, evet, korunmayı bekliyor sizden bugün; ama, enflasyondan korunmayı bekliyor, hayat pahalılığından korunmayı bekliyor, terörden korunmayı bekliyor Türk ailesi sizden…...38 Bu eleştirilerde de görüldüğü gibi dönemin enflasyon, terör gibi sorunları dile getiriliyor. Değerli arkadaşlar, bu tasarının içeriğini okuduğumuz zaman, ben, şahsen bu kanunla ailenin korunacağı kanaatinde değilim. Bu kanunla ailenin bütünlüğü bozulur kanaatindeyim ve böyle bir kanunun, bu meclisten çıkması, bizler için –samimi söylüyorum- utanç verici bir şey. …….. efendim, eşler arasında anlaşmazlık olursa, erkek sarhoşsa, hanımına karşı kaba bir harekette bulunursa zabıtaya müracaat edecek, hakimin karşısına çıkacak, yargılanacak, hapse girecek; ondan sonra da o erkek gidecek, o evde gene babalık yapacak veya kocalık yapacak…39”. Bu ifadelerin özüne bakıldığında, aile bütünlüğünün temel kabul edildiği, erkeklik onurunun sıklıkla dile getirildiği göze çarpmaktadır. Kadın ayrı bir birey olarak değil, aile kavramıyla birlikte düşünülen bir unsurdur. Bu ifadeler 1990’lı yıllarda Türk toplum yapısında kadının geleneksel konumunu görece sıkı bir şekilde koruduğunu göstermektedir. Bir diğer husus RP’li vekiller çözümün ne olması gerektiği noktasında, çıkacak Kanundan çok şiddetin nedenlerinden ekonomik zorluklar üzerinde yoğunlaşmışlardır. … yoksullukları getiren ekonomik zorluklar gelmiş…..İşsizliğin, sefaletin, pahalılığın getirdiği bu sıkıntı, aileleri perişan etmiş…..40 Alkolün serbest olması, Karadeniz’de Sarp Kapısının açılması ile ortaya çıkan ahlaki erozyon dile getirilen nedenler arasındadır. Kanunun çıkmasında ısrarlı olan Bakan Işılay Saygın ……. Bu yasa, 54’üncü Hükümetin ürünü olan ve bizzat Adalet Bakanımız Sayın Şevket Kazan’ın hazırladığı bir yasadır. Adalet Bakanlığından, 54. Hükümetin Bakanlar Kurulundan geçmiş, Sayın Başbakan Erbakan tarafından 6.5.1997 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisine sevk edilmiş olan bu yasaya muhalefetinizi anlamak mümkün değildir. Kendi Genel Başkanınızın Başbakanlığında sevk etmiş olduğu bu yasaya muhalefetiniz, kadınlarımızı ne gözle gördüğünüzün en güzel örneğidir. Bu konuda başka bir şey söylemek istemiyorum; ama, samimiyetsizliğinizin ortada olduğunu da hepiniz görmektesiniz.41 İfadeleriyle Kanunun çıkmasında etkili olmuştur. 38 39 40 41 226 RP Sakarya milletvekili Nezir Aydın’ın konuşması RP Trabzon milletvekili Kemalettin Göktaş’ın konuşması RP İstanbul milletvekili Ali Oğuz’un konuşması Devlet Bakanı Işılay Saygın’ın konuşması OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ Her geçen gün kadına yönelik şiddet olaylarının ve cinayetlerin artmasına koşut olarak 4320 Sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” un 2007 yılında yapılan değişikliklerine rağmen, eksikliklerini gidermeye dönük 6284 Sayılı “Ailenin Korunmasına ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” 8 Mart 2012 yılında kabul edilmiştir. Kanunun kabulünün özellikle 8 Mart Dünya Kadınlar Gününe denk getirilmesi ayrıca önem arz etmektedir. Kanunun görüşüldüğü gün göze çarpan olaylar ise; kadın milletvekillerinin çoğunun 8 Mart dolayısıyla bir program için parlamentoda bulunmamaları, TBMM sıralarının iktidar ve muhalefeti ile boş olması, en önemlisi yine 8 Mart dolayısıyla dönemin Aileden Sorumlu bakanı Fatma Şahin’in TBMM’de bulunmamasıdır. Görüşmelerde tartışma yaratan bir diğer gelişme, Milli Eğitim Komisyonu’nda Hakan Şükür’ün danışmanının CHP milletvekilini tartaklaması (şiddet) olayıdır. TBMM’de şiddet olayına bir örnek Kanunun görüşmeleri sırasında bir vekilin açıklamalarıdır. Benim şu parmağım bu Mecliste şiddetten dolayı kırıldı.42 Kanun43 görüşülmezden önce, milletvekillerinin 8 Mart dolayısıyla gündeme ilişkin fakat gündem dışı konuşmalarına yer verilmiştir. Bu konuşmalara, Kanunun görüşmelerine ve soru önergelerinin tartışmalarına bakıldığında, iki boyutlu bir farklılık göze çarpmaktadır. İlki kadın ve erkek milletvekillerinin ifade ve algılarındaki farklılık, ikincisi partilerin konuya bakış açılarındaki farklılıktır. Her partiden kadın milletvekillerinin konuşmalarında kadın tarihi, feminist düşünce ve yaklaşımlar (AKP milletvekilleri hariç), kadınların mağduriyet ve sorunları kimi zaman özele inilerek açıklanmış, erkek milletvekilerinin konuşmalarında, anamız, bacımız gibi klişe ifadeler yanında, iz bırakmış kadın ecdada göndermeler yapılarak kahramanlıkların anlatıldığı, yapmalıyız, çözmeliyiz, eğitmeliyiz, vermeliyiz gibi kimi zaman korumacı, kimi zaman çözülmek istenen sorunu yeniden üreten bir uslup kullanılmıştır. Partiler düzeyinde milletvekillerinin ifadelerine bakıldığında; AKP milletvekilleri kadın ibaresinin her geçtiği cümlede “aile” ve “annelik” kavramlarını birlikte kullanmışlardır. Kadın, annelik gibi kutsal bir görevi üstlenen,…. Toplumun en önemli yapı taşı aile, ailenin de en önemli unsuru anne,…44 Kadına kalkan el, bir anneye kalkan eldir45. Şiddetin ve de terörün 42 43 44 45 CHP İstanbul milletvekili Mahmut Tanal’ın konuşması TBMM Tutanak Dergisi (08.03.2012), Dönem: 24, Cilt: 15, Yasama Yılı: 2, 76. Birleşim. AKP Adana milletvekili Fatoş Gürkan’ın konuşması AKP Tekirdağ Milletvekili Özlem Yemişçi’nin konuşması YIL: (5) 1 – SAYI: 1227 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- çözümü de kadının kendisinde görülmektedir. Yine ben inanıyorum ki ülkede terörü ve şiddeti bitirecek olanlar da kadınlarımız, annelerimizdir. Anne şefkati ve anne sevgisinin üstesinden gelemeyeceği sorun yoktur diye düşünüyorum.46 Muhalefet partileri “eşitlik ve özgürlük” ifadelerini kullandıklarında, karşılıklı atışmalarda “türban” konusu mutlaka AKP milletvekillerince dile getiriliyor. İkna odalarında kızlarımızı okullara almayan kim di?47 veya Eğer bir ülkede bir kısım kadınlar farklı yaşam tarzlarından ve giyim kuşamlarından dolayı… ..48 gibi. AKP milletvekilleri iktidar olarak partilerinin ve hükümetlerinin yaptıkları politikaları anlatıyorlar. Bunun içinde dönemin Başbakanının eşi Emine Erdoğan’ın yürüttüğü kampanyalara da gönderme yapılıyor. Parti sözcülüğü bazen propagandaya dönüşebiliyor. Örneğin, kadına şiddet konusunun her geçen gün arttığı olgusunun bir yanılsama olduğunu dile getiren AKP’li kadın vekil, gerçekte şiddetin artmadığını, kadınların AKP’ye inandıkları ve geçmişteki (CHP Tek Parti Dönemi’ne gönderme yapılıyor) gibi devletten korkmadıkları için, uğradıkları şiddeti açık ettiklerini iddia ediyor49. CHP’li vekillerin kanunun görüşülmesi esnasında üzerinde ısrarla durdukları iki husus var; kavramlaştırmalardaki yanlışlıklar veya eksiklikler50 ile aynı dönemde görüşmeye devam edilen “4+4+4” eğitim sisteminin eleştirileridir. Kavramsallaştırmada “ailenin korunması” ile “kadının korunması” nın aynı anlamı ifade etmediği tartışılıyor51. Kanunda “birey” yerine, “kişi” kavramının kullanılmasına itiraz ediliyor. Kişi, halk ağzında “eş, koca” analamında kullanılmaktadır. Oysa birey “Kendine özgü nitelikleri yitirmeden bölünemeyen tek varlık.”olarak tanımlanmaktadır.52 Emekçi kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitliği53, kadını “özne” kabul eden, fakat aile içine sıkıştıran görüşü reddeden yaklaşımlar, kadının durumu, hem ülke düzeyinde özellikle üst yönetim kadrolarındaki yerleri sorgulanıyor, hem de uluslararası 46 47 48 49 50 51 52 53 228 AKP Konya Milletvekili Ayşe Türkmenoğlu’nun konuşması, aynı görüşteki bir diğer konuşma AKP İzmir milletvekili İlknur Denizli’nin konuşması AKP Kayseri Milletvekili Mustafa Elitaş’ın konuşması AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in konuşması AKP Tekirdağ Milletvekili Özlem Yemişçi’nin konuşması CHP İstanbul milletvekili Mehmet Akif Hamzaçebi’nin konuşması CHP İzmir milletvekili Rıza Türmen’in konuşması CHP Bursa milletvekili Sena Kaleli’nin konuşması İktidar partisine göre, “toplumsal cinsiyet eşitliği” ifadesi yerine, “kadın erkek eşitliği” ifadesi daha geniş bir anlam ifade ediyor. Buna karşılık CHP milletvekilleri Başbakan’ın “Ben kadın erkek eşitliğine inanmıyorum” sözlerini eleştiriyor. Bu tartışmalardaki asıl düğüm “cinsiyet kimliği”nde yatıyor. Çünkü eşcinseller konusu üzerinde birkaç defa sözü edilerek durulmuyor. OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ örgütlerin verdikleri endekslerdeki rakamlar dile getiriliyor. Kadının muhafazakârlaştırılması, devletin şiddeti eleştiriliyor. “Cinsiyet eğilimi” veya “cinsiyet kimliği” sadece CHP değil, BDP vekillerince de dile getiriliyor. Kimi zaman söz alan CHP milletvekilinin hangi partiden olduğunu düşündürecek ifadelere rastlanabiliyor. Örneğin, X Türkçe bilmiyor, türlü işkencelere maruz kalıyor,… X Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğrencisi,….Kendisi örgüt üyeliğinden gözaltına alınıyor….X Bilgi Üniversitesinde öğrenci, Dört tane panele katıldığından dolayı terör örgütü üyeliğinden suçlanıyor….X’ı aylar boyunca, yaklaşık sekiz dokuz ay boyunca terör örgütü üyeliğiyle suçladı AKP Hükümeti…54 gibi ifadeler, bu çalışmanın kapsamı dışında olan, CHP’nin ideolojisi ve içeriği konusu ile ilgili tartışmalar hakkında ipuçları veriyor. Kanunun görüşülmesinde edilgen kalan ve çok söz almayan, hatta bazen yokmuş gibi görünen parti MHP oluyor. Kanunun görüşülmesi öncesi MHP Mersin milletvekili Mehmet Şandır öncülüğünde konuyla yakından alakalı bir Meclis Araştırması Önergesi sunulmuştur. Önergenin konusunu, Türk toplum yapısını tehdit eden ve son günlerde artan şiddet olayları ve çözüm yolları oluşturmaktadır. Önerge, şiddetin “sıradanlaşan” bir olguya dönüştüğüne dair dikkatleri çekmek istemiştir. Kanunun görüşülmesi sırasındaki soru önergelerinin çoğunluğu CHP ve BDP tarafından verilmiştir. MHP bu durumu …. Bizim bu kanunda, Sayın Bakan Hanımefendi’nin talebiyle, en az konuşmak ve önerge vermemek üzere bir kaydımız vardı……çok konuşmayarak, önerge vermeyerek bir an önce çıkmasını temin etmek noktasında bir kararımız vardı….55 biçiminde açıklamıştır. Sorunun çözümünün “eğitim” ve “evlilik okulları” gibi eğitim programlarıyla sağlanacağı belirtilmiştir56. Meral Akşener’in parlamentonun açılışında gündem dışı kısa konuşmasının dışında MHP’nin kadın milletvekillerinden kimse söz almamıştır. Diğer bir ifadeyle MHP kadınıyla bu Kanunun görüşülmesinde yoktur. Kanunun hemen hemen her maddesine soru önergesi veren, en çok sözü alan parti BDP olmuştur. Direniş, miting, emekçi kadın, sokak, eylem, yürüyüş, meydanlar, gözaltı, cezaevi, toplumsal eşitsizlik ve Kürt sorunu en çok kullanılan sözcükler olmuştur. Parti milletvekilleri sosyalist ve sendika liderlerinden, feminist mücadelede öne çıkan isimlere gönderme yaparak, bu 54 55 56 CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba’nın konuşması MHP Mersin milletvekili Mehmet Şandır’ın konuşması MHP Elazığ milletvekili Enver Erdem’in konuşması YIL: (5) 1 – SAYI: 1229 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- kişilerin sözlerinden örnekler vermişlerdir57. Milletvekillerinin konuşmalarında dikkati çeken diğer bir husus, kadın örgütlerinin taleplerini sık sık dile getiriyor olmalarıdır. Hemen her milletvekili konuşmasını mutlaka Kürt sorununa getirerek, partinin ideolojisini yansıtmıştır. Kadınlar haklarını öğrenirken ana dilde bilgilendirilmeli, ana dilin kullanılması eğitim politikasında da desteklenmelidir…..kadınlara ulaşıldığında bildiği tek dil Kürtçe ise ya da Lazca ise ya da Ermenice ise o zaman bu dilden mutlaka kadınlara ulaşmak gerekiyor…58, …cinsel kimliğimizden dolayı maruz kalmış olduğumuz şiddetin önüne geçen bir toplumsal şiddet sorunumuz var. Kürt sorunu eksenli, henüz hayata geçirilememiş çözüm politikaları ve çözümsüzlükte ısrar, ne yazık ki bölgede kadının yaşamına direkt olarak tesir ediyor….59 Bu sözlerle çelişkili olarak Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması, bu bölgede kadın şiddetinin çok az olduğu üzerine yoğunlaşıyor. …Sizce bu vakalar en çok nerede gerçekleştirilmiştir? Tahminen şöyle diyeceksiniz: “Türkiye’nin en gerice bölgelerinde.” Yanılıyorsunuz arkadaşlar. Bu 72 vakadan 26’sı Ege’de, 19’u Marmara’da, 15’i İç Anadolu’da, 8’i Akdeniz’de, 2’si Karadeniz’de, 1’i Güneydoğu Anadolu ve 1’i de Doğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleşti. Bu bölgelerimizde yani en az şiddetin gerçekleştiği bölgelerimizde en yüksek kadın duyarlılığının ve erkeklerde kadına karşı şiddetten kaçınma algısının güçlenmiş olmasının bu kentlerimizde güçlü, özerk kadın hareketlerinin varlığıyla bir ilgisi olduğuna dair dikkatinizi çekmek isterim….60 Kanunun görüşülmesi sırasında ilk kez çocuk gelinlerden bahseden BDP’li Erol Dora olmuştur. CHP milletvekilleri de 4+4+4 sistemini eleştirirken küçük yaşta kız çocuklarının evlendirileceği boyutunu tartışmışlardır. Yine bölgede diğer bölgelere göre daha çok görülen töre ve namus cinayetleri ile feodal toplum yapısından bahsedilmiştir. Tüm bu tartışmalarla geçen Kanuna rağmen, Türkiye’de kadına yönelik şiddetin önü kesilememektedir. Konuyla ilgili olarak MHP Mersin milletvekili Ali Öz 30 Nisan 2014’de Kanunun uygulanmasına zemin hazırlayacak altyapının henüz oluşturulmadığı ve Şiddeti Önleme İzleme Merkezlerinin ülke çapında kurulmadığı ve yönetmeliğin hala çıkarılmadığını gerekçe göstererek TBMM’de bir Meclis Araştırmasının açılmasını teklif etmiştir. Tüm bu çalışmalar, TBMM’nin kadın konusunu ele alan önemli bir kurumu 57 58 59 60 230 BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel’in konuşmaları BDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel’in konuşması BDP Batman milletvekili Ayla Akat Ata’nın konuşması BDP Mersin milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün konuşması OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ olan Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nun kadına yönelik şiddetle mücadelesi ve diğer kurumlarla işbirliği çabalarına da yansımaktadır. SONUÇ 1980’den itibaren kadına yönelik şiddet konusu görünür olmuş, hem söylem düzeyinde, hem de yasal önlemlerle çözülmesi gereken bir sorun olarak benimsenmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan kadın hareketi ve örgütleri, kadınların asla bir ihtiyaç olarak görülmek istenmediklerini, sevgi, saygı, anlayış gibi insan olma onuruna yakışan yüce değerlerle algılanmak ve davranılmak istediklerini her fırsatta dile getirmeye, anlatmaya çalışmışlardır. Bu konunun psikolojik boyutu yanında diğer boyutları ele alınmadıkça çözülemeyeceği aşikârdır. Kadın bilinci ve hareketinin varlığı mücadeleye ruh vermekle birlikte, tek başına yeterli değildir. Sorunun çözümü; kadının psikolojisi yanında, işsizlik ve enflasyon gibi ekonomik, örf ve adetler gibi kültürel, erken yaşta evlilik, eğitim ve sosyal öğrenme gibi sosyal, siyasal katılım ve temsil gibi siyasal pek çok boyutu içinde barındırmaktadır. Öncelikle bütüncül bakışaçısını kazanmak gereklidir. Kadına yönelik şiddet, eril yapının çözülmesinin ve davranışlarının insani olana yaklaştırmanın güç olduğunun bir işaretidir. Tarihi süreç, sorunun çözülmesi gereken her alana eril yapının bütünüyle yerleştiğini göstermektedir. Mücadele ederken, kadını güçlendiren mekanizmaların yanında, eril yapıyı sorgulayan, sınırlandıran, insani davranışa iten mekanizmalar da geliştirilmelidir. Çözümler sadece kadınların hayatını değiştirmeye dönük değil, kadının hayatı değiştiği için değişmeyen, bizzat erkeklerin yaşamında değişikliklere gidecek biçimde olmalıdır. Sorunun çözümü, iki boyutludur: Hem tüm alana uygulanmalı (psikolojik, ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal), hem de sadece kadına yönelik değil, kadın-erkek birlikte ele alınmalıdır. Bu çalışmanın konusunu oluşturan yasa yapıcıların veya karar alıcıların kadına ve kadına yönelik şiddet olaylarına bakışı, mesafeli olmaktan konunun çözümü olmak iradesine doğru evrilmiştir. Kadına yönelik şiddet konusunun meclisten uzak olmayacağı; TBMM’de hem milletvekili, hem de iktidar partisinin bir üyesi olan kadın vekile kocası tarafından uygulanan şiddet ile kendini göstermiştir. Karar alıcıların veya TBMM’nin üyelerinin gökten zembille inmediklerini, içinden çıktıkları toplumun algılarını, inançlarını, YIL: (5) 1 – SAYI: 1231 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- kültürünü kurumların içerisine taşıdıkları gerçeğini, yani toplumun aynası olduklarını göz ardı etmemek gereklidir. Artan şiddet olayları, toplumun içinden gelen parlamento temsilcilerini de etkilemiş, partilerin ideolojik farklılıkları ve cinsiyet kimlikleri ifadelerine yansısa da, çözüm noktasında ortak irade göstermişlerdir. Ancak çözümün sadece parlamentolardan Kanun çıkarmakla bitmediği, önemli olanın yasa uygulayıcı konumundaki yürütmenin bu konudaki kararlı ve ısrarlı politikaları ile mümkün olduğudur. Kadının da insan olduğu algısının yerleşmesi ve bu algının siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşümü elzemdir. Çıkarılan yasaların toplumsal yaşamla örtüşmesi ve uygulanabilir düzeye erişilmesi gerekmektedir. KAYNAKÇA Altınay, Ayşe Gül ve Yeşim Arat (2008), Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, İstanbul, www. kadinayoneliksiddet.org Arat, Necla (2010), Feminizmin ABC’si, İstanbul: Say Yayınları. Arat, Yeşim (2005), “Türkiye’de Modernleşme Projesi ve Kadınlar”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik, Bozdoğan ve Reşat Kasaba (der.), çev. Nurettin Elhüseyni, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayını. Benazus, Hanri (2010), Geçmişten Günümüze Kadınlar ve Kadınlarımız, İstanbul: Bizim Kitaplar. Bock, Gisela (2004), Avrupa Tarihinde Kadınlar, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İstanbul: Literatür Yayını. Fraisse, Geneviéve ve Michelle Perrot (2005), “Düzenler ve özgürlükler”, Kadınların Tarihi Cilt IV “Devrimden Dünya Savaşı’na Feminizmin Ortaya Çıkışı” içinde, Der. Georges Duby, Michelle, Perrot, çev. Ahmet Fethi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Gökalp, Ziya (1996), Türkçülüğün Esasları, İstanbul: Kamer Yayını. Hablemitoğlu, Şengül (2004), Toplumsal Cinsiyet Yazıları “Kadınlara Dair Birkaç Söz”, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayını. Işık, Nazik (İstanbul), “1990’larda Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle 232 OCAK 2015 TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NDE KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELENİN TARİHİ Mücadele Hareketi İçinde Oluşmuş Bazı Gözlem ve Düşünceler”, 90’larda Türkiye’de Feminizm, Aksu Bora ve Asena Günal (der.), İstanbul: İletişim Yayını. Kırkpınar, Leyla (2007), Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Kadın, İzmir: Zeus Kitabevi Yayını. Klapisch-Zuber, Chritiane (2005), “Düzeni Sağlamak”, Kadınların Tarihi Ortaçağın Sessizliği, C. 2, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Leduc, Claudine (2005), “Antik Yunanistan’da Evlilik”, Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, C. 1, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Mitchell, Juliet (2006), Kadınlar: En Uzun Devrim, çev. Gülseli İnal v.d., İstanbul: Agora Kitaplığı. Moroğlu, Nazan (2011), Kadına ve Aile İçi Şiddete Son Vermek İçin Elele, İstanbul: CM Basın Yayın. Oral, Zeynep (2008), Kadın Olmak, İstanbul:Cumhuriyet Kitapları. Reed, Evelyn (2003), Bilim ve Cinsiyet Ayrımı, çev. Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayınevi. Sancar, Serpil (2012), Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar, İstanbul: İletişim Yayını. Tekeli, Şirin (2011), 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, İstanbul: İletişim Yayını. Terzioğlu, Zübeyde (2010), Türk Kadını Siyaset Sahnesinde 1930-1935, İstanbul: Giza Yayını. Thomas, Yan (2005), “Roma Hukukun’da Cinsiyet Ayrımı”, Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, C. 1, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Üçok, Bahriye (2000), Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu, İstanbul: Cem Yayını. YIL: (5) 1 – SAYI: 1233 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Üçok, Bahriye (2011), İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, İstanbul: Bilge, Kültür, Sanat Yayını. Yüksel, Şahika (2011), “Eş Dayağı ve Dayağa Karşı Dayanışma Kampanyası”, 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış Açısından Kadınlar, Şirin Tekeli (der.), İstanbul: İletişim Yayını. Zaidman, Louise Bruit (2005), “Pandora’nın Kızları ve Yunan Kentlerindeki Ritüeller”, Kadınların Tarihi, Ana Tanrıçalardan Hıristiyan Azizelere, C. 1, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Zemon Davis, Natalie ve Arlette Farge, “Herşeye Rağmen Kadın Nedir?”, Kadınların Tarihi, Rönesans ve Aydınlanma Çağı Paradoxları, C. 3, Georges Duby ve Michelle, Perrot (der.), çev. Ahmet Fethi, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayını. Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 20072010, KSGM. TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 39. Birleşim, 07.01.1998. TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 20, Cilt: 42, Yasama Yılı: 3, 42. Birleşim, 14.01.1998. TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 24, Cilt: 15, Yasama Yılı: 2, 76. Birleşim, 08.03.2012. 234 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE 61* Yeliz YAZAN Özet Toplumsal cinsiyet eşitliği, uzun yıllardır Avrupa Birliği gündeminin üst sıralarında yer alan bir konudur. 1957 yılından günümüze kadar Birlik, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda politikalar üretmiş, direktifler yayınlamış ve stratejiler oluşturmuştur. Birliğin 2006-2010, 2010-2015 ve 2020 dönemlerini kapsayan stratejileri, hem üye ülkelerde hem de Türkiye gibi aday ülkelerde bu eşitliği inşa etmeye çabalamaktadır. Bu çalışma, Birlik politikalarında öncelik taşıyan toplumsal cinsiyet eşitliğinin, Türkiye’nin üyelik sürecine etkisini sorgulamayı amaçlamaktadır. Bu amaca ulaşmak için çalışmada öncelikle, AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği stratejilerine ve bu stratejilerde belirlenen hedeflere yer verilmiş, sonrasında ise Türkiye’nin ilerleme raporlarından yararlanılarak bu konudaki ülke profili ortaya konulmaya çalışılmıştır. Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, Kadın-Erkek Eşitliği, Türkiye, Üyelik. Strateji, EUROPEAN UNION GENDER EQUALITY STRATEGIES AND TURKEY Abstract The issue of gender equality top European Union’s agenda. EU has sought to develop policies, directives and strategies to provide gender equality since 1957. Strategies of EU that covers the period of 2006-2010, * Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1235 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 2010-2015 and finally 2020 has aimed to construct gender equality both in member states and candidate countries such as Turkey. This study aims to inquiry impact of gender equality which is prioritized by European policies on Turkey’s accession. To achieve this aim, firstly It is examined gender equality strategies of EU and targets determined by strategies. Afterthat Turkey’s country profile is indicated under cover of Progress Reports on the issue of gender equality. Key words: European Union, Gender Equality, Strategy, Turkey, Accession ВОПРОСЫ ГЕНДЕРНОГО РАВЕНСТВА: СТРАТЕГИИ ЕВРОПЕЙСКОГО СОЮЗА И ТУРЦИЯ Аннотация Гендерное равенство – это в настоящее время актуальная тема на повестке дня Европейского Содружества. ЕС, начиная с 1957 года и по сей день выработано политическое направление, изданы директивы, создана стратегия по обеспечению гендерного равенства. С 2006-2010, 2010-2015 и 2020 гг., стратегия ЕС направлена на обеспечение гендерного равенства как в странах члена Европейского Союза,так и в странах – кандидатов в Союз. Данная работа нацелена на исследование влияния гендерного равенства, имеющее приоритетное место в политиках ЕС, и на процесс членства Турции в Союзе. Для этого в рамках данной работы в первую очередь рассмотрены статегия и цели ЕС по обеспечению гендерного равенства, а также использованы отчёты Турции по прогрессу создания профиля страны в контексте темы гендерного равенства. Ключевые слова: ЕС, членство гендерное равенство, стратегия, Турция, 236 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE GİRİŞ Dünyada kadın hakları kavramı, ilk defa 16. yüzyılda “kadın insan mıdır, hakları var mıdır?” sorularıyla gündeme gelmiştir. Her ne kadar feminist hareketlerin gelişimiyle birlikte bazı hak kazanımları elde edilse de, 21. yüzyılda hâlâ toplumsal cinsiyet eşitliği tartışılmaktadır. 17. yüzyılda eş ve anne olarak kadın “eve”, yani “özel” alana ait görülürken, erkek “kamusal” alana aittir şeklinde bir algı bulunmaktaydı. Feminist mücadeleyle birlikte kadınların elde ettikleri haklar, bazı uluslararası antlaşmalarla yasal güvenceye alınmıştır. Bu bağlamda Avrupa Birliği (AB) de, uluslararası düzeyde elde edilmiş kazanımları, politikalarının temeli olarak benimsemiştir demek yanlış olmayacaktır. Toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik vurgu, AB’nin kurucu antlaşmalarından beri vardır. Ne var ki, AB’nin cinsiyet eşitliğine bakışının, Birliğin kuruluş niteliğinin bir parçası olarak ekonomik temelli olduğu görülmektedir. Bu durum, AB’de insan haklarının gelişim serüveni göz önünde bulundurularak incelenebilir. AB’nin Ekonomik Birlik’ten Siyasal Birliğe evrilme süreciyle birlikte, cinsiyet eşitliği politikaları da paralellik göstererek ekonomiden sosyal adalete doğru evrilmiştir. Toplumsal cinsiyet eşitliği (gender mainstreaming) politikası bu evrilmenin geldiği en son nokta olmuştur. Cinsiyet eşitliği politikalarının modernleşme ve batılılaşma arayışının ön ayağı olarak kabul edildiği ülkemizde ise AB üyelik müzakereleri sürecinde kayda değer gelişmeler gözlenmiştir. AB’nin eşitlik mevzuatını kendi iç hukuk mevzuatıyla uyumlaştırma çabaları, Komisyon tarafından kimi zaman hoş karşılanan kimi zaman ise eleştiriye maruz tutulan Türkiye’nin, teorik olarak başarılı olduğu ancak uygulamada pek çok eksiklerinin bulunduğu dikkat çekmektedir. Bu çalışmada, öncelikle AB’nin cinsiyet eşitliğine genel bakışına ve belirli dönemleri kapsayan stratejilerine yer verilecektir. Bu stratejilerde ne gibi hedeflerin konulduğu, belirlenen dönemlerin sonunda bu hedeflere ne derece yaklaşıldığı ortaya konulmaya çalışılacaktır. Sonrasında ise Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine bakışına yer verilerek, AB’ye aday ülke olarak Türkiye’nin cinsiyet eşitliği konusundaki ülke profili ilerleme raporları çerçevesinde değerlendirilecektir. YIL: (5) 1 – SAYI: 1237 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ 17 ve 18. yüzyıllarda temeli atılmış olan feminist hareketlerin İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Avrupa ülkelerindeki gelişimlerine bakıldığında, eşit hak mücadelesinin daha çok oy hakkı, eğitim hakkı ve çalışma hakkı konularında yoğunlaştığı görülmektedir. İkinci dalga feminizm olarak adlandırılan dönem olan 20. yüzyılın ikinci yarısındaki kadın hareketleri ile eşitlik mücadelelerinin verildiği konuların çeşitlenmiş olmasına rağmen eğitim ve çalışma hakkının ehemmiyetini koruduğu göze çarpmaktadır.1 Kadının gerek siyasal gerek toplumsal alanda erkeklerle eşit haklara sahip olması uğraşısı, feminist hareketlerin temelidir. Ayşe Akın ve Simge Demirel’e göre, eş ve anne olarak kadının yalnızca “eve” ait görülmesi ve kamusal alanın erkekle, özel alanın ise kadınla özdeşleştirilerek algılanması, toplumsal cinsiyet rollerinin oluşmasıyla başlamaktadır. Toplumsal cinsiyet, kadın ve erkekler arasındaki biyolojik farklılıklar değil, toplum tarafından bireye yüklenen roller ve sorumluluklardır. Toplum, kadını ve erkeği nasıl görüyor ve nasıl algılıyor daha çok bununla ilgilidir.2 Yıldız Kuzgun ve Seher Sevim de toplum ve toplumun etkisiyle kadının kendisine biçtiği rolün anne ve eş olduğunu belirtmiş, biçilen bu rolün doğal sonucu olarak kadının ev kadını olduğu sürece, ucuz ev ve aile işçisi olarak görülmesinin kaçınılmaz olduğunu ifade etmiştir.3 AB’de cinsiyet eşitliğine verilen önemin ilk göstergesi ücret konusunda alınan karardır. 1957 Roma Antlaşması’nın 119. Maddesi ile birlikte “eşit işe eşit ücretin” tüm ülkelerce sağlanması vurgulanmıştır.4 Yine Maastricht ve Amsterdam Antlaşmalarında da aynı vurguyu görmek mümkündür. Peki, AB’de cinsiyet eşitliğinin çıkış noktası neden ekonomik temelli olmuştur sorusuna yanıt bulmak gerekmektedir. Bu noktada, AB’nin cinsiyet 1 2 3 4 238 Serpil Çakır, “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojileri, H. Birsen Örs (ed.), 5. Baskı, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012, 415-30. Ayşe Akın ve Simge Demirel, “Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri”, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, C. 25, S. 4, 2003, 73. Yıldız Kuzgun ve Seher Sevim, “Kadınların Çalışmasına Karsı tutum ve Dini Yönelim Arasındaki İlişki”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 37, S. 1, 2004, 15. The Treaty of Rome, Article 119, Brussels, 1957, (Çevrimiçi), http://eur-lex.europa.eu/en/ treaties/index.htm#founding, Erişim:27.09.2014. OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE eşitliğine bakışını, Birliğin insan haklarının gelişim serüveninden bağımsız değerlendirmek doğru olmayacaktır. AB’nin kuruluşundan 1986 Avrupa Tek Senedi’ne kadar geçen süre zarfında Birliğin insan haklarına yönelik bir girişimi olmadığı dikkat çekmektedir. Birliğin kurucu anlaşmaları olan Paris ve Roma Antlaşmaları’nın insan hakları argümanı içermemesini “iş bölümü-ekonomi” ve “aidiyet” anahtar kelimeleriyle açıklamak mümkündür. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan iki kurum olan Avrupa Toplulukları (AT) ve Avrupa Konseyi arasında iş bölümünün olduğu dikkat çekmektedir. AT, Avrupa’nın ekonomik restorasyonu misyonunu yüklenirken, insan hakları ve temel hakların korunması misyonu Avrupa Konseyine bırakılmıştır.5 Bir diğer neden ise topluluk antlaşma metinleriyle kurulan ekonomik bütünleşmenin, insan hakları ihlallerine neden olmayacağına duyulan inançtır.6 Nitekim Birlik, insan haklarını varlığının bir parçası olarak görmektedir. İşte bu nedenlerle, AB’nin cinsiyet eşitliğine yönelik uzunca bir süre dayandığı tek yasal dayanak, “eşit işe eşit ücret” olmuştur. Dolayısıyla, AB’nin bu dönemdeki misyonu dikkate alındığında cinsiyet eşitliği için ilk göstergenin ekonomik temelli olması şaşırtıcı değildir. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusu, AB’nin sosyal politika alanına girmektedir. İlk dönemlerde sosyal politika konuları üye ülkelerin kendi iç işlerine ait görülmekteydi ve Birlik üye ülkelere belli politikaları uygulama konusunda bir zorunluluk getiremezdi. 1972 Paris Zirvesi ile birlikte üye devletlerin sosyal politikaya öncelik ve daha fazla önem vereceklerini bildirmeleri üzerine Birlik üye devletlere, sosyal politika alanında kendi iç mevzuatlarında uyumun sağlanması için düzenlemeler yapmaları yönünde görevler vermiştir.7 Ancak unutulmamalıdır ki, AB’nin bu konuda üye ülkeleri bağlayıcı karar alma yetkisi olsa dahi üye ülkelere bir yaptırım getirememektedir. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması her ne kadar AB’nin sosyal politikasının temeli sayılsa da gerek antlaşmalara ve politikalara gerekse stratejilere bakıldığında sosyal adaletten çok ekonomik bir temel görülmektedir. Ana amaç ekonomideki verimliliğin güvence altına alınması şeklinde yorumlanabilir. AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki çıkış noktasını 5 6 7 Funda Keskin Ata, Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara, Siyasal Kitabevi, 2013, 20-2. Lammy Betten, Nicholas Grief, EU Law and Human Rights, New York, Longman, 1998, 53. Meetings of the Heads of State or Government - Summit, Paris, 19-21, October 1972. YIL: (5) 1 – SAYI: 1239 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- “eşit işe eşit ücret” ilkesi oluşturmaktadır. Yine AB’nin cinsiyet eşitliği üzerine çıkardığı 13 adet direktifte Birliğin gelecekteki ekonomik başarısına yöneliktir. Bu ekonomik temelli görüntüyü kıran yeni yaklaşım ise ancak Amsterdam Antlaşması sonrası “gender mainstreaming” denilen toplumsal cinsiyetin tüm ana politikaların oluşturuluş ve işleyiş süreçlerine en başından dahil edilmesi olarak tanımlanan yaklaşımla olmuştur.8 Gender mainstreaming bir başka ifade ile toplumsal cinsiyet eşitliği, geleneksel fırsat eşitliği politikalarından çok daha fazla alanı kapsayan yenilikçi bir kavram olarak görülmektedir. Komisyon, bu konsepti 1996’da fırsat eşitliği politikalarının tamamlayıcı unsuru olarak benimsemiştir. Komisyon’a göre kavram, yeniden örgütlenme, iyileştirme, geliştirme ve politika süreçlerinin değerlendirilmesi olarak tanımlanabilir. Böylece, cinsiyet eşitliği perspektifi, doğal olarak aktörlerin karar alma süreçlerinin tüm aşamalarına ve tüm politikalarına dahil edilir. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin, üye ülkelere tavsiye niteliğindeki yumuşak (soft) uygulamaları içerdiği söylenebilir.9 AB, 1996’da benimsemiş olduğu toplumsal cinsiyet eşitliği konseptine belirli dönemleri kapsayan yol haritası ve stratejilerle ulaşmayı hedeflemiştir. Avrupa Birliği’nin kadın erkek eşitliğine yönelik stratejileri temel konumuzu oluşturduğu için “bu stratejilerle hedeflenenler nelerdir, mevcut durum nedir ve belirlenen dönem sonucunda istenilen hedeflere ulaşılmış mıdır?” sorularına yanıt bulmak üzere çalışmanın sonraki başlıklarında 2006-2010 Kadın Erkek Eşitliği İçin Yol Haritası, 2010-2015 Kadın Erkek Eşitliği Stratejisi ve 2020 Stratejisi olarak adlandırılan AB stratejilerine yer verilecektir. 2006-2010 TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ İÇİN YOL HARİTASI 2006-2010 yılları arasındaki dönemi kapsayan yol haritasına yer vermeden önce 2000 yılındaki Lizbon Zirvesi kararlarına değinmek gereklidir. Lizbon Zirvesi’nde gelecek on yılda tam istihdama ulaşılması ve istihdamın %70’e, kadın istihdamının ise %60’a çıkarılması hedeflerinin ön plana çıktığı görülmektedir.10 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İçin Yol Haritası, 8 9 10 240 European Commission, Manual for Gendermainstreaming: employment, social inclusion and social protection policies, 2008. İdem. Avrupa Konseyi, Presidency Conclusions, Lizbon, 2000, http://www.europarl.europa.eu/summits/lis1_en.htm, Erişim: 05.05.2013. OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE Lizbon hedeflerine ulaşmak açısından önem taşımakta ve bu hedef için rota belirlemektedir. 2006- 2010 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği İçin Yol Haritası, 1 Mart 2006’da kabul edilmiş ve kadın ve erkekler için eşit ekonomik bağımsızlık, mesleki ve özel yaşamın uzlaştırılması, karar verme sürecinde eşit temsil, cinsiyet temelli şiddetin tüm çeşitlerinin ortadan kaldırılması, cinsiyet temelli kalıpların ortadan kaldırılması ve üçüncü ülkelerde cinsiyet eşitliğinin teşvik edilmesi olmak üzere altı öncelikli alan belirlemiştir.11 Yol haritası her bir öncelikli alan başlığı altında, AB’de mevcut olan durumu ortaya koymuş ve sonrasında hedeflerini sıralamıştır. Yol haritasında, kadın ve erkekler için eşit ekonomik bağımsızlık öncelikli alanına ilişkin “kadın istihdamına” güçlü vurgu yapıldığı dikkat çekmektedir. Lizbon Zirvesi, 2010 yılına kadar kadın istihdamını %60 olarak belirlemiştir. Mevcut kadın istihdamı %55’tir. Kadınlar, hala erkeklerden daha yüksek oranda işsizdir ki bu oran kadınlarda %9,7 iken erkeklerde %7,8’dir. AB’nin eşit ücrete yönelik yasal mevzuatına rağmen kadınların, erkeklerden %15 daha az ücret aldığı bilinmektedir. AB’de kadın girişimciliği %30 görünmektedir. Yol haritasına göre kadınlar, erkeklere oranla iş hayatında daha fazla sorunla yüzleşmektedir. Kadın erkek eşitsizliğinin yaşandığı bir diğer alan ise yoksulluk riskidir. Kadınlar için yoksulluk riski erkeklere göre daha fazladır.12 Mesleki ve özel yaşamın uzlaştırılmasına ilişkin, esnek çalışma düzenlemeleri hem işveren hem çalışan açısından olumlu olacaktır, denilmektedir. Bu düzenlemeler yalnızca kadınlar için değildir, erkekleri de kapsamaktadır. Esnek çalışma koşulları hem kadınlara hem de erkeklere tam gün çalışma olanağı sağlayacaktır. AB’nin kendi iş piyasasını da etkileyen nüfus azalımıyla karşı karşıya olduğu ifade edilmiştir. Çocuk bakım olanaklarının sağlanması gereklidir. Yol haritasına göre, çok az erkek ailevi sorumlulukları üstlenmektedir. Bunu, yarı zamanlı (part time) çalışan kadınerkek oranından görmek mümkündür. Yarı zamanlı çalışma oranı kadınlar da %32,6 iken erkeklerde %7,4’tür.13 Avrupa Komisyonu, Roadmap for Equality Between Women and Men 2006-2010, {SEC(2006) 275}, Brüksel,http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CEL EX:52006DC0092:en:NOT,Erişim: 04.05.2013. 12İdem. 13İbid. 11 YIL: (5) 1 – SAYI: 1241 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Bir diğer öncelikli alan olan karar verme sürecinde eşit temsille ilgili olarak, sivil toplum, kamu yönetimi ve siyasette üst düzeyde kadınların temsilinin düşük olması bir demokrasi açığıdır, denilmiştir. Cinsiyet temelli şiddetin tüm çeşitlerinin ortadan kaldırılması öncelikli alanına ilişkin, AB, fiziksel ve duygusal bütünlük, onur, özgürlük, güvenlik ve yaşam haklarının ihlali ile mücadele etmektedir. Kadınlar, cinsiyet temelli şiddetin başlıca kurbanlarıdır. AB, şiddetin her türlü çeşidiyle mücadele edeceğini taahhüt etmektedir.14 Kadınlar genellikle çok değerli görülmeyen alanlarda hiyerarşik olarak düşük pozisyonlarda çalışmaktadır. Yol haritası bu durumu, cinsiyet temelli kalıpların ortadan kaldırılması başlığıyla ele almıştır. Aday ve potansiyel aday ülkelerin, AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını ve politikalarını kendi iç mevzuatlarıyla uyumlaştırması gerekliliği de yol haritasının öncelik verdiği bir konudur. AB’nin cinsiyet eşitliği mevzuatının güçlendirilmesi ve tamamlanması, gelecekteki genişleme sürecinde öncelik taşıyacaktır, denilmektedir.15 AB’nin yol haritasındaki öncelikli alanlar ve mevcut durum yukarıda belirtilmiştir. Buna bağlı olarak AB, 2006-2010 dönemi için mevcut durumdan yola çıkarak birtakım hedef ve anahtar eylemler belirlemiştir. Bu hedefleri şu şekilde sıralayabiliriz: kadın istihdamının 2010 yılına kadar Lizbon Stratejisiyle uyumlu olarak % 60’ a çıkarılması hedeflenmektedir. Çocuk bakım olanaklarının sağlanması gerektiğinin altı çizilmiştir. Erkekler yarım zamanlı çalışmaya teşvik edilmelidir. Üye devletlerde kadınların %25 oranında kamu sektörünün önde gelen alanlarında çalışması hedeflenmiştir. Genişleme süreci çerçevesinde aday ülkelerin de AB müktesebatının toplumsal cinsiyet eşitliği üzerine mevzuatını kendi iç hukuk düzenlemeleriyle uyumlaştırması gerektiği vurgulanmıştır. Bu hedeflere ulaşmak için yapılması gereken eylemler ise başta Komisyon’un var olan AB mevzuatını modernize etmesi olmak üzere, cinsiyet eşitliği perspektifini tüm politika alanlarına dahil etmek, farkındalığı arttırmak, AB vatandaşları ile diyalogu güçlendirmek için demokrasi, tartışma ve diyalog kapsamında “senin Avrupan” portalı yaratmak şeklinde sıralanmıştır.16 14İbidem. 15İbidem. 16İbidem. 242 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE 2010 -2015 TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİSİ 2010-2015 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Stratejisi’nin hedeflerine ve anahtar eylemlerine yer vermeden önce 2006-2010 Yol Haritası’nın hedeflerine ulaşıp ulaşmadığının gözlenmesi için 2010 yılı itibariyle mevcut duruma bakılması gerekmektedir. Ekonomik bağımsızlık, kadın ve erkeklere seçimler yapmaları ve hayatları üzerinde kontrol sağlamaları için önceliklidir. 2009-2010 yılları cinsiyetler arasındaki istihdam oranı farkının %0,4 daraldığı ve %13,3’ten 12,9’a düştüğü dikkat çekmektedir. Kadın istihdam oranı %62,5’tir. Düşük olmasının sebebi aile yaşamının, kadının iş hayatına etkisi olarak gösterilmektedir. Kadınlar hala ailenin bütün yükünü kendi omuzlarında hissetmekte ve pek çok kadın kariyer ile çocuk arasında tercih yapmaya mecbur olarak hissetmektedir. Avrupa’nın 2020 hedefi olan %75 istihdamın sağlanılması için yaşlı, hasta, göçmen azınlık her türlü kadının istihdama katılması gerekmektedir. Bu grupların istihdama katılımları istatistiksel veriler göz önünde bulundurulduğunda hala düşük düzeydedir. Kadın girişimcilik oranı %33’tür. 2006 da %30 durumda olan kadın girişimciliğinde istenilen seviyeye ulaşmadığı görülmektedir. Kadınlar, hala girişimciliği istihdama katılmanın bir başka yolu olarak görmemektedir. İşsizlik oranları kriz sebebiyle 2009’da hem kadın hem de erkekler için artmıştır ve oran %9,6’dır.17 Tablo 1: Avrupa Birliği Ülkelerinde Cinsiyete Dayalı Ücret Farkı 2006 2007 2008 2009 2010 AB (27 Üye Ülke) .. .. 17.3 17.2 16.2 Belçika 9.5 10.1 10.2 10.1 10.2 Çek Cumhuriyeti 23.4 23.6 26.2 25.9 21.6 Almanya 22.7 22.8 22.8 22.6 22.3 Estonya 29.8 30.9 27.6 26.6 27.7 Avusturya 25.5 25.5 25.1 24.3 24.0 17 Avrupa Komisyonu, 2010-2015 Kadın-Erkek Eşitliği Stratejisi, 2010, Brüksel, http://europa.eu/legislation_summaries/employment_and_social_policy/equality_between_men_ and_women/em0037_en.htm, (Erişim: 04.05.2013). YIL: (5) 1 – SAYI: 1243 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- İtalya 4.4 5.1 4.9 5.5 5.3 Slovenya 8.0 5.0 4.1 -0.9 0.9 Romanya 7.8 12.5 8.5 7.4 8.8 Kaynak: Eurostat Home – Avrupa Komisyonu, 2012. Roma Antlaşmasının üzerinden 50 yıl geçmiş olmasına rağmen AB bağlamında kadınların hala erkeklerden ortalama %16.2 az ücret aldığı dikkate değerdir. Ancak bu oran 27 AB üyesi18 ülkeyi kapsayan (AB27) total bir orandır. Ulusal düzeyde üye ülkelere bakıldığında, oranların çok büyük farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Tablo 1’den görüleceği üzere cinsiyete dayalı ücret farkı 2010 yılında Estonya’da %27.7, Çek Cumhuriyeti’nde % 21.6, Avusturya’da %24.0 ve Almanya’da %22.3 iken İtalya’da %5.3, Slovenya’da 0.9, Belçika’da %10.2, ve Romanya’ %8.8’dir.19 Cinsiyetler arasındaki ücret farklarının sebepleri, eğitim düzeyi ve profesyonel gelişme, eğitim düzeyinin iş piyasasına dönüşümü ve mesleklerin kadın erkek mesleği olarak ayrılması olarak belirlenmiştir. 2010 yılında AB’nin hedeflerine ulaşamadığı bir diğer konu ise kadınların politikadaki ve karar alma süreçlerindeki yeridir. Hiyerarşinin yüksek kademelerindeki kadınların oranı hala düşüktür. Ulusal parlamentolardaki ortalama kadın oranı %24’tür.20 2010 -2015 stratejisinin değindiği bir diğer önemli nokta, onursal bütünlük ve cinsiyet temelli şiddete son verilmesidir. Avrupa’da kadınların %20-%25inin hayatlarında en az 1 kere fiziksel şiddete maruz kaldığı tahmin edilmektedir. Kadınların, kadın olmaktan ötürü çeşitli şiddet deneyimlerine maruz kaldıklarına vurgu yapılmıştır. Söz konusu şiddet, yalnızca fiziksel şiddeti değil aynı zamanda cinsel taciz, aile içi şiddet, tecavüz, çatışma, zorla evlendirme ve namus cinayetlerini de kapsamaktadır. 2010-2015 stratejisinde, kadına şiddet konusu üzerine Şubat 2010- Mart 2010 arasında Avrupa vatandaşları arasında yapılan ankete de yer verilmiştir. Yapılan anketle, kadına yönelik aile içi şiddetin toplumda nasıl algılandığı ölçülmeye çalışılmıştır. 18 2010 yılı verilerine bakıldığı ve Hırvatistan’ın tam üyeliği henüz gerçekleşmemiş olduğu için 27 AB üyesi ülke olarak değerlendirilmektedir. 19 Avrupa Komisyonu, Strategy For Equality Between Women And Men 2010-2015, 2010. 20İdem. 244 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE Bu ankete göre, AB bağlamında ankete katılanların %98’i aile içi şiddetin farkındadır. Ankete katılanların %78’i ülkelerinde aile içi şiddetin oldukça yaygın olduğunu düşünmektedir. Ayrıca cevap verenlerin % 84’ü aile içi şiddetin kabul edilemez olduğunu ve yasal olarak cezalandırılması gerektiğini ifade etmiştir.21 Buraya kadar, 2010 yılındaki mevcut durumun ortaya konulması amaçlanmış, böylece Yol Haritası’nın toplumsal cinsiyet hedeflerine ne ölçüde yaklaşıldığı gösterilmeye çalışılmıştır. Yol Haritası’na benzer şekilde 20102015 stratejisinde de birtakım yeni hedefler ve anahtar eylemler belirlenmiştir. Avrupa 2020 stratejisinin de hedefi olan %75 istihdamı sağlamak yine temel hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Mütemadiyen tekrarlanan bir diğer hedef ise kadınların karar verici pozisyonlarda bulunmalarıdır. Stratejide, kadınların araştırma alanına %25 oranında katılımlarının hedeflendiği ifade edilmiştir. Anahtar eylemler olarak ise Komisyon’un bu dönemde yapması gerekenler sıralanmıştır. Buna göre, kadın girişimciliğinin desteklenmesi ve üye devletlerin çocuk bakımıyla ilgili performanslarının raporlanması öngörülmüştür. Ayrıca, eşit ödeme düzenlemelerinin yapılması, eşit işe eşit ücret için girişimlerin desteklenmesi ve farkındalığın arttırılması için her yıl “Avrupa Eşit Ücret Günü”nün düzenlenmesi gerektiği belirtilmiştir. Komisyon karar alma süreçlerinde cinsiyet dengesinin sağlanmasını geliştirmek için girişimlerde bulunacak, AB çapında kadına karşı şiddetle mücadele eden stratejiyi benimseyecektir. Dahası Komisyon, cinsiyet eşitliği alanında AB’ye katılım için Kopenhang Kriterleri’ne uyumu destekleyerek AB mevzuatının, Balkan ülkeleri ve Türkiye’nin iç hukukuna aktarılmasını asiste edecektir.22 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN 2020 STRATEJİSİ: AKILLI, SÜRDÜRÜLEBİLİR VE KAPSAYICI BÜYÜME İÇİN AVRUPA STRATEJİSİ Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamayı ve sürdürmeyi hedefleyen bir diğer strateji 2020 stratejisidir. Avrupa 2020 stratejisinin ana amacının, daha çok iş ve daha iyi bir yaşam üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Stratejide de belirtildiği üzere AB’nin kısa vadedeki ana amacı, krizden başarılı bir şekilde çıkmaktır. Uzun vadede ise akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyümeyi 21İbidem. 22İbidem. YIL: (5) 1 – SAYI: 1245 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- hedeflemektedir.23 AB, bu stratejiyle 2020’de nerde olmak istediğini tanımlamıştır, şeklinde genel bir kanı bulunmaktadır. 2020 stratejisinde, AB’nin gerçek bir Birlik olarak davranabilirse başarılı olacağı ifade edilmiştir. Krizden güçlü bir şekilde kurtulmak ve akıllı, sürdürülebilir ve kapsayıcı bir büyüme için yeni bir stratejiye ihtiyaç duyulduğunun altı çizilmiştir. Birlik 2020 stratejisini, 21. yy için Avrupa sosyal piyasa ekonomisinin vizyonunun başlangıcı olarak sunmaktadır. Komisyon, 20-64 yaş nüfusun %75’inin çalışıyor olması, 20 milyon insanın yoksulluktan kurtarılarak ulusal yoksulluk sınırı altında yaşayan AB vatandaşlarının sayısının %25 azaltılması, erken yaşta okulu bırakanların oranının %10’un altında olması (mevcut:%15) ve genç kuşağın en az %40’ının yüksekokul seviyesinde olmasını 2020 hedefinin temel dayanakları olarak belirlemiştir.24 Tüm bu kadın erkek eşitliği yol haritalarına, hedeflere ve anahtar eylemlere rağmen AB, feminist grupların ve kimi akademisyenlerin eleştiri oklarından kurtulamamıştır. Stratejilere gelen başlıca eleştiriler şu şekilde sıralanabilir: AB’nin düzenlemeleri standart çalışanlarla ilgilidir, oysa kadınlar omuzlarındaki aile sorumlulukları sebebiyle çoğunluk olarak yarım zamanlı ya da dönemlik çalışmaktadır. Bu nedenle AB’nin pek çok düzenlemesinden yararlanamamakta veya sadece çalıştıkları sürece hakları yasal güvence altındadır. Ayrıca, AB’nin direktif ve stratejileri ulusal farklılıklar sebebiyle benzer sonuçlar doğurmamaktadır. Bir diğer eleştiri ise AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bağlayıcı kararlar alabilmesine rağmen üye ülkelere bu konuda yaptırım getirememesidir.25 TÜRKİYE’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNE GENEL BAKIŞI VE İLERLEME RAPORLARI ÇERÇEVESİNDE TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ Türkiye’de kadın erkek eşitliğinin temelini cumhuriyet devrimlerinin oluşturduğu bilinen bir gerçektir. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat ile eğitim alanında cinsiyet eşitliği sağlanmış, 1930 ve 1934 yıllarında da kadınlar siyasal haklarına kavuşmuştur. 1980lerde tıpkı Avrupa’da olduğu gibi Avrupa Komisyonu, Europe 2020: A European strategy for smart, sustainable and inclusive growth, Brüksel, 2010. 24İdem. 25 Sylvia Walby, “The European Union and Gender Equality: Emergent Varieties of Gender Regime”, Social Politics, Oxford University Press, 2004, 5-6. 23 246 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE cinsiyet eşitliği konusunda bir bilinç ve farkındalık oluşmuşsa da istenilen düzeye ulaşmamıştır. AB ile müzakerelerin başlamasıyla, AB kriterlerine ve mevzuatına uyum çerçevesinde ve kadına yönelik politikalarda yaşanan değişim sonucunda Anayasa’da birtakım düzenlemeler yapılmıştır. İş Kanunu’ndaki bir takım düzenlemelerle, çalışma hayatında toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için önemli adımlar atılmıştır. AB’nin stratejilerinde de ifade edildiği gibi aday ve potansiyel aday ülkelerin AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını kendi iç mevzuatlarına yerleştirmesi için Komisyon, bu ülkelere yardım edecektir. Bu bağlamda, Türkiye’de toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmaları sivil toplum örgütleri tarafından yürütülmekte ve örgütler AB fonlarıyla desteklenmektedir. Türkiye’nin cinsiyet eşitliği üzerine attığı bir diğer önemli adım, 2008-2013 dönemlerini kapsayan Kadın Erkek Eşitliği Ulusal Eylem Planı’dır. Ulusal Eylem Planında birtakım hedefler konulmuştur. Kadınların ilerlemesini sağlayacak kurumsal mekanizmaların oluşturulması, var olan mekanizmaların kapasitelerinin güçlendirilmesi, eğitimin her kademesinde kız çocuklarının okuma oranının arttırılması, yetişkinler arasında kadın okuryazarlığının arttırılması, eğitimcilerin, kadın erkek eşitliği konusuna daha duyarlı hale getirilmesi, kadın istihdamının arttırılmasına yönelik çalışmalara hız kazandırılması ve kadın-erkek ücret farklarının azaltılması, Planın ana hedeflerini oluşturmaktadır.26 Türkiye’nin kadın-erkek eşitliğine bakışı ve hedefleri bu yönde iken Komisyon’un Türkiye İlerleme Raporları’nda, eğitim ve kadın istihdamına vurgunun her geçen yıl arttığı görülmektedir. 2006 yılı ilerleme raporunda Komisyon genel olarak kadın hakları konusunda Türkiye’nin yasal düzenlemelerini tatmin edici bulmuş olmakla birlikte uygulamada, teorideki kadar başarılı olmadığını belirtmiştir. Kadınların istihdamının %23lük oranla düşük bir düzeyde olması, kadınların yerel ve ulusal yönetimlerde temsilinin düşük olması ve iş piyasasında ayrımcılığın hakim olması başlıca sorunlar olarak ifade edilmiştir. Ayrıca kadın iş gücünün iş piyasasına katılımı, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ülkeleri arasında en düşüktür.27 26 27 T.C. Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı 2008-2013, Ankara, 2008, http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/TCEUlusaleylemplani.pdf, (Erişim: 02.05.2013). Avrupa Komisyonu, Türkiye 2006 İlerleme Raporu, Brüksel, 2006, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2006/nov/tr_sec_1390_en.pdf, YIL: (5) 1 – SAYI: 1247 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 2009 yılı ilerleme raporunda ise eşit fırsatlar konusunda bazı ilerlemelerin kaydedildiğine yer verilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde kurulan, toplumsal cinsiyet konusundaki gelişmeleri izleyecek olan Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu memnuniyetle karşılanmıştır. Tıpkı 2006 ilerleme raporunda olduğu gibi, Türkiye’nin AB üyesi ülkeler ve OECD ülkeleri arasında kadın iş gücünün piyasaya katılımın en düşük olduğu ülke olduğu vurgulanmıştır.28 2010 ilerleme raporunda da 2006 ve 2009’daki olumsuzluklar sıralanmıştır. Farklı olarak erişilebilir çocuk bakım hizmetlerinin yetersiz olduğu belirtilmiştir. 2008-2013 Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı olumlu bir gelişme olarak değerlendirilmekle birlikte planın uygulanmasına yönelik yeterli insan kaynağı ve finansal kaynak bulunmadığına değinilmiştir. 29 2011 yılı ilerleme raporuna baktığımız da önceki yıllarda yer verilen olumsuzluklar yinelenmekle birlikte birtakım yeni gelişmeler kaydedilmiştir. 2011 yılındaki torba yasa ile memurlar için ebeveyn haklarının iyileştirilmesi pozitif karşılansa da bu durumun memurlar ve işçiler arasında fark yarattığı söylenmiştir. AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği direktiflerinin iç hukuk mevzuatıyla uyumlaştırılması konusunda eksikliklerinin devam ettiği ifade edilmiştir. Kadın istihdamında çok az bir artış vardır. Bu artışa rağmen bu oran AB ortalamalarının altındadır.30 2012 raporuna baktığımızda ise çalışma hayatı ile aile hayatı arasındaki dengeyi iyileştirmeye yönelik tedbirler tam mevcut değildir. Eşit iş için eşit ücret ilkesinin uygulanması gerekmektedir. Sendikal faaliyetler ve siyasi karar verme mekanizmasında cinsiyet ayrımı devam etmektedir. 2013 Türkiye İlerleme Raporu’nda “Toplumsal cinsiyet eşitliği; eğitim ve iş piyasasına erişim, siyasi temsil, kadına yönelik şiddetle mücadele (namus cinayetleri dâhil) ve erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler konuları dâhil olmak üzere Türkiye için büyük bir zorluk olmaya devam etmiştir.” Erişim: 02.05.2013. 28İdem. 29İdem., Türkiye 2010 İlerleme Raporu, Brüksel, 2010, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2010/package/tr_rapport_2010_ en.pdf Erişim: 02.05.2013. 30İbid, 2011 İlerleme Raporu, Brüksel, 2011, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_rapport_2011_ en.pdf, Erişim: 02.05.2013. 248 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE ifadelerine yer verilerek Türkiye’nin eşitlik çabalarının yetersizliğine vurgu yapıldığı dikkat çekmektedir.31 En güncel veri olarak dikkate almamız gereken 2014 İlerleme Raporu’nda da Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliği hususunda istenilen düzeye ulaşamadığı görülmektedir. Rapora göre, eğitime yapılacak olan harcamaların arttırılması ve birtakım reformların yapılması pozitif bir etki oluşturmakla birlikte eğitimde cinsiyet eşitliği konusunda eksiklikler devam etmektedir. Avrupa Birliği İstatistik Ofisi (EUROSTAT)’nin 2013 verilerine göre Türkiye’de kadınların iş piyasasına katılımı artmış (%33.2) olmakla birlikte hala istenilen düzeye ulaşmamıştır. İstihdama ilişkin olarak, kadınlara yönelik ücretsiz aile işçisi algısı devam etmektedir ve kadın-erkek arasında ücret konusunda kayda değer farklılıklar bulunduğu, eşit işe eşit ücret prensibinin etkili hale getirilerek güçlendirilmesi gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca, kadınların karar alma süreçlerindeki düşük temsiline dikkat çekilerek, kamu sektöründe yetersiz düzeyde temsilin özel sektöre oranla çok daha fazla olduğunun altı çizilmektedir.32 İlerleme raporlarının ortak noktalarını şu şekilde söyleyebiliriz. Kadın istihdamının düşük olduğu, iş piyasasına kadının katılımının OECD ülkeleri arasında en düşük olduğu ülkenin Türkiye olduğu gibi sorunlar her defasında dile getirilmiştir. Fırsat eşitliği konusunda ilerlemenin olduğu ancak istenilen düzeyde olmadığı yine pek çok raporda vurgulanmıştır. Türkiye’nin 20082013 kadın erkek eşitliği için Ulusal Eylem Planı olumlu bir gelişme olarak değerlendirilirken, planda insan ve finansman kaynakları hakkında bilginin yer almadığı belirtilmiştir. Kadın-erkek arasındaki ücret farklılığı vurgulanan bir diğer sorundur. Son olarak 2012 ilerleme raporunda AB müktesebatı tarafından gerekli görülen eşitlik biriminin henüz oluşturulamadığı ifade edilmiştir.33 31İbidem., 2013 İlerleme Raporu, Brüksel, 2013, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_rapport_2011_ en.pdf, Erişim: 05.10.2014. 32İbidem, Türkiye 2014 İlerleme Raporu, Brüksel, 2014, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2014/package/tr_rapport_2014_ en.pdf, Erişim: 09.10.2014. 33İbidem, Türkiye 2012 İlerleme Raporu, Brüksel, 2012, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2012/package/tr_rapport_2012_ en.pdf, YIL: (5) 1 – SAYI: 1249 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- İlerleme raporlarında da gözlemlediğimiz gibi Türkiye, kadın-erkek eşitliği alanında mevzuatında ve anayasasında kayda değer gelişmeler gösterse de, eğitim ve istihdam alanında AB ile uygulamadaki sorunlar devam etmekte ve AB’nin gerisinde kalmaktadır. Birlik politikalarında görüldüğü gibi, Birliğin kadın erkek eşitliğindeki temel çıkış noktası “istihdam”dır. Tablo 2: Avrupa Birliği Ülkelerinde Kadın İstihdam Oranı Kaynak: Eurostat- Avrupa Komisyonu, 2014. Tablo 2’de görüldüğü gibi 28 üye ülkesiyle AB’de kadın istihdamı %62,4’tür. AB üyesi ülkelerde ise kadın istihdamı ulusal düzeyde farklılık seyretmektedir. AB üyesi ülkelerde farklılık göstermesine rağmen, net bir şekilde görüleceği gibi en düşük kadın istihdam oranı 2013 yılında %53.4 ile Türkiye’ye aittir. Ancak, Türkiye ilerleme raporlarından yola çıkarak kadın istihdamının, üyelik sürecinde engel gösterilebileceği düşünülmemektedir. Çünkü bu sorun yalnızca Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bir sorun değildir. AB üyesi ülkeler arasında sosyal politika konusunda ulusal düzeyde farklılıklar sürmektedir. Bu farklılıklar azımsanmayacak orandadır. Tablo 1 ve 2‘de ulusal farklılıkları net bir şekilde görmek mümkündür. AB, 27 ülkesiyle AB27 olarak hedeflediği değerlere ulaşmaktadır ancak ulusal düzeyde ülkeler arasındaki farklar kısa vadede kapanmayacak şekildedir. Erişim: 02.05.2013. 250 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE SONUÇ Ekonomik birlik olarak kurulan AB’nin sosyal politikaya da ekonomik bir temel bulması çok şaşırtıcı olmamıştır. Birlik’in kurucu antlaşmalarından, stratejilerinden ve politikalarından yola çıkarak, kadın erkek eşitliği stratejilerinin ve çabalarının da tıpkı Birlik gibi ekonomik bir temelden siyasal bir temele evrildiği çıkarımını yapmak mümkündür. AB’nin stratejileri, Komisyon’a aday ve potansiyel aday ülkeleri AB mevzuatını kendi iç hukuk mevzuatlarıyla uyumlaştırmaları konusunda yardımcı olmak görevini yüklemiştir. Türkiye, aday ülke olarak AB’nin toplumsal cinsiyet eşitliği mevzuatını uygulama konusunda birtakım girişimlerde bulunmuş olmakla birlikte bu girişimlerin bazıları AB tarafından memnuniyetle karşılanırken, eksikliklerin devam ettiği konular ise olumlu karşılanmamıştır. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’de kadın için 2020 perspektifi kararlarına bakıldığında, Kadın ve Erkek için fırsat eşitliği Komitesi’nin kurulması, Türk hükümetinin toplumsal cinsiyet eşitliğini politikaların işleyişine dahil etmesi ve ilk okul eğitimine kızların katılımı memnuniyetle karşılanırken, kadın hakları ve eşitlik prensibinin güçlendirilmesi, cinsel istismar, aile içi şiddet, yoksulluk, okumamışlık ve kızların sömürülmesi gibi konularda Türkiye’ye çağrıda bulunulduğu dikkat çekmektedir.34 Türkiye’nin toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politika ve uygulamalarının teoride ve yasal düzlemde oldukça başarılı olduğu söylenebilir. Ancak, uygulamada istenilen olgunluğa erişilememiş ve AB’nin gerisinde kalmıştır. Bu açıdan Türkiye’ye bazı öneriler sunulabilir. Örneğin, kadınların siyaset, eğitim ve iş piyasasına katılımlarının arttırılması için çalışmalar yapılabilir, eğitim için ayrılan bütçe arttırılabilir, farkındalığın arttırılması için ilkokul seviyesinden başlayarak eğitimin her seviyesinde toplumsal cinsiyet konulu dersler müfredata eklenebilir ve siyasi partilere kadın katılımının arttırılması için partilerin mevzuatına kadın kotası getirilebilir. Sonuç olarak bu çalışma, kadın erkek eşitliğinin Türkiye’nin önünde AB sürecinde büyük bir engel oluşturmayacağını değerlendirmektedir. 34 Emine Bozkurt, European Parliament Report on a 2020 Perspective for Women in Turkey, Brüksel, 2012. YIL: (5) 1 – SAYI: 1251 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- KAYNAKÇA Akın, Ayşe ve Simge Demirel (2003), “Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri”, Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, C. 25, S. 73-82. Betten, Lammy ve Nicholas Grief (1998), EU Law and Human Rights, New York: Longman. Bozkurt, Emine (2012), European Parliament Report on a 2020 Perspective for Women in Turkey, Brussels. Çakır, Serpil (2012), “Feminizm: Ataerkil İktidarın Eleştirisi”, H. Birsen Örs (ed.), 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, 5. Baskı, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. European Council, Presidency Conclusions (2000), Lisbon, http://www. europarl.europa.eu/summits/lis1_en.htm, Erişim: 05.05.2013. European Commission (2006), Turkey 2006 Progress Report, Brussels, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2006/nov/tr_sec_1390_ en.pdf, Erişim: 02.05.2013. European Commission (2008), Manual for Gendermainstreaming: employment, social inclusion and social protection policies. European Commission (2009), Turkey 2009 Progress Report, Brussels, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2009/tr_rapport_2009_ en.pdf, Erişim: 02.05.2013. European Commission (2010), Turkey 2010 Progress Report, Brussels, 2010,http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2010/package/tr_ rapport_2010_en.pdf Erişim: 02.05.2013. European Commission (2006), Roadmap for Equality Between Women and Men 2006-2010, {SEC(2006) 275}, Brussels, 2010, http://eur-lex.europa. eu/LexUriServ/ LexUriServ.do?uri= CELEX:52006DC0092:en:NOT, Erişim: 04.05.2013. 252 OCAK 2015 AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ STRATEJİLERİ VE TÜRKİYE European Commission (2010), Strategy For Equality Between Women And Men 2010-2015, Brussels,http://europa.eu/legislation_summaries/ employment_and_social_policy/equality _between_men_and_women/ em0037_ en.htm, (Erişim: 04.05.2013). European Commission (2010), Europe 2020: A European strategy for smart, sustainable and inclusive growth. European Commission (2011), 2011 Progress Report, Brussels, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2011/package/tr_ rapport_2011_en.pdf, Erişim: 02.05.2013. European Commission 2012), Turkey 2012 Progress Report, Brussels, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2012/package/tr_ rapport_2012_en.pdf, Erişim:02.05.2013. European Commission (2014), Turkey 2014 Progress Report, Brussels, 2014, http://ec.europa.eu/enlargement/pdf/key_documents/2014/package/ tr_rapport_2014_en.pdf, Erişim: 09.10.2014. Keskin Ata, Funda (2013), Avrupa Birliği ve İnsan Hakları, Ankara, Siyasal Kitabevi. Kuzgun, Yıldız ve Seher Sevim (2004), “Kadınların Çalışmasına Karsı Tutum ve Dini Yönelim Arasındaki İlişki”, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, C. 37, S. 14-27. Meetings of the Heads of State or Government - Summit, (19-21, October 1972), Paris. T.C. Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı 2008-2013, (2008), http://www.huksam.hacettepe. edu.tr/Turkce/SayfaDosya/ TCEUlusaleylemplani.pdf, (Erişim: 02.05.2013). The Treaty of Rome, Article 119, (1957), Brussels, http://eur-lex.europa. eu/en/ treaties/index. htm#founding, Erişim: 27.09.2014. Walby, Sylvia (2004), “The European Union and Gender Equality: Emergent Varieties of Gender Regime”, Social Politics, Oxford University Press. YIL: (5) 1 – SAYI: 1253 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 254 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA * Ece ÜNÜR Abstract This article emphasises that social media marketing is not under the control of people’s free will but of political and economic powers. Although people think that they are free in their marketing decisions, the reality is different. People are forced to consume and this consumption is done on behalf of the Capitalist Ideology, which restricts State regulations in e-commerce. In fact, with any kind of consumption, people are convinced with small jouissance myths, without being aware of the fact that they become the servants of the existing system. In order to explain how this e-commerce system works, marketing processes that come with it (such as modern marketing approach, social media marketing and mouth to mouth marketing...) will be introduced. The last part of the article will discuss the way that consumption ideology is injected thanks to marketing which leads to a ‘wild world sydrome’: standardization via marketing processes, cultural industries and consumer society. Key words: Social Media Marketing, Wild World Sydrome, Ideological State Apparatuses, Culture Industry, Consumer Society. ___________________ * Yrd. Doç.Dr., T.C. Haliç Üniversitesi, İşletme Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü , [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1255 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- SOSYAL MEDYA ARACILIĞIYLA TÜKETİM İDEOLOJİSİNİN PAZARLANMASI Özet Bu makalenin amacı sosyal medya pazarlamasının, bireylerin özgür iradelerinin kontrolünde olmaktan ziyade politik ve ekonomik güçlerin yönlendirmesi altında olduğunu vurgulamaktır. Bireyler pazarlama kararlarında özgürce seçim yaptıklarını zannetseler dahi gerçek tamamen farklıdır. Yapay gereksinimler yaratılarak bireylerin sürekli bir tüketim döngüsü içine hapsedilmeleri sistem tarafından amaçlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle bireyler küçük mutluluk mitleriyle kandırılarak tüketime zorlanmaktadırlar ve tüketim birey için kaçınılmaz bir seçim haline gelmektedir. Bu haliyle aslında bireyler farkında olmadan kapitalist ideolojinin çıkarlarına hizmet eden köleler haline gelmektedirler. Bu sistemin nasıl işlendiğinin anlaşılması adına; ilk bölümde modern pazarlama teknikleri, sosyal medya pazarlaması ve ağızdan ağza pazarlama olmak üzere belli başlı pazarlama teknikleri ele alınacaktır. Makalenin son bölümünde ise tüketim ideolojisinin pazarlanmasında etkin olan “acımasız dünya sendromu”, devletin ideolojik aygıtları, pazarlama aracılığıyla standartlaştırma süreçleri, kültür endüstrisi ve tüketim toplumu kavramları tartışılacaktır. Anahtar kavramlar: Sosyal Medya Pazarlaması, Acımasız Dünya Sendromu, Devletin İdeolojik Aygıtları, Kültür Endüstrisi, Tüketim Toplumu МАРКЕТИНГ (ИССЛЕДОВАНИЯ) ПОТРЕБИТЕЛЬСКОЙ ИДЕОЛОГИИ С ПОМОЩЬЮ СРЕДСТВ МАССОВОЙ ИНФОРМАЦИИ Аннотация Целью данной статьи является установление факта того как посредством социально-медийного маркетинга обеспечиваеся завимость свободной воли людей от воздействия политических и экономических сил. Считается, что люди совершенно независимы в своем выборе, однако на деле все выглядит иначе. Система преследует цель создания бесконечного 256 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA цикла исскуственно вызываемых потребностей, в плен к которому неизбежно попадают потребители. Другими словами, усыпленный мифами о личном маленьком счастье, человек оказывается втянутым в ловушку постоянного потребления. Таким образом, пребывающие в неинформиррованности, потребители превращаются в рабов, служащих интересам капиталистической идеологии. С целью понимания того как работает система, в первой части рассмотрены технологии современного социально-медийного и сетевого маркетинга. В заключительной части статьи представлены активно эксплуатируемый в идеологии маркетинга «жестокий мир потребительского синдрома», идеологический аппарат государства, процесс стандартизации потребления через маркетинг, особенности культурной индустрии и концепция потребительского общества. Ключевые слова: Социально-медийный маркетинг, жестокий мир потребительского синдрома, идеологический аппарат государства, культурная индустрия, потребительское общество 1. INTRODUCTION Nutrition, sheltering and reproduction are the common features of living creatures. In addition to that, another common trait can be stated as communication. Since the early ages, living creatures are in connection with each other. Even though, the connection has remained the same amongs animals just like how it used to be in the early ages, it shows a significant progress between human beings. Starting from the verbal communication, cave paintings, written communication until the latest technological advancements, communication became a vital element at the present time. Once, the humanity was astonished by the telegram; by its transmission methods of how the messages were delivered. But now, one can not imagine to communicate via such techonology in the 21st century. Telegram, telephones, radio, television, internet and the satellite (communition etc.) have undertaken an important role in our lives and intensified the communication. At the present time, one can transform the news all around the world in the blink of an eye. This fact can also be seen as the most distinct evidence of the globalization. Marshall Mcluhan explains this develepment with the concept of the global village. According to his YIL: (5) 1 – SAYI: 1257 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- theory, with the advancement of technology, the Gutenberg Galaxy has left its place to an electronical age that can also be seen in the global village. Manuel Castells criticises McLuhan’s concept of the global village by stating that: “We are living in the globally produced, locally distributed private cottages; not in a global village.” (Stevenson, 2008: 311). The globalization phenomenon is directly related with the concept of interconnectedness. In other words, globalization means the process of increasing interconnectedness between societies. (Baylis and Smith, 2001: 7). Since the frontiers and boundaries are expeditiously loosing their importance, the global world became a place where everybody is interconnected and interdependent. Thus, a thrown away bottle by someone anywhere in the world can threat the health of other people all around the World. This kind of a chain reaction can also be called as Domino Effect. Production and consumption interaction has also been changing with the globalization effect. From a producer’s point of view, it can be argued that the goal would be reaching to global target audience. The consumers began to desire the goods that they have seen all around the world. However, to evalute this global consumpion desire, which can be seen in the consumers mentality as a natural process, would be a mistake since such consumption desire was created by the producers and the communication technologies. In the beginning, an insubstantial necessity sequence is being created through the media, commercials, movies and popular stars, which follows with an everlasting consumption frenzy in order to fill this artificial gap. In the global village, the stories which were previously published in a culvert, can be once again re-created and re-presented at the disposal of consumption. Supposedly, a novel can be transformed into a movie, TV series or a theatre play. This can be named as “transmedia storytelling”. (Scolari, 2009). For example, after a story is embraced and assimilated by the society, the process becomes transmedial and it continues to produce toys or computer games. The transmedia storytelling has became one of the newest marketing strategies of the producers. The developments in the communication technologies have created significant changes from life-styles to marketing strategies, security to democracy which interact with each other in societal, economic and political lives. 258 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA 2. EVOLUTION IN MARKETING PROCESSES 2.1. Modern Marketing Approach The developments in the communication technologies and the proliferation of mass production also changed the understanding of marketing. In this respect, marketing strategies can be divided into four categories. During the production based marketing era, the supply was always lower than the demand. At the time, the goal was to produce rather than to sell, with little competition. The second era of marketing, which is named as the sale based marketing, the supply and the demand were equal. Thus, the selling of the goods became much more important than the production. Starting from the 1930’s, various misleading commercial implementation processes were used to promote and encourage the sale. Furthermore, in this era, when the competition is increased, one can see that supply transcended the demand. Since the competition was escalated, the commercials and the traditional marketing strategies became not efficient enough to sell produced goods. Therefore, the producers started to look for new ways. Eventually, during the 1990’s, modern marketing era began where the supply was higher than the demand. The basic characteristics of the modern marketing era can be listed as (Alabay, 2010:215): 1. To determine the needs and demands of the target audience and satisfy them, 2. All the units of the management should work in coordination with each other, 3. Adoption of the integrated marketing understanding, 4. Must be aimed at the consumer, 5. To aim at the long-term profits, 6. The search for the innovations must be aimed at something because of the intensity of the competition and 7. Market based management conception must be embraced. In the conventional marketing understanding, the basic meaning is based on the marketing mix, which is referred as 4P’s; price, product, place and promotion. However, in time, 4P’s has been replaced by 7P’s which can be YIL: (5) 1 – SAYI: 1259 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- considered as more consumer-oriented approach. The understanding of 7P’s consists of price, product, place, promotion, process, physical environment and people. Together with the transition to the modern marketing, 4P’s has been replaced with 4C, which are mainly customer value, customer cost, convenience and customer communication. Firstly, instead of products, producers began to focus on customer value. From this point of view, a produced good or a service should offer a value to the customers or it should nurture consumers’ needs. Secondly, the price has been substituted for the customer cost. According to this approach, an accurate marketing strategy must present a benefit or a service with the most convenient price to the customer. In the global economy wherever there is a high rate of competition, the manifacturing costs must be minimized and the other elements with unnecessary costs must be eliminated. Thirdly, place has been superseded with the convenience. One of the most basic rules of the market is to provide the most comfortable ways for customers to reach and buy the goods or services. Finally, promotion has been replaced with the customer communication which aims to make an accurate communication with the customer and to avoid misleading the target audience (Roman, 1997:7-8). This forms the base of the promotion strategy of the consumer-oriented marketing concept. As can be noted, the understanding of the former marketing strategies seek to design, produce and sell the good have been replaced by another perception. Such new perception aims to define, deliver and present the value while putting customers in the center of this interaction (Alabay, 2010:228). 2.2. Social Media Marketing As a result of development in the internet and the evolution of online societies, a new marketing concept, social media marketing, has been introduced. There is not an approved definition on the concept of online community. However, the most important aspect of the online communities can be defined as an interaction with others, highly interconnected and gather around a technical mean to create social relations. (Leimeister, Schweizer, Leimeister and Krcmar, 2008:353.) According to Hagel and Armstrong’s study (Hagel and Armstrong, 260 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA 1997:18-19), such interactions are based on the procurement of the four basic human needs. These are; 1. Attention- For example, Motley Fool’s electronic forum, 2. Relation- For example, cancer forums on CompuServe, 3. Imagination- For example, multiplayer games which are introduced by GemStone, 4. Transaction- For example, the online auction website eBay. The online communities have various types, these are (Buss and Strauss, 2009:16-18): 1. Open and closed online communities: These kinds of communities are being evaluated by the fact that they have a limitation for the subscription of the members. In some of them, everybody can be a member, nonetheless, the others have some criterias to determine the members. For example, M Power community is just for the ones who own a BMW M model. 2. The communities with a theme: These groups gather around a common topic or an action. Some of these groups are focused on the basic marketing messages, some brands or specific goods. For example, hamsterster.com, lego. com etc. 3. Social Networks: The main relation between the members based on interests and activities in these kind of online groups. For example, MySpace, Facebook, Twitter etc. Online communities can reserve an important role in members’ life, thus, it can serve as a reference group for them. At this point, one can try to understand how these online communities/groups can ease the consumer habits (Akar, 2010:114.) It can be argued that internet creates a unique marketing environment since the customers are considered as both the producers and consumers. Such condition can be defined as prosumer. For instance, the consumers can contribute to the market mechanism which provides benefit and income to the owners of a social network, by using or being involved in the social network, even though it is free of charge for them. Through the development of the social media, consumer decisions and behaviors are carried into the cyber World. YIL: (5) 1 – SAYI: 1261 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- With that the cognition and social context of consumer decisions began to change. Interpersonal communication that is regarded as the most predominant marketing communication method is now distanced from its familiar structure. It has gained mobility through social media which is based on mutual share, interaction and became a platform where the consumer became the active cocreator. Previously internet was considered to create social isolation, however, now, in contrary, it created a new social environment for the consumers which allows individuals to consume and negotiate freely regardless of the time and space. (Dedeoglu and Ustundagli, 2011:24.) In his work, Kozinets (1999) defines the cyber ensemble subgroups that formed because of the interest of consumption, as the cyber consumptive groups. The members of these groups share the enthusiasm and information about their consumption activities. The consumers search for other consumers’ opinions by means of the cyber platform. They get information about the products and consumer experiences through personal websites, blogs, social networks, shopping websites. The consumers also create their self-presentation through these channels (Schau and Gilly, 2003). 2.3. Word of Mouth Marketing The online shopping quickly became widespread around the globe in parallel with the raise of the internet usage. Even though one do not purchase goods through the cyber world, they begin to use internet to see the comments of the other consumers, check the websites for recommendations or notifications about the product they want to purchase. Godes and Mayzlin (2004:558), mention the correlation between the conventional marketing and social marketing. According to the authors, the costumer’s opinions, decisions and their buying behaviors are based on the information that they have received from the internet. The individuals are helping the continuation of the cogwheel of consumption through these websites since they do not have enough time for shopping and with the added merciless competition environment in their works. At this point, it will be fair enough to state that the usage of online marketing has spreaded all aorund the world. The social networks, where the consumer opinions, preferences and experiences are being shared, courages 262 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA companies and firms developed their marketing strategies which aims to exhort and reward the consumer advices. Particularly, in the service marketing literature, the impossibility trying the product before buying it since it is intangible, makes the service marketing harder in comparison to other forms of marketing. To illustrate an example, when a product is released for the first time to the market, the awareness of the consumers could be achieved through either the marketing activities of the company or through the mouth to mouth communication. The word of mouth marketing is affected by the attitudes after the purchase. According to the findings of Anderson (1998), both the customers who are truely pleased with the product they have purchased and who are not satisfied, are involved in the mouth to mouth communication activity. Word-of-mouth marketing (WOMM)- known also as social media marketing, viral marketing, buzz, and guerilla marketing - affects the majority of all purchase decisions. The Internet’s accessibility, reach, and transparency have empowered marketers to take part on social networks in order to utilize the power of WOMM. There are different types of WOMM which are formed in relation with the technological developments in communication. The most conventional type of WOMM is called as the Organic Interconsumer Influence Model (see Figure-1), which suggests that conversations among buyers are more important than marketing communication strategies in influencing consumers’ decisions. In this model, WOMM is “organic” because it occurs amoung consumers without direct influence by marketers. (Kozinets, Valck, Wojnicki and Wilner, 2010:72). Figure 1: The Organic Interconsumer Influence Model YIL: (5) 1 – SAYI: 1263 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Second type of WOMM is called as the Linear Marketer Influence Model (see Figure-2). In Linear Marketer Influence Model, there is an active attempt by the marketer to influence consumer WOMM through the use of traditional means (advertising, promotions, etc.). In this model some consumers are viewed as potential “opinion leaders” who have the ability to influence other consumers on behalf of the marketers. (Kozinets, Valck, Wojnicki and Wilner, 2010:72). The introduction of Web 2.0, which is also known as social media, alterted the marketing strategies. As a result of interactivity of Web 2.0, it has provided multiple ways for consumers to interact with, advocate for, and rail against brands. “As social media usage increases among consumers, marketers have moved into the social media space in a number of ways.” (Fogel, 2010:56.) With the evolution of Web 2.0 or to say social media, the last type of WOMM is developed, that is called the Network Coproduction Model (see Figure-3). In this model, marketers have become interested in directly managing WOMM activity through the usage of social networks (Kozinets, Valck, Wojnicki and Wilner, 2010:72). Figure 2: The Linear Marketer Influence Model 264 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA Figure 3: The Network Coproduction Model 3. MARKETING OF IDEOLOGIES 3.1. Mean World Sydrome Panopticon, designed as a prison model by Jeremy Bentham, is a system which aims to observe the society. Through time society accustomed to this observing action. Starting from the transition to capitalism, the concept of observation has been recreated and explained in a different sense. Before capitalism, there was a highly believed perception that aimed at individuals being alienated from the system with a highly negative observance perception. However, after the transition to capitalism, the individuals are aimed to participate as much as they could and work in the system, thus, a positive observance perception took over. “Observance, with the intention to create obedient individuals and make them even more productive, became the central determinant of the capitalist production process and the societal supervision practices.” (Çoban ve Özarslan, 2008:114). Panopticon has become the main factor of the social observance which was achieved through the inconspicious methods such as MOBESE and security cameras, worker registration offices, school uniforms, military discipline and labelling, instead of the usage of violence. In the panoptic system, there is an observer and an observed person. The observer, in due course, begins to feel pleasure from the observation activity. This causes the observed person “becomes an erotic object and also YIL: (5) 1 – SAYI: 1265 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- a pornographicized one.” (Çoban ve Özarslan, 2008:122). The observer can internalize this situation in time. When this action is occured, just like defined by Thomas Hobbes, the state of nature commences and the observation is being perceived as a normal circumstance. This perception triggers the exhibitionism on individuals and it results with the loss of the privacy. Once the observed persons interiorize the situation and take pleasure from the observation; they start to exhibit themselves even without the need of an observer. Thus, once the exhibitionism is started, the rulership/power become interiorized. In other words, “this indicates the society’s surrender to the rulership/power.” (Çoban ve Özarslan, 2008:122). According to Michel Foucault, the rulership is everywhere and appeals to the observation, which means, the observation is a source of the ruleship. The main reason why the rulership applies to the observation is the fact that the rulership perceives everyone as a potential suspect. For this reason, the rulership tries to guarantee the continuance of the existing structure. The observation transforms the rulership into a fetish; which makes it unreachable for the society and this enables rulership to protect itself. In case of the society interiorize the rulership, a panoptic inferno appears. The existence of Big Brother leads people to fear from the authority and pressure, consequently, makes them to anti-socialized. Resultingly, the anti-social individuals lock themselves to their houses in order to prevent the pressure. These kind of individuals, in due course, make acquainted with the media tools and unconsciously lock themselves into the simulation system which was described by Jean Baudrillard. Individuals create a new cyber world in their houses by using the mass media tools; particularly the television and the social networks. Henceforth, they create an illusion and deceive themselves. They come up with fake identities which allow them to live not in the reality but in a way that they wanted to live, through the social networks like Facebook and Twitter. Even though this is a total simulation, they began to believe in this illusions and gradually, start to live disconnected from the actual reality. One can see the same fact in the movies and the TV series that the individuals identify themselves with the characters in these series. People begin to act, talk and dress like the characters. This creates a kind of simulation that is pretty much in favor of the rulership and the producers. From the standpoint of the rulership, this system increases the number of individuals who are apolitical or disconnected from 266 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA the activities of the daily life, therefore, it forms an unprecedented basis where the rulerships reinforce their positions and strenghts. The individuals’ fear of the social life is defined by panopticon according to Bentham’s statement. In the meantime, Georger Gerbner described the situation with the mean world syndrome. According to mean world syndrome, people who watch television too often, are more likely to perceive the world as a dangerous and frightening place than it is. Such condition leads to nervousness and lack of confidence. At the end they support the police state authority and practices voluntarily. The more people watch violence on TV, the more they feel themselves under pressure or threat. This is the paranoiac characteristic of the TV. TV makes the televiewers desensitize against pain and victimizes them. It convience people that the best way for solving problems is using violence. Thus people fear more, so they lock themselves to their houses. As a result they watch more TV and finally they fear more and more. This is a cyclical situation; and it is really hard to escape from this cyclical trap. At that point the social media steps in. Individuals begin to use social networks in order to communicate by using Facebook, Twitter etc. since they are afraid to move out from their houses. The diffusion of these social networks enable individuals to create false realities and imaginary lives for themselves. If a person has no account on social media, it can be thought that this person is not a real one; thus the reality is altered by the virtual. The expansion of the social media resulted by the participation of producers to the field. Almost all producers began to have social network accounts and started to sell their products on-line. Yet, some websites were created only with the purpose of online-commerce such as e-Bay. Consequently, it can be argued that panopticon or mean world syndrome contributed the spread of the social media marketing. 3.2. Ideological State Apparatuses It should not be forgotton that, not the products but the ideologies can also been sold through the social media. In other words, the capitalist ideology or the consumption ideology is being marketed in such way that the individuals are directed away from politics and are being anesthesized. People who locked themselves to their houses intentionally, are forced to consume. Thus YIL: (5) 1 – SAYI: 1267 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- it becomes easier for the rulership guarantee its reign and for the marketers to increase their capital. According to Louis Althusser, ideologies are being created by a structure which teaches human beings how to think. This structure was materialized in the institutions of the state, as he refers them as ideological state apparatuses, such as churces, mosques, schools, unions and media. Even though the ideologies convince individuals that they are free and self-reliant, in fact, ideologies transform individuals into subjects. According to Althusser’s study, ideologies are created through the institutions including media. According to Louis Althusser, ideology has a material meaning, yet, ideology is a social process which is materialized in the human praticeses. For this reason, the state aims to regenerate the social order in the fields like religion, education, law through the development of ideological tools. Particularly in some issues like religion and teachings in the schools, individuals generally accept them as dogmas and do not question them. This is a facilitative factor in the building of the society. For instance, during the creation of the nation state, education has a highly important role, equally, the teachings at the schools form the foundation of the structure (Althusser, 2006:52). Undoubtely, media is one of the other most important mechanisms that contribute to the state, in this way, according to Althusser, if the state controls the media, they can recreate the society in any shape or form that they desire. Furthermore, Noam Chomsky refers to the incorporation of the media and supports the concept of the ideological state apparatuses, which was defined previously by Althusser. Furthermore according to Chomsky: “media organizations loose their actual functions which is the distribution of the news and information, because they are captured by the state and corporations” (Rigel, 2005:186). Henceforth, Chomsky argues that the individuals are exposed to the control of the state-media-capital triangle and they can not cut loose from being “receivers and tools of a commercial and propaganda” (Gülsoy, 2005:186) since the current situation is not changed. Moreover, Chomsky discusses that the media controls the aspirations of the society through the creation of consent, and manipulates and manages them according to its desire. All these factors, cause culture to loose its actual meaning of customs, therefore, one can see the politicization of the culture that it becomes a tool of 268 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA the rulership. According to Manuel Castells: “power domain is the intelligence of the individuals” (Stevenson, 2008:313) and the most practical way to control the individual minds lie down in the media publications. The augmentation of the culture in the political sense, gained a crucial importance that, it could not be left to its normal flow anymore. On the other hand, together with the expansion of the capitalist economy, culture is seemed as a meta. Therefore, the marketing of the culture products as commercial goods brought into the agenda. Thus, government officials and/or capital owners decided to influence the culture, and media is served as the most effective weapon for such process. 3.3. Standardization via Marketing Processes Many things in our daily lives from judgements to moral values, consumption habits to fashion trends, newly emerged popular personalities to behavior patterns are being structured by the media. Through the affect of media, prior to the internalization of the ideologies of the dominant class are being spreaded without any pressure or enforcement; individuals’ consents are being manufactured (Arık, 2004:332). Furthermore, parasocial interactions are used in order to gain the individual consent, thus, the transformation in the values, ideas, and behaviors are materialized which seek to standardize the society. Within the scope of the parasocial interaction, role models are being created. These role models are aimed to identify with the individuals in the society so that the system could become internalized (Güngör, 2011:275). “A social movement, a line of thought or a commercial product could be considered as non-existent if it did not make an appearance on the TV. From the commercial music that we mumble when we go to work, until our ideas on the government’s latest societal policies, media is shaping all of our mutual understandings, knowledge and even our language.” (Stevenson, 2008:310311). “Consumption has became an obligatory situation for the consumer rather than being a decision of the freewill.” (Öker, 2005:237). Individuals are not aware of the fact that they have been directed and brainwashed, found themselves in the middle of a consumption and shopping frenzy. In this regard, the statement of Adorno could be used in order to explain the transmedia storytelling: “In our day, the culture transmits similarity to everything. YIL: (5) 1 – SAYI: 1269 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Films, radio and magazines create a system. All of these spheres are all in concurrance between each other and between themselves.” (Adorno, 2009:47). This transmedia storytelling and beyond-media production “anticipates a convenient way for everyone” (Adorno, 2009:51) and hereby, individuals can not get away without the consumption of the goods. In a way, this can be seen as a guarantee of the profit. A work of art which was published and gained recognition before, could be republished or recreated in a different course or medium. Henceforth, it would bring success and profit one more time. In the meantime, some producers are benefiting from the certain products, which became popular culture products through the transmedia storytelling technique and the product placement strategy, this action is symbolizing a feature of the typical capitalist economy. The product placement means the placement of the logo or the product to a media context and it is directly embedding to the subconscious of the individuals, resulting in the incentive of purchasing the publicized product. Individuals are sometimes not even aware that they have been exposed to the commercial. For example, the indication of the brand of the watch or the perfume that the leading actor of one’s favourite TV series wearing, is considered as a product placement and in the following stages. Thus, the audience would unconsciously show a tendency to buy the same watch or perfume. Another example can be illustrated in Jules Verne’s “Around the World in 80 Days”, where he used many shipping and fishing companies’ commercials. The cultural industry producers became richer until they standardize the individuals, and for the sake of this acquisition, they inspire the individuals by telling them that the value will rise through the standardization. According to the cultural industry, wearing jeans would liberalize, wearing the products of brand x would make a difference, using y perfume would distinguish from the others, eating z would make you noticable etc. In fact, this vicious circle only places individuals into templates which had already been determined before. Because an individual who believes that these products would make him unique, striking and free, in fact, is not aware of that these products are produced collectively and used by the others. Furthermore, an individual who believes that he would be ‘different’ and ‘substantial’ by wearing or using the trendy products, in fact, serves for the standardization activity. Here, the cultural industry producers cover the facts with a perfect manoeuvre where the individual can not even realize the situation. 270 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA Many important decision in many spheres like culture, fashion, consumed products etc. are made by the the capital owners instead of the individuals. In other words, the marketing of the manufactured goods and the interiorization by the society is being made by the means of media, which is also an extention of state-media-capital triangle. For example, until 1920’s the use of trousers was only particular to men, but nowadays, also women wear trousers and women are being masculinized. Soon after the pumping of the metrosexual men trend in the media, men are being feminized. This cultural change is an imposition of the media to the society. Another important factor in order to shape the fashion is commercials. Because of the commercials that were made by the clothing companies, individuals’ dressing styles are subjected to significant changes. For example, the jeans that were only worn by the american workers, become wide-spread in the clothing market thanks to the jeans producers’ agreements with the media. And for this reason, in the present time, wearing jeans become part of the culture. In the news, one can see that there is an imposition to the society; telling them which color is in trend, which outfits are in demand, which hair-style should be used etc. Since this imposition is made without being noticed, individuals can not respond since they think that the fashion cycle is a part of their culture. The fashion and our rituals related to it, changes from morning till night and Thomas Fuller explains this situation when he stated that: “Today’s fashion is always stylish and beautiful.” (Davis, 1997:215). To explain this situation clearly, one must see the continent of Africa. In the Northern Africa, where there is colonization and media, one can observe that the local culture is subjected to changes. Whereas in the South Africa, where the media could not reach, individuals still preserve their localities and cultural textures. In other words, together with the entrance of the media to the North Africa, one can see the emergence of ‘democratization and globalization’ among the local community. However, it must be stated that, everything is shaped and directed according to the needs of the media. 3.4. Culture Industry and Consumer Society Theodor Adorno, just like Baudrillard, touches the fact that the capitalism is serving to consumption: “In capitalism, the entire production is for the market; products are being made not to satisfy the needs or demands of the YIL: (5) 1 – SAYI: 1271 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- individuals but to make profit and to obtain more capital.” (Adorno, 2009:14). He together with Max Horkheimer in their study “Dialectic of Enlightenment”, introduces the term culture industry. Adorno and Horkheimer considered the word culture industry as the standardization of culture. They explain the cultural industry by the standardization and the simplification of the cultural products. As result, the cultures are being producted by the mass production. By using culture industry, anesthetized masses without critical thinking are being created. In other words, mass communication tools are transformed into the mechanisms that think and decide on behalf of the audiences. The ruling division present their dominant ideology to the masses through the cultural industry which is mixed with entertainment, and thus, the individuals obey the authotarian ruling while they think that they amuse themselves. Another factor that the cultural industry influences the individuals is the entertainment. Entertainment is a tool that relieves individuals psychologically and keeps them away from the challenges of their daily lives. Through entertainment, individuals are having good time and staying away from the fatigue of the everyday life. “In the cultural industry, the pleasure means, not to think about anything, to forget the sufferings immediately and always say ‘yes’. This considered as an escape; an escape from the devastating reality, an escape from the last ideas of resistance.” (Erdoğan ve Korkmaz, 1992:217). Adorno and Horkheimer argued that cultures are predominated by monopoly and this standardizes the cultures. Even though the culture industry is seen as if it proposes many alternatives to the society, in fact, it drags the society into a non-alternativeness since it standardizes the cultures, and according to them, just a few people could realize this non-alternativeness. “Together with the effect of the cultural industry, the producers respond the cultural industry products with fake demands.” (Tuğcu, 2002:85). The factor which set the culture industry into motion is the market and the production for the marketplace. In this process, the criteria of the good and true is to gain appreciation from the society, namely, to bring profit and income. That is to say, the cultural industry is based on the media products formed with commercial purposes (Doğan, 1990:111). The culture that is considered as a part of the marketing enables the society’s constituive, that is to say the culture itself, to be marketed and to be sold. 272 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA According to Adorno and Horkheimer, the culture in our present time which transmits resemblance to everything, is in fact not real; it is artificial (Adorno, 2009:47). Together with the tool of the cultural industry, anesthetized individuals without critical thinking are being created. The capitalist system presents pre-prepared goods for the anesthetized individuals, therefore, the creativity is not allowed (Horkheimer and Adorno, 1996:13). This new culture is anesthetizing the society in two ways. Firstly, it conquers the leisure times of the individuals and therefore, prevents them to join social and political life. Secondly the artificiality of this culture provides a getaway from the realities, which anesthetizes the individuals. In this artificial environment, there is no space for the creativity and individualistic resistance. The ones who are not oriented to the facts of the culture industry, are subjected to poverty and alienation. Every individual is free to think and act, however, they would be alienated from the society if they don’t think as the private culture monopolies. In the capitalist system, individual needs are neglected and the whole production is made according to the market, to gain more profit and to obtain more capital. To achieve this goal, the culture industry produces goods which are suitable for everyone, so that the retreat from the consumption becomes unfeasible. In this environment, individuals turn into shopaholics that the consuming action becomes a desire for them, for this reason, the products they consume loose their importance. In other words, in the culture industry, the consuming action gives pleasure to individuals rather than the consumed goods. Apart from creating a society in which the individuals continuously consume and have fun; the culture industry also helps the spread of the ideology of capitalism. According to Adorno and Horkheimer, bourgeoisie uses the culture industry in order to distrubute the fake reality, which was created by bourgeoise itself, to the society. Nevertheless, in order to cover the inequalities of the power struggle and legitimize the present system, bourgeoisie’s ideology distorts the facts through the use of the culture industries. According to another important representative of the Frankfurt School, Herbert Marcuse and his book One Dimentional Man, media is considered as an irresistible power which structures the opinions. Together with the mass communication tools a sort of leisure time is being created, and the activities YIL: (5) 1 – SAYI: 1273 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- of these leisure times are being dictated to the individuals. In other words, capitalism not only organize the workplace and the time at work, but also colonialize the leisure time.” Marcuse also mentions the fact that in the capitalist societies, everything is treated as meta and even the leisure time activities are under the control of the capital. According to the theoretician, individuals are deceived with small jouissance myths in this leisure-time society and the products are directing the minds of the individuals and inseminate them inaccurate conscious. The products generate an inaccurate conscious and all these products have immunities against their own artificiality: in the end, an unidimensional system of thought and standardized individuals are emerged (Marcuse, 1968:26). Through the inaccurate conscious, humans are being artificialized and standardized. It is stated that, even the desires and demands of the individuals are created by the capitalism, some solutions to meet these requests are again offered by the capitalist system. In other words, even the happiness and desires are illusions which are dictated to the individuals. Individuals are happy to live within the false freedoms which are consisted of material abundance, leisure time, family life and sexual opportunites. Eric Fromm is just like Marcuse, has criticized the artificial happiness which was dictated to individuals by the capitalist system. According to him, society’s understanding of happiness is based on consumption, entertainment and sexuality (Smith, 2001:278-279). Marcuse, in his book One Dimentional Man (1968), explained that the system imposed some artificial necessities to the individuals, and the individuals are convinced to accept these necessities as if they were real. According to him, one should not confuse the real necessities with the artificial ones. In our consumption-oriented society, the artificial necessities take one step ahead of the real necessities, and therefore, individuals consume without thinking as if they actually need the products. These artificial necessities dictated by the capitalist ideology, actually drives the society into a standardized form. The system creates the same necessities and offer the same methods in order to to meet these necessities, in turn, this causes the standardization of the society. Since individuals are not aware of their necessities whether they are real or artificail, they feel themselves obliged to satisfy these necessities. Thus they 274 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA sit at the computer, click on the e-commerce sites and order the goods which make them similiar with other individuals. One of the lastest representatives of the Frankfurt School, Axel Honneth explains the same phenomenon by the reification concept and stresses that the capitalism systematically reifies the social interactions and the cultural life. To see everything as a meta generates pathological problems and just like George Gerbner stated, the system indoctrinates the reality perception of the individual and manipulates them according to its desires. In his study, Consumer Society: Myhts and Structures, Jean Baudrillard (1998) also made a synthesis of the movement of thoughts just like Veblen and Frankfurt School, and while doing this, he used the Marxist terminology as few as possible. Baudrillard also explained the consumption culture which was created by the media. He argued that our modern society is consisted of a consumtion-oriented community. According to Baudrillard, the system firstly creates the demands by the help of the communication technologies, later, in order to fullfill these demands, it creates the desires, and finally, to satisfy these desires, it directs individuals to the consumption. “The consumption society needs objects to exist, or more precisely, needs to destroy them. (…) Consumption is just a mediator term between destroying and producing.” (Baudrillard, 2008:46). Jean Baudrillard analyzed the footprint of the consumption in the capitalist economic structure and distinctly from the Karl Marx, he defended the fact that the engine of the capitalism is not the production but the consumption. Since the production lose its validity, it will be more accurate to call this system as the reproduction system. At this point, the desire is not intended at the objects, in general terms, the desire that is seen in the consumption societies is the aspiration to consume, and for this reason, it is unfeasible to suppress it. From a different angle, the desire “is an obsessive curiosity.” After this point, “Consumption has became an obligatory situation for the consumer rather than being a decision of the freewill.” (Rigel, 2005:237). According to Noam Chomsky, media is the biggest founder of the consumption culture: “A demand is being created on the television and it is ensured that you wear the latest fashion sneakers even though you do not even need them.” (Chomsky, 2010:241). YIL: (5) 1 – SAYI: 1275 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 4. CONCLUSION To sum up, people who watch television frequently, become afraid of the existing system. Due to the extreme violence they watch, they cannot feel themselves secure. Thus, in order to protect themselves from any kind of violence, they find solutions locking themselves to their houses. Being at home, makes people anti-social and alone. To prevent being anti-social, people locked in the houses, watch more television in order to be active in parasocial relations and they form virtual identities. By the help of these new identities, people feel themselves social and belong themselves a group even it is an online community. State authorities utilize people’s fears to strenghten their reign and capital owners utilize their loneliness. Lonely people become more willing to be active in parasocial relations. Thus it becomes easier for the producers or the marketers to sell their products by using this parasocial relation. People feeling lonely, force thelmselves to buy the products of popular culture because they believe that only these types of products can be a solution for their loneliness. Modern marketing activities, that are made in media and social media, claim to be consumer-oriented, in fact there are capital owners and political Powers behind the scenes. In order to keep the individuals away from the social and political life, cultural industries are being created and the society is being forced to consume. Even though the individuals try to stay away from the consumption frenzy, modern marketing strategies manage to reach them. As a result, modern marketing strategies persuades individuals to consume by brainwashing. 276 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA REFERENCES Adorno, W. T. (2009). Kültür Endüstrisi: Kültür Yönetimi, Nihat Ülner, Mustafa Tüzel and Elçin Gen (trans.). 5th Ed. İstanbul: İletişim Press. Akar, E. (2010). Social Networking Sites as a Type of Virtual Communities: Processing as a Marketing Communication Channel. Anadolu Unıversity: Journal of Social Sciences, Vol.10, No.1, pp.107–122. Alabay, M. N. (2010). The Process of Transition from Traditional Marketing to a New One. Suleyman Demirel University, The Journal of Faculty of Economics and Administrative Sciences, Vol.15, No.2, 213-235. Althusser, L. (2006). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, Alp Tümertekin (trans.). İstanbul: İthaki Yayınları, p.52. Anderson, W. E. (1998). Customer Satisfaction and Word of Mouth. Journal of Service Research, 1(1), 5–17. Arık, M. B. (2004). Popüler Kültüre Temel Yaklaşımlar. Istanbul: Galatasaray University, Journal of Communicaiton Faculty, No.19. Baudrillard, J. (1998). Consumer Society: Myhts and Structures. London: Sage Publications. Baudrillard, J. (2008). Tüketim Toplumu. 3rd Ed. İstanbul: Ayrıntı Press. Baylis, J. and Smith, S. (ed.) (2001). The Globalization of Word Politics: An Introduction to International Relations. 2nd Ed. New York: Oxford University Press. Buss, A. and Strauss, N. (2009). Online Communities Handbook: Building Your Business and Brand On The Web. New Riders Press, USA. Chomsky, N. (2010). İktidarı Anlamak. P. P. Mitchell and J. Schoeffel (ed.), Taylan Doğan (trans.), İstanbul: BGST Press. Çoban, B. and Özarslan, Z. (2008). Panoptikon: Gözün İktidarı. İstanbul: Su Press. YIL: (5) 1 – SAYI: 1277 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Davis, F. (1997). Moda, Kültür ve Kimlik. İstanbul: YKY. Özden Arıkan (trans.). Dedeoğlu, A. O. and Üstündağlı, E. (2011). Consumers’ Life Style, Social Identity and Consumption Practices in the Context of Communities of Practice. Business and Economics Research Journal, Vol.2, No.2, pp.23-40. Doğan, A. (1990). Kitle Kültürü Karşısında Seçkin Kültür ve Türkiye’deki Durumu. Ankara University Press, No.386, pp.109-120. Erdoğan, İ. and Alemdar, K. (1992). İletişim ve Toplum: Kitle İletişim Kuramları Tutucu ve Değişimci Yaklaşımlar, Ankara: Bilgi Yayınları. Fogel, S. (2010). Issues in Measurement of Word of Mouth in Social Media Marketing. International Journal of Integrated Marketing Communications, Fall 2010, Vol.2, Issue 2, pp.54-60. Godes, D. and Mayzlin, D. (2004). Using Online Conversations to Study Word-Of-Mouth Communication. Marketing Science, 23(4), pp.445-560. Güneş, S. (1995). Medya ve Kültür: Sessiz Yığınların Kültürel İntiharı, Ankara: Vadi Press. Güngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar ve Yaklaşımlar, Ankara: Siyasal Press. Hagel, J. and Armstrong, A.G. (1997). Net Gain: Expanding Markets Through Virtual Communities, Harvard Business School Press. Hiebing, G. R. and Scott, W. C. (1997). The Successful Marketing Plan: A Disciplined and Comprehensive Approach, 2nd ed. NTC Business Books, Illinois, p.7-8. Horkheimer, M. and Adorno, T.W. (1996). Aydınlanmanın Diyalektiği, Orhan Koçak (trans). Istanbul: Kabalcı. Kozinets, V.R. (1999). e-Tribalized Marketing?: the Strategic Implications of Virtual Communities of Consumption, European Management Journal, 17(3), pp.252–264. Kozinets, V.R., Valck, K., Wojnicki A.C. and Wilner, S.J.S. (2010). Networked Narratives: Understanding Word-of-Mouth Marketing in Online Communities. American Marketing Association Journal of Marketing, Vol.74, pp.71–89. 278 OCAK 2015 MARKETING OF CONSUMPTION IDEOLOGY VIA SOCIAL MEDIA Leimeister, J.M., Schweizer, K., Leimeister, S. and Krcmar H. (2008). Do Virtual Communities Matter for the Social Support of Patients? Antecedents and Effects of Virtual Relationships in Online Communities. Information Technology and People, Vol.21, No.4, pp.350-374. Marcuse, H. (1968). One Dimentional Man, Boston: Beacon Press. Rigel, N., Batuş, G., Yücedoğan G. and Çoban, B. (2005). Kadife Karanlık: 21. Yüzyıl İletişim Çağını Aydınlatan Kuramcılar. 2nd Ed. İstanbul: Su Press. Schau, H. J. and Gilly, C.M. (2003). We Are What We Post? Selfpresentation in Personal Web Space. Journal of Consumer Research, 30, pp.385-404. Scolari, C.A. (2009). Transmedia Storytelling: Implicit Consumers, Narrative Worlds, and Branding in Contemporary Media Production. International Journal of Communication, Vol:3, pp.586-606. Smith, P. (2001). Kültürel Kuram. Selime Güzelsarı and İbrahim Gündoğdu (trans.), İstanbul: Babil Press. Stevenson, N. (2008). Medya Kültürleri: Sosyal Teori ve Kitle İletişimi. Göze Orhon and Barış Engin Aksoy (trans). Ankara: Ütopya Press. Tuğcu, T. Ş. (2002). Popüler Kültürün Yaygınlaşmasında Kitle İletişim Araçlarının Rolü. Istanbul: Maltepe Ü. İ. F. Dergisi, No.3, M.Ü. Yayınları. YIL: (5) 1 – SAYI: 1279 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 280 OCAK 2015 KİTAP DEĞERLENDİRMESİ -1EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” ADLI KİTAP ÇALIŞMASI 1* Menekşe SÖZBİLİR BOOK REVIEW 1 “EMERGING AFRICA IN GLOBAL POLITICS” BY SOYALP TAMÇELİK (Ed.) Abstract Africa is the poorest continent in the World and suffered a lot by deeds of global powers historically. On the other hand, Africa has been in the process of transformation. But this phenomenon has not been fully understood by the outer World. In this respect, the situation is even worse in our country since Turkey has not been deeply familiar with the African issues for years. Considering the academic life, the inadequacy of literature on Africa dissappoints the researchers as well. In this book, within the context of historical development course, strategic importance of Africa and high intensity conflicts in the continent were studied in a broader sense. Turkey and African relations were handled in the research as well, examining the Turkey’s role on African matters. The book is expected to fill a gap in academic literature on Africa. * Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1281 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- РЕЦЕНЗИЯ НА КНИГУ 1 “РАЗВИВАЮЩИЕСЯ АФРИКА В ГЛОБАЛЬНОЙ ПОЛИТИКЕ” ИЗДАТЕЛЬ СОЙАЛЬП ТАМЧЕЛИК Аннотация Африка является беднейшим континентом в мире, и в прошлом пережила много проблем из-за политики глобальных сил. Тем не менее, также в Африке проходит преобразование. Но это явление не изучен до конца за пределами континента.В этом контексте, в нашей стране ситуация еще хуже, потому что, Турция не была заинтересована вопросами по Африке в течение многих лет. Учитывая академической сферы, отсутствие исследований по Африке разочарововает исследователей. В этой книге, в контексте исторического развития, было широко рассмотрено стратегическое значение Африки и конфликты высокой интенсивности в континенте. В этом исследовании, рассматривая роль Турции по африканским вопросам и также обсуждалось отношение Турции с Африкой. Я думаю, что эта книга заполнит пробел в учебной литературе по Африке. “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” Yeryüzünün en yoksul kıtası olan Afrika’nın, en etkili küresel ve bölgesel güçlerin etkisi altında kaldığı bilinen bir gerçektir. Ancak son zamanlarda Afrika’nın genelinde ortaya çıkan değişim ve gelişim ivmesi, layığı veçhile anlaşılmış değildir. Bu yönü ile yükselen bir değer olan Afrika’nın, Türkiye’de hak ettiği yere ulaştığını belirtmek de pek gerçekçi değildir. Özellikle de Türkiye’de ve Türk akademiyasında Afrika’yla ilgili olarak bilgi ve kaynak yetersizliği, adeta bilgi açlığına dönüşmüştür. Ne var ki gelişmiş Batılı toplumlarda durum bu merkezde değildir; hatta denebilir ki, Afrika dışı ülkelerin kıtadaki ülkelerle siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel, stratejik vb. ilişkileri artarak devam etmekte ve bu ülkeler kıtada üstünlük kurmak istemektedirler. Bu çıkar ilişkisinde Türkiye’nin rolünün ne olacağı veya vaziyetinin nasıl şekilleneceği ise ciddi bir tartışma konusudur. Ancak bu tartışmada, Batı Avrupa devletlerinin Afrika’da yaptıklarını 282 OCAK 2015 EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” ADLI KİTAP ÇALIŞMASI Türkiye’nin yapmaması temel prensip olarak kabul edilebilir. Bu açıdan Türkiye’nin Afrika açılımının, karşılıklı işbirliği düzeyinde şekillenmesinde fayda vardır. Bu amaçla ele alınan bu çalışmada, Afrika’nın iç ve dış dinamiklerine bakılarak karşılıklı çıkarların gözetilerek dengeli bir siyasetin nasıl belirlenebileceğinin ufku çizilmeye çalışılmıştır. Bundan hareketle bu çalışmada, ilkin Afrika’nın sorunlarına kuramsal bir çerçeve çizilmiş ve ardından da siyaseten uygulamalarına bakılmıştır. Daha sonra da Afrika’yla ilgilenen bazı devletlerin çıkar ilişkileri incelenmiş ve kıtada ortaya çıkan muhtelif sorunların kaynağına ve özelliklerine bakılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Bir yönüyle günümüzde Afrika kıtası, başta eski sömürgeci devletlerin yanı sıra küresel politikada yükselmekte olan güçlerin etki ve çıkarlarının da bulunduğu, rekabet ve mücadelelerin yaşandığı ciddi bir kıta haline gelmiştir. Hâl bu merkezde olunca pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de Afrika üzerine yeni politikalar geliştirilmeye ve çalışmalar yapmaya ihtiyaç duyulmuştur. Pek tabiî ki bu durumda Afrika’ya yönelik bilgi kaynaklarının üretilmesini zorunlu kılmış ve bilhassa akademik çevrelerde Afrika çalışmaları hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Özellikle Türk üniversitelerinde bir süreden beridir Afrika uzmanları yetiştirmek üzere lisans ve yüksek lisans düzeyinde Afrika derslerine yer verilmeye ve düşünce kuruluşları ile kamu kurumlarında Afrika araştırmaları gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Aslında günümüzde Afrika’ya yönelik birtakım olumsuz veya gerçek dışı değerlendirmeler yapılırken, kıtayla ve burada yaşayan insanlarla ilgili olarak gerçekçi bilgiye ulaşabilmek için çok boyutlu araştırmaların yapılmasını gerekli kılmıştır. Söz konusu bu kitabın oluşturulmasındaki amillerden birisi de Afrika’yla ilgili gerçekçi bilgiye ulaşmak olmuştur. Bu araştırmanın bünyesinde ekonomi, siyaset, tarih, kültürel, etnisite, iktidar, değişim, ordu, ideoloji, hammadde, güvenlik vb. bilgiler olmakla birlikte bunların birçok alt bileşeni de bulunmaktadır. Böylelikle bu çalışmada, Afrika kıtasının bütününe bakılarak, örnek vaka ve modellerle derinlemesine inceleme yapılmaya çalışılmıştır. Aslında büyük bir tarihî mirasa sahip olan Afrika kıtasının incelenmesinin, inter-disipliner bir çabayı beraberinde getireceği muhakkaktır. YIL: (5) 1 – SAYI: 1283 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Konu edilen kitap ekonomi, kültürel, sosyal ve politik olarak büyük bir tarihî mirasa sahip Afrika’yı biraz olsun açıklama gayretindedir. Elbette ki, Türk akademiyasına ve uluslararası ilişkiler literatürüne mütevazı bir katkı sağlaması niyetiyle hazırlanan bu kitap ne ilk, ne de son olacaktır. Ancak bu kitabın, Afrika’ya yönelik yapılacak yeni çalışmalara bir nebze olsa da katkı sağlayacağı umudu taşınmaktadır. Gazi Kitabevi’nden çıkan “Küresel Politikada Yükselen Afrika” adlı çalışma, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünün değerli akademisyen hocalarından Doç. Dr. Soyalp Tamçelik’in girişimi, teşviki, yönlendirmesi, planlanması, redaktesi ve editörlüğünde tanzim edilmiştir. Her şey dahil yaklaşık 670 sayfadan oluşan bu kitap, Tamçelik’in girişimleriyle yaklaşık iki buçuk yılda ve Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinden Afrika’yla ilgili araştırmacıların katkılarıyla hazırlanmıştır. Özellikle Türkiye’de Afrika ile ilgili çalışmaların eksikliğine ve yetersizliğine karşın Afrika’ya ilgi çekmeyi ve Afrika çalışmalarına başvuru niteliğinde katkı koymayı amaçlayan kitap, toplamda on altı makalenin bulunduğu üç ana bölümden oluşmaktadır. Kitabın ilk bölümünü oluşturan “Afrika’daki Siyasal Dönüşümün İdeolojik ve Pratik Temelleri” başlıklı bölümde, Afrika’da ideolojilerin ve siyasal akımların etkileri incelenmiştir. Afrika’daki devletlerin iç ve dış politikalarının belirlenmesinde ve toplumsal yapıların şekillenmesinde önemli rolü bulunan ideolojiler ve popüler düşünce akımları, Afrika’da da belirli dönemlerde önemli işleve sahip olmuşlardır. Bu kapsamda kitabın ilk bölümünde, milliyetçilik, Pan-Afrikanizm, sosyalizm, self-determinasyon gibi akımların Afrika’daki bağımsızlık ve uluslaşma sürecindeki etkilerine ayrılmıştır. “Tarihî Süreçte Afrika’nın Stratejik Önemi ve İlgili Devletlerin Çıkar İlişkisi” başlıklı ikinci bölümde Afrika’nın jeopolitik ve stratejik olarak taşıdığı önemin kıtadaki klasik ve neo-kolonyalist politikalar üzerindeki etkisi incelenmiştir. Bu kapsamda Britanya ve Fransa İmparatorluklarının Afrika’daki hâkimiyetlerinde kıtanın sahip olduğu özellikler gözden geçirilmiş, günümüzde ABD ve Çin’in Afrika’daki etki alanları kıtanın stratejik ve tarihî önemi göz önünde bulundurularak değerlendirilmiştir. Bunun yanı sıra Osmanlı Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika’ya ilişkin politikalarına bakılmış ve bu süreç, Türklerin geçmişten günümüze 284 OCAK 2015 EDİTÖR SOYALP TAMÇELİK’İN “KÜRESEL POLİTİKADA YÜKSELEN AFRİKA” ADLI KİTAP ÇALIŞMASI Afrika ile ilişkileri mercek altına alınmıştır. “Afrika’da Yüksek Yoğunluklu Çatışma Alanları ve Aktörlerin Yönetim Algısı” başlıklı üçüncü ve son bölümde ise Afrika kıtası genelinde çatışma bölgelerine, çatışmaların nedenlerine ve bu çatışmaların Afrika ülkeleri ve halkları üzerindeki sonuçlarına bakılmıştır. Bu kapsamda Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Ruanda’da yaşanan çatışma ve iç savaşlar, Mali ve Sudan krizleri ve Afrika’da çocuk askerler sorununa değinilmiştir. Dolayısıyla hızla kalkınmakta olan Afrika kıtası üzerindeki mücadele, yeraltı ve yerüstü kaynakları ile geçiş güzergâhlarının kontrolü bakımından sahip olduğu öneminin yanı sıra kıtadaki gelişmeleri anlamaya yönelik bu kitapta, Afrika’nın kalkınma ve gelişmesinde rol alan aktörler ile kıtanın sağladığı ekonomik, politik ve insanî fırsatlardan faydalanabilecek aktörlere ne gibi fırsatlar sunduğu veya bu kapsamda oluşturabileceği tehditler üzerinde yoğunlaşılmıştır. Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllarla birlikte geliştirmeye başladığı Afrika ile ilişkileri çok yönlü işbirliğine doğru giderken, kıta ülkelerine yaptığı insanî ve kalkınma yardımlarının etkisiyle kıta halkları nezdindeki itibarı da giderek artmıştır. Avrupalı devletlerin aksine Afrika ile sömürgecilikle bağlantılı bir geçmişi bulunmayan Türkiye’nin, Afrika ülkeleri nezdindeki prestijini, karşılıklı işbirliğinin geliştirilmesini sağlayacak şekilde kullanması temel amaçlarından biri olmuştur. Bu nedenle Afrika’da oluşturulan bölgesel örgütlenmelerde yer almak, Afrika üzerinde uzmanlaşan akademik kurumlar oluşturmak, bölgeye yönelik çalışacak uzmanlar yetiştirmek, kıtayla ilişkileri geliştirmek gerekecektir. Bunu yaparken, kıta ülkeleri ile ilişkileri derinleşen Türkiye’nin, kıtayı daha iyi tanıyıp analiz edebilmesi ve izlenecek politikaların doğru belirlenmesi açısından faydası büyük olacaktır. Afrika’nın toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlarının köken ve nedenlerinin Afrika’nın iç dinamikleri üzerindeki etkileri, bunların günümüz Afrika devletlerine ve toplumlarına yansımaları, Afrika’nın dış dünyayla ve Türkiye’yle ilişkilerine etkileri anlaşılmadan Afrika’ya yönelik doğru politikaların belirlenmesi mümkün olmayacaktır. Aslında Türk toplumunda Afrika’ya yönelik ilgi ve duyarlılığın artırılması ve bu ilginin kapsamının genişletilmesi, kıta ülkelerine dair bilgilendirici kaynakların ortaya konulmasını gerektirmiştir. Bu konuda, YIL: (5) 1 – SAYI: 1285 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Türk akademiyasındaki Afrika uzmanlarına büyük görev düşeceği aşikârdır. Başta akademik camiada yapılacak araştırmalar neticesinde monografiler, makaleler, raporlar, öngörüler, projeler ve konferanslar gibi bilgilendirici araçların kullanılması gerekmektedir. Bu saikten hareketle hazırlanan “Küresel Politikada Yükselen Afrika” kitabı, özellikle Türkiye’de Afrika’ya yönelik bilincin artırılmasını ve Afrika araştırmalarına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Afrika’ya ilgi duyan, Afrika’nın bugününü ve geçmişini birlikte öğrenmek isteyen okuyucular ve genç araştırmacılar için aydınlatıcı bir çalışma olduğu düşünülmektedir. 286 OCAK 2015 KİTAP DEĞERLENDİRMESİ -2KUBİLAYHAN ERMAN’IN “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” 1* ADLI KİTABI Cenk ÖZGEN BOOK REVIEW 2 “THE SECRET FRONT OF TURKISH NATIONAL STRUGGLE: AFGHANISTAN” BY KUBİLAYHAN ERMAN Abstract Turkish War of Independence or “Turkish National Struggle” as it is called in a broader sense, has some peculiarities like the leadership, political conjuncture of that period and the way of managing the war against the occupants of the Turkish land. At first glance, one may feel difficulty to make out the two distinct georaphies’ physical intimacy: Turkey and Afghanistan. So, the thesis of the book emerges ostentiatiously: Beside the well-known battlefronts in the land of Anatolia, Afghanistan was handled as an alternative front so as to make British engaged in Indian matters and keep them away from Anatolia as much as possible. The first signs of this policy protrude in the opening speech of Erzurum Congress, given by Mustafa Kemal Ataturk. And the above mention policy was developed step by step, even accepting the praiseworthy devotion of Djemal Pasha, former Navy minister of Ottoman Empire, and his efforts in Afghanistan. * Yrd. Doç. Dr. Giresun Üniversitesi, İİBF, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected] YIL: (5) 1 – SAYI: 1287 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Undoubtedly, Afghanistan was not a main battlefront of the Turkish National Struggle. But it served as a secondary front which caused British government to spare some precious efforts on Indian matters since an annoying danger was perceived. What’s more, this policy -with the help of Indian muslims’ support of Turkish cause- created split in British Parliament, even in the government. Therefore, Lloyde George government had to take very prudent steps when it comes to assist the Greek policies, and to ensure the British interests on the Turkish land. РЕЦЕНЗИЯ НА КНИГУ 2 “АФГАНИСТАН - ТАЙНЫЙ ФРОНТ ТУРЕЦКОЙ НАЦИОНАЛЬНОЙ БОРЬБЫ” КУБИЛАЙХАН ЭРЬМАН Аннотация Турецкая Война за независимость, или как еще называют её в более широком понятии - Турецкая национальная борьба, имеет свои особенности например, как лидерство, политическая конъюнктура своего времени, управление борьбы с оккупационнами силами по защите турецкой родины. На первый взгляд, возможно, трудно понять физическую близость этих двух дальних регионах, таких как Турция и Афганистан, Вот тезис книги возникается в таком амбициозном образом: Кроме известных военных фронтов в Анатолии, Афганистан, рассматривался как возможный альтернативный фронт, чтобы отвлечь англичан проблемами по Индии и держать их подальше от Анатолии. Первые признаки этой политики, появилися в своей вступительной речи Эрзурумского Конгресса, проводимом Мустафы Кемаля Ататюрка. И эта политика развивалась шаг за шагом включая похвальной жертвы эксминистра военно-морского флота Османской Империи Джемаль-паши. Несомненно, что Афганистан не был одним из главных фронт турецкой национальной борьбы. Этот фронт воспринимался как угроза/ головная боль, однако британское правительство было вынуждено выделить часть своих ценных ресурсов и, следовательно, выполнил 288 OCAK 2015 KUBİLAYHAN ERMAN’IN “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” ADLI KİTABI функцию вторичного фронта.Кроме того, при поддержке индийских мусульман эта политика привела к разногласиям в британском парламенте даже и в правительстве.Поэтому, когда дело касалось поддержки греческой политики и реализация британских интересов на турецкой территории, правительство Ллойда Джорджа было вынуждено принять меры очень осторожно. “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” Türkiye’deki akademik çevrelerin Afganistan ile ilgili çalışmaları üç alanda yoğunlaşmaktadır. Bunlardan ilki Erken Cumhuriyet Dönemi’ndeki Türkiye-Afganistan ilişkileridir. Atatürk ile Afganistan Kralı Amanullah Han arasındaki ilişki ve o dönem taraflar arasında imzalanan dostluk ve işbirliği antlaşması, Türk Dış Politikası yazının önemli konu başlıklarındandır. Sadabad Paktı’nın hayata geçirilmesi ve bunun bölgesel etkileri için de benzer bir tespitin yapılması mümkündür. Çalışmaların yoğunlaştığı bir diğer alan, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etme girişimi ve bunun uluslararası politika açısından etkileridir. Küresel ölçekte yumuşama döneminin sona erdiğinin göstergelerinden biri olarak kabul edilen işgal, Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri bağlamında da önemli sonuçlar doğurmuştur. Nitekim Türk Dış Politikası yazınında işgalin Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikaları konusundaki kaygıları arttırdığını, bunun da kaçınılmaz olarak Türkiye’yi ABD’ye yakınlaştırdığını savunan çalışmalar vardır. Çalışmaların yoğunlaştığı son alan ise 11 Eylül saldırısı ve akabinde yaşanan gelişmelerdir. Afganistan’ın, nasıl olup da terör örgütlerinin üstlenmesine elverişli bir ülke haline geldiği sorusu, son yıllarda üzerinde en çok tartışılan konulardandır. ABD önderliğindeki koalisyonun bu ülkeye gerçekleştirdiği askeri müdahale ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afganistan’daki faaliyetleri de ilgi gören başlıklardandır. Güncel bir konu olmasının etkisiyle, son yıllarda çalışmaların bu alanda yoğunlaştığının altı çizilmelidir. Giresun Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası YIL: (5) 1 – SAYI: 1289 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan Erman tarafından kaleme alınan, “Türk Milli Mücadelesinin Gizli Cephesi Afganistan” adlı kitap, Türkiye’de Afganistan ile ilgili yapılan çalışmaların en son örneklerindendir. Aslına bakılırsa içerisinde Afganistan sözcüğünün geçmesi, ilk etapta bu kitabın da sıralanan alanlar ile örtüşen bir çalışma olduğu izlenimi doğurmaktadır. Ne var ki daha ilk sayfada, bunun yanlış bir izlenim olduğu anlaşılmaktadır. Kitap, Kurtuluş Savaşı’nın en az bilinen yönlerinden birini, bu dönemdeki Türkiye-Afganistan ilişkilerini ele almaktadır. Bu alandaki çalışmaların son derece sınırlı olduğu düşünüldüğünde, kitabın önemli bir boşluğu doldurduğu ortadadır. Milli Mücadele döneminde Ankara Hükümeti’nin Afganistan ile ilişkileri üzerine bir araştırma yapma fikri, yazarın doktora öğrenciliği yıllarına uzanmaktadır. Erman’ın doktora tez danışmanlığını yapan Prof. Dr. Abdullah Gündoğdu, bunu şöyle anlatmaktadır: “Sovyetlerin Afganistan’ı işgali üzerine Türkiye’deki en ciddi çalışmaya imza atan çok kıymetli öğrencim, Yrd. Doç. Dr. Kubilayhan Erman, doktora çalışması esnasında Dışişleri ve ATESE arşivlerinden elde ettiği bir takım belgeleri incelerken dikkatimizi çeken çok önemli bir husus, bu araştırmayı yapmasını gerekli kıldı. O husus, Milli Mücadele’nin ve İstiklâl Harbi’nin en bunalımlı zamanında, Bolşeviklerle ilişkilerin en kritik evrelerinde, Ankara Hükümeti’nin Afganistan ile kurmuş olduğu çok özel ilişki idi. Belgeler ve araştırmalar gösteriyordu ki, Milli Mücadele’nin askeri ve diplomatik olarak en hayati cephelerinden biri burada, yani Afganistan’da kurulmuştu.” Fikri temelleri bu şekilde atılan kitap, giriş bölümünü izleyen iki ana bölümden oluşmaktadır. “Milli Mücadeleye Uzanan Dönemde Türkiye’nin Yakın Çevresi” başlıklı birinci bölümde, Kurtuluş Savaşı öncesi ve sırasında Rusya, Kafkasya, İran, Afganistan ve Hindistan’da yaşanan siyasi gelişmeler ele alınmaktadır. “Gizli Cephe: Afganistan” başlıklı ikinci bölümdeyse, Milli Mücadele döneminde Türkiye-Afganistan ilişkileri ve bunun Kurtuluş Savaşı’na etkileri incelenmektedir. Kitap, genel bir değerlendirmenin yapıldığı sonuç bölümüyle bitmektedir. Kitabın övgüyü hak eden yönlerinden biri, Dışişleri Bakanlığı ve ATESE arşivlerinden elde edilen belgeleri de içeren zengin kaynakçasıdır. Hakkı teslim edilmesi gereken bir diğer yönüyse yazarın konuyu dağıtmadan anlatması, daha açık bir ifadeyle okuyucunun “kafasını karıştırmamasıdır”. 290 OCAK 2015 KUBİLAYHAN ERMAN’IN “TÜRK MİLLİ MÜCADELESİNİN GİZLİ CEPHESİ AFGANİSTAN” ADLI KİTABI Kuşkusuz bu, hem iyi bir içerik planlaması yapıldığını hem de yazarın konuya son derece hâkim olduğunu göstermektedir. Öte yandan her çalışma gibi bu çalışmanın da eleştirilebilecek noktaları vardır. Bunlardan biri, anlam kaymasına neden olabilen uzun cümlelerdir. Bir başka eleştiri de editöryel anlamda görülen eksikliklerdir. Kuşkusuz bunlar ayrıntı sayılabilecek hususlardır. Ancak çalışmaya harcanan büyük emek ve ortaya çıkan müsbet sonuç düşünüldüğünde, olası bir ikinci baskıda, bu küçük düzeltmelerin de yapılması yerinde olacaktır. Bu değerlendirmelerin ardından kitapta öne çıkan hususlar şu şekilde özetlenebilir: 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra Rusya, sosyalist modeli yayma politikasını benimsemiştir. Bu amaç doğrultusunda sömürge yönetimi altındaki halkların bağımsızlık mücadelelerine destek vermeye başlayan Rusya, İngiltere’ye karşı açık tavır almıştır. Bu dönemde, Rusya’nın ağırlık verdiği ülkelerin başında Hindistan gelmektedir. Zira Rusya, Hindistan’da indirilecek bir darbenin, İngiltere’nin tüm Asya’daki varlığının sonu olacağını hesaplamıştır. 1919 yılında Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devletin Rusya olması esasen bu politikanın uzantısıdır. Rusya, Afganistan üzerinden İngiltere’nin en hassas noktasını, Hint Müslümanlarını etkilemeyi planlamıştır. Tabi tüm bu girişimlerin Rusya’nın çıkarları için yapıldığını ve 19. yüzyılda İngiltere ile yaşanan “Büyük Oyun”un farklı bir tezahürü olduğunu da belirtmek gerekir. Aynı dönemde İngiltere, dünya genelinde artan ulusal bağımsızlık hareketlerine karşı sömürgelerindeki çıkarlarını koruma arayışındadır. Taşıdığı önem dolayısıyla İngiltere’nin önceliğinin Hindistan olduğu söylenebilir. Bağımsızlık hareketlerini, daima Hindistan’a muhtemel etkileri bağlamında değerlendiren İngiltere, özellikle Bolşevik Rusya’nın bölge ülkeleriyle işbirliği yapma girişimlerini endişeyle karşılamaktadır. Bu dönemde, İngiltere’nin en önemli sorunu Hindistan’daki milliyetçi-ayrılıkçı hareketlerin bastırılmasıdır. Bu bağlamda Afganistan’ın -Hint Müslümanları ile ilişkilerinden ötürütehdit olarak görülmesiyse doğaldır. İngiltere, Afganistan’dan Hindistan’a gelebilecek bir saldırı beklentisi içindedir. Nitekim muhtemel bir saldırıya karşı koymak için gerekli harekât planları dahi hazırlanmıştır. İngiltere’den bağımsızlığın elde edilmesinden sonra Afgan Kralı Amanullah Han, kendini bölgedeki Müslümanların dolayısıyla Hint Müslümanlarının da koruyucusu olarak görmektedir. Hindistan konusunda YIL: (5) 1 – SAYI: 1291 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- taraf olan Afganistan, Rusya’dan da aldığı destekle İngiltere karşıtı duruş sergilemektedir. Orta Asya’dan Hindistan Alt Kıtası’na geçişi sağlayan Afganistan, 19. yüzyılda Rusya ile İngiltere arasındaki mücadelenin parçası olmuş; taraflar arasında adeta bir tampon bölge işlevi görmüştür. 20. yüzyılın başında da esasen durum çok farklı değildir. Rusya, İngiltere ve Afganistan üçgeninde bu gelişmeler yaşanırken, Anadolu’da Kurtuluş Savaşı tüm hızıyla devam etmektedir. İngiltere’yi zora sokacak en ufak fırsatı bile değerlendirmek isteyen Ankara Hükümeti, Hint Müslümanlarının Anadolu’daki gelişmelere yönelik ilgisinden güç alarak bu bölgede girişimlere başlamıştır. Müslüman gruplarla ve Hindistan Kongresi ile kurulan temaslar bu kapsamdaki girişimlerdendir. O dönem Ankara Hükümeti’nin politikası, İngiltere’nin Hindistan’daki “hassasiyetlerini kaşıma” ve bölgeye daha fazla kuvvet kaydırmasını sağlama üzerine kuruludur. Rusya’nın girişimleriyle de örtüşen bu politikanın sacayaklarından biriyse hiç şüphesiz Afganistan’dır. Ankara Hükümeti, Hindistan’a komşu olması nedeniyle Afganistan’daki gelişmelerin İngiltere’yi tedirgin edeceğinin bilincindedir. Bunun etkisiyle Ankara Hükümeti, Afganistan ile ilişkileri geliştirmeye çalışmış; bölgeye hem diplomatik temsiler hem de askeri heyetler göndermiştir. Cemal Paşa’nın, Afgan Ordusu’nun eğitimi ve donatılması amacıyla yürüttüğü faaliyetlerin desteklenmesi de yine bu kapsamda düşünülmelidir. Yukarıda özetlenen gelişmeleri dikkate alan Erman, Kurtuluş Savaşı sırasında Afganistan’ın İngiltere’ye karşı bir “cephe” işlevi gördüğü, bunun da Anadolu’da verilen asli mücadelenin kazanılmasına yardımcı olduğu sonucunu çıkarmaktadır. Erman’a göre İngiltere, Ankara Hükümeti ve Bolşevik Rusya’nın Afganistan’daki girişimleri nedeniyle “mesaisinin” önemli bir bölümünü Hindistan’a ayırmak durumunda kalmıştır. Elbette “Afganistan Cephesi”nin Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında belirleyici rolü olmamıştır. Ancak zaferin elde edilmesindeki katkısı da göz ardı edilemeyecek boyuttadır. Sonuç olarak, Milli Mücadele döneminin en az bilinen yönlerinden birine ışık tutan kitabın, başta akademisyen ve araştırmacılar olmak üzere, geniş bir okuyucu kitlesine hitap ettiği söylenebilir. Daha önce irdelenmemiş bir alana odaklanarak Kurtuluş Savaşı tarihine yeni bir boyut katan kitabın, ilgi duyanlarca okunmasını tavsiye ederim. 292 OCAK 2015 MAKALE YAYIN İLKELERİ www.leges.com.tr Makale Gönderecek Yazarlara Bilgi Öncelikle, Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne gönderilecek çalışmalar, özgün ve daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış olmalıdır. Dergiye gönderilecek çalışmalar Türkçe veya İngilizce olabilir. Yayınlanan çalışmaların yayın hakları Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne aittir. Ancak yayınlanan çalışmaların sorumluluğu ise yazarlarına aittir, çalışmalardaki görüşler, dergiye mal edilemez ve dergi yönetimi sorumlu tutulamaz. Leges Siyaset Bilimi Dergisi’ne gönderilen çalışmaların aynı dönem içinde, değerlendirilmesi için başka bir yayın organına daha gönderilmemiş olması gerekir. Makaleler, dipnotlar ve kaynakça dahil toplam 10.000 kelimeyi geçmemelidir. Kitap incelemeleri 1500-2000 kelime arasında olmalıdır. Araştırma yazıları ise, dipnotlar dahil 5000 kelimeyi geçmemelidir. Yayın Aşaması Dergiye gönderilen bir çalışma, önce editör ve yayın kurulunca incelenir. Çalışmanın belirtilen yayın koşullarını taşıyıp taşımadığına bakılır. Çalışmanın, genel olarak dergide “yayınlanmaya değer” olup olmadığına karar verilir. Sonra o çalışmanın, uzmanlık ve ilgi alanlarına göre, hangi hakemlere gönderileceğine karar verilir. Olumlu karar verilen çalışmalar, ilgili alanda en az iki hakeme gönderilir. Bir çalışmanın değerlendirme süresi en fazla 2 aydır. Çalışmaya ilişkin iki hakemden de olumlu görüş bildirilmesi durumunda, yazı yayınlanmak üzere sıraya alınır. İki hakemin birbirinden farklı görüş bildirmesi durumunda ise, çalışma üçüncü hakeme gönderilir; üçüncü hakemin vereceği cevaba göre yayınlanmasına veya yayınlanmamasına karar verilir. YIL: (5) 1 – SAYI: 1293 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Hakemlerden olumlu dönen çalışmalarınsa, değerlendirme raporları doğrultusunda aynen mi yoksa düzeltildikten sonra mı yayınlanacağına bakılır. Hakemlerin “şartlı” olumlu görüş bildirmeleri durumunda, yazara başvurulur ve yazarın gerekli düzeltmeleri tamamlayarak göndermesi istenir. Düzeltme verilen çalışmalar, yazarı veya yazarları tarafından düzeltilmedikçe kesinlikle yayınlanmaz. Makaleler A4 ebadındaki kâğıda MS Word for Windows işlem programıyla yazılmalı, ayrıca gönderilen yazılar başka bir dergide yayınlanmamış ya da yayınlanması için başka bir yayına iletilmemiş olmalıdır. Yazar veya yazarlar ön-makale çalışmalarını, editörün e-mail adreslerine ([email protected] veya [email protected]) göndereceklerdir. Gönderilen ön-makalenin KAPAK sayfasında, yazar veya yazarların “ad - soyad, akademik unvan, çalıştığı kurum, telefon numarası ve elektronik posta adresi”ni belirtmeleri gerekmektedir. Kapak sayfası haricindeki hiçbir sayfada yazar(lar)ın kimliğini belirtecek öğeler bulunmamalıdır. Sayfalar numaralandırılmayacaktır. Dergiye posta veya doğrudan Editör’e elektronik posta ile ulaşan önmakaleler bir hafta içinde hakeme gönderilir. Hakem değerlendirme süresi en fazla iki aydır. İki hakem de olumlu rapor bildirmişse, ön-makale, “makale” olarak yayınlanır. Buna karşın hakemlerden biri olumlu diğeri olumsuz görüş bildirmişse; yazı üçüncü hakeme gönderilir ve bir ay içinde hakem raporu istenir. Sonuç 2 veya 3 ay içinde yazara/yazarlara iletilir. Düzeltme varsa yazarın 1 ay içinde düzeltmesini yapıp, yazısını geri göndermesi istenir. Böylece yazı yayın sırasına alınır, derginin basılacak makale sayısı gözetilerek, yazılar sırayla yayınlanır. Özet (Times New Roman, 12 punto, Kalın) Özet Microsoft Times New Roman yazı karakteri ile normal 12 punto ile yazılmalı ve 150 kelimeden az olmamakla beraber 200 kelimeyi geçmemelidir. Özet içinde kaynak ve tablo verilmemelidir. Özetin bitiminde bir satır boşluk bırakılmalıdır ve altına “Anahtar Kelimeler” yazılmalıdır. Makaleler, Microsoft Times New Roman, normal, 12 punto olarak ve anahtar kelimeler de aynı punto ile aşağıda verildiği gibi yazılmalıdır. Anahtar kelimeler 5 tane olacak şekilde belirtilmelidir. 294 OCAK 2015 MAKALE YAYIN İLKELERİ Örnek: Anahtar Kelimeler: Sosyal Politika, Yoksulluk, Küreselleşme, Siyaset, Toplum Özetler ve anahtar kelimeler üç dilde (Türkçe-İngilizce-Rusça) olmalıdır ve makalenin başında altalta Türkçe-İngilizce-Rusça olarak uygun dildeki ana başlık altında sunulmalıdır. Ana başlığın tamamı büyük harfle yazılmalıdır. Rusça özet ve anahtar sözcük yazmamış olanların bu eksikleri, metinleri olumlu rapor alması durumunda dergi tarafından tamamlanacaktır. Abstract (İngilizce Özet) (Times New Roman, 12 punto, Kalın) Anahtar Kelimeler yazıldıktan sonra 1 satır boşluk bırakılmalı ve ABSTRACT (Times New Roman, 12 punto ve kalın olarak) başlığı konulmalıdır. Başlıktan sonra da 1 satır boşluk bırakılmalı ve Times New Roman, yazı karakteri, normal 12 punto ile özetin İngilizcesi yazılmalıdır. İngilizce özet de, 250 kelimeden az olmamakla beraber 300 kelimeyi geçmemelidir. Özetin bitiminden sonra 1 satır boşluk bırakılmalı ve “Key Words” başlığıyla anahtar kelimelerin İngilizcesi yazılmalıdır. Örnek: Key Words: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society Giriş (Times New Roman, 12 punto, Kalın) İngilizce anahtar kelimelerin yazımından sonra bir satır boşluk bırakılmalıdır. Boşluktan sonra ana metne ait başlıklar unutulmamalı ve 1. seviyedeki başlıklar Times New Roman, 12 punto, Kalın, tüm harfler büyük harf olacak şekilde yazılmalıdır. Başlıklardan önce ve sonra bir satır boşluk bırakılmalıdır (Ait olduğu başlığın punto büyüklüğünde). 2. seviyedeki başlıklar Times New Roman, 12 punto, Kalın, Kelimelerin yalnızca ilk harfleri büyük olacak şekilde yazılmalıdır. 3. seviyedeki başlıklar Times New Roman, 12 punto, normal, yalnızca başlığın ilk harfleri büyük ve İtalik olacak şekilde yazılmalıdır. YIL: (5) 1 – SAYI: 1295 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Boyut Sayfa yapısının A4 olarak ayarlanıldığından emin olunmalıdır. Marj ayarları: Üst 2,5 cm, sol 2,5 cm, sağ 2,5 cm, alt 2,5 cm ve satır aralığı da 1,5 olmalıdır. Ana Başlık Ana başlık tüm harfler büyük, Times New Roman karakterinde, 12 punto ile ve Kalın olarak yazılmalıdır. Türkçe başlık ve Türkçe özet, altına İngilizce başlık ve İngilizce özet, onun da altına Rusça başlık ve Rusça özet yazılmalıdır. Özetlerden sonra “Giriş” ile ana metine geçilmelidir. Ana metinde Türkiye Türkçesi yoğun olmakla birlikte, İngilizce ve Rusça makalelere de yer verilecektir. Başlığın İngilizcesi ve Rusçası da, tüm harfler büyük, Times New Roman, ancak 11 punto ve Kalın olarak yazılmalıdır. Başlık en fazla 10-12 sözcük olmalıdır. Ana başlıklardan sonra bir satır boşluk bırakılmak ve anahtar kelimelere yer vermek unutulmamalıdır. Ana başlık dışında, metin içinde ara ve alt başlıkları da kullanmak gerekir. Ana bölümler, ana başlıkla ve hepsi büyük harflerle verilmelidir; tıpkı makalenin genel başlığı gibi. Ara ve alt başlıkların ise, yalnızca ilk harfi büyük harf olmalı ve tamamı koyu yazılmalıdır. Ancak ara başlıktan sonra metin bir alt satırdan satır başı yapılarak başlarken; alt başlıkta başlığın sonuna iki nokta konularak aynı satırdan devam edilir. Ana Metin Ana metnin yazımında Times New Roman 12 punto, normal olarak yazılmalı ve satır başlarına 1,25 girinti verilerek metin her iki tarafa da yaslatılmalıdır. Dergiye gönderilecek ana metin içinde, çalışmanın yazarına veya yazarlarına ilişkin herhangi bir bilginin olmaması gerekmektedir. Tablo kullanılmışsa, tablolar numaralı ve üst başlıklı olmalıdır. Ana metin içinde alt başlıklar kullanılmalı ve metnin anlaşılması kolaylaştırılmalıdır. Metnin yazımında, dikkat çekmek ve vurguyu arttırmak için, çift vurgu işareti kullanılmamalıdır. Örneğin doğrudan alıntılarda tırnak veya italik (eğik) yazım kullanılmalı, ikisine birden yer verilmemelidir. Başlıklar dışında, koyu (bold) vurgu yerine, eğik (italik) vurgu kullanılmalıdır. Alt-çizgi de, aynı şekilde mümkün olduğunca hiç kullanılmamalıdır. Ana metin “Giriş” bölümü ile başlamalı ve “Sonuç” 296 OCAK 2015 MAKALE YAYIN İLKELERİ bölümü ile bitirilmelidir. Akademik makalelerde çok fazla biçimsel yaratıcılık ve değişiklik için zorlanmamalıdır. Metin içindeki ek açıklamalarsa, dip not veya son not olarak Microsoft Word programının otomatik dipnot/sonnot verme özelliği kullanılarak verilmelidir. Kaynak Gösterme Makalede kullanılan kaynaklar, metin içinde verilmeli, eğer mümkünse kaynak belirtmede dipnot tercih edilmemelidir. Kaynak belirtilirken tek yazar için (Soyad, Yıl: sayfa no), iki yazar için (Soyad1 ve Soyad2, Yıl: sayfa no), ikiden fazla yazar için (Soyad1 ve diğerleri, Yıl: sayfa no) şeklinde gösterilmelidir. Aktarım için (Aktarılan Yazarın Soyadı, Yıl: sayfa no; Aktaran Yazarın Soyadı, Yıl: sayfa no) yazılmalıdır. İnternet kaynakları için (Kurum, internet adresinin tamamı, erişim tarihi: gg/aa/yyyy) şeklinde gösterilmelidir. Genel kaynakça ise, en arkada verilmeli; aynı ana metin gibi Microsoft Times New Roman, normal, ama 10 punto ile yazılmalıdır. Kaynaklar arasında bir satır boşluk bırakılmalı ve birinci yazarın soyadına göre sıralandırılmış olmalıdır. Kaynakça ile ilgili örnekler aşağıda verilmiştir: Dergiler için Tek Yazarlı ise: DOĞANAY, Ülkü (2007), “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62 (1), 65-88. İki Yazarlı ise: AKSOY, Asu ve Kevin ROBINS (1997), “Peripheral Vision: Cultural Industries and Cultural Identities On Turkey”, Environment and Planning A, 29(2), 1937-1952. Kitaplar için Tek yazarlı kitaplar için: KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Ankara: Divan Kitap. İki yazarlı kitaplar için: MOUFFE, Chantal ve Ernesto LACLAU (2008), Hegemonya ve YIL: (5) 1 – SAYI: 1297 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet Kardam, İstanbul: İletişim Yayınları. İkiden fazla yazarlı kitaplar için: ERKİNER, Engin, A. Uslu, M. Yetiş, M. Okyayuz, Ç. Veysal, M. E. Kardeş, Y. Kılıç ve H.Tüzen (2009), 1900’den Günümüze Büyük Düşünürler, Çetin Veysal (ed.), İstanbul: Etik Yayınları. Edite edilmiş kitaplar için: ÜLKÜ, Güler (2004), “Söylem Çözümlemesinde Yöntem Sorunu ve van Dijk Yöntemi”, Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi, Çiler Dursun (ed.), Ankara: Elips Yayınları, 371-91. İnternet Kaynakları için: TUBITAK (2006), http://www.tubitak.gov.tr/hakkimizda/2004/ek7/ EK_7.pdf (05.05.2006 parantez içinde erişim tarihi yazılmalıdır ) Yazıların Gönderilmesi Üstteki koşullara uyan Siyaset Bilimi konularını içeren bütün önmakaleler, yayınlanmak üzere dergiye gönderilebilir. Böylece makale yayınlama sürecine önemli bir adım atılır. Ön-makale gönderimi e-posta ile yapılmalıdır. Bunun için, isim, unvan, çalıştığı kurum-bölüm ve telefon numarası yazılı bir kapak doldurulup, üzeri isimsiz haldeki ön-makale yazısı ile birlikte ek-dosya biçiminde, dergi editörünün elektronik posta adresine ([email protected] veya [email protected]) doğrudan yollanmalıdır. Dergiye / Editöre elektronik posta ile ulaşan ön-makaleler bir hafta içinde hakeme gönderilir. Hakem değerlendirme süresi en fazla iki aydır. İki hakem de olumlu rapor bildirmişse, ön-makale, makale olarak yayınlanır. Buna karşın hakemlerden biri olumlu diğeri olumsuz görüş bildirmişse; yazı üçüncü hakeme gönderilir ve bir ay içinde hakem raporu istenir. Sonuç 2 veya 3 ay içinde yazara/yazarlara iletilir. Düzeltme varsa yazarın 1 ay içinde düzeltmesini yapıp, yazısını geri göndermesi istenir. Böylece yazı yayın sırasına alınır, derginin basılacak makale sayısı gözetilerek, yazılar sırayla yayınlanır. 298 OCAK 2015 PUBLICATION RULES Guidelines for Authors First of all; submissions should be original and must not have been published before or be under evaluation by any other publication. The language could be Turkish, English or Russian. All Publication rights reserved and belong to the Leges Journal of Political Sciences but Authors of the articles and/or submissions are responsible of the content of their publications. The Journal of Leges Political Sciences and the management accept any responsibility for the opinions shared in the articles. The required length of the articles is between 5,000 and 10,000 words or word equivalents (e.g., numbers, abbreviations), including all materials, endnotes and references. Book analysis should be between 1500-2000 words. Research articles should be maximum 5000 words, endnotes included. Publication Stage A study submitted to the journal, previously examined by the editor and editorial board. The study examined to determine the qualifications for the specified publication. In general, the decision is made whether the study “worth publishing” in the journal. Then the decision is made about sending the submission to which referee according to their areas of expertise and interest . Positive decision studies are sent at least two related field referees. The evaluation period of a study is maximum up to 2 months. If the two referees give positive opinion working on the case, the article will be queued to be published. In case of two referees give diferent opinions the work will be sent to the third referee according to third referees(arbitrator) decision the article will be published or not. Positively decided Work will be checked if it will be Publishing directly or after corrections. If the decision is conditional the article would be sent to YIL: (5) 1 – SAYI: 1299 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- the author in order to handle the necessary corrections to be published. Unless the corrections are done by the author or authors that will not be published. The Articles should be written on A4 size paper by MS Word for Windows programm and , must not have been published before or not be under evaluation by any other publication. The Pre-article work will be sent to the editor’s e-mail address ([email protected]) by the Author or Authors. On the Cover Page of the Pre-article The author or authors’ name surname, academic title, institution, telephone number and electronic mail address should be specified. There would not be any indication of the author(s) identity on any page except the cover page of the Article. Pages will not be numbered. All the Articles sent by E-Mail to the Editor/Journal would be forwarded to the Referee in One Week. Peer-reviewed evaluation time is maximum two months. If both of the referees give positive opinion then Pre-article would be Article and will be published. In case of two referees give diferent opinions the work will be sent to the third referee and in one month the referee report will be asked and the author(s) will be informed in 2 or 3 months. If any editing is necessary the author(s) should be finsih in 1 month the corrections. Thence the Article will be in queue according to the Journal’s publishing number of articles. Summary (Times New Roman, 12 punto, Bold) Summary must be written in Microsoft Times New Roman normal format and size of 12 punto not less then 150 words but also not exceed 200 words. In Summary no source or tables allowed. After Summary one line will be left blank and the keywords must be written under. The Keywords must be in Microsoft Times New Roman, normal, 12 punto format like the Article and Keywords not to be exceeded 5 words. Sample: Keywords: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society 300 OCAK 2015 PUBLICATION RULES Summaries and Keywords should be Turkish and English,beginning of the article as one under the Turkish-English main headings should be presented in the appropriate language. The main title should be written in all caps. Abstract (English Summary) (Times New Roman, 12 punto, Bold) After the keywords one line will be left blank and the ABSTRACT (Times New Roman, 12 punto and Bold) head line must be written. After The Headline one line will be left blank and text must be in Microsoft Times New Roman, normal, 12 punto format and should be written in English. English Summary will not be less then 250 words, but also not exceed 300 word. After The Abstract 1 line will be left blank and with the “Key Words” headline keywords will be written in English. Örnek: Key Words: Social Policy, Poverty, Globalization, Politics, Society Introduction (Times New Roman, 12 punto, Bold) After the keywords one line will be left blank and the Headlines of the Main Text must not be forgotten and the first level headlines should be stated in Times New Roman, 12 punto, Bold format and all the letters must be CAPITALS. There should be one line blank before and after the Headlines(belonging headlines size punto). and the second level headlines should be stated in Times New Roman, 12 punto, Bold format and only the first letters of the words must be in CAPITALS. The third level headlines should be stated in Times New Roman, 12 punto, Normal format and only the headline’s first letters should be in CAPITALS and ITALIC. Size Page size should be A4. Adequate margins should be left all around the text on each page, and the left-hand margin should be at least 2,5 cm. Main Headline Main headings in capital letters, Times New Roman, 12 punto Bold. Turkish heading and Turkish Summary after English Heading and English YIL: (5) 1 – SAYI: 1301 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- Summary and after Russian heading and Russian Summary orderly. After the Summariesmain text must be started by Introduction. Main Text will be rich of Turkey’s Turkish but it will also consist English and Russian Articles. Headings must be in CAPITALS and maximum consists 10-12 words Times New Roman, 11 punto and Bold format. After Main Headings one lineshoul be left empty and not to be forgotten the keywords. Secondary and Sub-Headings should be used else than Main Heading. The main sections of the main header should be in all Capitals like wise the General Heading of the Article. The first letter must be written in Upper Case (capital) and bold totally for the Secondary (middle) headings and the sub-headings. Since the text starts with an empty line and per line after secondary(mediaval) heading; text goes on after sub-heading by colons. Main Text Main Text should be in Times New Roman 12 punto, normal format and per lines must be 1,25 adequate and text lean oth sides. Authors should not post their names or affiliations on any materials that may be sent out to Journal. If Tables are used, tables must be titled and numbered at the top. Subheadings should be used in the main text, and the text should be facilitated understanding. In the writing of the text, to draw attention and to increase emphasis, double accent mark should not be used. or example, in direct quotations quotes or italics (italic) spelling should be used,both should not be included. Bold format only will be used in Headings if emphasizing is necessary for the other text italic format could be used. If possible under line never be used. Main Text should begin with introduction section and completed by the Conclusion section. Formal academic papers should not be forced to change too much for creativity reasons. Additional explanations in the text, footnotes or endnotes as a Microsoft Word’s automatic footnote / endnote should be using the export feature. Referencing The sources used in the article, should be given in the text, footnotes should be avoided. When specifying source for the single author (Surname, 302 OCAK 2015 PUBLICATION RULES Year: page number), two authors (Surname1 and Surname2, Year: page number), more than two authors (Surname1 and others, Year: page number) must be written. For transferring (Surname of the transferred author, Year: page number; Transmitting author’s surname, Year: page number) should be specified.. For İnternet sources (Instutition,web address completly, Access date: dd/mm/ yyyy) format should be used. General References must be written at the end and should be like main text in Microsoft Times New Roman, normal, 10 punto, Between references there must be one space and ordered according to first author’s surname. Examples are given below for the references. For Journal Articles LIPSCHULTZ, J. H. (1991), “A Comparison of Trial Lawyer and News Reporter Attitudes about Courthouse Communication”, Journalism Quarterly, 4 (68), pp. 750-763. NITCOVIC, R. G. and DOWLING, R. E. (1990), “American Perception of Terrorism: AQ Methodology Analysis of Types”, Political Communication and Persuasion, 7 (3), pp. 147-166. For One Author DOĞANAY, Ülkü (2007), “AKP’nin Demokrasi Söylemi ve Muhafazakârlık: Muhafazakâr Demokrasiye Eleştirel Bir Bakış”, Ankara University Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 62 (1), 65-88. For Two Authors AKSOY, Asu ve Kevin ROBINS (1997), “Peripheral Vision: Cultural Industries and Cultural Identities On Turkey”, Environment and Planning A, 29(2), 1937-1952 Books: MOSSE, G. L. (1976), “Mass Politics and the Political Liturgy of Nationalism”, E. Komenko(ed.), Nationalism: The Nature of Evolutionofan Idea, London: Edward Arnold, pp. 39-53. YIL: (5) 1 – SAYI: 1303 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- LACLAU, E. and MOUFFE, C. (2001), Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics, London:Verso. HIMMELWEIT, HT. et al. (1981) How Voters Decide. A Longitudinal Study of Political Attitudes and Voting Extending Over Fifteen Years, London: Academic Press. For One Author Books: KARAGÖZ, Betül (2011), Toplumsal Adalet ve Totalitarizm, Ankara: Divan Kitap. For Two Authors Books: MOUFFE, Chantal ve Ernesto LACLAU (2008), Hegemonya ve Sosyalist Strateji: Radikal Demokratik Bir Politikaya Doğru, çev. Ahmet Kardam, İstanbul: İletişim Yayınları. More Then Two Authors Books: ERKİNER, Engin, A. Uslu, M. Yetiş, M. Okyayuz, Ç. Veysal, M. E. Kardeş, Y. Kılıç ve H.Tüzen (2009), 1900’den Günümüze Büyük Düşünürler, Çetin Veysal (ed.), İstanbul: Etik Yayınları. For Edited Books: ÜLKÜ, Güler (2004), “Söylem Çözümlemesinde Yöntem Sorunu ve van Dijk Yöntemi”, Haber, Hakikat ve İktidar İlişkisi, Çiler Dursun (ed.), Ankara: Elips Yayınları, 371-91. Internet References: EMERSON, M.,TOCCI, N.,and YOUNGS, R J.(2009) “Gaza’s Hell:Why the EU must Change Its Policy”, CEPS COMMENTARY, 13(01), available online at: http://209.85.129.132/search?q=cache:lDSydPR0KL0J:shop.ceps. eu/downfree.php%3Fitem_id%3D1776+natalie+tocci%2Bthe+EU&hl=tr&ct =clnk&cd=2&gl=tr:[acessed:12 February 2009] TUBITAK (2006), http://www.tubitak.gov.tr/ hakkimizda/2004/ek7/ EK_7.pdf, (05.05.2006 access date should be written in brackets ) 304 OCAK 2015 PUBLICATION RULES Submission of Articles All the pre-articles could be sent to the Journal fitting above conditions. That is an important step for the publishing process. For The evaluation process a cover with name and adding these no named pre-article all together will be forward to the Journal. To e-mail; the cover and pre-article (no-name) all together should be send editor’s e-mail ([email protected]) as attachment directly. All the Articles sent by E-Mail to the Editor/Journal would be forwarded to the Referee in One Week. Peer-reviewed evaluation time is maximum two months. If both of the referees give positive opinion then Pre-article would be Article and will be published. In case of two referees give diferent opinions the work will be sent to the third referee and in one month the referee report will be asked and the author(s) will be informed in 2 or 3 months. If any editing is necessary the author(s) should be finsih in 1 month the corrections. Thence the Article will be in queue according to the Journal’s publishing number of articles. YIL: (5) 1 – SAYI: 1305 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- 306 OCAK 2015 LEGES VERİ TABANI www.leges.com.tr ve www.hukuklink.com.tr Yayıncılık ve yazılım sektöründe 15. yılını bitiren LEGES; Mevzuat ve İçtihat Veri Tabanı uygulamasında, Kamu ve Özel kurumlara yoğun biçimde hizmet vermektedir. LEGES, özellikle Hukuk alanına yönelik çıkan Süreli Yayınlar ve Hukuk Link Veritabanı (www.hukuklink.com) ile 35.000’den fazla Hukukçu ve Akademisyene ulaşmaktadır. LEGES, her sene daha da büyüyerek Hukuk, Siyaset, Sağlık, Bankacılık, Eğitim, İşletme ve bütün Sosyal Bilimler alanında, bu profesyonel sektörel hizmetlerini sürdürmektedir. HUKUK LİNK ANA BAŞLIKLARIMIZ • İçtihatlar (Yargıtay, Danıştay, Sayıştay, AİHM, Anayasa Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi kararları) • Mevzuat (Kanunlar, Kanun Hükmünde Kararnameler, Tüzükler, Yönetmelikler, Tebliğler, Bakanlar Kurulu Kararları, Genelgeler, Uluslararası Anlaşmalar) • Makaleler (Hukuk ve Sosyal Bilimler ile ilgili akademik makaleler) • Dilekçeler (Hukuk, Ceza, İdari, Vergi, İcra, İş) İhtarnameler, Formlar (Müzekkereler, İcra Formları, Tutanaklar) Mektuplar, Sözleşmeler (İş Mevzuatı) • Pratik Bilgiler (Online Güncellenen Hukuki ve Ekonomik Veriler) • Haberler (Hukukla ilgili her gün eklenen haberler ve arşivi) YIL: (5) 1 – SAYI: 1307 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- • E-Dergiler (14 Ayrı Hukuk Branşında Yayınlanan Dergilerimiz ve Arşivleri. Leges Hukuk Dergisi, Leges İzmir Üniversitesi Sağlık Hukuku Dergisi, Leges İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi, Leges Özel Hukuk Dergisi, Leges Kamu Hukuku Dergisi, Leges Ceza Hukuku Dergisi, Leges Fikri ve Sınaî Haklar Dergisi, Leges Bankacılık ve Finans Hukuku Dergisi, Leges Mali Hukuk Dergisi, Leges Ekonomi ve Hukuk Araştırmaları Dergisi, Leges Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi, Leges Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi). • Yeni E-Dergiler (Leges İnforma Yönetim Bilişim Sistemleri Dergisi, Leges Sosyal Bilimler Dergisi, Leges Siyaset Bilimi Dergisi (hazırlanıyor), Leges Sanat ve Sanat Eğitimi Dergisi (hazırlanıyor) ve KÜRESEL URAL-ALTAY DERGİSİ (hazırlanıyor). BASILI SÜRELİ YAYIN DERGİLERİMİZ 308 • Leges Hukuk Dergisi • Leges İzmir Üniversitesi Sağlık Hukuku Dergisi • İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku Dergisi • Leges Özel Hukuk Dergisi • Leges Kamu Hukuku Dergisi • Leges Ceza Hukuku Dergisi • Leges Fikri ve Sınaî Haklar Dergisi • Leges Bankacılık ve Finans Hukuku Dergisi • Leges Mali Hukuk Dergisi • Leges Ekonomi ve Hukuk Araştırmaları Dergisi • Leges Medeni Usul ve İcra İflas Hukuku Dergisi • Leges Anayasa ve İdare Hukuku Dergisi • Leges İnforma Yönetim Bilişim Sistemleri Dergisi • Leges Sosyal Bilimler Dergisi • Leges Siyaset Bilimi Dergisi OCAK 2015 LEGES VERİ TABANI • Leges Sanat ve Sanat Eğitimi Dergisi (hazırlanıyor) • KÜRESEL URAL-ALTAY DERGİSİ (hazırlanıyor) Hukuk Link Veritabanı uygulamasında, Üniversitelerimizle işbirliğini kendi önceliğine alan firmamız, şimdiye kadar 170 üniversitemize deneme erişimi sunmuştur. Bu hizmet ülke genelini ve bütün Türk Dünyası coğrafyasını kapsayacak biçimde yoğun bir taleple genişlemektedir. Bu coşkuyla uluslararası bir veri tabanı olarak büyümekteyiz. Kitap basımı konusunda ise, özellikle Akademik kariyere sahip olan eğitimcilerimizi hedefleyen LEGES, kitabın basımından dağıtımına kadar hizmetleri yerine getirerek Akademik kadronun yanında yer almaktadır. Böylece ulusal akademik düzeyimizin, uluslararası ölçekte yükselmesinde özel sektör sorumluluğunu yerine getirme gayretini ortaya koymaktadır. Son olarak, beraber çalıştığımız üniversiteler ile bu üniversitelerin değerli Akademik kadrosunu tanıttığımız, kendi dalındaki birikimini ya da farklı bir hobisini öne çıkarttığımız, kurumsal kültür ciddiyetinde, ama aynı zamanda renkli bir magazin niteliği de taşıyan Medyatik Deklanşör dergimiz ile siz Akademisyenlerimizin sesi ve rengi olmayı hedeflemekteyiz. Bu çalışmalarımızda firma ekibimize, çalışma-düşünce-tasarımplanlama- iş ve heyecan ortağı olduğumuz Sayın Editörlerimize, Editör Yardımcılarımıza, Yazarlarımıza, Danışman Hocalarımıza, Hakem Hocalarımıza, desteklerini esirgemeyen değerli Akademisyenlerimize ve bütün emek sahiplerine minnettarlığımızı sunuyoruz. Hep birlikte ülkemizin bilimsel zenginliği ve dünya değer sistemi içinde büyük gururu olacak KÜRESEL AKADEMİK YAYIN VE VERİ AĞINA doğru ilerlemenin kararlılığını yaşıyoruz. Saygılarımızla. Ömer Faruk KAHRAMAN Leges Yazılım Yayıncılık Tic. Ltd. Şti. YIL: (5) 1 – SAYI: 1309 LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ -ULUSLARARASI HAKEMLİ AKADEMİK DERGİ- LEGES SİYASET BİLİMİ DERGİSİ THE JOURNAL OF LEGES POLITICAL SCIENCE ЖУРНАЛ ПОЛИТИЧЕСКИЕ НАУКИ GELECEK SAYI / NEXT ISSUE ÖZEL SAYI: KADIN, DEVLET ve SİYASET SAYI EDİTÖRLERİ: DOÇ. DR. ŞİRİN DİLLİ ve DOÇ. DR. RANETTA GAFAROVA SPECIAL ISSUE: WOMEN, STATE and POLITICS ISSUE EDITORS: ASSOC. PROF. ŞİRİN DİLLİ and ASSOC. PROF. RANETTA GAFAROVA СПЕЦИАЛЬНЫЙ НОМЕР: ЖЕНЩИНА, ГОСУДАРСТВО И ПОЛИТИКА РЕДАКТОРЫ НОМЕРА: ДОЦЕНТ, ДОКТОР ШИРИН ДИЛЛИ ДОЦЕНТ, ДОКТОР РАНЕТТА ГАФАРОВА Yazı kabul süreci 15 Nisan 2015’de sona erecektir. Article admissions period will end on April 15, 2015. Срок приема 15 апреля 2015 года. [email protected] [email protected] 310 OCAK 2015 Sevimbike Han (Süyümbike Hatun) 1516 - 1554 KAZAN HÜKÜMDARI YIL: (5) 1 – SAYI: 1311