Genç Başak 2011 - Başakşehir Anadolu Lisesi

Transkript

Genç Başak 2011 - Başakşehir Anadolu Lisesi
EDİTÖR
Merhabalar,
Ocak - 2011 Sayı:2
Başakşehir Lisesi
Adına Sahibi
Faris ÖZEK
(Okul Müdürü)
Genel Yayın Yönetmeni
Yunus KOŞAR
(Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.)
Yayın Kurulu
Zeliha DÜNDAR
(Türk Dili ve Edebiyatı Öğrt.)
Uğur KOÇMAN
Zeynep KİBİROĞLU
Elbilge KIRIM
Hezar GEZİCİ
Tolga ÜÇEYLER
İletişim Bilgileri
Tel: 0212 487 76 09
[email protected]
Sonraki sayılarımızda dergimize reklam
vermek isteyenler için
Tel: 0506 218 34 36
Grafik - Tasarım
Çetin Matbaacılık - Yunus Koşar
Davutpaşa Cd. Güven Sn. Sit.
Topkapı / İstanbul
Tel: 0212 576 59 85
e-mail: [email protected]
Not: Değerli öğretmenlerimiz ve sevgili
öğrenciler, dergimiz için yazılı eserlerinizi
[email protected]
adresine her ayın 15’ini aşmayacak
şekilde gönderebilirsiniz. Katkılarınız
için şimdiden çok teşekkürler.
YAYIN KURULU
Sayın velilerimiz değerli öğrencilerimiz,
Dergimizin ilk sayısına göstermiş olduğunuz ilgi ve teveccühten dolayı her birinize ayrı ayrı dergi
komisyonumuz adına teşekkür ederim.
Zamanın her anı bütün insanlar için ayrı bir değere sahiptir. Yaşadığımız anın kıymetini çoğu zaman
bilemeyiz. Ne zamanki elimizde olanları kaybederiz: o zaman, bize geçmiş daha tatlı gelmeye başlar.
Hatırlayın şöyle birkaç yıl öncesini özlemle andığınız zaman dilimleri ne kadar çoktur. İşte bu gün, şu
an ,yarın için geçmiş zaman olacak. Peki, bu günün kıymetini bilebiliyor muyuz? Egomuza söz geçiremediğimiz anlarda dostlarımıza arkadaşlarımıza verdiğimiz üzüntünün telafisi yarın mümkün olabilecek mi? Ufacık çıkarlar için harcadığımız samimiyet dolu sohbetlerimizi yarın tekrar yapabilecek miyiz? ‘ ben ’ diye başlayan ve hep ‘ ben ’ diye biten ve ‘ ben’ üzerine bina ettiğimiz küçücük dünyamızda her gün biraz daha yalnızlaştığımızın ne zaman farkına varacağız?
Birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız var farkında mısınız? Yarın her birimizin çocuğu büyüyecek ve çocuklarımız birbirlerine ihtiyaç duyacaklar. Her biri başka bir meslekle iştigal olacak. Peki, aramızda büyütüp geliştiremediğimiz dostluklarımızı arkadaşlıklarımızı çocuklarımıza nasıl aktaracağız?
Onlara mutlu bir geleceği nasıl bırakacağız?
Bakın aynı gök kubbenin altında, aynı havayı teneffüs ederek yaşıyoruz. Aynı şehirde, aynı mahallede, aynı binada beraberiz. Peki, birbirimize neden selam vermiyoruz? Birbirimizi birleştirici, aramızdaki
dostluk ve samimiyet duygularını pekiştirmek yerine, birbirimize güven ve samimiyet duygularımızı körelten yanlarımızı geliştiriyoruz. Etrafımıza gülümseyerek bakmak, güvenmek ve güven vermek
yerine şüpheli, sorgulayıcı, hatta yargısız infaza varan tavırlar sergiliyoruz.
Mutlu olmak etrafımızdakileri mutlu etmek bizim dilimizde. Öncelikle selam. Birbirimize mutlaka selam
verelim. Tanıyalım ya da tanımayalım fark etmez, sadece aynı gök kubbeyi paylaşıyor olmamız hatırına selam. Yüce peygamberimiz bakın ne buyuruyor: Size yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir
işi göstereyim mi? Selamı aranızda yaygınlaştırınız. Bir başka sözünde ise “İnsanların en âcizi dua
etmeyen, en cimrisi de selam vermeyendir ” buyuruyor.
Selam vermediğimiz için birbirimizi tanıyamıyoruz. Birbirimize yaklaşamıyoruz. Birbirimizle paylaşamıyoruz ve paylaşamadığımız için de kaynaşamıyoruz. Birbirimizi kafamızda geliştirdiğimiz kendimize
ait düşüncelerle tanıyoruz. Ve çoğu zaman da ön yargıya varan düşünceler geliştiriyoruz. Selam; dedikoduyu, gıybeti, kıskançlığı, önyargıyı yok etmenin ilk adımı. Hadi hepimiz bu ilk adımı atalım sonrası zaten gelecek çünkü bizler; mekânlara ve zamanlara sığmayan Yunus’un, Mevlana’nın, Yesevi’ nin,
Hacı Bektaşi Velinin torunlarıyız. Bizim anlayışımızda:
Hak cihana doludur, Kimseler Hakkı bilmez O’nu sen senden iste, O senden ayrı olmaz
Dünyaya gelen geçer,
Bir bir şerbetin içer
Bu bir köprüdür geçer,
Cahiller onu bilmez
Gelin tanış olalım,
İşin kolayın tutalım
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz
Yunus sözün anlar isen,
Mani’sini dinler isen
Sana iyi dirlik gerek,
Bunda kimseler kalmaz
(Yunus Emre)
düşünceleri vardır.
Bizi biz yapan değerlerimizin üzerine küller serpmezsek, ayrılıklarımızı parlatmazsak, aramızdaki
hoşgörü ve diyalog köprülerini daha güçlü kılarsak; şu fani dünyada bizden daha güçlü bir ülke – toplum, bizden daha mutlu bir millet olur mu? Bayrağına, milletine, atalarından gelen değerlere bizim kadar sıkıca sarılan, zalime karşı her daim mazlumun yanında olan bizim milletimiz kadar samimi başka
bir millet var mıdır acaba? İşte bu güzel hasletlerimizi daha da güçlendirmek için herkese kucak
dolusu selam!
Saygılarımla
Yunus KOŞAR
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
[email protected]
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
1
VASİYETNAME
ATATÜRK, TÜRK TARİH
KURUMU‘NU NEDEN KURDU
A
tatürk’ün direktifleriyle, 16 üye
tarafından, 15 Nisan 1931’de
“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” adı
altında kurulan Kurum’un adı 3 Ekim
1935’te Türk Tarih Kurumu’na çevrildi.
Bakanlar Kurulu’nun 21.X.1940
gün ve 2/14556 sayılı kararnamesiyle kamu yararına çalışan
dernekler arasına alınan
Türk Tarih
Kurumu,
11.VIII.1983
gün
ve
2876 sayılı yasa ile T.C.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kuru-mu’na
bağlı bir kuruluş
durumuna geti-rilmiştir.
Anayasanın
Atatürk
Kü l t ü r,
Dil ve
Ta r i h
Yüks e k
K u rumu
ile ilgili
maddesiise
şöyledir:
Madde
134.
–
Atatürkçü
düşünceyi,
Atatürk ilke ve
inkılâplarını,
Türk kültürünü,
Türk tarihini ve
Türk dilini bilimsel
yoldan araştırmak,
tanıtmak ve yaymak
amacıyla;
Atatürk’ün manevî
himayelerinde,
Cumhurbaşk anının
gözetim ve desteğinde,
Başbakanlığa
bağlı;
Atatürk
Araştırma
Merkezi, Türk Dil Kurumu,
Türk
Tarih
Kurumu ve Atatürk Kültür Merkezinden oluşan,
kamu tüzelkişiliğine sahip
“Atatürk Kültür, Dil ve Tarih
2
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Yüksek Kurumu” kurulur.
Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu için Atatürk’ün vasiyetnamesinde
belirtilen mali menfaatler saklı olup
kendilerine tahsis edilir.
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun; kuruluşu, organları,
çalışma usulleri ve özlük işleri ile
kuruluşuna dâhil kurumlar üzerindeki
yetkileri kanunla düzenlenir.
Atatürk, yaşamının son günlerine dek Kurum’un çalışmalarına
kendisi önderlik etmiş, çalışma planını
kendisi çizmiştir. Türk ve Türkiye tarihini aydınlatacak araştırmacılara yol
gösterici nitelikte aşağıdaki direktifleri vermiştir:
“… Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana
sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat
insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
“Biz daima hakikat arayan ve onu
buldukça ve bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar
olmalıyız.”
Atatürk’ün Türk Tarih Kurumu’na
ve çalışmalarına verdiği önem, 5 Eylül
1938′de düzenlediği vasiyetnamesinde parasal varlığından Kurum için de
bir pay ayırmasıyla kanıtlanmıştır. Türk
Tarih Kurumu’nun ana geliri, bu vasiyet nameye uygun olarak, Atatürk’ün
İş Bankası ’ndaki hisse senetlerinden
oluşmaktadır.
ATATÜRK ‘ÜN TÜRK TARİH
KURUMU HAKKINDA
SÖYLEDİĞİ SÖZLER
1 Kasım 1934
Kültür işlerimiz üzerine, ulusça
gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz, bu
işlerin başında da Türk tarihini, doğru
temelleri üstünde kurmak, öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek
için candan çalışmakta olduğumuzu
söylemeliyim. bu çalışmaların göz
kamaştırıcı verimlere erişeceğine
şimdiden inanabiliriz.
1 Kasım 1935
Kültür kınavımızı, yeni ve modern
esaslara göre teşkilâtlandırmaya durmadan devam ediyoruz. Türk Tarih ve
Dil çalışmaları büyük inanla beklenilen
ışıklı verimlerini şimdiden göstermektedir.
Atatürk, 1 Kasım 1936’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin V. dönem
2. yasama yılının açılış konuşmasında
Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih
Kurumu’nun geleceği ile ilgili dileklerini şu sözlerle dile getirmişti:
Başlarında
değerli
Eğitim
Bakanımız bulunan, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun her gün
yeni gerçek ufuklar açan, ciddî ve
aralıksız çalışmalarını övgü ile anmak
isterim. Bu iki ulusal kurumun, tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde
unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini,
kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk ulusunun
değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve
uyanmasını sağlayan, kutsal bir görev
yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim. (Alkışlar) Tarih Kurumunun
Alacahöyük’te yaptığı kazılar sonucunda, ortaya çıkardığı beş bin beş
yüz yıllık maddî Türk tarih belgeleri,
dünya kültür tarihinin yeni baştan incelenmesini ve derinleştirilmesini
gerektirecektir. Birçok Avrupalı bilim
adamının katılması ile toplanan son
Dil Kurultayının aydınlık sonuçlarını
görmekle çok mutluyum. Bu ulusal kurumların az zaman içinde ulusal
akademilere dönüşmesini dilerim.
Bunun için, çalışkan tarih, dil ve bilim adamlarımızın, bilim dünyasınca
tanınacak orijinal eserlerini görmekle
mutlu olmanızı dilerim.
1 Kasım 1937
Türk Tarih ve Dil Kurumlarının,
Türk Millî varlığını aydınlatan çok
kıymetli ve önemli birer ilim Kurumu
mahiyetini aldığını görmek hepimizi
sevindirici bir hâdisedir. Tarih Kurumu; yaptığı kongre, kurduğu sergi, yurt
içindeki hafirler, ortaya çıkardığı eserler, şimdiden bütün ilim dünyasına
kültürel vazifesini ifaya başlamış bulunuyor.
VASİYETNAME
‘’Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık
kalmazsa, değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.’’
Mustafa Kemal Atatürk
Türk Tarih
Kurumu’nu
Tanıyalım
Türk Tarih Kurumu, ülkemizde
bizzat Atatürk’ün direktifleriyle kurulan kurumların başında gelmektedir.
Atatürk, özellikle Avrupa devletlerinin
ders kitaplarında yer alan Türklerin
ikinci sınıf bir millet oldukları (secondaire) iddialarına ve “barbar” deyimi
kullanılarak bir istilacı kavim şeklinde
gösterilmelerine karşılık, bunun
böyle olmadığını ve cihan tarihinde
en eski çağlardan beri hakiki yerinin ne olduğunun ve medeniyete
ne gibi hizmetlerinin bulunduğunun
araştırılması
gerektiğine
inanmaktaydı.
İşte bu sebeple, 28 Nisan 1930 tarihinde, Atatürk’ün de bizzat katıldığı
Türk Ocakları’nın VI. Kurultayı’nın
son oturumunda, O’nun direktifleriyle, Âfet İnan tarafından 40 imzalı
bir önerge sunulmuş ve “Türk tarih
ve medeniyetini ilmî surette tedkik
etmek için hususi ve daimî bir heyetin teşkiline karar verilmesini ve bu
heyetin azasını seçmek salahiyetinin
Merkez heyetine bırakılmasını teklif
ederiz” denilmiştir.
Aynı gün Kurultay’da yapılan
görüşme sonucunda Türk Ocakları
Kanunu’na, 84. madde olarak “Merkez
Heyeti, Türk tarih ve medeniyetini ilmî
surette tedkik ve tetebbu eylemek
vazifesiyle mükellef olmak üzere bir
Türk Tarih heyeti teşkil eder” şeklinde
bir madde eklenmiştir. Bu karar çerçevesinde 16 üyeden oluşan bir “Türk
Tarihi Tedkik Heyeti” teşkil edilmiş,
heyet ilk toplantısını 4 Haziran 1930
tarihinde yapmış, Yönetim Kurulu ve diğer üyeleri seçmiştir. Yönetim
Kurulu: Başkan Tevfik Bıyıklıoğlu,
Başkanvekilleri Yusuf Akçura ve
Samih Rıfat, Genel Sekreter Dr. Reşit
Galip, Üyeler: Âfet İnan, İsmail Hakkı
Uzunçarşılı, Hâmid Zübeyir Koşay,
Halil Edhem, Ragıb Hulûsi, Reşid
Safvet Atabinen, Zâkir Kadîrî,
Sadri Maksudi Arsal, Mesaroş (Ankara Etnografya Müzesi uzmanı),
Mükrimin Halil Yinanç, Vâsıf Çınar ve
Yusuf Ziya Özer’den teşekkül etmiştir.
Bu heyet, “Türk Tarihinin Ana
Hatları” adıyla yaptığı ilk çalışmayı
yayımlamıştır.
Böylece temeli atılan Türk Tarih Kurumu, 29 Mart 1931 tarihinde
Türk Ocakları’nın VII. Kurultayı’nda
kapatılma kararı alınınca, bu defa 12
Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti” adı ile yeniden teşkilatlanmış
ve 1930’daki ilkeler temel alınarak faaliyetlerine devam etmiştir. Kurumun
adı 1935 yılında “Türk Tarihi Araştırma
Kurumu” olarak değiştirilmiş, daha
sonra ise “Türk Tarih Kurumu”na
çevrilmiştir.
Kurum bu dönem içerisinde dört
ciltlik lise tarih kitaplarını, İsmail Hakkı
Uzunçarşılı’nın Anadolu Beylikleri’ni,
bazı kazı raporlarını, Pîrî Reis’in
“Kitâb-ı Bahriye” ve haritasını basmış,
1937 yılından itibaren ise, adını bizzat
Atatürk’ün koyduğu, BELLETEN yayın
hayatına başlamıştır.
Atatürk, hayatının son dönemlerine kadar Kurumun çalışmalarıyla
yakından ilgilenmiş, birçok defa
çalışma planını kendisi tesbit etmiş
ve birçok toplantıya bizzat katılmıştır.
O’nun bu Kurum’a ve tarihe verdiği
önem, 5 Eylül 1938’de düzenlediği
vasiyetnâme ile, İş Bankası’ndaki
hisselerinin gelirinin yarısını Türk
Tarih Kurumu’na bağışlamasından
anlaşılmaktadır. Nitekim Atatürk’ten
sonra gelen bütün Cumhurbaşkanları
da bir gelenek olarak Kurum’un koruyucu başkanları olmuştur. 25 Mayıs
1940’ta İçişleri Bakanlığı’nca onaylanan yeni cemiyetler kanununa göre
yeniden düzenlenen tüzüğünün 2.
maddesinde, Kurum’un Reisicumhur
İsmet İnönü’nün yüksek himayeleri
altında bulunduğu hükmü yer almış,
3. maddesinde de, “Maarif Vekili bu
Kurum’un fahrî reisidir” denilmiştir.
Kurum, Bakanlar Kurulu’nun 21 Ekim
1940 tarih ve 2/14556 sayılı kararnamesiyle “Kamu Yararına Çalışan
Dernekler” arasına alınmıştır. Türk Tarih Kurumu, tüzelkişiliğe sahip olarak,
7 Kasım 1982’de kabul edilen Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın 134. maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve
Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. Türk Tarih Kurumu bu
dönemden itibaren de ilk kuruluş
amaçları doğrultusunda çalışmalarına
devam etmiş ve etmektedir.
RÖPORTAJ
Sazın üç teli gibi; öğrenci, öğretmen, veli kavramları da
uyum içinde çalışırsa öğrenci düzenli ve başarılı olur.
Milli Eğitim Müdürü İle Röportaj
Öncelikle öğretmeniniz şahsında sizi tebrik ederim. Öğretmenler öncelik etmezse öğrenciler tek başına yolunu bulamaz,
aydınlığa kavuşamaz. Siz şanslısınız Yunus Bey gibi gayretli, istekli bir hocamız var. Bu tür faaliyetlerle kişinin topluma kazandırılması ve başarı kazanmasının yanında öğrenim hayatında ve kişilik gelişiminde çok önemlidir. Başarılı olmanız, hayatta daha atak ve verimli olmanızı sağlar. Bu sebeple sizleri kutluyorum ve
başarılarınızın devamını diliyorum. Şimdi sormak istediğiniz sorular varsa başlayabiliriz.
Ozan DOLAŞ: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Doğum yerim Kars-Sarıkamış. Meslek hayatımın yarısına
yakın bir kısmını çeşitli ilköğretim okullarında, liselerde edebiyatTürkçe öğretmenliğiyle geçirdim. Bir sürede okul müdürlüğü yaptım. 2008’den beri Başakşehir ilçe milli eğitim müdürlüğü görevini
yönetiyorum. Meslek hayatımın toplamında 26 yıllık hizmetim var.
Öğretmenliği hep severek hep istekle, zevkle ve ilk günkü heyecanla yaptım. Şimdiki mesleğim biraz farklı. Bir ilçenin eğitim yönetimi. Bu görevimi de öğretmenlik yıllarımda ki gibi aynı hislerle
yürütüyorum. Ama bu görevimi öğretmen olduğumu unutmadan,
asli kimliğimi kaybetmeden yürütüyorum.
Kübra UZUN: Göreve geldiğinizden beri yaptığınız değişiklikler ve geleceğe yönelik planlarınız nelerdir?
Göreve ilk geldiğimde Başakşehir ilçesinde çok büyük bir okul açığı vardı. Üç ilçeden üç bölge Başakşehir’e aktarılmıştı. Üç
farklı yapıda, üç farklı sosyal yapısı olan, veli, öğrenci ve okul se-
4
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
viyesi ayrı olan üç bölgemiz oldu. Somut örnek verirsek; bir okulumuzda sınıf mevcudu yetmişken diğer bir sınıfta yirmiydi. Bu büyük bir uçurum. İlçenin kuruluşunda bütün okulları gezdik. Durum
tespitinde bulunduk. Kaymakamla, belediye başkanıyla ve il milli eğitim müdürlüğüyle görüştük ve bazı kararlar aldık. Bu kararlar neticesinde acil okul yapılması gereken yerlere okullar yapıldı.
Gecekondu bölgesinde okul ve öğretmen açığımız fazla. Bu konuda yetkili yerlerle sürekli temas kuruyoruz ve onları bilgilendiriyoruz. Öğretmen tayin edemiyorsak üniversite mezunu ücretli öğretmenleri göreve getiriyoruz.
Semih İMAN: Sizin okuduğunuz eğitim dönemiyle şimdiki eğitim dönemi arasındaki farklar nelerdir?
Biz sizden şanssız bir dönem yaşadık. Eğitim imkânları çok
kısıtlı, ülke yoksul, hayat standartları bugüne göre çok gerideydi.
Bu durum içinde sorumluluk sahibi bireyler çok çalışarak önemli
yerlere gelebildi. Bugün ise Türkiye’de okul standartları çok yüksek. Tek sorunumuz var; teknoloji ölçüsünde kullanılmıyor. Birçok
arkadaşımız bu teknolojik araçlar önünde çok vakit harcıyor. Unutmayın ki her şey ölçüsünde kullanıldığı zaman yararlıdır. Sizlere tavsiyem şimdiden önünüze bir hedef koymanız ve bu hedef doğrultusunda yürümeye başlayın. Soruyu biraz fazla genişlettim galiba.
Simla ATALAR: Eğitim alanında gördüğünüz eksiklikler var mı?
Eksiklerimiz; hala gelişmiş ülkeler düzeyinde eğitim veremeyişimiz, nüfus yoğunluna göre
derslik ve okul sayımız olmaması ve öğretmen
RÖPORTAJ
Başakşehir İstanbul
genelinde gerek
SBS gerekse ÖSS
sınavında otuzdokuz ilçe arasında
ilk altıya girdi.
sayımızın öğrenci sayımızdan az olmasıdır. Bu eksiklikler giderildiği zaman eminim ki eğitim düzeyimiz gelişmiş ülkelerin düzeyine çıkacaktır.
Ozan DOLAŞ: Öğretmen öğrenci veli arasındaki ilişkiyi
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Devir artık değişti. Anne baba çocuğunu dinliyor. Onun hayallerini, duygularını öğreniyor. Artık öğretmen merkezli eğitim ortadan kalktı. Öğrencinin derse katılımı sağlanıyor. Öğretmende bu
katılımdan çıkarttığı sonuçlarla öğrencinin eksiklerini tamamlıyor.
Eskiden öğretmen ne derse annede baba da öğrenci de ona uyardı. Şimdiyse öğretmen öğrenciye destek olup onun önünü açıyor. Eğer ki sazın üç teli gibi öğrenci öğretmen veli kavramları da
uyum içinde çalışırsa öğrenci düzenli ve başarılı olur.
Kübra UZUN: Eğitimde kullanılan materyaller biz öğrencilere yetersiz geliyor. Bu konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir?
Başakşehir bölgesinde bir tane lisenin olması büyük bir şanssızlık. Mevcut öğrenci sayısı iki bine yaklaşmış. İki bin kişiyi de bir
çatı altında tutmak zordur. Bu aşırı okul nüfusu kullanılan materyal ve başarıyı olumsuz yönde etkiliyor. İkinci bir okul, daha düşük nüfuslu derslikler daha iyi araç gereç ve donanımı için olanak sağlar.
Semih İMAN: Geçtiğimiz günlerde okul üniformalarının
kaldırılıp serbest kıyafet uygulamasının getirileceği söylenmişti. Bu konudaki gelişmeler nelerdir?
Bu konuda bakanlığın özel bir planlaması vardı. Ama tekstil sektörünün zarara uğraması ve bu sektördeki işsizlik nedeniyle bakanlıktan bu projenin ertelenmesi rica edildi. Bir çalışma yapıldı. Ancak daha yönetmelik çıkmadı. Benim bu konudaki kişisel
kanaatim; ahlak kuralları çerçevesinde gerçekleştiği takdirde bu
çalışmanın yürürlüğe girmesidir. Yani serbest kıyafet çalışmasının uygulanması taraftarıyım.
Başakşehir İstanbul genelinde gerek SBS gerekse ÖSS sınavında otuzdokuz ilçe arasında ilk altıya girdi.
Simla ATALAR: Başakşehir’in eğitim alanındaki önemi
nedir?
Başakşehir İstanbul genelinde gerek SBS gerekse ÖSS sınavında otuzdokuz ilçe arasında ilk altıya girdi. Eğitim kalitesi çok iyi. Genel ortalamamız yüksek hedefimizde İstanbul’da ilk beşe
girmek. Bu hedefe ulaşmak için bütün çalışmalarımızı bu yöne
konuşlandırdık. Planlarımızı buna göre yapıyoruz. Yaptığımız bu
planlarda rakamlarla öncelikli hedeflerimizi belirliyoruz. Başakşehir bu yönüyle iyi bir konumda. Şuanda ilk altıda olmak yeni kurulan bir ilçe için çok iyi. Yani diğer ilçelerin yüzlerce yıldır var olduğunu düşünürsek. Bundan sonrası eminim ki çok daha iyi olacaktır.
Ozan DOLAŞ: Okullarda yapılan sosyal etkinlikler çok az.
Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir ?
Okullar geçmiş dönemlerde sadece sınıf olarak düşünülmüş.
Yeni projelerde okulun bundan ibaret olmadığının, sosyal ve spor
alanlarının kurulması, çok amaçlı salonların bulunması gerekliliğinin farkına varıldı. Artık okul projelerine bunlarda katılıyor. Eksikler giderilmeye çalışılıyor. Gençler enerjilerini sporla harcayamazsa kültürel faaliyetlerle kendi gelişimlerini tamamlayamazsa bir işe yaramazlar. Bu alanların açılması ve uygulanması konusunda
bakanlıkla çalışıyor müdürlere direktifler veriyoruz. Okul müdürleri, okul aile birlikleri ve çeşitli kurumlarla bazı boş alanları bu konuda işe yarayacak yapılar ile genişletiyoruz.
Kübra UZUN: Okul dergimiz hakkında ne düşünüyorsunuz? Olmasını istediğiniz konu ya da sayfalar var mı?
Dergi gerçekten çok başarılı. Emek harcanmış, öğrenci ön
planda. Tarih konularına ağırlık verilmiş, ÖSS’ye yönelik bilgiler
verilmiş. Sırf dergi çıkarttık demek için değil gerçekten okunması için yapılmış. Konular çok doyurucu ama özellikle onikinci sınıf öğrencileri ve sizler için meslek tanıtımı da yapılmalı bence.
Semih İMAN: Yunus Hocamız 1 Haziran tarihini ‘’ Gün Başakşehir Lisesi Günü ‘’ adıyla geleneksel hale gelecek bir
program düşünüyor. Bu konuda sizlerin ne gibi düşünce ve
katkıları olur?
Yunus Bey gibi bir öğretmene sahip olduğunuz için gerçekten çok şanslısınız. Bu projeye tabii ki yardımcı oluruz ama daha
kâğıt üzerinde bir şey yok. Yunus Bey çalışmalarını tamamlar bize bir sunum yapar. Şimdiden bu konuda yorum yapmak yanlış olabilir. Biz söz verdik mi tutarız.
Simla ATALAR: Son olarak öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
Kendinize bir hedef koyun ve o hedefe ulaşmak için istekli ve
gayretli olun. Bu zaman da çalışmak gerçekten çok zor. Zorlu bir
dönemdesiniz ve rakipleriniz çok güçlü. Bu sorunların farkına varıp emek vererek çalışırsanız ileride rahat edersiniz. Zamanınızı
boşa harcamayın.
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
5
Milli Şairimiz
Arnavut asıllı Türk olan Cumhuriyet Dönemi şairi, düşünür, veteriner, öğretmen, vaiz,
hafız, Kur’an mütercimi, yüzücü, milletvekili.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklâl Marşı’nın güftekârıdır. “Vatan şairi”
ve “milli şair” unvanları ile anılır. Çanakkale Destanı ve Bülbül en önemli eserlerindendir. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonraki adıyla Sebil’ürReşad ) dergisinin başyazarlığını yapmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında milletvekili olarak TBMM’de yer almış,İstiklal Madalyası sahibi bir vatanseverdir. Mehmet Âkif, son yıllarını Mısır’da Türkçe dersleri vererek ve Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi konuları ile uğraşarak geçirdi. Çevirdiği nüshayı yaktığı söylenir.
Mehmet Akif Ersoy
(28 ARALIK 1873-27 ARALIK 1936)
Yaşamı
Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının
aralık ayında İstanbul’da, Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde dünyaya
geldi. Nüfusa kaydı, babasının doğumundan sonra imamlık yaptığı ve
Âkif’in ilk çocukluk yıllarını geçirdiği Çanakkale’nin Bayramiç ilçesinde
yapıldığı için nüfüs kağıdında doğum
yeri Bayramiç olarak görünür[2]. Annesi Buhara’dan Anadolu’ya geçmiş
bir ailenin kızı olan Emine Şerif Hanım; babası ise Kosova’nın İpek kenti doğumlu, Fatih Camii medrese hocalarından Mehmet Tahir Efendi’dir.
Mehmet Tahir Efendi, ona doğum tarihini belirten “Ragif” adını verdi. Babası vefatına kadar Ragif adını kullansa da bu isim yaygın olmadığı için arkadaşları ve annesi ona “Âkif” ismiyle seslendi, zamanla bu ismi benimsedi[3]. Çocukluğunun büyük bölümü
annesinin Fatih Sarıgüzel’deki evinde geçti. Kendisinden küçük, Nuriye
adında bir kız kardeşi vardır.
Öğrenim Yılları
İlköğrenimine Fatih’te halkalı baytar mektebinde o zamanların âdeti gereği 4 yıl, 4 ay, 4 günlükken başladı.
2 yıl sonra iptidai(ilkokul) bölümüne
geçti ve babasından Arapça öğrenmeye başladı. Ortaöğrenimine Fatih
Merkez Rüştiyesi’nde başladı (1882).
Bir yandan da Fatih Camii’nde Farsça derslerini takip etti. Dil derslerine
büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızcada hep birinci
oldu. Bu okulda onu en çok etkileyen
6
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
kişi, dönemin “hürriyetperver” aydınlarından
birisi olan Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca
Kadri Efendi idi.
Rüştiyeyi
bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istiyordu ancak babasının desteği sonucu
1885’te dönemin gözde okullarından Mülkiye İdadisi’ne kaydoldu.
1888’de okulun yüksek
kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürdü. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük
bir ev yaptı, aile bu eve yerleşti. Artık bir an önce meslek sahibi olmak
ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bıraktı. O
yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne (Tarım ve Veterinerlik
Okulu) kayıt oldu.
Dört yıllık bir okul olan Baytar
Mektebi’nde bakteriyoloji öğretmeni Rıfat Hüsamettin Paşa pozitif bilim
sevgisi kazanmasında etkili oldu[5].
Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterdi; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman
Pehlivan’dan güreş öğrendi; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun
yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katıldı; şiire olan ilgisi okulun son
iki yılında yoğunlaştı. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilik
-le bitirdi.
Mezuniyetinden sonra Mehmet
Âkif, Fransızcası’nı geliştirdi. 6 ay
içinde Kur-an’ı ezberleyerek hafız.
Hazine-i Fünun Dergisinde 1893 ve
1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda “Kur-an’a Hitab”,
adlı şiiri yayınlandı, memuriyet hayatına başladı.
Memurluk Hayatı
Okulu bitirdikten hemen sonra Ziraat Bakanlığı’nda memur olan Mehmet Âkif, memuriyet hayatını 1893–
1913 yılları arasında sürdürdü. Bakanlıktaki ilk görevi veteriner müfet-
Milli Şairimiz
tiş yardımcılığı idi. Görev merkezi İstanbul idi ancak memuriyetinin ilk dört
yılında teftiş için Rumeli, Anadolu, Arnavutluk ve Arabistan’da bulundu. Bu
sayede halkla yakın temas halinde
olma imkânı buldu. Bir seyahati sırasında babasının doğum yeri olan İpek
Kasabası’na gidip amcalarıyla tanıştı. 1898 yılında Tophane-i Âmire veznedarı Mehmet Emin Beyin kızı İsmet
Hanım’la evlendi; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin,
Tahir adlı çocukları dünyaya geldi.
Mehmet Âkif, edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak sürdürdü. Resimli
Gazete’de Servet-i Fünun Dergisi’nde
şiirleri
ve
yazıları
yayımlandı.
İstanbul’da bulunduğu sırada bakanlıktaki görevinin yanı sıra önce Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ‘n de kompozisyon (kitabet-i resmiye), sonra
Çiftçilik Makinist Mektebi’nde (1907)
Türkçe dersleri vermek üzere öğretmen olarak atandı.
II. Meşrutiyet
II. Meşrutiyet ilan edildiğinde Mehmet Âkif, Umur-ı Baytariye Dairesi
Müdür Muavini idi. Meşrutiyet’in ilanından 10 gün sonra arkadaşı rasathane müdürü Fatin Hoca onu, on bir
arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne üye yaptı. Ancak Mehmet
Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde
yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine,
kayıtsız şartsız itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkmış, “sadece iyi ve doğru olanlarına’” şeklinde yemini değiştirtmişti. Cemiyetin Şehzadebaşı İlmiye Mahfelinde Arap Edebiyatı dersleri veren Âkif, Kasım 1908’de, Umur-i
Baytariye Müdür Muavinliği görevini
sürdürürken Darülfünun’da Edebiyat-i
Osmaniye dersleri vermeye başladı.
II. Meşrutiyet’in Âkif’in hayatında
en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte
yayın dünyasına adım atması olmuştu. Daha önce bazı şiirleri ve yazıları bir kaç gazetede yayımladıysa da
eser yayımlamaya uzun süredir ara
vermişti. Meşrutiyetin ilanından sonra, ilk sayısı 27 Ağustos 1908’de yayımlanan Sırat-ı Müstakim dergisinin
başyazarı oldu. İlk sayıda Fatih Camii
şiiri yayımlandı. Ebül’ula Mardin ayrıldıktan sonra dergi, 8 Mart 1912’den
itibaren Sebil’ür-Reşad adıyla çıkmaya devam etti. Âkif’in hemen hemen bütün şiir ve yazıları bu iki dergide yayımlandı. Gerek dergilerdeki yazılarında, gerekse İstanbul camilerinde verdiği vaazlarda Mısırlı bilgin Muhammed Abduh’un etkisiyle benimsediği İslam Birliği görüşünü yaymaya çalıştı.
1910 yılında gerçekleşen Arnavutluk İsyanı onu çok üzmüş ve arkasından gelecek kötü olayları sezmişti. Balkanlar’da artan düşmanlık duygularını ve doğabilecek isyanları önlemek için bir şeyler yapma arzusu duydu ancak Balkan Savaşı ile hüsrana
uğradı. 1914’ün başında iki aylık bir
seyahate çıkarak Mısır ve Medine’de
bulundu. Mısır seyahati hatıralarını
“El Uksur’da” adlı şiirinde anlattı.
1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin halkı edebiyat yoluyla
aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem,Abdülhak
Hamid, Süleyman Nazif, Cenap Şahabettin ile beraber çalıştı. 2 Şubat
1913 günü Bayezid Camisi kürsüsünde, 7 Şubat 1913 günü Fatih kürsüsünde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırdı.
Teşkilât-ı Mahsusa
Balkan Savaşı’ndan sonra, ilk
olarak Umur-i Baytariye görevinden (1913), sonra yayınlarının hükümetle uygun düşmemesi nedeniyle aldığı ikaz üzerine Darülfünun müderrisliği görevinden (1914)
ayrıldı. Yalnızca Halkalı Ziraat ve
Baytar Mektebi’ndeki görevine devam etti. Harbiye Nezareti’ne bağlı Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen teklif üzerine İslam birliği kurma gayesi güden Almanya’ya (Berlin’e) Tunuslu Şeyh Salih Şerif ile birlikte gitti.
(1914). İngilizlerle birlikte Osmanlı’ya
karşı savaşırken Almanlara esir düşmüş
Müslümanların
kamplarında incelemelerde bulundu ve farkında olmadan Osmanlı’ya karşı savaşan bu Müslüman esirleri aydınlatmaya çalıştı. Fransız ordusundaki
Müslümanlara yönelik yazdığı Arapça beyannameler cephelere uçaklardan atıldı. Almanya’da iken yazdığı Berlin Hatıraları adlı şiirini dönünce
Sebilürreşad’da yayınladı.
İstanbul’a döndükten sonra 1916
başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan’a gönderildi. Görevi,
bu topraklardaki Arapları Osmanlı’ya
karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için “karşı propaganda” yapmaktı. Mehmet Âkif,
Berlin’deyken heyecanla Çanakkale
Savaşı ile ilgili haberleri takip etmişti.
On dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan’da iken
aldı. Bu haber karşısında büyük coşku duydu ve Çanakkale Destanı’nı kaleme aldı. Arabistan dönüşünde iki ay
Lübnan’da kalan Mehmet Âkif, “Necid
Çölleri’nden Medine’ye” şiirinde bu
seyahatini anlattı...
Dâr-ül Hikmet-il
İslâmiye Cemiyeti
Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif,
Lübnan’da iken Şeyhülislamlığa bağlı Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye Cemiyeti
başkâtipliğine atandı. Ahmet Cevdet,
Mustafa Sabri, Bediüzzaman Said
Nursi gibi isimlerin kurduğu ve Osmanlı Devleti ile diğer İslam ülkelerinde çıkacak dini meseleleri halletmek,
İslam aleyhindeki gelişmelere yanıt
vermek amacıyla kurulan bu örgütte çalışırken bir yandan da Said Halim Paşa’nın “İslamlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirdi.
Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; Türk halkı Kurtuluş
Savaşı ‘nı başlatarak direnişe geçmişti. Bu harekete katılmak isteyen Âkif,
Balıkesir’e giderek 6 Şubat 1920 günü
Zağnos Paşa Camii’nde çok heyecanlı bir hutbe verdi. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verdi, konuşmalar yaptı ve
İstanbul’a döndü. Bu arada Sebilürreşad idarehanesi, Millî Mücadele’ye
katılmak için Anadolu’ya geçmiş olanlarla İstanbul’daki yakınlarının gizli
haberleşme merkezi hâline gelmişti.
Âkif, Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesi nedeniyle 1920’de Dâr ül-Hikmet
il-İslâmiye Cemiyeti’ndeki görevlerinden azledildi.
Millî Mücadele’ye
Katılması
Mehmet Akif Ersoy Müze Evi,
Mehmet Akif Ersoy’un Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’da ikamet ettiği ve
İstiklâl Marşı başta olmak üzere çok
sayıda şiirini yazdığı müzeye dönüştürülmüş Ankara evidir.
İstanbul’da rahat hareket etme
olanağı kalmayan Mehmet Âkif, görevinden azledilmeden az önce oğlu
Emin’i yanına alarak Anadolu’ya geçti. Sebil’ür-Reşad’ı Ankara’da çıkarması için Mustafa Kemâl Paşa’dan
davet gelmişti. TBMM’nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920
günüAnkara’ya vardı. Millî mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Ankara’ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırdı.
Ankara’ya geldiği günlerde, Mustafa Kemâl Paşa Konya vali vekiline
telgraf göndererek Âkif’inBurdur milletvekili seçilmesini sağlamasını istemişti. Haziran ayında Burdur’dan,
Temmuz ayında ise Biga’dan mebus
seçildiği haberi meclise ulaştı. Âkif,
Burdur mebusluğunu tercih etti. Böylece 1920-23 yılları arasında vekil ola-
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
7
Milli Şairimiz
HAZIRCEVAPLIĞI
Üstad çok hazırcevaptı. Çok söylemezdi. Fakat sırası gelince de söylememezlik etmezdi. Söylediğinizin hemen cevabını alırdınız. Ya kısa birkaç kelimelik cevap verir, yahud “Fıkra gelsin mi?” der, bir fıkra anlatırdı. Fıkraları
o kadar yerli yerinde, o kadar güzel anlatırdı ki meclisdekilerin hepsi dikkat
kesilerek dinlerlerdi.
ları etkilenmesinden korkan
Rusya, gazetenin ülkeye girişini yasakladı.
1921’de Ankara’da Taceddin Dergâhı’na yerleşen
Mehmet Âkif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevine devam etmekteydi. O dönemde Yunanlıların Ankara’ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri’ye
taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol
açacağını düşünen Mehmet
Âkif, Ankara’da kalınmasını,
Sakarya’da yeni bir savunma hattı kurulmasını önerdi;
teklifi tartışılıp kabul edildi.
İstiklâl Marşı’nı
Yazması
rak I. TBMM’de yer aldı. Meclis kayıtlarında adı “Burdur milletvekili ve İslam şairi” olarak geçmektedir.
Ankara’ya varır varmaz ona verilen ilk görev, Konya Ayaklanması’nı
önlemek için halka öğütler vermek
üzere Konya’ya gitmekti, büyük gayretine rağmen Konya’da kesin bir sonuca ulaşamadı veKastamonu’ya
geçti. Halkı düşmana direnişe teşvik için 1920 yılının Kasım ayında
Kastamonu’daki Nasrullah Camisi’nde
verdiği ateşli vaaz, Diyarbakır’da basıldı ve tüm vilayetlere ve cephelere
dağıtıldı.
Âkif, Anadolu’ya geçerken Eşref Edip’e de arkasından gelmesini söylemişti. Eşref Edip, Sebil’ürReşad Dergisi’nin klişesini de alıp
İstanbul’dan ayrıldı[8]. Son olarak 6
Mayıs 1921 günü derginin 463. sayısını yayımlamışlardı. Âkif derginin
464-466. sayılarını Eşref Ediple beraber Kastamonu’da yayımladı, 464.
sayı o kadar ilgi gördü ki birkaç kere
basılıp Anadolu’ya ve askere dağıtıldı. 467. sayıdan itibaren yayıma
Ankara’da devam ettiler. Derginin etkisi o kadar büyüktü ki, yaydığı yoğun
duyguların hâkimiyetindeki Türk halk-
8
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Osmanlı’da kullanılan
Arap alfabesiyle yazılmış
İstiklal Marşı
Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine ulusal marş yarışmasına katılmaya karar verdi. Konulan 500liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamıştı ve en güzel şiiri Mehmet
Âkif’in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehmet Âkif’in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü
Sırat-ı Müstakim ve Hâkimiyet-i
Milliye’de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste
okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921 Cumartesi günü
saat 17.45’te Ulusal Marş olarak
kabul edildi. Âkif, ödül olarak verilen 500lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül
Mesai vakfına bağışladı.
Mısır Yılları ve
Kur’an Tefsiri
İstiklâl Madalyası ile ödül-
lendirilen Mehmet Âkif, 1923 yılında Ankara’dan İstanbul’a döndü. Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine
kışı geçirmek için Mısır’a gitti. Gitmeden önce Kur’an’ı Türkçeye tercüme
etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma
imzaladı. Kendisine teklif edilen bu
görevi başlangıçta reddetmişti çünkü
kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istiyordu ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam
olarak görüldüğünden kabul etmesi
için çok yoğun ısrar vardı ve kabul etmek zorunda kaldı. Bir kaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da geçirdi. (Türkiye’de gerçekleşen devrimleri kendi inançlarına ve ülküsüne aykırı gördüğü söylentileri vardır.) 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek
Kur’an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmadı ve bu sorumluluktan kurtulmak istedi. Sonunda 1932’de mukaveleyi fesh etti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama
işini Elmalılı Hamdi Efendi’ye verdi.
Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı
İhsan’a teslim etti ve ölür de gelmezse
yakmasını nasihat etti. Mehmet Âkif,
Mısır yıllarında Kuran çevirisinin yanı
sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul
olmuştu. Kahire’deki “Câmi-ül Mısriy-
Milli Şairimiz
luluk katıldı. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960’ta yol inşaatı nedeniyle kabri
Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Mezarlıkta Süleyman Nazif ve arkadaşı
Ahmet Naim Bey’in arasında yatmaktadır.
Edebî Hayatı
ye” adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi.(1925-1936)
Türkiye’ye Dönüşü ve
Vefatı
Siroz
hastalığına
tutulunca
hava değişikliği iyi gelir düşüncesiy-
le önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya
gitti fakat Mısır’a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936’da tedavi için
İstanbul’a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul’da, Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetti. Edirnekapı Mezarlığı’na gömüldü.
Cenazesine resmi bir katılım olmadı
ancak büyük bir üniversiteli genç top-
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar
Mektebi’nde öğrenci olduğu yıllarda
başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur’an’a
Hitap başlığını taşır. 1908’den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum
hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, “Çanakkale Şehitleri’ne“
başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül“ adlı şiiridir. Üçüncü olarak da İstiklâl Marşı’nı yazarak İstiklâl
Savaşı’nı anlatmıştır. “Sanat sanat
içindir” görüşüne karşı çıkan Mehmet
Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat
tarzı benimsemişti. Edebiyat dili olarak Millî Edebiyat akımına karşı çıktı
ve edebiyatta batılılaşma konusunda
Tevfik Fikret ile çatışmıştır.
ÖĞRETMENLERİMİZİN MEHMET AKİF ERSOY HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ
MUSTAFA AKPINAR
Matematik Öğretmeni
Mehmet Akif Ersoy 1873-1936 yılları arasında yaşamış Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerinin en önemli şahsiyetlerinden biridir.Ülkemizin en buhranlı devirlerinde doğan ve Cumhuriyetle yeniden dirilişe şahit
olan Meh-
met Akif,ülkenin hemen her meselesine zihin yormuş ve çözümler ortaya koymuştur.Genelde şairliğiyle tanınan milli şairimiz aynı zamanda düşünür,vaiz,
veteriner,öğretmen,milletvekili ve İstiklal Marşı şairimizdir.Böyle ciddi memleket meselelerini ömrüne sığdırmış olan
bu değerli büyüğümüzü ölümünün 74.yıl
dönümünde rahmet ve minnetle anıyoruz.Mekanı cennet olsun…
BEŞİRE BELEN
Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni
Düşüncesiyle,ruh
uyla,zihniyle,inançlarıy
la çelişmeyen bir yaşam
sergileyecek kadar cengaver savaşçı..Bana göre
“Seyfi
Baba’nın”şairi.Ve
orda derki:
“Ya hamiyetsiz olsaydım
Ya param olsaydı.”
Günümüzdeki gençliğin
anlayarak,düşünerek okunması gereken bir şiir ve söz.Ondan alacak çok şey var.
Alabilene…
MUSTAFA AKDAĞ
Fizik Öğretmeni
Mehmet Akif Ersoy,İstiklal Marşımızın şairi olarak bilinen insandır.Bu herkesin bildiği bir yönüdür.Fakat M.Akif
Ersoy’un bilinmeyen bir çok güzel yönleri de vardır.En başta M.Akif bir fikir adamıdır.1.Dünya harbi sıralarında
insanları(Müslümanları)düşmana karşı çarpışma ve mücadele konusunda
teşvikleri,şiirleri ve vaazları vardır.Kendisi aynı zamanda bir Kur’an alimidir.
İdeallerinden biriside şuydu;gençliğin
mükemmel bir şekilde iman ve irfanı sağlam bir nesil olarak gelişmesini
sağlamaktı.Çok mütevazi bir insan olarak bilinir.Akif asrının insanlarının çekmiş olduğu sıkıntıları,üzüntüleri kendisi yaşıyormuş gibi hisseden bir insandı.Kur’an-ı anlayışı bambaşkaydı.Tamamlayamadığı bir Kur’an meali olduğu
da bilinmektedir.M.Akif Ersoy insan gibi
bir insandı.Akif’i seven kadar birçok sevmeyen insanın olduğu da söylenmektedir.Ölümünün bu 74.yıl dönümünde rahmetle anıyoruz…
Şuheda ALTIPARMAK-12/B 1215
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
9
Milli Şairimiz
Madem ki: milli marşımızın söz yazarı,
neden kimse hakkında pek bir şey bilmez ?
Kime sorsanız, “Mehmet Akif
kimdir? “ Diye: hep aynı cevabı
alırsınız. İstiklal Marşımızın söz
yazarı…
Yalanda değil hani. Doğru…
Ama sadece bunu bilirler onunla
ilgili.
Tabi ki çok önemli bir şeydir
İstiklal Marşımızın söz yazarı olmak. Bana göre yeterli değildir,
onun hakkında bilinenler. Madem
ki: milli marşımızın söz yazarı, neden kimse hakkında pek bir şey
bilmez. Çocukluğunu, eğitimi, annesi, babası. Kimse merak etmiyor mu bunları? Ben şöyle bir anlatayım sizlere…
Mehmet Akif 20 Aralık 1873
yılında İstanbul, Fatih’te doğmuştur. Annesi: Emine Şerife Hanım. Babası: Mehmet Tahir
Efendi’dir. Mehmet Akif’in asıl adı
da “Ragif”tir. Ona bu ismi babası
vermiştir. Mehmet Akif bu ismi babasının vefatına kadar kullanmış
olsa da, sonraları annesi ve arkadaşları ona “Akif” diye hitap etmeye başlamışlardır. Kısa sürede
oda bu ismi benimsemiştir.
Akif: Fatih’te Emin Buhani
Mektebinde başlamıştır: ilk eğitim öğretimine. Eğitimi sırasında:
Arapça,Farsça,Fransızca dillerini
öğrenmiş ve hep başarılı bir öğrenci olmuştur. Zor bir çocukluk
geçirmiştir. Genç yaşında babasını kaybetmiş,Fatih yangının da
evlerinin yanmasıyla fakirliğe düşmüş ve eğitimine bir süre ara vermek zorunda kalmıştır.
Daha sonra Ziraat ve Baytar
Mektebine kaydolmuştur. Burada
dört yıllık eğitim sürecinde: güreş,
yüzücülük, koşu, gülle atma gibi
sporlarla ilgilenmiştir.
Eğitiminin son yıllarında ise:
şiire ilgisi artmıştır. Mezun olduktan sonra bazı dergilerde gazel ve
şiirleri yayınlanmıştır. Bir çok edebi eser yazmıştır. Bunlardan en
önemlilerinden biri ise bütün şiirlerini topladığı “Safahat” adlı eseridir. Safahat toplam yedi kitaptan oluşmaktadır.
Gelelim şimdi de şiirin
yazılmasına…
Şöyle bir hikayesi
var.
Meclis marş için
bir yarışma düzenleyeceğini ve kazananında para ile ödüllendireceğini duyurmuş. Mehmet Akif
bu yarışma ile hiç ilgilenmemiş. Çünkü
para ödülü varmış. Onun parada
pulda gözü yokmuş, sadece yaptığı sanat ile ilgilenirmiş.
İlk olarak dönemin Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver in yarışmaya katılması için
yaptığı teklifi reddetmiştir. Fakat:
daha sonra Suphi Bey kendisinin
para ödülü dışında tutulacağını,
sadece bir şiir yazacağını söyleyince Mehmet Akif bu teklifi kabul
etmiş. Yarışmaya katılmış. Eseri yarışmada seçilerek 12 Mart
1921 de meclis tarafından milli
marş olarak kabul edilmiş.
Burcu Ak
Milli Şairimiz
İstiklal Marşı, milli mücadele
döneminde ilk zaferlerin elde edilemediği bir zaman da yazılmıştır.
Vatanın kurtarılmasında şiirin manevi kudret olduğuna inanan garp
cephesi kumandanı bir marş yazılmasını istemiştir…
İstiklal Marşı’nın yazılması için bir yarışma düzenlemiştir.
Mehmet Akif’e yarışmaya katılması teklif edilmiş fakat o ‘’ hürriyet ve istiklalimize kavuşacağımız” gibi hususlarda milli duyguların para ile haykırılamayacağı
düşüncesiyle yarışmaya katılmamıştır. Devrin maarif vekili Hamdullah Suphi durumu öğrenince
10
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Akif’e bir mektup göndererek yarışmaya katılmasını
istediğini belirtti.
Marşın heyecanı daha savaşın başından beri taşıyan Mehmet
Akif duygularını birkaç günde şiir
haline getirmiştir. İstiklal Marşı’nı
“kahraman ordumuza” ithaf etmiştir.
Marşın yazılmasından dolayı ordu Mehmet Akif’e para teklif
etti. Para ordu tarafından verildiği
için bunun alınmamasının doğru
olmayacağını düşündü. O dönem
için çok kıymetli olan parayı fakir
kadın ve çocuklara iş öğretmek ve
onları yoksulluktan kurtarmak
amacıyla bir kuruluşa bağışladı.
İstiklal Marşı şairi olması bakımından Mehmet Akif “milli şair” ismini almıştır.
<< MİLLİ ŞAİRİMİZİ 74. ÖLÜM
YILDÖNÜMÜNDE BÜYÜK BİR
RAHMETLE ANIYORUZ. >>
ELBİLGE KIRIM
OKULUMUZDAN
Okulumuz adına velimiz Sayın CEVAT MEMİŞOĞLU
Beyefendiye sonsuz teşekkürler:
hane kulübünün değerli öğretmenleri ve öğrencilerimizin hazır bulunduğu törende kütüphanemizin açılışı yapılmıştır. Açılışta konuşma yapan sayın okul
müdürümüz Faris ÖZEK ve ilçe milli eğitim müdürümüz sayın İsmail baltacı velimize değerli katkılarından dolayı teşekkür ederek bir plaket vermişlerdir.
Bizde yayın kurulumuz ve başakşehir lisesi öğrencileri adına velimize sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor
bu erdemli davranışının diğer velilerimize örnek teşkil etmesini temenni ediyoruz. Bu açılışta yanımızda onur konuğu olarak yer alan velimizi size takdim
etmek istiyorum. dedi.
Milletimizin genlerinde bulunan fedakârlık ve kadirşinaslılık örneğinin bir tezahürü de Sayın Cevdet
MEMİŞOĞLU ile vücut bulmuştur.
19 Ocak 2011 tarihinde sayın ilçe milli eğitim müdürümüz İsmail BALTACI, şube müdürlerimiz Remzi KOCAKAYA, İbrahim ŞEKER Okulumuzun kütüp-
İstanbul Mısralara Döküldü, Notalarda Can Buldu
lere oturarak) ilgiyle izlediler. Hem İstanbul için yazılmış birbirinden güzel şiirleri hatırlatmak hem de
İstanbul için söylenmiş, dillere dolanmış şarkıları
yeniden dinlemek izleyenleri mutlu etti.
Amatör ruhla aylarca hazırlanan profesyonel bir
sunumla şarkılar söyleyip şiirler okuyan öğrencilerimize, proğramı baştan sona kusursuz yürüten sunucularımıza, Başakşehir Lisesi orkestrası üyelerine ve emeği geçen öğretmenlerimize teşekkürler.
İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri
kapsamında okulumuz Müzik öğretmeni Erdem SAKİN ve yine okulumuz Edebiyat öğretmenlerinden
Esin YEKELER’in birlikte hazırladıkları İstanbul temalı şiir ve müzik proğramı 22- 23 aralık günlerinde
okulumuzun konferans salonunda sergilendi.
Yoğun ilgiyle karşılanan proğramı şiir ve müzik
sever öğrenciler ve öğretmenler (hatta bazıları yer-
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
11
RÖPORTAJ
Başakşehir Lisesi İlçemizin
parlayan yıldızı olacak !
tim ve burada insanlar trenlerde
otobüslerde kısacası boş vakit
bulduğu her yerde kitap okuyorlar
cebinde bir kitap elinde bir kitapla
gezen insanları gördüm
Zeynep Baydarman: Devletin ücretsiz kitap dağıtımı sizce örgenciyi israfa yöneltiyor mu?
Sefa Altan: Bize Kendinizi
kısaca tanıtır mısınız?
-ismim Orhan Zekai Kavak
1975 kayseri doğumluyum aslen
Sivaslıyım
Sefa Altan: Kaç senedir bu işle
uğraşıyorsunuz?
Orhan Zekai Kavak: 14
senedir bu işle uğraşıyorum.
Başakşehirde 3 dükkâna sahibiz
Zeynep Baydarman: Kırtasiyecilik önceden sadece kitap
satışı ile ilgilenirken simdi oyuncak v.b. ürünlerde satıyor bu konu
hakkındaki düşünceleriniz?
Orhan Zekai Kavak: Kırtasiyelerde eskiden sadece kalem silgi defter satısıyla uğraşılırdı ama
her sektör gibi kırtasiyecilikte kendisini yenilemeye başladı artık gerçekten bir sektör olmaya başladı
şu sıralarda komplike mağazaların
olduğu (kitap, elektronik, egitici
oyuncakların
bulunduğu)
mağazalar açılmaya başlandı ama
hem kitap satışı hem oyuncak
mağazası bir arada gitmiyor
Sefa Altan : Başakşehir halkı
sizce kitap okuyor mu?
Orhan Zekai Kavak : Geçen
yıl bizim çalıştığımız Timaş yayın
evi bizi böyle bir eğitim seminerine çağırmıştı Kitap okumanın direk olarak gelir düzeyine bağlı
12
olduğu söylenmişti Başakşehir
ise gelir düzeyi normalin üstünde
olan bir ilçe fakat tam aksine kültürel yönden kitap okunmuyor
Başakşehirliler böyle bir ihtiyacın
olmadığını düşünüyor tabi insanlara ‘’neden kitap okumuyorsunuz? ‘’ diye sorulduğunda hepsinin cevabı aynı oluyor ‘’vaktim
zamanım olmuyor’’ fakat insanların
yaşamında o kadar boş zamanları
var ki bunu değerlendirmek için
kitap okusalar kendilerini kültürel
açıdan geliştirebilirler bununla beraber bir sıkıntı ise mağazaların
kitaplar hakkında yeterli bilgiye
sahip olmaması kitabı müşteriye
anlatamaması bizim bu konuda ‘’Her Eve Bir Kütüphane’’ adlı
bir çalışmamız var kitap okumak
insanın kültür ve ahlaki seviyesini yükseltir Ben Uzak Doğu’ya git-
Orhan Zekai Kavak: Evet israfa sebep oluyor öğrenci para
verip almadığı için kitapları tahrip edebiliyor Bizim bu konuda
bir çalışmamız var eski kaynak
kitaplarını getirenlere biz yeni
alacağı kitapları indirimli fiyatı ile
veriyoruz
Sefa Altan: Devletin ücretsiz
kitap dağımı sizce doğrumu bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Orhan Zekai Kavak: Devletin sosyal bir sorumluluk alması
açısından doğru fakat devletin
verdiği kitaplarının içeriğinin yetersiz olması nedeniyle öğrencileri
daha pahalı olan kaynak kitaplara
yöneltiyor
Zeynep Baydarman : Ö.S.S
S.B.S K.P.S.S kitap satışları ne
durumda ?
Orhan Zekai Kavak: maddi
açıdan bakarsak satışlar çok iyi
fakat öğrencilere sattığımız kitaptan öğrenciler çalışıyor mu? Diye
RÖPORTAJ
Okuyan toplum anlar anlayan toplum çözüm üretir.
bakarsak bu oranın baya bir düşük
olduğunu görürüz Başakşehir lisesine bakarsak burada üniversiteyi
kazanan örgencilerin oranı belli yarısı veya 3 te 1 i üniversiteye
girebiliyor
Sefa Altan: Sizce %100 lük bir
başarı nasıl sağlanılabilir ?
Orhan Zekai Kavak: yaptığımız işi severek başarının %50
si gerçekleşir geri kalan %50 si ise
disiplin ve düzenli çalışma ile olur
Zeynep Baydarman : Başakşehir lisesinde sizce bir gelişme
var mı?
Orhan Zekai Kavak: Başakşehir
lisesinde
dışarıdan
duyduğumuz kadarıyla büyük
bir gelişme var okullara kaliteli
öğretmenlerin geldiğini onlarında
gayretleriyle okul gelişiyor
Sefa Altan: Başakşehirde
eğitim sorunu var mı? Varsa bu
sorunlar nelerdir?
Orhan Zekai Kavak: Başakşehirin bir tek eğitim sorunu
var oda yeteri miktarda okulun
bulunmaması Başakşehir in istanbulun en hızlı büyüyen ilçelerinden biri olması ileride ihtiyacın
karşılanamaması gibi bir sorun
yaratabilir Ayrıca Başakşehirde
Kütüphanelerin
bulunmaması
ya da çok az bulunması eğitim
sorunlarını etkiler
Zeynep Baydarman: Genç
Başak dergisi hakkında ne
düşünüyorsunuz? Önerileriniz nelerdir?
Orhan Zekai Kavak: Dergiye
baktığım da hakikaten çok zevk
aldım hayvanların ilginç özelliklerinden tutunda Isparta Yalvaç’ın
Tanıtımı öğrenciler kendi emekleriyle bir şeyler hazırlamış gerçekten
çok güzel bir dergi öneri olarak
okuma alışkanlığını arttıracak
yazılar yer almalıdır.
Sefa Altan: Buradan Başakşehir lisesi öğrencilerine iletmek
istediğiniz bir mesaj var mı?
Orhan Zekai Kavak: Okuyan toplum anlar anlayan toplum
çözüm üretir. Okumayan toplum
anlamaz anlamayan toplum sorun üretir öğrencilerin kitap
okumalarını tavsiye ediyorum kitap
kültürü geliştirir kitap geleceğe ışık
tutar bu yüzden kitap okumak insana her yönden yararlıdır
Sefa Altan - Zeynep Baydarman: Röportajımız sona ermiştir
çok teşekkür ederiz
Orhan Zekai Kavak: Ben
teşekkür ederim sağolun
SEFA ALTAN
ZEYNEP BAYDARMAN
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
13
İSTANBUL
Güzel İstanbulumuzun Semt
yapılmıştır. O zamanlar Ataköy (İstanbul’un dışı
sayıldığından baruthane yapımı için uygun bir
alan olarak görülmüştür.) Daha sonraları Emlak ve Kredi Bankası bu bölgeye 50 – 60 bin
nüfuslu bir yerleşim yeri kurmuştur(1950). Yeni
yerleşim yerinin adı da Ataköy olur.
Kudüs’ten getirdiği beşik taşını koyduğu ve ismin buradan geldiği yönünde.
Beyazıt:
Sultan II. Beyazıt’ın buraya
kendi ismiyle anılacak bir külliye yaptırmasından
sonra semt, Beyazıt olarak anılmaya başladı.
Ayazağa:
İsmini yeni çeri kethüdası
Ayaz Ağa’nın çiftliğinden almıştır. Abdülaziz
döneminde buraya yaptırılan saray bugün binicilik okulu olarak kullanılmaktadır.
Aksaray:
Fatih’in sadrazamı İshak
Paşa, İç Anadolu Bölgesi’ndeki Aksaray’ı
ele geçirdikten sonra orada yaşayan bölge
insanlarını
bugünkü
Aksaray
semtinin
bulunduğu yere gönderir. Aksaraylılar da semte adlarını verirler.
Ahırkapı:
Ayrılık Çeşmesi:
(Haydarpaşa’da):
Eskiden hac alayı bu çeşme çevresinde toplanır,
oradan yola çıkardı. Hacca gidenler eşlerine,
dostlarına orada veda ederek ayrılırlardı.
Bağlarbaşı:
Semt, en ünlü bağ ve
bahçelerin bir dönem burada yer almasından
dolayı bu adla anılıyor.
Marmara
Denizi’nin
kıyısında yer alan yedi ahır kapısından birisi olan bu semte, Padişah atlarının bulunduğu
has ahırın yanında yer aldığı için Ahırkapı ismi
verildi.
Beylerbeyi:
III. Murat devri beylerbeylerinden Mehmet Paşa’nın yalısını
bulunduğu için köye bu ad verilmiştir.
Akaretler:
Beyoğlu:
Sultan Abdülaziz Taşlıkta
Aziziye camiinin giderlerini karşılamak üzere
bir vakıf kurmuştur. Bu vakfa gelir sağlamak
için de gelir getiren anlamında Akaretler
yaptırmayı planlamıştır. Bu planı bitirmek ise II.
Abdülhamit’e nasip olmuştur. Bu yüzden semte
de Akaretler denmiştir.
Balat:
Rumca saray anlamına gelen
palation sözcüğünden geldiği söylenir. Önceleri
İstanbul’un kapılarından birine verilin bu ad,
sonraları semtin adı olmuştur.
Semtin isminin nerden
geldiği konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor. Bunlardan ilkine göre, İslamiyet’i kabul
edip burada oturmaya başlayan Pontus Prensinden adını alıyor semt. Diğerine göreyse,
‘Bey Oğlu’ diye anılan Venedik Prensinin burada oturmasından geliyor semtin adı. Son
bir rivayet de, burada oturan Venedik elçisine,
yazışmalarda, “Beyoğlu” diye hitap edilmesinden semtin bu adla anıldığını söylüyor.
Bebek:
Altunizade:
Altunizade İsmail Zühtü Paşa’nın yaptırdığı cami, semtinde bu adla
anılmasına sebep olmuştur. Zühtü Paşa’nın
babası altın alım satımı ile iştigal ettiğinden
Zühtü Paşa’ya da Altunizade denmiştir.
Arnavutköy:
Önceleri, Boğaziçi’nin
bu sevimli semtinde Arnavutlar oturduğu için
buraya bu ad takılmıştı.
Aşiyan:
Kuş yuvası
Aşiyan, günümüzdeki ismini şair Tevfik
Fikret’in burada bulunan, Farsçada kuş yuvası
anlamına gelen ‘Aşiyan’ isimli evinden alıyor.
Semtin isminin nereden geldiği
konusunda iki rivayet bulunuyor. Bunlardan ilki, Fatih Sultan Mehmet’in bölgeyi koruması için
gönderdiği bölükbaşının Bebek lakaplı olması.
Diğeri ise padişahın semtteki bahçesinde
gezerken yılan görüp korkan şehzadesine bebek demesi ve bundan sonra bahçesinin bebek
bahçesi olarak anılması.
Bedesten:
Arapça bir söz olan Bezzazdan türetilmiştir. Bez, kumaş taciri, Manifaturacı
anlamına geliyor. Kumaş tacirlerinin bulunduğu
yere de bezzazistan denildiğinden zamanla
halk arasında ağza kolay gelmesinden dolayı
bedestan’a dönüşmüştür.
Bakırköy:
Bizanslıların ‘Makri Hori’ dedikleri semt, 14. yüzyılda Osmanlıların eline
geçince ‘Makriköy’ adını aldı. 1925′te ulusal sınırlar içindeki yabancı kökenli adların
değiştirilmesi sırasında Atatürk’ün isteğiyle
semt Bakırköy adını aldı.
Bostancı:
Semt, adını eskiden her türlü meyve ve sebzenin yetiştirildiği bostanlardan
biri olmasından alıyor.
Ataköy:
Ataköy’ün eski adı Baruthanedir. II. Mahmut tarafından buraya baruthane
Cihangir:
Kanuni Sultan Süleyman
pek sevdiği oğlu Cihangir için burada bir cami
yaptırmıştı. Semt adını bu Cihangir Camisi’nden
almıştır.
Çarşamba:
Samsun Çarşamba ovasından gelenler yerleştirildiği için buraya da
Çarşamba denilmiştir.
Beşiktaş:
İlk görüş, semtin ismini Barbaros Hayrettin Paşa’nın gemilerini bağlamak
için diktirdiği beş taştan aldığı yönünde.
Diğeri ise bir papazın burada yaptığı kiliseye
Çatladıkapı:
Bizans zamanında
yapılan surların Sidera adı bir verilen kapısı,
1532 tarihinde meydana gelen depremde
çatlayınca, hem semt hem de kapı Çatladıkapı
olarak anılmaya başladı.
İSTANBUL
İsimleri Nereden Geliyor?
Haydarpaşa:
III. Selim vezirlerinden
Haydar Paşa oradaki kışlayı yaptırmıştı.
Horhor:
Fatih’te bulunan semt, adını
Horhor çeşmesinden alıyor. Rivayete göre Fatih
Sultan Mehmet bölge civarında yürürken yerin altından su sesleri duyar ve yanındakilere,
“Buraya bir çeşme yapın baksanıza ‘hor hor’ su
sesleri geliyor” der ve buraya bir çeşme yapılır.
Çeşme de semt de Horhor ismiyle anılmaya
başlar.
Çemberlitaş:
Bizans’ın en önemli meydanlarından Constantinus Forumu’nun
bulunduğu yerdeki büyük sütunlardan birisi olan
Çemberlitaş, semte adını verdi.
Çengelköy:
Eskiden gemi çapaları bu
köyde yapıldığı için isminin buradan geldiği tahmin ediliyor.
Çıksalın:
Güzel manzaralı, geniş bir
çevreye hakim olan bölgeye, halk arasında “çık,
salın” denilmeye başlandı.
İhsaniye:
Selimiye kışlası ile Karacaahmet arasındaki bu mahallenin bulunduğu
yerde eskiden bir saray vardı. Padişah
yıkılmaya yüz tutan bu sarayın arsasını halka “ihsan” ettiği (bağışlandığı) için semtin adı
“İhsaniye” kalmıştır.
Kabataş:
İskelenin bulunduğu yerde
eskiden büyük bir taş vardı. Osmanlı devri ileri
gelenlerinden “Köse Kâhya” diye tanınmış Mustafa Necip çelebi bu taşı yontturup iskele haline
getirdi.
Şişli:
Şiş yapımıyla uğraşan ve Şişçiler
diye anılan bir ailenin burada bir konağı olduğu
ve ‘Şişçilerin Konağı’nın zamanla değişikliğe
uğrayarak ‘Şişlilerin Konağı’ hâline gelmesiyle
semtin adının Şişli olarak kaldığı anlatılıyor.
Şaşkınbakkal:
Henüz yerleşimin
olmadığı dönemlerde yaz günleri denizden
yararlanmak için bölgeye gelenlere bir bakkal dükkânı açıldığını görenler, burada iş
yapılmayacağını düşünerek bakkala “şaşkın
bakkal” yakıştırması yaptılar. Bundan sonra da
semt Şaşkınbakkal olarak anılmaya başlandı.
Sütlüce:
Bugün Sütlüce semtinin
olduğu yerde Süt Menbat isimli bir Rum köyü
vardı. Köyün bir köşesindeki bakır bir kadın
heykelinin memelerinden su akar; bu suyun,
kadınların sütünü çoğalttığına inanılırdı. Bundan dolayı semt, Sütlüce olarak anılır oldu.
Tahtakale:
Kadıköy:
Eminönü:
Osmanlı
döneminde çarşıdaki esnafı denetleme yetkisi
“Eminler” aitti. Semt, adını burada bulunan
“Gümrük Eminliğinden” alıyor.
Feriköy:
Semt adını Sultan Abdülmecit
ve Abdülaziz dönemlerinde yaşayan Madam
Feri’den alıyor. Bölgede bulunan geniş topraklar padişah tarafından Madam Feri’nin eşine
bağışlanmıştı. Ama eşi ölünce semt onun ismiyle anılmaya başlandı.
Fenikeliler
Kadıköy’e
yerleşmeye başlayınca buraya “Yenişehir”
anlamına gelen CHALKEDON demişlerdir.
KARCHEDON ve CHALKEDON kelimelerinin
ikisi de Fenike ismidir.
1350 yılında; Kadıköy Osmanlılar tarafından
istila edildikten sonra ismi “kalıcı Dünya” olmuş,
fakat bu deyim fazla kullanılmamıştır.
Daha sonraki yıllarda İstanbul Türkler
tarafından zapt edilmiş ve Kadıköy, Fatih’in
ilk kadısı olan HIDIR Bey’e makam ödeneği
karşılığı arpalık olarak verilmiştir. Böylece Kadıköy ismi yerleşip, günümüze kadar
gelmiştir.
Kanlıca:
Bu bölgeye Kanuni Sultan
Süleyman
tarafından
Anadolu’dan
Türkmen ve göçebe bazı Türk kabileleri getirtilip yerleştirilmiştir. Bu göçebelerin buraya
yerleşmeleri kağnılarla olduğu ve çok uzun
bir süre içinde ancak yerleşebildikleri için halk
arasında bu bölgeye Kağnıca, sonralarda
Kanlıca denmiştir.
Kuzguncuk:
Galata:
Gala, Rumca da “süt” anlamına
geliyor. Bir rivayete göre Galata’nın adı semtteki
süthanelere gönderme yapılarak türetildi. Başka
bir görüşe göre ise İtalyanca ‘denize inen yol’
anlamına gelen ‘galata’ kelimesi düşünülerek
bu isim verildi.
Harem:
Üsküdar Sarayı’nın harem
dairesine gidecekler bu iskeleye çıkarlardı.
Sözlük anlamı ‘kale altı’
olan Taht-el-kale’nin bozulmasıyla Tahtakale’ye
dönüşen semtin, Mercan ya da Beyazıt
dolaylarındaki eski sur benzeri yapının aşağı
kotunda yer aldığı için bu ismi aldığı tahmin ediliyor.
Fatih Sultan Mehmet
devrinde, Kuzgun Baba diye anılan bir derviş
burada oturmuştu.
Okmeydanı:
Fetih
Ordusu
kuşatmanın bir kısmını burada kurulan karargâhta geçirmiş. Semtin ismi de böylelikle
Okmeydanı olarak kalmış.
Samatya:
Bizanslılar döneminde kum
tedavisi yapılan kumsalı dolayısıyla Psammothia olarak adlandırılan semte Osmanlı
döneminde samatya denilmeye başlanmış.
Taksim:
Osmanlı
zamanında
sucuların; suyu, halka taksim ettikleri yer, Taksim olarak anılmaya başlandı.
Tarabya:
Bizans döneminde denize girilen ve su tedavisi yapılan semte tedavi
anlamında Therapia denirmiş, Fatih’in şehri
işgalinden sonra Osmanlılar tarafından Tarabya
olarak anılmaya başlandı.
Teşvikiye:
Sultan Abdülmecit’in bir
mahalle kurulması için teşvikte bulunduğu
semtin adı Teşvikiye olarak kaldı. Bu durumu, Harbiye Karakolu ile Rumeli ve Valikonağı
Caddelerinin kesiştiği kavşakta bulunan iki taş
belgeliyor.
Cengiz KÜÇÜKARSLAN
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
15
ÖRNEK HAYATLAR
Mehmet Paksu İle Keyifli Söyleyişi
1953 Haziran’ında, Gaziantep’te doğan Mehmet Paksu ilköğretimini ve ortaöğretimini burada tamamladı.
Üniversite öğrenimini ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde gerçekleştirdi. Yayın hayatına,
1980’de başladı. 1992’den bu yana Moral FM‘de haftaiçi her gün program hazırlayıp sunuyor. Ve aynı zaman da gazete yazarlığı da yapmakta olan Mehmet Paksu ile röportajımızı Moral FM binasında kendi özel
odasında gerçekleştirdik. Ve stüdyoda Mehmet paksu ile fotoğraf çektirme şansını da yakaladık. :)
İlk önce kendinizi okumanız lazım, sonra kainatı okumaya başlamalısınız.
Elbilge Kırım: Bize ilkokul
yıllarınızdan bahseder misiniz?
Mehmet
Paksu:
İlkokul
yıllarından aklımda iki şey
kaldı... Öğretmenim bana okuma
yazmayı öğretti ben ona kur’an-ı
kerimi. Çok kaliteli bir öğretmendi.
3o yıl sonra Gaziantep’te gördüm
oturup sohbet ettik. Ve aklımda
kalan diğer şeyde insan küçükken yaptığı şey kaderi oluyor.
Herkes küçükken bana ne olmak istediğmi sorardı. Edebiyat
okuduğum halde döndü dolaşıp
kader beni o mesleği yaptırdı.
Hezar gezici: Küçükken yapmak istediğiniz meslek neydi?
Mehmet Paksu: Babam imam
olduğu için bende müftü olmak istiyordum. Ve kim sorsa müftü olcam derdim..
İsra Kutay: Lisedeki aktiviteleriniz nalerdi neler
yapardınız?
16
Mehmet Paksu: Lisede yerimde duramazdım... Benim en
çok üzerinde durduğum nokta Türkçe yeniasya... Nesil yeni çıkıyordu bende o kitapları
arkadaşlara satıyordum. Hem ticaret hem de kültür faaliyeti olsun
diye arkadaşlar arasında kitap
okuma alışkanlığını sağlamıştım.
Tenefüslerde kitapları ortaya seredim öğretmenlerim gördüklerinde Mehmet napıyorsun derdi ama
çalışkan bir öğrenci olduğum için
kızmazlardı. Lise yıllarında tenefüslerde 10 dakika boyunca hep
kitap okurdum. En büyük arzum
daha fazla kitap okumaktır. Yazı
yazdığım için kitap okuyamıyorum
ve kitap okumadığım zamanlarda
aç kaldığıma inanıyorum.
Tolga Üçeyler: Biz gençlerin okuması için önerdiğiniz bir
kitap var mı ?
Mehmet Paksu: İlk önce kendinizi okumanız lazım, sonra
kainatı okumaya başlamalısınız.
Ben nerden geldim, nereye
gidicem. Kur’an da oku diye
başlamasını unutma.
Elbilge
Kırım:
Gazete
yazarlığına nasıl başladınız? Ve
ilk kitabınız nasıl ortaya çıktı?
Mehmet Paksu: Üniversite
yıllarında Yavuz Bahadıroğlu;
‘beraber çalışır mıyız?’ dedi
bende
‘çalışırız’
dedim. Cankardeşler çok dergisini çıkardım sonra askere gittim,
geldim. Köşe yazarlığı yaptım. Ve
‘fıkıh yolculuğu’ adlı kitabım ortaya çıktı.
ÖRNEK HAYATLAR
Her yazar kendi hayatını yazar, kendini yazar.
Tolga Üçeyler: Peki radyocu luğa nasıl vaşladınız?
Mehmet
Paksu:
Fıkıh
yolculuğu adlı kitabım ortaya çıktıktan sonra bana radyo
programcığı yap dediler. Bende;
‘şivem var Gaziantepli olduğum
için ve köyden yeni geldim yapamam.’ dedim Ama 18 yıldır
yapıyorum.
Hezar Gezici: Yazdığınız
yazılarınıza yaşadıklarınızı yansıtıyor musunuz?
Mehmet Paksu: Her yazar
kendi hayatını yazar, kendini yazar. Ben hanıma yazdığım yazıyı
okutuyordum. Hanım; ‘sen burada kendi hayatını yazışsın.’ dedi.
İsra Kutay: Yazılarınız için
eleştiri alıyor musunuz?
Mehmet Paksu: Dün yazdığım yazı da eleştirildim. Ben
elştiriye her zaman açığımdır.
Ama hakaret yapıldğında çok
üzülüyorum. direk insana hakaret
ediyorlar. Bunun dışında mesela
yazıların ağır dediler ben de üslubumu değiştirdim.
Tolga Üçeyler: Yazar ya da
radyocu olmak isteyenler için
ne tavsiye edersiniz?
Mehmet Paksu: Siz nerede
yaşarsanız yaşayın bir gün sizi
bulurlar bu yüzden çok okumak
lazım.
Elbilge Kırım: Hayatınızda
en etkilendiniz olayı bizimle
paylaşır mısınız?
Mehmet
Paksu:
İlkokul
yıllarıydı... Babamla birlikte bir
din aleminin evine gitmiştim. Evin
her yerinde kitap vardı. Ve adama soru soruyorlardı adam kitabı
çıkarıp o soruyla ilgili sayfayı
açıp sorunun cevabını veriyordu.
1981’ de bir din aleminin yanına
gittim ona 2 sene boyunca kitap
okudum. Evde 15.000 kitap vardı.
Hepsini okumuş ve gözleri görmüyodu ama kitabın yerine,
kitabın sayfasına kadar biliyordu.
Zaten çok kitaap okumaktan kör
olmuş.
Hezar gezici: Hayatınızda en
etkilendiniz kişi kim?
Mehmet Paksu: En etkilendiğim insan babamdır. 86
yaşında... Hep beni büyük gözle
görür. Şu an ki konumuma ona
borçluyum. Baba-evlat ilişkisi çok
önemlidir.
Tolga Üçeyler: Sporla yapıyor musunuz?
Mehmet Paksu: Sekiz aydan
beri yapıyorum. Şınav, mekik ve
yürüyüş yapıyorum. spor vücudu
veren Allah’a şükürdür.
Elbilge Kırım: Tuttuğunuz
bir takım var mı?
Mehmet Paksu: Televizyon
pek izleyemiyorum, bir takım
da. Basketi hiç sevmem. Orta ikideyken gözlerim için doktora gitmiştim ve doktor gözlük
kullanmamı söyledi. Babamla
birlikte aldık gözlüğü. Tam potanın
altından geçerken basket topu
gözlüğümü kırdı o gün bu gündür
pek sevmem . Gaziantep’te güreş
çok yaygındır...
Mehmet Paksu’ya bize zaman ayırdığı ve bizimle bu güzel
söyleyişiyi gerçeklştirdiği için çok
teşekkür ediyoruz...
ELBİLGE KIRIM,
HEZAR GEZİCİ,
İSRA KUTAY,
TOGA ÜÇEYLER
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
17
AKTÜEL
Hayatımızın
Bir Parçası
Kanada York Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre, Facebook sayfalarını sık sık güncelleyenler özgüven eksikliği yaşayan insanlardır. Araştırmayı yapan uzmanlar, bu eğilimi taşıyan kişilerin
sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlandığını vurguluyor.
D
ünyada 60, Türkiye ‘de
1,5 milyon kullanıcıya
sahip olan Facebook’un
çıkış amacı; bir Amerikalının okuduğu okulda arkadaşlarıyla sosyal ağ kurmaya çalışmasıyla bu site kurulmuş, daha
sonra diğer Amerikan üniversitelerine yayılmış ve sadece üniversiteli olanlar Facebook ‘a
üye olabilmiştir. Bir süre sonra
üniversiteli olma kuralı da kalkmış ve 13 yaş sınırı gelmiştir.
Bu gelişmeler sonunda Facebook tüm dünyada yayılıp, bugünkü halini almıştır.
Dışarıda görüp selam vermediğimiz biriyle sanal ortamda saatlerce konuşmamız ne
kadar abes olsa da, uzun zamandır göremediğimiz bir arkadaşımızı bulmak için Facebook, güzel bir yöntemdir. Arkadaş grupları arasında iletişim kolaylığı sağlayan, kişinin istediği kadarıyla bilgilerini sunduğu sosyal paylaşım sitesi olan Facebook, insanların
sanal ortamında büyük kolaylıklar sağlayıp, farklılıklar katmıştır.
Gazetelere yansıyan bir haber: Kan davalısının izini süren
bir adam, aradığı kişiyi Facebook hesabındaki bilgiler yardımıyla bulmuştur.
Bir diğerinde ise; Genelkurmay Başkanlığı’nın ‘360 asker
kaçağını Facebook yardımıyla
yakalamıştır .’ haberi de Facebook ‘ un günümüzdeki yerine
dikkat çekmiştir...
Her madalyonun iki yüzü olduğu gibi Facebook ‘ un da görünmeyen bir yüzü vardır: Zararları!
Kanada
York
Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre, Facebook sayfalarını
sık sık güncelleyenler özgüven
eksikliği yaşayan insanlardır.
Araştırmayı yapan uzmanlar,
bu eğilimi taşıyan kişilerin sağlıklı ilişkiler kurmakta zorlandığını vurguluyor. Kızların çekici
görünen fotoğraflarını paylaştığını, erkeklerin ise, hakkımda
kısmında kendilerini öven kelimeler kullandıklarını belirle-
miş. Araştırmalar, kalabalık arkadaş grupları arasında güncellemelerin istenen dikkati çekemediğini söylemektedir.
Facebook paranoyası: Facebook ‘ a belli bir insanın hayatıyla ile ilgili güncel bilgileri
edinmek için giren insanlar üzerinde görülen psikolojik rahatsızlıktır. Takip edilen insanın Facebook sayfasındaki her
türlü gelişmeden bir mana çıkarılması ve bu durumun getirdiği psikolojik yıkım bu hastalığın en önemli belirtileridir.
Nasıl kullanılacağı bilinmediğinde tam bir zaman hırsızı
olan Facebook ‘un kişiye olan
etkileri, kullanma amacına göredir...
İlyas ŞARKI
AKTÜEL
G
ünümüzde televizyon,
hemen hemen her evde yer almakta, herkesi farklı biçimde ve düzeyde etkilemektedir. En çok etkilenen
grubun çocuklar olduğu bilinmektedir. Televizyon, öğrenmeye en açık oldukları dönemde, çocuklar ve gençler için önemli bir öğretim aracıdır. Erişkinlerin daha bilinçli seçimler yaptıkları ya da kendilerine
sunulanlardan daha az etkilendikleri öne sürülse de, televizyon programlarının yetişkinleri
de yönlendirdiği bilinmektedir.
Günümüz insanının iş dışında
en fazla zaman ayırdığı etkinlikler arasında yer alır. Kararında ve bilinçli izlendikten sonra
olumsuz yönleri pek fazla olmayacaktır. Televizyon, günlük
hayatımızın görsel ve işitsel
anlamda vazgeçilmez unsurlarından biri haline gelmiştir.
İnsanları en çok etkileyen
programlar arasında; diziler,
haberler ve yarışma programları bulunmaktadır. Son zamanlarda yayınlanan yarışma
programları arasında Pasaparola, Var Mısın? Yok Musun? ,
Kelimenin Gücü Ve izlenme rekorları kıran Canlı Para bulunmaktadır. Bu yarışmaların insanlar üzerinde ruhsal bakımdan birçok olumlu veya olumsuz yönden etkilerini söylemek
mümkündür. İnsanlar yarışmaya katılırken bile birçok sıkıntı
çekerler. İletişim yollarını kullanarak gerek internet üzerinden
gerek telefon üzerinden kayıt
yaptırırlar. Milyonlarca insan-
Televizyondaki
yarışma programlarının
‘‘ruhsal’’ etkileri
lar içinden elenerek yarışmacı olmaya çalışırlar. Yarışmacı
olmaya hak kazandıklarında ise yine birçok sıkıntıyla karşılaşırlar.
Bireysel yönden insanlar
yarışmaya katılmak isteyerek,
yarışma üzerine hayaller kurarak, bu yarışmada kazanacakları parayı ve o parayı nasıl tüketeceklerini düşünerek
olumlu yönden etkilenirler. Fakat günümüzde yarışmaların
insanlar üzerinde bıraktığı etki
daha çok olumsuz niteliktedir.
Buna örnek verdiğimizde Canlı
Para programında insanlar hayal edemeyecekleri kadar paraya birden sahip oluyorlar. Bildikleri sorular sayesinde mevcut parayı koruyorlar, Soruları bilemeyip yanlış cevap verdikleri takdirde sahip oldukları
paraları kaybediyorlar. O kadar parayı aniden kaybedince de
hayal kırıklığına
uğruyorlar, insanlar üzerinde
ruhsal bozukluklara ve
kendilerine olan güvenlerini yitirmelerine neden oluyor. Bu ruh halinden sonra insanlar her ne kadar
etkilenmemiş
gibi gözükseler de bilim adamlarının yaptığı araştırmalar so-
nucu açıklamalarda televizyon
programları insanların bireysel ve sosyal yaşantısını ciddi
şekilde etkiler. Televizyondaki yarışmaların insanları olumlu yönden etkilediği de söylenebilir. İnsanlar bu programlara katılarak hayal ettikleri paraya ulaşmayı amaçlarlar, bu amaçlarına ulaştıklarında ise bireysel olarak olumlu bir etki altında kalmış olurlar.
Çağımızda çok önemli bir
yere sahip olan televizyon, insanları her ne kadar olumsuz
ya da olumlu yönden etkilese
de günümüz insanlarının en
çok vakit harcayacağı etkinlik
olarak devam etmesi engellenemeyecektir.
DENİZ DEMİRCAN
GÜNCEL
Türkiye ise en fazla beyin göçü veren ülkeler sıralamasında üst sıralarda
yer alıyor ve ne yazık ki iyi eğitim gören yüz kişiden 59’u, öğrenimine
Türkiye dışında devam ediyor veya oralarda çalışmaya başlıyor.
Beyin Göçü Nedir?
Beyin Göçü
Ne Demek?
B
eyin göçü; az gelişmiş veya
gelişmekte olan bir ülkedeki
iyi eğitimli, düşünen, üreten,
kalifiye, nitelikli, seçkin, profesyonel
ve yetenekli iş gücünün, araştırma
ya da çalışma yapmak amacıyla en
verimli dönemlerinde gelişmiş ülkelere gidip geri dönmemeleriyle meydana geliyor.
İlk olarak 1960’lı yıllarda beyin
göçü başlıyor ve önce doktorlar ve
mühendisler, sonra da bilim adamları arasında oldukça yaygınlaşıyor.
Fakat beyin göçü sadece ülke dışına doğru olmuyor, ülke içinde de zaman zaman beyin göçleri meydana
geliyor. Türkiye’de bu şekilde meydana gelen beyin göçleri genellikle devlet sektöründen özel sektöre
doğru oluyor. Mesela öğretim üyelerinin çoğunlukla devlet üniversitelerinden vakıf üniversitelerine doğru
akımı veya devlet dairelerinde yetişen elemanların özel sektöre geçişi, ülke içinde ortaya çıkan beyin
göçleri arasında en yaygın örnekler.
Bununla birlikte iç beyin göçünün ülke açısından pek fazla zararı olmuyor. Ancak dış beyin göçü için aynı şeyi söyleyemeyiz. Ne de olsa iyi yetişmiş ve yetenekli iş gücünün,
gelişmiş ülkelere akışı şeklinde ger-
20
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
çekleşen dış göçün ülkeye zararı
çok büyük.
Kanada, İngiltere ve ABD gibi
gelişmiş ülkeler arasında bile beyin göçü olabiliyor. Daha iyi çalışma olanakları, yüksek ücret ve daha az vergi nedeniyle birçok Kanadalı ABD’de çalışmayı tercih ediyor.
Ancak Kanada’ya gelip yerleşen yetenekli iş gücü de yadırganamayacak kadar fazla. Bu yüzden de Kanada, dışarıya verdiği beyin göçünü
dengelemiş oluyor. Çoğunlukla gelenler daha fazla olmaktadır.
Türkiye ise en fazla beyin göçü
veren ülkeler sıralamasında üst sıralarda yer alıyor ve ne yazık ki iyi
eğitim gören yüz kişiden 59’u, öğrenimine Türkiye dışında devam ediyor veya oralarda çalışmaya başlıyor. Ülkemiz, Hitler döneminde Yahudi bilim adamlarını ülkeye kabul
edip Sovyetler Birliği’nin dağılması
sonrasında da Türki Cumhuriyetlerden beyin göçü almış olsa da daha
sonraki zamanlarda bu konuda çok
fazla ilerleme kaydedemedi.
Beyin göçü sadece Türkiye’de
değil genel olarak dünyada yaşanılan en önemli sorunlardan biri.
Türkiye’den başka beyin göçünün
fazla görüldüğü ülkeler arasında
Hindistan, Pakistan, Bağımsız Devletler Topluluğu, Çin, Filipinler, Cezayir, Fas, Tunus, İran, Mısır, Nijerya, Türki Cumhuriyetler vs. gibi
devletler yer alıyor. Bununla birlikte ABD, Kanada, Avustralya, G. Afrika, Almanya, Fransa vs. gibi ülkeler
ciddi ölçüde beyin göçü alan ülkelerin başlıcaları.
Geçmişten Günümüze Beyin
Göçü 1940 -1945 yılları arasında
2. Dünya savaşı ve Nazi baskıları
sebebiyle Yahudi bilim adamlarının
çoğu Avrupa’dan kaçmış.
1960 -1970 yıllarının başlarındaysa gelişmiş ülkelerin ekonomik
seviyelerinin yükselmesiyle profesyonellere olan talep artmış ve bu
talebi karşılayabilmek için de gelişmiş ülkeler; seçerek profesyonel göçmen alımı yapmış. Yaklaşık
300.000 profesyonel (doktor ve mühendis), 3. Dünya ülkelerinden endüstrileşmiş (ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya vs.) ülkelere göç etmiş. Böylece gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde göç oranı da
iyice yükselmiş. Göçün 2/3’ü ABD,
İngiltere, Kanada, Avustralya vs. gibi ülkelere olmuş. Bunların neredeyse yarısı Asya ülkelerinden göç
etmiş.
GÜNCEL
Şu anda ABD’de bilim insanı ve mühendislerin % 12’si, doktorların
% 23’ü ve bilgisayarcıların % 43’ten fazlası; yabancı ülke doğumlu.
1974 -1975 yılları arasında gelişmiş ülkelerde durgunluk yaşanırken, gelişmekte olan ülkelerin beyin gücü üretimi plansız bir şekilde artmış. Bu ülkeler eğitim sistemlerini dış isteklere göre uyarlamış.
Ayrıca petrol üreten ülkelerde uzman ihtiyacında büyük bir artış olmuş. Gelişmiş ülkelerde de yüksek
nitelikli iş gücü artmış. Bütün bunların sonucunda ise nitelikli profesyonellere olan talep azalmış ve sıkı göçmenlik politikaları başlatılmış.1975 -1980 yıllarında yıllık kalifiye iş gücü göçü 100.000 kişiye ulaşmış ve bu yıllardaki göçlerin çoğu Avrupa’dan ABD’ye doğru gerçekleşmiş.
1980 yılından sonra dünyada 50.5 milyon üniversiteye kayıtlının 19 milyonu 3. Dünya ülkelerine göç etmiş , 3. Dünya ülkelerinde üniversiteye kayıtlı sayısı artmış ve bu sayı, 7 yılda iki katına
çıkmış. Bunun sonucunda göçlerin
çoğu, 3. Dünya ülkelerinden ABD
ve Avrupa’ya doğru olmuş.1990 yılından sonra Rusya’nın ve Doğu
Blok’ununu parçalanması sonucu
iç savaşlar başlamış ve ABD dünya
üniversite öğrencilerinin ¼’üne sahip hâle gelmiş. Bu olaylardan sonra Rusya’nın ve Doğu Blok’unun bilim adamları ülkelerini terk etmiş.
2000 yılından beri ABD en çok
göç alan ülke durumunda. Beyin
göçünün % 54’ünü alıyor. Hintli ve Çinli kolej mezunlarının yaklaşık % 3’ü ABD’ye gidiyor. Şu anda ABD’de bilim insanı ve mühendislerin % 12’si, doktorların % 23’ü
ve bilgisayarcıların % 43’ten fazlası; yabancı ülke doğumlu. ABD’de
en fazla eğitimli etnik grup Nijeryalı
ve Afrikalılar. Afrika üniversitelerinde eğitim gören her üç kişiden biri
dünyaya ihraç ediliyor. Fakat eğitim
ücreti çok da düşük değil. İyi bir eğitimin yıllık ortalama maliyeti 15-20
bin $ civarında. Bunların sonucunda ABD’nin Asya’dan aldığı son 1.5
milyon göçmenin hemen hemen
tamamı yüksekokul veya en iyi kolej mezunları. ABD’deki 300 bin
Hintli ve Koreli, 730 bin Filipinli ve 400 bin Çinli’nin % 65-70’i
yüksekokul ve kolej mezunu. Sadece İran, K.Kore Ve Tayvan’dan
aldıklarının % 15’i kolej mezunu.
Kolombiya’nın beyin göçünden yıllık kaybı 2.37, Hindistan’ın 2 milyar
dolar civarında. Meksika’dan yurt
dışına gönderilenlerin % 79’u geri
dönmüyor. Nijerya’dan ABD’ye 100
bin kişi göç ediyor. Her yıl 100 bin
Hintli, ABD’ye gidiyor. ABD Silikon
Vadisi’nde de yaklaşık 30 bin Hintli
profesyonel var.
Dönmek mi
dönmemek mi?
Farklı farklı sayısız sebepten
dolayı zamanla beyin göçü ve ülkeye geri dönüş fikirlerimiz değişebiliyor. Aslına bakarsak geniş çapta yapılabilecek anketler ve araştırmalar ile bu çok karmaşık sebepler
daha iyi anlaşılabilir ve dışa göç de
bu şekilde azaltılabilir.
Beyin göçünün nedenleri; siyasi istikrarsızlık, ekonomide geri kalmışlık, eğitim sisteminin bozuk işlemesi, iş gücü planlamasında eksiklikler, araştırma-geliştirmenin teşvik edilmemesi vs. ile sınırlandırılarak diğer sebepler ortadan kaldırılabilir. Mesela, yurt dışındaki öğrenciler, çalışanlar ve profesyonellerle temas; sürekli
devam ettirilip bu şekilde
gösterilen ilgiyle yurtlarına geri dönmeleri teşvik
edilebilir.
Ayrıca
bu kişilerin orada yurtları için lobi faaliyetlerinde bulunmalarını sağlar. Yurt dışındaki
öğrenci ve çalışan profesyonellerin iş gücü kaydı mutlaka elçilikler / ateşelikler tarafından
tutulup bunlara yılda en az
birkaç kez mektupla ve/veya internet ile ulaşmak da önemli. Ülkenin
potansiyeli ve durumu hakkında
bilgiler ulaştırılıp onlara değer verildiği hissettirilmeli. Ülkenin politikacı ve yöneticilerinin çalışmaları da;
, ülkenin gelişmesi yönünde olmalı ve geri dönüşü gönüllü hâle getirmeli.Yurt dışında eğitim alıp ülkelerine geri dönenlerinse gelir seviyeleri oldukça iyi olmasına rağmen
asıl sıkıntıları ücret değil çalışma
şartları oluyor. Bu durumda insanlar genellikle aile bağları nedeniyle ülkelerine geri dönüyorlar. Yurda dönenlerin morallerini yükseltip verimliliklerini artırmak için daha iyi olanaklar, daha fazla araştırma fırsatı, denizaşırı gelişmelerle daha yakın iletişim / temas, daha
fazla yardım şart. Bugün birçok kişi
iş imkânlarından dolayı mutsuz ve
kendilerini kapana kısılmış hissediyorlar. Beyin göçünü azaltmak içinse sadece birkaç önemli tedbir alıp iyi idare ve liderlikle insanlara istenildiklerinin hissettirilmesi yeterli.
Baran Kuytak
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
21
AKTÜEL
Engellilik Nedir,
Engelli Kime Denir?
Her biri farklı anlam ifade etse de, toplumun geneli tarafından aynı anlamda kullanılmaktadırlar. Oysa ‘sakat’ kelimesi, vücudunda hasta veya eksik bir uzuv/organ olma halini, yani fizyoanatomik bir durumu ve vücudun
organını kaybetmesi durumunu ifade ederken, ‘engelli’ kavramı, günlük yaşama dair temel planlamalar yapılırken sakatların mağdur
duruma düşürülmesini ifade eder. Bir başka
ifadeyle, herkesin kolayca yararlandığı haklardan yararlanamama durumunda sakatlığın
değil, engellenmişliğin/engelleyenin sorunsallaştırılması için ‘engelli’ kavramı yaratılmıştır.
Yalnız bizim dilimizde değil diğer birçok dilde de engelli ve engellilik anlamına gelen birden fazla sözcük bulunmaktadır. Örneğin; Türkçe’de genel düzeyde engelli, özürlü, sakat sözcükleri aslında aralarında anlam
fakları olduğu halde aynı anlama gelmek üzere kullanılmaktadır. Genelde tüm engelliler
için yaşanan bu karmaşa belirli engelli kümeleri için de geçerlidir. Örneğin; kör, âma, görme engelli, görme özürlü,
az gören, vb. Bu
sözcükler değişik
anlamlar taşıdıkları gibi yer
yer aynı anlama gelmek
üzere de kullanılabilmektedirler. Bu da bir zihin karışıklığı yaratabilmektedir. Adlandırmadaki bu farklar, zaman zaman öyle çok tartışmaya neden olmaktadır ki, bu tartışmalar, gerçek sorunların önüne bile geçebilmektedir. Engellinin kim, engelliliğin de ne olduğu açık bir
biçimde ortaya konmayınca, engellilere yönelik geliştirilecek politikaların, yasaların ve hizmetlerin kapsamı da belirsizleşmektedir. Bu
belirsizlik de uygulamada pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Adlandırmadaki karmaşa ve tanım güçlüğü engellinin
kendisini anlatmasını ve diğerlerinin de onları
kolayca anlamasını zorlaştırmaktadır.
Engelliliğin her zaman her yerde geçerli
ölçülerle tanımını yapmak bir hayli güçtür. Bu
yüzden olsa gerek literatürde çok değişik tanımları vardır. Birleşmiş Milletler Sakat Haklan Bildirgesinde “Kişisel ya da sosyal yaşantısında kendi kendisine yapması gereken işleri (bedensel ya da sonradan olma) her hangi bir noksanlık sonucu yapamayanlar” sakat
olarak tanımlanmaktadır. Engelli sözcüğü genelde hareket yeteneği sınırlanmış bireyi çağrıştırmaktadır.
Engellilik günlük yaşama katılmayı engelleyen, fiziksel işlevlerdeki bir sınırlılık hali
olarak değerlendirilmelidir.
Engelliliğin
Oluşmasını
Önlenebilir mi?
Bir toplumda engellilerin varlığı
onların toplumla bütünleşme gereksinimini ve sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Bu ise oldukça zor ve karmaşık bir süreçtir. Oysa engellilik önlenebilirse, en
azından sayıları çok daha aza indirilebilirse, engellilerin topluma kazandırılması konusu, günümüzdeki boyutlarda
bir sorun olmaktan çıkacaktır.
Engelliliğin nedenleri dikkatle incelenirse, bunların çok
önemli bir bölümünün kaçınılabilir, önlenebilir nedenler olduğu görülecektir. Engellilik
genelde kaynağına ve sebeplerine göre değişik şekillerde
sınıflandırılmaktadır. Kaynağına göre sınıflandırıldığında,
doğuştan gelen engellilik nedenleri arasında bir takım genetik nedenler, akraba evliliği,
gebelik sırasında annenin karşılaştığı travmalar, hastalıklar,
ilaç kullanımı, ışına maruz kalmak, annenin alkol ve madde
bağımlısı olması, kötü beslenmesi gibi nedenler görülmektedir. Sayılan tüm bu nedenler
kaçınılmaz, önlenemez durumlar değildir. Tıp bilimince ger-
çekleştirilen araştırmalarla genetik nedenlerin bile en azından bir kısmı önceden bilinebilmektedir.
Doğum sırasında ve sonrasında ‘kazanılan” engelliliğe gelince kötü ve yetersiz koşullarda gerçekleştirilen doğumlar, travmalar,
yanlış uygulamalar vb. akla gelmektedir.
Doğum sonrasında karşılaşılan olaylar
arasında ise iş kazaları, ev kazaları, trafik kazaları, savaşlar, terör olayları, endüstriyel kazalar, deprem ve benzeri yıkım olayları, büyük
sanayi kazaları v.b, temel engellilik nedenleri arasındadır. Bunların büyük çoğunluğunun
da önlenebilir nitelikte nedenler olduğu anlaşılmaktadır. O halde “engellilik bir kader değildir”. Gerekli önlemler alındığında, bilinçli bir
toplum yaratıldığında, engellilik büyük oranda
önlenebilir.
Engellilerin Toplumla
Bütünleşmelerinin Önündeki
Engeller Nelerdir?
Yoksulluk:
Engellilerin genel olarak toplumla bütünleşmesinin önündeki engellerden birisi ve belki de en önemlisi yoksulluktur. Yapılan araştırmalar, dünyanın her yerinde engellilerin çok
büyük çoğunluğunun toplumun yoksul kesimlerinden geldiğini ve yoksulluk içinde yaşadıklarını göstermektedir. Bu belirleme gelişmiş/
endüstrileşmiş ülkeler için de geçerlidir. Kuşkusuz bu gerçek bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde çok daha çarpıcı ve dramatik yönleriyle yaşanmaktadır
Eğitim:
Engellilerin toplumla bütünleşmesinin
önündeki bir diğer engel de eğitim konusunda karşılaştıkları sorunlardır. Tüm ülkelerde
eğitim sistemi, öncelikle, nüfusun engelli olmayan kesimi için planlanıp uygulanmaktadır.
Böylece daha en baştan eğitim sistemi, engellileri dışlayan bir anlayışa sahip olmakta; daha sonra da engellileri eğitim sistemiyle bütünleştirecek çeşitli programlar geliştirilmeye çalışılmaktadır.
Ulaşım, Fiziksel
Çevre ve Konut
Engellilerin topluma katılmalarının önündeki en büyük engellerden biri de ulaşım, fiziksel çevre ve konut sorunudur. Engellilerin
içinde yaşadıkları fiziksel çevre, sahip oldukları fiziksel işlev bozuklukları/yetersizlikleri ve
bunun yol açtığı sınırlamalar yüzünden büyük
önem taşımaktadır. Toplumu tasarlarken, bir
toplum modeli ortaya koyarken, içinde yaşanılan fiziksel çevreyi de o toplumun içinde yaşayan herkesi düşünerek tasarlamak gerekir.
AKTÜEL
Yaşanılan konuttan tüm kamusal yaşam alanlarına, ve ulaşım araçlarına kadar tüm çevresel unsurların engellilerin özellikleri ve gereksinimleri dikkate alınarak tasarlanmadığı bir
gerçektir. Yollar, kaldırımlar, kamu binaları,
parklar ve bahçeler, okullar, içinde yaşanılan
konutlar, ulaşım araçları ve bunun gibi daha
bir çok fiziksel çevre unsuru, engellilerin topluma katılmasının önünde ciddi birer engel oluşturmaktadır.
Rehabilitasyon:
Rehabilitasyon ve araç-gereç gereksiniminin yeterince karşılanamaması da engellilerin toplumla bütünleştirilmesinin önündeki en
büyük engellerden birisidir. Bilindiği gibi rehabilitasyon çok genel olarak, yitirilen bir yeteneğin yeniden kazandırılması, yerine başka bir
yeteneğin ‘ikame edilmesi” demektir. Her hangi bir sebeple engelli hale gelen birey önceden var olan işini artık yapamıyorsa ya o işi
yapabilmek için “yeniden yeteneklendirilmesi = rehabilite edilmesi” gerekmektedir ya da
bu İşi yapmak artık olanaklı değilse, yapabileceği yeni bir iş için (eğitilmesi) gerekmektedir.
Engellinin Aile Yaşamı /
Özel Yaşamı
Topluma katılma, toplumla bütünleşme
konusunda bir başka güçlük de, engellinin aile yaşamı / özel yaşamıyla ilgili olarak ortaya
çıkmaktadır. Fiziksel işlevlerindeki bozulma ya
da bazı eksiklikler nedeniyle engellinin hareket yeteneği sınırlanınca, bu, onun özel yaşamına da bazı kısıtlamalar getirmektedir. Hatta sosyal hizmet kurumlarda sürekli bakım ve
koruma altında olan engelliler için adeta özel
yaşam yok denebilecek kadar azdır. Engelliye ait bir mekânın yokluğu ve kimi etkinliklerin yasaklanması gibi pek çok sınırlama özel
yaşamı ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca engellilerin evlenmeleri ve aile kurmaları da diğer insanlara oranla daha güçtür; bu da onların toplumla bütünleşmelerini önemli ölçüde engellemektedir.
İstihdam Sorunu
Engellilerin toplumla bütünleşmesinin
önündeki en önemli engel ise istihdam sorunudur. Çalışmanın gerek bireysel gerekse toplumsal refahın sağlanmasındaki önemi tartışmasız benimsenmektedir. Çalışmayı Özendirmenin hem bireysel hem de toplumsal açıdan
sayısız; yararı olduğu söylenebilir. Öte yandan
çağdaş anlayışın bir gereği olarak “çalışmak
ve işsizlikten korunmak” bir insan hakkı olarak
da değerlendirilmektedir.
-Türkiye: 50 kişi ve üzerinde işçi çalıştıran
kamu ve özelde 4 özürlü, 1 eski hükümlü 1 de
terör mağduru çalıştırmak zorunda. Ücretlerde
vergi muafiyeti var. Çalıştırmayanlara ise bin
266 ytl ceza kesiliyor. Cezalar fon’a aktarılıp
özürlünün ihtiyaçları için harcanıyor.
- Amerika: 1990 yılında çıkarılan amerikan özürlüler kanunu ile 15 ya da daha fazla
işçi çalıştıran işverenlere özürlü işçi çalıştırma
yükümlülüğü getirilmiş.
- Almanya: 16 işçi çalıştıran işverenler,
yüzde 6 oranında ağır derecede özürlü çalışan istihdam etmek zorunda.
- Avusturya: 25 kişinin üzerinde işçi çalıştıran şirketlere yüzde 4 özürlü istihdamı zorunlu tutuluyor.
- Belçika: kamu kurumlarında özürlü istihdamı zorunlu. özel sektör için zorunluluk yok
ancak asgari gelirden indirim ve özel prim sistemi mevcut.
- Fransa: 1987 tarihli kanuna göre özel
ve kamuda 20’den fazla işçi çalıştıran işyerle
ri için kota yüzde 6. ancak kurala uymayanların alternatif yükümlülüklerini yerine getirmesi
şart. Örneğin, işverenin ya özürlülerle ilgili derneğe ya da özel eğitim görenlere mali yardımda bulunma gibi.
- Hollanda: en az yüzde 3, en çok yüzde 7
oranında özürlü istihdamı zorunlu.
- İngiltere:1995 yılında yürürlüğe giren
(disability discrimination act dda1995), 1944
tarihli bir yasayla zorunlu istihdam öngörülmüş. “özürlü ayrımcılığı kanunu” ile çok geniş
bir kesime koruma getirilmiş ve özürlülere yönelik ayrımcılık önemli yaptırımlara tabi tutulmuş. ayrıca ingiltere’de 20 ya da daha fazla işçi çalıştıran işverenlere yüzde 3 oranında eski hükümlü çalıştırma yükümlülüğü getirilmiş.
M.E.B. ve özel eğitim
kurumları
Milli Eğitim Bakanlığı, tüm öğrencilerin birarada olduğu karma eğitim veren okulların
yanı sıra aşağıda temel başlıkları sıralanan
kurumlarda özel eğitim ve rehabilitasyon hizmeti vermektedir.
- Görme Engelliler Okulları
- İşitme Engelliler İlköğretim Okulları
- İşitme Engelliler Meslek Liseleri
- Ortopedik Engelliler İlköğretim Okulları
- Ortopedik Engelliler Meslek Liseleri
- Eğitilebilir Zihin Engelliler Okulları
- Öğretilebilir Zihin Engelliler Okulları
- Yetişkin Zihin Engelliler İş Eğitim Merkezleri
- Otistik Çocuklar Eğitim Merkezleri
- Kaynaştırmalı eğitim okulları
- Bilim ve Sanat Merkezleri (BİLSEM)
- Hastane İlköğretim Okulları
- Rehberlik ve Araştırma Merkezleri
(RAM)
- İlk öğretim okullarında özel sınıflar
- Sipastik özürlü ilköğretim ve orta öğretim okulları
kapaklardan sağlanan gelirle engelli vatandaşlarımıza umut olmak adına sosyal bir proje
özelliği aşıyor. kapaklardan elde edilen gelirle alınan tekerlekli sandalyeler anadolu yakası
türkiye sakatlar derneği aracılığı ile ihtiyaç sahibi engelli vatandaşlara teslim edilecek. Sizlerin belediyemize ulaştırdığınız her plastik kapak engelli vatandaşlarımıza tekerlekli sandalye alınması için bir umut olacaktır.
ENGELLİ
ÜNLÜLER
Eşref Armağan: 1953 İstanbul doğumlu
olan Eşref Armağan, doğuştan görme engelli bir ressam. Yaşamı boyunca görmediği nesnelerin maket modellerine dokunarak onları
başarıyla resmeder.
Entrasan olan, hiçbir eğitim görmeyen Eşref Armağan’ın kendi kendine okumayazma öğrenmesidir.
Boş zamanlannda dükkânda babasına
yardım eder. 6 yaşındayken kalem ile kâğıt
üzerine çizmeye başlar. Yağlıboya resimlere
geçer. Daha sonra da akrilik boya ve tuale devam eder.
Aşık Veysel Şatıroglu: 1894’te Sivas’ın
Şarkışla ilçesinde dünyaya gelen Aşık Veysel Şatıroglu, 1901 senesinde çiçek hastalığının salgın haline gelmesiyle gözlerini kaybeder. Önce sol Eşref Armağan gözünde ‘çiçek
beyi’ çıkan Âşık Veysel’in sağ gözüne de perde iner.
Bunların dışında Dilek Sabancı, Abraham Lincoln, William Shakespare, İsmet İnönü, Thomas Edison, Albert Einstein, Leonardo
da Vinci, Thomas Edison, Ludwig Van Beethoven, Agatha Christine, Tevfik Fikret.
Onların engelleri onlara engel olmamış.
O halde biz de önlerine daha fazla engel koymayalım.
Serra YEŞİLNUR
Engelliler için düzenlenen
kampanyalar
Ataşehir belediyesi çevre koruma ve kontrol müdürlüğü tarafından başlatılan ‘’ataşehir tane tane kapak topluyor adım
adım engelleri aşıyor’’ kampanyasına ilgi gün geçtikçe artıyor. Gördüğü ilgi nedeniyle Eylül 2010 tarihine
kadar uzatılan ‘’ataşehir
tane tane kapak topluyor adım adım engelleri
aşıyor’’ sloganıyla başlattığımız bu kampanya, doğada 400 yıl gibi uzun bir sürede yok
olan plastik kapakları geri dönüşüme kazandırmakla çevresel
bir proje, kapaklardan
sağlanan gelirle engelli vatandaşlarımıza
umut olmak adına sosyal bir proje özelliği taşıyor. Kapaklardan elde edilen gelirle alınan
tekeranya, doğada 400
yıl gibi uzun bir sürede
yok olan plastik kapakları geri dönüşüme kazandırmakla çevresel bir proje,
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
23
ÇEVRE
Gürültü Kirliliği
Gürültü
İnsanlar üzerinde olumsuz etki yapan ve hoşa gitmeyen seslere gürültü denir Özellikle büyük kentlerimizde gürültü yoğunlukları oldukça yüksek
seviyede olup, Dünya Sağlık
Örgütü’nce belirlenen ölçülerin
üzerindedir.
Gürültü Kirliliği
Kent gürültüsünü artıran sebeplerin başında trafiğin yoğun olması, sürücülerin yersiz
ve zamansız klakson çalmaları ve belediye hudutları içerisinde bulunan endüstri bölgelerinden çıkan gürültüler gelmektedir Meskenlerde ise televizyon
ve müzik aletlerinden çıkan yük-
24
sek sesler, zamansız yapılan
bakım ve onarımlar ile bazı işyerlerinden kaynaklanan gürültüler insanların işitme sağlığını
ve algılamasını olumsuz yönde
etkilemekte, fizyolojik ve psikolojik dengesini bozmakta, iş verimini azaltmaktadır.
-Bir çevre problemi olarak
ele alındığında; incelenebilen
çevredeki gürültü seviyelerinin
akustik, ölçüm ve tahmin yöntemleri ile belirlenmesinin yanı
sıra, gürültünün çevre üzerindeki olumsuz etkileri de araştırılarak İnsan ve toplum sağlığı açısından kabul edilebilecek gürültü nitelik ve seviyelerinin belirlenmesi gerekmektedir. Tabiatıyla buna bağlı olarak gürültünün kontrol altına alınması çalışmaları da önem taşımaktadır.
Gürültü kontrol mühendisliği adı
altında toplanan teknik çalışmalar ile gürültüden toplumsal etkilenme analizleri son 20 yıldan
beri çeşitli ülkelerde ve bilimsel kuruluşlarda yaygın biçimde sürdürülmektedir. Konunun
çeşitli yönlerini ele alan ve her
yıl gözden geçirilen uluslararası
teknik standartlar yanında, millî
gürültü kanun ve yönetmelikleri
çıkarılmıştır. Bütün bu çabalara
rağmen, gürültü kaynaklarının
gelişmiş ülkelerde daha da çoğaldığı ve etkilenmenin giderek
arttığı bir gerçektir. Söz gelimi
OECD ülkelerinde 1960-1985
yılları arasında kara ulaşımının
3 kat, hava ulaşımının 2 kat arttığı ve dolayısıyla ulaşım gürültü düzeyinin 65 dBA’mn üzerinde bulunduğu bölgelerde 130
milyon, 65-50 dBA arasında bulunduğu bölgelerde 300 milyondan fazla insanın gürültüden olumsuz yönde etkilendiği belirlenmiştir.
Gürültünün insan
üzerindeki etkilerini
4’e ayırabiliriz:
1 Fiziksel Etkileri: Geçici
veya sürekli işitme bozuklukları
2 Fizyolojik Etkileri: Kan
basıncının artması, dolaşım bozuklukları, solunumda hızlanma, kalp atışlarında yavaşlama,
ani refleks
3 Psikolojik Etkileri: Davranış bozuklukları, aşırı sinirlilik ve stres
4 Performans Etkileri: İş
veriminin düşmesi, konsantrasyon bozukluğu, hareketlerin yavaşlaması
Gürültüye maruz kalma
süresi ve gürültünün şiddeti, insana vereceği zararı etkiler Endüstri alanında yapılan araştırmalar göstermiştir ki; işyeri gürültüsü azaltıldığında işin zorluğu da azalmakta, verim
yükselmekte ve iş kazaları
azalmaktadır
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine
göre; meslek hastalıklarının %10’u, gürültü sonucu meydana
ÇEVRE
Bİr çevre problemi olarak ele alındığında; incelenebilen çevredeki gürültü seviyelerinin akustik, ölçüm ve tahmin yöntemleri ile belirlenmesinin yanısıra, gürültünün çevre üzerindeki olumsuz etkileride araştırılarak İnsan ve
toplum sağlığı açısından kabul edilebilecek gürültü
nitelik ve seviyelerinin belirlenmesi gerekmektedir.
gelen işitme kaybı olarak tespit edilmiştir Meslek hastalıklarının pek çoğu tedavi edilebildiği halde, işitme kaybının tedavisi yapılamamaktadır
Bazı Gürültü Türlerinin Desibel Dereceleri ve
Psikolojik Etkileri
Gürültü Türü Db Derecesi
Psikolojik Etkisi Uzay Roketleri
170 Kulak ağrısı sinir hücrelerinin bozulması Canavar Düdükleri 150 Kulak ağrısı sinir hücrelerinin bozulması Kulak dayanma sınırı 140 Kulak ağrısı sinir
hücrelerinin bozulması Makineli delici 120 Sinirsel ve psikolojik
bozukluklar (III Basamak) Motosiklet 110 Sinirsel ve psikolojik
bozukluklar (III Basamak)
Kabare Müziği 100
Sinirsel ve
psikolojik bozukluklar (III Basamak) Metro gürültüsü 90 Psikolojik belirtiler (II Basamak) Tehlikeli bölge 85 Psikolojik belirtiler
(II Basamak) Çalar Saat 80 Psikolojik belirtiler (II Basamak) Telefon zili 70 Psikolojik belirtiler
(II Basamak) İnsan sesi 60 Psikolojik belirtiler (I Basamak) Uyku gürültüsü 30 Psikolojik belirtiler (I Basamak)
Çeşitli Kullanım Alanlarının Kabul Edilebilir Üst Gürültü Seviyeleri
Kullanım Alanı Ses Basıncı Düzeyi (gündüz)
dBA Dinlenme Alanları Tiyatro Salonları 25, Konferans Salonları 30, Otel Yatak Odaları
30, Otel Restoranları 35, Sağlık Yapıları Hastaneler 35, Konutlar Yatak Odaları 35, Oturma Odaları 60, Servis Bölümleri (mutfak, banyo) 70, Eğitim
Yapıları Derslikler, Laboratuarlar 45, Spor Salonu, Yemekhaneler 60, Endüstri Yapıları Fabrikalar (küçük) 70, Fabrikalar
(büyük) 80…
Gürültüyü Azaltmak İçin
Alınabilecek Tedbirler:
• Hava alanlarının, endüstri ve sanayi bölgelerinin yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde kurulması,
• Motorlu taşıtların gereksiz
korna çalmalarının önlenmesi,
• Kamuoyuna açık olan yerler ile yerleşim alanlarında elektronik olarak sesi yükseltilen
müzik aletlerinin çevreyi rahatsız edecek seviyede olmasının
önlenmesi,
• İşyerlerinde çalışanların
maruz kalacağı gürültü seviyesinin en aza (Gürültü Kontrol
Yönetmeliğinde belirtilen sınırlara) indirilmesi,
• Yerleşim yerlerinde ve binaların içinde gürültü rahatsızlığını önlemek için yeni inşa edilen yapılarda ses yalıtımı sağlanması,
• Radyo, televizyon ve müzik aletlerinin evlerde rahatsızlık verecek seviyede seslerinin
yükseltilmemesi gerekmektedir.
Sema DUMAN 12 B
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
25
PORTRE
Ekranlardan da
zihinlerden
silinmeyen simalar
l
a
m
e
Ali K
l
a
n
u
S
(1944-2000)
Türk sinemasında
başta İnek Şaban
tiplemesi olmak
üzere canlandırdığı
pek çok tiple sevenlerinin kalbinde
taht kuran Kemal
Sunal, 7’den 70’e
herkesin sevgisini
kazandı.
26
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
T
ürk tiyatro ve sinema
sanatçısı.
Türk Sineması’nın en
büyük komedyenlerinden biri olan
Sunal, peş peşe çevirdiği filmlerle
büyük başarı kazandı.
Babası, Malatya doğumlu,
Migros’tan emekli Mustafa Sunal;
annesi Saime Sunal’dır. Kemal
Sunal’ın, Cemil Sunal ve Cengiz
Sunal adında iki kardeşi vardır.
1981 yılında Ankara BandoMızıka birliğinde askerliğini yaptı..
Sanat hayatı, Vefa Lisesi’nde
amatör olarak “Zoraki Tabip” adlı tiyatro oyunuyla başladı. 1 yıl kadar
Kenterler Tiyatrosu’nda çalıştıktan
sonra uzun süre Ulvi Uraz
Tiyatrosu’nda, kısa süre Ayfer Feray Tiyatrosu’nda, son olarak da
Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda
görev aldı. 1973 yılında Ertem
Eğilmez’in yönettiği “Tatlı Dillim”
adlı filmle sinemaya adımını attı ve
kalabalık kadrolu filmlerde rol almaya başladı.
Türk sinemasında başta İnek
Şaban tiplemesi olmak üzere
canlandırdığı pek çok tiple sevenlerinin kalbinde taht kuran Kemal
Sunal, 7’den 70’e herkesin sevgisini kazandı.
1974 yılında evlendi. Ali ve Ezo
adlarında, biri kız diğeri erkek iki
çocuğu oldu. 1977’de Antalya Film
Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu
ödülünü alan Sunal, oyunculuğu
ve özellikle değişik tiplemesiyle Türk sinemasında komedi
oyunculuğuna yeni bir soluk getirdi. 1990’lı yıllardan itibaren filmleri
kesintisiz olarak televizyonlarda
yayımlanmaya başlandı; ama kendisi bu gösterimlerden hiç para
almadı.
12 Eylül öncesi dönemde
yarım
bıraktığı
üniversiteyi,
Marmara Üniversitesi İletişim
Fakültesi Radyo Televizyon ve
Sinema Bölümü’nden mezun
olarak 1995 yılında bitirdi ve yüksek lisans yapmaya başladı.
Hayatı boyunca toplam 82 filmde
rol aldı. 3 Temmuz 2000 tarihinde
Balalayka adlı filmin çekimlerine
başlamak için Trabzon’a gitmek
üzere bindiği uçakta kalkıştan
hemen önce geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti.
HABABAM SINIFI YASTA
Sunal’ın rol aldığı ve
Türk sinemasının klasik
filmleri arasında yer alan Hababam Sınıfı’ndan
rol arkadaşı sanatçı
Münir Özkul, yaptığı
açıklamada, “Çok, çok,
çok üzgünüm. Şoktayız.
Sanatçılığının ötesinde
çok iyi dostumdu.”
demişti
PORTRE
(Kendi kaleminden)
“1944’de İstanbul’da doğdum. Lise son sınıftayken felsefe
öğretmenim Belkıs Balkır, elimden tuttuğu gibi beni Müşfik Kenter’e teslim etti. Bu arada üniversiteye başladım. Bir süre sonra turneler nedeni
ile öğrenimime ara vermek zorunda kaldım. Kent Oyuncuları’ndan
sonra sırasıyla Ulvi Uraz Tiyatrosu, Ayfer Feray Tiyatrosu ve en son
Devekuşu Kabare Tiyatrosu’nda oynadım. 1972 yılında Ertem Eğilmez’in
beni beğenip seçmesiyle sinemaya adımımı attım. Özel televizyonların
yaygınlaşması üzerine diziler yaptım. Bu sıralarda da üniversiteyi bitirmeyi ve böylece gençlere örnek olmayı kafama koymuştum.
Çünkü Türkiye’nin okuyan insana ihtiyacı vardı. Marmara Üniversitesi
İletişim Fakültesi Radyo-TV ve Sinema Bölümü’nü 1995 yılında bitirdim.
Bu da yetmez deyip yüksek lisans öğrenimimi de tamamladıktan sonra tez müddetim başladı. Bundan sonra da çok özlediğim tiyatroyu ve
sinemayı birlikte yapmayı planlıyorum...”
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
27
SAĞLIK
Çölyak
Hastalığı
Nedir?
Çölyak hastalığının tanımı
Çölyak hastalığı “Glutein” proteinine karşı vücudun geliştirdiği tepkiden dolayı oluşur. Glutein proteini arpa, buğday,
çavdar ve yulaf gibi tahıllarda bulunur. Çölyak hastalığı da bu tahılların alınmasıyla
gelişir. İnce bağırsaklarda ortaya çıkan bu
hastalık nedeniyle bağırsak duvarları düzleşir ve besin emilimini tam anlamıyla yapamaz. Normalde bağırsak duvarları bir
havlunun yüzeyi gibi pütürlüdür. Bu pütürler sayesinde ince bağırsak sindirilmiş besinleri emerek kana karıştırır. Çölyak hastalığı nedeniyle pütürlü yapısını kaybeden
ince bağırsak hızla düzleşir ve insanda
hastalık etkileri görülmeye başlar.
Çölyak hastalığı ve etkileri
Karın şişliği ve gelişim bozuklukları en
büyük etkilerdendir. Kaslarda güçsüzlüğe bağlı olarak titreyen eller ve kollar, ciltte solma, dışkıda parlak ve yağlı görünüm
çölyak hastalığının diğer belirtilerindendir.
Bütün bu belirtilerin yanında kusma ve vücudun şişmesi ile birlikte görülen iştahsızlık, bir kişide çölyak hastalığından şüphelenilmesi için yeterlidir.
Kesin teşhis.
Çölyak hastalığının kesin teşhisi ince
bağırsaktan alınan parçaya bakılarak yapılır bunun yanında kan değerleride çölyak
hastalığının teşhisinde yardımcı faktörlerdendir. Aslına bakarsanız bütün bu bilinenlere rağmen çölyak hastalığı kolayca teşhis edilebilecek bir hastalık değildir.
Çölyak hastalığının tedavisi.
Bu hastalık hakkında kötü bir durum
tam olarak bir tedavi şeklinin geliştirilememiş olmasıdır. Buna rağmen iyi bir perhiz
ve sıkı diyet bu hastalıkla savaşta bizlere
destek olan durumlardır. Bir kişiye çölyak
teşhisi konduğunda hiç vakit kaybetmeden
tahıl ve tahıl ürünleriyle beslenmenin kesilmesi ve bu besinlerin yaşam boyunca alınmaması gerekir.
Sorular ve cevaplar.
Soru: Mesela haftada bir kere diyeti
bozsam ve gluteinli yiyeceklerden yesem
28
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
olur mu?
Cevap: Bu diyeti ömrünüz boyunca uygulamalısınız. Bir kere dahi bozmanız oldukça sakıncalı durumlar ortaya çıkartabilir.
Soru: Diyetimde tam olarak nelere
dikkat etmeliyim?
Cevap: Öncelikle buğday, arpa, çavdar ve yulaf gibi tahıllar ve bunlardan yapılan makarna, pasta, börek, ekmek gibi
hamur işlerinden uzak durmalısınız. Bütün
bunlara ilaveten yeşil çekirdeklerden de
uzak durmalısınız. Çok yağlı, yağda kızartmalar, hayvansal yağlar, alkollü içecekler,
baharatlar, et, sebze konservesi ve salça
yenmesi kesinlikle yasaktır.
Soru: çölyak hastasıyım. Hangi tür
besinlerle beslenmeliyim?
Cevap: Mesela mısır, pirinç, patates
ve bunların unundan yapılmış ürünler yenilebilir. Bunların yanı sıra; taze meyve, sebze, yağsız et av eti, deniz ürünlerinden balık çeşitleri, yağsız kümes hayvanı, yumurta, süt, şeker, bal ve taze olmak kaydıyla
baharatlar yenilebilir.
Çölyak hastalığı ve şifalı bitkiler.
Kestane bu hastalar için çok değerli
bir besindir çünkü çölyak hastaları ekmek
yiyemediği için alamadıkları B grubu vitaminleri kestaneden alabilirler. Diğer yandan bağırsakları kuvvetlendiren fakat glutein içermeyen gıdalarda sıkca tüketilmelidir. Çölyak hastalarının vazgeçmemesi gereken kuru besinler den bazıları ceviz, fındık, kuru incir ve kuru üzüm şeklinde sıralanabilir.
Çölyak sindirim sistemi hastalığıdır.
Yenilen yiyeceklerde bulunan besinlerin
emilmesini önleyen ve ince bağırsakta hasar oluşturan hastalıktır. Bağırsakta sindirim yapmayı sağlayan villus denilen yapının bozulmasına etki eder.
Belirtileri:
Belirtileri her yaş türünde farklıdır. Çocuklarda olan çölyak hastalığının belirtileri
daha olumsuz iken yetişkinlerde ise çocuk-
lara oranla belirtiler daha hafif olarak nitelendirilebilir.
Çocuklarda:
*Boy uzamasının durması
*İshal
*Kusma
*Karında şişlik
*İştah olmaması
*Kilo alamamak
Yetişkinlerde:
*Anemi
*Boy uzamaması
*Kemik inceliği
*Bazı karaciğer hastalıkları
Çölyak hastalığı genetik hastalıktır.
Yani ailede çölyak hastalığının diğer nesillerede geçme olasılığı vardır. Çölyak hastalığı bazen çocuklu yaşlarda ortaya çıkarken bazende erişkin yaşlarda ortaya çıkabilir. Bu hastalığı tetikleyen etmenler olabilir. Stres, hamilelik, geçirilen ameliyat çölyak hastlaığını tetikleyebilecek unsurlar
olabilirler.
Tedavisi:
Çölyak hastalığı için doktora başvurulduğu zaman gluten içeren besinlerden
uzak durulması gerektiğini vurgulayacaktır. Nedir bu gluten içeren besinler; buğday,
arpa, yulaf, çavdar bazı gluten içeren besinlerdendir. Kesinlikle bunların ömür boyu
tüketilmemesine dikkat edilmesi gerekir.
Bu bağlamda normal ekmek, makarna, börek, pasta gibi gluten içeren gıdalardan uzak durmak gerekir. Hastalığın en
kötü yanlarından biride günlük hayatta çok
sık tüketilen bu gıdalardan uzak durulması olsa gerek.
Çölyak hastalığı bağırsaklarda besin
maddelerinin sindiriminin ve emiliminin bozulmasına yol açan bir hastalıktır.
Çölyak hastalığı olan insanlar; buğday, arpa, çavdar ve bir dereceye kadar
da yulafta da bulunan bir protein olan ‘gluten’ e karşı hassasiyet gösterirler. Bu kişiler gluten içeren gıdalarla beslendiklerinde
ince bağırsaklarında oluşan immunolojik
reaksiyonlar sonucu hücrelerde iltihap ve
hasar oluşturur. Oluşan bu hasar sonrasın-
SAĞLIK
Kolay çürüme (K
vitamin eksikliği)
Sinir hasarı =periferik nöropati (B12 ve
B1 vitamin eksikliği)
Kısırlık (adet bozukluğu, düşükler)
Kas güçsüzlüğü
(potasyum, magnezyum yetersizliği)
Saç dökülmesi
İştahsızlıktır.
Teşhis ve
tedavisi
da besin maddelerinin sindirimi ve emilimi
bozulacağından, ishal ve zamanla vücutta
bazı maddelerin eksikliği ortaya çıkar.
Çölyak hastalığı genetik bir hastalıktır ve hastaların yüzde10 kadarında ailede
çölyak hastalığı olan başka bireyler vardır.
Çift yumurta ikizlerinde yüzde30 oranında
görülürken, tek yumurta ikizlerinde görülme oranı yüzde70’tir.
Bazı viral enfeksiyonlar ve stres durumları hastalığın ortaya çıkmasına sebep
olabilir. Her yaşta ortaya çıkarsa da 8-12
aylık çocuklarda ve 30-40 yaş aralığında
daha sıktır. İleri yaşlarda da ortaya çıkabilmektedir. “Latent” veya “sessiz çölyak”
hastalığı ise, bu hastalığa ait tipik bulguların olmadığı fakat kalıtsal yatkınlığı olan
hastalar için kullanılan bir terimdir. Bu hastalarda zamanla çölyak hastalığı yerleşir.
Belirtileri nelerdir?
Emilim ve sindirim bozukluğunun derecesine bağlı olarak Çölyak hastalığı çocuklarda ve erişkinlerde farklı belirtilerle kendini gösterir. Çocuklarda gelişme ve
büyüme geriliği çölyak hastalığının erken
bulgusu olabilir. Karın ağrısı, bulantı, kusma, ishal, huysuzluk, uyuklama, davranış
bozuklukları ve okulda başarısızlık görülebilecek diğer belirtilerdir. Bulguların ortaya çıkması ve şiddetlenmesi yıllar sürebilir.
Çölyak hastalığı erişkinlerde genellikle 3040 yaş civarında ortaya çıkarsa da daha
ileri yaşlarda da görülebilir. Hastalıklı kişilerde belirtiler iki şekilde kendini gösterir:
Emilim bozukluğuna bağlı olanlar
Besin, mineral ve vitamin eksikliğine
bağlı olanlardır.
Hastalarda temel besin kaynakları olan; protein, karbonhidrat ve yağ emilimi bozulmuştur ve en ciddi emilimi bozulan ise yağlardır. Yağ emiliminin bozulması sonucu hastalarda ishal ve şişkinlik şikayetleri ortaya çıkabilir. Karbon hidrat emilim bozukluğu sonucu ise hastalarda laktoz intoleransı ortaya çıkar, bu durum sütlü
yiyecekler sonrası hastalarda karın ağrısı
ve şişkinlik gibi şikayetlere neden olabilir.
Hastalarda beslenme bozukluğu, vitamin ve mineral yetersizliğine bağlı olarak;
Zayıflama ve ödem
Kansızlık (demir ve B12 vitamin eksikliği)
Kemik erimesi (osteoporoz)
Çölyak hastalığından
şüphelenildiğinde, ayrıntılı bir muayeneden sonra bazı kan ve dışkı testleri istenir. Kalsiyum, magnezyum, potasyum,
protein, kolesterol, B12 vitamini, A vitamini, folik asit ve demir gibi bu hastalıkta vücutta eksilebilecek bazı maddelerin kandaki seviyelerinin ölçülmesi, tam kan sayımının yapılması ve iltihap belirteçlerinin kontrol edilmesi yanında; çölyak hastalığının
teşhisinde kullanılan bazı testlerin de yapılması gerekir. Çölyak hastalığının tanısında mutlaka yapılması gereken bir diğer
inceleme, ince bağırsak mukoza biyopsisidir. Özellikle belirgin kilo kaybı, karın ağrısı, kansızlık, gece terlemeleri ve kanama
gibi bulguları olan hastalarda bu incelemelerin yapılması ve gerektiğinde bilgisayarlı batın tomografisi gibi başka görüntüleme yöntemlerine başvurulması gerekebilir.
Erken dönemde teşhis edilmediğinde çölyak hastalığı ciddi problemlere yol açabilir. Yukarıda tarif edilen bulgulara benzer
şikayetleri veya ailesinde çölyak hastalığı
öyküsü olanların bir iç hastalıkları uzmanı veya gastroenteroloji uzmanına başvurmaları gerekir. Çölyak hastalığı olanların
yüzde10 kadarında; anne, baba, kardeş
veya çocuklarında da aynı hastalık görülebilir. Gebelik döneminde kansızlığı belirgin
ölçüde şiddetlenen kadınların çölyak hastalığı yönünden araştırılması gerekir.
Çölyak hastalığında tedavinin temelini
sıkı bir glutensiz diyet
uygulanması oluşturur.
Bu amaçla gluten içeren
tahıl ürünleri (buğday,
arpa ve çavdar) kullanılarak yapılan gıda maddelerinin kesinlikle yenmemesi gerekir. Pirinç,
mısır, patates ve soya
unundan yapılmış ürünler yenilebilir. Meyve,
sebze, yumurta ve et
ürünlerinin yenmesinde
sakınca yoktur.
Gluten içermeyen
bir diyetin uygulanması normal beslenmeye
göre daha pahalı, güç
ve sıkıcı olabilir. Bu nedenle kesin tanı konulmadan bu tür bir diye-
tin uygulanması tavsiye edilmez. Bu hastalarda laktoz eksikliği (laktoz intoleransı)
de olabildiğinden başlangıçta süt ve sütlü
gıdaların alınmaması önerilir.
Glutensiz diyete başlanmasından günler sonra şikayetlerde azalma görülmeye başlar. Şikayetlerin tamamıyla ortadan
kalkmasına rağmen bağırsak mukozasının
tamam olarak iyileşmesi bazen 2 yıl kadar
sürebilirse de bağırsak mukozasındaki iyileşme genellikle 3-6 ay içinde gerçekleşir.
Çölyak hastalığında ilaç
tedavisi yoktur
Sıkı bir glutensiz diyet uygulayan hastalarda hastalık genelde iyi bir gidiş gösterir. Tedavi edilmeyen vakalarda uzun dönemde (20-30 yıl) ortaya çıkabilecek ciddi
bir hastalıklar arasında; ince bağırsak lenfoması, ince bağırsak ülserleri ve kollajenöz çölyak hastalığı sayılabilir. Sıkı diyet
ile kansere dönüşüm engellenebilir.
Prof. Dr. Yavuz Baykal
Memorial Hastanesi İç Hastalıkları
Bölüm Koordinatörü
Çölyak Hastalığı
Çölyak, genetik kökenli bir ince bağırsak alerjisidir. Bu alerjinin buğday, arpa,
yulaf ve çavdar gibi tahıllarda bulunan ve
günümüzde pek çok gıdada (bisküvi, reçel
gibi) kıvam verici madde olarak kullanılan,
gluten adlı proteine karşı ince bağırsağın
ömür boyu süren bir hassasiyet göstermesinden kaynaklandığını belirtiliyor.
Uzmanlar çölyak hastalığını: “Yediğimiz her yiyecek yemek borusundan mideye, mideden ince bağırsağa, oradan da kalın bağırsağa gider. Midede hazmedildikten sonra sağlığımız için gerekli olan tüm
besin maddeleri ince bağırsakta bulunan
villus çıkıntıları sayesinde emilerek kana
karışır. Villuslar olmadan vücut hiçbir besin
maddesini ememez.
Derya EROL
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
29
SAĞLIK
Her İnsan Kendi Temizliğinden
Sorumlu Olmalıdır.
Hijyen nedir,
ne önemi vardır?
S
ağlığa zarar verecek ortamlardan korunmak amacıyla yapılacak uygulamalar ve alınan
temizlik önlemlerinin tümüne hijyen
denir.
Her insan kendi temizliğinden
sorumlu olmalıdır. Çocuk yaşlarda
anne, baba ve öğretmenler tarafından çoğu zaman bizzat yapılarak öğretilen temizlik uygulamalarının, çocukluktan sonra bireyin kendisi tarafından yapılması gerekmektedir. Örneğin; tuvaletten sonra hiçbir şeye
dokunmadan ellerin yıkanması bir
alışkanlık olmalıdır.
Temizliğin sadece görünür kirlenme olduğunda yapılması yeterli değildir. Örneğin; uykudan uyanınca yüzün yıkanması, çamaşırların değiştirilmesi, gündelik temizlik uygulamalarıdır.
Temiz insanın tabiatı zinde, vücudu sağlamdır. Her gün bayağı, pis işlerle uğraşan insan, çok kere kirlenir,
pislenir. Bunlardan temizlenmesi gerekir. Çünkü kirlilik, pislik çeşitli hastalıklara sebep olduğu gibi, insanların rahatını, huzurunu da kaçırır. Öyle
haller vardır ki, insanın pislenmemesi, kirlenmemesi mümkün değildir.
Temizliğin en önemli iki maddesi su ve sabundur. Gelişmiş toplumlarda kişisel temizlikte en fazla kullanılan malzemelerin başında su ve
sabun gelmektedir. Bununla birlikte
banyo süngerleri, lifleri, diş fırçaları,
el ve ayak temizliği ile vücut temizliğinde kullanılan fırçalar, tırnak makası ilk akla gelen temizlik araçlarıdır. Bunların tümü başkalarıyla paylaşılmaması gereken, kişisel temizlik
araçlarıdır.
El Temizliği
Vücudumuzun en fazla kirlenen
ve gözle görülmeyen zararlı mikroorganizmalarla en çok karşılaşan
bölümleri ellerimizdir. Bulaşıcı hastalıkların yayılmasını, çatlakların oluşumunu önlemek için en etkin yöntemlerden biri
el temizliğini sağlamaktır. Kötü el hijyeni ve yetersiz el yıkama yılda milyonlarca Gastrointestinal
hastalık görülmesine,
onbinlerce Hepatit-A
olgusuna ve ölümlere neden olduğu,
başta Rota virüs olmak üzere tüm hastalık yapıcı etmenlerin bu yolla bulaştığı
bir gerçektir. Bilhassa tuvalet öncesi ve
sonrası, yemek yemeden önce el yıkamaya bu nedenle
önem verilmeli ve el
yıkama bir alışkanlık
haline getirilmelidir.
Tırnak temizliği
ve bakımı da olduk-
ça önemli bir konudur. Sağlıklı bir tırnak haftada 1 milimetre kadar uzar.
Şeffaf, pürüzsüz, hafif kabartılı, tırnak
dipleri pembe renkli ve uçları yarı şeffaf olmalıdır. Tırnağı saran deri düzgün olmalıdır. Tırnak uçları tıpkı eller
gibi mikroorganizmalar için güzel bir
yerleşim alanıdır. Bu sebeple tırnaklar çok uzamadan kesilmeli ve fırçalanarak temizlenmelidir. Tırnaklar yeterli şekilde temizlenmediğinde mantar, dolama, soyulma, kırılma ve çatlaklar rahatlıkla oluşabilir. El tırnakları
oval, ayak tırnakları kare şeklinde kesilir. Kesme işleminden sonra da eller ve özellikle tırnak çevresi özenle yıkanmalıdır. Oje, aseton ve cilalar tırnaklarda soyulma ve kurumaya
neden olduğundan gereğinden fazla
kullanılmamalıdır.
Vücut Temizliği
Vücut temizliği derinin kir ve salgılardan arındırılması için, sabun ve
37-38 oC sıcaklıktaki suyla yıkanmasıdır. Her gün, değilse iki günde bir,
en geç haftada bir defa yıkanmalıdır.
Su ile temasın vücudun elektrik yükünü dengelediği, ılık/sıcak suyla yıkanmanın asabî ağrıları azaltıp giderdiği,
çeşitli romatizmal hastalıklara iyi geldiği, günlük gerginlikleri azalttığı, ferahlık ve zindelik verdiği, kan dolaşımını uyardığı, cilt sağlığına iyi geldiği bilinmektedir. Bu faydaların bir kısmı, soğuk duş/banyo ile de temin edilebilmektedir. Soğuk duş alamayanların, hiç olmazsa ılık-sıcak duştan
sonra el, kol, yüz, ayak ve bacaklarını
soğuk suya tutmaları faydalı olur. Aşırı sıcak su ile temas ve aşırı keselenme cilt sağlığını bozar.
Temizlenmede herkesin kullandığı havuzlardan uzak durulmalı, tedavi maksatlı olanlar dışında durgun su
ve küvette yıkanmamalıdır. Uzakdoğu ve Batı’da küvet ve fıçı gibi durgun suda yıkanma alışkanlığı yaygındır. Temizlik ve sağlık için uygun olanı
duş tarzındaki yıkanmadır.
Mutlu ÇAYLAK
YURDUM KÖŞESİNDEN
“Fıratın Koynunda Yatan,
Aziz Şehir El-Aziz”
Elazığ, Doğu Anadolu da Tarihi Harput Kalesinin bulunduğu
tepenin eteğinde kurulmuş bir şehirdir. Deniz seviyesinden 1067
metre yükseklikte bulunan şehir
hafif meyilli bir zemin üzerindedir.
Elazığ’ın yerleşim yeri olarak tarihi yeni olmakla beraber bölgenin
tarihi oldukça eskidir. Bu nedenle
Elazığ tarihini, Harput un tarihi ile
birlikte ele almamız gerekir. Harput ve çevresi, 26 Ağustos 1071
Malazgirt muharebesinden sonra
kesin olmamakla beraber 1085
yılında Türklerin eline geçmiştir.
Bu ise Selçuklular devrine rastlamaktadır. Harput’un ilk Türk
hakimi Çubuk Bey’dir. Çubuk Bey, burada diğer Selçuk ümerası gibi Selçuklu
Sultanına bağlı olmak şartıyla bir Hükümet kurmuştur.
Osmanlı devletinin son yıllarında Malatya ve Dersim
Sancakları da buraya bağlanmış 1921’de bu iki sancakta Elazığ’dan ayrılmış-
32
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
tır. Sultan Abdülaziz’in tahta çıkısının 5. yılında Hacı Ahmet İzzet Pasa devrinde buraya tayin edilen Vali İsmail paşanın teklifi ile 1867 yılında “Mamurat-ül -Aziz” adı verilmiştir. Fakat telaffuzu güç olduğundan halk arasında
kısaca “EL AZİZ” olarak söylenegelmiştir. Atatürk’ün 1937 yılında
şehre teşrifleri sırasında “Azık İli”
anlamına gelen “ELAZIK” adı verilmiş, bu isim daha sonra “ELAZIĞ” ’a dönüşmüştür.
Çayda Çıra Oyunu:
Bu oyun, Elazığ’ın Harput
Bucağından derlenmiştir. Oyun
“Mumlu Dans” namıyla dünyaca
tanınmaktadır. ”Çayda Çıra” oyunu hakkında çeşitli efsaneler
vardır. Ancak, bunlar dilden dile dolaşan çeşitli halk masallarına benzemekte ve diğer şehirlerimizde anlatılan efsanelerin bir
varyantı ya da değişikliğe uğramış bir şekli olarak anlatılmaktadır.
Oyun, orijini itibariyle aydınlatma amacı güdülerek ortaya çıkmıştır. Araştırmamızda halk
arasında söylenen çeşitli efsaneler tespit ettik. Bunlardan bir örnek: Efsaneye göre Hazar Gölü kenarında
bir köyde birbirini seven iki genç, gizlice buluşmaktadırlar. Erkeğin buluşma
yerine gidebilmesi için gölü yüzerek geçmesi gerekmektedir. Buluşma gece olduğundan, kız çıra (Dındik)
yakarak gence yerini belli
YURDUM KÖŞESİNDEN
etmektedir. Genç ise, ışığa doğru yüzmekte ve böylece sevgililer
buluşmaktadır.
Bu durumu sezen kızın babası, buluşmanın yapılacağı bir
gün erkeğin yüzerek gölün ortalarına geldiği sıralarda çırayı
söndürür ve genç sevgilinin gölde boğulmasına sebep olur. Bunu fark eden kız da kendini suya
atar, o da kaybolur. Bunun üzerine bütün köylü toplanarak ellerindeki “Çıra” larla iki sevgiliyi aramaya başlarlar. Efsaneye göre,
bu olay üzerine ağıtlar yakılmış,
türküler söylenmiş ve çıra ile arama olayı oyunlaşarak günümüze
kadar gelmiştir.
Giyim Tarzı
Şehir merkezinde kadınlar
modern giyimi takip ederler. Bununla birlikte orta yaşın üzerindeki kadınların manto giyip başlarına örtü taktıkları görülmektedir.
Erkek Giyimi :
Başa fes takılır, astane mendil büyüklüğünde “Puşu” takılır.
Yaşlılar yazma bağlarlar. Paçaları
dar, üst kısmı geniş, beli uçkur ile büzülen çuha şalvar giyilir. Düz
beyaz veya siyah-beyaz renkte
çizgili, pamuklu kumaştan, içlik
veya giyme adı verilen bir iç gömlek giyilir. Bu gömlek kollu, yakasız veya hâkim yakadır. Gömleğin üzerine şalvarın kumaşından
“avcı yeleği” denilen bir yelek giyilir. Bele beyaz ipek veya şa1 adı verilen “acem kuşağı” bağlanır.
Ayağa poçikli çarık ve yün örme
çorap giyilir.
Kadın Giyimi :
Harput kadınının en eski giysi tipidir. Bu tip giysiyi bugün dahi
dağ köylerinde görmek mümkündür. Yaklaşık 150-200 sene öncesinde bu tip giysi hâkimdi. Bu
giysi üç parçadan meydana gelmiştir.
1)- Şalvar
İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmakta ve iç kısmı astarlanmaktaydı. Şalvarın
boyu oldukça uzun o-
lup bilek kısımlarına kaytan geçirilmekte ve diz altından bağlanmaktadır. Böylece şalvar bir etek
görünümünde dökümlü olarak ayak bileklerine inmektedir. Şalvarın bel kısmı da uçkurla büzülmektedir.
2)-İçlik
İpekli veya pamuklu kumaştan yapılmaktaydı. Yakası yuvarlak, önü açık, kopça ile iliklenmektedir. İçliğin yanları yırtmaçlıdır.
3)- Üçetek
NOT: Oyun giysilerinde kullanılan takılar şunlardır: Göğüs üzerine çaprazlama dizilen beşibirlik dizisi, camdan bilezik “Şeve” gümüş veya altın küpe ile yüzük kullanılır.
Yemekler
Kelecoş:
Salçanın ve soğanın yağda kızartılmasıyla soğaraç elde edilir.
Soğaraca kurut ayranı ilave edilir.
Bu karışıma tandır ekmeği doğranır ve üzerine dağlanmış tereyağı
dökülerek servise sunulur.
Lobik Çorbası:
Pamuk ve bostan tarlalarının
civarına ekilen lobik, fasulye gibi olup küçük tanelidir. Bir tencerede önceden zifiri (soğraç) yapılır, üzerine su ilave edilip kaynatılır. Lobik ve döğme temizce yıkanır, tencereye bırakılır, 1-2 kaynar geldikten sonra çorba servise
hazır hale gelir.
Harput Köfte (İri Köfte):
Dilinmiş kuru soğan, maydanoz, toz biber, tuz, yağs ı z
kıyma, ufak bulgur biraz suyla bir
leğende iyice yoğrulur. Fındıktan
biraz büyük parçalara bölünerek
bir kaba, başparmakla işaret parmağı arasında sıkıştırılarak tek
tek tekerlek şeklinde dökülür. Ayrı bir tencerede kaynayan yağlı ve salçalı suya katılarak pişirilir.
Sırın:
Taze yufka (yuha) ekmeği rulo haline getirilip 3 cm eninde parçalar haline getirilerek bir tepsiye
dizilir. Tepsiye dizilen ekmeklerin
kesik tarafı tepsiye dik gelecek
şekilde ve sıkıca dizilmesine dikkat edilmelidir. Üzerine daha önce hazırlanmış bolca sarımsaklı yoğurt dökülür ve eritilmiş tereyağı
HARPUT KALESİ
(SÜT KALESİ):
Kale Harput’un güneydoğusunda ovaya hakim yalçın kayalar üzerinde bulunmaktadır. Coğrafi durumu bakımından tarih boyunca önemli bir kale olarak bilinmektedir. Kale’nin ön yüzü yaklaşık 75 - 80, güneyi 150 - 200,
yanları ise 400 - 450 metre arasında olup, yüksekliği yer, yer değişmektedir. Kalenin asıl yapısı
M.Ö. takriben 900. yıla aittir. Urartular devrinde yapıldığı bilinmektedir. Bu
kale çeşitli tarihlerde onarımlar görmüş ve önemli ölçüde
günümüze kadar gelebilmiştir. Diğer gezilecek
ve görülecek
yerler de Ağa
Camii, Alacalı Camii, Ulu
Cami-
YURDUM KÖŞESİNDEN
karayolu üzerindeki sahilde çok
sayıda balık lokantası hizmet vermektedir.
HAZARBABA KAYAK
MERKEZİ:
i, Kurşunlu Camii, Harput Süryani
Kadim Meryem Ana Kilisesi, Buzluk Mağarası, Cemşit Bey Hamamı, Harput Dabakhane Suyu gibi
birçok gezilecek yerleri de vardır.
HAZAR GÖLÜ:
Elazığ’a 22 km. Uzaklıkta, Elazığ - Diyarbakır karayolu güzergahında olup, Hazarbaba ve
Mastar dağları arasına sıkışmış
tektonik bir göldür. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinin kendine has plajları olan su sporları ve balık avcılığı yapılan en önemli gölüdür. Uzunluğu 22 km.
genişliği 5-6 km. olan göl, günün
her saatinde değişik görünüm kazanarak mavinin ve yeşilin her tonunu gösterir. Suyu berrak, sodasız ve tuzsuzdur. Çevresinde
25’e yakın kamu kurum ve kuruluşlarına ait eğitim ve dinlenme
tesislerinin yanı sıra Turizm Bakanlığından belgeli otel, motel lokanta ve günübirlik piknik alanı,
ayrıca özel kuruluşlar tarafından
işletilen balık evleri bulunmaktadır Son zamanlarda çevresinde
çok sayıda ikincil konutlar ve yazlıklar ile tatil sitelerinin yapıldığı
göl, çevre illerin de faydalandığı
tatil merkezi konumundadır.
KEBAN BARAJI:
Keban Baraj Gölü Türkiye’nin
en büyük yapay gölüdür. Doğal
Göller arasında 675 km2’lik alanıyla 3.sırada yer almaktadır. Baraj Gölünün Murat vadisi boyun-
34
ca uzunluğu 125 km.dir. Genişliği yer yer değişmektedir. Keban baraj gölünde elektrik üretiminin yanı sıra su avcılığı yapılmakta ve balık üretimi de gerçekleştirilmektedir. Enerji açısından Türkiye’nin ilk büyük yatırımlarındandır. 1965 yılında yapımına başlanılmıştır. 1974 yılında ilk
4 büyük tribünü, 1981 yılında da
diğer 4 tribünü devreye girdi. Barajın toplam kurulu gücü 134 Megawatt olup yıllık enerji üretimi
7,5 Milyar KW/Saat ’dir. Kurulduğunda Türkiye’de üretilen elektriğin %20 sini tek başına karşılayan santral şu an tüketilen toplam
elektriğin % 8’ini karşılamaktadır.
Keban barajının yapımından sonra 64.100 hektar büyüklüğünde
bir baraj gölü meydana gelmiştir. Oluşan gölün etrafında Elazığ
ve çevre illerin halkının da faydalandığı
eğlence
ve mesire yerleri mevc u t t u r.
Özellikle üzerinden
üç ilçeye
feribotla geçiş
veren
gölün iskelelerinde ve
ElazığBingöl
İlimiz Sivrice ilçesinin güneyinde bulunan 2.347 metre yüksekliğindeki Hazar baba dağında
yapılan “Hazarbaba Kayak Merkezi” 1999 yılında faaliyete geçmiş olup, kayak sporuna elverişli pisti, telesiyeji ve yeme içme
imkânları ile günübirlikçilere hizmet vermektedir. İlçenin turizmine hayat veren Hazar Gölünde
her yıl büyük çapta su sporları
gösterileri yapılmaktadır. İlçe’nin
turizmine büyük katkısı bulunan Hazar Gölü ne tepeden selam verir gibi mağrur bir şekilde
duran ve 1850 m rakımda her tür
güzelliğe hâkim bir şekilde duran
ve 1997 yılından beri yöre insanına hizmet veren HAZAR BABA kayak merkezinin yararlarını
da unutmamak gerekir. Gerçekten kurulduğundan bu yana ilçede turizm yönünde gözle görülür
büyük bir canlılık meydana gelmiştir. Mevcut haliyle konaklama
tesisi mevcut değildir. Ancak özel müteşebbislerin bu konuda
girişimleri vardır. Şu andaki talebe cevap verebilecek 1100 metre kayak pisti ve mekanik tesisler
standartlara uygundur.
RABİA ZEHRA AKGÖL
RÖPORTAJ
Başakşehir Lisesi Başarılarıyla
İlçemizin Gururu Olmaya Devam Edecek
Rabia Akgöl: Bize kendinizden biraz bahseder misiniz?
Ömer Özkan: 1960 Kayseri doğumluyum.
İmam Hatip Lisesi mezunuyum. İlahiyat fakültesi
okudum ve dokuz yıl Elazığ’da öğretmenlik yaptım. 1993 yılında İstanbul’a geldim. Semiha Ayıverdi Anadolu Lisesi’nde Müdür Yardımcısıydım.
1995 yılında devlete istifamı verip özel sektöre
geçiş yaptım. 4. Etap’ta bulunan Çınar Koleji’nin
il kurucusuyum. Sekiz yıl Çınar Kolej’inde Genel
Müdürlük yaptım ve oradan ayrıldım. Dershanecilik sektörüne geçtim. Çözüm dershanesinin kurucusuyum. Bağcılar ve Başakşehir’de iki tane
şubemiz var. En son mahalli idareler seçimine
katılarak Başak mahallesinde muhtar adayı oldum. Büyük bir teveccühle muhtarlığı kazanmış
olduk. Evliyim ve beş çocuğum var. İki kızım evli
dört tane torunum var.(Allah Bağışlasın gülümseme) Bir oğlum üniversite bitirdi, askerliğini yaptı yeni geldi. Diğer kızım okul öncesi öğretmenlik
okuyor. Küçük kızımda Ahmet Kabaklı İlköğretim
okulunda sekizinci sınıf okuyor.
Mert Can İmirhan: Eğitim ve öğrenim hayatınızda nasıl bir öğrenciydiniz?
Ömer Özkan: Eğitim ve öğretim yıllarımda çok çok sivri bir öğrenci değildim ama iyi bir
öğrenciydim. Lise bir döneminde gençlik teşkilatı vardı ve ben orda bir sunum hazırlayıp seminer vermiştim. Elli kişiye seminer vermiştim. Yani
sosyal ve aktif bir hayatın içindeydik. Okul faaliyetlerine katılırdım. Liseyi bitirdiğimde ilk on içerisindeydim. Üniversitedeyken daha rahattım ve
evliydim, hem çalışıyor hem okuyordum.
Mutlu Çaylak: Başakşehir halkını nasıl
buluyorsunuz?
Ömer Özkan: Başakşehir halkının çoğu
Anadolu’nun çeşitli şehirlerinden gelmişler, iş kurmuş, inançlarına, geleneklerin, örf ve adetlerine
bağlı, insanları seven birbirine saygı duyan insan
topluluğu olarak görüyorum. Ben Başakşehir’in
yaşanacak yer olduğunu düşünüyorum.
Rabia Akgöl: Muhtar olmaya nasıl karar
verdiniz?
Ömer Özkan: Muhtar olma düşüncesi hiçbir
zaman aklımda olmamıştı ama bir önceki seçimde muhtar olan arkadaşım bu seçimlere 2 ay kala
aday olmayacağını söyledi. Bende düşündüm
birtakım eğitimci öğretimci arkadaşlarla istişare
ettik konuştuk, o arkadaşımda aday olmayınca biraz sorumluluk gibi gördüm kendimde ve muhtar olmay a karar verdim.
Çok ani gelişti her şey ve iki ay gibi kısa
bir süre zarfında gerçekleşti.
Mert Can İmirhan: Muhtarın görevleri nelerdir?
Ömer Özkan: Muhtar bağımsız bütçesi olan, iş makineleri olan veya bir takım maddi
imkânları olan bir birim değildir. Muhtar, halkın
içinden çıkmış ve halkın sorunlarını ilgili yerlere
ulaştıran insandır. Bizim tabi ki resmi evraklarla
ilgili sorumluluklarımız da var yerleşim yeri belgesi, nüfus cüzdanı sureti bu gibi evraklar var. Muhtarlıkça verilmesi gereken evraklar tebligatlar var.
İnsanlara ulaştırılması gereken bir tebligat var fakat evinde bulamadığı vatandaşın evinin kapısına tebligatınız muhtarlıktadır yazıyor bizde vatandaşlar gelince tebligatı ona teslim ediyoruz
mahallelinin sorunlarını tartışıyoruz. Sorunları ilgili makamlara ulaştırmaya çalışıyoruz.
Mutlu Çaylak: Muhtar olmanın kötü ve zor
yönleri nelerdir?
Ömer Özkan: Muhtar olmanın kötü yanları
var tabi ki mesela bir vatandaş arayıp su borusu patladı yardım edin diye telefon açıyor tabi bununla ben ilgilenmiyorum yetkili makamlara iletiyorum. Bir köy olsa herkesi tanırsın fakat biz şu
anda 60 bin kişilik bir mahallede yaşıyoruz. Bu
anlamda da tabi ki herkesi mutlu etmek memnun
etmek mümkün olmadığı için zor yönleri diyebiliriz. Ama bizim mahallemizin altyapı sorunları yok
çoğu yere göre bizim mahallemiz çok daha güzel ve temiz.
Rabia Akgöl: Başakşehir lisesi ve öğrencileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ömer Özkan: İyi şeyler düşünüyorum ve
her zaman için Başakşehir lisesine sahip çıkmaya çalışıyorum bütün velilere de söylüyorum
“okulumuza sahip çıkalım diye ’’ bana diyorlar ki
çocuğumuzu göndereceğimiz bir okul yok bir takım sıkıntılar yaşandı evet ama
buraya giden insanlar da senin
benim oğlumkızım bizim
bu okula sahip çıkmamız laz ı m .
Ben
Başakşehir lisesinin birkaç yıldır iyi olduğunu
hele bu son zamanlarda daha da iyi olduğunu görüyorum zaten sık sık ziyarete geliyorum. Daha
da iyi olacağına inanıyorum.
Mert Can İmirhan: “ Genç Başak “ dergimiz hakkında neler düşünüyorsunuz önerileriniz nelerdir?
Ömer Özkan: Daha iyi olabileceğini düşünüyorum içeriğinin daha zengin öğrencinin daha
etkin olabileceğini düşünüyorum. Daha fazla öğrencinin birtakım şeyler sunup üretmesi daha iyi
olur. Zaten ben yunus hocayı tanıyorum okullardaki başarısını biliyorum şu anda bu okulun dergi
çıkarması bile müthiş bir şey.
Mutlu Çaylak: Başakşehirde ki eğitim sorunları nelerdir.
Ömer Özkan: Okulların yetersiz olması sınıfların kalabalık olması Anadolu ve meslek lisesinin olmaması 100 bin nüfuslu bir ilçede bir tane
lise olması gibi sorunlarımız var. Özel okullar var
ama herkes özel okula gönderecek maddi güce
sahip değil bu sorunla uğraşıyoruz.
Rabia Akgöl: Son olarak Başakşehir halkına iletmek istediğiniz duygu ve düşünceleriniz nelerdir?
Ömer Özkan: Olumlu düşünmek çok önemli. Her şeyin başı eğitim. Başakşehir halkı da bu
eğitimi desteklemeli ve öğrencilerin arkasında
durmalıdır.
Rabia Akgöl
Mutlu Çaylak
Mert Can İmirhan
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
35
DENEME
İnsan Hakları
İ
nsan hakları, tüm insanların sahip oldukları, temel
hak ve özgürlüklere denir. İnsan hakları ırk, din,
dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların
yararlanabileceği haklardır. Bu hakları kullanmakta herkes eşittir. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali
içerir. Bu terimi kullananlar bu alanda olanı değil,
olması gerekeni dile getirirler.
İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık
açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına
dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim
yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu
özgürlükler başkalarının haklarını saygılı olmakla bu
hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir
başka değişle birçok hakkın yanında bir sorumluluk da
bulunmaktadır.
Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından
eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Ve birbirlerine
karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidir.
tarihinde insan haklarıyla ilgili önemli aşamalar
gerçekleşmiştir. Bunlardan biri 1215 tarihli Magna
Carta’dır. İngiliz hukuk tarihi için ayrı bir önemi olduğu
kadar günümüzde uluslararası hukuk ve anayasa hukuku içinde önemlidir. Modern insan hakları hukukunun
büyük bir kısmının ve insan haklarının en modern insan
yorumlarının görece yakın tarihte izleri sürülebilir. 1689
tarihli İngiliz yurttaş hakları beyannamesi birleşik krallıkta
baskıcı hükümet uygulamalarını yasa dışı saymıştır. 18.yy
‘da iki büyük devrim meydana geldi. 1776’da ABD’de ve
1789’da Fransa’da bunlar ciddi hak kazanımları sağlayan
iki sonucun elde edilmesine sebep oldu. Bunlar Amerika
bağımsızlık bildirgesi ve Fransız insan ve yurttaş hakları
bildirgesidir. Bunlar bir dizi hak ve özgürlükler sağlamıştır.
Görüldüğü üzere insanlar geçmişten bu güne kadar
hak ve özgürlükleri için çalışmalar yapmış ve birçok konuda başarılı olmuştur. Fakat önemli olan insanların bir
çok hakka sahip olması değil kendi hakları konusunda
bilinçli olması ve haklarının doğru yerde, doğru zamanda
kullanabilmeleridir.
HEZAR GEZİCİ
11/FEN C
İnsan ve İnsan Hakları
İnsan üstün bir varlıktır. Öyle ki evrendeki herşey insan
için varolmuştur.
İnsanıun yaşamındaki durumu, hayatta nerde, nasıl
varolacağı farklılık gösterebilir, iyi zengin bir ailenin çocuğu olabileceği gibi fakir bir ailenin çocuğu olarakta dünyaya gelebilir. İnsan geldiği mevki, makam, sahip olduğu
para, çalışkanlığı gibi nedenlerle değil, insana insan olduğu için sahip olduğu haklar tanınmıştır.
Geçen haberlerde gördüğüm bir olay çok dikkatimi
çekti. Afrikalı bir çocuk insan görünümünden o kadar uzaktı ki hatta spikerlerin söylediğine göre vücudu bir ölü vücudu gibi kokuyormuş. Bulunduğu yerde ise bir akbaba karnını doyurmak için çocuğu izliyormuş. Bu durumu fark
eden Avrupalı bir gazeteci de bunun çok iyi bir haber olabileceğini düşünerek olup biteni çekmeye
başlamış ve akbabanın çocuğu parçalayıp karnını doyurmasına seyirci kalmış.
Şimdi burada akbabanın karnını doyurma, habercinin haber yapma hakkı var.
Peki hangi insanın haklarından bahsedebiliriz bu durumda? Fakir insanın mı?
Zengin insanın mı? Güçlü insanın mı?
Haklı insanın mı? Beyaz insanın mı? Siyah insanın mı?
Evet dünyaca kabul edilmiş temel haklar var.Birleşmiş Milletler Kurulu tarafından
10 Aralık 1948 yılında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olarak kabul edilmiş. İnsanın insan olmasından doğan bu hakların söz konusu durumu sadece litaratürlerde... İnsan olabilmek için dünyadaki haklarımızı istemek zorundayız. Bu hakların başında ise ; yaşama, sağlık,
eğitim, düşünce özgürlüğü hakkı yer alır. En te-
36
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
meli ise yaşama hakkıdır. Çünkü, hayat kutsaldır. İnsan olmak isteyen başka insanlarında haklarına sahip çıkmaktır aslında. İşte o zaman insan olmanın gerektirdiği haklardan bahsedebiliriz.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi kişiyi, kişiliğini, insanlığı özü ile yaşatacak kurallardır. Hakkımıza ve haksız insanların haklarına sahip çıktığımız sürece insana yakışır
bir şekilde yaşayabileceğimiz hakları uygulamış oluruz.
TUBA NUR YILDIZ
İnsanı İnsan
DENEME
İ
nsan hakları kişiyi özü ile yaşatacak kurallar demektir. Bu
kurallar insanı insan yapan kurallardır. İnsan hakları resmi
olarak 10 Aralık 1948 yılında başlamış olarak kabul edilse de,
Dünya oluşalı insana, insan haklarına her çağda zamana uygun olarak saygı gösterilmiştir. Fakat tarih boyunca insanların
kendi istekleri dışında yaşamak zorunda bırakıldıkları dönemlere rastlanmıştır. Kullara kulluk etmek, işkenceler, kölelik bu
yaşantıya örnek gösterilebilir.
Özgürlük anlayışı insanların hoşnutsuzluklarının artık
dayanılmaz bir hal aldığı dönemde ortaya çıktı. İnsanlar haklarını
savunmak adına Kral John’dan bazı isteklerde bulundular. Ortaya konan kararlı tavır sonunda bu istekleri kabul edildi ve ilk
kez insan hakları konusunda sözden öteye geçildi. İnsanlar
yaşayışlarında ve hayati konularında eşittirler. İnsan hakları da
bunu savunur. İnsan haklarını, insanın kendisi değil, yasalar eşit
olarak hiçbir ayrım yapmadan koruyacaktır. İnsan hakları, tüm
insanların sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerdir. Bu hakları
her insan kullanabilir ve kullanmakta eşittir.
Bu hakların resmi olarak var olmasına rağmen günümüzde
hala insanlar tam anlamıyla eşit sayılmazlar. Bizler sıcacık
evimizde yemeğimizi yerken, dondurucu soğuklarda yiyecek
bir parça ekmek bulamayan insanlar var. Eşitlik, insan hakları
biz evde rahatımız yerindeyken kardeşlerimizin dışarıda
yaşam savaşı vermeleri midir? Bir parça ekmek uğruna insanlar ölmemeli. Ya da insanın insana hükmetmesi onu ezmesi
Yapan
Haklar
hangi insana yakışır? Bu tür davranışlar insanlık dışı
davranışlardır. Asla insan, insanın efendisi olamaz.
Her insan doğuştan sahip olduğu hakları kullanmalı
ve hiç kimse kendine yapılmasını istemediği bir şeyi
başkasına yapmamalıdır.
İnsan hakları Evrensel Beyannamesinin 1. Maddesinde açıklandığı gibi “ Bütün insanlar hür, haysiyet
ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana
sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile
hareket etmelidirler.”
ECE AKÇAY
Son
Gecenin zifiri karanlığında evine doğru hızlı adımlarla yürüyordu. Bir yandan adımlarını
sayıyor, bir yandan da kim bilir belki de hayatının son hareketli gününün değerlendirmesini
yapıyordu. Sokak lambasının altına geldiğinde durdu. Başını hafifçe havaya kaldırdı. Işığa
doğru her hareketi hüsranla sonuçlanan sineğe bakınca içinden derin bir ‘Ah’ çekti. Acaba
o da hayatı boyunca bu sinek gibi her seferinde aşılmaz duvarlara çarpıp geri mi dönmüştü? Gerçi sinek onun aksine her yenilgide ışığa yönelmeyi başarabilmişti. Acaba o bu kadar özverili olabilmiş miydi?
Kafasını kurcalayan bu düşüncelerle dakikalar boyunca aynı yerde kalakaldığını fark
edememişti. Hafifçe silkindi. Tekrar evine yöneldi. Kapının zili bir farklı çalmıştı sanki. Çaldı, çaldı, çaldı. Hayatında kimsenin kalmadığını unutmuş gibiydi. Elini cebine attı. Bir hışımla kapıyı açtı. Kapıyı açmasıyla yatağa kendini atması bir olmuştu. Düşünecek bir ömür
vakti olduğunu fark etmesi onu çileden çıkarmaya yetmişti. Evet, tek yapacak uğraşı olan
işi bugün son bulmuştu. Buna emeklilik denemezdi.’Resmen işkence’ diye geçirdi içinden.
Ona göre buna yaşamak denmezdi.
Günlerin birbirini kovaladığını bile fark edemiyordu. Günler gerçekten çok hızlı mıydı,
yoksa o bu amansız boşlukta fazla mı durağan kalmıştı? Bilemiyordu...
Tek yapacak şeyi vardı. O da şu dünyada varlığı ve hatta yokluğu fark edilmeyecek hayatını ortadan kaldırmak. Adımlarını yavaş yavaş bir katil soğukkanlılığıyla atıyordu. Kırık
çekmecenin ilk gözünü zorlukla açtı. Çıkardığı tabancayı kafasına dayadı. Derin bir nefes
aldı ve tetiği çekti. Ölümü de yaşamı gibi sade ve gösterişsiz olmuştu.
İffet Nur GÜLHAN
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
37
ŞİİR
Dağ yolları…
Sağında ya da solunda
Kızılcıklar, çimenler, geven dikenleri…
Ve kekik kokusu…
Soğuğu başka soğuk
Sıcağı başka…
Adımladıkça açılır ciğerlerin
Gibi ruhun
Gökyüzüne baktıkça genişler maviler
Gibi ufkun
Ağaçlar, çalılar, otlar…
Her biri ayrı vazifeyle serpilmiş
Toprağa
Görenler anlayamaz
Bakmak gerek bu manzaraya
Uzaklara çok uzaklara bakmak
Uzakları yakın etmek gerek
Dedelerin ellerinde sigara tablaları…
Ebelerin ellerinde eğirtmeç olmalı
Rüzgâr hafiften kaldırmalı
Toprak yoldan bir tutam tozu…
Ağaçlar konuşmalı,
Anlamadığım dilde, kendilerince
Sokaklar kış kimsesizliğine bürünmeli
Sadece sen ve ben olmalıyız
Sen pencerende
Ben bahçemde
Sen benimle üşümelisin
Ben seninle ısınmalıyım
Uzaklarda çok uzaklarda yaşamalıyız
Sen bensiz
Ben sensiz
Sen hatırlamamalısın
Benim seni hatırladığım gibi
Sen mutlu olmamalısın
Benim sensizlikte mutlu olduğum gibi
Pembe Dünyam
Özlüyorum
Dur durak bilmiyor gözyaşlarım…
Mısralarımdan taşıyor acılarım.
Gözlerim her daim buğulu…
Sesim bitik, yüreğim yitik.
Özlüyorum, o ufacık ellerini…
Sesin sesime değince, titreyen sesini.
Yüreğim sensizliği kaldıramıyor…
Ağır geliyor bu sözler bana,
Sensizlik ağır.
Dönsen ne olurdu ki sanki…
Sussaydın ben öfkelenince de,
Demeseydim onları ne olurdu…
Bilmez misin ey kadın ben böyleyim işte.
Değiştiremiyor zaman beni…
Sensizliği üstüme yük bindiren zaman,
Şimdi yavaştan yaşlandırıyor beni.
Ellerim titrer oldu…
Vicdan azabı değil içimdeki.
Ama sensizlik ağır…
Sen yoksun, kapıyı açanım yok…
Bunca yıl sonra bir bilsen;
Anahtarla kapıyı açmak ne kadar zor.
Hani bu odalar çocuk sesleriyle inleyecekti…
Hani sen her akşam;
Gün şafağını yitirirken,
Başını dizime yaslayıp dalacaktın en güzel rüyalarımıza…
Nerdesin ey kadın!
Sensizlik bir yılan gibi koynumda her gece.
Gözyaşlarım sel oldu, yastığım ıslak…
Oysaki kahkahalarımız vardı bu evde…
Şimdi ise hıçkırıklarım kapladı dört bir yanı…
Yalnızlık, dört duvar arası yalnızlık…
Üstüme üstüme gelen duvarlara anlatmak
seni…
Şimdilerde tek uğraşım;
Boğulduğum zifiri karanlığa,
Saatlerce seni anlatmak oldu…
Sensizliği silemem ama izin ver de artık beni sileyim…
ZEYNEP KİBİROĞLU
Dağ yolları…
Adımladıkça anlarsın kimsesizliği
Sağında ayrılık, solunda ayrılık…
Gökyüzünde…
Gökyüzünde Boşluk.
( 3 Ocak 2010 İSTANBUL)
Yunus KOŞAR
Öyle bir dünya istiyorum ki,
Çocuklar sevgiyle büyüsün,
Kalpler kocaman kocaman olsun,
Sevgi her yeri kaplasın.
Beyinlerde kötülük kalmasın,
İnsanlar birbirine iyi gözle baksın,
Hırsızlık, yoksulluk
Çete, mafya gibi olaylar olmasın.
Yaşlılara sahip çıkılsın,
Huzur evlerine atılmasın,
Çocuklar bebekken sokağa bırakılmasın,
Aileler hep mutlu olsun.
Bilmiyorum, çok şey mi istiyorum,
Her günümüz coşku, mutlulukla geçsin,
Neşe, huzur sımsıcak sarsındünyayı,
Deprem, yangın, sel
Parasızlık, açlık, çaresizlik olmadan bir yaşam,
Yıldızlar kadar parlak bir dünya,
Sımsıcak bir güneş, toz pembe bir hayat,
Diliyorum herkese
Büyük bir evren mutlulukla dolsun,
Bu benim hayalim,
Pembe bir dünya,
Yaşaması, kurması bu kadar zor mu?
İnsan haklarının birebir yapıldığı,
Herkesin eşit olduğu,
Bir dünya düşünüyorum,
Umudumu asla kaybetmeden,
Yaşamak ve görmek istiyorum.
SEMA GÜÇLÜ
Ölüm…
Kimi için bir çıkış noktası
Kimilerine göre kararsızlık
Ancak öyle insanlar var ki ölüm onların kaderi
Her gözünü açtığında
Korku ve çaresizlik içerisinde.
Bekler ona uzanacak yardımı,
Ancak…
Cihan, yummuş gözlerini bekler.
Bu bitmez tükenmez kavgayı dinler.
Her geçen gün sonunu gözler.
Hırs, nefret, intikam…
Bunlardır bu acıların sebebi
Bir avuç toprağın,
Bir dirhem suyundur önemi.
İşte budur insanın insandaki yeri ve önemi…
Duhan Değirmenci
Gözyaşlarım anlatsın
Çıldırtan yalnızlığım
Artık sus hükümleri giydirdim dudaklarıma konuşmayacağım.
Sana gözyaşlarım anlatsın her şeyi,
Gittiğin günden beri içimde birikip yanağımdan süzülen gözyaşlarım anlatsın
Zifiri karanlığında gündüzü bekleyen sabahyıldızı gibi, seni
nasıl beklediğimi gözyaşlarım anlatsın!
Teslim ettim artık kendimi Azraillin o soğuk ellerine, ölürken
azımdan çıkan son iki kelime tek şahidim olan gözyaşlarım
anlatsın…
Çıldırtan yalnızlığım, al kalbimi de artık git.
O kadar direndim ki hayatın akışına yoruldum boşa kürek çekmekten
Artık her şey pek bir anlamsız gözümde renkler bile anlamını yitirdi
Gökyüzü eskisi gibi mavi değil, ne de o büyülü parlak yıldızlar.
Tozpembe bile pembeliğini yitirdi artık, hayaller eskisi gibi değil.
Öyle bir yanlık ki içime işleyen, önce kalbime ardından tüm benliğime.
Çıldırtan yalnızlığım al kalbimi de git gereğinden fazla siyahsın!
Bu karanlık beni korkutuyor artık.
Çıldırtan yalnızlığım al kalbimi de artık git!
Çok direndim artık pes
DENİZ DEMİRCAN
38
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
DENİZ DEMİRCAN
ŞİİR
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
39
DENEME
N
Anılarımın Son Durağı
asıl da değişmişti, teni kırışmış o
eski çevikliğinden eser kalmamıştı. Hatta artık bir de bastonu vardı. Eskiden olduğu gibi, tek dayanağına
dertleşmeye gidiyordu. Uzun bir yoldan,
uzun bir süre sonra ilk kez gelmişti buraya yine de yılların yorgunluğu olsa da üzerinde, şehre varır varmaz onun yanına
gidiyordu. Ne de olsa burası onun düşler şehriydi. Masalın başladığı yere doğru
adım adım ilerliyordu. Yıllar önce bir düşünü burada bırakarak gitmişti… Aslında
tamamlayamadığı hikâyesiyle birlikte geri
gelmişti. Bu, sonun en zor başlangıcıydı.
Halen
tek
ona
açabiliyordu
kalbini,yüreğindeki sızıyı..İçi öyle dolup
taşıyordu ki o yaşlı haliyle adımlarını daha büyük atmaya başlamıştı, fakat gitmek istediği yere varmadan önce aklında
birden beliren bir fikirle İstanbul’u yeniden görüp onu yeniden hissetmek istedi.
Yeni Cami’deki o avluya konan güvercinleri, Mısır Çarşısı’ndan buram buram kokan o baharat kokularını, İstanbul’u hayretlerle inceleyen, gezen insanları, kısacası her şeyi özlemiş bu masal diyarından yıllarca uzak kaldığı günleri şöyle bir
yâd etmenin sevincine ulaşmıştı. Birden
yavaşladı ve o kokuyu içine çekti. Bu koku halen aynıydı seneler önce her kahvesini buradan aldığı kırk yıllık kahvecisi halen yerindeydi, sanki onu beklemişti. Evet, hızlıca buralardan geçmiş düşüncesini değiştirmeden özlemine bir ara verip yola koyulmaya devam etmişti. Varacağı yere ulaşmak üzereydi, heyecanlanmıştı, sanki gök bile onu anlamaya başlamış, yağmur aralıklı olarak çiselemeye başlamıştı. Etrafa toprak kokusu yayılmıştı. Hafiften de gökkuşağı çıkmıştı.
Rüzgârda o ak düşen saçlarını savurmaya başlamıştı. Evet,varmak üzereydi.O
yaşlı kalbi çarpmaya,gözlerinde aynı anda beliren o derin hüzün ve mutluluk etrafa yayılıyordu.Hani film şeridi gözünün önünde belirmek diye bir laf vardır ya onun
da anıları gözünün önünde belirmişti.Hafif bir tebessümden sonra başını dostuna
doğru çevirmişti.Bir an durdu,yapamadı
geri dönüyordu fakat o bankı gördü ve
sözüne başladı..
Ey İstanbul! Duyuyor musun?
Bak yine girdim duygu karmaşasına,
çıkmaz yollara..
Ah bile bile ne itiyordu beni bu aşka?
Uçsuz bucaksız çizdiğim resimlerde
Hayallerimin en deli anlarında
Geleceğimi ve geçmişimi düşündüren bu zihinde
Suskunum..yorgunum.
Seslenişlere ilgisizim
Sonsuz bir uyku bekleyişindeyim
Derinlerde çok derinlerde
Mutlu olma ümidi ile
Belki bir rüya belki de bir kâbus içindeyim
Ey İstanbul! Anlıyor musun?
40
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Geleneğimizi bozmadım dostum,
yine şiirle açtım konuşmamızı. Hala nasıl
da güzel nasıl da alımlısın. Beni mi diyorsun? Eh olacak o kadar değil mi zaman
su gibi akıp gidiyor. Öncelikle senden af
dilemeye geldim. Yaşadıklarımın tek sorumlusunun sen olduğunu düşündüm
kızdım, gençlik işte… Yürek farklı atıyor
boşuna mı deli çağlar diyorlar.Benimki
de o hesap işte, ee anlat bakalım hangi hikayelere tanıklık ettin,kimlere dert ortağı oldun ben yokken.Kimin aşkına masal oldun.Bilirim tamam,kimsenin hikayesini söylemezsin bir kendi hikayen belli o
da senelerdir yetiyor insanlığa.. Ben mi
anlatayım,nereden başlayayım peki hangi acımı,zorluğumu..Yoksa araya serpiştirilen mutluluklarımı mı?Buraya kadar gelmişken biraz geçmişten bahsedelim.İhtiyacım var buna,deminden beri gözüm
şu bankta oturan çiftte,görüyorsun değil
mi? Aklıma karım Seval’le tartışmalarımız geldi, biz de hep o bankta tartışırdık
nedense? Bilseler ki boşuna tartışıyorlar
birbirlerini kırıyorlar.Barışacaklar ama eminim gözlerindeki o büyük tutkuyu gördüm.Kız biraz inatçı belli baksana çocuğa kök söktürüyor,aynı Seval işte.Bende az mı çektim inadından,sinirinden.Bu
lafımı duyan Sevali başka tanır.Kızgınlığında bile o gözlerindeki parıltıya ve yanımda aldığı tek nefese canımı verirdim.
Kızgınlığı ayrı aşktı bende.Dudaklarını
kemirmesi,elmacık kemiklerinin belirgin
hale gelmesi,saçlarıyla uğraşması.. Bunları hatırlıyorsun değil mi?
Ben hiç unutamıyorum acım neden
bu kadar çok, kızımda da aynı şeyleri yaşamama rağmen neden? Seval’in acısı
yüreğimde bir dağ gibi büyüdü .. Şu an onunla ilk tanıştığımız, buluştuğumuz yerdeyim tam orada duruyorum. Ben şimdi
tam onu hissettiğim yerdeyim. Şuradaki
balıkçıya bakıyorum, deminden beri bir
yol kat edemeyen şu çifte, hıçkırıklarını
denize dökmeye çalışan şu yalnız adama
bakıyorum. Etrafıma bakıyorum sevgilim
seni arıyorum. Herhangi bir yüz seni bana gösterir diye fakat olmuyor hiçbiri sen
olamıyor gözümde. Burayı terk edersem
acım hafifler sandım ama olmadı bak yüreğimdeki acıyla kalbimdeki sızıyla vardım yine son durağa yani sana be dostum. Senden uzak kaldım güzelliğini, anılarımı görmezsem unuturum sandım, ama olmadı yapamadım teslim oldum işte sana yeniden.
Belçika’da bir yaşam kurdum
kendime,kendime gelemezken.Zaman ilerledi ve kızım evlendi,sonra o da annesinin kaderinden gitti.Orada ağlayabileceğim kadar ağladım.Haykırdım,nefretimi
kustum,her şeyi kırıp döktüm.Kızımın da
avuçlarımdan kaydığını görünce hayat üzerime çöktü.Nereye gideceğimi ne yapacağımı şaşırmıştım orada yanına gidebileceğim bir dostum da yoktu.O,Gülhane
parkında çınar ağacının gölgesinde karımla saatlerce süren o büyük kahkahalı günlerimizi, eski konakları görüp onlarla
ilgili hayaller kuruşumuzu ..Ben işte hep
bunlarla teselli oluyordum.
Seninle oynadığımız oyunları, o tarihin yaşanmışlığı olan sokaklarını karış karış gezdiğim zamanları hatırlamakla geçiyordu ömrüm. Baksana her anımda sen varmışsın ben farkında olmadan
biraz da seni özlemişim İstanbul. Orada
konuşamıyor, gülemiyordum, fakat etrafa
içimden sessiz çığlıklar saçıyordum. Etrafımda bir kara bulutun olduğuna inanmıştım sonra damadım torunumu kucağıma verdi ve kendime geldim. Bunun hayatın içindeki bir kesit olduğuna ve hayatın zorluklarına göğüs germem gerektiğini anladım ve yanına geldim. Baksana o
şehir de bana aynı şeyleri yaşattı, sonra
düşündüm ki orası benim doğduğum, bu
ailemi kurduğum yer orayı neden terk edeyim.
Kızım senden mahrum kaldı zaten
bir de torunumun senden ayrı kalmasına dayanamazdım. İşte şimdi yine sendeyim suçun sende olmadığını bunca yıl
boşuna kendime ceza verdiğimi anladım,
evet haklısın kokunu bir an duydum senle beraber güneşin batışını izlemeyi, sana gelip böyle her şeyimi anlatmayı özledim. Şimdi de sen, seni yeni doğmuş bir
bebek gibi kucağıma verdin; anlamamı,
rahatlamamı sağladın yine seninle huzura erdim. Taşıyla toprağıyla nasıl bir şehirsin sen? Anlıyorum şimdi, içimdeki ateşin neden sönmediğini. Bilseydim, daha önce kokunu içime çekmeye gelmez
miydim?
Şimdi gidiyorum dostum, hoş çakal.
Karımla kızımın yanına gidiyorum. Gelir
gelmez onların yanına gitmeliydim fakat
içimi dökmek istedim sana. Doğrusu daha yanına gelmeye cesaret edemezdim
fakat dedim ya ne dayanılmaz bir şeysin ki ayaklarım beni buraya sürükledi. Evet, ayrılık vakti şimdi gitmezsem kırılırlar
yoksa sabaha kadar konuşabilirim senle.
Özledim ikisini de be dostum, biliyorum
acı onları öyle toprağın altında ziyaret etmek ama iyiyim merak etme. Şimdi dediğin gibi onların yanına onları yaşamış olarak gidiyorum ve şimdi ben onların artık
olmadığını kabullenerek gidiyorum. Ben
artık senin avuçlarından değil anılarımdaki o acı sahnelerden gidiyorum. Onları
unutmuyorum, sadece olmadıklarını kabulleniyorum. Geçmişe bağlı kalmayı değil geleceği seninle tekrar yaşamaya gidiyorum. Geleceğim yine Kızkulesi yanına, akşamleyin o halini de özledim ama
bu sefer geçmiş değil gelecek olacak konumuz…
Göksu ERDOĞDU
DENEME
Sessiz Çığlıklar
Bana doğru yaklaşıyor sanki bu ses! Bu ses bir sonun habercisi gibi; öfkeyle, hırçın,
acımasızca yaklaşıyor. Almak istediği bir şeyler var benden, vermek
istemediğimi bile bile bana doğru yaklaşıyor
U
zaklardan bir ses geliyor.
Bu ne gürültü? Kıyamet
kopuyor sanki... Bu ne ürkütücü bir sestir içimi titretiyor. Bilinmeyen bir korku sarıyor yüreğimi. Gözlerimde bir telaşla içime
sığınıyorum. Bir kuytu arıyor gözlerim saklanmak istercesine. Ortalık kan gölü, sağım solum insan
parçası olmuş. Her yer kan kokuyor. Ve ben hala nefes alabiliyorum, her an ölüm korkusuyla.
Kalp atışlarım kulaklarımda
uğulduyor. Sessiz çığlıklar atıyor bedenim “durun!” dercesine. Kimse duymuyor...
Bana doğru yaklaşıyor
sanki bu ses! Bu ses bir sonun habercisi gibi; öfkeyle, hırçın, acımasızca yaklaşıyor. Almak istediği bir şeyler var benden, vermek istemediğimi bile bile bana doğru yaklaşıyor. Sorgusuz,
yargısız,haksızca... Ne durmak istiyor yüreğim nede kaçabiliyor itaatsizce. Haykırasım var! ama susuyor dilim.
Ya korkudan bu sessizlik yada isyanları bütün direnişlerin.” Hakkım var mı ki hakkı
mı aramaya? susuyorum...
Sanki bedenim soğuk karlar içinde kalmışçasına titriyor. Hazır ola geçmiş, bir köşede ölümü bekliyorum. Üstelik nedenini bile bilmediğim
halde... Ve beklenen oluyor,
tam üstümde patlıyor bu ses.Geriye ne korkan bir yürek ne de aydınlık arayan gözler kalıyor. Bana
ait ne varsa bir yere savrulmuş.
Bedenim sıyrılmış nurundan. Ruhum yerini sonsuz bir boşluğa bırakıyor. Bu bir veda olsa gerek,
ardımda bıraktıklarımla...
Uzaklardan bir ses yankıla-
nıyor, ortalık mahşer yeri ! Korku dolu gözler “imdat!” dercesine haykırıyor. Kimi hıçkırıklara
boğulmuş,sesi çığlıklara karışıyor. Kimi de yerde uzanmış,buz
gibi bir beden, nefessiz öylece yatıyor. İçlerinde bir çocuk sesi, elleri kana bulanmış, boğazında düğümlenen bir hıçkırık. Yalvarırcasına “Anne Kalk!” diyor. Dehşetle gözlerinden akan yaşlar, kuru-
muş dudaklarını ıslatıyor. Yüreğinde tahammülsüz bir acıyla kaderine teslim olmuş. O da diğerleri gibi ölümü bekliyor. Bir şeyler
mırıldıyor dudakları, kaşları çatık,
soluk soluğa... Gözleri dalgın, donuk bakışlarıyla olan biteni izliyor.
İçinde ki boşluğa sessiz çığlıklar
atarak, tüm nefretini kusarcasına
haykırıyor:
Neyin kavgası bu? Hangi hesabın bedelini ödüyoruz? Hangi
sebep bir çocuğun geleceğini alacak kadar bu denli büyük olabilir?
Nasıl bir cezadır bu tahammülsüz
! Affa ne göz yaşları ne de küçük
bir çocuğun haykırışları çare oluyor. Hiç bir yerde bulamıyorum
kendimi, ben bu kavganın neresindeyim bilmiyorum.Benliğimi arıyorum olmayan kimliğimle.Ben kimim? Ben,
haktan bahseden insanlarca hakkı çalınmış
çocuk.Ben, vazgeçmişliğin teslimiyetiyle kirli ellerin ufaladığı gelecek... Kısaca, ben “Filistinli çocuk!”.
Şimdi merak ediyorum, benim varlığım
hangi medeniyeti, hangi yüreği böylesine rahatsız etmiş olabilir?
Neyin hazımsızlığı bu?
Bahsettiğiniz o “İnsan
Hakları” nerde kaldı?
Otuz satırlık maddelerden bir tanesini bile çok
mu gördünüz bize. İçlerinden birini hak görseydiniz yeterdi insanca yaşamak için bize.”
Yaşamak. özgürlük ve
kişi güvenliği!” Çok değil nefes almak istiyoruz... Ne yazık ki namlunun ucundaymış bizim tüm haklarımız. Tek atımlık kurşundan ibaretmişiz...
İçimde, hep bir unutulmuşluk
hissi. Ben bununla büyüyorum...
BÜŞRA ERCAN
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
41
GÜNCEL
İsraf Ne Demektir?
Hayatımızda
İsraf...
Yüce Allah bu konuda Kuran-ı
Kerim’de şöyle buyurur: “… Yiyin ,için
fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez.”
D
ünyada yaşayanlar, algılamakta güçlük çekseler de,
sınırsız gibi görülen dünya, sınırlı kaynaklara sahiptir. Sınırlı bir dünyanın kaynaklarının,
insanların sınırsız isteklerini karşılaması mümkün değildir. Kaynakları bilinen bir dünyada, hem
üreticiler, hem de tüketiciler olarak, insanlar istedikleri ürünleri üretme ve istedikleri ürünleri de tüketme hakkına sahip değildirler.
Sahip olunan maddi ve manevi imkanların gereksiz şekilde
harcanmasına savurganlık denir. Buna göre bir kişinin para veya malını yerli yersiz harcaması,
zamanını boşa geçirmesi savurganlıktır.
“İsraf” da savurganlıkla aynı
anlama gelir. Savurganlığın tersi ise tutumluluktur. Tutumluluğun aşırısı cimriliktir. Cimrilik, sahip olduğumuz imkanları zamanı ve yeri geldiği halde harcamayıp elde tutmaktır. Kur’an’da ise israf;malı lüzumsuz yere harcamak, verilmesi gereken ye-
42
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
re ve verilmesi uygun kimselere
vermemek, malı hayır yollarında
harcamamak, eldeki nimeti Allah’
a isyan yollarında kullanmak anlamında da kullanılır.
Cimrilik ise malı dinimizin uygun gördüğü yerlere vermemektir. Cimrilik de dinimizce yasaklanmıştır. Cimrilik yardım düşüncesini öldürdüğü gibi, ihtiyaç sahiplerine ulaşmayı engeller. Sadaka ahlakını köreltir. Oysa sahip
olduğumuz değerler savurganca
harcanınca, yerine konması imkansızdır. Sevgili Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Beş şey gelmeden önce, beş
şeyin kıymetini biliniz;
a. Ölüm gelmeden önce hayatın,
b. Hastalık gelmeden önce
sağlığın,
c. Yaşlılık gelmeden önce
gençliğin,
d. Yoksulluk gelmeden önce
zenginliğin,
e. Dar vakit gelmeden önce
geniş zamanın.”
Düşüncede, duyguda ve davranışlarda yapılan savurganlık ise manevi bir israf çeşididir. İnsan bedenini ve sağlığını da kö-
tü yolda kullanıp israf edebilir. İnsan, beden sağlığına dikkat etmeli, güzel ve faydalı işler yapmalıdır. Sigara, içki gibi zararlı alışkanlıklar edinenler, sağlıklarını israf ederler .Küçük yaşlarda tembellik yapanlar, gençliklerini boşa harcar. Aşırı yiyenler ve
beslenmelerine dikkat etmeyenler birçok hastalıklara yakalanır
.Gözümüz, kulağımız, el ve ayaklarımızı güzel ve faydalı amaçlar için kullanmalıyız. Aksi halde,
Allah’ın bizlere verdiği bu güzel
organlarımızı israf etmiş oluruz.
Kötü fikirler beslemek bir düşünce israfıdır. Allah akıl ve düşünce kabiliyetini güzelliklere yönelmemiz ve kötülüklerden uzaklaşmamız için vermiştir. Kalbini
kötü duygularla dolduranlar, ruhen huzursuz olurlar. Gönülleri kararır, iyilikleri göremez olurlar .Kötü alışkanlıklar kazananlar, bunları tekrar kolayca terk edemezler. Allah’ın verdiği güzel
duyguları boşa harcarlar.
İnsanların en fazla savurganlık yaptıkları konular sahip oldukları imkanlardır. Bunların başında Gıda İsrafı gelir. Dünyanın birçok yöresinde insanlar açlık çekerken, bazıları en güzel yemekleri beğenmezler. Artık bıraktıkla-
GÜNCEL
Hz. Muhammed de “Abdest alırken bir ırmak kenarında
bile olsan suyu tutumlu kullan.” buyurmuştur.
rı yemekleri ve ekmekleri çöplere
atarlar. Büyük şehirlerimizde her
gün yüz binlerce ton ekmek çöpe
atılmaktadır .Yüce Allah bu konuda Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurur: “… Yiyin ,için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” Hz. Muhammed de
“Abdest alırken bir ırmak kenarında bile olsan suyu tutumlu kullan.” Diyerek sahip olduğumuz
olanakları savurganca kullanmamamızı istemiştir.
Savurganlığın kötü olmasının
sebeplerinden biri malın değerli
olmasıdır. Dünyada rahat olmak,
bedenin sıhhati, Hac, cihad sevabı hep mal ile olur. Malın israf edilmesi ise Allah’ın verdiği nimete
kıymet vermemek ,nimeti elden
kaçırmak olur, Allah’ın verdiği nimete şükretmemek olur. Bu konuda Kur’an: “Akrabaya hakkını ver,
yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp savurma. Çünkü
israf edenler şeytanın kardeşleri
olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine
karşı nankördür.” buyurmaktadır.
Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdadına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler,
yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Peygamber efendimiz “İnsanların en iyisi, onlara faydası çok
olanıdır”buyuruyor. (Kudai)
Ayrıca savurganlık insanlar arasındaki kıskançlığı arttırır. Bu
da toplum huzurunun bozulmasına neden olur.
Yine bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:
(Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan
kurtulamaz:
1- Ömrünü nasıl geçirdi?
2- İlmi ile nasıl amel etti?
3- Malını nereden, nasıl kazandı ve nerelere harcetti?
4- Cismini, bedenini nerede
yordu, hırpaladı?) [Tirmizi]
İsrafın miktarı ne olursa olsun
zararı büyüktür. Küçük sanılan
şeyler, yan yana geldiği zaman
büyük rakamlar, değerler ortaya
çıkar. Damlaya damlaya göl olur,
atasözünü duymuşuzdur. Dakikada on damla kaçıran bir musluk ayda 170 litre su akıtıyormuş.
İsrafın sebepleri
ise şunlardır:
1- Sefahat. Çok kimseyi israfa alıştıran bir hastalıktır. Sefihlik
aklın az ve hafif olmasıdır. Aksine rüşd denir ki, aklın kuvvetli olmasıdır.
Bazısı sefih olur. Çalışmadan
eline geçen paraya konmak için
kötü arkadaşlar tarafından kandırılır. Bunun için, kötü arkadaştan
kaçmakla emrolunduk. Bazı zengin çocukları böyle israfa alışıyor, sefih oluyorlar. Sefahati artıran bir sebep de, insanlardan çok
saygı görmek ve methedilmektir.
ni rica etmek ve israfa sebep olan
şeylerden kaçmaktır.
Kapitalizmin tüketim hırsı sınırsız bir insan tipi meydana getirmiştir. İslâm’da gerçekleştirilen
üretimin hedefi insandaki maddi
tatmini manevî sahaya aktarmaktır. Bir müslümanın tüketirken göz
önünde tutacağı esaslar, haramdan kaçınma, helâlinden tüketme, temizlik, aşırılıklardan kaçınma, sağlığını tehlikeye düşürmeme ve çevredekileri de hesaba
katma şeklinde olmalıdır. Unutulmamalı ki;
Bütün kötülüklerin anası savurganlık, babası da açgözlülüktür. Doğrulukta, paylaşmada, dayanışmada savurganlık, savurganlıkta doğruluk,
paylaşma, dayanışma olmaz.
2- İsrafı ve çeşitlerinden birkaçını tanımamak. İsraf olduğunu
bilmemek, hatta cömertlik sanmak. Lüzumsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır.
3-Gösteriş yapmak.
4- Gevşeklik, tembellik.
5- Haya, sıkılmak.
6- Dini kayırmamak, dini gözetmemek.
İsraftan kurtulmanın çaresi;
İsrafın, anlatılan zararlarını bilmek ve bunları düşünmek,malı
lüzumsuz dağıtmamaya gayret etmek ve güvendiği birine bu
derdini anlatıp, malına ve harcadıklarına dikkat etmesini, israfını görünce, kendine hatırlatmasını, hatta uygun şekilde önlemesiBAŞAKŞEHİR LİSESİ
43
MÜZİK
Osmanlı’da Müzikle
Tedavi
İbni Sina`nın meşhur eseri “ El Kanun fi`t-tıbb`” adlı eserini tercüme eden
Tokat’lı Mustafa Efendi’nin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi
(18yy) yazdığı eserinde İbni Sina`nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir
T
ürklerde ilk ciddi müzikle tedavi Osmanlı devleti zamanında görülmekle beraber, Orta
Asya`da Anadolu öncesi zamanda
Baksı adı verilen Saman müzisyenler tarafından, çeşitli hastalıklar için
tedavi çalışmaları yapılmıştır.
Hala bu faaliyetlerini
sürdü-
44
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
ren Baksılar Orta Asya Türkleri arasında yaşamaktadırlar.
Bir Selçuklu Türk`ünün
yaptırdığı
Şam`daki
Nurettin
Hastanesi’nde İbn Sina, müzikle akıl
hastalığının tedavisini uygulamıştır.
İbni Sina`nın tesirleri Osmanlı devrinde de devam etmiştir.
Osmanlı saray hekimi Musa bin Hamun,
diş hastalığı ve çocuk
psikoloji hastalıklarını
iyileştirmede müzikle
tedavi yöntemini kullanmıştır.
İbni Sina`nın
meşhur eseri “ El Kanun
fi`t-tıbb`” adlı
eserini tercüme eden
Tok at ’lı
Mustafa
Efendi’nin talebesi Hekimbaşı Gevrekzade Hasan Efendi
(18yy) yazdığı eserinde İbni Sina`nın eserinden çok faydalandığını ifade etmiştir
Kâinatta her şey titreşir. Dalga hareketlerini ortaya çıkaran titreşimlerinin
herbiri, ses dalgaları olarak
bilinir. Ses dalgalarının ritmik desenleri,
musikiyi ortaya çıkarır. Bu açıdan varlıkların aktiviteleri sırasında çıkardığı
ses titreşimleri,
birer musikidir.
Musiki sadece
insana has değildir. Her varlık, musikisiyle birlikte yaratılır. Düşük frekanslı ses dalgaları ihtiva eden kuş,
su ve rüzgâr, uyku esnasındaki insanın beyin dalgalarına yakın dalgalar ürettiğinden insanı dinlendirici tesirlere sahiptir. Duyguları incelten ve gönlü yumuşatan müzik
türleri, asırlardan beri tedavide kullanılmaktadır. Günümüzde araştırmacılar, beden ve zihin hastalıklarının tedavisinde müziğin kullanılması konusunda hemfikirdir. Bu konuda yapılan birçok araştırma, doktor ve müzisyenlerin; depresyondan
kansere, yüksek tansiyondan kronik
ağrılara, disleksiden akıl hastalıklarına, migrenden uyuşturucu madde
bağımlılığına kadar geniş bir sahada tedavi gayesiyle müziği kullandıklarını göstermektedir.
Hangi Makam Hangi
Hastaliga İyi Gelir?
Yüzyıllar boyu insanlar, hastalıkların iyileştirilmesinde çeşitli tedavi
yöntemleri kullanmışlar ve çare aramışlardır. Müzik-terapi de en eski tedavi yöntemlerinden biri olup pek
çok eski çağ medeniyetlerinde kullanılmıştır.İlkel kabilelerin yaşayışlarında ruhi varlıklar önemli rol oynamış, hekimler çeşitli bitki, ilaç, müzik
ve dansı kullanarak hastalarını iyileştirmeye çalışmışlardır.Birçok toplumda hasta insan sağlığına kavuşmak için kendisini bazı güçlere sahip olduğu düşünülen sihirbaza,
rahibe teslim etmiştir.Hastalıkların
kötü ruh veya cin adı verilen varlıklar tarafından meydana getirildiğine inanılmıştır.Tedavi törenlerinde
müzik, dans, ritim ve şarkılar başlıca
MÜZİK
Türk Müziği makamlarının ruha olan etkileri Farabi Türk müziği makamlarının zamana
Farabi’ye göre şöyle sınıflandırılmıştır:
göre psikolojik etkilerini de şu şekilde göstermiştir:
1. Rast makamı: İnsana sefa(neşe-huzur) verir.
2. Rehavi makamı: İnsana beka(sonsuzluk fikri) verir.
3. Kuçek makamı: İnsana hüzün ve elem verir.
4. Büzürk makamı: İnsana havf(korku) verir.
5. Isfahan makamı: İnsana hareket kabiliyeti, güven hissi verir.
6. Neva makamı: İnsana lezzet ve ferahlık verir.
7. Uşşak makamı: İnsana gülme hissi verir.
8. Zirgüle makamı: İnsana uyku verir.
9. Saba makamı:İnsana cesaret,kuvvet verir.
10. Buselik makamı: İnsana kuvvet verir.
11. Hüseyni makamı: İnsana sükunet, rahatlık verir.
12. Hicaz makamı:İnsana tevazu(alçakgönüllülük) verir.
rol oynamış, hastanın kötü varlık ve
ruhlardan kurtarılması tedavinin temelini teşkil etmiştir. Ses, müzik de
bu gizli varlıklarla haberleşmek için
bir araç olarak görülmüş, ilaç, su ve
otlar ise hastanın vücuduna girmiş
olan bu kötü varlıklarla mücadele
için kullanılmıştır. Bunların ancak sihirbaz - doktor tarafından danslar,
şarkılar ve tütsülerle kullanıldığı zaman etkili olabileceğine inanılmıştır.Monoton bir ritm ile birlikte varlığın tepkisine göre hızlı, yavaş, yumuşak veya sert melodi ikna edici
sözlerle övülü şarkı ile müziğe refakat, müzikle tedavinin temelini teşkil etmiştir.
Günümüz:
1977’de Amerika müzikle tedaviyi bir bilim dalı olarak kabul etmiştir. Müzik terapisi psikiyatri temelli hastalıklarda 1950’lerden bu yana
etkin olarak kullanılmaktadır.Türkiye, müzikle tedavinin öneminin henüz farkında değildir. Oysa Farabi,
Razi, İbn-i Sina ve Gevrekzade Hasan Efendi gibi Türk alimleri bu alanda çok önemli çalışmalara imza atmışlardı. Batı dünyası da 20. yüzyılın
ortalarında keşfettiği müzikle tedavi
ya da terapiyi, alternatif tedavi yöntemi değil, geleneksel tıbba uygun
ve kuralları kendine has bilimsel bir
tedavi yöntemi olarak kabul etmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda yarala-
1. Rehavi makamı: yalancı sabah vaktinde etkili
2. Hüseyni makamı: sabahleyin etkili
3. Rast makamı: güneş iki mızrak boyu etkili
4. Buselik makamı: Kuşluk vaktinde etkili
5. Zirgüle makamı: öğleye doğru etkili
6. Uşşak makamı: öğle vakti etkili
7. Hicaz makamı: ikindi vakti etkili
8. Irak makamı: akşam üstü etkili
9. Isfahan makamı: gün batarken etkili
10. Neva makamı: akşam vakti etkili
11. Büzürk makamı: yatsıdan sonra etkili
12. Zirefkend makamı: uyku zamanı etkilidir.
nan askerlerin terapisinde müzikten yararlanılır ilk olarak. Ardından,
1947’de ABD’nin Michigan Devlet
Hastanesi’nde müzik tedavi programına alınır. Böylece bu konuda araştırmalar hızlanır. Depresyon, şizofreni, zeka geriliği, alkol ve madde bağımlığı ile mücadelede müzik tedavi yöntemine başvurulur. Yeni teknik ve pratik uygulama biçimleri geliştirilir. Amerikan Müzikterapi Birliği
1997’de bir tanımlama yaparak son
noktayı koyar: “Müzikterapi, bazı bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal
ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada
müziği ve müzik aktivitelerini kullanan uzmanlık dalıdır.”
Bugün Batı’da hastane, klinik,
gündüz bakımevi, okul, madde bağımlılığı merkezi gibi yerlerde 5 binden fazla uzman, müzik terapisi uygulamaktadır. Şüphesiz, bunda etkili olan temel faktör son yıllarda müzik ve beyin araştırmalarında elde
edilen verilerdir. Müziğin, özellikle
serotonin, norepinefrin, dopamin,
melatonin, kortizol, adrenalin, testosteron gibi psikiyatrik hastalıkların oluşumunda etkili hormonlara; kan basıncı, solunum ritmi, solunum kalitesi, nabız sayısı gibi fizyolojik olaylara olumlu etki yaptığı artık bilinmektedir.
Zülfikar GÖVCE
YAŞAM
Türkiye Tehlikede
A
nkara Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erkut Kıvanç Türkiye’de önemli bir habitat tahribi hâlâ devam etmekte ve birçok hayvanların neslinin tehlike altında olduğuna dikkati çekmektedir:
“Bilinçli bir koruma olmazsa, doğal hayat bir gün bitecek. Sivrisineğin bile korunmaya ihtiyacı var. Ama yasaklar dinlenmiyor. Bu gidişle doğa diye bir şey kalmayacak” Onsekizmart Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Doç Dr.
Ali İşmen de denizlerde kirliliğin her geçen gün türleri tehdit ettiğini, Karadeniz ve Marmara’dan sonra, son zamanlarda
Akdeniz’de de kirliliğin arttığına dikkati çeker.
Yaşamın son 500 yıllık evriminde, biyosferin hiç bu kadar tahribata uğramadığını
vurguluyan Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mehmet Sıkı ise bu konu hakkında şunları söylemiştir:
“Bütün canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri için kesinlikle insana ihtiyacı bulunmaz, ama insanın yaşamını sürdürebilmesi için en küçük hücreliden yırtıcılara kadar bu canlılara ihtiyacı var. Eğer habitat (hayvanların yaşam ortamı) tahribatı, plansız nüfus artışı, yapılaşma, ormanların yakılması, sulak alan tahribi sürerse, birçok tür tükenme tehlikesine
girer. Bir türün, dünya üzerinde ya da lokal olarak bulunduğu bölgede yok olmasının kötü sonuçlarını kimse kestiremez.
Bu, yakın zamanda da ortaya çıkmaz. Örneğin bizi rahatsız eden karasinek birden ortadan kalksa, her taraf hayvan leşleri ile dolar. Ya da baykuşların yok olduğunu düşünelim; o zaman tarla fareleri üzerindeki baskı kalkar.”
Ülkemizde Soyu Tükenmekte Olan Hayvan Türleri;
TEHDİTLER
Doğal yaşam alanları orman,
bozkır ve dağlık alanlar olsa da
Türkiye’de özellikle insan yerleşimlerinin etrafında tilkilere rastlayabilirsin. Yarık, kovuk ve toprakta kazdıkları inlerde yaşayan tilkiler, yasal olmamasına rağmen, özellikle kürkleri
için avlanır. Ayrıca kümes hayvanlarına zarar vermesi nedeniyle de insanlar tarafından zarar görürler.
Türkiye’de nesli tükenmiş, tükenme tehlikesi altında olan birçok memeli bulunuyor. Örneğin Hazar kaplanı, aslan, leopar gibi memelilerin
nesli tamamen tükendi.
İşte Türkiye’de korunması gereken memelilerden
bazıları:
46
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Siyah Çeneli Yunus
(Lagenorhynchus
australis) ya da Peale yunusu, yunus
giller(Delphinidae) familyasından Lagenorhynchus cinsindeki altı yunus
türünden biridir. Bu küçük yunus türü
GüneyAmerika’nın en güneyinde yer
alan Ateş Toprakları’nın çevresindeki
sularda yaşar.Türkiyede nesli tükenip
tükenmediği ise hala belirsizdir
Doğuşta boyları 1 m. olan siyah
ç e neli yunuslar erişkin
olduklarında 2,1
m’ye ulaşırlar. Yetişkin ağırlıkları da 115
kg. cıvarındadır.
Koyu gri bir yüze ve çeneye sahiptirler. Sırtlarının
büyük bir kısmı siyahtır ve sırtlarının her iki yanında gittikçe kalınlaşan beyaz
bir çizgi bulunur. Karınları beyazdır.
Her iki ön yüzgeçlerinin arkasında da
beyazlık bulunur. Bunlara “koltukaltı” adı verilir. Yanları da ön yüzgeçlerin arkasından başlayarak beyaz-gri
renktedir. Sırt yüzgeçleri bu boyut-
ta bir yunus için oldukça büyüktür ve
eğri biçimlidir. Ön yüzgeçleri küçük
ve uçları belirgindir. Kuyruklarının uçları da belirginidir ve tam ortasında
bir çentik bulunur. Bu yunus türü uzaktan bakıldığında Gölgeli yunus ile karıştırılabilir.
Tırtak
(Delphinus
delphis),
Bayağı yunus olarak da bilinir,
yunusgiller(Delphinidae) familyasından Türkiye’nin bütün denizlerinde
bulunan ve bütün dünyada büyük okyanusların farklı kısımlarında yaygın
olan bir yunus türü. Tırtak Yunusgiller familyasının asıl örnek türüdür. Afalina türünün “Flipper” dizisi ile dünyaca ünlü olup insanların aklına örnek yunus türü olarak yerleşmesinden önce dünyaca en çok tanınan
yunus türüydü.
Sırtı siyah ya da kahverengi ve
karın kısmı beyazımsıdır. Yanlarında açık sarı renkten gri renge geçen uzun alanlar vardır. Yöresel olarak renklerinde farklar olabilir; bazılarının yanlarındaki sarı-gri alanlar tamamen eksiktir. Tırtak yunusu bütün
yunusların ve hatta bütün balinaların
arasında en renklisidir. Boyu 1,702,40 m olur.
YAŞAM
Orman kedisi
Kuzey ve Güney Amerika’daki
yaban kedisi türlerinin en küçüğüdür.
Gövde uzunluğu 40-50 cm, ağırlığı
ise iki ile üç kg arasında gelir. Kürkü grili bej rengi olup küçük siyah beneklerle kaplıdır. Yakın akrabası Geoffroy kedisi ile karşılaştırıldığında bu
tür belirgin bir şekilde ince bir yüze
sahiptir. Geniş pençeleri ve gür 20-25
cm uzunluğunda kuyruğu vardır. Kulaklarının arkası dikkat çekici beyaz
bir lekesi olan siyah renktedir. Komple siyah renklilik bu türde , en başta
dağlık kesimlerindekilerde sık görülür.
Chiloé ve Guaitecas Adaları’nda
siyah form ana formdur. Orman kedisi ortalama onbir yıl yaşar.
Kara Kulak
(Caracal caracal), kedigiller (Felidae) familyasından vahşi bir hayvan
türü. Dış görünümü ile vaşağa çok
benzeyip Step vaşağı, Mısır vaşağı
gibi adlarla da anılmış olsa da daha
sonraları moleküler DNA çalışmaları
ile, tamamen farklı bir tür olup Afrika
altın kedisi ve Serval ile yakın akraba
olduğu gösterilmiştir. Türkiye’de bulunan yabani kedilerden biridir. Türkçe isminden uyarlanma olan Latince
ismi Caracal caracal, TÜBİTAK tarafından geliştirilen bilgisayar işletim
sistemi Pardus 2007.2 sürümüne de
adını vermiştir.
Ortalama ağırlığı 7-9 kg,
rekor ağırlığı 17,7 kg’dir.
Gövdenin tam boyu 7590 cm’dir. Bunun dışında 30-35 cm uzunluğunda bir kuyruğa sahiptir.
Karakulak’ın
kuyruğunun üst kısmında etrafında beyaz tüylerden oluşmuş püskül bulunan siyah bir
çizgi vardır. Rengi genelde kahverengi tondadır ve üzerinde gri ya
da beyaz benekler bulunur. Karakulağın kulaklarının ucunda sivri tüy kümecikleri vardır. Kulaklarının üst kısmının kenarları siyah tüylüdür.
Akdeniz Foku
(Monachus monachus), fokgiller
(Phocidae) familyasından yeryüzünde sadece doğu Akdeniz sahilleri ile Batı Afrika’nın bir tek sahilinde
yaşayan fok türü. Yeryüzündeki
toplam 34 yüzgeçayaklı fok türünden Karayip Keşiş foku, en
son 1952 yılında görülmek kaydı ile yeryüzünden yok olmuştur. Dolayısıyla dünyada şu anda 33 yüzgeç ayak türü vardır.
İri bir deniz memelisi olan Akdeniz fokunun boyu 2-3 metre, ağırlığı 200-300 kilogram arasında değişmektedir. Erginlerin vücudunu 5
mm’yi geçmeyen kısa ve sert kıllar kaplar. Su üstünde görüldüğünde en belirgin özellikleri iri kafaları, uzun bıyıkları ve kömür gibi siyah gözleridir. Ergin
dişi ile erkekler arasında belirgin
bir boy ve kilo farkı yoktur ancak
karakteristik renk ayrımları mevcuttur. Karada yatarken vücudun iriliği ve tombul görünümü göze çarpar.
Vücudun her iki yanında ön yüzgeçleri (ön üyeler) ve arkada ise iki parça halinde arka yüzgeçleri (arka üyeler) yer alır.
• Erkek: Siyaha yakın koyu kahverenginde olup karın bölgesinde belirgin bir beyaz leke vardır.
• Dişi: Açık kahverengi veya gri
tonlarda olup karın altları da boyundan kuyruğa kadar sırta göre daha açık hatta beyaza yakın renktedir. Ayrıca üstte bel bölgesinde çiftleşme sırasında erkeklerin neden olduğu tırnak izleri bulunur.
• Yavru: Doğduğunda boyu yaklaşık 80-90 cm, ağırlığı yaklaşık 20
kilogramdır. Karın bölgesinde istisnasız görülen bariz bir beyaz leke haricinde tüm vücudu havlu gibi 1-1,5
cm uzunluğunda parlak siyah kıllarla
kaplıdır. Yavru, anne ve babanın da
sahip olduğu bıyıklarla doğar. Yaklaşık iki aylıkken kürkünü değiştirmeye
başlar ve bir-iki ay içinde uzun siyah
kılların yerini kısa ve parlak gri olanlar alır
BİTKİLER :
Kardelen Çiçegi
Kardelenler, tıbbi açıdan önemli
oldukları düşünülen bitkilerdir
• Türkiye’de halk arasında, toprak üstü kısımları kalbi kuvvetlendirici, mideye iyi gelen; toprak altı kısımları ise taze haldeyken ezilerek,
çıbanları olgunlaştırmak için hazırla-
nan lapa olarak kullanılır. içerdiği ilaç
olabilme olasılığı bulunan alkaloit ve
lektinler nedeniyle, çok sayıda araştırmaya konu olmaktadırlar
Siklamen
Çöven otu, karanfilgiller (Caryopmyrsinaceae
familyasından
Cyclamen cinsini oluşturan yaşam
alanı orman açıklıkları ve kayalık alanlar olan çok yıllık bir bitki türlerinin ortak adı. Tavşankulağı, buhurumeryem, Mormilik şeklinde de adlandırılır.
Boyu 5-20 cm civarındadır ve Şubat - Nisan aylarında çiçek açar. En
belirgin özelliği, kalp veya böbrek
şeklindeki yapraklarıdır. Beş parçalı olan çiçekleri beyaz, pembe ya da
koyu pembe renkte olabilir.
Çöven Otu
Karanfilgiller (Caryophyllaceae)
familyasından Gypsophila cinsini oluşturan ekonomik öneme sahip bitki
türlerinin ortak adı. Türkiye’de bulunan 50 çöven türü bilinmektedir.
Safa Altan 11- 0 52
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
47
DOĞADAN
Bitkilerin de
Dili Var
“Yapraklar konuşur mu?’’ demeyin. Her varlık hal diliyle bizlerle konuşmaktadır. Ne sinir lifleri ne de beyinleri ve kasları ya da
ağızları var, ama yine de yaşayan
her canlı gibi, bitkiler farklı uyarılara çeşitli salgılarla tepki gösterebiliyor.
Ne sinir lifleri ne de beyinleri ve
kasları ya da ağızları var, ama yine
de yaşayan her organizma gibi bitkiler de dışarıdan gelen uyarılara
reaksiyon gösterebiliyorlar. Bitkilerin mesajlarını duyabilseydik, belki
de ormandaki yürüyüşlerimizi büyük bir gürültü içinde yapmak zorunda kalırdık. Ama ne iyi ki bitkiler sadece optik ve kimyasal uyarılar veriyor.
Onların hareketsiz olmaları,
böceklere karşı savunmasız kaldıkları anlamına gelmez.
Çünkü her zaman ya da sadece ihtiyaç halinde kullandıkları çok
sayıda koruma ve savunma mekanizmalarına sahiptirler. Dikenler
veya yakıcı tüyler gibi bitkiyi her
zaman koruyan fiziksel savunma
mekanizmalarıdır.
Bitkilerin
konuşmalarındaki
uyartılarından mesela ısırgan otunun uyarısını:”Bana dokunursan,
yakarım!” şeklinde söyleyebiliriz.
48
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Fiziksel korunma dışında
bitkiler doğrudan
doğruya böceklere zarar veren zehirli maddelerle de
kimyasal savunma
yapabiliyorlar,
bitki
için çok fazla enerji demektir. İşte bu nedenle
kimyasal savunma bitkilerde sadece ihtiyaç duyulduğunda gerçekleşir.
Bitkiler Kendi
Aralarında Nasıl
Anlaşırlar?
Bitkiler kendilerine zarar verecek olan canlılar tarafından saldırıya uğradıklarında salgıladıkları uçucu organik bileşikler ile yan
komşuları olan diğer bitkileri uyarırlar. Aslında bu uyarma işlemi diğer bitkiler tarafından saldırıya uğrayan ağacın yaydığı uçucu organik bileşikleri gizlice “dinlemesi” biçimindedir. Böylece saldırıya uğramadan önce savunma sistemlerini
harekete geçirirler. Peki bu dinleme işlemi nasıl gerçekleşir?
Saldırıya uğrayan bitkilerin açığa çıkardıkları uçucu organik bileşikler, komşu bitkiler tarafından
kopyalanır ve art arda gelen sinyallerin analizi yapılarak savunma sistemi harekete geçirilir. Burada bir başka gerçek daha ortaya çıkmaktadır: Bitkiler birbirleri ile sadece konuşmakla kalmayıp aynı zamanda birbirlerini
“dinlemekte”dirler. Bitkilerin birbirleri ile iletişim kurmaları, kendileri-
ni savunurken yaydıkları uçucu organik bileşiklerin diğer bitkiler tarafından “tehlike” habercisi olarak algılanıp savunma sistemlerini harekete geçirmeleri, zeka gerektiren
davranışlardır. Bitkinin tehlike anını “idrak etmesi” ve “hafızasına”
bunu yerleştirmesi, kendi bünyesinde çeşitli değişiklikler oluşturup
savunma taktiği geliştirmesi, elbette ki tesadüfler sonucunda ortaya
çıkamaz. Gerçek şu ki, bitkiler birbirleri ile iletişim kurma özelliğine
sahip olarak “yaratılmış”lardır. Bu,
onlara Yüce Allah tarafından özel
olarak verilmiş bir savunma sistemidir.
Herşeyi en ince ayrıntısına kadar mükemmel yaratan Yüce Allah, yeryüzündeki tüm bitkilerin
bulundukları ortamda gereken her
türlü ihtiyaçlarını da var etmiştir
Bitkilerin Böceklerle
Anlaşma Dili
Böceklerin bir kısmının beslenme sistemi bitkisel besinlere dayanır. Bu tip böcekler “otçul böcekler”
grubunda yer alırlar. Otçul böceklerin besin kaynağı olan bitkiler,
kendilerine zarar verecek böceklerin yaklaştığını “anlar” ve kendilerini tehdit eden böcekleri avlayan
etçil böcekleri çağıran uçucu organik sinyaller üretirler. Uçucu sinyaller aynı zamanda komşu bitkiler tarafından da algılanır bitkilerin
kendilerine zarar verecek böcekleri “algılayıp, tanımaları”, bu böcekleri avlayan etçil böceklerin varlığını ve bu etçil böcekleri çekecek
sinyalleri verir.
DOĞADAN
Mucize Bitkilerin
Yararlarını Biliyor Musunuz?
ADAÇAYI:
Adaçayı
sıkça
içildiğinde tüm bedeni güçlendiriyor, kalp
krizi riskini azaltıyor
ve kötürümlüklerde
destek sağlıyor.
NANE:
Gaz
söktürücü,
Karaciğer
yetersizliğini giderir,
Safra akışını düzenler ve Mide ağrılarını
keser.
SARIMSAK:
S a v u n m a
sistemini
kuvvetlendirmesi
en
çok bilinen sarımsak
faydası
olarak
söyleyebiliriz.
MAYDANOZ:
Maydanoz
bir
provitamin A (Beta
karoten) kaynağıdır.
Bu özelliği ile görme
gücüne,
kılcal
damar
sistemine,
adrenal bezine ve
troid bezine iyi gelir.
KUŞBURNU:
Vücut
direncini
arttırır
ve
sinirleri yatıştıran
bir uyartıya sahiptir.
SOĞAN:
Antibiyotik ve ağrı kesici
özelliğine sahiptir.
DEFNE:
M i k r o p
öldürücü,
ateş
düşürücü özelliğe
sahiptir.
MERSİN:
BironŞitte
etkili ve nezlede
faydalıdır.
NAR:
Vücudu
kuvvetlendirir. İshali
keser ve Kalbi
kuvvetlendirmede
etkilidir.
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
49
GÜNCEL
Altın Oran ve Fibonacci Sayıları
lerde tehlikeli bir oyuncak haline getirilebilir. Düzenbaz falcıların
sudan, kahve telvesinden ya da fasulyeden
gelecek öngörüleri oluşturmaları gibi, matematik de, din kitaplarından şifreler, Nostradamus manzumelerinden kıyamet günü için
tarih hesapları ortaya
çıkartmakta kullanılabilir. Bir bıçağı ekmek
kesmek içinde kullanabileceğiniz gibi, insan öldürmek için de
kullanabilirsiniz örneğinde olduğu gibi…
Doğada birbiriyle ilişkisiz
canlı veya cansız, sanatın her dalında, görsel, işitsel ve diğer tüm
duyulara hitap eden iletişim şekillerinde, tasarımın biçimlenişinde
ve hatta evrenin keşfedebildiğimiz
birçok düzeninde ortak bir düzenleme vardır. Bu düzenleme “Altın Oran” adı verilen bir sistem ve matematiksel açılımı olan bir oran-orantı
kuralına sahiptir.
“Altın oran kavramı ve bu kavramın gizemi nedir?” diye düşündüğümüz olmuştur. Belki de bu kavramı ilk defa duymuşsunuzdur. Peki,
nedir altın oran? Nereden çıkmıştır? Pratik hayatta kullanımı var mıdır? Doğada rastlanan bir kavram
mıdır, yoksa öylesine ortaya atılmış, zorlama ve yapay bir kavram
mıdır?
Matematik de diğer bilim dalları ve disiplinler gibi kötü niyetli el-
50
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
“Altın Oran kavramı bu tür istismarlarda
da kullanılabilecek bir
konu mudur? Yoksa
bilimsel bakış açısıyla
ele alındığında anlamlı sonuçlara ulaşmamızda faydası var mıdır?” gibi soruları aklımızın bir köşesine tutmakta fayda var. Şimdilik bu tür şüphecilikleri akıl süzgeçlerimizde bırakmak ve konuyu ele almak
en iyisi sanıyorum.
2004 senesi içinde yıldızı parlayan yazar Dan Brown’nın Da Vinci Şifresi isimli sürükleyici romanında işlenen pek çok alt konudan biride “Altın Oran”dı.(13.basım, bölüm
20 syf:104-112) Diğer adıyla Fibonacci dizilimi ve Phi sayısı. Aslında tarih boyunca bilinen ve kullanılan “Altın Oran” kavramına bir kere
daha dikkat çekilmesi romanın iyi
yönlerinden biriydi. Konuya ilgi çekilmesiyle geniş kitlelerin binlerce
yıldır bir unutulup bir hatırlanan bu
kavram hakkında oluşturduğu merakı giderme romanın iyi yönlerinden biri olarak görülebilir.
Adı Orta Çağın en büyük
matematikçilerin arasında geçen Fibonacci’nin hayatı ile ilgili pek fazla bilgi bulunmamaktadır.
İtalya’nın Pisa şehrinde 1170’li yıllarda doğduğu sanılmakta, babasının işi nedeniyle Kuzey Afrika’ya ve
Cezayir’e gittiği ve burada Arap hocalarından matematik dersleri aldığı bilinmektedir. Hint-Arap sayılarını(1.2.3…) öğrenerek bunları
Avrupa’ya tanıtan kişi olarak anılır.
İtalyan matematikçi Fibonacci yazdığı matematik kitaplarından
birinde tavşan çiftliği olan bir arkadaşıyla ilgili olduğunu iddia ettiği bir problem sorar. Bu probleme
göre çiftlikteki tavşanlar doğdukla-
GÜNCEL
Tarihte görülebileceği gibi Sanatçılar bu özelliği kullanıp göze güzel
görünen eserler meydana getirmişlerdir.Örneğin Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranı altın oranı
verir.Mona Lisa’nın yüzünün etrafına bir dikdörtgen çizdiğinizde ortaya çıkan dört kenar bir altın dikdörtgendir.
rı ilk iki ay yavru yapmazlar. Üçüncü aydan itibaren her çift, her ay
bir çift yavru yapar. İlk ay yeni doğmuş bir çift tavşan vardır. İkinci ayda bu tavşanlar henüz yavrulamadıkları için hala bir çift tavşan vardır. Üçüncü ay bunlar bir çift yavru verir ve iki tavşan olur. Yeni doğan çift dördüncü ay doğurmayacak, oysa ana babaları yeniden bir
çift yavru yapar ve toplam üç çift
yavru olur. Bu şekilde devam edilirse; tavşan çiftleri aylara göre şu
sıralamayı ortaya koymaktadır:
1.1.2.3.5.8.13.21.34.55.89,Görüldüğü gibi ilk iki sayı hariç, her sayı
kendisinden önce gelen iki sayının
toplamına eşittir. Tavşanlar, görülen grafik doğrultusunda artış göstermektedir. Bu sayıların arasındaki oran ise bize altın oranı vermektedir.
Altın Oran,1 sayısına eklendiğinde kendi karesine eşit olan iki sayıdan biridir. Altın oran
1,618033… olarak devam eden
ondalık sayıdır.1 sayısına eklendiğinde kendi sayısına eşit olan diğer
sayı da -0,618033…olarak devam
eden ondalık sayıdır.
Çam kozalağında altın orandan elde edilen spiralleri görmek
mümkündür. Ayçiçeğin merkezinden dışarıya doğru tane sayılarının
birbirine oranı “Altın Oranı” verir.
Tarihte görülebileceği gibi Sanatçılar bu özelliği kullanıp göze güzel görünen eserler meydana getirmişlerdir. Örneğin Mona Lisa tablosunun boyunun enine oranı
altın oranı verir. Mona Lisa’nın yüzünün etrafına bir dikdörtgen çizdiğinizde ortaya çıkan dörtkenar bir
altın dikdörtgendir. Bu dikdörtgeni,
göz hizasında çizeceğiniz bir çizgiyle ikiye ayırdığınızda yine bir altın oran elde edersiniz. Resim boyutları da altın oran oluşturmaktadır.
İNSAN VÜCUDUNDA
ALTIN ORAN
İddiaya göre ideal insanın ölçüleri şöyle olmalıymış: Boy uzunlu-
ğunun göbekten ayakuçlarına olan uzunluğuna oranı: göbekten ayakuçlarına olan uzunluğun göbekten başucuna olan uzunluğu oranına eşittir.
İdeal insanın boyu x birim olsun. Göbeğinden ayakucuna olan
uzaklık da y birim olsun. Bu durumda göbeğinden başucuna olan uzaklık da x-y birim olacak. Bu durumda şu denklem oluşur:
x/y = y/x-y
bu oranda 1.618 olur.
İNSAN YÜZÜNDE
ALTIN ORAN
İnsan yüzünde de birçok altın
oran vardır. Ama bu oranlandırma,
bilim adamları ve sanatkârların beraberce kabul ettikleri ‘ideal bir insan yüzü’ için geçerlidir.
Örneğin üst çenedeki ön iki dişin enlerinin toplamının boylarına
oranı altın oranı verir. İlk dişin genişliğinin merkezden ikinci dişe oranı da altın orana dayanır. Bunlar
bir dişçinin dikkate alabileceği en ideal oranlardır.
İnsan yüzündeki diğer bazı altın
oranlar şunlardır:
- Yüzün boyu / Yüzün genişliği,
- Dudak- kaşların birleşim yeri
arası / Burun boyu,
- Yüzün boyu / Çene ucukaşların birleşim yeri arası,
- Ağız boyu / Burun genişliği,
- Burun genişliği / Burun delikleri arası,
-Göz bebekleri arası / Kaşlar arası.
BÜŞRA ERCAN
11-M
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
51
TEKNOLOJİ
Türk
m
sarla ühendi
slerc
nan s
e
hücu yyar yü e taz
m kö
prüs ücü
ü
Tamamen Türk mühendislerce geliştirilen ve tasarlanan ‘’Samur’’ adı
verilen seyyar yüzücü hücum köprüsü
ile tank ve zırhlı araçlar
için akarsu ve nehirler engel olmaktan çıkıyor. Toplam 52 adet üretilecek ve akarsu geçişlerinde yapbozun
parçaları gibi yan yana gelerek birleşecek Samur’lar, kısa sürede onlarca metre uzunluğunda köprülere dönüşerek, her biri 70 tonluk tankları karşıya geçirebilecek.
SAMUR’UN ÖZELLİKLERİ
Hem karada hem de suda hareket kabiliyetine sahip Samur,
karada saatte 100 kilometre, suda yaklaşık 20 kilometre hıza ulaşabiliyor. Karada bir TIR’ı andıran suya girdiğinde tekerleklerini içine çekerek adeta bir gemiye dönüşen Samur, 12 metre
uzunluğa, 4 metre genişliğe ve
3,5 metre yüksekliğe sahip. Samurlar, akarsu geçişlerinde yapbozun parçaları gibi yan yana gelerek, onlarca metre uzunluğunda bir köprüye dönüşebiliyor. İki
samur, birleştiğinde 20 metrelik
köprü oluşturarak 70 tonluk tankı
karşı kıyıya geçirebiliyor.
Proje kapsamında üretilecek
52 adet Samur, 130 milyon dolara mal olacak.
Nehirler üzerinde süratle kurulacak olan amfibi özelliğe sahip Samurlar, muharebe tankları
ve askeri birliklerin çok kısa sürede karşı kıyıya geçmesine imkân
verecek.
Bilim ve Teknoloji Alanındaki Gelişmeler
Aselsan’ın Muhteşem
Ürünü “Peri”
Aselsan’ın Kapadokya ismi ile yarıştığı MAGIC 2010 yarışmasında, aralarında ABD, Japonya,
Avusturyadan da takımların bulunduğu 6 takım ile beraber finale
yükselerek 50 BİN dolarlık ödülü
almaya hak kazandı. Yarışmanın
asıl ödülü ise yani birinciye verile-
99
52
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
cek ödül ise 750 Bin dolar.
İnsansız araçların geliştirilmesini sağlamak amacıyla düzenlenen MAGIC 2010 yarışmasında finale kalan altı takım robot ve
elektronik teknolojisinde en ileri
noktada yer alıyor. Aselsan’ın da
bu yarışmada finale kalması dünyadaki en üst seviyede teknoloji
şirketlerinden birisi olduğunu kanıtlıyor.
Uluslararası insansız araç-
TEKNOLOJİ
lar projesi yarışmasında finale yükselerek Türkiye’nin göğsünü kabartan ASELSAN şirketi,
Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu akıllı robotları geliştirip üretmeyi hedefliyor.
Japonlar Hasta Bakıcı
Robot Geliştirdi
Teknoloji, özellikle de robot
denildiği zaman ilk akla gelen ülke şüphesiz Japonya her geçen
gün, robot teknolojisinde biraz
daha ilerleyen Japonlar bu defa da hasta bakıcı robotgeliştirdi.
Japon bilim adamlarının hastalarla iletişim kurmak ve onları rahatlatmak amacıyla geliştirdiği hasta bakıcı robotla ilgili diğer detayları yazının devamından okuyabilirsiniz.
Japon
bilim
adamlarının
‘Actroid-F’ adını verdikleri hasta bakıcı robot, 20 yaşındaki bir
japon kız görünümünde. Mimikleri, hal ve hareketleri ile gerçek
bir insana benzeyen robot, içindeki kamera sayesinde karşısındaki insanın söylediği şeyleri algılayıp tepki verebiliyor. Başını
sallayabilme, nefes alabilme, gülümseme, selam verme, kaşlarını ve dudaklarını oynatabilme gibi özelliklere sahip olan robot, her
hareketiyle gerçek bir insanı anımsatıyor.
Acer’den Dokunmatik
Klavyeli Laptop
Bilgisayar sektörünün önde
gelen markalarından Japontek-
noloji firması Acer oldukça iyi özelliklere sahip, bi o kadarda ilginç olan bir laptop üretti. Bu dizüstü bilgisayarın ilginç tarafı
klavyesinin dokunmatik ekranlar
gibi çalışması. Yani diğer dizüstü
bilgisayarlar gibi tuşlara sahip değil. Cihazın en kötü özelliği ise pil
şarjının kısa sürede bitiyor olması.44 Watt güce sahip olan ve 3
Amper’lik akım üreten pil tam dolu hali ile 3 saat dayanabiliyor.
Türklerden Muhteşem
Bir Buluş
Hacettepe Üniverstesi Kimya Bölümü Profesöleri tarafından
muhteşem bir ürün geliştirildi.
Nanoteknoloji tabanlı bu ürün sayesinde artık hırsızları veya suçları yakalamak çok daha kolay olacak. Sprey şeklinde ortama sıkılan nanopartüküller, Işık saçarak suçlunun parmak izlerinin ortaya çıkmasını sağlıyor.
Nanoteknoloji tabanlı bu mükemmel buluşun içinde herhangi
bir zehirli kimyasal madde bulunmadığından sağlığa karşı bir za-
rarı olmuyor.
Günümüzde kullanılan parmak izi tahlil maddelerinin toksik
etkisinin olduğunu söyleyen HÜ
Kimya Bölüm Başkanı Prof. Dr.
Adil Denizli, bu maddelerin parmak izlerini tam anlamıyla ortaya
çıkaramadığı belirtti.
Prof. Dr. Adil Denizli bu ürünü
geliştirirken floresan özellikli nanopartiküller üzerinde çalıştıklarını söyledi.
Parmak İzi oluşurken salgılanan aminoasitlerle tepkimeye giren nanopartiküller floresan özelliği sayesinde parmak izinin kolaylıkla görünür hale geldiğini belirten
Denizli, çalışmalarında kullanılan nanopartiküllerin en önemli özelliği sağlığa herhangi bir zararının olmadığının altını çizdi. Denizli,”Bu çalışmalarımızla nanoteknolojinin birçok probleme çözüm olacağını
gösteriyoruz.”dedi
Türkler Susuz İtfaiye
Aracı Üretti
Türkler dünyanın ilgisini üzerine çeken, mükemmel bir araç üretti. Aracı üretenler ODTÜ’den
Dr. Hakan Gürsu ve öğrencileri. Dr. Gürsu ve öğrencileri Designnobis ismini verdikleri şirketleri ile takdire şayan ürünler geliştirmiş. Bunlardan bir tanesi de
son ürettikleri susuz yangın söndürme aracı. Dünya çapında büyük ilgi gören bu ürün ülke çapında 14,ülke dışında 12 ödül almış.
Marinaya gerek duymayan
tekne, güneş enerjisi ile çalışan
yat, sulamada kaybı en aza indiren su kapanı Dr. Hakan Gürsu
ve öğrencilerinin en çok ilgi çeken buluşları. En son ürettikleri
araç ise kısa sürede ilgileri üze-
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
99
53
TEKNOLOJİ
cak deneyi yapan araştırmacılar aslında evrenin ilk zamanlarda gaz değil, sıcak ve yoğun bir
sıvı halinde olduğunu ortaya çıkardılar.
rine çekti. Fire Knight’ (Ateş Şövalyesi) adı verilen susuz yangın
söndürme aracı, yangınları toprak veya kum kullanarak söndürüyor. Araçın elektrikle çalışması
başka bir güzel özelliği.
LHC’ de kurşun çekirdeklerini birbirine çarpıştıran araştırmacılar, evrenin ilk zamanlarındaki gibi bir ortam yarattılar. 10
cudun yaydığı ısıyı çekerek enerji üretilmesini sağlıyor.
Böylece vücudunuzdan aldığı
ısıyla telefonun şarjı bitmiyor.
Genius’tan Yüzük Fare :
Ring Mause
YAKITSIZ ÇALIŞIYOR
Araçta her hangi bir patlama
riskine karşı yakıt bulunmuyor.
Bunun yerine araçta altı ayrı elektrik motoru bulunuyor. Önünde bulunan materyali kepçe gibi
kullanarak yolunu açıyor. Diğer
bir önemli özelliği ise püskürtme
menzilinin yüksekliği. Ateş şövalyesi, yerden aldığı toprağı iyice
ufalayarak kum haline getirdikten
sonra rüzgâra karşı 100 metreye
kadar püskürtebiliyor.
CERN Yanlış Bildiğimiz
Gerçeği Düzeltti
trilyon derecenin üzerindeki bu
ortamda küçük atomik ateş topları meydana geldi. Daha önceki
daha az enerjili deneylerde de ateş toplarının gaz gibi değil de sıvı gibi davrandığı bulunmuştu.
ALICE araştırma şefi Dr. David Evans şunları söylüyor; “Daha
çok başlarda olmamıza rağmen,
evrenle ilgili birçok şey öğrenmeye başladık bile. Bu ilk sonuçlar
evrenin Büyük Patlama’dan hemen sonra çok sıcak bir sıvı gibi hareket ettiğini ortaya çıkardı”.
Kendi Kendini Şarj
Eden Telefon
Bakırdan yapılan telefon, vücudun ısısını veya ısı yayan herhangi bir kaynaktan ısıyı alarak içerisindeki termojeneratörle kendini şarj ediyor. İngiliz tasarımcı
Patrick Hylan’ın icadı telefon, vü“Önce her şey bir toz bulutuydu...” Bu cümle artık tamamen
değişiyor!
CERN’de ALICE deneyini yapan araştırmacılar evrenin ilk zamanlarıyla ilgili tahmin edilen bir
gerçeği çürüttüler. Bildiğiniz gibi
çoğu bilim adamı evrenin ilk oluştuğu zamanlarda gaz halinde bulunduğunu düşünüyorlardı. An-
54
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Genius, Ring Mouse adlı yeni
ürünüyle fare tasarımını bambaşka bir şekle sokuyor
Genius’un yeni tanıttığı Ring
Mouse daha önceden gördüğünüz hiçbir fareye benzemiyor. Bilgisayarı kontrol etmek için yepyeni bir fikir sunan cihaz ile oturduğunuz yerden bilgisayarınıza
hükmedebilirsiniz.
2.4 GHz’lik kablosuz teknolojisi kullanan Ring Mouse, bir yüzük gibi parmağınıza takılabiliyor.
Üst kısmında yer alan Opto Wheel Touch Control adlı 1000 dpi’lik
optik sensor sayesinde baş parmağınızı oynattığınızda fare imlecini de hareket ettirmiş oluyorsunuz.
Multimedya ve ev sineması
PC’lerde kullanım kolaylığı sağlayan Ring Mouse ile müzik, film,
resim ve sunumlarınızı uzaktan
rahatlıkla yönetebilirsiniz.
Ürünle beraber sunulan ioMedia yazılımı sayesinde yapacağınız hızlı ayarlarla da rahat erişim olanağı sunuluyor. Mikro boyutlardaki alıcısından 10 metre uzakta bile çalışabilen Ring Mouse, USB üzerinden şarj edilebiliyor.
Mert Efe *
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
55
TASAVVUF
Hacı Bektaş Veli
Hacı Bektaş Veli’nin
düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok
daha sonra, 14.yüzyıl
başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl baş-
larında etkinlik kazanması
ile olmuştur.
H
acı Bektaş Veli, Osmanlı İmparatorluğunda XIV.
yüzyıldan itibaren, sosyal ve siyasi bakımdan büyük
etkinliği olan, II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı ile birlikte
kapatılan, Abdülaziz zamanında tekrar canlanan ve 25 Kasım
1925 tarihinde Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar devam eden Bektaşi tarikatının piridir. Hacı Bektaş Veli’nin harcını kardığı Alevi-Bektaşi anlayışı,
Anadolu’nun yanı sıra Balkanlar, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Bosna, Kosova, Makedonya, Gül Baba türbesinin
bulunduğu Macaristan’ın Budapeşte şehrinden Azerbaycan’a
kadar bir çok yerde kabul görmüş ve benimsenmiştir.
Hacı Bektaş Veli’nin düşünce ve öğretisinin yayılması, ölümünden çok daha sonra,
14.yüzyıl başlarında kurulan tarikatının, 16.yüzyıl başlarında
etkinlik kazanması ile olmuştur. Hacı Bektaş Veli, hakkında
anlatılan söylencelerle, tarihsel
gerçekliklerden kopuk olarak
yaşatılmıştır. Kendi döneminde
tanınmaktadır ve Mevlana, Baba İlyas, Ahi Evren’le çağdaştır. Kaynaklar bu dönemin ünlülerinin ilişkilerini mistik bir
dille anlatırlar. Döneme ait bilgiler aktaran Aşıkpaşazade, Eflâki, Elvan Çelebi, Vasiti gibi yazarlar,
Hacı Bektaş’a ait bilgilere yer vermişlerdir. Ölümünden sonraki yıllarda, hakkında “Vilayetname” düzenlenir. Adına
tarikat kurulur.
Mevlevi inançlı
Eflâki’nin, Ha-
cı Bektaş Veli’yi kendi tarikat
önderleriyle kıyaslayarak, küçük düşürücü öyküler anlatması, dönemin mezhep ve tarikat
bağnazlığından kaynaklanmaktadır. Alevi - Bektaşilik’le ilgili
belge ve kaynakların yokedildiği de, tarihsel bir gerçektir. Bu
durum da, Hacı Bektaş Veli’ye
ilişkin, sağlıklı bilgilere ulaşmamıza engel olmuştur.
Hacı Bektaş Veli’nin doğumu,
ölümü, kim tarafından eğitildiği,
Anadolu’ya tam olarak hangi tarihte geldiğine dair kesin bilgiler
bulunmamaktadır. Hakkında bilgi veren en eski kaynaklardan
biri olan Vilayetname’de, Hacı
Bektaş Veli, Hz. Ali’nin soyundan yedinci İmam Musa Kazım
nesline bağlanarak, soy seceresi hakkında şu bilgi verilmektedir. “Hacı Bektaş Veli, Seyyid
Muhammed İbrâhim-î Sânî, Seyid Mûsa’î-Sânî, İbrâhim Mükerrem el-Mücâb, İmam Mûsâ
Kâzım.” Ancak bu silsilenin doğruluk derecesi de tartışma konusu olmuştur. Hz. Ali ile Hacı Bektaş Veli arasındaki şahısların azlığı nedeniyle, silsilede
noksanlık veya kopukluklar olabileceği ileri sürülmüştür.
Hoca Ahmet Yesevi tarafından yetiştirilip Anadolu’ya gönderildiği iddialarına karşılık, yaşadıkları dönem göz önünde
bulundurulduğunda,
1166’da
ölen Ahmet Yesevi ile 12091271’de yaşayan Hacı Bektaş Veli’nin aynı zaman diliminde yaşamadıkları açıktır. Yaygın olan kanaate göre, Lokman
Perende’nin himayesinde ve
Yesevilik öğretisinin etkin olduğu bir ortamda yetişmiştir. Ho-
TASAVVUF
rasan ve Erdebil’de aldığı tekke eğitimi,
Anadolu’ya geliş yolu ve Anadolu’da
bulunduğu yerler dikkate alındığında,
Hacı Bektaş Veli, Yesevilik, Melamilik, Batınilik, İsmaililik, Ahilik, Babailik,
Mevlevilik, Kalenderilik gibi dönemin inanç ve anlayışlarını, yakından tanıyor
ve biliyor olmalıdır.
Aşıkpaşazade’ye göre, Hacı Bektaş
Veli kendinden geçmiş bir meczub idi.
Tarikatı ve müridleri yoktu. Hacı Bektaş Veli’nin; Aşıkpaşazade’nin Hatun
Ana dediği (Vilayetnamede Kutlu Melek - Fatma Ana - Kadıncık Ana isimleri ile anılan), manevi bir kızı olduğunu; tasavvuf öğretisini ve kerametlerini ona emanet ettiğini; Hatun Ana’nın
da bunları Abdal Musa’ya aktardığını,
Aşıkpaşazade’den öğreniyoruz. Bu bilgiyi, Abdal Musa Vilayetnamesi de doğrulamaktadır. Bu bilgiler, o çağdaki “kadının”, erkek müridi olacak kadar, yüksek bir statüye sahip olduğunu göstermektedir. Vilayetname’deki anlatımlar da, İslami dönemdeki kısıtlamalardan önce, kadının sosyal yaşamda etkin bir yerde olduğunu ortaya koymaktadır. Meclislerde erkeklerin yanında yer
almakta ve yabancı konuklara hoş geldin diyebilmektedirler.
Vilayetname’de, Hacı Bektaş Veli’nin
Osman Gazi’ye kılıç kuşatıp Elif Tac
giydirdiği yazılı ise de, Aşıkpaşazade
bu konuda açık ve kesin bir bilgi vererek, Hacı Bektaş Veli’nin Osmanlı Hanedanından kimse ile görüşmediğini açıkca ifade etmektedir. Aşıkpaşazade,
Eflâkî ve Elvan Çelebi’nin anlatımları ile Hacı Bektaş Veli Türbesinden gelen ve Ankara Kütüphanesinde korunan, Ciritli Derviş Ali (Resmî Ali Baba)
tarafından 1176(1765)’da kopya edilmiş
Vilayetnamede, Hacı Bektaş Veli’nin
606(1209/1210)’da doğduğu, 63 yıl yaşayarak 669(1270/1271)’de öldüğüne
dair verilen bilgi örtüşmektedir. 1281’de,
23 yaşındayken Kayı Boyu’nun yönetimini üstlenen Osman Gazi’ye, Hacı
Bektaş Veli’nin kılıç kuşatıp Elif Tac giydirmesinin, Hacı Bektaş Veli ile ilişkilendirilen Yeniçeri Ocağının kurulmasından
sonra, Vilayetname’ye eklenmiş olabileceğini düşündürtmektedir.
SÖZLERİ
*Ara,bul.
tunuz.
*Kadınları oku
citme.
*İncinsen de, in
k sabır iledir.
*Murada erme
luk kapısıdır.
*Doğruluk dost
k bir sınavdır.
*Araştırma açı
diline sahip ol.
*Eline, beline,
.
n kendinde ara
unutmayınız.
*Her ne ararsa
u
n
u
ğ
u
ld
o
n
sa
dahi in
ışıktır.
*Düşmanınızın
arı aydınlatan
ll
o
y
n
e
id
g
te
a
*ilim,hakik
ptir.
ilk makamı ede
in
n
li
h
e
t
fe
ri
a
M
*
ndır.
büyük kitap insa ir.
n
e
k
ca
a
n
u
k
O
*
iğid
sözünün güzell
ız.
*İnsanın cemali
nı ayıplamayın
sa
in
e
v
ti
le
il
m
etme.
*Hiç bir
kimseye tatbik
i
n
le
e
g
ır
ğ
a
e
*Nefsin
nu karanlıktır.
so
n
lu
o
y
n
e
y
e
u.
*İlimden gidilm
tanlara ne mutl
tu
ık
ış
a
ın
ğ
lı
n
*Düşünce kara
Hayatının büyük bir kısmını Sulucakarahöyük’te (Hacıbektaş) geçiren Hacı
Bektaş Veli, ömrünü de burada tamamlamıştır. Mezarı, Nevşehir İli’ne bağlı Hacıbektaş İlçesi’nde bulunmaktadır.
Ozan DOLAŞ
GÜNCEL
Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
tabak yemek yedikten sonra yüzmek
size rahatsızlık verebilir, ancak boğulmanıza sebep olmaz. Eğer kramp
girse bile çoğunlukla, ciddi bir zarar
görmeden sudan kolayca çıkabilirsiniz.
YANLIŞ:
Beş duyu organımız
vardır –görme, işitme, dokunma, koklama ve tat alma.
DOĞRU: Aslında çok daha fazla
sayıda duyumuz bulunur. Kimileri bu
sayıyı 21’e kadar çıkartmıştır. Bunlardan en bariz olanları denge, acı ve
ısıdır. Ayrıca 4 tane içsel duyumuz
vardır: hayal gücü, hafıza, sağduyu
ve değerlendirme gücü.
YANLIŞ:
renk vardır.
Gökkuşağında
yedi
DOĞRU: Gökkuşağındaki renkler
kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, çivit mavisi ve mor olarak bilinir.
İşin aslı, gökkuşağında kesintisiz
bir renk spektrumu vardır, ancak insanın renk algısı, ortada bir kuşak
serisi olduğu yanılgısını yaratır. Kimi gökkuşaklarında ise insan gözünün görebileceği 7’den fazla kuşak
bulunur.
YANLIŞ: Uçakta cep telefonu
kullanmak uçuş emniyetini tehdit eder ve uçağın düşmesine sebep olur.
YANLIŞ:
Küçük depremler, büyük depremlerin gerçekleşme şansını azaltır.
DOĞRU: Küçük sarsıntıların meydana gelmesinin büyük bir depreme
yol açabilecek basınç birikimini hafiflettiğine dair ortak bir kanı vardır. Fakat bunun doğruluk payı yoktur. Sismologlar, 6 büyüklüğündeki bir depremin 5 büyüklüğünde 10 adet, 4 büyüklüğünde 100 adet, 3 büyüklüğünde 1000 adet vs depremin toplamına eşit olduğunu gözlemlediler. Bu,
çok sayıda küçük deprem demek oluyor, ancak büyük bir depremi bertaraf edebilecek kadar fazla sayıda küçük sarsıntının gerçekleşmesi mümkün değildir.
YANLIŞ:
Yemek yedikten sonra
yüzmek için en az 30 dakika beklenmelidir.
YANLIŞ:
du ısıtır.
Alkollü içecekler vücu-
DOĞRU: Bu tamamen yanlış bir inanıştır. Yine de filmlerde alkol üşümenin çaresi olarak gösterilmeye ve
insanlar, boyunlarında likör fıçısıyla
gezen St. Bernard köpekleriyle ilgili efsaneye inanmaya devam
ediyor. Oysa alkol aldığınızda vücut ısınız düşer, çünkü alkol vücudun yüzeyine
daha fazla kan ulaşmasını sağlar ve bu da vücutta
ısı kaybına neden olur. Alkol aldıktan sonra hissedilen sıcaklık hissi, kanın yüzeye doğru akışının cildi ve
ciltteki sinir uçlarını ısıtması ve
bunların beyne sıcaklık algısını iletmesi gerçeğiyle açıklanabilir.
58
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
DOĞRU: Vücudun, kan dolaşımını sindirim sistemine yönelttiği ve
kaslardan uzaklaştırdığı, bunun da
krampa yol açabileceği gerçeğine dayanan teorik bir endişe olmasına karşın bugüne kadar hiç kimse dolu bir
mideyle yüzdüğü için boğulmadı. Büyük bir
DOĞRU: Federal Havacılık Kurulu, 25 senedir her türlü elektronik cihazı radyo frekansının 100 katındaki parazit seviyelerinde test etti, fakat
hiçbir sorun meydana gelmedi. Kurum, çalışan elektronik cihazlarla uçağın düşmesi arasında bir bağlantının kanıtlanmadığını açıkladı. Bu nedenle havayolu şirketleri bu konudaki
politikalarını kendileri belirliyorlar. Uçuş sırasında cep telefonunuzu kullanırsanız uçuş ekibiyle çatışma riskini
almış olursunuz ancak uçak düşmez.
Bundan dolayı kimi havayolu şirketleri, uçuş sırasında cep telefonu kullanımını serbest bırakmaya başladılar.
YANLIŞ:
neden olur.
Cep telefonu kansere
DOĞRU: Açılan davalar ve medyada çıkan birtakım haberler, cep telefonunun kansere sebep olduğu -özellikle de beyin kanseri- efsanesini
besledi. Tüketiciler daha sonra bu iddiayı yalanlayan haberleri görmemiş
olabilirler, çünkü bunlar, cep telefonu tehlikesini vurgulayan haberler gibi baş sayfalardan verilmediler. Bazı
çalışmalar, seyrek görülen beyin tümörü oluşumlarıyla cep telefonu kullanımı arasında bir bağlantı olabileceğini gösterdi, fakat beyin kanseriyle ilgili iddiaların geçersizliği, çeşitli çalışmalar sonucu doğrulandı.
YANLIŞ: On
yıl içinde dünyada hiç muz kalmayacak.
DOĞRU: Aslında bu efsanede
bir gerçeklik payı bulunuyor. Şöyle ki; bazı
GÜNCEL
YANLIŞ: Alexander Graham Bell
telefonu icat etti.
DOĞRU: Hepimiz Graham
Bell’in telefonu icat ettiği ve ilk olarak sekreteri Watson’ı aradığıyla
ilgili hikâyeyi duymuşuzdur. Fakat
aslında çalışan ilk telefon bundan
150 yıl önce, Alman bir mucit olan
Philipp Reis tarafından icat edilmişti. “Reis Telephon” ismini verdiği bu
cihazı, ilk olarak 1861’de sunmuştu.
Reis Telephon, müzik notalarını oldukça net olarak, ancak insan sesini zayıf bir şekilde iletebiliyordu. İnsan sesinin tel üzerinden ilk iletiminin Reis tarafından üretilen cihazla gerçekleştirildiği su götürmez bir
gerçek. Ancak buna rağmen bütün
övgüyü Bell alıyor.
–insan yaşı cinsinden- 90’a kadar çıkar. Üstelik farklı köpek türlerinin ortalama yaşam süreleri büyük farklılıklar (6 yıldan 13 ve daha fazlası yıla kadar) gösterir. Ayrıca köpeklerin
“çocukluk”ları oldukça kısa sürerken,
orta yaş dönemleri oldukça uzundur.
Dolayısıyla köpek yaşını insanınkiyle 1’e 7 şeklinde karşılaştırmak yanlıştır.
YANLIŞ: Kutup ayıları solaktır.
DOĞRU: Bu efsanenin nerden
çıktığı tarihin karanlık dehlizlerine gömülmüştür. Hayatlarını kutup ayılarını araştırmaya adamış bilim adamları, bu hayvanların iki ellerini de aynı
beceriyle kullanabildiklerini gözlemlemişlerdir. Bu efsanenin yayılma se-
YANLIŞ: Zıplayamayan tek memeli
hayvan fildir.
Asya ülkelerinde, Panama hastalığı adıyla da bilinen ve muzları tehdit
eden bir hastalık var. Ancak bu durum dünyadaki tüm muzları –hatta
Asya’dakileri bile- yok edebilecek kadar etkili değil. Üstelik Asya’da tehdit altında olan bu muz türü, dünyada
bulunan ve insanların yemesinde bir
sakınca görülmeyen 300 türden yalnızca bir tanesi.
DOĞRU: Öncelikle, yetişkin fillerin
zıplayamadığını söylememiz gerek; tabii zıplamaktan kastedilen, hareketsiz pozisyondayken kendini yukarı doğru ittikten sonra bütün ayakların aynı anda havada olması
durumuysa eğer… Fakat zıplayamama konusunda tek olduğuyla ilgili popüler efsanenin
aksine, bu beceriksizlik yalnızca file ait değildir.
Örneğin, Amerika’ya özgü, ismini
“tembellik” kelimesinden (sloth) alan
bir hayvan, yaşam tarzıyla da uyumlu olarak, zıplayamaz. Ayrıca, gergedan ve su aygırı da zıplayamayan memelilerdir, fakat fillerin aksine,
koşarlarken
dört ayaklarını birden aynı
anda yerden kesebilirler.
YANLIŞ: Bir
köpek yılı yedi insan
yılına eşittir.
DOĞRU: Köpek yaşını insan yaşına eşitlemek için yapılan bu hesapta, normalde insanlarda 78 olan ortalama yaşam süresi, köpeklerde
bebi belki de, kutup ayılarının sol ellerini çok iyi kullanabildiklerini gören
fakat sağ elleriyle de aynı şekilde çalışabildikleri gerçeğini göz ardı eden
insanlar olabilir.
YANLIŞ: Çin Seddi uzaydan çıplak gözle görülen tek insan yapısıdır.
DOĞRU: Bu iddia pek çok açıdan yanlıştır. Öncelikle, dünyaya, Çin
Seddi’ni görebilecek kadar yakın bir
noktada bulunuyorsanız, karayolu
ağlarını ve insan yapımı daha birçok
objeyi görebiliyorsunuz demektir. Bir
başka deyişle yalnızca Çin Seddi’nin
göründüğü belli bir uzaklık yoktur.
Dünyadan birkaç bin kilometre yüksekte ise insanoğlu tarafından yapılmış hiçbir şeyi görme olanağı yoktur.
Sümeyye GÜNEY 12 B
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
59
DOĞA
Bunları Biliyor muydunuz?
• Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu
• Ördeğin vakvaklamasının yankı yaratmadığını
ve bunu kimsenin açıklayamadığını
• Dünyadaki fotokopi makinelerinde meydana
gelen arızaların %23 ünün, makinenin üstüne oturup kendi popolarının fotokopisini çekmek isteyen
insanlar sayesinde meydana geldiğini
• Yaşamın boyunca uyku sırasında yaklaşık 70
böcek ve 10 örümcek yiyeceğini (Mmmmh!!:)
• İdrarın zifiri karanlıkta parladığını
• Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından
birini kırabileceğini
• Hapşırmayı engellemeye calışırsan, başındaki
veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini
• Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalı-
ARILARIN VERİMLİ UÇUŞU
İlk bakışta arıların uçuşlarının enerji tüketimi açısından
verimsiz bir hareketlilik olduğu düşünülür. Gerçekten de
arılar uçmak için harcadıkları enerjinin ancak % 6’sını harekete çevirebilirler. Ancak, bu böcekler eğer isterlerse bu
oranı artırabilirler.
Örneğin, hava sıcaklığı 20°C’den 40°C’ye çıktığında, arılar kanat çırpma frekanslarını %16 düşürebilirler. Böylece uçmak için harcadıkları enerji yarıya düşmüş olur. Tabii ki, düşük sıcaklıklarda bilerek daha kötü bir başarı grafiği çizerler ve dışa verdikleri ısıyı artırarak sıcak kalırlar.
ÇEKİRGE’NİN AĞIZ TADI
Cambridge Üniversitesi’nde böceklerin tat alma duyuları araştırılıyor. Bu, böceklerin verdikleri zararları azaltmak için yararlı ola
cak bir çalışma.
İnsanlardan farklı olarak böceklerin ağızlarının yanında ve
şırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini
• Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını
• Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla konuşmadığını
• Farelerin ve atların kusamadıklarını
• 1 saat süreyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını
• Çakmağın kibritten önce bulunduğunu
• Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için
benzersiz olduğunu
• Bu yazıyı okuyan insanların %75 inden fazlasının, dirseklerini yalamaya çalışacaklarını
Biliyormuydunuz?
bacakları dâhil vücutlarının birçok bölgesinde tat alıcılar
bulunuyor. Bunlar, böceklerin yürürken üzerinden geçtikleri yaprakların yenip yenmeyeceğini anlayabilmek için
onları tatmalarını sağlıyor.
Böcekten insana, bütün hayvanlarda sinir sistemi, tek
tek sinir hücrelerinden karmaşık yollarla ve ağlarla tek tek
gönderilen mesajlar yoluyla işlevini gösteriyor.
Dr. Newland, çöl çekirgelerinin tat alıcılarının, sinir
sistemi tarafından yemeğe
başlama ya da kötü tattan kaçma gibi düzenlenmiş bir cevap vermek için,
çözümlenebilir ve analiz edilebilir bir koda nasıl çevrildiğini araştırıyor.
Tat tepkileri bütün böceklerde eş
bulma, yumurtlama için yer seçimi
gibi yaşamsal olaylar açısından önemli bir öğe. Yeni bir araştırma, sinir hücrelerinin tatlı veya tuzlu tatlara cevap olarak
farklı sinir hücresi kümeleri boyunca mesaj gönderip göndermediğini araştırıyor.
Tatların sinir sisteminde nasıl bir süreçten geçtiğini bilmek, yemek seçiminin nasıl yapıldığını anlamamızı
sağlayacak. Böceklerin tat alma duyularını incelemenin
bir diğer nedeni de mücadelede
kullanılan ilaçlara karşı bağışıklık geliştirmeleri.
DİNAZOR NE KADAR BÜYÜK ?
Dinazorun kuyruğunun uzunluğu gövdesinin iki katı kadardır gövdesi ise boynunun ( gövdeden burnunun ucuna kadar olan kısım ) yarası kadar uzunluktadır boynu 12
metre olduğuna göre dinazor burnunun ucundan kuyruğunun ucuna kadar kaç metredir acaba?
DOĞA
ELEKTRİK YÜKLÜ ÇİÇEKTOZLARI
Sesle Havaya Kaldırma
Monterey (Kaliforniya) Denizcilik Okulundan iki fizikçi
ses dalgalarıyla cisimleri havaya kaldırabilirler. 6 mm kalınlıkta bir alüminyumdan, diğeri polivinikloründen (PVC)
aralarında 10 mm olan iki plaka üzerine iki hoparlör yönelttiler. Ses dalgalarının etkisiyle iki plaka birbirinden uzaklaştırdılar; plakaların birbirini çekmesi giderek azaldı
ve sonunda birbirlerini itmeye başladılar. Açıklaması: Plakalar arasındaki uzaklık, gönderilen ses dalgaları arasında frekansı en yüksek olanın dalga boyunun en az yarısı
kadar olunca, ses dalgaları plakalar dik olarak sıçramaya
başlarlar. Bu durumda plakalar arasında kalan ses dalgalarının basıncı, plakaların dışında her yöne yayılan ses
dalgalarının basıncını aşar ve plakalar birbirinden uzaklaşır. Bu etkiler çok zayıf olmakla birlikte, gelecekte fon gürültüsünün şiddetini ölçmekte ya da mikro-mühendislikte
küçük cisimleri hareket ettirmekte kullanılabilecektir.
ŞAŞIRTAN KUYRUK..
Çiçeklerin tozlaşması, rüzgâr, böcekler, yarasalar ve
kuşlar yardımıyla gerçekleşir. Ancak, tarımla uğraşanlar, tozlaşmanın yalnızca doğal yollara bırakıldığında verimin düşük olduğunu, çok miktarda çiçektozunun da ziyan olduğunu düşünüyorlar. ABD’nden iki ziraat mühendisi daha çok çiçektozunun daha çok çiçeğin tozlaşmasına katkıda bulunmak amacıyla, çiçektozlarına elektrik
yükü kazandırıyorlar. Araştırmacılar, elektrik yükü kazanmış bir çiçektozuyla çiçeğin dişi organı arasındaki çekimin daha yüksek olacağını düşünüyor. Çiçektozu pozitif
yüklü ise dişi organın yüzeyine elektronları; negatif yüklü ise protonları çekiyor. Her iki durumda da oluşan bu elektriksel çekim çiçektozlarının dişi organa tutunmasına
yardım ediyor. Çiçektozlarına nasıl elektrik yükü kazandırıldığına gelince, normalde elektriksel iletkenliği zayıf olan çiçektozunu elektrik yüklenmesi oldukça zor bir iş. Ancak, araştırmacılar bu sorunu, oldukça basit bir yöntemle çözmüşler: Çiçektozlarını saf su ve tuzla karıştırmışlar; böylece çiçektozları elektrik yükü kazanmış. Laboratuarda yapılan deneylerde elektrik yüklü çiçektozlarının
çiçek dişi organlarının üzerinde normal çiçektozlarına kıyasla beş kat daha yüksek oranda toplandığı gözlenmiş.
Arazide, doğal koşullar altında yapılan deney pek olumlu
bir sonuç vermemiş. Çünkü uygulamanın ertesi günü olan sağanak yağışı tüm çiçektozların ve deneyin sonuçlarını silip süpürmüş, ama araştırmacılar çalışmaların sürdürmekte hâlâ çok kararlılar.
Havadaki Mıknatıs
Bir mıknatıs havada durur mu? Kurama göre hayır. Gelgelelim, diamıknatıs denen ve manyetik alanlara küçük
bir itme gücüyle tepki gösteren cisimlerin eylemleri, kuramla çelişiyor. Süperiletken bilyeler, hatta canlı hayvanlar gibi “diamanyetik” cisimleri kararlı biçimde havada asılı tutma deneyleri başarılı sonuçlar vermişti. Buna karşılık, süperiletkenler kullanmadan bir mıknatısı havada asılı tutmak, bugüne kadar olanaksız sanılıyordu. İki Hollandalı ve iki Amerikalı araştırmacı, kuramın olanaksız saydığı bu işi başardılar. Araştırmacılar, mıknatısı önce bir
manyetik alanla kaldırdıklarını, sonra da dengeyi, mıknatıs yakınlarındaki diamanyetik maddelerin (örneğin parmak) itme kuvvetiyle kararlı hale getirdiklerini açıkladılar.
Bukalemunlar tombul vücutlu kısa ayaklı hayvanlardır bu nedenle düşmanlarından kaçarken hızlı olamazlar
bazı bukalemunlar kuyruklarını kıvırarak kuyruklarının başları görünmesini sağlarlar
bunu gören düşmanlar bukalemunun
önü arkası neresi ayıramazlar avcı
eğer kuyruğuna saldırırsa bukalemun vücudundan ayırır nasıl olsa yenisi çıkıyor.
KAPLANIN
ÇİZGİLERİ NE
İŞE YARAR
Kaplanların
vücudu turuncu siyah beyaz
çizgilerden oluşan özel bir
desene sahiptir insanların parmak izleri gibi h,ç bir
kaplanın deseni
bir biriyle aynı değildir kaplanlar uzun
otların arasına gizlenerek avlarını beklerler koyu ren çizgiler
sayesin de otların arasında vücut hatları belli olmaz böylece
kendilerini fark
etmeyip yaklaşan
avlarını kolayca yakalarlar.
UYKU HASTALIĞI
Bir Afrika ülkesinde leyleklerin sevdiği ağaçları yok etmişler bunun ardından o yörede uyku hastalığı baş göstermiş nedenini araştırmak uzun yıllar almış sonunda şu
gerçek ortaya çıkmış leylekler bu bölgede yiyecek bir şey
bulamayınca buraya gelmez olmuşlar leylekler gelmeyince yılanlar çoğalmış yılanlar çoğalınca kurbağalar azalmış kurbağalar azalınca öldürücü uyku hastalığı yayan
sinekler çoğalmış
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
61
KÜLTÜR
Vizyondaki Filmler
127 Saat
Yapım: 2010 ~ ABD
Tür: Biyografi, Dram, Gerilim, Macera
Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James Franco,
Kate Mara, Amber Tamblyn,
Lizzy Caplan, Kate Burton, Treat Williams, John Lawrence,
Parker Hadley, Rebecca C. Olson, Sean Bott
Senaryo: Danny Boyle, Simon Beaufoy, Aron Ralston
Yapımcı: Danny Boyle, John
Smithson, Christian Colson
Süre: 1 saat 34 dk
Gösterim Tarihi: 28 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Genç bir dağcı
olan Aron, Utah yakınlarında büyük bir kaya parçasının arasına
sıkışır. Hayatı için bir çeşit tuzağa dönüşen bu olayda Aron, soğukkanlı olması gereken şoke edici bir çözüm yolu bulur.
Dağcı Aron Ralston’un başından geçenlerin gerçek hikayesi...
Ayı Yogi
62
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
Yapım: 2010 ~ ABD, Yeni
Zelanda
Tür: Animasyon,
Komedi,
Macera
Yönetmen: Eric Brevig
Senaryo: Joshua Sternin,
Brad Copeland, Jeffrey Ventimilia
Yapımcı: Karen Rosenfelt,
Jim Dyer, Andrew Hass, Lee Berger, Tim Coddington, Donald De Line
Görüntü Yönetmeni: Peter
James
Müzik: Andrew Lockington
Gösterim Tarihi: 21 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti : Bir belgesel
yönetmeni yeni projesi için Jellystone Park’a gelir ve burada yolu Ayı Yogi ve arkadaşlarıyla kesişir...
Yapımcı: Dana Belcastro,
Stacy Cramer, Donald De Line,
Bojan Bazelli
Görüntü Yönetmeni: Bojan
Bazelli
Müzik: Sia, Buck Damon,
David Macmillan
Süre: 1 saat 40 dk
Gösterim Tarihi: 07 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Küçük bir kasabadan Los Angelas’ta yaşamak üzere ayrılan Ali, geçmişini geride bırakmak istemektedir.
Oldukça güçlü bir sesi olan Ali,
şehrin en önemli klüplerinden biri olan Burlesque Lounge’ta çalışmaya başlar. Garson olarak işe başlayan Ali, sahnede
olmayı istemektedir. O an
mali ve kişisel problemlerle çalkalanan klüpte, işletmeciliği yürüten Tess
bir çıkış yolu aramaktadır.
Tess klüp için de iyi olacağını düşündüğünden Ali’ye
destek olur.
Ali sesi ile herkesi büyülemiştir, bir anda hem kendisi hem de klüp gözde bir hal
alır. Elbette bu kıskançlık ve
rekabeti de beraberinde getirecektir.
Burlesque
Yapım: 2010 ~ ABD, Avustralya
Tür: Dram, Müzikal, Romantik
Yönetmen: Steve Antin
Oyuncular: Kristen Bell,
Cam Gigandet, Christina Aguilera, Eric Dane, Alan Cumming,
Stanley Tucci, Peter Gallagher, Cher , Black Thimas, Tyne
Stecklein, Blair Redford, Julianne Hough, Aimiomode Anetor,
Aline Bui, Anastasia Soaresh,
Baldeep Singh, Black Thomas,
Bryan Dodds, Catherine Natale, Chelsea Traille, Chris Minori, David Walton, Dennis Kreusler, Elise Jackson, Jacquelyn
Dowsett, Jennifer Barbosa, Katerina Mikailenko, Kesia Elwin,
Matt Mcabee, Michelle Maniscalco, Paula Van Oppen, Sarah Mitchell, Slim Khezri, Stephen Lee, Tanee Mccall, Tisha
French, Wendy Benson-landes
Senaryo:Susannah
Grant,
Keith Merryman, Steve Antin
Cadılar Zamanı
Yapım: 2010 ~ ABD, İngiltere
Tür: Aksiyon, Dram, Fantastik, Gerilim, Macera, Savaş,
Tarih
Yönetmen: Dominic Sena,
Peter Goddard
Oyuncular: Nicolas Cage,
Christopher Lee, Ron Perlman,
Stephen Graham,
Stephen
Campbell Moore, Ulrich Thomsen, Claire Foy, Matt Devere,
Nick Thomas-webster,
Peter
Linka, Robert Sheehan
Senaryo: Bragi F. Schut
Yapımcı: Charles Roven, Alex Gartner, Ryan Kavanaugh,
Alan Glazer
Görüntü Yönetmeni: Amir
M. Mokri
Müzik: Atli Örvarsson
Süre: 1 saat 53 dk
Gösterim Tarihi: 21 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: 14. yüzyılda
Kara Veba’nın yayıldığı dönemlerde, cadı olduğundan şüphelenilen bir kızın taşınmasına yardım eden şövalye Behman’ın
macerasını anlatacak.
Eyvah Eyvah 2
Yapım: 2011 ~ Türkiye
Tür: Aile,Komedi, Macera
Yönetmen: Hakan Algül
Oyuncular: Ata Demirer, Demet Akbağ, Salih Kalyon, Alican Yücesoy, Özge Borak, Bülent Şakrak, Tanju Tuncel, Tarık
Ünlüoğlu, Bican Günalan, Murat Serezli, Okan çabalar, Teoman Kumbaracıbaşı, Hande
Dane, Şehsuvar Aktaş, Caner
Alkaya, Ali Savaşçı, Bala Atabek, Gökhan Atılmış, Meray Ülgen, Ayfer Dündar, Ender Serin, Engin Akpınar, Gülden Akıncı, Hasan Baran, Mustafa
Aslan, Müge çelebi, Rafi Emeksiz, Tevfik Yapıcı, Yahya Doğu
Demir
Senaryo: Ata Demirer
Yapımcı: Necati Akpınar
Müzik: Ata Demirer
Gösterim Tarihi: 07 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Ocak 2011’de
seyirciyle buluşacak olan ‘Eyvah Eyvah 2’nin Geyikli ve
Bozcaada’da başlayan çekimlerinin tamamı Kuzey Ege’de gerçekleşecek. İlk filmde aşık olduğu kızı (Özge Borak Şakrak) istemek için Firuzan ile (Demet
Akbağ) Geyikli’ye doğru yola çıkan Hüseyin’i (Ata Demirer) Eyvah Eyvah 2’de de binbir macera bekliyor.
Güzel Bir
KÜLTÜR
Hayat Düşlerken
Yapım: 2010 ~ Almanya, Belçika, Bosna-Hersek, Fransa, İngiltere, Sırbistan, Slovenya
Tür: Dram
Yönetmen: Danis Tanovic
Oyuncular: Boris Ler Jelena
Stupljanin, Mira Furlan, Miki Manojlovic, Mario Knezovic
Senaryo: Danis Tanovic
Yapımcı: Roman Paul, Cat
Villiers, Cédomir Kolar, Mirsad
Purivatra, Marion Hänsel, Dunja Klemenc, Marc Baschet, Amra Baksic Camo, Miroslav Mogorovich, Gerhard Meixner
Görüntü Yönetmeni: Walther Van Den Ende
Müzik: Samir Foco,
Dirk
Bombey
Süre: 1 saat 55 dk
Gösterim Tarihi: 28 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Balkanlar’da
yeni bir dönemin başladığı günlerde geçen, romantik olduğu
kadar trajik bir aşk öyküsü anlatıyor. Hersek’in güneyinde küçük bir köy, savaş henüz sona
ermiş. Yıllar süren komünist rejimden sonra, yeni bir demokratik hükümet başa geçmiş. Yıllarca sürgünde kalan Divko Buntic,
eski ailesi de dâhil hesaplarını
kapatıp intikamını almak üzere
memleketine döner. Yanında yeni ve genç karısı, kara bir kedi,
koca bir Mercedes ve tonla para
vardır. Başta parayla her şey çözülür gibi görünse de sonrasında hayat ipleri eline alır. Savaş
kapıya dayanır, hayatı alt üst olur derken Divko son bir atakla
talihini yenmeye çalışır.
Kurtlar Vadisi
Filistin
Yapım: 2010 ~ Türkiye
Tür:
Aksiyon,
Casusluk,
Dram, Macera, Politik, Savaş,
Suç, Tarih
Yönetmen: Zübeyr Şaşmaz
Oyuncular: Necati Şaşmaz,
Gürkan Uygun, Erdal Beşikçioğlu, Kenan Çoban, Nur Aysan, Umut Karadağ, Mustafa Jasar, Erkan Sever, Mustafa Yaşar, Zafer Diper
Senaryo: Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener,Cüneyt Aysan
Yapımcı: Necati Şaşmaz, Raci Şaşmaz, Zübeyr Şaşmaz
Görüntü Yönetmeni: Selahattin Sancaklı
Müzik: Gökhan Kırdar, Kalan
Müzik, Loopus
Gösterim Tarihi: 28 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Gazze’ye insani yardım malzemeleri götürmeye çalışan gemilere yapılan kanlı baskın üzerine Polat Alemdar
ve arkadaşları Filistin’e gitmiştir. Yapılacaklar bellidir: Bu baskının askeri planlayıcısı ve yürütücüsü olan İsrailli komutan ele
geçirilmelidir.
Filistinlilerle kurulan ilk temaslar sayesinde hedefine adım adım yaklaşmaya çalışan Polat
Alemdar’ı bazı sürprizler bekle-
mektedir. Hedeflerindeki kişi olan Moşe Ben Eliezer’in kural tanımaz gaddarlığı ve teknolojik
imkânları işleri zorlaştırmaktadır.
Polat, Moşe’ye ulaşmaya çalışırken, Filistin’de masum insanların nasıl öldürüldüklerini görür.
Moşe, köyleri yıkmakta, çocukları öldürmekte ve Polat’a yardım eden herkesi hapse atmaktadır. Ancak teknolojik imkânlar
ve kural tanımazlık, Moşe’yi kurtarmaya yetmeyecektir.
Kutsal Damacana
Dracula
Yapım: 2011 ~ Türkiye
Tür: Komedi
Yönetmen: Korhan Bozkurt
Oyuncular: Ersin Korkut, Şahin Irmak,Özge Ulusoy
Senaryo: Ahmet Yılmaz
Yapımcı: Şenol Zencir,Selin
Altınel
Gösterim Tarihi: 14 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Kendisini cami avlusunda bulan yavru Sebo (Ersin Korkut), güvercin ve
kumruların yemleriyle beslenip
kendi kendini yetiştirmiştir. Zengin bir işadamının konağında iş
Yapımcı Firma: Feza Film
Yapım Yılı: 2010
Yapım Ülkesi: Türkiye
Orijinal Dili: Türkçe
Resmi Sitesi: http://www.
huradam.com.tr/
Dağıtıcı Firma: Özen Film
Vizyon Tarihi: 07.01.2011
bulan ve kızı Demet’e (Özge Ulusoy) platonik bir aşkla bağlanan Sebo’nun mutluluğu bir anda bozulur. Bir gece yarısı aniden müştemilatın kapısı çalınır
ve efsanevi kan emici Kont Dracula (Şahin Irmak) gelir..
HÜR ADAM:
BEDİÜZZAMAN
SAİD NURSİ
Filmin Özeti: Hür Adam,
yazdığı kitaplar ve yetiştirdiği talebelerle 80 seneyi aşkın süredir
Türkiye’den başlayarak bütün
dünyayı etkileyen Bediüzzaman
Said Nursi’nin hayatından kesitler taşıyor.
Pek çok ilmî ve edebî çalışmaya konu olan Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatı Hür
Adam’da ilk kez dramatik bir yapıyla sinemaya uyarlandı.
Filmin Künyesi:
Yönetmen: Mehmet Tanrısever
Senaryo: Mehmet Tanrısever, Mehmet Uyar
Oyuncular: Mürşit Ağa Bağ
Filmin Türü: Biyografi
Orijinal Adı: Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi
Tron Efsanesi
Yapım: 2010 ~ ABD
Tür: 3 Boyutlu, Aksiyon, Bilim
Kurgu, Casusluk, Fantastik, Gerilim, Gizem, Macera
Yönetmen: Joseph Kosinski
Oyuncular: Michael Sheen, John Hurt, Jeff Bridges, Olivia Wilde, Garrett Hedlund, James Frain, Beau Garrett, Serinda Swan, Brandon Jay Mclaren, Daft Punk, Yaya Dacosta, Amy Esterle, Thomas Bangalter, Bruce Boxleitner, Elizabeth Mathis, Guy-manuel De
Homem-christo, Michael Teigen,
Owen Best, Steven Lisberger,
Tony Besson
Senaryo: Edward Kitsis, Adam Horowitz, Brian Klugman,
Steven Lisberger, Richard Jefferies, Lee Sternthal
Yapımcı: Steven Lisberger,
Justis Greene, Donald Kushner, Brigham Taylor, Sean Bailey, Bruce Franklin, Jeffrey Silver, Julien Lemaitre, Steve Gaub, Bonnie Franklin
Görüntü Yönetmeni:Claudio
Miranda
Müzik: Daft Punk
Gösterim Tarihi: 28 Ocak
2011 (Türkiye)
Filmin Özeti: Tron Efsanesi;
daha önce beyaz perdede gördüklerimizin hiçbirine benzemeyen bir dijital dünyada kurulmuş, bir 3D ileri teknoloji macerası. Sam Flynn, Kevin Flynn’in
27 yaşındaki teknoloji meraklısı
oğlu, babasının ortadan kayboluşunu araştırır ve kendini babasının 25 yıldır yaşadığı Tron’un
dijital dünyasında bulur. Kevin’in
sadık sırdaşı Quorra’yla birlikte,
baba ve oğul ölüm kalım yolculuğuna çıkarlar.
Kaan ONUR 11-L
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
63
GEZİLER
Tarihi Yarımada Gezisi
64
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
GEZİLER
Bursa - Uludağ ve Uludağ Üniversitesi Gezisi
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
65
GEZİLER
Bahçeşehir Üniversitesi Gezisi
17.12.2010 Cuma günü 12.sınıf öğrencilerimizden oluşan 60
kişilik bir öğrenci grubuyla Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş kampusüne gezi düzenledik. Okul girişinde bizi karşılayan görevliler
oldukça güler yüzlü ve ilgiliydi. İkramlar eşliğinde yapılan ön tanıtım konuşmasının ardından, üniversite görevlileri ve iletişim fakültesi öğrencileri okulun tanıtı-
mını yaparak, bölümleri gezdirdiler. Okulumuz rehber öğretmenleri Nilüfer ATLI, Serpil EKİNCİ ve
Matematik öğretmenimiz Ramazan ÖZTÜRK eşliğinde üniversiteyi gezen öğrencilerimiz, yüksek eğitim ortamından çok etkilendi. Öğrencilerimizdeki yüksek
eğitim motivasyonunu arttırmayı amaçladığımız gezide, öğrencilerimizden aldığımız olumlu geri
bildirimler amacımıza ulaştığımızı gösterdi.
Bady Word Gezisi
Canlı yapısını ve yaşamını
özellikle insan hayatında yaşam
döngüsü içinde dönemler halinde
meydana gelen değişim, gelişim,
hastalık v.b. durumlardan fizyolojik olarak nasıl etkilendiğini yakından görmek ve bu sayede öğren-
66
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
cilerin bu döngüsel dönem hakkında farklı bir bakış açısı geliştirmelerine olanak sağlamak amacıyla yapılmış bir gezidir.
Bu gezi öğrencilerin insan bedeninin inceliklerini, işlevini güzelliğini ve potansiyelini farklı bir
pencereden görmelerine olanak
sağlamıştır. Yaşam döngüsünün
safhalarını görsel olarak görme imkânını vermesi açısından
bu gezi önemli bir uygulama alanı olarak görülebilir.
KÖŞE YAZISI
SAYIN VELİLERİM,
Hep duyarız herkes kendi kapısının önünü
temiz tutsa sokağımız tertemiz olur mahallemiz şehrimiz tertemiz olur. Fakat kendi yapmadığımız yapamadığımız davranışları her
zaman başkalarından bekleriz. Bu beklenti
bizi tembelliğe, bana dokunmayan yılan bin
yıl yaşasın düşüncesine, her koyun kendi bacağından asılır anlayışına yönlendirir.
Ben bu söylemi geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımıza uyarlamak istiyorum.
Mahallede yürürken, markette alışveriş yaparken, parkta dinlenirken, küfürlü konuşmalarından argo bağrışmalarından, etrafa tekmelerle saldırarak zarar veren, gözümüzün
alabildiği temiz alanları kirleten, duvarlara
eşimizin çocuğumuzun görmesinden utanacağımız yazıları yazan, halkın ortak kullanımına sunulmuş halk otobüslerinde sigara içmeye çalışan, yolcuları konuşma ve davranışlarıyla rahatsız eden bu gençlere uyarlamak istiyorum. Acaba bu çocuklar kimin çocukları.
Okuldan çıkar çıkmaz sanki sigara krizi tutmuşçasına sigarasını yakan, nasılsa okul sınırları içinde değiliz, kimsenin bir şey söylemeye hakkı yok anlayışıyla dumanı üfüren bu
çocuklar sayın velilerim sizlerin çocukları değil mi? Okulları yılda belki bir belki iki kere ziyaret ettiğiniz de ya da her hangi bir sebeple işiniz düştüğünüzde çocuklarınızın oturduğu sıralardaki kimi argo kimi edep sınırlarını zorlayan yazıları gördüğünüz de ne düşünüyorsunuz acaba? Bu yazıları yazanlar bu
kirliliğe sebep olanlar sizlerin çocukları değil mi? Başkalarının çocuklarını eleştirirken
olabildiğince rahat ve pervasız davranıyoruz
ama kendi çocuğumuzu acaba ne kadar tanıyoruz.
Sayın velilerim değerli büyüklerim biraz
önce saydığım davranışları sergileyenlerin
hepsi maalesef bizim çocuklarımız. Sadece derslerine motive olmuş, sadece bankaya para yatırmış veya bir gayrı menkule yatırım yapmış birinin edasıyla çocuklarımızın
sadece notlarıyla ilgilenmekten başka bir şey
düşünmüyoruz. Başarıyı sadece maddi gelire
ya da başkalarına sağlanılan üstünlüğe bağladığımızdan çocuklarımızın kişilik ve karakter gelişimlerini sanırım iyi takip edemiyoruz.
Acaba bizim çocuğumuzun ilgi alanları nelerdir? Nelerden hoşlanır? Sevdiği ya da sevmediği şeyler nelerdir? Kimlerden ya da nelerden etkileniyor? Sizin yetiştiğiniz kültürün
neresinde duruyor çocuğunuz? Arkadaşlarını tanıyor musunuz? Arkadaşlarının ailelerini ne kadar tanıyorsunuz? Bilgisayarında neler var? Hangi siteleri ziyaret ediyor? Kimlerle
görüşüyor? Telefonda sürekli mesajlaştığı kişilerden haberiniz var mı? Düşünmeden sadece derslerindeki başarıya bakıyoruz. Sonrada etrafımızda olan bitene göz gezdirerek
ne olacak bu gençlerin sonu diyoruz? Ne kadar boş bir nesil yetiştiğinden şikâyet ediyoruz. Geleceğe karamsar bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
Veli toplantıları oluyor hemen her dönem
de. Bu toplantıların hemen hepsinde velilerin soruları ve sorunları hep aynı ( hocam bizim kız geometriden sıfır almış. Hocam bizim oğlan matematikten zayıf almış) hiçbir
velinin şimdiye kadar çocuğunun davranışlarının nasıl olduğunu sorduğuna şahit olmadım. Oysaki bu çocuklar ergenlik çağındalar.
İlgi alanları karakterleri bu çağlarda belli oluyor. Kendilerine örnek aldıkları rol modelleri
bu çağlarda seçiyorlar.
rin çocukları da bir mesAcaba doğru rol model
lek sahibi olacaklar. Her
birine bir şeyler emanet
seçiyorlar mı? Acaba siz
edeceğiz. Kimimiz malını
çocuklarınızın oturmamülkünü kimimiz canınya başlayan karakterindan değerli yavrularını
den ne kadar haberdaryine sizin çocuklarınıza
sınız? Okulda çocuğuemanet edecek. Peki, şu
nuzun uymadığı okul kuanın bu gençleri bu emarallarından dolayı ya da
sizin yaşlarınızdaki öğnetlere nasıl sahip çıkacak. Emanet sahiplerine
retmenleriyle kurduklane kadar güven verecekrı diyaloglardaki; ( mutler. Hepimiz güvenli terlaka birilerinden alıntı
Emsal KAPLAMA
temiz bir sosyal ortamda
yaptıkları davranış model
yaşamak istiyorsak öncelikle evimizin içindeve söylemlerinden kaynaklanan) saygısızca
davranışlarından uyarı aldıkların da çocuğuki kendi çocuğumuza sahip çıkmalıyız. Eğer
nuza kanatlarınızı açıp da sahip çıkmanız çoetrafınızda olmasından rahatsızlık duyduğunuz davranışlara varsa evladınızda, önce oncuğunuzun sağlıklı bir birey olarak yetişmesi
ların tedbirini almalıyız. Sizleri çocuklarımıza
için ne kadar etkili bir yöntemdir.
sahip çıkmaya davet ediyorum.
Sayın velilerim, gelecek şu an sizin elle“Unutmayalım ki geleceğe yapılmış en iyi
rinizde. Hepimizin çocuğu birbirimiz için her
şeyden önemli. Bakın siz çocuklarınızı bizyatırım iyi yetiştirilmiş bir nesil olacaktır.”
Saygılarımla
lere emanet ediyorsunuz. Doktora götürüyor doktora emanet ediyorsunuz. Yarın sizle-
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
67
EĞLENCE
AT NALI UĞUR GETİRİR Mİ?
Kadıköy Camiinde vaaz vermekte olan
Osman Demirci Hoca’ya:
- Hocam, diye sormuşlar. At nalını evimizin kapısına asarsak uğur getirir mi?
- Demirci Hoca:
- Zannetmiyorum, diye cevap vermiş. O
nallardan her atta dört tane var ama, bütün
gün kamçı yiyip duruyorlar.
HAYATI SEYRETMEK
Yazar Kazancakis, bir ihtiyara “neye bakıyorsun?” diye sorduğunda, ihtiyar adam
gözlerini akan sudan ayırmadan şu cevabı verir:
- Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma.
SELÂMDAKİ İNCELİK
Muzaffer Ozak Hoca’nın sahaflar çarşısındaki dükkanına giren bir genç:
- Selâmunaleyküm babalık... diye selâm
verince, hazret selâmı alır:
- Aleykümselâm kurukalabalık...
ÖRTÜNMEK İÇİN GİYİNMEK!
İngiltere Kralı George ile görüştüğü sırada, Gandi’nin üzerinde her zamanki gibi
beyaz örtüsü varmış.
Davetten çıkınca, bir gazeteci sormuş:
- Kıyafetiniz, bir kralla buluşmak için yeterli miydi?
Gandi, hiç aldırmadan cevap vermiş:
- Kral, ikimize de yetecek kadar giyimliydi.
HUZUR
Zeynel Âbidin Hazretleri abdest alırken
sapsarı kesilirdi. Sebebini sorduklarında şu
cevabı verdi.
- Kimin huzurunda durduğumu düşünürseniz, sebebini anlarsınız...
KABRİSTAN
Hz. Ali, mezarlığa neden sık gittiğini soranlara şu cevabı vermiş:
- İki sebebi var. Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar ve arkamdan gıybetimi yapmıyorlar.
ÇINAR AĞACI MAYDANOZUN NESİ OLUR?
Selim Gündüzalp, sosyoloji hocaları
olan rahmetli Seyid Ahmet Arvasi’ye:
- Hocam demiş, “insan maymunun gelişmiş şeklidir” diyorlar. Ne dersiniz?
Seyid Ahmed Arvasi şu cevabı vermiş:
- O mantığa göre, çınar ağacı da maydanozun gelişmiş şeklidir.
MEZARTAŞI YAZISI
Behlül Dânâ’ya biri sorar:
- Oğlum öldü. Mezar taşına ne yazdırayım?
Behlül Dânâ şu cevabı verir:
- Şunu yazdır: “Dün altında olan çimenler bugün üstünde yeşerdi. Ey yolcu anla ki,
şu toprak günahtan gayri her şeyi örter.”
ÖLÜLER ÇİÇEK KOKLAMAZ
Amerika’lı iş adamı, bir Çinli’yle alay
ederek sormuş:
- Ölüleriniz, mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ne zaman yiyecek?
Çinli, başını kaldırmadan cevap vermiş:
- Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri
kokladığı zaman.
HAYAT NE ZAMAN BAŞLAR?
- Hayat kırkından sonra başlar, diyen bir
kişiye Said Turhan şu karşılığı vermiş:
- Eğer otuz beşinde ölmezsen!..
ÖLÜM NEDİR?
Talebelerinden biri, Konfüçyüs’e:
- “Ölüm nedir?” diye sorduğunda,
Konfüçyüz’ün cevabı şu olmuş:
- Hayat hakkında ne biliyorsun ki, sana
ölümden bahsedeyim.
ZOR AMA GÜZEL
Cüneyd-i Bağdâdî’ye: “Sabır nedir?”
diye sorduklarında şu cevabı vermiş:
- Yüzünü ekşitmeden, acıyı yudumlamaktır.
YETMEZ Mİ?
Asr-ı saadetteki muhteşem hadiselerden duygulanan bir genç:
- “Keşke Peygamberimiz’in (sav) devesi olsaydım” deyince, Ali Suad atılmış:
- Ümmeti olman yetmiyor mu?
PEYGAMBER HÂNESİ
HER KOYUN
Harun Reşit, kendisini sık sık ikaz eden
Behlül Dânâ Hazretlerine:
- Sen kendi işine bak, dermiş. Her koyun kendi bacağından asılır.
Bir gün sarayı pis bir koku kaplamış.
Sebebini araştırdıklarında, üst kattaki bir
odada bacağından asılı bir koyun bulmuşlar.
Bu işi yapanı da keşfetmişler tabi ki: Behlül.
Halife, kendisini sıkıştırdığında:
- Gördüğünüz gibi, her koyun kendi bacağından asılır efendim, demiş. Fakat etrafı
kokuttuğu için, herkesi rahatsız eder.
ORUÇ NASIL ŞİŞMANLATIR?
Hekimoğlu İsmail’e, “Ramazan olmasına rağmen biraz kilo almışsınız?” dediklerinde:
- Maalesef öyle oldu, demiş. Çünkü iki
kişilik yemek yiyor, bir kişilik oruç tutuyorum.
RİYAKÂRA CEVAP
Adamın biri, Hz. Ali’yi gıyabında yani ardından kötülediği halde yüzüne karşı övmeye başlayınca, ondan şu karşılığı almıştır:
- Söylediklerinden daha aşağı, fakat
içinden geçirdiklerinden daha üstünüm.
BAKIŞ FARKI!
Adamın biri, Muhammed Bin Vâsi’nin
bacağındaki yarayı görüp, “Sana acıyorum”
dediğinde, ondan şu cevabı almış:
- Ben, aynı yaranın gözümde çıkmadığına şükrediyorum.
SUSTURUCU TEDAVİ
Zamane gençlerinden biri, bir toplantıda
Mehmed Âkif’i küçük düşürmeye çalışıp:
- “Affedersiniz, demiş. Siz baytar mısınız?”
Mehmed Âkif, hiç istifini bozmadan şu
cevabı vermiş:
- Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?
MÜJDE
seni, domuzlarla maymunlara çoban tayin
etti” dediğinde, Behlül şu cevabı vermiş:
- Öyle ise kulaklarını aç da emirlerimi
yerine getirmeye hazırlan.
Harun Reşid’in vezirlerinden biri, Behlül
Dânâ’ya latife yollu takılarak:
- “Müjde sana ey Behlül, Sultanımız
Hz. Mevlânâ, evlerinde yiyecek olarak hiçbir şey kalmadığını söyleyen hanımına tekrar tekrar sormuş:
- Gerçekten hiçbir şey kalmadı mı?
- Evet, demiş eşi. Hiç yiyeceğimiz
kalmadı.
O yoklukta tükenmez hazinelerin sahibini bulan Mevlânâ, ellerini kaldırıp:
- Allah’ım sana hamd-ü senâlar olsun, diye şükretmiş. Evim, Peygamber hanesine benzedi.
DERDİN DEVASIZI...
İbn-i Sinâ’ya:
- Dünyada devâsı olmayan bir dert var
mıdır? diye sorduklarında:
- Derdin devâsızı, iyinin kötüye muhtaç
olmasıdır, cevabını vermiş.
BİLMEK İÇİN ÖĞRENMEK
Tarih biyografisi ve monografi sahalarında erişilmesi çok güç bilgisiyle, dünya çapında bir şahsiyet olan İbnülemin Mahmud
Kemâl (İnal)’a sormuşlar:
- “Sizdeki bilginin çok azına sahib olmalarına rağmen sizden çok daha fazla tanınanlar var. Bunun sebebi nedir?”
Şöyle cevap vermiş:
- Ben bilmek için öğrendim, onlarsa bilinmek için!
HERKES
YANINDAKİNİ VERİR!
Kendisine hakaret edilen Hz. İsa’ya
(a.s.):
- “Niçin karşılık vermediniz?” diye sorduklarında:
- Herkes yanındakini verir, demiş. Onda
olan, benim yanımda yoktu.
KAZA ETMEK
Yolculardan biri, otobüs şoförünün yanına gider ve namaz vakti geçmeden bir mola
vermesini rica eder.
Şoför sinirlenerek:
- Kaza edin efendim, der. Ne olur yani?
Adam, sakin sakin cevap verir:
- Ben kaza etmeden, ya sen kaza edersen?
ÜÇGEN PİRAMİT
Aşağıdaki kümede görünmeyenlerle
beraber kaç tane top vardır.
68 BAŞAKŞEHİR LİSESİ
EĞLENCE
BAŞAKŞEHİR LİSESİ
69
EĞLENCE
Sefa ŞAFAKLAR
70
BAŞAKŞEHİR LİSESİ

Benzer belgeler