İslam Medeniyetinin Kurucu Nesli Sahabe

Transkript

İslam Medeniyetinin Kurucu Nesli Sahabe
İSLÂM MEDENİYETİNİN KURUCU NESLİ
SAHÂBE
–Sahâbe Kimliği ve Algısı–
ISBN: 978-605-5309-39-8
Sertifika No: 17576
İSLÂMÎ İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI
Tartışmalı İlmî Toplantılar Dizisi: 73
Kitabın Adı
İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli SAHÂBE
–Sahâbe Kimliği ve Algısı–
Organizatör ve Editör
Prof. Dr. M. Abdullah AYDINLI
Yayına Hazırlayanlar
Dr. İsmail KURT – Seyit Ali TÜZ
Kapak Tasarım
Ayda ALACA
Baskı
Esen Ofset
Ziya Gökalp Mh. İkitelli O.S.B.
Atatürk Bulvarı, No.: 50 / G
34490 Başakşehir - İstanbul
Sertifika No.: 12676
Tel.: 0212 549 25 68 (Pbx)
Haberleşme:
Ensar Neşriyat Tic. A.Ş.
Kıztaşı Caddesi, No. 10 Fatih/İstanbul
Tel: +90 (0212) 491 19 03 – 04 Faks: (0212) 491 19 30
www.ensarnesriyat.com.tr – [email protected]
İSLÂM MEDENİYETİNİN KURUCU NESLİ
SAHÂBE
–Sahâbe Kimliği ve Algısı–
Tebliğ ve Müzâkereler
Tartışmalı İlmî Toplantı
27-28 Nisan 2013
Sakarya Ü. İlahiyat Fakültesi
Hakkı Ekşi Konferans Salonu
Adapazarı – Sakarya
İstanbul 2013
©Bu kitap İslâmî İlimler Araştırma Vakfı tarafından yayına hazırlanmış olup tebliğlerin
ilmî ve fikrî muhteva ile dil bakımından sorumluluğu tebliğ sahiplerine, te’lif hakları
İSAV’a, basım organizasyonu ise anlaşmalı olarak Ensar Neşriyat’a aittir.
Toplantıyı Tertipleyenler:
SAKARYA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Ozanlar Kampüsü-Adapazarı / SAKARYA
Tel: (0264) 274 30 60 – 277 40 02 Faks: 277 98 32
E-posta: [email protected]
İSLÂMÎ İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI(İSAV)
Kıztaşı, Kâmil Paşa Sokak, No. 5; Fatih–34080/İstanbul
Tel: +90 (0212) 523 54 57 – 523 74 36 Faks: 523 65 37
Web Sitesi: http://www.isavvakfi.org – isav.org.tr
e–posta: [email protected][email protected]
İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli SAHÂBE-Sahâbe Kimliği ve Algısı / editör: Abdullah AYDIN, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2013, 544 s., 16x23,5 cm.
ISBN: 978-605-5309-39-8
1. Kur’ân, 2. Toplum, 3. Siyer; 4. Dinî ve Sosyal Hayat; 5. İslâm Tarihi
200.9 DC20
Bibliyografik niteleme Anglo–American Rules 2 (AACR2)’ye göre yapılmıştır.
İÇİNDEKİLER
TAKDİM ....................................................................................................... 7
AÇILIŞ KONUŞMALARI ..............................................................................
TEBLİĞ, TEBLİĞCİ ve MÜZÂKERECİLER
SAHÂBE BİLGİSİ
1. Tebliğ: “Sahâbe Coğrafyasının Oluşumu ve Sonuçları”
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin AKGÜN ............................................................... 11
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Osman AYDINLI Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN ............ 127
2. Tebliğ: “İlk Dönem Sahâbe Bilgisi Uzmanları”
Öğretin Görevlisi Mahmut YAZICI ......................................................... 23
Müzâkere
Prof. Dr.Mehmet EREN Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN .......................... 127
SAHÂBE BİLGİSİNİN DEĞERİ
3. Tebliğ: “Fedâilü’s-Sahâbe Edebiyatının Teşekkülü ve Muhtevasına Etki Eden Sebepler Üzerine”
Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR ................................................................. 29
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Mehmet EFENDİOĞLU Yrd. Doç. Dr. Salih
KESGİN ...................................................................................................... 127
4. Tebliğ: “Cehâletü’r-râvi Açısından Sahâbînin Durumu”
Prof. Dr. Bünyamin ERUL ......................................................................... 53
Müzâkere
Prof. Dr. Abdullah KARAHAN Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN ............ 127
SAHÂBE ALGISI
5. Tebliğ: “Bir Dini Otorite Olarak Sahâbe Algısı”
Prof. Dr. Zeki İŞCAN ................................................................................. 63
Müzâkere
Prof. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN ........... 127
6. Tebliğ: “Sahâbeye Bakış Açısında İfrat ve Tefrit”
Yard. Doç. Dr. Mithat ESER ...................................................................... 81
Müzâkere
Prof. Dr. Mehmet Nuri GÜLER .............................................................. 127
ŞÎA ve ZEYDİYYE’DE SAHÂBE ALGISI
7. Tebliğ: “Murteza el-Askerî’nin Hamsûne ve Mie
Sahâbîyyin Muhtelakin Adlı Kitabındaki İddialarının Tahlili”
Doç. Dr. Bekir KUZUDİŞLİ ....................................................................... 97
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Şahin AHMETOĞLU ....................................................... 127
8. Tebliğ: : “Sahâbeyi Ötekileştirmek ya da Sahâbeye
“Sahâbî” Olmak Ayrımında Âyet ve Hadisleri Anlama Sorunu: Dr. Muhammed el-Ticânî el-Semâvî Örneği”
Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN .................................................................... 127
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Tahir DAYHAN .................................................. 127
9. Tebliğ: “Zeydîlerin Sahâbe Hakkındaki Görüşleri”
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ÜMİT Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN ................. 127
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Kadir DEMİRCİ Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN .............. 127
EHL-İ SÜNNETTE SAHÂBE ALGISI
10. Tebliğ: “Ehl-i Sünnet Geleneğinde Sahâbe Algısı”
Doç. Dr. Yusuf BENLİ ............................................................................. 127
Müzâkere
Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ .................................................................... 127
11. Tebliğ: “Muhaddisler ve Fıkıh Usûlcüleri Arasında
Sahâbe Tanımı Tartışması”
Prof. Dr. Harun Reşit DEMİREL ............................................................. 127
Müzâkere
Prof. Dr. Zekeriya GÜLER Yrd. Doç. Dr. Salih KESGİN ..................... 127
MU‘TEZİLE ve BATIDA SAHÂBE ALGISI
12. Tebliğ: “Mu’tezile’nin Sahâbe Algısı”
Doç. Dr. Hüseyin HANSU ....................................................................... 127
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Nihat UZUN ...................................................................... 127
13. Tebliğ: “Oryantalistlerin Sahâbeye Bakışı ve Son dönem
Türkiye’deki Sahâbe Algısına Metodolojik Etkisi”
Doç. Dr. Özcan HIDIR ............................................................................. 127
Müzâkere
Yrd. Doç. Dr. Fatma KIZIL ...................................................................... 127
DEĞERLENDİRME OTURUMU
Prof. Dr. Abdullah AYDINLI
Prof. Dr. Hacı Mehmet GÜNAY
Prof. Dr. Mustafa FAYDA
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
Prof. Dr. Zekeriya GÜLER
Prof. Dr. Kemalettin ÖZDEMİR
Kapanış konuşması ................................................................................... 333
ÖZETLER .........................................................................................................
Konu Fihristi ....................................................................................................
TAKDİM
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV), kuruluşundan bu yana İslâmî
ilimlerin her bir dalı için ayrı ayrı ilmî ihtisas toplantıları düzenlemiş, bu
toplantılarda sunulan tebliğler konularında uzman ilim adamları tarafından
tartışılıp değerlendirilmiş, sunulan tebliğ ve müzâkere metinleri bir araya getirilerek neşredilmiştir.
Vakfımız, özellikle “Milletlerarası ve Millî Tartışmalı İlmî Toplantılar” düzenlemede ihtisaslaşmış bulunmaktadır. Son yirmi yıl içinde on
yedisi beynelmilel olmak üzere 72 tartışmalı ilmî toplantı gerçekleştirmiş ve
bunları neşretmeye muvaffak olmuştur.
Vakfımız ve Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığı ile müştereken 73 ilim adamı ve araştırmacının iştirakiyle, 27-28 Nisan 2013 tarihlerinde, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hakkı Ekşi Konferans Salonu’nda, “İslâm Medeniyetinin Kurucu Nesli SAHÂBE-Sahâbe Kimliği
ve Algısı” konulu tartışmalı ilmî bir toplantı gerçekleştirmiştir.
Bu altı oturumlu toplantıda;
SAHÂBE BİLGİSİ,
SAHÂBE BİLGİSİNİN DEĞERİ,
SAHÂBE ALGISI,
ŞÎA ve ZEYDİYYE’DE SAHÂBE ALGISI,
EHL-İ SÜNNET’TE SAHÂBE ALGISI,
MU‘TEZİLE VE BATI’DA SAHÂBE ALGISI ana başlıkları altında
1. “Sahâbe Coğrafyasının Oluşumu ve Sonuçları”,
2. “İlk Dönem Sahâbe Bilgisi Uzmanları”,
3. “Fedâilü’s-Sahâbe Edebiyatının Teşekkülü ve Muhtevasına Etki
Eden Sebepler Üzerine”,
4. “Cehâletü’r-râvi Açısından Sahâbînin Durumu”,
5. Bir Dini Otorite Olarak Sahâbe Algısı”,
6. Sahâbeye Bakış Açısında İfrat ve Tefrit”,
7. “Murteza el-Askerî’nin Hamsûne ve Mie Sahâbîyyin Muhtelakin
Adlı Kitabındaki İddialarının Tahlili”,
10
8. “Sahâbeyi Ötekileştirmek ya da Sahâbeye “Sahâbî” Olmak Ayrımında Âyet ve Hadisleri Anlama Sorunu: Dr. Muhammed el-Ticânî elSemâvî Örneği”,
9. “Zeydîlerin Sahâbe Hakkındaki Görüşleri”,
10. “Ehl-i Sünnet Geleneğinde Sahâbe Algısı”,
11. “Muhaddisler ve Fıkıh Usûlcüleri Arasında Sahâbe Tanımı Tartışması”,
12. “Muhaddisler ve Fıkıh Usûlcüleri Arasında Sahâbe Tanımı Tartışması”,
13.“Oryantalistlerin Sahâbeye Bakışı ve Son dönem Türkiye’deki
Sahâbe Algısına Metodolojik Etkisi” konuları ele alınmış, sunulan tebliğler
ve yapılan müzâkerelerden sonra bir genel değerlendirme yapılmış, toplantı
metinlerinin tamamı bu eserde bir araya getirilerek neşredilmiştir.
Elinizdeki bu eser, mezkûr toplantıda sunulan tebliğ, müzâkere ve
tartışmalardan müteşekkildir. Okuyanlara ve araştırmacılara önemli katkı
sağlayacağını düşündüğümüz bu çalışmayı benzer çalışmaların takip etmesi
dilek ve ümidiyle, toplantı çalışmalarından bu eserin ortaya çıkmasına kadar
geçen sürede desteğini aldığımız herkese, değişik kademelerde emek veren,
katkıda bulunan şahıs, kurum ve kuruluşlara, eserin basımını gerçekleştiren
yayınevi mensuplarına bu vesile ile bir daha teşekkür eder, başarılar dileriz.
Prof. Dr. Mehmet GÜNAY
Sakarya Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali ÖZEK
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı
Mütevelli Heyet Başkanı
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Prof. Dr. Salih TUĞ(Oturum Başkanı)
Allah'a hamd, Peygamber Efendimiz'e salât ve selâm ile sözlerime başlamak istiyorum.
Sakarya Üniversitesinin sayın rektörü, Sayın İlahiyat Fakültesi
Dekanı, Sayın Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı, öğretim üyesi arkadaşlarım ve aziz talebelerimiz! İslâmî İlimler
Araştırma Vakfı adına sizleri selâmlıyarak toplantıyı açıyorum.
Fakülteyi tanıtım filminde sayın dekanımızın Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin birçok özelliğine işaret ettiler. Bunlardan biri "Fakültemiz Türkiye İlahiyat Fakülteleri içinde ilk beşlerde yer alıyor" dedi. Bu hakikaten takdire şayan bir husustur. Diğer bir özellik
olarak da: "Mezunlarımız ilk sıralarda iş bulma imkânını buluyorlar"
dedi. Bu da önemli bir vasfın belirtilmesidir.
Vakfımız İSAV, gerçekten tıpkı 1970'de düşündüğümüz gibi
üniversite, özel teşebbüs yakınlığı ve işbirliğini gerçekleştirmek üzere
gördüğünüz faaliyetleri ifa etmek üzere kurulmuş bir vakıftır.
Benim kanaatime göre kendi yapabileceğinin en iyisini ortaya
koyabilmiştir. Her alanda böyle vakıfların çoğalması ve üniversitelerle
işbirliği içinde üniversitelerin fonksiyonlarını tamamlaması biçiminde
bir faaliyet sürdürmeleri gerikir temennisinde bulunmak istiyorum.
Programa gelince, sunulacak tebliğler konuları içinde "Hanım
Sahâbeler Ve Bunların Fonksiyonları" nın ele alınmadığını gördüm.
Bu konu, üzerinde durulması gereken bir husustur. Çünkü hanımlar
arasında da İslâm'ın ilk ayakta duruşunu sağlayan çok kıymetli hanımefendiler vardır. Bir diğer diğer husus, tebliğciler arasında bir tek
hanımı görüyoruz. İlahiyat Fakültelerinin sayısının seksen olduğunu
duydum. Bunların içinde çok kıymetli hanımefendi akademisyenlerin
de bulunduğunu biliyoruz.
12
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bu toplantımızda on üç tebliğ sunulacak ve on üç de
müzâkerecisi var. Gerek tebliğci, gerek müzâkereciler seçkin insanlar.
Bu açılış oturumuna Kur’ân-ı Kerim tilavetiyle başlıyoruz. Daha sonra açılış konuşmaları yapılacak. Şimdi Kur’ân-ı Kerim tilavetinde bulunmak üzere, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Görevlisi Mûsâ ÖZİŞ’i mikrofona davet ediyorum.
Okunan Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin mealleri:
‫أ َ َّ َ َّ ُ َ أ‬
ُ ُ َ َّ َ َّ َ َ َ ‫َ َ أ‬
َ ُ ‫َّ ُ َ أ َ َّ ُ َ َ أ‬
‫ِض اللـه عن ُه أم َو َر ُضوا‬
ِ ‫ان ر‬
ِ ‫ار و‬
ٍ ‫اَّلين اتبعوهم بِ ِإحس‬
ِ ‫وََالسابِقون اْلولون ِمن المه‬
ِ ‫اج ِرين واْلنص‬
َ‫َأََ أ‬
َ َٰ َ
‫َأ‬
َّ َ ‫َ أ ُ َ َ َّ َ ُ أ‬
ً َ َ َ َ ‫ار َخاِل‬
ُ ‫اْلنأ َه‬
ُ ‫ك الأ َف أو ُز الأ َعظ‬
‫يم‬
‫ات َت ِري َتتها‬
ِِ
ِ ‫ين ِفيها أبدا ۚ ذل‬
ِ
ٍ ‫عنه َوأعد لهم جن‬
(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile
onlara güzellikle tabi olanlar var ya, işte Allah onlardan razı olmuştur, onlar
da Allah'tan razı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.1
ً ‫أ ُ َ َ أ‬
َّ
ً ‫أ‬
‫َأ‬
ُ ‫ين َّ َ ُ أ‬
َ ُ‫أُ َ َ أ‬
َ
‫ار ِه أم َوأم َوال ِ ِه أم يَبتَغون فضًل ِِّم َن اللـ ِه َو ِرض َوانا‬
ِ َ ‫اج ِر‬
ِ ‫لِلفقرا ِء المه‬
ِ ‫اَّلين أ ُخ ِرجوا ِمن ِدي‬
َ ُ ‫َأ أ‬
َ َ ‫َ َّ َ َ َ َّ ُ َّ َ َ أ‬
َ ُ َّ ُ ُ َ َٰ َ
َ َّ َ ُ ُ َ َ
ُ َ ‫ـه َو َر ُس‬
‫ُي ُّبون‬
‫الصا ِدقون‬
‫ول ۚ أولـئِك هم‬
‫وينُصون الل‬
ِ ‫و‬
ِ ‫اْليمان ِمن قب ِل ِهم‬
ِ ‫اَّلين تبوءوا اِلار و‬
ُ َ َٰ َ َ َ ُ ‫أ َ َ ً ِّ َّ ُ ُ َ ُ أ‬
َ ُ َ ََ ‫َ أ َ َ َ َأ أ‬
ُ ُ
‫نفسه أم َول َ أو ََك َن بهمأ‬
ِ ‫من هاجر ِإَل ِهم وَل‬
ِِ
ِ ِ ‫ور ِهم حاجة ِمما أوتوا ويؤثِرون لَع أ‬
ِ ُ ‫َيدون ِِف صد‬
َّ
‫أ‬
َ
‫أ‬
َ
‫أ‬
َ
َ ُ ََ
َ
ُ
َ ُ َُ ‫َأ أ‬
َ
ُ
َ‫ون َر َّبنا‬
ُ ‫وق ش َّح نفسه فأول َٰـئك ه ُم ال ُمفل‬
َ ‫َخ َص‬
َ ‫اَّل‬
ُ ‫ين َج‬
‫اءوا ِمن بع ِد ِهم يقول‬
‫حون‬
‫اصة ۚ ومن ي‬
ِ ‫َو‬
ِ ِ
ِ
ِ
َّ َ ‫أ أ َ َ َ أ‬
َّ ِّ ‫ُ ُ َ ا‬
‫َ َأَ أ‬
َ َّ
َ ‫ين‬
َ ‫ين َسبَ ُقونَا ب أ‬
َ ‫َّل‬
َ ‫اَّل‬
‫آمنُوا َر َّبنَا ِإنك َر ُءوف َّر ِحيم‬
ِ ‫ْلخ َوانِنا‬
ِ ‫ان َوَل َتعل ِِف قلوبِنا ِغًل ِل‬
ِ ‫اْليم‬
ِ ِ
ِ ِ ‫اغ ِفر َلا و‬
(Allah'ın verdiği bu ganimet malları,) yurtlarından ve mallarından
uzaklaştırılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve
Peygamber’ine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş
olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden
dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Bunların arkasından gelenler şöyle derler:
Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki
sen çok şefkatli, çok merhametlisin! 2
1
2
Tevbe 9/100.
Haşr 59/8, 9, 10.
Prof. Dr. Abdullah AYDINLI
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Toplantı Organizatörü
Sayın Din İşleri Yüksek Kurulu başkanım, sayın Rektörüm, sayın dekanım, şehrimizin değerli yetkilileri, Ülkemizin muhtelif fakültelerinden gelen saygı değer ilim ve fikir adamaları, değerli hocalarım, sevgili öğrencilerimiz ve kıymetli misafirler! Hepinizi saygıyla
selamlıyorum. Toplantımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz, bizleri bahtiyar ettiniz. Toplantıyı tertip eden heyet adına kalbi şükranlarımı
arz ederim.
Saygıdeğer misafirler! Onbeşinci asrını yaşayan İslam toplumu
malum olduğu üzere Yüce Allah'ın son nebisi ve son rasülü Peygamber’imizin mubarek ve mukaddes önderliğinde varlık sahnesine çıkmışlardır. Bu toplumun ilk nesli bizzat Hz. Peygamber’in yaşayan
önderliği ve örnekliğinde yetişmişlerdir. Bunların üzerinde bu rehberlik çok belirgin ve değiştirici etkileri olmuştur. Bunun sonucu
sahâbe nesli Kur'an'da, sünnette ve tarih sahnesinde ve mü'minlerin
gönlünde müstesna ve mümtaz yerini almış bulunmaktadır. Sırası
geldiğinde bu nesilde engin nebevî hikmet ve feyzin menbaının bir
yansıtıcısı olarak islam medeniyetinin hemen hemen her alanında
büyük etkiler yapmıştır.
Denebilir ki, islam tarihi bir çok yönüyle bu neslin yaşadığı
dönemin adeta bir açılımı durumundadır. Bundan dolayıdır ki,
sahâbeyi iyi tanımak islam tarihini iyi tanımak demektir. Bundan
dolayıdık ki sahâbeyi doğru tanımak islam ümmetini doğru tanımak
demektir. Bundan dolayıdır ki, sahâbeyi iyi tanımak, sahâbeyi iyi anlamak İslamı büyük ölçüde iyi anlamak demektir.
İslam’ın temel özelliklerini iyi muhafaza edip sonraki nesle aktaran sahâbe nesli Hz. Peygamber'in zamanından sonra Çin'den Atlas
Okyanusu'na kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış ve yeni yönetimlerin muallimi görevini üstlenmiştir. Bütün bunlar gösterir ki, sahâbe
neslinin ve döneminin önemi çok büyüktür. Bu önemine binaendir ki,
sahâbe her dönemde izlenmiş, günümüzde de sahâbeye yönelik farklı alaka ve kanaatler sıkça görülmeye başlanmıştır.
14
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Saygı değer misafirler! Bu hususta sahâbe neslini ilmî toplantılarla ele almaya büyük bir iştiyak bulunduğunu göstermektedir. Buna rağmen ülkemizde şimdiye kadar sahâbeyi değişik yönleriyle ele
alan kapsamlı bir ilmi toplantı veya sempozyum yapılmamış bulunmaktadır.
Değerli dost ve ilim adamı Prof. Dr. Bedreddin Çetiner beyin
hadis alanında İslami İlimler Araştırma vakfıyla müşterek bir toplantı
yapma teklifiyle böyle bir kanaat oluşmuştur. Ancak konunun genişliği dolayısıyle konuyla ilgili bir kaç toplantı yapma zarureti de ortaya çıkmıştır. Neticede sahâbe hakkında bir dizi ilmi toplantı yapılma
düşüncesi benimsenmiştir. İşte bu dizinin ilk toplantısıyla huzurunuzdayız. İlk toplantı konusunun kavramsal çerçevesinin belirlenmesine yardımcı olması bakımından "Sahâbe Kimliği ve Algısı" konusunda yapılmasına karar verilmiştir.
Muhtemelen sayın oturum başkanı Salih Tuğ hocamızın işaret
buyurduğu hanım sahâbelerle alakalı bir tebliğ bulunmamaktadır.
İnşallah bu tür konular müteakip toplantılarımızda yer alacaktır.
İki mümtaz kurumun ortaklaşa düzenlemekte olduğu bu toplantı, iki gün boyunca devam edecektir. Toplantıda muhtelif üniversitelerden ilim adamlarından konunun uzmanı hocalarımız tebliğler
sunacak ve müzâkereler yapacaklardır. Bu toplantının konuya açıklık
getirmesini, bilim dünyası için hayırlı sonuçlar ortaya koymasını Yüce Allah' dan niyaz ediyorum.
Sözlerimin sonunda bu toplantıda samimi iş birliklerini gördüğümüz İslami İlimler Araştırma Vakfı mensuplarına, bahusus vakfın başkanı ve vakıf insanı muhterem Ali Özek hocamıza ve diğer
yöneticilerine, dekanımız Hacı Mehhem Günay beye ve Fakültemiz
mensuplarına bu toplantının yapılmasında bana yardım eden arkadaşlarıma teşekkür ederim. Bu vesile ile sahâbe neslinin mümtaz simalarına da Yüce Allah'dan gani gani rahmetler dilerim. Katılma ve
dinleme lütfunda bulunan siz misafirlerimize de teşekkür eder selam
ve saygılarımı sunarım.
Prof. Dr. Ali ÖZEK
İslâmî İlimler Araştırma Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı
Sayın başkan, değerli Sakarya Üniversitesi Rektörü, Diyanet işleri başkanı yüksek kurulu üyesi, sayın İlahiyat Fakültesi dekanı, toplantımıza katılan bilim adamları, kıymetli dinleyiciler ve öğrenciler.
Hepinizi Allah'ın selamıyla selamlıyorum.
Çok değerli hazirûn, gerek İslami İlimler Araştırma Vakfı'nın
tanıtım filminde ve gerekse Salih Bey'in ifade ettiği konuşmalarda bir
gerçek ortaya çıkmıştır ki, o da 1970 yılında bu vakfı kurmuş olmamızdır. Takdir edersiniz ki o günkü şartlarda böyle bir araştırma vakfını kurmak gerçekten de zor bir işti. Allah'ın lütuf ve keremiyle bu
vakıf ilim adamları, iş adamlarından oluşan 48 kurucu kişiyle kuruldu. Bu vakıf şu anda 43 yaşındadır. Cenab-ı Allah'a şükrediyorum ki
bu vakıf bu yaşa kadar gelmiştir.
Bu vakfın özelliği ilmî araştırmalar yapmak, yaptırmak ve İslam alemine araştırıca alimler yetiştirmek esas gayesi budur. Vakfımız bu gayeye yönelik olarak şu ana kadar 18 tane milletlerarası toplantı ,55 tane de milli toplantı toplam 73 toplantı düzenlememiştir.
Bunlardan 69 tanesini kitap olarak yayınlamıştır.
Özellikle bizim şu andaki maksadımız problemleri gündeme
getirmek ve bu konu üzerinde yetişecek âlimleri yetiştirmektir.
Bu vesile ile İslamî İlimler Araştırma Vakfıyla birlikte bu toplantıyı tertip eden Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanı
Prof. Dr. H. Mehmet Günay Bey'e, Toplantı organizatörü Prof. Dr.
Abdullah Aydınlı Bey'e ve Abdullah Bey'le birlikte bir seneden beri
çalışan diğer vazifeli arkadaşlarımıza , İslamî İlimler Araştırma Vakfında da bu işi yürüten kardeşlerimize huzurlarınızda şükranlarımı
arz ediyorum. Aslında bu işler kolay değil ama arkadaşlarımız büyük
bir gayretle çalışıyorlar, gayret ediyorlar neticede bu toplantılar yapılıyor.
Sahâbe ile ilgili bir kaç kelime söylemek istiyorum: Biliyorsunuz ki, elimizde kitap sünnet bir de sahabî var. Bizim kitabı ve sünneti anlamamızda en önemli ayak sahabîdir. Neden? Çünkü biliyorsunuz ki, Kur'an-ı Kerim'de her şey açık seçik açıklanmamıştır. Nitekim namaz meselesinde sahabî peygamberimize: "Ya Rasülallah na-
16
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
mazı nasıl kılacağız" diye sorduklarında "Ben nasıl kılıyorsam siz de
öyle kılın" buyurdu. Bunun gibi bir çok konuda biz sahabîye tâbiyiz
ve tâbi olmaya mecburuz.
Peygamber Efendimiz bize yolu göstermiş ve
«
» "Sahâbelerim gökteki yıldızlar gibidir. Herhangi birine tabi olursanız doğru yolu bulmuş olursunuz" buyurmuştur. Dolayısıyla sahâbe bunun için önemli. Bu konuyu ele aldığı için Sakarya
Üniversitesi İlahiyat Fakültesine ayrıcı teşekkürlerimi sunuyorum.
Sahâbe bir iş yaptığı zamanda bizim için ölçüdür. İlk idareci
Hz. Ebû Bekir (r.a.) dır. Hz. Ebû Bekir gerek günlük hayatında, gerek
idareciliğinde Hz. Peygamber Efendimize harfi harfine uyan bir
sahabîdir. Ama bir hususta o günün şartlarında bir ihmali olmuştur.
Ama bu ihmal 14 asırdan bu yana müslümanların önünde büyük bir
engel olarak durmuştur. Nedir bu ? Hepiniz biliyorsunuz ki, Peygamber Efendimiz(s.a.v) - Kur'an'da da var biat meselesi- Mekke'nin
fethinde sonra kadın-erkek, hür-köle herkesten biat almıştır. Fakat
Hz. Ebû Bekir kadınlardan biat almamıştır. O günün sıkışık dönemlerinde ve o şartlarda bu normaldi. Hani bilirsizin "merfu" hadis peygamberimize ulaşan hadistir. Eğer söz sahâbede kalırsa ona sahâbe
kavli diyoruz. O da yani sahâbe gavli de ikinci derecede hadistir.
Sahâbe kavli dememin sebebi anlattığı veya gördüğü şeyi peygambere nisbet ederek söylemiyor. Bu sebeple asırlar boyu İslam ümmeti
biatsız idare edilmek zorunda kalmıştır. Böyle bir çok meseleler vardır.
Ben sadece gerek ilim adamları tebliğcilerin, gerek
müzâkerecilerin ve gerekse dinleyicilerin dikkatini bu noktada çekmek istedim. Sahabî bir meselede bir karar verip iş yaptığı zamanda
işte esas o bize örnek odur. Neden? Muaz hadisini hepiniz bilirsizin.
Efendimiz Hz. Muaz bin Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken:
"Orada ne ile hükmedeceksin" dedi. Muaz: "Allah'ın kitabı Kur'an'la,
"ya orada bulamazsan" , "Peygamber’in sünneti hadisle hükmederim"
diye cevap verdi. " Orada da bulamazsan ne yaparsın?" O "Aklımı
kullanırım ictihad ederim" dedi. İşte bu önemli bir sistemdir. İslam
alimleri bunu tarih boyunca uygulamıştır. Onun için biz sahâbeyi çok
iyi tanımak zorundayız. O yüzden eski alimler sahâbeyle ilgili teferruat denilecek o kadar kitaplar yazmışlar, bütün hayatlarını incelemişler. Neden? Çünkü sahâbe dinimizin tatbikatında çok önemli bir
nesildir.
AÇILIŞ KONUŞMALARI
17
Bu bakımdan tekrar bu toplantıyı tertip edenlere, vesile olanlara huzurlarınızda teşekkür ederek konuşmamı tamamlıyorum. Beni
dinlediğiniz için hepinizden Allah razı olsun. Bu toplantının başarılı
geçmesi için Cenâb-ı Allah'dan niyaz ediyorum.
Prof. Dr. H. Mehmet GÜNAY
Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Pek muhterem Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanım, Değerli Rektörüm, değerli hocalarımız, kıymetle misafirlerimiz, ilim adamlarımız, akademisyenlerimiz, hepinizi en içten
sevgi ve saygılarımla selamlarım. Fakültemizle İslami İlimler Araştırma Vakfı'nin birlikte tertip etmiş olduğu "İslam Medeniyetinin Kurucu Nesli Sahâbe" konulu tartışmalı ilmi toplantıya hepiniz hoş geldiniz.
Bu toplantıyla birlikte fakültemizde geleneksel hale gelen ilmi
toplantılar ve sempozyumlar serisine yeni bir halka eklemiş bulunmakta ve bu vesile ile çok değerli konuklarımızı ve kendilerinde ders
almaktan gurur duyduğum hocalarımızı burada ağırlamaktan büyük
bir mutluluk ve onur duyduğumu hasseten ifade etmek isterim.
Ben fakültemizle ilgili bazı bilgiler vermek isterdim ama tanıtım filmimizde anlatıldığı için ve zamandan tasarruf etmek için bunlara değinmeyeceğim. Ancak bu sempozyumun pek çok kuruluşun
katkılarıyla ortaya çıktığını ve onlarla ilgili teşekkürlerimi belirtmekle
yetineceğim.
Başta İslami İlimler Araştırma Vakfı olmak üzere bu sempozyumun büyük bir yükünü çektiğini hepimiz biliyoruz. Değerli başkanı Prof. Dr. Ali Özek başta olmak üzere bütün yöneticilerine teşekkür ediyorum. Bu toplantı için gerçekten gece gündüz emek harcayan
başta tertip heyeti başkanı Prof. Dr. Abdullah Aydınlı Bey olmak üzere tertip heyetinde yer alan ve bu güzel organizasyonu gerçekleştiren
arkadaşlarıma ve meslektaşlarıma en içten teşekkürlerimi arz ederim.
Değerli rektörümüz her zaman bizi yüreklendirdi, önümüzü açtı ve
önümüzdeki bütün bariyerleri kaldırdı. Bu sempozyum için de özel
destekleri oldu. Sempozyumda tebliğ sunarak, müzâkere yaparak,
oturum başkanlığı yaparak ve değerlendirmeye katılarak katkıda bulunacak olan değerli ilim adamalarımıza ayrı ayrı teşekkürlerimi arz
18
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ediyorum. Tabi ki, bu toplantıyı dinlemek üzere bu salonu dolduran
hem öğrencilerimize hem de diğer misafirlerimize özel olarak teşekkürlerimi sunmak istiyorum.
Bu programın hayırlara vesile olmasını diliyorum. İki gün süreyle sizlerin emrinizde ve hizmetinizde olacağım. Tabi ki, bazı aksaklıklar olabilir peşinen affınıza sığınıyoruz. Tekrar toplantımızın
bereketli ve semereli geçmesini dileyerek hepinizi sevgi ve saygılarımla sunuyorum.
Prof. Dr. Muzaffer ELMAS
Sakarya Üniversitesi Rektörü
Çok değerli Salih hocam, Ali hocam, Raşit hocam, Toplantımıza teşrif etmiş olan değerli hocalarım, İlahiyat Fakültemizin değerli
hocaları, çok değerli öğrenciler. Bu sempozyuma katıldığınız, teşrif
ettiğiniz için hepinize hoş geldiniz diyorum, saygılar sunuyorum.
Ayrıca böyle bir toplantının üniversitemizde gerçekleşmesine vesile
olanlara teşekkür ediyorum.
Bizim üniversite olarak iki tana temel misyonumuz var. Bir tanesi Türkiye dünyaya açılan ve gelişen, hedefleri olan bir ülke. Buraya ulaşmada üniversitelerin nitelikli mezunlar, dünyaya açık mezunlar yetiştirmesi çok önemli bir görevi ve misyonudur. Biz üniversite
olarak eğitim ve öğretim programlarımızı, derslerimizi, aktivitelerimizin tamamını değişime açık, dünyaya açık gençler yetiştirmektir.
Ayrıca kendi değerlerine, öz değerlerine bağlı nesiller yetiştirmek gibi üniversite olarak iki tane temel görevimiz vardır. Bunların ikisini
de yürütme konusunda önemli gayretler gösteriyoruz.
Tabi burada İlahiyat Fakültesinin özellikle katkılarıyla üniversitemizde tüm öğrencilerimiz bu değerlere bağlı olmasına vesile olacak bir takım atılımlar yaptık. Başta fakültemizin dekanı bunları ifade
etti.
Belki başka üniversitelere örnek olabilecek bir çalışmamız daha
var. Bütün fakültelerimize ilahiyat fakültemizin katkılarıyla üniversite ders seçimi adı altında hadis, tefsir, arapça, siyer gibi on tane ders
koyduk. Bu dersleri bütün üniversite öğrencileri alabiliyor. Bu sene
başarıyla uyguladık. Projemize katkılarından dolayı İlahiyat Fakültemize ayrıca teşekkür ediyorum.
AÇILIŞ KONUŞMALARI
19
İkinci olarak Üniversite öğrencilerinin kendi değerlerini öğrenme konusunda bir istekleri olduğunda bu isteklerine cevap verebilecek ortamlar hazırladık. Bu konuda da İlahiyat fakültesi öğrenci
ve hocaların gayretleriyle kampüste onlara yer verdik. Üniversitemizin isteyen öğrencilerine yardımcı oldular yine bu konuda da katkıları için teşekkür ediyorum.
Ayrıca üniversite öğrencilerimize çok önemli kulüpler kurduruyoruz. Bu kulüplere kampüste yer veriyoruz. Özellikle bu sene
üniversitemizde son onbeş günde 13 tane kutlu doğum programı tertiplendi. Bu rakam biraz fazla rakam gibi gelebilir ama herhalde bu
yılların getirdiği birikim ve bir özlemin sonucu olsa gerek. Biz de
bunlardan birine katılabildik. Bin kişilik salonumuz var tıklım tıklım
doldurmuşlardı. Bu tür toplantıları tertip eden öğrencilerimizle gurur
duyuyor katkıda bulunanlara teşekkür ediyoruz.
Bir hususu daha belirtmek istiyorum. Gerek ülke olarak gerek
kurumlar olarak hem peygamberimizi, hem sahâbeleri, hem büyüklerimizi ve değerlerimizi yüceltmeye, yaşatmaya çalışıyoruz. Geçen
hafta bir umre ziyareti kısmet oldu oralarda şunu gözlemledim. Bizim yaşatmaya çalıştığımız değerlerin tamamının fiziki kalıntıları
oralarda yıllarca yok ediliyor. Bizim burularda değerlerimize sahip
çıkma gayreti içindeyken orada süratle yok edilmesi bizleri üzüyor.
Bunu da sizinle paylaşmak istiyorum.
Toplantının hayırlı olmasını diliyor hepinize saygılar sunuyorum.
Prof. Dr. Raşit KÜÇÜK
DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı
Saygı değer başkanım, saygı değer Sakarya Üniversitesi rektörü, Prof. Dr. Ali Özek hocam, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin değerli dekanı, değerli öğretim üyesi arkadaşlarım, sevgili öğrenci kardeşlerim. Öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu toplantımızın hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak'dan niyaz ediyorum.
Kıymetli Abdullah Aydınlı hocamızın açılış konuşmasında ifade ettiği son derece önemli bir gerçeği ben de büyük bir takdirle anmak isterim. Bildiğim kadarıyla bu toplantı sahâbeyle alakalı ilk toplantı oluyor. Belki bu konuyla ilgili bilmediğim toplantılar vardı ama
20
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bilimsel manada böyle bir toplantı olmadığı kanaatindeyim. Konu
olarak içinde sahâbe olan toplantılar yapılmış olabilir. Bu toplantıyı
öncelikli olarak önemli ve hayırlı bir faaliyet olarak gördüğümü ifade
etmek isterim. Ayrıca bir temennide de bulunmak isterim. Keşke Sakarya İlahiyat Fakültesi bundan sonra da bu sahâbe toplantılarını organize eden bir fakülte olsa. Her sene veya iki senede bir her nasıl
uygun görülürse yapılmaya devam etse. Sahâbe-i ikramı hep konuşsak diye temenni ederim. Bu toplantıların çok büyük hayırlara vesile
olacağına da inanıyorum.
Değerli kardeşlerim izninizle şu anda vazifeli olarak bulunduğum kurumdaki sahâbe konusuyla alakalı gelen soruları ve problemleri anmak istiyorum. Mesala, Din İşleri Yüksek Kuruluna 2012 yılında -kararlar ve mütealalar değil- 160 bin soruyu cevaplandırmış bir
kurum. Gerçekten bu, belki inanılmaz bir rakam ama, bu soruların
hepsini ciddi, fevkalade önemli sorular olarak müteala etmeyin. İlmihal sorunlarından tutun içinde çok ciddi sorular da var. Veya çok
ciddi kararlar ve mütealalar da oluyor. Söz gelimi bazı kararlarımız
var ki, bunlar için üç ay, dört ay çalışmamız icap edebiliyor. Bu kararlarımızın bir kısmını sadece Türkiye'ye yönelik olarak değerlendirmiyoruz. İslam Dünyasına ve hatta bütün dünyaya açık kararlar haline getiriyoruz.
Bunlardan bir örnek vermek istiyorum: Arabistan Yarımadası'nda gayr-i Müslimlerin mabetlerinin ortadan kaldırılması yönünde.
Şu anda böyle olmadığı söylenen ama böyle olduğu aşağı yukarı da
sabit olan bir konuda aldığımız bir kararı aşağı yukarı meşhur dünya
dillerinde tercüme edip bütün müşavirliklerimize, ataşeliklerimize
göndermek zorunda kaldık. Çünkü böyle bir haber duyulduğunda
çeşitli internet sitelerinde bir günde sekiz milyon adet dünyada bu
haberi yayan siteler oldu. Tabiî İslam Aleminde. Bizim ataşeliklerimiz, müşavirliklerimiz durmadan soru sorunca bunu çok da geniş
olmayan bir süreden önce bir müteala, sonra da karar haline getirip
dünya kamuoyuna açıklamak durumunda kaldık.
Sahâbe konusunda da doğrusu Türkiye'de bir kafa karışıklığı
dönemi yaşanıyor. Çünkü buna şu veya bu etki demeyeceğim ama,
dünyaya açılmanın ve dünya ile entegre olmaya çalışmanın etkisi çok
fazla. Veyahut özellikle bizim ülkemizde İlahiyat alanında çalışan
kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın bir kısmının müsteşriklerin peygamber algısı, sahâbe algısı konusundaki sözlerine itimadı var. Onun
için mesela, peygambere bakış, sahâbeye bakış, sünnete bakış, hadise
AÇILIŞ KONUŞMALARI
21
bakışta ihtilaflar olabilir. Fakat saygısızlık veya red, inkar bir şey yerine koymama düşünceleri bizim bize çok sorulan sorulardır.
Mesela bir hoca bir televizyonda konuşuyor akabinde Diyanet
İşleri Başkanlığına, Din İşleri Yüksek Kuruluna, başkanlığın sitesine
veya başkanın bizatihi kendisine veya kurula: "Falan televizyonda falan kişi Kur'an'ın yanında hadis diye bir şeyin söz konusu olamayacağını söyledi". Veya "peygamberimizin bizden farklı insan olmadığı"nı ifade etti. Bu konularda çokça soruların geldiğini ifade edebilirim. Tabiî ki, bunlara da cevap vermeye çalışıyoruz. Bir kısım konularda standart cevaplar da oluşturduk. Bu standart cevaplar bütün
müftülüklerin hizmetine açıldığı gibi, kamuoyunun bilgisine de açıldı.
Diyanet İşleri Riyaseti'nin kurulduğu 1924 yılından 2011 yılının sonuna kadar önceki müşavere heyetine, sonra Din İşleri Yüksek
Kuruluna sorulan bütün sorular elden geçirilerek, güncelleştirilerek,
güncelleştirmekten maksat tekrarlar çıkarılarak, anlaşılmaz olanlar
anlaşılır hale getirilerek, bir kısmına kaynaklar eklenerek kamuoyunun ıttılaına sunulmuştur. Bir kısmını herkese açtık. Yani isteyen
herkes görebiliyor bu cevapları. Bir kısmı sadece müftülüklerimize
açık. Çok az sayıda bir kısmı da sadece Yüksek Kurulun içinde kalmış durumda. Bunların sayısı çok değil, ayrıca bunlar gizli saklı şeyler de değil. Fakat açıldığı zaman özellikle iyi niyetli olmayan -medya
bu konuda çok öncü- kimseler tarafından spekülasyonlar yapıp anlamsız gündem oluşturacağı için şimdilik bunları açmayı düşünmüyoruz.
Aslına bakarsanız Din İşleri Yüksek Kurulu Diyanetin bir hizmet kuruludur. Yorsa bir bilgi üretim kurumu değildir. Bilgiyi üretme işlevi gören İlahiyat Fakülteleridir. Ama şunu ifade edeyim ki,
Din İşleri Yüksek Kurulu Diyanet İşleri Başkanlığının akademik yanını teşvik ediyor. Şu anda Din İşleri Yüksek Kurulu 16 üyenin 15'i
doktorası olan akademisyendir. Akademisyen olmayan bir üyemiz
var ama kurulun en başarılı üyelerinden biri de odur. Sadece akademik unvanı yok. Yoksa İlmi fevkalade önde bir arkadaşımız. Yüz tane
uzman kadromuz var. Bu yüz uzmandan ne yazık ki sadece 32 tanesi
var.
Diyanet’in uzman kadrosu Din İşleri Yüksek Kurulu'nun kariyer uzmanlığına dönüştürüldüğü için uzman almıyor, uzman yardımcısı alıyoruz. Yakın zamanda bir imtihan daha açılıyor. Daha ön-
22
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ce de açmış 8 arkadaşımızı alabildik. 50 tane uzman yardımcısına ihtiyacımız var. Bu arkadaşlarımız en az üç yıl çalışıyor, tez hazırlıyor
imtihanlara giriyor, başardıktan sonra uzman olabiliyor.
Bu açıklamaları şunun için yapıyorum. Kuruma her gün en az
ortalama kırk soru düşüyor şu anda. Cevapları müftülüklere açtığımız için işimiz biraz kolaylaşmış idi. Çünkü her soru bize yöneltilmiyor artık. Müftülüklerde de standart fetvalar, cevaplar veriliyor. Bu
aynı zamanda kafa karışıklığını da biraz önleyici bir etki meydana
getiriyor diyebilirim. Buraya kadar içinde bulunduğum kurumla alakalı söyleyebileceğim şeyler.
Sahâbe konusunda da çok sorular geliyor. Biz onları da cevaplandırıyoruz. Burada şunu ifade etmek isterim. Bir defa Kur'an-ı Kerim'de peygamberin konumu sahâbeyi konuşmanın, anlamanın ve
anlatmanın ilk merhalesini teşkil ediyor. Sahâbe bizin için neden
önemli? Allah'ın elçisine arkadaş oldukları, onunla birlikte oldukları
içindir. Sahâbeyi tarif ederler -arkadaşlarım onun üzerinde duracaklar-ama en geniş tarif: "Allah'ın elçisini Müslüman olarak gören ve o
iman üzere ölen herkes sahâbedir" şeklindeki tarif edildiği için büyük
bir sahâbe topluluğu olduğu kesin. Ama bu sahâbe topluluğundan
on binlerce sahâbeden ismi bilinen onbinin üzerindedir. Bu on binlerce sahâbeden hadis nakleden sahâbe sayısı da bildiğim kadarıyla sadece 1022 dir. Onlardan 435 bir tek hadis rivâyet etmiş. Çok hadis
rivâyet eden sahâbe sayısı da iki elin parmak sayısı kadar ancadır.
Sadece yedi kişidir.
Burada biz şunu görüyoruz. Rasulüllah Efendimiz Hazretlerine sahâbe olmuş olanların dereceleri, mevkileri, durumları çok farklıdır. Bunların hepsi elbette çok önemli kimselerdir. Bunda hiç şüphe
yok. Fakat zaten ülemada sahâbeyi kendi arasında derecelendiriyor.
Değerli arkadaşlarım! Bir defa Kur'an'ı okuyan, özellikle ilim
ehli olan her insan bilir ki, Cenâb-ı Hakk'ın Rasûlü Ekrem Efendimizin şan ve şerefini yücelttiğini Kur'an-ı Kerim'de zikreder. Ona bahşettiği mükemmel hasletleri, üstün meziyetleri Kur'an-ı Kerim'de hepimiz müşahede edebiliriz. Rasulü Ekrem Efendimiz'in beşer cinsinden biri olduğunu yine Kur'an bize hatırlatıyor. Ama Kur'an bunun
beyanı yanında beşer olan peygamberin özelliklerini de açıkça beyan
ediyor. Bunların önemi ve değerini bildiriyor. Peygambere imanı emrediyor, ittibaı emrediyor. Peygamberi örnek almayı emrediyor. O
zaman peygamberi bizim gibi beşer mi diyeceğiz, yoksa peygamber
AÇILIŞ KONUŞMALARI
23
beşer cinsinden bir insandı ama, bizim gibi bir beşer olarak müteala
olunmaması gerekir mi diyeceğiz. Bu hassasiyetleri herhalde gözetmek gibi de bir sorumluluk taşıyoruz.
Onun için bir insanımızın kamuoyunun huzuruna çıkıp bir garip edayla: "peygamber sizin gibi benim gibi bir insandı" demesi hoşumuza gider mi? Yoksa "Beşer cinsinden idi ama, zaten Allahü Teala'nın da Kur'an-ı Kerim'inde açıkça buyurduğu gibi kendisine vahiy
gelen, masumiyeti olan, korunmuş olan bir beşerdir". Bir beşer olduğunu ifade etmek de gerekiyor. Dolayısıyla onun aklımıza gelen hatalardan, kusurlardan arındırılmış bir peygamber olduğunu ifade etmek, faziletini göstermek icab ediyor. Öyle olmazsa kendi kendimize
Allah ona bu kadar imanı, itaati neden emretsin gibi sorular sorabiliriz.
Kur'an-ı Kerim'de Allah, bütün peygamberlere adıyla hitap ettiği halde Allah'ın elçisine adıyla hiç hitap etmiyor. Kur'an-ı Kerim'de
peygamberin ismi "ey resul, ey nebi, ey örtüsüne bürünen insan, ey
sarınıp örtünen kişi "gibi. Bunlar ne kadar muhteşem ifadeler ve bizim için ne kadar örnek arz ediyor. Bunları da öne çıkarmamız, anlatmamız icap ediyor. Kur'an bize ayrı bir emir veriyor. yani "Peygamberi birbirinizi çağırır gibi çağırmayın" âyetiyle. Dolayısıyla peygamberi tanımamız sahâbeye vereceğimiz kıymetin bir ölçüsü olduğu için bunları acizâne ifade etmek istedim.
Yine Rasulü Ekrem'in sünnetinin ve hadislerinin önemi burada ortaya çıkmış oluyor. Sünnetin Rasulüllah (s.a.v)'ın kavlini, fiilini,
takririni içine aldığını hepimiz biliyoruz. İslam'da sadece ehl-i sünnet
mezhepleri değil, dalâlet fırkası olarak adlandırılmayan her mezhepli
fırka sünneti ve hadisi ilk defa duyuyor. Peygamber’in sünneti
Kur'an'ın hayat hali yani şekli olarak kabul ediliyor. İslam talimatının, bilhassa İslam hukukunun Kur'an'dan sonra en mühim kaynağını teşkil ediyor.
Bir şeyden büyük memnuniyet duydum. Abdullah Aydınlı
kardeşimiz burada söyledi. Bir algılama olarak sahâbe üzerinde durulacağını söyledi. Bu rahatlatıcı bir şey. Çünkü sahâbenin icmaı,
sahâbenin sünneti, sahâbelerin fetvaları, mevkuf rivâyetlerin değerleri, hanım sahâbeler gibi konular çok önemli. Bunların işlenecek olması çok muhteşem bir şey. Sahâbey-i ikramı biz ne kadar okuyoruz.
Belki okuyanlarımız vardır. O konuda çok fazla eserimizin olduğunu
da ifade edemeyeceğim. Tabiî buna da ihtiyaç var.
24
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Merhum Harputi'nin el İsabe adlı eseri elime geçmişti. Harputî
malum büyük bir âlim el-isabe'yi satır satır okumuş, oradaki yanlışları kenarlarına yazmış, eksik olan şeyleri ilave etmiş. Ben bunu fakülte
kütüphanesine vermiştim. Sahâbenin her birinin yaşayış tarzı vardı.
Sünnetin değişik versiyonları vardı. Bunlar bizim için çok büyük bir
önem arz ediyor. Onun için sahâbenin yaşadığı hayatı, onların yaşadıkları şehirlerdeki yaygınlaşmış sünneti, ilmi seyahatlerinde ortaya
çıkmış olan sabiteleri, değişeni, değişmeyeni gerçekten bu konu çok
büyük bir ehemmiyet arz ediyor. Bu konuları çok daha iyi inceleyecek mütehassıslar var.
Benim buraya davet edilmem sebebi şu anda bulunduğum konumdan dolayı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü 38 sene ilahiyat
fakültelerinde hadis dersleri okutmuş biri olduğum için herhalde.
Onun için bu konu fevkalade isabetli olmuştur. Devamının gelmesi
en büyük temennimizdir. Sahâbe nesli, öğrenilmesi, öğretilmesi,
Rasulü Ekrem Efendimizden nakli, hata yapma endişelerinden dolayı
bir kısmının çok az, bir kısmının hiç hadis rivâyet etmemesi, arkadaşından bir tek hadisi alabilmek için uzun yolculuklar yapması kolay
bir hadise değildir. Bizim hafızalarımızı böyle şeylerle tazelememiz,
bunları anlamlandırmamız icab ediyor diye düşünüyorum.
Yeni bir şeyler yapacaksak ve dünyaya yeni bir mesaj vereceksek bu mesajın bütün formlarının Kur'an ve Sünnette bulunduğuna
önce kendimizin hakikaten inanıp buna göre çalışmalar yapmamız
icap ediyor. Kur'an'ı bize aktaran, nakleden, Kur'an'ın mütevatir olduğuna inanan bizler, Rasulü Ekrem'in sünnetini, hadislerini bize aktaran sahâbelere de itimat etmeliyiz ve onlara gereken saygıyı, Allah'ın kitabında methettiği gibi, Rasulün sünnetinde anlattığı gibi göstermeliyiz diye düşünüyorum.
Lütfen bunu bir konferans gibi müteala buyurmayın. Ben sadece bir mukaddime yapmış oldum.
Çok teşekkür ediyorum.
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI
Hüseyin AKGÜN*
Sahâbîler daha Hz. Peygamber hayattayken değişik beldelere
gitmeye ve yerleşmeye başlamışlardır. Bunun temel sebebinin onlardaki fetih ruhu olduğunu söyleyebiliriz.
Esasen sahâbenin nerelere, hangi vesilelerle yerleştiği veya vefat yerleri konusunda geçmişte ve günümüzde yapılmış az da olsa
müstakil çalışmalar vardır.1
Tebliğimize sahâbî kavramı ve sahâbenin sayısı gibi konular
hakkında genel bilgiler vererek giriş yapacağız. Daha sonra,
sahâbenin değişik beldelere gidiş sebepleri üzerinde durup, bunları
maddeler halinde sıralayarak örneklendireceğiz. Ayrıca bu durumun
ortaya çıkardığı sonuçlar konusunda da bilgi vermeye çalışacağız.
Tebliğimizin sonunda ise, ulaştığımız veriler çerçevesinde sahâbenin
gittikleri değişik coğrafyalar şematik olarak gösterilerek, bölgeye gelen sahâbe sayılarını istatistikî olarak vereceğiz.
Araştırmamız sonucunda, yaklaşık 1500 kadar sahâbenin gittikleri yerler hakkında mâlumata ulaşabildiğimizi öncelikle belirtelim.2 Kaynaklarda geçen sahâbenin birçoğunun Hicazlı veya Hacc gi* Yrd. Doç. Dr., Sütcü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1 İbn Hibbân, Muhammed el-Büstî, Kitâbu Meşâhîru ulemâi’l-emsâr, thk. M.
Fleischhammer, Kahire t.y.; es-Sağânî, Hasan b. Muhammed, Derru’s-sehâbe fî
beyâni mevâdi vefeyâti’s-sahâbe, Kahire t.y.; Akgün, “Sahâbe Coğrafyası”, Sakarya Ü. SBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya 1999; Alpkıray,
“Sahâbenin Yerleşim ve Vefat Yerleri”, Erciyes Ü. SBE, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Kayseri 2005.
2 Bu, doğrudan kaynakları taramamız sonucu vardığımız sonuçtur. Yoksa
Iclî’nin (v. 261) sadece Kûfe’ye gelen sahabi sayısını 1500 olarak verdiğini
bilmekteyiz. (Bkz. el-Iclî, Ahmed b. Abdullah, Ma’rifetü’s-sikât, thk.
26
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bi bazı vesilelerle Hicaz’a gelmiş olabileceğini kabul ettiğimizden bu
sayıma bunu dâhil etmedik.3
Sahâbî Kavramı
Sahâbî, Hz. Peygamber’i (s.a.v.) peygamberliği sırasında görüp
iman eden, bu îman üzere ölen kişilere denir. Bu tarif, hadisçilerin
genel tarifidir. Yalnız mümeyyiz olmayan çocuklar sahâbeden sayılmamışlardır.4 Bunun yanı sıra onu peygamber olmazdan evvel görüp
de peygamberliği sırasında göremeyenler sahâbî sayılmadıkları gibi,5
görüp, iman ettikten sonra dinden dönenler de sahâbî kabul edilmemişlerdir.6
Fıkıh usûlcülerine göre sahâbîliğin bir şartı da, Rasûlullah ile
uzunca bir süre beraber olup ona tâbi olmaktır. 7 Bu görüşte olan Sa’îd
b. el-Müseyyeb (ö. 105/715), Rasûlullah (s.a.v.) ile en az bir veya iki
sene beraber olmayan, ya da kendileriyle bir veya iki gazâda beraber
bulunmayanları sahâbeden saymamıştır.8 Bununla birlikte, Hz. Peygamber ile uzun süre beraber olma, onunla gazaya çıkma ve ondan
hadis rivâyet etmiş olma şartları şâz kabul edilmiştir.9
Abdülalîm Abdülazîm el-Bestevî, Medine 1985, II, 488.) Fakat tespitimize göre, kaynaklarımız bu tür büyük sayıları vermekle birlikte, bu sahâbîlerin ismini vermemektedir. Meselâ İbn Sa’d Tabakāt’ında, Kûfe’ye gelen
sahâbîlerden sadece 187’sinin ismi zikretmektedir.
3 Bir kişinin sahâbî olup olmadığında; İbn Hacer’in sahasında en son yazılan
ve en kapsamlı kitap mahiyetindeki el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe adlı eserini ölçü
olarak kabul ettik. Ancak, İbn Hacer’in hiç değinmediği birisi diğer kaynaklarda sahâbî olarak geçiyorsa, onu da dikkate aldık.
4 es-Süyûtî, Abdurrahman b. Ebû Bekir, Tedrîbu’r-râvi fî şerhi Takrîbi’n-Nevevî,
thk. Abdülvehhab Abdüllatif, Riyad t.y., II, 209-210; Okiç, M. Tayyib, Bazı
Hadis Meseleleri Üzerine Tetkikler, İstanbul 1959, s. 24.
5 İbn Mende bu sınıfa girenleri de sahâbî kabul etmiştir. Bu durumda olan
Zeyd b. Amr ona göre sahâbîdir (Süyûtî, Tedrîbu’r-râvî, II, 209).
6 Süyûtî, a.g.e., II, 209; Uğur, Mücteba, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü,
Ankara 1992, s. 334.
7 Süyûtî, Tedrîb, II, 210.
8 Süyûtî, a.g.e., II, 211. Goldziher buradan hareket ederek; evvelce “sahâbî”
tâbirinin Hz. Peygamber ile bir müddet beraber bulunmuş ve seferlerinde
ona refâkat etmiş kimselere münhasır olduğunu iddia eder. Bkz. Goldziher,
Ignaz, “Eshâb”, MEB İA., İstanbul 1993, IV, 370. Ayrıca bkz. Öz, Şaban, Siyer’e Giriş, Ankara 2012, s. 104-106.
9 İbn Hacer, el-Askalânî, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, thk. Ali Muhammed elBecevî, Kahire t.y., I, 6-7; Süyûtî, Tedrîb, II, 212.
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
27
Sahâbîlerin Sayısı
Sahâbîlerin sayısı hususunda İslâm bilginleri, tam bir mutabakat halinde değildirler. Gösterilen rakamlar arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Ebû Zur‘a er-Râzî (ö. 264/878), Hz. Peygamber’in (s.a.v.)
vefatında, sahâbîlerin sayısını 114.000 olarak vermektedir. 10 Ali elMedînî (ö. 234/848) de, buna yakın bir rakam zikretmektedir. İmam
Şâfi‘î (ö. 204/819) ise, Hz. Peygamber’in vefatı sırasında Medine’de
30.000 ve sair kabileler de 30.000 olmak üzere toplam 60.000 Müslüman olduğunu söyler.11 Fakat elimizdeki sahâbe biyografilerinde yaklaşık 10.000 sahâbîden bahsedilmektedir. Diğerleri hakkında ise bir
ma’lumat bulunmamaktadır.12 Birçok sahâbenin isi-men tanınmamasını es-Sehâvî (ö. 902/1496), çoğunun bedevî ve sadece Vedâ Haccı’nda hazır bulunmuş olmalarına bağlamaktadır. 13 Ayrıca araştırmamız esnasında, “tabakât” türü eserlerde yer almayıp “fütûhât” türü eserlerde adları geçen birçok sahâbî ismine rastlamış bulunmaktayız.14
Bu sahâbîlerden rivâyeti bulunanların isimleri değişik eserlerde derlenmiştir. Bu konuda İbn Hibbân (ö. 354/965) 1608, 15 İbn Hazm
(ö. 456/1063) 999 16 ve İbnü’l-Cevzi (ö. 597/1200) 1060 17 sahâbî ismi
vermektedirler.18
Süyûtî, Tedrîb, II, 220; Okiç, Tayyib, Bazı Hadis Meseleleri, s. 47; Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara 1997, s. 75
11 Süyûtî, a.g.e., II, 221; Okiç, Tayyib, a.g.e., 47; Koçyiğit, a.g.e., s. 75.
12 Süyûtî, a.g.e., II, 221.
13 es-Sehâvî, Muhammed b. Abdurrahman, Fethu’l-muğîs şerhu Elfiyyeti’l-hadîs
li’l-Irâkî, Medine 1969, III, 113.
14 Bkz. örnekleri için el-Vâkıdî, Muhammed b. Ömer (ö. 207/822), Tarihu
Fütûhi’l-Cezîre ve’l-Hâbûr ve Diyârı Bekr ve’l-Irâk, thk. Abdülazîz Febbâd
Harfûş, Dımaşk 1996, s. 54-55, 182-183.
15 İbn Hibbân, Muhammed el-Büstî, Târihu’s-sahâbe’l-lezine ravâ anhümü’lahbâr, thk. Bevrân ed-Dannâvî, Beyrut 1988.
16 İbn Hazm, Ali b. Ahmed, Esmâu’s-sahâbe ve mâ li külli vâhidin minhüm mine’l-aded, thk. Misad Abdülhamid es-Sa’denî, Kahire t.y.
17 Sıddîkî, M. Zübeyr, Hadis Edebiyatı Tarihi, trc. Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul
1966, s. 41.
18 Muhakkiklerinin numaralandırması esas alınmıştır.
10
28
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sahâbîlerin Değişik Beldelere Gitme Sebepleri
Hz. Peygamber daha hayattayken sahâbesi farklı beldelere, çeşitli sebeplerle gitmeye başlamıştı. Sahâbenin değişik beldelere gitme
sebepleri olarak şunları tespit edebildik:19
1- Fetih hareketleri
Sahâbenin değişik beldelere gitmesindeki en büyük sâikin İslâm’ın onlara telkin ettiği fetih ruhu (Allah’ın adının yüceltilmesi) olduğunu söyleyebiliriz.20 Bazı oryantalistler bu fetih hareketinin ulvi
bir maksadının olabileceğini itiraf etmiş olsalar da, bunu daha çok işgal ve yağmalama hareketi olarak göstermeye çalışanlar da olmuştur.21 Hâlbuki sahâbîler gittikleri ülkelere belli bir ideal için gidiyorlardı.22 Bu durumu şu olay çok güzel anlatmaktadır: Müslümanlar,
Sâsânîler ile savaştıkları bir sırada İranlı komutan Rüstem, Müslümanların gönderdiği bir elçi olan Rib’î b. Âmir’e (r.a.) şu soruyu sorar: “Seni buraya getiren nedir?”. Rib’î şöyle cevaplar: “Allah bizi, dileyeni kula kulluktan kurtarıp Allah’a kulluğa yükseltmek için gönderdi…”.23
Fetih hareketleri neticesinde fethettikleri bölgeye yerleşip geri
dönmeyen sahâbîler olmuştur. Meselâ, Mısır’a yerleşen sahâbîlere
baktığımızda hemen hemen hepsinin Mısır’ın fethinden sonra buraya
yerleşip geri dönmedikleri görülmektedir. Yine Hz. Ömer zamanında
kurulan Basra, Kûfe, Fustât gibi şehirler, savaşa katılan kabilelerin aileleri ile birlikte yaşamaları için ordugâh şehirler olarak kurulmuştur.24
Fetih hareketinin seyrini ele alacak olursak, Medine’den yola
çıkan İslâm orduları önce Irak, sonra Şam bölgelerini fethetmişlerdir.
Buralarda garnizon şehirleri oluşturan Müslümanlar Şam üzerinden
Geniş bilgi için bkz. Akgün, “Sahâbe Coğrafyası”, s. 9-18; Alpkıray,
“Sahâbenin Yerleşim ve Vefat Yerleri”, s. 10-27.
20 Bkz. Fayda, Mustafa, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, İstanbul, 1992, s. 296-300.
Mehmet Azimli ise bu fetih hareketini, siyasi, ekonomik ve dini olmak üzere
üç gerekçeye bağlamaktadır. Azimli, Mehmet, Dört Halifeyi Farklı Okumak-1
Hz. Ebû Bekir, Ankara 2011, s. 165-171.
21 Bkz. Yüksel, Ahmet Turan, “Bazı Batılı Araştırmacılara Göre İlk İslâm Fetihleri”, S.Ü. İlahiyat F. D., yıl:1996 sayı:6, s. 170-175; Akgün, a.g.t., s. 11-12.
22 Donner de bu görüşe yakındır. Bkz. Yüksel, a.g.m., s. 178-180.
23 İbn Kesîr, Ebû’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-nihâye, Beyrut 1988, VII, 46
24 Alpkıray, a.g.t., s. 10.
19
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
29
önce Mısır’ı, daha sonra sırasıyla Berkâ, İfrîkiyye ve Mağrib’i (bugünkü Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ı) fethetmişlerdir. Şam’da Akkâ
şehrinden denize açılan Müslüman donanması ise sırasıyla Kıbrıs ve
Rodos’u ele geçirmiş, Girit’i kuşatmıştır. Irak üzerinden gelen İslâm
orduları ise Habur, Nusaybin ve Urfa gibi değişik noktalardan Anadolu’ya girmiştir. İçerisinde 2000 kadar sahâbînin de yer aldığı
rivâyet edilen25 bu ordu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu fethetmiştir. Basra ve Kûfe şehirlerinden hareket eden İslâm orduları Anadolu’dan sonra sırasıyla Azerbaycan-Ermenistan, İran, Horasan, Sind ve
Kuzey-Batı Hindistan bölgelerini fethetmişler, doğuda Çin’e dayanmışlardır.26
Araştırmamız esnasında bu fetihlere katılan, aralarında binlerce kilometre mesafe bulunan yerlere ulaşan sahâbîler tespit ettik.
Şimdi bunlardan bazılarını ve gittikleri yerleri zikretmek istiyoruz:
Abdullah b. Ömer: Şam, Basra, Berka, Mısır, İfrîkiyye, İstanbul ve
Cürcân. Abdullah b. Abbas: Kûfe, Basra, Berka, İfrîkiyye, İstanbul,
Sicistan ve Taberistan. Abdullah b. Zübeyr: Basra, Berka, İfrîkiyye,
Isfahan, Cürcân ve İstanbul. Abdullah b. Kays (Ebû Mûsâ) el-Eş’arî:
Basra, Cundişâpûr, Dînever, Cezîre, Ehvâz, Erracân, Remle (Filistin),
Sûs, Harrân, Isfahân, Istahr, Kâşân, Kûfe, Kum, Nusaybîn, Şîrâz,
Zebîd (Yemen). Ammâr b. Yâsir (ö. 37/657): Kûfe, Basra, Hûzistan,
Mısır, Tüster. Ebû Hureyre (ö. 58/678): Cürcân, Dımaşk, Bahreyn,
Kûfe. Amr b. el-Âs (ö. 61/681): Askalân, Atrâbülüs (İfrîkiyye), Berka,
Ecnâdîn, Arîş, Fustât, İskenderiye, Nûbe (Sudan), Antakya, Filistin,
es-Seb’, Haleb, Kaysâriye, Kûfe, Menbic, Mısır, Şerhûs, Trâbülüs
(İfrîkiyye), Ummân. Muğîre b. Şu’be (ö. 50/670): Bahreyn, Azerbaycan, Ermenistan, Hemezân, Kûfe, Meysân, Nehâvend, Mısır. Büsr b.
Ebû Ertât (ö. 86/705): Kûfe, Mısır, İfrikiyye, İstanbul. Hasan ve Hüseyin b. Alî b. Ebî Tâlib (ö. 50/670): Kûfe, Basra, Cürcân, Medâin,
Isfahân, Taberistân. Huzeyfe b. el-Yemân el-Absî (ö. 36/656): Cîylân,
Cürcân, Dînever, Medâin, Erdebîl, Mûkân (Azerbaycan), Re’y (Tahran), Hemezân, Kûfe, Nehâvend, Nusaybin, Debâ (Ummân). Muâz b.
Cebel (ö. 17/638): Âmid, Yemen, Şam, Mısır. Habîb b. Mesleme (ö.
42/662): Samsat, Bingöl (Çapakçur), Cezîre, Antakya, Azerbaycan,
Ermenistan, Kâlîkalâ (Erzurum), Karkîsiyâ', Kemah, Malatya, Şam,
Tiflîs, Basra. Iyâd b. Ğanm el-Fihrî (ö. 20/641): Âmid, Batman, Birecik
(Urfa), Bitlis, Cizre (Şırnak), Dârâ, Musul, Antakya, Rakka (el-Cezîre),
25
26
Vâkıdî, Târîhu fütûhi’l-Cezîre, s. 31.
Bkz. Akgün, a.g.t., s. 19-96.
30
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ruhâ (Urfa), Erzen, Harrân, Hasankeyf (Batman), Hıms, Silvan, Nusaybin, Samsat, Tillo ve Basra.27
2- İslâm Dinine Davet ve Eğitim
Fetihlere katılan sahâbîler gittikleri yerlere mescidler yapıyorlar28 ve bir kısmı gittikleri o yerlere yerleşiyorlardı. Orada İslâm’ı yayıyorlar, Kur’ân-ı Kerîm ve Rasûlullah’ın sünnetini öğretiyorlardı.
Örneğin; Rasûlullah (s.a.v.), Hz. Ali’yi ve Muâz b. Cebel’i İslâm’ı öğretmek ve onlardan zekâtlarını almak üzere Yemenlilere göndermişti.29 Hz. Peygamber’den sonra da halkı eğitmek amacıyla halifeler bazı sahâbîleri değişik beldelere göndermişlerdi. Hz. Ömer, Kur’ân’ı ve
dinin ahkâmını Şamlılara öğretmek üzere Mu’âz b. Cebel, Ubâde b.
es-Sâmit ve Ebû’d-Derdâ’yı görevlendirmişti. 30 Yine Hz. Ömer’in,
Kûfe ve Basra halkına İslâm’ı öğretmek için onar sahâbe gönderdiği
rivâyet edilmektedir.31
3- Hadis Öğrenmek (er-Rihle fi talebi’l-hadîs)
Sahâbe, eğitimci olarak seyahatlere çıktığı gibi bilmedikleri hadisleri öğrenmek için de seyahatlere çıkmışlardır. Bunlara örnek olarak şu sahâbîleri zikredebiliriz: Medine’de bulunan Ebû Eyyûb elEnsârî, Hz. Peygamber’den işittiği, fakat unuttuğu bir hadisi Mısır’da
bulunan ‘Ukbe b. ‘Âmir’e sormak için meşakkatli bir yolculuk yapmıştır. Yine bu sebeple, Câbir b. Abdullah Şam’a, Abdullah b.
Bkz. Akgün, a.g.t., s. 19-96.
Muâviye b. Ebû Süfyân (ö. 60) Rodos’a mescit yaptırmıştır. (İbn A‘sem, Ebû
Muhammed el-Kûfî, Kitâbü’l-Fütûh, Beyrut 1986, I, 353.). Yine Saîd b. Âmir b.
Hızyem (ö. 20) Urfa’ya bir mescit yaptırmıştır. (el-Belâzürî, Ahmed b. Yahya,
Fütûhu’l-büldân, thk. Abdullah Enîs et-Tabbâ’a, Beyrut 1987, s. 245.) Not: Bu
bilgilerdeki isim yanlışlıkları müzakerecim olan Osman Aydınlı’nın dikkat
çekmesi sonrasında düzeltilmiştir.
29 Kettânî, Muhammed Abdülhay, et-Terâtîbu’l-idâriyye, trc. Ahmet Özel, İstanbul 1991, II, 10-18; Köksal, M. Asım, İslâm Tarihi, İstanbul t.y., XVII, 36.
30 İbnü’l-Esîr, Ali b. Muhammed el-Cezerî, Üsdü’l-ğâbe fî ma’rifeti’s-sahâbe, thk.
Mahmud Abdülvehhab Fâyid, Mısır 1970-1973, III, 388; Kandehlevî, Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-sahâbe, trc. Ahmet Meylânî, Konya t.y., III, 654;
Accâc, Muhammed el-Hatîb, es-Sünne kable’t-tedvîn, Beyrut 1981, s. 168.
31 Bkz. Kûfe için İbn Hacer, el-İsâbe, V, 432; Basra için a.g.e., IV, 243.
27
28
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
31
Üneys’in yanına gitmiştir.32 Ubeydullah b. ‘Adî de, Hz. Ali’den hadis
almak için Irak’a yolculuk yapmıştır.33
4- İdarî Görevler
Özellikle Hz. Peygamber’e yakın olan bazı sahâbîlerin fethedilen topraklarda çeşitli görevler üstlendiğini görmekteyiz. Bunlar orada, valilik yanında memurluk, elçilik ve kadılık gibi görevleri de yerine getirmişlerdir.
a- Valilik
Valiler idârî işlerin yanı sıra görev yaptıkları bölgelerdeki hukukî işleri de yerine getiriyorlardı.34 Değişik zamanlarda, değişik yerlere valilik göreviyle giden bazı sahâbîler şunlardır:
Abdullah b. Abbâs (ö. 68/687) Basra, 35 Sa’d b. b. Ebî Vakkâs elKureşî (ö. 51/671)Kûfe,36 Amr b. el-Âs (ö. 61/680) Mısır,37 Ebû Ubeyde
b. el-Cerrâh (ö. 18/639) Şam,38 el-Hakem b. Amr b. Mücedda’ el-Ğifârî
(ö. 50/670) Horâsân, 39 Sa‘îd b. Osmân el-Ensârî Horâsân, 40 Mâlik b.
Hübeyre Hıms,41 Kabîsa b. el-Muhârık Sicistân,42 Ruveyfi‘ b. Sâbit b.
es-Seken el-Ensârî (ö. 56/675) Trablus, 43 es-Sâib b. Hallâd el-Ensârî
Yemen,44 Ayyâş b. Ebî Sevr Bahreyn, 45 Alkame b. Yezîd İskenderiye,46
el-Hatîb, er-Rihle fî talebi’l-hadîs, thk. Nasr b. Atâyâ, Riyad 1994, s. 169-177;
Kandehlevî, Hayâtü’s-sahâbe, III, 657; Accâc, es-Sünne kable’t-Tedvîn, s. 177.
33 Kandehlevî, a.g.e., III, 658.
34 Kettânî, , et-Terâtîbu’l-idâriyye, II, 1; Atar, Fahrettin, İslâm Adliye Teşkilatı,
Ankara 1991, s. 50.
35 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, III, 292; İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 150; Koçyiğit, Hadis
Tarihi, s. 94; Çakan, İ. Lütfi, “Abdullah b. el-Abbas”, DİA, İstanbul 1988, I, 76.
36 İbn Hayyât, Halife, Kitâbu’t-Tabakāt, thk. Süheyl ez-Zekkâr, Beyrut 1993, s.
214; İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 367;İbn Hacer, a.g.e., III, 74.
37 İbn Hibbân, Meşâhîr, s. 53; İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 260; İbn Hacer, a.g.e., IV,
110.
38 İbn Hacer, a.g.e., III, 589
39 İbn Sa’d, Muhammed, et-Tabakātü’l-kübrâ, Beyrut t.y., VII, 366; İbnü’l-Esîr,
Üsdü’l-ğâbe, II, 40; İbn Hacer, el-İsâbe, II, 107.
40 en-Narşahî, Muhammed b. Ca’fer, Târîhu Buhârâ, Farsçadan Arapçaya trc.
Emin Abdülmecid Bedevî, Kahire 1965, s. 62; İbn Hibbân, a.g.e., s. 61.
41 İbn Hibbân, Meşâhîr, s. 53; İbn Hacer, el-İsâbe, V, 707.
42 İbn Hacer, a.g.e., V, 411.
43 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 239; İbn Hacer, a.g.e., II, 501.
44 İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 315; İbn Hacer, a.g.e., III, 21.
45 İbn Hacer, a.g.e., IV, 750.
32
32
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Osmân b. Ebî’l-Âs (ö. 50/670) Ummân, 47 Utbe b. Ferkad b. Yerbû‘ esSülemî Azerbaycân, 48 ed-Dahhâk b. Kays el-Fihrî (ö. 53/672) elCezîre49 valiliği yapmışlardır.
b- Memurluk
Sahâbeden bazıları, âmillik veya memurluk diyebileceğimiz
görevleri gereği değişik beldelere gitmişlerdi. Örneğin; Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında Amr b. el-Âs, Ummân’da görevlendirilmiş,
Müslümanların zekâtlarını toplamış, Mecûsilerden cizye almıştır. 50
Bu görevi değişik beldelerde yerine getiren sahâbîlerden bazıları şunlardır: Muâz b. Cebel 51 Yemen’de, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh 52
Necrân’da, Arfece b. Herseme Musul’da, Mücâşi‘ b. Mes’ûd Basra’da,
Abdullah b. Mes’ûd Kûfe’de görev yapmışlardır.53 Ayrıca, Hâlid b.
Sa‘îd b. el-Âs ise Yemen’e zekât âmili olarak gönderilmiştir.54 Sevvâr
b. Hemmâm, Muâviye tarafından Hindistan’ın bazı bölgelerine memur edilmiş, orada şehid düşmüştür. 55 Öte yandan ‘Umâre b. Şihâb
es-Sevrî, Hz. Ali tarafından Kûfe’ye memur tayin edilmişti. 56 elAhvâs b. Abd b Ümeyye de Muâviye’nin Bahreyn âmiliydi.57
c- Elçilik
Hz. Peygamber (s.a.v.), Hâtib b. Ebî Belte‘a’yı (ö. 30/650) İskenderiye’ye Mukavkıs’a elçi olarak göndermişti.58 Yine Rasûlullah,
el-Hâris b. Umeyr el-Ezdî’yi Busrâ valisine,59 Muhammed b. Büdeyl’i
ise Yemenlilere 60 elçi olarak göndermişti. Nehîk b. Evs, Hz. Ebû
Bekr’in Yemen elçisiydi. 61 Hz. Ömer, Kâ’b b. Adiy et-Tenûhî’yi İsİbnü’l-Esîr, a.g.e., IV, 89; İbn Hacer, a.g.e., IV, 562.
el-Belâzürî, Fütûh, s. 544; İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 580; İbn Hacer, a.g.e., IV, 451.
48 el-Belâzürî, a.g.e., s. 455; İbn Hacer, a.g.e., IV, 440.
49 İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 49.
50 Köksal, İslâm Tarihi, XV, 528.
51 Köksal, a.g.e., XVII, 36.
52 Kettânî, et-Terâtîbu’l-idâriyye, II, 151.
53 Erkal, Mehmet, “Âmil”, DİA, İstanbul 1991, III, 58,
54 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, II, 97.
55 İbn Hacer, el-İsâbe, III, 222.
56 İbn Hacer, a.g.e., IV, 582.
57 İbn Hacer, a.g.e., I, 34.
58 İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 432; İbn Hacer, a.g.e., II, 5.
59 İbn Abdilberr, el-İstî‘âb, I, 298; İbn Hacer, a.g.e., I, 589.
60 İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 6.
61 İbn Hacer, a.g.e., VI, 476.
46
47
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
33
kenderiye’ye Mukavkıs’a elçisi olarak yollamıştı.62 Ayrıca Hişâm b.
el-Âs Antakya’ya elçi olarak gönderilmişti.63 Hz. Osman’ın 30/651 yılında Sa’d b. Ebî Vakkâs’ı Çin’e elçi olarak gönderdiği de rivâyet
edilmektedir.64
d- Kadılık
Kadılık görevini genellikle valiler yerine getirmekle birlikte,
zamanla bu görevleri başkaları ayrı bir görev olarak da yerine getirmişlerdi. Sahâbîlerden bazıları bu görev ile değişik yerlere gönderilmişlerdi. Örneğin; Ebû Mûsâ el-Eş‘arî Yemen’de65, ‘Ubâde b. es-Sâmit
Filistin’de, Kays b. Ebî’l-Âs es-Sehmî Mısır’da bu görevi yerine getirmişlerdi.66 Selmân b. Rebî‘a el-Bâhilî Kûfe’nin ilk kadısı idi.67 Yine
Şureyh b. el-Hâris (ö. 79/698) 58 sene Kûfe kadılığı yapmıştı. 68 Hârice
b. Huzâfe Mısır’a yerleşmiş, burada kadılık görevinde bulunmuştu. 69
Ebu’d-Derdâ’ (ö. 32/652) Muâviye tarafından Dimaşk kadılığına getirilmişti.70 en-Nu‘mân b. Beşîr el-Ensârî (ö. 65/684) de Dimaşk kadılığı
yapmıştı.71 Amr b. Yesribî ed-Damrî Hz. Osman tarafından Basra kadılığına getirilmişti.72 Yine ‘Imrân b. ‘Isâm ed-Duba‘î de Basra kadılığı
görevinde bulunmuştu.73
5- Fitneden Kaçmak
Sahâbeden Muhammed b. Mesleme gibi 74 bazıları Hz. Osman’ın katlinden sonra fitneden uzak durmak için Rebeze’de 75 oturİbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe, IV, 482; İbn Hacer, a.g.e., V, 603.
İbn A‘sem, Kitâbü’l-Fütûh, I, 104.
64 Hee, Cemil ve Soo Lee, “Çin”, DİA, İstanbul 1993, VIII, 323. Diğer bir kaynakta ise bu kişinin Vehhâb b. Ebî Kebşe olduğu ve 628 yılında Çin hükümdarının sarayına geldiği bildirilir (Panipeti, Muhammed İsmail, İslâm Yayılış
Tarihi, trc. Ali Genceli, İstanbul 1971, III, 1058.
65 Kettânî, et-Terâtîbu’l-İdâriyye, II, 19.
66 Atar, İslâm Adliye Teşkilatı, s. 77-78.
67 İbn Abdiberr, el-İstî‘âb, II, 632; İbn Hacer, el-İsâbe, III, 139; Atar, a.g.e., s. 70.
68 İbn Hacer, a.g.e., III, 334; el-Hâşimî, Ali b. Hüseyin, Târîhu men düfine fi’lIrâk, Beyrut 1974, s. 238. Sahâbî mi, muhadram mı olduğu ihtilaflıdır.
69 İbn Hibbân, Meşâhîr, s. 56; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, II, 83; İbn Hacer, el-İsâbe,
II, 222.
70 İbn Hibbân, a.g.e., s. 50; İbn Hacer, a.g.e., IV, 748; Atar, Fahrettin, a.g.e., s. 68;
Aydınlı, Abdullah, “Ebu’d-Derdâ”, DİA, İstanbul, 1994, X, 311.
71 İbn Hibbân, a.g.e., s. 51; İbn Hacer, a.g.e., VI, 440.
72 İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1206; İbn Hacer, a.g.e., IV, 697.
73 İbn Abdilberr, a.g.e., III, 1209; İbn Hacer, a.g.e., IV, 707.
74 İbn Hacer, a.g.e., VI, 35.
62
63
34
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
muşlardır. Ayrıca fitne zamanında, Selmân b. Sümâme el-Cu‘fî ve bir
grup insan savaşmaktan çekinip uzak durmuş ve Rakka’ya 76 yerleşmişlerdir.77 Abdullah b. Sa‘d b. Ebî Serh el-‘Âmirî (ö. 36/656) ise fitne
ortaya çıktığında Askalân’da oturuyordu, hiç kimseye beyat etmedi
ve orada vefat etti. 78 Yine Cerîr b. Abdullah b. Câbir el-Becelî (ö.
51/671) fitneden sonra Irak’tan ayrılmış,79 ‘Adiy b. Hâtim et-Tâî (ö.
68/687) ve Hanzala b. er-Rebî‘ b. Rabâh (ö. 45/665) da onunla beraber
gitmişler ve “Osman’a sövülen bir beldede oturmayız.” diyerek
Karkîsiyâ’ya taşınmışlardı.80
6- İskân Politikası
Öncelikle bu gerekçeyi daha çok bedevi olan sahâbîler için kullandığımızı belirtmek isteriz. Zira Hz. Peygamber ile uzun süre arkadaşlık yapan sahâbîlerin değişik beldelere gitme nedenleri ile ilgili
verilerden sadece yukarıda saydığımız beş sebebe ulaşabildik.
Bununla birlikte Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın, bedevî toplumları
yeni fethedilen yerlere yerleştirdikleri ve buralara göç etmeye teşvik
ettiklerini görmekteyiz.81F. M. Donner, gerçekleştirilen bu göçlerdeki
amacı şu sözlerle ifade etmektedir: “…göçlerin nedeni ganimet olamaz… Bu durumda göçler, esas olarak devletin birtakım siyasi ve
ekonomik gerekçelerle tatbik ettiği bir politikanın sonucudur. Zira
devlet bu insanları göç yoluyla karargâh şehirlere yerleştirmek suretiyle göçebe kabileleri daha kolay bir şekilde kontrol altına alabilmiştir. Ayrıca devletin genişlemesinde onlardan istifade edilmiştir.” 82
Mekke yolu üzerinde Medine’ye üç günlük mesafede bir köydür. (Yâkut,
Ebû Abdullah el-Hamevî, Mu’cemü’l-büldân, Beyrut t.y., III, 24.)
76 Fırat üzerinde, Harrân’a üç gün uzaklıkta meşhur bir şehirdir. el-Cezîre’de
yer alır. (Yâkut, a.g.e., III, 59.)
77 İbnü’l-Esîr, a.g.e., II, 415; İbn Hacer, a.g.e., III, 138.
78 İbnü’l-Esîr, a.g.e., III, 260; İbn Hacer, a.g.e., IV, 110; es-Süyûtî, Celâluddîn,
Hüsnü’l-muhâdara fî târîhi Mısr ve’l-Kâhira, thk. Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim, Kahire 1967, I, 213.
79 İbn Hayyât, Kitâbu’t-Tabakāt, s. 583; İbn Hibbân, a.g.e., s. 44; İbnü’l-Esîr,
a.g.e., I, 333; İbn Hacer, a.g.e., I, 476; Fayda, Mustafa, “Cerîr b. Abdullah”,
DİA, İstanbul 1993, VII, 411.
80 İbn Hibbân, Meşâhîr, s. 44.
81 Mustafa Demirci, “İktâ”, DİA, İstanbul 2000, XXII, 43; Alpkıray, a.g.t., s. 2627.
82 Yüksel, İslâm Fetihleri, s. 181.
75
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
35
Yukarıda saydığımız nedenlere ilaveten sahâbenin değişik coğrafyalara yayılmasını ekonomik nedenlere bağlayan bazı görüşler
varsa da83 biz bunun sahâbenin buralara gitmesinde rolü olduğuna
dair bir kanıta ulaşamadık.84 Ayrıca Mustafa Fayda’nın şu tespiti de
bizim vardığımız sonucu destekler mahiyettedir: “Hz. Ömer, hicret
etmiş veya Allah yolunda cihada katılmış bütün Müslümanlara, onların çocuklarına ve kadınlarına atâ bağlamıştır. Ancak, başta bedeviler
(A’râb) olmak üzere, çeşitli bölgelerde yaşayan hicret etmemiş veya
cihada katılmamış olanlarla onların çocuklarına ve kadınlarına pay
verilmemiştir.”85 Bu bilgiden hareketle, ileri gelen sahâbîlerin ciddi
anlamda bir ekonomik kaygısı olduğunu söylememiz zordur. Dolayısıyla hakkında malumatımız olmayan geniş anlamıyla sahâbî tanımının içine giren bedevilerin bu sâikle buralara gelmiş olabilecekleri
söylenebilir.86 Ancak bu da spekülasyondan öte gitmez.87
Sahâbenin Değişik Coğrafyalara Dağılmasının Ortaya Koyduğu Sonuçlar
Sahâbenin değişik beldelere yerleşmelerinin en önemli sonuçlarından birisi gittikleri yerleri birer ilim merkezi haline getirmiş olmalarıdır.88
Sahâbe, hadis kültürlerini de gittikleri yere götürdükleri için,
tedvin dönemi öncesi her şehirdeki hadis müktesebatı farklıydı. Bir
şehirde bilinen bir hadis diğerinde bilinmeyebiliyordu. Bunun için
Bkz. Yüksel, a.g.e., s. 170-172; Akgün, a.g.t., s. 11-12.
Mahfuz Söylemez’in, Saîd b. el-Âs’ın Taberistan’ın fethi hareketini ekonomik gerekçeye bağlaması ise tartışılabilir bir iddiadır. Söylemez, Mahfuz,
“Hz. Osman Dönemindeki Ekonomik Krizin Garnizon Kentlere Etkisi”, Çorum İFD, c. II, sayı: 3, yıl: 2003, s. 69.
85 Fayda, Mustafa, “Atâ”, DİA, İstanbul 1991, IV, 33.
86 Mehmet Azimli’nin bu konudaki görüşleri de bizi destekler mahiyettedir.
O, bedevilerin bu saikle fethe katılımının sağlandığını, ancak ileri gelen
sahâbîler için bunun söylenemeyeceğini belirtmektedir. Azimli’ye göre, onlar
orduları yönetenlerdi ve dini gayelerle bu fetihlere katılmışlardı. Hatta bu
hareketin bir yağma hareketine dönüşmesine engel olanlar da onlardı (Bkz.
Azimli, Hz. Ebû Bekir, s. 158-165).
87 Fetih hareketinin sebebi ve başarısı konusunda bkz. Fayda, Halid b. Velid, s.
296-303.
88 Bkz. Akgün, Sahâbe Coğrafyası, s. 13-14; Alpkıray, Sahâbenin Yerleşim ve Vefat
Yerleri, s. 28-34.
83
84
36
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hadisler muhakkik âlimler tarafından Şâmî,89 Kûfî,90 Hımsî91 vb. olarak nitelendirilerek, değişik beldelere nispet edilmiştir. Yine kaynaklarımızda sahâbeden bazıları hakkında “hadisuhu inde ehli’l-Kûfe”,92
“hadisuhu inde ehli’l-Basra”, 93 “hadisuhu inde ehli’l- Mısriyyîn, 94
“hadisuhu inde ehli’ş-Şâm”95 gibi bilgilere yer verilmesi de bu durumu göstermektedir. Nitekim İbn Şihab ez-Zühri (ö. 124/741) Şam’a
vardığında yırtıcı hayvanların etinin yenmesi yasağı ile ilgili hadisi
daha önce Medine’de duymadığını söylemiştir.96 Zira bu hadis ağırlıklı olarak Şam’a yerleşen sahâbîler (Halid b. Velîd (ö. 21/641), Ebû
Sa’lebe el-Huşenî (ö. 75/694), Suddî b. Aclân (ö. 86/705), el-Mikdâm b.
Ma’dikerîb (ö. 87/706))97 tarafından rivâyet edilmiştir.
Bunun gibi Kuzey Afrika ve Orta Asya’da yaşayan sahâbîlerin
rivâyetlerini 98 incelediğimizde râvilerinin genellikle kendi bölgelerinden yahut da komşu bölgelerden olduğunu tespit ettik. Örneğin
Moğultay, Alauddin, Şerhu Sünen-i İbn Mace, Mekke, 1999, I, 736
Mübârekfûrî, Muhammed Abdurrahman, Tuhfetü’l-ahvezî, Beyrut t.y., IV,
159. Diğer bir örnek için bkz. Azimâbâdî, Muhammed Eşref, Avnu’l-ma’bûd,
Beyrut 1415, XI, 189.
91 Cumartesi orucunun yasaklanması hadisi için de Hımsî olduğunu söylüyor. Ebû Dâvud, “Savm”, 52, h no: 2423.
92 İbn Hibbân, Tarihu’s-sahâbe, s. 196.
93 İbn Hibbân, a.g.e., s. 252.
94 İbn Hibbân, Târihu’s-sahâbe, s. 60
95 İbn Hibbân, a.g.e., s. 168.
96 Müslim, “Sayd”, 3, h. no: 1932.
97 Bu hadis en yaygın olarak Şam’da bilinmekle birlikte, Medine ikametli Ebû
Hureyre, Mekke ikametli Câbir b. Abdullah ve İbn Abbas tarafından da
rivâyet edilmiştir. Zührî’nin daha önce bu hadisi onların rivâyetiyle işitmemiş olması gariptir.
98 Merkezi bölgeler daha karmaşık ve hadis rivâyetinin buralarda daha yaygın olması dolayısıyla, tebliğimizin sınırlarını aşacağından dikkate alınmamıştır. Ancak vardığımız sonucun, merkez bölgeler arasındaki ulaşım ve iletişim imkânlarını da göz önünde bulundurarak Şam ve Irak gibi bölgeler için
de geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira sahâbeden çok hadis
rivâyet edenlerden olan Enes, Hz. Ayşe, Ebû Hureyre, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Mesud gibi sahâbîlerin merkezi bölgeler olarak adlandırabileceğimiz Hicaz, Şam ve Irak bölgelerinin her birini dolaşmışlardır. Yahut özellikle
Kûfe, Basra gibi şehirlerden Medine’ye gelen birçok tâbiîye rastlamaktayız.
Dolayısıyla bu bölgelerdeki rivâyetlerde kısmî bir homojenlik söz konusu
olabilmektedir. Bunun bir sonucu olarak diğer uzak yerlere göre burada bölgeler arası rivâyet nakli daha erken dönemde başlamıştır.
89
90
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
37
Mağrib, Horasan gibi uç bölgelere yerleşen sahâbîlerin rivâyetleri
daha çok en yakın ordugâh şehirlerinde yaygındır. 99 Zira uç bölgelere
yerleşen sahâbîlerin üstlendiği ve harekete geçtiği şehirler bu komşu
ordugâh şehirleridir. Meselâ Merv’e yerleşmiş olan Büreyde b. elHusayb el-Eslemî’nin (ö. 63/682) rivâyetleri Mervliler, daha sonraki
kuşakta ise Kûfe ve Basralılar tarafından nakledilmektedir. Yine Sind
bölgesinde Mükrân’ı fetheden Sinan b. Seleme el-Hüzelî’nin 100
rivâyetlerini sadece Basralılar nakletmektedirler.101
Sahâbenin farklı bölgelere dağılmalarının, buralarda verilen
fıkhî hükümlere de etkisi görülmektedir. Âlimler farklı bölgelerde bilinen bazı hadisler kendilerine ulaşmadığından, diğer bölgelerde bilinen hadislere aykırı ictihadlarda bulunabiliyorlardı. 102 Meselâ Ebû
Hanîfe’nin hadis bilgisi ele alınırken onun beldesinin bütün hadislerini bildiği ifade edilerek övülmüştür. 103 Tabî ki hac gibi değişik vesilelerle Hicaz’a giden imamın burada diğer bölgelerin hadislerine de
muttali olduğu inkâr edilemez. Bununla birlikte onun (veya ona atfedilen) 104 Müsned’i Irak ağırlıklıdır. Daha sonraki dönemlerde
Meselâ, Mağriblilerin, İfrîkiyyelilerin rivâyetleri Mısır bölgesinde, Horasanlıların ise Irak bölgesinde yaygındır.
100 Belâzürî, Fütûh, s. 609
101 Bu konuda diğer bazı örnekler şunlardır: el-Müstevrid b. Şeddâd (ö.
45/665): Mısır' ın fethinde bulundu ve orada bir arazi edindi. Ondan daha çok
Mısır halkı rivâyette bulunmuştur.(İbn Hacer, el-İsâbe, VI, 90). Ruveyfi’ b.
Sâbit el-Ensârî: Hadisleri Mısırlılar arasında yaygındı. (İbn Hibbân, Târihu’ssahâbe, s. 100). Nadle b. Ubeyd el-Eslemî: Hadisleri Basralılar arasında yaygındır. (Bkz. İbn Hibbân, a.g.e., s. 252). Süfyân b. Vehb el-Havlânî’den (ö.
82/701): Mısır ve Mağrib’te ikamet etmiştir. (el-İsâbe, III, 131). Ondan neredeyse tamamı Mısırlı olan raviler hadis almıştır. Bu konuda İbn Hibbân’ın
Târihu’s-sahâbeti’l-lezine ravâ anhümü’l-ahbâr adlı eseri çok önemli bir kaynak
niteliğindedir. Ancak araştırmamız sonucu gördük ki, bu konuda müstakil
bir çalışma olmadığından (veya ulaşamadığımızdan) birçok sahâbînin
rivâyetlerinin nerelerde yaygın olduğu hakkında hiçbir bilgi verilmemiştir.
102 Bkz. Avvâme, İmamların İhtilaflarında Hadislerin Rolü, trc. M. Hayri
Kırbaşoğlu, İstanbul 1980, s. 81-91 Meselâ vakfa riâyetin şart olması konusundaki Ebû Hanife’nin içtihadına İmâmeyn ilgili hadise ulaştıklarında muhalefet etmişlerdir.
103 Avvâme, İmamların İhtilaflarında Hadislerin Rolü, s. 86-87.
104 Bazıları ona aidiyetini kabul etmediğinden dolayı bu ifadeyi kullandık. Bu
eser ona ait olmasa dahi, yukarıdaki iddiamızı destekleyen başka deliller de
vardır. Nitekim Ebû Hanife aracılığıyla nakledilen İmameyn’in eserlerindeki
hadislerin kaynakları da ağırlıklı olarak Iraklı râvilerden müteşekkildir.
99
38
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İmâmeynle birlikte diğer bölgelerin rivâyetlerine de ulaşıldığı için
mezhep fetvalarının da bu doğrultuda değiştiğini söyleyebiliriz. 105
Bölgelerarası bu farklılıklar “er-Rihle fî talebi’l-hadîs” faaliyetleri sonucu azalmış, ancak tamamen ortadan kalkması hemen mümkün olmamıştır. Meselâ Endülüs ve Mağriblilere Tirmizî ve İbn
Mâce’nin Sünen’leri uzun bir süre ulaşmamıştır. Yine Ahmed b.
Hanbel’in Müsned’i de buraya geç ulaşmıştır.106 Bununla birlikte meselâ Doğu’da yazılan İbn Ebî Şeybe’nin (ö. 235/849) Müsned’i daha
aynı dönemde yaşayan Bakî b. Mahled (ö. 276/889) tarafından Endülüs’e getirilmiş ve okutulmuştur. 107 Yine Sünen-i Tirmizî ve Sünen-i İbn
Mâce hariç Kütüb-ü sitte kitapları IV. yy.’ın ikinci yarısına kadar Endülüs’e girmiştir.108
Sonuç
Sahâbîler İslâm’ın ilk yıllarında genellikle Hicaz bölgesinde yaşıyorlardı. Bu dönemde ashâbtan ilim ehli ve liyakat sahibi olanlar
Hz. Peygamber tarafından civar kabile ve bölgelere komutanlık, valilik, memurluk, hocalık gibi görevlerle gönderiliyorlardı.
Hz. Peygamber’in vefatıyla beraber sahâbe Medine’den ayrılmaya başladı. Bu ayrılış nedenlerinin başında fetih hareketlerinin genişlemesi geliyordu. Kendileri İslâm ordularının içerisinde bazen bir
komutan, bazen de bir nefer olarak yer almışlardır. Sahâbîlerin, doğuda Çin’e, batıda Atlas Okyanusu’na, kuzeyde Kafkaslara, güneyde
Bkz. Özşenel, Mehmet, “İmam Muhammed Şeybânî’nin İçtihad Usûlünde
Sünnetin Konumu”, Usûl İslâm Araştırmaları, sayı: 3 (2005), s. 5-6.
106 Fierro, Isabel, “Hadis’in Endülüs’e Girişi”, AÜİFD, sayı: 47 (2006), trc.:
Murat Gökalp, s. 255. Fierro^ya göre IV. yy. sonuna kadar buraya girmemişti.
VII. yy. Mağrib muhaddisi olan İbnü’l-Kattân (ö. 628/1230) da Müsnedü
Ahmed’e ve İbn Mace’nin Sünen’ine sahip değildir. (Bkz. Akgün, Hüseyin,
İbnü’l-Kattân’ın Hadis Anlayışı, MÜ SBE, İstanbul 2004 (yayımlanmamış doktora tezi), s. 158.)
107 el-Huseysin, Abdülhâdî Ahmed, “Mağrib ve Endülüs’e Hadisin Girişi”,
Fırat Ü. İFD, sayı 10:1 (2005), s. 118-119. Buhârî’nin Sahih’inin de burada Ebû
Muhammed el-Asîlî (ö. 392/1001) tarafından rivâyet edildiği bilinmektedir.
(A.g.m.,s. 128).
108 Fierro, a.g.m., s. 255. Zehebî’nin bildirdiğine göre Sünenü Tirmizî ve
Sünenü İbn Mace, İbn Hazm (ö. 456/1063) öldükten sonra Endülüs’e girmiştir. (Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, thk. Şuayb Arnaût, 1985, XVIII, 202.)
105
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
39
Sudan’a ulaştıklarına dair haberler ışığında denilebilir ki, müstakbel
İslâm dünyasının sınırlarını adeta onlar çizmişlerdir.
Sahâbenin özellikle ordugâh (garnizon) şehirlerinde yoğunlaştıkları görülmektedir. Bununla birlikte sahâbenin en yoğun olarak
yaşadığı bölgeler Arabistan’dan sonra Şam ve Irak bölgeleri olmuştur
diyebiliriz.
Onlar, fethedilen yerlerde valilik, kadılık gibi görevlerin yanı
sıra tebliğ ve irşad faaliyetlerinde de bulunmuşlardır. Özellikle Hz.
Ömer’in bu konuya çok önem verdiğini görmekteyiz. İlim ehli olan
sahâbîler bu yeni İslâm beldelerine gönderilmişlerdir. Günden güne
genişleyen İslâm coğrafyasına dağılan sahâbe, hadis yurdu olan Medine’den ayrılıp diğer şehirlerin ilim ve kültür açısından gelişmesini
ve rivâyetlerin birinci ağızdan yayılmasını da sağlamışlardır.
Sahâbenin değişik coğrafyalara dağılmasının doğurduğu neticelerden birisi de değişik bölgelerde, farklı hadis birikimlerinin
oluşmasıdır. Bazen bir bölgede bilinen bir hadis diğerlerinde bilinmeyebiliyordu. Hatta bu durum, o bölgenin fıkhî hükümlerine de
yansımaktaydı. Ancak “er-Rihle fî talebi’l-hadis” dediğimiz yolculuklarla bu hadis bilgisi farklılıkları azalmış, zamanla tamamen ortadan
kalkmıştır.
Son olarak şunu da belirtmeliyiz ki, sahâbîler hakkındaki bilgiler kaynaklarda dağınık halde bulunmaktadır. Özellikle fütûhat ve
tarih eserlerinin tabakât türü eserlere önemli ziyadeler içerdiği görülmektedir. Bundan dolayı bu kaynakların da dikkate alınarak bir
sahâbe ansiklopedisinin ve fihristinin yazılmasının çok faydalı olacağı kanaatindeyiz. Yine, sahâbîlerin yerleştikleri yerler esas alınarak
bu sahâbîlerin değişik beldelerdeki hadislerinin yaygınlığı konusunun araştırılmasının da önemli olduğunu düşünmekteyiz.
40
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ek-1 Sahâbenin Gittiği Yerler ve Sayıları
İsimlerini Tespit Ettiklerimiz
Kaynaklarda Verilen Sayılar
Arabistan (Hicaz)
Yemen
53
Hadramevt
5
Umman
7
Bahreyn
35
Necd
13
Afrika Bölgesi
Mısır
353
353 (Süyûtî)
Habeşistan
92
90-108
Sudan
3
Bekâ (Bingazi)
11
İfrîkiyye
35
Mağrib
5
Endülüs
1
Şam Bölgesi
98
Dımaşk
46
Hıms
79
Filistin
55
Akkâ
3
Ürdün
35
Dâriyya
3
Halep
3
Kaysâriye
3
Busra
3
500
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
Ba'lbek
4
San'a
2
Dumetü'lCendel
Tebük
41
4
30000
Irak Bölgesi
187 (isim), 370, 1050,
1500
Kûfe
298
Basra
297
Medâin
14
50
el-Cezîre
61
2000
8
600
Karkîsiyâ (elCezîre)
Übülle
4
Hire
7
Kâdisiyye
12
Tekrit
4
Meysan
2
Hît
2
Aynu’t-temr
2
Celûlâ
9
Enbâr
4
Nehrevân
7
300'den fazla
42
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İsimlerini Tespit
Ettiklerimiz
2000 sahâbî Anadolu’nun
fethine katılmıştır.
Anadolu
İstanbul
11
Antakya
7
Ankara
1
Ammûriye
3
Samsat
2
Kemah
2
Erzurum (Kalîkalâ’)
2
Malatya
1
Maraş
1
Urfa (er-Rûha)
4
Harran
4
Bingöl (Çapakçur)
1
Diyarbakır (Âmid)
5
Silvan
(Meyyâfârıkîn)
Erzen, Batman, Bitlis, Cizre, Tillo
Ahlât
2
1
2
Nusaybin
3
Kıbrıs
13
Rodos
2
Girit
1
Sicilya
1
Azerbaycan ve Ermenistan
Azerbaycan
Kaynaklarda Verilen Sayılar
11
100
SAHÂBE COĞRAFYASININ OLUŞUMU ve SONUÇLARI, H. AKGÜN
Berze’a
4
Erdebîl
3
Mûkân
3
Zencân
1
Ermenistan
7
Derbend
2
Belencer
3
Tiflis
2
Beylekân
1
İran
Hûzistân
2
Tüster
10
Ehvâz
7
Cundîşâpûr
3
Taberistân
4
Kirmân
5
Deylem
4
Taylesân
2
Isfahân
17
Kâşân
2
Hemezân
8
Kazvîn
2
Rey
8
Istahr
5
Dînever
3
Hulvân
2
Nihâvend
11
43
44
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Cîlân
3
Horasan
15
Merv
12
Sicistan
9
Kâbil
4
Herât
4
Belh
5
Tuhâristan
3
Sûs
2
Nîsâbûr
7
Cürcân
12
Serhas
2
Maveraünnehr
Buhârâ
3
Semerkand
2
Sind
7
Hind
4
Çin
1
Not: Bu sayılara folklorik olarak sahâbî kabul edilen kişiler dâhil edilmemiştir.
MÜZÂKERE
Osman AYDINLI
Bismillahirrahmanirrahim. Hamd, bizlere sonsuz nimetler bahşeden Yüce Allah’a; Salât ü selâm, Hz. Peygamber’e, onun ehl-i beyti
ve ashâbı üzerine olsun!
Değerli bilim adamları ve kıymetli dinleyiciler, Yrd. Doç. Dr.
Hüseyin AKGÜN hocamızın “Sahâbe Coğrafyasının Oluşumu ve Sonuçları”başlığı altında sunmuş olduğu tebliği oldukça başarılı, ilmî
usûllere uygun ve aydınlatıcı bir tebliğ olarak buluyor, kendisini tebrik ediyorum. Gerek tabakat, gerek siyer, gerekse fütûh alanında öne
çıkmış eserlerin incelenerek Hicaz bölgesi dışına çeşitli sebeplerle
çıkmış bulunan 1500 civarında sahâbenin gittiği yerlerin tespit edilmesi bu konuda oldukça geniş ve iyi bir araştırma yapıldığını göstermektedir.
Ancak tebliğin içeriği, bazı bilgi yanlışları, ilmî araştırma usûl
ve metodları üzerinde tespit ettiğimiz bir takım eksiklik veya yanlışlar üzerinde kısaca durmak istiyorum. Öncelikle bu tebliğin önemli
bir bölümünün, hocamızın 1999 yılında iyi bir gayret ve çalışma ile
ortaya koyduğu Sahâbe Coğrafyası1 isimli Yüksek Lisans Tezi’nin ilgili
bölümlerinden birçok yerde aynı cümle ve parağraflarla, zaman zaman da bazı kısaltmalar ile hazırladığı bir çalışma olduğu görülüyor.
Meselâ, “Sahâbelerin Değişik Beldelere Gitme Sebepleri” başlığı altında, a) Valilik b) Memurluk c) Elçilik d)Kadılık Görevi İle Gidenler, vd. sunduğu kısımlar tamamen tezinden tıpatıp aktarmadır.

Yard. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Öğretim Üyesi.
1 Hüseyin Akgün, Sahâbe Coğrafyası, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1999 (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi).
46
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Halbuki bu yerlerde çalışma biraz daha zenginleştirilebilir veya daha
farklı ve orijinal bir yapıda sunulabilirdi.
Biz bu çalışmada gittiği yerde icra ettiği görev sırasında veya
onu oraya götüren sâikten dolayı o beldede vefat eden sahâbelerin
verilen örneklerde ön plana çıkarılmasını beklerdik. Meselâ Fetih hareketi vesilesi ile gidenler kısmında verilen örneklerin hiç birisinde
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Kusem b. Abbas veya Ümmü Haram binti
Milhan gibi önemli sahâbelerin örnek olarak gösterildiğini görmedik.
Halbuki bu gibi sahâbeler İstanbul’un, Semerkant’ın ve Kıbrıs’ın fetih
sembolleri olmuş; onların mezarları, bubölgelerin İslâmlaşması, İslâm
kültür ve medeniyetinin bu bölgelerde yerleşip gelişmesinde önemli
rol oynamışlardır.
Araştırmada verilen bazı bilgilerin tekrar gözden geçirilip düzeltilmesi gerekir. Meselâ 2. sahifede Vâkidî’nin vefatıh. 130 olarak
verilmektedir. Halbuki Vâkidî h. 207 yılında vefat etmiştir. “İslâm
Davetçisi ve Eğitimci Olarak Gidenler” başlığı altındaki 28. dipnotta
Belazûrî’nin Fütuhu’l-Büldan’ından naklen sahâbeden Ömer b. Sa’d b.
Ubeyd el-Ensârî’nin Urfa’ya bir mescit yaptırdığı kaydediliyor. Ancak Belâzûrî’nin metni iyi incelendiğinde Urfa’ya mescit yaptıranın
Ömer (ki tebliğcimiz bu kelimeyi de yanlış okumuş, doğrusu Umeyr
olacak) b. Sa’d değil Iyad b. Ğanm’dan sonra el-Cezîre valisi olan
Sa‘îd b. Âmir b. Hızyem olduğu görülür. 2 Yine aynı yerde İbn
A‘sem’den naklen Muâviye b. Hudeyc’in Rodos’a bir mescit yaptırdığı bilgisi bulunmaktadır. Ancak Rodos’a mescit yaptıran kişi bu
değil, Muâviye b. Ebi Süfyan’dır.3
3. sahifede İslâm fetih hareketinin seyrinden bahsedilirken,
Medine’den yola çıkan İslâm ordularının önce Irak, sonra Şam bölgelerini fethettiği ifade ediliyor. Halbuki Müslümanlar hem Sasaniler’in
kontrolündeki Irak, hem de Bizans’ın kontrolündeki Suriye-Şam bölgelerine hemen hemen aynı anda fetih hareketlerine (sadece Irak fetihleri birkaç ay önce) başlamış, her iki cephede aynı anda fetihleri
devam ettirmişlerdir. Hatta fetih sonucu açısından sıralamaya koyacak olursak, Sâsânî cephesindeki Müslüman orduları h. 16 yılı soBkz. Ahmed b. Yahya el-Belâzûrî, Fütûhu’l-Büldân, thk. Abdullâh Enis etTübba‘ – Ömer Enis et- Tübba‘, Beyrut1987, s. 245. (Ahmed b. Yahya elBelazurî, Fütûhu’l-Büldân, thk. Abdullah Enîs et-Tabbâ’, Beyrut 1987s. 245).
3 Bkz. Ebû Muhammed İbn A‘sem el-Kûfî, Kitâbü’l-Fütûh, I-IV, Beyrut 1986, I,
354.
2
MÜZÂKERE, O. AYDINLI
47
nunda tüm Irak topraklarını ele geçirdiği sırada Bizans cephesindeki
Müslüman orduları Suriye bölgesini fethedip Bilâd-ı rum (Anadolu)
topraklarına akınlara başlamış bulunuyorlardı.
Tebliğ metninde bir takım ilmî usûllere dikkat edilmediğini de
düşünüyoruz. Meselâ araştırmada bir müellifin tek bir eseri kullanıldığı halde (meselâ Suyûtî, İbnü’l-Esîr, İbn Hacer, İbn Abdilberr bunlardandır) bu müellifin eseri dipnotta verilirken her defasında a.g.e.
(adı geçen eser) şeklinde verilmekte, dolayısıyla bu durum müellifin
2-3 eserinden alıntı yapıldığı izlenimi vermekte ve acaba hangi eseriydi diye daha önceki sahife ve dip notlara dönme ihtiyacı oluşturmakta ki, bu da zaman ve dikkat kaybına sebep olmaktadır. Halbuki
ilmî usûllerde bu kullanışın (a.g.e.) hemen bir önceki dipnotla aynı
olan bilgiler için geçerli olduğunu veya araştırmada birkaç eserinden
faydalanılan müelliflerin (ihtiyaç durumunda) hemen bir önceki eserine işaret etmek için kullanıldığını bilmekteyiz.
Ayrıca araştırmanın sonunda bibliyoğrafya verilmemiş, eğer
verilmiş olsaydı zaten böyle bir tekrara da gerek kalmayacağı kanaatindeyiz. Yine ilmî usûllerde dip notlarda müellifin tam ismi verilecekse önce isim sonra soy isim yazılırken, hocamız bibliyografyadaki
gibi önce soy isim sonra isim şeklinde kaydetmektedir. Yine
Sahâbelerin değişik beldelere gitme sebepleri 6 madde şeklinde sunulurken, metinde 5 madde şeklinde görülmektedir.
Hüseyin Akgün hocamızın tebliğinin sonunda ifade ettiği,
özellikle fütühat, tarih ve tabakat eserlerine dayanarak sahâbelerin
gittikleri veya yerleştikleri yerlere göre bir sahâbe ansiklopedisi veya
fihristi yapılmasına ihtiyaç olduğu fikrine biz de katılıyoruz. Ayrıca
ve özellikle muteber kaynaklara dayanarak bugün sahâbelerin
medfun bulundukları yerlere göre de iyi bir çalışma yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü bu konuda Suriye, Irak, İran, Horasan,
Mâverâünnehir, Anadolu vd. Müslümanların yaşadığı birçok bölge
ve şehirde herhangi bir delile ve kaynağa dayanmaksızın birçok
sahâbe yattığı ifade edilmekte, vefat ve kabir yerleri kesin olarak bilinen sahâbelere 3-5 veya daha fazla yerde kabir yeri izafe edilmekte;
veya tam tersi, aslında o bölgelerde var olan bir takım sahâbeler bilinmemektedir.
Tekrar Hüseyin Akgün hocamızı yaptığı çalışmadan dolayı
tebrik ediyor, ilmî çalışmalarda başarılarının devamını diliyorum.
İLK DÖNEM1 SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI
Mahmut YAZICI
Hâlihazırda üzerinde çalışmaya devam ettiğim “Sahâbe Bilgisinin Tespiti” adlı doktora tezi okumalarım esnasında bazı râvîlerin
çeşitli alanlardaki rivâyetlerinin yanı sıra sahâbe bilgisinin tespitinde
uzmanlaştıkları ve sahâbîlerle ilgili rivâyetlerin genelde bu şahıslar
üzerinde deveran ettiği dikkatimi çekti.
Konuyla ilgili araştırmalar yapıldıkça resim biraz daha netleşmeye başladı. Nitekim bu râvîlerin rivâyetleri incelendiğinde uzmanlık alanlarının da farklı farklı oldukları görüldü. Örneğin bazı
râvîlerin nesep konusunda, bazılarının siyer ve megazi konularında,
bazılarının ashâb listeleri gibi genel konularda uzmanlaştıkları tespit
edildi. Bazı râvîlerin ise daha spesifik konulara yönelerek örneğin
ensar konusunda veya belirli bölgede yaşayan sahâbîler konusunda
uzmanlaştıkları müşahede edildi.
Sahâbe terâcimi üzerine eser yazan müelliflerin bu gibi uzmanlıklara dikkat çektikleri ve ele aldıkları sahâbî ile ilgili bilgilerin ihtilaflı olması durumunda konusunda uzman olanların görüşlerini tercih ettikleri tespit edildi. Bu nedenle bu konuda uzmanlaşanların
müstakil olarak elealınıp tanıtılmasının faydalı olacağı düşünüldü.
Biz bu tebliğimizde sahâbe döneminden başlayarak hicri III.
asrın ikinci çeyreğine kadar devam eden dönemde sahâbe konusunda
uzmanlaşan bilginleri, onların birbirleriyle olan bağlantılarını, uzmanlık alanlarını, sahâbe terâcimi ile ilgili olarak yazılan ve elimizde
mevcut olan ilk dönem eserlerine etkilerini ele alacağız. Tabi burada
üzerinde duracağımız husus sahâbe bilgisi ile ilgili rivâyetler olacak-
Üçüncü asrın ikinci çeyreğine kadarki dönem.
Kafkas Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi.
1

50
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tır. İlgili râvîlerin diğer rical bilgisi ya da hadis rivâyetleri ile ilgili
nakilleri, araştırmamız dışındadır.
Sahâbe tercemeleriyle ilgili bilgilerin bulunduğu eserler arasından İbn Sa’d’ın et-Tabakât’ının, hem ele aldığı sahâbe terâciminin
çokluğu hem de bir hayat hikâyesini oluştumada gerekli olan bilgilerin gerek muhtevası gerekse dizilişi ve bilgilerin ele alınışı bakımından en güzeli olduğu görülmüştür. Bu nedenle İbn Sa’d’ın eseri, tebliğimizin başlıca kaynaklarındandır.
Bunun yanında Mûsâ b. Ukbe, İbn İshak ve Vâkıdî’nin ilk dönem siyer ve meğâzî eserleri ile İbnü’l-Kelbî’nin Cemhere’si, İbn Ebî
Hayseme’nin et-Tabakât’ı, Buhârî’nin Tarihu’l-kebîr ve Târîhu’s-sağîr’i,
Fesevî’nin el-Ma’rife ve’t-târîh’i, İbn Şebbe’nin Târîhu’l-Medîne’si, İbn
Kuteybe’nin el-Maârif’i ve Ebû Zür’a ed-Dımaşkî’nin Târîh’i önemli
kaynaklarımız arasındadır.
Elbette Müsned, Câmi’, Musannef ve Sünen türündeki klasik
hadis kitapları da kısmi olarak sahâbe bilgisini içermektedir. Bu yönüyle bu eserler de sahâbe bilgisi kaynakları arasında yer almaktadır.
Ancak hususi rical bilgisi eserlerinde rical ile ilgili bilgiler daha derli
toplu olduğu için klasik hadis kaynaklarında bir araştırma yapmadık.
Sahâbîlerle ilgili bilgi veren kimseler incelendiğinde bir kısmının sahâbîlerle ilgili genel bilgilerde, bir kısmının sahâbîlerin nesepleri konusunda bir kısmının ise daha spesifik konularda uzman olduğunu belirtmiştik. Biz de bu hususları ayrı ayrı başlıklar altında ele
alacağız.
I- Sahâbîlerle İlgili Birçok Konuda Uzman Olanlar (Siyer ve
Meğâzî Bilginleri)
Biyografik eserlerin yazım tarihinin başlangıcını kesin olarak
tespit etmek mümkün gözükmemektedir. Ancak Hz. Peygamber’in
hayat hikâyesi ile ilgili rivâyet edilen ve zamanla yazıya geçirilen bilgilerin, içerdikleri sahâbe bilgisiyle, sahâbe hakkında yazılan ilk biyografik eserler olduğu söylenebilir.
Bu eserlerde özellikle ilk Müslümanlar, Habeşistan ve Medine
hicretlerine katılan muhacirler, akabe biatlarına katılan ensar, gazve
ve seriyyelere katılan ya da katıldığı gazvede şehit olan birçok
sahâbînin isim ve nesepleri hakkında bilgiler verilmektedir. Haliyle
siyer ve megazi bilgilerini rivâyet eden ve konuyla ilgili eser telif
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
51
eden bilginler, sahâbîler hakkında her konuda bilgi sahibi olan kimselerdir.
1- Urve b. ez-Zübeyr (ö. 94)
Abdullah b. ez-Zübeyr’in kardeşidir. Hadis bilgisi yanında siyer-meğazi ve ensab konusunda da uzmandır. Hz. Peygamber’in
siretiyle ilgili en eski yazılı kayıtların onun tarafından yazıldığı,
Ebu’l-Esved ve Zührî’nin de bu kayıtları naklettikleri söylenmektedir.2
Üsâme b. Zeyd, Câbir b. Abdillah, Hakîm b. Hizâm, babası ezZübeyr b. el-Avvâm, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbâs, el-Misver b.
Mahreme, Ebû Hureyre, Said b. Müseyyib, Esmâ binti Ebî Bekr, Hz.
Âişe, Hz. Ümmü Seleme ve Amre binti Abdirrahman gibi sahâbe ve
tabiînden nakilde bulunmuştur.
Bu râvîler arasından en çok teyzesi Hz. Âişe’den (ö. 58)
rivâyette bulunmuştur. Urve’nin sık sık Hz. Âişe’nin yanına gidip
kendisinden bilgi edindiği nakledilmektedir.
Urve b. ez-Zübeyr’den ise Zührî, Sa’d b. İbrahim, Salih b.
Keysân, Abdullah b. Ebî Bekir b. Muhammed b. Amr b. Hazm, Ebu’zZinâd Abdullah b. Zekvân, Muhammed b. İbrahim b. el-Hâris etTeymî, Mûsâ b. Ukbe gibi sahâbe konusunda uzman olan kimseler
rivâyet etmiştir.
Bunun yanında Urve’den yakın akrabalarının ve mevâlîsinin
de birçok rivâyeti bulunmaktadır. Bunların arasında oğulları Hişam,
Abdullah, Osman, Muhammed ve Yahya torunu Ömer b. Abdillah,
kardeşinin oğlu Muhammed b. Ca’fer b. ez-Zübeyr, mevlâsı Ebu’lEsved, Habîb ve Yezîd b. Rûmân sayılabilir.
Urve’den nakledilen bilgilerde Urve’nin en önemli kaynağının
teyzesi Hz. Âişe olduğu görülmektedir. Bunun yanında kardeşi Abdullah b. ez-Zübeyr, 3 annesi Esmâ binti Ebî Bekr 4 ve el-Misver b.
Mahreme’den5 de nakilleri bulunmaktadır. Bazı sahâbe bilgilerde ise
ilgili sahâbînin yakın akrabalarından bilgi aktarmaktadır. Birçok
2
3
4
5
Sezgin, Târîhu’t-turâsi’l-Arabî, II, 70.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 70, 100.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 380.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 350, 360.
52
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rivâyette ise senet zinciri Urve’ye kadar devam etmektedir.6 Urve’nin
rivâyetlerini ise daha çok Zührî,7 oğlu Hişam8 ve mevlâsı Ebu’l-Esved
(ö. 100) nakletmektedir.
Urve’den, Akabe biatına 9 ve Bedir harbine katılanlar, 10 Bi’ri
Maûne’de, 11 Hayber’de 12 ve Yemâme’de Ensâr’dan şehit olanlar 13 ile
ilgili listeler nakledilmektedir. Taberânî’nin el-Mu’cemu’l-kebîr’inin
muhtelif yerlerinde geçen bu bilgiler, İbn Lehîa-Ebû’l-Esved-Urve yoluyla rivâyet edilmektedir. Urve, bu bilgiler esnasında ilgili sahâbînin
neseb bilgisini de zikretmektedir.
Kadın sahâbîlerle ilgili olarak da Urve’den birçok bilgi nakledilmektedir. Rivâyetlerinin çoğu Hz. Peygamber’in eşleri ve kızlarıyla ilgilidir. Bu rivâyetlerin hemen hepsinde Urve’nin bilgi kaynağı
Hz. Âişe’dir.14 Bununla birlikte Amre binti Abdirrahman ve el-Misver
b. Mahreme’den de nakilleri bulunmaktadır. 15 Urve’nin, kadın
sahâbîlerle ilgili rivâyetlerini de genelde Zührî16 ve Hişam b. Urve17
nakletmektedir. Ayrıca Yezîd b. Rûmân, Osman b. Urve, Ebu’z-Zinâd
ve Ebu’l-Esved’den de bazı rivâyetler nakledilmektedir.18
İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 10, 60, 101, 105, 107, 172, 173, 258, 363, 459, 541, 606.
Fesevî, el-Ma’rife ve’t-târîh, I, 239, 244, 248, 272, 281, 292, 298.
7
İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 87, 173, 184, 185, 188, 189, 230, 231, 308, 459; IV, 63,
69, 107, 118, 133.
8
İbn Sa’d, a.g.e., III, 10, 60, 70, 100, 101, 105, 107, 172, 173, 195, 204, 258, 350,
363, 380, 425, 426, 541, 606, 613; IV, 53, 67, 128, 181, 205, 207, 273, 375.
9
Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, I, 228, II, 34, 40, V, 35, 48, 90, VI, 14, 24, VII,
40, VIII, 325, XVIII, 327, 344, XIX, 163, 249, XXII, 192.
10
Taberânî, a.g.e., I, 51, 118, 126, 197, 224, 228, 268, 269, 291.., VII, 58, 103,
105, VIII, 325, IX, 63, XVII, 54, 55, 112, XVIII, 24, 327, 344, XIX, 3, 37, 163, 222,
249, XX, 235, 327, XXII, 192, 325.
11
Taberânî, a.g.e., I, 228, III, 215, 271, VI, 106, XX, 355.
12
Taberânî, a.g.e., II, 104, 136, XIX, 304, XX, 332, 392.
13
Taberânî, a.g.e., I, 210, II, 46, 65, 77, 146, 269, V, 75, 226, VI, 56, 66, 106, VII,
58.
14
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 15, 16, 17, 18, 28, 29, 53, 54, 58, 59, 61, 62, 65, 85, 94,
114.
15
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 242, 287.
16
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 17, 18, 28, 29, 53, 54, 61, 114, 141, 190, 242, 257, 314.
17
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 41, 59, 61, 65, 69, 95, 237, 284.
18
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 62, 80, 158, 175, 199.
6
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
53
Bunların dışında Urve’den, Mekke döneminde işkence görenler, Hz. Peygamber’in muâhât akdi kurduğu kimseler 20 ve diğer
sahâbîlerle ilgili bilgiler de nakledilmektedir.21
19
2- Asım b. Ömer b. Katâde (ö. 120)
Dedesi, sahâbîlerden Katâde b. en-Numân’dır. Evs kabilesindendir. Câbir b. Abdillah, Mahmud b. Lebîd ve Enes b. Mâlik gibi
sahâbîlerden rivâyetleri vardır. Kendisinden Yetîmu Urve diye meşhur olan Ebu’l-Esved, Muhammed b. Salih b. Dînâr ve İbn İshak nakilde bulunmuştur. Ömer b. Abdilaziz’in onu Ümeyye camisinde
Meğazi ve sahâbe menkıbelerini anlatması için görevlendirdiği
rivâyet edilmektedir.22
İbn Sa’d’ın Tabakāt’ında, Vâkıdî-Muhammed b. Salih b. DînarAsım b. Ömer b. Katâde tarikıyle birçok rivâyeti vardır. Bu
rivâyetlerde özellikle sahâbîlerin Medine’de yerleştikleri yerler23 ve
sahâbîlerden hangisinin hangisiyle kardeşlik/muâhât kurdukları ile
ilgili rivâyetler24 oldukça fazladır. Kendisinden aynı tarikle birinci
Akabe biatına katılanlar,25 nukabâ,26 Bedr’e katılan sahâbîler27 ve Hz.
Peygamber’e gelen bir heyete katılanlarla ilgili bilgiler de nakledilmektedir.28
Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili bilgilerden bazısı ise Ali
b. Muhammed el-Medâinî-Ali b. Mücahid-İbn İshâk-Asım b. Ömer b.
Katâde yoluyla nakledilmektedir.29
İbn Sa’d, a.g.e., III, 165, 227, 232, 248.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 102, 524.
21
Buhârî, Târîhu’l-kebîr, III, 11, 29, 109; a.mlf., Târîhu’l-evsat, I, 7, 16, 18, 36,
43, 66, 99, 10, 174.
22
İbn Asâkir, Târîhu Medînet-i Dımaşk, XXV, 277..
23
İbn Sa’d, a.g.e., III, 102, 114, 161, 165, 167, 229, 230, 233, 403, 404, 407, 408,
410, 415, 417, 418.
24
İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 244, 272, 436, 437, 439, 459, 503, 505, 24.
25
İbn Sa’d, a.g.e., I, 219; III, 603; İbn Hacer, el-İsâbe, s. 165.
26
İbn Sa’d, a.g.e., III, 603.
27
İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 451.
28
İbn Sa’d, a.g.e., I, 299.
29
İbn Sa’d, I, 305, 348. Heyetlere katılanlarla ilgili başka bir rivâyet için bkz.
Taberî, Târîh, III, 115.
19
20
54
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Asım b. Ömer’den nakledilen rivâyetlerde Hz. Peygamber’e
biat eden kadınlar,30 bazı sahâbîlerin vefat tarihleri31 ve Hz. Peygamber’in ailesi32 ile ilgili bilgiler de bulunmaktadır.
Asım b. Ömer, Birinci Akabe biatına katılanlar, 33 Bedr’e katılan
bazı kimseler34 ve diğer bazı sahâbîlerle35 ilgili bilgileri Mahmud b.
Lebîd’den (ö. 96) nakletmektedir. Diğer bilgilerde kendisinin kaynağı
zikredilmemektedir.
3- İbn Şihâb ez-Zührî (ö. 124),
Sahâbîlerle ilgili bilgilerin medârı konumundadır. Zührî; Abdullah b. Sa’lebe b. Su’ayr (ö. 87), Enes b. Mâlik (ö. 94) gibi
sahâbîlerden, Said b. Müseyyib (ö. 90), Ubeydullah b. Abdillah b.
Utbe b. Mes’ûd (ö. 94), Urve b. ez-Zübeyr (ö. 94), Ebû Seleme b.
Abdirrahman (ö. 94), Muhammed b. Cübeyr b. Mut’im (ö. 100),
Hârice b. Zeyd (ö. 100), Sâlim b. Abdillah b. Ömer (ö. 106), Abdullah
b. Ebî Bekr b. Abdirrahman b. el-Hâris, Abdurrahman b. Abdillah b.
Kâ’b b. Mâlik (ö. ?), Amre binti Abdirrahman (ö. 98), Hind binti’lHâris gibi birçok tâbiînden rivâyette bulunmuştur.
Kendisinden Yezîd b. Rûmân (ö. 130), Salih b. Keysan (ö. 130
veya 140’dan sonra), Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Amr b.
Hazm (ö. 135), Zeyd b. Eslem (ö. 136), Mûsâ b. Ukbe (ö. 141), Hişam
b. Urve (ö. 146) Muhammed b. İshak b. Yesâr (ö. 150), Muhammed b.
Abdillah b. Müslim (ö. 152) Ma’mer b. Râşid (ö. 154), Şuayb b. Ebî
Hamza (ö. 162), el-Leys b. Sa’d (ö. 175), Mâlik b. Enes (ö. 179), İbrahim b. Sa’d ez-Zührî (ö. 185), Süfyan b. Uyeyne (ö. 198) ve bunların
dışında birçok kimse rivâyette bulunmuştur.
Zührî’den, Akabe biatlarına katılanlar, Hz. Peygamber zamanındaki gazve ve seriyyelere katılanlar gibi listeler, Hz. Peygamber’e
gelen heyetlerin katılımcıları, Hz. Peygamber’in gönderdiği elçiler,
Hz. Peygamber’in muâhât akdi yaptığı kişiler, sahâbîlerin Medine’deki evleri ve sahip oldukları yerler ve diğer birçok sahâbî ile ilgili
30
31
32
33
34
35
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 12; İbn Hacer, el-İsâbe, s. 1176.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 529, 565; VIII, 18.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 150, 162, 165.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 219.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 451.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 427; VII, 318; VIII, 313.
55
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
isim, nesep ve künye bilgileri gibi çeşitli konularda rivâyetler nakledilmektedir.
Zührî’den nakledilen
rivâyetlerdeki kaynakları:
sahâbe
bilgileri
ve
Zührî’nin
bu
Habeşistan’a hicret edenler: Zührî, bu hususta Ebû Bekir b.
Abdirrahman b. el-Hâris, Said b. el-Müseyyib, Urve ve Ubeydullah b.
Abdillah b. Utbe b. Mes’ûd’dan nakilde bulunmaktadır. 36
Nakibler: Hz. Peygamber’e gelen ve 12 kişiden oluşan nakiplerle ilgili bilgileri Ebû Umâme b. Sehl b. Huneyf’ten nakletmektedir.37 Ebû Umâme’nin annesi Habîbe, Nukabâ’dan Ebû Umâme Es’ad
b. Zürâre’nin kızıydı. Muhtemelen torunu, nakiblerle ilgili bilgileri
dedesinden almıştır.
Medine’ye ilk hicret edenler: Zührî, Medineye ilk hicret edenlerle ilgili bilgilerde Ebû Umâme b. Sehl b. Huneyf ve Urve yoluyla
Hz. Âişe’den, Ayrıca Ömer b. Ubeyd b. el-‘Alâ’dan nakilde bulunmaktadır.38
Bedr’e katılanlar: Vâkıdî ve İbn Sa’d, Bedr’e katılan sahâbîlerle
ilgili bilgilere başlamadan önce verdikleri kaynak listesinde Muhammed b. Abdillah ez-Zührî-İbn Şihâb ez-Zührî isnadını zikretmektedirler. Burada Zührî’nin Urve b. ez-Zübeyr’e dayandığı görülmektedir.39 Zührî, bazı sahâbî bilgilerinde ise Enes b. Mâlik40 ve
Abdurrahman b. Kâ’b b. Mâlik’e41 dayanmaktadır.
Hz. Peygamber’in muâhât akdi kurduğu kimseler: Konuyla
ilgili kendisinden aktarılan birkaç rivâyette Urve b. ez-Zübeyr’e dayandığı görülmektedir.42 Bazı rivâyetlerde ise senet Zührî’de kesilmektedir.43
Buhârî, Târîhu’l-evsat, I, 68-69, 71. Urve’den yaptığı nakil için ayrıca bkz.
Abdürrezzak, a.g.e., V, 384-386.
37
İbn Sa’d, a.g.e., III, 602, 611.
38
İbn Sa’d, a.g.e., I, 225; II, 55.
39
Vâkıdî, el-Meğâzî, s. 137; İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
40
İbn Sa’d, a.g.e., III, 14.
41
İbn Sa’d, a.g.e., III, 13.
42
İbn Sa’d, a.g.e., III, 102, 524. Ayrıca bkz. İbn Sa’d, a.g.e., III, 523.
43
İbn Ebî Hayseme, Târîhu’l-kebîr., II, 43, 44, 45, 46, 47.
36
56
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sahâbîlerin Medine’de yerleştiği yerler: Zührî, Sahâbîlerin
yerleştikleri ve sahip oldukları yerlerle ilgili Ubeydullah b.
Abdillah’tan birçok rivâyet nakletmektedir.44
Hz. Peygamber’in İslâm’a davet için gönderdiği elçiler: Bazı
rivâyetler Zührî’ye kadar devam etmektedir.45 Bir rivâyette ise
Zührî’nin Ubeydullah b. Abdillah’a onun da İbn Abbas’a dayandığı
görülmektedir.46
Hz. Peygamber’e gelen heyetler: Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili rivâyetler çoğunlukla Zührî’ye kadar devam etmektedir.47 Bir rivâyette Zührî, Ubeydullah b. Abdillah’tan nakilde bulunmaktadır.48
Sahâbe ricâli ile ilgili eserlerde ilgili sahâbînin suhbetine işaret
eden hadislere de yer verilmektedir. Bu anlamda Zührî’den birçok
hadis nakledilmektedir. Özellikle Buhârî’nin Târîhu’l-kebîr’i49 ve
Fesevî’nin el-Ma’rife ve’t-târîh’inde50 birçok örnek bulunmaktadır.
Zührî bunların dışında birçok sahâbî hakkında çeşitli bilgiler
vermektedir. Bu rivâyetlerde Said b. Müseyyib,51 Abdurrahman b.
Abdillah b. Kâ’b b. Mâlik,52 Âmir b. Sa’d,53 Enes b. Mâlik,54 Urve b. ezZübeyr,55 İbrahim b. Abdirrahman b. Avf,56 Sâlim b. Abdillah,57 Ab-
İbn Sa’d, a.g.e., III, 51, 56, 103, 126, 139, 152, 161, 175, 216, 240, 272; IV, 253.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 280, 282.
46
İbn Sa’d, a.g.e., I, 258.
47
İbn Sa’d, a.g.e., I, 114, 293, 328, 348; İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne., II, 456,
462, 465, 466, 470, 472.
48
İbn Sa’d, a.g.e., I, 343.
49
Buhârî, Târîhu’l-kebîr, I, 12, II, 27, 98, III, 205, 215, 299, IV, 97, 209, 322, V, 1,
11,19, 35, 240, 253,VI, 138, 208, 307, VII, 135, 316, 226, 299, 317, 328, 402.
50
Fesevî, el-Ma’rife ve’t-târîh, I, 241, 243, 244,249, 253, 260, 262, 265, 283, 300,
324, 338.
51
İbn Sa’d, a.g.e., I, 246, III, 208, 269, 296, 304, 355, 394; IV, 130. Ayrıca bkz.
Abdürrezzak, a.g.e., XI, 223, 224, 228.
52
İbn Sa’d, a.g.e., II, 54, III, 231, 255. Ayrıca bkz. Abdürrezzak, a.g.e., V, 397,
406; İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne, II, 459, 462, 467.
53
İbn Sa’d, a.g.e., III, 144,
54
İbn Sa’d, a.g.e., II, 216,
55
İbn Sa’d, a.g.e., III, 173, 184, 185, 188, 189, 190, 194, 202, 206, 230, 231, 308;
IV, 133, 63, 107, 198, 360.
56
İbn Sa’d, a.g.e., III, 134.
44
45
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
57
dullah b. el-Hâris b. Nevfel,58 Hârice b. Zeyd,59 Ebû Umâme b. Sehl b.
Huneyf,60 Ubeydullah b. Abdillah,61 Muhammed b. Kâ’b b.
Mâlik’ten62 nakilde bulunmaktadır. Rivâyetlerin birçoğunda ise senet,
Zührî’ye kadar devam etmektedir.63
Zührî, Kadın sahâbîlerle ilgili rivâyetlerde ise Urve,64 Said b.
Müseyyib,65 Enes b. Mâlik,66 Sâlim b. Abdillah,67 Ebû Seleme b.
Abdirrahman,68 Muhammed b. Abdillah b. el-Hâris69 ve Hind binti’lHâris’ten70 nakilde bulunmaktadır. Bazı rivâyetlerde ise senet,
Zührî’ye kadar devam etmektedir.71
4- Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm (ö.
135)
Abdullah b. Ebî Bekr’in, Babası Ebû Bekr b. Muhammed, Enes
b. Mâlik, Urve b. ez-Zübeyr, Zührî ve Babasının teyzesi Amre b.
Abdirrahman’dan rivâyetleri vardır. Kendisinden Zührî, Muhammed
b. İshâk, Hişam b. Urve, Mâlik b. Enes, Sevrî ve Hammâd b. Seleme
gibi önde gelen âlimler rivâyette bulunmuştur.72
Abdullah b. Ebî Bekr’e geçmeden önce Babası Ebû Bekr b. Muhammed’in faaliyetlerine kısaca değinmekte yarar vardır. Çünkü
Abdullah b. Ebî Bekr’in, babasının yaptığı çalışmalardan yararlandığı
İbn Sa’d, a.g.e., III, 271, IV, 207. Ayrıca bkz. Abdürrezzak, a.g.e., XI, 223,
224.
58
İbn Sa’d, a.g.e., III, 167,
59
İbn Sa’d, a.g.e., III, 39, 398. Ayrıca bkz. Abdürrezzak, a.g.e., XI, 235, 237.
60
İbn Sa’d, a.g.e., III, 239. Ayrıca bkz. Abdürrezzak, a.g.e., XI, 224.
61
İbn Sa’d, a.g.e., III, 399
62
İbn Sa’d, a.g.e., III, 584, 619
63
İbn Sa’d, a.g.e., I, 506, II, 141, 187, III, 64, 74, 208, 269, 270, 365, 391, 394,
471; İbn Ebî Hayseme, et-Târîh, I, 152, 187, 188, 189, 367, 376, 388; II, 6, 11, 42,
43, 44, 45, 46, 47; Ebû Zür’a, Târîh, s. 68, 110, 236, 238, 289.
64
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 17, 18, 28, 29, 53, 77, 114, 137, 141, 158, 174, 257, 314
65
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 80,
66
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 33, 38, 106, 135, 173, 213, 214.
67
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 81, 82, 86, 108,
68
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 79.
69
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 171.
70
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 94, 185
71
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, I7, 29, 99, 115, 118, 127, 130, 145, 165, 175, 220
72
İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-ta’dîl, V, 17; Mizzî, Tehzîbu’l-Kemâl, XIV, 349251.
57
58
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
kesindir. Nitekim onun, babasının Ömer b. Abdilaziz ile yaptığı yazışmaların içeriğinden haberdar olduğu ve dedelerine ait vesikalardan bir kısmının elinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Babası, Medine valiliği73 ve Medine kadılığı74 gibi değişik idari
görevlerde bulunmuş bilginlerdendir. Kaynaklarda Ömer b.
Abdilaziz’in Ebû Bekr b. Muhammed’i, hadisleri toplamakla görevlendirdiği nakledilmektedir. Nitekim Ömer b. Abdilaziz, Ebû Bekr’e
yazarak, kendisi için Rasûlüllah’ın ashâbının atıyyelerini ve onların
neseplerini ihtiva eden bir nüshayı, ayrıca Amre-Aişe yoluyla rivâyet
ettiği hadisleri yazmasını istemiştir.75 Bir rivâyette ise Ömer b.
Abdilaziz, ondan Hz. Peygamber’in hadislerini veya sünnetini ya da
Amre binti Abdirrahman’ın hadisini araştırıp yazmasını istemektedir.76 Bir başka rivâyette ise yine Ömer b. Abdilaziz’in, Ebû Bekr b.
Muhammed’den, Hz. Peygamber’in erkek ve kadın hizmetçilerini ve
mevâlîsini araştırıp yazmasını istediği, onun da onları yazdığı nakledilmektedir.77 İlgili vesikadaki bilgiler İbn Sa’d’ın tabakât’ında bulunmaktadır.78
Abdullah b. Ebî Bekr, Hz. Peygamber’in eşleri ve Mescid-i Nebevî’nin çevresindeki odaları ile ilgili bilgiler nakletmektedir. Bu
rivâyetlerden bazısında Amre’nin adını zikrederken79 bazılarında bir
kaynak belirtmemektedir.80 Bunun yanında başka kadın sahâbîlerle
ilgili rivâyetleri de bulunmaktadır.81 Muhtemelen bu rivâyetlerde
kaynağı Amre binti Abdirrahman’dır. Abdullah b. Ebî Bekr’in, AmreHz. Âişe tarikıyla başka bilgiler naklettiğine82 bakılarak Amre’nin,
Hz. Peygamber’in eşleriyle ilgili bilgileri Hz. Âişe’den aldığı söylenebilir.
Abdullah b. Ebî Bekr, birçok rivâyette kaynağını zikretmemektedir. Hz. Peygamber’i yıkayanlar,83 onu kabre koyanlar84 ve
73
74
75
76
77
78
79
80
81
82
83
İbn Sa’d, a.g.e., V, 262.
İbn Sa’d, a.g.e., V, 331.
Buhârî, Târîhu’l-evsat, I, 216.
İbn Sa’d, a.g.e., II, 387.
İbn Sa’d, a.g.e., II, 497.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 497-498.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 29, 77.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 34, 167; Taberî, Târîh, II, 43, 112.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 92, 94, 281.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 137; III, 364
İbn Sa’d, a.g.e., II, 279
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
59
sahâbeden kimin nereye yerleştiği ile ilgili bilgiler örnek olarak zikredilebilir.
Abdullah b. Ebî Bekr’in, Sahâbenin yerleşim yerleriyle ilgili
birçok rivâyeti bulunmaktadır. Bu rivâyetler İbn Sa’d’ın etTabakât’ında, Vakıdî-Abdülcebbar b. Umâre-Abdullah b. Ebî Bekr yoluyla nakledilmektedir.85 Abdullah’ın konuyla ilgili elinde yazılı bir
belgenin olması muhtemeldir. Yine aynı tarikle sahâbîlerle ilgili başka rivâyetleri de bulunmaktadır.86
Abdullah b. Ebî Bekr, Hz. Peygamber’e gelen nakîbler ve heyetler gibi bazı sahâbe listelerini de rivâyet etmektedir. İbn Sa’d’da,
nakîblerle ilgili rivâyetler İbn İshak,87 heyetlerle ilgili rivâyetler ise
Yezid b. Ca’debe tarikıyla nakledilmektedir. 88 Bunların yanı sıra Abdullah b. Ebî Bekr’den, İbn İshak kanalıyla bazı münferit sahâbîlerle
ilgili bilgiler de nakledilmektedir. 89
5- Mûsâ b. Ukbe (ö. 141)
İlk meğâzî müellifleinden olduğu söylenen Mûsâ b. Ukbe,
sahâbîlerle ilgili rivâyetlerinin çoğunda Zührî’ye dayanmaktadır.
Sahâbîlerle ilgili bilgileri Musa’dan nakleden en önemli râvîleri kardeşinin oğlu İsmail b. İbrahim b. Ukbe ve Muhammed b. Fuleyh’tir.
Mûsâ b. Ukbe’nin rivâyetlerinde, Habeşistan’a hicret edenler,90
Akabe biatına katılanlar,91 Bedir savaşına katılanlar,92 Bedir’de şehit
olanlar,93 Uhut’ta şehit olanlar94 Bi’ri Maûne’de şehit olanlar,
Huneyn’de şehit olanlar, gibi sahâbîlerle ilgili birçok liste yer almaktadır. Meğâzî ile ilgili rivâyetlerde başka râvîlerden nakillerde bulunsa da listelerin hemen hepsinde kaynağı Zührî’dir. Gazvelerde şehit
İbn Sa’d, a.g.e., II, 301.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 55, 84, 117, 151, 216, 382, 385, 388, 390, 392, 405; IV, 141.
86
İbn Sa’d, a.g.e., III, 529, 611; IV, 37.
87
İbn Sa’d, a.g.e., III, 603; Buhârî, Târîhu’l-Kebîr, IV, 44, İbn Hacer, el-İsâbe, s.
997.
88
İbn Sa’d, a.g.e., I, 305, 348.
89
Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, IV, 45; Taberî, et-Târîh, III, 130, 134; İbn Hacer, elİsâbe, s. 1389.
90
Musa b. Ukbe, el-Meğâzî, s. 74-81.
91
Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 93-99.
92
Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 147-173.
93
Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 143-145.
94
Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 195-200.
84
85
60
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
olanları listelerken onların kabileleri altında neseb bilgilerine de yer
vermektedir.95
Özellikle Habeşistan’a hicret edenler ve Bedr’e katılanlarla ilgili bilgilerde İbn Sa’d’ın en önemli kaynaklarından birisidir. İbn Sa’d,
Bedr’e katılanlarla ilgili bilgilere başlamadan önce verdiği kaynak listesinde İsmail b. Abdillah b. Ebî Uveys-İsmail b. İbrahim b. UkbeMûsâ b. Ukbe tarikıni zikretmektedir.96 Bunun yanında Mûsâ b. Ukbe’nin kitabından istifade ettiği de görülmektedir. 97 Mûsâ b. Ukbe’den nakilde bulunduğu birçok yerde Mûsâ b. Ukbe’nin
rivâyetleriyle diğer meğazi müellifleri olan İbn İshak, Ebû Ma’şer ve
Vâkıdî’nin rivâyetlerini karşılaştırmaktadır. Sahâbîlerle ilgili bazı bilgilerde ise Mûsâ b. Ukbe’nin kaynaklarını vermektedir.98 Bu
rivâyetlerde Mûsâ b. Ukbe’nin kaynakları Sâlim, Zührî, Abdülvahid
ve Ebû Alkame’dir.
Mûsâ b. Ukbe’nin kadın sahâbîlerle ilgili bilgiler naklettiği de
görülmektedir. Fetih günü Müslüman olan kadınlarla ilgili
rivâyetleri, Zübeyr’in mevlâsı Ebû Habîbe’den nakletmektedir. 99 Hz.
Peygamber’in eşleri ile ilgili bir kaç rivâyeti ise Ebû Habîbe100 ve annesi Ummügülsüm’den101 nakletmektedir.
6- İbn İshâk (ö. 150)
Muhammed b. İshak b. Yesâr; Zührî, Asım b. Ömer b. Katâde,
Abdullah b. Ebî Bekr b. Hazm, Hişam b. Urve, Yahya b. Urve, Yezîd
b. Rûmân, Muhammed b. Ca’fer b. ez-Zübeyr, Abdülvahid b. Ebî
Avn, Abdullah b. Hârice b. Zeyd ve babası İshak b. Yesâr gibi devrinin önemli siyer ve meğâzî râvîlerinden rivâyetlerde bulunmaktadır.
İbn İshak, sahâbîlerle ilgili birçok açıdan farklı rivâyetler nakletmektedir.
İbn İshak’ın sahâbîlerle ilgili nakilleri:
İlk Müslümanlarla ilgili bilgiler vererek onların nasıl
müslüman olduğunu nakletmektedir. Bu rivâyetlerin bazısında kay95
96
97
98
99
100
101
Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 35.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 405, 582.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 43, 48, 74, 189, 351, 380.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 236, 261, 269, 297.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 17,18.
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 95.
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
61
nağını belirtmektedir.102 Birçok rivâyette ise senet zikretmemektedir.103 Ayrıca Mekke döneminde işkence gören Müslümanlar hakkında da ayrıntılı bilgiler nakletmektedir. Bu rivâyetlerin bazısında kaynak olarak Hişam b. Urve, Salih b. Keysan ve Yezid b. Ziyâd’ın adını
vermektedir.104
İbn İshak, Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları hakkında da
birçok bilgi nakletmektedir. Hz. Peygamber’in çocukları ile ilgili
rivâyetlerin bazısında Asım b. Ömer ve babası İshak b. Yesâr’dan nakilde bulunmaktadır.105 Bazı haberlerde ise kaynağını zikretmemektedir.106
Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili rivâyetlerin bazısında ise kaynak olarak Babası İshak b. Yesâr (s. 288, 284), Abdullah b. Ebî Bekr b.
Hazm (s. 282, 444), Abdurrahman b. el-Hâris (s. 282), Abdülmelik b.
Ebî Bekr b. Abdirrahman b. el-Hâris (283), İsmail b. Ebî Hakîm (Mevlâ ez-Zübeyr) (s. 177) Muhammed b. Ca’fer b. ez-Zübeyr (s. 443),
Yahya b. Abbâd b. Abdillah b. ez-Zubeyr (s. 444), Zührî (s. 444) ve
Ebân b. Salih’ten (s. 503) nakilde bulunduğu görülmektedir. Bazı
rivâyetleri ise senetsiz nakletmektedir.107
İbn İshak, Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili bilgi verirken
heyetlere katılanlardan bazısı hakkında nasıl Müslüman olduklarına
dair bilgiler de nakletmektedir. Bu bilgileri de senetsiz olarak zikretmektedir.108
İbn İshak, birçok sahâbe listesine de yer vermektedir. Bunlar:
Habeşistan’a hicret eden erkek ve kadınlar,109 Mekkelilerin Müslü-
Bir yerde Asım b. Ömer b. Katâde’den (bkz. İbn İshâk, Sîre, s. 134) bir
yerde ise Yezîd b. Ebî Habîb’ten nakilde bulunmaktadır. (bkz. s. 140).
103 İbn İshâk, a.g.e., s. 181, 183, 186-187 (45 kişi), 211, 220.
104 Hişam b. Urve’den naklettiği bilgiler için bkz. İbn İshâk, a.g.e.,s. 227, 228.
Salih b. Keysan ve Yezid b. Ziyâd’dan naklettiği bilgiler için bkz. s. 230.
105 Asım b. Ömer’den naklettiği bilgi için bkz. İbn İshâk, a.g.e.,s. 275. İshak b.
Yesar’dan naklettiği bilgi için bkz. s. 276.
106 İbn İshâk, a.g.e., s. 272, 273, 274, 275.
107 Bkz. İbn İshâk, a.g.e., s. 128, 129, 279, 280, 281, 283, 284, 285, 286, 288, 442,
477.
108 Bkz. İbn İshâk, a.g.e., s. 615, 637-638, 642, 646, 649, 651, 653, 654, 655, 656,
665.
109 İbn İshâk, a.g.e., s. 215-217, 256-260, 494-499, 499-501. Ayrıca bkz. İbn
Hişâm, es-Sîre, s. 286-293.
102
62
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
man olduklarını duyduklarında Habeşistan’dan geri dönenler, 110 Habeşistan’da kalanlar,111 Birinci akabe biatına katılanlar,112 ikinci akabe
biatına katılanlar,113 nakîbler,114 Hz. Peygamber’in muâhât akdi kurduğu kimseler,115 Bedir savaşına katılanlar,116 Bedir’de şehit olanlar,117
Uhut’ta şehit olanlar,118 Hendek’te şehit olanlar,119 Benî Kureyza’da
şehit olanlar,120 Hayber’de şehit olanlar,121 Hayber’de Ketîbe arazisinden pay alanlar,122 Hz. Peygamber’in İslâm’a davet için gönderdiği
elçiler,123 Mute’de şehit olanlar124, Taif’te şehit olanlar,125 Huneyn’de
Şehit olanlar,126 Tebuk savaşına imkânsızlıkları nedeniyle katılamadıkları için ağlayanlar (bekkâûn), Tebuk savaşına mazeretsiz olarak
katılmayıp tevbelerinin kabulü geciktirilenler (mutehallefûn) 127 ve
Hz. Peygamber’in zekât memurları128 gibi kaynağını belirtmeksizin
birçok sahâbe listesi yer almaktadır. Bazı listelerde sahâbîlerle ilgili
kısa bilgiler de vermektedir.
Bunların dışında olaylara iştirakleri ya da tanıklıkları çerçevesinde çeşitli vesilelerle bazı sahâbîlerle ilgili bilgiler de nakletmektedir.129 Bu bilgilerin çoğunda da senet zikretmemektedir. Ancak bazı
bilgileri Yahya b. Abbâd b. Abdillah (s. 404), Zührî (s. 431, 556), Yezîd
b. Rûmân (s. 443) ve Yezîd b. Ebî Habîb’ten (s. 473) nakletmektedir.
İbn Hişâm, a.g.e., s. 320-324.
İbn Hişâm, a.g.e., s. 892-903.
112 İbn Hişâm, a.g.e., s. 374-375
113 İbn Hişâm, a.g.e., s. 392-403.
114 İbn Hişâm, a.g.e., s. 383-384.
115 İbn Hişâm, a.g.e., s. 433-435.
116 İbn Hişâm, a.g.e., s. 568-593. Bedr’e katılan 314 sahabinin isim ve nesebi
bulunmaktadır.
117 İbn İshâk, a.g.e.,s. 318-319. Ayrıca bkz. İbn Hişâm, a.g.e., s. 593-594.
118 İbn İshâk, a.g.e.,s. 354-356. Ayrıca bkz. İbn Hişâm, a.g.e., s. 698-702.
119 İbn İshâk, a.g.e.,s. 424. Ayrıca bkz. İbn Hişâm, a.g.e., s. 808-809.
120 İbn İshâk, a.g.e.,s. 425.
121 İbn İshâk, a.g.e.,s. 483-484. Ayrıca bkz. İbn Hişâm, a.g.e., s. 881-882.
122 İbn Hişâm, a.g.e., s. 888.
123 İbn Hişâm, a.g.e., 1095.
124İbn İshâk, a.g.e., s. 512-13.
125 İbn İshâk, a.g.e., s. 578.
126 İbn İshâk, a.g.e., s. 597.
127 İbn İshâk, a.g.e., s. 597.
128 İbn İshâk, a.g.e., s. 673.
129 İbn İshâk, a.g.e., s. 388, 396, 409, 412, 413, 418, 423, 460, 466, 468, 471.
110
111
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
63
Sahâbîlerle ilgili bazı rivâyetlerde hem kendisinin hem de
rivâyette bulunduğu kişilerin sahâbe neslinden gelenlerin bilgilerine
başvurduğu da görülmektedir.130
7- Muhammed b. Abdillah b. Müslim ez-Zührî (ö. 152)
İbn Şihâb ez-Zührî’nin kardeşinin oğludur ve onun en önemli
râvîlerindendir. Babası Abdullah b. Müslim ez-Zührî’den de rivâyette
bulunmuştur. Kendisinden ise İbrahim b. Sa’d, Abdullah b. Mesleme
el-Ka’nebî, Muhammed b. İshak, Vakıdî, Ma’n b. İsa vd. nakilde bulunmuşlardır.131
İbn Sa’d’ın Tabakât’ında Vakıdî vasıtasıyla birçok rivâyeti bulunmaktadır. Muhammed b. Abdillah, bu rivâyetlerin hemen hepsini
amcası Zührî’den nakletmektedir.
Muhammed b. Abdillah’ın, Zührî’den sahâbîlerle ilgili çeşitli
konularda rivâyetleri vardır. Hz. Peygamber’in ailesi ile ilgili
rivâyetleri Zührî-Urve-Aişe;132 Zührî-Enes133 ve Muhammed b.
Abdillah-Zührî134 tariklerinden nakledilmektedir.
Muhammed b. Abdillah, Zührî yoluyla, Hz. Peygamber’e gelen
heyetler,135 Seriyyeler ve komutanları,136 Hz. Peygamber’in kardeş
yaptığı kimseler,137 gibi çeşitli listeler de rivâyet etmektedir. Ayrıca,
Vakıdî, Bedr’e katılanlarla ilgili bilgileri aldığı hocalarını sayarken
Muhammed b. Abdillah-Zührî-Urve tarikıni de zikretmektedir.138
Medine’de yaşayan sahâbîlerin oturdukları ve sahip oldukları
yerlerle ilgili bilgiler ise Muhammed b. Abdillah-Zührî-Ubeydullah
b. Abdillah b. Utbe yoluyla nakledilmektedir. 139
ferit
Bunların dışında Muhammed b. Abdillah-Zührî yoluyla münsahâbîlerle ilgili bilgiler de nakledilmektedir. 140 Ayrıca
İbn İshâk, a.g.e., s. 230, 229, 417; Ibn Hişâm, a.g.e., s. 442, 1046; Taberî, etTârîh, II, 446.
131 Mizzî, a.g.e., XXV, 554.
132 İbn Sa’d, a.g.e., I, 61, 137; III, 172, 202; VIII, 53, 114, 141, 148.
133 İbn Sa’d, a.g.e., I, 135, VIII, 173, 213.
134 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 115, 216, 220.
135 İbn Sa’d, a.g.e., I, 293, 328, 329, 343.
136 İbn Sa’d, a.g.e., II, 127; IV, 275, 303.
137 İbn Sa’d, a.g.e., I, 238; III, 102, 523, 524.
138 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
139 İbn Sa’d, a.g.e., III, 53, 56, 103, 126, 139, 152, 161, 175, 216, 240, 272, 396.
130
64
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Vâkıdî’nin bazı gazve ve seriyyelerle ilgili bilgilerde Muhammed b.
Abdillah, ana kaynaklarıdandır.141
8- Ma’mer b. Râşid (ö. 154)
Siyer, tarih ve hadis bilginlerindendir. Meşhur muhaddis
Abdurrezzak b. Hemmâm’ın hocasıdır. Kitâbu’l-meğâzî adlı eseri olduğu söylenmektedir.142 Bunun yanında el-Câmi’ adlı eseri, öğrencisi
Abdürrezzak b. Hemmâm’ın rivâyetiyle günümüze kadar ulaşmıştır.
Eser, Abdürrezzak’ın el-Musannef isimli kitabının sonunda yer almaktadır.
Ma’mer’in, hem el-Câmi’ adlı eserinde, hem Vâkıdî’nin
Meğâzî’sinde hem de İbn Sa’d’ın et-Tabakât’ında sahâbîlerle ilgili birçok rivâyeti bulunmaktadır.
Ma’mer, el-Câmi’ adlı eserinde “Bâbu Ashâbi'n-Nebiy” başlığı
altında 30’a yakın meşhur sahâbî hakkında bilgi vermektedir. Bu
rivâyetlerin çoğunda Zührî143 ve Katâde’den144 nakilde bulunmaktadır. Ayrıca Abdullah b. Tâvus,145 Eyyûb es-Sahtiyânî,146 Hişam b.
Urve,147 Ebû Hâzim,148 Atâ el-Horasânî149 ve Asım b. Süleyman’dan150
da çeşitli rivâyetler nakletmektedir. Bunların dışında Haram b. Osman yoluyla nukabâ’nın isim listesini vermektedir. 151
İbn Sa’d’ın Tabakât’ında ise Ma’mer b. Râşid’in sahâbîlerle ilgili
rivâyetleri, daha çok Vâkıdî tarafından nakledilmektedir. Bu
rivâyetlerde Ma’mer, çoğunlukla Zührî’ye dayanmaktadır. Ayrıca
İbn Sa’d, a.g.e., III, 167, 231; 269, 365, 391, 397, 619; IV, 133, VIII, 29.
Vâkıdî, a.g.e., 167, 261, 266, 272, 299, 321.
142 İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 150.
143 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 222, 223, 224, 227, 228, 229, 230, 232, 233, 235, 237,
238, 239, 241.
144 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 226, 227, 229, 230, 231, 233, 235, 236, 237, 241.
145 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 223, 225, 226, 240.
146 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 228, 229, 231, 236, 237.
147 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 234, 241. Ayrıca birinci Habeşistan hicretine katılanların listesi için bkz. V, 384-385.
148 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 229.
149 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 234.
150 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 222, 225.
151 Abdürrezzak, a.g.e., XI, 64.
140
141
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
65
Vâkıdî’nin el-Meğâzî’sinde bazı gazve ve seriyyelerle ilgili bilgilerde
Vâkıdî’nin ana kaynaklarındandır.152
İbn Sa’d’ın Tabakāt’ında, Ma’mer’den; Hz. Peygamber’e gelen
bazı heyetler,153 sahâbîlerden bazısının Medine’de yerleştiği yerler, 154
Hz. Peygamber’in gönderdiği elçilerle155 ilgili rivâyetler nakledilmektedir. Bu rivâyetlerin hepsinde Ma’mer’in kaynağı Zührî’dir. Yine
Zührî yoluyla nukabâ’nın isimleri,156 Medine’ye ilk hicret edenler157
gibi çeşitli listeler de zikredilmektedir.
Ma’mer, birçok sahâbî hakkında da çeşitli rivâyetler nakletmektedir. Bu rivâyetlerdeki ana kaynağı yine Zührî’dir.158 Bunun yanında Katâde,159 Hişam b. Urve,160 Yezid b. Eslem161 ve Abbâd b.
Abdillah b. ez-Zübeyr’den162 de nakilde bulunmaktadır.
Ma’mer b. Râşid, Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ayrıca
diğer kadın sahâbîlerle ilgili de birçok rivâyet nakletmektedir. Bu
rivâyetlerde de ana kaynağı yine Zührî’dir.163 Kadın sahâbîlerle ilgili
bazı bigileri ise Hişam b. Urve164 ve Katâde165 yoluyla nakletmektedir.
9- Muhammed b. Sâlih b. Dînâr (ö. 168)
Hocaları arasında Asım b. Ömer b. Katâde, Sa’d b. İbrahim,
Zührî, Ömer b. Abdilaziz, Kāsım b. Muhammed b. Ebî Bekr, Yezîd b.
Rûmân gibi tâbiîn âlimleri bulunmaktadır. İbn Sa’d’daki rivâyetleri
Vâkıdi tarafından nakledilmektedir.
Vâkıdî, a.g.e., s. 167, 261, 266, 272, 298, 321.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 22, 114.
154 İbn Sa’d, a.g.e., III, 118, 125.
155 İbn Sa’d, a.g.e., I, 258.
156 İbn Sa’d, a.g.e., III, 603.
157 İbn Sa’d, a.g.e., I, 225.
158 İbn Sa’d, a.g.e., I, 239, 246, 506, II, 155, 278, 280, III, 118, 173, 184, 206, IV,
212, 239, 255, 378. Ayrıca bkz. Buhârî, Târîhu’l-Evsat, I, 78, 111, 144.
159 İbn Sa’d, a.g.e., II, 356, IV, 27.
160 İbn Sa’d, a.g.e., III, 199, 541.
161 İbn Sa’d, a.g.e., III, 493, IV, 43.
162 İbn Sa’d, a.g.e., III, 415.
163 Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ile ilgili Zührî’den naklettiği bilgiler
için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., II, 315, VIII, 17, 18, 28, 33, 53, 61, 77, 79, 86, 94, 134,
145, 171, 271. Diğer kadın sahabilerle ilgili rivâyetleri için bkz. İbn Sa’d, a.g.e.,
III, 134, 387, 398, VIII, 245, 248, 257, 266, 267, 314.
164 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 54, 61.
165 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 260.
152
153
66
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Muhammed b. Sâlih’in, Asım b. Ömer b. Katâde, Yezîd b.
Rûmân ve Mûsâ b. İmrân b. Mennâh’tan naklettiği birçok rivâyet bulunmaktadır.
Mekke döneminde Müslüman olan sahâbîlerin nerede ve ne
zaman Müslüman olduklarıyla ilgili bilgilerle 166 İkinci Akabe
biatına167 ve Bedir savaşına katılan sahâbîlerle ilgili bilgileri 168 Yezîd
b. Rûmân’dan, Hz. Peygamber vefat ettiği esnada görevli olan
âmiller169 ve muhacirlerden bazısının Medine’de kimin yanına yerleştiği ile ilgili bilgileri 170 Mûsâ b. İmrân’dan naklettiği görülmektedir.
Asım b Ömer b. Katâde’den ise Bedr’e katılanlar, 171 Hz. Peygamber’in kardeş ilan ettiği kimseler,172 birinci173 ve ikinci akabe174
biatına katılanlar, nakîbler175 ve muhacirlerin Medine’de kimlerin yanına yerleştikleri176 ile ilgili bilgileri nakletmektedir. Muhacirlerin
Medine’de kimin yanına yerleştiği ile ilgili bilgilerin bazısında ise
Asım b. Ömer’in rivâyetlerini Mûsâ b. İmrân’ın rivâyetleriyle karşılaştırmaktadır.177
Muhammed b. Salih bunların dışında bazı sahâbîlerin vefat tarihleri178 ve Hz. Peygamber’in ailesi179 ile ilgili bilgiler de nakletmektedir. Ayrıca Bazı gazve ve seriyyelerle ilgili bilgilerde de Vâkıdî’nin
kaynakları arasındadır.180
İbn Sa’d, a.g.e., III, 50 55, 84, 89, 124, 151, 168, 230, 239, 382, 36, 388, 390,
392, 393, 400, 402, 405, 409.
167 İbn Sa’d, a.g.e., I, 221.
168 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
169 İbn Sa’d, a.g.e., III, 586, 598; IV, 96; V, 508, 526, 527.
170 İbn Sa’d, a.g.e., III, 9, 44, 47, 48, 49.
171 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 451.
172 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 244, 272, 436, 437, 439, 459, 503, 505, 524.
173 İbn Sa’d, a.g.e., III, 219.
174 İbn Sa’d, a.g.e., III, 221.
175 İbn Sa’d, a.g.e., III, 603.
176 İbn Sa’d, a.g.e., III, 102, 114, 161, 165, 167, 29, 230, 233, 403, 404, 407, 408,
410, 415, 417, 418.
177 İbn Sa’d, a.g.e., III, 9, 44, 47, 48, 49.
178 İbn Sa’d, a.g.e., III, 529, 565, 606; VIII, 18.
179 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 150, 162, 165.
180 Vâkıdî, a.g.e., s. 167, 266, 272, 298.
166
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
67
10- Ebû Ma’şer Necîh b. Abdirrahman es-Sindî (ö. 170)
Sahâbî olup olmadığı ihtilaflı olan Ebû Umâme Sehl b.
Huneyf’i (ö. 100) gördüğünü söylemektedir. 181 Önemli meğâzî bilginlerindendir. Çok iyi bir hafızasının olduğu rivâyet edilmektedir. Oğlu
Muhammed’e babasının Meğâzî’yi nasıl ezberlediği sorulunca;
“Tâbiîn, hocasının yanına gelip meğâzî ile ilgili bilgileri müzâkere
ediyordu. Bu sayede o da meğaziyi ezberledi.” dediği nakledilmektedir.182
Ebû Ma’şer; Muhammed b. Kâ’b el-Kurazî, Nâfi’, Saîd elMakburî, Yezid b. Rûmân, Muhammed b. Kays, Muhammed b. elMunkedir ve Hişam b. Urve’den nakilde bulunmaktadır. Kendisinden oğlu Muhammed b. Necîh, Hüseyin b. Muhammed b. Behrâm (ö.
213)183 ve Vâkıdî rivâyet etmiştir.184
Ebû Ma’şer, özellikle Habeşistan’a hicret edenler, 185 Akabe
biatlarına186 ve Bedir savaşına katılanlarla187 ilgili bilgiler nakletmektedir. Bunun yanında bazı sahâbîlerin vefat tarihi ve vefat yeri,188 ismi, künyesi ve nesebi189 hakkında da bilgiler vermektedir. Bazı gazve
ve seriyyelerle ilgili haberlerde de Vâkıdî’nin ana kaynakları arasındadır.190
Ebû Ma’şer, Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili bazı bilgiler de nakletmektedir. Bu bilgilerdeki kaynağı ise Muhammed b. Kâ’b
el-Kurazî ve Yezîd b. Rûmân’dır.191
Hatîb, Târîhu Bağdâd, XIII, 459.
Hatîb, a.g.e., XIII, 458.
183 Ebû Ma’şer’den Mağâzî bilgileri nakletmiştir. Sika ravidir. Bkz. İbn Sa’d,
a.g.e., VII, 338.
184 Hatîb, a.g.e., XIII, 457.
185 İbn Sa’d, a.g.e., IV, 106, 116, 119, 127, 129, 141, 197, 214.
186 İbn Sa’d, a.g.e., III, 451, 452, 456, 459, 475, 484, 486, 517, 544, 566.
187 İbn Sa’d, a.g.e., III, 385, 401, 407, 418, 456, 468, 478, 479, 497, 480, 481, 482,
483, 492, 495, 496, 521, 537.
188 İbn Sa’d, a.g.e., III, 77, 202, 553 IV, 93, 204.
189 İbn Sa’d, a.g.e., III, 98, 168, 388, 407, 408, 417, 442, 447, 449, 451, 454, 458,
461, 464, 469, 470, 474, 478, 483.
190 Vâkıdî, a.g.e., s. 167, 261, 298, 321.
191 İbn Sa’d, a.g.e., I, 305, 348. İbn Sa’d’ın, Medâinî vasıtasıyla Ebû Ma’şer’den
naklettiği diğer rivâyetler için bkz. I, 187, 188.
181
182
68
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bazı sahâbî bilgilerinde ise Ebû Ma’şer’in, Said el-Makburî,192
Hişam b. Urve193 ve Muhammed b. Kays’tan194 nakilde bulunduğu
görülmektedir.
11- Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî (ö. 207)
Bilgi ve kaynak çeşitliliği ve kaynaklardaki seçiciliği ile temayüz etmiş ilk dönem sahâbe bilgisi uzmanlarının en önemlilerindendir. Ensâb, tarih ve meğâzî alanında eserler telif etmiştir. İbnu’nNedîm 30’dan fazla eserinin adını vermektedir. 195 Eserleri arasında
Kitâbu’t-târîh ve’l-meğâzî ve’l-meb’as, Kitâbu’t-tabakât, Futûhu’şŞâm, Kitâbu’s-sîre, Kîtâbu ezvâci’n-Nebiy, Kureyş ve’l-ensâr fi’lkatâi’, Vad’u Umer ed-Devâvîn, Tasnîfu’l-kabâil ve merâtibuhâ ve
ensâbuhâ gibi sahâbîlerle ilgili bilgilerin de bulunduğu tarih, tabakat
ve ensâb kitapları vardır.
Vakıdî’nin sahâbîlerle ilgili bilgileri nakleden en önemli öğrencisi kâtibi İbn Sa’d’dır. İbn Sa’d’ın, Vâkıdî’den naklettiği bilgilere bakıldığında Vâkıdî’nin telif ettiği bu risâle ve kitaplardan yararlandığı
ve bu bilgileri sahâbîleri tanıtırken ilgili yerlere serpiştirdiği görülmektedir. İbn Sa’d’ın çağdaşı olan ve ondan sonra gelen tabakat, tarih
ve ensab müellifleri de Vakıdî’den birçok rivâyet nakletmektedirler.
Ancak Vâkıdî’nin bilgi ve kaynak çeşitliliği hususundaki mümeyyez
vasfı, İbn Sa’d’dan sonraki eserlere pek yansımamaktadır. Bu eserlerin müellifleri daha çok ‫ذكره الواقدي‬, ‫ قال الواقدي‬gibi ifadelerle senet zinciri
zikretmeksizin direk Vâkıdî’den nakilde bulunmaktadırlar.
Vâkıdî’nin naklettiği bilgilerin kaynakları ve muhtevaları:
İlk Müslümanların Müslüman oluş hikâyeleri ve Müslüman
olma vakitleri: Vakıdî, konuyla ilgili bilgilerin çoğunu Muhammed b.
Salih b. Dînâr-Yezîd b. Rûmân tarikıyle rivâyet etmektedir.196 Bunun
dışında Mûsâ b. Muhammed b. İbrahim,197 İbrahim b. İsmail b. Ebî
Habîbe,198 Ma’mer b. Râşid199 ve Muhammed b. Abdillah ez-
İbn Sa’d, a.g.e., III, 238, IV, 155, 338, 378.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 204; VIII, 284.
194 İbn Sa’d, a.g.e., IV, 193, 224.
195 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s. 158.
196 İbn Sa’d, a.g.e., III, 50, 84, 89, 124, 151, 164, 168, 230, 239, 382, 385, 388, 390,
392, 33, 400, 402, 405, 409.
197 İbn Sa’d, a.g.e., III, 55, 122, VIII, 42.
198 İbn Sa’d, a.g.e., III, 269, 420, 604.
192
193
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
69
Zührî’den200 de nakilde bulunmaktadır. Bazı bilgilerde ise senet bilgisi bulunmamaktadır.201
Muhacirlerin Medîne’de nereye yerleştikleri ile ilgili bilgiler:
Vâkıdî konuyla ilgili bilgileri daha çok Abdülcebbar b. UmâreAbdullah b. Ebî Bekr b. (…) Hazm202 ve Muhammed b. Salih b. DînârAsım b. Ömer b. Katâde203 tarikleriyle rivâyet etmektedir. Bunların
dışında İbn Ebî Sebre,204 Mûsâ b. Yakub ez-Zem’î,205 Ömer b. Osman
el-Cahşî,206 İbn Ebi’z-Zinâd207 ve Ma’mer’den208 de nakilde bulunmaktadır.
Hz. Peygamber’in muâhât akdi kurduğu kimselerle ilgili bilgiler: Vâkıdî, konuyla ilgili rivâyetlerin çoğunu Mûsâ b. Muhammed b.
İbrahim-Babası Muhammed209 yoluyla rivâyet etmektedir. Bunun yanında Abdullah b. Ca’fer vasıtasıyla İbn Ebî Avn210 ve Sa’d b. İbrahim’den211 de birçok rivâyet nakletmektedir. Ayrıca Muhammed b.
Salih b. Dînâr-Asım b. Ömer b. Katâde yoluyla da konuyla ilgili
rivâyetleri vardır.212
Hz. Peygamber’in Medîne’de arazi tahsis ettiği kimselerle ilgili
bilgiler: Vâkıdî, konuyla ilgili bilgileri Muhammed b. Abdillah ezZührî-İbn Şihâb ez-Zührî-Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ûd
tarikıyla nakletmektedir.213
İbn Sa’d, a.g.e., III, 261.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 269.
201 İbn Sa’d, a.g.e., III, 535, IV, 94, 95, 100, 101, 123, 224.
202 İbn Sa’d, a.g.e., III, 55, 84, 171, 151, 215, 382, 385, 388, 390, 392, 405, IV, 141.
203 İbn Sa’d, a.g.e., III, 102, 114, 151, 161, 165, 167, 29, 230, 403, 407, 410, 415,
417, 418.
204 İbn Sa’d, a.g.e., III, 240.
205 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 151, 174.
206 İbn Sa’d, a.g.e., III, 245, 250, 264.
207 İbn Sa’d, a.g.e., III, 102.
208 İbn Sa’d, a.g.e., III, 125.
209 İbn Sa’d, a.g.e., III, III, 44, 51, 88, 90, 96, 99, 102, 119, 139, 152, 174, 216, 229,
233, 240, 245, 272, 402, 410.
210 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 139, 272, 421, 436, 437, 439, 583.
211 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 139, 244, 272, 421, 436, 437, 439, 459, 504, 524,
583.
212 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 244, 272, 436, 437, 439, 459, 503, 524.
213 İbn Sa’d, a.g.e., III, 51, 56, 103, 126, 139, 152, 161, 175, 216, 240, 250, 272,
396, IV, 252.
199
200
70
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bedr’e katılanlar: Vâkıdî’nin, Meğâzî’sinde ve İbn Sa’d’ın, etTabakât’ında, Bedr’e katılanlarla ilgili bilgilerden önce Vâkıdî’nin konuyla ilgili kaynakları zikredilmektedir. Buna göre Vâkıdî’nin Bedir
ashâbı ile ilgili kaynakları şöyledir: 214
Muhammed b. Abdillah ez-Zührî-İbn Şihâb ez-Zührî-Urve
İbrahim b. İsmail b. Ebî Habîbe-Davûd b. el-Husayn-İkrime
Muhammed b. Salih b. Dînâr-Asım b. Ömer b. Katâde
Muhammed b. Salih b. Dînâr-Yezîd b. Rûmân
Mûsâ b. Muhammed b. İbrahim b. el-Hâris-Babası Muhammed
b. İbrahim.
İbn Sa’d bunlara ek olarak,
Abdülmecid b. Ebî Abs-Babası Ebû Abs b. Muhammed
Abdurrahman b. Abdilaziz-Ebû’l-Huveyris-Muhammed b.
Cübeyr b. Mut’im
Eflah b. Said el-Kurazî-Said b. Abdirrahman b. Rukayş
Abdurrahman b. Ebi’z-Zinâd ve babası Ebu’z-Zinâd senetlerini
de zikretmektedir.215
Ancak Vâkıdî, Meğâzî’sinde Bedre katılan bazı sahâbîlerle ilgili
bilgilerin içeriğinde İbn Sa’d’daki bu senetleri de zikretmektedir. Ayrıca bunların dışında farklı senetlerle de bazı sahâbîler hakkında bilgi
nakletmektedir.
Hz. Peygamber’e gelen heyetler ve katılımcıları ile ilgili bilgiler: Vâkıdî bu konuda Muhammed b. Abdillah ez-Zührî216 ve İbn Ebî
Sebre’den217 nakilde bulunmaktadır. Bunların dışında başka birçok
râvîden de çeşitli rivâyetler nakletmektedir.218
Hz. Peygamber’in Hayber arazisinden yiyecek tahsis ettiği
kimseler: Vâkıdî, Hz. Peygamber’in Hayber arazisinden çıkan bi kısım mahsülün kimlere ve ne kadarının tahsis edildiğine dair bilgiler
vermektedir. Vâkıdî, Meğâzî’sinde konuyla ilgili bir kaynak zikretVakıdî, a.g.e., s. 137-138; İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
216 İbn Sa’d, a.g.e., I, 292, 328, 329, 343.
217 İbn Sa’d, a.g.e., I, 114, 299, 321, 330.
218 İbn Sa’d, a.g.e., I, 114, 292, 297, 298, 299, 300, 304, 312, 314, 323, 326, 327,
329, 331, 332, 337, 338, 339, 344.
214
215
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
71
memektedir. Ancak İbn Sa’d’ın Tabakât’ındaki bazı rivâyetlerde
Vâkıdî, Abdülhakim b. Abdillah b. Ebî Ferve yoluyla Abdurahman b.
el-A‘rec’e dayanmaktadır.219 Bazı bilgilerde ise Vâkıdî’nin kaynağı
hakkında bir bilgi bulunmamaktadır.220 Muhtemelen İbn Sa’d,
Vâkıdî’den rivâyet ettiği bu bilgileri Vâkıdî’nin konuyla ilgili “Kitâbu
Tu’mi’n-Nebiy-‫ ”كتاب طعم النبي‬adlı eserinden nakletmektedir.221
Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ile ilgili bilgiler: Vâkıdî,
konuyla ilgili belli bir kaynaktan değil, Muhammed b. Abdillah ezZührî,222 İbn Ebi’z-Zinâd,223 Ma’mer b. Râşid,224 İbn Ebî Sebre,225 Abdullah b. Ca’fer226 ve diğer birçok hocasından nakilde bulunmaktadır.227
Vâkıdî, sahâbîlerle ilgili bilgiler verirken onların ismini ve nesebini,228 varsa vefat tarihini229 ve vefat ettiği zamandaki yaşını,230
seriyye231 ve gazvelere232 katılımlarını da zikretmektedir. Bunların
yanında Vâkıdî’nin rivâyetlerinde evâil233 ile ilgili bilgiler de bir hayli
fazladır. Bu bilgileri ise belli bir râvîden değil, birçok râvîden nakletmektedir.234
İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 27, 56, 69, 107, 119, 140.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 168, VIII, 86, 95, 100, 127.
221 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 48.
222 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 16, 53, 99.
223 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 16, 17, 58, 94, 130.
224 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 17, 86, 94.
225 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 25, 83, 85, 100.
226 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 91, 97, 102, 129.
227 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 15, 16, 38, 53, 56, 58, 62, 69, 72, 77, 85, 86, 87, 92, 101,
102, 103, 115, 116, 117, 120, 123, 130, 132, 133,
228 İbn Sa’d, a.g.e., III, 97, 164, 454, 479, 481, 490, 538, 548, 553, 554, 560, 577,
582, 594, IV, 197, 298, 163, VII, 414.
229 İbn Sa’d, a.g.e., III, 48, 149, 224, 229, 263, 378, 400, 402, 407, 414, 416, 418,
448, 450, 469, 472, 477, 480, 485, 488, 493, 494, 501, 502, 508, 546, 558, 595.
230 İbn Sa’d, a.g.e., III, 38, 92, 95, 167, 224, 259, 365, 400, 536, VI, 15, VII, 414.
231 Vâkıdî, a.g.e., s. 44, 45, 46, 50, 150, 152, 166, 257, 258, 291, 379, 391, 392, 393,
394, 398, 399, 40, 402 404, 493, 494, 396, 397, 505 511 512. İbn Sa’d, a.g.e., III, 90,
94, 129, 139, 140, 272, 275, 411, 531, 578.
232 İbn Sa’d, a.g.e., III, 47, 48, 49, 52, 53, 96, 123, 272, 400, 410, 416, 449, 451,
461, 466, 494, 497, 503, 509, 513.
233 Evâil tabiriyle İlk şehit olan, ilk ok atan, Medine’de ilk doğan gibi
sahâbeden ilk olma özelliğiyle öne çıkanlar kastedilmektedir.
234 İbn Sa’d, a.g.e., III, 9, 21, 44, 46, 51, 101, 139, 140, 167, 171, 239, 387, 391,
392, 397, 405, 438, 491, 492, 547, 565, 568, 608, 611, VI, 25, VIII, 12, 17, 110.
219
220
72
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ayrıca Vâkıdî, Bedir’de şehit olanlar, 235 Uhutta şehit olanlar,236
Uhut’ta Hz. Peygamber’in yanında kalanlar,237 Ayneyn tepesindeki
Okçular’dan bir kısmı,238 Uhut gazvesinde geri hizmetlerde çalışan
kadınlar,239 Bi’ri maûne’de şehit olanlar,240 Müreysi’ gazvesine katılan
bazı sahâbîler,241 Hendek’te şehit olanlar,242 Hayber’in fethine katılan
kadın sahâbîler,243 Hz. Peygamber’in Ketîbe arazisinden pay verdiği
kimseler,244 Hayber’de şehit olanlar,245 Mûte’de şehit olanlar,246 Mekke
fethindeki sancaktarlar,247 Mekke fethi esnasında Müslüman olan kadınlar,248 Fetih günü şehit olanlar,249 Huneyn’de şehit olanlar,250
Tâif’te şehit olanlar251 ve Hz. Peygamber’in gönderdiği zekât memurları252 gibi çeşitli listeler de zikretmektedir.
Vâkıdî, sahâbîlerle ilgili isim, nesep, künye, vefat tarihi ve gazvelere katılım gibi genel bilgilerin yanı sıra sahâbîlerin giyim kuşamı,253 fiziksel ve davranışsal özellikleri 254 gibi bilgileri hatta
sahâbîlerden bazısının varislerine bıraktıkları miras miktarılarını da
nakletmektedir.255 Bu rivâyetlerde ise belirli râvîlerden değil, birçok
râvîden istifade ettiği görülmektedir.
Vâkıdî, a.g.e., s. 132-133.
Vâkıdî, a.g.e., s. 231-235.
237 Vâkıdî, a.g.e., s. 193.
238 Vâkıdî, a.g.e., s. 195.
239 Vâkıdî, a.g.e., s. 19.
240 Vâkıdî, a.g.e., s. 265.
241 Vâkıdî, a.g.e., s. 299.
242 Vâkıdî, a.g.e., s. 356.
243 Vâkıdî, a.g.e., s. 471.
244 Vâkıdî, a.g.e., s. 477.
245 Vâkıdî, a.g.e., 480.
246 Vâkıdî, a.g.e., 522.
247 Vâkıdî, a.g.e., 540-541, 552-553.
248 Vâkıdî, a.g.e., 571.
249 Vâkıdî, a.g.e., 585.
250 Vâkıdî, a.g.e., 614.
251 Vâkıdî, a.g.e., 624.
252 Vâkıdî, a.g.e., 645.
253 İbn Sa’d, a.g.e., III, 56, 57, 59, 116, 330, 384, IV, 175.
254 İbn Sa’d, a.g.e., III, 26, 27, 44, 56, 95, 96, 107, 114, 133, 143, 157, 163, 188,
263, 414, 444, 498, 499, 505, 546.
255 İbn Sa’d, a.g.e., III, 76, 86, 110, 114, 136, 149, 160, 210, 221, 222.
235
236
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
73
II- Nesep Bilginleri
Sahâbîlerle ilgili bilgiler verilirken onların nesep bilgileri de
zikredilmektedir. Özellikle Kureyş ve Ensâr’ın nesep bilgilerinde birkaç neslin nesebi de verilmektedir. Bunun yanında Yemen bölgesindeki kabilelere mensub sahâbîlerle ilgili bilgilerde de nesep bilgisinin
zikredildiği görülmektedir.
A- Kureyş’in Nesebinde Uzman Olanlar
1- Hz. Ebû Bekr (ö. 13)
Kureyş’in nesebini en iyi bilenlerden olduğu söylenmektedir. 256
Müslim’de rivâyet edilen bir hadisi şerifte de Hz. Peygamber onu,
Kureyş’in nesebini en iyi bilen kimse olarak nitelemektedir. 257 Hz.
Peygamber’e gelen heyetleri karşılaması ve onlarla ilgilenmesi de 258
muhtemelen Hz. Ebû Bekr’in nesep bilgisindeki uzmanlığından kaynaklanmaktadır.
Neseple ilgili isnatlarda Hz. Ebû Bekr’in adı geçmemektedir.
Ancak Kureyş’in nesep bilginlerinden ve Hz. Ömer’in, Divan’ın yazımında görevlendirdiği üç kişiden biri olan Cübeyr b. Mut’im, nesep
bilgisini Hz. Ebû Bekr’den aldığını ve onun, Arapların nesebini en iyi
bilen kimse olduğunu söylemektedir.259
Hişam b. Urve-Urve b. ez-Zübeyr-Hz. Âişe tarîkıyle nakledilen
bir rivâyette Hz. Âişe’nin, babası Hz. Ebû Bekr’den neseb bilgisi naklettiği görülmektedir.260 Buna dayanarak Hz. Âişe’nin de babasından
nesep bilgisi aldığı ve bunu yiğeni Urve’ye aktardığı söylenebilir.
2- Mahreme b. Nevfel (ö. 54)
Fetih günü Müslüman olanlardandır. Meşhur sahâbîlerden
Misver b. Mahreme’nin babasıdır. Hz. Ömer’in dîvân’ı oluşturmada
görevlendirdiği üç kişiden biridir.261
Mus’ab ez-Zubeyrî, Mahreme’den nesep bilgisi alındığını söylemektedir.262 Kendisinden oğlu Misver b. Mahreme rivâyette bulunmuştur.263
256
257
258
259
260
261
Bkz. İbn İshâk, a.g.e., s. 120; İclî, es-Sikât, II, 387.
Bkz. Müslim, “Fedâilu’s-sahâbe” 34.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 313, III, 346.
İbn Hişâm, a.g.e., s. 32, İbn Hacer, el-İsâbe, s. 178.
İbn Hayyât, et-Tabakāt, s. 71.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 295.
74
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
3- Cübeyr b. Mut’im (ö. 58-59)
Arapların meşhur ensâb bilginlerindendir. Kendisinden neseple ilgili bilgiler nakledilmiştir. 264 Hz. Ömer’in Dîvân’ı oluşturmada
görevlendirdiği üç kişiden biridir. Nesep bilgisini Hz. Ebû Bekr’den
aldığını söylemektedir.265 Kendisinden de öğrencisi Said b. Müseyyib
ve oğulları Nâfi’ ve Muhammed266 nesep bilgisi almıştır.267 İbn Sa’d,
Vâkıdî’nin, Bedr’e katılan sahâbîlerle ilgili bilgileri naklettiği rivâyet
zincirlerini verirken Muhammed b. Cübeyr b. Mut’im’i de zikretmektedir.268
4- Akîl b. Ebî Tâlib (ö. 60)
Hz. Ali’nin büyük kardeşidir. Kureyş’in nesep bilginlerindendir.269 Hz. Ömer’in Dîvân’ı oluşturmada görevlendirdiği üç kişiden
biridir. İnsanların Mescid-i Nebevî’de ondan Kureyş kabilesi ile ilgili
bilgiler aldıkları nakledilmektedir. 270
5- el-Misver b. Mahreme b. Nevfel (ö. 64)
Kureyş ile ilgili bilgilerde uzman olanlardandır. 271 Muhtemelen
nesep bilgisini babası Mahreme b. Nevfel’den almıştır. Öğrencileri
arasında oğlu Abdurrahman b. el-Misver b. Mahreme, Urve b. ezZübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ûd, Said b. elMüseyyib ve kızı Ummu Bekr gibi nesep ve meğâzî bilginleri bulunmaktadır.272
Urve b. ez-Zübeyr’in kaynaklarındandır.273 Kızı Ummu Bekr de
babasından bazı sahâbîlerle ilgili bilgiler nakletmektedir. 274
Mus’ab ez-Zübeyrî, Nesebu Kureyş, I, 84.
İbn Ebî Hâtim, a.g.e., VIII, 362; Mizzî, a.g.e., XXVII, 582.
264 İbn Hacer, et-Tehzîb, II, 64.
265 İbn Hişâm, a.g.e., s. 32.
266 Muhammed b. Cübeyr’in naklettiği bilgiler için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., I, 70,
71, 132.
267 Sezgin, a.g.e., II, 29.
268 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
269 İbn Sa’d, a.g.e., I, 121; Belâzürî, Ensâb, II, 327.
270 İbn Hacer, el-İsâbe, s. 925.
271 Belâzürî, a.g.e., X, 10.
272 Mizzî, a.g.e., XXVII, 582.
273 Musa b. Ukbe, a.g.e., s. 314; İbn Sa’d, a.g.e., III, 350, IV, 360, VIII, 287.
274 İbn Sa’d, a.g.e., III, 64, 132, 133, 316; VIII, 51.
262
263
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
75
B- Ensâr’ın Nesebinde Uzman Olanlar
İbnü’l-Kaddâh, Abdullah b. Muhammed b. Umâre el-Ensârî
(ö. 225)
Devrinin önemli nesep bilginlerindendir. İbnü’l-Kaddâh diye
de bilinmektedir. Öğrencileri arasında Mus’ab ez-Zübeyrî ve Ömer b.
Şebbe gibi önemli müellifler de bulunmaktadır. 275 Özellikle Ensârın
nesebi konusunda uzmandır.276 İbn Sa’d’ın, Abdullah el-Ensârî’ye ait
Kitâbu Nesebi’l-ensâr adlı eserinden yararlandığı açıkça görülmektedir.277 Ensâr ile ilgili bilgilerde İbn Sa’d’ın ana kaynaklardandır.
İbn Sa’d, Bedir ashâbıyla ilgili bilgilere başlamadan önce verdiği kaynak listesinde Abdullah el-Ensârî’yi ve onun kaynaklarını
zikretmektedir. Buna göre Abdullah el-Ensârî’nin Zekeriyya b. Zeyd
b. Sa’d, Zekeriyya b. Yahya b. Ebi’z-Zevâid, Ebû Ubeyde b. Muhammed b. Ammar b. Yasir ve İbrahim b. Nûh b. Muhammed ezZaferî’den yararlandığı görülmektedir.278 Ancak İbn Sa’d, şahıslarla
ilgili olarak Abdullah el-Ensârî’den nakilde bulunduğu yerlerde Abdullah el-Ensârî’nin kaynağını zikretmemektedir.279 Muhtemelen İbn
Sa’d bu yerlerde Abdullah’ın kitabından nakilde bulunmaktadır.
Bir yerde Abdullah el-Ensârî, Dâvûd b. el-Husayn’ın (ö. 135) el
yazısıyla yazmış olduğu bir vesikada gördüğü bir bilgiyi nakletmektedir.280 Buna göre Abdullah’ın, bazı bilgileri, Dâvûd b. el-Husayn’ın
yazılı belgelerinden vicâde yoluyla alıp naklettiği söylenebilir.
Abdullah el-Ensârî, bazı nesep bilgilerinde yanlış yaptıklarını
söyleyerek İbn İshak ve Ebû Ma’şer’i ya da onlardan yanlış olarak
nakledenleri eleştirmektedir.281
Sezgin, a.g.e., II, 50.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 442.
277 İbn Sa’d, a.g.e., III, 479, 513, 521, 548, 625, 626.
278 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
279 İbn Sa’d, a.g.e., III, 97, 440, 442, 449, 451, 452, 454, 455, 466, 469, 470, 477,
478, 479, 479, 480, 481, 482, 489, 490, 491, 492, 494, 495, 496, 497, 502, 503, 507,
508, 513, 514, 521.
280 İbn Sa’d, a.g.e., III, 449.
281 İbn Sa’d, a.g.e., III, 469, 514. İsim vermeden yaptığı başka bir eleştiri için
bkz. a.mlf, a.g.e., III, 536.
275
276
76
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
C- Genel Nesep Bilgisi Uzmanları
1- Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî (ö. 146)
Hem nesep hem de tefsir bilgisiyle meşhur olan âlimlerdendir.
Daha çok Ebû Sâlih’ten282 nakilde bulunmuştur. Kendisinden ise
İbnü’l-Kelbî diye meşhur olan oğlu Hişam ve birçok kimse nakilde
bulunmuştur.
Kelbî’den nakledilen bilgiye göre oğlu Hişam’a; Kureyş’in nesep bilgisini Ebû Sâlih’ten, onun da Akîl b. Ebî Tâlib’ten aldığını söylemektedir.283 Ancak İbn Sa’d’ın Tabakāt’ında Kureyş’in nesep bilgisi
ile ilgili rivâyetlerini Ebû Sâlih yoluyla İbn Abbas’tan naklettiği görülmektedir.284 Diğer kabilelerle ilgili nesep bilgilerini de o kabilelerin
nesep bilgisinde uzmanlaşmış kimselerden aldığı söylenmektedir. 285
Kendisinden bazı âyetlerin nüzûlüne sebep olan sahâbîlerle ilgili bilgiler de rivâyet edilmektedir. Kelbî’nin bu rivâyetlerdeki kaynağı da Ebû Sâlih yoluyla İbn Abbas’tır. 286
Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ilgili rivâyetlerinin birçoğunu da yine Ebû Sâlih-İbn Abbas, tarîkiyla rivâyet etmektedir.287
2- Ebu’l-Yakazân Âmir b. Hafs (ö. 190)
Tarih ve nesep bilginlerinden Medâinî’nin hocalarındandır.
Medâinî onu, Suhaym b. Hafs, Âmir b. Hafs, Âmir b. Ebî Muhammed, Âmir b. el-Esved, Suhaym b. el-Esved gibi çeşitli isimlerle anmaktadır. Taberî’de ise Suhaym b. Hafs, şeklinde geçmektedir. 288 Önde gelen nesep bilginlerindendir. Kendisi gibi nesep bilgini olan
İsmi Bâzâm (ö. ?) veya Bâzân’dır. Ebû Tâlib’in kızı Ummu Hânî’nin
mevlasıdır. İbn Abbas’tan rivâyet ettiği bir tefsiri vardır. Bkz. İbn Sa’d, a.g.e.,
VI, 296.
283 İbnü’n-Nedîm, a.g.e., s. 152.
284 İbn Sa’d, a.g.e., I, 70, 74, 75, 85, 96; III, 42. Başka tariklerden yapılan nakiller için bkz. a.mlf, a.g.e., I, 89, 102.
285 İbnü’n-Nedîm, a.g.e., s. 152.
286 İbn Sa’d, a.g.e., III, 250, IV, 15, 8, 99.
287 Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili rivâyetler için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., VIII,
16, 56, 58, 102, 145, 146, 147, 150, 151, 154. Hz. Peygamber’in çocukları ile ilgili rivâyetler için bkz. a.mlf., a.g.e., I, 133, III, 7.
288 Taberî, Târîh, II, 683, III, 266, IV, 57, 111; Ebu’l-Yakazân’ın isim, künye ve
lakab bilgileri için bkz. İbnü’n-Nedîm, a.g.e., s. 151; Sezgin, a.g.e., II, 47.
282
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
77
Medâinî’nin kaynaklarındandır. İbn Kuteybe, el-Maârif’te,289 Belâzürî,
Ensâbu’l-eşrâf’ta,290 Halîfe b. Hayyât, Târih’inde291 ( ‫ )قاال بواو الظاناا‬diyerek
kendisinden sık sık alıntılar yapmıştır. Özellikler Kuzey Arap kabilelerinin (Adnânilerin) nesebinde uzmandır.
3- Hişam b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî (ö. 204)
Ensâbı en iyi bilenlerdendir.292 Ensab konusunda babası Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî’nin eserine ya da rivâyetlerine dayanmaktadır.293 Güney Arap kabilelerinin (Kahtânilerin) nesebi konusunda uzmandır.
İbnü’n-Nedîm el-Fihrist’te, İbnü’l-Kelbî’nin 100’den fazla eserinin adını vermektedir.294 En meşhur eseri elimizde mevcut olan
Cemheretu’n-neseb diye adlandırılan eseridir. Nesep bilgileri bakımından elimizdeki en eski kaynak olan Cemhere, İbn Kelbî’nin, babası
Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî’den naklettiği bilgilerden oluşmaktadır. Ensâb konusunda kendisinden sonrakilerin dayandığı önemli bir
bilgindir.
Eserini kabile ve boylara göre oluşturan İbnü’l-Kelbî nesepleri
sıralarken sahâbîlerin geçtiği yerlerde kısa kısa bilgiler vermekte, nadiren senetsiz olarak söz konusu sahâbînin Hz. Peygamberle birlikteliğini gösteren bir hadisi nakletmektedir.
İbn Sa’d’ın, İbnü’l-Kelbî’nin eserlerinden özellikle de
Cemheretü’n-neseb adlı eserinden yararlandığı açıkça görülmektedir.295 Aynı şekilde Belâzürî’nin Ensâbu’l-eşrâf adlı eserinin en önemli
dayanaklarındandır.
İbnü’n-Nedîm’in listesinde İbnü’l-Kelbî’nin Kitâbu’l-vufûd adlı
eserinin ismi geçmektedir. İbn Sa’d’ın et-Tabakāt’ında Hz. Peygamber’e heyet olarak gelenler rivâyet edilirken İbnü’l-Kelbî’nin bir hayli
289
290
291
292
293
294
295
İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 170, 236, 296, 318.
Belâzürî, Ensâb, III, 31, XII, 105.
İbn Hayyât, et-Târîh, s. 95, 12.
İbn Kuteybe, a.g.e., s. 537.
Sezgin, a.g.e., II, 51.
İbnün-Nedîm, a.g.e., s. 153-157.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 391; 418; IV, 243, 354, 355, VII, 38.
78
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rivâyeti bulunmaktadır.296 Bu da İbn Sa’d’ın, İbnü’l-Kelbî’nin söz konusu eserinden yararlandığını göstermektedir.
Yine İbnü’n-Nedîm’de İbnü’l-Kelbî’nin Kitâbu ezvâci’n-Nebiy
adlı kitabı olduğundan bahsedilmektedir. Aynı şekilde İbn Sa’d’ın etTabakāt’ında söz konusu kitaptan çoğunlukla İbnü’l-Kelbî-Babası
Muhammed b. es-Sâib-Ebû Sâlih-İbn Abbas tarîkıyla çeşitli
rivâyetlerin bulunduğu görülmektedir.297
4- Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Abdillah b. Ebî Seyf elKuraşî el-Medâinî (ö. 225),
Neseb ve tarih bilginidir. İbnü’n-Nedîm 100’den fazla kitabının
adını vermektedir.298 Hocaları arasında Ebû Ma’şer, Ali b. Mücahidb.
Müslim el-Kâbulî (ö. 180’den sonra), Yezîd b. İyâd b. Ca’debe gibi siyer ve megazi râvîleri vardır. Kendisinden Zübeyr b. Bekkâr, Ahmed
b. ez-Zübeyr ve Ahmed b. Ebî Hayseme Züheyr b. Harb rivâyette bulunmuştur.299
Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili bilgilerde İbn Sa’d’ın,
ana kaynaklarındandır. İbnu’n-Nedîm, Medâinî’nin eserlerini sayarken Kitâbu’l-vufûd adlı eserini de zikretmektedir.300 Muhtemelen İbn
Sa’d, Medâinî’nin bu eserinden yararlanmıştır.
Medâinî, heyetlerle ilgili naklettiği bilgileri;
Ebû Ma’şer-Yezid b. Rûmân,
Ebû Ma’şer-Muhammed b. Kâ’b el-Karazî,
Ebû Bekr el-Huzelî-Şa’bî,
Ali b. Mücahid-Muhammed
Hâlid/Asım b. Ömer b. Katâde,
b.
İshâk-Zührî/İkrime
b.
Yezîd b. İyâd b. Ca’debe-Abdullah b. Ebî Bekr b. Hazm
tarîkleriyle rivâyet etmektedir.301
İbn Sa’d, a.g.e., I, 291, 295, 300, 301, 304, 321, 322, 324, 332, 333, 334, 335,
342, 346; V, 476.
297 İbn Sa’d, a.g.e., I, 132, VIII, 14, 16, 56, 58, 145, 146, 150, 151.
298 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s. 162-168.
299 Zehebî, Tezkire, II, 596; İbn Hacer, Lisân, IV, 253.
300 İbnu’n-Nedîm, a.g.e., s. 162.
301 İbn Sa’d, a.g.e., I, 303, 305, 309, 316, 340, 341, 348, 351, 355, 357.
296
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
79
Ayrıca sahâbîlerin vefat tarihleri ile ilgili de birçok rivâyeti bulunmaktadır.302
III- Özel Konularda Uzmanlığı Olanlar
Sahâbîlerle ilgili bilgiler incelendiğinde bazı kimselerden nakledilen bilgilerin, belirli konularda daha fazla olduğu görülmektedir.
A- Hz. Peygamber’in Ailesi ile İlgili Bilgilerde Uzman Olanlar
1- Hz. Âişe (ö. 57)
Kendisinden Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ile ilgili birçok rivâyet nakledilmektedir. Bu rivâyetlerin çoğunluğu ise kız kardeşi Esmâ binti Ebî Bekr’in oğlu Urve b. ez-Zübeyr yoluyla sonraki
dönemlere aktarılmaktadır.
Bu bilgiler, Zührî-Urve b. ez-Zübeyr-Aişe,303 Hişam b. UrveBabası Urve b. ez-Zübeyr304 ve Amre binti Abdirrahman-Aişe305 tarikleriyle rivâyet edilmektedir. Bunların dışında Hz. Âişe’den, Hz. Peygamber’in ailesiyle ilgili farklı isnatlarla da bazı bilgiler nakledilmektedir.306
Hz. Âişe’den, diğer sahâbîlerle ilgili bilgiler de nakledilmektedir. Bu hususta da Hz. Âişe’nin en önemli râvîsi, yeğeni Urve b. ezZübeyr ve yanında kalan Amre binti Abdirrahman’dır. 307 Urve’den
ise bu rivâyetleri genelde Zührî,308 bazen de Hişam b. Urve 309 nakletmektedir.
2- Abdullah b. Abbas (ö. 68)
Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın oğludur. Kendisinden
Kureyş kabilesinin nesep bilgisi, Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları
Bkz.İbn Ebî Hayseme, et-Tarih, II, 49, 50, 51, 58; İbn Hacer, el-İsâbe, s. 54,
138, 235, 242, 276, 290, 492, 547, 604, 611, 752, 775.
303 İbn Sa’d, a.g.e., I, 132; VIII, 17, 18, 28, 29, 53, 114, 141, 174.
304 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 15, 16, 53, 58, 59, 61, 65, 94.
305 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 62, 108, 212.
306 İbn Sa’d, a.g.e., II, 247, VIII, 26, 54, 100, 116, 209.
307 Amre binti Abdirrahman’ın rivâyetleri için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., III, 431,
602, VIII, 242.
308 İbn Sa’d, a.g.e., II, 225, 344; III, 173, 185, 188, 231; IV, 63, 69, 107; VIII, 257,
314.
309 İbn Sa’d, a.g.e., III, 425, IV, 207, VIII, 237.
302
80
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ve birçok sahâbî ile ilgili bilgiler nakledilmiştir. İbn Abbas’ın, hem
Hz. Peygamber’in amcasının oğlu hem de teyzesi Meymûne binti’lHâris’in, Hz. Peygamber’in zevcesi olması, Hz. Peygamber’in ailesi
ile ilgili bilgilere kolayca ulaşmasını sağlamış olmalıdır.
İbn Abbas’ın rivâyetlerinin çoğu Ebû Sâlih,310 İkrime, Kureyb
ve Atâ b. Ebî Rabâh yoluyla nakledilmektedir.
Kureyş kabilesinin nesep bilgisi ile ilgili rivâyetler daha çok
İbnü’l-Kelbî-Babası Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî-Ebû Sâlih-İbn Abbas, tarikiyle nakledilmektedir.311 Ayrıca bazı âyetlerin nüzûlüne sebep olan sahâbîlerle ilgili bilgilerin de yine aynı tarikle İbn Abbas’tan
nakledildiği görülmektedir.312
İbn Abbas’ın, Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ile ilgili
rivâyetlerinin birçoğu da yine İbnü’l-Kelbî-Babası Muhammed b. esSâib el-Kelbî-Ebû Sâlih-İbn Abbas tarikiyle rivâyet edilmektedir.313
Aynı konuda İbn Abbas’tan, İkrime314 ve Kureyb315 yoluyla da bazı
bilgiler nakledilmektedir.316
Diğer sahâbîlerle ilgili bilgilerin birçoğu ise İbn Abbas’tan,
İkrime yoluyla rivâyet edilmektedir.317 İbn Abbas’tan, İkrime dışında
farklı tariklerle de birçok rivâyet nakledilmektedir.318
Bütün bunların yanı sıra İbn Abbas’tan Hz. Peygamber’e gelen
heyetlerin katılımcılarıyla ilgili bilgiler de rivâyet edilmektedir.319
İsmi Bâzâm veya Bâzân’dır. Ebû Tâlib’in kızı Ummu Hânî’nin mevlâsıdır.
İbn Sa’d, a.g.e., I, 70, 74, 75, 85, 96; III, 42. Ayrıca bkz. İbn Hayyât, etTabakāt, I, 66. Başka tariklerden yapılan nakiller için bkz. a.mlf, a.g.e., I, 89,
102.
312 İbn Sa’d, a.g.e., III, 250, IV, 15, 8, 99.
313 Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili rivâyetler için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., VIII,
16, 56, 58, 102, 145, 146, 147, 150, 151, 154. Hz. Peygamber’in çocukları ile ilgili rivâyetler için bkz. a.mlf., a.g.e., I, 133, III, 7.
314 İbn Sa’d, a.g.e., I, 132, VIII, 16, 33, 133, 135, 137.
315 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 118, 119, 138.
316 Hz. Peygamber’in eşleri ve çocukları ile ilgili İbn Abbas’tan farklı tariklerle nakledilen rivâyetler için bkz. İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 28, 29, 36, 84, 135, 136,
182, 193.
317 İbn Sa’d, a.g.e., III, 48, 64, 110, 427, 567; IV, 31, 241, 318; VIII, 159, 257.
318 İbn Sa’d, a.g.e., I, 153, 299, III, 398, 623, IV, 5, 16, 54, 64, 75, 189, 224, 251,
295, 323.
319 İbn Şebbe, Târîhu’l-Medîne, II, 521,523, 537, 539, 575, 590.
310
311
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
81
3- Hişam b. Urve (ö. 146)
Rivâyetlerinin çoğunu babası Urve b. ez-Zübeyr’den nakletmektedir. Bunun yanında kardeşi Abdullah b. Urve, amcası Abdullah
b. ez-Zübeyr, amcasının torunu Abbad b. Hamza b. Abdillah b. ezZübeyr, Zührî ve Mûsâ b. Ukbe’den de rivâyetleri vardır.
Kendisinden, İbn Ebi’z-Zinâd, Hammâd b. Seleme, Ma’mer b.
Râşid, Ebû Usâme Hammâd b. Usâme, Ebû Ma’şer, Abdullah b.
Numeyr, el-Leys b. Sa’d, Malik b. Enes, Süfyân b. Uyeyne ve Vekî’ b.
el-Cerrâh gibi devrin önde gelen âlimleri nakilde bulunmuştur.
Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili rivâyetlerin hemen hepsini
babası Urve’den nakletmektedir.320 Bir kaç yerde Abbâd b. Hamza b.
Abdillah b. ez-Zübeyr’den nakilde bulunmaktadır. 321 Bazı
rivâyetlerde ise senet zinciri Hişam b. Urve’de kesilmektedir.322
Diğer sahâbîlerle ilgili rivâyetlerde de ana kaynağı babası
Urve’dir.323 Bunun yanında kardeşi Abdullah b. Urve, 324 ninesi Esma
binti Ebî Bekr325 ve Mûsâ b. Ukbe’den326 de nakilde bulunmaktadır.
Bazı rivâyetlerde ise senet Hişam’a kadar devam etmektedir.327
B- Medine’deki Sahâbîlerin Evlerinin Bulunduğu Yerler Konusunda Uzman Olanlar
Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes’ûd (ö. 94)
Tâbiînin büyüklerinden olan Ubeydullah b. Abdillah Fukahâ-i
seb‘adandır. Hz. Âişe, Ebû Hureyre ve İbn Abbas gibi sahâbîlerden
İbn Sa’d, a.g.e., I, 132, 195, VIII, 16, 53, 58, 59, 60, 61, 63, 65, 78, 94, 175, 237,
245, 250, 284, 287.
321 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 64, 66.
322 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 41, 61, 253.
323 İbn Sa’d, a.g.e., III, 10, 101, 102, 103, 104, 105, 107, 126, 172, 173, 207, 303,
350, 363, 425, 426, 528, 541, 606, 613, IV, 53, 63, 67, 68, 138, 206, 207, 273;
Abdürrezzak, Musannef, XI, 234, 241; İbn Hayyât, a.g.e., I, 70; Buhârî, etTârîhu’l-kebîr, I, 156, III, 109, 409, V, 132, VIII, 106; Buhârî, et-Târîhu’s-sağîr, I,
16, 39, 109, 174.
324 İbn Sa’d, a.g.e, III, 100.
325 Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, V, 6.
326 Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, III, 185.
327 İbn Sa’d, a.g.e, III, 15, IV, 181 Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr, III, 29, 409, VI, 132;
Buhârî, et-Târîhu’s-sağîr, I, 36, 66, 99.Fesevî, a.g.e., I, 244, 272, 292.
320
82
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rivâyetleri vardır.328 Sahâbîlerle ilgili verdiği bilgilerin naklinde öğrencisi Zührî öne çıkmaktadır. Zührî’nin en önemli dört hocasından
biridir. Ayrıca Halife Ömer b. Abdilaziz’e de hocalık yapmıştır. 329 Bu
da sahâbîlerle ilgili bilgilerde devlet arşivlerine ulaşmasına imkân
sağlamış olmalıdır.
Özellikle sahâbîlerin evlerinin bulunduğu yerlerle ilgili bilgileri nakletmektedir. Bu bilgiler Muhammed b. Abdillah b. Müslim ezZührî-İbn Şihâb ez-Zührî kanalıyla rivâyet edilmektedir.330
Ayrıca kendisinden yine Zührî kanalıyla Hz. Peygamber’in
gönderdiği elçilerle ilgili bilgiler de nakledilmiştir. Bu rivâyetlerde ise
Ubeydullah’ın kaynağı İbn Abbas’tır.331 Yine Zührî, kendisinden Habeşistan’a hicret edenlerin listesini rivâyet etmiştir.332
C- Muâhât Konusunda Uzman Olanlar
1- Muhammed b. İbrahim b. el-Hâris et-Teymî (ö. 120)
Tâbiîndendir. Hz. Âişe, Üsâme b. Zeyd, Enes b. Mâlik ve Câbir
b. Abdillah gibi sahâbîlerden, Urve b. ez-Zübeyr ve Ebû Seleme b.
Abdirrahman b. Avf gibi tabiînin büyüklerinden rivâyetleri vardır.
Kendisinden oğlu Mûsâ b.Muhammed (ö. 151), İbn Şihâb ez-Zührî ve
Muhammed b. İshak rivâyettebulunmuştur.333
İbn Sa’d’ın Tabakāt’ında oğlu Mûsâ b. Muhammed b. İbrahim
tarikıyla birçok rivâyeti vardır. Bu rivâyetlerde Muhammed b. İbrahim, kaynağını belirtmemektedir. Bir rivâyette oğlu Mûsâ b. Muhammed, babasına ait yazının olduğu bir sahîfeden nakilde bulunmaktadır.334 Mûsâ b. Muhammed’in babasından aktardığı bilgilerin
bu sahifeden olması muhtemeldir.
Muhammed b. İbrahim daha çok Hz. Peygamber’in, hangi
sahâbîyi hangi sahâbîyle kardeş ilan ettiğine dair bilgiler vermekte-
İbn Hacer, et-Tehzîb, VII, 22.
İbn Hacer, et-Tehzîb, VII, 22.
330 İbn Sa‘d, a.g.e., III, 51, 56, 103, 126, 139, 152, 161, 176, 216, 240, 250, 272,
396, IV, 252.
331 İbn Sa’d, a.g.e., I, 258; IV, 189.
332 Buhârî, Târîhu’l-evsat, I, 67.
333 Mizzî, a.g.e., XXIV,302-304.
334 İbn Sa’d, a.g.e., II, 290.
328
329
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
83
dir.335 Ayrıca Bedir savaşına katılanlarla ilgili bilgilerde de oğlu Mûsâ
vasıtasıyla Vâkıdi’nin ana kaynakları arasında yer almaktadır.336
Vakıdî, Sahâbîlerin İslâmla müşerreflenmelerinin nasıl olduğuna dair bilgilerde de yine oğlu Mûsâ b. Muhammed yoluyla Muhammed b. İbrahim’den rivâyette bulunmaktadır.337
2- Abdullah b. Ca’fer b. Abdirrahman b. el-Misver b. Mahreme ez-Zührî (ö. 170)
Misver b. Mahreme’nin neslindendir. Babasının halası Ummu
Bekr bint Misver b. Mahreme, amcası Ebû Bekr b. Abdirrahman b. elMisver b. Mahreme, Zührî, Sa’d b. İbrahim b. Abdirrahman b. Avf,
Abdulvahid b. Ebî Avn’dan (ö. 144)338 birçok rivâyeti vardır.
Özellikle Hz. Peygamber’in kardeş ilan ettiği kimseler ve Hz.
Peygamber’in hanımları ile ilgili rivâyetleri öne çıkmaktadır. Muâhât
ile ilgili rivâyetleri İbrahim b. Sa’d339 ve Abdulvâhid b. Ebî Avn340 yoluyla nakletmektedir. Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili bilgileri de yine İbn Ebî Avn’dan341 ve Ummu Bekr’den342 rivâyet etmektedir.
İbn Ebî Avn, Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili naklettiği bazı
bilgilerde İbn Mennâh’tan nakilde bulunmaktadır. 343 Buna göre İbn
Ebî Avn’ın, Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili bilgilerde İbn Mennâh’a
dayandığı söylenebilir. İbn Mennâh’ın da bir rivâyette Hz. Âişe’ye
dayandığı görülmektedir.344 Dolayısıyla İbn Mennâh’ın kaynağının
da Hz. Âişe olduğu söylenebilir.
Ummu Bekr’in ise bazı sahâbî bilgilerinde, babası Misver b.
Mahreme’ye dayandığı görülmektedir.345
İbn Sa’d, a.g.e., I, 238; III, 44, 51, 56, 88, 240, 245, 272, 410, 436, 437, 439,
481, 498, 503, 509, 523, 584.
336 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5, 22, 103.
337 İbn Sa’d, a.g.e., III, 55, 123, 172; VIII, 42.
338 Babası Ebû Avn, Misver b. Mahreme’nin mevlası idi.
339 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 139, 249, 50, 272, 421, 436, 439, 459, 498, 505, 524,
583.
340 İbn Sa’d, a.g.e., III, 22, 44, 139, 249, 250, 272, 421, 436, 437, 439, 583.
341 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 81, 83, 93, 993 102, 127, 145, 150, 155, 189, 190, 191.
342 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 222.
343 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 142, 190, 191.
344 İbn Sa’d, a.g.e., VIII, 189.
345 İbn Sa’d, a.g.e., III, 64, 132, 133, 316; VIII, 51.
335
84
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Abdullah b. Ca’fer, bazı gazve ve seriyyelerle ilgili haberlerde
de Vâkıdî’nin kaynaklarındır.346 Ayrıca Zührî vasıtasıyla Bedir’de şehit olanların listesini nakletmektedir.347
Bazı sahâbî bilgilerinde ise senet Abdullah b. Ca’fer’e kadar
devam etmektedir.348
D- İlk Müslümanların Nerede ve Ne Zaman Müslüman Oldukları Konusunda Uzman Olanlar
Yezîd b. Rûmân (ö. 130)
Zübeyr b. el-Avvâm ailesinin mevlâsıdır. Abdullah b. ezZübeyr, Enes b. Mâlik gibi sahâbîlerden, Urve b. ez-Zübeyr ve Zührî
gibi tabiînden rivâyet etmiştir. Kendisinden ise Zührî, Dâvûd b. elHusayn, Hişam b. Urve, Muhammed b. İshak ve Malik b. Enes gibi
âlimler rivâyet etmiştir.349
İbn Sa’d’da, Vakıdî-Muhammed b. Salih b. Dinar-Yezid b.
Rûman tarikıyle sahâbîlerin Müslüman oldukları vakitle ilgili birçok
rivâyeti bulunmaktadır.350 Yine İbn Sa’d, Vakıdî’den çeşitli tariklerle
Yezid b. Rûman’a ulaşan sahâbe listeleri de rivâyet etmektedir.351
Yezid b. Rûmân’dan Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili
rivâyetler de nakledilmektedir. Bu bilgiler, çoğunlukla Ali b. Muhammed el-Medâinî-Ebû Ma’şer-Yezîd b. Rûmân yoluyla rivâyet
edilmektedir.352
Vâkıdî, a.g.e., s. 167, 272, 299, 321.
Vâkıdî, a.g.e., s. 132.
348 İbn Sa’d, a.g.e., III, 97, 158, 159, 303; VIII, 115, 129, 142, 144, 149, 161.
349 Mizzî, a.g.e., XXXII, 122-123.
350 İbn Sa’d, a.g.e., III, 55, 84, 89, 124, 151, 165, 168, 230, 239, 382, 386, 388, 390,
392, 393, 400, 402, 405, 409; IV, 34, 102, 129; VIII, 280.
351 Mekke’de işkence görenler: ibn Sa’d, a.g.e., III, 165, 227, 230, 232, 248.
Belâzurî, Ensâb, I, 182. Bu rivâyetlerde Yezid b. Rûman’ın kaynağı Urve b. ezZübeyr’dir. Bedr’e katılanlar: İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
352 İbn Sa’d, a.g.e., I, 188, 305, 348, İbn Hacer de İbn Şahin’in eserinden naklen
Medâinî-Ebû Ma’şer-Yezid b. Rûmân tarikıyle bir çok rivâyet nakletmektedir.
Bkz. İbn Hacer, el-İsâbe, s. 61, 162, 283, 285, 315, 327, 466, 740, 1006. Yezid b.
Rûmân’dan heyetlerle ilgili farklı tarikle gelen rivâyetler için bkz. İbn Sa’d,
a.g.e., I, 316.
346
347
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
85
E- Belli Bölgelerdeki Sahâbîler Hakkında Uzmanlığı Olanlar
Özellikle muhacir, ensar ve güney Arap kabileleri dışındaki
sahâbîlerle ilgili bilgiler ayrıca muhacir ve ensardan Mekke, Medine
dışındaki şehirlere yerleşen sahâbîlerle ilgili bilgiler genelde o bölgede yaşayan kimselerden nakledilmektedir. Dolayısıyla bu kimseler
ilgili bölgeye yerleşen sahâbîlerle ilgili bilgilerde öncelikli olarak başvurulan kimseler arasındadır.
1- Yezîd b. Ebî Habîb el-Mısrî (ö. 128)
Mısır’lı âlimlerdendir. Mısır’da ilmî inkişaf ettiren ilk kişinin
Yezid b. Ebî Habîb olduğu söylenmektedir. İbn Ebî Habîb’in, Abdullah b. el-Hâris ez-Zübeydî (ö. 86),353 Ebû’l-Hayr Mersed b. Abdillah
(90), Ali b. Rabâh (ö. 100), Abdurrahman b. Şemmâse (ö. 101) Süveyd
b. Kays et-Tücîbî, Rebîa b. Lakît gibi Mısır’a yerleşmiş ya da Mısır’lı
âlimlerden rivâyetleri vardır. Kendisinden İbn Lehîa, el-Leys b. Sa’d
ve İbn İshak rivâyette bulunmuştur.
İbn Sa’d, Mısır’a yerleşen sahâbîlerle ilgili rivâyetlerde İbn Ebî
Habîb’ten nakilde bulunmaktadır.354 Futûhu Mısr müellifi İbn
Abdilhakem de eserinin birçok yerinde özellikle de “Zikru’l-ahâdîs”
başlığı altında Mısır ve civarına yerleşen sahâbîlerin hadislerini zikrettiği bölümde İbn Ebî Habîb’ten birçok rivâyet nakletmektedir. Bu
rivâyetleri ise çoğunlukla Yezîd b. Ebî Habîb’in iki öğrencisi; Abdullah b. Lehîa (ö. 174) ve el-Leys b. Sa’d (ö. 175) yoluyla Abdullah b.
Vehb’ten (ö. 197) aktarmaktadır.355
2- Ebû’l-Yemân el-Hakem b. Nâfi’ el-Hımsî (ö. 222)
Sahâbîlerle ilgili bilgileri rivâyet ettiği en önemli hocası Şuayb
b. Ebî Hamza356 ve Safvân b. Amr’dır. Kendisinden Ali b. el-Medînî,
Buhârî, suhbeti olduğunu söylemektedir. Bkz. Buhârî, Târîhu’l-kebîr, V, 23.
İbn Sa’d, a.g.e., VII, 498, 499, 501, 502, 506.
355 İbn Abdilhakem, Futûhu Mısr, s. 162-220.
356 Şuayb b. Ebî Hamza el-Kureşî, el-Hımsî (ö. 162), Ebu’z-Zinâd Abdullah b.
Zekvân, İbn Şihâb ez-Zührî, Nâfi’, Hişam b. Urve ve Muhammed b. elMunkedir’den rivâyette bulunmuştur. (Bkz. Mizzî, a.g.e., XII, 516) Zührî’nin
kâtibi idi. (a. mlf., a.g.e., XII, 518) Ayrıca Ebû Zür’a’nın et-Târîh’indeki bir
rivâyetten anlaşıldığına göre Nâfi’ ve Ebû’z-Zinâd’dan rivâyet ettiklerini de
yazıya geçirmiştir. (bkz. s. 379) Ahmed b. Hanbel Şuayb’ın yazdığı kitapları
gördüğünü söylemektedir. (bkz. Ebû Zür’a, a.g.e., s. 379) İbn Ğassân ise
Şuayb’ta, Zührî’den rivâyet ettiği yaklaşık 1700 hadis bulunduğunu söylemektedir. Bkz. Mizzî, a.g.e., XII, 516.
353
354
86
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Yahya b. Maîn, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Fesevî ve Ebû Zür’a edDımaşkî gibi âlimler rivâyette bulunmuştur.
İbn Sa’d’ın, eserinin Şam bölgesine yerleşen sahâbîlerle ilgili
bölümünde Ebû’l-Yemân’dan yararlandığı görülmektedir.357
Ayrıca Ebû’l-Yeman-Şuayb b. Ebî Hamza-Zührî tarikiyle;
Buhârî’nin Târîhu’l-kebîr’i,358 Fesevî’nin el-Ma’rife’si359 ve Ebû Zür’a
ed-Dımaşkî’nin et-Târîh’inde360 birçok rivâyeti bulunmaktadır.
F- Diğer Sahâbe Bilgisi Uzmanları
Sahâbe ricâli ile ilgili eserler incelendiğinde sahâbîlerin isim,
nesep, gazvelere katılımı, vefat tarihleri ve yaşadıkları yerler gibi bilgilerin yanında ilgili sahâbînin suhbetine işaret eden hadislere de yer
verildiği görülmektedir. Hatta sadece adı zikredilen sahâbî ile ilgili
isim, nesep, künye vs. tanıtıcı bir bilgi yoksa en azından o kişiden Hz.
Peygamber’den işitme ya da görmeye dayalı ifadelerin bulunduğu
bir hadis nakledilmektedir.
Rical bilgisi içeren eserlerden İbn Sa’d’ın et-Tabakāt’ında birçok
sahâbe terâciminde, Buhârî’nin et-Târîhu’l-kebir’indeki hemen hemen
bütün sahâbe ricalinde, İbn Ebî Hayseme ve Fesevî’nin eserlerinde,
ele alınan sahâbînin suhbetine işaret eden hadis rivâyetleri bir hayli
fazladır.
Bu eserler incelendiğinde söz konusu hadis rivâyetlerinin
Zührî, İsmail b. Ebî Hâlid, Ebû Nuaym el-Fadl b. Dukeyn, Affân b.
Müslim gibi belirli şahıslar tarafından nakledildiği görülmektedir.
1- İsmail b. Ebî Hâlid (ö. 146)
Hocaları arasında Abdullah b. Ebî Evfâ (ö. 87), Kays b. Ebî
Hâzim (ö. 90), Âmir eş-Şa’bî (ö. 103) Ebû İshak es-Sebî’î (ö. 129), gibi
sahâbe ve tâbiînden zatlar vardır. Öğrencileri arasında ise Şu’be b. elHaccâc (ö. 160), Abdullah b. Mubârek (ö. 181), Vekî’ b. el-Cerrâh (ö.
197), Yahya b. Said e-Kattân (ö. 198), Süfyan b. Uyeyne (ö. 198), Abdullah b. Numeyr (ö. 199), Ebû Usâme Hammad b. Usâme (ö. 201),
Yezîd b. Hârûn (ö. 206) gibi meşhur muhaddisler vardır.
357
358
359
360
İbn Sa’d, a.g.e., V, 355, 363, 364, 367, 369, 370, 374.
Buhârî, a.g.e., I, 12, V, 11, 253, IV, 97.
Fesevî, a.g.e., I, 241, 244, 249, 253, 260, 324.
Ebû Zür’a, a.g.e., s. 68, 110, 236, 238, 289.
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
87
İsmail b. Ebî Hâlid’in sahâbîlerle ilgili belli bir konuya yoğunlaştığı söylenemez. Hocaları arasından Kays b. Ebî Hâzim361 ve Âmir
eş-Şa’bî’den362 birçok rivâyet nakletmektedir.
Özellikle Kays b. Ebî Hâzim’in birçok sahâbîye yetişmesi, İsmail b. Ebî Halid’in onlar hakkında ilk elden bilgilere ulaşmasına
yardımcı olduğu söylenebilir.363
2- Ebû Nuaym el-Fadl b. Dukeyn (ö. 218)
Hadis ve nesep bilginlerindendir. Fuat Sezgin, et-Târîh adlı eseri olduğunu söylemektedir.364 Kendisinden nakledilen bilgilere bakıldığında onun, Buhârî’nin et-Târîhu’l-kebîr’inde olduğu gibi daha çok
hadis rivâyetlerinde geçen ifadelere göre sahâbîleri tespit ettiği görülmektedir.
Bu muhtevada İbn sa’d’ın Tabakāt’ında birçok rivâyeti bulunmaktadır. Bu rivâyetlerde daha çok Şerîk,365 Abdurrahman b.
Abdillah b. Utbe el-Mes’ûdî (ö. 160), Hafs b. Ğıyâs,366 İsrâîl b. Yunus,367 Züheyr b. Muâviye,368 Süfyân b. Uyeyne,369 Zekeriyya b. Ebî
Zâide370 gibi hocalarından nakilde bulunmaktadır. Yine İbn Sa’d,
Bedr’e katılanları anlatmaya başlamadan önce verdiği kaynak listesinde Ebû Nuaym’ı da zikretmektedir.371
Bunun yanında kendisinden bazı sahâbîlerin vefat tarihleri ile
ilgili bilgiler de nakledilmektedir. 372
Ebû Nuaym’ın, Mes’ûdî’den naklettiği rivâyetlerde evâil ile ilgili bilgiler öne çıkmaktadır.373 Muhtemelen Mes’ûdî’nin konuyla ilgili bir risâlesi bulunmaktadır.
İbn Sa’d, a.g.e., III, 140, 142 157, 166, 188, 270, 232, 329, 527; IV, 62, 63, 253,
327; VI, 61; VII, 395; VIII, 67, 283.
362 İbn Sa’d, a.g.e., II, 100, 300, 355; III, 25, 93, 355; VI, 10; VIII, 136.
363 İbn Sa’d, a.g.e., III, 140, 157, 166, 188, 217, 270; IV, 253, 327; VI, 61, 67, VII,
397.
364 Sezgin, a.g.e., I, 188.
365 İbn Sa’d, a.g.e., III, 15, 16, 38, 202, 219, 262, 365, 562; IV, 230, 301.
366 İbn Sa’d, a.g.e., III, 108, 160, 207, 366; IV, 35, 69, 126.
367 İbn Sa’d, a.g.e., III, 143, 190, 220, 394, 435; IV, 86.
368 İbn Sa’d, a.g.e., III, 158, 205, 319, 610; IV, 30, 114, 144, 145, 173, 260.
369 İbn Sa’d, a.g.e., III, 190, 220, 221, 318, 384, 471, 584, 606; IV, 130, 179.
370 İbn Sa’d, a.g.e., III, 317, 536, 563; IV, 39, 250.
371 İbn Sa’d, a.g.e., III, 5.
372 Buhârî, Târîhu’l-kebîr, II, 27, IV, 97, 142, 245, V, 3, VI, 24, 138, 305, 314.
361
88
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ebû Nuaym’ın, İbn Ebî Hayseme’nin, Târîh’inde Kûfe’ye yerleşen sahâbîlerle ilgili bilgilerde,374 Buhârî’nin et-Târîhu’l-kebîr’inde375 ve
Fesevî’nin el-Ma’rife’sinde376 birçok rivâyeti vardır.
3- Affân b. Muslim (ö. 219)
Önemli muhaddislerdendir. Hocaları arasında Hişâm edDestuvâî (ö. 154), Şu’be b. el-Haccâc (ö. 160), Hammâd b. Seleme (ö.
167), Ebû Avâne (ö. 175), Hammâd b. Zeyd (ö. 179), İbn Uleyye (ö.
193) ve Yahya b. Saîd el-Kattân (ö. 198) gibi muhaddisler vardır.
Kendisinden İbn Sa’d (ö. 230), Yahya b. Maîn (ö. 233), Züheyr b. Harb
(ö. 234), Ali b. el-Medînî (ö. 234), İbn Ebî Şeybe (ö. 235), İshak b.
Râhûye (ö. 238), Ahmed b. Hanbel (ö. 240), Buhârî (ö. 256), Ebû
Hâtim (ö. 277) ve Ebû Zür’a ed-Dımaşkî (ö. 281) gibi meşhur muhaddisler hadis rivâyet etmiştir.377
İbn Sa’d’ın et-Tabakāt’ında sahâbîlerle ilgili çeşitli hocalarından
rivâyetleri bulunmaktadır. Daha çok Şu’be,378 Hammâd b. Seleme379
ve Vuheyb b. Hâlid’den nakilde bulunmaktadır. Rivâyetlerinde daha
çok sahâbînin suhbetine işaret eden hadisleri nakletmektedir.
Sonuç
İslâm dininin ikinci kaynağı olan hadisleri, sonraki nesillere
aktaran ilk tabaka olmaları bakımından sahâbe nesli, çeşitli yönleriyle
ilk dönemlerden itibaren tespit edilmeye çalışılmıştır. Hz. Ömer zamanında neseplere göre oluşturulan Divan kayıtları göz önüne alındığında sahâbe bilgisinin tespiti ile ilgili çalışmaların hicri birinci asrın birinci çeyreğinin sonlarına doğru başladığı söylenebilir.
Önceleri devlet düzenlemeleri çerçevesinde muhtemelen sadece isim ve nesepleriyle tespit edilen sahâbe bilgileri, dini bilgileri ak-
İbn Sa’d, a.g.e., III, 140, 151, 162, 234, 250, 391; VII, 385; VIII, 110.
İbn Ebî Hayseme, a.g.e., III, 7, 11, 12, 14, 18, 19, 20, 21, 22, 23, 24, 25, 27, 28,
30, 31, 32, 42, 50.
375 Buhârî, Târîhu’l-kebîr, II, 211, 259, 334, 381, III, 320, 334, 385, 409, 452, IV,
47, 97, 140, 141, 142, 264, 305, 310, 352, V, 1, 5, 24, 26, 28, 38 VII, 54, 253, 316,
398, 402, VIII, 4, 158, 162, 432.
376 Fesevî, a.g.e., I, 242, 256, 257, 259, 267, 292, 294.
377 Mizzî, a.g.e., XX, 160-163.
378 İbn Sa’d, a.g.e., III, 21, 154, 412, 424, 561; IV, 115, 206, 210, 518; VI, 28, 49.
379 İbn Sa’d, a.g.e., III, 150, 156, 162, 235, 237, 284, 398, 416, 506, 514, 529, 556,
565, 590, 606, 609, 619; IV, 26, 36, 53, 63, 81, 108, 130, 173, 191, 210.
373
374
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
89
taran ilk nesil ve Hz. Peygamber’in sîretinin ayrılmaz parçası olmaları nedeniyle sonraki dönemlerde çeşitli yönleriyle tespit edilmeye çalışılmıştır.
Muhtemelen ilk olarak siyer ve megâzi ile ilgili rivâyetlerde
Hz. Peygamber zamanındaki olaylara tanıklıkları vesilesiyle tespit
edilen sahâbe bilgileri, zamanla müstakil hale gelmiş, sahâbîlerle ilgili isim, nesep, künye, vefat tarihi, yaşadığı yer, fiziksel özellikleri hatta varislerine bıraktıkları miras miktarları gibi her türlü bilgi tespit
edilmeye çalışılmıştır. Görüldüğü üzere bu tespit işlemleri, rastgele
bir şekilde yapılmamış bilgileri nakledenlerin uzmanlıkları da dikkate alınmıştır.
Bu uzmanlar, sahâbîlerin bizzat kendilerinden veya yakın akrabalarından ya da onlarla birebir ilişki içerisinde olan kimselerden
bilgi nakletmektedirler. Bu bilgilerin sdece şifahi olarak değil yazılı
olarak da nakledildiği, rivâyetlerden anlaşılmaktadır.
Uzmanlar ve birbirleriyle bağlantıları incelendiğinde genel bilgilerde uzmanlığı olanların beş ana kaynaktan nakilde bulundukları
görülmektedir. Bunlar: Urve, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Asım
b. Ömer, Zührî ve Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed’dir.
1-Urve’den; Zührî, Yezîd b. Rûmân, Ebu’l-Esved, Hişam b.
Urve ve Zübeyr b. Avvâm ailesinin birçok ferdi,
2-Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe’den Zührî,
3-Asım b. Ömer’den Muhammed b. İshak, Muhammed b. Salih
b. Dînâr,
4-Zührî’den, Mûsâ b. Ukbe, İbn İshak, Muhammed b. Abdillah
ez-Zührî, Ma’mer b. Râşid,
5-Abdullah b. Ebî Bekr b. Muhammed’den, İbn İshâk,
Abdülcebbar b. Umâre, Yezîd b. Ca‘debe daha çok nakilde bulunmaktadır.
Nesep Bilgisi uzmanları da yine beş ana kaynaktan bilgi aktarmaktadır. Bunlar, Hz. Ebû Bekr, Akîl b. Ebî Talib, Mahreme b.
Nevfel, Ebu’l-Yakazân, İbnü’l-Kaddâh.
1-Hz. Ebû Bekr’den; a) Hz. Âişe-Urve. b) Cübeyr b. Mut’im;
Muhammed b. Cübeyr, Said b. Müseyyib,
2-Akîl b. Ebî Talib’den, Ebû Salih-Kelbî-İbnü’l-Kelbî,
90
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
3-Mahreme b. Nevfel’den, Misver b. Mahreme; Ubeydullah b.
Abdillah, Abdurrahman b. el-Misver b. Mahreme, Ummu Bekr
binti’l-Misver, Urve, Said b. el-Müseyyib,
4-Ebu’l-Yakazân’dan, Medâinî,
5-İbnü’l-Kaddâh’dan, İbn Sa’d, Mus’ab ez-Zübeyrî, Ömer b.
Şebbe daha çok nakilde bulunmaktadır.
Hz. Peygamber’in ailesiyle ilgili bilgileri nakledenler de Hz.
Âişe ve İbn Abbas olmak üzere iki ana kaynağa dayanmaktadır.
1-Hz. Âişe’den, Amre binti Abdirrahman, Urve,
2-İbn Abbas’dan ise İkrime, Kureyb, Ebû Salih-Kelbî daha çok
nakilde bulunmaktadır.
Kaynaklar
Abdürrazzak (ö. 211), el-Musannef, I-XI, Thk. Habîburrahman el-A'zamî,
2. Baskı, el-Mektebu'l-İslâmî, Beyrut 1983.
Belâzürî (ö 279), Kitâbu Cumel min ensâbi'l-eşrâf, I-XIII, Thk. Süheyl
Zekkâr, Riyâd Ziriklî 1. Baskı, Dâru'l-Fikr, Beyrut 1996.
Buhârî (ö. 256), et-Târîhu'l-kebîr, I-IX, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y.
Buhârî (ö. 256), et-Târîhü’l-evsat, I-II, thk. Muhammed b. İbrâhim elLeheyran, Dârü’s-Sumey‘î, Riyad, 1998/1418.
Ebû Zür’a ed-Dımaşkî (ö. 280), Târîhu Ebî Zür’a ed-Dımaşkî, Thk. Halil elMansur, 1. Baskı, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1417/1996.
Fesevî (ö. 277), el-Ma'rife ve't-târîh, Thk. Ekrem Ziyâ el-Umerî, 1. Baskı,
Mektebetu'd-Dâr, Medine 1410.
Halîfe b. Hayyât (ö. 240), et-Tabakāt, Thk. Ekrem Ziya el-Ömerî, 1. Baskı,
Matbaatü'l-Ânî, Bağdat 1967.
Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463), Târîhu Bağdâd, I-XIV, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye,
Beyrut t.y.
İbn Abdilhakem (ö. 257), Fütûhu Mısr ve ahbâruhâ, Thk. Muhammed
Sabîh.
İbn Asâkir (ö. 571), Târîhu Medîneti Dımaşk, I-LXX, Thk. Ali Şîrî, Dâru’lFikr, Beyrut 1998.
İbn Ebî Hâtim (ö. 327), el-Cerh ve’t-ta‘dîl, I-IX, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî,
Beyrut 1952.
İbn Ebî Hayseme (ö. 279), et-Târîhü’l-kebîr el-ma’ruf bi-târîhi İbn Ebî
Hayseme, I-IV, thk. Salâh b. Fethi Helel, el-Farûku’l-Hadîse, Kahire, 2004.
İbn Hacer (ö. 852), Tehzîbu’t-Tehzîb, I-XIV, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1984.
İbn Hacer, Lisânu’l-Mîzân, I-VII, Muessesetu’l-‘A’lemî, Beyrut 1986.
İLK DÖNEM SAHÂBE BİLGİSİ UZMANLARI, M. YAZICI
91
İbn Hacer, el-İsâbe fî Temyîzi’s-sahâbe, İtinâ Beytu’l-Efkâri’d-Devliyye,
Lübnan 2004.
İbn Hibân (ö. 354), Meşâhîru Ulemâi’l-emsâr, thk. Maufred Fleıschhammer,
Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrut 1959.
İbn Hişâm (ö. 218), es-Sîretü'n-Nebeviyye, thk. Mustafa es-Sekâ vd. 3.
Baskı, Dâru İbn Kesîr, Beyrut 2005.
İbn İshâk (ö. 151), es-Siretu'n-Nebeviyye, I-II, Thk. Ahmed Ferîd el-Mezîdî,
1.Baskı, Dâru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut 2004.
İbnü’l-Kelbî (ö. 204), Cemheretü'n-Neseb, I-II, thk. Abdüssettâr Ahmed
Ferrâc, Matbaatu Hukûmeti'l-Kuveyt, Kuveyt 1983.
İbn Kuteybe (ö. 276), el-Maârif, Thk. Servet Ukkâşe, 4. Baskı, Dâru'lMaârif, Kahire.
İbnü’n-Nedîm (ö. 438), el-Fihrist,
İbn Sa’d (ö. 230), et-Tabakātü’l-kübrâ, I-VIII, Dâru Sâdır, Beyrut, t.y.
İbn Şebbe (ö. 262), Târîhu'l-Medîneti'l-Munevvera, I-IV, thk. Muhammed
Şeltût.
İclî, (ö. 261) es-Sikât, I-II, thk. Abdül‘alim Abdülhalim, Mektebetu’d-Dâr,
Medine 1985.
Mizzî (ö. 742), Tehzîbu’l-Kemâl, I-XXXV, thk. Beşşâr Avvâd, Muessesetu’rRisâle, Beyrut 1980.
Mûsâ b. Ukbe (ö. 141), el-Meğâzî, Dirase ve Tahric Muhammed Bakşîş Ebû
Mâlik, 1994.
Mus'ab ez-Zübeyrî (ö. 236), Kitâbu Nesebi Kureyş, Tash. E. Kevi Provençal,
2. Baskı, Dâru'l-Maârif, Kahire
Sezgin, Fuat, Târîhu’t-turâsi’l-Arabî, I-V, Arapça’ya nakil Arafat Mustafa,
Vizâretu’t-Ta’lîm, Suudi Arabistan 1991.
Vâkıdî (ö. 207), Kitâbü’l-Meğâzî, thk. Marsden Jones, 1. baskı, Âlemü’lKütüb, Beyrut 2006.
Taberânî (ö. 360), el-Mu’cemu’l-kebîr, I-XX, thk. Hamdi b. Abdilmecid esSilefî, Mektebetu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Musul 1983.
Taberî (ö. 310), Târîhu'r-Rusûl ve'l-mulûk, I-XI, Thk. Muhammed Ebu'lFadl İbrahim, 2. Baskı, Dâru'l-Maârif, Mısır t.y.
MÜZÂKERE
Mehmet EREN
Müslümanların en hayırlı nesli kabul edilen ve hadis
râvîlerinin ilk tabakasını teşkil eden sahâbe hakkında bilgi sahibi olma, Hadis ilminin önem verdiği hususların başında gelir. Zira bu nesil Kur’ân ve Sünnet’in sağlam yolla nakledilişinde Müslümanların
ilk ve önemli şahitleri olup, İslâm’ın temeli olan bu iki kaynağı bizzat
Hz. Peygamber’den alarak sonraki nesillere aktarma görevini güzel
bir şekilde yerine getirmişlerdir. Sahâbe hakkında bilgi sahibi olmanın önemi Hâkim en-Nîsâbûrî tarafından şöyle açıklanır: Sahâbe bilgisinde derinleşen kişi, tam anlamıyla kâmil bir hadis hâfızı olur. Zira
tâbiînden olan bir kişinin Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği mürsel
hadis ile bir sahâbînin rivâyet ettiği müsned hadis, ancak bu bilgi sayesinde birbirinden ayrılabilir.1
Bu vesileyle böyle önemli bir konuda sempozyum düzenleyen
ve katkı sağlayan herkese takdir ve şükranlarımı sunuyorum.
Müzâkeresini yapacağım Mahmut Yazıcı’yı da tebrik ediyorum.
Mahmut Yazıcı’nın 29 sayfalık tebliğinin giriş, üç kısım ve sonuçtan oluştuğu söylenebilir. Girişte, konu ve kaynakları hakkında
bilgi verilir (s. 1). Birinci kısımda sahâbîler hakkında genel bilgilerde
(s. 1-17), ikinci kısımda nesep konusunda (s. 17-21), üçüncü kısımda
da belirli konularda uzmanlığı olanlar (s. 21-27) ele alınır. Görüldüğü
gibi ilk kısım bildiri hacminin yarısından fazlasını işgal etmektedir.
Bunun sebebine dair bir açıklama yapılabilirdi. Ayrıca kısımlardaki
ana ve alt başlıkların düzenlenmesine özen gösterilse iyi olurdu. Zira
numara ve harf sistemi kullanılmadığı için başlıkların birbirine karışma ihtimali söz konusudur.

1
. Prof. Dr., Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Ma‘rife, s. 25.
94
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Tebliğ sahibi konusunu şöyle tanımlar: “Sahâbe döneminden
başlayarak hicri III. asrın ikinci çeyreğine kadar devam eden dönemde sahâbe konusunda uzmanlaşan râvîleri, onların birbirleriyle olan
bağlantılarını, uzmanlık alanlarını, sahâbe terâcimi ile ilgili olarak
yazılan ve elimizde mevcut olan ilk dönem eserlerine etkilerini ele
alacağız” (s. 1).
Hicri ilk asırlarda sahâbe bilgisinde uzmanlaştığı belirtilen kişilerden bahsedilirken onları sadece râvî olarak tanımlamak kanaatimce isabetli değildir. Bunun yanına âlim, müellif, musannif gibi tanımlamalardan birinin ilave edilmesi uygun olacaktır. Ayrıca İbn
Sa‘d’a kadar olan dönem esas alındığı ve kaynak olarak et-Tabakātü’lkübra ağırlıklı bir şekilde kullanıldığı için bildirinin başlığı, İbn Sa‘d’a
Kadar (veya İbn Sa‘d’ın) Önemli Sahâbe Bilgisi Kaynakları olabilirdi. Bilindiği gibi, “kaynak” ile hem kitap, hem de şahıs kastedilmektedir.
Yazar kaynaklarından bahsettikten sonra şöyle der: “Hususi rical bilgisi eserlerinde rical ile ilgili bilgiler daha derli toplu olduğu
için klasik hadis kaynaklarında bir araştırma yapmadık. Bununla beraber bazı bilgilerde Abdürrezzak’ın Musannef’i ve Taberânî’nin elMu’cemu’l-kebîr’ine müracaat ettik” (s. 1). Hadis metinleri için yazılan
kaynakların bazılarında, bilhassa fezâilü’s-sahâbe adlı kitap ve bölümlerde konuyla ilgili önemli bilgiler bulunabilir. Meselâ İbn Ebî Âsım
en-Nebîl’in (287/900) el-Âhâd ve’l-mesânî adlı kitabı büyük bir sahâbe
tarihidir. Taberî’nin Tehzîbü’l-âsâr’ına, Hâkim’in Müstedrek’inin ilgili
kısmına ve Ebû Nuaym’ın Hilyetü’l-evliyâ’sına bakılabilirdi. Biraz geç
dönem olsa da, bu hususta Ziyâüddin el-Makdisî’nin el-Muhtârâ’sı da
akla gelmektedir.
Sahâbe uzmanları; “genel bilgilerde”, “nesep konusunda” ve
“belirli hususlarda” olmak üzere üç kısma ayrılarak incelenir. Ancak
bu tertip şeklinde çok fazla konu tekrarı olmuştur. Söz konusu tekrara engel olmak için, uzman gruplarına göre değil de, uzmanlık alanlarına göre tasnif yapıp ilgili konular altında uzmanlardan bahsetmek
isabetli bir yöntem olabilirdi. Bu durumda değişik konularda uzmanların isimleri tekrar edecek olsa da, aynı kişinin birden fazla konuda
uzmanlığı görüleceği için böyle tekrar faydalı olurdu. Ayrıca bilgiler
hoca-talebe zinciriyle nakledildiği için, belli bir konuda senedlerdeki
isimlerden asıl uzmanın / kitabı olanın tespiti işi zordur. Bu yüzden
tespit yapılamayan yerlerde, tek bir uzman yerine “belli bir konuyla
ilgilenen kişiler” şeklinde düşünülmesi iyi olacaktır.
MÜZÂKERE, M. EREN
95
İkinci kısmın Nesep Bilginleri başlığına uygun olarak ilk kısma Siyer ve Megazi Bilginleri başlığı konabilirdi. Bu kısmın başında:
“Siyer ve megazi bilgilerini rivâyet eden ve konuyla ilgili eser telif
eden bilginler, sahâbîler hakkında genel malumat sahibi kimselerdir”
denir (s. 2) ve Urve b. ez-Zübeyr’den başlanarak Muhammed b.
Ömer el-Vâkıdî’ye kadar siyer ve megazi âlimleri üzerinde durulur.
“Genel malumat” ifadesinden “yüzeysel bilgi” anlaşılabilir. Oysa burada kastedilen herhalde sahâbeyi birçok yönden tanımadır. Dolayısıyla daha uygun bir ifade kullanılması iyi olacaktır.
Öte yandan, diğer iki kısımda ilgili konularda öne çıkan sahâbî
isimleri söz konusu edildiği halde, bu kısımda sahâbî isimlerinin başlık yapılmamış olması dikkat çekicidir. Metin içinde, Hz. Âişe, İbn
Abbâs, Enes b. Mâlik, Mahmud b. Lebîd gibi sahâbîlerden ve bazı
tâbiîlerden bahsedilir (s. 4, 5, 8, 10). Bunların bir başlık altında toplanıp kaynak olma durumlarının incelenmesi güzel olurdu. Zira bilinen
meşhur kişilerden farklı olarak alana katkısı olanların tespiti önemlidir. Tebliğde bu hususta belli ölçüde gayret gösterildiği söylenebilir,
ama daha ağırlıklı olarak ele alınması gerekirdi.
Urve hakkında: “Bazı sahâbe bilgilerinde ise, ilgili sahâbînin
yakın akrabalarından bilgi aktarmaktadır” (s. 2) denir. Aslında bu
durum Urve’ye has değildir, rical âlimlerinin hemen hepsinin aynı
yöntemi kullandığı bilinir. “Ömer b. Abdilaziz’in, Âsım b. Ömer’i
Ümeyye camisinde megazi ve sahâbe menkıbelerini anlatması için
görevlendirdiği rivâyet edilmektedir” şeklindeki bilgi (s. 3) F. Sezgin’den nakledilir. Bu ibare asıl kaynağından alınarak sened ve metin
yönünden incelenmeliydi. “Sahâbîlerin suhbetlerine işaret eden hadis
rivâyetlerinde de Zührî’den birçok hadis nakledilir” (s. 5). Türkçe
yönünden güzel olmayan bu cümle kapalıdır, ne kastedildiğinin açıklanması gerekir.
“Abdullah b. Ebî Bekr’in sahâbenin yerleşim yerleriyle ilgili
birçok rivâyeti bulunmaktadır… Abdullah’ın konuyla ilgili elinde
yazılı bir belgenin olması muhtemeldir” “Abdullah b. Ebî Bekr, Hz.
Peygamber’e gelen nakîbler ve heyetler gibi bazı sahâbe listelerini de
rivâyet etmektedir” (s. 7).
Bu bilgiye göre, Abdullah b. Ebî Bekr’in sahâbenin Medine’deki
yerleşim yerleri konusunda uzman olarak zikredilmesi gerekirdi. Oysa
yazar orada sadece Ubeydullah b. Abdillah’a yer verir (s. 23). Abdullah’ın ikinci uzmanlık alanı olarak gözüken nakîbler ve heyetler konu-
96
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
su da bildirinin ilgili kısmında yoktur. Bildiri metninde bu iki konuya
dair epeyce bilgi olduğu için bunların özellikle de heyetler konusunun
ilgili kısma dâhil edilmesi iyi olacaktır.
“Mûsâ b. Ukbe sahâbîlerle ilgili rivâyetlerinin çoğunda
Zührî’ye dayanmaktadır. Sahâbîlerle ilgili bilgilerde en önemli râvîsi
Muhammed b. Fuleyh’tir” (s. 7). Rivâyetlerin çoğunda Zührî’ye dayanması, muhaddislerin Mûsâ b. Ukbe’nin Megâzî’sini beğenmelerinin önemli sebebi olabilir. İkinci cümle: ‘Sahâbîlerle ilgili bilgileri
Musa’dan nakleden en önemli kişi Muhammed b. Fuleyh’ şeklinde
yazılsa daha açık olur. “İbn Sa’d, Bedr’e katılanlarla ilgili bilgilere
başlamadan önce verdiği kaynak listesinde, İsmail b. Abdillah b. Ebî
Uveys-İsmail b. İbrahim b. Ukbe-Mûsâ b. Ukbe tarikini zikretmektedir” (s. 8). Buna göre, Musa’nın Muhammed b. Fuleyh’in yanında diğer önemli râvîsinin kardeşi İbrahim’in oğlu İsmail olduğu anlaşılmaktadır. Başka bir yerde “İbn Sa’d, Bedr’e katılanları anlatmaya başlamadan önce verdiği kaynak listesinde Ebû Nuaym’ı da zikretmektedir (s. 27, yine bk. 18, 19) denir. İbn Sa‘d’ın kaynak listesine dair geçen cümleler tek bir yerde toplanarak meselenin önemine dair gerekli
açıklamalar yapılabilirdi.
İbn Sa‘d, Tabakāt’ın üçüncü cildinin başında kendilerinden
rivâyet aldığı ana kaynaklarının kısa bir listesini verir. Bu listede,
Vâkıdî ile birlikte İbn İshâk, Ebû Ma‘şer, Mûsâ b. ‘Ukbe vardır. Diğer
âlimler de şunlardır: Ma‘n b. İsâ el-Medenî, el-Fadl b. Dükeyn, Hişâm
b. Muhammed el-Kelbî. Ensâr’ın nesebi konusunda ise, daha çok bu
konuda kitabı olan Abdullah b. Muhammed b. ‘Umâre el-Ensârî’ye
itimat etmiştir.2
“Vâkıdî’nin bazı gazve ve seriyyelerle ilgili bilgilerde Muhammed b. Abdillah ana kaynaklarındandır.” Bu cümle, Muhammed
b. Abdillah yerine Mamer b. Râşid, Muhammed b. Salih ve Ebû
Ma‘şer isimlerinin konmasıyla tekrar edilir (s. 10, 11, 13). Bunlar bir
yerde toplansa iyi olur. Burada şu bilgi kullanılabilirdi: “Vâkıdî,
Kitâbü’l-meğâzî’nin başında kendilerinden fazla rivâyet naklettiği kişilerin listesini verir ki, bu liste 25 isimden oluşur. Talebesi İbn Sa‘d da,
bunlardan 11 ismi, Vâkıdî’nin Meğâzî’sindeki temel râvîler olarak zikreder”.3
2
3
Horovitz, el-Meğâzî’l-ûlâ, s. 131.
Horovitz, el-Megâzî’l-ûlâ, s. 120.
MÜZÂKERE, M. EREN
97
Vâkıdî’den nakledilen bilgilerin bir kısmının (s. 14 vd) İbn
Sa‘d’dan alındığı görülmektedir. Kaynakça’da Vâkıdî’nin sadece
Kitâbü’l-Meğâzî’si vardır. İlgili alıntılar bu eserde yoksa, diğer
kitaplarına işaret edilerek İbn Sa‘d’dan yapılan nakillerin onlarda
bulunma ihtimali üzerinde durulabilirdi. “Vâkıdî’nin rivâyetlerinde
evâil ile ilgili bilgiler de bir hayli fazladır. Bu bilgileri ise, belli bir
râvîden değil birçok râvîden nakletmektedir.” (s. 16) ve “Ebû
Nuaym’ın Mes’ûdî’den naklettiği rivâyetlerde evâil ile ilgili bilgiler
öne çıkmaktadır. Muhtemelen Mes’ûdî’nin konuyla ilgili bir risâlesi
bulunmaktadır” (s. 27) cümlelerinde evâil ile ne tür bilgilerin kastedildiği açıklanabilir ve konunun ilk kaynaklarından bahsedilerek
Mesûdî’nin risâlesi araştırılabilirdi.
Nesep Bilginleri adlı ikinci kısımda, ensap âlimleri; Kureyş’in,
Ensâr’ın neseplerinde uzman olanlar ile genel nesep bilginleri olmak
üzere üç gruba ayrılarak tanıtılmaktadır.
Hz. Ebû Bekr’in Kureyş’in nesebindeki uzmanlığına dair (s. 17)
şu rivâyet de kullanılabilirdi: Hz. Peygamber, hac veya umre için
Mekke’ye gelen kabilelere İslâm’ı sunarken ensab bilgisiyle meşhur
olan Hz.Ebû Bekr’i yanında bulundurur, o kabileler hakkında ondan
bilgi alır ve onun neseb konusunda kabilelerle yaptığı konuşmalarından ve onların ensabına dair bilgisinden dolayı mutlu olurdu
(Semânî, el-Ensâb mukaddimesi). Yine Hz. Ömer’in divanı (ordu sicil
defteri) oluşturmak için görevlendirdiği üç kişi, Cübeyr b. Mut‘im,
Mahreme b. Nevfel ve Akîl b. Ebî Tâlib hakkında bilhassa divan çalışması yönüyle bilgi verilebilse güzel olurdu. Bu arada, İbn Şihâb ezZührî’nin Kureyş’in nesebine dair tamamlanmamış bir kitabı olduğu
bilgisi de hatırlanmalıdır.
İbn Sa‘d, Abdullah el-Ensârî’ye ait Kitâbü nesebi’l-ensâr adlı kitaptan istifade etmiş ve onu Bedir ashâbı konusuna başlamadan önceki kaynak listesinde zikretmiştir(s. 18, 19). Bu kaynak hakkında bulunabilirse bilgi verilmesi iyi olurdu. “Abdullah el-Ensârî, bazı nesep
bilgilerinde yanlış yaptıklarını söyleyerek İbn İshak ve Ebû Ma’şer’i
ya da onlardan yanlış nakledenleri eleştirmektedir” (s. 19). Tartışmalı
bilgilerin incelenerek bir tercih yapılması yahut kanaat belirtilmesi
gerekirdi.
Genel nesep bilgisi uzmanı Kelbî’nin önemli kaynağı Ebû Sâlih
(s. 19, dn. 281) tanıtılarak cerh-tadil durumu ortaya konsa iyi olurdu.
İbn Abbâs’tan rivâyet ettiği Tefsir var mı, güvenilir bir kaynak mı? Zi-
98
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ra hadis usûlü kaynaklarında belirtildiğine göre İbn Abbâs’ın en zayıf
isnad zinciri şöyledir: Muhammed b. Mervân (es-Süddî’s-Sağîr) > elKelbî > Ebû Sâlih > İbn Abbâs. İbn Hacer: “Bu, söylendiği gibi altın
silsile değil, yalancılar silsilesidir” der (Süyûtî, Tedrîbü’r-râvî, I, 146).
“Taberî’de ise, Suhaym b. / Hafs şeklinde geçmektedir” (s. 20).
Taberi’nin kullanımı için Sezgin’in kaynak gösterildiği anlaşılıyor.
Bizzat Taberî’den gösterilmesi iyi olurdu. Târih’teki üç yerde sadece
“Sühaym b. Hafs” olarak geçer. Bunun Ebü’l-Yakzân olup-olmadığı
araştırılmalıdır. İbnü’n-Nedîm’in verdiği bilgiler önemlidir. Buna göre; Sühaym, Ebü’l-Yakzân’ın lâkabıdır. O, Âmir b. Hafs’tır. Baba
Hafs, çok siyah biri olduğu için el-Esved diye tanınır. Hafs’ın Muhammed adında bir oğlu daha varmış, bu en büyük çocuğu olduğu
için Hafs’ın künyesi Ebû Muhammed’dir. Ayrıca annesi on beş gün
boyunca Ebü’l-Yakzân için Ubeydullah adını kullanmış. Ebü’lYakzân’ın Ebû İshak şeklinde ikinci bir künyesinin olduğu anlaşılmaktadır. İşte bütün bu hususlar bilindiğinde, Medâinî’nin Ebü’lYakzân’ı yedi ayrı kimlik bilgisiyle tanıtması anlaşılır hale gelmektedir. Bununla birlikte onun hocasi Ebü’l-Yakzân’ın kimliğini gizlediği
yani şüyûh tedlisi yaptığı akla gelmektedir.
Ebü’l-Yakzân’ın kuzey, İbnü’l-Kelbî’nin ise güney Arap kabilelerinin nesebi konusunda uzman olduğu söylenir. Kuzey ve güney
Arap kabileleri ifadesi kapalı, açıklanması iyi olur. Yazar
Cemheretü’n-neseb ile en-Nesebü’l-kebîr’i aynı eser kabul etmiştir (s. 20).
Bunlar farklı kitaplar olmalı. İbnü’l-Kelbî’nin ensâb ve ahbâra dair kitaplarının sayısı 150’ye yaklaşır. O, bu eserlerini yine büyük bir ensab
âlimi olan fakat bu sahada eser verip-vermediği bilinmeyen babasının yazılı ve şifâhî bilgilerinden oluşan malzemeyi düzenleyerek ortaya koymuştur. Onun her kabile için ayrı ayrı topladığı risâleleri,
Cemheretü’n-neseb ve en-Nesebü’l-kebîr adlı iki kitabında bir araya getirmiştir. “en-Nesebü’l-kebîr”, Nesebü Me‘ad ve’l-Yemen el-Kebîr adıyla
neşredilen kitap olmalıdır.
Medâinî Hz. Peygamber’e gelen heyetlerle ilgili bilgilerde İbn
Sa’d’ın ana kaynaklarındandır. Muhtemelen onun Kitâbu’lvufûd’undan yararlanmıştır. Medâinî heyetler hakkındaki bilgileri …
tarikleriyle rivâyet etmektedir (s. 21). Buradaki her bir tarik numara
verilerek yazılmalı, zira paragraf halinde yazınca birbirine karışma
ihtimali söz konusudur. Değerleri konusu da araştırılsa iyi olur.
MÜZÂKERE, M. EREN
99
Tebliğin üçüncü kısmında belirli konularda uzmanlığı olanlar
ele alınır. Kanaatimce bu kısım önceki iki kısımdan daha önemlidir.
Zira bilindiği gibi ilk dönem megazi/siyer ve ensap âlimlerine dair
birçok çalışma yapılmış ve söz konusu kaynaklar büyük ölçüde değerlendirilmiştir. Sahâbe bilgisi alanında belirli konularda uzmanlığı
olanlar hakkında ise, bildiğim kadarıyla fazla çalışma bulunmamaktadır. Dolayısıyla tebliğ sahibinin bu meseleye yer vermesi yerindedir. Ancak bu kısım biraz zayıf kalmıştır, daha geniş işlenebilseydi
çok faydalı olurdu.
“Belirli konuların” altı başlık altında toplandığı görülür: Hz.
Peygamber’in ailesi, Medine’de sahâbî evlerinin bulunduğu yerler,
Muâhât hadisesi, İlk Müslümanlar, Sahâbîlerin ikamet ettikleri şehirler ve Diğer sahâbe bilgisi uzmanları. Kanaatimce bunlara daha başka
konular ilave edilebilirdi. Meselâ bildiri metninde yer aldığı gibi,
Akabe biatlarına katılanlar, Habeşistana hicret edenler, Bedir savaşına katılanlar gibi sahâbe grupları listeleri hakkında önemli kaynaklar
vardır. Yine Hz. Peygamber’e gelen heyetler hakkında bilgi verme
hususunda da bazı simalar dikkat çekmektedir.
“Hişâm b. Urve, Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili rivâyetlerin
hemen hepsini babası Urve’den nakletmektedir” (s. 22). O halde Urve
bu konuda esas kaynak kabul edilmeli. “Abdullah b. Ca’fer, muâhât
ile ilgili rivâyetleri İbrahim b. Sa’d ve Abdulvâhid b. Ebî Avn yoluyla
nakletmektedir. Hz. Peygamber’in eşleri ile ilgili bilgileri de yine İbn
Ebî Avn’dan rivâyet etmektedir” (s. 24). O halde, İbrahim b. Sa’d ile
Abdulvâhid b. Ebî Avn muâhât konusunda uzman sayılmalı. İbn Ebî
Avn’ın ayrıca Ezvâcü’n-Nebî hakkında da bilgi sahibi olduğu anlaşılmaktadır.
“İbn Hacer de İbn Şahin’in eserinden naklen Medâinî-Ebû
Ma‘şer-Yezîd b. Rûmân tarikiyle birçok rivâyet nakletmektedir” (s.
25, dn. 351). İbn Şahin’in nakil yapılan eseri hakkında bilgi verilmesi
iyi olurdu. O, muhtemelen sahâbe biyografilerine dair kitabıdır. Ayrıca Yezîd b. Rûmân’ın ilk Müslümanlar konusunda olduğu gibi, Hz.
Peygamber’e gelen heyetler hakkında da çok önemli bir kaynak olduğu anlaşılmaktadır.
“Ebü’l-Yemân el-Hımsî’nin sahâbîlerle ilgili bilgileri rivâyet ettiği en önemli hocası Şuayb b. Ebî Hamza ve Safvân b. Amr’dır. İbn
Sa’d’ın eserinin Şam bölgesine yerleşen sahâbîlerle ilgili bölümünde
100
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ondan (Ebü’l-Yemân?) yararlandığı görülmektedir”.4 Bazı rical kaynaklarında Ebü’l-Yemân-Şuayb b. Ebî Hamza-Zührî tarikiyle birçok
rivâyet bulunmaktadır (s. 26). O halde bu konuda asıl kaynaklar,
Şuayb ile Safvân yahut Zührî’dir. Ayrıca İbn Sa‘d’ın Tabakāt’ında bulunan diğer ilim merkezlerinin her birindeki sahâbîlere dair uzmanlığı olanlar araştırılabilirdi. Meselâ şöyle denir: “İbn Ebî Hayseme’nin
Târîh’inde Ebû Nuaym el-Fazl b. Dükeyn’in Kûfe’ye yerleşen
sahâbîlerle ilgili birçok rivâyeti vardır” (s. 27).
Sahâbîlerin yerleştiği merkezlere dair sonraki kaynaklardan istifade etmek suretiyle önceki uzmanların tespitine çalışılabilirdi. İbn
Sümey‘in (259) Şâm’a, Abdussamed el-Hımsî’nin (324/935) Hıms’a,
Muhammed el-Cîzî’nin de Mısır’a yerleşen sahâbîlere dair kitapları
vardır. Ebû Re’s el-Mu‘askerî’nin ise, Mağrib’e gelen sahâbîlere dair
bir kitabı olduğu belirtilir.
“Diğer sahâbe uzmanları” adlı son başlıkta, “bazı kişilerin
sahâbeden olduğuna işaret eden rivâyetler konusu” üzerinde durulur. Bu rivâyetlerde genellikle kişiler sadece isimleriyle zikredilip diğer kimlik bilgilerine dair kayıtlar bulunmaz. Kendilerinden bir hadis
nakledilmiş olması, onların sahâbe neslinden olduğuna işaret kabul
edilir. Bu konunun misâllerle iyice açıklanması gerekiyor. Zira söz
konusu rivâyetlerin mürsel haber olma ihtimalinden ötürü o kişiler
tâbiînden de olabilir.
“Söz konusu hadis rivâyetlerinin; Zührî, İsmail b. Ebî Hâlid,
Ebû Nuaym el-Fadl b. Dukeyn, Affân b. Müslim gibi belirli şahıslar
tarafından nakledildiği görülmektedir.” “Hocası Kays b. Ebî
Hâzim’in birçok sahâbî ile birlikte bulunması, İbn Ebî Hâlid’in onlar
hakkında ilk elden bilgilere ulaşmasına yardımcı olduğu söylenebilir
(s. 26). “Birçok sahâbî ile birlikte bulunma” ifadesiyle, onların zamanına
yetişmesi mi, yoksa yaşadığı şehirde çok sayıda sahâbî bulunması mı
kastediliyor? Öte yandan bu durumda İsmail mi, yoksa hocası Kays
mı asıl kaynak kabul edilmeli?
Ebû Nuaym el-Fazl b. Dükeyn hakkında şu bilgiler verilir:
“Kendisinden nakledilen bilgilere bakıldığında, onun Buhârî’nin etTârîhu’l-kebîr’inde olduğu gibi, daha çok hadis rivâyetlerinde geçen
ifadelere göre sahâbîleri tespit ettiği görülmektedir. Bu muhtevada
İbn Sa’d’ın Tabakāt’ında birçok rivâyeti bulunmaktadır… Bunun ya-
4
Dipnotta İbn Sa‘d’dan gösterilen yerler kontrol edilmeli.
MÜZÂKERE, M. EREN
101
nında kendisinden bazı sahâbîlerin vefat tarihleri ile ilgili bilgiler de
nakledilmektedir. Ebû Nuaym’ın Buhârî’nin et-Târîhu’l-kebîr’inde ve
Fesevî’nin el-Ma‘rife’sinde birçok rivâyeti vardır” (s. 27).
Rical kaynaklarının Ebû Nuaym’dan çok alıntı yapması, onun
bu alanda en azından bir kitabı olduğu anlamına gelir. Nitekim yazar
Fuat Sezgin’den et-Târîh adlı eseri olduğu bilgisini nakleder. Muhtemelen Ebû Nuaym’ın Kûfeli âlimlere dair bir Târîh’i vardır. Birden
fazla kitabı da olabilir. Buhârî ve Fesevî’nin kitaplarındaki
rivâyetlerden hareketle sahâbe konusunun hangi dallarında uzman
olduğu hususu araştırılabilse iyi olurdu. Öte yandan, “hadis
rivâyetlerinde geçen ifadelere göre sahâbîleri tespit etmesi” hususu mutlaka birkaç misâlle açıklanmalıydı. Zira söz konusu rivâyetlerin kaynaklardaki yerlerine işaret etmek okuyucu için yeterli bir açıklama
olmamaktadır.
Vefat tarihleri meselesine gelince, ilk vefeyât kitapları arasında
sayılabilecek Buhârî’nin et-Târîhu’l-Evsat’ında kāle Ebû Nu‘aym şeklinde çok fazla nakil vardır. Buhârî’nin Ebû Nu‘aym’dan bu şekildeki
nakilde bulunması, onun bir kitabından muhtemelen et-Târîh’inden
naklettiğini akla getirmektedir. Hâkim de, Ebû Nu‘aym’a varan isnadıyla birçok kişinin vefat tarihini zikretmiştir. İşte bu iki tespit, Ebû
Nuaym’ın vefat tarihleri konusunda uzman olduğunu göstermeye
yeterli delildir.
Bir katkı olması ümidiyle şu iki hususa değinmek istiyorum:
a) Kendilerinden nakledilen bir rivâyet bulunmayan yahut
rivâyetleri bize ulaşmayan önemli sayıda sahâbî bulunduğu bilinmektedir. Nitekim Bedir, Uhud ve Hudeybiye ehlinden olduğu bilinen bazı sahâbîlerin müsnedleri Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde
yer almaz. Onlardan herhangi bir rivâyetin ulaşmamış olması, hiç bir
hadis rivâyet etmedikleri anlamına gelmez,
b) Rivâyetle meşhur bazı sahâbîlere ulaşan senedler sahih olmadığı için, onların hadisleri sahih hadisler arasında görülmemektedir. Nitekim Hâkim, sahâbe ve sonrakilerden bu tür kişileri -bilhassa
Sahîh hadis kitaplarında hadisleri geçmeyenleri- müstakil bir bölümde söz konusu etmiştir. Sahâbeden on kadar kişiyi misâl olarak verdikten sonra, bu kişileri özellikle zikretme sebebini şöyle açıklar:
“Bunlar Bedir savaşına katılmış muhacirlerdendir, fakat sahih hadisler arasında onların herhangi bir rivâyeti yoktur. Zira onlara ulaşan
102
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
senedler sahih değildir. Hâlbuki diğer sahâbîlerden gelen sahih
rivâyetlerde onların adı geçmektedir”.5
Tebliğde hiçbir yeni araştırma kullanılmamış olması dikkat çekicidir. Hâlbuki Türkçe, Arapça ve batı dillerinde konuyla alakalı
önemli çalışmalar vardır. Meselâ ilk anda aklımıza Horovitz’in Türkçeye de çevrilen el-Megâzi’l-ûlâ ve müellifûhâ adlı önemli araştırması
gelmektedir. Yine İbn Sa‘d’ın Tabakāt’ındaki isnadlar üzerine yapılan
bir araştırmadan hareketle, onun çoğu muhaddis olan 60’dan fazla
hocası arasından çok nakilde bulunduğu kişilerin listesi çıkarılmıştır.6
Bu gibi çalışmalardan bahsedilerek bir değerlendirme yapılması faydalı olurdu.
Tebliğin dil ve yazım kuralları yönünden incelemesine gelince,
genellikle anlaşılır, sade bir dil kullanan yazarın zaman zaman itnab
üslubuna kaydığı görülür. Öyle ki, tek cümle ile ifade edilebilecek fikir için iki-üç cümle kurduğu, paragraflarda şahıs ve kitap isimlerini
fazla tekrar ettiği olmaktadır.7
Yazım kurallarıyla ilgili olarak şu hususlara dikkat edilmesi iyi
olacaktır: Vefat tarihlerinin miladi karşılıklarının gösterilmesi, sıfat
tamlaması olan kitap isimlerine dikkat edilmesi (et-Târîhu’l-evsat’ın
Târîhu’l-evsat şeklinde yazılması gibi), kitap adlarının daima italik yazılması, ayn harfinin ters apostrof ile gösterilmesi (yoksa hemze ile
karışabilir), kaynakçada müelliflerin tam kimlik bilgilerinin yazılması
ve eksik vefat tarihlerinin tamamlanması. Ayrıca metinde iki âlimin
kimlik bilgisinde geçen “Ammâre” ismi herhalde “Umâre” olmalıdır.
Serdedilen mülahazalarımız bir tarafa, sonuç olarak bildirinin
emek verilen bir araştırma ürünü olduğunu, aynı konuda çalışma
yapacaklar için faydalı bilgi ve değerlendirmeler ihtiva ettiğini belirtmeliyiz. Bilhassa üçüncü kısmın geliştirilmesi ve ilgili araştırmaların da kullanılarak sahâbe bilgisi alanında katkısı olan kişi ve kaynakların derinlemesine incelenmesi çok faydalı olacaktır. Bilindiği gibi
Hadis ve Siyer, rivâyete dayalı başlıca ilimler olup ortak konuları fazladır. İki ilmin uzmanlarının yardımlaşarak çalıştıkları takdirde faydalı sonuçların ortaya çıkacağını düşünüyorum.
A.g.e., s. 254.
Ekrem Ziya Ömerî, Buhûs, s. 80.
7 Bâriz bir misâl için bk. s. 20’de son iki paragraf.
5
6
MÜZÂKERE, M. EREN
103
Bu değerli tebliği hazırlayarak ilim âleminin istifadesine sunan
Mahmut Yazıcı beye tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum. Daha nice
güzel çalışmalara imza atması için Yüce Allah’tan kendisine sağlıkâfiyet bahşetmesini diliyorum. Sabırla dinlediğiniz için sizlere de
hürmetlerimi arz ediyorum.
TARTIŞMALAR
Serbest Müzâkere
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN (Oturum Başkanı)
– Tebliğ sunan Hüseyin Akgün hocamıza teşekkür ediyorum.
Tebliğini gayet güzel özetledi. Tebliğine sahabe tanımıyla ve sahabe
hakkındaki bilginin tamamını ihata etmediği ifadesiyle başlayarak iki
ana başlık altında konuyu inceledi. Birinci bölümde ashabın çeşitli
beldelere gidiş sebepleri üzerinde durdu. İkinci bölümde ise bunun
doğurduğu sonuçlar üzerinde durdu. Birinci bölümde ashabın farklı
beldelere gidiş sebebinin cihat sebebiyle olduğu üzerinde durdu. Cihatla tebliğ ashabın ana yurdunu terk edip başka yerlere gitmesinin
temel sebebidir. Bunun dışında hadis öğrenmek, görevli olarak gönderilmek suretiyle ashabın memleketlerini terk ettiklerini, başka beldelere gittiklerini, özellikle Hz. Ömer döneminde iskan sebebiyle ashabın bir kısmının farklı şehirlere gönderildiklerini ifade ettiler.
İlâ-i kelimetullah sadece savaşı ifade eden bir kelime değildir.
Dini, Allah'ın adını yüceltme anlamında dünyanın uzak beldelerine
taşıma, Allah adını orada anma, andırma çalışması ve çabasıdır.
İbn-i Sâd'la ilgili bir çeviri çalışması yapıyoruz. Orada farklı
şehirlere yerleşmiş olan sahabileri veriyor. Bir kere yaşları ne kadar
ileri olursa olsun mutlaka cihadı hayatlarının bir parçası olarak yaşıyorlar. Çoğu cihat ederken vefa etmiştir. Yataklarında yatarak vefat
etmeyi kendilerine ölüm tarzı olarak kabul etmiyorlar.
Prof. Dr. Salih TUĞ
– “Sahabe Coğrafyasının Oluşumu ve Sonuçları” konulu tebliğ
ile ilgili hukukî açıdan bir ek mütalaa belirtmek istiyorum. Hicaz’ın
dışına çıkma sebepleri arasında sayılan 6 sebepten biri olan “Fetih”,
açıklamaya muhtaçtır. Fethin, sadece cengâverlik, Allah’a kulluk, bazılarına göre yağmacılık- gibi yönleri de vardır. Mes’elenin bir de
106
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hukûkî tarafı var. Fetih, bir yoruma göre, teşrî‘, icrâ, kazâ ve tebliğ
gibi devlet fonksiyonundan biri değildir; devlet ve hükûmet fonksiyonu dördüncü bir fonksiyondur. Bu tebliğ mecburiyeti, devlet ve
hükûmetin değil, bütün müslümanların boynunun borcudur. Sahâbe
de böyle düşünmüştür. Fethettiği topraklara İslâm’ı açmak, yani İslâm’ı tebliğ maksadıyla fetih hareketleri yapılmıştır.
Hukukta bir de dâru’s-sulh ve dâru’l-harb diye bir tefrika/ayırım var. Dâru’l-harb, İslâm’ın tebliğ edilmesine müsaade edilmeyen topraklardır. İşte bu gibi toprakları İslâm’ın tebliğine açmak –
ki bunun en az ölçüsü, o ülkede ezan okunması olup bu ölçüyü gerçekleştirmek- üzere yapılacak fetih farzdır ve cihat orada başlıyor. Fetih maksadıyla cihat, hukûken orada başlıyor. Yoksa toprak kazanmak falan değil.
Bunu belirtmek istedim; bu dikkate alınırsa fethin o 6 unsurundan, çıkış sebeplerinden birisi daha da iyi açıklanmış olur. Teşekkür ederim.
* * *
Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN
– Mahmut Yazıcı hocamıza teşekkür ediyorum. Tebliğinde İbni Sâd'da ashabla ilgili yer alan bilgileri esas alarak nakledilen malumatı tahsis etti. Ağırlıklı olarak genel bilgiler nakleden uzmanlar olduğunu söyledi. Bunun yanı sıra neseple ilgili bilgileri nakleden bu
konuda uzmanlaşmış olanlardan bahsetti. Hz. Peygamberin ailesi
hakkında özellikle, yoğunluklu olarak bilgi nakleden bazı kimselerin
olduğunu söyledi. Özel konular hakkında ihtisaslaşmış sahabelerin
olduğundan bahsetti.
Prof. Dr. Muhammet Hanefi PALABIYIK
– Prof. Dr. Salih Tuğ Hocamın katkıları için teşekkür ediyor. İşte gerçek katkı böyle olur.
Mahmut Yazıcı Hocam’a sormak istiyorum. Bu uzmanlıkların
kullanımı ile ilgili problem çözücü bir teklifleri var mı? Siz açık bir
şekilde şunu mu teklif ediyorsunuz: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) aile
hayatı ile ilgili rivâyetler alınırsa mes’eleyi çözeriz. Böyle somut bir
MÜZÂKERE, M. EREN
107
teklifiniz var mı? Herhalde Mehmet Eren Bey de bunu demek istiyor,
ben öyle anladım. Ya da şimdiye kadar böyle bir şey yapılmadı mı da
buna vurgu yapmak istiyorsunuz veya böyle bir şey yapmak istiyorsunuz?
İkinci olarak: Hocam uzman tesbitiyle ilgili bir şey söyledi.
Uzmanı tesbit ederken sizin kriterleriniz var mı? Mesela, Ebu Hanife'nin âl-i isnad ya da âl-i senet iddiası var biliyorsunuz
Hüseyin Bey de hadis okuma yolculuğundan bahsetti. Onunla
ilgili olarak şunu söylemek istiyorum: Bu seyahatler sadece hadis
toplanması için olduğu herhalde düşünülemez. Onların arkasında
şöyle bir şey mi var. Acaba bir tartışma var da onunla ilgili bir delile
mi ihtiyacı var. Sadece hadisleri toplamak için gitmeseleri düşünülemez
Mehmet EFENDİOĞLU
– Hüseyin Akgün hocaya sormak istiyorum: Sahabelerin yerleşim yerlerini sayarken Batman'a yerleşen sahabelerden bahsetti. Gerçekten Batman'da sahabe var mıdır?
Recep...(Bir dinleyici)
– Sahâbîlerden gelen bilgiler asınla iki koldan geliyor: Birincisi,
Medine kolu yani İbn Abbas’tan ve diğer sahâbîlerden geliyor; ikinci
kolu, o şahısların gittiği yerlerden gelen rivâyetler var. Onlar kendi
memleketlerine gittiler ve Peygamber (s.a.v.) ile ilgili hâtıralarını anlattılar, bunlarla ilgili bilgiler de var. Dolayısıyla “sahâbe bilgi uzmanları” isminin değişmesi gerekir. Bunları araştırırken bu iki kolun
farkında olmak lâzım. Meselâ, Vâkidî’nin özelliği, bu yerlere gidip,
onların çocuklarını dinlemesidir. Yani, o kabîle çocuklarından gelen
bilgileri toplamıştır. Bu açıdan bakıldığında İmam Zührî’nin bilgileri
ile bu kabile bilgilerini toplayan kişilerin bilgileri arasında fark olabilir. Bunlara dikkat edilirse iyi olur diye düşünüyorum.
Teşekkür ederim.
108
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin AKGÜN’ün Cevabı
Prof. Dr. Muhammet Hanefi PALABIYIK Hocamın sorusuna
cevapla sözlerime başlamak istiyorum. Talebü’l-hadîs konusunda hocamın dediği gibi sahâbenin üç tane rivâyeti var. Kaynağımız, Hatîb
el-Bağdâdî’dir. Bu konuda çok detaylı bilgiye ulaşamıyoruz. Bu konuda bir istifham oluşuyor, “acaba!”. Bu konuda net konuşmak için
kaynaklarımız yetersiz demek gerekir. Net olarak söylemek zor. Benim kaynaklarda gördüğüm 3-4 sahabînin sadece hadis öğrenmek
için gittiği bilgisi var. Meselâ kaynaklarda, Eyub el-Ensârî’nin sadece
bu maksatla Mısır’a gittiği bilgisi var. Bu hususta kaynağımız da
Hatîb el-Bağdâdî’dir.
Batman'ın mutlaka arapların kullandığı meşhur ismi vardır. O
isimlerden soruşturmak lazım. Şimdiki ismiyle araştırmak doğru olmaz.
Tabakât kitaplarında, Anadolu’ya geçen sahâbîlerin şehit olduklarından bahsediliyor. Bu şehit olan sahabilerin isimleri sadece
Vâkidî’de geçiyor, başka yerde geçmiyor. Bu bilgileri diğer eserlerde
bulamıyoruz. Bu açıdan Recep Bey’in bahsettiği Vâkidî, sahabe ve
değer hususlarda çok orijinal bir isim. Mutlaka üzerinde müstakillen
çalışma yapılması lazım.
Abdulah b. Abbas, Abdullah b. Amr gibi sahabiler aynı zamanda âlim ve fakih zatlar. Benim tesbitlerime göre onlar kadar
futuhâtta geniş coğrafyalara giden hiç kimse yok. Batı’dan Hindistan’a kadar ulaşıyorlar, aynı sahabeler İstanbul’un kuşatmasına katılıyorlar. Abadil denilen bu dört âlim kişiler aynı zamanda fetihlerde
en önde olanlar. Bu da çok önemli. Bu açıdan burada belirtmek istedim.
Teşekkür ediyorum.
Öğretim Görevlisi Mahmut Yazıcı'nın Cevabı:
Rivayetler incelendiği zaman hep belli şahıslar etrafında yoğunlaşmıştır. İbn-i Sâd diyor ki, bu konuda ensarın nesebiyle ilgili
konularda İbnül Kaddah'ın sözü daha makbuldür diyor ve onu tercih
ediyor. Bunlara göre uzmanlıkları tasnif ettik. Maksadımız sahabe
bilgisinin gelişi güzel rastgele bir şekilde yapılmadığını vurgulamaktır. Uzman kelimesi farklı bir şekilde yorumlanıyor. Niye uzman de-
MÜZÂKERE, M. EREN
109
niliyor şeklinde düşünceler var. Özellikle tababakât kitaplarını inceledim. Acizane gördüm ki, tarihçiler bu konuda daha iyiler. Her ne
kadar biz hadisci olsak da. Mesela Vâkidî'yi hadisçiler eleştiriyor ama
öyle yabana atılacak bir adam değil.
Buharî'nin "Rical" kitabını incelediğiniz zaman Buhari daha
çok hadisin rivayetinden yola çıkarak o kimsenin sahabeliğine hükmediyor. Hadisteki sohbet ifadesinden yola çıkarak onların sahabe
olduğuna hükmediyor. Ama bu Tabakat kitapları veya bu tarihçilerin
yazdığı kitaplar daha geniş bir çerçeveden bakıyorlar ve kaynakları
daha sağlam.
FEDÂİLÜ'S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEŞEKKÜLÜ VE
MUHTEVASINA ETKİ EDEN SEBEPLER ÜZERİNE
Ömer ÖZPINAR
A. Giriş
Sahâbe konusu kavram, anlayış ve algı olarak, dün olduğu kadar bugün de inanç ve düşünce dünyamızda olanca sıcaklığını koruyan bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. İlk asırlarda ana bünyeden ayrılan fırkaların teşekkülünde en önemli etmenlerden birinin,
sahâbe tasavvuru ve sahâbeye bakış açısı olduğu görülmektedir. Modern zamanlarda ise sahâbe, özellikle müsteşriklerin İslâm'ı zayıflatma projeleri çerçevesinde üzerinde soru işaretleri oluşturulmuştur bir
nesildir. Ayrıca hadîs rivâyetinin en önemli halkasını oluşturmaları
hasebiyle de sahâbe, dinin en önemli referansını sorgulayanların hedefinde olmaya devam etmektedir.
Sahâbe nesli, İslâm ümmetinin ilk halkasıdır. Mallarını ve canlarını tereddüt etmeden İslâm için ortaya koymaları, Hz. Peygamber'e bağlanmaları, Kur’ân ve sünneti yaşama ve yaşatmada gösterdikleri fedakârlıklar sebebiyle Allah Teâlâ tarafından insanlığa örnek gösterilmişlerdir.1 Bu altın nesil, vahyin canlı şahidi, ilk uygulayıcısı ve
sonraki kuşaklarla köprü durumundadır.
Sahâbe kavramına yükledikleri anlam ve sahâbe neslinin otoritesini kabul etmelerine göre fırkalar, cemaatler ve mezhepler, İslâm
tarihinin başlangıcından beridir kendilerine göre farklılıklar üretebilmektedir. Gerek siyasi çekişmelerde tarafların ve gerekse Havaric,

Yrd. Doç. Dr., Necmeddin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadîs
ABD. Öğretim Üyesi.
1 Âl-i İmrân 3/110. Ashâbın faziletleriyle ilgili diğer âyetler için bkz. Bakara
2/143; Âl-i İmrân 3/172,173; Tevbe 9/100; Haşr, 59/8, 9; Enfâl 8/74.; Neml
27/59;
112
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Şî‘a ve Mu'tezile gibi bidat ehli sayılan fırkaların sahâbe konusunda
ortaya attığı iddialar, yine tarih içinde cevapları verilerek reddedilmiştir.
İşte bu tebliğde, Ehl-i hadîs'in sahâbeye bakış açısını yansıtan
fedâilü's-sahâbe2 türü edebiyatın ortaya çıkmasında ve muhtevasının
belirlenmesinde etkili olan hususlar, tarihi veriler ve rivâyetlerle karşılaştırmalı olarak tespit edilmeye çalışılacaktır. Bunu yaparken söz
konusu edebiyatın oluşum süreci kronolojik olarak değerlendirilecek
ve muhteva tahlilleri yapılacaktır.
B. Fedâilü's-SahâbeEdebiyatı ve Ortaya Çıkışı
Sahâbenin, genel olarak İslâm dini ve özel olarak da Hadîs ilmi
açısından konumu ve önemi tartışılmaz bir durumdadır. Sahâbe, Hz.
Peygamber'in etrafında bulunan ilk inanan insanlardır. Onun öğretilerini ilk duyan, yaşayan ve uygulayan kimselerdir. Sünneti bize taşıyan hadîslerin oluşmasını, muhafaza ve nakledilmesini bu nesil sağlamıştır. Bu bakımdan sahâbe tabakasının, Hadîs tarihinde hayati
önemi bulunmaktadır. Bu önemine binaen, Hadîs ilminde
"ma'rifetü's-sahâbe (sahâbe bilgisi)"3 adıyla bir ilim dalı teşekkül ettirilerek, ashâb hakkındaki her türlü bilgi kayıt altına alınmaya çalışılmıştır. Sahâbe biyografileri, isimleri, künyeleri, sayıları, rivâyetleri,
vefat yerleri, fetvalarıgibi birçok yönden inceleme konusu yapılmış
ve eserler telif edilmiştir.4 Sahâbe bilgisinin alt dallarından birisi de,
fedâilü's-sahâbe adıyla teşekkül eden ve kendine özel edebiyatı bulunan bir alandır.
Kelimenin okunuşu dilimize bazen "fezâil" bazen "fedâil" olarak geçse de,
Arapça bir tamlama olduğu yerlerde "fedâil", Türkçe kullanımlarda ise "fazilet"şeklinde yazmayı uygun görmekteyiz.
3 Meselâ ilk Hadîs usûlü müelliflerinden Hâkim (v. 405/1014), Hadîs
Usulü'nünyedinci konusu olarak "Ma'rifetü's-sahâbe alâ merâtibihim" başlığını
koymuştur. Bkz. el-Hâkim, Ebû Abdullah Muhammed b. Abdullah enNeysâbûrî (v. 405/1014), Ma’rifetü ulûmi’l-hadîs, thk. Es-Seyyid Muazzam Hüseyin, Beyrût, 1397/1977, 22. Krş. İbnü's-Salâh, Ebû Amr Osman b.
Abdirrahman eş-Şehrezûrî (v. 643/1245), Ulûmu’l-Hadîs, thk. Nureddin Itr,
Dımeşk, 1986, 291.
4 Bu hususta geniş bilgi için bkz. Uğur, Mücteba, Hadîs İlimleri Edebiyatı, Ankara, 1996, 231-236.
2
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
113
Buna göre Hadîs tarihinde fedâilü's-sahâbe, ashâb aleyhtarlarına karşı onların üstünlüklerini ortaya koyarak faziletlerini savunan
Hadîs ilim dalını ve bu alanda yazılan eserleri ifade etmektedir.5
Hadîs edebiyatına baktığımızda fedâilü's-sahâbe ile ilgili bilgilerin, gerek müstakil olarak ve gerekse hacimli rivâyet kaynaklarının
bir bölümü şeklinde tasnif edildiği görülmektedir. Bu bilgilerin tasnif
edilmesiyle ortaya çıkan edebiyat ise, fedâilü'l-ashâb, fedâilü's-sahâbe,
fedâilü ashâbi'n-nebî, menâkıbu's-sahâbe ve ma'rifetü's-sahâbe isimleriyle
anılmaktadır.
Fedâilü's-sahâbe edebiyatı ile ilgili ilk müstakil eserlerin ortaya
çıkması, hicri ikinci asrın sonlarına rastlamaktadır. Kaynaklarımızda
zikredildiğine göre bu sahadaki ilk kitaplar, Veki' b. Cerrâh (v.
197/812) ile Esedüssünne lakaplı Esed b. Musâ (v. 212/827) tarafından
Fedâilü's-sahâbe adıyla telif edilmiştir. Bunları İbn Habîb el-Endelûsî
(v. 238/852), Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), Bakî b. Mahled (v.
276/889)ve Nesâî (v. 303/915)'nin aynı adla kaleme aldıkları eserler
takip etmiştir.
Sahâbenin fazileti konusunun musannef, câmi' ve sünen gibi
geniş hacimli eserlerin bir bölümü olarak tasnif edilmesine gelince,
bunlar da müstakil eserlerle hemen hemen aynı dönemde oluşturulmuşlardır. Günümüze ulaşan ilk hadîs eserlerinden el-Muvatta'da
böyle bir bölüm bulunmamaktadır. Ancak tasnifin altın çağı kabul
edilen hicri üçüncü asrın başlarından itibaren neredeyse bütün çok
konulu hadîs eserleri, sahâbenin faziletiyle ilgili rivâyetlere bir bölüm
ya da bâb olarak yer vermişlerdir. Örneğin bu eserlerin ilklerinden
İbn Ebî Şeybe (v. 235/849)’nin el-Musannef'inde, Buhârî (v. 256/869) ve
Müslim (v. 261/874)'in el-Câmiu’s-Sahîh'lerinde, "Fedâilü's-sahâbe" başlıklı bölümler bulunmaktadır. Aslında bir câmi' türü edebiyat olan
Tirmizî (v. 279/892)’nin es-Sünen'inde ise bu konuda tasnif edilen bölümün adı "Kitâbu'l-menâkıb"dır. Kütüb-i sitte'nin diğerlerinden sadece İbn Mâce (v. 273/886)'nin es-Sünen'inin Mukaddime'sinde "Bâb fî
fedâili ashâbi Rasûlillah (s)" başlığıyla on birinci bâbda yirmi bir kadar
sahâbîyi ismen zikrederek, iki başlık altında da Ehl-i bedir ve ensarın
genel olarak faziletine dair rivâyetler tasnif edilmiştir.6 Ebû Dâvûd (v.
275/888)'un müstakil olarak Fedâilü'l-ensâr isimli bir kitabı bulunmakEfendioğlu, Mehmet, "Fezâilü's-Sahâbe", DİA, XII, 534-238, 534.
Bkz. İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî (v. 273/886),
es-Sünen, İstanbul, 1992, I, 36-58.
5
6
114
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tadır. Bununla birlikte o, Sünen'inin Kitâbü's-sünne bölümünde
sahâbenin faziletine dair beş bâb altında ilgili rivâyetleri tasnif etmiştir.7
Tebliğimizin konusu teşekkül dönemiyle sınırlı olduğundan
adlarını zikrettiğimiz bu eserlerden sonra, fedâilü's-sahâbe ile ilgili
kitapların hem sayı hem de tasnif çeşitliliğinin artarak günümüze kadar geldiğini söylemekle ve bu eserlerin bibliyoğrafya bilgileri için
dipnottaki kaynaklara atıfla iktifa edeceğiz.8
Ancak ifade etmek gerekirse fedâilü's-sahâbe konusu, Hadîs
edebiyatı içinde sadece müstakil kitap veya çok konulu eserlerin bir
bölümü olarak ele alınmamıştır. Özellikle Ehl-i hadîs'in fikri ve
itikādî bir ekol olmasından sonraki süreçte bu konu, gerek Ehl-i
hadîs'in itikādî görüşlerini yansıtan Kitabü's-sünne türü eserlerde ve
gerekse Hadîs usûlü kitaplarında da ele alınmıştır. Ehl-i hadisin
itikādî ilkelerinden birisi olarak sahâbenin fazileti ve fazilet sıralaması önemli bir ilke haline gelmiştir. Buna göre Hz. Peygamber (s)'den
sonra ümmetin en hayırlısı Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve
Hz. Ali şeklindedir.9 Bu sıralama, aynı zamanda hilafete geçiş sıralamasıdır. Sahâbenin hepsinin faziletlerini ikrar ve hepsi hakkında
hüsnüzan sahibi olmak imani bir esastır.10
Nitekim ortaya çıkışları itibariyle rivâyet kitaplarına göre daha
geç bir dönemde teşekkül etmiş olan Hadîs usûlü eserlerinde de
sahâbenin fazileti konusuna geniş yer verilmiştir. Bu tür kitapların
hepsinde fedâilü's-sahâbe konusunun, ilintili olduğu sahâbenin
adâleti meselesiyle birlikte ve daha çok teorik bir usûl konusu olarak
Bkz. Ebû Dâvûd, Sünne, 7-12 (V, 24-48).
Fedâilü's-sahâbe edebiyatı ile ilgili olarak bkz. el-Kettânî, Muhammed b.
Ca'fer (v. 1345/1926), Hadis Literatürü (er-Risâletü'l-Müstatrafe’nin tercümesi),
çev. Yusuf Özbek, İstanbul, 1994, 86-87; Uğur, a.g.e.,234-235; Efendioğlu,
a.g.m., XII, 535-536.
9 Bkz. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (v. 290/902), Kitâbü's-sünne, thk. Muhammed b. Saîd el-Kahtânî, Dâru İbni'l-Kayyım, Riyâd, 1406/1986, I-II, II, 574
vd.
10 el-Lâlekâî, Ebû'l-Kāsım Hibetullah b. Hasan b. Mansûr et-Taberî (v.
418/1027), Şerhu usûli i'tikâdi ehli's-sünne ve'l-cemâa, thk. Ahmed b. Mes'ûd b.
Hamdân, Riyâd, 1402, I-IV, IV, 1237 vd.
7
8
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
115
ele alındığı görülmektedir.11 Bu eserlerde, sahâbîlerin hepsinin âdil ve
fazilet sahibi oldukları akli ve nakli deliller ışığında ortaya konulmaya ve savunulmaya çalışılmaktadır. Ancak fazilet bakımından hepsinin aynı seviyede olmadıkları belirtilen sahâbenin, fazilet sıralamasında Müslümanlıktaki öncelikleri, Hz. Peygamber'e yakınlıkları,
önemli tarihi olaylardaki durumları ve ashâb içindeki dini konumları
gibi genel hususların dikkate alındığına işaret edilmektedir. Meselâ
ilk usûl yazarlarından Hâkim Neysâbûrî (v. 405/1014), fazilet bakımından sahâbeyi on iki tabakaya ayırırken, bunun kriterlerini de şöyle tespit etmektedir:
1-Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi Mekke'de
ilk Müslümanlığı kabul edenler ile aşere-i mübeşşereden geri kalan
altı sahâbî.
2-Dâru'n-Nedve ashâbı.
3-Habeşistan'a göç edenler.
4-Birinci Akabe Biatı'nda bulunanlar.
5-İkinci Akabe Biatı'nda bulunanlar.
6-Hz. Peygamber henüz Medine'ye ulaşmayıp Küba'da bulunduğu sırada bu şehre gelen ilk muhacirler.
7-Bedir Savaşına katılanlar.
8-Bedir Savaşı ile Hudeybiye Barışı arasında Medine'ye hicret
edenler.
9-Hudeybiye'de Rıdvan Biatı'nda bulunanlar
10-Hudeybiye ile Mekke fethi arasında hicret ederek Medine'ye gelenler.
11-Mekke'nin fethedildiği gün Müslüman olanlar.
12-Mekke fethi ve Veda Haccı sırasında Hz. Peygamber'i gören
çocuklar. 12
Burada belirtmek gerekir ki, sahâbenin fazilet sıralamasında
dikkate alınan hususlar, farklı meşrep ve mezheplere göre değişiklik
göstermektedir. Ehl-i sünnet itikādına ve dolayısıyla Ashâbu’l-hadîse
göre fazilet sıralamasında hilafete geçiş sırası ve aşere-i
el-Hâkim, a.g.e., 22-25; el-Hatîb, Ebû Bekr Ahmed b. Ali el-Bağdâdî (v.
463/1071), el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye,el-Mektebetü’l-İlmiyye, Medîne,ty., 46-49;
İbnü's-Salâh, a.g.e., 291-302.
12 Hâkim, a.g.e., 22-25.
11
116
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
mübeşşereden olmak, öncelikle dikkate alınmaktadır. Şî‘a'ya göre ise
en faziletli sahâbî, Hz. Ali'dir. Onu diğer Ehl-i beyt mensupları ve
Ali'nin soyundan olanlar takip etmektedir.
Bu da göstermektedir ki, genel manada Hadîs edebiyatının ortaya çıkmasında olduğu gibi,13fedâilü's-sahâbe edebiyatının teşekkülü ve muhteva oluşumunda bir takım ilmi, fikri, siyasi, sosyal, kültürel vb. etkenlerden söz etmek mümkündür.
Burada konuyu ele almadan önce bir tereddüde mahal vermemek adına şunu ifade etmek istiyoruz. Fedâilü's-sahâbe ile ilgili
rivâyetlerin sıhhat bakımından değerlendirilmesi ayrı bir konu, bu
rivâyetlerin bir arada tasnif edilmesi suretiyle oluşturulan edebiyat
türünün tarihi gelişimi başka bir konudur. Ayrıca tebliğin başlığından hareketle bu konudaki rivâyetlerin bir takım etkiler sonucu tedavüle sokulduğu gibi yanlış bir anlamaya meydan verilmemelidir.
Gerçi sahâbe kavramı ve algısındaki farklı anlayış ve uyuşmazlıkların, bu tür rivâyetlerin uydurulmasında azımsanmayacak bir rolü bulunmaktadır. Ancak bu husus bizim konumuz değildir. Zira maksadımız bu rivâyetlerin sübut ve sıhhat analizini yapmak değil, bu
rivâyetlerin tasnifiyle oluşan edebiyatının teşekkül süreci ve muhteva
oluşumundaki etkenleri ele almaktır.
1. Soyo-Politik Tartışmalar ve Fedâilü's-Sahâbe Edebiyatına
Etkileri
Sahâbe ile ilgili gerek müstakil ve gerekse geniş hacimli eserlerin bir bölümü olarak telif edilen kitapların ilk ortaya çıkış tarihine
baktığımızda, hicri ikinci asrın sonları ile üçüncü asrın başları olduğunu görmekteyiz. Bu dönemin İslâm siyasi tarihinde önemli gelişmelerin yaşandığı ve sahâbe ile ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir
dönem olması konumuz açısından önemlidir. Bu tartışmaların siyasi
alandaki sebepleri ve etkileri üzerinde kısaca durursak, meseleyi Hz.
Ebû Bekir'in halife seçildiği "Sakîfe günü"ne kadar götürmek mümkündür. Ancak sahâbe konusundaki tartışmalarda asıl kırılma noktasını, Hz. Osman'ın şehit edilmesi (35/656) ve sonrasında yaşanan
olaylar oluşturmaktadır. Bu olaydan sonra Hz. Ali (v. 40/660)'nin hilafete geçmesiyle (35/656), Ali taraftarları bir tarafa; Talha, Zübeyr ve
Aişe taraftarları bir tarafa; Muâviye (v. 60/679) taraftarları da başka
bir tarafa ayrılmışlardı. Bunlardan hiç birini desteklemeyen Abdullah
Bu konuda geniş bilgi için bkz. Özpınar, Ömer, Hadîs Edebiyatının Oluşumu,
Ankara, 2005, (İkinci baskısı 2013).
13
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
117
b. Ömer, Üsâme, İbn Ebî Vakkâs gibiler ise Tarafsızlar adıyla bilinen
bir grubu oluşturmuşlardı.14
Talha, Zübeyr ve Aişe taraftarları, Hz. Ali'yle yaptıkları Cemel
savaşında yenildiler. Ancak Hz. Osman'ın haklılığını savunarak onun
intikamını almak isteyen ve bu sebeple de Hz. Ali'yi eleştiren kimseler varlığını devam ettirdi. Bu arada Hz. Osman'ın kanını talep için
ortaya çıkan ve Hz. Ali'ye biatı reddeden Muâviyetaraftarları ile Ali
taraftarları arasında yapılan Sıffîn Savaşı (36/657), 15 Müslümanlar
arasında sıkıntısı bugüne kadar derinleşerek gelen farklı yaralar açtı.
Bu savaşın haklı tarafını belirlemek için hakemler seçildi. Tarihimize
"Tahkîm olayı" diye geçen bu hâdiseden sonra Hz. Ali'yi eleştiren taraftarları, ondan ayrılarak Hâricîlik'i oluşturdular.
Burada olayın siyasi gelişimine değindiğimizden Hâricîlerin
sahâbe hakkındaki fikirleri ve sebep olduğu olaylarla ilgili tespitlerimizin üzerinde aşağıda duracağız. Ancak ifade etmek gerekirse
"Tahkîm olayı" sadece itikādî fırkaların ortaya çıkmasında değil, İslâm tarihinde genel siyasetin şekillenmesinde de bir dönüm noktası
olmuştur. Bundan sonraki süreçte Emevi sülalesi tarihteki yerini almıştır. Emevileri yıkmak üzere faaliyet gösteren Abbasiler de, yine
bu tahkîm olayını gündemde tutmuşlardır. Daha sonra iktidarı devraldıklarında, ilimlerin tedvin edildiği bu dönemde idareci ve müellifleriyle bu olayı kullanmışlardır.16
Hz. Ali'nin şehâdetinden sonra daha da güç kazanan Şam valisi Muâviye, Hz. Hasan'ın halife seçilmesine de itiraz ederek iktidar
mücadelesini sürdürmüştür. Neticede Hz. Hasan, hilafeti Muâviye'ye
devretmek zorunda kalmıştır. Böylece Emevî Devleti kurulmuştur
(41-133/662-750). Bu dönemde Hz. Ali ve Fatıma evladını siyasetten
uzak tutmak için bilinçli ve resmi bir siyaset takip eden Emeviler,
Muâviye'nin talimatıyla başlayan Hz. Ali karşıtlığını derinleştirmeye
çalışmıştır. Cuma hutbelerinde açıkça Hz. Ali ve Ehl-i
beyt'inkötülenmesi (sebb/buğz/lanet şeklinde), 17 bir gelenek haline
en-Nevbahtî, Ebû Muhammed el-Hasan b. Musâ (v. III./IX. asır), Fıraku'şŞî‘a, thk. Abdülmünim el-Hanefî, Dâru'r-reşâd, Kahire, 1412/1992, 17-18.
15 Nevbahtî, a.g.e., 18.
16 Önkal, Ahmet, "Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme", İSTEM, Yıl:1, Sayı:
2, 2003, 33-68, 34.
17 Hakem olayından sonra Hz.Ali'nin sabah namazından sonra kunut okuyarak, Muâviye ve Amr b. el-Âs'a lanet okuduğu, Muâviyenin bunu duyduktan
sonra Ali, İbn Abbas, Hasen ve Hüseyin'e bedduada bulunduğu nakledil14
118
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
getirilmiştir. 18 Hatta Diğer vilâyetler bir yana Medine'de Hz. Peygamber'in mescidinde bile, cemaatin arasında Hz. Hasan ve Hüseyin'in de bulunmasına rağmen devam eden bu uygulamaya, Ömer b.
Abdülaziz (v. 101/719) son vermiştir.
Bütün bunları siyasi bir propaganda aracı olarak kullanarak
Emevilere karşı ayaklanan Abbasiler'in iktidarı ele almalarından sonra da, sahâbe ile ilgili tartışmalar devam etmiştir. Siyasi gayelerle
sahâbenin faziletleri ve üstünlüklerini ortaya koyma yarışına girişen
gruplardan Şî‘a için Hz. Ali, Emeviler için Hz. Osman ve Hz.
Muâviye nasıl istismar edilmişse, Abbas b. Abdülmuttalib (v. 32/652)
de Abbasi taraftarlarınca istismar edilerek hakkında fezâil rivâyetleri
uydurulmuştur.19
Özellikle Mu'tezile'yi devletin resmi mezhebi haline getiren
Me’mun’un 212/827 yılında Şî‘a yanlısı bir siyaset izlemeye başlaması,20 Hz. Peygamber (s)'den sonra en üstün kişinin Hz. Ali olduğunu
dikte etmesi ve Muâviye’yi hayırla yâd edenleri ve onu sahâbeden
herhangi birine üstün tutanları devlet karşıtı ilan ettirmesi, 21
Muâviye'ye Cuma hutbelerinde lanet edilmesi için özel metin hazırlatıp okutması 22 gibi hususlar, devlet politikası haline gelmiştir.
Mu'tasım, Vâsık ve Muntasır zamanında da devam eden Ehl-i sünnet
dışı bu uygulamalar ve siyaset, bidat fırkalarının ve İslâm dışı oluşumların ashâb hakkında kötü söz söyleme, iftira etme ve onları tekfir etmelerine imkân vermekle kalmamış, bu görüşlerini kitaplar yazarak da yaymışlardır. Meselâ Hişâm b. Muhammed el-Kelbî (v.
mektedir (bkz. et-Taberî, EbûCa’fer Muhammed b. Cerîr (v. 310/922),
Târîhu't-Taberî (Târîhu'r-rusûl ve'l-mülûk), thk. Muhammed Ebû'l-Fadl İbrahim, Dâru'l-meârif, Mısır, 1968, 2. bsk., I-XI, V, 71.) Dolayısıyla burada karşılıklı bir lanetleşmeden bahsetmek mümkündür.
18 İbn Hacer, Ebu'l-Fadl ŞihâbüddînAhmed b. Ali el-Askalânî (v. 852/1448),
Fethu'l-Bârî, thk. M. Fuâd Abdulbâki-Muhibbuddin el-Hatîb, Dâru'l-ma'rife,
Beyrût, 1379, I-XIII, VII, 71.
19 M. Yaşar, Mevzû Hadîsler, Ankara, 1984, 41.
20 Bkz. el-Mes’ûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. El-Huseyn (v. 346/957), Murûcu’z-zeheb
ve meâ’dinü’l-cevher,thk. Saîd Muhammed el-Lahhâm, I-IV, Beyrût, 1417/1997,
III, 365; Hodgson, Marshall G. S., İslâm’ın Serüveni,çev. Komisyon, İz yay., İstanbul, 1995, I, 454,
21 et-Taberî, a.g.e., VIII, 619.
22 et-Taberî, a.g.e., X, 54-55.
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
119
204/819)'nin Mesâlibü's-sahâbe'si, 23 Hâricî görüşleri benimsemiş Ebû
Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ (v. 209/824)'nın Kitâbü'l-mesâlib'i,24 yine Heysem b. Adî (v. 207/822) ve meşhur Beytü'l-hikme'nin katiplerinden Allân el-Varrâk eş-Şuûbî (v. III/IX. asır başı) 'nin Kitâbü'lmesâlib25 adlı eserleri, bu dönemde yazılmış sahâbe karşıtı muhtevaya
sahip kitaplardandır. Ayrıca Şi‘î, Hâricî, Mu'tezilî-Cehmî-Kaderî
mezheplerine mensup kişiler de, yazdıkları kitaplarda sahâbe ile ilgili
iftiralarda bulunup onları yermeye devam etmişlerdir.26
Mu’tezile’ye olduğu gibi Şî‘a’ya da karşı olan Mütevekkil'in27
aldığı bir kararla, sahâbeye kötü söz söyleme, tekfir etme ve iftira etmeye son verilmiştir. Taberî'nin naklettiğine göre Bağdat'ta hicri 241
yılında bazı kimseler Hz. Ebû Bekir, Ömer, Aişe ve Hafsa hakkında
kötü söz (şetm) söyledikleri için, Mütevekkil tarafından kırbaçlanması ve cesedinin Dicle nehrine atılması emredilmiştir. Ayrıca sahâbeye
dil uzatanlara hadd (hadd-i şetm) uygulanması, hadden sonra da beş
yüz kırbaç vurulması da hükme bağlanmıştır.28
Ancak sahâbe ile ilgili tartışmalar bitmemiş, siyasi ve dini
vechesiyle varlığını toplumda devam ettirmiştir. Meselâ Abbasi halifesi Mu'tazıd zamanında (279-290/892-902), Me'mun'un uygulamaya
koyduğu Cuma hutbelerinde Muâviye ve taraftarlarına lanet okuma
geleneği yeniden bir talimatname ile canlandırılmıştır.29
Netice itibariyle konunun başında ifade ettiğimiz üzere, Ehl-i
hadîs âlimleri tarafından fedâilü's-sahâbe türü edebiyatın ilk ürünlerinin bu dönemde kaleme alınması bir tesadüf olmamıştır. Başka etÖrnek için bkz. İbn Hacer, Ebu'l-Fadl ŞihâbüddînAhmed b. Ali el-Askalânî
(v. 852/1448), el-İsâbe fî temyîzi's-sahâbe, thk. Abdullah b. Abdülmusin
etüTürkî, Kahire, 1429/2008, I-XV, VI, 84 (no:4230).
24 Bkz. İbnü’n-Nedîm, Muhammed b. İshâk Ebu’l-Ferec (v. 380/990), el-Fihrist,
thk. Rıdâ-Teceddüd, Mısır, ty., 59; İbn Hacer, Ebu'l-Fadl ŞihâbüddînAhmed
b. Ali el-Askalânî (v. 852/1448), Tehzîbu’t-tehzîb, Dâru’l-fikr Beyrût, 1404/1984,
I- XII, X, 222.
25 Bkz. İbn Hacer, Ebu'l-Fadl ŞihâbüddînAhmed b. Ali el-Askalânî (v.
852/1448), Lisânu'l-mîzân, thk. Abdülfettâh Ebû Ğudde, Beyrût, 1423/2002, IX, V, 481 (no:5289). Arap olmayanları Araplardan faziletli gördüğü için
Şuûbiyye'den olduğu söylenmektedir.
26 Efendioğlu, a.g.m., DİA, XII, 535.
27 Bkz. Mes’ûdî, a.g.e., IV, 137.
28 Taberî, a.g.e., IX, 200-201.
29 et-Taberî, a.g.e., X, 54-55.
23
120
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
menlerle birlikte özellikle devlet destekli olarak yürütülen bu
sahâbeyi tezyif ve tahkir furyasına, bir nevi tepki olarak, fedâilü'ssahâbe türü edebiyat teşekkül ettirilmiştir.
Buraya kadar dördüncü hicri asra kadarki sahâbe merkezli siyasi olayları ve bunların fedâilü's-sahâbe edebiyatının oluşumuna etkilerini kısaca değerlendirmiş olduk. Aslında siyasi ve iktidar hesabıyla yaşanan bu olaylar, gerek sahâbe hakkındaki ve gerekse diğer
konulardaki itikādî meselelerin ortaya çıkmasının temelini oluşturmuştur. Şimdi bu hususlara bakalım.
2.- Fedâilü's-Sahâbe Hakkında İtikādî Tartışmalar
Yukarıda anlatılan siyasi olaylarla bağlantılı olarak, sahâbenin
fazileti ve dindeki konumuyla ilgili yaşanan tartışmaların, itikādî sahada da derin etkileri ve yansımaları olmuştur. Zaten İslâm tarihindeki olayların itikādî bir yönü; itikādî esasların da tarihi bir yönü bulunur.
Sahâbe, kendi arasındaki siyasi ihtilafların ictihadi olduğunu
belirtmiş ve savaşmalarına rağmen birbirleri hakkında kötü söz kullanmamaya dikkat etmişlerdir. Ancak Hz. Osman'ın şehit edilmesinden sonra art niyetli bazı kimseler, sahâbe arasındaki siyasi ihtilafları
itikādî bir vecheye büründürmeye gayret etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve diğer sahâbeye ta'n ederek, aleyhlerinde ilk konuşan ve fitne çıkaran kimse Abdullah b. Sebe' (v. 40/660 civarı) olmuştur.30 Başlangıcı siyasi olan sahâbîlerin arasındaki bu ihtilafları kendi
çıkarlarına kullananlar, daha sonraki süreçte dini ve itikādî fırkalar
teşekkül ettirmişlerdir. Bu sebeple, bu fırkaların doğuşunda olduğu
gibi, inanç ilkelerini belirlemede de temel hareket noktalarını sahâbe
ile ilgili görüşleri oluşturmuştur. Kısaca bu fırkalara ve sahâbe ile ilgili görüşlerine değindikten sonra fedâilü's-sahâbe edebiyatına etkilerini ele almak yararlı olacaktır.
2.1. Hâricîler:
Hâricîlik, sahâbenin siyasi görüş ayrılıkları neticesinde ilk ortaya çıkan fırkadır. Tahkîm hadisesinden sonra “La hükme illa
lillah=hüküm ancak Allah’a aittir” sloganıyla31 anlaşmaya karşı çıkan ve
30
31
Nevbahtî, a.g.e., 32; İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, IV, 483-485 (no:4253).
Bkz. Taberî, a.g.e., V, 72, 74.
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
121
Hz. Ali'yi terk edenlerden meydana gelmiştir. Hâricîler (havâric),
Sıffîn Savaşı'nda, Allah’ın hükmüne uymadıkları gerekçesiyle Hz.
Ali'yi Hz. Osman'ı, Hz. Muâviye'yi, onların taraftarlarını, hakemleri
ve tahkimi kabul eden bütün Müslümanları tekfir ederek, onlarla savaşmışlardır.32
Çoğunluğu sahâbe olan bu Müslümanları tekfir etmelerine sebep olarak da, “büyük günah işleyenlerin kâfir olacağı ve ebedi cehennemde kalacakları” 33 nı göstermişlerdir. Bunlara göre Hâricî olmayan herkes, kâfirdir. Böylece siyasi duruşlarını itikādî bir veçheye
büründürerek, itikādî bir fırka haline gelmiştir.
2.2. Mu'tezile
Mu'tezile'nin kuruluşu ve itikādî bir mezhep olarak teşekkülünün temelinde de, sahâbe ile ilgili tartışmalar vardır. Kurucusu kabul
edilen Vâsıl b. Atâ (v. 131/748), hocası Hasan Basrî v.110/728) ile büyük günah işleyenin (mürtekib- i kebire veya sâhib-i kebire) durumu
hakkında tartışmış ve sonunda onun halkasından ayrılmıştır.
Sahâbenin birbirleriyle ihtilafında Hâricîler tarafından gündeme getirilen bu meselede Vâsıl, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan sahâbenin
büyük günah işlediğini, ancak dinden çıkmayıp fâsık olduklarını, iddia etmiştir. Ona göre bu savaşlara iştirak eden sahâbîler, birbirleri
hakkında şahitlik etseler, iki taraftan biri fâsık olduğu için şehadetleri
kabul edilemez. Bu bakımdan Mu'tezile, sahâbeyi günahkâr addetmekle Hâricîlere muvafakat etmiş, fakat tekfir etmediği için de ayrı
düşmüştür.34 Mu'tezile imamlarından Amr b. Ubeyd (v. 144/761) de,
Cemel ve Sıffîn savaşına katılan bütün sahâbenin fâsık olduğunu söylemiştir.
Nazzâm (v. 231/845)'ın sahâbe hakkındaki iddiaları ise çirkinlikte zirve yapmıştır. Meselâ o, Hz. Ali'nin halife olmasını emreden
hadîsi Hz. Ömer'in gizlediğini, Sakîfe günü Hz. Ebû Bekir'e biat etmekle Ali'nin hakkını gasp ettiğini, Hz. Fatıma'yı dövdüğünü,
Hudeybiye günü dininde şüpheye düştüğünü, Hz. Peygamber'in vefatından şüphe ettiğini, teravih bidatını ihdas ettiğini vb. iddia etmişNevbahtî, a.g.e., 19.
Bkz. eş-Şehristânî, Ebû Feth Muhammed b. Abbdilkerim (v. 548/1153),elMilel ve’n-nihal, thk. Ahmed Fehmî Muhammed, Beyrût, 1413/1992, I-III, I,
106 vd.
34 el-Bağdâdî, EbûMansûr Abdulkâhir b. Tâhir (v. 429/1037), el-Fark Beyne’lFırak, thk. Muhammed Muhyiddin Abdülhamîd, Beyrût, ty., 119.
32
33
122
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tir. Ayrıca Ebû Hüreyre'nin insanların en yalancısı olduğunu söyleyerek, ondan rivâyet eden Ehl-i hadîs'in de büyük hata ettiğini iddialarına eklemiştir. Daha sonra Hz. Ali, Hz. Osman, İbn Mes'ûd ve rey ile
ictihadda bulunan sair sahâbeyi çeşitli iddialarla ta'n etmiştir. 35
2.3. Şî‘a:
Şî‘a'nın ilk nüveleri, hilafet sıralamasında Hz. Ali'nin, Hz. Osman'dan önce hilafete geçmesi savunanlardan oluşuyordu. Ancak
zamanla ilk iki halifenin de önüne geçirilmesini iddia eden ve bunların Ali'nin hakkını gasp ettiklerini söyleyenler ortaya çıktı. Ancak bu
kimseler de bugünkü anlamıyla bir fırka olarak değil, taraftar (şîatü
Ali) anlamındabir gruptular. Bu sebeple ne Hz. Peygamber devrinde
ne de Hz. Ali devri de dâhil ilk dört halife devrinde Şiilikten söz edilebilir.36 Bir fırka olarak Şiilik, en erken Hz. Hüseyin'in şehadetinden
(61/680) sonra siyasi bir temayül olarak zuhur etmeye başlamıştır. 37
Bu dönemde Muhtar es-Sekafî (v. 67/687) gibi kimseler, Hz. Ali
ve Ehl-i beyt kavramını, siyasi amaçları için kullanılmışlardır.38 Ehl-i
beyt'in intikamı ve hilafete en layık kimselerin onlar olduğu iddiası
ile ortaya çıkarak, Ehl-i beytten önce hilafete geçenlerin bu makamları
gasp edenler olduğunu ve Ehl-i beyt haricinde hiç kimsenin halifelik
makamına oturamayacağını savunmuşlardır. Bu görüşler, diğer bazı
siyasi ve itikādî fikirlerle birlikte gelişerek, birçok siyasi ve fikri ekolün, hatta İslâm dünyasındaki ilk itikādî bölünme olan Şî‘a veya
teşeyyu' hareketinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 39
Belirtmek gerekirse Şî‘a bir tek ekol ve ilkeleri olan yeknesak
bir yapı değildir. Birçok kolları bulunan Şî‘a'nın40 sahâbenin fazileti
ile ilgili görüşleri de farklılık arz etmektedir. Ancak bütün Şi‘î oluşumların görüşlerine eksen aldıkları husus, Hz. Ali'nin bütün
Bağdâdî, a.g.e., 147-149;Şehristânî, a.g.e., I, 50-51.
Oysaki Şî‘a, teşekkülünü Hz. Peygamber dönemindeki Gadir-i Hum (hicri
10 yılı) zamanına kadar götürmektedir. Bkz. Sofuoğlu, Cemal, "Gadîr-i Hum
Meselesi", AÜİFD., XXVI, Ankara, 1983, 463.
37 Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, Ankara, 19990,
4.bsk., 120.
38 Bkz. Şehristânî, a.g.e., I, 145-149.
39 A.g.e., 121-122.
40 Şî‘a'nın yirmi dört fırkası bulunduğuna dair bkz. el-Eş’arî, Ebû’l-Hasan Ali
b. İsmail (v. 324/935), Makâlâtu’l-islâmiyyîn ve ihtilâfü’l-musallîn, thk. Muhammed Muhyüdddin Abdülhamîd, Beyrût, 1411/1990, I-II, I, 88.
35
36
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
123
sahâbenin en faziletlisi olduğu, halifeliğinin nassla sabit olmasına
rağmen diğer ilk üç halife tarafından bu hakkının gasp edildiği ve
imametin ancak onun soyundan birisinin hakkı olduğudur. 41 Dolayısıyla Şî‘a, fıkhi ve itikādî diğer konulardaki farklılıkları bir tarafa,
sahâbenin fazileti ve imamet meselesini kendisine eksen alarak farklılık oluşturmuş ve yine bu minval üzere varlığını devam ettiren bir
fırka olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bu anlayışından dolayı
Şî‘a'nın tarihteki bir diğer adı İmamiyye olmuştur. Mezhepler tarihi
kitaplarının bir kısmında Râfıza (Revâfız) 42 adıyla ele alınan
İmâmiyye zaman zaman, imam ilkesini benimseyen bütün Şi‘î gruplar için olduğu gibi, varlığını sürdüren en büyük Şi‘î grup durumunda bulunan İsnâaşeriyye için de kullanılmaktadır. 43 Ayrıca imamet
meselesi Şiilik için o kadar ayırıcı ve farklılaştırıcı bir unsur olarak ele
alınmıştır ki, yönetimin başı olan kimseye, özellikle Ehl-i sünnet'e
muhalefet olsun diye, "imam" denilmiştir. Bu sebeple Şî‘a için halife
yoktur, imam vardır. İmamet ise, sadece dünyevi ve devlet idaresini
ilgilendiren bir husus olmayıp, aynı zamanda dini ve uhrevi işlerin
de hüküm mercii durumunda bir kurumdur. Bu bağlamda Şî‘a fırkaları içersinde imamların nebilerden ve meleklerden daha faziletli
olup olmadıkları bile tartışılmış, bu görüşe iman edenleri olmuştur. 44
Şî‘a'ya göre İmam olacak kişi, insanların en faziletlisi olmalıdır. Bu da
Hz. Ali ve onun soyundan gelen kişilerdir.
Sahâbe merkezli tartışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan
imamet meselesi, Şî‘a tarafından kendini ana damardan (Ehl-i sünnet)
ayıran ve farklılaştıran en önemli argüman haline getirilmiştir. Bu
konu şiî iman esasları arasına dâhil edilmiş ve Şî‘a'nın
çoğunluğuncaiman, “Allah’ı, Rasûlünü ve Şi‘î imamları ikrar”dan
ibaret görülmüştür.45
Sahâbenin fazileti ve ilişkili konular, Şî‘a ile Ehl-i sünnet arasındaki en önemli ayrışma ve farklılık alanını ifade etmektedir. Şi‘î
Bkz. Nevbahtî, a.g.e., 15 vd.; . Eş’arî, a.g.e., I, 89; Şehristânî, a.g.e., I, 144-208.
Şî‘a'ya rafiza denilmesinin sebebini el-Eş'arî, "Ebû Bekir ve Ömer'in halifeliğini reddetmeleri" olarak açıklamaktadır. Eş’arî, a.g.e., I, 89.
43 "Fırka sonraki dönemlerde İmâmiyye adı yanında İsnâaşeriyye, ayrıca fıkıh
literatüründe Ca'fer es-Sâ-dık'a nisbetle Ca'feriyye şeklinde meşhur olmuştur."Öz, Mustafa, "İmâmiyye", DİA, XXII, 207-209. ayrıca bkz. Karaman, Hayrettin, "Ca'feriyye", DİA, VII, 4-10.
44 Eş’arî, a.g.e., I, 120.
45 Eş’arî, a.g.e., I, 125.
41
42
124
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
düşüncenin sahâbe ve hilafete bakışı, tamamen onu farklı kılan ve diğer fırkalardan ayıran yönüdür. Diğer bütün ihtilaflar, bu meseleler
üzerine kurulmuştur. Bu durum adeta şiîliği farklı bir inanç ikliminin
içine sokmaktadır.
Şî‘a'ya göre Hz. Ali'nin yanında ve tarafında durmayan bütün
sahâbe münafık ve fâsıktır.46 Bu sebeple Hz. Peygamber hayatta iken
saf ve temiz olan sahâbe, sonradan adalet vasıflarını kaybetmişlerdir.
Hatta Gadîr-i Hum'da47 Hz. Ali'yebiat etmelerine rağmen, Rasûlullâh
(s)'ın vefatından sonra, hatta ona inaden, bu sözlerinde durmayarak,
çok azı48 dışında kalanları irtidat etmişlerdir.49 Sahâbe hakkındaki bu
Şi‘î itikād, onların muteber addettikleri rivâyet kitaplarında hem de
Hz. Ali'ye dayandırılan bir söz olarak kaydedilmektedir. Selmân'dan
nakledildiğine göre Ali şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'den sonra
dört kişi dışında kalan herkes irtidat etmiştir."50
Bu anlatılanlardan anlaşıldığına göre sahâbe kavramı, Ehl-i
Sünnet'te olduğu gibi Şî‘a'da olumlu bir mana çağrıştırmamaktadır.
Dolayısıyla birkaç kişisi dışında sahâbe denildiğinde Şi‘î inanç dünyasında, yerilmesi gereken fâsık, mürted ve hatta düşman kimseler
akla gelmektedir. Dolayısıyla onlara sövmek (sebb/şetm/buğz/ta'n),
dil uzatmak ya da faziletsizliklerini ortaya koymak, dini ve itikādî bir
görev olarak telakki edilmiştir. Günümüzde bile Şi‘î propagandanın
ve Ehl-i sünnet'ten farklı taraflarının temel eksenini, sahâbe ile ilgili
söylemlerinin oluşturduğu söylenebilir. Aynı zamanda bu durum, iki
ekolün hadîs anlayışlarını da belirlemiştir.
Sahâbe hakkında Ehl-i sünnet'ten bu kadar farklı ve uç inancı
olan bir fırkanın, hadîs anlayışı da farklı olmuştur. Zira Şi‘î inancın
sahâbe telakkisi, ümmetin fazilet sıralamasındaki ilk üç ismin ve
Eş’arî, a.g.e., I, 128.
Gadîr-i Hum olayı ve Şî‘a için ifade ettikleri hakkında geniş bilgi için bkz.
Sofuoğlu, Cemal, "Gadîr-i Hum Meselesi", AÜİFD., XXVI, Ankara, 1983, 461470.
48 Bu az sayıdakiler, Ehl-i beyt, Ebû Zerr, Mikdâd, Selmân, Ammâr ve Huzeyfe gibi sahâbedir. İbn Kesîr'e göre Şî‘a sadece on yedi sahâbeyi tadil etmekte
ve tekfir etmemektedir. İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İmâmuddîn İsmâîl (v.
774/1372), el-Bâisü'l-Hasîsşerhu ihtisâri Ulûmi'l-Hadîs, telif: Ahmed Muhammed Şâkir, Beyrût, 1425/2004, 177.
49 Eş’arî, a.g.e., I, 129.
50 Süleym, Ebû Sâdık Süleym b. Kays el-Hilâlî el-Kûfî (v. 76/ 695), Kitâbu
Süleym b. Kays el-Hilâlî, thk. Muhammed Bâkır el-Ensârî ez-Zencânî e-Hûînî,
Kum, 1420, 162
46
47
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
125
muksirûn sahâbenin irtidatına hükmetmişken ya da en insaflılarına
göre adaletleri şüpheli iken, rivâyetlerinin sahih olması da düşünülemeyecektir. Bunun tabiî sonucu olarak da birkaç sahâbe dışındakilerin rivâyet ettiği hadîsler, uydurma, yalan ve hatta iftiradan ibaret
kalacaktır. 51 Bu durum, Şî‘a kaynaklarındaki hadîslerin neden "Hz.
Peygamber(s)Sahâbe…" şeklindeki bir isnad sistemi yerine daha
çok Ehl-i beyt imamlarına dayanarak rivâyet edildiklerini de açıklamaktadır.
Netice olarak, tarihte önemli sosyo-politik gelişmelerin merkezini teşkil eden sahâbe algısı, ilk üç asırdaki bütün itikādî ve siyasi
konuların da rengini belirlemede önemli rol oynamıştır. O dönemlerin tartışılan ve mezheplerin teşekkülüne medar olan tahkîm-tekfîr,
mürtekibu'l-kebire, sahâbenin adâleti ve fazileti, el-menzile beyne'lmenzileteyn, imâmet, hilâfet ve dini siyaset gibi konular, hep sahâbe
merkezli meseleler olarak ele alınmıştır.
Bu konular, o dönemin en önemli unsurlarından birisi olan
Ehl-i hadîs tarafından da değerlendirilmiştir. Ehl-i hadîs'in bu değerlendirmelerini ayrı bir başlık altında ve fedâilü's-sahâbe edebiyatının
muhteva oluşumu bağlamında değerlendirmek istiyoruz.
C. Ehl-i Hadîs ve Fedâilü's-Sahâbe Edebiyatının Muhteva
Oluşumu
Ehl-i hadîs veya Ashâbu’l-hadîs, sadece hadîs rivâyetiyle ilgilenenleri ifade eden bir kavram değildir. Ehl-i hadîs, Ehl-i sünnet denilen Müslümanların ana damarını ve çoğunluğu/cemaati temsil
eden dini yapının bir grubunu oluşturan hadisçi hareketinin adıdır. 52
İmam Şâfi'î (v. 204/820)'nin çalışmaları ve özellikle mihne sürecinden
sonra Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)’in görüşleri etrafında ilmî ve fikri bir hareket olarak şekillenen hadîsçi hareketi'ne Ashâbu’l-hadîs veya
Ehl-i hadîs denilmektedir. 53 Hadîs tasnifinin zirvesi sayılan hicri
üçüncü asırda başta Kütüb-i Sitte olmak üzere oluşturulan eserler, bu
hadisçi hareketinin ilmî ve fikri görüşlerini savunmak ve muhaliflerine reddiyede bulunmak amacıyla da tasnif edilmiştir.54
Nitekim Şî‘a tarafından tahrif ve uydurma kabul edilen Ehl-i sünnet'in kabul ettiği rivâyet ettiği örnekler için bkz. Süleym, a.g.e., 189-190.
52 Eş'arî, a.g.e., I, 345.
53 Geniş bilgi için bkz. Özpınar, a.g.e., 59-66.
54 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Özpınar, Ömer, Hadîs Edebiyatının Oluşumu,
Ankara, 2005 ve 2013.
51
126
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hâricîler, Şî‘a ve Mu'tezile dışındaki merkezi ve mutedil zümreyi temsil eden çoğunluk içinde yer alan Müslümanlar, kıble ehlinden hiç kimsenin büyük günahı dolayısıyla tekfir edilemeyeceğini,
günahkâr da olsa bir mü’minin ebedi cehennemde kalmayacağını savunmuşlardır. Bu bağlamda sahâbeyle ilgili olarak Hz. Ali ve Hz.
Osman ile Cemel ve Sıffîn'e katılanların durumunun Allah'a bırakılması gerektiğini ve dahası sahâbenin asla tekfir edilmemesi gerektiğini, onlara kötü söz (sebb/ta'n) söylenmemesini, fazilet sıralamasının
hilafet sırasına göre olduğunun kabul edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. 55 Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisi, Hulefâ-i
râşidîn'in hepsidir.56 Ehl-i sünnet'in teşekkülünden önceki dönemdeki
temsilcileri olarak kabul edebileceğimiz selef-i salihin ve müctehid
imamlar döneminde bu görüşler savunulmuştur. Meselâ Ebû Hanife'nin el-Fıkhu'l-ekber'inde, sahâbenin faziletiyle ilgili konuya da temas edilmiş ve peygamberlerden sonra insanların en üstünlerinin sırasıyla Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali olduğu, bunların ve diğer
ashâbın hürmetle anılması gerektiği yazılmaktadır.57
Ashâbu’l-hadîs, bu inancı aynen devam ettirerek eserlerinde
söz konusu esaslara sahip çıkmışlar ve bunları muhaliflerine karşı
savunmuşlardır.58 Zira her şeyden önce sahâbeye yöneltilen eleştiriler
ve onları mürted olduklarına varacak kadar yapılan ithamlar, dinin
kaynağı olan hadîs rivâyetleri için büyük bir tehdit oluşturmuştur.
Rasûlullah (s)'tan hadîsleri bizzat duyup nakleden birinci kaynak
olan sahâbenin adaleti yaralanmaya çalışılmış ve netice itibarıyla
naklettikleri hadîslerin sıhhati sorgulanmaya başlamıştır. Bu
aradabatıl fikir ve akideleri teyit eden rivâyetler uydurulmakla kalmamış, sahih rivâyetleri de batıl görüşlerine göre tevil etmişlerdir.59
Ehl-i sünnet düşüncesinde sahâbe, hadîs rivâyetinde ve isnadında son derece önemli ve kritik halkayı temsil etmektedir.
Rivâyetleri Hz. Peygamber'den duyan, anlayan ve kendi kelimeleriyle onu sonraki kuşağa aktaran ilk halkadır. Şî‘a, sahâbenin adaleti ile
sahâbenin ismeti meselesini birbirine karıştırmış gözükmektedir. Bu
Bkz. Eş'arî, a.g.e., 347, 348. Krş. İbn Kesîr, el-Bâisü'l-hasîs, 177. Nevbahtî, bu
inançta olanlara toptan mürcie demektedir. Bkz. en-Nevbahtî, a.g.e., 19.
56 Bkz. Eş'arî, a.g.e., 348. Krş. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VII, 81.
57 Efendioğlu, a.g.m., DİA, XII, 535.
58 Bkz. Kutlu, Sönmez, İslâm Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Hadîs Taraftarlarının
İman Anlayışı Bağlamında Bir Zihniyet Analizi, Ankara, 2000, 38.
59 Bkz. Kandemir, a.g.e., 36.
55
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
127
bakımdan Şî‘a ve Hâricîler dışındaki bütün mezhepler, bazı mensuplarını bir tarafa bırakırsak, sahâbenin adaleti konusunda görüş birliği
içindedir. Zira sahâbenin adaleti, birçok âyetin ve hadîsin delaletiyle
sabit bir durumdur. Bu sebeple de onların adaletini araştırmak ve
cerh etmek kimsenin haddine görülmemektedir.60 Kur’ân ve sünnetin
şahitleri ve taşıyıcıları olan sahâbenin değil, bilakis, onları tenkit
edenlerin cerh edilmesi gerekir. Çünkü böyle yapan bir kişi zındık,
yani din düşmanı bir kimsedir.61
Fedâilü's-sahâbe ile ilgili olarak özellikle Şi‘î cenahın çatışmacı,
ayrıştırıcı ve kışkırtıcı bir yaklaşımla naklettiği rivâyetler, üçüncü
asırdan itibaren yoğunluk ve yaygınlık kazanmıştır. Ancak vurgulamak gerekir ki, Hz. Ali'nin ve soyunun faziletlerine dair nakledilen
bu Şi‘î rivâyetlerin neredeyse tümü uydurmadır. Bunu Şi‘î imamlarından İbn Ebi'l-Hadîd 8 (v. 655/1257) şöyle itiraf etmektedir: "Şunu
bil ki, fezâil ile ilgili uydurma hadisler, ilk defa Şî‘a tarafından ortaya
konmuştur. Onlar, önce Hz. Ali hakkında muhtelif hadisler uydurdular."62
Bu durumun Şî‘a'nın siyasi ve itikādî bir fırka olarak ortaya
çıktığı döneme rast gelmesiyle paralel gelişmesi bir tesadüf olmamıştır. Bu yaptıklarıyla Şî‘a, adeta tarihten aldığı verilerle yeni bir ideoloji ve yeni bir inanç ortaya koymaya gayret etmektedir. Bu amacını
gerçekleştirmek için de, Müslümanların ilk ihtilaf konusu olan imamet ve bunun uzantısı olarak ortaya çıkan sahâbe arasındaki ihtilafı
kendisine dayanak edinmiştir. Bu uğurda kendi anlayışına uygun tarihi malzemeyi ise ya tevil ettiği ya da uydurduğu rivâyetler63 yoluyla elde etmeye koyulmuştur.
Bu duruma Ehl-i hadîs'in aldığı tedbirlerden birisi, sahâbeye
dil uzattıkları için Şi‘î bir râvînin rivâyetlerinin makbul olmadığı usûl
kaidesini getirmek olmuştur. Hatta mezhebinin propagandasını
yapmayan bazı bidat ehli râvîlerin rivâyetleri alınırken, rafizilerin
sahâbe hakkındaki görüşleri ve yalan söylemeleri sebebiyle asla
Hatîb, a.g.e., 46-49. İbn Hacer, bu sebepten rical kitabına sahâbeyi almadığını ifade etmektedir. Bkz. İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, I, 197.
61 Ebû Zür'a er-Râzî (v. 264/878)'ye ait bu kabil bir değerlendirme için bkz.
Hatîb, a.g.e., 49.
62 İbn Ebi'l-Hadid, Şerhu nehci'l-belâğa, Beyrût, 1374/1954, III, 26'dan naklen
Kandemir, a.g.e., 32.
63 Bu rivâyetler hakkında bkz. Kandemir, a.g.e., 33-38.
60
128
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rivâyetleri alınmayacağı hükmüne varılmıştır. Ayrıca sahâbeyi tekfir
eden ve Ebû Bekir ve Ömer'den teberri eden her kim olursa olsun,
aynı şekilde sapkın (dâl) kabul edileceği ve rivâyetlerinin alınmayacağı kararı alınmıştır.64
1. Fedâilü's-Sahâbe Edebiyatının Muhtevası
Fedâilü's-sahâbe konusunda fırkalar arası ve özellikle de Şî‘a
ve Ehl-i sünnet arasındaki tartışmaların yansımaları, konumuz açısından iki önemli sonuç ortaya çıkarmıştır. Birincisi, fedâilü's-sahâbe
ile ilgili karşılıklı olarak hadis uydurmak; 65 İkincisi, fedâilü's-sahâbe
edebiyatının teşekkülüne etkide bulunmaktır.
Nitekim İbn Hacer (v. 852/1448), Ahmed b. Hanbel'in "Üç sahadaki kitaplarda geçen rivâyetlerin aslı66 yoktur: Tefsir, meğazi ve
melâhim" sözünü naklettikten sonra şöyle demektedir: "Ben bunlara
fezail rivâyetlerinin de ilave edilmesi gerektiğini söylüyorum. Çünkü
bu alan, zayıf ve uydurma rivâyetlerin bol olduğu bir alandır…
Rafizilerin Ehl-i beyt'in fazileti hakkında ne kadar hadîs uydurduklarını bilmek mümkün değildir. Ehl-i sünnet'in cahilleri de bunlara
Muâviye'nin ve şeyhayn (Ebû Bekir ve Ömer)'in faziletleri konusundaki uydurmalarıyla karşılık vermiştir."67
Fedâilü's-sahâbe edebiyatının muhtevasına bakıldığında ilk
göze çarpan unsurun, savunmacı ve reddiyeci bir karakterde tasnif
edilmiş olmalarıdır. Sahâbenin fazileti konusunda Hâricî anlayışın
zayıfladığı, Mu'tezile'nin nispeten daha mutedil olduğu bir dönemde
ortaya çıkan bu edebiyatın asıl hedefinde Şî‘a'nın sahâbe anlayışının
yer aldığı anlaşılmaktadır. Zira sahâbenin fazileti ile ilgili tartışmaların muhtevası ya sahâbe ile Ehl-i beyt ya da özel olarak şeyhayn denilen Hz. Ebû Bekir-Ömer ile Hz. Ali etrafında şekillenmiştir. Konuyla
ilgili rivâyetlere bakıldığında aynı veya benzer rivâyetlerin bazen
sahâbe yerine Ehl-i beyt konularak; bazı rivâyetlerde ise Ali yerine
İbn Hacer, Lisânu'l-mîzân, I, 202.
Bu rivâyetlerden örnekler ve değerlendirmeleri için bkz. Kandemir, a.g.e.,
33-38.
66 Hadîs ıstılahı olarak "lâ asla leh: Hakkında bu hüküm verilmiş olan hadisin
bilinen bir senedi yok demektir. Dolayısıyla bu hadîs, hadîs ilminin verilerine/zahir ölçülerine göre mevzû sayılır." Aydınlı, Abdullah, Hadîs Istılahları
Sözlüğü, İstanbul, 2006, 169.
67 İbn Hacer, Lisânü'l-mizân, I, 207.
64
65
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
129
Ebû Bekir ya da Ömer konularak veya tersi bir şekilde rivâyet edildiği görülmektedir.68
Buradan da anlaşıldığı üzere Ehl-i hadîs'in, fedâilü's-sahâbe ile
ilgili eserleri tasnif etmekte üç amaç güttükleri ifade edilebilir. Bunları hem uydurma rivâyetlerin önüne geçmek, hem sahih olan
rivâyetleri ortaya koymak ve hem de sahâbe karşıtı fikirlerle mücadele etmek şeklinde sıralamak mümkündür. Bu amaçlardan ilk ikisinin
fedâilü's-sahâbe ile ilgili sahih rivâyetlerin tasnif edilmesiyle kendiliğinden gerçekleştiği aşikardır. Bu sebeple çalışmamızda üzerinde
durduğumuz ve ortaya koymaya çalıştığımız hususun, fedâilü'ssahâbe edebiyatının telif amaçlarından daha çok üçüncüsü olması kaçınılmaz olmaktadır.
Nitekim fedâilü's-sahâbe edebiyatının muhtevasına bakıldığında, yukarıda anlatılan hususların savunulması ve muhaliflerine
karşı bir reddiye olarak teşekkül ettirildiği görülmektedir. Binaenaleyh fedâilü's-sahâbe edebiyatı, daha öncede ifade ettiğimiz üzere
Ehl-i hadîs'in reddiye nitelikli tasnif ettiği edebiyat türlerindendir.
Özellikle Şî‘a'nın sahâbe algısı ve tasavvuru doğrultusunda ortaya
koyduğu fikri, ilmî ve siyasi tartışmaları, bu edebiyatın teşekkülünde
olduğu gibi muhteva oluşumunda da en önemli etken olarak değerlendirmek mümkündür.
Şimdi bu hususları daha muşahhaştıracak örnekler üzerinde
duralım.
1.1. Ahmed B. Hanbel ve Fedâilü's-Sahâbe Adlı Eseri
Fedâilü's-sahâbe alanında telif edilen Hadîs edebiyatının ilk
örneklerini, bu konuda müstakil olarak tasnif edilen eserlerden verelim. İlk olarak da Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)'e nispet edilen ancak
daha çok oğlu Abdullah (v. 290/902)'ın babasından rivâyetleriyle tasnif ettiği anlaşılan69 ve günümüze ulaşan ilk fedâilü's-sahâbe edebiyatı türünden olan esere bir göz atalım. Kitabın baş tarafında Abdullah,
babası Ahmed b. Hanbel'den, genel anlamda bütün ashâbın faziletine
dair hadislere yer vererek giriş yapmaktadır. İlk hadîste Abdullah b.
Bkz. Demir, Mahmut, Fezâilü's-Sahâbe Rivâyetleri Bağlamında Şi‘î-Sünni İhtilafının Sünni Hadîs Rivâyetlerine Yansımaları (Basılmamış doktora tezi),AÜSBE., Ankara, 2010, 116-326.
69 Bu konuda bkz. İbn Hanbel, Ebû Abdullah Ahmed b. Muhammed (v.
241/855), Fedâilü's-sahâbe, thk. Vasiyyullah b. Muhammed Abbâs, Riyad,
1426, I-II, I, (muhakkıkın mukaddimesi), 37.
68
130
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Muğaffel'in naklettiğine göre Rasûlullâh (s) şöyle buyurmuştur: "Allah Allah! Aman ashâbım hakkında söz söylemekten sakının; Sakın
benden sonra onları hedef almayın. Onları seven, beni sevdiği için
sever; onlara buğzeden, bana buğzettiği için buğzeder. Onlara eziyet
veren, bana eziyet vermiş, bana eziyet verense Allah'a eziyet etmiş
sayılır. Allah'a eziyet vereni de, Allah hemen cezalandırır." 70 Daha
sonra "Ashâbıma sövmeyin, kim söverse Allah'ın laneti üzerine olsun/olur"71 şeklindeki rivâyetlere ver verilmektedir.
Ahmed b. Hanbel'in kitabının hemen başında ve mukaddime
niteliğinde bu rivâyetlere yer vermesi, adeta kitabını telif etmedeki
amacını da ortaya koymaktadır. Buna göre o, kitabını sahâbeye yöneltilen eleştiriler ve dahası onların bir takım olumsuz vasıflarla itham edilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu kabil sahâbe hakkındaki genel fazilet rivâyetlerinden sonra Hz. Ebû Bekir'in faziletleriyle ilgili hadisler nakledilerek (no: 25-300) 72 Ehl-i sünnet ve
Ashâbu’l-hadîs'in sahâbe konusundaki görüşlerini ortaya koyan
rivâyetlerin tasnifine devam edilmiştir. Sırasıyla "Fedâilü emiri'lmü’minin Ömer b. el-Hattâb" (no: 301-718),73 "Fedâilü Osmân b. Affân"
(no: 719-877)74 ve "Ahbâru emriri'l-mü’minin Alî b. Ebî Tâlib" (no: 8781247)75 başlıkları altında ilk dört halifenin faziletlerine dair rivâyetlere
yer verilmektedir. Sa'îd b. Zeyd dışındaki geri kalan beş aşere-i
mübeşşere'nin faziletiyle devam eden eser, kadınlardan Hz. Fâtıma,
Hatice ve Aişe'nin faziletlerine dair rivâyetleri tasnif etmektedir. Sonlarda ise yine kitabın başındakine benzer rivâyetlerle "Fedâilü
ashâbi'n-nebi" başlığı altında genel olarak sahâbenin faziletlerine yer
verildikten sonra, sırasıylaAmr b. Âs, Muâviye, Abbas ve Abdullah b.
Abbas'ın faziletlerine dair rivâyetler tasnif edilmiştir. Bu isimlere kitabın sonunda yer verilmesi manidardır. Tahkim olayının hakemi
Amr b. Âs ile ilgili çoğu aynı manaya gelen altı rivâyete yer verilmiştir. Aynı şekilde Muâviye'ye dair sadece "Allahım ona Kitab'ı ve hesabı öğret ve azaptan koru" şeklindeki tek manalı üç rivâyete 76 yer
vermiş olması da anlamlıdır.
İbn Hanbel, a.g.e., I, 58 (no:1). Ayrıca Tirmizî, Menâkıb, 58 (V, 692 no:3862).
İbn Hanbel, a.g.e., I, 64 (no:11).
72 İbn Hanbel, a.g.e., I, 76-298.
73 İbn Hanbel, a.g.e., I, 299-548.
74 İbn Hanbel, a.g.e., I, 549-648.
75 İbn Hanbel, a.g.e., I, 649-II, 907.
76 İbn Hanbel, a.g.e., II, 1155-1158 (no:1748-1750).
70
71
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
131
Aslında kitabın bu tertibi, içeriği hakkında olduğu kadar, neyi
savunmak ve neyi reddetmek üzere tasnif edildiğini de ihsas etmektedir. Ehl-i sünnet'in ve Ashâbu’l-hadîs'in sahâbe tartışmalarındaki
genel inancını ve ilkelerini ortaya koymak üzere telif edildiği görülmektedir. ilk dört sahâbenin fazilet sıralamasının, hilafete geliş sıralamasıyla aynı olması, hanımlardan Hz. Fatıma ve Hatice yanında
sadece Hz. Âişe'nin faziletine dair rivâyetlere yer verilmesi de konumuz açısından anlamlıdır. Böylece bütün sahâbenin faziletli olduğu
ve aralarındaki ihtilafların bu durumu zedelemediği ortaya konmaya
çalışılmıştır. Ayrıca bu tarz bir tasnif yöntemi izlenerek sahâbeyi tartışmaların dışında tutmak ve bir ayrışma aracı olarak kullanılmalarının önüne geçilmek istenmiş gibidir.
1.2. Nesâî ve Fedâilü's-Sahâbe Adlı Eseri
Muhteva bakımından Nesâî (v. 303/915)'nin Fedâilü's-sahâbe adlı kitabındaki rivâyetlerin tasnifi ve tertibi de Ahmed b. Hanbel'in
eserine yakındır. Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ca'fer, Hasen, Hüseyin, Hamza, Abbas, Abdullah b. Abbas, Zeyd, Üsame gibi sahâbîlerin
faziletleri peş peşe sıralanmıştır. Ancak burada İbn Hanbel'in kitabında sonlarda yer verilen isimlerin ön sıralara alınması ve bu kimselerin Hz. Ali'ye yakın veya ailesinden kimseler olması dikkat çekicidir. Öte yandan Nesâî'de dikkat çeken bir başka husus, onun
Muâviye hakkında hiç bir nakilde bulunmamasıdır. Ancak o, tahkim
olayının hakemi Amr b. Âs'ın faziletine, bir tane rivâyetle de olsa, yer
vermiştir.77 Bu durumu Nesâî'nin Muâviye aleyhtarlığı ve teşeyyu' ile
itham edilmesinden ziyade, bu kabil kitapların telifindeki etmenleri
de ortaya koyan kendi beyanıyla şu şekilde açıklamak kanaatimizce
daha doğrudur. Ona şeyhayn hakkında kitap yazmak dururken neden ilk önce Hz. Ali'nin faziletlerini anlattığı el-Hasâis kitabını yazdığı
şeklinde eleştiriler yöneltilince şöyle demiştir: "Şam'a geldiğimde Hz.
Ali aleyhtarlarının aşırı derecede olduğunu gördüm. Allah'ın kendilerine doğru yolu göstermesi için de el-Hasâis kitabını yazdım."78
Bu rivâyetin Hz. Peygamber'in Amr'ın mü’min olduğunu belirten bir
hadîsi olması ilginçtir. en-Nesâî, Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v.
303/915), Fedâilü's-sahâbe, thk. Fâruk Hammâde, Dâru's-sekâfe, Mağrib,
1404/1984,174.
78 es-Subkî, Tâcüddîn Ebunnasr Abdülvehhab b. Takıyyüddin Ali eş-Şâfi'î (v.
771/1370), Tabakātü'ş-şâfi'iyyeti'l-kübrâ, thk. Mahmûd Muhammed et-TanâhîAbdülfetLâh Muhammed el-Hulv, byy., I-X, III, 15; ez-Zehebî, Şemsüddin
77
132
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Nesâî, Şamlıların bu tutumundan rahatsızlığından ve Hz. Ali'den başka sahâbe hakkında faziletlerini nakleden kitap telif etmesi
için yapılan baskılardan dolayı, söz konusu Hasâisü Ali'den sonra
mevzubahis ettiğimiz Fedâilü's-sahâbe adlı kitabını telif etmek zorunda kalmıştır.79 Bu anlatılanlar, fedâilü's-sahâbe edebiyatının teşekkülü
ve muhteva oluşumuna etki eden amiller hakkında bize yeterince fikir vermesi bakımından önemlidir.
Nesâî'nin bu kitapta Muâviye'nin faziletiyle alakalı rivâyetlere
hiç yer vermemesi, bizim olduğu gibi o dönemdeki kişilerin de dikkatini çekmiş ve nedenini soranlara o: "Neyi tahriç edeyim? "Allahım
onun karnını doyurma"80 hadisini mi?" diye cevap vermiştir.81 Hatta
daha sonraki bir Şam yolculuğunda ısrarla Muâviye'nin faziletleriyle
alakalı rivâyette bulunmasını isteyenlere yine aynı cevabı verdiğinde,
bu sefer darp edilerek oradan çıkartılmış ve aldığı darbeler onun
ölüm sebebi sayılmıştır.82
Nesâî'nin Fedâilü's-sahâbe'sinde önce sırasıyla teker teker Ebû
Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin faziletlerine yer vermesi, sonra da tekrar ayrı başlık altında hepsinin ismini zikrederek birlikte faziletlerinin
geçtiği rivâyetleri tasnif etmesi ilginçtir. Bu başlık altında "Ümmetimde halifelik otuz yıldır, sonrası hanedanlıktır"83 şeklindeki rivâyete
yer vermiş olması, onun sadece Muâviye ve Emevi hanedanlığı ile
sonraki yönetimlere bakış açısını değil, aynı zamanda sahâbenin faziMuhammed b. Ahmed (v. 748/1347), Siyeru a’lâmi’n-nübelâ, thk. Şuayb elArnavût, Müessetü'r-risâle, Beyrût, 1402/1982, I-XXIII, XIV, 129.
79 Subkî, a.g.e., III, 15; Zehebî, a.g.e., XIV, 129.
80 Nesâî'nin Muâviye'nin aleyhine gibiymiş gibi zikrettiği bu rivâyetin sebeb-i
vurudu ve siyakı şöyledir: "İbn Abbas'tan nakledildiğine göre o şöyle dedi:
"Ben çocuklarla birlikte oynuyordum. Derken Rasûlullah (s) geldi. Ben hemen bir kapının arkasına saklandım. (Beni orada bulup) enseme dokundu ve
"Git ve bana Muâviye'yi çağır!" dedi. Ben (gittim) ve gelip dedim ki: "O yemek yiyor" dedim. Rasûlullah (s), tekrar: "Git ve bana Muâviye'yi çağır!" dedi. Ben (yine gidip) döndüm ve: "O yemek yiyor!" dedim. Bunun üzerine:
ْ ‫َّللاُ با‬
‫")َل أا ْشبا اع ه‬
‫ ا‬buyurdular. (Müslim, Bir ve
"Allah onun karnını doyurmasın (ُ‫طناه‬
Sıla, 96 (III, 2010)."Buradaki ifadede Hz. Peygamber'in Muâviye'ye beddua
etmediği ya da onu kötülemek maksadıyla bu ifadeyi kullanmadığı açıktır.
Ancak Nesâî, bunu bu manaya gelecek şekilde takti' yaparak zikretmiş olmaktadır.
81 Zehebî, a.g.e., XIV, 129.
82 Zehebî, a.g.e., XIV, 132-133.
83 Nesâî, a.g.e., 84.
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
133
leti ekseninde sürdürülen tartışmalara yaklaşımını da göstermektedir.
Nesâî hakkında aktarılan bu tarihi bilgiler, fedâilü's-sahâbe
edebiyatının ortaya çıkışı ve muhteva oluşumuyla ilgili bize kıymetli
bilgiler de aktarmaktadır. Demek ki bu hadîs edebiyatı türü, hadisçilerin toplumda gördükleri yanlış sahâbe anlayışını düzeltmek ve toplumda derin etkileri olan tartışmalar sahih rivâyetler bağlamında cevap vermek üzere telif edilmiştir.
Meseleyi ortaya koyması bakımınadan bu iki müstakil eserden
sonra, şimdi de geniş hacimli Hadîs rivâyet kaynaklarının bir bölümü
olarak tasnif edilen fedâilü's-sahâbe edebiyatıyla ilgili örnekler üzerinde duralım.
1.3. Sahîh-i Buhârî ve Fedâilü's-Sahâbe
Müstakil olarak telif edilen fedâilü's-sahâbe kitapları dışında,
hacimli hadîs edebiyatı türlerinin bir bölümü ya da bâbı olarak tasnif
edilen rivâyetlerle de bu konu Ehl-i hadîs tarafından ele alınmıştır.
Bunların en iyi örneklerden birisi olarak Sahîh-i Buhârî verilebilir. Zira
Buhârî (v. 256/869), el-Câmi'u’s-Sahîh’in bâblarında ortaya koyduğu
görüşlerle, devrini ve hatta sonrasını etkileyen ve hakkında en çok
söz edilen bir muhaddis durumundadır. Bunda, devrinin ilmî ve fikrî
oluşumlarını iyi tahlil eden ve günün meselelerine ilgi duyan bir
hadîsçi olmasının rolü büyük olmuştur.
Sahîh-i Buhârî'nin altmış ikinci bölümü, otuz bâbdan oluşan
Kitâbu fedâili'l-ashâb'dır.84Bu bölümden sonraki bölümde ise Buhârî,
Kitâbu menâkıbi'l-ensâr adıyla yeni bir bölüm oluşturarak, burada
ensardan olan sahâbîlerle ilgili rivâyetleri tasnif etmiştir. Buhârî'nin
böyle bir ayırıma gitmesi dikkat çekicidir. O, böyle yapmakla adeta
"fezâil" ile "menâkıb"ın85aynı manaya geldiğini ifade eder gibidir. Ancak ifade etmek gerekirse muhteva olarak bu iki bölüm bir birinden
farlılık arz etmektedir. Buhârî, menâkıbu'l-ensâr'da daha çok tarihi
el-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmâîl (v. 256/869), el-Câmiu’sSahîh, İstanbul, 1992, I-VIII, IV, 188-221.
85 "Sözlükte "Övünülecek güzel iş, hareket" mânasına gelen menkabe (menkıbe) kelimesinin çoğulu olan menâkıb bu anlamıyla ilk defa, III. (IX.) yüzyıldan itibaren yazılan hadis kitaplarında Hz. Peygamber’in ashâbının faziletlerine dair hadisleri ihtiva eden bölümlerin adı olarak (Kitâbü'l-Menâkıb) kullanılmaya başlanmıştır." Şahin, Haşim, "Menâkıbnâme", DİA, XXIX, 11-114,
112.
84
134
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
değerdeki olaylar ve bilgiler içeren rivâyetlere yer verirken, fedâilü'lashâb bölümünde konumuz olan sahâbe hakkındaki tartışmalara
müdâhil olacak şekilde rivâyetleri tasnif etmektedir. Zira o, bu bölüme sahâbî kavramının tanımını yaptıktan sonra, genel anlamda
sahâbenin en hayırlı nesil olduğuna dair hadîslerle giriş yapmaktadır.
Sonra, "menâkıbü'l-muhacirîn" adıyla bir bâb oluşturarak Hz. Ebû
Bekir ile ilgili Hz. Peygamber'le samimiyetini bildiren tarihi olayları
anlatan rivâyetleri tasnif etmektedir. Akabinde Hz. Ebû Bekir'in faziletlerini anlattığı bâblar oluşturur ve bunlardan birisine 'Hz. Peygamber'den sonra insanların en faziletlisinin o olduğu'nu ifade etmek
üzere "Bâbü fadli Ebî Bekr ba'den-Nebî (s)" 86 tercemesini koyar. Bu
bâbda tek hadîs tasnif etmektedir. O hadîsin İbn Ömer'in "Biz Hz.
Peygamber (s) hayattayken insanların üstünlüklerini konuşurduk da,
Ebû Bekir'in, sonra Ömer'in sonra da Osman b. Affân'ın üstün olduklarını söylerdik" 87 mevkûf rivâyeti olması dikkat çekicidir. Böylece
Buhârî, sahâbe arası ihtilaflarda tarafsızlığını koruyan İbn Ömer kanalıyla, sahâbenin, faziletler konusundaki kanaatini insanlara taşımış
olmaktadır. Bu hem bir savunma hem de bir reddiye özelliğindedir.
Buhârî, daha sonraki fazilet rivâyetlerini, "Bâbü menâkıbi Ömer
b. el-Hattâb" örneğinde olduğu gibi "menâkıb" ön başlığını koyarak, sırasıyla Ömer, Osman, Ali, Ca'fer, Abbas, Fatıma, Zübeyr, Talha, İbn
Vakkâs gibi sahâbîerin faziletlerine dair rivâyetlere yer vermektedir.
Buhârî, bu bölümde yer verdiği son erkek sahâbî olan Muâviye'ye
ayırdığı bâbın adını "Zikru Muâviye b. Ebi Süfyân radiyallahu anh"
şeklinde koymuş ve hakkında hiçbir merfû' rivâyet nakletmemiştir.
Bu durum Muâviye'nin sahâbî olarak faziletli olduğu ancak mertebe
olarak diğerlerinden sonra geldiğinin bir işareti gibidir. Buhârî daha
sonra hanım sahâbîlerden, dikkat çekici bir şekilde, sadece Hz.
Fatıma ve Hz. Âişe'nin faziletlerine yer verdiktensonra bölümü tamamlamıştır.
Bu bölümde ele alınan yaklaşık yirmi beş kadar ismin hepsinin, sahâbe merkezli tartışmaların ortasındaki sahâbîlere ait olması
dikkat çekicidir. Rivâyetler arasında bazen tartışmanın taraflarının
argümanlarını çürütecek merfû' rivâyetlere, şâyet yoksa mevkûf
rivâyetlere yer verilerek, Ehl-i hadîs'in görüşleri ortaya konulmuştur.
86
87
Buhârî, Fezâil, 4 (IV, 191).
Buhârî, Fezâil, 4 (IV, 191).
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
135
Buhârî'nin Hz. Ali'nin faziletlerini anlattığı bâba başlık olarak
Hz. Ömer'in "Rasûlullâh (s), ondan razı olarak vefat etmiştir" sözünü
koyması manidardır. Aynı durum bu babın sonunu, "İbn Sîrîn, Ali
aleyhine rivâyetlerin hepsinin yalan olduğu görüşündeydi"88 sözüyle
tamamlamasında da geçerlidir. Böyle yapmakla Buhârî, sahâbenin
birbirlerine oldukça saygılı ve haklarını gözeten kimseler olduğunu,
onlar hakkındaki ihtilafın ise sonraki insanlar tarafından üretildiğini
ortaya koymak istemiştir.
Binaenaleyh Buhârî, bu bölümü genel olarak Ehl-i sünnet'in ve
özelde de Ehl-i hadîs'in sahâbeyle ilgili görüş ve tutumlarını savunan,
başta Şî‘a ve Havaric olmak üzere bidat fırkalarının görüşlerini reddeden bir tarzda tasnif etmiştir. Sahâbenin birbirlerine olan üstünlüklerinin, Hz. Peygamber tarafından ortaya konan ifadeler ve işaretler
ile ortaya konulduğunu vurgulamıştır. Fazilet sıralamasının, Hz.
Peygamber zamanında yapıldığını, hilafete gelişlerinin de bu sıraya
uygun olarak tespit edildiğini ifade etmeye çalışmıştır.
1.4. Ebû Dâvûd'un es-Sünen'i ve Fedâilü's-Sahâbe
Sahîh-i Buhârî'de gördüğümüz söz konusu durum ve değerlendirmeler, Kütüb-i sitte'nin bir diğer kitabı olan Ebû Dâvûd (v.
275/888)'un Sünen'inde daha bariz bir şekilde ele alınmaktadır. Ebû
Dâvûd'un konuyu kitabının Kitâbü's-sünne bölümündeki bâblarda 89
tasnif etmesi manidardır. Zira Ehl-i hadîs, itikādî konulardaki görüşlerini ortaya koymak ve savunmak için telif ettiği kitaplara bu ismi
vermiştir.90 Burada Ebû Dâvûd daha çok Ebû Bekir'in fazileti, ilk dört
halifenin fazileti ve genel olarak sahâbeyi itham etmenin yasak oluşuna dair rivâyetlere yer vermektedir. Sünen türü eserlerin merfû'
hadisleri tasnif etmesi genel ilkesine aykırı bir biçimde Ebû Dâvûd,
"Bâb fi't-tafdîl"91 isimli başlığın altındaki ilk hadisin İbn Ömer'in "Biz
Hz. Peygamber hayattayken Ebû Bekir'e kimseyi denk görmezdik,
sonra Ömer'i, sonra Osman'ı. Fakat sonra Hz. Peygamber'in ashâbı
hakkında böyle yapmayı terk ettik ve aralarında fazilet sıralaması
yapmadık"92 şeklindeki sözüne yer vermesi ilginçtir. O bu tutumunu
aynı bâbdaki bir sonraki rivâyette de sürdürmektedir. Süfyân esBuhârî, Fezâil, 9 (VI, 207-209).
Bkz. Ebû Dâvûd, Sünne, 7-12 (V, 24-48).
90 Bkz. Özpınar, a.g.e., 207-209.
91 Ebû Dâvûd, Sünne, 7 (V, 24)
92 Ebû Dâvûd, Sünne, 7 (no: 4627).
88
89
136
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sevrî (v. 161/777)'nin "Kim Ali aleyhisselâm'ın Ebû Bekir ve Ömer'den velâyete daha hak sahibi olduğunu iddia ederse, bu ikisine, muhacirlere ve ensara hata nispet etmiş olur." sözünü nakletmektedir.
Bu bâbın son rivâyeti de yine Sevrî'nin "Halifeler beştir: Ebû Bekir,
Ömer, Osman, Ali ve Ömer b. Abdilaziz" ifadeleridir. Burada Ömer
b. Abdülaziz (v. 101/719) dışındaki Emevi halifelerinden ve özellikle
Muâviye'nin adını anmaması yanında Abbasi halifelerinden bahsetmemesi dikkat çekilecek husustur.
D. Değerlendirme ve Sonuç
Sahâbe, doğrudan vahyin ve Hz. Peygamber'in yetiştirdiği İslâm ümmetinin ilk neslidir. Bu sebeple gerek Kur’ân'ın örnek nesil
olarak gösterdiği ve Allah'ın razı olduğu nesil olmaları ve gerekse
sünneti aktarmada ümmete köprü olmaları, onlara apayrı bir üstünlük katmaktadır.
Kur’ân'da olduğu gibi hadîslerde de sahâbenin İslâm adına
yaptıkları övülmektedir.Dolayısıyla sahâbenin faziletiyle ilgili âyet ve
sahih rivâyetler bulunmaktadır. Bu durum Ehl-i sünnet denilen Hz.
Peygamber zamanından beridir İslâm'ı temsil eden ana damar tarafından bilinmekte ve sahâbe tümüyle tafdîl edilmektedir. Ancak özellikle "büyük fitne" denilen Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan
ve Cemel, Sıffîn gibi savaşlarla derinleşen ihtilaflar, sadece sahâbeyi
değil, onlar etrafında toplanan kimseleri de kamplaştırmıştır. Bu taraftarlar bir yandan tuttukları sahâbî hakkında fazilet yarışına girişmiş bir yandan da bu durumdan siyasi çıkar elde etmenin peşine
düşmüşlerdir. Bunun sonucu olarak faziletlerle ilgili hadis uydurmacılığı almış başını gitmiştir. İlaveten, sahâbeyi kötüleyen ve hatta tekfir eden mesâlib türü kitaplar yazılmıştır.
Bu olaylar, Ehl-i hadîs'i sahâbe ile ilgili doğru bilgileri ortaya
koyacak sahih rivâyetleri bir araya toplayan kitaplar tasnif etmeye
sevk etmiştir. Gerek geniş hacimli eserlerin bir bölümlü ve gerekse
müstakil olarak tasnif edilen fedâilü's-sahâbe edebiyatının telif amacı,
sahâbe hakkında sahih bilgileri tasnif etmenin yanında, onları tezyif
ve tahkir eden siyasi ve itikādî fırkalara cevap vermektir. Bu eserlerdeki hadîslerin ele alınışı, tertibi ve bâb başlıkları ile verilmek istenen
mesaj gâyet açıktır: Başta Şî‘a olmak üzere bidat ehli fırkaların
sahâbenin fazileti ve adaleti ile ilgili iddialarının asılsızlığını ve
sahâbe hakkında doğru itikādı ortaya koymak.
FEDÂİLÜ’S-SAHÂBE EDEBİYATININ TEAŞEKKÜLÜ, Ö. ÖZPINAR
137
Fedâilü's-sahâbe kitaplarının önemini ve ortaya çıkışını, aslında Hadîs usûlü konularından bağımsız düşünemeyiz. Zira bu konu
aynı zamanda, neredeyse bütün hadîsleri tartışmalı hale getirecek şekilde ele alınan bir meseledir. Şâyet Şî‘a'nın ve bidat fırkalarının iddia
ettiği gibi, sahâbe âdil değilse, hadîslerin isnadındaki ilk ve vazgeçilmez halka berhava olmuş olur. Dolayısıyla sahâbenin fazileti konusu, sadece siyasi ya da mezhebi bir mesele değil, dini ve imani bir
meseledir. Bu sebeple Ehl-i hadîs'in telif ettiği fedâilü's-sahâbe kitapları, bütün sahâbeyi kuşatan ve tafdîl eden bir yapıda tasnif edilmiştir. Fazilet sıralamasının aynı zamanda hilafet sıralamasını ve hakkını
da belirlediği, rivâyetler yoluyla ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Mu'tezile ve Şî‘a'nın yoğun eleştirilerine maruz kalan Hz. Ebû Bekir
ve Hz. Ömer'in faziletlerini ayrı ve özel bir önem verilmiştir.
MÜZÂKERE
Mehmet EFENDİOĞLU
Allahü Teâlâ’ya hamdü senâ, Resûl-i Ekrem Efendimize, âl ve
ashâbına salâtü selâmdan sonra…
Sayın Başkan, Muhterem Hocalarım!
Bütün hâzırûnu saygıyla selâmlıyorum. Esselâmü aleyküm.
Değerli meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR tarafından
hazırlanan ve benden müzâkeresi istenen “Fedâilü’s-sahâbe Edebiyatının Teşekkülü ve Muhtevasına Etki Eden Sebepler Üzerine” isimli
tebliği dikkatli bir şekilde okudum, burada ayrıca müellifi tarafından
da hep beraber dinledik. Tebliğ sahibi, başlığa uygun olarak konuyu
“Fedâilü’s-sahâbe Edebiyatının Teşekkülü” ve “Fedâilü’s-sahâbe
Edebiyatının Muhtevasına Etki Eden Sebepler” olmak üzere iki kısımda ele almış, bu esnada sahâbe döneminden başlayan bir giriş ile
teşekkül dönemi kabul edilen hicrî III. (IX) asrın sonuna kadar getirmiş ve bu konuda telif edilen iki eser ve bir eserin ilgili bölümünün
muhtevalarını değerlendirerek tamamlamıştır. Tebliğ için kullanılması gereken kaynaklara genel olarak müracaat edilmiş, hadis ilmi ve
sahâbe tarihi açısından önem taşıyan konu hakkında faydalı bilgiler
sunulmuş, ancak – ihmal edilmeseydi veya biraz dikkat edilseydi tebliğ daha mükemmel olurdu diye düşünülen – bazı hususlara işaret
etme gereği duyulmuştur.
Tebliğin değerlendirilmesi başlığa uygun olarak iki kısımda
yapılacak. Ancak önce tebliğin temel ıstılahı olan “Fezâilü’s-sahâbe”
ile ilgili bir hususa işaret edelim. Bu tamlama tebliğde Arapça okunuşuna uygun olarak “‫ = ض‬dad” harfi ile telâffuz edilerek “Fedâilü’sYrd. Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi Egitim Fakültesi, İlkögretim Sınıf
Ögretmenliği Öğretim Üyesi.
140
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
sahâbe” şeklinde kullanılmıştır. Arapça bir tamlama olduğu için,
Arap dilinde kaleme alınacak bir tebliğde bu kullanım gâyet doğal ve
doğrudur. Ancak “fedâil” kelimesi Türkçe’ye “fezâil” şeklinde intikal
ettiği için, Türkçe olarak kaleme alınan bir çalışmada Türk diline uygun bir şekilde yani “Fezâilü’s-sahâbe” şeklinde telâffuz edilerek kullanılması uygun olurdu. Nitekim böyle bir esastan hareketle Diyanet
İslâm Ansiklopedisinde (DİA) madde başı adı olan terim “Fezâilü’ssahâbe” olarak tespit edilmiş, içinde fezâil kelimesi geçen Fezâilü’lKur’ân ve Fezâilü’n-Nebî gibi terimler de bu şekilde ele alınmıştır.
Buna dayanarak, bu değerlendirmemiz esnasında biz terimi
“Fezâilü’s-sahâbe” olarak kullandık.
A) Fezâilü’s-sahâbe Edebiyatının Teşekkülü:
1) Tebliğ sahibi, tebliğinin giriş kısmında “Tebliğimizin konusu
teşekkül dönemi ile sınırlı olduğundan…” diyerek (s. 2), bu teşekkül dönemini de “Sahâbe ile ilgili gerek müstakil ve gerekse geniş hacimli eserlerin bir bölümü olarak telif edilen kitapların ilk ortaya çıkış tarihine baktığımızda, hicrî ikinci asrın sonları ile üçüncü asrın başları olduğunu görmekteyiz.” (s. 4) ifadesiyle III. (IX) asrın evvelinde başlatıp “Buraya kadar
dördüncü hicri asra kadarki sahâbe merkezli siyasi olayları ve bunların
fedâilü's-sahâbe edebiyatının oluşumuna etkilerini kısaca değerlendirmiş olduk.” (s. 6) cümlesiyle de aynı asrın sonlarında kapatmakta, yani yaklaşık olarak hicrî 200 (815) ile 300 (912) yılları arası üzerinde duracağını söylemekte, ancak sunduğu bilgilerde bu prensibine pek uymadığı görülmektedir. Tebliğde yer yer sonraki asırlarda ortaya çıkan
konulara ve eserlere atıflar yapılmış, buralardan bilgiler aktarılıp
kaynak gösterilmiştir. Meselâ tebliğin baş tarafında “Fedâilü’s-sahâbe
Edebiyatı ve Ortaya Çıkışı” başlığı ele alınırken, üzerinde durulması
gereken III. (IX) asrın başlarından çok sonra, V. (XI) ve VI. (XII) asırlarda ortaya çıkacak olan Hâkim in-Nisâbûrî’nin (ö.405/1014)
Ma’rifetü ulûmi’l-hadîs’i ve İbnü’s-Salâh’ın (ö.643/1245) Ulûmü’l-hadîs’i
gibi hadis usûlü eserlerine atıflarda bulunulmakta ve burada
“Ma’rifetü’s-sahâbe” başlığı altında Fezâilü’s-sahâbe konusunun ele
alındığından bahsedilmektedir. Zaten gerekli olmayan bu bilgiler
arasında, meselâ Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının teşekkül döneminde
henüz hiç bahsi geçmemiş olan sahâbenin oniki tabakaya ayrılması
konusuna, madde madde sıralayarak yaklaşık bir sahifelik yer ayrılmış olmasının sebebi anlaşılamamıştır (s. 3).
MÜZÂKERE, M. EFENDİOĞLU
141
2) Yine “Fedâilü’s-sahâbe Edebiyatı ve Ortaya Çıkışı” başlığı
altında “Fedâilü's-sahâbe konusunun musannef, câmi’, sünen ve müstedrek
gibi geniş hacimli eserlerin bir bölümü olarak tasnif edilmesi ise, müstakil
eserlerle hemen hemen aynı döneme rastlamaktadır.” (s. 2) derken farkında olmadan, III. (IX) asrın müellefatından olan musannef, câmi’ ve
sünenlere henüz örneği bulunmayan ve ancak V. (XI) asrın başlarında ortaya çıkacak olan müstedrek telif türünü de ilave etmektedir. Bu
bilgi, konuyu genel olarak ele alan Diyanet İslâm Ansiklopedisi’ndeki
“Fezâilü’s-sahâbe” maddesinden, buraya uymayacağı için kaldırılması gereken müstedrek kelimesi kaldırılmayarak aktarılmıştır.1
3) Tebliğ sahibinin taahhüdüne göre doğrudan hicrî III. (IX)
asırla sınırlı kalması gereken tebliğin girişten sonraki kısmında
“Sosyo-Politik Tartışmalar ve Fedâilü’s-sahâbe Edebiyatına Etkileri”,
“Fedâilü’s-sahâbe Hakkında İtikâdî Tartışmalar” ve “Ehl-i Hadîs ve
Fedâilü’s-sahâbe Edebiyatının Muhteva Oluşumu” başlıkları altında,
Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının ortaya çıkmasına etki eden sebeplere
işaret etmek için sekiz sahife içerisinde bir kısmı konu ile çok uzaktan
ilgili olan çeşitli bilgiler aktarılmıştır. Tebliğin yarısını kapsayan bu
kısıma, Hz. Ebû Bekir’in (ö.13/634) halife seçildiğ Sakîfe günü cereyan
eden tartışmalardan başlanmış, Cemel vak’ası (36/656), Siffîn savaşı
(37/657) ve Hakem olayı (37/657) ile devam edilmiş, sahâbenin Hz.
Ali (ö.40/661), Hz. Muâviye (ö.60/680) taraftarları ve Tarafsızlar olmak üzere üçe bölündüğünden bahsedilmiş, Hz. Ali’den sonra yönetime gelen Emevîlerin Muâviye b. Ebî Süfyân’ın talimatıyla Cuma
hutbelerinde Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i kötülemeyi gelenek haline getirdiklerinden, bu işi Ömer b. Abdülazîz’in (ö.101/720) durdurduğundan söz edilmiştir. Fitne olaylarının Abdullah b. Sebe’ (ö.40/661 civarı) ile başladığı hatırlatılan tebliğde daha sonra Havâric, Şî‘a ve
Mu’tezile fırkalarının tek tek kuruluşu üzerinde durulmuş, bunların
itikādî esasları özetlenmiş ve sahâbenin adâleti ve fazileti konusundaki görüşleri hakkında etraflıca bilgi verilmiştir. Bu bilgiler verilirken satır aralarında fırkaların ortaya çıkışı, Ehl-i Beyt’in istismarı,
Şî‘a’nın Revâfız, İmâmiyye, İsnâaşeriyye ve benzeri fırkalara ayrılması, Oniki imamın konumu, Gadîr-i Hum olayı, Şî‘a’nın hadis anlayışı,
Ehl-i Hadîs kavramının irdelenmesi, râvi olarak sahâbenin önemi,
mezhebinin dâîsi olan râvinin durumu gibi bir kısmı konu ile alakalı
olmayan, bir kısmı da konuya dolaylı olarak katkı sağlayan pek çok
bilgi aktarılmış ve tartışılmıştır (s. 4-11).
1
Bkz. Mehmet Efendioğlu, “Fezâilü’s-sahâbe”, DİA, XII, 536.
142
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Halbuki bu bilgileri aktarmaya, tartışmaya ve bunlara bu kadar yer ayırmaya kanımca gerek yoktu. Belki yarım veya bir sahife
içerisinde özet bir bilgi verip asıl konuya, Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının
çıktığı döneme intikal etmek gerekirdi. Zira ilk iki asrın gelişmelerinin bu edebiyatın teşekkülüne etkisi dolaylı yöndendir. Oysa konuya
zemin hazırlayan çok ciddî güncel gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmelerin bir kısmına tebliğin bu sekiz sahifelik bölümünde bazan satır
aralarında, bazan da küçük paragraflar halinde değinilmiştir. Halbuki konunun bel kemiğini teşkil eden bu güncel gelişmeler üzerinde
derinlemesine ve detaylı bir şekilde durmak gerekirdi.
4) Bilindiği gibi dönem Mihne dönemidir. Hicrî 198 (813) yılında Abbâsî halifelerinden Me’mûn’un yönetime gelmesiyle başlayıp
232 (847) yılına kadar süren ve Me’mûn (198-218/813/833), Mu’tasım
(218-227/833-842) ve Vâsık (227-232/842-847) dönemlerini kapsayan
Mihne, hadis ilmini ve muhaddisleri ilgilendiren yönüyle “hadis âlimlerinin hadis rivâyet etmelerinin yasaklandığı, bu alandaki faaliyetlerinin
durdurulduğu, bir kısmının tutuklanıp hapislere atıldığı, hatta bir kısmının
şehid edildiği; buna karşı Mu’tezile, Şî‘a, Havâric, Kaderiyye, Cehmiyye,
Bâtıniyye ve benzeri fırka müntesiplerinin görüşlerini yaymaları ve faaliyetlerini rahat bir ortamda sürdürebilmeleri için gerekli her ortamın hazırlandığı” bir dönem olarak tanımlanabilir. Konu ile irtibatlandırarak söylemek gerekirse, bu dönem rahat bir faaliyet alanı bulan söz konusu
fırka müntesiplerinin dilinde ve eserlerinde ashâba en ağır eleştirilerin, en şiddetli hücumların ve en çirkin iftiraların yapıldığı bir dönemdir. Bütün bunlar o gün ya devlet eliyle, ya hatipler marifetiyle
veya kaleme alınan kitaplar yoluyla yapılmıştır. Özellikle Kitâbü’lMesâlib, Kitâbü’s-Sekîfe, Kitâbü’r-Ridde, Kitâbü Makteli Osman, Kitâbü’lCemel, Kitâbü Sıffîn, Kitâbü’l-Hakemeyn, Kitâbü Makteli’l-Huseyn gibi
hassas konuları işleyen kitapların ekserisi bu dönemde, aktarılan bilgilerin doğruluğu araştırılmadan ve sened kaygısı güdülmeden bu
fırka müellifleri tarafından yazılmıştır.
Meselâ, Bunlardan Kitâbü’l-Mesâlib türüne bir göz atalım.
“Mesâlib” kelime olarak fezâilin zıddıdır. “Fezâilü’s-sahâbe” eğer
sahâbenin faziletleri demekse, “Mesâlibü’s-sahâbe” sahâbenin ayıpları, kusurları, hatta rezillikleri demek olur. Bundan hareketle, daha
önce ortaya çıkmış olan mesâlib telif türünün Fezâilü’s-sahâbe teriminin ıstılahlaşmasında ve fezâil telif türünün şekillenmesinde payı
olduğu söylenebilir. Tebliğde kısaca değinilen bu Kitâbü’l-Mesâlib’ler
hicrî II. (VIII) asırda daha çok mevâlînin kendilerine karşı üstünlük
MÜZÂKERE, M. EFENDİOĞLU
143
iddia eden Arapları zemmetmek için kullandıkları bir telif türü iken,
Mihne döneminde fırka müellifleri tarafından sahâbe de işin içine katılarak bunları eleştirmek için kullanılmıştır. Yapılan kabaca bir taramada, Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının teşekkül dönemi olan hicrî III. (IX)
asırda on bir kişinin birer Kitâbü’l-Mesâlib yazdığı, bunlardan sekizinin Mihne döneminde yaşadığı tespit edilmiştir. Günümüze ulaşmamış olan bu eserlerden, Hişâm b. Muhammed el-Kelbî’nin
(ö.204/819) Kitâbü’l-Mesâlib’i olduğu söylenen bir yazma son yıllarda
Şi‘î müellifler tarafından neşredilmiştir. 2 Gerçi metnin el-Kelbî’ye
nisbeti konusunda tartışmalar bulunmakta, toplama olduğu söylenmekte, ancak yine de bu türün muhtevası hakkında fikir vermesi açısından önem taşımaktadır. İçeriği Zânîler, Zâniyeler, Muhannesler,
Lûtîler, Hırsızlar, Zinadan Doğanlar, Nesebi Şüpheli Olanlar, Ahmaklar ve benzeri başlıklardan oluşan eserde her hangi bir sened
kaygısı güdülmeden nakledilen bilgilerle birçok sahâbî ya doğrudan
kendisi veya yakınları vesile kılınarak töhmet altında bırakılacak şekilde anlatılmaktadır. Kitâbü’l-Mesâlib’lerde dikkat çeken önemli bir
husus var. Bu eserlerde Hz. Ali ve Ehl-i beyt’ten, hatta genel olarak
Hâşimîlerden kesinlikle hiç kimsenin ismi geçmez ve her hangi bir
kusurlarından bahsedilmez. Buna dayanarak Şî‘a âlimleri, yönetim
işinin tertemiz kimseler olan Hâşimîler ve Ehl-i beyt’in hakkı olduğunu, onlar dışında kalanların ya kendilerinin veya soylarının temiz
olmaması sebebiyle hilâfete layık olmadıklarını ve bunu hak etmediklerini söylerler.
Kitâbü’l-Cemel ve Kitâbü Sıffîn türü kitaplar da böyledir. Yapılan
kabaca bir taramada, Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının teşekkül dönemi
olan III. (IX) asırda tamamı Şî‘a ve diğer fırka müllifleri tarafından
kaleme alınan onüç Kitâbü’l-Cemel tespit edilmiş, bunların dokuzu
Mihne döneminde telif edilmiştir. Yine bu asırda tamamı fırka müellifleri tarafından telif edildiği tespit edilen on Kitâbü Sıffîn’den altısı
Mihne dönemine aittir. Günümüze intikal etmiş olan Nasr b.
Müzâhim el-Minkarî’nin (ö.212/827) Kitâbü Sıffîn’inden hareketle bu
Kitâbü’l-Cemel ve Kitâbü Sıffîn telif türleri ve muhtevaları hakkında fikir edinmek mümkündür. Sened ve metin açısından güven vermeyen
ve ilmî bir üslûptan çok roman üslübuyla kaleme alınmış olan bu
eserlerde de özellikle Cemel olayında Hz. Ali’nin karşısında yer alan
Hişâm b. Muhammed el-Kelbî, Kitâbü’l-Mesâlib (nşr. Necâh et-Tâî), BeyrutLondon 1419/1998. Kitap ayrıca Mesâlibü’l-Arab ve’l-Acem adıyla da neşredilmiştir (nşr. Muhammed Hasen el-Hâc Müslim ed-Düceylî), Beyrut 1430/2009.
2
144
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hz. Âişe (ö.58/677), Zübeyr b. Avvâm (ö. 36/656) ve Talha b.
Ubeydullah (ö. 36/656) ile Sıffîn’de Hz. Ali ile savaşan Muâviye b. Ebî
Süfyân (ö. 60/680) ve bunlarla beraber hareket etmiş olan diğer
sahâbîler hakkında, töhmet altında bırakacak bol miktarda bilgiye yer
verilmiştir. Kitâbü’s-Sekîfe, Kitâbü’r-Ridde, Kitâbü Makteli Osman,
Kitâbü’l-Hakemeyn ve Kitâbü Makteli’l-Huseyn isimli eserler üzerinde
yapılacak araştırmaların da benzer sonuçları vereceği kesindir.
5) Fezâilü’s-sahâbe telif türünün ortaya çıkmasına zemin hazırlayan ve bunu tetikleyen önemli âmillerden biri de Mihne döneminde
Me’mûn’un (198-218/813-833), daha sonra da Mu’tezıd’ın (279289/892-901) camilerde Muâviye b. Ebî Süfyân aleyhinde hutbe
okutmaya ve onu lanetlemeye yönelik teşebbüsleridir. Konu açısından önem taşıyan bu olaya tebliğde çok özet olarak değinilmiştir. 198
(813) yılında yönetime gelen Me’mûn 203 (818) tarihinde Şî‘a imamlarından Ali b. Mûsâ er-Rızâ’yı (ö. 203/818) veliahd tayin ederek
Şi‘îliğini ilan etmiş ve bu çizgide siyaset takip etmeye başlamıştır. 212
(827) tarihinde ise Emevîlere ve Muâviye b. Ebî Süfyân’a lânet içeren,
Hz. Ali’yi ise öven bir hutbe hazırlatmış, bunun Cuma günleri camilerde okunmasını emretmiş, ancak halk arasında infiale neden olcağı
ve Muâviye b. Ebî Süfyân’a ilgiyi arttırabileceğine dair yapılan uyarılar üzerine bu kararını uygulamaktan vazgeçmiştir. Bununla birlikte
Muâviye b. Ebî Süfyân’ın camilerde ve muclislerde rahmetle anılmasını, ya da sahâbîlerden her hangi birine üstün tutulmasını yasaklamış, yasağa uymayanları suçlu kabul edip takip ettirmiştir.3
Hicrî 212 (827) yılında Mu’mûn’un hazırlatıp okutamadığı bu
hutbe metni, hicrî 284 (897) tarihinde Mu’tezıd’ın saltanatı döneminde (279-289/892-901) yeniden gündeme gelmiş ve okutma kararı
alınmıştır. İbn Cerîr et-Taberî’nin (ö. 310/922) bir cami görevlisinden
elde ederek tamamını naklettiği bu metin gözden geçirildiğinde içeriğinin Muâviye b. Ebî Süfyan ve Emevîleri kötülemeden ibaret olduğu görülmektedir. Mevzûât kitaplarında yerini alan, ancak Şî‘a’nın
itibar ettiği “Muâviye’yi minberimde gördüğünüzde onu öldürün” ve
“Muâviye cehennemin en alt katında ateşten bir tabut içinde olacak” anlamındaki uydurmalarla desteklenen hutbe metni “Allahım! Ebû
Süfyân’a, Muâviye’ye ve çocuklarına lanet et!” gibi beddua cümleleri de
içermektedir. et-Taberî’nin belirttiğine göre Mu’tezıd bu hutbenin
Ebû’l-Hasen Ali b. Hüseyin el-Mes’ûdî (ö.346/957), Mürûcü’z-zeheb ve
meâdinü’l-cevher (nşr. Muhammed Muhyiddîn Abdülhamîd), Sayda-Beyrut
1408/1988, IV, 28, 40-41.
3
MÜZÂKERE, M. EFENDİOĞLU
145
Cuma günleri namazdan sonra camilerin minberlerinden okunmasını
emretmiş, bunun tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünen vezîri
Abdullah b. Vehb b. Süleyman (ö. ?) ve kadısı Yusuf b. Ya’kûb b.
İsmâîl (ö. ?) onu bu işten vazgeçirmeye çalışmış, kararından vazgeçmeyince bu defa ülke içinde azınlık konumunda bulunan Şi‘îlerin
hayatının tehlikeye düşeceği, saldırılara uğrayabilecekleri hatırlatılmış, bunun üzerine geri adım atmak zorunda kalmıştır. Ancak hutbede değil de günlük hayatta görevlilerine Muâviye b. Ebî Süfyân’a
lânet okumalarını emretmiş, toplum arasında da rahmetle anılmasını
yasaklamıştır. 4 İzzüddîn İbnü’l-Esîr (ö. 630/1232) ve Ebû’l-Fidâ İbn
Kesîr’in (ö. 774/1372) naklettiklerine göre söz konusu hutbe Bağdad
ve çevresindeki camilerde bir müddet okunmuştur. 5
6) Mihne döneminde Mu’tezile’den en-Nezzâm’ın (ö. 231/845)
birçok sahâbî hakkında ortaya attığı iddialardan bir kısmına tebliğde
işaret edildi (s. 7). Ancak bu dönemde en-Nezzâm dışında başka kimseler de bazı sahâbîler hakkında çeşitli iddialar ortaya atmış, bunları
karalamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri Bişr b. Gıyâs el-Merîsî’dir
(ö. 218/833). Mihne’de Me’mûn’un danışmanlığını yapan, aynı zamanda Cehmiyye’ye mensup olan Bişr, herhangi bir sened ve saire
göstermeden Ebû Hüreyre, Muâviye b. Ebî Süfyân ve Abdullah b.
Amr b. Âs başta olmak üzere bazı sahâbîleri hadis uydurmakla itham
etmiştir.6 Bir Mu’tezilî-Şi‘î olan Ebû Ca’fer el-İskâfî de (ö. 240/854) bu
döneme kadar hadis uydurdukları ve uydurttuklarına dair bir şey
söylenmemiş olan bazı sahâbîlerle ilgili bu anlamda iddialar ortaya
atmıştır. el-İskâfî bu konu ile ilgili olarak şunu söyler: “Muâviye b. Ebî
Süfyân, sahâbeden ve tâbiûndan bazı kimseleri Hz. Ali’den uzak durmaya
sevkedecek ve onu eleştirmeyi gerektirecek çirkin birtakım haberler üretip aktarmakla görevlendirmiş, bunu yapmaları için de onlara vazgeçemeyecekleri
meblâğlar teklif etmiş ve ödemiş, onlar da kendisini memnun edecek nitelikte
hadisler uydurmuşlardır. Sahâbeden Ebû Hüreyre, Amr b. Âs ve Mugîre b.
Şu’be; tâbiûndan da Urve b. Zübeyr bunu yapanlardan bazılarıdır.”7 Müfrit
bir Şi‘î olarak tanımlanabilecek olan Fadl b. Şâzân en-Nisâbûrî (ö.
et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk, Beyrut 1408/1988, V, 619-625.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-târîh (nşr. Carolus Johannes Tornberg), Beyrut
1402/1982, VII, 485-486; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ahmed Ebû
Mülhim ve dğr.), Beyrut 1405/1985, XI, 81-82.
6 Osman b. Saîd ed-Dârimî (ö.282/895), er-Redd alâ Bişr el-Merîsî el-Anîd (nşr.
Muhammed Hâmid el-Fakî), Beyrut 1358, s. 132-137.
7 İbn Ebî’l-Hadîd (ö.679/1280), Şerhu Nehci’l-Belâga, Beyrut 1409/1989, I, 358.
4
5
146
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
260/874) ise, Hz. Ebû Bekir ve Ömer’den başlayarak Hz. Âişe, Abdullah b. Mes’ûd (ö. 32/652) ve Abdullah b. Abbâs (ö. 68/687) dâhil bir
kısmı râvi bir kısmı da yönetici olan yirmiye yakın sahâbîyi isim isim
sıralamış ve senede dayanmayan çoğu asılsız bir takım bilgilerle bunları ta’n etmiş, sonra da âdil olmadıklarını söyleyerek rivâyetlerine
itibar edilemeyeceğini iddia etmiştir.8
Bütün bunlar Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının teşekkül döneminde
çok canlı bir şekilde konuşulmuş ve tartışılmış hususlar olup bu edebiyatın teşekkülünde önemli payları vardır. Tebliğde bu konularla ilgili derinlemesine araştırmalar yapılmalı ve bilgiler sunulmalı idi.
B) Fezâilü’s-sahâbe Edebiyatının Muhtevası:
1) Tebliğde muhteva değerlendirmesi için, bu dönemde kaleme
alınmış olan Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) ve en-Nesâî’nin (ö.
303/915) Fezâilü’s-sahâbe isimli eserleriyle el-Buhârî’nin (ö. 256/869) elCâmiu’s-sahîh’inin Fezâilü’s-sahâbe bölümü incelenmiştir. Gerçi tebliğin bir yerinde “Ehl-i hadîs, fedâilü's-sahâbe ile ilgili eserleri, hem uydurma rivâyetlerin önüne geçmek, hem sahih olan rivâyetleri ortaya koymak ve
hem de sahâbe karşıtı fikirlerle mücadele etmek amacıyla tasnif etmiştir” (s.
12) denerek Fezâilü’s-sahâbe edebiyatının ortaya çıkış amacına doğru
bir şekilde işaret edilmiş, ancak metin içerisinde zaman zaman tekrar
edilen “Hadîs tarihinde fedâilu's-sahâbe, ashâb aleyhtarlarına karşı onların
üstünlüklerini ortaya koyarak faziletlerini savunan Hadîs ilim dalını ve bu
alanda yazılan eserleri ifade etmektedir.” (s. 2), “Fedâilü's-sahâbe edebiyatının muhtevasına bakıldığında ilk göze çarpan unsurun, savunmacı ve reddiyeci bir karakterde tasnif edilmiş olmalarıdır.” (s. 12), “fedâilü's-sahâbe edebiyatının muhtevasına bakıldığında, yukarıda anlatılan hususların savunulması ve muhaliflerine karşı bir reddiye olarak teşekkül ettirildiği görülmektedir” (s.12), “Binaenaleyh fedâilü's-sahâbe edebiyatı, daha öncede ifade
ettiğimiz üzere Ehl-i hadîs'in reddiye nitelikli tasnif ettiği edebiyat türlerindendir” (s. 12) ve “Özellikle Şî‘a'nın sahâbe algısı ve tasavvuru, bu edebiyatın teşekkülünde olduğu gibi muhtevasının oluşmasında da etkili olduğu
gözlenmektedir.” (s. 12) anlamlı cümleler sanki doğru tespiti gölgelemiş, tamamen tepki sonucu ortaya çıktığı ve savunmacı bir yöntemle
telif edildiği şeklinde bir izlenimi ön plana çıkarmıştır. Oysa bu eser-
Fadl b. Şâzân en-Nisâbûrî, el-Îzâh (nşr. Celâleddîn el-Huseynî el-Ermevî),
Tahran 1363, s. 53-88.
8
MÜZÂKERE, M. EFENDİOĞLU
147
lerde savunma ve red kadar, hatta daha fazlasıyla müstakil manada
fazilete işaret etme söz konusudur.
Nitekim muhtevadaki sahâbîler gözden geçirildiğinde bunlar
arasında savunulan ve hakkındaki iddialara cevap verilen sahâbîler
bulunduğu gibi, tartışmalara hiç konu olmamış, hatta tartışmaların
başladığı fitne döneminden çok önce vefat etmiş sahâbîler bulunduğu
da görülecektir. Meselâ henüz Mekke’de vefat etmiş olan Hz. Hatice
(ö. m.620), Medîne döneminde vefat eden Ubeyde b. Hâris (ö. 2/624),
Hamza b. Abdülmuttalib (ö. 3/625), Sa’d b. Muâz (ö. 5/627), Ca’fer b.
Ebî Tâlib (ö. 8/629), Abdullah b. Revâha (ö. 8/629) ve benzeri birçok
sahâbî hiçbir yönüyle tartışılmadığı halde bu eser ve bölümlerde
kendilerine yer verilmiştir.9 Buna karşılık çok tartışıldığı halde bu kitaplara girmemiş isimler var. Meselâ Ebû Mûsâ el-Eş’arî (ö. 42/662),
Mugîre b. Şu’be (ö. 50/670) ve Ebû Hüreyre (ö. 58/678). Bunlardan
Ebû Hüreyre ilk defa Mihne döneminde yalan söylemek ve hadis uydurmakla, hatta bu işi ücret alarak yapmakla itham edilmiştir. Gerçi
sahâbe döneminde bazı rivâyetlerine itiraz edilmiş, tashihler yapılmış, ancak yalan söylediği ve hadis uydurduğu söylenmemiştir.
Tâbiîn döneminde de bu konuda bir şey denmemişken üçüncü asrın
başında başka sahâbîlerle birlikte o da yoğun bir şekilde tartışılmıştır.
Bu konuda ilk konuşan ve onu yalan söylemek ve hadis uydurmakla
itham eden kişi yukarıda da sözü geçen Bişr b. Gıyâs el-Merîsî’dir.
Bişr, herhangi bir sened ve kaynak göstermeden Hz. Ömer’in
“Muhaddislerin en çok yalan söyleyeni Ebû Hüreyre’dir” dediğini iddia
etmiş,10 onun çağdaşı olan ve Mihne döneminin önemli simalarından
biri kabul edilen en-Nazzâm da Ebû Hüreyre’den yaklaşık bir buçuk
asır sonra yaşadığı halde herhangi bir sened vs. zikretmeden onun
hakkında “insanların en yalancısı”11 ve “Ömer, Osman, Ali ve Âişe Ebû
Hüreyre’nin yalancı olduğunu söylemişlerdir” 12 anlamında ifadeler
kullanmıştır. en-Nezzâm’ın çağdaşı Ebû Ca’fer el-İskâfî de “Ebû
Hüreyre, bizim üstadlarımız nezdinde cerhedilen ve rivâyeti kabul
Buhârî, “Fezâilü’s-sahâbe”, 10; “Menâkıbü’l-Ensâr”, 12, 20; Ahmed b.
Hanbel (ö.241/855), Fezâilü’s-sahâbe (nşr. Vasıyyullah b. Muhammed Abbâs),
Beyrut 1403/1983, II, 818, 847, 889; Ebû Abdurrahman en-Nesâî (ö.303/915),
Fezâilü’s-sahâbe (nşr. Fârûk Hamâde), Mağrib 1404/1984, s. 110, 120, 142, 197.
10 Osman b. Saîd ed-Dârimî, er-Redd alâ Biş el-Merîsî el-Anîd, s. 132.
11 Abdulkâhir el-Bağdâdî (ö.429/1037), el-Fark beyne’l-firak (nşr. Muhyiddîn
Abdülhamîd), Beyrut 1411/1990, s. 147.
12 Abdullah b. Müslim İbn Kuteybe (ö.276/889), Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, Beyrut
1393/1973, s. 22.
9
148
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
edilmeyen bir kişidir. Hz. Ömer de onu sopa ile dövmüş ve çok rivâyette
bulunması sebebiyle Hz. Peygamber adına yalan söyleyebileceğinden endişe
duymuştur” diyerek en-Nezzâm’a katılmış, ayrıca sened zikretmeden
Hz. Ali’nin “Dikkat edin, insanların en yalancısı veya hayatta olanların
Resûlüllah’a en çok yalan isnad edeni Ebû Hüreyre ed-Devsî’dir.” dediğini
söylemiştir. el-İskâfî’nin zayıf da olsa bir senede dayanmayan
iddiaları arasında Ebû Hüreyre’nin Muâviye b. Ebî Süfyân’dan (ö.
60/679) aldığı ücret karşılığı hadis uydurduğu şeklinde o güne kadar
pek konuşulmamış iddialar da bulunmaktadır. 13 Bu ikisinden kısa bir
müddet sonra ölen Fadl b. Şâzân en-Nîsâbûrî de Hz. Ali’ye isnad
ettiği “Zamanımızda Hz. Peygamber adına en fazla yalan söyleyen kişi Ebû
Hüreyre’dir.” 14 anlamında bir ifade ile Ebû Hüreyre’yi cerhetmeye
çalışmıştır.
Bütün bu eleştirilere rağmen Ebû Hüreyre savunulmak veya
hakkındaki eleştirileri reddetmek üzere Fezâilü’s-sahâbe eserlerine
konu olmamıştır. Tabi bu Ebû Hüreyre’nin faziletli bir kişi olarak kabul edilmediği veya fazileti hakkında rivâyet bulunmadığı anlamına
gelmez. Zira fazâilini konu etmeyen bütün bu muhaddisler eserlerine
onun rivâyetlerini tartışmasız olarak almışlardır. Ayrıca bunlar
dışında bazı eserlerde faziletine dair başlıklar açılmıştır. Meselâ Müslim (ö. 261/874) el-Câmiu’s-sahîh’inin Fezâilü’s-sahâbe bölümünde
“Min fedâili Ebî Hürayrate ed-Devsî” isimli bir bab başlığı açmış ve
burada altı rivâyetle faziletine işaret etmiştir. 15 Aynı şekilde etTirmizî (ö. 279/892) el-Câmiu’s-sahîh’inin Menâkıb bölümünde
“Menâkıbü Ebî Hüreyre” isimli bir başlık açmış ve Ebû Hüreyre’nin
faziletine dair sekiz rivâyet zikretmiştir. 16 Merak konusu olan Ebû
Hüreyre’nin müstakil eserlere neden girmediğidir. Bu durum,
Fezâilü’s-sahâbe türü eserlerin sadece savunmak veya reddetmek
maksadıyla yazıldıklarına dair görüşün çok isabetli olmadığını
göstermektedir.
2) Tebliğde dikkat çeken önemli bir nokta da en-Nasâî’nin (ö.
303/915) Fezâilü’s-sahâbe’sinin muhteva değerlendirmesi esnasındaki
bir tespittir. Tebliğ metninde ifade edildiği gibi en-Nesâî Şam’a
gelmiş, burada Hz. Ali hakkında müsbet düşünmeyen bir takım
insanlarla karşılaşmış, onlara Hz. Ali’nin faziletini öğretmek için bir
İbn Ebî’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâga, I, 358-360.
Fadl b. Şâzân en-Nisâbûrî, el-Îzâh, s. 60.
15 Müslim. “Fezâilü’s-sahâbe”, 158, 159, 160.
16 Tirmizî, “Menâkıb”, 47.
13
14
MÜZÂKERE, M. EFENDİOĞLU
149
kitap yazmış, 17 daha sonra ayrıca bir de Fezâilü’s-sahâbe kaleme
almıştır.18 Tebliğde bu bilgi aktarılırken ez-Zehebî’nin (ö. 748/1347)
Siyeru a’lâmi’n-nübelâ’sı ile es-Sübkî’nin (ö. 771/1370) Tabakātü’şŞâfi’iyyeti’l-Kübrâ’sı kaynak gösterilerek “Şam’da Hz. Ali aleyhtarlarının
aşırı derecede olduğu” ve en-Nesâî’nin “Şamlıların bu tutumundan
rahatsızlığından ve Hz. Ali’den başka sahâbe hakkında faziletlerini nakleden
kitap telif etmesi için yapılan baskılardan dolayı” Fezâilü’s-sahâbe isimli
eserini yazdığından bahsedilmektedir (s. 14). Ancak ilgili
kaynaklardaki ibareden kitap telifi için baskı yapıldığına dair bir
anlam çıkarmak mümkün değildir. Her iki kaynağın ibaresi aynen
şöyledir: “ ‫ فصنفت كتاب الخصائص رجوت ان‬،‫دخلت دمشق والمنحرف بها عن علي كثير‬
‫ ثم انه صنف بعد ذلك فضائل الصحابة‬.‫ = يهديهم َّللا تعالي‬Şam’a geldim. Baktım ki Hz.
Ali’den yüz çeviren çok kimse var. Allahü Teâlâ’nın onları doğruya iletmesi
ümidiyle hemen Hasâisu Emîri’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib isimli kitabı
yazdım. Nesâî daha sonra da Fezâilü’s-sahâbe isimli eserini yazdı.” 19
Görüldüğü gibi en-Nesâî ihtiyaca binaen Hz. Ali’nin faziletine dair
bir eser yazmış, daha sonra genel olarak sahâbe ve bazı sahâbîlerin
faziletini konu edinen Fezâilü’s-sahâbe isimli eserini kaleme almıştır.
Bunu da herhangi bir baskıya maruz kalarak değil, ashâbın faziletini
ortaya koymak veya bu konudaki yanlışları tashih etmek için
yapmıştır. Tebliğde en-Nesâî’nin Fezâilü’s-sahâbe isimli eserini
baskılar sonucu yazdığı belirtildikten sonra “bu anlatılanlar, fedâilü’ssahâbe edebiyatının teşekkülü ve muhteva oluşumu hakkında bize yeterince
fikir vermesi bakımından önemlidir” (s. 14) diye varılan sonucu ise
Fezâilü’s-sahâbe telif türünün ortaya çıkması ve muhteva oluşumunda
birilerinin baskısı olduğunu ima etmesi sebebiyle kabul etmek
mümkün değildir. Zaten geçmişten günümüze böyle bir şeyi
söyleyen de olmamıştır.
3) Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür: Fezâilü’s-sahâbe
edebiyatı, hadis âlimlerinin sahâbenin faziletini ortaya koymak, toplumda
beliren yanlış sahâbe anlayışını düzeltmek ve özellikle Mihne döneminde
Selef-i sâlihîn çizgisinden ayrılan Ehl-i sünnet dışı fırkaların genel olarak
sahâbe ve bazı sahâbîler hakkında ortaya attıkları iddialara cevap vermek
en-Nesâî, Hasâisu Emîri’l-Mü’minîn Ali b. Ebî Tâlib (nşr. Ahmed Mîreyn elBelûşî), Kuveyt 1406/1986.
18 en-Nesâî, Fezâilü’s-sahâbe (nşr. Fârûk Hamâde), Mağrib 1404/1984.
19 ez-Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-nübelâ (nşr. Şuayb el-Arnavut ve dğr.), Beyrut
1402/1982, XIV, 129; es-Sübkî, Tabakātü’ş-Şâfi’iyyeti’l-Kübrâ (nşr. Mahmûd
Muhammed et-Tanâhî ve ark.), Kahire 1383/1964, III, 15.
17
150
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
maksadıyla duyulan ihtiyaç üzerine teşekkül etmiş bir telif türüdür.
Bu konuda kaleme alınan eserlerin muhtevasında sadece eleştirildiği
için savunulan değil, hakkında bir şey söylenmediği halde faziletine
dair rivâyet bulunan diğer sahâbîler de yer almaktadır.
Günümüzde gerçekten konuşulması ve üzerinde hassasiyetle
durulmasına ihtiyaç duyulan sahâbe konusunu gündeme getirdikleri
için İlâhiyat Fakültemiz ve İSAV yetkililerine, tebliği hazırlayan
meslektaşıma, beni sabırla dinleyen bütün hâzırûna teşekkür ediyor,
saygılar sunuyorum.
“CEHÂLETU’R-RÂVΔ
AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU
Bünyamin ERUL
Bilindiği üzere isnad tenkidi yapan hadisçilerimiz râvîleri değerlendirirken “metâın-i ‘aşera” adı verilen bir dizi kriterler kullanırlar. Bunlardan beşi râvînin adaletini, diğer beşi de zabt yönünü sorgular. Bir hadisin isnadını, dolayısıyla sihhat ve sübutunu tespit
ederken uygulanan bu çift yönlü sorgulama hiç şüphesiz çok yararlı
olmuş ve bu sayede problemli pek çok rivâyet, sahihinden ayırt
edilmiştir. Ancak isnadın ilk tabakasını oluşturan sahâbe nesli, Ehl-i
Sünnet âlimlerince söz konusu sorgulamadan muaf tutulmuştur. 1
Oysa birer ravî olmaları hasebiyle sahâbîlerin de –diğer râvîler gibibu açılardan değerlendirilmelerinin hadislerin tespit ve tenkidi açısından önemli olduğu kanaatindeyiz. Ashâb-ı Kiram’ın değerlendirme dışı bırakılmasında, onların faziletleri hakkındaki bazı âyetler ve
rivâyetler doğrultusunda “adalet sahibi” sayılmaları etkili olmuştur.
İslâm’ın ilk neslinin faziletinde şüphe yoksa da, ilgili âyet ve hadislerin bağlamlarının yeniden dikkatle göz önünde bulundurulması ve
genelleme hatasına düşülmemesi gerekmektedir. Konunun geniş bir
şekilde tartışılması bu tebliğin sınırlarını aşacağı için burada bu hususa girilmeyecektir. Şu kadar var ki yıllar önce sahâbe açısından
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
1 Bu hususta görebildiğimiz iki istisna söz konusudur. İlki, Kitabu Kabûli’lAhbâr ve Ma’rifetu’r-Ricâl adlı eseriyle Mu’tezile’den Ebu’l-Kāsım el-Belhî elKâ’bî (ö. 319; ikincisi ise el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl adlı eseriyle Hâfız İbn Adiy
(ö. 365) dir. Geniş bilgi için bkz: Erul, Bünyamin, Sahâbe Döneminde
“Tekzîb” ve Tekzibin Mahiyeti, Rivâyetlerdeki Tekzîb İfadelerinin Anlamı
Üzerine Bir İnceleme, A.Ü.İ.F. Dergisi, XXXIX. 455-489, Ankara-1999., s. 456457.
152
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“kizbu’r-râvî” ve “ittihâmu’r-râvî bi’l-kizb” maddelerini incelediğim bir
makalemde2 bu konuya –kendi çapımda- bir giriş yaptığımı, “Fısku’rrâvî” ve “bid’atu’r-râvî” maddelerini de aynı şekilde incelemek istediğimi belirtmek istiyorum.
Bu tebliğimde ise sahâbe açısından “cehâletu’r-râvî” maddesini
incelemek ve bu konudaki kanaatlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Burada herhangi bir isnadda veya metinde sahâbînin mechul olması
imkân ve ihtimalleri ile bunun, hadisin sıhhat ve sübutunu nasıl etkileyebileceği tartışılacaktır. Neticede cerh-tadil açısından daha önce
ele alınmayan bu konunun önemine ve her bir maddenin ayrı ayrı çalışılması gereğine dikkat çekilecektir.
Önce söz konusu kavramı kısaca hatırlatmamız yararlı olacaktır:
Cehâletü'r-râvî şeklinde kullanılan terim, râvinin kim olduğunun veya cerh ve ta'dîline sebep olabilecek bir halinin bilinmediğini
ifade eder. Bu durum ise onun adalet vasfını zedeleyebilir. Râvinin
tanınmamasının başlıca iki sebebi vardır. Birkaç ismi, künyesi, lakabı,
nisbesi bulunan bir râvi bunlardan biri veya ikisiyle şöhret bulmuş
olmakla beraber ondan hadis rivâyet eden bazı talebeleri onu yaygın
olmayan isim ve sıfatlarıyla anmış olabilirler… Râvinin tanınmamasının diğer bir sebebi de az hadis rivâyet etmesi veya kendinden sadece bir kişinin rivâyette bulunmuş olmasıdır. Fazla tanınmayan
isimler bazan hiç zikredilmez; bunların yerine "ahberenî fülânün",
"ahberenî racülün", "ahberenî şeyhün" gibi umumi ve müphem ifadeler
kullanılır. Sadece bir râvisi bulunan veya az hadis rivâyet eden bir
kimseden, adını açıkça söyleyerek iki kişinin rivâyette bulunması halinde onun kimliğiyle ilgili cehalet vasfı ortadan kalkar… 3
Râvileri bilinmeyen hadîsler, umumiyetle, hadîs imamları arasında makbul sayılmamıştır. Esasen hadîsçilerin bir râvi hakkındaki
cehaletleri de, bu râvinin adalet ve zabt yönünden durumlarına vâkıf
olmamalarından başka bir şey değildir. El-Hatîb el-Bağdâdî'nin de
belirttiği gibi, hadîsçiler arasında mechûl olan bir râvi, hadîsle meşgul olmayan, ilim talebi ile şöhret kazanmayan, fazla hadîs rivâyet
etmeyen ve bu sebepler dolayısıyle de hadîsçiler tarafından bilinmeyen kimsedir.
2
3
A.g.m., s. 455-489.
Bkz: Çakan, İ. Lütfi, “Cehâlet” maddesi, DİA, VII. 219.
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
153
Hadîsçiler arasında mechûl olan bu râviler, umumiyetle,
mechûlu'l-ayn ve mechûlu'l-hâl olmak üzere iki yönden mechûl sayılırlar. Bu halleri şöyle açıklamak mümkündür:
1. Mechûlu'l-Ayn: Hadîs talebiyle ve rivâyetiyle tanınmamış,
haklarında cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh
veya ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve kendilerinden yalnız
bir kişi tarafından hadîs nakledilmiş kimselere mechûlu'l-ayn denir.
Mechûlu'l-ayn'ın hükmü, aynen mubhem gibidir. Yâni mechûlu'l-ayn
olan kimse, hadîsçiler nazarında merdûttur ve hadîsleri alınmaz…
2. Mechûlu'l-Hâl: Hadîs talebiyle veya hadîs rivâyetiyle tanınmamış, hakkında cerh ve ta'dîl imamlarından herhangi biri tarafından cerh ve ta'dîlle ilgili hiçbir hüküm verilmemiş ve bu sebeplerle
hadîsçiler arasında mechûl kalmış bir kimseden iki veya daha fazla
âdil kişi ismini zikrederek bir hadîs rivâyet ederlerse, bu kimseye
mechûlu'l-hâl veya mestur denir. Bu kimse, her ne kadar ismi zikredilerek kendisinden iki veya daha fazla kimseler tarafından hadîs
rivâyet edilmişse de, âdil olup olmadığı açıklanmadığı için, mechûl
ve bu yönden hali mestur kalmış demektir.4
Aslında ele aldığımız bu konunun sahâbe bilgimiz ve buna dair bilgi kaynaklarımız ile doğrudan ilgisi vardır. On dört asır önce yaşayan ashâbı ne kadar tanımaktayız? Bu konudaki kaynaklarımızın
hem nitelik hem de nicelik olarak yeterliliği hakkında neler söylenebilir? Bu sorulara cevaben arz edeceğimiz şu kısa malumat, bize bu
konuda belli bir fikir verecektir:
Ebû Zur’a er-Râzî’ye (ö. 264) göre Hz. Peygamber vefat ettiğinde, onu görmüş ve dinlemiş 114.000; er-Râfiî’ye göre ise 60.000 kişi
vardı. Sahâbe isimlerini veya biyografilerini veren kitaplara baktığımız zaman, sahâbî olup olmadıkları tartışılanlar ve çocuklar da dâhil
olmak üzere az veya çok kendisinden bahsedilen sahâbe sayısı
8.000’e dahi ulaşmamaktadır. Bu ise, geride kalan onbinlerce
sahâbeden hiç haberimizin olmadığı anlamına gelmektedir. Çünkü
bu kitaplarda, Tebük’te olduğu gibi, savaşa iştirak eden on binlerce
mechul askerden, heyetler halinde gelip Müslüman olduktan sonra
dönüp giden Medine dışında yaşayan onbinlerce insandan, bedeviden, son olarak Hz. Peygamber ile birlikte veda haccına katılmış
Bkz: Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi; M. Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü.
4
154
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
onbinlerce kadın, çocuk ve değişik bölge halklarından kahir ekseriyeti yer almamaktadır. Dolayısı ile onlardan çoğunun kimliği hakkında
dahi bilgimiz yoktur.5 Aynı şekilde Hz. Peygamber’in çevresinde yaşayan yerleşik sahâbîler olduğu gibi, çöllerde yaşayan bedeviler,
uzak bölgelerden gelen heyetler, Arap olmayan farklı ırk ve coğrafyalardan gelenler (Acem) olmak üzere oldukça çeşitli bir sosyo-kültürel
yapı görülür. Böyle bir ortamda yerleşik sahâbenin dışındaki kimselerin tanınma oranlarının düşük olacağı açıktır. Zira kısa süreli bir ziyarette dışarıdan gelen bu kimselerin yeterince tanınması çok da
mümkün olmayacaktır. Bu nedenledir ki, genellikle bedeviler ile heyetlerin çoğu bizlerin mechulü olarak kalmaktadır. Ancak hadis kaynaklarımızda, bedevilerden ve heyetlerden bazı kimselerin de bu kısa
ziyaret esnasında duyduğu veya gördüğü bir hatırayı anlattığını görülmektedir. Bazen sadece bu rivâyetinden başka bir nakli bulunmadığı için neticede bu bedevi veya heyet üyesi hakkında harhangi bir
bilgi olmadığı için söz konusu şahıs neticede mechul kalmaktadır.
Diğer taraftan öyle sahâbîler vardır ki, yıllar boyunca Hz. Peygamber ile beraber yaşadıkları halde, ondan yüzlerce hatta binlerce
hadis işittikleri halde Hz. Peygamber’den bir veya iki rivâyet dışında
hadis nakletmeye yaklaşmamıştır. Hatta onlardan hiç hadis rivâyet
etmeyenler dahi vardır. Söz gelimi, Bakî’ b. Mahled’in Müsned’indeki
hadisleri nakledilen toplam 1013 sahâbîden, 458 tanesi tek hadis; 120
tanesi ise 2 hadis nakletmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, hadis
rivâyet eden sahâbenin yarıdan çoğunun yalnızca 1 veya 2 rivâyeti
bulunmaktadır.
Sahâbedeki bu tavrın en önemli sebebi ise, rivâyet esnasında
karıştırarak Hz. Peygamber’den hatalı bir şekilde rivâyet etmiş olma
endişesidir. Nitekim Imran b. Husayn'ın şu sözleri, onun kişisel titizliğini ortaya koyarken, bazı sahâbîlerin bu konuda aynı hassasiyeti
göstermekdiklerinin de belgesi niteliğindedir: "Vallahi, kanaatim o ki,
eğer istesem hiçbirini tekrarlamaksızın Hz. Peygamber’den peşpeşe
iki gün hadis rivâyet edebilirim. Benim bundan hoşlanmayıp geri
kalmamın sebebi şudur: Hz. Muhammed (sav)'in ashâbından bazıları,
-ben de onlarla beraber bulunduğum, onlarla beraber dinlediğim
Verilen bu rakamlar ile ilgili farklı görüşler ve detaylar için bkz: Suyûtî,
Celaluddin Abdurrahman, Tedribu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî, tah.
Abdulvahhab Abdullatif, el-Medinetu’l-Münevvara-1972, II. 220-1; İbnu’sSalah, Mukaddime, s. 263 vd.; Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, s. 74-6.; Aşık Nevzat, Sahâbe ve Hadis Rivâyeti, İzmir-1981, s. 28-31, ve 116-123.
5
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
155
halde- öyle hadisler rivâyet ediyorlar ki, (o hadisler) hiç de onların
işittikleri gibi değil. Anladım ki, onlar bu halleriyle hayırdan geri
kalmıyorlar, fakat ben onların karıştırdıkları gibi karıştırmaktan korkuyorum…”6
Burada zikredebileceğimiz bir başka yaygın sebep ise, her hangi bir sözü/hadisi söyleyen sahâbîye değil de söylenene odaklanılmasıdır. Diğer bir ifade ile râvîye değil de rivâyete önem atfedilmiştir.
“Ensârdan bir adam”, “Benî Süleym’den bir adam” vb. Bu ve benzeri
durumlarda gerçekten rivâyeti nakleden şahsın tanınmaması, halinin
bilinmemesi vb. mazur görülecek örnekler olabildiği gibi, sihhati konusunda şüphe edilecek yahut problemli örnekler de bulunabilmektedir.
Bu noktada bir başka faktör daha vardır. O da, bazı kimselerin
yeterince tanınmaması yahut şahısları tanınsa bile verdikleri bilgiler
konusunda ihtiyat ve temkinle yaklaşılmasıdır. Nitekim sahâbe döneminde ileri gelen bazı sahâbîlerin çok yakından tanımadıkları yahut zabtından yeterince emin olmadıkları bazı kimseler hakkında
kullandıkları çeşitli ifadeler daha o zaman bile cehaletu’r-râvî konusunun gündemde olduğunu ortaya koymaktadır. Sahâbede görülen
tesebbüt ve ihtiyat diyebileceğimiz bu tavra göre yeterince tanınmayan bazı sahâbîler hakkında bir takım endişeler rahatlıkla dile getirilebilmiştir.
Fatıma bint Kays’ı kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla boşamış,
ancak Hz. Peygamber ona (kocasının vereceği) ne kalacak ev, ne de
nafaka tayin etmişti.7 Muslim ve Ebû Dâvûd’un naklettiklerine göre,
Şa’bî (ö. 103) bu haberi rivâyet edince, el-Esved b. Yezîd (ö. 75)8 buna
tepki göstererek Hz. Ömer’in şöyle dediğini aktarmıştır: “Biz, ezberlediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözünden dolayı
Allah’ın Kitabını ve Peygamber’imizin sünnetini terketmeyiz. Onun
(iddeti bitinceyedek) barınak ve nafaka hakkı vardır. Zira Yüce Allah:
Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV. 433; İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah
b. Muslim, Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadis, s. 30. Kahire-t.y.
7 Muslim, Talak 44, 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd, Talak 39, no: 2286-7, II. 714-5;
Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484.
8 el-Esved b. Yezid, Hz. Peygamber hayatta iken müslüman olmuştur. Sahabi
olduğu tartışmalıdır. Muhadram olduğu da söylenmektedir. Bkz: Zehebî,
Nubela, IV. 53. no: 13.
6
156
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir
edepsizlik yaparlarsa başka!” buyurmuştur.9
Yine Hz. Ali’nin “Topuklarına işeyen bir bedevinin görüşü kabul edilemez!” şeklinde meşhur bir sözü nakledilmektedir. Ancak
Medine’de vuku bulan ama Kufeliler tarafından nakledilen bu
rivâyeti hadisçiler zayıf görmüşlerdir. Söz konusu şahsın, “Ma’kıl b.
Sinan veya Ma’kıl b. Yesar yahut Eşca’dan bazılarından/Eşca’dan bir
adamdan” şeklinde muzdarip olarak rivâyet edildiğini de belirtmişlerdir. Fakat burada sahâbî ismindeki tereddüt sebebiyle rivâyetin
cerh edilemeyeceği söylenmiştir. Zira burada söz konusu olan,
sahâbeden bazılarıdır ve bu rivâyete zarar vermez.10
İbn Abbas tarafından nakledilen bir rivâyete göre Hz. Peygamber Meymune ile ihramlıyken nikâhlanmış ve ihramdan çıktıktan
sonra da gerdeğe girmiştir. Tahavi’nin, Amr b. Dinar-İbn Şihab-Yezid
b. el-Esam’dan naklettiği başka bir rivâyet göre ise Hz. Peygamber
Meymune ile ihramlı değilken nikâhlanmıştır. Bunu naklettikten sonra Amr b. Dinar, Zührî’ye der ki: “Topuklarına işeyen bir bedevi olan
İbnu’l-Esam nerden bilir ki? Sen onu İbn Abbas ile bir mi tutuyorsun?”11
Rivâyette sözü edilen Yezid b. el-Esam, Hz. Meymune’nin
kızkardeşinin oğlu olup, Hz. Peygamber’in son yıllarında doğmuş,
çocukken onu görmüştür. Cezîre’de yaşamış ve H. 103 veya 104 senesinde vefat etmiştir. Ebû Nuaym onun sahâbî olduğunu doğru bulmamış ve tâbiîn arasında saymıştır.12
Burada konumuz açısından önemli olan gerek Hz. Ali
rivâyetinde gerekse İbn Abbas rivâyetinde sahâbî olduğu söylenilen
bu şahsiyetler için “Topuklarına işeyen bir bedevi” nitelemesinin yapılabilmesidir.
Nitekim bazı âlimlere göre doğru olan, râvînin bilinmesi,
râvînin şartlarından değildir. Zira âlimlerden kimileri, âlim olmayan
bedevi sahâbîlerden (ra) rivâyetleri kabul etmişlerdir. Şâyet bu konuda “bilme” şart olsaydı, sahâbeden birçoğunun rivâyeti kabul edil-
Muslim, Talak 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2291, II. 717-8. Ayet: 65
Talak 1.
10 Tuhfetu’l-Ahvezî, IV. 252; Avnu’l-Ma’bud, VI. 106; Sübülü’s-Selam, I. 152.
11 Nasbu’r-Râye, III. 176.
12 Bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, I. 1116-7; İbn Hacer, İsâbe, VI. 693.
9
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
157
mezdi. Bedevilerle ilgili olarak, onların rivâyetlerini kabulde sahâbî
olmaları yeterlidir denilemez. Zira biz deriz ki: “Siz râvînin bilinmesini şart koştunuz. Dolayısıyla sadece sahâbîlik, ilim ifade etmez.”13
Sahâbe kuşağından bazı kimselerin “mechul” olduklarına dair
tespitler ilerleyen asırlarda bazı âlimlerin eserlerinde de görülmektedir. Söz gelimi Dârekutnî Sünen’inde Ummu Habîbe ile Âliye’den
ıyne tarzı satışla ilgili naklettiği bir rivâyeti değerlendirirken şöye
demektedir: “Ummu Habîbe ile Âliye, kendileriyle delil getirilemeyecek iki mechul kimsedir ve bu hadis Hz. Âişe’den sabit olmamıştır.14
İbn Abdilber, el-İstizkâr adlı eserinde şöyle demiştir: “Bu haberi, ne hadis âlimleri sabit görmüşler, ne de o, onlar nezdinde delil
olabilecek haberlerdendir. Çünkü ne Ebû İshak’ın hanımı ile Ebu’sSifr’in hanımı, ne de Zeyd b. Erkam’ın annesi, rivâyetleriyle bilinen
hanımlardandır.15 Nitekim Hz. Ömer de, üç talakla boşanan hanımın
nafaka olmaksızın sadece mesken hakkı hususundaki Fatıma bt.
Kays’ın haberini, reddetmiş ve şöyle demiştir: “Biz dinimiz hakkında
bir kadının şehadetini onaylayamayız.” Ebû Ömer (İbn Abdilber) der
ki: “Dini ve fazileti bilinen bir kadın hakkında durum böyle iken ya
kadın bilinmeyen birisi olursa, durum nice olur?”16
Âliye bint Eyfa’, Ebû İskân es-Sebîî’nin hanımı olup, Ümmü
Muhibbe ile hacca gitmiş ve Hz. Âişe’ye soru sormuşlardır. 17 İbn
Hıbbân Âliye’yi, es-Sikât adlı kitabında (güvenilir râvîler arasında)
zikretmiş ve Hz. Âişe’den rivâyette bulunduğunu, oğlu Yunus’un da
kendisinden hadis naklettiğini kaydetmiştir.18
Her ne kadar Zerkeşî, “Âliye’den hem kocası, hem de oğlu
rivâyet etmiştir ve onların ikisi de (hadiste) imamdırlar.” demişse de19
ilgili kaynaklarımızda gerçekten de bu iki sahâbîye hanım hakkında
zikrettiğimiz bilgilerden fazla malumat bulunmamaktadır.
Tavzîhu’l-Efkâr, II. 191. Bu bilgiler, Hatib’in Kifaye’sinden naklen olmasına
rağmen, yaptığımız taramada mezkur kitapta bu bilgilere rastlayamadık.
14 Bkz: Sünen, V. 330-331.
15 İbn Abdilber, el-İstizkâr, XIX. 25-6, no: 27969-27974.
16 İbn Abdilber, el-İstizkâr, XIX. 25-6, no: 27969-27974.
17 İbn Sa’d, Tabakāt, VIII. 487.
18 İbn Hıbbân, es-Sikât, V. 289, Muessesetu’l-Kutubi’s-Sekafiyye, Haydarâbâd1979.
19 Zerkeşî, İcâbe, s. 242. Tahkik: B. Erul, Beyrut, 2004.
13
158
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Diğer bir ihtimal ise, rivâyette “sahâbeden biri/sahâbeden bir
adam” şeklindeki mechul şahsın münafıklardan birisinin olmasıdır.
Medine döneminde sahâbe ile aynı ortamı paylaşan münafıkların iç
yüzünü sadece Allah bilmekteydi. Her ne kadar hal ve hareketlerinden şüphe duyulan kimseler var idiyse de, başta Hz. Peygamber olmak üzere sahâbe de onlara Müslüman muamelesi yapmaktaydılar.
Bu nedenledir ki, rivâyet edilirken, “sahebeden bir adam” denilmesi
gâyet tabiî idi.
Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ö. 64) naklettiğine göre, Rasûlullah (s),
Hz. Ali’nin Yemen’den gönderdiği bir miktar külçeyi, Uyeyne b.
Bedr, Akra’ b. Hâbis, Zeyd el-Hayl ve Alkame veya Âmir b.
Tufeyl’den oluşan dört kişi arasında taksim etmişti. Bunu gören
ashâbından biri, “Biz buna onlardan daha müstehak idik” dedi.
Rasûlullah’a bu söz ulaşınca “Sabah akşam bana semadan vahy geldiği ve
göktekiler bana güvendiği halde siz bana güvenmiyor musunuz?!” diye onlara sitem etti. Bunun üzerine göz çukurları içeri geçik, yanakları dışa
çıkık, alnı açık, sakalı gür, başı tıraşlı, elbisesi sıvanmış bir adam kalkıp “Allah’tan kork ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Hz. Peygamber “Yazıklar olsun sana, yeryüzünde Allah’tan korkmaya en layık kişi ben değil miyim?” buyurdu. Sonra adam dönünce Halid b. Velid (ö. 21) “Ya
Rasûlallah! (izin ver) şunun boynunu vurayım!” dedi. O, “Hayır, belki
o namaz kılıyordur” buyurunca, Halid, “Nice namaz kılan var ki, kalbinde olmayanı diliyle söyler” uyarısında bulununca Hz. Peygamber
“Ben insanların kalplerini delmekle, içlerini yarmakla emrolunmadım” 20
buyurdu.
Ebû Said’den gelen başka bir rivâyette bu şahsın Temim Oğullarından Zu’l-Huvaysıra olduğu, “Ey Allah’ın Rasûlü, adil ol!” deyince, Hz. Peygamber’in “Yazıklar olsun sana! Ben adil olmazsam kim
adil olacak?!” buyurduğu, bunun üzerine Hz. Ömer’in, “İzin ver şunun boynunu vurayım” dediği, ancak Hz. Peygamber’in benzer gerekçelerle izin vermediği anlatılmaktadır.21
İlk rivâyette her ne kadar “ashâbından biri” deniliyorsa da, bu
şahsın kim olduğu kesin olarak bilinmemektedir. İbn Hacer, onun
ismine vakıf olamadığını söylerken,22 son rivâyetteki şahıs Vakıdî’nin
Buhârî, Megazî 61, V. 110-1; Muslim, Zekât 144, I. 742.
Buhârî, Edeb 95, VII. 111; Menâkıb 25, IV. 179; Muslim, Zekât 148, I. 744; İbn
Hişâm, II. 496-7; Ebû Dâvûd, Sünne 31, no: 4764, V. 121-3.
22 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VII. 667.
20
21
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
159
rivâyetine göre münafıklardan Muattib b. Kuşeyr el-Amrî’dir.23 İkinci
rivâyette zikredilen Zu’l-Huvaysıra’nın ise, Hurkûs b. Zuheyr esSâidî 24 olduğu söylenmektedir. 25 “Rivâyetin tarihî bibliyografyasını
veren Wellhausen, Hurkûs b. Zuheyr isimli bu Temîmî’nin, hakikatte
tamamen mechul bir şahsiyet olduğunu, rivâyetin de esâtîrî bir kıssa
hüviyetinde bulunduğunu, asıl hedefin, İslâm’ın prensiplerinde gösterdikleri teşeddüt (aşırılık) yüzünden, tenkidleriyle, bizzat Peygambere de tecavüze kadar varan Haricîleri haklı olarak tenkid etmek olduğunu belirtmektedir.”26
İbn Hazm, râvînin “Bana ashaptan biri tahdis etti” demesini
yeterli görmez. Çünkü o kişinin münafıklardan biri olma ihtimali
vardır. Ravisinin “Sahâbeden bir adamdan” veya “Bana Rasûlullah’a
(sav) sahâbîlik yapan biri rivâyet etti” demesi, o şahsın ismini vermedikçe yahut Yüce Allah’ın faziletlerine ve güzelliklerine şahitlik ettiği
erdemli sahâbîlerden biri olduğu bilinmedikçe hadisi kabul edilmez.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurur: “Çevrenizdeki bedevîlerden birtakım
münafıklar vardır. Medine halkından da münafıklıkta direnenler var ki sen
onları bilmezsin. Biz onları biliriz. Onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da
büyük bir azaba itileceklerdir.”27 Nitekim Hz. Peygamber’e sahâbî olmuş
bir grup İslâm’dan çıkmıştır. Uyeyne b. Hısn, el-Eş’as b. Kays, Abdullah b. Ebî Serh ve başka adamlar gibi. Devamla İbn Hazm, tâbiînden
birinin, sahâbenin küçükleriyle karşılaşmasının bile bir şeref ve büyük bir övünç vesilesi olduğunu, bundan dolayı o sahâbînin ismini
söylememesinin sebebinin ya onu tanımaması yahut onun sahâbîlik
iddiasının sıhhatini bilmemesi olduğunu belirtir.28
Diğer bir problem ise rivâyetteki mechul şahsın sahâbî mi,
yoksa tabiî veya muhadramundan mı olduğunda ihtilafın bulunma-
Hakkında bilgi için bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, V.225, no: 5010.
Hurmuzan’a karşı komutan olarak savaştığı ve onun hezimete uğratılmasında rolünün büyük olduğu, Hz. Ali ile Sıffîn’de beraber iken, sonra Haricîlerden tarafa geçtiği, Hz. Ali’nin en aşırı karşıtlarından olduğu ve H. 37’de
öldürüldüğü bildirilmektedir. Bkz: İbnu’l-Esîr, Usdu’l-Ğâbe, I. 474-5, no: 1127.
25 Bu ve farklı isimler için bkz: İbn Beşkuvâl, Gavâmid, II. 544-5; İbn Hacer,
Fethu’l-Bârî, VII. 652.
26 Bkz: Hatiboğlu, M. Said, Siyasî-İctimâî Hadiselerle Hadis Münasebetleri, basılmamış doçentlik tezi, s. 40. Geniş bilgi için bkz: Erul, Bünyamin, Sahâbenin
Sünnet Anlayışı, s. 132-3.
27 Tevbe 9/101.
28 İbn Hazm, el-İhkâm, I. 143-144; el-Muhallâ, I. 51.
23
24
160
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
sıdır. Zira ilgili kitaplarımızda bu konuda azımsanmayacak kadar kişi hakkında ihtilaf edilmiştir. Dolayısıyla bazı âlimlerin sahâbî olarak
kabul ettiği bir râvî, bu yüzden değerlendirme dışı tutulacaktır. Oysa
o şahıs gerçekte sahâbî değilse ve mechul ise rivâyet hakkındaki hüküm de değişecektir. Nitekim İmam Müslim’in “el-Münferedât ve’lVahdân” adlı eserinde 81 erkek, 7 si kadın olmak üzere toplam 88
sahâbînin her birinden tek bir tabiî rivâyet etmiştir. Bunlardan bazılarının tek bir hadis rivâyeti varken; bazıları hakkında da sahâbî mi
tabiî mi olduğu konusunda ihtilaf edilmiştir.29
Söz gelimi Ukbe b. Mâlik el-Leysî hakkında bazıları
“sahâbîdir” derken, bazıları ise onun “mechulü’l-hal” olduğunu belirtirler.30
Yine el-Esved b. Yezid, Hz. Peygamber hayatta iken müslüman
olmuştur. Sahâbî olduğu tartışmalıdır. Muhadram olduğu da söylenmektedir.31 Sahâbe biyografilerini veren kaynaklarda bu tür birçok
örnek bulunmaktadır.
Burada değinmemiz gereken bir diğer konu da, sahâbe çocuklarının durumlarıdır. Henüz bebek iken Hz. Peygamber’in kendilerini gördüğü yahut birkaç yaşındayken Hz. Peygamber’i görenler bu
kategoriye girerler. Sahâbe tabakatına dair eserlerde Hz. Peygamber’i
küçük yaşta gören ama onunla çeşitli meclislerde bir araya gelme
şansı bulamayan kimseler için “Hz. Peygamber’i gördü ama sohbeti
yoktur”, “Hz. Peygamber’i görmesi vardır ama sohbeti, rivâyeti yoktur” denilmektedir.
Bu noktada bir başka problem de sahâbeden isimleri, lakapları
ve künyeleri ihtilaflı olanların bulunmasıdır. Cehaletu’r-râvî konusunda oldukça önem arzeden bu husus, pekala sahâbeden birçokları
için de söz konusudur. Lakab ve künyelerdeki ihtilaflar, aynı şahıs
mı, farklı şahıslar mı olduğu konusundaki tartışmalar sahanın ehli
açısından malumdur.
İsnaddaki bir sahâbînin mechul olması için birçok muhtemel
sebep akla gelmektedir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Müslim, el-Münferedât ve’l-Vahdân, tahkik: Dr. Abdulgaffar Süleyman elBendârî, Dâru ’l-kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut-1988.
30 A.g.e., s. 69.
31 Bkz: Zehebî, Nubela, IV. 53. no: 13.
29
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
161
1. Herşeyden evvel bir isnadı uyduran yahut isnadlarda bazı
tasarrıflarda bulunanlar için isnadın sahâbî ile doldurulması kolaycılığı söz konusudur. Şâyet belli bir isim konulacak olsa, isnaddaki
tâbiî ile adı geçen sahâbînin görüşüp görüşmediği, doğum-vefat tarihlerinin tutup tutmadığı vb. bazı muhtemel tutarsızlıklar tespit edilir endişesiyle mechul, mübhem bir sahâbînin konulması işi kolaylaştıracaktır.
2. Aynı şekilde muttasıl bir isnad arayışında senetteki kopukluğu sahâbî ile doldurma yahut mürsel bir hadisin muttasıl yapılması
arzusu da söz konusudur. Bazı âlimlerce zayıf addedilen mürsel bir
hadis böylece muttasıl ve makbul hale gelecektir.
3. İsnaddaki bilinen bir sahâbînin korunması, kollanması amacıyla mechul yapılması ihtimalinden söz edilebilir. Meşhur bir
sahâbînin şanına halel gelmemesi, o işi yapanın böyle bir sahâbî olduğu bilinmemesi amacıyla “sahâbeden bir adam” denilerek ilgili
şahıs kamufüle edilebilir.
4. Rivâyette bilinen sahâbînin siyasî-mezhebî bir gerekçeyle
gizlenmesi de söz konusu olabilmektedir. Söz gelimi Muaviye veya
bialhare Emevî hanedanının veya taraftarlarının yanında, Ehl-i
Beyt’ten bir sahâbînin adının gizlenmesi gibi bir durum mümkün
olabilmektedir.
5. Sahâbenin otoritesinden yararlanmak suretiyle isnaddaki
zayıf bir râvînin sahâbî ile değiştirilmesi böylece hadisdeki zafiyetin
bertaraf edilmesi ihtimali de söz konusudur.
6. Mevkuf bir rivâyetin, mechul bir sahâbî eklenerek hükmen
merfu yapılması hatta Hz. Peygamber’e ref edilerek merfu bir hadis
elde etme arzusu da ihtimal dâhilindedir.
7. Bazen yaşlı bir sahâbî, genç veya küçük yaşta bir sahâbîden
duyduğu hadisi naklederken, rivâyetin kaynağını tasrih etmeyebilir.
“Bana haber veren biri söyledi” (Ahberanî muhbirun) şeklinde haberin kaynağını vermek istemeyebilir. Söz gelimi Ebû Hureyre’nin:
“Cünüp iken sabaha kavuşan kimse oruç tutmasın!” şeklindeki
rivâyetine Hz. Âişe itiraz edince Mervan onun bu rivâyeti kimden
işittiğini sorgulamış ve neticede bazı rivâyetlere göre Ebû Hureyre
“Benim bu konuda bilgim yok. Bana ancak birisi haber verdi.” der-
162
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ken32 bazı rivâyetlerde ise rivâyeti Fadl b. Abbas’tan işittiğini söylemiştir.33
8. Sahâbînin, hadisi tâbiînden rivâyet etmiş olması ihtimali de
bu konuda dikkate alınmalıdır. Gerek hadis usûlü eserlerinde gerekse hadis kaynaklarında –çok fazla miktarda olmasa da- sahâbenin
tâbiînden rivâyetleri ve ilgili başlıklar bulunduğu gibi ayrıca konuyla
ilgili müstakil eser veren muhaddisler de bulunmaktadır. El-Hatib elBağdâdî’nin (ö. 463) “Rivâyetü’s-Sahâbe ani’t-Tâbiîn” ve İbn Hacer’in
“Nüzhetu’s-Sâmiîn fi Rivâyeti’s-Sahâbe ani’t-Tâbiîn” isimli eserleri buna
örnektir. Muhaddisler, sahâbenin tâbiînden rivâyetinin ekserisinin
merfû olmayıp isrâiliyât, hikâyeler ve mevkûf rivâyetler olduğunu
nakletmektedirler. Sahâbenin tâbiînden rivâyetinin en bâriz örneği
Kâ’bu’l-Ahbâr’dan rivâyette bulunmalarıdır. Ebû Hureyre, Abdullah
b. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Zübeyr, İbn Abbâs, Enes b.
Mâlik gibi sahâbîler Kâ’b’dan rivâyette bulunanlar arasındadır.34 Nitekim İmam Müslim’in Ebû Hureyre’den merfû olarak naklettiği “Allah toprağı cumartesi günü yarattı.” hadisi hakkında İmam Buhâri
“Bazılarına göre bu söz Kâ’b’dan rivâyet edilmiştir ve doğrusu da
budur” demektedir.35 İşte tüm bu nedenlerden dolayı, rivâyetin kaynağı konumundaki tâbiînin durumu bu noktada önem arz etmektedir. Tâbiîn tabakası nasıl cerh-tadile tabi tutuluyorsa, tâbiînden hadis
rivâyet eden kişinin sahâbî olması, onu değerlendirme dışı bırakmamalıdır.
Sahâbînin mechul olmasının hadislerin hükmüne etkisini tartışmak amacıyla burada üç örnek vermemiz yerinde olacaktır.
Bunlardan ilki İstanbul’un fethi ile ilgili Bişr el-Ğanevî’nin naklettiği rivâyettir:
‫حدثنا عبد َّللا حدثني أبي ثنا عبد َّللا بن محمد بن أبي شيبة وسمعته انا من عبد َّللا بن محمد‬
‫بن أبي شيبة قال ثنا زيد بن الحباب قال حدثني الوليد بن المغيرة المعافري قال حدثني عبد َّللا بن‬
: ‫بشر الخثعمي عن أبيه انه سمع النبي صلى َّللا عليه وسلم يقول‬
‫لتفتحن القسطنطينية فلنعم األمير أميرها ولنعم الجيش ذلك الجيش‬
‫قال فدعاني مسلمة بن عبد الملك فسألني فحدثته فغزا القسطنطينية‬
Zerkeşî, İcâbe, s. 204. Aynı yerde şu ifadeye yer verilmektedir: Bezzâr
Musned’inde şöyle demiştir: “Ebû Hureyre’nin, Fadl b. Abbâs’tan, bu tek hadisten başka herhangi birşey rivâyet etttiğini bilmiyoruz.”
33 Muslim, Sıyâm 75-80, I. 779-781; Ahmed b. Hanbel, Musned, VI. 99, 184, 203,
245, 266.
34 Irâkî, et-Takyîd, I, 76; Suyûtî, et-Tedrîb, I, 207, 245.
35 Buhârî, et-Târihu’l-Kebîr, I. 414.
32
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
163
Abdullah b. Bişr el-Has’amî, babasının Hz. Peygamber’in şöyle
buyurduğunu işittiğini nakleder: “İstanbul, mutlaka fetholunacaktır.
Onu fetheden emir ne güzel emir, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”
Sonra (Abdullah)36 şunu ilave etti: “Beni Mesleme b. Abdulmelik çağırdı ve bana bunu sordu ben de ona naklettim. O da bunun üzerine
İstanbul’a savaşa çıktı.”37
Müsned’i tahkik eden Şuayb Arnaut, Abdullah b. Bişr elHas’amî’nin mechul olması nedeniyle rivâyetin zayıf olduğunu söylemekte ancak babası Bişr’in mechul olup olmadığına dair bir şey
dememektedir.
Sahâbe ile ilgili kaynaklara baktığımızda bu hadisi rivâyet
eden Bişr el-Ğanevî hakkındaki tüm bilgiler, Mısırlı ve sohbeti olduğu,38 Bişr b. Rabîa el-Has’amî ile karıştırıldığı,39 oğlunun kendisinden
hadis rivâyet ettiği, kendisine el-Has’amî de denildiğinden ibarettir.40
Sadece İbn Hıbban’ın onu Sikât’ta zikretmesine de iltifat edilmez. 41
Görüldüğü üzere Bişr hakkında başka bilgi yoktur. Hz. Peygamber’den bu hadisi işittiği ifade edildiği için sahâbî sayılmış,
sahâbî olduğu için hadis merfû ve de muttasıl sayılmış, yine sahâbî
olduğu için onun mechul olup olmadığı hiç tartışılmamıştır. Tabiri
caiz ise burada tam bir kısır döngü söz konusudur. İstanbul’un fethi
gibi çok önemli ve tüm Müslümanları ilgilendiren böyle bir müjdenin
neden Halid b. Velid, Ebû Eyyub el-Ensârî vb. sahâbîlerden birine
veye tüm sahâbeye değil de, sadece ve sadece işbu şahsa verildiği de
ayrıca tartışılmalıdır.
İkinci örneğimiz ise Mıhnef b. Süleym’den nakledilmektedir:
َ
‫ْن‬
ِ ‫ِيع حَ َّد َث َنا رَ ْو ُح بْنُ ُعبَادَ َة حَ َّد َث َنا ابْنُ ع َْو ٍن حَ َّد َث َنا أَبُو رَ ْملَ َة َعنْ م ِْخ َنفِ ب‬
ٍ ‫حَ َّد َث َنا أحْ َم ُد بْنُ َمن‬
ً
ُ
ُ
َّ
ُ
َّ
ُ
َ
َ
ٍ ‫ُسلَي ٍْم َقا َل كنا وُ قوفا مَعَ الن ِبىِّ صلى هللا عليه وسلم ِب َعرَ فا‬
‫ت ف َسمِعْ ت ُه َيقو ُل‬
ٍ ‫اس َعلَى ُكل ِّ أَهْ ِل َب ْي‬
‫ِيرةُ ه َِى‬
َ ‫ِيرةٌ َهلْ َتدْ رُونَ َما ا ْل َعت‬
َ ‫ض ِح َي ٌة َو َعت‬
ْ ُ ‫ت فِى ُكل ِّ َع ٍام أ‬
ُ ‫« َيا أَ ُّي َها ال َّن‬
َ
» ‫الر َجبِ َّية‬
َّ ‫س ُّمو َن َها‬
َ ‫الَّتِى ُت‬
İbn Hacer, İsabe, I. 308.
Ahmed b. Hanbel, IV. 335; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebir, II. 81.
38 İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dîl, II. 371.
39 İbn Hacer, İsabe, I. 308.
40 Buhârî, et-Tarihu’l-Kebir, II. 81; İbn Asâkîr, Tarihu’d-Dimaşk, LVIII. 34-36; İbn
Hacer, İsabe, I. 308; İbn Abdilberr, İstîâb, I. 51; İbn Kâni’, Mu’cemu’s-Sahâbe, II.
669-674.
41 İbn Hıbban, Sikât, III. 31.
36
37
164
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Rasûlullah (sav) ile beraber Arafat’ta vakfedeydik. O’nun şöyle
buyurduğunu işittim: “Ey insanlar! Her ev halkı, her yıl bir kurban, bir
de atîre (kesmelidir). Atîre nedir bilir misiniz? Recep ayında kesilmesi gereken kurbandır.” Rivâyeti nakleden Tirmizî: “Bu hadis hasen gariptir.
Bu hadisi sadece İbn Avn’ın rivâyetiyle bilmekteyiz” demektedir. 42
Ahmed b. Hanbel’in naklettiği rivâyette ise, hadisi Hz. Peygamber’den işiten Mıhnef’in oğlu Habib olup sahâbîliği sabit değildir. İsnadı, Abdulkerim Ebû Umeyye b. Ebi’l-Mehârik sebebiyle zayıftır.43
Rivâyetin asıl yazılı kaynağı olan Abdurrazzak ise onu, iki
yerde Habib b. Mıhnef’ten, o da babasından şeklinde nakleder. 44
Muhtelif hadisçiler, rivâyetin Habib’den mi, yoksa babası Mıhnef mi
geldiğini tartışmışlarsa da rivâyetin asıl râvîsinin baba Mıhnef olduğu anlaşılmaktadır.45
Hadisin râvîsi olan Mıhnef b. Süleym’in (ö. 64) durumuna göz
attığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:
Kendisi Ezd Kabilesi’ndendir. Sahâbî olduğu söylenmektedir.
Kufe’de yaşamış ve orada Ezd’in nakibi olmuştur. Sıffin’de Hz. Ali ile
beraber olmuş ve Ezd’in sancağını taşımıştır. Hz. Ali onu Isbahan’a
amil olarak görevlendirmiştir. Ondan Ebû Ramle ve oğlu Habib
rivâyet etmiştir. Bu hadisinden başka hadis rivâyet ettiği bilinmemektedir.46
Hadisin isnadının zayıf olması bir tarafa, garib/ferd hadis olduğunu, yani tek bir sahâbîden nakledildiğini hatırlatmalıyız. Hz.
Ömer’den nakledilen “İnnema’l-A’mâlu bi’n-niyyât”47 hadisinde olduğu gibi, sahih olması halinde bir hadisin tanınan bir sahâbîden gelmesi onun kabulüne mani değildir. Ancak, Hz. Peygamber’in Medine’de her yıl ifa ettiği ve birçok sahâbînin de O’na uyarak amel ettikleri kurban gibi yaygın bir ibadet hakkında böyle bir hadisin, kendiTirmizî, Edahi, 19, no: 1518; Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 1; Nesâî, Fera’ ve Atire, 1;
İbn Mâce, Edahî 2, no: 3125, II. 1044; Ahmed, IV. 215, V. 76.
43 Nesâî, Dârekutnî ona “metruk”, İbn Hibban çok yanıldığını, fahiş hatalar
yaptığını, İbnu’l-Kattan ise onun mechul olduğunu belirtmektedirler. Bkz:
Şuayb el-Arnaût ve ekibi, Ahmed b. Hanbel, Musned, XXXIV. 330.
44 Abdurrazzak, IV. 342, no: 8001; 386, no: 8159.
45 Bkz: Musned, XXXIV. 330-331.
46 İbnu’l-Esîr, Usdu’l-ğâbe, I. 997.
47 Buhârî, Bed’u’l-vahy, 1.
42
CEHÂLETÜ’-RÂVÎ AÇISINDAN SAHÂBÎNİN DURUMU, B. ERUL
165
sini sadece bu rivâyetinden dolayı tanıdığımız Mıhnef’ten gelmiş olması garip değil midir? Başta Hanefiler olmak üzere muhtelif
usûlcülerin işaret ettiği gibi, herkesin bilmesi, duyması gereken böyle
bir bilginin, Mıhnef gibi fazla tanınmayan birinden gelmiş olması nasıl izah edilecektir? Yaklaşık yüz bin sahâbînin bulunduğu Veda haccında, Arafat’ta vakfe halindeyken Hz. Peygamber’in böyle bir sözünü başkalarının işitmemesi veya nakletmemesi ilginç değil midir? Yine birçok sahâbî tarafından nakledilen veda hutbelerinde bu cümlenin tek/şaz kalması ilginç değil midir? Kurbanın fazileti ile ilgili çeşitli sahih hadisleri rivâyet eden Allah Rasûlü’nün bunca ashâbı varken,
her ailenin kurban kesmesi gerektiğine dair bu rivâyet neden Kufe’de
yaşamış birinden gelmektedir?
Üçüncü örneğimiz ise Munakka’ b. Husayn’dan nakledilmektedir: ‫ يا رسول هللا إن الناس خاضوا في كذا وكذا فرفع النبي صلى هللا عليه وسلم يديه حتى‬...
‫نظرت إلى بياض إبطيه فقال اللهم ال أحل لهم أن يكذبوا علي‬
‫قال المنقع فلم أحدث بحديث عن النبي صلى هللا عليه وسلم إدح حديثا نطه به كتاو أو‬
‫جرت به سنة يكذو عليه في حياته فكيف بعد موته‬
Munakka’ b. Husayn: “Yâ Rasûlellah! İnsanlar şu şu konulara
daldılar” deyince Hz. Peygamber ellerini kaldırdı -hatta ben onun
kolt altlarındaki beyazlığı gördüm- ve şöyle buyurdu: “Allahım, ben
onların benim adıma yalan söylemelerini helal görmüyorum.” Daha sonra
Mukanna’: “Hz. Peygamber’den ancak Kur’ân ile örtüşen, sünnete
uygun olan hadis rivâyet ettim. Çünkü ona daha hayatta iken yalan
isnad ediliyordu. Vefatından sonra nasıl olacağını siz düşünün!” demiştir.48
Kaynaklarda bu şahsın, Temimoğulları’ndan Basralı bir sahâbî
olduğu, Kâdisiyye savaşına katıldığı sonra Basra’ya gittiği ve orada
ev edinip yerleştiği, “Cenâh” adlı bir atı olduğu ve onunla
Kâdisiyye’ye katıldığı, Hz. Peygamber’e develerinin zekâtını getirdiği anlatılmaktadır. İstîâb’da ise söz konusu şahsın adı “el-Muleffa’ b.
el-Husayn” olarak geçmekte ve kendisine el-Munakka’ b. el-Husayn
olarak da bilindiği belirtilmektedir. Ebû Hâtim er-Râzî, onun sahâbî
olduğunu, Hz. Peygamber’e yalan nispet etmek ile ilgili sabit olmayan bir isnad ile mürsel bir hadis rivâyet ettiğini, onun tek bir hadis
rivâyet ettiğini ve isnadının kavî olmadığını söylemektedir. 49
İbn Sa’d, Tabakāt, VII. 63-4; Bkz: İbnu’l-Esîr, İzzeddin Ebu’l-Hasen Ali b.
Muhammed el-Cezerî, Usdu’l-Ğâbe fî Ma’rifeti’s-Sahâbe, V. 274-5, Kahire-1970.
49 İbn Sa’d, Tabakāt, VII. 63; İbn Abdilberr, İstîâb, I. 467.
48
166
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Burada da ilginç bir durum söz konusudur. Bu şahsı, sahâbî
olarak aldığımızda ve rivâyetini kabul ettiğimizde, Hz. Peygamber’e
henüz hayattayken yalanlar isnad edildiği sonucu çıkmaktadır. Bu
rivâyetinden başka bize herhangi bir rivâyeti gelmeyen, kendisini de
fazla tanıyamadığımız bu şahsın mezkûr rivâyetini de ihtiyatla karşılamak durumundayız.
Sonuç
Asırlardır hadis âlimleri, cerh-tadil faaliyeti esnasında râvîleri
değerlendirirken, “metâin-i aşere” dedikleri on ta’n sebebini dikkate
almak suretiyle onların durumlarını ölçmüşler ve neticede birçok zayıf rivâyeti sahihinden ayırt etmişlerdir. Ancak hadisçilerimiz, adalet
sahibi oldukları gerkçesiyle bu on kriteri sahâbeye tatbik etmemişlerdir. Bu kriterlerden birisi olan “cehâletu’r-râvî” yani râvînin bilinmemesi-tanınmaması şeklindeki kriter de aynı şekilde sahâbeye uygulanmamıştır. Oysa sahâbe hakkındaki bilgilerimize baktığımızda
binlerce sahâbîyi tanımadığımzı gibi yüzlerce sahâbîden de sadece
tek bir hadis nakledilmektedir.
Hz. Peygamber’in yakın çevresinde uzun süre yaşadığı halde,
kendilerini çok iyi tanıdığımz bazı meşhur sahâbîlerin tek bir hadis
nakletmiş olmaları onları “mechul” yapmaz. Fakat tek bir hadis nakleden kişi hakkında fazla bilgi yoksa bu tür rivâyetler ve şahıslar tıpkı
diğer râvîler gibi cerh-tadil açısından değerlendirilmelidir.
Hz. Peygamber’den rivâyet ettiği tek bir hadis bilgisi dışında
hakkında bilgimiz olmayan bu şahısların sahâbî olup olmadıkları konusu yeniden daha titiz çalışmalarla değerlendirilmelidir. O şahsın
sahâbî olmama ihtimali, münafıklardan olması ihtimali, hadisi
tâbiînden nakletmiş olması ihtimali yahut illet kitaplarında örneklerini gördüğümüz üzere mevkuf, maktu, mürsel bir rivâyetin muttasıl
ve merfu hale getirilmesi gayretleri vb. çeşitli nedenlerle “cehâletu’rrâvî” kriterinin diğer râvîlere uygulandığı gibi sahâbeye de uygulanması gerekmektedir. Yukarıda saydığımız muhtemel sebepler
dikkate alınarak bu konu daha derinlemesine incelenmeyi hak etmektedir. Şüphesiz sahâbe açısından bu kriter çalıştırıldığında, bazı
rivâyetler “zayıf” olarak değerlendirilecektir. Bu da çeşitli rivatlerin
Hz. Peygamber’e aidiyeti konusunda daha temkinli yaklaşmamız gibi bir sonuç getirecektir.
MÜZÂKERE
Abdullah KARAHAN
Saygıdeğer hocalarım, kıymetli meslektaşlarım, değerli dinleyiciler. Sevgi ve saygıyla hepinizi selamlıyorum.
Kıymetli Bünyamin Erul hocamıza, bu faydalı tebliğinden dolayı teşekkür ediyorum. Tebliğini zevkle okudum. Özellikle
sahâbenin diğer tabakalardaki râviler gibi bir hadis râvisi olarak ele
alınarak, onun konumuna yönelik eleştirel bakış açıları barındırdığı
ve bu yönüyle zihnimizde bazı soru işaretleri oluşturduğu için yahut
şöyle diyelim, sormamız gereken soruları sorduğu için çalışmayı
önemsediğimi söylemeliyim.
Haddim olmasa da bana tevdi edilen müzâkere görevini yerine
getirmek amacıyla hocamın bildirisi üzerinde bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bünyamin Bey’in bilimsel çalışmalarda
eleştirel bakışın önemi hususundaki yaklaşımını ve bu konulardaki
müsamahasını bildiğim için, bildiriye eleştirel bir bakış yapmaya çalışacağımı da peşinen belirtmek isterim.
Bildirinin ilk paragrafına baktığımızda sahâbenin cehâletu’rrâvi açısından durumunun “sahâbenin adâleti” konusuyla paralel bir
bağlamda incelendiği anlaşılmaktadır. Temel hareket noktası olarak
da “râvilerin güvenilirliğinin tespitinde kullanılan metâin-i aşere kurallarının tamamının yani râvinin hem adâlet hem de zabt yönünü
tespit etmeyi amaçlayan sorgulama kriterlerinin sahâbeye uygulanmadığı, onların bu sorgulamadan muaf tutulduğu” iddiası merkeze
alınmıştır. Hâlbuki rivâyet ve dirâyet kitaplarına bakıldığında
sahâbenin zabt açısından sorgulandığı görülür. Belki “sahâbenin
hepsi âdildir” şeklindeki meşhur kuraldan hareketle sahâbenin

Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis ABD. Öğretim Üyesi.
168
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
metâin-i aşerenin adâleti ilgilendiren yönleri açısından sorgulanmadığı söylenebilir. Fakat kaynaklardaki uygulamalara bakıldığında
bunu tam olarak söylemenin de zor olduğu görülür. Zira sahâbenin
cehâletu’r-râvi açısından sorgulandığına dair oldukça çok sayıda örnek mevcuttur. Cehâletu’r-râvi açısından sorgulanması ise adâlet açısından incelendiği anlamına gelir. Zira cehâletu’-râvi metâin-i aşere
içinde adâleti ilgilendiren kusurlar arasında yer alır. Ayrıca bir kimsenin sahâbe olduğunun belirlenmesinde aranan şartlar da onların
cehâlet açısından sorgulanması anlamına gelir. Kaldı ki “sahâbenin
hepsi âdildir” mealindeki temel kuralın bir ön kabul mü yoksa tümevarımla ulaşılan bir netice mi olduğu hususunun tartışmalı bir konu
olduğunu da burada hatırlatmak gerekir. Fakat konumuz bu olmadığı için üzerinde durmayacağız. Zaten hocamız da bu konuyu hariçte
tutacağını belirtmiştir.
Sayın Erul tebliğinde Hz. Peygamber’i gören sahâbenin sayısının 60 bin, 114 bin gibi gibi yüksek sayılarda olduğunu, fakat bunların sadece 8 bin tanesini tanıyabildiğimizi ifade etmiş ve geride kalan
sahâbîlerin bir nevi mechûl kimseler olduğunu iddia etmiştir. Tanıdığımız yaklaşık sekiz bin kişinin de Ehl-i Sünnet uleması tarafından
sorgudan sualden muaf tutulduğunu düşünürsek ortaya vahim bir
tablo çıkmaktadır.
Burada Hz. Peygamber’i gördüğü ve 114 bin kişi oldukları
tahmin edilen insanların sahâbe kabul edilmesiyle hadis ilminde uygulamaya yansıyan sahâbe kavramının çerçevelerinin birbirine karıştırıldığı anlaşılmaktadır. Zira hadis ilminde yahut cerh ve ta’dilde
sahâbe denildiği zaman doğal olarak Hz. Peygamber’den rivâyeti
olan yahut hadis metninde adı geçen insanlar kastedilir. Hatta hadis
bilginleri nezdinde sahâbe denince ilk akla gelen hususun “hadisin
kaynağı olan kimse” olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sahâbenin adının
metinde geçmesi bile buna nazaran ikinci planda kalır. Peygamberle
bir diyalogu olmamış, bize bir haber ulaştırmamış kimseler teoride
her ne kadar sahâbe olarak nitelendirilse de hadis tenkitçilerinin ilgi
alanına girmezler. Bunlar hadis naklettiği andan itibaren hadis ilminin ve cerh ve tadil ilminin ilgi konusu olurlar. Dolayısıyla hadis nakletmemiş sahâbenin mechûl kalması hadisçi için sorun teşkil etmemektedir. Çünkü onları ilgilendiren bir şey yapmamaktadır. Bir
sahâbînin rivâyeti varsa hadis mütehassısı rivâyet ehliyeti açısından o
şahsı dikkate alır ve rivâyetine güvenip güvenilmeyeceğine karar
vermeye çalışır. Bir sahâbînin adının hadis metninde geçmesine ge-
MÜZÂKERE, A. KARAHAN
169
lince bu da hadis metni açısından önemli görülmüş ve metin tenkidi
yahut metnin yorumu gibi hususlarda muhtelif değerlendirmelere
konu olmuştur. Yani bunlar üzerinde de durulmuştur.
Şu halde her ne kadar genel anlamda teberrüken sahâbî olarak
nitelenseler de hocamızın tabiriyle “ilim talebi ile şöhret kazanmayan
kimselerin, sahâbîliği sadece Allah Elçisi ile savaşa iştirak etmekten
ibaret olan binlerce meçhul askerin, heyetler halinde gelip Müslüman
olduktan sonra dönüp giden Medine dışında yaşayan on binlerce insanın yahut veda haccına katılmış on binlerce kadın, çocuk ve değişik
bölge halklarının” sahâbe olarak nitelendirilmesi ve bunların mechûl
olduklarının iddia edilmesi hadis ilminin gerçekleriyle örtüşmeyecektir. Dolayısıyla sahâbe kavramının muhtelif ilim ve alanlara göre tanımlarının özelleştirilmesi ve bunların birbirleriyle karıştırılmaması
gerektiği hususu, vurgulanması gereken önemli bir hareket noktası
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bildirinin muhtelif yerlerinde sahâbenin zabıt açısından problemli olup olmamasıyla alakalı değerlendirmeler cehâletu’r-râvi meselesiyle ilişkilendirilmiştir. Sözgelimi “Nitekim sahâbe döneminde
ileri gelen bazı sahâbîlerin çok yakından tanımadıkları yahut zabtından yeterince emin olmadıkları bazı kimseler hakkında kullandıkları
çeşitli ifadeler daha o zaman bile cehâletu’r-râvi konusunun gündemde olduğunu ortaya koymaktadır. Sahâbede görülen tesebbüt ve
ihtiyat diyebileceğimiz bu tavra göre yeterince tanınmayan bazı
sahâbîler hakkında bir takım endişeler rahatlıkla dile getirilebilmiştir” ifadeleri, burada bir kafa karışıklığının bulunduğu intibaı uyandırmaktadır. Zira buralarda kastedilen şey söz konusu şahsın sahâbe
olup olmadığının belli olmaması yahut bir râvi olarak hâlinin tanınmaması değil, zabtı hususunda şüphe edildiği, bu konuda kendisine
güvensizlik duyulduğudur. Haddizatında bu durum bile insanların
sahâbîleri boş bırakmadıklarının zabıt açısından sorguladıklarının
delilidir.
Fatıma bint Kays ile alakalı verilen örneğe baktığımızda bu durum çok rahat anlaşılır. Burada Hz. Ömer söz konusu hanımın sahâbî
olup olmadığından şüphe etmemektedir. Onun adâlet/güvenilirlik
durumu hususunda da bir değerlendirmede bulunuyor değildir. Hz.
Ömer’in burada sorguladığı husus onun zabtının yeterli olup olmadığıdır. Bildiri sahibi muhtemelen Hz. Ömer’in “ezberlediğini veya
unuttuğunu bilmediğimiz bir kadın” nitelemesinden hareketle, onun
Fatıma bint Kays’ı zabıt açısından mechûl gördüğü neticesine varmış
170
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ve bu değerlendirmeyi burada örnek olarak sunmuştur. Ancak Hz.
Ömer’in bu ifadesi, onun Fâtıma bint Kays’ın zabıt açısından durumunu bilmediği anlamına gelmez, bilakis zabtını çok iyi bildiği ve
yetersiz gördüğünü ifade eder. Dolayısıyla ortada zabıt açısından da
bir mechûliyet bulunmamaktadır.
Hz. Ali’nin “Topuklarına işeyen bir bedevinin görüşü kabul
edilemez!” sözüyle ilişkilendirilen diğer örnekte de aynı durum mevzu bahistir. Orada da sahâbîlik tartışılmamış, sahâbînin zabtı tenkit
edilmiş ve yetersiz görülmüştür. Ortada bir hükmün bulunması
mechûliyetin ortadan kalktığı anlamına gelir. Bilindiği gibi sahâbenin
birbirlerine karşı bunlara benzer birçok tenkidi bulunmaktadır. Mesela Hz. Aişe’nin Ebû Hureyre ve İbn Ömer’e yönelik tenkitleri meşhurdur. Bu tür tenkitlerden dolayı sahâbîleri mechûl saydığımız takdirde en meşhur sahâbîleri bile mechûl duruma düşürmekten kurtulamayacağımız muhakkaktır. Bu ise cerh ve ta’dildeki cehâletü’r-râvi
kavramının kapsamı dışına çıkmak anlamına gelecektir.
Yezid b. el-Esam ile alakalı örnekte ise daha ilginç bir durum
söz konusudur. Burada Yezîd’in kimliği gizli değildir. Kim olduğu
bellidir. Hatta ricâl kaynaklarına bakıldığında çokça hadis nakleden
güvenilir bir kimse olarak kabul edildiği görülmektedir. Burada tartışılan şey sadece bu şahsın sahâbe olup olmadığıdır ve yine konunun
mechûliyetle alakası bulunmamaktadır. Kimlerin sahâbî olabileceği
kimlerin olamayacağıyla, daha da açarsak 2-3 yaşındaki çocukların
sahâbî olup olmayacağıyla alakalı bir meseledir. Dolayısıyla bu örnek
de cehâletu’r-râvi açısından sahâbenin durumunu anlamamıza yardımcı olabilecek nitelikte görünmemektedir.
Saygıdeğer hocamız bu örnekleri verdikten sonra bunların konuyla bağlantısını kurmak için şu cümleleri kurmuştur: “Burada konumuz açısından önemli olan gerek Hz. Ali rivâyetinde gerekse İbn
Abbas rivâyetinde sahâbî olduğu söylenilen bu şahsiyetler için “Topuklarına işeyen bir bedevi” nitelemesinin yapılabilmesidir”.
Ancak bu ifadelere dikkatli bir nazarla bakıldığında söz konusu şahsın mechûliyetiyle alakalı bir hususun kastedilmediği rahatlıkla görülecektir. Zira örneklerde zikredilen şahıslar tanınmaktadır. O
kadar tanınmaktadır ki, zabıt acısından tenkit edilip haberleri reddedilmektedir.
Çalışmada cehâletu’r-râvî açısından sahâbenin durumunu ortaya koymak için serdedilen örneklerden bir diğeri İbn Abdilber’in et-
MÜZÂKERE, A. KARAHAN
171
Temhîd’inden nakledilen ifadeler içinde kendilerinden bahsedilen
Ebû İshak’ın hanımı, Ebu’s-Sifr’in hanımı ve Zeyd b. Erkam’ın annesi
olarak zikredilen üç hanımla alakalıdır. Ancak bu örnek de konuyla
ilişkili görünmemektedir. Çünkü bu hanımların sahâbî olduğu belli
değildir. Hatta sahâbî olmadıkları neredeyse kesindir. Sözgelimi Ebû
İshâk’ın hanımı diye kendinden bahsedilen Âliye bint Eyfa’ın ismi
sahâbeyi tanıtan eserlerde yoktur. Kocası Ebû İshâk es-Sebî’î de Hz.
Osman’ın halifeliğinin ikinci yılında doğmuş ve 127 yılında vefat etmiş meşhur bir tâbiî râvidir. Ebu’s-Sifr’e gelince tam adı Sa’îd b.
Yahmed el-Hemedânî olup 112 yılında vefat etmiş Kütüb-i Sitte’de
rivâyetleri bulunan tâbiî bir râvidir. Bu şahsın hanımı olan Ümmü
Muhibbe’nin adı da sahâbeyi tanıtan kaynaklarda yer almamaktadır.
Dolayısıyla bu hanımlar çok büyük bir ihtimalle sahâbeden değildir.
Bu hanımların sahâbe olduklarını kabul etsek bile İbn Abdilberr onların mechûliyetleri nedeniyle rivâyetlerinin terk edildiğini belirtmiştir.
Bu da sahâbenin cehâletu’r-râvi açısından ayrıcalıklı ve sorgusuz durumda olmadıklarını yeri geldiğinde cehâletü’r-râvi kusurundan dolayı rivâyetlerinin reddedilebildiğini gösterir.
Çalışmada bazı rivâyetlerde yer alan “sahâbeden biri/sahâbeden bir adam” şeklindeki mübhem şahısların durumu,
sahâbenin cehâletu’r-râvi açısından değerlendirilmesi konusuyla ilişkilendirilmiştir. Hatta bir adım daha ileri gidilerek bu şahısların münafıklardan olma ihtimali üzerinde durularak mechûl sahâbîlerin
münafık olma ihtimali ön plana çıkarılmıştır. Bunu düşündüğümüzde şu da otomatik olarak aklımıza gelecektir. Belki de bu insanlar
münafık olduğu için rivâyete zarar vermemek amacıyla mübhem bırakılmıştır. Hâlbuki konuya daha dikkatli baktığımızda durumun
böyle olmadığı rahatlıkla anlaşılır. Zira mübhem olarak zikredilen bu
insanların rivâyeti nakleden değil, rivâyetteki olayın içinde yer alan
kimseler olduğunu görürüz. Bu insanların münafık olmasının
rivâyetin doğruluğu veya yalanlığıyla bir alakası bulunmamaktadır.
Nasıl Ebû Cehil’in isminin geçtiği bir rivâyet, sırf onun adı geçtiği
için reddedilmiyor ve nakleden sahâbîden hareketle değerlendiriliyorsa burada da ismi mübhem olan şahsa değil bu olayı nakleden
sahâbîye bakmamız gerekmektedir. Nitekim bu olayları, Hâlid b.
Velîd’in başını vurmak istediği kimse yahut Zu’l-Huvaysıra ismindeki şahıs değil Ebû Sa’îd el-Hudrî nakletmiştir. Sened açısından bizim
için burada Ebû Sa’îd önemlidir. Diğerleri hadis metninin araştırıl-
172
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
masıyla ilgilidir. Dolayısıyla bu argüman da sahâbenin cehâletu’rrâvi olması konusuyla ilişkilendirilmemelidir.
Tebliğ sahibinin “Diğer bir problem ise rivâyetteki mechûl şahsın sahâbî mi, yoksa tabiî veya muhadramûndan mı olduğunda ihtilafın bulunmasıdır” diyerek başladığı değerlendirmeler kanaatimizce
başlıkla en uyumlu bölümdür. Zira tebliğde de belirtildiği gibi bazı
şahısların sahâbî mi yoksa tâbiî mi olduğu hususunda ihtilaf edildiği
ve bu durumun hadislerin sıhhatleri üzerinde görüş ayrılıklarına neden olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla dikkatli ve ihtiyatlı davranmak, sahâbî olup olmadığı tam olarak kestirilemeyen
yahut râvi olarak hâli bilinmeyen kimselerin rivâyetlerinde titizlik
göstermek ilim adamların tavrı olmalıdır. Haddi zatında kaynaklarımıza baktığımızda bu tür kimselerin sahâbî olup olmadıkları yahut
cerh ve ta’dîl açısından durumları tam olarak ortaya çıkmadan
rivâyetlerinin hemen kabul edilmediğini görmekteyiz. Bildiride verilen örnekler de bu durumu desteklemektedir. Söz gelimi Ukbe b.
Mâlik el-Leysî hakkında bazıları “sahâbîdir” derken, kimileri onun
“mechulü’l-hal” olduğunu belirtmişlerdir. Buradan hareketle
sahâbîlerin bu anlamda ayrıcalıklı görülmediğini ve sorgulandığı yeniden hatırlatmakta fayda vardır.
Burada şunu da hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Bildiride bazı meseleler sıralanırken “problemli pek çok rivâyet”, “problemli örnekler”, “Bu noktada bir başka problem de”, “Diğer bir problem ise…” gibi ifadeler kullanılmak suretiyle “problem” kelimesi sık
sık tekrarlanmıştır. Bu kelime nedense bana pek sıcak gelmemektedir. Kelimenin olumsuz özelliğinden midir yoksa daha ziyade oryantalistlerin yahut hadislere karşı olan kimselerin hadislerin problemli
olduğunu, hatta problemlerin kaynağı olduğunu ihsas ettirecek tarzda bir üslup kullanmış olmasından mı, neden bilemiyorum ama bu
üslupla karşılaştığımda içimde kekremsi bir duygu oluşmaktadır.
Peki hadislerde hiç problem yok mudur? Elbette vardır. Olmalıdır da.
Bu, hadisin gelişiminin doğal neticesidir. İnsan eliyle gelişmiş bir ilim
tabiî ki bir takım hata ve kusurlarla muallel olacaktır. Ulemamız buna
böyle bakmış ve mesele olarak gördüğü hususlar için hal çareleri
aramıştır. Kimini çözmüş, kimini çözmekte aciz kalmıştır. Ama meseleyi “problem” haline getirmemiştir.
Tebliğ sahibinin “İsnaddaki bir sahâbînin mechûl olması için
birçok muhtemel sebep akla gelmektedir” diyerek sıraladığı sebeplerde de aynı “problem” kendini hissettirmektedir. Şöyle ki, bildiride
MÜZÂKERE, A. KARAHAN
173
bir sahâbînin mechûl olmasına neden olan sekiz sebep sıralanmıştır.
Bu sebeplerden bazıları şunlardır:
İsnadın sahâbî ile doldurulması kolaycılığı, muttasıl bir isnad
arayışında senetteki kopukluğu sahâbî ile doldurma, bilinen bir
sahâbînin korunması, kollanması amacıyla mechûl yapılması, bilinen
sahâbînin siyasî-mezhebî bir gerekçeyle gizlenmesi, sahâbenin otoritesinden yararlanmak suretiyle isnaddaki zayıf bir râvinin sahâbî ile
değiştirilmesi, mevkûf bir rivâyetin, mechûl bir sahâbî eklenerek
hükmen merfû yapılması1 hatta Hz. Peygamber’e ref’ edilerek merfû
bir hadis elde etme arzusu.
Sahâbînin mechul kalmasına sebep olarak her biri farklı bir
hinliği ihtiva eden birbirinden ilginç bu tür durumlar sıralanırken en
muhtemel hatta hepsinden daha muhtemel olan tabiî ve basit sebebin
zikredilmemesi bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. O sebep de
“doğal olarak râvinin tam olarak tanınmaması ve bu sebeple ya
sahâbî olup olmadığının yahut halinin bilinememesi durumu”dur.
Bu kadar basit ve doğal bir sebep hiç zikredilmezken, daha ziyade
hadis rivâyetinde bir takım hileli davranışlarla sahâbîlerin mechûl
duruma düşürüldüğü anlamına gelecek ve bu davranışların son derece yaygın olduğu intibaını uyandıracak şekilde bazı sebepleri ön
plana çıkarmak şahsen beni rahatsız etmektedir.
Bunu söylerken zikredilen sebeplerin hiçbir şekilde meydana
gelmediğini iddia ediyor değilim. Merkezinde insanın olduğu yerde
bu tür durumların ortaya çıkması elbette muhtemeldir. Ancak bunların son derece sınırlı sayıda olduğu açıktır. Az sayıda da olsa elbette
bunlar da derinlemesine araştırılmalıdır. Öte yandan az sayıdaki bu
tür örneklerden hareketle yahut bunlar ön plana çıkarılarak, hadis
rivâyet sistemi sanki bu tür hileli tutum ve davranışlarla doluymuş
izlenimi uyandıracak bir üslup kullanmanın bu ilmin temellerini atabilmek için büyük emek sarf etmiş insanlara haksızlık olacağı kanaatindeyim.
Son olarak sahâbînin mechul olmasının hadislerin hükmüne
etkisini tartışmak amacıyla tebliğde zikredilen üç örnekle alakalı bazı
hususlara kısaca temas etmeden geçemeyeceğim. Öncelikle seçilen
Mevkûf bir rivâyetin mechûl bir sahâbî eklenmek suretiyle hükmen merfû
hale getirilmesi hususu üzerinde ayrıca durmayı gerektiren ilginç bir iddia
olarak dikkat çekmektedir. Ancak müzakeremizi uzatmamak için sadece
dikkat çekmekle yetinelim.
1
174
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
örneklerin konuyla bağlantılarının zayıf kaldığını belirtmek gerekir.
Biraz daha titiz bir araştırma yapılıp daha güzel örnekler etrafında
konu işlenseydi meselenin tartışılmasına katkı sağlayabilirdi. Özellikle ilk örnekte konumuzla bağlantıyı kurmak oldukça zor görünmektedir. İkinci ve üçüncü örneklerin konuyla bağlantılarını kurmak
mümkün olmakla birlikte, söz konusu rivâyetlerin senedlerindeki
başka illetler nedeniyle sahâbenin mechûliyeti hususu ikinci hatta
üçüncü planda kalmakta ve bağlantı zayıf hale gelmektedir. Zira bildiri sahibi bu örnekleri “sahâbenin mechûl olmasının hadisin sıhhatine etkisi”, daha doğrusu “senedindeki sahâbe mechûl olmasına
rağmen bu husus hiç dikkate alınmayıp, araştırılmayıp sahih kabul
edilen hadisler” ile alakalı olarak vermiştir. Hâlbuki örneklerde öncelikle söz konusu rivâyetlerin sorgulandığını, hatta bazı âlimler tarafından zayıf sayıldığını görmekteyiz. Bu durum yani rivâyetlerin bazı
âlimler tarafından sahih görülmeyip zayıf sayılması onların belirtilen
hususa örnekliğini zayıflatmaktadır. Yine örneklerdeki sahâbî
râvilerin mechûliyetle bağlantıları, tartışmalı da olsa, kurulabilmekle
birlikte, söz konusu rivâyetlerin senedlerindeki diğer illetlerin bu hususu ikinci plana ittiği görülmektedir. Bu sebeplerle söz konusu örnekler bildiri sahibinin iddialarını desteklemekten ve tatmin edicilikten uzak örnekler olmuşlardır.
Sözgelimi İstanbul’un fethiyle alakalı örnekte sahâbenin
mechul olup olmamasıyla alakalı husus ön planda değildir. Zira
senedde daha farklı ve önemli illetler bulunduğu için sıra henüz
sahâbenin durumunu incelemeye gelmeden sened hakkında bir fikir
oluşmaktadır. Bu nedenle sahâbenin durumunu ayrıca incelemeye ihtiyaç hissedilmemiştir. Belli bir fikre ulaşmakta zorlananlar sened
üzerindeki incelemelerine devam etmiş söz konusu rivâyetin sahâbî
râvisinin durumu üzerinde de bir takım değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu değerlendirmelerle bağlantılı olarak kimileri bu rivâyeti
hasen kabul etmiş, kimileri ise onu zayıf saymış, hatta reddetmiştir.
Bu durum öncelikle onun herkes tarafından sorgusuz sualsiz sahih
görülmediği anlamına gelir. Yine tekrar etmek gerekir ki, sahâbînin
cehâletü’r-râvi açısından durumları dikkatlerden uzak tutulmamış,
ihtiyaç duyulduğu takdirde sorgulanmıştır. Hatta yerine göre bununla da yetinilmemiştir. Sened tenkidine ilaveten metin tenkidine de
başvurulmuştur. Hocamız bile asıl konusu “Cehâletü’r-râvi açısından
sahâbenin durumu” olmasına rağmen, bununla yetinmeyip söz konusu rivâyeti bir de umûmü’l-belvâ açısından değerlendirmiştir.
MÜZÂKERE, A. KARAHAN
175
Burada yeri gelmişken konumuzla birinci derecede alakalı olmamakla birlikte bir hususa işaret etmenin faydalı olacağını mülahaza ediyorum. Son zamanlarda hadislerin sıhhatinin belirlenmesi hususunda umûmü’l-belvâ prensibinin gelişi güzel kullanıldığına sıklıkla rastlamaktayız. Bu prensibin metin tenkidi kriterleri içinde çok
faydalı ve önemli bir yere sahip olduğu tartışmasız bir gerçektir. Ancak karşılaştığımız her rivâyeti gelişigüzel bir şekilde bu prensibe arz
edip, herkesin bilmesi gereken bir meseleyi alakasız gibi gözüken bir
kişinin nakletmiş olmasını dikkate alarak reddetmemiz bizi yanılgılara düşürecektir. Zira her bir rivâyetin sonraki nesillere nasıl ulaştığını
tam olarak bilememekteyiz. Bu hususta türlü ihtimaller söz konusudur. Bazen öyle durumlar olur ki bir meseleyi gerçekten bilmesi gereken kimseler ondan haberdar olamayabilir yahut haberdar olur da
bir şekilde ya nakletmemiş ya da naklettiği halde zaman içinde kaybolmuş olabilir. Buna mukabil söz konusu haberle tamamen alakasız
kişiler bir şekilde o mesele hakkında bilgi sahibi olabilir yahut başkalarına haber verme hususunda aracı haline dönüşebilir. Bu konuda
başımdan geçen şu ilginç olay beni umûmü’l-belvâ konusunda daha
ihtiyatlı davranmaya sevk eden güzel bir örnektir.
Bir gün berberde traş olurken, berberim fakültemizdeki bir gelişmeden bahsetti. Ben haberim olmadığını söyledim. O da bana “nasıl haberiniz olmaz hocam, hayret doğrusu” deyince, o günlerde fakülteden biraz uzak kaldığım için duymamış olabileceğimi gerekçe
gösterdim ve konuyu kapattım. Fakülteye dönünce hoca arkadaşlara
berberin söylediği gelişmeyi sordum. Kimsenin haberi yoktu. Bunun
üzerine iyice meraka düşüp başka arkadaşlara hatta idarecilere sorarak mesele hakkında bilgi sahibi olmaya çalıştım. Sonunda berberin
haberinin doğru olduğunu öğrenince umûmü’l-belvâ prensibi aklıma
geldi. Fakültemizle alakalı birçok hocayı ilgilendiren bir gelişme hakkında hocaların hiçbirinin haberi yok iken, fakülteyle neredeyse hiç
alakası olmayan bir berberin bilgi sahibi olması ve bu haberi nakletmesi, umûmü’l-belvâ prensibinde başka ihtimalleri de dikkate almamız gerektiğini bana hatırlattı. Eğer sahâbenin mechûliyeti hususunda bizi dikkate mecbur eden husus bazı ihtimaller ise, umûmü’lbelvânın da birçok ihtimal barındırdığını hatırımızdan çıkarmamalıyız.
Yeniden örneklerle alakalı değerlendirmelerimize dönecek
olursak, aslında konu sadece, doğru seçilmek kaydıyla, belli örnekler
seçilip bunlar üzerinden değerlendirmelerde bulunmak suretiyle iş-
176
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lenseydi belki daha faydalı neticelere ulaşmak mümkün olabilirdi.
Bunun yanı sıra isnadındaki sahâbînin mechul kaldığı, gerçek kimliğinin belirlenemediği kaç rivâyetin bulunduğunun tespiti yapılabilseydi bu tespit bizler için önemli bir kazanım olurdu. Yahut
sahâbîleri tanıtan eserler merkeze alınıp bunlar içinde mechûl olarak
nitelendirilen sahâbî râvilerin sayısı ve cehâletu’r-râvi açısından durumlarına yönelik bazı tespitler yapılsa daha somut neticelere ulaşmak mümkün olabilirdi. Tüm bu tespitlerden sonra da bir ismin
sahâbî olduğundan emin olmak için hangi ölçülerin aranması veya ne
tür bilgilerden hareket edilmesi gerektiği yahut günümüz imkânlarıyla bu konuda neler yapılabileceği gibi hususlar ele alınsaydı bu
konuda yolumuzu daha fazla aydınlatırdı. Haddizatında bildirinin
başlığı okunduğunda akla ilk beliren hususlar da bunlardır.
Bu söylediğimiz hususlar bildirinin daha mükemmel olması
için iyi niyetli birer tekliften ibarettir. Yoksa faydasız yahut başarısız
bir çalışma olduğunu düşündüğümüz şeklinde yorumlanmamalıdır.
Kaldı ki böyle bir hükümde bulunmak haddimiz de değildir. Bu bir
tercih meselesidir. Araştırmacı meselenin problematik yönüne dikkat
çekmek istemiş olabilir. Bunu da saygıyla karşılamak gerekir. Bu yönüyle araştırma faydalı da olmuştur. Meseleye dikkatlerimizi gâyet
başarılı bir şekilde çekmiştir.
Ancak meseleye dikkat çekeceğim derken onu içinden çıkılmaz
hale getirmemeye ve çözümsüzlüğe mahkûm etmemeye de özen göstermek de bilimsel yaklaşımın bir gereği olarak görülmelidir. Kaldı
ki, bunun pratik bir faydası bulunmamaktadır. Bildiri sahibinin kastının bu olmadığından kesinlikle eminiz. Ancak bildiride dillendirilen
“sahâbîlerin cehâletü’r-râvi açısından hiç incelenmediği, elimizdeki
rivâyetlerin birçoğunun sahâbî râvisinin mechûl olduğu, buna rağmen sorgusuz sualsiz rivâyetlerinin kabul edildiği, hatta sahâbîlerin
mechûl duruma düşürülmesinin çoğu kere kasıtlı yapıldığı, üstelik
insanların bunu görmezden geldiği” gibi iddialar ve bu iddiaların
sunuluş biçimi ister istemez bildiride böyle bir havayı hâkim kılmıştır. Bildiri sahibinin böyle bir neticeyi arzu etmeyeceği ise muhakkaktır.
Saygıdeğer hocamızı, böyle önemli bir konuyu burada ve başka zeminlerde tartışılmasına zemin hazırlayacak tarzda ortaya koyması sebebiyle tebrik ediyor ve verdiği emeklerden dolayı kendisine
teşekkür ediyorum. Siz kıymetli hocalarımı ve dinleyicileri de hürmetle ve muhabbetle selamlıyorum. Kalınız sağlıcakla.
TARTIŞMALAR
Sorular – Cevaplar
Prof. Dr. Bünyamin Erul Bey’in cevabı
– Ben Abdullah Bey'e teşekkür ediyorum. Gerçekten kafa yormuş değerlendirmeye çalışmış. Beni eleştirdiği hususlara bir kaç
madde ile cevap vermeye çalışacağım.
Bir defa, benim tebliğimde sahabenin hiç bir şekilde sorgulanması yoktur. Bütün aramalarıma ve taramalarıma ra'men mahcub
olmamak için Darukutnî'yi bulabildik, İbn-i Abdilber'ri bulabildik.
Bunlar satır arası bir okumadır. İbn-i Hazm, İbn-i Abdilber,
Darukutnî bu üç şahıs bulabildim. İslam geleneğinde hangi hadis
usul kitabına bakarsanız bakın, bizim ehl-i sünnet hadis kitaplarının
hiç birinde sahabenin ne zabtı, ne adaleti bu cerh ve ta'dil açısından
sorgulanmaz. Evet Hz. Aişe kitabını yayınladım. Hz. Aişenin
istidrakleri var. Ben metain-i aşaradan bahsediyorum, mechul
sahabîden bahsediyorum. Cerh ve ta'dil açısından bizim geleneğimizde sahabenin hiç sorgulanmadığından bahsediyorum. Bunun yapılması gerektiğini ifade ederken bunlarla ilgili üç tana âlimi söylüyorum. Abdullah Bey bana bunların dışında şu-şu alimler de sorgulamış demeliydi. Kitaplardan bana örnek göstermesi gerekirdi.
Sahabenin adaletini olan güvenimizden, sevgimizden, saygımızdan dolayı bizim geleneğimiz hiç sorgulamamıştır. Sorgulanması
gerektiğinin tespitini yapıyorum. Bu tesbiti kabul eder veya etmez
kendisi bilir.
İkincisi, İbn-i hacerin sahabi tanımı artık bizim hadis geleneğimizde kabul edilmiş sahabî tarifidir. "Bir an için bile gören şahıs
sahabîdir" Bizim hadisçilerimize göre. Dolayısıyla sahabî dediğimiz
zaman Ehl-i sünnetin, özellikle Şianın ve diğer mezheplerin sahabeyi
yönelttiği eleştiriden dolayı sahabenin sayısını olabildiğince genişletebilmek adına "bir an bile olsa peygamberimizi gören" Yani Hz.
178
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Peygamber (s.a.v)'i gördü ve ona selam verdi ve gitti bu sahabîdir"
Böyle bir tarifi ben Abdullah Hoca'dan duyuyorum.
Fatıma bint Kays'ın evet hadisleri var. Ama mechul'ul-ayn var,
mechul'ul hal var. Hz. Ömer diyor ki: "Biz bu kadının ezberledi mi,
ezberlemedi mi, unuttu mu, unutmadı mı? Bilmediğimiz bir kimsenin sözünü nasıl alalım" Yani halini, durumunu, zabtını da dikkate
alarak bir eleştiri yöneltiyoruz.
Münafıklardan olması meselesi. Evet o rivayeti ravî olarak
vermedim. "Münafıklardan birisi olmasına ramen" Bizim literatürümüzde münafıkları da ‫ رجل من االنصار‬,‫ رجل من الصحابة‬diye denilebildiğini göstermek için verdim. Yoksa o sahabînin ravisi değil. Kaldı ki,
Abdullah Yıldız isimli meslekdaşımızın doktora tezi münafıklardır.
Münafık olduğu bilindiği halde gelen rivayetlerimiz var bizim. Bekir
Kuzudişli Bey sabahleyin sahabi olup olmadığı mechul olan sahte
sahabilerden bizim rivayetlerimiz gelmişse biz bunu dikkate almalıyız diye söylüyorum.
Bu saydığımız ihtimaller -ki ben yeni bir konu olduğu için, satır arası bir konu olduğu için- "Kitabü'l-ilel" lerle uğraşan birisi olarak
bunları ortaya koymaya çalışıyorum.
İstanbul'un fethiyle ilgili rivayete gelince, İstanbul'un fethi gibi
bir önemli konuda klasik hadis usulüne göre hareket ediyorum. Bu
hadisin Abdullah b. Bişr el-Has’amî’den başka hiç bir râvisi yoktur.
Umum-u belvâ dediğimiz şey biraz empati yaparak peygamberimizin zamanında olduğunu düşünelim. Efendimiz İstanbul'un fethiyle
ilgili bir ifade kullanacak bunu neden meşhur sahabîlerden biri değil
de neden böyle hakkında fazla bilgimiz olmayan bir sahabîden geldiğini soruyorum. Umum-u belvâ meselesi değil. Herkesin duyması,
herkesin bilmesi gereken bir şeyi hiç bilinmeyen, hiç tanınmayan bir
kişi rivayet ediyorsa bunu usulcülerin soru işaretiyle karşılaması lazım değil mi? Neden Bişr'den geliyor, bu Bişri sorgulamamız lazım.
Bu hadise zayıftır diyen hadisçilerimizden hangisi bu râvi tanınmadığından dolayı hadis zayıf kalmıştır diyor? Ben diyorum ki, bu ve
buna benzer zayıf hadisleri sahabî'nin mechul olmasından dolayıdır
diye değerlendirmiyor.
MÜZÂKERE, A. KARAHAN
179
Prof. Dr. Salih TUĞ
– İstanbul'un fethiyle ilgili hadisin münakaşasına katılacak değilim ama Peygamber Efendimiz'in bir diğer hadisi var. Efendimiz:
"Roma ve Kostantiniyye fethedilecek" buyurunca sahabeler "Hangisi
önce fethedilecek" diye sorarlar. Efendimiz de: "Kontantin" buyurur.
Efendimiz Roma'nın fethi için:"Kuzeyden gelin" buyuruyor. Ne
demek? Arap Yarımadasında yaşayan müslümanlar nasıl Roma'ya
varır. İspanya üzerinden öyle değil mi? Hz. Osman devrinde İspanya'ya bir çıkarma yapılmış fetih hareketi ise daha sonraki senelerde
yapılmıştır. İlk çıkarmalara fetih denmez onlar çıkış yaptılar. Bunun
da dikkate alınmasını istiyorum.
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI
Mehmet Zeki İŞCAN
Giriş
Bir peygamberin etrafını kuşatan tilmizler veya “arkadaş”
çemberini kendiliğinden karizmatik bir grup olarak nitelendirmek
mümkündür. Çünkü bu karizma, dini şahsiyetten yayılan deruni bir
kuvvete dayanmaktadır. İlk cemaatler, bir dinin tarihinde ilk adımı
oluşturdukları gibi, kendilerini takip eden saliklerle birlikte, henüz
kökleşmeye başlamış dinlerin yerleşik bir durum kazanmasında köprü vazifesi görürler1.
İslâm düşünce tarihinde Sahâbeye atfedilen dini konum, Hz
Peygamber’i sağlığında görmüş, onun manevi eğitiminden nasiplenmiş, dini ve fikri tecrübesine bilfiil şahit insanlar olmalarından
kaynaklanmaktadır. Onların karizması, vahyin nüzûlünü yaşamaları,
İslâm’ın ilk muhatabı olmaları, Hz. Peygamber’in rehberliğinde yetişmeleri, ilk İslâm tebliği zamanında zorluk çekmeleri, Rasûlullah’ın
vefatından sonra İslâm davetinin bayraktarlığını yapmaları, İslâm’ın
uzak coğrafyalara ulaşmasında katkı sağlamalarından 2 kaynaklanmaktadır.
Sahâbe ve Sahâbe dönemine ilişkin dini bakış açısı, sonradan
meydana gelen bir takım dini, siyasi ve kültürel gelişmelerin bir sonucu olarak da oluşmuştur. Sahâbe ve ilk nesillere, fonksiyonel bir

Doç. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, çev. Turgut Kalpsüz, A.Ü. İlahiyat Fak. Yayınları, Ankara 1964, s. 51-52.
2 Bkz. Mahmut Demir, Fezailu’s-Sahâbe Rivâyetleri Bağlamında Şii-Sünni İhtilafının Sünni Hadis Rivâyetine Yansımaları, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2010, s. 29.
1
182
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rol biçilmesi, analitik bir araç kavram olarak Weber’in “karizma” 3
kavramına başvurmak suretiyle açıklanabilir. Weber’in anlatımıyla
“karizma”, bir ölçüde dünyanın büyüsünün bozulması ve bir tür rasyonelleşme sonucu olarak ortaya çıkabilmektedir. Bu durumda dini
grupların tarihinde sonradan önem kazanan cemaat karizması, daha
akli bir özellikle işlenerek “şahsi karizmadan” fonksiyon karizmasına” evrilmektedir4. Çünkü karizmanin cazibesi bir ölçüde doldurduğu boşlukla ilgilidir. Karizma fonksiyonel hale geldiğinde izleyicileriyle arasında bir “beklenti bağı” oluşur5. Karizmanın ideal nitelikleriyle sosyolojik olarak ortaya çıkan karizmatik etkinin muhatabı toplumsal sınıflar ve grupların sosyoekonomik, fikri ve manevi ihtiyaçları arasında bir “seçici uyuşum” söz konusudur 6.
Cemaat otoritesinde, otorite taşıdığı kabul edilen veya meşru
görülen değer sisteminin ‘hegemonya’sı önemlidir. Dolayısıyla cemaat otoritesi gerçekte bir ‘birlik biçimi’dir. Burada insanın kurtuluşu, ontolojik değer biçilmiş etik hayata kendini bırakması, teslim olmasıyla gerçekleşmektedir7.
İslâm düşünce tarihinde Sahâbeye fonksiyonel açıdan yaklaşma, din nazariyesinde görülen gelişmelere bir itiraz, bir protesto hüviyetinde olmuştur. “Yeni ihtiyaçları” karşılamaya yönelik Kur’ân’ın
tefsir ve tevil edilmesi, teoloji ile ilgilenilmesi sonucunu doğurmuştur. Diğer kültür ve dinlerle temas, din nazariyesine evrensel bir içerik kazandırma çabalarını hızlandırmıştır. Böylece fıkıh, kelam, felsefe ekolleri gelişmiştir. Bu gelişmeler, din alanında bir tür bozulma
Karizma kavramının temsil ettiği tip temel olarak dini tiptir. Kavram, etimolojik köken itibariyle de dini bir niteliğe sahiptir. Charisma kavramı “Yeni
Ahit’in Yunancasından türetilmiştir. Bu haliyle karizma “lutfu İlahinin vergisi anlamındadır. Bkz. J. Wach, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1995, s. 409.
4 Bkz. İhsan Çapçıoğlu, M. Cem Şahin, Nuran Erdoğruca, “Max Weber Sosyolojisinde Karizmatik Otorite ve Dini Liderlik” Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, yıl: 14, sayı: 2, Ankara 2010, s. 67.
5 Bkz. Çapçıoğlu, Şahin, Erdoğruca, “Max Weber Sosyolojisinde Karizmatik
Otorite ve Dini Liderlik” Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, yıl 14, sayı: 2, s.
65.
6 Bkz. B. S. Turner, Max Weber ve İslâm, çev. Yasin Aktay, Vadi Yayınları, Ankara 1991, s. 57.
7 Steven Lukes, “İktidar ve Otorite”, çev. Sabri Tekay, Sosyolojik Çözümlemenin
Tarihi, Tom Bottomore-Robert Nisbet, yayına haz. Mete Tuncay- Aydın Uğur,
Ayraç Yayınevi, Ankara 1997, s. 643-646.
3
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
183
olarak görülmüş, dinin alanına müdahale olarak yorumlanmıştır. Bu
yüzden dini, sonradan yapılan ‘ilave ve tahriflerden’ temizleme gayesi ortaya çıkmıştır. Bu itirazlarda genellikle ilk dini topluluğun sadeliğine dönme eğilimi ağırlık kazanmış, ilk cemaatlerin öğretisini
benimsemek suretiyle ‘inancın aslına dönme’ savunulmuştur. İşte
Sahâbe ve ilk nesillerin dinsel otoritesinin ortaya çıkışının bir sebebi,
bu tür bir “itiraz” veya “protest” tavırdır8.
Bilindiği gibi hadis tasnif süreciyle sahâbe otoritesi arasında bir
ilişki söz konusudur. Bu otorite, bugün kimlik diyebileceğimiz bir takım unsurların, düşünsel yapılar (kelam- felsefe-fıkıh)aracılığı ile çatışmasına bir cevap niteliği de taşımaktadır. Koçyiğit’e göre Sahih-i
Buhârî’deki iman, tevhid, kader, kitab ve sünnete sarılma, haber-i
ahad gibi bölümler ve bunların içerisinde yer alan hadisler, Mu’tezile
ve benzeri mezhepleri reddetmek üzere işlenmiştir9. Özpınar’a göre
Buhârî’nin Kitabul iman babları, inancın kavl ve amelden ibaret olduğunu ispat amacı taşımaktadır.‘İmanın alameti Ensârı sevmektir’
şeklindeki bab, Hâricîler ve Şî‘a’ya reddiyedir. Kitabu’l-fiten bölümünde Hâricîlere, Kitabu’l-Ahkam’da Rafizilere, Kitabu’t-Tevhid’de
ise Kaderiye ve Mu’tezileye cevap verilmiştir. İmanın artıp eksileceğine dair bab, Mürcie ve Hanefilerin iman anlayışını ret mahiyetindedir. Kitabu’t- Tevhid bölümü, Buhârî şarihlerine göre de
Mu’tezileye reddiye olarak tasnif edilmiştir. Hatta Bu dönemdeki
Zühd ve Rekaik, el-Birr, Kitabu’l-edeb, Kitabu husnu’l-huluk gibi bölümler, tasavvufi hareketlere bir cevap niteliğindedir10. Demir’e göre
de Sahâbeyi dinde bir otorite olarak benimseme; böylece onlardan gelen rivâyetleri esas alma tavrı, özellikle Şî‘a’ya karşı bir tepki sonucunda oluşmuştur11.
Öte yandan Hz. Muhammed’in, dini, ‘cemaatten’ ayrı bağımsız
bir kudret ve kabile üstü bir nizam olarak sunma gayretlerine rağmen, Araplarda din, cemaatle özdeşleştirilmiş, topluluktan ayrı bir
mahiyette tasavvur edilememiştir. Böyle bir gelenek kabile yapısıyla
Bkz. Mehmet Zeki İşcan, “Ehl-i Sünnet’te Dini Bir Otorite Olarak ‘Selef’ Fikrinin Ortaya Çıkışı”, Ekev Akademi Dergisi, yıl: 9, sayı: 25, yıl: 2005, s. 10.
9Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, TDV Yayınları,
Ankara 1989, s. 235
10 Bkz. Ömer Özpınar, Hadis Edebiyatının Oluşumu, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları 2005, s. 313, 355, 430.
11 Demir, Fezailu’s-Sahâbe Rivâyetleri Bağlamında Şii-Sünni İhtilafının Sünni Hadis Rivâyetine Yansımaları, s. 26-29.
8
184
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
dinin özdeşleşmesini beraberinde getirmiştir. Bilindiği gibi aile, kabile veya bir halk kitlesinin, bir inanç grubu olarak işlev gördüğü yerde, doğal ve dini düzenlemeler birbirinin aynısı olur. Dini kurallar,
cemaat yapısı, mevcut normlar, disiplin sorunları, parçaların bütüne
ilgisine bakılarak belirlenir12. Muaviye’nin ilk saltanat yılına “cemaat
yılı” denmesi bu anlamda önemlidir.
Bundan başka fetihlerle birlikte çok farklı kültürel ve sosyal
değerlere sahip insanlar, birbirleriyle karşılıklı etkileşime girmişlerdir. Bu durumda hayatın ve dinin düzeni için bir disiplin, toplumu
belli bir ‘yol’da tutabilecek bir standardizasyon ihtiyacı baş göstermiştir. “Ataların sünnetini takip etme” gibi bir sosyo-psikolojik tavırla Sahâbeye ve ilk İslâm nesillerine yönelmek, bu disiplinin araçlarını
temin etmiştir. Dinsel otoritenin sona ermiş olmasına rağmen onu
temsil edebilecek kilise benzeri bir kurumun olmaması, ulema sınıfının henüz oluşmaması da otoritenin peygamber sahâbesine yönelmesine sebebiyet vermiş olabilir13.
Sahâbenin Dini Konumu ve Sosyal Nedenleri Üzerine
Sünni geleneğe göre Sahâbe ‘ilim sahibidir’. Katâde, “Kendilerine ilim verilenler, sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu, güçlü
ve hamde layık olanın yolunu gösterdiğini bilirler” âyetinde (Sebe
34/6), ‘kendilerine ilim verilenlerin’, Sahâbe olduğunu belirtmiştir14.
Evzai’ye göre Allah, Sahâbeye uyduklarından dolayı Tâbiîni
övmüştür: “Ve onlara güzel bir şekilde ittiba ederler” (Tevbe, 9/100)
demiştir. Öyleyse Sahâbe, gerçeğe ulaşmada her nesilden yücedir15.
Zaten Hz. Peygamber’in de “Ümmetimin en hayırlısı, benim gönde-
Bkz. Joachim Wach, ‘Dinî Tecrübenin Topluluktaki Tezahürü’, J.
Thompson, Odaktaki Sosyoloji, çev. Bekir Z. Çoban, Birey Yayınları, İstanbul
2004, s. 156-161.
13 Bkz. P. Crone-M. Hind, God’s Caliph Religious Authority in the First Centures
of Islam, Cambridge 1990, s. 2.
14 İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm ve Fadlihi ve ma Yenbağî fi Rivâyetihi ve
Hamlihi, takdim: Abdulkerim el-Hatip, Dâru’l-Kütübi’l-İslâmiyye, Kahire
1982, s. 319.
15 Osman b. Said ed-Dârimî, Reddu’l-İmam ed-Dârimî Osman b. Saîd alâ Bişri’lMerîsi el-Anîd, tashih ve t’alik: Muhammed Hamid el-Feykî, Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut-Lübnan 1358, s. 146.
12
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
185
rildiğim asırdır” dediği ifade edilmiştir16. Öyleyse Sahâbe, ahir zamana kadar gelecek tüm nesillerin en hayırlısıdır. Onlardan daha hayırlı
bir nesil asla gelmeyecektir. Hiçbir nesle onların fazileti, hiçbir insana
onlardan birinin üstünlüğü verilmemiştir, kıyamete kadar da verilmeyecektir 17 . Daha ileride Sahâbe, Rasûlullah’tan sonra Allah’ın,
mahlûkatına bir ‘hüccet’i olarak görülmüş, hüccete dayanmayan bir
davranışın, bir fikrin hiçbir değeri olmadığı savunulmuştur 18.
Bu tutum öyle bir raddeye gelmiştir ki, artık ilk nesiller her bakımdan, yaşayan ve yaşayacak olan insanların en yüceleri olarak görülmüştür. Sahâbe hakkında örneğin şöyle denilmiştir: Onlar her
alanda bizden üstündürler; tüm ilim çeşitlerinde, içtihatta, verada,
akılda, görüşte...19
Sahâbeye tabi olmanın gerekliliğinin üzerinde din gibi durulmasının arka planında yerel yaşam biçimini muhafaza etme kaygısı
bulunmaktadır. Çünkü onlara tabi olmayı bildiren rivâyetlerin hemen hepsinde önce ittiba emredilmekte, akabinde ‘yeni şeylerden’
kaçınmamın gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Aynı zamanda söz
konusu rivâyetlerin önemli bir bölümünde de zamanın hep kötüye
gittiği vurgulanmaktadır. Bunlardan birinde Hz. Peygamber’in şöyle
dediği belirtilir: “Size Allah’tan korkmayı, Habeşli bir köle de olsa
dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Çünkü durum şu ki, sizden,
benden sonra yaşayacak kimseler, yakında çok ihtilaf görecekler. Binaenaleyh benim sünnetime, halifelerin sünnetine sarılın. Bunlara azı
dişlerinizle yapışın. Sonradan çıkan şeylerden sakının. Çünkü her bidat sapıklıktır”.20
Sahâbenin sünnetine sarılma, yeni şeylerin bir alternatifi olarak
sunulmaktadır. Çünkü sünnet, dünyanın muhafazasının tek yoludur.
Yeni şeyler ise akla ve görüşe dayandığı için, bu dünyayı(yereli) çaBkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s. 357; Buhârî, Sahih, Fadailu Ashâbi’nNebiyyi 1. (c. 4, s. 189.); İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelefi’l-Hadis, tashih: Muhammed Zührî en-Neccar, Dâru’l-Ceyl, Beyrut, 1976, s. 114.
17 İbn Kuteybe, Tevil, s. 115.
18 Muhammed b. Nasr el-Mervezî, es-Sunne, tahriç ve ta’lik: Ebû Muhammed
Salim b. Ahmet es-Selîfi, Müessesetu Kütübi’s-Selefiyye, Beyrut-Lübnan 1988, s.
15.
19 Bu sözün Şafi’î’ye ait olduğu söylenir. Bkz., Abdulvahab b. Ahmed b. Ali
el-Ensari eş-Şa’rani, el-Mizanu’l-Kübra, Dâru’l-Fikr li’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr ve’tTevzi’, tsz., c. I, s. 61.
20 Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 126; Dârimî, Sünen, c. I, s. 201.
16
186
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bucak yerinden edebilir. Zührî’nin Said b. Müseyyeb’ten yaptığı
rivâyette bu kaygıyı görebiliriz: “Bu ümmet bir zaman Allah’ın kitabıyla, bir zaman da Resul’ün sünnetiyle amel edecektir. Ne zamanki
bu ümmet, reyle amel etmeye başlarsa, o zaman sapıtacaktır. 21”
Re’yle hüküm vermeyi aklilik olarak ele alabiliriz. Aklilik, yani
akıl yürütme, aynı şeyin birden fazla çok sayıda veya farklı uyarıların
tecrübe edilişindeki artışa paralel olarak, ‘düşünme çeşitliliğinin’ artıyor olmasıdır. Buna ilaveten aklilik, ihtiyaçların giderilmesinde,
problem üretme ve çözmede dikkate alınan, kullanılan değer ve vasıtalar, şuur muhtevaları arasında bir tür münasebet kurma olduğuna
göre, hüküm, kavramların, nesnelerin birbirine göre durumları, gerçeklikleri ve fonksiyonları hesaba katılarak çıkarılan bir sonuç olacaktır22. Hâlbuki dinle bir kitlenin varoluşsal ilgileri örtüşünce, aklilik,
toplumsal çözülme manasına gelecektir. Bu yüzden dışsal olanın dayatmalarına karşı, aklilik reddedilmek suretiyle, bir içe kapanma
kendini gösterecektir. Evzai’nin; “insanlar seni dışlasalar da selefin
eserlerine sarılmaya devam et; süsleyip püsleseler de insanların görüşlerine uymaktan kaçın’ sözü23, kolektifliğin aklilik karşısında mutlak egemen olması gerektiğinin bir feryadı olarak kabul edilmelidir.
Bu anlamda rey, salt akıl veya akılcılık olarak değil, geçmişin, geçmiş
uluların ve kuşakların belirleyiciliğinin dışına çıkma eğilimi taşıyan
ve öncüllerini egemen dini paradigma dışından alan belli bir tür akıl
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kolektifliği sağlamak, ancak başta Sahâbe olmak üzere selefin
dini bir belirleyici olduğu üzerinde durmakla mümkündür. İmam-ı
Malik’in, önce gelenlerin bıraktıklarına boyun eğmeği bir din olarak
görmesi, bir gelenek ve hayat biçimi olarak dinin tamamlanmış olduğu tezi üzerinde durması, bu yüzdendir. Dinin tamamlanmış olması,
esere uymanın dinsel gerekçesidir. Malik, ‘reye tabi olmak ise dinin
tamamlanmış olmasına zıttır’ demektedir24.
Dinin tamamlanmış olması tezi, adeta tarihin sona ermiş olduğunun kabulü gibi bir fonksiyon gütmüştür. Hakikat adına ne varsa
hepsi, geçmişte oluşmuştur. ‘Şimdide’ ve ‘gelecekte’ hakikat arana-
İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, s. 475.
Bkz. Niyazi Usta, “Aklın Kullanımı Hoşgörü ve Toplumsal Barış”, Atatürk
Ünv. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı: 16, Erzurum 2001, s. 98.
23 İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, s. 491.
24 İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, s. 215, 490.
21
22
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
187
maz. Bu yüzden bir meselenin halli için ‘nas’ olmalıdır. Tek delil,
nastır. Yani ya vahiy olacak, ya da Sahâbeden gelen bir haber olacaktır. Yahut geçmiş uluların bir kararı bulunacaktır. Elde ‘ahad’ da olsa
bir haber varsa, ona teslim olunur ve bu konuda tartışmaya girişilmez. Bunun dışına çıkan, ‘bidat ehlidir’25.
Tarih sona erdiğine göre, kurtuluş, onu yaşamak ve yaşatmakla mümkündür. Sahâbeye ve selefe uymayı emreden rivâyetlerin hemen hepsinde işlerin bozulacağının bildirilmesi, bu açıdan bir uyarıdan başka bir şey değildir. Bunlardan birinde Hz. Ömer’in şöyle dediği ifade edilir: “Ben nasıl karşınızda dikiliyorsam bir defasında Resul-ü Ekrem de böyle kıyam etmiş vaziyette dedi ki: Ashâbıma ihsan
edin. Onları takip edenlere hürmet edin. Sonra yalancılık şayi olacak.
Hatta yemin teklif edilmeden adam yemin edecek, şahadeti istenmeden şahadette bulunacak.26”
Geçmiş tek belirleyici bir otorite olarak ortaya çıkınca, görüş ve
düşünce, ‘heva’ olarak mahkûm edilir; esere dayanmayan bir fikir,
düşünce ve anlamlandırma, ‘bir anlık rüzgar’a benzetilir, İlmin, ancak Rasûlullah, Sahâbe ve Tâbiînden gelen bir haberle oluşacağı iddia
edilir; Allah’ın kitabının, esersiz tefsir edilemeyeceği belirtilir; sadece
‘asl’ların değil aynı zamanda ‘furuun da ‘hidâyet rehberi önderler’e
dayanması gerektiği kabul edilir, geçmiş kuşakların sünneti bir tenkit
süzgecinden geçirilmeden kutsanır27.
Sahâbenin Dini Konumunun Bazı Sonuçları
A. Gayr-i Devrî Tarih Anlayışı
İslâmî düşüncede zaman kavramı, Massignon’un ifadesiyle
adeta “geri dönüşlüdür 28; bir ilerleme düşüncesini içermemektedir;
zaman, rücu etmedir, geri dönmedir. Tasavvufi düşüncede bile zaman bu şekilde değerlendirilir. Bu dini söylemde de zaman kesintilidir; Allah’a rücu etme sürecidir.
Sahâbe ve dönemine yüklenen anlama bakılacak olursa muhafazakâr Sünni düşüncede tarih tasavvurunu belirleyenin, zamanın
İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm, s. 317.
Bkz. Gazalî, İhyau Ulûmi’d-Din, çev. Ahmet Serdaroğlu, Bedir Yayınları, İstanbul, 1985, c. III, s. 305.
27 Bkz. Osman b. Said ed-Darimî, Kitabu’r-Red ale’l-Cehmiyye, Von: Gösto
Vitestam, Lun, Leiden 1960, s. 40-42.
28 Hilmi Yavuz, Alafrangalığın Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul 2009, s. 194.
25
26
188
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
herhangi bir geleceğe doğru çizgisel ilerleyişinden çok, idealize edilmiş geçmişe dönüşün ütopyası olduğu söylenebilir. İnsanların en hayırlısının ilk İslâm nesilleri olduğuna dair anlatı, Rotraut Wieland’ın
ifadesiyle, bir “emsâl” anlatısı olarak Tanrı’nın evrendeki tüm zaman
ve mekân envanterini kullandığı “selâmet ekonomisi” görünümündedir. Bu yüzden İslâmî tarihsel zaman anlayışı, bir selâmet öyküsü
olarak aşkınlıkla örülüdür29.
Bu tür bir dini zihniyet, İslâmî ilimlerin ve İslâm düşüncesinin
yapılanmasını, monolitik düzlemde bırakmış; Sahâbe ve ilk nesillerin,
yaşanılan dünyaya ve zamana bir şekilde aktarılmasını temsil etmiştir. Bunun sonucu olarak tarih, bir kabilenin tarihe bakışı sadedinde
olmuş, bin yıllık kesitleri kuşatabilecek genişlik ufku kazanamamıştır. İslâm’da tarih mikro düzeyde gelişmiş, makro tarih anlayışı yerleşememiştir. Makro tarih olmayınca tarihin değiştirici faktörleri, insanlar dünyasını kuşatamamıştır.
Tarih ana akım dini düşüncede gayri devri olarak görülmüş ve
tarih anlayışı, ‘nassi’ yaklaşımı esas alan bir anlayıştan beslenmiştir.
Nassi yaklaşım, tarihi, tanrısal iradenin bir yansıması olarak ele almaktadır. Tarihin oluşumunda insanların belirleyiciliği ayrıntıdadır.
Bu yüzden olayların arkasındaki beşeri sebeplerle ilgilenilmemiş,
bunların arkasında olan tarihi kanunları ortaya çıkarmaya önem verilmemiştir. Çünkü gayri devri tarih anlayışına göre tarihi idare eden
zekâ ve irade, beşeri mahlûkların değil, her şeye kadir olan Allah’ın
ilmi ve iradesidir30.
“Yetmiş üç fırka hadisi” bunun güzel bir örneğini oluşturmaktadır. Bu fırkalardan, tarihte ortaya çıkan ve beşeri sebeplerle ilgili bir
olgu olarak değil Hz. Peygamber “yetmiş üç fırka olacaktır” dediği
için bahsedilmiştir. Bu anlayışın bir sonucu olarak fırak müellifleri,
genel olarak belli bir görüşün doğru mu yanlış mı olduğu ile ilgilenmişler, mezhep ve fırkaları, ‘sünnet’, ‘bid’at’; ‘hak’, ‘batıl’ ve benzeri
kavramlarla değerlendirmişlerdir.
Klasik fırak edebiyatının ‘hakikat’ merkezli olması gayridevri
tarih anlayışının bir sonucudur. Bu tarih anlayışında tikelle, olgusalla
ilgilenmez bir anlayış kendini göstermiş, tarihi oluşumları, bilgi sahaBkz. Dan Diner, Mühürlenmiş Zaman İslâm Dünyasındaki Durgunluk Üzerine,
çev. Sabir Yücesoy, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2011, s. 184.
30 Bu anlayış için bkz. Arnold Toynbee, Tarihçi Açısından Din, çev. İ. Canan,
Kayıhan Yayınları, İstanbul 1973, s. 21-22.
29
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
189
sı içine almayı sağlayacak herhangi bir uğraş ön plana çıkmamıştır.
Haddizatında bu durum çok da iyi görülmemiş, bir yöntem dâhilinde
bilgi elde etme, Allah’a karşı cüretkârlık olarak addedilmiştir31.
Sahâbe ve selefe yüklenen dini anlamlandırma, üç zaman buutuna kök salmış bir insan fikrini zedelemiştir. Çünkü “dünden” itibaren “bugünkü iyiyi” tanımlamıştır.
“İnsanlar, geçmişin bir kesitine neden ilgi duyarlar?” Bu sorunun cevabı ancak “bugüne” duyulan memnuniyetsizlikler bağlamında verilebilir. O zaman tarihi tarih olarak değil adeta bugünün bir
mahkemesi olarak kullanma söz konusu olacaktır. Tarihi kendi spekülasyonuna tanık tutan kişi tarihi aslında yok etmektedir.
Tarihin kullanılması “kutsal tarih” anlamına gelmektedir. Eğer
geçmiş kutsallıkla ilgili terimlerle açıklanırsa geçmişe karşı özgürleşmek, bugünü hep suçluluk duygularıyla yaşamaktan kurtulmak,
zihni planda mümkün olmayacaktır. Çünkü dönülmesi gereken iyi
bir geçmiş ya da tarih kesiti olduğu sürece şimdiki zaman travmatik
olarak yaşanacak ve bu travma metafizik bir dünya görüşü haline getirilecektir. Tarih bilinçsizliği içinde “her şeye kadir atalar” edebiyatı
yapmak, bugünü kendi çerçevesi içinde ele almayı da büyük ölçüde
önleyecektir32.
Tarih bir değer sistemi olmadığı gibi belli bir dönemin din anlayışı da dinin değil tarihin bir parçasıdır. Belli bir tarih kesitiyle birebir örtüştüğünde din, köklerinden uzaklaşır. Böyle bir din anlayışında insanın tarihselliği de zedelenir. Çünkü insan tarihin öznesi
değil ona maruz bırakılmış nesnesi olur. “Geçmiş” buutun hâkimiyeti
dinleştirilir ve insanı hâkimiyeti altına alır.
Elbette diğer dinlerin de diğer milletlerin de bazı “kutsalları”
bulunmaktadır. Kutsallara sahip olma olağan hatta kültürün yaratıcılığı için de önemlidir. Fakat bunların içerikleri ve kapsamları üzerinde düşünme, yeniden düşünme de gereklidir. Kutsalların değişmezliğine olan iman, kutsalı kutsal olmaktan çıkarmaktadır.
Bkz. Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman ed- Dârimî, Sünen-i
Dârimî, tercüme ve tahkik: Abdullah Aydınlı, Madve Yayınları, İstanbul 1994,
Sünen, c. I, s. 2320-232; İbn Abdilberr, Camiu Beyani’l-İlm ve Fadlihi ve ma
Yenbağî fi Rivâyetihi ve Hamlihi, takdim: Abdulkerim el-Hatip, Dâru’lKütübi’l-İslâmiyye, Kahire 1982, s. 476, 496.
32 Mehmet Ali Kılıçbay, Biz Zaten Avrupalıyız, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2005, s. 146-149.
31
190
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bu anlamda Orta çağ Avrupası’nda da “eski büyükler, biz cüceler” edebiyatı söz konusudur. Ortaçağda “modern cücelerle dev
eskiler” deyimleri oldukça fazla kullanılmıştır. Fakat burada, “şimdinin” ve “geleceğin”, “geçmiş” zamana karşı bir eksikliği değil adeta
zamanın çift yönlü oluşuna, bilgilerin istiflenmesine olduğu kadar
değişimi ya da yıkılmasına dikkat çekilmek istenmiştir. Bernard de
Chartres, “devrin insanlarının devlerin omuzlarına binmiş cüceler
olduğunu” söylerken kastettiği, şey, “cücelerin, daha yukarıda olmaları hasebiyle bakışlarının keskinliği ve çok daha fazla şey görebilmeleridir. Daha çok şey görebilmek, daha uzağı görebilmek, yeni bilgiler
anlamına da gelmektedir33.
Bazen Sahâbe devrine dönme edebiyatı, “kaynaklara dönüş,
dolayısıyla bir tür tarihe eğilme olarak yorumlanmaktadır. Sahâbeye
dönüş, bir “tarihe dönme” ya da “tarihe eğilme” mesabesinde değildir. Bu iki sebeple böyledir:
Birincisi, Sahâbe tarih içinde değerlendirilmemekte adeta din
ve dinin kaynağı içinde değerlendirilmektedir. Eğer sahâbe, Peygamber’in sünnetinden kaynaklanan şeriat yolunu temsil ediyorsa, bütün
gayret ve eylemlerin merkezi, mekân ve zaman içindeki akışı yorumlama gerektiren bir hareket olarak “tarih” değil Müslümanların davranışlarını düzenleyen “yasa” olmaktadır. Yasaya uyma tarihi durdurmakta en azından hareketinin hızını kesmektedir. İlahî yasa yönetiminde insanlardan kabul değil boyun eğme beklenir. Burada artık
yasa, dinin alanına girmekte ve dolayısıyla dünya çapında ve tüm
zamanlar için geçerli evrensel boyutta kendini ifade etmiş olmaktadır. Kutsal yasa, ebedi zaman anlamı kazanmaktadır.
İkincisi, tarih, ya da İslâmî gelenek aslında biz ile Sahâbe dönemi arasında oluşmuştur. Sahâbe devrine dönüş bu bakımdan tarihi
de İslâmî geleneği de devre dışı bırakmak anlamına gelmektedir. Bu
yüzden moderninden en radikaline kadar bütün ihya hareketlerinin,
Sahâbe devrini esasa alırken maksatları, İslâm tarihinden ve İslâmî
gelenekten kurtulmaktır. Modern dönemde “geçmişin zincirlerinden
kurtulmak” ya da tarihte olup bitenleri süratle yere atılması gereken
birer yük olarak algılayanlar, Sahâbe dönemini esas alma fikrini ortaya atmışlardır.
Bkz. François Hartog, Tarih, Başkalık, Zamansallık, çev. M. Emin Özcan, Levent Yılmaz, Adnan Kahiloğulları, Dost Yayınları, Ankara 2000, s. 61.
33
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
191
B. Rivâyete Dayalı Din Anlayışı
Sünniliğin benimsediği sahâbe tanımının ve algısının asıl sebebi, dini öğretileri mümkün olduğunca Hz. Peygamber’e dayandırma
endişesidir. Sahâbe ne kadar büyük olursa hükümleri Hz. Peygambere dayandıran hadis rivâyetleri de o kadar sağlam olacak böylece hükümlerin referansları kuvvet kazanacaktır. Sahâbenin önemi
rivâyetlerin dinselliği için elzem olarak görülmüştür.
Nitekim Suyûtî, Sahâbenin adaletinin sorgulanmamasına gerekçe olarak şu açıklamada bulunmaktadır: Çünkü onlar, dini nakleden kimselerdir. Şâyet onların rivâyetlerinde duraklama söz konusu
olsaydı, o zaman şeriat, peygamber zamanına münhasır kalır, asırlara
yayılmazdı”.34
Yukarıda tarihsel zaman anlayışının kutsallıkla örülü bir selâmet öyküsü sadedinde olduğu ifade edilmişti. Selamete ilişkin bilgi,
uğraşılarak elde edilen bir bilgi türü değil ancak aktarılabilir bilgi
olacaktır. Rivâyetle birlikte doğru inanç tespit edilmiş olacak ve böylece “ideal toplum oluşturma” geçmişte olmuş olanın taklidinden geçecektir.
Rivâyeti dinde esas alan anlayışa göre hayat, önceden düşünülerek yapılmış bir planın zamanla isabetli bir şekilde işleyişidir. Yaratanın elinden çıkmış olarak hayatın, Müslümanlık için bir izdüşümü
de, onun ‘geçmiş’te, Allah ve Rasûlü’nün kutsadığı ilk nesiller eliyle
tamamlanmış olmasıdır. Selef asrında İslâm ümmetinin ihtiyaçlarına
dayanan en faydalı meseleler çözülmüştür. Bütün beşeri ihtiyaçlar
temin edilmiş, bizim direkt olarak çözmemize bağlı hiçbir mesele bırakılmamıştır.35
Bu yüzden söz konusu anlayışta ‘İlm’, selefin ortaya koyduğu
sabiteler anlamına gelmektedir. İlm, onlardan alınır, hakikat onların
bıraktığı ‘eser’den çıkarılır. İstikâmet üzere olmak da ‘eser’ üzere olmaya bağlıdır36.
Bkz. Celaleddin Abdurrrahman es-Suyûtî, Tedribu’r-Ravi fi Şerhi Takribi’nNevavi, Dâru ’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1989, c. II, s. 214.
35 Bkz. ed-Dârimî, Osman b. Said (v. 280 h), Kitabu’r-Red ale’l-Cehmiyye, Von:
Gösto Vitestam, Lun, Leiden 1960, s. 55-58.
36 Bkz. Ebû Bekr Ahmet b. Ali b. Sabit el-Hatib el-Bağdadi, Şerefu Ashâbi’lHadis (Tenkitli Basım), haz. Mehmet Said Hatiboğlu, Ankara Ünv. Basımevi,
Ankara 1972, s. 8. Osman b. Said ed-Dârimî, (v. 280 h), Reddu’l-İmam ed34
192
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Eser üzere olmak”, sadece Sahâbenin değil aynı zamanda
“âlim”in de dinî otoritesini belirlemiştir. Bu din anlayışı, âlimi, bilinmesi gerekli olduğuna inanılanı öğrenen, sonra bunu tartışmadan,
değiştirmeye kalkışmadan aktaran medyumlar (aracı) haline getirmiş
ve ulema kimliğinin bu tür bir anlayışla şekillenmesini temin etmiştir.
Medyum kelimesi özellikle kullanılmıştır. Çünkü “âlim”, mahza ilm
olarak görülen geçmişte belirmiş “hakikat”le insanlar dünyasında
aracılık rolünü üstlenmiştir. Bu durum İslâm’da kendine özgü bir din
adamı sınıfının doğuşunu beraberinde getirmiştir. Antik dünyanın
ruhani bilgisinin taşıyıcısı olan rahip, Tanrılar ile insanlar arasında
aracılık eder ve bilinmesi gerekenleri ölümlülere taşırken “âlim” de
“kutsalın bilgisini tekelinde tutan kişi olarak, hakikat kabul edilen ilk
dönem din anlayışını, adeta bir dini ideoloji halinde insanlar dünyasına aktarmıştır.
Sahâbenin dinî otorite olarak benimsenmesiyle birlikte bilgi
(ilm), esas niteliğini değişmezliğinden almıştır. Bu, bilginin kutsallaştırılması bir bakıma ideolojik hale getirilmesi faaliyetidir. Bilgi kutsallaştırılırsa bilgiye dayalı hegemonyalara da alt yapı sağlanmış olur 37.
Hal böyle olunca âlim, yaptığı işi, hak ve hakikat, hâkimiyet terimleri
içinde içselleştirmiş, toplumun bilgi yönünden hükümdarı gibi davranmıştır. Bu yüzden âlimler, kültür ya da yaratarak uygarlık aktaranlar olamamışlardır.
Sahâbenin otoritesine dayalı olarak geliştirilen rivâyete dayalı
din anlayışı ile bilgi aktarım yolu nakil olarak belirmiş, ilim, “büyüklerin” geliştirdikleri dogmanın yeni yetişenlere ezberletilmesi ve temrin ettirilmesi olarak kalmıştır. Tecrid-i sarih mütercimi Kamil Miras
bile “Asr-ı hazırda kelami münakaşalar dini zaafa uğratmaktan başka
bir şey ifade etmez. Dinimiz yalnız Kur’ân’ın, hadisin, siyer ve fıkhın
kavaidi erbaası üzerinde ihtişamını göstermiştir. Bugün din mürşitlerine tereddüb eden vazife bu yolda maâliyat-ı İslâmiyyeyi telkin et-
Dârimî Osman b. Saîd alâ Bişri’l-Merîsi,tashih ve t’alik: Muhammed Hamid elFeykî, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut-Lübnan 1358, s. 146.
37 Kilisenin otoritesi de bilginin kutsallaştırılmasından kaynaklanmaktaydı.
Örneğin Rönesans döneminde Galileo Galile’nin engizisyonda yargılanması,
Bruno’nun ve birçok başka ismin Kilise tarafından yakılmasının nedeni, dine
karşı çıkılması değil, bilginin değişken doğasının ortaya konulmuş olmasıdır.
Bkz. Kılıçbay, Biz Zaten Avrupalıyız, s. 96.
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
193
mek ve eslafımızdan canlı fazilet numuneleri göstermektir” 38 demektedir.
Rivâyete dayalı din anlayışının en temel sorunu, insani bilgeliğe dayalı gelişmeyi reddetmesidir. Eğer İslâm sadece geçmişte belirlenmiş ve mutlak hakikati ifade eden bir “ilahi yasa” halinde anlaşılırsa, “insanlaşma” denebilecek bir süreç yaşanamayacaktır. Çünkü
din, bir “düşünülemezlikler alanı” olarak belirecektir. Burada din, insan hayatını, kolunu kanadını kıracak şekilde şiddetli kanunlara tabi
tutarak kısırlaştıracaktır. Dini gelenek, insan hayatının yoksulluğu
üzerine kurgulanacak, insani hayat çemberi daralacaktır. İnsani bilgeliğin kılavuzluğunda gerçekleşebilecek erdemli ve sivil hayat böylece
dumura uğrayacaktır.
Hâlbuki bugün dinin geleceğinin, insani deneyimin olabilirliğine duyulan inancın geliştirilmesi imkânıyla bağlantılı olduğu ifade
edilmeye başlanmıştır.
Sonuç
Dini yaşayış ve dini bilgide sahâbe ve ilk nesilleri, kaynak olarak görme fikri, tarihi dinleştirerek idealleştirilmiş bir ‘altın çağ’ imajına yol açmış, tarihin ve toplumun sanki bir şekilde nüfuz edemediği
bir zaman kesitinin varlığı düşüncesini doğurmuştur. İslâm’ın saf halinin yaşandığı, en sahih ve en kompleksiz yapısının bulunduğu, itikatta birliğin bozulmadığı, diğer milletlerin kültürlerinin İslâm’a
girmediği, dinin asıllarını anlamada bir idrak ve düşünce birliğinin
olduğu ideal bir devir kurgulama, bugün bile ‘Müslüman bilincinin’
zaaflarından, yanılgılarından biridir.
İslâm’ın şafağında yaşamış insanlara atfedilen durumların, söz,
tavır ve davranışların bağlayıcılığını abartmamak gerekir. Çünkü bu
durumda sonraki olgular, sürekli olarak başlangıçtaki olaylara yakınlaştırılmakta ve silinerek üzerine başka bir şeyin yazılmış olduğu bir
parşömen gibi algılanmaktadır.
Sahâbe dönemi anlayışını dinin asıllarından biri haline getirmek, tarihi dinin alanında kutsamakla aynı anlama gelebilir. En azından burada beşeri bir inşa olan tarih, dinin kaynağı haline gelmektedir. Böyle bir anlayış, ‘geleceği’, sonlanmış bir geçmişe indirger. Eğer
Bkz. Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1981, c. IV, s. 181. (2. Dipnot)
38
194
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
‘ilahi yasa güneşi’, vahy edildiğinden beri doruk noktasında durmakta ise, nihai yargıyı beklemek olası tek duruşla mümkündür:
Melenkoli. Bu, bir tür Sünni İslâm’ın mesihçiliği anlamına gelebilir.
İyi yaşam görüşü, soyut bir şekilde temellendirilen bir tarih
kesitine dayandırılamaz. Hangi tarih kesiti söz konusu olursa olsun
dini yaşam, kültürle, örf ve adetlerle içselleştirilen zihniyetle iç içedir.
Zihniyet, insanların din anlayışlarına farklı bir ton ve yapı kazandırır.
Bunun için ‘en hayırlı nesil’ görüşü, dine dayanarak ortaya atılamaz.
Çünkü bu, dine belli bir zihniyetin verilerini de ekleme anlamına gelir.
Sahâbe dönemi din anlayışı temel din anlayışı haline getirilirse
tarihsel koordinatlar bütünüyle başkalaşır. Dini ufuklara sürüklenmiş
zamana epistemolojik olarak giriş yapmak zorlaşır. Kutsallaştırılmış
bir kısa dönem içinde, ‘önce’ ve ‘sonra’nın karıştıkları bir tarih ötesinde oyalanmak söz konusu olur.
Dini kimlik ilk döneme referansla oluşturulursa “âlim”, “geçmişte ortaya konmuş hakikat parçacıklarını” çok bilen anlamına gelecektir. Âlim, yanlışlanamayan bilgilere sahip kişi olarak bilinecektir.
Değişmezlik algısı ise ideolojik bir hakikat değerlendirmesini güçlendirecek ve İslâm medeniyetini ya da kültürünü besleyecek entelektüel zemini oluşturamayacaktır. Entelektüel zemin, çok bilenenlere değil bilinenlerden şüphe üzerine kurulur.
Kültür, kelime anlamı olarak “toprağı işlemektir”. Eğer bir
yerde işleme varsa sonuç her seferinde farklı olacaktir. İdeolojik tavır
bunu tahammül edilemez bulmaktadır. İdeolojik hale gelmiş bir dini
düşüncenin kültürü belirleme faaliyetinin arkasından her defasında
büyük bir kültürsüzlük gelmiştir.
Gerçek olarak algılanan bazı şeylerin değişkenliği anlayışı, kültürü bir yerellik olmaktan çıkaracak, onun medeniyete yükselmesinde önemli zihni basamağı temsil edecektir.
MÜZÂKERE
M. Hanefi PALABIYIK
Sayın başkan, değerli hocalarım ve kıymetli hâzirun... Hepinizi
saygıyla selâmlıyorum.
Prof. Dr. Mehmet Zeki İşcan Bey’in, “Bir Dini Otorite Olarak
Sahâbe Algısı” başlıklı metnini müzâkere etmek üzere huzurunuzda
bulunuyorum.
Bana göre İslâm düşüncesinin en önemli sorun ve konularından birini ele almak suretiyle çok hayırlı bir icraatta bulunan tertip
heyetini, hem kutluyor ve hem de teşekkür ediyorum. İnşallah devamı gelir.
Girişten sonra hocamızın metni üzerindeki tahlil ve değerlendirmemi, aralarda da konu hakkındaki görüşlerimi sunmaya çalışacağım. Ayrıca metnin sonunda, birkaç sayfalık “Ek” olacak.
Öncelikle konuyu böyle bir başlıkla ele aldığı için Zeki İşcan
Bey’e teşekkür ederken, görüşlerine tamamen katıldığımı da şimdiden ifade etmek istiyorum.
Giriş
Kur’ân âyetleri hakkında konuşarak onları yorumlamak,
Kur’ân’ı inkâr etmek olmadığı gibi, hadisler hakkında konuşmak da
Allah Rasûlünü ve onun risâletini inkâr etmek değildir. Yine Kur’ân
ve hadisler hakkında konuşmak; Allah Rasûlünü, onun risâletini ve
sünnetlerini inkâr etmek olmadığı gibi, sahâbe hakkında konuşmak

Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, İslâm Tarihi ve Sanatları
Bölümü, İslâm Tarihi ABD. Öğretim Üyesi.
196
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
da, Allah Rasûlünü ve arkadaşlarını görmezden gelmek değildir. Nitekim bu yorumlar da tahrip yahut inkâr olarak anlaşılmamalıdır.1
Tarihî ve dinî tüm şahsiyetler ve bunlar etrafında gelişen olaylar hakkında oluşturulan belgeler/rivâyetler veya yapılan dedikodular, “tarih”i oluşturduklarına göre, bir meslek olarak tarihçilerin işi
bir bakıma, bütün bu ham malzemenin propaganda ve mitolojiye dönüşmesini sağlamaktır. Her halükarda, dinî, millî veya benzeri büyük
toplulukların tarihi; halkın belleğine değil, âlimlerin, tarihçilerin, vaizlerin veya kıssacıların, geçmiş hakkında doğrudan veya dolaylı biçimde çeşitli kitaplara yaz(dır)dıklarına, âlimlerin bu kitaplardan öğrencilerine veya halka öğrettiği şeylere ve sözlü-kültürel eğitim programı yapanların malzemelerini dönüştürmelerine dayanır. 2 Bu tür
örneklerin dinî kültürümüzde bolca bulunmasından dolayı, bugün
en çok tartışılan konuların, böylesine üretilen konular olduğunu
görmekteyiz. İster tefsir, ister hadis ve isterse tasavvuf kaynaklı olsun
karşılaştığımız birçok konu, ‘dinî kültür’ değil, ‘din’ olarak kabul
edildiği ve böyle tarihi malzemelerle temellendirildiği için sert tartışmalar yaşanmıştır ve bu sorunlar hala günümüze kadar süregelmekte olan tartışmaları doğurmuştur.
Halbuki bizzat tarihin ve tarihi olanın muhtevasının kapalılığı
ve nisbî güvenilirliği göz önüne alınınca, buna bağlı olarak ortaya
konmuş olan “her şeyin” güvenilirliği ve anlaşılabilirliği tabiî olarak
tartışmalı olacaktır. Bunun sonucu olarak konumuz özelinde, böylesine ‘üretilmiş ve türetilmiş’ bir muhtevaya sahip olduğunu düşündüğüm konulardan biri de , “sahâbe algımız”dır. Âlimlerimiz ve tarihçilerimizin, kendi dinî toplumsal grubumuz yani Ehl-i Sünnet tarafından biçimlendirilmiş bir yaratıcı olduklarına ve kaçınılmaz bir toplumsal koşullanma ile çevrili olduklarına peşinen inanmaktayım. Onlar, bir yandan farklı kolektif eylemlerin sonucu olan bir toplumsal
ürün olsalar da, diğer yandan geçmişin mirasını aktarmak ve içinde
bulunduğu anın meydan okumalarına karşılık vererek, mesleğinin
beklentilerine cevap vermek durumundadır.3 Bize gelen tüm eserlerBuradaki “hakkında konuşmak” tabirini, en genel anlamda kullandığımı
ifade etmeliyim.
2 Bkz. Eric J. Hobsbawm, “Evrensel Arayış ile Kimlik Arayışı Arasında Tarihçi”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, Derleyen: François Bédarida, çev. A.
Tartanoğlu-S. Aydın, İmge Yayınları, Ankara 2001, s. 85
3 Bkz. Enrique Florescano, “Tarihin Toplumsal İşlevi”, Tarihçinin Toplumsal
Sorumluluğu, s. 60.
1
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
197
deki Ehl-i Sünnet kimlik ve damgası bunun en açık göstergesidir.
Mesleklerinin gereğini yapmaya çalışmış olan bizden öncekilerin,
bunu ne kadar başarabildikleri tabiî ki tartışılacaktır, fakat daha problemli olan şudur: Çevremizde popüler kesimde olduğu gibi maalesef
akademi/bilim camiasında da görünen, sanki klasik dönem âlimlerimizin ve eserlerinin herhangi bir illetle malul olmayacak derecede
mükemmel ve tartışılmaz oldukları kanaatidir. Belki bu açıkça ifade
edilmemektedir, ancak davranış ve tavrımıza yansıyan, böyle görünmektedir.
Toplumlar efsane ve hurafeleriyle birlikte yaşar ve onlarla var
olurlar. Bu hurafelerden en çok payını alan en önemli şahsiyetlerin
de, peygamberler ve onunla doğrudan veya dolaylı ilgili şahıs ve
olaylar olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu durum, rivâyetlerin /
belgelerin tevil edilmesinden, uydurma, zayıf ve garip içerikli
rivâyetlerin tercih edilmesine kadar varmaktadır.
Osmanlıyı tenkit etmek, atalarımızı reddetmek olmadığı gibi;
sahâbeyi tenkit etmek de, onları ve onların ümmetin üzerindeki hakkını inkâr etmek anlamı taşımamaktadır. Bu yüzden benim ön kabulüm şudur: Tarih ve tarihî olan, her zaman özlenir, aranır, övülür,
kutsanır ve ona öykünülür. Buna göre de beni ilgilendiren asıl husus,
Hz. Peygamber’den hemen sonraki tam “bir yüzyılı içeren dönem”e
(ki bu dönemin özelliğine ileride temas edeceğim) adını verdiğimiz
ve hatta bununla da gerçekten gurur duyduğumuz sahâbe döneminin, bizzat o dönemi yaşayanlar tarafından nasıl anlaşıldığının tespit
edilebilmesidir. Yoksa bizim algılarımızın daha doğrusu o yüzyıldan
sonra gelenlerin algısının, nasıl ve neden oluştuğunu tespit etmek
bana çok daha kolay gelmektedir ki, sahâbe hakkında yazılanların
çok büyük kısmını da maalesef bunlar oluşturmaktadır.
Bundan sonra tebliğin “Giriş” kısmına dönmek istiyorum:
Tebliğcinin, dinî bir şahsiyetten yani bir peygamberden yayılan derunî bir kuvvete dayanan “arkadaş” çemberini, “kendiliğinden
karizmatik bir grup” olarak nitelendirmesi iddiasını sonuna kadar destekliyorum. “Kendiliğinden” sözüne yapılan vurgu, son derece yerinde ve önemlidir. Çünkü sahâbeye atfedilen dini konum, Hz Peygamber’i sağlığında görmüş, onun manevi eğitiminden nasiplenmiş
ve onun dinî ve fikrî tecrübesine bilfiil şahit olmuş insanlar olmasından kaynaklanmaktadır.
198
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Yine yazarın sahâbe ve sahâbe dönemine ilişkin dinî bakış açısını, “sonradan meydana gelen” bir takım dinî, siyasî ve kültürel gelişmelerin bir sonucu olarak oluştuğu iddiasını önemsediğimi belirtmeliyim. Çünkü Hz. Peygamber zamanında önem kazanan “cemaat karizması”, daha akli bir özellikle işlenerek “şahsî karizmadan” “fonksiyon karizmasına” evirilmiştir. Bizce bunun iki sebebi vardır. Birincisi Ehl-i Sünnet’ten daha önce çıkan ve politik tavırlar sergileyen
Hâricîlik, Şiilik ve Mu’tezile mezhepleri mensupları ve onların oluşturdukları teolojileridir.4 İkincisi ise, Ehl-i Sünnet’in kendini yapılandırmasında fıkhen ve kelâmen başvurduğu “sahâbe icmâı/sahâbe
kavli”5 kavramıdır. Çünkü İslâm düşünce tarihinde sahâbeye fonksiyonel açıdan yaklaşma, din nazariyesinde görülen gelişmelere bir itiraz, bir protesto hüviyetinde olmuştur. Vuku bulan çeşitli değişim ve
gelişimlere karşı Hz. Peygamber ve ilk iki halifenin yaptığı gibi“özne” olarak hayata girmek yerine; zaten gelenekte mevcut ve
toplumda baskın olan “ataların sünnetini takip etme” gibi bir sosyopsikolojik tavırla sahâbeye ve ilk İslâm nesillerine yönelmek, “nesne”
olmayı önceleyen bir tarz olarak tercih edilmiştir.
Tebliğci, “Sahâbenin Dini Konumu ve Sosyal Nedenleri Üzerine” başlıkları altında maddelendirmeksizin şu vurguları yapmıştır:
Mehmet Evkuran, Sünnî Paradigmayı Anlamak-Bir Ekolün Politik ve Teolojik
Yapılanması-, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2005, s. 141-225
5 Evkuran, s. 226-244. Sahâbe görüş ve tartışmaları hakkında ülkemizde oluşturulan edebiyat hakkında bkz. İbrahim Kafi Dönmez, “İcma” mad., DİA,
XXI,423-424; M. Zeki Duman, “Kur’ân’ın Tefsîrinde Sahâbenin İhtilafları”,
Erciyes Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı: 2, yıl: 1985, ss. 289-309; Abdusettar
Hamid, “Sahâbe Tefsiri Üzerine”, çev. Ömer Dumlu, Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, sayı: 7, yıl: 1992, ss. 359-374; H. Mehmet Soysaldı, “Sahâbenin
Tefsir Anlayışı”, Diyanet İlmi Dergi, cilt: 38, sayı: 3, Temmuz-Eylül 2002, ss.
45-56; Bünyamin Erul, “İlk Dönem Kur’ân Okumaları (Sahâbenin Kur’ân’ı
Anlama Çabaları Üzerine)”, VII. Kur’ân Sempozyumu-Kur’ân ve Müslümanlar
15-16 Mayıs 2004 Kayseri, Fecr Yayınları, Ankara 2005, ss. 23-40; Adnan
Memduhoğlu, Sahâbenin İctihad Anlayışı, Selçuk Üniv Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Konya 2008; Adnan Memduhoğlu, “Çağını İyi
Okuyan Bir Fakih Olarak Âmidî ve Sahâbe İçtihadı Konusundaki Yaklaşımı”,
Uluslararası Seyfuddin Âmidî Sempozyumu Bildirileri, Ensar Yayınları, İstanbul
2009, ss. 436-450; M. Zeki Süslü, Kur’ân Tefsîrinde Sahâbenin Görüş Farklılıkları,
Süleyman Demirel Üniv. Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Isparta 2009; İbrahim Halil Demir, Usûlü’l-Fıkıh’ta Sahâbî Kavlinin Kaynak Olması, Harran Üniv. Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Şanlıurfa 2012.
4
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
199
1. Sünni geleneğe göre sahâbe ‘ilim sahibidir.6
2. Sahâbe, gerçeğe ulaşmada her nesilden yücedir, kendilerine
uyanlar övülmüştür.7
3. Sahâbe, ahir zamana kadar gelecek tüm nesillerin en hayırlısı
ve Rasûlullah’tan sonra Allah’ın, mahlûkatına bir ‘hüccet’idir.
Çünkü onlara tabi olmakla zamanın kötü gidişatından ve bidatlerden korunulur. Tabiî meseleyi rivâyetlerin sıhhat ölçüsü ve Hz. Peygamber’in gayb bilgisi veya “Kur’ân dışı vahiy” gibi Kur’ân’ın ve İslâm düşüncesinin derin yaralar almasına yol açan tartışmalara girmeden sürdürebilirsek, bunları tetikleyen rivâyet malzemesini uzun
uzun konuşmak durumundayız. Allah ve Peygamber dışındakilere
itaat, ittiba ve sonrakiler hakkında Hz. Peygamber’e yaslanarak konuşmanın kolaylığı, geleneğimizde en basitinden şöyle tezahür etmektedir:
a. İslâm düşüncesinde, tâbiînden itibaren gelişen hadis
rivâyetinde, ahkâm hadislerinin kabulünde gösterilen titizlik diğer
konularda gösterilememiştir. Dinî konu ve problemler arasında ahkâm konularının oranı düşünülecek olursa, İslâm düşüncesi ve medeniyetinin “zayıf ve uydurma hadisler” üzerine inşa edildiği kabul
edilmelidir. Tasavvuf düşüncesini temel paradigmasını oluşturan
hadisler bunun en belirgin örneğini oluştururlar.
b. Bir rivâyet hakkında yapılan, “her ne kadar sahih değil veya
kaynak ve rivâyetlerde rastlanmıyorsa da, manası uygun ve kabul
edilebilirdir” şeklindeki bir değerlendirme, aslında uydurma
rivâyetlerin Allah Resulu’ne nispetini güçlendirmiş ve bu rivâyetlerin
“hadisleşme”si sonucunu doğurmuştur.
Nihâyetinde hadis olmayan yani Allah Rasûlü’nün ağzından
dökülmeyen bir cümlenin, ona nispet edilmesine sebebiyet vermek,
ona yapılmış bir iftira olabileceği gibi, her hususta sonu gelmeyecek
bir kapı aralanması anlamına da gelecektir ve nitekim öyle de olmuştur. Eğer her güzel sözü Allah Resülü’ne nisbet etmeyi doğru buluyorsak, tüm atasözlerinin manaları Kur’ân ve sünnete uygun diye
“hadis” kabul edilmesini sağlamak da doğru olacaktır.
6
7
Sebe, 34/6.
Tevbe, 9/100.
200
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
c. İslâm düşüncesi hakkında klasik ve çağdaş âlimlerin sözleri
arasında şöylesini çok duyarız: “Her ne kadar sıhhati hakkında tartışmalar varsa da, bu hususta Allah Rasûlü’ne isnad edilen bir
rivâyette Allah Rasûlü ‘……’ buyurmaktadır.” Asırlardır yapıla gelen
böylesine bir üslup ve bu tarz temellendirmeler, zayıf ve uydurma
rivâyetlerin Allah Rasûlüne nispeti edilerek kaynaklarımıza hadis
olarak yerleşmesine sebep olmaktadır. Bunun oluşturduğu paradigmaların ise, İslâm düşüncesini ve toplumunu nereye getirdiği malumdur.
4. Kıyamete kadarki tüm nesillerin üstünde olmak, sırf Hz.
Peygamber döneminde yaşamaya bağlanmakla kalmamış aynı zamanda o nesillerin görüşleri üzerine görüşler serdetmemek ve onların görüşleri karşısında aklı öne çıkarmamak ve fikirler öne sürmemek ölçü sayılmıştır. Ayrıca bu Hz. Peygamber’in ve kendinden sonra gelen “Raşit Halifelerin Sünnetiyle(?)” de pekiştirilmiştir.
5. Din, Kur’ân’la birlikte eseri ifade eden sünnet ve sahâbe kavlidir. Geçmiş belirleyici tek otoritedir.
6. Akıl yerine geleneği, içtihat yerine mevcudu ve yereli tercih
etmek doğru; zıddını kabul ise “tamamlanmamış bir dine dönüş”tür.
İşcan’a göre bu durum, yani dinin tamamlanmış olması tezi, adeta
“tarihin sona ermiş olduğu”nun kabulü gibi bir fonksiyon gütmüştür.
Bu yüzden her meselenin halli için ‘nas’ aranması gerekmiş; bu da,
bize göre hadislerin uydurulmasının en temel sebeplerinden birini
oluşturmuştur.
7. Allah’ın kitabının, esersiz tefsir edilemeyeceği, sadece
‘asl’ların değil, aynı zamanda ‘furu’un da ‘hidâyet rehberi önderler’e
dayanması gerektiği kabul edildiği için, önümüzdeki koskoca tefsir
külliyatlarını reddedercesine “Men fessere’l-Kur’âne bi re’yihî (=bi
hevâhi), fekad kefere, ve in esâbe.” gibi sözler,8 peygambere dayandırılmıştır.
Tebliğci, “Sahâbenin Dini Konumunun Bazı Sonuçları” başlıkları altında ise iki madde vermektedir: A. Gayri Devri Tarih Anlayışı,
B. Rivâyete Dayalı Din Anlayışı
A. Gayr-i Devrî Tarih Anlayışı: İşcan’a göre, Sahâbe ve dönemine yüklenen anlama bakılacak olursa muhafazakar Sünni düşüncede tarih tasavvurunu belirleyenin, zamanın herhangi bir geleceğe
8
Bkz. Zerkeşî, el-Burhân, II,164; Kurtubî, el-Cami, I,32.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
201
doğru çizgisel ilerleyişinden çok, idealize edilmiş geçmişe dönüşün
ütopyası olduğu söylenebilir. Bu zihniyetin usûl anlayışına göre ise,
Müslümanın karşılaştığı her problemin ‘din’de mutlaka bir karşılığı
ve hükmü vardır: Çözüm kitap, sünnet, icma ve âsardadır.
Nassî yaklaşım, tarihi, tanrısal iradenin bir yansıması olarak
ele almaktadır. Tarihin oluşumunda insanların belirleyiciliği ayrıntıdadır. Bu yüzden olayların arkasındaki beşeri sebeplerle ilgilenilmemiş, bunların arkasında olan tarihi kanunları ortaya çıkarmaya önem
verilmemiştir. Çünkü gayri devri tarih anlayışına göre tarihi idare
eden zeka ve irade, beşeri mahlukların değil, her şeye kadir olan Allah’ın ilmi ve iradesidir.
İnsanların geçmişe ilgileri, bugüne duyulan memnuniyetsizlikler bağlamında ele alınır ve tarih daha çok “bugünün bir mahkemesi”
olarak kullanılır. Bu da tarihin yani geçmişin “kutsanması” anlamına
gelmektedir.
İşcan, sahâbe devrine dönme edebiyatının, iki sebepten “kaynaklara dönüş”, dolayısıyla bir tür tarihe eğilme olarak yorumlanma
mesabesinde olmadığı kanaatindedir. Çünkü birincisi, sahâbe tarih
içinde değerlendirilmemekte adeta din ve dinin kaynağı içinde değerlendirilmekte ve onların fiilleri Müslümanların davranışlarını düzenleyen “yasa” olmaktadır. İkincisi ise, tarih ya da İslâmî gelenek,
aslında bizim ile Sahâbe dönemi arasında oluştuğu için, sahâbe devrine dönüş bu bakımdan tarihi de İslâmî geleneği de devre dışı bırakmak anlamına gelmektedir.
Sahâbe hakkındaki bir takım rivâyetlerin tarihsel gösterge ve
karşılıkları hakkındaki kanaatimiz şudur:
Evrensel bir ilke olarak Kur’ân’ın “Ey insanlar, hakikat biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, (sırf) birbirinizle tanışmanız için
büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz
ki sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır.
Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.”
(Hucurat, 49/13) vaz’ına rağmen, Hz. Peygamber’e nispet edilen,
“Hayru ümmetî el-karnu’l-lezi …. diye başlayan “ümmetimin en hayırlıları benim muasırlarımdır (sahâbe), sonra onları takip edenler
(tâbiîn), daha sonra da onları takip edenlerdir (etbaut tâbiîn).”;9 “AlBuhârî, Sahîhu’l- Buhârî I-VIII, İstanbul, ts., Mektebetu’l-İslâmiyye, Fedâilu
Ashâbi’n- Nebî, 1. bab, IV,189; Müslim, el-Câmi’u’s-Sahîh I-VIII, çev. Ahmed
9
202
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lah benim ashâbımı, enbiya ve mürselin müstesna olmak üzere ins ve
cinnin tamamına tercih buyurmuştur.”,10 “ashâbım yıldızlar gibidir,
hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” 11 şeklindeki rivâyetler
ve diğer başka birçok rivâyet, sahâbenin “sahâbe olmakla üstünlük
vasfını kazandığı” veya “ümmetten bir kısmının Hz. Peygamber zamanında yaşamak ve İslâm’la ilk şereflenmekle bütün ümmetin en üstünü olma vasfını kazandıkları” şeklinde anlaşılmıştır. 12 Bu rivâyet,
sahâbe ve sonraki iki neslin tespitinde en önemli delillerden biri sayılmıştır. Tabiî nasıl, neden ve kim için, bunun delil kabul edildiği
tartışılabilir olmakla birlikte, bu kabulün doğurduğu algı ve bu algıyla oluşan “sahâbe paradigması”nı tarihçilik açısından ve nihâyetinde
dini anlama ve anlamlandırma açısından problemli bulmaktayız.
Böyle bir kanaati paylaşan veya Hz. Peygamber’in böyle bir
kanaatte olduğunu -bilhassa hadisler şeklinde- ortaya koymaya çalışanlara, karşı biz, “ya sahâbe devri olaylarının konuşulmasının önüne geçilmesi için veya bu hadislerin asr-ı saadete duyulan özlem ve
hayranlığın ifadesinin bir tezahürü olarak uydurulduğu veya aşağıda
ifade etmeye çalışacağımız anlayış ekseninde tevil edilmesi gerektiği”
kanaatindeyiz.
Özellikle Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan
problemlerde, sahâbenin tutumundan dolayı “sahâbeye gelecek tenkidin Kur’ân’a da gelebileceği” iddiasıyla geliştirilen “sahâbe dokunulmazlığı” tarzındaki geleneksel anlayışı 13 besleyen bu rivâyetler ya
Davutoğlu, İstanbul, 1988, Kitâbu Fedâili’s-Sahâbe, 52. bab, hadis no: 210,
VII,470 vd.
10 el-Heysemi, Nuruddin Ali b. Ebûbekr, Mecma’u’z-Zevâid ve Menba’u’l-Fevâid
I-X, Beyrut, 1967, X,16.
11 İbnu’d-Deybâ, Teysîru’l-Vusûl ilâ Câmi’i’l-Usûl min Hadîsi’r-Resûl I-IV, Kahire, 1388/1968, III,302, 3. bâb, Fedâilu’s- Sahâbe; el-’Aclûnî, İsmâ’îl b. Muhammed, Keşfu’l- Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs I-II, Beyrût, 1408/1988, 3. baskı, I,132
(381 nolu hadis); M. Yusuf Kandehlevî, Hadislerle Hz. Peygamber ve Eshâbının
Yaşadığı Müslümanlık I-V, çev. Ahmet M. Büyükçınar vdd, Kalem Yayınları,
İstanbul, 1980, 4. baskı,I, 28.
12 Hadis Usûlü kitaplarının “Sahâbe”ye tahsis edilen kısımları. Ayrıca bkz.
Nevzat Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivâyeti (Tahammül, Nakil ve Tenkidleri), İzmir
1981; Ergün Çapan, Kur’ân-ı Kerîm’de Sahâbe, Işık Yayınları, İstanbul 2002;
Mehmet Efendioğlu, Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler, Tartışmalar-Gerçekler, İFAV
Yayınları, İstanbul 2011.
13 Sahâbeye tahsis edilen her eserde veya eserlerin ilgili bölümlerinde, hatta
hadis ve usûl-i hadis ve kelâm kitaplarında bile böyle olduğu görülür.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
203
gerçekten başka bir bağlam ve anlamda bizzat Allah Rasûlü tarafından, veya sahâbe dönemi olaylarının tartışılmasını önlemek amacıyla
ulema tarafından, veyahut da kendilerini meşrulaştırmak için
Ümeyye Oğulları tarafından veya kendilerini bir başka türlü konumlandırmak için Abbas Oğulları tarafından söylenen ve gündemde tutulan dayanaklardır.
Bu rivâyetlerden bir kısmının, doğrudan sahâbeye ve sahâbe
dönemine gönderme yapmakla birlikte, aslında daha başka göstergeleri olduğunu düşünmekteyiz. Yukarıda zikrettiğimiz, “sizin en hayırlınız...” hadisine, “hayırlılar”ın çağını tespit için İslâm bilim alanlarının tarihî süreci açısından göz atacak olursak şu tasnifleri görürüz:
İslâm tarihinin ilk yılları, fıkıh tarihi açısından “Hz. Peygamber, sahâbe, tâbiun (H. 139-172), müçtehit imamlar (Ahmed b.
Hanbel’in vefatı H. 241) ve taklit devirleri …” olarak sınıflandırılmıştır. 14 Bu taksimat hadis tarihi açısından, “sahâbe, tâbiûn ve
etbauttâbiîn devirleri …” şeklinde yapılırken; kelam ve mezhepler tarihi açısından “siyasî mezhepler (Şi‘îlik ve Haricîlik) ve itikādî mezheplerin (Cebriyye, Kaderiyye, Mürcie, Mu’tezile, Ehl-i Sünnet ve
Selefiyye) teşekkül devirleri …” olarak sınıflandırılmaktadır. Tabiî bu
taksimlerden her birinin alt taksimatları da yapılmakla birlikte,15 çoğunluğunun sınır ve dönemlerinin tespitinde de açıklık ve kesinlik
olmaması göze çarpmaktadır. Dikkat edilirse her bilim dalı, tarihî
dönem ve nesilleri kendi sahaları açısından tasnife tabi tutmuş, hadisçiler, devirleri, daha çok hadislerin rivâyet, tedvîn ve tasnif edilmesi
açısından incelerken, fıkıhçılar da hukuk tatbikatları açısından mese-
Örnek olarak bkz. Ebû İshâk eş-Şirâzî, Tabakātu’l-Fukahâ, thk. İhsân Abbâs,
Dâru’r-Râidi’l-Murabbâ, Beyrut tsz.; Abdulvahhâb Hallâf, İslâm Teşrîi Tarihi,
çev. Talat Koçyiğit, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yayınları, Ankara 1970,
Mennâ’u’l-Kattân, Târîhu’t-Teşrî’i’l-İslâmî, Mektebutu Vehbe, Kahire tsz.;
Muhammed el-Hudarî, İslâm Hukuku Tarihi, çev. Haydar Hatipoğlu, 2. baskı,
Kahraman Yayınları, İstanbul 1987;
15 Örnek olarak bkz.: Bkz.: Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, İstanbul, 1981;
W.M. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. R. Fığlalı, İstanbul, 1981;
Watt, Hür İrade ve Kader, çev. Arif Aytekin İstanbul, 1997; Şerafeddin Gölcük,
Süleyman Toprak, Kelam, Tarih-Ekoller-Problemler, Tekin Yayınları, Konya;
Mehmet Saffet Sarıkaya, İslâm Düşünce Tarihinde Mezhepler, Rağbet Yayınları,
İstanbul 2011; Halil İbrahim Bulut, Dünden Bugüne Siyasi-İtikadi İslâm Mezhepleri Tarihi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2011
14
204
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
leyi ele almışlardır. Tasavvuf tarihi açısından, Zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikat dönemi şeklinde taksimat yapılmaktadır. 16 İslâm tarihçilerine gelince, onlar da tasniflerini daha çok “siyasî otoriteler” açısından yaparak, “Hz. Peygamber devrini Asr-ı Saadet diye
anarken, daha sonraki devirleri Hulefâ-i Râşidîn devri (ki, bu ismin
verilmesinde de bir hadiste geçen “râşid halifeler” ifadesinin 17 mülhem olduğu malumdur), Emevîler devri, Abbasîler devri …” şeklinde tasnif etmişlerdir.
Şimdi bu yılların rakamsal karşılıklarını verirsek şöyle bir tablonun karşımıza çıktığını görürüz. Bu “hayırlı dönemler”e tekabül
eden yıllar:
Sahâbe Dönemi: En son vefat eden sahâbînin tarihi esas alınarak bunu hicri 110 yılı
Tâbiîn Dönemi sahâbe dönemine 50 yıl eklemekle bunu hicri
160 yılı
Etbaut Tâbiîn Dönemini ise, tâbiîn dönemine 50 yıl eklemekle
hicri 210 yılı veya yuvarlak bir rakamla 250 yılına kadar götürebiliriz.
Bu dönemler tüm tarih yazarları (siyer, tarih, mezhep, kelam,
hadis, tefsir, fıkıh vs.) açısından ittifakla kabul edilen birçok olayı
içermektedir. Bu dönem özetle Hz. Osman’ın ikinci altı yılının ifade
eden “Fitnenin başlangıç Yılı”ndan başlar, Hz. Osman’ın şehit edilmesi, Cemel ve Sıffın Savaşlarını, Tahkîm Olayını, Ali-Muaviye çatışmasını, Muaviye ve Yezi’in iktidar dönemlerini, Zübeyriler Devletini, Harre Vak’asını, Medine Baskını’nı, Kerbela’yı, Ehl-i Beyt’e yapılanları ve bizce bunların hepsinden önemlisi Emevi İktidarının tüm süresini (41-132) içermekle beraber, Abbasilerin de ilk 100 senesini içermektedir.
Hadis tarihi ve sınıflaması açısından son derece masum görünen bu tür rivâyetlere, tarihçilik ve tarih felsefesi açısından bakınca,
aslında son derece ideolojik ve göstergeleri çok daha farklı olan karşılıklar görmekteyiz. Bu göstergelerin en önemlilerinden biri olan
Ashâbu’l-Hadis hareketinin hadis edebiyatının oluşumu ve şekillenBkz. İsmail Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 7. baskı, Dergah Yayınları, İstanbul 2006; H. Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, Ensar Yayınları, İstanbul 1994; Ed. Kadir Özkişi, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları,
Ankara 2012
17 Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned I-VIII, IV,126
16
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
205
mesindeki etkisi bağlamındaki faaliyetleridir. Özpınar 18 bunları birkaç başlık altında ele almaktadır:
1. Ashâbu’l-Hadis, mesâilerini daha çok hadisleri ve âsârı dinlemeye, rivâyet etmeye, yazıya geçirmeye ve onları fıkhî ve akidevî
konulara göre tasnîf etmeye hasretmişlerdir. Bunu, sahip oldukları
zihniyetin bir gereği olarak yapmışlardır.
2. Ashâbu’l-Hadis hareketi mensupları, çok az istisnayla,ilim
anlayışlarının da gereği olarak, re’y ve bunun uzantıları olan kıyâs,
istihsân, maslahat gibi prensiplerden kaçınmışlar ve bunları kullananlara cephe almışlardır.
3. Ashâbu’l-Hadis’in, hadis edebiyatının oluşumunda etkili
olan bir başka anlayışı da, diğer İslâm fırkaları ve âlimleri karşısında
kendilerinin çok özel bir misyonu olduğuna inanmalarıdır.
4. Ashâbu’l-Hadis’in, Hadis edebiyatının oluşumunda etkili
olduğunu düşündüğümüz diğer bir yönleri ise, onların siyasî anlayışları ve tavırlarıdır.
Bunlara göre, “Ashâbu’l-Hadis’in tasnif dönemi hadis edebiyatında işledikleri ve rivâyetlerle ördükleri temel görüş ve inançlarını,
özetle şu şekilde maddeleştirebiliriz:
– İmân, söz, amel, niyet ve Sünnete yapışmaktır. Amelin imandan bir cüz olması hasebiyle, imân ile amel arasında sıkı bir ilişki
vardır. Bu sebeple, iman, artar ve eksilir.
– Kader, iyisi, kötüsü, azı, çoğu... Allah’tandır. İnsanlar, O’nun
yarattığı şeyi yaparlar. Bu onun adaletidir. Zina, hırsızlık, içki içme,
şirk vb. bütün günahlar, Allah’ın kader ve kazasıyla olmaktadır.
– Ehl-i kıble’den herhangi biri, cennetliktir denemeyeceği gibi,
günahkâr biri için de cehennemliktir denemez; tekfir edilemez.
– Kabir azabı, haktır. Deccal zuhur edecektir.
– Kıyamet günü şefaat, haktır. Kâfirler, ebedi cehennemde kalacaktır.
– Cennet ve cehennem, şu anda mevcuttur.
Ömer Özpınar, Hadis Edebiyatının Oluşumu, 2. baskı, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2013, s. 84-92.
18
206
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
– Kur’ân, Allah Teâlâ’nın kendisiyle konuştuğu kelâmıdır, yaratılmış değildir. Kur’ân’in yaratılmış olduğunu kabul eden kimse,
Cehmî ‘dir ve kâfirdir. Vâkıfa (bu konuda bir fikir beyan etmeyen kimse), birincisinden daha kötüdür. O, Lafziyye’ye mensup kişi gibidir ve
Lafziyye’ye mensup olan bir kimse de, Cehmî’dir.
– Ru’yetullâh, bir hakikattir.
– Hilâfet, ‘hayatta iki kişi kaldığı müddetçe’ Kureyş’tedir, bunlara karşı çıkılmaz. Fitneden uzak durulması bir zarurettir. İlk dört
halifenin sıralaması meşrudur.
– Sahâbe, güzel vasıflarıyla (mehâsin) anılmalı, onların fena vasıflarından söz edilmemelidir.
-Sahâbenin fazilet sıralaması, Hz. Peygamber (s)’den sonra
ümmetin en hayırlısı Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali şeklindedir.
Halkın en hayırlıları, bu dört sahâbeden sonradır. Bu dört halife, çirkin ve noksan bir şeyle suçlanamaz, bunu yapan halife tarafından cezalandırılmalıdır.
– Arapların, hak, üstünlük ve önceliğe sahip oldukları kabul
edilir ve sevilirler. Bu sebeple, Şuûbîlerin görüşlerine itibar edilmemelidir.
– Din, sadece Allah’ın Kitâb’ı, Sünnet, âsâr (sahâbe, tâbiûn ve
etbâı’n kavilleri) ile bilinir; kıyâs ve re’y’i savunan kimselerin kavilleriyle bilinmez. Çünkü kıyâs, dinde değersizdir, rey de aynıdır ve kötüdür. Dinde re’y ve kıyâs kullanma taraftarları, sapıktır ve dalâlettedirler.
– Kazancı ve ticareti, yasaklayan cahildir ve hatadadır. Müslüman kişi, kendisinin ve ailesinin iaşesini sağlamak için çalışmalıdır.
Görüldüğü gibi Ashâbu’l-Hadis, imân, kader, Kur’ân, şafâat,
ru’yet, sahâbenin fazilet sıralaması ve adaleti, hilâfet gibi, tasnîf döneminin sıcak tartışma konulan hakkında kendi görüşlerini belirlemişlerdir. Onlar, rivâyetler çerçevesinde sistemleştirdikleri bu görüşlerini,
tasnîf ettikleri Hadis edebiyatının ilgili bölümlerinde ya da
bâblarında işlemişlerdir.”19
Özpınar, s. 93-94. Ayrıca bkz. Hayri Kırbaşoğlu, Ehl-i Sünnet’in Kurucu Ataları-Ashâbu’l-Hadise Göre Allah’ın Sıfatları Meselesi, Otto Yayınları, Ankara
2011; Sönmez Kutlu, İslâm Düşüncesinde İlk Gelenekçiler-Hadis Taraftarlarının
19
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
207
İşte bazı zaruret ve ideolojilere binaen oluşturulan bu yapı ve
anlayışın, hâlen “dinî kültür” olarak değil de “din” olarak algılanması, yaşanmış ve yaşanmakta olan bir takım fikrî çatışmaların da temelinde yatmaktadır.
Yoksa “Ey Kureyş cemaati! Müslüman olup nefislerinizi Allah’ın azabından koruyunuz! Yoksa ben, Allah’ın azabından hiçbir
şeyi sizden men edemem. Ey Abd-i Menaf Oğulları! Sizden de, Allah’ın azabından hiçbir şeyi def edemem. Ey Abbas ibn
Abdilmuttalib! Senden de Allah’ın azabından hiçbir parçasını men
edemem. Ey Resulullah’ın babası hemşiresi Safiyye! Senden de Allah’ın azabının bir kısmını olsun def edemem. Ey Muhammed kızı
Fatıma! Malımdan ne dilersen iste, (veririm, fakat) Allah’ın azabından bir parçasını bile senden def edemem.”,20 ve “Ey Fatıma! Baban
peygamberdir, diye sana ahirette iltimas geçileceğini zannetme, seni
kurtaracak olan, ancak amelindir”21 diyen bir peygamberin herhangi
bir gruptan yana tavrını koyması bize pek uygun görünmemektedir.
Yani mezkûr hadisleri zikreden Hz. Peygamber’in, kıyamete kadar
gelecek bütün ümmetin içerisinde “ashâba sırf çağdaşları olduğu
için herhangi bir üstünlük vermek” şeklinde bir niyetinin olabileceğini düşünemiyoruz.
Hz. Peygamber’in, bu hadisi söylerken yukarda verdiğimiz
tasnifteki gruplardan hangisini kastettiği de belli olmamaktadır.
Sahâbenin büyüklerinin de aralarında bulunduğu kişilerin, Hz. Peygamber’in vefatından sonra yaşadığı olayların birçok açıdan tahlile
tabi tutulması mümkün olmakla beraber, 22 Hz. Osman döneminde
başlayan “asabiye”nin, Emevî devletini doğurduğunu rahatlıkla görebiliriz. Sonraki olaylar, çoğunlukla etki-tepki şeklinde gelişmiş ve
İman Anlayışı Bağlamında Bir Zihniyet Analizi, Kitabiyat Yayınları, Ankara
2000.
20 Buhârî, Kitâbu’l-Vasâyâ, 11. bâb, III,191 ve Kitâbu’t-Tefsîr, 26. sure, VI,16,
(Tecrid Ter., VIII,219); Nesei, Sünen, Kitâbu’l-Vasâyâ, 6. bâb; Dârimî, Sünen,
Kitâbu’r-Rikâk, 23. Bâb.
21 Ayrıca bkz.: “Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki,) bana, ilahınızın sadece bir ilah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı
umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir şeyi ortak koşmasın.”
Kehf, 18/110.
22 Meselâ Ahmet Akbulut’un, Sahâbe Devri Siyasi Olaylarının Kelamî Problemleri
Tesirleri (İstanbul, 1992) adlı çalışması, meselenin kelamî problemlere (daha
çok kadere) olan tesirini tahlile tabi tutan bir çalışmadır.
208
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Müslümanlar belli bir muhalefet geleneği 23 dahi geliştiremeden24 ya
“kanlı isyan” veya “kayıtsız itaat” anlayışını benimsemişlerdir.
Acaba Hz. Peygamber yukarıdaki hadisiyle, Hz. Ömer’in vefatından önce, şahsiyetlerine şu şekilde son derece incelikle işaret ettiği
(daha sonra Aşere-i Mübeşşere olarak hakkında rivâyetler oluşturulacak) kişileri mi kastediyordu? Hz. Ömer yaralanmış yatağında yatarken, kendisinden “yerine birini halife atamasını” isterler ve bu iş
için birilerini teklif ederler. Teklif edilenler arasında yer alan Hz. Osman için, “bir hayli yumuşaktır ve onda asabiye vardır, kavim ve akrabasına düşkündür.” der. Hz. Ali için de, “biraz şakacı ve halifeliğe
karşı hırsı olmakla beraber, bu işi, yine de hakkıyla en iyi onun yapabileceğine inandığını” söyler. Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın, “hiddetli (şidde),
kaba (ğilza) ve savaşçı olduğunu (raculun harbun)” öne sürer.
Abdurrahman b. ‘Avf için, “iyi bir adamdır, ama zayıf ve bu halkın
kibirlisidir (fir’avnu hâzihi’l-umme)” der. Zübeyr b. ‘Avvâm için,
“razı olunan bir mü’min, fakat ticaret adamı ve kızgınlığını örten
(kâfiru’l-gadab)” der. Talha b. Ubeydullah için, “süslü elbiseler giyer,
süslü gezer, kibir ve gururludur, halife olsa yüzüğünü, karısının
parmağına takar.” diye söyleyerek, o anda bunlardan birini halife tayin etmek istemez. Bu arada, “oğlunu (Abdullah b. Ömer) halife tayin
etmesini” isteyen birini de, “bir haneden bir kurban yeter, ben kendi
hesabımı verdim mi ki, bir de oğlumun hesabını vereyim?” şeklinde
iyice azarladığını da ifade etmek isteriz.25 Sahâbenin büyüklerinden
olan bu zatların, halife seçiminde şura olarak görev yaptıklarını, şuMuhalefet geleneğimiz hakkında örnek bir çalışma olarak bkz. Nevin
Abdulhalık Mustafa, İslâm Siyasi Düşüncesinde Muhalefet: Hazreti Muhammed
Devrinden Abbasilerin İkinci Yüzyılına Kadar (H.1-232/M.622-846), çev. Vecdi
Akyüz, İz Yayınları, İstanbul 1990.
24 Bizce bunun sebebi, sahâbenin daha önce, özellikle Hz. Peygamber devrinde, böyle bir dâhilî/iktidar mücadelesini kendi aralarında yaşamamış olmaları ve kendi Arap geleneğini tatbik etmeleridir.
25 Bkz. İbn Kuteybe ed-Dineverî, el-İmâme ve’s-Siyâse I-II, tah.: Muhammed
Zeynî, Beyrut, tsz., I,28-9. Benzer ifadeleri kullanan İbn Sa’d da aynı
rivâyetleri şu şekilde görüyoruz: “Ey Ali! Eğer halife olursan, Abdulmuttalib
(Hâşim) Oğulları’nı halkın tepesine bindirmeyeceksin. Ey Osman, sen de Ebû
Mu’ayt Oğulları’nı halkın tepesine bindirmeyeceksin. Ey Abdurrahman (b.
‘Avf), Yakınlarını halkın tepesine bindirmeyeceksin.” (III,343 vd). Benzer ifadeler için ayrıca bkz.: Taberi, Târîhu’l-Umem ve’l-Mulûk I-XIII, Beyrut,
1407/1987, Dâru’l-Fikr, V,183; İbnu’l- Esîr, İslâm Tarihi (el-Kâmil fî’t-Târîh) IXII, çev. Ahmet Ağırakça vdd., İstanbul 1985, III, 72.
23
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
209
ranın çalışması ve sonuçlarını ve bu zatların hayat çizgilerindeki kırılma ve yanılmaları görebiliyoruz. Ancak bununla ifade etmek istediğimiz, bu şerefli zatları karalamak, küçültmek ve onlar hakkındaki
itimadı sarsmak değil, onların beşer olduklarını, kendilerini ve diğerlerini nasıl gördüklerini göz önüne sererek, nasıl anlaşılması gerektiğine dair yaklaşımları tartışmaktır.
Yoksa mezkûr hadisten kastedilen, Hz. Peygamber’in torunlarını şehit eden sahâbe çocukları mı? Yoksa ashâbın ve tâbiînin de
içinde yer aldığı dönem olarak Emevîler mi, yoksa belli bir süreye
kadar (meselâ hadiste “benden sonrakilerin takipçilerinin takipçileri
diye kastedilen) Abbasîler midir?
Hz. Allah’ın Nemrud, Firavun ve Ebû Leheb gibi şahıslarla,
peygamberlerin şahıslarıyla veya ashâbın şahsıyla uğraşması bizce
muhal olup, bütün bunları muhtevî âyet ve hadislerde gözetilen,“onlardaki zihniyetin ve iyi veya kötü sıfatların öne çıkarılması”dır. Âyetlerin ve özellikle hadislerin zâhirini öne çıkaran yaklaşımlar (şekilcilik = formalizm), mezkûr âyet ve hadislerin de zahirlerine
takılmışlar ve bu yüzden de önlerine sahâbeyi örnek olarak değil tabu olarak almak mecburiyetinde kalmışlardır. Bunun en iyi örneği
sahâbeler hakkında menakıbnameler 26 ve mitolojiler27 oluşturmalarıdır.
Bu bağlamda birçok eserde sahâbenin dindeki yeri ve konumunu ortaya koymak için delil olarak getirilen28 âyetleri29 incelediği-
İSAM Kütüphanesi’nde yapılacak bir tarama, gerek tek tek sahâbe,
ümmühatü’l-mü’minin ve genel sahâbe hakkındaki menakıbnameler hakkında fikir vermektedir.
27 Mehmet Evkuran, Müslüman Kültürdeki Mitolojik Unsurlar, Ankara Üniv.
Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 1997, s. 54-64
28 Bkz. Çapan, s. 47-348; Efendioğlu, s. 41-92; Ali Galip Gezgin, “Kur’ân’da
Hz. Peygamber ve Ashâb İlişkileri-Ashâbı Uyaran Ayetler Bağlamında-” VII.
Kutlu Doğum Sempozyumu (Tebligler), SDÜ İlahiyat Fak., Isparta 2004, s. 176;
Umut Kayalı, Kur’ân’da Hz. Peygamber’e ve Sahâbe’ye Yönelik Uyarılar (Tarihi ve
Sosyal Arka Plan), Cumhuriyet Üniv. Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi), Sivas 2010, s. 118-207; Bünyamin Erul, “Geçmiş Peygamberlerin
Ashâbı ile Hz. Peygamber’in Ashâbı Arasında Bir Mukayese”, Dini Araştırmalar, cilt: 8, s. 24, ss. 305-326, s. 316-326; ; H. Musa Bağcı, Hadis Rivâyetinde
Sahâbenin Kavrama ve Nakletme Sorunu-Hadis Metodolojisinde Sahâbenin Zaptı,,
İlahiyat Yayınları, Ankara 2004, s. 20-30.
26
210
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
mizde görmekteyiz ki, neredeyse tamamı, “onlardaki zihniyetin, iyi
davranışların veya iyiliklerinin öne çıkarılması”na vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, “âyetlerin sahâbeden bahsetmesinin bile bir ayrıcalık olduğunu söylemenin de doğru olmadığını düşünmekteyiz. Çünkü öncelikle her metin muhataplarına yönelmiştir. Bu yüzden
Kur’ân’ın mü’minler olarak Hz. peygamber ve arkadaşlarından; kâfirler, fasıklar ve münafıklar olarak da, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının muhataplarından ismen veya atfen bahsetmesinin ve onları örneklendirmesinin veya örneklerini onlar üzerinden sunmasının son
derece normal olduğunu, buna bir üstünlük ve özellik yüklemenin
yanlış olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca Kur’ân’a bu bağlamda baktığımız zaman dikkatimizi çeken bir diğer husus da, genel olarak
mü’min, kâfir, fasık ve münafıklardan bahseden âyetlerin, o zamandakileri ve şimdikileri de kapsadığıdır. Şimdi Kur’ân’da mü’minleri
öven ve taltif eden âyetlere bakarak, her birimizin kendisinin üstünlüğünün tâ nuzül döneminden vurgulandığını söylemesi ne kadar
isabetli olacaktır? Bu durumda problemli olan ve anlayış farklılığını
oluşturan hususun, âyetlerin okunuş biçimi olduğunu düşünmekteyiz.
Aynı hususun, mezkûr konudaki hadisler30 için de söz konusu
olduğunu düşünmekteyiz. Hz. Peygamber’in, muhatabı olan arkadaşlarından bahsetmesi, problemlerini onlarla paylaşması ve aralarında cereyan eden bildiğimiz ve bilmediğimiz birçok hususta onlara
gönderme yapmasından daha tabiî ne olabilir? Tabiî ki, onlar arasında belli bir ayrım yapacak, onların daha iyilerini öne çıkaracak, iyiliklerini vurgulayacak ve onları hayra teşvik edecektir. Âyetlerde olduğu gibi, hadislerde bize yapılan atıflar da, ya onlar üzerinden olacak
veyahut da genel atıflar olacaktır. Kaldı ki, aynı husus yani övgülerin
Bakara, 2/143, 128; Âl-i İmrân, 3/13, 110, 113-115, 121-125, 152,172-174, 195;
Nisa, 4/23; Maide, 5/7; En’am, 6/53; Enfal, 8/17, 62-64, 72-74; Tevbe, 9/20-22,
40-41, 86-89, 100, 117, Nahl, 16/41-42, 58-59, Neml, 27/59; Azhab, 33/6, 30-33;
Şuura 42/ 37-39; Fetih, 48/1, 5, 10, 18-21, 26, 29; Hucurat, 49/7;Hadid, 57/10;
Mücadele, 58/22; Haşr, 59/8-10.
30 Bkz. Efendioğlu, s. 93-146; Mustafa Solak, Hadislerde Sahâbe Kavramı, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniv. Sos. Bil. Enst. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Kahramanmaraş 2008; Ayhan Tekineş, “İslâm Medeniyetinin Kuruluşunda Ashâb-ı Kiram”, C. Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, cilt: XIV, sayı: 2, yıl:
2010, ss. 57-72; Mustafa el-A’zami, “Sahâbenin Tamamı Güvenilir İnsanlardır”, çev. Enbiya Yıldırım, Cumhuriyet Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, Sayı: 1, Yıl:
1996, ss. 315-332.
29
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
211
muhtevası, yine “onlardaki zihniyetin, iyi davranışların veya iyiliklerinin öne çıkarılması”na yöneliktir.
Kur’ân’da geçen Peygamber’e ve ona uyanlara itaate vurgu
yapan âyetlere gelince, 31 aslında geleneksel yaklaşımın, doğrudan
Asrı Saadet’e yönelik âyetleri, meselâ Hz Peygamber’in hanımlarından bahseden âyetleri mensûh veya onlar şimdi olmadığı için hükümsüz sayması gibi, bunları da mensûh veya hükümsüz sayması
gerekirdi. Ancak bunlara başka bir anlam verilmiştir:
“Allah’a itaat her daim olur, çünkü o hay ve bâkîdir. Ama Peygamber’imiz şu anda olmadığına göre, ona itaat ve ittiba nasıl olacaktır” sorusunu, “Kur’ân’a veya Risâlete” şeklinde cevaplamak yerine,
“Sünnete” şeklinde cevaplamayı tercih etmişlerdir. Kanaatimize göre
bu bir çelişki ve imkânsızlıktır. Çünkü itaat diriye ve muhataba olur.
Hz. peygamber’e itaat da ancak ve ancak o hayattayken olabilir. Öyleyse ona itaati emreden âyetlerin dönem ve bağlamlarını göz önüne
alırsak, onların sünnet ve rivâyetle değil, doğrudan onun şahsına ve
risâletiyle ilgili olduğunu görürüz. Ama ne yazık ki, bu yorum, doğrudan Kur’ân’ın emriymiş gibi algılanmış ve algılatılmış olduğu için,
ilk dönem rivâyetleri ve yorumları, sünnet ve sahâbe adına karizma
oluşturmuştur. Meselâ peygambere itaati emreden/emrettiği düşünülen 32 bu âyetlerin 33 bir kısmı, itaat etmeyenin kâfir olacağını beyan
etmektedir. Bu da bize göstermektedir ki, bu âyetler sünnete değil,
risâlete imanı; sünnete ittiba değil peygambere ittibayı emretmektedir. Kısaca demek istediğimiz, sahâbe için olan üstünlük, Hz. Peygamber zamanında yaşamakla değil, taşıdıkları misyon ve sıfatları
sebebiyledir. Bu misyon ve sıfatları haiz olan herkes, onlarla aynı
mertebe olabilir.
Sahâbenin dini anlayışları, birbirlerine bakışları, hatta Hz. Peygamber’i anlayışları, sanki hiç dikkate alınmamış gibi, İslâmî ilke ve
prensiplere ters bir anlayış geliştirildiği kanaatindeyiz. Çünkü insanBkz. Aynur Uraler, Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, Işık Yayınları,
İstanbul 2001; Cemal Ağırman, Hz. Peygamber’in Sünnetinde İtaat, Ensar Yayınları, İstanbul 2004.
32 Uraler, s. 45-150.
33 Âl-i İmrân, 3/31-32, 132; Nisa, 4/13-14, 59, 64-65, 80, 115, 136; Maide, 5/92;
A’raf, 7/158; Enfal, 8/1, 20, 24, 27, 46; Tevbe, 9/63, 71, 120; Nur, 24/47-48, 51-54;
Şuara, 26/108-110, 126, 131, 144, 150, 163, 179; Ahzab, 33/21, 33, 36, 66, 71;
Muhammed, 47/33; Feth, 48/17; Hucurat, 49/14; Mücadele, 58/9, 13; Haşr,
59/7; Teğabun, 64/8, 12, 16.
31
212
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ların Allah katında değerli olması, peygamberlerin zamanında yaşamasıyla değil, Allah’ın emir ve yasaklarına uyması, 34 imanı ve salih
ameli 35 ve bilgiye ulaşıp 36 bildiğini yaşamasıyladır. 37 Çünkü halife
olarak yaratılışı38 açısından bütün insanlara tanınan “kulluk”, imkân
ve potansiyel bakımından herkes için eşittir. Aksi bir düşüncenin, Hz.
Allah’ın adalet ve merhametine ters düşeceği açıktır. Çünkü kullarından eşitlik ve adaletle davranmasını isteyen Adil Allah’ın 39 kendisinin, buna ters davranması nasıl düşünülebilir? Meselenin Hz. Peygamber açısından değerlendirilmesinin de aynı şeyi ortaya koyacağına, aksi bir düşüncenin, onun ırkçılık ve kayırmacılık yaptığını, ümmeti arasında ayrım yapmak suretiyle daha sonraki dönemleri ötelediğini kabul etmek anlamına geleceğine inanmaktayız.
Din adamlığı konusunda müstakil bir çalışma yapan Karslı’nın, Yahudilik ve Hıristiyanlık açısından söylediklerinin tamamen
olmasa da, maalesef bir kısmının bizim için de doğru olduğunu düşünmekteyim.
“Başlangıçta tebliğ ettikleri Allah’ın ulûhiyetteki eşsizliği, vasıtasız bir şekilde kendisine ibadet edilmesi gerektiği prensiplerini zamanla kaybetmişlerdir. Dolayısıyla kendilerine tanrısal nitelikler izafe edilen birtakım araçların Allah adına devreye sokulduğu, tahrif
edilmiş dinsel sistemler hâline dönüşmüşlerdir. Böylece dinsel toplumsal bünyelerde, din bürokrasisi diyebileceğimiz “ruhânîler” hiyerarşisi oluşmuştur.
Konunun enteresan tarafı şudur ki, Allah-kul ilişkisini, tevhit
ilkesine bağlı olarak koruması gereken din bilginlerinin, zamanla
bizzat kendilerinin bu ilişkiyi temelden sarsacak şekilde “aracılar”
olarak devreye girmiş olmalardır. Kur’ân’ın, Yahudi ve Hıristiyanların, ahbar ve ruhbanını “rabler” edindiklerini bildirmesi, bu açıdan
oldukça önemli bir uyarı olarak görülmelidir. Üstelik bunun Hz.
İsa’nın tanrılaştırılmasıyla aynı bağlamda zikredilmesi konuyu daha
da düşündürücü hâle getirmektedir.”40
Hucurât, 49/13.
Beyyine, 98/7.
36 Enbiyâ, 21/7; Zümer, 39/9.
37 Saff, 61/2.
38 Bakara, 2/30.
39 Enbiyâ, 21/109; Şurâ, 42/15.
40 İbrahim H. Karslı, Kutsal Kitaplara Göre Din Adamı, TDV Yayınları, Ankara
2010, s. 17-18.
34
35
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
213
“İslâm’da esas olan ilim ve marifettir. Bilginlere, marifet ehli
olmanın ötesinde başka bir sıfat verilmez. Çünkü ruhaniyet telakkisi,
ibadetlerin hissiyât-ı rûhâniye ve vicdâniyeden ibaret olması temel
ilkesine dayanır. Bu sebeple, rızık temini gibi dünyevî işlerle meşgul
olmak, sevabı doğuracak bir ibadet olarak değerlendirilmez. Ayrıca
ruhaniyette hulûl anlayışı olduğundan, ruhânî reisliğe “mukaddeslik” ve “masumluk” izafe edilir. Bu da, onların beşerüstü kabul edilmesi sonucunu doğurur. Oysa İslâm böyle bir telakkiyi kaldırarak,
dinî mükellefiyetleri düzenlemiş ve eşitliği esas almıştır.
Yine Allah’ın huzurunda insanlar, sorumluluklarını yerine getirip getirmemelerine göre, mükâfat veya ceza hususunda eşittirler.
Diğer insanların Allah huzurunda durumları ne ise, mesleği dinle ilgili olanların konumları da odur. Dolayısıyla insanlar, ancak Allah’a
karşı duydukları sorumluluk bilinci (takva) nispetinde değerlidirler.
Bu açıdan, hiçbir sınıfın diğerlerinden farklı olarak özel bir konum ve
statüsü yoktur. Başka bir anlatımla, mesleği doğrudan dinle ilgili
olanları kutsallaştırmaya yönelik bir düzenlemeye gidilmemekte veya insanlar kutsal alana dâhil olanlar veya olmayanlar şeklinde bir
ayırıma tâbi tutulmamaktadır.”41
“Ayrıca İslâm, hiç kimseye günahtan korunmuşluk payesi
vermediği gibi hiç kimseyi dinî nasların yorumlanmasında masum ve
tek yetkili görmemiştir. Bu yüzden kimse, Allah adına veya “onun dili’yle konuşmamakta; dolayısıyla sorgulama, eleştiri ve muhalefetten
muaf tutulmamaktadır. Bu itibarla İslâm’da herhangi bir şahsa veya
otoriteye mutlak itaat söz konusu değildir; aksine dinin sarih emir ve
hükümlerine itaat etmesi beklenir. Din adına söz ve yetki sahibi olanlara, dinin emir ve buyruklarına riâyet ettikleri ölçüde itaat edilir. İnsanlar kendi aralarındaki ilişkilere de bu açıdan bakarlar; bu ilkeyi
göz önünde bulundurarak birbirlerine tâbi olur veya bağlanırlar.
Böylece itaat konusundaki meşruiyetleri, kendi kişiliklerinden değil,
ilâhî buyruklara riâyet etmelerinden kaynaklanır. Aksi takdirde onları bu görevden uzaklaştırmak, her Müslümanın sorumlulukları arasındadır. Kısaca mutlak itaat, Allah’a veya gönderdiği Kur an’a aittir,
Onun adına söz söyleyen veya yetki sahibi olduğunu iddia edenlere
böyle bir otorite verilmemektedir.”42
41
42
Karslı, s. 38.
Karslı, s. 40-42.
214
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Tefsirlerde, Allah’a karşı duyulan takva ve haşyet duygusuyla ilim arasındaki ilişkiye dikkat çekilir. Buna göre, âyette geçen âlimlerden maksat, Allah’ı ve O’nun dinini bilen kimselerdir. Onların
takva ve haşyet duyguları, ilim ve marifetleri nispetindedir. Dolayısıyla Allah’tan en fazla korkanlar, O’nu en fazla tanıyanlardır. Çünkü
bir şey hakkında saygı, onunla ilgili bilginin derecesiyle mütenasip
olur. Bir kulun Allah’a dair ilmi (ma’rifetullâh) ne kadar gelişmişse,
haşyeti de o nispette fazla olur. Bu sebeple Hz. Peygamber, “Ben sizin
Allah’tan en fazla korkanınız ve en muttaki olanınızım,” buyurmuşlardır.”
“Başka bir deyişle haşyet duygusu, bu duygunun konusu olan
varlığın tanınması nispetinde gerçekleşen dinî bir tecrübedir. Âlim
kimse Allah’ı tanır, O’ndan korkar ve O’nun rahmetini ümit eder. Bu,
âlimin derece itibarıyla abidden daha üstün olduğunu göstermektedir. Çünkü “...Allah katında sizin en üstün olanınız en muttaki olanınızdır...” buyrulmaktadır. Açıktır ki üstünlük, takva oranındadır;
takva da ilme nispetledir.”43
B. Rivâyete Dayalı Din Anlayışı: Sünniliğin benimsediği sahâbe
tanımının ve algısının asıl sebebi, dini öğretileri mümkün olduğunca
Hz. Peygamber’e dayandırma endişesidir. Sahâbe ne kadar büyük
olursa hükümleri Hz. Peygambere dayandıran hadis rivâyetleri de o
kadar sağlam olacak böylece hükümlerin referansları kuvvet kazanacaktır. Rivâyeti dinde esas alan anlayışa göre hayat, önceden düşünülerek yapılmış bir planın zamanla isabetli bir şekilde işleyişidir. Yaratanın elinden çıkmış olarak hayatın, Müslümanlık için bir izdüşümü
de, onun ‘geçmiş’te, Allah ve Rasûlü’nün kutsadığı ilk nesiller eliyle
tamamlanmış olmasıdır. Çünkü hakikat adına ne varsa hepsi geçmişte oluşmuştur, şimdide ve gelecekte hakikat aranamaz.
Bu bağlamda İşcan’ın dikkat çektiği önemli bir husus da,
Sahâbeye atfedilen dini değerin, aynı zamanda sahâbeden gelen
rivâyetleri dinin bizzat kendisi kabul eden Ashâbulhadisin değeri anlamına gelmiş olması vurgusudur. Sahâbe otoritesine dayanmak suretiyle Ashâbulhadis kendi dinî otoritelerini de meşrulaştırmışlardır.
Çünkü Ashâbulhadis, mahza “ilm” dedikleri geçmişte belirmiş “hakikat”le insanlar dünyasında aracılık (medyum) rolünü üstlenmişlerdir. Sahâbeye dayalı ilim aktarımı belki bu yüzden sadece Sahâbeyi
değil aynı zamanda hadis aktaran anlamında “âlim”i de inşa etmiştir.
43
Karslı, s. 45.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
215
Bu durum İslâm’da kendine özgü bir “din adamı” sınıfının doğuşunu
beraberinde getirmiştir.
Tüm sosyal ve siyasal topluluklar gibi, dinî toplulukların
oluşmaya başladıkları ilk aşamada, bağlılarındaki içtenlik ve manevî
heyecan farklı bir seviyede bulunur. Topluluğun veya dinin kurucusuna veya ilk davetçisine olan sadakat, hatta hayranlık en ileri noktalarda seyreder. Fakat grubun kurucusunun veya din mübelliğinin
dünyadan ayrılması ve zamanın ilerlemesiyle, manevî hatta sosyal
hayat, başlangıçtaki heyecan ve coşkusunu kaybeder ve böylece şeklî
tezahürler ve kurumlaşmaya yönelik çabalar ön plana çıkar. Mutedil
ve ölçülü bir zihniyet oluşturulur; ayin ve ibadetler belirli bir düzene
kavuşur; inanç ilkeleri formüle edilir. İşte din adamı bürokrasilerinin
bu safhada oluşmaya ve kurumlaşmaya başladıkları söylenebilir.44 Bu
oluşumun değişik sebepleri vardır: Dinî örgüt ve kurumları bürokratik usûllerle örgütlenmeye mecbur eden birinci sebep, dinin etkinlik
alanının genişlemesi, mü’minlerin çoğalması anlamında bir “büyüklük”tür. İkinci husus, dinin “yayılmacı” özelliğidir. Üçüncüsü, dinin
saldırılara “karşı koymak, kendini korumak ve taleplere cevap vermek” durumunda olmasıdır. Dördüncüsü de, dinin toplum hayatında üstlendiği sosyalleştirme, adaleti temin etme ve dinî ayinleri yönetme gibi önemli “görevlerin ve oynadığı işlevlerin yerine getirilmesi” hususudur. 45 “Dinlerin kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için,
geniş anlamıyla bir liderlik ve rehberliğe ihtiyaç duymaları sosyolojik
bir gerçekliktir. Rol ve konumları itibarıyla farklılık gösterseler de,
bütün dinlerde bu, temel bir özellik olarak dikkat çekmektedir. Dinî
önderler, kutsal metinleri yorumlamak, manevî hakikatleri insanlara
tebliğ etmek, ilâhî yasalarla hükmetmek, toplumsal ve siyasal hareketlerde öncülük yapmak gibi değişik görev ve sorumluluklar üstlenirler.”46
Bütün dinler için realite olan dinî liderliği önemli kılan diğer
hususlardan biri de şudur: “Bilindiği gibi kutsal kitaplar, yorumlar
yoluyla tarihsel bir olgu olmaktan kurtulur ve aktüel hâle gelir. Bu
açıdan, dinlerin bireysel ve toplumsal hayatta etkin olmaları için yeni
zamanlarda ve yaşanan şartlarda dinî metinlerin yeniden yorumlanması kaçınılmazdır. Dolayısıyla yorumu yapılmayan kutsal metinleWach, Joachim, Din Sosyolojisi, çev. Ünver Günay, İFAV Yayınları, İstanbul
1995, s. 435.
45 Dursun, Dâvûd, Din Bürokrasisi, İşaret Yayınları, İstanbul 1992, s. 35-41.
46 Karslı, s. 15-16.
44
216
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rin, insanın anlam dünyasına ve ahlâkî davranışlarına katacağı herhangi bir değer yoktur. İşte söz konusu bu yorumlar da din bilginleri
tarafından gerçekleştirilir. Böylece dinî anlayışların oluşmasında, din
bilginleri birinci derecede rol oynarlar. Biz “din”den bahsederken, aslında bilginlerin kutsal metinleri anlama ve yorumlama tarzlarından
söz etmekteyiz. Çünkü dinler, anlaşılan ve yorumlanan biçimleriyle
bireysel ve toplumsal hayatta varlıklarını sürdürürler. Dolayısıyla
toplumlarda din olarak kabul edilen inanç ve değerler manzumesinin
formüle edilmesi ve sunulmasında kutsal kitapları yorumlayan din
adamları belirleyici bir role sahiptirler.
Diğer taraftan dinin kitleler üzerindeki rehberlik ve yönlendiriciliği arttıkça buna paralel bir şekilde din adamlarının da toplumsal
etkinlikleri artmaktadır. Bu bakımdan her nerede dinî ve ahlâkî değerler daha etkili hâle gelmişse, orada din adamı kendisine danışılan
bir kimse olmuş ve faaliyet sahası buna paralel bir şekilde genişlemiştir. Bu açıdan dinlerin tarihî seyri ve kaderi, din adamlarının konum
ve fonksiyonlarıyla oldukça yakın bir ilişki içerisindedir. Çünkü onlar
dinî geleneğin oluşmasının öncüleridirler. Başka bir anlatımla teoloji,
metafizik, ahlâk ve diğer alanlarda dinî tefekkürün inşa edicileridirler. Aynı zamanda eğitim ve öğretim yoluyla, dinî entelektüel birikimin sonraki kucaklara taşıyıcılarıdırlar. Kutsal metinlerin bulunduğu
her yerde bu durum söz konusudur. Onların yorumlanması, içerik ve
manalarının öğretilmesi, uygulatmalarının gerçekleştirilmesi, din bilginlerinin temel sorumlulukları arasında yer almaktadır.”47
Sahâbenin otoritesine dayalı olarak geliştirilen rivâyete dayalı
din anlayışı ile bilgi aktarım yolu nakil olarak belirmiş, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi ilim, “büyüklerin ve kilise babalarının geliştirdikleri dogmanın yeni yetişenlere ezberletilmesi ve temrin ettirilmesi
olarak kalmıştır.
Şurası unutulmamalıdır ki, dinlerin tümünde, din adamlığı
hususunda ortak olan cihet, farklı bakımlardan olsa da, “aracılık” olgusudur. Kur’ân’ın bu “aracılık” rolüne, “aracı”, “kurtarıcı”, “şefaatçi”, “baba”, “oğul” vb. kavramlar açısından hiçbir türlü yer ve onay
vermediği bir gerçektir. Kur’ân’ın bu vurgusu ve çeşitli din mensupları üzerinden sunduğu örneklemeler, bu tür eğilim ve sapmaların,
diğer kültürlerde olduğu gibi, İslâm toplumlarında da her zaman görebilme ihtimaliyle de ilgilidir. Çünkü kültürel, psikolojik ve sosyolo47
Karslı, s. 16-17.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
217
jik şartların geçmiş geleneklerde meydana getirdiği gelişmelerin benzerlerini İslâm toplumunun da yaşamayacağı, toplumsal değişim48 ilkesi açısından garantisi edilemez. 49
Sahâbenin dinî otorite olarak benimsenmesiyle birlikte bilgi
(ilm), esas niteliğini değişmezliğinden almıştır. Bu, bilginin kutsallaştırılması bir bakıma ideolojik hale getirilmesi faaliyetidir. Bilgi kutsallaştırılırsa bilgiye dayalı hegemonyalara da alt yapı sağlanmış olur.
İşcan sonuç olarak, dini yaşayış ve dini bilgide sahâbe ve ilk
nesilleri kaynak olarak görme fikrinin, tarihi dinleştirerek idealleştirilmiş bir ‘altın çağ’ imajına yol açtığı, tarihin ve toplumun sanki bir
şekilde nüfuz edemediği bir zaman kesitinin varlığı düşüncesini doğurduğu kanaatindedir. Sahâbe dönemi anlayışını dinin asıllarından
biri haline getirmek, tarihi, dinin alanında kutsamakla aynı anlama
gelebilir. Halbuki iyi yaşam görüşü, soyut bir şekilde temellendirilen
bir tarih kesitine dayandırılamaz.
Burada söylenmesi gereken hususlardan birinin de, İşcan’ın
dediklerinin bir başka biçimde söylenmesi anlamında, sahâbe karizmasının aslında “metinler” yoluyla oluşturulduğudur. Yani bir bakıma İslâm düşüncesinde “metinlerin karizması” olduğunu söylemek
daha doğrudur. Çünkü sahâbeye verilen “kutsal” değer, metinler sayesinde ve vasıtasıyla geliştirilmiştir.
Bu bağlamda şu hususun vurgulanmasını zaruri görmekteyim.
Müslümanların temel referans kaynağı Kur’ân metnidir; ancak
Kur’ân’ı anlayabilmek için hadislere/rivâyetlere başvurmalıdır. Çünkü dil, kültür, tarih ve diğer başka etkenler Kur’ân’la aramıza girmiştir. Bu yüzden rivâyet malzemesi, Kur’ân’ın anlaşılması için başvurulması gerekli temel malzemedir. İlk bakışta doğru gibi görünen bu
görüşün, en problemli yanı “başvurulan bu rivâyet malzemesi”nin de
“tarihî” olduğunun gözden kaçırılmasıdır. Bu sefer, bu tarihi malzeme de anlaşılmamakta ve o tarihi malzemeyi anlamak için de yine
başka “tarihî” malzemeye müracaat edilmektedir. Böylece problemlerimiz, sürekli rivâyet malzemesine dönülerek yürütülmeye, daha
doğrusu böyle bir çözümsüzlüğe mahkum kılınmaktadır.
Toplumsal değişme, toplumun yapısını oluşturan toplumsal ilişkiler ağının, toplumsal kurumların, birey ve grup davranışlarının, toplumsal norm ve
değerlerin tarihsel olarak geçirdiği farklılaşma ve dönüşüm sürecidir.
49 Bkz. Karslı, s. 12, 36.
48
218
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Tarihin manipülasyonu, gerek klasik malzeme içerisinde ve
gerekse bu malzemenin eski veya yeni dönem kullanımında bir sanat
(retorik, hitabet) olarak var olagelmiştir. ‘Entelektüel yalancılık’ zehri
ile geçmişin az ya da çok keyfi ve yanıltıcı ‘yeniden inşası’ arasındaki
boşluk hala çok geniştir. Zaten eğer kasten yapılmıyorsa tarih yazıcılığı ile ilgili her tartışmanın kuşkuya dayanması da sık görülen bir
durumdur. 50 Bu yüzden sosyal bilimler ve tarih alanında yapılan
herhangi bir çalışmanın ihtiva ettiği kusurlar ne ise, genelde ilahiyat
ve özelde de Siyer/İslâm Tarihi alanındaki çalışmaların da aynı kusurları ihtiva ettiğini kabul etmelidir. Ancak şu da var ki, aslında çoğu şey, sonuçta kendimize ait ‘kabuller’den ibaret kalmaktadır. Ele aldığımız ve tenkit ettiğimiz hususlardan birçoğu, öncekilerin; diğer
yandan bizim çalışmalarımızdakiler de, bizim kabullerimizin bir yansımasıdır. Meselâ bu kabullerimizin bir kısmı olan Allah Rasûlü hakkındaki algı, inanç ve kanaatlerimiz, örnekliğinden, mükemmelliğinden, dava adamlığından ve en önemlisi Yüce Allah’ın Elçisi olduğundan asla şüphe etmediğimiz Hz. Muhammed’in çağdaş dünyada
anlaşılması ve algılanmasına bir katkı olması derdiyle kaleme alınmaktadır.
Resmi ve geleneksel olan söylemlerin, ikna etmekten çok
memnun etmeyi hedeflediğini söylemek mümkündür. Halbuki bir
konuyu araştırmaya başlamak, zaten tartışmayı da başlatmak demektir. Tarihin tartışmacı karakteri, eleştiriyi de beraberinde getirdiğine
göre, ister istemez ele aldığımız kaynak, bilgi ve rivâyetlerin yeniden
konuşturulması söz konusu olacaktır.51 Elimizdeki kaynak ve belgelere yukarıda bahsettiğimiz gibi iki türlü bakabiliriz. Bir kısmı hiç işlenmemiş tarihi kayıtlardır. White’a göre işlenmemiş kayıtların kavramsallaştırılma düzeyi, henüz başlangıç aşamasındadır. Bu anlamda
siyer, tarih ve hadis metinlerini işlenmemiş kayıtlar olarak kabul etmek mümkün görünmemektedir. Eğer bunların işlenmemiş ve her
dönemde işlenmeyi bekleyen evrensel kayıtlar olduğu iddia ediliyorsa -ki böyle olduğunu iddia edenler de çoğunluktadır- bu malzeme,
bugün de yarın da işlenmeye ve kavramsallaştırmaya devam edilecektir ve bu esnada oluşan kavramsallaştırma da tartışılacaktır. Yok,
eğer işlenmiş malzeme olduğu iddia ediliyorsa, bu durumda zaten
Bkz. François Bédarida, “Tarihsel Pratik ve Sorumluluk”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, s. 13.
51 Bkz. Paul Ricceur, “Tarih ve Retorik”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu,s.
21-22.
50
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
219
tartışılan şey de, yapılmış ve yapılmakta olan bu işlemenin ve kavramsallaştırmanın bizzat kendisidir. Yani işlenmemiş bu malzemeye
kendi damgamızı vurup onu şekillendirmekteyiz ve bu yaptığımızı
tartışmaktayız veyahut varsa üzerindeki bir damganın mahiyetini irdelemekteyiz.52
Resulullah ve ilk dönem İslâm tarihi hakkındaki tüm
rivâyetlerle ilgili olarak, İlahiyatçılar arasında meydana gelen eski ve
yeni tartışmaların temelinde, kaynaklarda yer alan bilgilerin tamamının ‘gerçek kabul edilmesi’nin yattığına inanmaktayım. Bu şekildeki
tüm rivâyetler ve yazılı metin ‘gerçek’ kabul edildiği ve bu kabulle
gelen bilgiler ‘din’, ‘peygamberlik’, ‘Peygamberimiz’ ve “Sahâbe”
hakkında imaj oluşturduğu için böyle bir problem ortaya çıkmaktadır. Kanaatimizce bir tarihçi açısından bu problemin sebebi açıktır:
“Tarih, öncelikle sorun üretir, çözüm değil.” 53 Buna göre bizzat
Kur’ân metninin sıhhati hariç, Kur’ân ve tefsiri etrafındaki anlayışlar,
tüm hadis metinleri ve şerhleri ile siyer-tarih kitapları, hepsi tarihîdir.
Tarihî olan ise ancak sorunlu ve tartışma sebebidir. Tüm iddia ve delillerini tarihten getiren ilahiyatçıların, hangi alanda olursa olsun tartışmalarını bitirmesi mümkün görünmemektedir. Çünkü tüm konulardaki anlatının, her türlüsünde ve hatta Kur’ân’da yer alan konularda,
‘Araplar’ın tüm altyapı veya arkaplanının bulunduğu, hiçbir çalışmada
red ve ihmal edilemeyecek kadar önemlidir: Bunlar dinsel, sosyal, siyasal, kültürel, edebî, sanatsal vs. arkaplanlardır.
Genelde ilahiyatçılık özelde de siyer/tarih yazıcılığı, kendisini
doğuran hayranlığa olduğu kadar lanete de neden olan, düzenli olarak sorgulanan ve hiçbir zaman çözümlenmeyen, ‘tarih, gelecek ve
kehanet’ arasındaki bir sürekli ‘gerilim’in meyvesidir. Bilişsel boyutu,
değerlerle, yan tutmalarla, bilimsel olmayan veya bilimsellik öncesi
tercihlerle iç içe, duygusal boyutla temas ve kaynaşma halinde olan
sui generis (türüne özgü) bir bilimsel faaliyettir.54
Bkz. Ricceur, s. 30.
Bédarida, “Tarihsel Pratik ve Sorumluluk”, Tarihçinin Toplumsal Sorumluluğu, s. 10.
54 Bkz. Nicola Gallerano, “Tarih ve Tarihin Kamusal Kullanımı”, Tarihçinin
Toplumsal Sorumluluğu, s. 120.
52
53
220
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sonuç ve Öneriler
İslâm, ilâhî lütfa mazhar olmaları açısından insanlar arasında
herhangi bir ayırıma gitmez. Başka bir ifadeyle, “ruhânîler” ve
“ruhânî olmayanlar” türünden bir farklılaşmayı kabul etmez. Dolayısıyla ilâhî lütfü celp etme veya -ifade yerindeyse- onu harekete geçirme konusunda, diğerlerine göre sırf Hz. Peygamber’in döneminde
yaşamaktan kaynaklanan daha imtiyazlı bir konuma sahip herhangi
bir sınıf söz konusu olmamalıdır.55 Sahâbenin uygulamasını, Kur’ân
ve sünnetin anlaşılmasında yegâne doğru ve tek ölçü olarak kabul
etmek mümkün değildir. İlke olarak, bu durumu tarihin belli bir kesitinden ‘örnekler’ olarak değerlendirmeliyiz. Çünkü Kur’ân, tarihin
her döneminde uygulanabilir özelliktedir ve bu durum Kur’ân’ın belli bir tarihsellikte hayata geçirilmesi yani topluma mal edilerek kültür
ve medeniyete dönüştürülmesidir.Sahâbenin icmaı da, belli bir dönemdeki İslâm topluluğunun sorunlarını çözmedeki yollarının bir
örneği olarak ele alınmalıdır. Her ne kadar ilke olarak “mevrid-i
nasda, içtihada mesağ yoktur” denmişse de, bizzat içtihat metotları
ve sonuçları, aslında nasların her dönem işletilmesi ve asrın idrakine
sunulması olarak karşımızda durmaktadır.
Tekliflerim şunlardır:
1. Sahâbe tarihi ele alınırken bir bütün olarak yani sadece hadis
tarihi açısından değil, tefsir, fıkıh, mezhepler ve İslâm tarihi anabilim
dallarının bütünü gözetilerek araştırma yapılmalıdır.
2. Sahâbe tanımı, hali hazırdaki genellemeci yaklaşım
terkedilerek, Hz. Peygamber’in ve sahâbe arasındaki ayrım ve
tariflemenin de dikkate alınmasıyla yeniden yapılmalıdır.
3. Anlatılar, mitlerden, efsanelerden ve vaiz/kussas türü konulardan ayırdedilerek yeniden irdelenmelidir.
4. Gerek sünnet gerekse sahâbe uygulaması, Kur’ân’ın biricik
uygulaması olarak değil, belli bir dönemdeki uygulamalar olarak
alınmalı ve yapılacak akademik araştırmalarda bu uygulamalardaki
ilkeler göz önünde bulundurulmalıdır.
55
Karslı, s. 38.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
221
EK:
Havârilerin Rahiplik Karakteri56
Hıristiyan kaynaklarına göre Mesih İsa, havârilere bu kutsal
rahiplik görevini intikal ettirmiştir. İncillerin bize anlattığına göre o,
yeryüzündeki kutsal görevini yerine getirdiği dönemlerde, Tanrı’nın
Krallığı’nı duyurma konusundaki misyonuna bazı taraftarlarını ortak
etmiştir.
Havâriler, İsa’nın temsilcileri olduklarından, onu örnek alacak
ve hayatında yaptıklarını uygulayacaklardı. Kabul edildiğine göre,
onların ilâhî yetkiyle günahları bağışlayabilmeleri, İsa’nın kendilerine
verdiği yetkiden kaynaklanmaktadır. Konu şu şekilde dile getirilmektedir: “İsa yine onlara dedi: Size selâmet! Baba beni gönderdiği gibi,
ben de sizi gönderiyorum. Kimlerin günahlarını bağışlarsanız, onların günahları bağışlanmış olur...”
Mesih İsa’ya atfedilen bu ifadeler, bir diğer açıdan havârilerin
Hıristiyan geleneği içerisindeki otoritelerine vurgu yapmaktadır.
Hatta onlar, İsa’nın sözcü ve vekilleri olarak, Kilise’de emirler vererek ve yetkililer atayarak, onun verdiği otoritenin alanını daha da genişlettiler. Bu bağlamda havâriler, yaptıkları amelleri veya öğrettikleri inanç ve pratikleri, Mesih’in ve Kutsal Ruh’un bahşettiği hakikatler
ve bilgelikler olarak gördüler. Dolayısıyla kendilerine karşı çıkılmasını, Tanrı gazabını gerektirecek günahlar olarak anlatmaya başladılar.
Havârilerin rahipliği konusunda, Pavlus’un (MÖ 5/10-MS
62/67) mektupları da bazı bilgiler içermektedir. Buna göre o, kendi
rahipliğinin beşerî bir teşebbüs sonucu olmadığını, Tanrı’nın iradesiyle Mesih İsa’nın elçisi olmaya çağrıldığını ifade eder. Dolayısıyla
Mesih uğruna elçilik yaptığını ve Tanrı’nın kendisi vasıtasıyla insanları davet ettiğini belirtir.
Yine Pavlus, rahiplik görevini yerine getirmede yeterliliğin
Tanrı’dan olduğunu ve Kutsal Ruh’un desteği sayesinde bunu gerçekleştirdiğini ifade eder. Korintoslulara yazdığı mektuplarda,
“İsa’nın kendisinde konuştuğu” ve “ilâhî yetki” sahibi olduğu iddiasını tekrar ettiğini görmekteyiz.
56
Karslı, s. 200-202.
222
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Pavlus, Kilisenin kendi otoritesini cemaat üzerinde tam olarak
sağlaması için aforoz yetkisini kullanmasını emretmektedir. Onun
düşüncesinde aforoz, en önemli yaptırım yetkilerinden biri olup Kilise birliğinin sağlanmasına yönelik önemli ve caydırıcı bir cezadır.
Buna ilave olarak Kilise, kendi otoritesini sosyal ahlâkın sağlanması
için kullanmalı ayrıca aykırı davrananlar başta olmak üzere, öğretilere kulak asmayanları aforoz etmelidir.
Yahudilerin Din Adamlarını Tanrılaştırmaları 57
Tevbe, 9/31’in tefsiri sadedinde yukarıda naklettiğimiz 58 Adiyy
b. Hâtim’le ilgili rivâyetin “yorum çerçevesi”ni biraz daha genişletmemiz mümkündür: Bilindiği gibi burada Hz. Peygamber, Hıristiyan
olan bu şahsın itirazına cevap vermekte ve din büyüklerinin, Allah’ın
koyduğu emirlerle çelişecek şekilde hüküm vermelerinin, diğer insanların da sorgulamadan bunlara itaat etmelerinin, onları rableştirmek anlamına geldiğini ifade etmekteydi. Hz. Peygamber’in Hıristiyanların şahsında yaptığı bu tespit, Yahudilere de uygulanabilir.
Çünkü tefsirlerde konu bu şekilde ele alınmaktadır. Ancak onlarda
bu durumun nasıl gerçekleştiğine dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Hz. Peygamber’in tespitlerini de dikkate alarak, din adamlarının tanrılaştırmasını, Yahudi tarihi açısından şu şekilde izah etmemiz
mümkündür: Bilindiği gibi, Kur’ân’ın nazil olduğu dönemleri de
kapsayacak şekilde, MS II-VII. asırlar Talmudik Yahudiliğin oluştuğu
ve sistemleştiği dönemlerdir. Bu süreçte, Yahudi din adamları, oldukça önemli bir rol oynamıştır. Bunlar, Tevrat gibi kutsal kabul edilen sözlü geleneği nakletmişlerdir. Bu geleneğin, Sina Dağı’nda Tevrat’la birlikte Hz. Musa’ya verildiği ve sözlü olarak sonraki dönemlere nakledildiği kabul edilir. MS 220’de, söz konusu şifahî gelenek derlenerek Mişna oluşturulmuştur. Bu konuda din adamları tek yetkili
Karslı, s. 264-266.
Soylu bir Hıristiyan kabilesinden gelen Adiyy b. Hâtim, bir defasında,
Tevbe sûresini okumakta olan Hz. Peygamber'in huzuruna gelir. Hz. Peygamber, Tevbe, 9/31. âyete gelince, okumasını keser. Adiyy b. Hâtim, “Biz
onlara, yani din adamlarına ibadet etmiyorduk” der; bunun üzerine Hz. Peygamber şu cevabı verir: “Allah'ın helâl kıldığını onlar haram, haram kıldığını helâl
kılmıyorlar mıydı? Siz de bu konularda onlara tâbi olmuyor muydunuz?” Adiyy b.
Hâtim, “evet” diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “işte bu, onlara ibadet etmektir” der.”
57
58
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
223
kimselerdi. Onlar olmadan kutsal bir metnin anlaşılması ve tefsir
edilmesi mümkün değildi. Hukuku ve teolojiyi oluşturma bütünüyle
onların yetkisindeydi. Bir rabbinin görevi icabı geleneğin yorumlanması yoluyla elde ettiği bilgiler, Hz. Musa’ya vahyedilen kutsal metnin bir parçası gibi kabul ediliyordu.
İşte, âyette geçen tanrılaştırmayı, hadisin belirttiği çerçevede
anlayacak olursak, şu sonuca varıyoruz: Rabbânî Yahudiliğin oluşup
sistemleştiği bu dönemlerde, tek yetkili kimseler olarak din adamları,
naslardaki bazı ilâhî gerçekleri ters yüz ederek, birtakım düzenlemelere gitmişlerdir.
Diğer taraftan gelenekte, Yahudi din adamlarına birtakım kutsal nitelikler izafe ediliyordu. Şöyle ki, bir Yahudi din adamı, hem
yazılı hem de sözlü vahyi bünyesinde barındıran mukaddes bir kişiydi. Hatta o, bir bilgin olarak Yahudi geleneğinde Tevrat’ın ete kemiğe bürünmüş şekli olarak saygı görürdü. Bu yönüyle o, Tanrı suretinde yaratılmış mukaddes bir varlıktı. Onun davranışları sadece
doğru değil, aynı zamanda tanrısaldır. Tevrat’ın olağanüstü potansiyelini taşıdığından, maddî ve manevî güçlere sahiptir. Doğal olarak o
birini takdis edebilir veya onu lanetleyebilirdi. Hatta insanları ve
hayvanları yaratabilirdi. Yine o çok kolay bir şekilde Tanrı ile iletişim
kurma gücüne sahipti.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, rabbânî geleneğe göre, bir Yahudi
din adamı sadece dünyevî hayat üzerinde etkin olmakla kalmaz; aynı
zamanda metafizik âlemin düzenine de müdahale edebilir, böylece
onun işleyişi konusunda etkili olabilirdi. Eğer olağanüstü bir karizmaya sahipse, Tanrı’nın gerçek varlığını ifade eden Şakinah
(Sekîne)’nin yüzünü görebilirdi. Bu potansiyeliyle o, insanların maruz kaldıkları kötülükleri giderebilir, onların acılarını ve hastalıklarını dindirebilir, kötü kaderlerini değiştirebilirdi. Yine o, tabiat olaylarına müdahale edebilir; meselâ yağmur yağdırabilir veya insanları
kıtlığa maruz bırakabilirdi. Tersi de söz konusu olabilirdi. Yani tarım
ürünlerinin verimini artırabilir veya lanet ederek bereketi giderebilirdi. Ayrıca o, meleklerle iletişim kurabilir; onlarla görüşüp mesajlar
alabilirdi. Yine potansiyeline bağlı olarak cinlerle temasa geçebilir;
hatta ölülerle herhangi bir zorlukla karşılaşmadan kolaylıkla konuşabilirdi.
224
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hıristiyanların Din Adamlarını Tanrılaştırmaları 59
Tefsirlerde, ruhban sınıflarının dinî hükümlerde yaptıkları değişikliklere Hıristiyanlık bağlamında temas edilir. Buna göre onlar,
diledikleri kimselerin günahlarını affetme, dilediklerini Allah’ın
rahmetinden mahrum etme, Katoliklikte papayı masum kabul etme,
dolayısıyla onun emir ve yasaklarına kaçınılmaz olarak itaat etme vb.
hususları dinî emirler arasına ilave etmişlerdir. Müfessir er-Râzî, bu
örneklerden hareketle, din adamlarına Allah’ın emirleriyle çelişecek
tarzda itaatin, Allah’ı inkâr etmek anlamına geldiğini belirtmektedir.
Seyyid Kutub ise, âyetin sonunu dikkate alarak bu tür fiilleri şirk olarak değerlendirmektedir.
Diğer bir yorumda, din adamlarının tanrılaştırılması konusu,
kendisinden önce gelen âyetle izah edilmektedir. Buna göre Yahudiler Uzeyr’in, Hıristiyanlar da İsa’nın Allah’ın oğlu olduklarını söylemişlerdir (Tevbe, 9/30). Bu ise onları tanrılaştırma manasına gelmektedir. Yahudilerin ve Hıristiyanların ileri sürdükleri görüşlerden şu
netice ortaya çıkmaktadır: Her iki dinî topluluk da, itikat itibarıyla
bazı din adamlarını “rab”lik mertebesine çıkarıyor, böylece isim ve
sıfatlarında tek ve benzersiz olma niteliğini sadece Allah’a tahsis etmemiş oluyorlardı.
İlk Hıristiyanlar, yalnız Allah’a ibadet edip O’na tapınıyorlardı. Ancak sonrakiler, Hz. Meryem, havâriler ve Hz. Yahya örneklerinde olduğu gibi, azizlerin resimlerine (ikon) tapındılar. Dolayısıyla
rubûbiyetin temel niteliklerinden biri olan secdeyi bu varlıklara yaptılar; sıkıntılı zamanlarında onlardan yardım talebinde bulundular.
Hıristiyanlara göre azizler, olağanüstü hâllere sahip ve şefaat
yetkisi bulunan kimselerdi. Onlar şefaati, Tanrıya yapılan vasıtalı bir
ibadet saydılar. İbadet edilen varlıkların başında da, Tanrı’nın annesi
olduğu iddia edilen Meryem gelir. Meryem kültü, V ve VI. asırlarda
Şark’ta başladı; sonraları Garp’ta yerleşti. Ayrıca din uğrunda ölenlerin ve azizlerin tazimiyle beraber, onlardan kalan eşyalar da kutsanmaya başlandı. Protestanlar hariç, diğer Hıristiyanlar bu tazime devam ettiler. Günlük hayatın sunduğu endişeler içinde azizler, kendilerine güvenilecek yakın kurtarıcılar olarak kabul edildiler. Onların
fonksiyon alanları sınırsızdı. Tanrı ile insan arasına konmuş aracılar
olarak görülmekteydiler.
59
Karslı, s. 266-269.
MÜZÂKERE, M. H. PALABIYIK
225
Hıristiyanlıkta rahipler, din adamları sınıfının en alt tabakasını
oluşturmaktadır. Dolayısıyla, âyette belirtildiği şekliyle, onların rab
edinilmesi, üst tabakalarda bulunan patrik ve diğerlerinin rab edinilmesini daha öncelikli hâle getirir. Zira yazılı olsun olmasın, rahipler söz konusu üst rütbelilerin yasalarına uyarlar. Avam da aynı şekilde, yazılı olmasına gerek kalmaksızın, rahiplerin koydukları kurallara tâbi olurlar. Yine Katolik ve Ortodokslar, havârilere, elçilere ve
azizlere, bu şekilde isimlendirmeseler de, ibadet ederler. Bu sebeple,
kiliselerde onların resim ve heykellerini bulundururlar.
Tefsirlerde yapılan bu yorumlara ilave olarak şu görüşleri de
ileri sürmek mümkündür: Bilindiği gibi, Kilisenin oluşum sürecinde,
ruhbanlık sınıfının meşrulaştırılmasına yönelik birtakım dogmalar
oluşturulmuştur. Mesih İsa’dan kutsal yetki alındığı, insanları bağışlama, cezalandırma ve aforoz etme salâhiyetinin kendilerine verildiği, dinî ayinlerin mutlaka ruhban aracılığıyla yapılması gerektiği, Kilise aracılığı olmadan kurtuluşun mümkün olmayacağı, aksi takdirde
tanrısal inâyete nail olunamayacağı bunlardan bazılarıdır. Diğerleri
de, Roma Katolik Kilisesi’nin başı olarak papanın masum kabul edildiği, yanılmaz kararlar verdiği, Kitab-ı Mukaddes’in yorumunda tek
yetkili olduğu, Kiliseye itaatin mutlaka gerektiği, yoksa Mesih İsa’ya
isyan etmek anlamını taşıyacağı şeklinde sıralanabilir.
Hz. İsa sonrasında, Kilise hiyerarşisinin oluşum sürecinde geliştirilen bütün bu iddialar, aslında ruhban sınıfının tanrılaştırıldığına
dair yukarıda naklettiğimiz Kur’ânî tespitin teolojik temellerini oluşturmaktadır. Kur’ân burada ruhban sınıfı ve Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasını beraber zikretmektedir. Aslında, tanrısal yetki ve niteliklere
sahip olma bağlamında, Hıristiyanların, Mesih İsa’yı, din adamlarıyla
aynı konum ve kategoride görmedikleri açıktır. Kanaatimize göre
bunların beraber zikredilmesinin sebebi, ruhban sınıfının tanrılaştırılmasının esas kaynağını, Hz. İsa’nın tanrılaştırılması doktrininden
aldığına işaret edilmektir. Başka bir anlatımla, burada, yegâne başrahip olduğu iddia edilen Mesih İsa, havâriler yoluyla sadece bu kimliğini değil, aynı zamanda tanrısal vasfını da sonrakilere aktardığı ima
edilmektedir.
Sonuç olarak şunları söylememiz mümkündür: Burada incelediğimiz Tevbe, 9/31’deki beyanlardan anlaşıldığına göre, Yahudi ve
Hıristiyan din adamı sınıfı kendi halkları tarafından tanrılaştırılmakta ve onlara kulluk edilmekteydi. Böylece onlar, bir kayda bağlı olmaksızın hükümler koyan, aşırı saygı duyulan, dilediklerini affeden
226
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
veya Tanrı’nın rahmetinden mahrum bırakan, kendilerine sığınılan,
tabiatüstü güçlerle iletişimi olan kutsal varlıklar olarak görülüyordu.
Sonuçta din adamı bürokrasisine ilgili bütün bu inanç ve anlayışlar,
halkı kendilerine itaate zorlama, fikir ve inançları üzerinde etkili olma, onları yargılama gibi özelliklere sahip olmalarına yol açmıştır.
Ehl-i kitap din bürokrasisinin sahip oldukları bu yetkileri, Max
Weber’in tanımladığı “karizmatik otorite” çerçevesinde değerlendirebiliriz. Çünkü burada, insanın olağanüstü ve Tanrı vergisi bir kişiliğe sahip olduklarından bahsedilmektedir. Böyle bir kimseye, insanların, kutsallığına, kahramanca gücüne, örnek kişiliğine ve ortaya
koyduğu düzene olağandışı bir biçimde kendilerini adamaları söz
konusudur. İnsanlar onların olağanüstü kişisel özellikler taşıdıklarına
inanmakta ve onlara itaat etmektedirler. Dolayısıyla Ehl-i kitap halklarının terbiye etme vasfını din adamı sınıfına izafe etmeleri, aldıkları
ilhama göre hareket ettiklerine inanmaları, yine sıradan insanların
ulaşamadığı ilâhî kökenli örnek vasıfları onlara izafe etmeleri, karizmatik otorite tanımlaması çerçevesinde değerlendirilebileceğini göstermektedir.
TARTIŞMALAR
Serbest Müzâkere
Prof. Dr. Zekeriya GÜLER (Oturum Başkanı)
Tebliğini sunan Ömer Özpınar Bey'e teşekkür ediyorum. Ömer
Bey'in doktora tezi "Hadis edebiyatının teşekkülü". Özellikle tebliğinin üçüncü bölümünde İmam-ı Buharî'nin bab başlıkları üzerinde
döneminin siyasî ve fikrî hareketlerinin etkisi olmuş mudur? sualine
cevap aramaya çalıştı. Bu tebliğ zannederim tezinde geçen bu bölümün geliştirilmesinden ibaret
Tebliğinde belirttiği gibi Buharî'deki hadislerin seçiminde bazı
istilahların dönemiyle ilgili itikadî, siyasî ihtilafların tesiri olmuş mudur? Benzer bir tesbit tebliğinde de göze çarpıyor. Yani bir reddiye
olarak tertip edilmiştir. Tebliğinin odak noktasını burası oluşturuyor.
Yani bu tür çalışmaların çıkışı mezhebîdir, siyasîdir, itikadîdir.
Müzakereci Mehmet Efendioğlu Bey yakın tarihte "arap olmayan sahabiler" kitabını neşretti. Ashabla alakalı çok ciddi çalışmaları
olan bir arkadaşımız.
Yrd. Doç. Dr. Ömer Özpınar'ın Müzakereciye Cevabı
Mehmet Efendioğlu Bey'e katkılarından ve müzakeresinden
dolayı teşekkür ediyorum. Ben bu hadis edebiyatının ortaya çıkmasının sebeplerini şöyle sıraladım.
1. Hem uydurma rivayetlerin önüne geçmek.
2. Hem kayıp olan rivayetleri ortaya koymak.
3. Hem sahabe karşıtı fikirlerle mücadele etmek diye zaten üç
başlığı teker teker söyledim.
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI
Mithat ESER
Giriş
Arapça’da “sahıbe, yashâbu, sahâbeten ve suhbeten” fiili bir
kişiyle birlikte bulunma, dost ve arkadaş olma1, “bir kimseyle husn-ü
ülfet idüb yâr ve hemdem olmak” manasınadır. 2 Es-sâhib ise; insana,
hayvana, mekâna veya zamana mülâzemeti olan kişi 3 anlamında
sahıbe fiilinden ism-i fâildir. Bu kelimenin cem´ileri ise ashâb, asâhîb,
suhbân, sıhâb, sahâbe, sıhâbe ve sahbtır.4
Kur´andaki kullanımları dikkate alındığında 5 bu fiilin daha çok
beraber yaşamayı, bir arada bulunmayı ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Nitekim Yüce Allah’ın Mekkeli müşriklere hitaben, Hz. Peygamber
hakkında birkaç defa ‘sâhibüküm’ ifadesini kullanması 6 onun epey
zamandan beri bir arkadaş gibi görüşüp konuştukları ve pek iyi tanı-

Yrd. Doç. Dr., Alparslan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, Trs.IV/2400-2401.
2 Asım Efendi, Kâmus Tercemesi Okyanus, İstanbul, 1305, I/335.
3 Ebu’l-Bekâ, Külliyât Mu´cem fi’l-Mustalehât ve’l-Furûkı’l-Luğaviyye, Thk:
Adnân Dervîş-Muhammed Mısrî, 2.baskı, Beyrut, 1413/1993, s. 558-559.
4 Cevherî, Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, Thk: Ahmed Abdülgafîr
Attâr, 4.baskı, Beyrut, 1990,I/161; İbn Manzûr, a.g.e., IV/2400-2401; Zebîdî,
Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, Mısır, 1306, I/332; Ebu’l-Bekâ, a.g.e., s.
558-559; Asım Efendi, a.g.e., I/335. Buralarda ashâb kelimesinin aslında
masdar olduğunu söyleyen dil âlimleri de vardır.
5 Nisâ 4/36; Tevbe 9/40; Kehf 18/34,37; Kamer 54/29; Yûsuf 12/39,41; Zâriyât
51/59.
6 Sebe 34/46; Necm 53/2; Tekvîr 81/22; A´raf 7/184.
1
230
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
dıkları7 birisi olduğunu vurgulamak için olsa gerektir. Yine Hz. Peygamber’in en yakın dostu Hz. Ebû Bekir için Allah Teâlâ’nın “sâhib”
ifadesini kullanması 8 ve “Musa’nın ashâbı” tamlamasının 9 da uzun
süre birlikteliği ifade etmesinden harekeketle Bünyamin Erul şöyle
demektedir: “Kanaatimizce bu iki âyette geçen sahib ve ashâb ifadeleri daha sonra hadis literatüründe ıstılahlaşan sahâbî ve ashâb tabirleriyle aynen örtüşmektedir. Hatta biz bu ifadelerin Araplar arasındaki yaygın olan kullanımından çıkartılıp, yalnızca Hz. Peygamber’in
inanan arkadaşlarına özel bir isim olarak tahsis edilerek kavramlaşmasında bu iki âyetteki kullanımların ışık tutmuş olabileceğini düşünüyoruz.”10
Hadis rivâyetlerinde de sahâbî kelimesi dostluğu, arkadaşlığı,
uzun süre birlikteliği ifade etmektedir. Hz. Peygamber, Hz. Ebû Bekir’i sohbeti ve malı konusunda insanların en emini olarak görmekte11 İbn Abbâs, suikasta uğradığı sırada Hz. Ömer’e “Ey mü’minlerin
emiri, her ne kadar bu vukû bulduysa da sen Rasûlullah ile sohbet ettin ve sohbetini de güzel yaptın ve O, dünyadan senden hoşnut olarak ayrıldı. Sonra Ebû Bekir ile sohbet ettin ve onunla da sohbetini
güzel yaptın.” demekte12, Velid’i şikâyet etmek üzere halife Hz. Osman’a gelen bir sahâbî “Sen Rasûlullah ile sohbet ettin ve onun yolunu gördün.” deyince O, “Evet dediğin gibi ben iki defa hicret ettim,
Rasûlullah ile sohbet ettim, ona bîat ettim. Vallahi, Allah onu katına
alıncaya kadar ona ne isyan ettim ne de onu aldattım.” karşılığını
vermiştir.13
Sahâbî kelimesinin kullanılışı ile ilgili tabakatlara (biyografik
eserlere) baktığımız zaman ise bu kullanımın farklılaştığını ve
Rasûlullah ile her görüşen kimseye ‘Lehû suhbetün’ ifadesinin kullanıldığını müşahede etmekteyiz.14
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur´an Dili, Sadeleştirenler:
İsmail Karaçam vd. İstanbul, 1992, IV/182.
8 Tevbe 9/40.
9 Şuarâ 26/61; Yunus 10/7,84.
10 Bünyamin Erul, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999, s. 1-2.
11 Buhârî, Menâkibu’l-Ensâr 45, Ashâbu’n-Nebiyy, 2.
12 Buhârî, Ashâbu’n-Nebiyy, 6.
13 Buhârî, Ashâbu’n-Nebiyy, 7, Menâkibu’l-Ensâr, 37.
14 İbn Abdilberr, el-İstîâb fi Ma´rifeti’l-Ashâb, Thk: Ali Muhammed Becâvî,
Beyrut, 1412; İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fi Ma´rifeti’s-Sahâbe, Kahire,
3319/1970; Zehebî, Siyeru A´lâmi’n-Nübelâ, Thk: Şuayb el-Arnavûd7
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
231
Sahâbe kelimesinin ıstılâhî manası konusunda da hadisçiler ile
bazı usûlcüler ikiye ayrılmışlardır: İbnu’l-Medînî (234/848),15 Ahmed
b. Hanbel (241/855), 16 Buhârî (256/870), 17 Ebû Dâvûd (275/888) 18 vb.
hadisçiler 19 Hz. Peygamber’i gören ve müslüman olan herkesin
sahâbî olduğunu söylemekte, İbn Hacer (852/1448) ise “Vakıf olduklarımın en sahihi sahâbînin, Hz. Peygamber’e mü’min olarak mülaki
olan ve İslâm üzere ölen kimse olmasıdır.” 20 demektedir. Ebu’lHüseyin el-Basrî (436/1044) Bâkıllanî (403/1012), Mâzerî (536/1142)
Abdul´alî Muhammed b. Nizâmuddin (1180/1766) Leknevî
(1304/1887)vb. usûlcüler bir kimsenin sahâbî olabilmesi için Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte bulunmasını, onu uzun süre dinleyip
ondan bilgi almasını ve ona ittiba etmesini gerekli görürler.21
Muhammed Naîm, 9. baskı, Beyrut, 1413; İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî
Temyîzi’s-Sahâbe, Thk: Ali Muhammed Becâvî, Beyrut, 1412/1992.
15 İbn Hacer, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahihi’l-Buhârî, Thk: Muhammed Fuâd
Abdulbâkî-Muhyiddîn el-Hatîb, Beyrut, 1379, VII/7; es-Sehâvî, Şemsüddin
Muhammed b. Abdirrahim (902/1497), Fethu’l-Muğîs Şerhu Elfiyeti’l-Hadîs
(I-III), Thr: Salâh b. Muhammed, Beyrut, 1417/1992, III/79.
16 Hatîb el-Bağdâdî,Ebû Bekr Ahmed b. Ali (463/1071), Kitabü’l-Kifâye fî
Ilmi’r-Rivâye, Haydarâbâd, 1357, s. 69; İbnu’l-Esîr, a.g.e., I/19; Alâî, Halil b.
Keykeldî b. Abdillah Salâhuddin (761/1360), Münifü’r-Rutbe limen Sebete
lehu Şerîfi’s-Suhbe, Thk: Muhammed Süleyman Eşkar, Beyrut, 1412/1991, s.
33; Sehâvî, a.g.e., III/79.
17 Buhârî, Ashâbu’n-Nebiyy, 1 ; İbnu’l-Esîr, a.g.e., I, 19 ; İbn Salâh, Ulûmu’lHadîs, Thk: Nûreddin Itr, Haleb, 1386/1966, s. 263; Alâî, a.g.e., s. 34.
18 Alâî, a.g.e., s. 34.
19 İbn Salâh, a.g.e., s. 263; Alâî, a.g.e., s. 34; Suyûti, Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi
Takrîbi’n-Nevevî, Thk: Abdulvehhâb Abdullatîf, 2.baskı, Mısır, 1285/1966,
II/208; et-Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (1158/1745), Keşşâfu Istılâhâti’lFünûn (I-II), Nşr: Ahmed Cevdet, İstanbul, 1317, I/889; Zebîdî, Zeynüddin
Ahmed b. Ahmed, Sahih-i Buhârî Muhtasar Tecrid-i Sarih Tercemesi, Trc:
Ahmed Naim, 10. baskı,I/13 ; Nevzat Aşık, Sahâbe ve Hadis Rivâyeti, İzmir,
1981, s. 15
20 İbn Hacer, İsâbe, I/10.
21 Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu´temed fi Usûli’l-Fıkh, Neşr: Halil Meys, Beyrut, 1403/1983, II, 172; Hatib el-Bağdâdî, a.g.e., s. 51; İbnu’l-Esîr, a.g.e., I/19; İbn
Hacer, a.g.e., I/11; Abdul´alî Muhammed b. Nizâmuddin el-Ensârî,
Fevâtihu’r-Rahamût bi Şerhi Müsellemi’s-Subût, Mısır, 1324, II/158; Leknevî,
Tuhfetu’l-Ahyâr bi İhyâi Sünneti Seyyidi’l-Ebrâr, Talik: Abdulfettâh Ebû
Ğudde, Haleb, 1412/1992, s. 63; Hayri Kırbaşoğlu, İslâm Düşüncesinde Hadis
Metodolojisi, Ankara, 1999, s. 59-60.
232
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bütün bu bilgilere göre sahâbî tanımını ister hadiscilere göre isterse usûlcülere göre alalım fark etmez; fiili olarak kendilerini tanıyabileceğimiz isim sayısı 10 bini bulmamakta, geride kalan on binlerce
kişiden haberimiz olmamaktadır. Üstelik bu sahâbîler arasında hadis
rivâyeti bulunan sahâbî sayısı 1300’ü geçmemektedir. 22
Sünnîler arasında dahi tanımı konusunda görüş birliği bulunmayan sahâbîler ile ilgili bakış açıları da farklı olmuştur. 23 Bu çalışmada tarihten günümüze Sünnî dünyada sahâbîlere bakış açısıyla ilgili yanlış eğilimler örnekleriyle ortaya konmaya çalışılacaktır. Böylece onları doğru algılamanın hem önemi hem de gereği ortaya konulmuş olacak; bu vesileyle özellikle onların yer aldığı tarihî olayların
daha doğru okunması ve yorumlanmasına katkı sağlanılmaya çalışılacaktır.
Sahâbe Algısında İfrat Örnekleri
İlk dönem İslâm tarihi kaynaklarından itibaren sahâbîlerin
isimleriyle olumsuz fiillerin yan yana zikredilmesi hoş karşılanmamıştır. Teoride peygamberlerin dışında masumlar kabul etmeyen
Sünnî Müslümanlar, pratikte sahâbe-i kirâmı da masum insanlar sınıfına sokmaya başlamış, neticede onların içinde yer aldığı tarihî olayların algılanışında büyük bir sapma yaşanmıştır. Sahâbe algısında ifrat diye tabir edebileceğimiz bu yaklaşımın, Şî‘a dünyasının sahâbî
anlayışına karşı bir refleks hareketi olarak ve Sünnî hadis
rivâyetlerini koruma amaçlı oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Söz
konusuanlayışla ilgili, ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan,
sahâbîlerin olumsuz fiillerin faili olması durumunda isimlerinin gizlenmesine dair birkaç örnek vermek yerinde olacaktır.
Elimizde mevcut ilk sîret eserinin sahibi olan İbn İshâk’ın
(151/768) eserini şerh eden, önemli bir sîret müellifi olan Abdülmelik
b. Hişâm (218/833) olumsuz bir olayın faili olan bir sahâbînin ismini
vermekten kaçınmıştır. Rivâyete göre Ammâr b. Yâsir bir şiir söyleÂşık, a.g.e., s. 31; Erul, a.g.e., s. 8; Osman Güner, Ebû Hureyre’ye Yönelik
Eleştiriler, İstanbul, 2001, s. 36. Bu sayılara Hz. Peygamber döneminde ölen,
çocuk ve sahâbîliği ihtilaflı olan kişiler ile künye ve lakap tekrarları dâhildir.
23 Buraya kadar olan bölüm, “Hz. Peygamber Döneminde Beşeri Yönleriyle
Ashâbın Konumu” isimli yüksek lisans çalışmamın “Sahâbe Kavramı” başlığının özetlenmiş halidir. Bkz. Mithat Eser, Hz. Peygamber Döneminde Beşeri
Yönleriyle Ashâbın Konumu”(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya,
2001, s. 8-14.
22
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
233
miş, Rasûlullah’ın ashâbından birisi Ammâr’ın kendisini iğnelediğini
zannetmiş ve onu dövmekle tehdit etmiştir. İbn İshâk’ın bu sahâbînin
ismini zikrettiğini söylemesine rağmen İbn Hişâm’ın kendisi, söz konusu kişinin ismini gizlemiştir. 24 İbn Hişâm’ın eserini şerh eden
Süheylî (581/1185) ise“İbn İshâk bu adamın ismini zikretmiş, İbn
Hişâm, Allah Rasûlü’nün ashâbından bir kişiyi olumsuz bir fiille zikretmemek için, şahsın ismini saklamıştır. Bu kişinin adını araştırmak
hiçbir kimse için yakışmaz.” derken25 hem olayın sebebini söylemiş
hem de İbn Hişâm’ın yaptığını onaylamıştır.
İslâm tarihçilerinin en önemli simalarından biri olan Taberî’nin
(310/922),gerek Muaviye’nin Ebû Zerr’i Halife Hz. Osman’ın yanına
göndermesi gerekse Hz. Osman ve Ebû Zer ile ilgili bazı rivâyetleri
eserine almayı istemediğini söylemesi 26 onun önde gelen sahâbîler
hakkında olumsuz bazı hususları dile getirmekten imtina ettiğini göstermektedir. Eserinin ön sözünde insanların akıllarının almayacağı ve
hoş görmeyecekleri bir takım rivâyetleri sadece halk rasında anlatıldığı için eserine aldığını söyleyen27 ve böylece derlemeci tarih anlayışına sahip olduğunu ifade eden Taberî, sahâbîlerle ilgili hoş olmayan
bazı rivâyetleri eserine almadığını söyleyerek derlemeci tarih anlayışına aykırı hareket etmiş olmakta, böylece kendisiyle çelişmektedir.
Hz. Peygamber’in amcası Abbâs’ın Bedir Savaşı’na müşriklerin
safında katıldığı ve Müslümanlar tarafından esir alındığı,28 Hz. Peygamber’in esir alınan amcasının iniltisi yüzünden rahatsız olduğu 29
bilinen bir vakıadır. Bedir esirlerini kabile başlıkları altında isim isim
sayan İbn İshâk, her kabilenin sonunda söz konusu kabileden esir
alınan kişilerin sayısını da rakam olarak vermektedir. Ancak
Abdülmelik İbn Hişâm, es-Siratü’n-Nebeviyye, Thk: Mustafa es-Sekkâ vd.
Beyrut, 1992, II/107.
25 es-Süheylî, Ebu’l-Kāsım Abdurrahmân b. Abdillâh (581/1185), er-Ravdu’lUnûf fî Tefsîri Sîreti’n-Nebeviyyi li İbni Hişâm, Thk: Abdurrahmân el-Vekîl, Mısır, 1387/1967, IV/264.
26 et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut, 1407,
II/615-616.
27 Taberî, a.g.e., I/13.
28 İbn Abdilber, a.g.e., s. 558; İbnü’l-Esîr, a.g.e., III/166. (Tezimden alıntı)
29 İbn Sa‘d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa´d ez-Zührî (230/845), etTabakātü’l-Kübrâ (I-XI), Thk: Ali Muhammed Umeyr, Kâhire, 2001, IV/11;
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer ed-Dımeşkî (774/1372), el-Bidâye ve’nNihâye, Thk: Abdurrahman el-Lâdkî-Muhammed Beydûn, Beyrut, 14161996, III/316- 317.
24
234
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hâşimoğulları başlığı altında sadece Akîl b. Ebî Tâlib ve Nevfel b.
Hâris sayılmış, toplam iki kişi şeklinde de bir kayıt düşülmemiştir.
Dolayısıyla burada Abbâs b. Abdilmuttalib ismi zikredilmemiştir.
İşin ilginç tarafı İbn İshâk toplam sayı olarak kırk üç rakamını vermektedir; ancak her kabilenin esirlerinin toplamı sayıldığında rakam
kırk iki çıkmaktadır. Dolayısıyla Abbâs ismi düşürülmüştür. İbn
İshâk’tan bu bilgileri bize nakleden ve eseri şerh eden İbn Hişâm ise
söz konusu bilgileri verdikten sonra “Esirler arasında ismini zikretmediğimiz bir kişi olmuştur.” demiş ve rakamlardaki eksikliğe dikkat
çekmiştir. İbn İshâk’ın ismini vermediği diğer esirleri, kabile kabile
tek tek sayan İbn Hişâm da Abbâs’ın ismini zikretmemiştir.30 Dolayısıyla bir şekilde Hz. Peygamber’in amcası Abbâs’ın ismi bu iki eserde
esirler arasında zikredilmemiştir. Burada en azından durumu fark
eden İbn Hişâm’ın Abbâs’ın ismini zikretmeyişi, olumsuz bir olayda
Abbâs gibi değerli bir sahâbînin ismini vermeme endişesini bize hissettirmektedir. “Bu ismi anılmayan esirin Abbas olduğu aşikardır.
Ancak burada bir tahrif ortaya çıkmaktadır ki bu, ne İbn İshâk ne de
İbn Hişâm tarafından yapılmış olabilir. Çünkü Abbâs’ın ismini İbn
İshâk silmiş olsaydı Haşimoğulları esirlerinin toplamını ‘2 kişi’ şeklinde yazar ve genel toplamı ise ‘42’ olarak düzeltirdi. Eğer tahrifi İbn
Hişâm yapsaydı, yukarıda verdiğimiz notu koymazdı. Anlaşılan, tahrifat İbn İshâk’tan sonra, eser İbn Hişâm’a ulaşmadan önce üçüncü
bir şahıs tarafından acemice ve aceleyle yapılmıştır. Çünkü sonundaki toplamın yazılması ve genel toplamın düzeltilmesi akıl edilmemiştir. Bu üçüncü şahıs kimdir? Şimdilik bilmiyoruz. Bir iktidar yanlısı
veya görevlisi de olabilir; eseri İbn İshâk’tan İbn Hişâm’a aktaran bir
râvî de olabilir. 31 Durum ne şekilde olursa olsun en azından İbn
Hişâm, Abbâs ismini gizleme ihtiyacı duymuştur.
Bedir esirlerinin isimlerini İbn İshâk gibi kabile başlıkları altında tek tek sayan Vâkıdî (207/822) de Abbâs’ın adını hiç anmamıştır.32
Bu durum, Abbâsî iktidarından büyük yardım ve iltifat gördüğü ve
son yıllarında resmi kadılık yaptığı bilinen, dolayısıyla Abbâsî Devleti ile iyi ilişkiler içerisinde bulunan Vâkıdî’nin bir marifeti olarak gö-
İbn Hişâm, a.g.e., III/3-6.
Hikmet Zeyveli, “Sîret Malzemesindeki Bazı Zaaflar”, Kur’ân ve Sünnet
Üzerine Makaleler, 2. Baskı, İstanbul, 2003, s. 74-75.
32 el-Vâkıdî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer (207/822), Kitâbü’l-Megâzî (IIII), Thk: Marsden Jones, Beyrut, 1966, I/138.
30
31
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
235
rülmektedir. 33 Bununla birlikte Vâkıdî’nin de olumsuz bir olayda
Abbâs gibi bir sahâbînin ismini söz konusu etmeme anlayışı içerisinde olduğu düşünülebilir.
Uhud Savaşı’nda, bazı sahâbîlerin savaş alanından kaçtığını
ancak bu kişilerin affedildiğini Kur’ân-ı Kerim şöyle haber vermektedir: “İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip kaçanları,
şeytan ancak yaptıkları bazı hatalardan dolayı yoldan kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Kuşkusuz Allah çok bağışlayandır, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir).34 Sîret kitaplarında “Osman b. Affan firar etti.”35 “İçlerinden Osman b. Affan’ın
da olduğu bir grup Uhud Savaşı’nda Müslümanlar yenilince Medine’nin yaklaşık 10 mil doğusunda el-E‘vas bölgesindeki el-Celab
tepesine kadar kaçtılar.” 36 gibi ifadeler görülmekle birlikte Vâkıdî,
verdiği Uhud firarileri listesinin başında “Filan kişi” ifadesini kullanmakta,37 aynı rivâyet Beyhaki’nin Delailü’n-Nübüvve isimli eserinde “Filanın oğlu filan kişi” şeklinde yer almaktadır. 38 Vâkıdî’nin
rivâyetinin aynısı Belâzurî’nin eserinde de söz konusu edilmiş ancak
bu listenin başında Hz. Osman zikredilmiştir.39 Görüldüğü kadarıyla
Vâkıdî’nin rivâyetinde Hz. Osman ismi “Uhud Firarileri” listesinde
özellikle verilmemiş,40 bir sahâbî ismi ile olumsuz bir durumun yan
yana getirilmesi müellif tarafından hoş karşılanmamıştır.
Sahâbîlerle ilgili ifrat anlayışı öyle bir noktaya ulaşmıştır ki az
da olsa bazı insanlar Cemel ve Sıffin savaşlarının hiç gerçekleşmediğini, bazıları Cemel Savaşı’na sadece dört sahâbînin Sıffin SaZeyveli, agm., s. 74.
Âl-i Imrân, 3/155.
35 İbn İshâk, Muhammed(151/768), Sîretu İbni İshâk, Thk: Ahmed Ferîd, Beyrut, 1424/2004, s. 341.
36 İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî (456/1064), Cevâmiu’sSîrâ, Thk: İhsan Abbâs, Kahire, 1900, I/163-164; İbn Abdilber, Ebû Amr Yûsuf
b. Abdillâh en-Nemerî (463/1071), ed-Dürer fî İhtisârî'l-Meğâzî ve's-Siyer, Thk:
Şevkî Dayf, Kahire, 1415/1995, I/159.
37 Vâkıdî, a.g.e., I/277. Bir sayfa sonra Vâkıdî, Hz. Osman ile Abdurrahman
arasında geçen bir konuşmada Hz. Osman’ın Uhud Savaşı’na katılmayışı ile
ilgili bir rivâyet vermektedir.
38 el-Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. El-Huseyn (458/1066), Delâilü’n-Nübüvve
(I-VI), Thk: el-Mu‘tî el-Kal‘acî, Beyrut, 1408/1988, III/310.
39 el-Belâzurî, Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Yahya b. Câbir (279/892), Ensâbü'l-Eşrâf
(I-XIII), thk: Süheyl Zekkâr-Riyad ez-Ziriklî, Beyrut, 1417/1996, I/326.
40 Zeyvel, agm., s. 75.
33
34
236
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
vaşı’na ise bir tane Bedirlik sahâbînin katıldığını iddia edebilmişlerdir.41
Temel sîret eserlerinde zaman zaman görülen olumsuz olaylara karışan sahâbîlerin isimlerinin verilmemesi anlayışının, daha
sonraları farklılaştığı ve sahâbîlerin içerisinde yer aldığı olumsuz
olayların ya hiç dile getirilmeyip üstünün kapatıldığı ya da ilginç bir
şekilde yorumlandığı görülmektedir. Bu noktada İbnü’l-Arabî’nin bu
amaç ile yazmış olduğu el-Avâsım mine’l-Kavâsım adlı eseri söz
konusu anlayışa öncülük yapmış, daha sonrakiler de onun sözlerini
tekrarlamışlardır.
Sahâbe arasında cereyan eden olumsuz olaylarla ilgili bir yaklaşım söz konusu olayların hiç konuşulmamasıdır. 42 Ömer b. Abdülaziz’in sahâbe arasındaki ihtilaflarla ilgili konuşanlar için 43 şu
âyeti kerimeyi okuduğu rivâyet edilmiştir: “Onlar bir ümmetti. Gelip
geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size
aittir. Siz onların yaptıklarından hesaba çekilmeyeceksiniz.” 44 Yine
aynı bakış açısı şu şekilde dile getirilmiştir: Birisine sahâbe arasında
akıtılan kanlardan sorulmuş, o şöyle cevap vermiştir: “Bunlar (o
zamanda yaşamamak suretiyle) Cenabı Hakkın elimize bulaştırmadığı kanlardır. (Şu anda da) Dilime o kanı bulaştırmam.” 45
Sahâbe arasında fitne diye tabir edilen olaylarla ilgili bir başka
bakış açısı ise söz konusu olayların bir ictihad neticesinde ortaya çıktığı ve bu sebeple her halükarda sahâbenin ictihad ettiği için sevap
kazandığı şeklindedir. “Sahâbeden birisine kesin bir hata nispet etMuhammed b. Muhtar eş-Şankîtî, Sahâbe Arasındaki Siyasi İhtilaflar, 2.
Baskı, İstanbul, 2009, s. 94-95.
42 Şankîtî, a.g.e., s. 125.
43 İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr (543/1148), el-Avâsım mine’l-Kavâsım fî Tahkîkı
Mevâkıfi’s-Sahâbe ba´de Vefâti’n-Nebiy, Thk: Muhibüddîn el-HatîbMahmûd Mehdî el-İslâmbûlî, Kahire, 1412, s. 269. Kurtubî, bu şahsı bir âlim
olarak vermektedir. el-Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed
(671/1273), el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur‘ân (I-XX) Riyad, 1423/2003, XVI-322;
Muhammed Salih Ekinci, Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığı Altında
Sahâbe Dönemi, Ter: Mehmed Ecir Eşiyok, Mikro Dizgi, Konya, trs., s. 12.
44 Bakara, 2/134-141.
45 Kurtubî, a.g.e., XVI/322. Bu söz Ömer b. Abdülaziz’e nispet edilmiştir. İbn
Sa'd, a.g.e., VII/382; Belâzurî, a.g.e., VIII/176; İbn Asâkir, Ebü’l-Kāsım Alî b.
Hasen (571/1175), Târîhu Medîneti Dımeşk (I-LXX), Thk: Ömer b. Garâme elUmerî, Beyrut, 1415, 65/133; Ekinci, a.g.e., s. 224.
41
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
237
mek caiz değildir. Çünkü hepsi yaptıklarında ictihad etmişler ve Allah’ın rızasını aramışlardır.”46
Sahâbe arasındaki olaylarla ilgili konuşmama veya onları ictihad kabul etme anlayışı da aslında birbiriyle çelişen bir husustur.
Nitekim gerek İbnü’l-Arabî gerekse daha sonra bu konularla ilgili kitapların tamamında söz konusu olaylardan bahsedilmiştir. Bu sahâbe
arasındaki olaylarla ilgili herkesin bir şekilde susmadığı ve lehte ya
da aleyhte konuştuğu anlamına gelmektedir.
Sahâbe Algısında Tefrit Örnekleri
Sahâbeyi insan olmaktan çıkaran ifrat algısının doğurduğu
karşıt tez, onları hiçbir özelliği olmayan, basit, seviyesiz çöl bedevileri
olarak görmektir. Onları öven âyet ve hadislerin varlığına rağmen,
onların yaşadığı Müslümanlığı ve din adına yaptıkları misyonu hiçe
saymak hiç şüphesiz onlarla ilgili tefrite varan bir anlayıştır. Sünnî
dünyada onları diğer insanlarla aynı seviyede ve özellikte gören bazı
yazarlar bu tefrit anlayışının temsilciliğini yapmışlardır.
“Sahâbe Dönemi İktidar Kavgası” adlı eserinde Ahmet Akbulut, “Kimliği ne olursa olsun hiçbir beşerin İslâm ile aynileşemeyeceğini, her Müslümanın Kur’ân’ın muhatabı olduğunu ve Ondan
başkasına uymaması gerektiğini, herhangi bir devirdeki neslin model
olamayacağını zihinlerimize yerleştirmenin zamanı gelmiştir.” 47
derken sahâbe neslinin örnek ve model bir nesil olmadığını söylemekte, Hz. Osman’ın öldürülmesi ile ilgili “Elli günlük kuşatma
sırasında halk halifesine yardım etmemişti. Dolayısıyla, isyancılar
ümmete iyilikte bulunmuşlardı.”48 diyerek Hz. Osman’ın katlini iyilik
olarak telakki etmektedir. Kitabının genelinde sahâbe dönemindeki
olumsuzlukları ele alan ve bunları siyasi ihtiraslara bağlayan yazar 49
neredeyse sahâbîlerle ilgili olumlu herhangi bir ifade kullanmamaktadır. Bazı sahâbîlerin bir takım yanlış işlerin içine girmesi
neticesinde söz konusu yanlışı, onların tamamına teşmil ederek,
onların Kur’ân ve Sünnet bilgilerinden yararlanmayı gereksiz görmek
Kurtubî, a.g.e., XVI/321; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, XIII/34; Ekinci, a.g.e., s. 11;
Şankîtî, a.g.e., s. 125.
47 Ahmet Akbulut, Sahâbe Dönemi İktidar Kavgası, 2. Baskı, Ankara, 2001, s.
67.
48 Akbulut, a.g.e., s. 179.
49 Örnek olarak bkz. Akbulut, s. 58, 68, 141, 171, 176, 187.
46
238
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
büyük problemleri içerisinde barındırmaktadır. Acaba kendilerinden
sonraki insanlarla herhangi bir farkı olmayan bu insanların naklettiği
Sünnet hatta Kur’ân, ne derece doğrudur? Sahâbeyi öven âyet-i
kerime ve hadisi şerifler, onların Hz. Peygamber dönemindeki hayatlarıyla mı ilgilidir? Kur’ân ve Sünnetin tamamında şüphelere yol
açabilecek böyle bir yaklaşım, sahâbe algısında tefrit örneği olarak
ifade edilebilir.
Ebû Reyye, sahâbenin adaletiyle ilgili şunları söylemektedir:“Cumhur, sahâbenin tamamını adalet sahibi görmekte, diğer
hadis râvîleri gibi onlarla ilgili cerh ve tadili kabul etmemekte ve
onları hata, yanılma ve unutmadan korunmuş saymaktadırlar. Muhakkik âlimler ise bu mutlak adaleti bütün sahâbe için kabul etmemektedirler. Onlar Allame Mukbili’nin dediği gibi adaleti sahâbenin
tamamı için değil çoğunluğu için görmekte, başka insanların başına
gelen hata, yanılma ve unutmanın hatta hevanın onlar için mümkün
olduğunu öngörmektedirler. Bu âlimler görüşlerini sahâbenin başına
diğer insanlar gibi insan tabiatından kaynaklanan hususların gelebileceği ve hatta onların efendisi olan ve Cenabı Hakk’ın ‘Allah, peygamberliği kime vereceğini en iyi bilendir.’ âyetinde ifade edildiği
üzere seçtiği Hz. Peygamber’in ‘Ben hata da isabet de edebilen bir insanım.’ hadisiyle desteklemektedirler.Bu muhakkik âlimler görüşlerine delil olarak sahâbe arasındaki münafık ve yalancıları da göstermektedirler. Bir başka delilleri de sahâbeden çoğunun Hz. Peygamber vefat ettikten sonra dinlerinden dönmesi ve onlar arasında meydana gelen etkileri günümüze kadar gelen ve bundan sonra da
devam edecek olan ekini ve nesli helak eden savaşlar ve fitnelerdir.
Sanki Hz. Peygamber kalp gözüyle kendisi ahirete irtihal ettikten
sonra onlar arasında gerçekleşecek olayları bilmiş ve onlarla ilgili
veda haccında ‘Benden sonra birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler
olmayın.’ demiştir.”50
Ebû Reyye, sahâbenin adaleti ile ilgili bu ifadelerden sonra Hz.
Peygamber’in havzının başında iken kovulan ve onların ashâbı
olduğunu söylemesine rağmen kendisinden sonra ortaya koydukları
bidatleri öğrenince kendisinden uzak olmalarını istediği insanlarla
ilgili rivâyetleri sıralamış, daha sonra sahâbe arasında birçok münafığın olduğuna dair şu sözleri söylemiştir: “Bu konuda haberler çoktur.
Mahmud Ebû Reyye, Advaü ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye, 7. baskı, Kahire, 1994, s. 326-327.
50
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
239
Hazrec ve Evs kabilelerinden münafıkların isimlerini bilmek
isteyenler Ensâbü’l-Eşrâf kitabının birinci cildine baksınlar. Orada
sayfa 274’ten 283’e kadar tam 10 sayfanın onların isimleriyle dolu
olduğunu görecekler.”51 Mustafa A´zamî, şöyle diyerek Ebû Reyye’ye
karşı çıkar: “Gerçekte bu söz tamamen bir aldatmacadır. Çünkü onun
bu sözünden anlaşılan 500’den daha fazla isim bulunduğudur. Zira
matbu bir kitabın 10 sayfası yaklaşık 250 satır içerir. Her satır sadece
iki isim içerse bunun toplamı yaklaşık 500 isim demektir. Belâzurî’nin
zikrettiği isim sayısı ise 40 dolaylarındadır.”52 Hz. Peygamber’in ve
Müslümanların tanımadığı münafıklar53 da dikkate alınırsa bu sayının en fazla 100’e çıkabileceği düşünülebilir.54
Ebû Reyye, sahâbenin adaleti ile ilgili konu başlığını Taha
Hüseyin’in konuyla ilgili sözleriyle tamamlamış ve onun “Onlar da
insandır. Onlar için hata ve doğru yapmak da yalan ve doğru söylemek de mümkündür.”55 sözlerinin altını çizmiştir.
Yukarıdaki örneklerde görüldüğü üzere sahâbîlerin beşer olmalarının gereği olan hata yapma veya unutabilme özellikleri,
onların din konusunda diğer insanlardan hiçbir farklarının olmadığı
gibi bir yaklaşıma gerekçe gösterilmiştir.
Ebû Reyye “Şeyhu’l-Müdıra” isimli kitabında Ebû Hureyre ile
ilgili “Önde Gelen Sahâbîlerin Ebû Hureyre’yi ‘İnsanların En Yalancısı’ Olarak İtham Etmeleri” şeklinde bir başlık atmış; ancak söz
konusu başlığın altında Hz. Âişe ve Hz. Ali gibi sahâbîlerin onun
bazı uygulamalarıyla ilgili “Ebû Hureyre’ye muhalefet ediyorum.”
sözlerini vermiştir. 56 Bir sahâbînin Ebû Hureyre’nin naklettiği bazı
rivâyetlerin uygulamasına muhalefet etmesi ile onu insanların en
yalancısı olarak tavsif etmesi çok farklı bir husustur. Aynı kitapta
Ebû Reyye, a.g.e., s. 332.
Mustafa A´zamî, Menhecu’n-Nakd Inde’l-Muhaddisîn Neş´etuhû ve
Tarîhuh, 3.baskı, el-Memleketü’s-Suûdiyye, 1410/1990, s. 112.
53 Tevbe 9/101.
54 A´zamî, a.g.e., s. 114; Eser, agt., s. 28.
55 Ebû Reyye, a.g.e., s. 335.
56 Mahmud Ebû Reyye, Şeyhu’l-Müdıra, 4. baskı, Beyrut, 1993, s. 145-146. Burada içindekiler bölümündeki başlık ile konu başlığının farklı olduğunu da
ifade edelim. İçindekiler bölümünde başlık “Önde Gelen Sahâbî lerin Ebû
Hureyre’yi ‘İnsanların En Yalancısı’ Olarak İtham Etmeleri” şeklinde iken,
konu başlığı “Ömer, Osman, Ali, Âişe vb. Sahâbî lerin Onu Yalancı Sayması”
olarak verilmiştir.
51
52
240
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ebû Reyye, Ebû Hureyre’nin Hz. Ali ile ilgili hadisler uydurduğuna
dair bir başlık atmış, delil olarak sadece Şi‘î bir âlimin görüşlerine yer
vermiştir.57
Taha Hüseyin, Hz. Osman dönemi olaylarıyla ilgili bazı insanların kendilerini tamamen rahatlattığını, söz konusu olayların tamamının aslı astarı olmayan olaylar olduğunu, az sayıdaki ihtilafın
ise ictihaddan kaynaklandığını, ictihad edenlerin isabet ettiği taktirde
iki, isabet ettiremediği zaman bir ecir alacağını söylediğini; başka bir
grubun ise söz konusu olayların müsebbibi olarak Müslümanların
dışında Abdullah b. Sebe gibi İslâm düşmanlarını gösterdiğini
söylemektedir.58 Hüseyin, bu bakış açısının sahâbe arasında bile söz
konusu olmadığını, zaman zaman onların birbirlerini en ağır şekilde
itham ettiğini hatta Ammar b. Yasir ve Abdullah b. Mesud’un Hz.
Osman’ın kanını helal sayması ve onu kâfir görmesi gibi birbirlerini
küfürle itham edenlerin bulunduğunu ifade ettikten sonra 59 sözlerine
şöyle devam etmiştir: “Bizim onlarla ilgili görüşümüzün onların birbirleri hakkındaki görüşlerinden daha güzel olması, onlar arasındaki
fitne ve ihtilafları bize nakleden rivâyetlerin çoğunu yalanlayanların
görüşlerini benimsememiz gerekli değildir. Biz böyle yaparsak Hz.
Peygamber’in gönderilişinden itibaren bütün İslâm tarihini yalanlamaktan başka bir şey yapmış olmayız. Çünkü bu fitne olaylarını
rivâyet edenler fetih, Hz. Peygamber’in ve halifelerin megazi ve siyer
haberlerini nakleden kişilerdir. Hoşumuza giden şeyleri rivâyet ettikleri zaman onları kabul edip, beğenmediğimiz hususları naklettiklerinde onları yalanlamamız uygun değildir. Tarihin bir kısmını kabul
edip bir kısmını reddetmemiz, sadece bir kısmı bizi memnun ettiği
diğer kısmı ise sıkıntı verdiği için böyle bir yola girmemiz böylece
rivâyetlerin bir kısmını onaylayıp bir kısmını yok saymamız hoş
değildir. Ravilerin kendileri sadece beşerdirler. Onlar için hata ve doğru yapmak da yalan ve doğru söylemek de mümkündür.” 60
Sahâbe algısında ifrat olarak nitelendireceğimiz bu yaklaşımlarla ilgili eleştirmek ile kötülemek arasındaki farkı iyi anlamak icap
etmektedir: “Bütün bu konuları anladıktan sonra öncekilere karşı niyetlerinizi güzelleştirin ve kalplerinizi kinden uzak tutun. Size açıkladığım gibi siz kendinizle ilgili bir dinar hatta bir dirhem bile
Ebû Reyye, Şeyhu’l-Müdıra, s. 257-258.
Taha Hüseyin, el-Fitnetü’l-Kübra I Osman, Dâru ’l-Mearif, Mısır, trs., s. 170.
59 Hüseyin, a.g.e., s. 170-171.
60 Hüseyin, a.g.e., s. 172.
57
58
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
241
eleştiriyi kabul etmez iken, sadece töhmetlerden uzak ve arzulardan
korunmuş bir adaleti kabul ederken dinde kendi seviyelerinde hiç
kimsenin bulunmadığı selef ve onlar arasında geçen ihtilaflar hakkında nasıl olur da böyle bir eleştiriyi kabul edersiniz? Bu nasıl bir
adalettir.”61 “İslâm şeraitinde onları kötülemek (ta’n etmek) râvîleri
olarak naklettikleri dini kötülemek, onların hayatını karalamak taşıdıkları emaneti karalamak ve yaptıkları bütün her şeyde şüphe uyandırmak sayılmıştır.”62
“Müslim’in hocalarından döneminin imamı olan Ebû Züra
şöyle demiştir: ‘Birisinin Allah’ın Rasûlü’nün ashâbından birisine dil
uzattığını görürsen bil ki o zındıktır. Çünkü Rasûl haktır, Kur’ân haktır, Rasûlün getirdikleri haktır ve bütün bunları bize ileten sahâbedir.
Onları cerh eden Kitap ve Sünneti hükümsüz kılmak istemiştir.’”63
Ahmet Akbulut “Sahâbeyi eleştirmenin zındıklık olduğunu, Kur’ân
ve Sünneti eleştirmek anlamına geldiğini iddia edenlerin görüşlerinin
Kur’ânî anlayışa uygun düşmediğini belirtmek isteriz.” 64 derken yukarıdaki satırları referans vermektedir ancak dikkat edilirse yukarıda
eleştirmekten ziyade dil uzatmak ve cerh etmek kullanılmaktadır.
Dolayısıyla sahâbe arasındaki olayları eleştirmek, yorumlamak farklı
bir husustur; onları doğrudan hedef alıp genellemeci bir yaklaşımla
onları kötülemek farklı bir husustur. Bu noktada sahâbenin tenkit
edilebilirliği probleminin açıklanması ve bununla ilgili ilkeler önem
arz etmektedir.
Sahâbenin Tenkit Edilebilirliği Problemi
Ehl-i sünnet inancına göre peygamberler dışında hiçbir kimse
masum değildir.65 Buna göre Allah’ın elçileri dışında herkes günah
işleyebilir, hata yapabilir ve isyan edebilir. Hakikatte bu dünya bir
imtihan dünyasıdır ve bu dünyada günah işleme eğilimi insan tabiatında var olan bir husustur. Önemli olan ise günahtan dönmek, tevbe
etmek ve Allah’a istiğfar etmektir. Nitekim bir hadis-i şerifte Rasûlullah “Nefsimi elinde tutan Allah’a yemin olsun ki siz günah işlemezseniz (bir rivâyette de sizin Allah Teâlâ’nın bağışlayacağı günahİbnü’l-Arabî, a.g.e., s. 268.
İbnü’l-Arabî, a.g.e., s. 49.
63 El-Heytemî, Şihâbüddîn Ahmed b. Hacer (974/1566), es-Savâiku’l-Muhrika
fi’r-Reddi ale ehli’l-bideı ve’z-Zendeka, Mısır, 1292, s. 186; Ekinci, a.g.e., s. 9.
64 Akbulut, a.g.e., s. 15-16.
65 Şerafeddin Gölcük-Süleyman Toprak, Kelam, 2. baskı,Konya, 1991, s. 292.
61
62
242
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
larınız olmasa) Cenab-ı Hakk, günah işleyen ve ardından bağışlanma
dileyen bir topluluk getirir.”66 buyurmaktadır. Zaten Hz. Peygamber
dönemindeki hakikat onların da hata, günah ve isyan sahibi olduklarını göstermektedir. Birçok âyet ve hadiste bu gerçeği görebiliriz.67
Fakat burada şu hususa dikkat çekelim ki özellikle Bedir’e ve Hudeybiye’ye katılan, nasslarda övülen, Hz. Peygamber’in rahle-i tedrisinde bulunmuş olan sahâbîler aldıkları İslâmî eğitim gereğince hemen tevbe etmişlerdir. Bunun en bariz örneği İfk hadisesine karışan
sahâbîlerdir. Âyette geçtiği üzere namuslu kadınlara iftirada bulunup
da dört şahit getiremeyenler seksen sopayı hak etmiş, şahitlikleri kabul edilmeyecek olan fasıklardır; ancak yaptıklarına tevbe edip durumlarını düzeltenler bu hükümden istisnadır. Yaptıkları hatayı
anlayan bu kişiler de hemen tevbe etmişlerdir. “Onların tevbe etmediğini ve âyet-i kerime gereğince onların fasık olduğunu söylemek
onların vahye inanmaması anlamına gelir ki bu onların küfrünü
gerektirir.”68 Sahâbe hakkında böyle bir düşüncede bulunmak ise, en
azından Müslümana yakışmayan bir husustur. Hz. Ömer’in, Hz.
Peygamber’in vefatından sonra Hassân b. Sabit’in şehadetini kabul
etmesi ise onların tevbe ettiğine ve herkesin bunu bu şekilde kabul ettiğine delildir.69
Sahâbenin herkes gibi beşerî özellikler göstermesi onların tenkit edilebilirliği anlamına gelmektedir. Fakat onları tenkit etmek ile
saygısız bir şekilde onları sıradan bir kimse gibi tenkite tabi tutma
arasında fark vardır. Evet sahâbî eleştirilebilir fakat onları basit, seviyesiz birer çöl bedevisi olarak görmek, onların her yaptığının yanlış
olduğunu söylemek doğru değildir. Bu sahâbeyi itibarsızlaştırmaktan
öte bir husus değildir. Özellikle Hz. Peygamber’in yakın çevresindeki
arkadaşlarının faziletleri küçümsenemez ve görmezlikten gelinemez.
Bu konuda onları öven âyet ve hadislere göz atmak yeterli olacaktır.70
İslâm’ın anlaşılmasında vahye muhatap olan bu insanların yaşantıları
ve görüşleri bizim için elbette çok önemlidir. Bu açıdan hissi
davranarak sahâbeyi olduklarından farklı göstermeye çalışmak,
Müslim, Tevbe, 9-11
Örnekler için bkt. Eser, agt., s. 30-92.
68 A´zamî, a.g.e., s. 118
69 Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 151
70 Bu âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin bir kısmı için bkz. Eser, agt., s. 10-11.
66
67
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
243
onları hiçbir özelliği olmayan insanlar gibi görmek ya da onları ismet
sahibi gibi algılamak iki yanlış eğilimdir.71
Sonuç ve Öneriler
1. Sahâbî kavramıyla ilgili herkes tarafından genel geçer kabul
edilen bir tanımın olmadığı bilinmelidir. Bu bağlamda Velid b. Ukbe,
Mervan b. Hakem gibi bazı kişilerin durumlarıyla ilgili çalışmalar
yapılmalı,72 gerektiği taktirde usûlcülerin sahâbî tanımına uygun olmayan benzeri kişilerin sahâbîlik faziletine sahip olmadıkları ifade
edilebilmelidir.
2. İslâm tarihi kaynaklarında ve çağdaş eserlerde sahâbîlerle ilgili ifrat olarak ifade edebileceğimiz bir tutum, sahâbîlerle olumsuz
durumların yan yana zikredilmekten kaçınılmasıdır. Bu, zihinlerde
sahâbîleri beşer olmaktan çıkaran, onları masum veya melek şeklinde
görmeyi doğuran bir anlayıştır. Hiç şüphesiz bu husus hakikat ile
uyuşmamaktadır.
3. Sahâbîlerle ilgili ifrat anlayışın neticesinde, sahâbenin arasında vuku bulan olayların dile getirilmemesi, gerçekleri göz ardı etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. Gerçi bu anlayışı savunan
insanların bile sahâbe arasındaki olaylarla ilgili yorumlar yaptığı ve
dolayısıyla kendileriyle çeliştiği görülmektedir.
4. Sahâbe arasında gerçekleşen özellikle savaşlarla ilgili ictihad
görüşünün ifade edilmesi, ictihadında isabet edenlerin iki, etmeyenlerin ise bir ecir/sevap kazanacağı anlayışı doğru bir anlayış
değildir. Ortada dinî bir ictihad konusu yoktur ki ictihad edilsin. Mesele siyasî bir meseledir ve siyaseten yanlış yapanlar ile doğru yapanlar söz konusudur.
“Sahâbenin Tenkit Edilebilirliği Problemi” başlığı, “Hz. Peygamber Döneminde Beşeri Yönleriyle Ashâbın Konumu” isimli yüksek lisans çalışmamın
aynı adı taşıyan başlığının özetlenmiş halidir. Bkz. Mithat Eser, agt., s. 18-19.
72 Adem Dölek, Velid b. Ukbe ile ilgili yaptığı çalışmada onu cerh ve tadile
tâbî tutmuş, “mecruh bir sahâbî” olarak nitelendirmiş ve “Velid gibi bazı zatların durumlarının adâlet bakımından cerh ve tadil kaidelerine göre değerlendirilmesinin daha isabetli olacağı kanaatindeyiz.” şeklinde bir sonuca
varmıştır. “El-Velîd B. Ukbe’nin Hayatı ve Sahâbe Adâleti Açısından Değerlendirilmesi”, CÜIFD, Cilt: VI, Sayı: 1, Sivas, 2002, s. 110.
71
244
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
5. Son dönemlerde Sünnî dünyadan olmakla birlikte sahâbîlerin yaptığını tamamen yanlış gören, onların her yaptığını
şehvet, dünya ve makam hırsı vb. etkilerle açıklayan, onların
günümüzdeki insanlarla İslâm’ı anlama noktasında hiçbir farkı olmadığını ifade eden anlayış dile getirilmektedir. Tefrit diye söyleyebileceğimiz bu anlayışa göre sahâbîler çöl bedevisinden öte bir özelliği olmayan kişilerdir. Hiç şüphesiz bu, sahâbîlerin faziletiyle ilgili
âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri göz ardı eden, onları itibarsızlaştıran
biranlayıştır ve kanaatimizce doğru değildir.
6. Sahâbîlerle ilgili olarak olayları anlamaya çalışmak üzere
eleştiri yapmak ve tenkit etmek ile onlara hakaret etmek ve onları
aşağılamak arasındaki farka dikkat etmek gerekmektedir. Bu noktada
sahâbîlerle ilgili olumlu bir dilin kullanılması önem arz etmektedir.
Haddi zatında herhangi bir kişiyle ilgili nezaket kuralları gereği
olumlu bir dil kullanma uygun iken, Hz. Peygamber ile birlikte
İslâm’ın tebliğinde ve yayılmasında büyük emekleri olan sahâbe
hakkında kötü bir dil kullanmak insafa sığmayan bir husustur.
7. Sahâbenin adaleti yani din konusunda yalan söylememesi ile
diğer konulardaki yanlışları birbirine karıştırılmamalıdır. Hadis
rivâyet eden sahâbî sayısının 1300 civarında olması ve bu sahâbîlerin
tanınması sebebiyle, hadisleri korumacı bir mantıkla sahâbîlerle ilgili
olayların analizini yapmaktan kaçınılmamalıdır. Böyle bir yaklaşım
tarihin bir kesitinin anlaşılmaması gibi bir sonuç doğuracak ve sahâbîlerin yaşadığı yaklaşık yüz yıllık bir tarih dilimi rivâyet edilen
ancak yorumlanamayan bir tarih olarak kitaplarda kalacaktır.
8. Gerek mezhebî gerekse duygusal yaklaşımlar sebebiyle sahâbîlerin yer aldığı olumsuz olaylarla ilgili çok farklı rivâyetler nakledilmiştir.Söz konusu farklı rivâyetler ve yorumların varlığı sebebiyle zaman zaman olayları tam olarak anlayabilmek güçleşebilmiştir.
Bu tip olaylarla ilgili ön yargılardan uzak, farklı rivâyetleri değerlendiren çok yönlü ilmî araştırmalar yapılmalıdır. Söz konusu olaylarla ilgili farklı sebeplerle birçok uydurma rivâyetin var
olduğu/olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
245
Kaynaklar
Abdul´alî Muhammed b. Nizâmuddin el-Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût
bi Şerhi Müsellemi’s-Subût, Mısır, 1324.
Ahmet Akbulut, Sahâbe Dönemi İktidar Kavgası, 2. Baskı, Ankara,
2001.
Alâî, Halil b. Keykeldî b. Abdillah Salâhuddin (761/1360), Münifü’rRutbe limen Sebete lehu Şerîfi’s-Suhbe, Thk: Muhammed Süleyman Eşkar,
Beyrut, 1412/1991.
Asım Efendi, Kâmus Tercemesi Okyanus, İstanbul, 1305.
Aşık, Nevzat, Sahâbe ve Hadis Rivâyeti, İzmir, 1981.
A´zamî, Mustafa, Menhecu’n-Nakd Inde’l-Muhaddisîn Neş´etuhû ve
Tarîhuh, 3.baskı, el-Memleketü’s-Suûdiyye, 1410/1990.
el-Belâzurî, Ebü'l-Abbâs Ahmed b. Yahya b. Câbir (279/892), Ensâbü'lEşrâf (I-XIII), thk: Süheyl Zekkâr-Riyad ez-Ziriklî, Beyrut, 1417/1996.
el-Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. El-Huseyn (458/1066), Delâilü’nNübüvve (I-VI), Thk: el-Mu‘tî el-Kal‘acî, Beyrut, 1408/1988.
Cevherî, Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye, Thk: Ahmed
Abdülgafîr Attâr, 4.baskı, Beyrut, 1990.
Dölek, Adem, “El-Velîd B. Ukbe’nin Hayatı ve Sahâbe Adâleti Açısından Değerlendirilmesi”, CÜIFD, Cilt: VI, Sayı: 1, s. 93-110, Sivas, 2002.
Ebu’l-Bekâ, Külliyât Mu´cem fi’l-Mustalehât ve’l-Furûkı’l-Luğaviyye,
Thk: Adnân Dervîş-Muhammed Mısrî, 2.baskı, Beyrut, 1413/1993.
Ebu’l-Hüseyin el-Basrî, el-Mu´temed fi Usûli’l-Fıkh, Neşr: Halil Meys,
Beyrut, 1403/1983.
Ebû Reyye, Mahmud, Advaü ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye 7. baskı,
Kahire, 1994.
___________ Şeyhu’l-Müdıra, 4. baskı, Beyrut, 1993.
Ekinci, Muhammed Salih, Tarihte Metod ve Tarihi Tetkikler Işığı Altında Sahâbe Dönemi, Ter: Mehmed Ecir Eşiyok, Mikro Dizgi, Konya, trs.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur´an Dili, Sadeleştirenler: İsmail Karaçam vd. İstanbul, 1992.
Erul, Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999.
Eser, Mithat, Hz. Peygamber Döneminde Beşeri Yönleriyle Ashâbın
Konumu, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Konya, 2001.
Gölcük, Şerafeddin-Süleyman Toprak, Kelam, 2. baskı,Konya, 1991.
Güner, Osman, Ebû Hureyre’ye Yönelik Eleştiriler, İstanbul, 2001.
Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali (463/1071), Kitabü’l-Kifâye
fî Ilmi’r-Rivâye, Haydarâbâd, 1357.
246
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
El-Heytemî, Şihâbüddîn Ahmed b. Hacer (974/1566), es-Savâiku’lMuhrika fi’r-Reddi ale ehli’l-bideı ve’z-Zendeka, Mısır, 1292.
Hüseyin, Taha, el-Fitnetü’l-Kübra I Osman, Daru’l-Mearif, Mısır, trs.
İbn Abdilberr, el-İstîâb fi Ma´rifeti’l-Ashâb, Thk: Ali Muhammed
Becâvî, Beyrut, 1412.
İbnü’l-Arabî, Ebû Bekr (543/1148), el-Avâsım mine’l-Kavâsım fî
Tahkîkı Mevâkıfi’s-Sahâbe ba´de Vefâti’n-Nebiy, Thk: Muhibüddîn el-HatîbMahmûd Mehdî el-İslâmbûlî, Kahire, 1412.
İbn Asâkir, Ebü’l-Kāsım Alî b. Hasen (571/1175), Târîhu Medîneti
Dımeşk (I-LXX), Thk: Ömer b. Garâme el-Umerî, Beyrut, 1415.
İbnu’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe fi Ma´rifeti’s-Sahâbe, Kahire, 3319/1970
İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Thk: Ali Muhammed Becâvî, Beyrut, 1412/1992.
_________, Fethu’l-Bârî bi Şerhi Sahihi’l-Buhârî, Thk: Muhammed
Fuâd Abdulbâkî-Muhyiddîn el-Hatîb, Beyrut, 1379.
İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zâhirî (456/1064),
Cevâmiu’s-Sîrâ, Thk: İhsan Abbâs, Kahire, 1900.
İbn Hişâm, Abdülmelik, es-Siratü’n-Nebeviyye, Thk: Mustafa esSekkâ vd. Beyrut, 1992.
İbn İshâk, Muhammed(151/768), Sîretu İbni İshâk, Thk: Ahmed Ferîd,
Beyrut, 1424/2004.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail b. Ömer ed-Dımeşkî (774/1372), el-Bidâye
ve’n-Nihâye, Thk: Abdurrahman el-Lâdkî-Muhammed Beydûn, Beyrut,
1416-1996.
İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, Trs.IV, 2400-2401
İbn Sa‘d, Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa´d ez-Zührî (230/845), etTabakātü’l-Kübrâ (I-XI), Thk: Ali Muhammed Umeyr, Kâhire, 2001.
İbn Salâh, Ulûmu’l-Hadîs, Thk: Nûreddin Itr, Haleb, 1386/1966.
Kırbaşoğlu, Hayri, İslâm Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Ankara,
1999.
Koçyiğit, Talat, Hadis Usûlü, Ankara, 1967.
el-Kurtubî, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed (671/1273), el-Câmi‘
li-Ahkâmi’l-Kur‘ân (I-XX) Riyad, 1423/2003.
Leknevî, Tuhfetu’l-Ahyâr bi İhyâi Sünneti Seyyidi’l-Ebrâr, Talik:
Abdulfettâh Ebû Ğudde, Haleb, 1412/1992.
es-Sehâvî, Şemsüddin Muhammed b. Abdirrahim (902/1497), Fethu’lMuğîs Şerhu Elfiyeti’l-Hadîs (I-III), Thr: Salâh b. Muhammed, Beyrut,
1417/1992.
Suyûti, Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî, Thk: Abdulvehhâb
Abdullatîf, 2.baskı, Mısır, 1285/1966.
İFRAT ve TEFRİT ARASINDA SAHÂBE ALGISI, M. ESER
247
es-Süheylî, Ebu’l-Kāsım Abdurrahmân b. Abdillâh (581/1185), erRavdu’l-Unûf fî Tefsîri Sîreti’n-Nebeviyyi li İbni Hişâm, Thk: Abdurrahmân
el-Vekîl, Mısır, 1387/1967
eş-Şankıti, Muhammed b. Muhtar, Sahâbe Arasındaki Siyasi İhtilaflar,
2. Baskı, İstanbul, 2009.
et-Taberî, Muhammed b. Cerîr, Tarîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk,Beyrut,
1407.
et-Tehânevî, Muhammed Ali b. Ali (1158/1745), Keşşâfu Istılâhâti’lFünûn (I-II), Nşr: Ahmed Cevdet, İstanbul, 1317.
el-Vâkıdî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer (207/822), Kitâbü’lMegâzî (I-III), Thk: Marsden Jones, Beyrut, 1966.
Zebîdî, Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, Mısır, 1306.
Zebîdî, Zeynüddin Ahmed b. Ahmed, Sahih-i Buhârî Muhtasar
Tecrid-i Sarih Tercemesi, Trc: Ahmed Naim, 10. baskı,
Zehebî, Siyeru A´lâmi’n-Nübelâ, Thk: Şuayb el-Arnavûd-Muhammed
Naîm, 9.baskı, Beyrut, 1413.
Zeyveli, Hikmet, “Sîret Malzemesindeki Bazı Zaaflar”, Kur’ân ve
Sünnet Üzerine Makaleler, 2. Baskı, İstanbul, 2003.
MÜZÂKERE
Mehmet Nuri GÜLER
Müzâkereme, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı’na ve Sakarya
Üniversitesi İlahiyat Fakültesine, teşekkülerimi, Sayın Başkan Hocama, siz Hocalarım ile konuklara saygılarımı sunarak başlıyorum.
Giriş
“İfrat ve Tefrît Arasında Sahâbe Algısı” başlıklı tebliği
müzâkere edeceğim. Tebliğ, bir Giriş, üç Bölüm ve bir Sonuç ve Öneriler ile Kaynakça kısımlarından oluşmakta olup, toplam17 sayfadır.
Bir araştırma metni, bir güçlüğü çözmeye yönelik bilgilerin bütünleştirildiği bir ürün olmaktadır. Buna göre, iki yönden eleştiriye
tabi tutulabilmektedir. Bunlar da, “içerik” ve “biçim” olmaktadır.
İçerik yönünden eleştiride, “metinde güçlü çözmeye yönelik
bilgilere” bakılmaktadır.
Biçim yönünden eleştiride, “bilgilerin sunuluş düzenine” bakılmaktadır.
Ben de, “İfrat ve Tefrit Arasında Sahâbe Algısı” başlıklı tebliği
bu iki yönden müzâkere edeceğim:
İçerik yönüyle tebliğe bakıldığında, şu iki sorunun cevabı
aranmaktadır:
Birincisi, araştırmacı, “Sorununun ne olduğunu biliyor mu?”
İkincisi, “Peki bu sorununu nasıl çözeceğini biliyor mu?”

Yrd. Doç. Dr., Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
250
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bu iki sorunun cevabını “İfrat ve Tefrit Arasında Sahâbe Algısı” başlıklı tebliğde bulmak zor. Çünkü araştırmacı, tebliğde sorununun ne olduğu ve nasıl çözüldüğü bilgilerini yansıtmamıştır.
Bunların eksikliği, Tebliğ’in Başlık kısmından başlayıp, Sonuç
kısmına kadar yansımaktadır:
Bunların eksikliğinin tebliğde olumsuz yansımaları olmuştur:
Giriş bölümünde, araştırma konusunu belirleme bilincinin olmayışı, tebliğde yanlış başlık belirlenmesine,
araştırma amacının olmayışı, araştırmacının tebliğ konusunun
çözümü için, toplanması gereken bilgilerin neler olduğunu bilemediğinden, tebliğin bir bilgi yığını olarak algılanmasına,
araştırma yönteminin bulunmayışı, veri yığını tebliğ algısı ile
birlikte, bilimsel bir ürün olmadığına,
“araştırmanın varsayımları” bilince sahip olmama da, Sonuç
bölümünde ulaşılan yargıların metninden bağımsız ve araştırmacıdan menkul yargılar olmasına yol açmıştır.
Şimdi tebliğin bölümler dediğim kısımlarına, araştırılan
probleme bulunan olası çözümler için, dikkatlice toplanmış, iyi biçimde analizleri yapılıp iyi sonuçlara bağlanmış verilerden oluşan
bulgular olup olmadığına bakalım:
Giriş bölümünün ikinci paragrafında, sahâbî kelimesinin
Hadîs’teki anlamını Kur’ân’a dayandırma çabalarında, Bünyamin
ERUL’un 9. et-Tevbe, 40’ıncı âyet ile 26. eş-Şuarâ 61’inci âyetin
“sâhib” ve “ashâb” kullanımındaki anlamın, “sahâbî” anlamını,
“Araplar arasındaki yaygın olan anlamından çıkartıp, Hz. Peygamber’in inanan arkadaşlarına özel bir isim olarak tahsis edilerek
Hadîs’te ıstılâhlaşmasını sağlamış olabileceği” bulgusu, olduğu gibi
nakledilmiş ve araştırmacı, bu konudaki verileri Tebliği’nin araştırma
amaçların göre analiz edip sonuçlandırmamıştır.
Dolayısıyla şu sorular cevapsız kalmaktadır:
Eğer, iki âyet “sâhib” ve “ashâb” kelimelerini, Araplar arasındaki yaygın anlamdan çıkarmış olsa, peki Araplar, bu iki âyeti nasıl
anlayacaklar ve nasıl uygulamasını yapabileceklerdi?
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
251
Yoksa,“sâhib” ve “ashâb” kelimeleri, Araplar arasındaki yaygın kullanımda olduğu için mi, Kur’ân onları bu kullanımları üzere
almıştır.
Ayrıca, hadîslerin yazıldığı yüzyıllar da Kur’ân, metin olarak
kârisiz okunabilen ve hadîsçilerce de sıkça okunan, öyle ki iki
âyetinin Hadîs ıstılâhı teşkîl edecek derecede etkili olduğu bir okuma
konumunda mıdır? Hadisçiler arasında, böyle bir ıstılâhlaşmay
ısağlasın!
Yine, bir Türk olan çağdaş Bünyamin ERUL yanında, döneme
yakın Arap algısı nedir? Tefsirlerde, Araplar bu iki âyetin, bu iki
“sâhib” ve “ashâb”kelimeleri için ne demişlerdir?
Bulguların uygunluğu babında bir diğer örnek de, Giriş bölümünün beşinci paragraflarında, “Sahâbe kelimesinin ıstılâhî manası
konusunda hadisçiler ile bazı usûlcülerin ikiye ayrılmış olduğunu”
belirtip, uzun uzadıya isim ve görüş açıklamalarına girişilerek, hadisçilerin, Hz. Peygamber’i gören ve müslüman olan herkese sahâbî dediğini, usûlcülerin ise, Hz. Peygamber ile uzun süre birlikte bulunan,
onu uzun süre dinleyip ondan bilgi alan ve ona ittiba eden kimseye
sahâbî dediğini açıkldıktan sonra, hemen arkasından gelen altıncı paragrafta, “Bütün bu bilgilere göre sahâbî tanımını ister hadiscilere göre isterse usûlcülere göre alalım fark etmez” yargısına gidilmiştir.
Peki, hangi Mantık’ta, “fark edilirlik” nedeninden “fark etmez”
sonucu çıkarılır; bu mantığı bilememekteyim.
Bulguların uygun olup olmaması ile ilgili bir diğer örnek ise,
Giriş bölümünün, son paragrafıdır; bu paragraf tamamen sorunludur. Paragrafa şu cümle ile başlanmaktadır:
Sünnîler arasında dahi tanımı konusunda görüş birliği bulunmayan sahâbîler ile ilgili bakış açıları da farklı olmuştur.
Buradaki “dahi” kelimesi, sanki Sünnîler’in dışında Şi’î’ler anlatılmış, Şi’îler de tanımda görüş birliği olmamış, bu araştırmacı tarafından belirtilmiş, şimdi sıra Sünnîler’e gelmiş, anlamına gelmektedir.
Gerçekten, araştırmada Şi’î’lerın tanımlaması boş geçilmiştir.
Sanki onlar, İslâm Âlemi içine dâhil edilmemiştir. Ayrıca, bu cümledeki, “tanımı konusunda görüş birliği bulunmayan sahâbîler ile ilgili
bakış açıları da farklı olmuştur” sözü, altıncı paragraftaki, “Hadîsçiler
252
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ile Usûlcüler arasında görüş birliği bulunmaması fark etmez.” yargısının terkedilip, “sahâbîler ile ilgili bakış açıları da farklı olmuştur”
yargısının ihdas edilmiş olduğu görülür. Bu da, tebliğin bir başka tutarsızlığıdır.
Yine, son paragrafın şu cümlesi şöyledir: “Bu çalışmada tarihten günümüze Sünnî dünyada sahâbîlere bakış açısıyla ilgili yanlış
eğilimler örnekleriyle ortaya konmaya çalışılacaktır.” Bu cümelede,
“Bu çalışmada tarihten günümüze” kayıtlaması nasıl bir kayıtlamadır?, “tarihten” denerek, “tarih” kelimesi kapalı kalmıştır. Bu kapalılığı gidermek için, “hangi tarihten günümüze kadar” sorusunun cevabı olacak bir bilgin verilmesine ihtiyaç vardır.
Yine aynı cümlede, “sahâbîlere bakış açısıyla ilgili yanlış eğilimler” anlatımında, “yanlış eğilimler”i belirleyen ölçü nedir? Bu da,
açıklanmamıştır.
Aynı şekilde, son paragrafın şu son cümlesinde: “Böylece onları doğru algılamanın hem önemi hem de gereği ortaya konulmuş olacak; bu vesileyle özellikle onların yer aldığı tarihî olayların daha doğru okunması ve yorumlanmasına katkı sağlanılmaya çalışılacaktır.”
denilmektedir. Bu cümledeki “onları doğru algılama” anlatımı da
kapalı olup hangi ölçünün “onları doğru algılama”yı sağlayacağı belli değildir.
Benzer olarak, “sahâbîlere bakış açısıyla ilgili yanlış eğilimler
örnekleriyle ortaya konulduğunda” denmektedir Peki, “bu ortaya
konulma” ile “onları doğru algılamanın hem önemi hem de gereği”
nasıl ortaya konulmuş sayılacak ve “bu ortaya konulma” ile, “onların
yer aldığı tarihî olayların daha doğru okunması ve yorumlanması”
da nasıl gerçekleştirilmiş olacak, bunlar, anlamak mümkün değildir.
“Sahâbe Algısında İfrat Örnekleri” başlıklı birinci bölümde,
bölümün tamamı itibariyle, sahâbe algısında ifrat diye, ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan, sahâbîlerin olumsuz fiillerin faili
olması durumunda isimlerinin gizlenmesini göstermekte ve örnek
olarak da, Hz. Osman ve Hz. Abbâs’ın isimlerinin gizlenmesini vermektedir. İlk dönem İslâm Tarihi kaynaklarında, isimlerinin gizlenmesi polemik konusu olan bu iki sahâbîden başka örnek yoktur. Nedenini bilmek de, çok fazlaca akıl yormayı gerektirmez. Çok açıktır;
çünkü, biri Emevîler’in atası, diğeri de Abbâsîler’in atasıdır. Münakaşa açmak için söylersek, zaten İslâm Tarihi de, Kureyş’in bu iki soyu
olan Umeyyeoğulları ve Hâşimoğulları çekişmesinin tarihi, yani bir
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
253
çeşit Kureyş’in tarihi değil midir? Bu yüzden, İslâm tarihçilerinin
herbirisi, olayları dinî, siyâsî ve fikrî temayüllerine göre haber vermektedirler. Bu şekilde, bir devir olaylarıyla ilgili haberler, haber verenlerin, dinî, siyasî ve fikrî yapılarına göre değişiklik göstermektedir.
Bu bakımdan, İbn İshâk’ın, Hâşimoğulları başlığı altında Bedir
esirleri arasında Abbâs’ın ismini gizlemesinin, olumsuz bir olayda
Abbâs gibi bir sahâbînin isminin verilmemesinin, sahâbe algısında ifrat olduğu yargısında bulunmak, olsa olsa sahâbe yargısında ifrat
değil de, araştırmacının yargısında bir ifrât gibi görünmektedir. Çünkü, aynı İbn İshâk,Ammâr b. Yâsir’i şiirinden dolayı dövmekle tehdit
eden ve Hz. Peygamber tarafından kınanan sahâbînin ismini, yani
Hz. Osmân’ın adını,bu olumsuz fiilin fail olarak vermektedir.
Zirâ ölümü Hicrî 150 küsur olan İbn İshâk, Emevîler’in sonu ve
Abbâsîler’in ilk dönemlerini yaşamıştır. Sanki, Emevîler’e karşı gelişen Abbâsî muhâlefeti içinde yer almış gibidir. Çünkü, Medîne’de
Kaderiyecilik ve Şiilikle itham edilmiş, sonra Bağdad’a hicret etmiş,
İbn İshâk, es-Sîre diye adlandırabileceğimiz eserinin bir kopyasını
Bağdad’ta Ebû Ca’fer el-Mansûr’a sunmuş, el-Mansûr’dan atiyye’
almış ve Abbâsî sarayına intisap etmiştir.
İbn İshâk için bu söylediklerimin benzeri anlatılar, El-Vâkıdî
(ö. 207 h. /822 m.), Abdülmelik b. Hişâm (ö. 218 h. /833 m.), İbn Sa’d
(ö. 230 h./845 m.), el-Belâzurî, (ö. 279 h. /892 m.) ve et-Taberî (ö. 310 h.
/922 m.) için de yapılmaktadır.
Aslında, Şî‘a’nın temsil ettiği sahâbe imajı, Ehlu’s-Sunnet’in
sert tepkisine neden olmuş; bunun için, sünnî kaynaklarda, Şî‘a’ya
malzeme olabilecek türden bir takım anlatımlar veya tarihsel veriler
sansürlenmiştir. Bundan da, sahâbînin isminin verilmemesinin,
sahâbe algısında ifrat olduğu yargısı çıkartılamaz
İkinci bölüm ise, “Sahâbe Algısında Tefrit Örnekleri” başlıklıdır. Araştırmanın bu bölüm kapsamındaki amaçları için, çalışma
evreni olarak bazı “Monografi” kitapları belirlendiği görülmektedir.
Bu bölümde de, “sahâbeyi diğer insanlarla aynı seviyede ve özellikte
görmenin, sahâbe algısında tefrit”dir genellemesi yapılmaktadır. Ancak tebliğin bu ikinci bölümünde, Ahmet Akbulut’un ‘Sahâbe Dönemi
İktidar Kavgası’; Ebû Reyye’nin, ‘Advaü ale’s-Sünneti’l-Muhammediyye’
ile ‘Şeyhu’l-Müdıra’ıve Taha Hüseyin’in, ‘el-Fitnetü’l-Kübra I, Osman’ı”
adlı monografik eserlerinden toplanan bu verilerden ulaşılan bulgu-
254
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lardan, Sonuç ve Öneriler bölümünde çıkarılan yargı, sahâbe arasında gerçekleşen özellikle savaşlarla ilgili olan meselelerin, dînî olmayıp siyâsî olduğunu ve siyasette de doğru ve yapılması dinin konusu
olmadığı yargısını çıkarmaktadır. Madem ki, araştırmacıya göre,
siyâset dinin dışındadır. Peki, bu mongrafidelerde sahâbe için kullanılan dil, tebliğe nasıl veri teşkil edebilir. Bu verilerden de sahâbe algısında tefrit için nasıl geçerliliğibulgular oluşturulup, “Sahâbe Algısında Tefrit Örnekleri” diye sergilenir?
Üçüncü bölüme gelince, bu bölüm, “Sahâbenin Tenkid Edilebilirliği Problemi” başlıklıdır. Bu bölüm, tebliğin araştırma konusunu
çözümleyen, araştırmanın amaçlarına ulaştırmayan, sanki tebliğ dışı
ihdas edilmiş bir bölüm gibidir.
Tebliğ’deki Sonuç ve Öneriler’e gelince;
Birinci maddede, araştırmacı, sahâbî tanımı için, “Sahâbî kavramıyla ilgili herkes tarafından genel geçer kabul edilen bir tanımın
olmadığı bilinmelidir.” yargısında bulunulmuştur; ancak, Giriş bölümünün sondan ikinci paragrafında “Bütün bu bilgilere göre sahâbî
tanımını ister hadiscilere göre isterse usûlcülere göre alalım fark etmez.” anlatımıyla, araştırmanın bunu gerçeleştirmeyi amaçlamadığı
söylenmekte, dolayısıyla bu yargının Tebliğ’in bir yargısı olmamaktadır.
Yine, birinci maddede, “Gerektiği taktirde usûlcülerin sahâbî
tanımına uygun olmayan benzeri kişilerin, sahâbîlik faziletine sahip
olmadıkları ifade edilebilmelidir.” anlatımı bir yargı gibi görünmektedir; ancak, burada Usûlcüler’den hangi usûlcüler, Fıkıh mı, Hadîs
mi, Tefsîr mi kastedilmiş olduğu belli değildir. Ayrıca, bu yargı tebliğ
metninden çıkan bir yargı da olmamaktadır. Araştırmacının, tebliğ
dışı, kendinden menkûl bir yargısıdır.
Benzer şekilde, bu birinci madde de, kendinden menkûl bir
öneri de, “Velid b. Ukbe, Mervan b. Hakem gibi bazı kişilerin durumlarıyla ilgili çalışmalar yapılması” önerisidir. Bu öneri,tebliğe dayanmamakta,boşlukta durmaktadır.
Tebliğin Sonuç ve Öneriler kısmında, yedinci madde,
“sahâbenin adâleti” ile alakalandırılıp sonuç olarak verilmektedir.
Ancak, Tebliğ metninde “sahâbenin adâleti” ile ilgili hiçbir anlatım
yoktur. Bu da, kendinden menkûl bir sonucudur.
DİNÎ BİR OTORİTE OLARAK SAHÂBE ALGISI, Z. İŞCAN
255
Sonuç
Tebliğ metninin dipnot 69’daki göndermesinden ve Kaynakça’dan hareketle giriştiğim araştırmada, “İfrat ve Tefrît Arasında
Sahâbe Algısı” başlıklı tebliğin,
Giriş bölümünün çok az bir kısaltmayla tamamı,
Üçüncü bölümü hemen hemen tıpa tıp tamamı,
İlk bölümünün büyük çoğunluğu ve ikinci bölümünün de çoğunluğa yakın bir kısmının,
araştırmacının 2001 yılında yapmış olduğu “Hz. Peygamber
Döneminde Beşeri Yönleriyle Ashâbın Konumu” adlı yüksek lisans
tez çalışmasından alınmış olduğudur.
Üstelik bu durum, araştırmacı tarafından tebliğinde de belirtilmemiştir.
Bu yüzden, “İfrat ve Tefrit Arasında Sahâbe Algısı” adlı tebliğin söyledikleri alanda yeni değildir; bu İlmî Toplantı’da, alana yeni
bir katkı sunma imkânı da yoktur. Ancak, araştırmacının, tebliğ dışı
sunacağı birikiminin, bu İlmî Toplantı’ya yapacağı katıdan da, şüphe
yoktur.
Hepinize teşekkür ediyorum.
TARTIŞMALAR
Serbest Müzâkere
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN (Oturum Başkanı)
– İmam el-Evzaî'nin bir tesbitini hatırlatarak tebliğlere geçmek
istiyorum. El-Evzaî hicri 157 yılında vefat etmiş, kendi adına bir
mezhep kurulmuş bulunan ve etbeu't-tâbiînden olan bir büyük alim.
Kendisinin hadislerle ilgili kitapları da var. O şöyle bir tesbitte bulunuyor:"Rasulüllah(s.a.v) ın ashabının beş özelliği vardır. Bunlar:
Vahiy öncelikle yaşamak
Sünnete ittiba
Mescitleri imar
Kur'an tilaveti
Allah yolunda cihat
Sahabe algısı derken bizden önceki insanların da bu konuda
bir takım arzularının mevcut olduğunu en azından bu tesbitle anlamış olduk.
Abdullah ibni Mübarek'e de peygamberi görmemiş sahabî denildiğini bir arkadaş bir sohbetinde söylemişti. Bu tabir baya bir dikkat çekmişti. Araştırdım hakikaten buna yakın ifadeler buldum. Yani
filan zatın peygamberi görmek bir yana sahabeye çok benzediğini dair şahadetler kitaplarda yer alıyor. Ben de onun üzerine giderek değişik zamanlarda yazdığımız yazılarımı toplayarak "sahabe kıvamı" diye bir küçük çalışma ortaya çıkarmıştım.
Biz her toplantıya bildiklerimizi tekrar duymak için gelenlerden değiliz. Farklı şeyleri duymak, farklı değerlendirmeleri dinlemek
258
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hem kendimizi yeniden değerlendirmek, hem de düşünce sistemimizi geliştirmek bakımından yararlıdır, faydalıdır.
Ben her iki hocamızın beyanlarına katılmadığımı söylemek istiyorum. Niye katılmıyorum. Bir otoriteyi, sahabe algısını, bugünden
geriye giderek değerlendirirseniz bu söylenenler normal. Ama baştan
bugüne gelecek şekilde ele alırsanız bunları o zaman söyleyemezsiniz. Hz. Peygamberi burda cerhetmek anlamına gelecek sözlerin sarf
edilmesi bizim herhalde boyumuzu aşan noktalardır. "Harnunnâsi
garnî " hadisinin uydurma olduğunu kabul etmek başka bir şey, uydurma olduğunun isbatı başka bir şeydir. Hangi uydurma hadis kitabında bu hadise uydurma hadis dendiğini gördünüz? Biraz çizgi
dahilinde konuşmak lazım.
Ben her iki hocamızın beyanlarını sanki farklı bir zeminden bizim şimdiye kadar alıştığımız bakış açısını geliştirme amacına yönelik değerlendirmeler olarak görüyor hüsnü niyetle yaklaşıyorum.
Hiç bir zaman sü-i niyetlerini düşünmem ve düşünülmesini de istemem.
Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN
– Bizim hiç bir zaman Hz. Peygamber'in şahsiyetini sorgulamak, otoritesini sorgulamak gibi bir düşüncemiz olamaz. Fakat sizin
görüşünüzde hareket ettiğimizde şu soru gündeme gelecektir: İlahiyat alanında bilim yapılabilir mi, yapılamaz mı?
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
– Niye ilim yapılmasın. Şu ana kadar yapılanlar ilim değil mi?
Yani on beş asırdır yapılanlar ilim değil mi? Bu gün mü yapacağız.
Benim boyum on beş asırlıktır. Ben dünkü çocuk değilim.
İmam-ı Buharî başlıklarındaki düşünce sistemi şöyle: Önce
âyet, varsa merfu hadis, varsa mevkuf sahabe kavli, varsa ülema görüşü, bunlar yoksa eğer kendi görüşü eğer netleşmişse görüşünü
yansıtacak şekilde verir. Eğer kendi görüşü netleşmemişse soru edatlarıyla konuyu söyler orada bırakır. Bir meseleye bakış boyutunu, tarihi akışını gördükten sonra kanaat belirtmek daha ilmî olmaz mı?
Şimdi biz ne yapıyoruz. Ayete müracat etmiyoruz, sünnete müracat
etmiyoruz, sahabeyi bir tarafa bıraktık onların otoritesini kabul etmi-
MÜZÂKERE, M. N. GÜLER
259
yoruz, ülemaya da itibar etmiyoruz ve bana göre diye söze başlıyoruz. Yanlış olan budur.
Prof. Dr. Mehmet Zeki İŞCAN
– Kur'an'a göre, islama göre, dine göre demektense Bana göre
demek daha uygundur. Kur'an'a göre dediğiniz zaman geleneğe de
karşı çıkmış oluyorsunuz. islam Mezhepleri tarihinde hiç bir insan
Kur'an'a göre diye başlamaz. Mutezile'ye göre, Ehl-i sünnet'e göre
der, Şafî'ye göre der, Hanefî'ye göre der. Geleneğimizde daha
mutevazı bir tavır vardır. Bu günkü ülemamızda bu mütevazı tavır
bile yok. Allah adına çok fazla konuşuyoruz.
Prof. Dr. Muhammet Hanefi PALABIYIK
– Hocam bana göre demekten daha tabii ne olabilir? Bu bir
yerde çok doğru bir şeydir.
Prof. Dr. Ali ÖZEK
– "‫ "بصحاوي كالنجاااوم وأيهم اقتديتم اهتديتم‬hadisiyle ilgili olarak yaptığınız tenkit benim için kabuldür. Bu ayrı bir şey, bu hadisi benimsemem, bundan faydalanmam ayrı bir şeydir. Çünkü bu düşüncelerin
hepsi nazarîdir. Bir hadis sahihtir, bir hadis gayr-i sahihtir dediğimiz
zamanda biz bunu neye göre söylüyoruz. Bize intikal eden bilgilere
göre söylüyoruz.
Bu tebliğci ve müzakereci arkadaşlar bir takım aykırı fikirleri
ortaya koydular. Ben bu aykırı fikirlerin ortaya konmasından rahatsız
değilim. Neden? Çünkü bir insanın bir aykırı fikri ortaya koyması bir
düşünceye, bir anlayışa bağlıdır. Bu anlayıştan dolayı böyle düşünüyorlar.
Buharî'de altın silsileye giden bir hadis var:
‫نضر اهلل امربً سمع ماالتي فوعاها فأداها كما‬
ّ " ‫قال علظه الصالة والسالم فظما رواه الترمذي‬
‫سمعها رب حامل فاه الى من هو افاه منه‬
Bu hadis-i şerife göre Efendimiz kendi devrini yaşayan sahabelerden daha alim ve daha bilgili kimselerin geleceğini işaret etmiştir.
Elbette gelmiştir de. Sahabenin özelliği Peygamberi görmek ondan
260
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bilgi alıp bize nakletmektir. Ama ilim olarak düşündüğünüz zamanda sahabenin bir ilmi var, ondan sonra gelenlerin de bir ilmi var. Burada bir tahdit yok.
Bence bu arkadaşlarda gördüğüm aykırı fikirleri şu: İslam Medeniyeti yedinci asra kadar dünyada eşi görülmemiş bir medeniyetti.
Bütün ilimlerin temelini Müslüman alimler atmıştır. Daha sonraki
asırlarda bir gevşeme oldu. Gerçekten ilmi faaliyetlerden biraz uzaklaşma oldu. Müslümanlar yerde sürünür hale geldi.
Mühim olan aykırı fikirleri dinleyip onlara o aykırılığı giderecek cevaplar vermektir. Kardeşlerimiz de çalışmışlar, gayret etmişler
kendilerine gör bir düşünce geliştirmişler. Yalnız bu düşünce sadece
bunlara da mahsus değil. Böyle düşünen çok insan da var. Daha aşırısını, daha aykırısını düşünenler de var. Burada mühim olan gerçeği
bulmaktır.
Peygamberler Allah tarafından gönderilmiştir. Peygamberler
birer beşerdir ama Allah tarafından korunan beşerdir. Korundukları
için onlar hata yapmazlar. Yalnız bizim anlayışımızda hata ve yanılma olabilir. Biz dini yanlış anlamış olabiliriz, yanlış yorumlayabiliriz.
Aklımız ermeyebilir, aşırıya gidebiliriz. Önemli olan bu düşüncelerimizi soğukkanlı bir şekilde tartışmaktır.
YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VAR MI?
Murteza el-Askerî’nin Hamsûne ve Mie Sahâbîyyin Muhtelakin Adlı
Kitabındaki İddialarının Tahlili
Bekir KUZUDİŞLİ
I. Giriş
Sahâbe nesli, gerek İslâm’ın güçlenmesi ve yayılmasında, gerekse dinin yaşanması ve sonraki nesillere aktarılmasında önemli rol
oynayıp Kur’ân ve hadislerde genel olarak övgüyle yer aldığı için onların hem klasik dönem eserlerine hem de günümüz çalışmalarına
yaygın bir şekilde konu olması kaçınılmazdır. Sahâbîlerin hadis
rivâyeti ve dirâyeti, sünnete bağlılıkları, kimlikleri, adaleti, onlara
yöneltilen eleştiriler ve benzeri konular müstakil eserler veya çeşitli
konular içinde tartışılagelmiştir.
Sahâbe ile ilgili konular arasında sahâbîleri tanıtmak ve onları
mümkün olduğu kadar bir araya toplamak amacıyla yazılan eserler
de âlimlerin önem verdikleri bir konu olmuş, bu telif türü, çeşitli hususiyetleri yanı sıra özellikle iki hususta mesai harcamıştır. Bunların
ilki, sonradan gelen âlimlerin, öncekilerin topladıkları sahâbe biyografilerine, tespit ettikleri yeni isimleri de ekleyerek geliştirmeleridir ki
bu husus sadece yeni kaynakların bulunması veya öncekilerin
farketmedikleri isimlerin eklenmesiyle ilgili olmayıp sahâbîleri tespit
metotları ve kimlerin sahâbî sayılacağı gibi teorik arka planla da ilişkilidir. Bu durum, sahâbe biyografisi konusunda temel taşı kabul edilen İbn Abdilberr’in el-İstîab fî ma’rifeti’l-ashâb’ından sonraki eserlerde
daha belirgin bir şekilde hissedilmektedir. İkinci önemli konu ise önceki kitaplarda yanlışlıkla sahâbe sayılmış şahısların tespit edilip
onun tabiîne ya da daha sonraki tabakaya ait olduğunun belirlenmesi

Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
262
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ya da özellikle isimlerdeki tashif ve tahrif gibi sorunlardan kaynaklanan, aslında yaşamadığı halde sahâbî imiş gibi kaydedilen kişilerin
tespit edilmeleridir. Önceki âlimlerin yanlışlarını belirleme, birçok
kaynakta, eser içinde yeri geldikçe gerçekleştirilirken, İbn Hacer kendi tespit ve değerlendirmeleri ile birlikte eğer bu şahsın sahâbî tabakasına ait olmadığı açık bir şekilde belirgin ise onları her harfin dördüncü kısmında bir araya toplamış, sorun rivâyetin zayıflığı veya
mevzû olması ise bunu metodu gereği sadece dördüncü bölümde
kaydetmemiş, ait olduğu diğer kısımlarda da zikretmiştir.
Öte yandan sahâbe biyografilerindeki hataları kaleme alan
müstakil eserler de bulunmaktadır. Örneğin İbn Fethûn’un (ö. 520),
İbn Kânî’nin (ö. 351) Mu’cemü’s-sahâbe‘si ve İbn Abdilberr’in (ö. 463)
İstiâb’ı üzerine yazdığı iki müstakil kitabı 1 söz konusu eserlerdeki vehimleri ortaya çıkarmaya yöneliktir. Yine Moğultay b. Kılıç’ın (ö. 762)
el-İnabe ila ma’rifeti’l-muhtelef fîhim mine’s-sahâbe adlı eseri de 2 aynı
amaca matuftur. Dolayısıyla sahâbe literatürü, bir şekilde sahâbeyi
konu alan kitaplara girdiği halde sahâbe arasında sayılmaması gereken şahısların varlığına aşinadır. Önemli olan bir şahsın sahâbî olduğunu belirli bir ihtimal dâhilinde tespit etmek veya sahâbîler arasında sayılamayacağını açık bir şekilde ispat edebilmektir. Bu durum ise
sahâbîleri bir araya toplayan müellifin şartları veya sahâbe literatürünün oluşturulmasına yüklenen anlamla yakından ilgili görünmektedir.
Sahâbe literatüründe zikredildiği halde bir şahsın sahâbî sayılıp sayılmaması gerektiği tartışması tarihte kalmış bir konu olmayıp
konu farklı veçhelerle de olsa günümüz dünyasında kendine yer
bulmaktadır. Bu meselede Murtaza el-Askerî’nin üç cilt olarak kaleme aldığı Hamsûne ve mie sahâbîyyin muhtelakin adlı eseri de birçok
uydurma sahâbînin varlığını iddia eden meşhur bir eser görünümündedir. Ancak sahâbe literatürü ile ilgili olarak yukarıda serdedilen fikirler dikkate alındığında bir şahsın aslında sahâbî olmadığını
veya böyle bir şahsın yaşamadığını iddia etmek orijinal bir durum
olmayıp; önemli olan hususun, bu iddiayı ispat etmek olduğu söylenebilir. Bu nedenle aşağıda Murtaza el-Askerî’nin iddiaları ve bunlaBkz. Mecîd Halef Münşid, Cuhûdü’l-Hâfız İbn Abdilberr fî dirâseti’s-sahâbe, s.
155.
2 Moğultay b. Kılıç, el-İnabe ila ma’rifeti’l-muhtelef fîhim mine’s-sahâbe (thk: İzzet
Mürsî, İbrahim b. İsmail Kadı, Mecdî Abdulhâlık eş-Şâfiî), Mektebetü’r-rüşd,
Riyad, 1420/2000.
1
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
263
rın arkaplanı incelenecek, elde edilen neticeler klasik dönem eserlerinin yapısı dikkate alınarak ele alınacaktır.
II. Murtaza el-Askerî’ye göre 150 sahâbînin Uydurma Sayılma Nedeni: Seyf b. Ömer Rivâyetleri ve Teorik Arkaplan
Murtaza el-Askerî’nin bir sahâbîyi uydurma saymasının esas
noktası, ilgili şahsın zikredilmesinde Hicrî ikinci asırda yaşamış olan
ve kendisi ile eserleri hakkında farklı değerlendirmeler bulunan Seyf
b. Ömer’in tek kalmasıdır. Nitekim bizzat Murtaza el-Askerî de bir
sahâbînin uydurma saymasındaki metodunu, onun hakkındaki bilgilerin isnadında Seyf b. Ömer’in yer alması, bu şahısların isimlerinin
siyer, hadîs, tabakât, ilel, ensâb, sahâbe biyografileri, genel tarih, edebiyat kitaplarında farklı isnadlarla bulunmayıp, onlardaki bilgilerin
tamamının Seyf’ten gelmesi şeklinde belirlemektedir. 3 Müellif, aynı
şahıstan Seyf’ten başka birinin nakilde bulunduğunu tespit ettiği durumlarda ise onu uydurma kabul etmemektedir.4 Öte yandan Askerî’nin sadece Seyf’in isnadlarında zikredilen meçhul râvîleri de uydurma, yani aslında yaşamayan şahsiyetler olarak kabul ettiği vurgulanmalıdır.5
Murtaza el-Askerî, isnad araştırmasında sonra ilgili rivâyetteki
bilgileri metin açısından da incelediğini özellikle vurgulamakta, bu
haberleri içerik olarak diğer kaynaklarla karşılaştırdığını kaydetmektedir. Kendi ifadesine göre, bazen Seyf’in metni tamamen, yani senedi, metni, sahâbî râvîsi, rivâyetin içinde yer alan şiirler, mucizevi
olaylar, savaşlar, mekân isimlerini... hayal gücüyle uydurduğunu,
bazen de müellifin sahih bir haberi tahrif ederek onu uydurduğu bir
sahâbîye atfettiğini belirtmektedir.6
Netice itibariyle konu ne olursa olsun (şiir, yer ismi, savaşların
seyri, anlaşmalar, sahâbe, râvî), onun rivâyetinde Seyf b. Ömer tek
kalıyorsa Murtaza el-Askerî’ye göre bunlar uydurma sayılmaktadır.
Askerî, Hamsûne ve mie, II, 33-35. Askerî’nin, Seyf’ten başkasından geldiği
şüphelendiği durumlarda da ilgili şahsı kitabına almadığını belirtmesi dikkat
çekmektedir (Askerî, M-Hamsûne ve mie, II, 95).
4 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 32.
5 Askerî, Hamsune ve mie, I, 345, II, 269. Askerî’nin, Ruvâtün muhtelekûn kitabının bu tür râvîleri bir araya getirmesinden oluştuğu anlaşılmaktadır.
6 Askerî, Hamsune ve mie, II, 35.
3
264
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Murtaza el-Askerî’nin, sisteminde Seyf b. Ömer’e bu kadar
merkezi rol vermesinin genel olarak iki önemli sebebi vardır. Birincisi
ricâl kaynaklarında Seyf b. Ömer hep cerh ifadeleriyle anılmış olması,
yalana hatta zındıklığa nispet edilmesidir. İkincisi ise yaşadığı zamanda zaten var olan kabile asabiyyetinden dolayı özelde
Temimlilere, genelde ise Kuzey Araplardan oluşan Adnânîlere olumlu ifadeler kullanmış, onları övmüş ve onlardan hayali kahramanlar
üretmiştir. Bunun karşısında ise Güney Arapları temsil eden
Kahtânîlere sürekli yergilerde bulunmuş olumlu sayılan olaylarda bile birkaç cümleyle yetinmiştir.7 Seyf’in, İbn Hibbân tarafından zındıklığa nispet edildiğinin haber verilmesi de onun bunları bilinçli bir şekilde İslâm’ın yanlış gösterilmesi için yaptığına dair bir ip ucu sayılabilir.8 Seyf’in gerek kendi yaşadığı ikinci asırda gerekse önceki asırlarda hâkim idarenin lehinde haberler nakletmeyi tercih ettiği iddiası
da burada hatırlatılmalıdır.9 Askerî’nin sisteminde Seyf b. Ömer merkezi rol oynadığına göre burada öncelikle ricâl âlimlerinin Seyf b.
Ömer hakkındaki ifadelerini incelemek faydalı görünmektedir.
A. Ricâl Kaynaklarında Seyf b. Ömer
Murtaza el-Askerî, söz konusu eserden önce kaleme aldığı Abdullah b. Sebe ve Esâtîrü uhra adlı kitabında Seyf b. Ömer’in cerh ve
ta’dîl durumu hakkında bilgi vermektedir. Buna göre Seyf, ittifakla
zayıf sayılan bir râvî olmakla birlikte Ebû Hâtim (ö. 277) ve Nesâi (ö.
303) başta olmak üzere bir kısım âlim onun metrûk olduğunu bildirmiştir. İbn Hibbân’ın cerhi ise daha ağırdır. O, Seyf’in zındıklıkla itham edildiğini10 haber vermiş ve hadis uydurduğu bilgisini nakletmiştir.11
Ekrem Ziya Ömerî, Merviyyatü’s-sîreti’n-nebeviyye, I, 37-38. Ayrıca Askerî’nin Seyf’i kronoloji hatasına düştüğü, doğruyu yanlışı birbirine karıştırdığı
gibi iddialarla da eleştirdiği görülmektedir (Mahmut Kelpetin, Seyf b. Ömer ve
Tarihçiliği, s. 18-19).Askerî’ye göre uydurma olan Hâcib b. Zeyd (veya Yezîd)
el-Ensârî, Kahtanî olduğu için sadece şehid olduğunu söylemekle yetinmiştir
(Askerî, Hamsune ve mie, II, 222).
8 Askerî, Hamsune ve mie, I, 81.
9 Askerî, Hamsune ve mie, I, 81. Ayrıca bkz. I, 21 ve 78.
10 Askerî’nin zikrettiklerine bakılırsa Hakim en-Neysabûrî de aynı görüştedir.
Ancak bu bilginin klasik kaynaklardan teyit edilemediği belirtilmelidir. Askerî de bilgiyi nereden aldığını kaydetmemiştir (Askerî, Abdullah b. Sebe, I,
77).
11 Bkz. Askerî, Abdullah b. Sebe, I, 76-77.
7
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
265
Ricâl kaynakları incelendiğinde gerçekten de Seyf b. Ömer’in
hadis rivâyetinde cerh edildiği, ittifakla kabul edilen bir husus görünümündedir. Bununla birlikte Askerî’nin konunun sadece siyah ve
beyaz renklerden oluşmadığını gösterecek detayları okuyucudan gizlediği dikkat çekmektedir. Örneğin, Ebû Hâtim’in Seyf hakkındaki
“metrûkü’l-hadis” ifadesi nakledilmiş, devamında yer alan “Seyf’in
hadisi, Vâkidî’nin hadisine benziyor” 12 nakline yer verilmemiştir.
Bu ifade aslında Seyf b. Ömer’in birçok cerh ve ta’dîl kitaplarında yer aldığı şekliyle sadece hadisçi olarak değil, tarihçi olarak değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Birçok âlim, Vâkidî’yi hadis uydurmak da dâhil çeşitli derecelerde cerh etmesine rağmen o, tarih ilminde naklettiklerinden mustağni kalınamayan biridir. Nitekim
İbnü’l-Cevzî (ö. 597), Zehebî (ö. 748) ve İbn Kesîr (ö. 774) gibi hadisçi
kimliği öne çıkan tarihçilerin kitapları Vâkidî’nin nakilleriyle doludur. Hatta Murtaza el-Askerî’nin kendisi de çeşitli çalışmalarında
doğal olarak Vâkidî’nin rivâyetlerine yer vermektedir.13
Hadis rivâyetinde ittifakla zayıf sayılan Seyf b. Ömer’in de adı
geçen muhaddis tarihçiler tarafından Vâkidî gibi değerlendirildiği
anlaşılmaktadır. Bu yüzden hadis nakli konusunda zayıf saymalarına
rağmen, Vâkidî’de olduğu gibi Seyf’in nakillerine yer vermişler ve bu
durumu onun hakkındaki ifadelere de yansıtmışlardır. Örneğin
Zehebî, Seyf hakkındaki cerh ifadelerinin yer aldığı tercemesinin girişinde onun “ahbâriyyün ârifün/bilgin bir tarihçi” 14 şeklinde değerlendirmesi bu duruma örnek olarak verilebilir. Yine Askerî’nin,
İsâbe’sinde Seyf b. Ömer’in nakillerini dikkate aldığı için sık sık tenkit
ettiği İbn Hacer’in değerlendirmesi de, onun gözünde tarih ve hadis
nakillerinin farklılığını ortaya koyacak niteliktedir. O Seyf b. Ömer’i:
“Hadis rivâyetinde zayıf, ama tarihte umde biridir” şeklinde tanıtmaktadır.15 İbn Hacer, İbn Hibbân’ın Seyf hakkında naklettiği hadis
uydurma ve zındıkla itham ifadelerini ise aşırılık olarak kabul ettiği
burada zikredilmelidir.16 İşin doğrusu onun zındık olduğuna dair İbn
Hibbân’ın sözünden başka klasik dönemde sunulan bir delil de bulunmamaktadır.17
İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-ta’dîl, IV, 278.
Bkz. Askerî, Meâlimü’l-medreseteyn, I, 170 vd.
14 Zehebî, Mîzan, III, 353.
15 İbn Hacer, Takrîb, s. 262.
16 İbn Hacer, Takrîb, s. 262
17 Ekrem Ziya Ömerî, Merviyyat, I, 40.
12
13
266
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bu bilgiler dikkate alındığında, sahâbîleri bir araya toplamayı
amaçlayan müelliflerin de özellikle hulefâ-i râşidîn dönemi bilgilerinden istifade etmek için genel olarak tarih kitaplarını yukarıda zikredilen çerçevede kullanmış oldukları anlaşılmaktadır. Ancak bu,
doğal olarak, Seyf ve eleştirilen diğer şahısların sika sayıldığı ya da
bilgilerinin tamamının kabul edildiği anlamına gelmemektedir.
Neticede Seyf b. Ömer hakkında cerh ve ta’dîl ifadelerine bakıldığında Murtaza el-Askerî’nin herhangi bir detaya mahal bırakmayacak şekilde cerh ifadelerine yer verdiği, incelediğimiz kitabında
en çok İbn Hacer’i muhatap almasına rağmen, onun Seyf hakkındaki
yukarıda zikredilen düşüncesine hiç değinmediği dikkat çekmektedir.18 Öte yandan Murtaza el-Askerî’nin kendi verdiği bilgilere göre
sadece İbn Hibbân onu hadis uydurmaya nispet etmesine rağmen 19
sonuçta “Onunçok hadis uydurduğu konusunda (vadda li’l-hadis)
icma ettiler”20 iddiasını kaydetmesi de çelişkili bir durumdur. Onun
ilerleyen sayfalarda da Seyf hakkında kezzab veya kezûb gibi sigalar
kullandığı belirtilmelidir.21
B. Uydurma Sahâbîler İddiasındaki Fikrî Arkaplan
Yukarıda belirtildiği üzere Murtaza el-Askerî’nin uydurma olduğunu iddia ettiği şahısları incelerken üzerinde en çok durduğu konu, Kuzey Araplardan oluşan Adnanîler ile Güney Araplardan oluşan Kahtaniler’in çekişmesi ve kabile asabiyetidir. Ona göre bu karşılıklı düşmanlık hali Güney Araplara mensup olan Ensâr ile Kuzey
Araplara mensup olan Muhacirler arasındaki bazı çekişmelere kadar
Askerî’nin İbn Hacer’in bir isnaddan sonra “Orada zayıf râvîler vardır, en
kötüsü de Seyf’tir” ifadesini nakletmesine rağmen (Askerî, Abdullah b. Sebe, I,
77), İbn Hacer’in metinde zikredilen Takrîb’deki ifadelerine hiç değinmemesi
dikkat çekicidir.
19 Askerî, Hamsune ve mie, I, 20. Abdullah b. Sebe kitabında, Murtaza elAskerî, Ebû Davûd’tan naklen “Leyse bişeyin, kezzâb” ifadesini zikretmektedir. Ancak gerek Âcurrî’nin Ebû Dâvûd’a yönelttiği sorularda (Âcurrî,
Suâlâtü Âcurrî li Ebî Dâvûd, s. 214)gerekse elde mevcut diğer kitaplarda Ebû
Dâvûd’a sadece “Leyse bişeyin” ifadesi nispet edilmektedir (bkz. Mizzî,
Tehzîbü’l-kemâl, XII, 326; Zehebî, Mizân, III, 353.). Muhtemelen Murtaza elAskerî, Ebû Dâvûd’un bir sonraki soruda Seyf b. Uhti Süfyân es-Sevrî’ye
verdiği “kezzâb” cevabını Seyf b. Ömer’e nispet etmiş olmalıdır.
20 Askerî, Hamsune ve mie, I, 20.
21 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 267, 347.
18
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
267
gitmektedir. Bunun ilki Müreysî gazvesinde gerçekleşmiş Ensâr ve
Muhacirler kabile davası gütmüşlerdi, ikincisi ise ilk hilafet seçimlerinde meydana gelmiştir. Askerî’ye göre hilafet seçiminde Ensâr ile
Muhacir arasında yaşanan olaylar ümmeti belirgin bir şekilde yukarıda zikredilen iki gruba ayırmıştır. Hz. Ali o andaki kavgayı önlemiş
ve Ensâr sevgisinin imandan kaynaklandığını söyleyerek meseleyi
kapatmıştır.22
Murtaza el-Askerî diğer yandan Müslümanların Yahudi ve
Hristiyanları adım adım takip edeceği şeklindeki hadisleri gündeme
getirerek erken dönemden itibaren dini tahrif etmeye çalışanların bulunduğunu, Hz. Ömer’in recm âyeti hakkındaki ifadelerini, Kur’ân’ı
tahrif teşebbüsü; hurma aşılama meselesinde ürün iyi olmayınca Hz.
Peygamber’in “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” ifadelerini ise
Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Kayser’in ise Kayser’e anlayışının yerleştirilmesi şeklinde yorumlayıp, bunları ilk sapmalar olarak sunmaktadır.23 Şi‘î âlimlere göre genel olarak hadis uydurma faaliyeti Hz. Peygamber döneminde başlayıp, Muaviye b. Ebî Süfyan’ın Hz. Hasan ile
sulh yaptıktan sonra sistemleştiği dikkate alınırsa 24 Murtaza elAskerî’nin zihninde ilk halife seçimindeki olaylardan itibaren toplum
kabile anlayışı çerçevesinde ikiye bölündüğü ve sonraki yıllarda da
hadis uydurma faaliyetlerinin giderek arttığı, başka bir deyişle bir
kaos ortamının bulunduğu anlaşılmaktadır.
Söz konusu dönemdeki şahıslarda kabile anlayışı önemli olup,
zaman zaman kendisini gösterse de bütün olayları bu merkezde değerlendirmek doğru bir yaklaşım değildir. Nitekim Şî‘a’daki mevzu
rivâyetleri inceleyen az sayıdaki şahıslardan biri olan Haşim
Ma’ruf’un, Ensâr-Muhacir çekişmesinden dolayı ilk grubun Ensâr
sevgisinin imandan olduğu hadisini uydurduğuna işaret etmesine
rağmen,25 Askerî’nin aynı hadisi Hz. Ali’nin iki grup arasındaki olayları yatıştırmak için dile getirdiğini belirtmesi, aynı mezhebe mensup
çağdaş iki şahsın, kabile veya grup esasına dayanarak bir hadis hakkında ne kadar farklı fikir üretebildiklerini göstermektedir.
Askerî, Hamsûne ve mie, I, 59.
Askerî farklı rivâyetleri de örnek olarak vermektedir. Bkz. Askerî, Hamsûne
ve mie, III, 8.
24 Bekir Kuzudişli, Şî‘a’da Hadis Rivâyeti ve İsnad, s. 46 vd.
25 Hâşim Ma’rûf, Mevdûat, s. 172.
22
23
268
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Askerî’ye göre, ikinci asrın ilk yarısında faaliyet gösteren Seyf
b. Ömer de yukarıda anlatılan ve sonraki yıllarda devam eden kabile
farklılığına göre kitaplarını kaleme almış; Emevî iktidarı menfaatine
uygun olarak İslâm tarihini bilinçli bir şekilde tahrif etmiş; hayali
sahâbîler, olaylar, şiirler, yer isimleri ve benzeri hâdiseler uydurmuştur. Buna göre Seyf’in tek başına naklettiği bütün olaylar ve şahıslar
mevzu ve hayalidir. Dolayısıyla Askerî, uydurma kabul ettiği
sahâbîleri incelerken onların yer aldığı tarihi olayları, şiirleri, savaşların veya hâdiselerin mekânlarını da diğer erken dönem tarih kaynaklarıyla karşılaştırmış ve Seyf bunlarda teferrüd ettiği için onların da
hayali olduğuna karar vermiştir.26
Seyf’in teferrüd ettiği olayları uydurma sayılıp sayılmayacağı
meselesine geçmeden önce genel olarak İslâm âlimlerinin, Seyf’in zayıf bir râvî olmasından hareketle diğer âlimlere ya da genel bilgilere
muhalefet ettiği noktalarda rivâyetlerine itibar etmedikleri belirtilmelidir. ÖrneğinHatîb el-Bağdâdî (ö. 463), “İlim ehline muhalefet ettiği
noktalarda Seyf b. Ömer’inrivâyetleri hüccet değildir” diyerek bu hususu açık bir şekilde belirtmektedir.27
Seyf’in teferrüd ettiği rivâyetlerde ise mensup olduğu Temim
kabilesi başta olmak üzere kabile asabiyetine sahip olduğu, olayları
abartarak anlattığı, bazen çelişkili bilgiler verdiği ya da iktidar yanlısı
bir görünüm arz ettiği bilinmekteyse de bu verilerden hareketle onun
tek kaldığı bütün bilgileri uydurma saymak doğru görünmemektedir. Bu durum, Askerî’nin Seyf b. Ömer’in rivâyetlerindeki uydurmaları tespit etmek için karşılaştırdığı erken dönem tarih kitaplarının
yapısı düşünüldüğünde daha da belirginleşmektedir. Zira Seyf’in
verdiği bilgiler diğer kaynakların anlattıklarının bir kaç misli olabilmektedir.28 Anlaşılan o ki bu durumun meydana gelmesinde Seyf’in
Her ne kadar Murtaza el-Askerî atıf da bulunmasa da ondan önce
Wellhausen ve Ceatani gibi müsteşrikler de Seyf’i tek kaldığı rivâyetlerde
güvenilmez kabul etmişler; Tasseron ve Hinds gibi diğer müsteşrikler ise
Seyf b. Ömer hakkında olumlu görüşler nakletmişlerdir. Bu konuda değerlendirme için bkz. Mahmut Kelpetin, Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, s. 46-48;
a.mlf., “Müsteşriklerin Gözüyle Seyf b. Ömer”, Usul, 10 (2008/2), 125-140.
27 Hatîb el-Bağdâdî, Muvaddıh, I, 276.
28 Bazı isimlerde bu husus çok daha belirgindir. Meselâ Abdullah b. Abdullah
b. Itbân biyografisinde onun Hz. Ömer dönemindeki olayları Seyf kanalıyla
bir sayfa iken aynı olaylar İbn Hayyât, Ya’kûbi ve Belâzürî’nin eserlerinde iki
satırdır. Bkz. Askerî, Hamsûne ve mie, III, 216-218.
26
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
269
abartmalarının etkisi olduğu gibi, ayrıntılara önem vermesi, özellikle
ridde savaşları ve Irak futûhâtının kabilesinin yaşadığı bölgelerde
gerçekleşmesi gibi nedenler de etkindir. 29 Dolayısıyla onun, dönemindeki tarihçilerinin, ya bilgilerinin olmadığı ya da ayrıntı sayarak
nakletmeye değer bulmadıkları şeyleri barındırması makul görünmektedir.
Öte yandan teorik olarak düşünüldüğünde, Seyf’in uzun alıntılarla verdiği bilgileri, zikrettiği sahâbîleri, râvîlerini, yer isimlerini, şiirlerini ve diğer olayları elimizde sınırlı sayıdaki diğer eserlerde bulunmadığı gerekçesiyle yani olmayandan hareketle reddetmek, yaşadığı zamanda tarihçi kimliği olan birinin diğer tarihçiler tarafından
neden deşifre edilmediği şeklindeki yine yapılmayandan hareketle
sorgulamayı beraberinde getirmektedir. Bu şekilde sorgulamanın teorik alt yapısı aslında ilkinden daha güçlüdür zira meşhur Şi‘î âlimlerinden biri olan Şeyh Müfid’in (ö. 413) kaydettiği iki rivâyete göre
Ebû Mihnef Lût b. Yahya (ö. 157) Seyf b. Ömer’den nakilde bulunmuştur.30 Seyf’in, Harun Reşid döneminde vefat ettiği hatırda tutulup, Ebû Mihnef ile Seyf ilişkisi düşünüldüğünde, hayatının nispeten
erken sayılabilecek bir safhasında kitabının yayılma ihtimali belirmekte; Ebû Mihnef, Ezd kabilesine mensup olduğu için Seyf’in karşıt
grubunda bulunduğu; aşırı Şi‘î olmakla itham edildiği için de Emevî
yanlısı olduğu belirtilen Seyf ile fikren anlaşamaması gerekmektedir.31
Bütün bunlara rağmen Ebû Mihnef’in onu dikkate alması
Seyf’in tek kaldığı sayfalarca bilginin ek bir delil olmaksızın hayal
mahsulu olarak kabul edilmemesi gerektiğini göstermektedir. Benzer
bir durum Nasr b. Müzahim el-Minkarî (120-212)32 açısından da geçerlidir. Zira Seyf’in genç çağdaşı olan Minkarî, fikir olarak gulat-ı
Şî‘a’ya mensup olmasına rağmen Seyf’ten nakillerde bulunmuştur.
Minkarî’yi Ebû Mihnef’den ayıran önemli bir özellik onun da Seyf
gibi Temim kabilesine mensup olmasıdır. Dolayısıyla, aynı kabileye
mensup olmakla birlikte Seyf ile zıt fikirleri taşıyan Minkarî’nin, buEkrem Ziya Ömerî, Merviyyat, I, 39. Kelpetin, Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, s.
43, 268.
30 Müfid, Cemel, s. 63-64; Askerî, Hamsûne ve mie, I, 20-21.
31 Ebû Mihnef hakkında toplu bilgi için bkz. Selman Başaran, “Ebû Mihnef”,
DİA, X, 188-189.
32 Hakkında bilgileri topluca görmek için bkz. Mustafa Zeki Terzi, “Nasr b.
Müzâhim”, DİA, XXXII, 415.
29
270
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lunduğu topluma nispet edilen hayali şahsiyetleri, râvîleri, aileleri
fark etmemesi uzak bir ihtimaldir. Örneğin Askerî’nin, bir kısmının
sahâbî sayıldığına işaret ederek topluca uydurma kabul ettiği bir aileye mensup olan Nafî b. Esved et-Temîmî’nin bazı beyitlerine Nasr
b. Müzâhim el-Minkarî de Seyf b. Ömer’den nakille yer vermektedir.33 Seyf ile yakın dönemde yaşamış ve tarihi bilgisiyle öne çıkan bir
Temîmli’nin kabilesinde hiç mevcut olmayan bir aile mensubuna ve
şiirine gerçekmiş gibi davranıp nakletmesi pek makul görünmemektedir. Aralarında görüş farklılığına rağmen Minkarî’nin farklı yerlerde bizzat Seyf’ten alıntılar yapması 34 ya da başka eserlerde Seyf’in
hayali sahâbî denilen bazı şahısları naklederken görülmesi 35 Seyf’in
bu kadar büyük çapta hayal mahsulü sahâbîler, râvîler, hadiseler, şiirler yer isimleriüretmediğine işaret etmektedir. Seyf b. Ömer’den
birçok nakilde bulunan ve Sünnî âlimler tarafından övgüyle bahsedilen Yakub b. İbrahim b. Sa’d’ın da (ö. 208) 36 önemli bir tarihçi olması
yukarıda serdedilen fikirleri desteklemektedir.
Murtaza el-Askerî, kendisine yöneltilen, Seyf’in bu kadar geniş
çapta hayal mahsulü şeyler üretmesinin mümkün olmadığı şeklindeki eleştiriye, Kelile ve Dimne ya da Binbir Gece Masalları gibi hayal
mahsulü olan eserler yazıldığını, dolayısıyla da Seyf’in de bilgilerin
tamamını hayal etmesinin normal olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. 37 Ancak buradaki sorun, bu kadar geniş bilgilerin hayal
edilmesinin imkân dâhilinde olup olmadığı tartışması değil, böyle
bilgilerin, aralarında taban tabana zıt fikrî ve siyasi ayrılıkların bulunduğu, tarihçi kimliğiyle de meşhur olmuş farklı kabileye mensup
kimselerin yanı sıra kendi kabilesine ait çağdaşı şahıslara gerçekmiş
gibi rivâyet edebilmesindedir.
Nasr b. Müzâhim, Vak’atü Sıffîn, 492-93, 533. Burada Minkarî’nin rivâyeti
aldığı kişi Yusuf olarak görünmektedir. Ancak Askerî, onun Seyf olması gerektiğini ilgili dipnotta belirtir (Askerî, Hamsûne ve mie, I, 250).
34 Nasr b. Müzâhim, Vak’atü Sıffîn, 5, 6, 9, 10.
35 İbn Kânî, Mu’cemü’s-sahâbe, II, 14 (Safvan b. Safvan’ın tamamen uydurma
olduğunda şüphe duyduğunu belirten Askerî, sahâbe sayılmasını Seyf’in hayal mahsulu olduğunu belirtir, Askerî, Hamsûne ve mie, II, 164), İbn Kânî,
Mu’cemü’s-sahâbe, II, 367. Nasr’ın farklı yerlerde Seyf’ten aldığı rivâyetler için
bkz. Taberî, Târih, III, 12, 15.
36 Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, XXXII, 308; Zehebî, Siyer, IX, 491 vd. Yakub’un
Seyf’ten istifade ettiği yerleri topluca görmek için bkz. Mahmut Kelpetin, Seyf
b. Ömer ve Tarihçiliği, s. 38.
37 Murtaza el-Askerî, Hamsûne ve mie, II, 37.
33
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
271
Bu noktada bir kez daha belirtilmesi gerekir ki yukarıda serdedilen fikirler, yaşadığı dönemde de rivâyetleri tarihçiler tarafından
nakledilen Seyf b. Ömer’in teferrüd ettiği zaman doğrudan hayal
mahsulü sayılmaması gerektiği amacına matuftur. Bu durum Seyf’in
söz konusu rivâyetlerinin tamamında güvenilir sayılacağı ya da olayları kendi kabilesi lehine abartmayacağı anlamına gelmemektedir. Nitekim ister kendisinden isterse naklettiği râvîlerden kaynaklansın
onun diğer nakillerle çelişen bilgileri, kendi içinde sorunlu olan
rivâyetleri veya olayları anlatırken zikrettiği abartı ifadeleri ve kronolojik yanlışları gibi hususlar eleştirilmiştir.38 Ancak Seyf b. Ömer’in
cerh ve ta’dîl âlimleri tarafından çeşitli cerh lafızlarıyla eleştirildiği
gerekçesiyle bunu hadis rivâyetiyle sınırlandırmayıp, tarihi
rivâyetlere teşmil etmek, prensip olarak benimsendiğinde bu husus,
tarihî rivâyetlerin çoğunun devre dışı bırakılmasını gerektirecektir.
Zira Ebû Mihnef, Minkarî, Vâkidî gibi naklettikleri isnadlarda yer
alan râvîlerin tek tek güvenirlilikleri bir yana bizzat kendilerinin cerh
edildikleri dikkat çekmektedir.39
Bu tartışmaların sahâbîlere bakan yönü, Murtaza el-Askerî’nin,
Seyf b. Ömer’in teferrüd ettiği rivâyetleri reddederken, dinin bilinmesi için sahâbîlerin siretlerinin bilinmesi gerektiğini sonuçta sünnet
ve hadislerin onlar vasıtasıyla geldiğini, fakat Seyf b. Ömer’in marifetiyle bazı siret ve hadislerin bize yaşamamış şahıslar tarafından nakledilmiş olduğunu iddia etmesidir.40 Dolayısıyla burada Murtaza elAskerî tarafından uydurma kabul edilen şahısların kimlikleri ve dini
bize ulaştırmaları açısından konumu önem kazanmaktadır. Ayrıca bir
şahsın sahâbe literatüründe nakledilmesinin ne anlama geldiği sorusu da öne çıkmaktadır. Aşağıda bu sorunun cevabı aranmaya çalışılacaktır.
Ekrem Ziya Ömerî , Merviyyat, I, 50. Mahmut Kelpetin, Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, s. 60, 81, 93-95, 151, 269; İsrafil Balcı, “Rivâyetin Metne Dönüştürülmesinde Râvî Tasarrufuna Seyf b. Ömer’den Örnekler”, İslâmi İlimleri Dergisi,
3/2, Güz 2008, s. 105-125.
39 Ekrem Ziya Ömerî, Merviyyat, I, 39.
40 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 71.
38
272
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
III. Askerî’nin Uydurma Olduğunu İddia Ettiği Sahâbîlerin
Genel Yapısı
A. Uydurma Olduğu İddia Edilen Sahâbîlerin Hadis Rivâyeti
Açısından Değerlendirilmesi
Askerî’nin, hadis ve sünnet sahâbîler vasatısıyla geldiği için
onların tanınması gerektiği vurgusu önemli olmakla birlikte dinin bir
kısmının hayal mahsulü şahıslar tarafından aktarıldığı iddiası eleştiriye açıktır. Zira müellifin kitabında incelediği ve uydurma kabul ettiği 159 isme bakıldığında bunlardan sadece 10 civarındaki şahsın Hz.
Peygamber’den hadis naklettiği görülmektedir. Bunların belirgin bir
kısmı da Hz. Peygamber’e heyet olarak giden şahısların Allah
Rasûlü’yle buluşmaları, kendilerine dua istemeleri ve benzeri olaylara matuftur41. Bunun dışında bir şahıstan (Ubeyd b. Sahr b. Levzân)
ahkam konularına dair rivâyetler nakledilmiş 42 , üç şahıstan ise
(Ka’ka’ b. Amr, Zübeyr b. Ebî Hâle ve Kâ’b b. Mâlik’in kardeşi Sehl b.
Mâlik’ten43) hilafet hakkında ya da Hz. Ebû Bekir ve sonrasındaki halifeler lehine hadisler aktarılmıştır.
Hz. Peygamber’in Muaz’ı Yemen’e gönderirken söylediği tavsiyelerden oluşan Ubeyd b. Sahr b. Levzân rivâyetleri Kütüb-i Sitte gibi temel hadis kaynaklarında bulunmamakta, genel olarak sahâbî
Bkz. Zirr b. Abdullah b. Küleyb (Askerî, Hamsûne ve mie, I, 385 –Aslında bu
şahsın sadece Seyf kanalıyla gelmesi sorunludur. Zira Zerîn ismiyle muhtemelen aynı şahıs farklı bir isnadla nakledildiği anlaşılmaktadır bkz. Askerî,
Hamsune ve mie, I, 390) , Esved b. Rabia el-Hanzalî (Askerî, Hamsune ve mie, I,
390), Abde b. Kurt (Askerî, Hamsune ve mie, II, 89), Abdullah b. Hakim edDabbî (Askerî, Hamsune ve mie, II, 93), Huleys b. Ziyad ed-Dabbî (Askerî,
Hamsune ve mie, II, 96), Hürr ya da Haris b. Hadrâme (Askerî, Hamsune ve mie,
II, 97), Kubeys b. Hevze (Askerî, Hamsune ve mie, II, 105-6).
42 Askerî, Hamsune ve mie, II, 115. Bu şahsın ismi Ubeyd b. Sahr b. Levzân
olup zikredilen hadislerin Ubeyd’e mi yoksa babası Sahr’a mı ait olduğu tartışılmış, doğrusunun Ubeyd olduğu belirtilmiştir Bkz. Ebû Nuaym,
Marifetü’s-sahâbe, III, 1519,IV, 1905.
43 Aslında Sehl b. Mâlik rivâyeti sadece Seyf kanalıyla gelmemektedir. Onu,
Seyf’in kaynağı olan Sehl b. Yusuf b. Mâlik’ten metrûk bir râvî olan Hâlid b.
Amr da rivâyet etmiştir. Bu sorunu Murtaza el-Askerî, hadisi ve râvîyi Seyf
uydurdu ama Hâlid b. Amr, hadisi Seyf’ten alıp tedlis yaparak doğrudan hocasına atfetti şeklinde çözmektedir (Askerî, Hamsûne ve mie, II, 226). Ka’ka’ b.
Amr rivâyetlerinin birisi nispeten ahkam konusuna dâhil edilebilir.
Rivâyetleri için bkz. İbn Hacer, İsâbe, III, 239.
41
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
273
isimlerini bir araya getiren kitaplarda yer almaktadır. Bu ismi eserinde zikredenlerden biri olan İbn Seken (ö. 353), hadisi Seyf kanalıyla
nakletmiş ve isnadının zayıf olduğunu kaydetmiştir.44 Diğer müellifler de genel olarak kaynaklarının Seyf olduğunu doğrudan veya
rivâyetin isnadını zikretmek suretiyle belirtmişlerdir.45 Hilafetle ilgili
rivâyetlerin ise mevzu ya da zayıf olduğuna dair uyarıların sahâbî kitaplarında yer aldığı belirtilmelidir.46
Geriye kalan 150’ye yakın şahsın az bir kısmının İbn Abbas gibi bazı sahâbîlerin nakillerinde Hz. Peygamber ile buluşmaları ya da
Hz. Peygamber’in vefatında onların amil ve benzeri görevlerde olduklarının belirtilmeleri gibi doğrudan bilgi verilmesi şeklinde gerçekleşmiştir. Bu şahısların büyük çoğunluğu doğrudan Hz. Peygamber ile karşılaştıkları söylenmemekle birlikte, konunun detayı aşağıda
tartışalacağı üzere Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer döneminde savaşlarda
komutanlık yaptıkları gerekçesiyle sahâbîler arasında sayılmıştır.
Ka’ka’a b. Amr ya da kardeşi Asım b. Amr gibi bazı şahıslar
Seyf’innakillerinde Hulefâ-i Râşidîn dönemi olaylar sebebiyle öne çıkarılsa da onların sahâbî olarak önemli bir rolleri bulunmamaktadır.
Özellikle Murtaza el-Askerî’nin üçüncü ciltte zikrettikleri başta olmak üzere, bu şahısların en geniş sahâbe kitabı olan İsâbe’de bir kaç
satırlık bilgiye tekabül etmesi onların sahâbî olarak dinin nakledilmesinde pek bir rollerinin olmadığını göstermektedir. Hatta Askerî’nin
uydurma olarak belirlediği kimselerden 60 civarındaki şahsın İbn
İbn Hacer, İsâbe, II, 444.
Ebû Nuaym, Marifetü’s-sahâbe, III, 1519,IV, 1905; İbn Abdilberr, İstîab, III,
138; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, III, 185.
46 Ka’ka’ b. Amr rivâyeti için bkz. İbn Hacer, İsâbe, V, 451; Zübeyr b. Ebî Hale’nin rivâyeti için bkz. Zehebî, Tecrîd, I, 189; İbn Hacer, İsâbe, I, 546. Bu hadisin sahâbî râvîsinin tartışmalı olduğu belirtilmelidir (İbn Hacer, İsâbe, I, 547).
Sehl b. Malik rivâyeti için bkz. İbn Kânî, Mu’cemü’s-sahâbe, I, 271; Taberânî, elMu’cemü’l-kebîr, VI, 104 (bu rivâyetin isnadında hatalar bulunduğuna ve bu
nedenle aynı rivâyetin Makdisî tarafından zikredildiğine dair bkz. İbn Hacer,
İsâbe, II, 90); Ebû Nuaym, Mu’cemü’s-sahâbe, III, 1317; İbn Abdilberr, İstîâb, II,
227; İbn Hacer, İsâbe, II, 90-1.Zübeyr b. Ebî Hâle rivâyeti için bkz. İbn Hacer,
İsâbe, I, 546. Askerî bu hadisin İbnü’l-Cevzî’nin Mevzûat’ında bulunduğunu
da haber vermektedir. Ayrıca bu hadisin sahâbî râvîsinin Zübeyr b. Ebî Hâle
olduğu noktasında sorunlar bulunmaktadır (Askerî, Hamsûne ve mie, I, 360).
Hadisin Zübeyr b. Avvam’a ait olduğunu tasrih eden kaynaklara örnek olarak bkz. Taberânî, el-Mucemü’l-evsat, II, 182; Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, IX,
120.
44
45
274
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hacer tarafından İsâbe’nin üçüncü kısmına yani Hz. Peygamber zamanını idrak ettiği halde onu göremeyenler tabakasına çeşitli karinelerle dâhil edilmesi, bu hususu daha belirgin hale getirmektedir. Askerî’nin bazen İbn Hacer’in onları üçüncü tabakaya dâhil ettiğini haber verdiği47 ama birçok yerde ise bunu hiç belirtmediği kaydedilmelidir.48
B. Olayları Seyf b. Ömer Merkezli Okumak
Askerî’nin Seyf’in fert kaldığı rivâyetleri tespit etmek için yoğun bir çalışma gösterdiği ve bizim tekrardan yaptığımız araştırmalar
neticesinde de söz konusu şahısların neredeyse tamamına yakınının
sadece Seyf kanalıyla bilindiği söylenebilir. Özellikle İbn Hacer’in,
sahâbînin ismini geçtiği kaynağa atıfta bulunup, rivâyetin Seyf kanalıyla geldiğini söylemesi Askerî’ye büyük kolaylık sağladığı açıktır.
Bununla birlikte Askerî’nin bazı tercümeleri Seyf aleyhine yorumladığı da dikkat çekmektedir. Örneğin Esved b. Rebîa’nın tercümesinde
onun Hz. Peygamber’e gittiği ve Allah Rasûlü’nün geliş maksadını
sorduğu anlatılmaktadır. Esved soruyu “sohbetinde bulunmak” şeklinde cevaplayınca da söz konusu şahsa “muktarib” denmiştir. 49 İbn
Hacer, Esved b. Rebia’ya yeni başlık açmayıp aynı olayı Esved b. Abs
tercemesinde meşhur neseb âlimi Hişam ibnü’l-Kelbî’den (ö. 204)
naklen aktarmakta, iki tercümenin aynı olduğunu belki de bazılarının
Esved b. Abs’ı, büyük dedesi Rebîa’ya nispet etmeleri nedeniyle
Esved b. Rebîa dediklerini nakletmektedir. 50 Bu şekilde atıflar Araplar arasında yaygın olmakla birlikte Askerî, Hişam İbnü’l-Kelbî’den
gelen bilgiyi doğru kabul etmekte ama Seyf’in, Esved b. Abs’e bir
amcaoğlu yamadığını ve İbn Abs’ın olayını ona nispet ettiğini ileri
sürmektedir. 51 Askerî, İbn Hacer’in açıklamasını ise dikkate almamaktadır.
Benzer durum Zirr b. Abdullah b. Küleyb tercemesinde de geçerlidir. Seyf kanalıyla gelen bir rivâyette Hz. Peygamber’e giden bir
heyette olduğu belirtilen Zirr b. Abdullah, başka bir tarikte daha zikredilmektedir. Ancak ikincisinde isim Zerîn b. Abdullah şeklinde
Askerî, Hamsûne ve mie, II, 307.
Askerî, Hamsûne ve mie, II, 346, 352.
49 İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 100.
50 İbn Hacer, İsâbe, I, 45.
51 Askerî, Hamsûne ve mie, 400-1.
47
48
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
275
kaydedilmiş ve doğru ismin bu olduğu belirtilmiştir. 52 İsmin Rezîn
olması da ihtimaller arasındadır.53 Yani anlaşılan o ki Zirr, Zerîn veya
Rezîn isimleri aynı şahsa işaret etmektedir. Askerî ise Zirr ismi sadece
Seyf tarikiyle bilindiği için onun uydurması olduğunu söylemekte;
Zerîn ismi farklı kanaldan geldiği için onu doğru kabul etmektedir. 54
Nispeten farklı bir durum olsa da Abdullah b. Abdullah b.
Itbân isminde de sadece Seyf’e odaklanmanın bir işareti görülmektedir. Abdullah b. Abdullah hakkında Ebû’ş-Şeyh’in (ö. 369) Târihü
İsbehân’ında Seyf b. Ömer kanalıyla uzun bir alıntı yapılmakta, bunun
yanı sıra Zübeyr ailesine ait meşhur şahıslardan olan Abdullah b.
Musab b. Zübeyr’den (ö. 184) naklen Hz. Ömer’in Abdullah b. Abdullah Itbân’a İsbehan’a gitmesini emrettiğini haber vermektedir. 55
Askerî bu haberin ve Abdullah isminin Seyf tarafından uydurulduğuna kâni olduğu için rivâyetlerdeki benzerlikten de hareket ederek
Medîne valisi olan Abdullah b. Mus’ab’ın bu bilgileri Seyf’ten aldığını, her iki şahıs arasındaki mekân sorununu çözmek için de bu bilgi
alışverişinin muhtemelen Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret eden şahıslar (veya doğrudan Seyf) vasıtasıyla gerçekleştiğini kaydetmektedir.56 Abdullah b. Mus’ab kaynağını belirtmediği için metin benzerliğinden hareketle rivâyeti Seyf’ten bir şekilde almış olması ihtimal
dâhilindedir ancak zikredilen metin bire bir aynı olmadığı için söz
konusu uyuşmanın aynı kaynağı kullanmış olmalarından neşet etmesi de muhtemeldir.
Askerî’nin Seyf merkezli düşünmesinin mahzurları İbn
Hacer’in birçok kişiyi sahâbe saymasında etkin bir kaide olan Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer döneminde sadece sahâbîleri komutan yapıyorlardı fikrinin kaynağında da kendini göstermektedir. Askerî, İbn
Hacer’in İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’inde “Lâ be’se bih” bir isnadla
geldiğini vurgulayarak naklettiği bu kuralı, anılan kaynakta bulamadığını belirtmekte, bu anlayışın Seyf b. Ömer tarafından yerleştirildiğini iddia ederek bu yönde alıntılar zikretmektedir. İşin doğrusu Seyf
b. Ömer’in “Görevi yapacak birisi bulunmaması durumu hariç emirler sahâbîlerden seçilirdi” sözü ya da Hz. Ebû Bekir’in irtidad etmiş
olanlardan yardım almadığı, Hz. Ömer’in ise onlardan istifade ettiği
İbn Hacer, İsâbe, I, 549.
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, II, 217.
54 Askerî, Hamsûne ve mie, I, 390-1.
55 Ebu’ş-Şeyh, Tabakātü’l-muhaddisîn, I, 76; İbn Hacer, İsâbe, II, 336-7.
56 Askerî, Hamsûne ve mie, III, 223.
52
53
276
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ancak emir yapmadığı gibi kaideler57 dönemin yapısını resmetmeye
yönelik ise de bunların hem emir olan bir şahsın mutlaka sahâbî olmasını gerektirecek derecede netlik ifade etmediği hem de İbn
Hacer’in verdiği metinle oldukça farklı lafızlar içerdiği görülmektedir. İbn Hacer’in dayanak noktasını oluşturan rivâyet, kendisinin de
işaret ettiği gibi, “Savaşlarda bize sadece sahâbîler komutanlık ediyorlardı” şeklindedir. 58 Rivâyetin isnadında Seyf bulunmayıp İbn
İdrîs > Âsım b. Küleyb > Babası Küleyb (b. Şihab el-Cermî) vasıtasıyla
gelmektedir.59
Bununla birlikte, Murtaza el-Askerî’nin zikrettiği, söz konusu
kuralı nakzeden bir örneği60 ve bizim de dikkatimizi çeken bazı biyografiler61 söz konusu kaidenin önemini azaltmasa da pratikte onun
mutlak olarak uygulanmadığını, en azından istisnalarının bulunduAskerî, Hamsûne ve mie, II, 254.
İbn Hacer, İsâbe, I, 9.
59 İbn Ebî Şeybe, Musannef, XX, 132-3.
60 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 255 (Askerî’nin naklettiği diğer örnek irtidat
olayıyla ilgilidir, dolayısıyla İbn Hacer’in naklettiği kuralla bir ilgisi görünmemektedir).
61 Örneğin Utbe b. Rebîa b. Behz tercemesinde “Yermuk’e emir olarak katıldı
denmesine rağmen o, üçüncü kısımda zikredilmektedir (İbn Hacer, İsâbe, III,
103), birinci kısımda yine Utbe b. Rebîa b. Halid tercemesinde onun Utbe b.
Rebîa b. Behz olma ihtimalinden bahsedip savaşta emir tayin edildiğini söylemekte ve üçüncü kısımda tekrar bu ismi zikredeceğini belirtmektedir (İbn
Hacer, İsâbe, II, 453). Ebu’z-Zehrâ el-Kuşeyrî tercemesinde ise öncelikle onun
üçüncü kısımda geleceğini belirtmiş ama birinci kısımda da zikredilmesinin
mümkün olduğunu zira onun tercemesinde Şam fetihlerinde Yezîd b. Ebî
Süfyân tarafından emir tayin edildiği bilgisinin olduğunu kaydetmiştir. İbn
Hacer sonrasında ise yukarıdaki zikredilen kuralı nakletmektedir (İbn Hacer,
İsâbe, IV, 77). Aynı isim daha sonra üçüncü kısımda da nakledilmektedir (İbn
Hacer, İsâbe, IV, 81). Bu örnekler İbn Hacer’in zihninde ya bir karine neticesinde kuralın mutlak olarak uygulanmadığını ya da emir olduğunu belirten
bilgilerin delaletinde bir sorun gördüğünü çağrıştırmaktadır. Yukarıda zikredilen örneklerin bir kısmında üçüncü kısımdaki tercemeler zikredilirken
İbn Asâkir’den naklen “Edreke en-Nebiyy” ifadesi belirleyici gibi gözükse de
İbn Hacer’in her zaman bunu dikkate almadığı görülmektedir. Örneğin
Libde b. Âmir b. Has’am tercemesinde İbn Asakir aynı ifadeleri kullanmasına
rağmen İbn Hacer onu birinci kısma dâhil etmiş (İbn Hacer, İsâbe, III, 325) ve
ismi üçüncü kısımda tekrarlamamıştır. Öte yandan Askerî’nin ilgili yerlerde
zikrettiği üzere bu şahısların ve bilgilerinin Seyf b. Ömer kanalıyla geldiği
vurgulanmalıdır. Neticede ilgili kural ve pratiğe aktarılmasının daha geniş
bir şekilde çalışılması gerekmektedir.
57
58
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
277
ğunu göstermektedir. Bu husus müstakil bir çalışmayı gerektirmekle
birlikte, konu Seyf b. Ömer rivâyetleri açısından düşünüldüğünde
onun savaşlar esnasında komutan olduğunu söylemesinden hareketle birçok kişinin İbn Hacer tarafından birinci kısma alındığı söylenebilir.
C. Uydurma Sayılan Sahâbî Biyografilerinin Muhteva Açısından Tahlili
Askeri’nin uydurma saydığı şahısların biyografilerinde verilen
bilgiler dikkate alındığında onların önemli bir kısmının konumları
gereği bir veya bir kaç şahıs vasıtasıyla aktarılması, bundan dolayı da
sadece Seyf vasıtasıyla bilinmesi makul görünürken yaşadığı olaylar
veya toplum içinde ona biçilen rol açısından daha fazla tanınıyor olması beklenen şahıslar da bulunmaktadır.
Bu biyografiler arasında Hz. Hatice’nin Resulullah’tan önceki
eşi Ebû Hâle’den olan çocukları dikkat çekmektedir. Bu çocuklar arasında erkek olarak Hind temel kaynaklarda bulunan biridir.62 Ancak
Askerî’nin belirttiğine göre Tahir, Zübeyr ve Haris isimleri ise Seyf’in
hayal ürünüdür.63 Gerçekten de bunlar Hz. Peygamber’in üvey oğulları olması hasebiyle daha fazla bilinmeleri beklenen şahıslardır, dolayısıyla sadece Seyf kanalıyla gelmesi şüphe uyandırmaktadır. Nitekim bazı âlimler de rivâyetin isnadında Seyf (veya başka sorunlu
râvîler) olduğu için ilgili rivâyetleri zayıf kabul etmişlerdir.64
Yukarıda sayılan isimler arasında özellikle Haris’in durumu
daha fazla dikkat çekicidir. Zira onun tercemesinde Hz. Peygamber’e
dinin açıklanması emrolunduğu zaman Allah Resûlü müşriklerin yanına gidip La ilahe illallah deyin kurtuluşa erin dediği, bunu üzerine
müşriklerin ayaklandığı ve gürültüye koşan Haris b. Ebî Hâle’nin
Kaynakları topluca görmek için bkz. Askerî, Hamsûne ve mie, I, 355 vd.
Hind’in yanı sıra Hâle de zikredilir. Ancak Hâle’nin erken vefat ettiği belirtilmektedir.
63 Askerî, Hamsûne ve mie, I, 359.
64 Zübeyr’den gelen rivâyetin değerlendirmesi için bkz. İbn Ebî Hâtim erRâzî, el-Cerh ve’t-ta’dîl, III, 579 (Bu şahıs ve hadisiyle ilgili yukarıda bilgi verilmişti); Zehebî, Tecrîd, I, 189. İbn Hacer Tâhir b. Ebî Hâle tercemesinde, Tahir’in geçtiği rivâyet için herhangi olumsuz bir ifade zikretmese de söz konusu hadisin sahâbî râvîsi olan Ubeyd b. Sahr b. Levzân tercemesinde naklin
zayıf olduğunu İbn Seken’den rivâyetle belirtmektedir (İbn Hacer, İsâbe, II,
445).
62
278
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
orada şehid edildiği anlatılmakta, böylece ilk şehidin Haris olduğu
belirtilmektedir. Dolayısıyla Haris b. Ebî Hale’nin Hz. Peygamber’in
üvey oğlu olmasının yanı sıra İslâm’da ilk şehid sayılması onun daha
yaygın olarak tanınmasını gerekli kılmaktadır. Birçok kaynakta İslâm’da ilk şehidin Ammar b. Yâsir’in annesi Sümeyye olduğu meşhur
bilgisi de65 Hâris b. Ebî Hâle’nin olayını olumsuz etkilemektedir. Her
ne kadar bu husus bazı ilim adamları tarafından Haris erkeklerden;
Sümeyye ise hanımlardan ilk şehid olması şeklinde çözülmeye çalışılsa da66 klasik evâil kitaplarında genel olarak bu ayrım yapılmamıştır.67 Ayrıca Hâris’in İslâm’ın ilk açıklandığı zaman, Sümeyye’nin ise
İslâm’a açıkça davet başladıktan sonra işkencede şehit olması ilkinin
daha önce olmasını, dolayısıyla da nispeten yaygın olarak bilinmesini
gerektirmektedir.
Her ne kadar Hâris b. Ebî Hâle ismi etrafında yukarıda zikredilen şüpheler bulunsa da bu bilgiler Murtaza el-Askerî tarafından ileri
sürülen Hâris b. Ebî Hâle isminin Seyf tarafından uydurulduğu iddiasının doğru olduğunu göstermemektedir. Çünkü Belâzürî’nin (ö.
279) kaydettiğine göre önemli ensâb âlimlerinden Hişâm İbnü’l-Kelbî
(ö. 204), babasından naklen yukarıda zikredilen Hâris b. Ebî Hâle’nin
Kâ’be’de şehid olma hikayesini nispeten farklı bir şekilde anlatmaktadır.68 İbnü’l-Kelbî’nin isnadında Seyf bulunmamakta, olayın farklı
ifadelerle anlatılmış olması da onun Seyf’ten alınmış olma ihtimalini
zayıflatmaktadır. Bununla birlikte İbnü’l-Kelbî’nin Hz. Hatice’nin
Peygamber’den önceki eşi Ebû Hâle’nin zürriyetini anlatırken sadece
Hind’den bahsetmesi söz konusu bilgiye pek fazla güvenmediğini
çağrıştırmaktadır.69
Benzer durum, Resulullah şehadetini iki kişinin şahidliğine
denk tuttuğu Hüzeyme b. Sâbit (Zî Şehadeteyn) biyografisi 70 ile farklı
İbn Abdilberr, İstîab, IV, 419; İbn Hacer, İsâbe, IV, 334. Krş. Aynur Uraler,
“Sümeyye bnt. Hubbât”, DİA, XXXVIII, 134.
66 Böyle bir ayrım için bkz: Fuad Salih, Mu’cemü’l-evâil, s. 204.
67 Ebû Hilâl el-Askerî, Evâil, s. 148 (Askerî, Hâris b. Ebî Hâle ismini zikrettikten sonra “başkaları ise ilk şehidin Sümeyye olduğunu söylediler” bilgisini
zikreder. Aynı bilgiler ve Sümeyye’nin ilk şehid olduğunun kaynakları
Suyûti tarafından da zikredilmiştir (Suyûtî, Vesâil, s. 60).
68 Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, XIII, 5439.
69 İbnü’l-Kelbî, Cemheretü’n-neseb, s. 269; krş: Belâzürî, Ensâbü’l-eşrâf, XIII,
5440.
70 İbn Hacer, İsâbe, I, 425.
65
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
279
bir Hüzeyme b. Sâbit’in varlığı noktasında da kendini göstermektedir. Burada meşhur biri olan Hüzeyme b. Sâbit Zî Şehadeteyn’in yanı
sıra Ensâr’ın önde gelenlerinden biri olduğu belirtilen farklı bir
Huzeyme’nin varlığı öne sürülmüştür. Bu rivâyette meşhur Zî
Şehadeteyn ile karışmaması için de onun Hz. Osman döneminde vefat ettiği var sayılmıştır. Hatîb el-Bağdâdî, Hüzeyme b. Sâbit Zî
Şehadeytn’in Sıffîn savaşına vefat ettiği meşhur bilgisine muhalefet
eden bu durumu eleştirmiş ve Zî Şehâdeteyn’den başka sahâbe arasında Hüzeyme b. Sâbit isminin olmadığını söylemiştir.71 Cemel Savaşına katılan Hüzeyme b. Sâbit’in, Zî Şehadeteyn olmadığını tasrih
eden rivâyette İbn Hacer, Seyf’in hocası metrûk bir râvî olan
Arzemî’yi72 sorumlu tutarken73, Murtaza el-Askerî söz konusu şahsın
geçtiği rivâyetlerin Seyf tarafından uydurulduğunu belirtmektedir.74
Netice itibariyle kaynaklarda daha fazla bilgi bulunması beklenen bu tür şahısların pek fazla bilinmemesi ya da meşhur bilgilere
muhalefet etmesi onlara karşı daha ihtiyatlı olunmasını gerektirmektedir. Bu duruma rağmen hem bu isimlerin hem de genel olarak
Seyf’in tek kaldığı kimselerin sahâbe literatüründe zikredilmesinin
anlamı aşağıda ele alınacaktır. Ancak bu konuya geçmeden önce uydurma olduğu iddia edilen sahâbîlerin durumunu Şi‘î literatürde incelemek faydalı olacaktır.
D. Uydurma Olduğu İddia Edilen Sahâbîler ve Şi‘î Literatür
Murtaza el-Askerî’nin uydurma sahâbîlere dair yazdığı, incelediğimiz eserin Şi‘î ilim dünyasında büyük ölçüde tebcille karşılandığı söylenebilir. Bu övgülerin muhtemelen en değerlilerinden biri
önemli ricâl âlimlerinden olan Allâme Hûî’nin, Abdullah b. Sebe biyografisini incelerken “Bu konuda Büyük Âlim ve Araştırmacı Muhakkik Seyyid Murtaza el-Askerî’nin Seyf b. Ömer’in hurafeleri ve
mevzu rivâyetlerini Abdullah b. Sebe ile Hamsune ve Mie Sahâbîyyin
Muhtelakin” adıyla kaleme aldığı kitabı bize yeter” 75 ifadesidir. BuHatîb, Muvaddıh, I, 287; İbn Hacer, İsâbe, I, 426.
Arzemî hakkında bkz. Zehebî, Mîzân, III, 635; İbn Hacer, Takrîb, s. 494.
73 İbn Hacer, İsâbe, I, 426.
74 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 194.
75 Hûî’nin ifadesi nispeten kısaltılarak alınmıştır. Abdullah b. Sebe biyografisini incelerken Hûî’nin diğer biyografilerin tersine Necâşî’den gelen ve Abdullah b. Sebe’nin imamlar tarafından zemmedildiğini anlatan rivâyetleri
isnad tenkidine tâbi tutmadığı, onların uydurma olduğunu belirterek Aske71
72
280
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
nunla birlikte Askerî’ye yöneltilen, Şî‘a’nın önemli âlimlerinden olan
“Tûsî ve diğerlerine hata nispet etmek su-i edebtir” eleştirisine
bakılrsa76 Şi‘î şahıslardan kitaba bazı tenkitler yapıldığı söylenebilir.
Zira Askerî’nin kitabında uydurma kabul edilen bazı isimler Ebû
Ca’fer et-Tûsî gibi önemli Şi‘î âlimleri tarafından da zikredilmektedir.
Bunun sebebi ise Seyf’in rivâyetlerinde onun uydurması olarak kabul
edilen şahısların hep Emevî yanlısı olmamaları, hatta Ka’ka’ b. Amr
gibi nispeten etkin rol oynadıkları görülen bazı şahısların Hz. Ali taraftarı olarak resmedilmesidir. Bu durum, Seyf’i sürekli Emevi yanlısı
olarak gösterme eğiliminde olan ve idareciler lehinde şahıs, hâdise ve
benzeri şeyler uydurduğunu iddia eden Askerî için önemli bir sorun
teşkil etmektedir. Bu noktada Askerî, Seyf’in bu şahıslar arasında neden Hz. Ali’nin emrine sımsıkı yapışan Ka’ka’ b. Amr veya sürekli
onu takip eden Ziyad b. Hanzala et-Temîmî’yi uydurduğunu sorduktan sonra muhtemel sebebini özetle şöyle açıklar: Belki de bu şekilde
Şi‘îlere şirin görünmek ve uydurmalarının onların arasında da yaymak istedi veya başka bir nedenden dolayı onları uydurdu.77
Askerî, yeri geldikçe Seyf’in uydurduğunu iddia ettiği şahıslar
hakkında Şi‘î literatüre de atıflar yapmaktadır. Her ne kadar Seyf’in
rivâyetleri Şi‘î kitaplarda Sünnî kaynaklardan çok az bir şekilde kendine yer bulmuşsa da bütün Şi‘î kaynaklar Askerî’nin söylediği kadar
değildir. Meselâ Seyf’in rivâyetlerinin girdiği eserlere örnek olsun diye altmış kitabı nakleden Askerî, sadece bir kaç Şi‘î kitabı kaydetmektedir. 78 Bununla birlikte Askerî, ilerleyen sayfalarda daha çok Şi‘î
kaynağa yer verdiği görülmektedir.79
Şi‘î kaynakların kullanımındaki nispeten olumlu tabloya rağmen Askerî’nin, Cin taifesine mensup olup da 80 İbn Hacer’in
İsâbe’sinde zikredilen Useym ismini incelerkenŞi‘î kaynakları tamamen ihmal ettiği görülmektedir.
rî’nin çalışmasına yönlendirmesi dikkat çekmektedir (Hûî, Mu’cemü ricâli’lhadîs, XI, 207).
76 Askerî, Hamsûne ve mie, II, 37.
77 Askerî, Hamsûne ve mie, I, 283.
78 Askerî, Hamsûne ve mie, I, 71-75.
79 Ancak burada da eksiklikler yok değildir. Buna örnek olarak. Ka’ka’ b.
Amr biyografisi zikredilebilir:Askerî, Hamsûne ve mie, I, 173-174. Bu listeye
Muhsîn Emîn, A’yânü’ş-Şî‘a, (I, 455) eklenebiir.
80 Özellikle İbn Hacer’in İsâbe’sinde cin taifesine mensup bir çok sahâbî ismi
zikredildiği burada belirtilmelidir.
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
281
Bu biyografide Nihavend’in fethi ve Numan b. Mukarrin’in
şehid olduğu haberinin Üseym isimli bir cin vasıtasıyla ulaştırıldığı
anlatılmakta ve Useym ismini Seyf tarafından uydurulduğu iddia
edilmektedir.81 Zira Askerî, Hz. Ömer’in Nihavend savaşının sonucunu ve orada Nu’man b. Mukarrin’in şehid olduğunu bir arabi vasıtasıyla duyup adamın da onu tanımadığı birinden aldığını öğrenince
“Sen belki de cinlerin postacılarından birine rastlamışsındır, onların
da postacıları bulunur” dediğini, Zehebî’nin Nu’man b. Mukarrın’ın
tercemesinden naklen aktarmakta ve rivâyetin kendisine itiraz etmemektedir. Onun iddiası, Useym adının sadece Seyf rivâyetinde
geçmesi nedeniyle bu ismin onun tarafından uydurulmasıdır.82
Askerî burada sadece Sünnî kaynakları zikrederek ismin Seyf
tarafından uydurulduğunu söylese de cinlerin postacısı olduğu belirtilen Üseym ismi Şi‘î literatürde oldukça yaygındır. Örneğin
Râvendî’nin (ö. 573) nakline göre Ca’fer-i Sâdık’ın yanına önce siyah
bir köpek şeklinde gelip sonrasında kuşa dönüşen hayvanı ve ne
yapmaya çalıştığını, İmamın ashâbından olan Ebû Hamza es-Sumâlî
anlamamış, bunun üzerine Ca’fer-i Sâdık ona şu açıklamayı yapmıştır: “Bu Useym’dir. Cinlerin postacısıdır. Şimdi Hişam vefat etti. O da
her yere bunu haber veriyor”. 83 Bu cinin ismi aynı rivâyet içinde,
Ravendî’den önce meşhur Şi‘î kaynakları olan Saffâr’ın (ö. 290)
Besâirü’d-derecât’ında Atem; Küleynî’nin (ö. 329) Kâfi’sinde Ğuseym
ve Taberî eş-Şi‘î’nin (IV. Asır) Delâilü’l-imâme’sinde ise Asem diye
zikredilmektedir. Kelimenin arapça yazılışı düşünüldüğüne bunlar
Useym’in ya da Useym bu isimlerin yanlış nakledilmiş şekilleri olduğu anlaşılmaktadır.
IV. Askerî’nin Uydurma Sahâbîler İddiası Çerçevesinde
Sahâbe Literatürünün Özellikleri
Askerî, uydurma saydığı şahısların sahâbî isimlerini bir araya
toplayan kitaplarda geçmesini, bu literatürün yöntemini fazla dikkate
almadan eleştirmekte; sanki burada yer alan şahısların
sahâbîliklerinin her halükarda sabit olduğunu düşünmektedir. Muhtemelen bu yüzden Askerî, bir şahsın sahâbî olarak belirlenmesinde
Halid b. Velid’i örnek vermekte, onun sahâbîliğinde herhangi bir
İbn Hacer, İsâbe, II, 465.
Askerî, Hamsûne ve mie, III, 512-3.
83 Râvendî, el-Harâic ve’l-cerâih, II, 855.
81
82
282
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
şüphe olmadığını belirtmektedir. 84 Halid b. Velid’in sahâbî olarak
varlığında şüphe yoktur zira bu tevatür derecesinde bilinmektedir.Ancak İbn Hacer’in de İsâbe’nin mukaddimesinde belirttiği gibi
sahâbîleri tespit etmenin farklı yolları bulunmaktadır. Başta İsâbe olmak üzere ilgili literatür tarandığında bir şahsın sahâbî olarak tespit
edilmesinde en belirleyici yollardan birisinin, onun Allah Resûlü ile
görüştüğünü gösterir şekilde bir hadisi nakletmesi ya da böyle bir
rivâyette isminin geçmesi olduğu görülür.85 Bir şahsın sahâbî olarak
belirlenmesinde kendisinden nakledilen hadis veya isminin geçtiği
bir hadisin rivâyet edilmesi olunca o şahsın sahâbî sayılmasındaki
kesinlik ilgili rivâyetin gücü nispetinde değişmektedir. Öte yandan,
genel olarak bakıldığında, bu literatürün amacı hadisleri bir araya
toplamak değil de sahâbî isimlerini bir araya getirmeyi hedeflediği
düşünülürse, onların sadece klasik dönem hadis kitaplarıyla ya da
muhaddisler arasında bilinen isnadlarla yetinmeyip, tarih, edeb,
ensab gibi kaynaklara müracaat etmeleri normal görünmektedir. O
halde, gerek muhaddislerle diğer disiplinler arasındaki isnad kullanımından kaynaklanan farklılıklar, gerekse muhaddislerin naklettiği
rivâyetler arasında zayıf, metrûk râvîlerden oluşan isnadların bulunması, sahâbîleri bir araya toplayan literatürde hadis rivâyetinde
güvenilmeyecek şahıslardan gelen bilgilerin bulunmasını gerektirmektedir. Özellikle İbn Abdilberr’in İstîab’ından sonra amacın mümkün olan en çok sahâbeyi bir araya toplama çabası olduğu dikkate
alınırsa burada dikkat edilmesi gereken hususun, müellifin bir şahsın
tercemesini eserine alması değil, ilgili tercemede onun hakkındaki
söylediği ifadeler olduğu ortaya çıkacaktır.
Sahâbe literatüründe Askerî’nin eleştirdiği isimlere bu açıdan
bakıldığında eserlerin genişliğine veya müelliflerin elindeki kaynakların çeşitliliğine göre onların bilgileri kimlerden aldıkları veya kim
vasıtasıyla geldiğini söylemeye gayret ettikleri dikkat çekmektedir.
İbn Hacer’in de söylediği gibi muhtemelen elinde Seyf b. Ömer’in
Futûh’u olmadığı için 86 İbn Abdilberr biyografilerinde Seyf ismine
daha az dikkat çekerken onun kitabını bizzat kullanan İbn Hacer ekseriyetle rivâyetin ondan geldiğini haber vermektedir. 87 Bu şekilde
Askerî, Hamsûne ve mie, II, 36.
İbn Hacer, İsâbe, I, 9.
86 İbn Hacer, İsâbe, V, 141.
87 Askerî’nin dile getirdiği biyografilerin az bir kısmında İbn Hacer Seyf’e
atıfta bulunmamıştır. İsâbe’de toplamda İbn Hacer’inSeyf’e atfın 263 defa ya84
85
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
283
müellif, rivâyetin ifade ettiği bilgi gücünü okuyucuyla paylaşmış olmaktadır. Ayrıca bu biyografilerin içerisinde rivâyetlere yöneltilen
eleştiriler, hakkındaki olumlu ve olumsuz değerlendirmeler de kendini göstermektedir. Bu noktada Askerî’nin bu biyografilerden haberdar olduğu halde, eleştirilerin bir kısmını eserine almadığı belirtilmelidir.
Örneğin Askerî’nin en geniş şekilde incelediği Ka’ka’ b. Amr
tercemesinde İbn Abdilberr, onun “Hz. Peygamber’in vefatına şahit
oldum” haberini Seyf kanalıyla zikrettikten sonra İbn Ebî Hâtim’in
“Seyf’in hadisleri metrûktur. Ondan gelen hadisler batıl oldu” sözlerini nakletmiş, onun Asım b. Amr’ın kardeşi olduğunu ve her ikisinin
de Kadisiye savaşında büyük yararlılıklar gösterdiğini belirtmiştir.88
Yine İbn Abdilberr Asım b. Amr’ın biyografisinde naklin Seyf’ten
geldiğini belirttikten sonra “Hadis âlimleri nazarında onlar için ne
sohbet, ne lika ne de rivâyet sahih olmuştur” ifadelerini zikretmiş
ama her iki kardeşin Kadisiyye’de meşhur olaylarında yararlılıklar
gösterdikleri vurgusunu yinelemiştir. 89 Bu ifadelerden anlaşıldığına
göre İbn Abdilberr, söz konusu şahısların hadislerinin veya onlara
sahâbî denmesinin tam olarak sabit olmadığına kânî olsa da onları
eserine almakta, fakat gerekli açıklamaları da zikretmektedir. Bununla birlikte, her iki biyografide Ka’ka’ ve Asım’ın Kadisiyye’de gösterdikleri kahramanlıklara yapılan vurgu, müellifin tarihi rivâyetlerde
Seyf’in nakillerini dikkate aldığını göstermektedir. Ka’kâ’ ve Asım
hakkındaki ifadeleri eserinde zikreden İbn Hacer de büyük oranda
Seyf’ten elde ettiği diğer bilgiler çerçevesinde biyografiyi nakletmektedir.90 Bununla birlikte, Seyf’ten gelen rivâyetlerin tamamı düşünüldüğünde her zaman bu kadar ayrıntılı bir şekilde zikredilmediği, genel olarak kaynağa işaret etmekle yetinildiği görülmektedir. Bu
rivâyetlerin bir kısmında ise genel ifadeler kullanılmış veya Taberî
gibi Seyf’ten alan ikinci kaynak zikredilmiştir.
İbn Hacer’e göre Seyf’in hadis rivâyetinde zayıf, tarihi olaylarda ise umde olduğu dikkate alındığında onun tek başına naklettiği
rivâyetlerin ve ilgili sahâbîlerin İsâbe’de nakledilmesi normal karşılanmalıdır. Bu sadece Seyf için değil, benzer durumdaki diğer şahıspıldığı belirtilmektedir (Şâkir Muhammed Abdülmün’im, İbn Hacer elAskalânî, II, 111).
88 İbn Abdilberr, İstîâb, III, 345.
89 İbn Abdilberr, İstîâb, II, 334.
90 İbn Hacer, İsâbe, III, 239.
284
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lar için de geçerlidir. Örneğin İbn Hacer, hakkında uydurma hadis
nakletmeye varan ithamlar olan tarihçi Vesîme b. Mûsâ’nın 91 Kitabü’rRidde’sinden yüzü aşkın yerde istifade ettiği görülmektedir. Bunların
belirgin bir kısmında bilgilerin sadece Vesîme’den geldiği anlaşılmaktadır.92
Seyf b. Ömer, Vâkidî ya da Vesîme b. Mûsâ gibi tarih alanında
meşhur olan şahıslar bir tarafa bırakılarak, sahâbî olduğu metrûk ya
da yalana nispet edilen râvî veya râvîlerin naklettiği bir rivâyetle ulaşılabilen kişileri araştırmak sahâbe literatürünün yöntemini anlamak
açısından faydalı olabilir.
Öncelikle belirtilmesi gerekir ki, zayıf bir isnadla sahâbe olduğu belirtilen şahısların sahâbe kitaplarında zikredilmesi pek önemli
bir sorun gibi durmamaktadır. Bu literatür için erken sayılabilecek
dönemden itibaren bu şahıslar kitaplarda zikredilmiş ve ilgili isnadın
da zayıf olduğu belirtilmiştir. Örneğin, İbn Hacer’in belirttiğine göre
sahâbe literatürünün ilk örneğini veren Buhârî’nin 93 bir şahıs hakkında “O, sahâbîdir ancak isnadı sahih olmadı” tabirleri94 ya daİbn Seken veya İbn Mende (ö. 395) gibi müelliflerin bir şahsın sahâbî olduğunu gösteren hadisi naklettikten sonra isnadın durumunu ya da sorunlu olduğunu gösteren ifadeleri bu anlayışı ortaya koymaktadır. 95
İbn Hacer de bu şahısları her harfin birinci kısmında incelemektedir.
Ancak bu isimlerin birinci kısımda incelenmeleri onların sorunsuz bir
şekilde sahâbî sayıldıkları anlamına da gelmemektedir. Nitekim İbrahim et-Tâifî tercemesinde İbn Abdilberr’in ondan gelen bir hadis
nakledip isnadının sağlam olmadığını belirttikten sonra onun
sahâbîler arasında zikredilmesinin sahih olmadığını söyleyip hadisini
İbn Hacer, Lisân, VII, 314.
Bu kanaate Şamile programından Vesîme (b. Mûsâ) ismi taratılarak ulaşılmıştır. Şâkir Mahmud Abdü’l-Mün’im ise İbn Hacer’in Vesîme’yi Kitâbü’rridde’si ile birlikte 70; kitap ismini zikretmeksizin ise 132 yerde iktibas edildiğini belirtmektedir (Şâkir Mahmud, İbn Hacer, II, 111).
93 İbn Hacer, İsâbe, I, 2. (İbn Hacer burada kendi bilgisine göre mustakil olarak sahâbîleri toplayan ilk eserin Buhârî’ye ait olduğunu kaydetmektedir).
94 İbn Hacer, İsâbe, II, 370 (Abdullah b. Ebî Mutarrıf tercemesi); II, 372 (Abdullah b. Mağnem tercemesi); II, 515 (Umâre b. Za’kera tercemesi).
95 İbn Mende, Marifetü’s-sahâbe, I, 219 (Bişr b. Muaviye el-Bekkâi tercemesi);
I, 238 (Bişr Ebû Halife tercemesi); I, 258 (Bişr es-Sekafî tercemesi); I, 341 (Sâbit
b. Sâmit el-Ensârî tercemesi); İbn Hacer, İsâbe, I, 36 (Esla’ el-A’recî tercemesi);
I, 59 (Akrâ b. Şüfey tercemesi); I, 246 (Cünâde b. Cerrâd tercemesi); I, 327
(Hassân b. Câbir tercemesi).
91
92
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
285
de mürsel saymasına karşın96 İbn Hacer’in “Eğer irsal ile herhangi iki
râvî arasındaki ınkıta kastediliyorsa buna diyecek bir şey yok. Ya değilse İbrahim et-Tâifî Hz. Peygamber’den semâını zikretmiştir. Eğer
hadisin isnadı sabit olursa o sahâbîdir. Ancak bu rivâyetin medarı Abdullah b. Müslim b. Hürmüz’dür. O zayıf bir râvî olup isnaddaki
şeyhi de meçhuldur”97 şeklindeki sözleri bir şahsın sahâbîliğinin belirlenmesindeki oranın, ilgili rivâyetin gücü nispetinde olduğunu
göstermektedir. Hakkındaki ifadelere rağmen İbn Abdilberr ilgili
şahsı sahâbîleri zikrettiği kitabına almış, İbn Hacer de onu elif harfinin ilk kısmında zikretmiştir. Yine İbn Abdilberr’in Ka’ka’ b. Abdullah b. Ebî Hadred tercemesinde onun kanalıyla gelen bir rivâyeti naklettikten sonra “Ka’ka da babası da sahâbîdir. Ancak bazıları Ka’ka’ın
sahâbîliğini zayıf saydılar. Çünkü hadisi sadece Abdullah b. Saîd b. Ebî
Saîd kanalıyla gelmiştir, o da zayıf bir râvîdir” ifadeleri 98 de aynı ayrımı göstermektedir. Bu şahıs da İbn Hacer tarafından birinci tabakada zikredilmiştir.99
Bir şahsın sahâbî olduğu metrûk veya yalana nispet edilen
râvîlerden gelen rivâyetle bilinmesi durumunda da bu şahsın
sahâbîler arasında yani İbn Hacer’in taksimine göre birinci kısımda
zikredildiği görülmektedir. Esîd b. Safvan, 100 Resulullah’ın mevlası
Eflah,101 Evs b. Sâide el-Ensârî102 ve Bedr b. Abdullah103 tercemeleri isİbn Abdilberr, İstîâb, I, 158.
İbn Hacer, İsâbe, I, 16.
98 İbn Abdilberr, İstîâb, III, 345.
99 İbn Hacer, İsâbe, III, 239. İbn Hacer, İbn Abdilberr’in Ka’ka’ b. Abdullah ile
Ka’ka’ b. Ebî Hadred ismini bir birine karıştıdığını belirtmekte, birinci ismi
IV. Kısımda zikretmektedir (İbn Hacer, İsâbe, III, 280). İbn Hacer, söz konusu
şahsın sahâbî olduğunu zayıf sayan bilgileri Ka’ka’ b. Ebî Hadred
tercemesinde vermiştir (İbn Hacer, İsâbe, III, 239).
100 İbn Hacer, İsâbe, I, 48. Zehebî de bu şahsın tercemesinde “eğer sahihse”
kaydını düşmüştür. Onun zikrettiği rumuzlara göre bu şahsı daha öncesinde
İbn Mende, Ebû Nuaym ve İbn Abdilberr eserlerinde zikretmişlerdir (Zehebî,
Tecrîd, 21).
101 İbn Hacer, İsâbe, I, 57. İbn Hacer, rivâyetlerinin medarının Yusuf b. Halid
olduğunu ve onun da metrûkü’l-hadis olduğunu belirtmektedir. Ondan önce
bu şahsı Zehebî de zikretmekte ve onu İbn Mende, Ebû Nuaym ve İbn
Abdilberr’in eserlerine nispet etmektedir (Zehebî, Tecrîd, I, 26).
102 İbn Hacer, İsâbe, I, 84. İbn Hacer isnadda yer alan İbrahim b. Hibbân’ın
metrûk ve zayıf bir râvî olduğunu haber vermektedir. Öncesinde Zehebî ise
bu hadisin aşırı derecede münker hatta yalan olduğunu tasrih etmiştir
(Zehebî, Tecrîd, I, 36).
96
97
286
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
nadında metrûk râvîlerle gelen şahıslara; Cahdem b. Fudâle,104 Habîb
b. Habîb105 ve Hashâs b. Fudayl’in106 tercemeleri ise hem metrûk hem
de meçhul râvîlerin birleşiminden oluşan şahıslara örnek verilebilir.
Kürdûs, 107 Firâs b. Amr, 108 Mirdâs b. Kays ed-Devsî, 109 Heykel b.
Câbir 110 ve Yahya b. Abdurrahman el-Ensârî 111 tercemelerinde ise
râvîlerin hadis uydurmakla itham edildikleri ya da hadis uydurdukları kaydedilmiştir. Bundan da öte bazı tercemelerde rivâyetin de
mevzu olduğu açıkça belirtilmektedir. Şeyhetü’l-Avsecî112, Ümeyr,113
Kays b. Rebî, 114 Zâide mevla Ömer b. Hattâb, 115 ve Unkûde 116
tercemeleri bu hususa örnek olarak verilebilir.
İbn Hacer, İsâbe, I, 139. İbn Mende’den iktibas edilen isnadda Amr b.
Husayn bulunmakta ve onun metrûk bir râvî olduğu belirtilmektedir.
Zehebî’nin nakline göre bu şahsı daha önce Ebû Nuaym da sahâbe ile ilgili
eserinde zikretmiştir (Zehebî, Tecrîd, I, 45).
104 İbn Hacer, İsâbe, I, 227. İbn Mende’den iktibas edilen rivâyette Nadr b. Seleme’nin metrûk olduğu ve tanınmayan başka râvîlerin de bulunduğu belirtilmektedir. Zehebî onu ayrıca Ebû Nuaym’ın eserine de nispet etmektedir
(Zehebî, Tecrîd, I, 79).
105 İbn Hacer, İsâbe, I, 305. İbn Hacer Hakim’den iktibas ettiği isnadda Amr b.
Ziyad’ın metrûk olduğunu zikretmekte ilgili isnadın meçhul olduğunu da
Ukaylî’den naklen kaydetmektedir. Ayrıca İbn Hacer’in bu tercemeyle bir
öncesinde zikrettiği tercemenin aynı olduğu ihtimalini de belirtmektedir.
106 İbn Hacer, İsâbe, I, 328. Rivâyetin isnadında yer alan Halid b. Heyyâc’ın
metrûk olduğu ve meçhûl râvîler bulunduğu zikredilmektedir.
107 İbn Hacer, İsâbe, III, 290. Rivâyetin isnadında yer alan Mervân b. Sâlim
metrûk ve yalanla itham edilen bir râvî sayılmaktadır.
108 İbn Hacer, İsâbe, III, 201-2. Rivâyetin isnadında yer alan Ebû Yahya İsmail
b. Yahya et-Temîmî için “yalancılardan biridir” denmektedir. Tercemede İbn
Hacer, bu şahsın İbn Hibbân tarafından da sahâbî sayıldığını nakletmiştir.
109 İbn Hacer, İsâbe, III, 399. Rivâyetin senedinde bulunan İsa b. Dâb’ın kezzâb
olduğu belirtilmiştir.
110 İbn Hacer, İsâbe, III, 610. Rivâyetin isnadında yer alan Hammad b. Amr’ın
hadis uydurduğu belirtilmektedir.
111 İbn Hacer, İsâbe, III, 650. Rivâyetin isnadında yer alan Ahmed b. Muhammed Gulâmü Halîl’in hadis uydurmakla maruf olduğu belirtilmektedir.
112 İbn Hacer, Zehebî’den naklen onun mevzû bir haberde isminin nakledildiğini haber vermektedir (İsâbe, II, 162. Krş. Zehebî, Tecrîd, I, 261).
113İbn Hacer, İsâbe, III. 38. İbn Hacer, bu şahsın İbn Mende tarafından nakledildiğini belirttikten sonra hadislerinin mevzû olduğunu İbn Hibbân’dan
nakletmektedir.
114 İbn Hacer, İsâbe, III, 246. İbn Hacer, Ebû Mende’nin eserine zeyl yazan Ebû
Musa el-Medînî’ye atfen bir hadis zikretmekte ve “sanki mevzudur” demek103
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
287
Yukarıda zikredilen tercemelerde İbn Hacer, ilgili râvîler hakkında zayıf, yalanla itham edilmiş, yalan söylemekle bilinen şeklinde
tenbihler yapmasına; hadislerinin de metruk veya mevzû olduğunu
belirtmesine rağmen onların tamamını birinci kısımda zikretmiştir.
Dolayısıyla bir rivâyetteki bilginin ilk kaynağına aidiyetinin sıhhati
dikkate alınarak bir şahsın sahâbî sayılıp sayılmayacağı
düşünüldüğündeilgili rivâyetin veya şahsın İsâbe’nin birinci kısımda
zikredilmesiyle müellifinin zihninde onun sahâbî sayılması arasında
doğrudan bir ilişkinin bulunmadığı söylenebilir. Anlaşılan o ki, İbn
Hacer kendisinden ve çalışmasına esas aldığı Zehebî’nin Tecrîd’inden
önceki sahâbe literatüründe yer alan isimleri birinci kısımda zikretmiş ve okuyucuyu bilgilendirmek için yukarıda nakledilen uyarıları
yapmıştır.
Zikredilen değerlendirmeler dikkate alınıp, İbn Hacer’in
İsâbe’sinin dördüncü kısmına nasıl bir işlev yüklediği düşünülürse,
onun bu bölümde önceki sahâbe literatüründe zikredilen zayıf, metruk veya mevzû isnadlarla gelen şahısları değil de, rivâyetlerde meydana gelen, tashif, irsal veya isnadın/metnin yanlış anlaşılması gibi
sebeplerden ötürü yanlışlıkla sahâbî sayılan şahısları incelediği görülmektedir. Burada da İbn Hacer’in kitabının mukaddimesinde de
belirttiği gibi ihtimalli olan şahısları117 birinci kısma aldığı, yanlış olduğunu açık bir şekilde ispat edebildiği kimseleri ise dördüncü kısımda naklettiği dikkat çekmektedir. Bazen bir terceme iki kısımda
da zikredildiği görülmektedir.118
tedir. Aynı ismi Zehebî de nakletmiş ve isnadın aşırı derecede zayıf olduğunu söylemiştir (Zehebî, Tecrîd, II, 20).
115 İbn Hacer, İsâbe, IV, 311. İbn Hacer, Ebû Musa el-Medînî’ye atfen bu
tercemeyi işlemekte, sonrasında da Zehebî’nin “Sanırım bu hadis mevzûdur”
görüşünü nakletmektedir. İbn Hacer daha sonra da “Hadis onun zannettiği
gibi mevzudur” diye bu görüşü teyit etmektedir. Zehebî’nin değerlendirmesi
için bkz. Zehebî, Tecrîd, II, 270.
116 İbn Hacer, İsâbe, IV, 371. İbn Hacer Ebû Musa el-Medînî’ye atfen naklettiği
bir rivâyette, öncelikle Ebû Mûsâ’nın “hadisin isnadı şüphelidir” sözünü
sonrasında da Zehebî’nin “Unkûde, münker bir rivâyette zikredildi” sözünü
nakletmektedir. Kendisi de “Bu rivâyetin mevzû olduğunda şüphe etmiyorum” dedikten sonra rivâyetteki vaz alametlerini saymaktadır. Zehebî’nin
kendi ifadeleri için ayrıca bkz. Zehebî, Tecrîd, II, 291.
117 Örnek olarak bkz. İbn Hacer, İsâbe, II, 92-3 (Süheyl b. Samt tercemesi).
118 İbn Hacer, İsâbe, III, 432 (Muaviye b. Hazn tercemesi).
288
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İbn Hacer’in İsâbe’sinin dördüncü kısmı rivâyetlerin sıhhati
açısından yani yalancı bir râvînin rivâyeti ya da mevzû bir hadis neticesinde bir şahsın sahâbî sayılmaması açısından incelendiğinde, nispeten az da olsa bu tür tercemelerin bulunduğu görülmektedir. Bu
şahısların, yukarıda zikredilen ve mevzu olduğu halde birinci kısma
alınan tercemelerden farkı, muhtemelen bunların Zehebî’den önceki
sahâbe literatürü müellifleri tarafından zikredilmemesidir. Örneğin
Sâbit b. Muaz el-Ensârî, Hatîb’in el-Mu’telif ve’l-muhtelif kitabından
isnadıyla iktibas edildikten sonra ondan naklen rivâyette bir şahsın
meçhul olduğu kaydedilmektedir. Hz. Ali’nin faziletine dair münker
bir haber olduğu söylenen bu rivâyette İbn Hacer de, Ebû Yahya etTemîmî’nin gerçekten zayıf olduğunu tasrih etmiştir. 119Benzer şekilde, Bir tacirin mevlası Fellah tercemesinde de onun yalan bir kıssada
nakledildiğini belirtmiş;120 Ebû Mûsâ el-Ensârî tercemesinde ise onu
yalancı birisi ya da bazı yalancılar tarafından uydurulan bir kimse”
olarak tanımlamıştır. 121 Sâlim b. Mansur tercemesi ise İbn Hacer’in
mevzu bir rivâyet neticesinde belirlenen birinin hangi kriterle kitabının birinci ya da dördüncü kısmına alındığı sorusunu biraz daha net
açıklamaktadır. İbn Hacer, Zehebî’nin Sâlim hakkındaki “Bu şahıs
Hz. Peygamber’den, ondan da Yahya b. Muhammed rivâyette bulundu. Ondan mevzu ve lafızlarında aşırı derecede rekâket bulunan
bir hadis nakletti. Ben onu kıssacılardan işittim” ifadesini aktardıktan
sonra şöyle demektedir: “Bu çeşit haberleri (Ebu’l-Hasan Ahmed b.
Abdullah b. Muhammed) el-Bekrî’nin122 (V. Asır) Kitabü’z-Zirve,123 elHusûnü’s-seb’a124 ve diğer yalan ve mevzu rivâyetle dolu kitaplarından araştırmak mümkündür. Buralarda gerçekte yaşamamış birçok
sahâbe ismi bulunmaktadır. Ama ben onlardan hiç bir şey zikretme-
İbn Hacer, İsâbe, I, 208.
İbn Hacer, İsâbe, III, 218.
121 İbn Hacer, İsâeb, III, 536.
122 Zehebî’nin kaydettiğine göre Bekrî, kussasdan sayılmaktadır. Yalan söylemekten de kesinlikle haya etmediği belirtilen Bekrî’nin, Müseylime’den
daha yalancı olduğu vurgulanmıştır. Bkz. Zehebî, Siyer, XIX, 36; a.mlf.,
Mîzân, I, 252.
123 Kitabın tam ismi Kitâbü’z-Zirve fi’s-sîreti’n-nebeviyye şeklindedir ve içindeki
bilgiler ya tamamen asılsız ya da ziyadeler içermektedir (Zehebî, Siyer, XIX,
36, 1 no’lu dipnot).
124 Kitabın ismi Zehebî’den alınmıştır (Mîzân, I, 252). İbn Hacer’in kitabında
es-Seb’u husûn şeklinde geçmektedir.
119
120
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
289
dim. Zira ben kitabımı sahâbe ile ilgili tasnif edilmiş kitaplara hasrettim. Bunların dışına nadiren çıktım.”125
Anlaşılan o ki, İbn Hacer, kendisinin ve kaynağı Zehebî’nin
esas aldığı sahâbe literatürüne ait eserlerde geçen yalancı râvîler vasıtasıyla gelen nakiller ya da mevzû addedilen hadisler neticesinde bilinen şahısları birinci kısımda zikretmiş ve rivâyete güvenilip güvenilmeyeceğini açıklamıştır. Ancak o, daha önceki sahâbe literatüründe geçmeyen şahısları ise doğrudan dördüncü kısımda kaydetmektedir. Muhtemelen bunun önemli bir istisnası, hicrî 110’dan sonra vefat edip de kendisini sahâbî olarak niteleyen muammerûn iddiasındaki şahıslara aittir. Zira bunlar önceki hadis literatüründe zikredilseler de dördüncü kısımda kaydedilmişlerdir. Buna Hatim, 126 ve Hût b.
Murre, 127 gibi şahısların tercemeleri örnek olarak verilebilir. İbn
Hacer’in Ca’fer b. Nustûr tercemesinde ise söz konusu şahsı sahâbe
literatüründe zikreden âlimleri sayıp, Zehebî’den naklen onun ya
deccal birisi olduğu ya da hiç yaşamadığı ve 350 yılında Fârâb şehrinde görüldüğü iddiasını aktardıktan sonra “Gönlüm bu şahsı
birincı kısımda zikretmeye elvermedi”128 ifadesini kaydetmek suretiyle bu tip tercemelerdeki istisnanın gerekçesini ortaya koymaktadır.
Netice itibariyle bir şahsın sahâbe literatüründe zikredilmiş
olması onun kesin olarak sahâbî sayıldığı anlamına gelmediği açıktır.
Sahâbe literatürü içinde tartışmasız olarak en fazla üne sahip olan İbn
Hacer’in bir şahsı her harfin birinci kısmına dâhil etmesi bile bu kesinliği vermemektedir. Burada önemli olan ilgili tercemede verilen
bilgiler, onların nereden alındığı veya isnadlarıdır. İbn Hacer’in kendisi de eserinin mukaddimesinde zayıf isnadla gelen rivâyetleri bi-
İbn Hacer, İsâbe, II, 120.
İbn Hacer, İsâbe, I, 384. İbn Hacer söz konusu şahsın Ebû Musa el-Medînî
tarafından nakledildiğini haber vermekte ve Hatim’in bazı yalancılar tarafından uydurulduğunu belirtmektedir. Rivâyete göre Hâtim ikinci asrın başına
kadar yaşamış olmaktadır ki bu da muhaldir (İbn Hacer, İsâbe, I, 384). Zehebî
de Hatim’i eserinde zikretmiş ve rivâyetin yalan olduğunu belirtmiştir
(Zehebî, Tecrîd, I, 94).
127 İbn Hacer, İsâbe, I, 397. İbn Hacer, Hût’un Ebû Musa el-Medînî tarafından
sahâbe arasında sayıldığını, ama rivâyetin mevzû bir isnadla nakledildiğini
belirtmektedir. Bu rivâyete göre söz konusu şahsın 246 yılında yaşadığı anlaşılmaktadır. Zehebî de rivâyetin mevzû olduğunu haber vermektedir
(Zehebî, Tecrîd, I, 144).
128 İbn Hacer, İsâbe, I, 268. Krş. Zehebî, Tecrîd, I, 85-6.
125
126
290
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rinci kısımda zikredeceğini söylemiş, bu tür isnadları veya metruk,
kezzâb gibi ağır cerhe uğramış râvîleri de yeri geldiğince belirtmiştir.
O halde, özelde İbn Hacer’in, genelde ise sahâbe literatürü içine giren
diğer müelliflerinmümkün olan en geniş sayıdaki sahâbî sayısına
ulaşmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu yüzden yapılması gereken
eleştirileri sahâbî isimlerini kaydedip kaydetmeme noktasında değil
de tercemenin içinde yapmayı tercih ettikleri söylenebilir. Bu uyarı
şâyet tashif, tahrîf, irsal ve benzeri özellikler taşıdığında açıktan,
râvînin adalet ve zabt yönünüdeki cerhini ilgilendiren konularda ise
ya açıktan ya da isnadını veya kaynağını söyleyerek gerçekleştirilmiştir denebilir. Nitekim Ebû Nuaym (ö. 430), İbn Mende’yi İyâs b.
Mâlik’ten dolayı “Vehme düşenlerden birisi, onu sahâbe arasında
zikretti, oysa o tabiîn tabakasına mensuptur” şeklinde eleştirmesine
karşılık İbnü’l-Esîr’in (ö. 630), bu noktadaki itirazın doğru olmadığını
zira İbn Mende’nin de söz konusu şahıs için tabiî dediğini belirtmesi
bu durumu yansıtmaktadır.129 Ancak burada bütün sahâbe literatürünün aynı olmadığı, örneğin daha küçük hacme sahip olanların bu
yönde daha az açıklama içerdiği belirtilmelidir.
Bu değerlendirmeler Murtaza el-Askerî’nin ilgili kitabı açısından düşünüldüğünde söz konusu literatür eleştirilirken, öncelikle
müelliflerin bir şahsı eserine almadaki kriterlerinin gözetilmesi gerektiği, bu noktada önemli olan hususun da müellifin açıklaması veya
verdiği bilgiler olduğu ortaya çıkmaktadır. Eğer sahâbe literatürünü
oluşturan müelliflerin bu yöntemleri tartışmaya açılacaksa, meselâ
sadece sahih rivâyetle bilinen şahısları eserlerine almaları gerekirdi
ya da sahâbe olduğunda herhangi bir şüphe olmayan kimselere yer
vermeleri gerekirdi gibi bir düşünceden hareket ediliyorsa, konu Seyf
b. Ömer rivâyetlerine hasredilmeden sahâbe literatürü oluşturmanın
amacı etrafında tartışılması gerekirdi. Ancak Askerî’nin kitabı incelendiğinde böyle bir tartışma zikredilmediği gibi bazen ilgili şahısların tercemelerinde yer alan eleştirilere hiç dikkat çekmediği, daha çok
bu şahısların sahâbe literatüründe nasıl yer alabildiğini sorguladığı
görülmektedir.
V. Özet ve Sonuçlar
Murtaza el-Askerî’nin Hamsûne ve mie sahâbîyyin muhtelakin adlı çalışmasının temel kriteri, bir rivâyette Seyf b. Ömer’in teferrüd et-
129
İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, I, 184.
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
291
mesidir. Esas itibariyle adı geçen kitap, müstakil bir çalışmanın ürünü olmayıp, yazarın daha önce kaleme aldığı Abdullah b. Sebe ve
esâtîrü uhra çalışmasının bir devamıdır. Müellif, Abdullah b. Sebe,
yüz elli (dokuz) sahâbî ve bu isnadlarda yer alıp da Seyf’in tek kaldığı râvîleri de uydurma kabul etmektedir. O, bu râvîlere Hamsûne ve
mie kitabında zaman zaman işaret etmiş, onları henüz neşredilmemiş
müstakil bir kitabında toplamıştır. Dikkat çekeceği üzere bütün bu
uydurmalardaki ortak nokta Seyf b. Ömer’dir.
Müellifin zihninde Seyf b. Ömer zındıkla itham edilmiş ve İslâm tarihini tahrif etmeyi kendine iş edinmiş biri olup, bilgilerinin
uzandığı kitaplara bakılırsa bunu başarmış biridir. O, öncelikle bu
görüşlerini klasik cerh ve ta’dîl kitaplarından teyit etmeye çalışmaktadır. Ne var ki, Askerî’nin sisteminin dayanak noktası yaptığı Seyf b.
Ömer ile ilgili bazı bilgileri okuyucudan kaçırdığı, daha önemlisi
özellikle Zehebî, İbn Hacer gibi âlimlerin gözünde hadis rivâyeti ile
tarih rivâyeti arasındaki farka dikkat etmediği görülmektedir. Örneğin Askerî’nin en çok kullandığı kaynak görünümünde olan İsâbe
müellifi İbn Hacer’in onun hakkındaki “Seyf b. Ömer, hadiste zayıf
ama tarihte umde biridir” şeklindeki değerlendirmesini okuyucuyla
paylaşmaması oldukça sorunlu durmaktadır. Diğer taraftan Seyf b.
Ömer, Ebû Mihnef, Minkarî, Vâkidî, Vesîme b. Mûsâ gibi tarih âlimlerinin tamamı hadis rivâyetinde bir şekilde cerhe uğrayan müelliflerdir. Bütün bunlar bir hadis râvîsi gibi incelenip bilgileri sadece
müellifinden hareketle ek bir delil olmaksızın mevzû sayılması, tarihi
bilgilerin önemli bir kısmının reddedilmesi anlamına gelmektedir.
Nitekim müellifin kendisi de cerhe uğramasına rağmen Seyf’in dışındaki şahısların verdiği bilgilere güvenmektedir.
Sahâbe literatüründe hadis rivâyeti bakımından zayıf sayılan
birçok müellif ve râvîden bilgi alınmıştır. Çünkü amacın, zikredilen
hadisleri değil, hadisi nakleden veya hadiste zikredilen isim olduğu
bu literatürde müelliflerin, daha çok tarihçi gibi hareket ettikleri söylenebilir.
Öte yandan Askerî’nin Seyf hakkındaki iddiaları doğru kabul
edildiğinde karşımıza, sahâbe, râvîler, yer isimleri, şiirler, savaşlar ve
benzeri birçok olay uyduran olağan üstü bir yalancı şahıs portresi
çıkmaktadır. Bununla birlikte, aynı zaman diliminde yaşayan, Ebû
Mihnef, Minkarî gibi tarih bilgileriyle öne çıkmış, farklı fikirlere sahip
meşhur tarihçilerin ondan bilgi nakletmiş olması, Seyf’in aslında olmayan, hayal mahsulü şeyleri çağdaşlarına kabul ettirebilmesi anla-
292
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
mına gelmektedir. Askerî’nin iddiasına göre Seyf b. Ömer’in iktidar
yanlısı tutumuna karşın, yukarıda adı geçen her iki tarihçinin Şi‘î eğilime mensup olması, Ebû Mihnef’in, Ezdî, yani Temîmlilere muhalif
kabileye mensubiyetine karşın, Minkarî’nin Seyf ile aynı kabileye
mensup bulunması bu bilgilerin tamamen uydurma sayılmasına engel görünmektedir.Bu durum, Seyf’in bilgilerine her zaman güvenileceği sonucunu değil, tek kaldığında ek bir delil olmaksızın onların
hayal mahsülü kabul edilmeyeceğine işaret sayılmalıdır. Zira, Seyf’in
rivâyetlerini inceleyen Askerî dışındaki şahıslar da bu bilgilerde bulunan çeşitli sorunları dile getirmektedir.
Askerî’nin dile getirdiği yüz elli (dokuz) uydurma sahâbî çalışmasında karşımıza çıkan en net sonuçlardan birisi, bu şahıslar dinin sonraki nesillere ulaşmasında hemen hemen hiç bir role sahip
olmamalarıdır. Bu şahısların onda birinden daha az bir kısmından
hadis nakledilmiş, bunların hiç biri Kütüb-i sitte gibi temel hadis kaynaklarında yer almamıştır. Bu rivâyetlerin önemli bir kısmı da şahsî
hatıralarını aktarmış olup, onların muhtelif kusurları taşıdığı belirtilmiştir. Geri kalan isimler ise bir rivâyette zikri geçen ya da karineyle sahâbî oldukları bilinenlerdir. Bunlar arasında altmışı aşkın ismin
muhadramûndan sayılması onların hadis rivâyeti açısından pek bir
önemi olmadığını göstermektedir. Ayrıca genel olarak, incelenen şahısların, en geniş sahâbe kitabı olan İbn Hacer’in kitabında bile pek
fazla yer tutmaması, onların daha çok bâdiyede yaşamasından ve
sahâbî olarak merkezi rol oynamamalarından kaynaklanmaktadır.
Bununla birlikte, bazı tercemelerde Hz. Peygamber’in üvey oğlu olmak ve İslâm’da ilk şehit payelerine sahip bulunmak gibi hususiyetler düşünüldüğünde bu şahısların daha yaygın bilinmesi gerektiği
söylenebilir. Dolayısıyla bilginin sadece Seyf ve/veya meşhur olmayan bir kaynaktan gelmesi şüphe uyandırmaktadır.
Askerî’nin kitabında dikkat çeken en önemli eksikliklerden birisi de, onun sahâbe literatürünün özelliklerini dikkate almaması olarak belirlenebilir. Zira amaçları mümkün olan en geniş sahâbe isimlerine ulaşmak olan bu müellifler, meşhur bir şekilde sahâbî oldukları
bilinen kimselerin yanı sıra bir şahsın Hz. Peygamber ile görüştüğünü belirtir şekilde rivâyetinin olması ya da böyle bir hadiste zikrinin
geçmesini kitaplarında zikretmek için yeterli bulmuşlardır. Özellikle
İbn Abdilberr’den sonra aynı alanda çalışma yapan müellifler, öncekileri tamamlamış, eksikliklerine tenbihte bulunmuş ve yeni isimler
eklemişlerdir. Bu eklemelerin, doğal olarak, hemen her âlimin bildiği
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
293
ve zaten içerikleri sahâbe literatürüne dâhil edilmiş temel hadis kaynaklarından değil, daha kenarda kalan kitap ve cüzler ile bu kaynakların dışındaki tarih, neseb, edebiyat kitapları incelenerek elde edildiği görülmektedir. Bu husus dikkate alındığında, ister hadis alanında isterse farklı disiplindeki kenarda kalmış kitapların kullanımı, bilginin sıhhat sorununu daha fazla ortaya çıkarmıştır denebilir. Dolayısıyla bu şekilde tespit edilen şahıslar dikkate alındığında onların
sahâbe olma olasılığının, isnad ve (şâyet karine varsa) metnin gücü
oranında olduğu görülmektedir. Bu tür râvîler sahâbe literatürüne
alınmış, genel olarak, kitabın genişliğine ya da müellifinin yöntemine
göre, rivâyetin durumu ya açıkça veya isnadı zikredilerek ya da kaynağına atıf yapılarak belirtilmiştir. O halde, bir şahsın sahâbe sayılmasındaki kesinlik oranının, onun sahâbe literatüründe geçmesiyle
değil, bu literatürde yer alan tercemesindeki bilgiler ışığında tespit
edileceği kaydedilmelidir.
Yukarıdaki bilgiler dikkate alınıp, başlıkta sorulan soruya dönülür, yani 150 uydurma sahâbî var mı sorusu tekrar sorulursa, Askerî’nin argümanlarıyla söz konusu şahısların tamamının hiç yaşamamış, uydurma kimseler/sahâbîler olarak tespit edilemeyeceği belirtilebilir. Bununla birlikte, bazı istisnalar hariç incelenen şahıslar
Seyf b. Ömer kanalıyla bilindiği için onların sahâbî olma ihtimalleri
zayıftır. Ancak bunu şimdiye kadar hiç tespit edilmemiş bir çalışma
olarak sunmak da doğru değildir. Bunlar zaten ilgili literatürde bir
şekilde söylenen ya da işaret edilen hususlardır. Bundan da öte
sahâbe literatürüne genel olarak bakıldığında yalancı olduğunda ya
da yalancılıkla itham edilmesi hususunda çoğunluğun görüş birliği
ettiği râvîler kanalıyla gelen şahısların veya mevzû rivâyetlerde zikredilen kimselerin varlığı dikkat çekmektedir ki bunların sahâbî olma
ihtimalleri Seyf rivâyetlerine göre çok daha düşüktür. Bu şahısların
durumu da müellifler tarafından, genel olarak, ilgili tercemelerde
söylenmiş veya buna bir şekilde işaret edilmiştir.
294
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
EK: Ana Hatlarıyla Murtaza el-Askerî’nin Hayatı
Askerî, 1332/1913-4 yılında Samerra’da (Irak) dünyaya geldi.
1349/1930 yılında Kum şehrine gitti ve orada üç yıl süresince ilim
tahsilinde bulundu. Daha sonra Kazimiyye’ye giden Askerî orada
yerleşti. Askerî yaklaşık bir asır süren bir hayattan sonra 1428/2007
yılında vefat etmiştir.
Askerî’nin istifade ettiği birçok hocası bulunmaktadır. Bunlar
arasında Seyyid Şihabüddîn Mar’aşî, Muhammed Hasna
Şeriatmedar, Şeyh Halîl Mirza sayılabilir. O Hümeynî’den de bazı
akaid dersleri almıştır.
Askerî özellikle Şi‘î ilmî havzasında ilmî ıslah faaliyetleri ile
tanınmış olup, Irak’ta talim ve terbiye üzerine yaptığı çalışmalarıyla
bilinmektedir. Onun on civarındaki müessese ile olan akedemik ilişkisi bu duruma işaret etmektedir.
Askerî, fıkıh, hadis, tefsir alanındaki çalışmalarıyla gündeme
gelmekte, özellikle de ehl-i Sünnet ve Şî‘a ekollerini dikkate alan karşılaştırmalı kitaplarıyla tanınmaktadır.130
Metinde zikredilen bilgiler şu sitelerden istifade ile yazılmıştır:
http://www.al-shia.org/html/ara/others/?mod=monasebat&id=465;
http://www.almawsem.net/mawsem/murtadaaskari.htm;
130
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
295
Kaynaklar
Askerî, Ebû Hilâl Hasen b. Abdullah b. Sehl el-Askerî, el-Evâil, Dârü’lkütübi’l-ilmiyye, Beyrût, 1407/1987.
Askerî, Murtaza, Abdullah b. Sebe ve esâtîrü uhra, Dârü’z-Zehrâ, Beyrût,
1403/1983.
_________, Hamsune ve Mie Sahâbîyyin Muhtelakin (I-II. Ciltler), Dârü’zZehrâ, Beyrût, 1412/1991 (III. Cildin farklı bir neşri kullanılmıştır: Tevhîd li’nneşr, Kum/İrân, 1421/2000).
_________, Meâlimü’l-medreseteyn, Müessesetü’n-Nu’mân, 1410/1990.
Aynur Uraler, “Sümeyye bnt. Hubbât”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi.
Bekir Kuzudişli, Şî‘a’da Hadis Rivâyeti ve İsnad, Bsr. Yayıncılık, İstanbul,
2011.
Belâzürî, Ahmed b. Yahya b. Câbir el-Belâzürî, Kitâbü Cümelin min
ensâbi’l-eşrâf (thk: Süheyl Zekkâr, Riyad Ziriklî), Dârü’l-fikr, Beyrût,
1417/1996.
Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Suâlâtü’l-Âcurrî li Ebî Dâvûd (Abdulalîm
Abdülazîm el-Bustevî), Mektebetü dârü istikame/Suudiyye-Müessesetü
Reyyân/Beyrût, 1418/1997.
Ebû Nuaym el-İsbehânî, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed el-İsbehânî,
Ma’rifetü’s-sahâbe (thk: Adil b. Yusuf el-Azâzî), Dârü’l-vatan, Riyad,
1419/1998.
Ebu’ş-Şeyh Ebû Muhammed Abdullah b. Muhammed b. Ca’fer b.
Hayyân, Tabakātü’l-Muhaddisîn bi İsbehân ve’l-vâridîne aleyha (tahkîk:
Abdulgaffâr Süleyman Bündârî ve Seyyid Kisrevî Hasen), Dârü’l-kütübi’lilmiyye, Beyrût, 1409/1989.
Ekrem Ziya Umerî, Merviyyatü’s-sireti’n-Nebeviyye beyne kavâidi’lmuhaddisîn ve rivâyâti’l-ahbârîn (bu kaynak Şâmile programı üzerinden kullanılmıştır).
Fuâd Salih Seyyid, Mu’cemü’l-evâil fî târihi’l-Arab ve’l-Müslimîn, Dârü’lmenâhil, Beyrût, 1412/1992.
Hâşim Ma’rûf el-Hasenî, el-Mevdûât fi’l-âsâri ve’l-ahbâri –ardun ve
dirâsetün- (thk: Usâme es-Sâidî), Kum, 1429/2009.
Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sâbit el-Bağdâdî, Kitâbü
Muvaddihi’l-evhâmi’l-cem’
ve’t-tefrîk,
Müessetü
kütübi’s-sakâfiyye,
Haydarabad, 1378/1959.
Heysemî, Nureddin b. Ali el-Heysemî, Mecmaü’z-zevâid (Buğyetü’r-râid fî
tahkîki Mecmaü’z-zevâid ve menbaü’l-fevâid, thk: Abdullah Muhammed Derviş),
Dârü’l-fikr, Beyrut, 1414/1994.
Hûî, Ebu’l-Kāsım Mûsevî el-Hûî, Mu’cemü ricâli’l-hadis, y.y., 1413/1992.
296
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İbn Ebî Hâtim, Kitâbü’l-Cerh ve’t-ta’dîl, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrût,
1372/1952
İbn Ebî Şeybe, Musannef (thk: Muhammed Avvâme), Dârü’l-kıble/Cidde,
1427/2006.
İbn Hacer, Ali b. Ahmed b Hacer el-Askalânî, Takrîbü’t-tehzîb (Muhammed Avvâme), Dârü’r-reşîd, 1406//1986.
_________, el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe, Bağdad, 1328.
_________, Lisânü’l-Mizân (thk: Muhammed Abdurrahman Mar’aşli),
Dârü ihyâi’t-türâsi’l-Arabî, Beyrût, 1416/1996.
İbn Kânî’, Abdülbâki b. Kânî’, Mu’cemü’s-sahâbe (thk: Abdurrahman b. Salâh b. Sâlim el-Mısrâtî), Mektebetü’l-gurabâi’l-eseriyye, Medine, 1418/1997.
İbn Kelbî, Ebu’l-Münzir Hişam b. Muhammed b. es-Sâib el-Kelbî,
Cemheretü’n-neseb (thk: Nâci Hasen), Âlemü’l-kütüb/Mektebetü’n-nahda,
Beyrût, 1407/1986.
İbn Mende, Ebû Abdullah Muhammed b. İshak b. Yahya b. Mende elEsbehâni, Marifetü’s-sahâbe (thk: Amir Hasan Sabrî), Matbûât Câmiâti
İmârâti’l-Arabiyyeti’l-Muttahide,
İmârâti’l-Arabiyyeti’l-Muttahide,
1426/2005.
İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hüseyin Ali b. Muhammed el-Cezerî, Üsdü’l-gâbe fî
ma’rifeti’s-sahâbe (thk: Halîl Me’mûn), Dârü’l-ma’rife, Beyrût, 1418/1997.
İsrafil Balcı, “Rivâyetin Metne Dönüştürülmesinde Râvî Tasarrufuna Seyf
b. Ömer’den Örnekler”, İslâmî İlimleri Dergisi, 3/2, Güz 2008, 105-125.
Küleynî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Yakub b. İshak el-Küleynî er-Râzî, elKâfî (Ali Ekber el-Gaffârî), Dârü’l-kütübi’l-İslâmiyye, Tahran, 1388/1968.
Mahmut Kelpetin, “Müsteşriklerin Gözüyle Seyf b. Ömer”, Usul, 10
(2008/2), 125-140.
_________, Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, MÜSBE, İstanbul, 2008 (Doktora tezi
kitap olarak yayımlanmıştır: Hülefâ-i Râşidin Dönemi Tarihi Seyf b. Ömer ve Tarihçiliği, Siyer Yayınları,2012).
Mecîd Halef Münşid, Cuhûd el-Hâfız İbn Abdilberr fî dirâseti’s-sahâbe, Dârü
İbn Hazm, Beyrût, 1427/2006.
Minkarî, Nasr b. Müzâhim el-Minkarî, Vak’atü Sıffîn (Abdüsselâm Muhammed Harûn), el-Müessesetü’l-arabiyyetü’l-hadîse li’tab’i ve’n-neşr,
Kâhire, 1382.
Mizzî, Yûsuf b. Zekî el-Mizzî, Tehzîbü’l-kemâl (thk: Beşşâr Avvâd Ma’rûf),
Müessesetü’r-risâle, Beyrût, 1400/1980.
Moğultay b. Kılıç, el-İnabe ilâ ma’rifeti’l-muhtelef fîhim mine’s-sahâbe (thk:
İzzet Mürsî, İbrahim b. İsmail Kadı, Mecdî Abdulhâlık eş-Şâfiî), Mektebetü’rrüşd, Riyad, 1420/2000
“YÜZ ELLİ UYDURMA SAHÂBÎ VARMI?” İDDİALARININ TAHLİLİ, B. KUZUDİŞLİ
297
Muhsin Emîn, A’yânü’ş-Şî‘a (thk: Hasan Emîn), Dârü’t-teârüf, Beyrût,
1403/1983.
Mustafa Zeki Terzi, “Nasr b. Müzâhim”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi.
Müfîd, Muhammed b. Muhammed b. Nu’man el-Ukber, Kitâbü’l-Cemel,
Mektebetü’d-dâverî, Kum, t.y.
Râvendî, Kutbuddîn er-Râvendî, el-Harâic ve’l-cerâih (thk: Seyyid Muhammed Bâkır), Müessesetü İmâm Mehdî, Kum, 1409/1989.
Saffâr, Muhammed b. Hasan es-Saffâr, Besâirü’d-derecât (thk: Mirza Hasan
Kucebağî), Menşûrâti’l-a’lemî, Tahran, 1404/1984.
Selman Başaran, “Ebû Mihnef”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi.
Suyûtî, Celâleddîn Abdurrahman es-Suyûtî, el-Vesâil fî müsâmerati’l-evâil
(Muhammed Said ez-Zağlûl), Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrût, 1406/1986.
Şâkir Mahmûd Abdülmun’îm, İbn Hacer el-Askalânî, musannefâtühü ve
dirâsetün fî menhecihî ve mevâridihî fî kitâbihi’l-İsâbe, Müessesetü’r-risâle, Beyrut, 1417/1997.
Taberânî, Ebu’l-Kāsım Süleyman b. Ahmed et-Taberânî, el-Mu’cemü’levsat, (Tarık b. İvedillah, Abdulmuhsin b. İbrahim), Dârü’l-haremeyn, Mısır,
1415/1995.
Taberî, Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî eş-Şi‘î, Delâilü’l-imâme
(thk: Kısmü dirâsetü’l-İslâmiyye), Müessesetü bi‘se, Kum, 1413/1993.
Taberî, Muhammed b. Cerîr, Târihü’l-ümem ve’l-mulûk, Dârü’l-kütübi’lilmiyye, Beyrût, 1407 (Bu kitap, Şâmile programı üzerinden kullanılmıştır).
Zehebî, Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, Mîzânü’li’tidâl, (thk: Ali Muhammed Muavvız, Adil Ahmed Abdülmevcûd), Dârü’lkütübi’l-ilmiyye, 1416/1995.
_________, Siyerü A’lâmi’n-nübelâ, (thk: Şuayb el-Arnâût), Müessesetü’rrisâle, 1405/1985.
MÜZÂKERE
Şahin AHMETOĞLU
Giriş
Sayın başkan, değerli hocalarım, kıymetli misafirler.
Tebliğle ilgili müzâkereye Müslümanların geçmiş ve tarih algısı üzerine birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum.
Geçmiş ve tarih her ne kadar zaman zaman birbirinin yerine
kullanılıyor ise de, birbirinden farklıdır. Yaşananların, geride kalanların bütünü geçmiştir; geçmişte kalmıştır. Ancak mevcut ya da “bugün”, “geçmiş”in devamı olup, geçmiş üzerinden algılanmaktadır.
Tarih esas itibariyle insan zihnindeki geçmişle ilgili algılara dayarı
olarak inşa edilen bir söylemdir, bir anlayıştır.
– Tarih, tıpkı insan hafızası gibi sürekli yeniden inşa edilmektedir.
– Müslümanların tarih telakkilerinde “süreç” algısı çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Hatta “süreç”lerle ilgili bir bilincin geliştiğini
ve etkin olduğunu destekleyecek veriler bulmak pek kolay değildir.
– Kur’ân’ın dışındaki her türlü bilgi beşeri bilgidir, sonuna kadar her türlü tenkit ve tahlile açıktır.
– Kur’ân nasıl Allah’ın âyeti ise, aynı şekilde akıl da, tabiat da
Allah’ın âyetidir. Bu sebepten akıl, bilim ve vahiy daime birbirini tamamlar. Kur’ân vahye dayalı bir sistemdir. Bunun haricindekiler ise
vahyi anlamaya yönelik çalışmalardır. Vahyin muhatabı olan akıldır.
İnsan vahyi aklı ile anlar ve yorumlar. Burada vahyin ve aklın ta
Yrd. Doç. Dr., Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Temel İslam Bilimleri
Bölümü, İslam Mezhepleri Tarihi ABD.
300
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
mamlayıcı bir unsur olduğu göz ardı edilirse hem geçmiş tarihi ve
hem de geçmişin bilgisi kapsamında değerlendireceğimiz sahâbe algısı da yoruma dayalı olmaktan uzakta kalamayacaktır. Böylece anlamaya çalıştığımız ve ortaya koyduğumuz yorum ise her zaman
tenkit edilebilir bilgilerdir
Tarih bilgi ve bilinci olmadan geçmişi anlamak da, gerekli
dersleri çıkartmak da, sağlıklı bir gelecek inşa etmek de mümkün değildir.
– Müslümanlar mevcut durumda akıl, bilgi ve bilim düşmanlığını din ile meşrulaştırma sürecine girmişlerdir. Bunun adı kendi
kendini yok etmektir. Bundan kurtulmanın yolu İslâm’ı Kur’ân’ın
kurucu ilkeleri doğrultusunda yeniden anlamak, Müslümanların birikimine eleştirel çerçevede yaklaşmak ve insanlığın evrensel boyut
taşıyan birikimine yeniden talip olmaktan geçer. 1
Bu söylenilenlerden yola çıkarak İslâm mezheplerinden biri
olan Şi‘îliğin tarih ve geçmiş algısından bahsetmek istiyorum. Şî‘a’nın
tarih algısına baktığınız zaman kurgulanmış tarih anlayışının mevcut
olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim sahâbelerin de bu anlayış çerçevesinde değerlendirildiğini görmekteyiz. Tenkite mahal verilmeyen ve
kurgulanmış tarih anlayışında ise bunu yapmak imkânsız gibi görünmektedir.
Şimdi ise sahâbe kavramının Ehl-i Sünnet ve Şî‘a tarafından
nasıl algılandığına kısaca değinmek istiyorum.
Sahâbe Kelimesinin Anlamı
Sahâbe kelimesi “s-h-b” kök fiilinden türemiş bir mastar olup
lügatte “her hangi bir kimse ile ülfet edip yâr ve hemdem olmak”
manasında kullanılır.2 Aynı kökten türeyen ve “arkadaşı dost, bir şeyin maliki” gibi anlamlar içeren sâhib kelimesinin cem’i “sahb”,
cemu’l-cemi ise “ashâb” şeklinde kullanılmaktadır.3
Müslümanların geçmiş ve tarih algısı ile ilgili bkz., Onat, Hasan, “İslam Bilimleri ve Yöntem Aşısından Tarihin Anlam ve Önemi”, Kur’ân ve İslami İlimlerin Anlaşılmasında Tarihi Önemi, ed. M. Mahfuz Söylemez, Ankara Okulu
yay., Ankara 2013, s. 13-15.
2 Buhâri, “Fezâili ashâbi’n-Nebî, 1 (bab başlığı); Efendioğlu, Mehmet,
Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler, İstanbul 2011, s. 27-28.
3 İbrahim Mustafa ve dğr., el-Mucemü’l-Vasît, 1, 507.
1
MÜZÂKERE, Ş. AHMEDOĞLU
301
Sahâbenin Istılah Anlamı
Özet şekliyle “Müslüman olup Hz. Peygamber’le sohbet eden
ve onu gören kimse” olarak tarif edilen “sâhib, ashâb, sahâbî, sahâbe”
kelimeleri ilk dönemlerden itibaren bu anlamda kullanılmışlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de, Hadislerde ve sahâbenin sözlerinde bunun izlerini görmek mümkündür.4
Ehl-i Sünnet’e Göre Sahâbe
İbn-i Hacer, el-İsâbe adlı eserinin 1. faslının girişinde sahâbeyi
şöyle tarif eder: “Sahâbe, iman etmiş olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v.)
gören ve Müslüman olarak da ölen kimseye denir. İster Hz.
Resulullah’la (s.a.v.) uzun süre görüşüp konuşmuş olsun, ister kısa
bir süre; Resulullah’tan bir söz duyup o sözü rivâyet etse de, etmese
de; Hz. Peygamber’in (s.a.v.) safında müşriklere karşı savaşmış olsa
da, olmasa da; hatta Allah’ın Rasûlü’nü sadece bir kez görüp onun
meclisinden hiç faydalanmamış veya körlük vb. sebeplerden dolayı
onu gözüyle bile göremeyip sadece huzuruna varmış olsa bile sahâbe
sayılır.”5
Şî‘a Mezhebinde Sahâbe
Şî‘a mezhebine göre “sahâbe”ye getirilen tanım ve tarif, eski
Arapça lügatlerinde bu terimler için verilen tarif ve tanımlarla aynıdır. Bunlardan bazısı şöyledir:
“...Çoğulu sahb, sıhâb, ashâb ve sahâbe olan “sâhib” kelimesi
Arapçada dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi ve kendisiyle sıkça görüşüp konuşulan yakın arkadaş anlamlarına gelir ve uzun ve köklü
dostlukları ifade etmek için kullanılır; nitekim musâhabet uzun bir
süre muâşeret ve hem sohbet olma manasını içerir.”6
İki kişi veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda “sâhib” kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama yaratmakta ve meselâ Kur’ân-ı Kerim’de de geçtiği bir örnekte olduğu
gibi “Ya sâhibeyi’s-sicn” (ey benim hapis arkadaşlarım) veya “Ashâbu Musa” (Musa’nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashâb kelimeleri “sicn” ve “Musa” kelimelerine eklenerek belirtili tamlama
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 372.
İbn Hacer, Ali b. Ahmed b Hacer el-Askalânî el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Bağdat, 1328, s.6-.7.
6 Müfredat-ı Râğıb ve Lisân-ül Arab, "Sahb" maddesi.
4
5
302
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.v.) döneminde de
o hazretin sohbet arkadaşlarına “Sâhibü’r-Resul” ve “Ashâbü’rResul” denilerek tamlama yapılırdı. Ayrıca yine o dönemlerde kullanılan “Ashâb’u bi’ati’ş-Şecere” (bir ağacın altında yapılan Rıdvan
biatı Ashâbı) ve “Ashâb-u Suffe” (suffe ehli) isimlerinde de “ashâb”
kelimesi tamlamanın ek unsuru durumundadır.7
Yüz Elli Uydurma Sahâbî Var mı? Konusunun Ele Alınış
Şekli
Tebliğci, konuyu şu başlıklar altında incelemiştir: Giriş,
Murtaza el-Askerî’ye göre Yüz elli uydurma sahâbînin uydurma sayılma nedeni, Seyf b. Ömer Rivâyetleri ve Teorik Arkaplan, Ricâl
Kaynaklarında Seyf b. Ömer, Uydurma Sahâbîler İddiasındaki Fikrî
Arkaplan, Allame Askerî’nin Uydurma Olduğunu İddia Ettiği
Sahâbîlerin Genel Yapısı, Uydurma Olduğu İddia Edilen Sahâbîlerin
Hadis Rivâyeti Açısından Değerlendirilmesi, Olayları Seyf b. Ömer
Merkezli Okuma, Uydurma Sayılan Sahâbî Biyografilerinin Muhteva
Açısından Tahlili, Uydurma Olduğu İddia Edilen Sahâbîler ve Şi‘î Literatür, Askerî’nin Uydurma Sahâbîler İddiası Çerçevesinde Sahâbe
Literatürünün Özellikleri, Ana Hatlarıyla Murtaza el-Askerî’nin Hayatı ve Kaynakça.
Tebliğde, Murtaza Askerî’nin eserindeki sahâbe ele algısına kısaca değindikten sonra Seyf b. Ömer’i merkeze alarak müellifin bu
şahıs hakkındaki hem temel hadis ve tarih eserlerindeki konumu ile
ilgili bilgileri aktarmakta, aynı zamanda müellifin Seyf b. Ömer hakkındaki çelişkili yaklaşımlarına dikkati çekmektedir.
Örneğin tebliğci, “Askerî’nin İbn Hacer’in bir isnattan sonra
“Orada zayıf râvîler vardır, en kötüsü de Seyf’tir” ifadesini nakletmesine rağmen (Askerî, Abdullah b. Sebe, I, 77), İbn Hacer’in metinde zikredilen Takrîb’deki ifadelerine hiç değinmemesi dikkat çekicidir.”
demektedir.
Yine tebliğde, müellifin tarihi arka plandaki fikri alt yapısı incelenmiş ve şu tespitler yapılmıştır: “Müellif ilk halife seçiminden
Şî‘a’nın sahâbe hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri için bkz. el-Keşşî,
İhtiyaru Ma’riti’r-Rical, Meşhed trz., c.1, s.185; Muhammed Hadi Marifet,
“Sahâbe ez Menzeri Ehl-i Beyt”, “Faslname-i Peyam Cavidan” Dergisi, İran
1384, sayı 9, s.12; Abdülkadir Çuhacıoğlu, Sahâbenin Adâleti ve Ebû Hüreyre,
İstanbul 2012, s.165 vd.
7
MÜZÂKERE, Ş. AHMEDOĞLU
303
sonraki dönemlerde hilafet ve imametle ilgili olayların sahâbe algısını
etkilediği ve bu algının sonraki dönemin hem muhaddis ve hem de
müverrihlerini etkilediğini ortaya koymaktadır”. Böylece Askerî’nin
zihninin arka planında mevcut sorunların olduğunu vurgulamaktadır.
Tebliğci, özellikle Murtaza el-Askerî’nin Seyf b. Ömerle ilgili
konularda çelişkili ve taraflı tutumlar sergilediğini tespit etmektedir.
Şöyle ki, Ricâl kaynakları incelendiğinde gerçekten de Seyf b.
Ömer’in hadis rivâyetinde cerh edildiği, ittifakla kabul edilen bir husus görünümündedir. Bununla birlikte Askerî’nin konunun sadece
siyah ve beyaz renklerden oluşmadığını gösterecek detayları okuyucudan gizlediği dikkat çekmektedir. Örneğin, Ebû Hâtim’in Seyf
hakkındaki “metrûkü’l-hadis” ifadesi nakledilmiş, devamında yer
alan “Seyf’in hadisi, Vâkidî’nin hadisine benziyor” nakline yer verilmemiştir.
Tebliğciye göre bu ifade aslında Seyf b. Ömer’in birçok cerh ve
ta’dîl kitaplarında yer aldığı şekliyle sadece hadisçi olarak değil, tarihçi olarak değerlendirilmesi gerektiğini göstermektedir. Birçok
âlim, Vâkidî’yi hadis uydurmak da dâhil çeşitli derecelerde cerh etmesine rağmen o, tarih ilminde naklettiklerinden mustağni kalınamayan biridir. Nitekim İbnü’l-Cevzî (ö.597), Zehebî (ö.748) ve İbn
Kesîr (ö.774) gibi hadisçi kimliği öne çıkan tarihçilerin kitapları
Vâkidî’nin nakilleriyle doludur. Hatta Murtaza el-Askerî’nin kendisi
de çeşitli çalışmalarında doğal olarak Vâkidî’nin rivâyetlerine yer
vermektedir. Ne var ki, Askerî’nin sisteminin dayanak noktası yaptığı Seyf b. Ömer ile ilgili bazı bilgileri okuyucudan kaçırdığı, daha
önemlisi özellikle Zehebî, İbn Hacer gibi âlimlerin gözünde hadis
rivâyeti ile tarih rivâyeti arasındaki farka dikkat etmediği görülmektedir. Örneğin Askerî’nin en çok kullandığı kaynak görünümünde
olan İsâbe müellifi İbn Hacer’in onun hakkındaki “Seyf b. Ömer, hadiste zayıf ama tarihte umde biridir” şeklindeki değerlendirmesini
okuyucuyla paylaşmaması oldukça sorunlu durmaktadır. Diğer taraftan Seyf b. Ömer, Ebû Mihnef, Minkarî, Vâkidî, Vesîme b. Mûsâ
gibi tarih âlimlerinin tamamı hadis rivâyetinde bir şekilde cerhe uğrayan müelliflerdir. Bütün bunlar bir hadis râvîsi gibi incelenip bilgileri sadece müellifinden hareketle ek bir delil olmaksızın mevzû sayılması, tarihi bilgilerin önemli bir kısmının reddedilmesi anlamına
gelmektedir. Nitekim müellifin kendisi de cerhe uğramasına rağmen
Seyf’in dışındaki şahısların verdiği bilgilere güvenmektedir.
304
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sonuç
Yüz elli uydurma sahâbe mi, yoksa hadis rivâyet eden yüz elli uydurma sahâbe mi? Aslında bunun netlik kazanması gerekmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’i gören on binlerce insan bulunmaktadır. Meselenin özünde, Müslümanların algısı ve bundan kaynaklanan Kur’ân-ı
Kerîm, Hz. Peygamber ve sahâbe algısı anlayışı bulunmaktadır. Farklı ekollere mensup olan ulema da zamanla doğru çizgiyi belirleyememişlerdir Bu ise konunun anlaşılmasını daha da güçleştirmiştir.
Bir tarihçi olarak Murtaza el-Askerî de geçmişin paradigmasından
kurtulamamış ve mezhebi bağlılığın vermiş olduğu düşünceyle hareket etmek yolunu benimsemiştir.
Tebliğ, bu konu hakkında gelecekteki bilimsel araştırmalara
ışık tutması açısından önemli bir çalışmadır. Murtaza el-Askerî’nin
sahâbe algısı, Şî‘a’nın sahâbeye yaklaşımı ve aynı zamanda diğer
ekollerin de sahâbe ve Şî‘a’ya yaklaşımı göz önünde bulundurularak
değerlendirilmesi konunun açıklığa kavuşturulması için önemli hususlardır. Bu bağlamda, Hocamızın çalışmasının bilimsel açıdan kıymetli bir tebliğ, verdiği bilgiler bakımından zengin bir çalışma olduğunu söylüyor;
Sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
SAHÂBEYİ ÖTEKİLEŞTİRMEK
YA DA SAHÂBEYE “SAHÂBΔ* OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve
HADİSLERİ ANLAMA SORUNU
– Muhammed et-Ticânî es-Semâvî Örneği –
Salih KESGİN
Giriş
Bu çalışmada, Sünnî düşünceden Şi‘îliğe geçen Dr. Muhammed et-Ticanî es-Semâvî’nin (d.1943) Şi‘î düşünceyi meşrulaştırmak
amacıyla; âyet ve hadislerin sahâbenin gerçek yüzünü ortaya çıkardığını iddia ederek ileri sürdüğü ashâbı zemmedici yorumların ele
alınması ve modern dönemde bir Müslüman’ın en temel arayışlarından birisi olması gereken sahâbeye dost olmak, -bir başka deyişle
sahâbeye “sahâbî” olmak- sorumluluğu ekseninde kritiğinin yapılması hedeflenmektedir.
Tunus'un Kafsa şehrinde dünyaya gelen Semâvî, bir müddet
bu kentte imamlık yapmış ve görev yaptığı camide tefsir ve fıkıh
dersleri vermiştir. Ardından Mısır, Irak, Lübnan ve Ürdün’de tecrübesini artırmak maksadıyla bulunmuş ve bu esnada Irak’ta iken
Seyyid Ebu'l-Kāsım Hoi ve Muhammed Bakır es-Sadr gibi Şî‘a'nın
önde gelen şahsiyetleriyle görüşerek Şi‘îliği benimsemiştir. Paris’te
Sorbonne Üniversitesi'nden felsefe dalında doktora derecesi alan
Muhammed et-Ticani es-Semâvî’nin, Sünnî düşünceden Şi‘î düşünceye geçişini ve sebeplerini açıkladığı “Ve Hidâyete Erdim1”(Sümme

Yrd. Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, [email protected].
1Muhammet et-Ticânî es-Semâvî, Ve Hidâyete Erdim, çev.Zeki Özkaya, İstanbul: Can Yayınları, 1996; Semâvî, Doğruya Doğru, çev.Ataman Koç,İstanbul:
Kevser Yayınları, 2005.
306
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İhtedeytu 2 ), “Kur’ân’ı Ehl-i Beyte Sorunuz 3 ”(Fes’elu Ehle’z-Zikri 4 ),
“Doğrularla Birlikte5” (Li Ekune Mea’s-Sâdikin6), “Kur’ân’daki Sünnet
Ehl-i Beyte Gönül Verenlerin Yoludur 7”(Eş-Şî‘a: Hüm Ehlü’s-Sünne8)
başlıklarıyla Türkçe’ye de çevrilen eserleri Farsça, Urduca, İngilizce
başta olmak üzere pek çok dilde yayınlanmıştır.9
Şi‘îliği benimsemesinin nedenlerini açıkladığı ve Şi‘îliğin savunusunu yaptığı bu kitaplarında, sahâbenin Hz. Peygamber’in misyonuna zarar verdiklerini ve bu nedenle de İslâm’ın anlaşılmasında
olumsuz bir rol oynadıklarını iddia eden Semâvî, bu kapsamda
sahâbenin önde gelenlerini, Hz. Peygamber’in sözlerine, fiillerine ve
takrirlerine muhalefet etmekle itham etmekte; bunu yaparken de
herhangi bir metoda bağlı kalmaksızın kanaatlerini destekleyen hadisleri kabul etme, kendi fikirleriyle uyuşmayanları ise reddetme
yöntemini benimsemektedir. Yazarın eserlerinin, modern dönemde,
bir nevi Şi‘î düşüncenin savunusu olarak sunulması, pek çok dile
çevrilerek okurların dikkatine arz edilmesi; sahâbeye yönelik eleştirilerinin daha da fazla dikkat çekmesine ve zihinlerin bulanmasına sebebiyet verebilmektedir. Bu durum göz önünde bulundurularak, tebliğimizde bütün Müslümanların ortak değeri konumundaki
sahâbeye, Semâvî tarafından âyet ve hadislere bir nevi şiddet uygulanarak, salt mezhebi kaygılarla yöneltilen ithamları ilmî bir üslupla
ele alarak tartışmak temel hedefimiz olacaktır. Bu kapsamda, yazar
tarafından Kur’ân’ın ve hadislerin/sünnetin sahâbenin gerçek yüzünü
ortaya çıkardığına ilişkin iddiaları sırasıyla ele alınacaktır.
Semâvî, Sümme İhtedeytu, Beyrut: Müessesetü'l-Fecr, trz.
Semâvî, Kur’ân’ı Ehl-i Beyte Sorunuz, çev. Zeki Özkaya, İstanbul: Can Yayınları, 2008.
4Semâvî, Fes’elu Ehle’z-Zikr, Beyrut: Müessesetü’l-Fecr, trz.
5Semâvî, Doğrularla Birlikte, çev. Abdullah Turan, İstanbul: Al-i Taha Yayınları trz.
6Semâvî, Li Ekune maa's Sadıkin, Beyrut: Muʼassasat al-Fajr, 1989.
7Semâvî, Kur’ân’daki Sünnet Ehl-i Beyte Gönül Verenlerin Yoludur, çev.Zeki
Özkaya, İstanbul: Can Yayınları, 2009.
8Semâvî, eş-Şî‘a Hum Ehlü's-Sünne, Beyrut: Şemsü'l-Maşrık, 1993.
9 Semâvî’nin eserleri İran’da, ülke içinde mezhebi bağlılığı pekiştirmek için
pek çok kez basılırken, Sünni kitleleri etkilemek için de farklı dillere tercüme
edilerek yayınlanmıştır. Bunun bir örneği olarak yazarın “Fes'elu Ehle'z
Zikr” adlı kitabının “Ask Those Who Know”, (Kum: İntişarat-ı Ensariyan,
trz), “Kur’ân-ı Ehl-i Beyt’e Sorun” adlarıyla tercüme edilmesi zikredilebilir.
2
3
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
307
1. Kur’ân’ın Sahâbenin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkardığı İddiası:
Sahâbeyle ilgili iddialarını somut olarak ortaya koyduğu için
tebliğimizde esas alacağımız, “Fes’elu Ehle’z-Zikri” başlığıyla Arapça
olarak yayınlanan, Türkçe’ye ise “Kur’ân’ı Ehl-i Beyte Sorunuz” ve
“Zikir Ehline Sorun” başlıklarıyla tercüme edilen eserinde Semâvî,
“Sahâbeler” başlığı altında oluşturduğu ayrı bir bölümde, ashâba
ilişkin değerlendirmeler yapmakta ve “… üzülerek söylemek gerekiyor ki
sünnet ve cemaat ehli, hiçbir sahâbenin tartışılmasını, yara almasını istemezler”10 ifadeleriyle kendi duruşunu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu ifadesinin ardından ise, âyet-i kerimelerin sahâbenin iç yüzünü ortaya çıkardığını belirttiği bir başlık altında sahâbeyi zemmettiğini iddia ettiği âyet meallerini alt alta sıralayarak değerlendirmelerine devam etmektedir. Biz öncelikle yazarın eserinde zikrettiği âyet
meallerini tablo halinde, bağlamını karşılarına yazarak ortaya koyacak ardından müellifin bütün bu âyetlere dayanarak yaptığı değerlendirmeler üzerinden tahlile devam edeceğiz.
Sahâbenin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkardığı İddia Edilen Âyetler ve
Sebebi Nüzulleri Ekseninde Hitabın Gerçek Muhatapları
Âyet’in Meali
Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda
savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir;
siz (savaşa çıkmamakla) O'na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir.
Ancak Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar
senden izin isterler.
Eğer içinizde (onlar da savaşa) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı ve mutlaka
fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. İçinizSemâvî, Kur’ân’ı Ehl-i Beyt’e Sorunuz, s.103.
10
Sure,
Âyet
Numarası
Hitabın
Muhatabı
Yeni Müslüman olTevbe
muş kimse-
38-39
ler, Bedeviler ve münafıklar
Tevbe 45
Münafıklar
Tevbe 47
Münafıklar
308
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
de, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gâyet iyi bilir.
Yeni MüsOnlardan sadakaların (taksimi) hususunda seni
ayıplayanlar da vardır. Sadakalardan onlara da (bir
pay) verilirse razı olurlar, şâyet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar.
Allah'ın Rasûlüne muhalefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; «bu sıcakta sefere çıkmayın» dediler.
De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!
Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere
karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu
ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur.
Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir.
Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre
ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda)
seninle tartışıyorlardı.
Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi çağırdığı
zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah
kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun
huzurunda toplanacaksınız. Bir de öyle bir fitneden
sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umuma sirâyet ve hepsini perişan eder).
Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.
Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamber'e hainlik
etmeyin; (sonra) bile bile kendi emanetlerinize hainlik etmiş olursunuz.
Ey iman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, biz onlara
karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.
Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan
(vâdinin üstünden ve alt yanından) üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler gırtlağa
Tevbe 58
lüman olmuş kimseler
Tevbe 81
Münafıklar
Müminleri
münafıkça
Maide 54
tavırlara
karşı
uyarma
Enfal 6
Enfal 2425
Enfal 27
Ahzab 910-11-12
Sahâbe
Sahâbe
Sahâbe
Münafıklar
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
geldiği ve siz Allah hakkında türlü türlü şeyler düşündüğünüz zaman; İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı. Ve o zaman, münafıklar ile kalplerinde
hastalık (iman zayıflığı) bulunanlar: Meğer Allah
ve Resûlü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar!
diyorlardı.
Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz,
Allah katında büyük bir nefretle karşılanır.
Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat
ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez.
Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.
309
Müminler /
Saff, 2,3
Hucurat
14
Münafıklar
Bedeviler
Güce itaat
Onlar İslâm'a girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma
kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur.
ederek
Hucurat
Müslüman
17
olduğunu
söyleyen
Bedeviler
Onların arasında, seni dinleyenler vardır. Fakat senin yanından çıkınca kendilerine bilgi verilmiş
olanlara «Az önce ne demişti?» diye sorarlar. Bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlediği, hevâ ve heveslerine uyan kimselerdir.
Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah'ın, kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen onları konuşma
tarzlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir.
İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağırılıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim
cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur.
Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz
çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi de olmazlar.
Muhammed
Münafıklar
16
Muhammed
Münafıklar
29-30
Muhammed
38
Sahâbe
310
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Semâvî, münafıkları tasvir eden, bedevi Arapları te’dib etmeyi
hedefleyen ve hata yapan mü’minleri uyarıcı nitelikteki bu âyetlerin
tamamının muhatabının sadece sahâbe olduğunu iddia ederek,
sahâbenin çoğunluğunun Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine kolaylıkla karşı gelebildiklerine delil olduğunu ifade etmekte ve kanaatleِّ ‫ق او ٰل ِك هن اا ْكثا ار ُك ْم لِ ْل اح‬
ِّ ‫لاقا ْد ِج ْئناا ُك ْم بِ ْال اح‬âyeti ile delillendirmek istemekrini,11 ‫اارهُونا‬
ِ ‫قك‬
tedir.Bu âyetteki “Biz size Hakkı getirdik fakat sizin çoğunluğunuz Haktan hoşlanmıyorsunuz” ifadelerini delil olarak zikreden yazar âyeti şu
şekilde yorumlamaktadır:
Çoğunluğu oluşturan bu sahâbeler, Peygamber’in (s.a.v.) yanından ayrılmazlar, onunla yürürler, onunla otururlar, ona yakınlık
gösterirler. İç yüzleri belli olmasın diye, bunu yaparlar. Gerçek
mü’minleri geride bırakacak bir gösterişle namazlarını kılarlar, ibadetlerine düşerler ve aldatıcı bir görünüş ortaya çıkarırlar. 12
Cehennemliklerin şahsında Hz. Peygamber’in muhataplarına
hitap eden ve inkârcılıkta devam ettikleri takdirde akıbetlerinin bu
şekilde olacağını ifade eden Zuhruf Suresi 78. âyetin muhatapları
gerçekte, inkârcılar ve Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) risâletini kabul etmeyenler13 iken bunu tahrif ederek muhatapların sahâbe olduğunu iddia
eden ve yukarıda aktardığımız değerlendirmeleriyle onların büyük
bir kısmını itibarsızlaştıran ifadelerinin ardından yazar okuyucuya şu
soruyu yöneltmektedir:
Bunlar, Peygamber (s.a.v.) hayatta iken yapabiliyorlarsa, göçtükten sonra nasıl olacaktır? Doğal olarak azacaklar, çoğalacaklar ve
ikiyüzlülüğü sürdüreceklerdir... Bunlar ki, yüce peygamber (s.a.v.)
daha ölüm döşeğinde iken dönekliklerini gösterdiler, Rasûl’ün (s.a.v.)
emirlerini dinlememeye başlamışlardı…14
Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) çağrısına ilk muhatab olan ashâba bu
ifadelerle hakaret eden ve onları değersiz hale düşürmeyi hedefleyen
yazar Âl-i İmrân Suresi 144. âyetini de benzeri bir üslupla yorumlamaktadır. Âyette yer alan, “Muhammed ancak peygamberdir. Ondan önce
de Peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür, ya da öldürülürse gerisin geriye eski dininize mi döneceksiniz? Kim ki geri dönerse Allah’a hiçbir şekilde
Zuhruf, 43/ 78.
Semâvî, Kur’ân’ı Ehli Beyt’e Sorunuz, s. 115.
13 Bkz.: Hayrettin Karaman, vd., Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara:DİBY, 2006, IV/786.
14 Semâvî, a.g.e, s. 115.
11
12
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
311
zarar ermiş olmayacaktır. Allah sizden şükredenleri ödüllendirecektir.” ifadelerini müellif şu şekilde değerlendirmektedir:
Şükreden sahâbeler ise azınlıktadır. Bunlar döneklik yapmadılar. Peygamber’in izinden ayrılmadılar ve hiç değişmediler. Bu âyetin
getirdiği kanıtla Sünnet Ehli’nin iddiası düşer. Sünnet Ehli’nin
sahâbelerin münafıklarla ilgilerinin bulunmadığı savı, tamamen yanlıştır. Çünkü bu âyet peygamberin hayatında doğru görünüp öldükten sonra döneklik yapacaklara seslenmektedir. 15
Semâvî’nin, âyetin bağlamını ve nuzûl sebebini dikkate almaksızın yaptığı bu yorumu, aslında âyet-i kerimeyi ait olmadığı bir anlam havuzuna yerleştirme ve bunun üzerinden sahâbeyi eleştirme
arayışının bir sonucudur. Sünnî ve de Şi‘î Tefsir kaynaklarında, Uhud
Savaşı’nda Hz. Peygamber’in öldürüldüğü iddiasının Müşrikler tarafından ortaya atılması sonrasında Müslümanlardan bazılarının benimsediği tavırlarla ilgili olduğu ayrıntılı olarak izah edilen 16 bu
âyetin, Semâvî’nin kendi gayretiyle oluşturmaya çalıştığı bağlamla
bir ilintisinin dâhi olmadığı aşikârdır. Buna rağmen müellifin, bir
âyeti anlamada sebebi nuzûlünün araştırılması gibi en temel ilkeyi
görmezden gelmesinin ve müntesibi olduğunu beyan ettiği Şii düşüncenin en temel tefsir kaynaklarına dahi müracaat etmeden ilgili
âyetin, sahâbenin çoğunluğunun münafık olduğuna işaret ettiğini iddia etmesinin; mezhebi taassuptan öte, okuduğunu bilerek çarpıtma
gayretinden başka bir gerekçeyle izah edilmesi mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerim’de, insanlık için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmet olarak vasıflandırılan17, mutedil bir ümmet olarak övülen18,
Allah ve Rasûlü’ne tam teslimiyet göstererek büyük ecir kazandıkları
açıklanan19 ve Allah’ın kendilerinden, kendilerinin de Allah’tan razı
olduğu, ebedi cennetin onlar için hazırlandığı 20 ifade edilen
sahâbenin -bir nevi- nassa şiddet uygulanarak, çoğunluğunun
Semâvî, a.g.e, s. 116.
Bkz.: Ebü'l Fida İmadüddin İsmail b. Ömer İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ânî’lAzim, (I-VIII), Riyad: Dâru Tayyibe, II/128; Ebû Muhammed Muhyissünne
Hüseyin b. Mesud Begavi, Tefsirü'l-Begavî, Riyad: Dâru Tayyibe, 1997, II/114.
Ali b. İbrahim el-Kummi, Tefsîru'l-Kummî, thk: Tayyib el-Musevi el-Cezairi,
Kum: Müessesetü Dâru ’l-Kitab Li’t-Tabâa` ve’n-Neşr, 1404, I/119.
17 Âl-i İmrân, 3/110.
18 Bakara, 2/143.
19 Âl-i İmrân, 3/172, 173.
20 Tevbe, 9/100.
15
16
312
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hak’tan hoşlanmayan kimseler olarak vasıflandırılması hangi gerekçe ile olursa olsun tarihî verilerle bağdaşmamaktadır. Sahâbeyi olgunlaştırmayı hedefleyen, hataları olduğunda onları uyarı mahiyetinde tenzil buyrulan âyet-i kerimeleri 21 delil göstererek sahâbenin
hadis rivâyeti açısından adil olmadığını iddia etmek ve onları
Hak’tan hoşlanmayan kimseler olarak itibarsızlaştırma çabası içerisinde olmak, yazarın içinde olduğu zihnî dönüşümün bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.
2) Hadis ve Sünnetin Sahâbenin Gerçek Yüzünü Ortaya Çıkardığı İddiası
Semâvî, Sünnî hadis âlimlerince sahih olarak kabul edilen pek
çok hadisin sahâbenin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkardığını iddia etmekte, Ehl-i Sünnet âlimlerince otoritesi kabul edilen Buhârî’nin elCamiu’s-Sahih adlı eserinden örnekler vererek kanaatlerini desteklemek istemektedir. Yazar, sahâbenin tutumunu tasvir edebilmek için
Buhârî’nin Sahih’inden ilk olarak şu rivâyetleri aktarmaktadır:
İbrahim et-Teymî diyor ki, Sözümü amelime arz ederken yalancı duruma düşmekten hep korkmuşumdur.
İbn Ebi Müleyke diyor ki, Peygamber’in (s.a.v.) en azından
otuz ashâbına ulaştım. Bunların hepsi, kendine karşı nifak korkusu
içindeydi. Hiç birisinin “Şükür ben, Cebrail ve Mikail imanı üzerindeydim” dediğine rastlamadım.22
İbrahim et-Teymî’nin (r.a.) ve İbn Ebi Müleyke’nin (r.a.) bu
ifadelerini yazar şu şekilde değerlendirmektedir:
İbn Ebi Müleyke, Peygamber’in en azından 30 sahâbesiyle ilişki kuracak, hepsinin içinde yaşadığı nifaktan sıkıntı çektiğini görecek
ve hiçbirisi ben iman yolundayım, diyemeyecekse, Sünnet Ehli’ne ne
oluyor ki, hepsini, ayırım yapmadan nerede ise, Peygamber’in seviyesine çıkaracak, bu konuda tenkid ve tartışma kabul etmeyecektir.23
Yazarın eleştirisine esas teşkil eden bu rivâyetlerin, Buhârî’nin
Sahih’inde “Bir kimsenin kendi bilgisi olmaksızın yaptığı iyiliklerin iptal
olacağından korkması”24 bab başlığı altında zikredilmesi ve babın içeriCuma, 62/11; Enfal, 8/67-69; Âl-i İmrân, 3/152; Tevbe, 9/25; Nur, 24/11;
Tevbe, 9/117; Ahzab, 33/29-30.
22 Buhârî, İman, 36.
23 Semâvî, Kur’ân-ı Ehli Beyt’e Sorunuz, s. 117.
24 Bkz.: Buhârî, İman, 36 (
).
21
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
313
sindeki diğer hadiste ancak münafığın kendini güvende hissedeceğinin mü’min olan kimsenin ise kendisi adına korku taşıyacağının ifade
edilmesi, rivâyetlerin aslında sahâbenin imânî açıdan olgunluğuna ve
ahlâkî açıdan alçak gönüllülüğüne işaret ettiğini ortaya koymaktadır.
Semâvî’nin, sahâbenin nifaktan sıkıntı çektiğini iddia edişine delil
olarak sunduğu bu rivâyetler, Kur’ân-ı Kerim’deki “Onlar korkarak ve
ümit ederek Rablerine dua ederler” 25 ilâhî beyânı çerçevesinde anlaşıldığında, sahâbenin bu ifadelerinin korku ile ümit arasında benimsedikleri imânî duruşun bir göstergesi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim
Hz. Peygamber’in, “Müminler Allah’ın azabının miktarını bilselerdi hiçbiri Cennet’i ümit etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi hiç biri O’nun rahmetinden ümit kesmezdi.”26 şeklindeki
ifadeleri de sahâbenin sözlerine yansıyan bu tutumu izah etmektedir.
Semâvî’nin bir diğer iddiası ise, Cuma namazı esnasında
Şam’dan bir ticaret kervanının gelmesi üzerine sahâbenin mescitten
ayrılarak kervana yönelmesini aktaran hadisler üzerinden, sahâbenin
neredeyse tamamını münafıklıkla itham etmesidir. Semâvî, yine
Buhârî’nin el-Camiu’s-Sahih adlı eserinden alıntılayarak mezkûr olayı
şu şekilde aktarır: Cabir b. Abdullah’tan naklen: Biz Cuma namazında
iken, Şam’dan yiyecek yüklü bir kafile geldi. Bir hareket başladı ve on iki kişinin dışında, kimse kalmadı, cami boşaldı. Herkes, kafile yerine koştu. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi: “Bir ticaret ya da eğlence gördüklerinde,
seni kıyamda bırakıp oraya üşüşürler27”.28 Bu olayı nakletmesinin ardından Semâvî hadisi şu şekilde yorumlar:
Münafık sahâbeler, Allah’tan korkmadan ve günahtan çekinmeden Cuma namazından kaçabiliyorlar. Peygamber’i Allah huzurunda, farzını kılarken bırakıp kafilenin getirdiği malzeme ve ticaret
maddelerini görmeye koşabiliyorlar. Bunlar, imanı tamam
müslümanlar mıydı? Yoksa namazı hafife alıp, alaya alan münafıklar
mıydı? Bunlar ki namaza kalksalar bile, isteksiz/tembel davrananlardır. Bunların içinden ancak on iki gerçek sahâbe seçilebiliyor.29
Secde, 32/16.
Müslim, Tevbe 23.
ً َُّٓ َ ُ َ َ َ َ ‫َ َ َ َ أ َ َ ً َ أ َ أ ً أ َ ُُّّٓ َ أ‬
27 Cuma, 63/11. (ۚ‫وك قائما‬
‫) و ِاذا راوا َِتارة او لهواۚ انفضوا ِاَلها وترك‬
ِ
25
26
Bkz: Buhârî, Tefsir, 62/2, Cuma, 38, Büyû, 11; Müslim Cuma, 36-38; Tirmizî,
Tefsir, 62/2.
29 Semâvî, Kur’ân-ı Ehli Beyt’e Sorunuz, s. 125.
28
314
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sahâbenin Cuma namazı ve hutbesiyle ilgili ahkâmın yeni vazedilmesi sebebiyle hutbeyi terk etmeleri30, bilmeyerek işledikleri bir
hatadır.31 Bu olay vuku bulurken sahâbe, hutbeyi terk etmenin mahzur taşıyıp taşımadığına ilişkin net bir bilgiye sahip değildir.32 Böyle
bir ortamda sahâbe, içinde bulunulan ekonomik şartların etkisiyle
oluşan kıtlığa ve pahalılığa bağlı olarak kervandaki malların hemen
bitebileceği endişesiyle kervana yönelmişlerdir. 33 Bu olay aslında
sahâbenin ismet sıfatını taşıyan, hatasız kimseler olmadıklarını,
semâvî birer varlık değil insan olduklarını gösteren çok net bir örnektir. Bu vakıa Semâvî’nin iddia ettiği üzere, Hz. Peygamber’le birlikte
Cuma namazı kılan sahâbelerin on ikisi hariç hepsinin münafık olduklarına değil, vahyin ve Hz. Peygamber’in terbiyesiyle zaman içerisinde olgunlaşarak kâmil bir karakter kazandıklarına işaret etmektedir.
Semâvî’nin dikkat çekici bir diğer iddiası ise; Hz. EbûBekir’in,
Hz. Ömer’in ve Hz. Osman’ın kendi açıklarının ortaya çıkmasını
engellemek için hadislerin yazılmasını engellediklerine ilişkin
ifadeleridir. Bu iddiasını Semâvî, şu şekilde açıklamaktadır:
“Tarih okuyanlar, Peygamber (s.a.v.) hadislerinin yazımıyla
naklini/anlatmasını ilk yasaklayanların, ilk üç halife olduklarını göreceklerdir. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisleri onların
icadlarıyla/yaptıklarıyla, onların uydurdukları ictihad ve hükümleriyle çelişecektir.” 34
“Ebû Bekir, yüce peygamber’in hadislerinden çekiniyordu.
Çünkü bu hadisler, onun yaptıklarıyla çelişiyordu. Bu arada gasp ettiği halifelik de tehlikeye giriyordu. Bunun çaresi, Hz. Peygamber’in
hadislerini yok etmekti. İşte Aişe babasının yaptığına şahitlik ediyor.
Aişe diyor ki: Babam, Rasûl’ün hadislerini topladı. Bu hadisler yaklaşık beş yüz dolayında idi. Babam gece boyunca rahatsız bir uyku ge-
Bkz.: Ebü'l-Hasan Ali b. Ömer b. Ahmed Darekutnî, es-Sünen,thk. Abdullah Haşim Yemani Medeni, Beyrut: trz., II/3.
31 Kurtubî, Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’ân, Beyrut: Dâru ’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1988, c. 18, s. 111.
32 Kurtubî, a.g.e., c. 18, s. 110.
33 Ebü's-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd b. Abdullâh b. MahmûdAlusi, Ruhu’lMeani fi Tefsiri Kur’âni’l-Azim, Beyrut: Dâru İhyai't-Türasi'l-Arabi, trz. c. 18, s.
7.
34 Semâvî, Kur’ân’ı Ehli Beyt’e Sorunuz, s. 173.
30
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
315
çirdi. Sebebini sordum. Kızım sende ne kadar hadis varsa hepsini bana getir dedi. Hepsini getirdik. Hepsini oracıkta yaktı.” 35
Hz. Ebû Bekir’in, Hz. Peygamber’in sözünü değiştirme ve ona
söylemediği bir ifadeyi atfetme korkusu nedeniyle imha ettiği kendisine ait hadis sahifesini 36 , O’nun halifeyken yaptıklarının hadis ve
sünnetle çelişmesine bağlaması, yazarın sahâbeyi ötekileştirme arayışının en bariz örneğidir. Nitekim Hz. Âişe’nin, Hz. Ebû Bekir’e niçin
sahifesini imha ettiğini sorması üzerine Hz. Ebû Bekir’in “Onlar yanımda iken ölmekten korktum. Güvendiğim kimselerden aldığım bu hadislerin içinde bana söyledikleri gibi olmayan vardır da ben onu nakletmiş olabilirim.” 37 şeklinde cevap vermesi yazarın iddiasının hangi derecede
ilmî değere haiz olduğunu ortaya koymaktadır. Hz. Ebû Bekir’in, Hz.
Peygamber’in vefatının ardından insanları toplayarak “Siz
Rasûlullah’tan ihtilaf ettiğiniz bazı hadisleri söylüyorsunuz. İnsanlar sizden
sonra daha çok ihtilafa düşecekler. Allah Rasûlü’nden hiçbir şey tahdis etmeyin. Eğer sizden hadis söylemenizi isteyen olursa, onlara “aramızda
Kitabullah var” deyiniz. Onun helalini helal, haramını haram kılınız.” 38
ifadeleriyle onlara seslenmesi de O’nun hadislerden çekinmesi nedeniyle değil insanların Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) söylemediği sözleri
hadis olarak nakletmesinden imtina ettiği için böyle bir tavır aldığını
ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber’in çağrısıyla muhatab olduğunda, Allah
Rasûlü’nün (s.a.v.) kendisinin dahî “şimdi bana kim inanır” diye tedirginlik hissedebileceği bir ortamda “sana ben inanırım tavrını” ortaya koyan, "Muhammed söylüyorsa doğrudur" 39 diyen Hz. Ebû Bekir’in, hadis ve sünneti bilinçli olarak gizlemek istediği îmâsını içeren
bu değerlendirmeler yazarın hiç de objektif bir değerlendirme yapmadığına delalet etmektedir. Nitekim müellifin, Hz. Ebû Bekir’i eleştirirken aynı eserde bir kaç sayfa önce zemmettiği Hz. Âişe’den40 aktardığı bilgiyi kullanması da, ne kadar tutarsız bir metodla -kendi
Semâvî, a.g.e., s. 174.
Ebû Abdullah Şemseddin Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî,
Tezkiratu’l-Huffaz, (1-4), Beyrut: trz., c. 1, s. 5.
37 Zehebî, a.g.e., c.1, s. 5
38 Zehebî, a.g.e., c. 1, s. 2-3.
39 Bkz.: Ebû Abdullah İbnü'l-Beyyi Muhammed Hakim en-Neysabûrî,
Müstedrek ale’s-Sahihayn, Beyrut: Dâru ’l-Kütübü’l-İlmiyye, 1990, c. 3, s. 65.
40 Yazarın “Âişenin Fitneciliği ve Hz. Peygamber’in Ondan Sakınması” başlığını vererek Hz. Âişe’yi zemmettiği bölüm için bkz: Semâvî, a.g.e., s. 95.
35
36
316
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
zihnî duruşuna uymayan yerde râvîyi ve hadisini kabul etmemek,
tam tersi durumda ise o râvîye ya da onun naklettiği hadise değer
vermek metoduyla- hareket ettiğini göstermektedir. Bu tutumunu,
Hz. Ebû Bekir’i eleştirirken onun zekât vermeyenlere karşı savaş
açmasını konu edindiğinde de sürdürmekte, zekât katille değil kuvvetle
tahsil edilir ifadelerinin ardından “eğer böyle olsaydı Allah Rasûlü
Salebe’ye savaş açardı” diyerek duruşunu delillendirmektedir.41 Kendi
kanaatine uymayan yerlerde hadis rivâyetlerinin sıhhatini tartışmaya
açan yazarın, kanaatine destek olacağını düşündüğü Sa‘lebe
hadisini 42 pek çok klasik kaynak tarafından sahih olarak
vasıflandırılmamasına rağmen herhangi bir sorgulamaya ihtiyaç
hissetmeksizin kullanması manidardır.43
Hz. Ömer’i de aynı şekilde hadislerin yazılmasının karşısında
olmakla itham eden yazar O’nun Karaza b. Kâ’b’ı (ö. 50/670) bir
heyetle birlikte Kufe’ye gönderirken ifade ettiği “Siz halkı arı uğultusu
gibi Kur’ân okuyan bir kavme gidiyorsunuz. Onlar sizi gördüklerinde, hadis
dinleyebilmek için boyunlarını uzatıp size kulak verirler. Siz Allah
Rasülü’nden hadis rivâyetini azaltarak Kur’ân’ın iyi okunmasına dikkat
ediniz 44 ifadelerini, O’nunhadis ve sünnetin aktarılmasının/
yazılmasının karşısında olmasının delili olarak sunmakta, şu şekilde
ithamda bulunmaktadır:
Sünnet ve Cemaat ehline soralım: Siz Ebû Bekir ile Ömer’i kutsallıkta Hz. Peygamber’den sonra sayıyorsunuz. Siz sahihlerinizin
dediğine güveniyorsanız, onlara göre Peygamberimiz: Size iki halife
bırakıyorum. Birincisi Allah’ın kitabı, ikincisi ise benim sünnetlerimdir.
Bunların her ikisinin ipine tutunursanız, hiçbir çelişkiye ve sıkıntıya düşmeyeceksiniz, diyor. Fakat bir de bakıyorsunuz en kutsal diye bilinen
kişi Hz. Peygamber’in sünnetlerini inkâr ediyorlar. O sünnetlere değer vermiyorlar. Halk arasında bu sünnetlerin konuşulmasını/yazılmasını yasak ediyorlar.45
Hz.
Ömer’in,
insanların
Kur’ân’dan
uzaklaşacakları
korkusuyla hadis rivâyetinde “tahdid”i benimsemesi yazar
tarafından, Hulefâ-i Râşidîn’in icraatlarıyla Hz. Peygamber’in
Semâvî, a.g.e., s. 171.
Bk. İbnu’l-Esîr, Üsdu’l-ğabe, 1/237-238; Mecmau’z-zevâid, 7/21-32.
43 Semâvî, Kur’ân’ı Ehl-i Beyt’e Sorunuz, s. 171.
44 İbn Abdi’l-Ber, Camiu Beyani’l-İlm ve Fadlihi, Mısır: 1346, c. 2, s. 121.
45 Semâvî, a.g.e., s. 173.
41
42
SAHÂBÎ OLMAK AYRIMINDA ÂYET ve HADİSLERİ ANLAMA SORUNU, S. KESGİN
317
sünnetinin uyuşmadığının ortaya çıkmasını engelleme arayışı olarak
ifade edilmekte, bu olay üzerinden aslında sahâbenin Hz.
Peygamber’in sünnetine ve hadise gereken önemi vermediği intibâı
uyandırılmak istenmektedir. Semâvî’nin iddiasının aksine, Hz.
Ömer’in, insanların Kur’ân’a olan himmetlerini azaltacak herhangi
bir tutum takınmalarını önlemek amacıyla zikrettiği bu ifadeler onun
hadise/sünnete değer vermediğinin değil, aksine insanları hadis
rivâyet ederken daha ihtiyatlı olmaya sevk ettiğinin bir göstergesi
olarak anlaşılabilir. Müellifin, hadisleri mezhebî kanaatleri ekseninde
yorumlamasının ötesinde kendisinin sıhhatli bulmadığı hadisleri
sahâbe eleştirisinde kullanıyor olması da, yazarın hadisleri değerlendirmede faydacı bir yöntemi takip ettiğini göstermesi adına düşündürücüdür.
Sonuç ve Değerlendirme
Şi‘î düşünceyi benimsemesinin nedenlerini anlatmayı ve bunun üzerinden kitleleri ikna etmeyi amaçlayarak yazdığı eserlerinde
Semâvî, sahâbeyi itibarsızlaştırmaya çalışmakta, onların karakter açısından çok da makbul durumda olmadıklarını ortaya koymak hedefiyle aslî kaynaklara inmeden ve hissi bir tutumla değerlendirmeler
yapmaktadır. Âyet ve hadislere bir nevi şiddet uygulayarak, Kur’ân-ı
Kerim’deki olumlu ifadelere tamamen zıt bir şekilde, sahâbenin İslâm’ın insanlığa ulaştırılması hususunda olumsuz rol üstlendiklerini
iddia eden yazar, bir metnin nasıl “aşırı yorum”la tahrif edilebileceğinin somut bir örneğini ortaya koymaktadır.
Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerekse hadis/sünnette sahâbenin pek
çok üstün vasfına işaret edilmesi bunun yanı sıra onların da insan oldukları ve hata yapabileceklerinin ortaya konulması, aslında modern
dönemde İslâmi emir ve yasakları hayatına geçirmeyi hedefleyen
Müslüman bireyler için büyük önem arz etmektedir. Vahyin, insanda
nasıl ete kemiğe büründüğünün Hz. Peygamber dışındaki en somut
örnekleri olan sahâbe, bu vasıfları nedeniyle Allah Rasûlü (s.a.v.) tarafından inananların, gönüllerinin yıldızı olarak vasıflandırılmıştır.
Hz. Peygamber’in canlı Kur’ân olduğu yerde sahâbe O’nun bir izdüşümüdür, bir rengidir, bir tonudur. Bu nedenle mezhebî aidiyeti ne
olursa olsun Müslüman bireye düşen, Onların hatalarından da övülen özelliklerinden de dersler alarak içinde bulunduğumuz çağda
sahâbeye dost olabilecek, sahâbeye sahâbî olabilecek vesileler aramaktır.
MÜZÂKERE
Ahmet Tahir DAYHAN
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn ve’s-Salâtü ve’s-Selâmü alâ
Rasûlinâ Muhammedin ve alâ Âlihî ve Sahbihî ecmaîn.
Muhterem hâzırûn, kıymetli büyüklerim! Böyle bir ilmî toplantı vesilesiyle bizleri bir araya getiren değerli tertip heyetine teşekkürlerimi arzederek konuşmama başlamak istiyorum. Müzâkeremi, ekranda gördüğünüz belge üzerindeki notlarımdan istifadeyle sunacağım. Meslektaşım Salih Kesgin bey, sunduğu tebliğle, Türkiye’deki
kısmen Alevî, kısmen Ca’ferî câmianın, en az beş kitabını tercüme
ederek gündeme taşıdığı bir insanı bizlere tanıtmış oldu. Kendisine
bu katkısından dolayı teşekkür ediyorum.
Tebliğin başlığındaki “sahâbeye sahâbî olmak” kavramını biraz daha açabilseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Belki daha
sonra, bu kavramın ne anlama geldiğini bir-iki paragraf daha ilave
etmek suretiyle açıklayabilir. Örnek olarak verdiği âyetleri Şi‘î müfessirlerin tefsirlerinden yapacağı alıntılarla zenginleştirseydi çok güzel
olurdu. Tebliğde rastladığım imlâ, tarih, isim hatâsı türünden bir takım teknik aksaklıkları kendisine word belgesi halinde iletmiş bulunuyorum. Bunlar bir yana, bizleri yeni bir konu, yeni bir insan ve yeni bir yüzle tanıştırdığı için teşekkür borçlu olduğumuzu ifade etmeliyim.

Yrd. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi, deuif.blogspot.com, [email protected]
320
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ekranda üstâdın wikipedia ve başka sayfalardan aldığım birkaç fotoğrafını görüyorsunuz. “Üstâd” diyorum; çünkü 60’lı yıllarda
Tunus’ta İhvân-ı Müslimîn hareketinin kurucularından biri ve sûfî
bir Sünnî iken Şi‘î’liğe geçtiği ve âdeta ihtidâ ettiği için büyük bir teveccühe mazhar olmuş. Kendisi, başında Şeyh Muhammed elHasûn’un bulunduğu “Merkezü’l-Ebhâsi’l-Akâidiyye” (Center of
Belief Researches)’nin davetine icabet ederek Necef’te 1 konferanslar
vermiş. Merkezin web sayfasına konulan bir akşam sohbetini sempozyuma gelmeden önce izleme fırsatım oldu. Aynı adreste
“basîretlilerin seçkini” (hıyeratü’l-müstebsırîn) başlığıyla hayat hikayesi de bulunuyor2:
Semâvî’nin Şi‘îliğe geçişinde, ailesinin intisâb ettiği Tîcânî
tarîkatinde kabul edilen esasların bir etkisi olabilir mi diye düşünerek
kısa bir araştırma yaptım. Aşağıdaki linkte, “Tîcâniyye tarîkatinde
Şi‘î olmak câiz midir?” sorusuna, tarîkatin önde gelen âlimlerinden
Sîdî İdrîs el-Irâkî’nin şu cevabı verdiği kayıtlıdır: “Mürîd fıkıhta belli
bir medrese ya da mezhebe tâbî olmaya, Sünnîliğe veya Şi‘îliğe mensup olmaya zorlanamaz. Herkes seçiminde hürdür. Tek kriter,
akîdesinin sahîh olmasıdır”.3
Aynı sayfada, Sîdî Ali Harâzim İbnü’l-Arabî Berâde el-Mağribî
el-Fâsî’nin Cevâhiru’l-Meânî ve Bülûğu’l-Emânî fî Feydı Sîdî Ebi’l-Abbâs
et-Ticânî adlı eserden naklen, Âl-i Beyt’i büyük bir muhabbet ve
meveddetle sevmenin, onlara hayır ulaştırmada hırslı olmanın, onlar
için Allah’a niyazda bulunmanın, onların yanında tevâzu ve edebe
dikkat etmenin önemine; onlara hizmet etmede ve sevgi göstermede
gevşek davranmanın imanda zayıflığın alâmeti olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle, Semâvî’nin tarîkat muhîtinde dost edindiği farklı
Mevkibü’n-Necefi’l-Eşref, kuruluş: 1971.
http://www.aqaed.com/mostabser/175;
http://www.aqaed.com/mostabser/guestbook/1
3 http://www.tidjaniya.com/ar/tidjaniya-faq-38.php
1
2
321
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
meşrepten insanların tesiriyle akîdevî bir arayışa meyletmiş olabileceğini düşünebiliriz.
Tebliğ sahibine bir katkı olmak üzere, Muhammed Tîcânî
Semâvî’nin yukarıda bahsi geçen sohbetinde dikkatimi çeken bazı
noktalar üzerinde mülâhazalarımı arzedeceğim. Ama ondan önce
tebliğden hareketle üç hususa temas etmek istiyorum:
1) Verilen misâllere baktığımızda Semâvî’nin, sahâbenin önde
gelenlerini Hz. Peygamber’in sözlerine, fiillerine ve takrîrlerine muhalefet etmekle itham ettiğini; bunu yaparken de herhangi bir kritere
bağlı kalmaksızın kanaatlerini destekleyen rivâyetleri alıp, kendi fikirleriyle uyuşmayanları ise görmezden gelmeyi tercih ettiğini görüyoruz. Bu bir “metodsuzluk”tur.
Meselâ, Buhârî’nin Sahîh’inden Tâbiûn’dan İbn Ebî Müleyke’nin (Züheyr b. Abdillah, ö. 117) şu sözünü aktarıyor:
.
“Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashâbından otuzuna kavuştum,
hepsi de nefsine karşı nifâktan korkardı; hiçbiri Cebrâil ve Mîkâil’in
imanı gibi bir iman üzere olduğunu söylemezdi”.
Aralarında (İbn Ebî Müleyke’nin hocaları olan) Abdullah b. ezZübeyr, Abdullah b. Abbâs ve Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in de
bulunduğu bu sahâbîlerin “nifâka düşme korkusunu”, “nifâka düştüğünü ikrâr” şeklinde anlayan Semâvî, bu haberin hemen arkasından nakledilen cümleyi görmezden gelmektedir. Buhârî’nin, “Bir
mü’minin farkına varmadan amelinin boşa gitmesinden korkması”
bâbının başlığında (tercemede) naklettiği sözkonusu rivâyetin muhtevasını özetleyen bir sonraki sözün sahibi Hasan-ı Basrî’dir:
“Allah’tan ancak mü’min korkar, O’nun
rahmetine ancak münâfık güvenir!”.
“Havf ve Recâ” arasında olmaktan bahsedilen bu bâbın maksadını ortaya koyması bakımından, meşhur muhaddis İbn Ebi'dDünyâ (ö. 281)’nın, günümüze kadar ulaşan 58 eserinden biri olan elVecel ve’t-Tevessuk bi’l-Amel (Korkmak ve Amelle Güçlenmek) adlı
risâlesinin başına aldığı Hasan-ı Basrî’nin şu sözünü nakletmek istiyorum: “Bazı insanları mağfiret beklentileri oyaladı. Sonunda hiçbir
sevapları olmadan dünyadan çıkıp gittiler. Böylesi; ‘Ben Rabbime
322
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hüsn-i zan besliyorum’ der, ama yalan söyler. Rabbine karşı iyi niyet
besleseydi, iyi amel işlerdi”. Ardından Hz. Lokman (a.s.)’ın oğluna
verdiği şu nasihati aktarır: “Evlâdım! Seni Allah’a karşı masiyet işlemeye cesaretlendirmeyecek bir ümitle ümitlen ve seni Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmeyecek bir korkuyla kork!”.4
2) Semâvî, Zuhruf sûresinin 78. âyetinde “Cehennemdeki
zâlimlere” hitâben söylenen “Biz size hakikati getirmiştik. Fakat çoğunuz
hakikatten hoşlanmamıştınız” âyetini çarpıtarak şöyle diyor: “Çoğunluğu oluşturan bu sahâbeler... aldatıcı bir görünüş ortaya çıkarırlar”.
Oysa Feth sûresinin 18. âyetinde şöyle buyrulur: “Gerçekten Allah, (Hudeybiye’de) o ağacın altında sana bey’at ettikleri zaman,
mü’minlerden râzı oldu. Onların kalplerindeki ihlâsı bildiği için üzerlerine
sekîne (huzur ve güven) indirdi. Onları (hemen yakında gerçekleşecek olan)
bir zaferle mükâfatlandırdı”.
Hudeybiye’de hazır bulunan 1500 kişiden 15’i hariç tamamını
“iki yüzlü, dönek ve münâfık” kabul etmek, âyetin rağmına, her 100
sahâbîden 99’unu harcamak demektir. Bu bir “insafsızlık”tır. Burada
yapılan “tatvîu’l-ma’nâ”dır. Yani âyetin anlamını kendi hevâ ve görüşüne “boyun eğdirmek”tir. Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.)’nin şu sözünü
hatırlamakta yarar var: “Bu Kur’ân sizin için bir ecir olacak, bir hazine olacak ve bir yük olacaktır. Şu halde Kur’ân’a tâbî olun, Kur’ân size tâbî olmasın! Kim Kur’ân’a ittibâ ederse Kur’ân onu Cennet bahçelerine atar. Kime ki Kur’ân tâbî olur, onu kafasını dürte dürte Cehennem ateşine atar”.5
Bir ateist forumunda tesadüf ettiğim şu cümleler, Kur’ân-ı
Kerîm’in anlamları üzerinde bu derece eğip-bükerek oynamanın,
dîne dışarıdan bakanlar nazarında nasıl bir izlenim oluşturduğunu
göstermesi bakımından dikkate şâyândır: “(equus, 13 Nisan 2012):
Forumdaki müslüman arkadaşların çoğu birbirinden farklı tellerden
4
İbn Ebi’d-Dünya, Aziz Antonius’dan Hikâyeler (Kitâbu’l-vecel ve’t-tevessuk bi’l-
amel), İbn Ebi’d-Dünyâ Serisi no. 49, Editör: Yusuf Özbek, Tercüme: Ahmet
Tahir Dayhan, Ocak Yayıncılık, İstanbul 2008, no. 2, 6.
5
İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/126, no. 30014; 7/142, no. 34821; Beyhakî,
Şuabü’l-Îmân, 2/354, no. 2023.
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
323
çalıyor... Herkes anlamaya çalışıyor fakat bir kısım tam olarak anlamıyor bu kesin, ve bu bile Tanrı’nın göndermediğine işaret ediyor.
Çünkü anlaşılması gerekirken, tam tersine bir karmaşa var. (Tarafsiz,
14 Nisan 2012): “Sırf böyle olması bile bu kitabın uydurmaca olduğunu ispatlayabilir. Sonsuz gücü olan bir varlık, gönderdiği kitabın bu
kadar farklı yorumlanmasına ve mecazlar kullanarak insanların işlerine geldiği gibi oraya buraya çekmesine izin vermezdi diye düşünüyorum. En azından âyetlerde mutlak bir anlam olsa ve hiç çelişki olmasaydı, isteyen kabul eder, isteyen etmezdi. Ama iki taraf arasında
bu kadar tartışma ortamı ortaya çıkmamış olurdu”.6
3) Bir yerde “Bunlar ki, yüce Peygamber (s.a.v.) daha ölüm döşeğinde iken dönekliklerini gösterdiler, Rasûl’ün (s.a.v.) emirlerini
dinlememeye başlamışlardı” diyen Semâvî, bir başka yerde; “Tarih
okuyanlar, Hz. Peygamber’in hadislerinin yazımıyla naklini ilk yasaklayanların, ilk üç halife olduklarını göreceklerdir. Çünkü Hz. Peygamber’in hadisleri onların icadlarıyla, uydurdukları ictihad ve hükümlerle çelişecektir” demekte ve ilk iddiasını ikincisiyle
delillendirmektedir.
Kastettiği şey, Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün vefatından 4 gün önceki Perşembe günü gerçekleşen hâdisedir. Hasta yatağında yatmakta
olan Hz. Peygamber (s.a.v.); “Gelin size bir yazı yazayım, ondan sonra artık dalâlete düşmezsiniz” buyurduğunda, Hz. Ömer (r.a.);
“Onun hastalığı iyice arttı. Yanınızda Kur’ân var, Allah’ın Kitâbı bize
yeter” der. Orada bulunan sahâbeden bir kısmı Hz. Ömer’i haklı bulurken, bir kısmı da vasiyetin yazılmasını arzu eder. Neticede yaygara edilip ihtilâfa düşülünce, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Kalkın, benim
yanımda münâkaşa yapılmaz” buyurur. 7
Hadis karşıtlarının da büyük bir iştiyakla delil olarak kullandıkları bu rivâyet (meselâ Edip Yüksel, Youtube, “Abdülaziz Bayındır ve Hadis Bataklığı” adlı video), üzerinde iyice düşünülmediği
takdirde yanlış çıkarımları beraberinde getirir. Peygamber Efendimiz’in ashâb-ı kirâm’a yazdıracağı bu vasiyet/nasihat, o güne kadar
kimsenin duymadığı yeni bir hüküm veya açıklanması zaruri bir mesele ihtiva ediyor olsaydı, vefat ettiği Pazartesi gününe kadarki dört
gün içinde bunu bir şekilde mutlaka söyler ya da yazdırırdı. Rivâyet
dikkatle okunursa, orada hadislerin yazılmamasına değil, yazılması6
http://www.ateistforum.org/index.php?showtopic=50060&st=60.
7
Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İlm 39; Meğâzî 78; Merdâ 17; İ’tisâm 26.
324
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
na izin vardır. Yani Hz. Peygamber’in yazı konusundaki nihâi tutumu gâyet açıktır. Hz. Ömer belki de, bazı münâfıkların “ağır hasta
iken Peygamber’in elinden yazı aldılar; vasiyet geçersizdir” demelerinin önüne geçmek maksadıyla öyle bir tavır sergilemiştir. Bu tavrın,
Hz. Peygamber’in, ümmetinin dalâlete düşmemesi için gereken tavsiyesini 23 yıl bekledikten sonra son nefesine saklamış olduğu
zehâbına kapılabilecek olanlar için de ayrı bir anlamı olsa gerektir.
Yoksa Hz. Peygamber, o gün yazdıramadığı şeyleri sonraki günlerde
zaten söylemiş ve bunlar hadis kitaplarında kayda geçmiştir. İçlerinde “yeni bir hüküm” denebilecek herhangi bir husus yoktur.
Hz. Ömer’in Kur’ân’ın yanında Sünnet’i ikinci aslî kaynak olarak kabul ettiği şüphe götürmez bir gerçektir. Vâlilerine yazdığı mektuplar bunun açık delilidir. O gün “indekümü’l-Kur’ân, hasbünâ
Kitâbullâh” demesi, zannedildiğinin aksine, Hz. Peygamber’in şahsında temsil edilen Sünnet’in önemine yapılmış bir göndermedir. Zira belki de, orada kayda geçirilecek ve bir takım ayrıntılar içerecek
bir hükümle mutlaka amel edilmesi gerekecek, ictihâda mahal kalmayacak, uygulamada zorluk çıkabilecekti. Rivâyete bu açıdan baktığımızda, Hz. Ömer’in o esnada, Hz. Peygamber’in; “Ben sizi bıraktığım müddetçe siz de beni bırakın! Sizden önce geçenler ancak çok
soru sormaları ve Peygamberleri hakkında ihtilâfa düşmeleri sebebiyle helâk oldular”, “Ben sustuğum müddetçe siz de susun!” 8 şeklindeki sözleri ile; Mâide sûresinin 101. âyetini hatırlamış olması, Allah
Rasûlü’nün kendisine karşı nasıl bir mukâbelede bulunacağını tecrübe etmeyi düşünmüş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu noktada gündeme getirilen bir başka mesele, Hz. Ömer’in
hadislerin yazıya geçirilmesini tasvip etmediğine dair rivâyetlerdir.
Bunlar sahîhse bile, gözden kaçan/kaçırılan bir hususa işaret etmemiz
gerekir. Hadisin (yazının gelişmemiş olmasına binâen) yazımına karşı çıkmak ayrı şey, nakledilmesine karşı çıkmak ayrı şeydir. İbn
Hazm’ın Kitâbü’l-A’dâd’da verdiği rakamlara göre, Bakiyy b.
Mahled’in (bugün elimizde bulunmayan) Müsned’inde, Hz. Ömer’in
(tekrarlar dâhil) 537, oğlu Abdullah’ın 2630 rivâyeti; Hz. Ebû Bekr’in
142, kızı Hz. Âişe’nin 2210 rivâyeti, Hz. Osman’ın ise (hadis râvisi üç
oğlu da sahâbî değildir) 146 rivâyeti bulunmaktadır. Dolayısıyla
Semâvî’nin yukarıdaki yargısı bir “basîretsizlik”tir.
*
8
*
*
Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, İtisâm 2; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 10/66, no. 5702.
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
325
Necef’te gerçekleşen akşam sohbetine dönecek olursak; orada
Semâvî, Los Angeles Camii imamı ile arasında geçen bir
münâkaşadan söz ediyor. Hoca Semâvî’ye “Ashâbım zikredildiğinde
dilinizi tutun!” hadisini (
)9 okuyunca, Semâvî de ona
Tâhâ sûresinin 85. âyetini okumuş: “Allah buyurdu: Senden sonra
biz, kavmini (Hârun ile kalan İsrailoğullarını) imtihan ettik ve Sâmirî
onları yoldan çıkardı”. Sonra Semâvî ekliyor: “Sâmirî Benî İsrâil’in İslâm’ını nasıl ifsâd ettiyse Ömer de aynı şekilde İslâm’ı ifsâd etti!”.
İlk üç halîfeden teberrî etmeyi ve sahâbenin pek çoğuna
sebbetmeyi bir inanç umdesi halinde benimsemiş olan bir kısım
Şî‘a’nın her fırsatta tekrarlamaktan usanmadıkları ortak gündemi takip eden Semâvî, sözü Hz. Fâtıma’nın miras davasına getiriyor ve şu
hadisi Buhârî ve Müslim’den (!) aktarıyor: “Allah Rasûlü (s.a.v.)
Fâtıma’ya şöyle dedi: Allah sen kızdığın için kızar, sen razı olduğun
için razı olur”. (
). Oysa rivâyet, bu cümle yapısıyla Kütüb-i Sitte’de yoktur ve senedindeki münker bir râvî (Hüseyn
b. Zeyd) nedeniyle son derece zayıftır.10
Kaynak kullanımına özen göstermeyen Semâvî’nin bu tutumunun, Li ekûne mea’s-Sâdikîn adlı eserinden hareketle görüşlerini ele
alan önceki bir çalışmada da sözkonusu edildiğini hatırlatmalıyım.11
Sahîhân’da el-Misver b. Mahrame (r.a.)’den nakledilen rivâyet
şudur: “Fâtıma benden bir parçadır. Onu kızdıran kimse beni kızdırır/onu üzen şey beni üzer”.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in benzer ifadeleri ashâbı için de kullanmış olduğu gerçeği bir yana, 12 Hz. Fâtıma’nın faziletiyle ilgili bu
hadisin söyleniş sebebini öğrendiğimizde şaşkınlığımız artacak, Hz.
Fâtıma’yı ilk kez kızdıran ve üzenin Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer olmadığı ortaya çıkacaktır: “Ali (r.a.) Ebû Cehl’in kızı ile nişanlanmıştı.
Bunu Fâtıma (r. anhâ) duyunca Rasûlullah (s.a.v.)’ın yanına gelerek;
9
Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 2/96, no. 1427; 10/198, no. 10448.
10
Hâkim, el-Müstedrek, 3/167, no. 4730; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 1/108, no.
182, 22/401, no. 1001.
11
İlyas Üzüm, Sünnîlikten Şi‘îliğe, Şi‘îlikten Sünnîliğe Geçen İki Müellif ve Eserle-
ri, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı. 1, 1997, s. 200.
12
Tirmizî, es-Sünen, 5/696, no: 3862.
326
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
‘kavmin senin kızların için gazaplanmadığını söylüyor. İşte bak Ali
Ebû Cehl’in kızıyla evlenmek üzere!’ der. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) ayağa kalkıp teşehhüd ettikten sonra şöyle buyururlar: ‘Emmâ ba’d. Bir kızımı (Zeyneb’i) Ebu’l-Âs b. er-Rabî’a nikâhladım. Bana bir söz söyledi ve sözüne sâdık kaldı. Fâtıma benden bir
parçadır. Onun üzülmesini hoş karşılamam. Vallâhi Allah
Rasûlü’nün kızı ile Allah düşmanının kızı aynı adamın yanında bir
araya gelemez!’. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) nişanı atar”.13
Semâvî, Hz. Ali’ye bir nebze kusur konduracak bu ayrıntıyı
görmezden geldikten sonra şöyle demektedir: “Abbâs Mahmud
Akkâd bir kitabında Hz. Fâtıma’nın Ebû Bekr’den babasının mirasını
isteme hâdisesini anlattıktan sonra, ‘Hâşâ ki Hz. Fâtımâ hakkı olmayan bir şeyi istesin, hâşâ ki Ebû Bekr hakkı olan bir şeyi ona vermemiş olsun’ diyor. Bu mantıksızlıktır. İkisinden biri yalancıdır!”.
Ahzâb sûresinin 33. âyetine göre Hz. Fâtıma’nın “masum” olduğunu iddia eden Semâvî, sözlerine şöyle devam ediyor: “Mu’tezilî
bir şeyhin dediğine göre Hz. Fâtıma üç şeyi dâvâ etti ve üçünde de
haklıydı: ‘Fedek, sehmü zi’l-kurbâ, mîrâsü Rasûlillâh’. Ebû Bekr ve
Ömer düşündüler, eğer ona hak verirlerse ertesi gün kendilerine ‘Bırakın o makâmı, orası Ali’nin hakkıdır’ diyeceklerdi. Bu yüzden Hz.
Fâtıma’yı yalanladılar. O da onlara İbrahim sûresinin 8. âyetini okudu: ‘Mûsâ dedi ki: Siz ve yeryüzündeki herkes kâfir olsa, bilesiniz ki,
Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, her türlü övgüye lâyıktır’. Bu
yüzden Ebû Bekr de Ömer de Fâtıma’nın şehâdetiyle mürteddirler.
Âyet te’vîli kaldırmaz. Hz. Fâtıma bizzat onları tekfir etmiştir. (Ayrıca onlara Âl-i İmrân sûresinin 187. âyetini okumuştur). Ensâr ve
Muhâcir kadınları Hz. Fâtıma’yı ziyarete geldiler. Hz. Fâtıma hastaydı, kapıya çarpılmıştı, göğsüne çivi girmişti, kaburgası kırılmıştı,
cenînini düşürmüştü, çok bitkin, yorgun ve hastaydı. “Nasıl sabahladın ey Rasûlullah’ın kızı?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “Allah’a
hamdolsun, dünyanızdan tiksinerek, erkeklerinizden iğrenerek sabahladım...”.14
13
Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Humus 5; Fedâilü’s-sahâbe 16.
14
Bk. Şeyh Sadûk, İbn Bâbeveyh el-Kummî, Meâni’l-Ahbâr, s. 354-356.
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
327
80
Semâvî’nin hedef tahtasında, sırayı Hz. Âişe (r. anhâ) alır. İbn
Abbâs’tan şöyle bir şiir naklediyor: “Deveye bindin, katıra bindin,
yaşasaydın file de binerdin / Mirasta hakkın 8’de 1’in 9’da 1’i iken sen
hepsine sahip oldun”.
Yukarıdaki (altı çizili) âyetten sonra “Ebû Bekr’in imanı ile yeryüzündeki bütün insanların imanı tartılsa onunki ağır gelir”15 hadisini
aklınız alıyor mu, makûl mü? Şu âyet, hilâfetin gerçek sahibini savunmaktadır:
“O (peygamberlerin gönderildiği) ülkelerin halkı inansalar (Ali’nin
imâmetine inansalar ve kabul etselerdi) ve (günahtan) sakınsalardı (Ali’nin
hanımı ve zürriyeti konusunda korksalardı), elbette onların üstüne gökten ve
yerden nice bereket kapıları açardık, fakat yalanladılar, biz de ettikleri yüzünden onları yakalayıverdik”.16
Eğer İmam Allah’ın ve Rasûlü’nün seçtiği insan olsaydı, bütün
yeryüzü müslüman olurdu. Ebû Bekr ve Ömer’in kurduğu düzen bo17 âyeti gerçekleşecek, en zelîl ümmet olmakzulsa
tan kurtulacağız”.
Semâvî’nin ümmeti zilletten kurtarmak için âlem-i İslâm’a
sunduğu reçete böyle: “İlk üç halifeyi tekfîr edin kurtulun!”.
Şî‘a’nın içine düştüğü ve tefrikadan başka hiçbir şeye hizmet
etmeyen bu durum içler acısıdır. Semâvî gibi Râfızîler (ilk üç halifeyi
reddedenler) bu hezeyanlarını her fırsatta dile getiredursun, Ca’fer
es-Sâdık (ö. 148) şöyle demiştir: “Beni Ebû Bekr iki kere doğurdu”.
(
). Annesi Ümmü Ferve’nin hem annesi Esmâ hem de babası Kâsım Hz. Ebû Bekr’in torunları olduğu ve dolayısıyla Ca’fer esSâdık’ın annesi amca çocuklarının evliliği ile dünyaya geldiği için
böyle dermiş.18
15
Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 1/69, no. 36; İshâk b. Râhûye, el-Müsned, 3/669, no.
1266. Söz Hz. Peygamber’e değil, Hz. Ömer’e aittir.
16 A‘râf 7/96.
17 Âl-i İmrân 3/110.
18
Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 5/75, no. 950; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/88, no.
156. Âyet ve hadislerden hareketle Hz. Ebû Bekr’in Hz. Ali’den daha faziletli
328
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Babası Muhammed Bâkır (ö. 114), yanında ilk üç halife hakkında ileri geri konuşan Iraklıları azarlayarak; “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz?”19 âyetini okumuş ve onları huzurundan kovmuş.20
Daha önce İbn Abbâs (r.a.) da aynı âyeti kastederek şöyle demiştir: “Muhammed’in ashâbına sövmeyin! Çünkü Allah azze ve
celle onlar için kendisinden mağfiret dilemeyi emretmiştir. Allah onların savaşacaklarını elbette ki bilmekteydi!”.21
Ahmed b. Hanbel, arkadaşı Abdülmelik b. Abdilhamîd elMeymûnî’ye (ö. 274) şöyle nasihat etmiştir: “Ey Ebu’l-Hasen!
Rasûlullah’ın ashâbından herhangi birini kötülükle anan bir adam
gördüğünde, onun müslümanlığından şüphe et!”. 22
Hele de Hz. Ali’yi tafdîl etme bahanesiyle ilk üç halîfeyi tekfîr
ediyorsa, bu şüphe çok daha yerindedir. Zira Hz. Hasan ve
Hüseyn’in kızkardeşleri olan Ümmü Külsûm’ü Hz. Ömer’le evlendiren Hz. Ali (r.a.)’nin bizzat kendisidir. 23 Hz. Fâtıma’nın vefâtından
ve ümmetin en faziletlisi olduğunun tafsîlatlı şekilde anlatımını yapan ve
Şî‘a’nın iddialarını ele alarak reddeden Fahruddîn Râzî’nin görüşleri için bk.
Ali Nurullah Berk, Fahreddîn er-Râzî’nin Mefâtîhu’l-Ğayb Adlı Tefsirinde Şia’ya
Yönelik Tenkitler, Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa 2006, “Ashâbdan Teberri” başlıklı bölüm, s. 94- 112.
19 Haşr 59/10.
20
Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû,
s. 79, I. Bölüm, 61. Madde.
21
Ahmed b. Hanbel, Fedâilü's-Sahâbe, no. 18, 1741.
22
İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü’l-İmâm Ahmed b. Hanbel, s. 218.
23
Sultan III. Ahmed devrinde, Bağdat valisi Vezir Ahmed Paşa (ö. 1747),
Ebu’l-Berekât es-Süveydî (ö. 1761)’yi resmî bir vazifeyle görevlendirerek İran
Şâhı Tahmasb Kulu Nâdir Şah’ın yanına Necef’e gönderir. Şah’ın huzurunda
Şî‘a’nın ashâba dil uzatmayı ve halifelere sövmeyi bırakmadıkça beşinci hak
mezhep olamayacağını ispat etmek üzere bulunan Süveydî, Mollabaşı Ali
Ekber ve 70 kadar Şi‘î molla ile tartışır. Tartışma esnasında Süveydî’nin
Mollabaşı’na sorduğu sorulardan biri; “Şi‘îler madem ki Hz. Ali’ye bey’at
etmeyen sahâbîleri murted sayıyorlar, o zaman Hz. Ali, kızı Ümmü
Külsûm’ü Ömer b. el-Hattâb’la neden evlendirdi?” iken diğer sorusu şudur:
“Hz. Ali’nin oğlu Muhammed b. el-Hanefiyye’nin annesi hangi aşîrettendi ve
o aşîreti kim esir etti?”. Bu soruyla kastettiği, Benî Hanîfe aşîretini esir alan
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
329
sonra birçok evlilik yapan Hz. Ali, Ümmü’l-Benîn bt. Hızâm b.
Dârim’den doğan dört çocuğuna Abbâs, Abdullah, Ca’fer ve “Osman” ismini vermiştir. Leylâ bt. Mes’ûd ed-Dârimiyye’den doğan iki
çocuğuna Ubeydullah ve “Ebû Bekr” ismini vermiştir. Ümmü Habîb
bt. Rabîa’dan doğan iki çocuğuna Rukayye ve “Ömer” ismini vermiştir. Hz. Osman’ın oğlu Ebân, Abdullah b. Ca’fer b. Ebî Tâlib’in kızı
Ümmü Külsûm ile, Ebân’ın oğlu Mervân Hz. Hasan’ın oğlu Hasan’ın
kızı Ümmü’l-Kâsım ile, Hz. Osman’ın torunu Zeyd b. Amr Hz. Hüseyin’in kızı Sükeyne ile, diğer torunu Abdullah b. Amr Hz. Hüseyin’in diğer kızı Fâtıma ile evlenmişlerdir. Şi‘î kaynaklarda Hz.
Ali’nin Leylâ bt. Mes’ûd el-Hanzaliyye’den olan oğluna “Ebû Bekr”
ismini verdiği ve oğluna bu ismi veren ilk Hâşimî olduğu kayıtlıdır.
Sonraki nesilden de bunun örnekleri çoktur. Oniki İmam’dan (Ca’fer
es-Sâdık’ın oğlu) Mûsâ el-Kâzım ile (Hasen el-Askerî’nin babası) Ali
el-Hâdî kızlarına “Âişe” ismini vermişlerdir.24
halîfe Hz. Ebû Bekr zâlim biri idiyse, onun esir aldığı bir kadının (Muhammed’in annesi) esir hükmünde olamayacağı, ailesinden istenmesi gerektiğidir. Ancak Hz. Ali öyle yapmamış, kadını câriye olarak almış ve ondan çocuk
sahibi olmuştur. Bk. Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi: Giriş, İstanbul 1991, s. 334335; Süveydî’nin el-Hucecü’l-Kat’ıyye li’ttifâki’l-Fıraki’l-İslâmiyye adlı risâlesinin
tercümesi. Tartışma sonunda Süveydî karşısında yenik düşen mollalar,
ashâba sebbetmeyi kaldırdıklarını, fazîletlerini ikrar ettiklerini, hilâfeti mevcut sıraya göre kabul ettiklerini belirten bir tutanak imzalarlar. (25 Şevval
1148/8 Mart 1736). O gün bir konuşma yapan Nâdir Şah şunları söylemiştir:
“Şu andan itibaren sebb-i Şeyhayn’ı yasakladım. Her kim onlara dil uzatırsa
onu öldürür, evlâd ü ıyâlini esir eder, malını alırım. Ne İran içinde ne de çevresinde ashâbı kınamak ve buna benzer çirkin davranışlarda bulunmak artık
yoktur. Bunlar, aşağılık Şah İsmail devrinde türemiş, soyu da onun izinden
gitmiş, sonunda ashâba sövgü çoğalmış, bid’atler artmış, budalalıklar çoğalmıştır...”. A.g.e., s. 342-343.
24
Süleyman b. Sâlih el-Hırâşî, Es’iletün Kâdet Şebâbe’ş-Şî‘ati ile’l-Hakk, h. 1426,
madde: 1, 3, 6. 188 sorudan oluşan bu belgede, yukarıdaki bilgilerin dayandırıldığı Şi‘î kaynaklar şöyledir: Küleynî, el-Kâfî, 6/115; Tûsî, Tehzîbü’l-Ahkâm,
8/148, 2/380; el-İstibsâr, 3/356; Ali el-Erbilî, Keşfü’l-Ğumme fî Ma’rifeti’l-Eimme,
2/66, 3/26; Şeyh Müfîd, el-İrşâd, s. 302, 354; Ya’kûbî, Târîhu’l-Ya’kubî, 2/213;
Mes’ûdî, et-Tenbîh ve’l-İşrâf, s. 263.
http://saaid.net/Warathah/Alkharashy/ESS.PDF,
http://www.alfarowq.com/vb/uploaded/2_1311591563.pdf.
330
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Semâvî’nin naklettiği ve “Hutbetü Fâtıma” ya da “elHutbetü’l-Fedekiyye” diye bilinen konuşma, Hz. Fâtıma’nın güya
Hz. Ömer tarafından tekmelenerek düşük yapmasından ve Hz. Ebû
Bekr tarafından “Fedek” arazisinden mahrum edilmesinden sonra
irad edilmiştir. Hz. Fâtıma’nın nezîh lisanı, latîf karakteri ve kerîm
ahlâkıyla mütenâsip olmayan bu “uzun, secîli, kahırlı, küfürlü” konuşma, her nasılsa o acılı ânında Peygamber kızının ağzından en
edebî ifadelere bürünerek dökülmüş ve sonraki nesillere aktarılmıştır. Hz. Ali’nin, eşinin başına gelen bu fecî hal karşısında kılıcına davranmayı ve intikam almayı aklına getirmemiş olması da ayrı bir problemdir.
Şeyh Sadûk’un Meâni’l-Ahbâr’ında yukarıdaki metinle nakledilen rivâyetin senedinde, Şî‘a’nın ricâl kitaplarındaki kayıtlara göre
tam altı “mechûl” râvî ve bir de “mecrûh” râvî bulunmaktadır. Hutbe’nin farklı ve daha meşhur bir metni ise, yine Şeyh Sadûk’un İlelü’şŞerâi’ adlı kitabı ile, İbn Cerîr et-Taberî diye bilinen (ve müfessir
Taberî’den ayrı bir şahıs olan) İbn Rüstem’in Delâilü’l-İmâme’sinde,
İbn Tayfûr’un Belâğâtü’n-Nisâ’sında, Ahmed b. Abdilazîz elCevâhirî’nin es-Sakîfetü ve Fedek adlı kayıp kitabından naklen İbn
Ebi’l-Hadîd’in Şerhu Nehci’l-Belâğa’sında nakledilmektedir ve
senedlerin tamamı bilinmeyen ya da sika olmayan râvîlerle doludur.
Bundan iki yıl önce, 1432 Muharrem ayında (Aralık 2010), Prof.
Dr. Haydar Baş’ın Meltem Radyo’sunda “Kerbelâ’yı anma” programına tesadüf etmiştim. 1 ay boyunca her akşam belli bir saatte Şi‘î
kaynaklardan “Ehl-i Sünnet’in muteber kitapları” denilerek sahâbeye
sövgü içeren alıntılar yapıldı. Hz. Fâtıma’nın sözkonusu hutbesi de
bu arada aktarıldı. Sonradan öğrendiğime göre, radyoda okunan pasajlar, “Ehl-i Beyt Üniversitesi” açmak üzere hazırlık yapmakta olan
Haydar Baş’ın kaleme aldığı 12 İmam serisinden (7’si yayınlandı)
nakledilmekteymiş. Radyonun genel müdürüyle 45 dakika süren bir
telefon görüşmesi yaparak sundukları programın Ehl-i Sünnet ahlâkına uygun bir yayın olmadığını anlatmaya, kaynakların açıkça tahrif
edildiğini izah etmeye çalışmıştım. Programda, Zehebî’nin Mîzânü’lŞi‘î kaynaklara müracaatla hutbenin hurâfe ve efsâneden ibaret olduğunu
ispatlayan ciddî bir çalışma için bk: Sa’d b. Râşid eş-Şenefâ,
25
http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=170219
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
331
İ’tidâl’ine atfen nakledilen “Hz. Ömer’in Hz. Fâtıma’yı tekmelemesi”
hâdisesi, verilen kaynakta şu şekilde geçmekteydi: “Ahmed b. Muhammed b. es-Sirrî b. Yahyâ b. Ebî Dârim, Ebû Bekr el-Kûfî:
Râfızî’dir, Kezzâb’dır. 357 yılının başında vefat etmiştir. Hâkim kendisinden rivâyette bulunmuş ve; Râfızî’dir, Sika değildir demiştir.
Muhammed b. Ahmed b. Hammâd el-Kûfî, ölüm tarihini verdikten
sonra şöyle demiştir: Hayatı boyunca istikâmet üzere idi. Ancak son
günlerinde kendisine en çok okunan şey Mesâlib (ashâbın ayıpları,
kusurları) oldu. Yanında bulunduğum sırada bir adam şunu okudu:
Ömer Fâtıma’yı tekmeledi bu yüzden Fâtıma Muhassin’i düşürdü.
Başka bir haber de şöyleydi: Hâkka sûresinin 9. âyetinde geçen Firavun’dan kasıt Ömer’dir, ondan öncekiler (ve men kablehû)’den kasıt
Ebû Bekr’dir, altı üstüne getirilen beldeler halkı (ve’l-mü’tefikâtü bi’lhâtıe) ise Âişe ve Hafsa’dır... Hadisini terkettim, yazdıklarımı elden
çıkardım. Hz Peygamber’in Ebû Mahzûra’ya hitaben söylediği “Ezanının sonunda es-salâtü hayrun mine’n-nevm de!” şeklindeki rivâyeti
“Hayye alâ hayri’l-amel de!” şeklinde rivâyet etti. Kendisini
terkettim, cenâzesine katılmadım”.26
Şunu da hatırlatmalıyız ki, Ehl-i Beyt’in sünneti, çocuklarına
doğmadan önce isim vermek değil, akîka kurbanı kesileceği sırada
duâ edip, bebeğe isim koyup sonra hayvanı boğazlamaktır. 27 Bu
rivâyette ise tekmelenmek suretiyle düşürülen cenînin adı önceden
bellidir: Muhassin.
İşin ilginç yanı, bu satırların yazarı, Erdebil şeyhi Cüneyd’i, oğlu Şeyh Haydar’ı, Şi‘îliği resmi mezhep olarak ilan eden oğlu Şah İsmail’i ve bu sülâlenin Osmanlı’nın başına açtıkları gâileleri, 28 yıldır
yayın hayatına devam eden İcmal Dergisi’nin ilk sayılarından okumuştu. Artık ne olduysa, lider pozisyonundaki bu zâtın, akla zarar
bir çizgi değişimine giderek “yerli Tîcânî Semâvî” olmaya soyunmasına şaşmamak elde değil. Bakü Devlet Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak dersler verdiği 13 yıl içerisinde büyük bir değişim geçirmiş olmalı.28
Semâvî’nin İbn Abbâs’tan naklen okuduğu şiir (ki
Sümme’htedeytü adlı kitabında s. 153’te de geçmektedir) Hz. Hasan’ın
26
Zehebî, Mîzânü’l-İ’tidâl, no. 552.
27
Meclisî, Bihâru’l-Envâr, 101/121; Abdurrahman Muhammed Saîd, Ehâdîsü
Yahteccü bihe’ş-Şî‘a, s. 114.
28 http://www.icmalyayinlari.com/yazarlar/prof-dr-haydar-bas
332
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
vefatı üzerine Hz. Hüseyin’in cenazeyi Hz. Peygamber’in yanına
defnetmek istediğinde inşâd edilmiştir. Güya Hz. Âişe bunu duyar
duymaz eğerli bir katıra binerek Mescid-i Nebevî’ye gelmiş (oysa
hücresi zaten mescide bitişikti, kapısını kapaması ve girilmesine izin
vermemesi yeterliydi) ve Hâşimoğullarına hitâben “Oğlunuzu evimden uzak tutun!” demiş.29 İsnâdında “mechûl” râvîlerin bulunduğu
bu haber, bizzat Şi‘î ulema tarafından zayıf kabul edilmiştir.30
Sünnî kaynaklarda ise, Hz. Hüseyin’in Hz. Hasan’ı dedesinin
yanına defnetme talebine karşılık Hz. Âişe’nin “Neam ve kerâme”
(Tabi, memnuniyetle) dediği, ancak Mervân b. el-Hakem’in Hz. Osman’ın aynı yere defnedilmeyişini sebep göstererek buna izin vermediği, Benî Ümeyye ile Benî Hâşim arasında bu yüzden çıkacak silahlı bir çatışmayı, Hz. Hüseyin’le konuşan Ebû Hureyre (r.a.)’nin önlediği kayıtlıdır.31
İşbu “Mesâlib” edebiyatının İslâm âleminin başında ciddî bir
belâ, büyük bir problem olarak durduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
İmam Ali er-Rızâ’yı veliaht tayin eden Abbâsî halifesi Me’mûn’un,
212/827 tarihinde Hz. Ali’nin efdaliyyetini resmen ilân edip Şî‘a’yı
yanına alması ve üçüncü asrın ikinci yarısında Mu’tezile (özellikle
Bağdat) ile Şî‘a (özellikle Zeydiyye) arasında yaşanan yakınlaşma, 32
sahâbeye sebbeden bir akımın ivme kazanmasına ve bu konuda pek
çok rivâyetin uydurulmasına zemin hazırlamıştır.
Şi‘îlikten Sünnîliğe geçen çağdaş araştırmacılardan Mûsâ elMûsevî (d. 1930, Necef), Hz. Ali ve çocuklarının yolundan ayrılışın
“gaybet-i kübrâ” (büyük gizlilik) döneminin başlangıcı ile (329/940)
Safevîler döneminde (907-1149/1501-1737) gerçekleştiğini, Hz. Ali ve
onbir evlâdının “imâmeti” hakkında ortaya atılan “ilâhî tayin” anlayışının Hz. Ebû Bekr ve ona bey’at eden hemen bütün sahâbeyi küfürle itham etmeye götürdüğünü, bu anlayışın halk arasında genel
kabul görmesi için çok sayıda rivâyet uydurularak bunların Muhammed Bâkır ve Ca’fer Sâdık’a nisbet edildiğini, neticede ilk üç
halîfeye karşı takınılan sert tutumun gerçek Şi‘îliğin yozlaşmasına yol
29
Küleynî, el-Kâfî, 1/302.
30
Meclisî, Mir’âtü’l-Ukûl, 3/304, 313.
31
İbn Abdilberr, el-İstîâb, 1/116; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 1/262; konuyla ilgili
olarak ayrıca bk:
http://ejabat.google.com/ejabat/thread?tid=2a0911f12036d6d8.
32
Muharrem Akoğlu, Mihne Sürecinde Mu’tezile, İstanbul 2006, s. 123, 263-268.
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
333
açtığını, bu tavrın değişmesi halinde iki taraf arasındaki ihtilâfların
asgarîye ineceğini ifade eder.33
İlk iki halifeyi kâfir veya fâsık saymayan Muhammed Bâkır’ın
kardeşi İmam Zeyd b. Ali Zeynülâbidîn (ö. 122)’in yolundan ayrılan
sonraki bazı Zeydî fırkaların inanışlarında bu durumu gözlemlemek
mümkündür. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in hilâfetini reddederek Hz.
Ali’den başkasını halife seçen ashâbın dalâlete düştüğünü iddia eden
“Cârûdiyye” ile Hz. Osman, Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’i tekfîr eden
“Süleymaniyye” fırkası buna örnek olarak verilebilir. “Ağızlarından
çıkan o söz ne dehşetli bir söz! Ama onların iddia ettikleri, sırf yalandan ibaret!”.34
Zeydî fırkalardan olup iki halîfeye sebbetmeyen, Hz. Osman
hakkında herhangi bir şey söylemeyerek susmayı ve Allah’a havale
etmeyi tercih eden “Betriyye” fırkasına bu vesileyle temas etmem yerinde olacaktır. İmam Zeyd b. Ali’nin Emevîlerle savaşa gireceği sırada kendisinden ayrılan ve “Sâlihiyye” diye de bilinen bu fırkanın
görüşleri, bugün Irak’ta kendilerini “Betriyye” olarak tanıtan ve özel
bir televizyon kanalına da sahip olan bir grupla yeniden gündeme
gelmiştir.
Şi‘î fırkalar arasında oldukça “mutedil” görüşe sahip olan
Betriyye’nin tutumu, İmâmet konusundaki akîdelerine zarar vereceği
endişesiyle bir kısım İmâmî âlimlerin eleştiri oklarına hedef olmuştur. Yaptığı dünya çapındaki yayınlarla Hz. Fâtıma’nın katili olarak
gördüğü Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Âişe’ye saldıran ve
İran’daki mollaları Ehl-i Sünnet karşısında zaaf göstermekle suçlayan
Yâsir Yahyâ Abdullah el-Habîb (d. 1979, Kuveyt) bunların başında
gelir. 2004 yılında Kuveyt devleti tarafından aşırı görüşleri nedeniyle
on yıl hapse mahkum edilen, üç ay hapis yattıktan sonra İngiltere’ye
kaçarak siyasi sığınma hakkı talep eden ve Londra’ya yerleşen Şeyh
Yâsir el-Habîb’in, “Fedek” adlı tv kanalındaki bir canlı yayında
Betriyye hakkında kendisine sorulan bir soruya verdiği cevap şöyledir: “Bunlar İhvân-ı Müslimîn’e bağlı Hizbü’d-Da’ve adlı cemaatin
mensubudurlar. 60’lı, 70’li yıllardan beri İslâm ümmetinin bedeninde
çıkmış bir tümör gibidirler. Şî‘a ile diğerlerinin (Betriyye’nin) akidelerini mezcetmek için uğraşıyorlar (…)
33
İlyas Üzüm, a.g.m., s. 196; eş-Şî‘a ve’t-Tashîh adlı eserden naklen.
34
Kehf, 18/5; Muhammed Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, Tercüme: İbrahim
Sarmış, İstanbul 1996, s. 275-276.
334
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Zamanımızda ortaya çıkan yeni Betriyye tâifesi ‘Evet Ali hilâfete daha layıktır ama Benî Sâide Sakîfesi’nde ondan önce hilâfeti üstlendi diye Ebû Bekr’den de teberrî etmeyiz, onu tekfîr etmeyiz, fakat
sadece hatâ ettiğini söyleriz, İmam Zeynülâbidîn’in ‘Ebû Bekr ve
Ömer kâfirdir, onları seven de kâfirdir’ sözünü söylemeyiz, onların
hatâ ettiklerini söyleriz derken, İslâm’ın, dinin şeâiriyle, Şî‘a’nın
şeâiriyle savaşmaktadırlar. Şi‘î-İslâmî akîdenin (Ebû Bekr’in hilâfetini
haklı bulan) Bekriyye fırkası tarafından bozulmasına engel teşkil
eden her konuyla savaşırlar. Oysa bu dava Zehrâ (salavâtullâhi
aleyhâ)’nın mazlûmiyyetinin davasıdır, onun kaburgasının, karnındaki cenîn Muhassin’in dâvâsıdır. Bunlar niye bu dâvâyı ortadan
kaldırmak istiyorlar? Başkaları ile aramızdaki münâsebetlerin normalleşmesi önünde bir engel olarak görüyorlar da ondan! İlişkilerin
normale dönmesini istiyorlar! Bu yüzden bu fâsid ve hastalıklı televizyon yayınlarını yapıyorlar. Muhammed Hüseyn Fadlallah, Ca’ferî,
Nûrî el-Mâlikî gibiler, bu yüzden ezandaki üçüncü şehâdeti (Şehâdet
ederim ki Ali Veliyyullah’tır) hiç okumazlar. Bunu herkesin bilmesi
lâzım, Irak halkının uyanması lâzım, câhilce işledikleri bu işten dolayı Allah’a tevbe etmeliler. Halkı kandırdılar, halk da akîdesinin bunların akîdesine muhalif olduğunu bilmeden bunları seçti. Oysa bunlar bir grup hırsızdır, teşeyyu’dan sapmış olan bir grup eli kanlı insanlardır. Yeni bir Betriyye fırkası oluşturdular. Bunlardan Allah’a
sığınmak, bunlarla savaşmak gerekir”.35
İlk üç halife başta olmak üzere onlara tâbî olan bütün ashâba
sövmenin, onları tekfîr etmenin müslüman olmak ve müslüman kalmakla eş anlamlı olduğunu savunan ve İslâm âleminin diğer kesimleriyle hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmayan bu zihniyetin ümmet-i
Muhammed’in birliği ve dirliği önündeki en büyük engellerden biri
olduğu ortadadır. 2012 yılında müslüman toplumları kışkırtmak için
Mısır’lı Kıptî Nakoula Basseley Nakoula (d. 1957, Mısır) tarafından
sahneye konan “Innocence of Muslims” (Müslümanların Masumiyeti) adlı 14 dakikalık bir filmi, Türkiye’de izlenmesi yasaklanmadan
önce Youtube üzerinden seyretme fırsatım olmuştu. Oradaki bir sahnede, Muhammed rolündeki genç delikanlıyı Mâriye adlı câriye ile
yakalayan ve ayağındaki terlikle dövmeye başlayan Hafsa adlı kadına, delikanlının “Bana niye vuruyorsun? Babanı halife yaptım!” diyerek kendini savunuşu karikatürize ediliyordu. Allah Rasûlü’nün en
http://www.youtube.com/watch?v=SCgz7o_XAF0; ‫حقيقة قناة آفاق البترية التابعة‬
‫ لنوري المالكي‬dakika: 08:00-14:30
35
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
335
seçkin ashâbına, akrabalarına ve halifelerine iğrenç sözlerle saldıran
zihniyetin gerçekte hangi odaklara hizmet ettiğini anlamamız bakımından o film oldukça önemlidir. Yabancı mihrakların yeri geldiğinde bu konuyu Şi‘î ve Sünnî dünya arasında gerilim alanları oluşturmak ve gerektiğinde balans ayarı yapmak üzere kullandığı/kullanacağı gözden kaçırılmamalıdır.
Şeyh Yâsir el-Habîb’in 17 Ramazan 1431’de (26.08.2010) Hz.
Âişe’nin vefat yıldönümü münasebetiyle Londra’da ihtifâl düzenlemesi üzerine, İran İslâm Cumhuriyeti dinî lideri Âyetullah Ali
Hamaney’in “Hz. Âişe dâhil, sahâbeden herhangi birine dil uzatmanın haram olduğu” yönünde fetva yayınlaması/yayınlamak zorunda
kalması, Lübnan-Hizbullah genel sekreteri Hasen Nasrullah’ın da bu
fetvaya destek veren beyanatta bulunması son derece dikkat çekicidir.36
Olay üzerine Kuveyt vatandaşlığından çıkarılan Yâsir elHabîb’in 2000 yılında kurduğu “Huddâmü’l-Mehdî” teşkilâtı, dünyanın farklı yerlerinde (Londra, Kerbelâ, Tahran, Beyrut, Bahreyn) açtığı bürolar vasıtasıyla, bir iman esası olarak “Ebû Bekr, Ömer, Osman, Âişe ve Hafsa’nın ateşte olduğu” cümlesini kelime-i şehâdet
şeklinde okutmaktadır.37
İlahiyat fakültelerindeki kimi akademisyenler tarafından zaman zaman ilk üç halifenin ve önde gelen sahâbîlerin saygınlığına
gölge düşürecek çirkin ifadelerin kullanıldığına rastlıyor oluşumuz
(kendi fakültemde yaşanan ve “dînî değerlere hakaret suçu” teşkil
eden böyle bir vâkıayı resmî bir dilekçe ile YÖK’e şikâyet etmiş bulunmaktayım) kanaatimce tesâdüfî değildir. Şi‘î literatürde
tekrarlanagelen pek çok yakıştırmanın ve sahâbeyi birbirine tokuşturan uydurma rivâyetler yoluyla yapılan dezenformasyonun Sünnî
tedrisat veren akademik çevreler üzerindeki etkisinin bir göstergesi
olan bu durum, son yıllarda ülkemizde ve tüm dünyada yaygınlaşan
Şi‘î propagandayla yakından ilgilidir.
Seyyid Hüseyn Nasr’ın oğlu Veli Nasr, 7 yıl önce piyasaya çıkan ve Batı dünyasında ciddî tartışmalara neden olan The Shia
http://www.aljazeera.net/news/pages/200b8f00-763f-440b-a95ad73418baeaad, http://www.youtube.com/watch?v=u2_dqTz85Pw,
http://ar.wikipedia.org/wiki/‫; ياسر_الحبيب‬
http://ar.wikipedia.org/wiki/‫)هيئة_خدام_المهدي‬.
37 http://www.youtube.com/watch?v=n5HpTVn0S4I&feature=share
36
336
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Revival: How Conflicts within Islam Will Shape the Future (Şia’nın Dirilişi: İslâm İçindeki Çatışmalar Geleceği Nasıl Şekillendirecek, New York
2006) adlı kitabında, Hz. Ali’nin yönetim haklarının ilk defa halîfe
Ebû Bekr, Ömer ve Osman tarafından gaspedildiğini, Şî‘a’nın ideal
İslâm liderliğine tecavüz edildiğini, Sünnî halîfelerin Şi‘îlere zulmettiklerini, bu yüzden İmamların acılarının Şi‘îliğin şehâdet yorumunun aslını oluşturduğunu öne sürmekte ve “Sünnî topluma sufizm
girmeseydi Şi‘îlere olan hoşgörü zayıf kalırdı” demektedir. Amerika’nın Irak’a girişi ve Saddam Hüseyin’in düşüşüyle Şi‘î din âlimlerinin gerçek güç sahiplerine dönüştüğünü, Sünnî elmasındaki kurtçuk olan (worm in the Sunni apple) Şi‘îliğin bu elmayı yararak kendi
ağını/kozasını ördüğünü, bundan sonra geçmişindeki bastırılmış şikâyet konularını gündeme getirerek hissesine düşen payı alacağını,
Sünnîlerden gördüğü zulmün rövanşını alarak adâleti tesis edeceğini
iddia etmektedir.38
Fakültemizde 10.04.2013’te bir konferans veren Prof. Dr. Sönmez Kutlu Bey, sözkonusu kitabın muhtevasını aktardıktan sonra
şunları söylemişti: “Şi‘îler geçmişte yaşadıkları sıkıntıların intikamını
önümüzdeki yıllarda alacaklardır. Bağdat’ın düşüşü Şi‘îliğin yükselişi anlamına gelmektedir. Şu anda bir asistan arkadaş İran’da, Şi‘îliği
çalıştırıyorum. Geçen hafta geldi. Hâlâ mollalar arasında, sokaklarda,
insanların bir dilenciye bir şey verdikleri zaman duâ olarak ‘lânet ber
Aişe, Ömer, Ebû Bekr’ gibi sözlerle düşmanlık ve nefreti körüklemeye devam ettiklerini söyledi. Günümüzdeki Şi‘î-Sünnî kutuplaşması
çatışmaya doğru giderse, önümüzdeki yıllarda İslâm dünyasını
Kerbelâ’dan daha büyük felâketler bekleyebilir. Bunun önüne geçilebilmesi için, bütün İslâm dünyasındaki akademik çevrelere büyük
görevler düşmektedir. Bugün Amerika, İslâm dünyasındaki sorunları
çözmek için “kendi içinde çatıştırma” politikasını son derece başarılı
bir biçimde kullanmaktadır”.
Nihâî hedefi “İslâm” olan Batı’lı derin güçlerin, İslâm ülkelerinde yaşayan müslüman toplumları çatışmaya sürükleyecek “sinir
uçlarını” tespit ederek uyarmaya ve “uyuyan hücreleri” harekete geçirmeye yönelik istihbârî çalışmalarının hız kazandığı bir konjonktürden geçiyoruz.39 Dolayısıyla, sahâbenin adâleti, otoritesi, aralarınhttp://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haberArchive&ArticleID=5
646, http://www.atimes.com/atimes/Middle_East/HJ28Ak01.html
39
http://www.haber7.com/guncel/haber/1039181-batidan-turkiyeyle-ilgilikorkunc-rapor, http://www.youtube.com/watch?v=GtSgc30excs
38
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
337
daki ihtilâflar üzerinde konuşurken, yazıp-çizerken, salt akademik
kaygılar taşımanın dışında, meselenin provokatif boyutunu da göz
önünde bulundurmak gerektiği kanaatindeyim.
Yaşanan hâdiselerin tamamında sadece bir kişiyi (Hz. Ali’yi)
haklı gördüğünüzde, bunun karşılığında Hz. Muâviye’nin hakkını
savunmak için çaba sarfedenlerin de çıkması tabiîdir. Nitekim İbn Ebî
Âsım (ö. 287)’dan günümüze Hz. Muâviye’yi müdafaa eden ve faziletlerini zikreden 40’a yakın müstakil kitap kaleme alınmıştır ve çoğu
matbûdur. Bunlar arasında Hindli âlim Abdülazîz b. Ahmed b.
Hâmid’in (1239/1824) en-Nâhiye an Ta’ni Emîri’l-Mü’minîn Muâviye adlı eseri, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı’nda Doktora yapmakta olan Necmi Sarı Bey tarafından, takdîre şayan bir gayretle, 695 dipnot eklenmek suretiyle ve 320 sayfa halinde
Türkçe’ye çevrilmiştir.40
İslâm tarihinde Alevîlik karşısında, diğer üç râşid halifeyi hilâfete lâyık olma bakımından haklı bulan, öven, savunan fırkaların,
“Bekriyye, Ömeriyye, Osmâniyye” ismiyle ortaya çıktığını biliyoruz.
Sadece Kütüb-i Sitte râvîleri arasında hakkında “Osmancı idi”
denilen, yani Hz. Osman’ı Hz. Ali’den üstün gören şahısların kimliklerini araştırdığımızda, bunların çoğunun sağlam ve güvenilir râvîler
olduğunu görürüz. Hadis tarihinin farklı yönelişteki sîmalarına dair
bir örnek sunması bakımından, yaygın anlayışın aksine “Osmancı”
olup bu kanaatini savunmakla tanınan 18 râvînin isimleri ve İbn
Hacer’in haklarındaki kısa değerlendirmelerini vermek istiyorum:
Abdullah b. Habîb el-Kûfî (ö. 74-92, Sika, Sebt); Abdullah b.
Kays el-Kindî (ö. 77, Sika); el-Heysem b. el-Esved el-Kûfî (ö. 80-,
Sadûk); Abdullah b. Şeddâd el-Medenî (ö. 81, Sika, Fakîh); Abdullah
b. Şakîk el-Basrî (ö. 108, Sika); Talha b. Musarrif el-Kûfî (ö. 112, Sika,
Fâdıl, Kurrâ); Zübeyd b. el-Hâris el-Yâmî (ö. 122, Sika, Sebt, Âbid);
Osman b. Âsım el-Kûfî (ö. 127, Sika, Sebt, Sâhibu Sünne); Âsım b.
Behdele el-Kûfî (ö. 128, Sadûk, Kırâatte Huccet); Muğîre b. Mıksem
ed-Dabbî el-Kûfî (ö. 136, Sika, Mutkın, Fakîh); Abdullah b. Ebi’lHüzeyl el-Kûfî (Tâbiûn’un büyüklerinden, Sika); Şimr b. Atıyye elKûfî (Tâbiûn’un küçüklerinden, Sika); Abdullah b. Avn el-Basrî (ö.
150, Sika, Sebt, Fâdıl); Hammâd b. Zeyd el-Basrî (ö. 179, Sika, Sebt,
Fakîh, Huccet); Bişr b. el-Mufaddal el-Basrî (ö. 186, Sika, Sebt, Âbid);
40
Abdülaziz b. Ahmed b. Hâmid, Mü’minlerin Emirine Yönelik Tutarsız Eleşti-
riler: Muâviye b. Ebî Süfyân Müdafaası, İstanbul 2010, s. 50-56.
338
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Abdullah b. İdrîs el-Kûfî (ö. 192, Sika, Sebt, Fakîh, Âbid); Muhammed
b. Ubeyd et-Tanâfisî el-Kûfî (ö. 204, Sika); Muhammed b. el-Kasım elEsedî el-Kûfî (ö. 207, Kezzâb, Metrûk, Zayıf).
Bunlar arasında Abdullah b. Habîb’in “Sıffîn’de Hz. Ali’nin
yanında savaştığı halde sonradan Osmancı olduğu”, el-Heysem b. elEsved ile Abdullah b. Şakîk’in “Osmancı olmakla birlikte Ali’ye
buğzettikleri”, Muğîre b. Mıksem’in de “Ali’yi suçladığı” ayrıca kaydedilmiştir.
Yine meselâ, Kütüb-i Sitte’nin tamamında rivâyeti bulunan,
“kaderî” olmakla birlikte “hadiste sika ve sebt” kabul edilen Etbâu’ttâbiîn’den Sevr b. Yezîd b. Ziyâd el-Kelâî el-Hımsî (ö. 150-), Sıffîn’de
Hz. Muâviye ile birlikte savaşıp ölen dedesi nedeniyle, yanında Hz.
Ali zikredildiğinde (ona sebbetmemekle birlikte) şöyle dermiş: “Dedemi öldüren adamı sevmem”.41
Yukarıdaki isimleri veriş sebebim, ilk üç asırda yaşamış sözüne/rivâyetine güvenilir ulemâ arasında, kendi bilgi, tecrübe ve kültür
birikimi çerçevesinde birbirine muhâlif ashâbdan birini yaygın görüşün aksini tercih ederek haklı bulan insanların varlığını ve bu durumun tabiîliğini ortaya koymaktır. Sahâbe hakkında ileri-geri söz etmeden önce, belki bir empati yaparak “o devirde yaşasaydım kimden
yana olurdum?” sorusunu kendimize sormamız, insaflı bir tutum
sergilememiz gerekmektedir.
Aralarında ihtilâf cereyan etmiş olan sahâbeden birini mutlaka
haklı diğerini haksız görmenin, birini mutlaka mazlum diğerini zâlim
kabul etmenin müslümanlar arasına (yukarıda verdiğim Şi‘î reflekslerden de anlaşılacağı üzere) tefrika ve nefret tohumları ekmekten
başka bir işe yaramadığını, sahâbeyi “bize Allah Rasûlü’nün getirdiği
dîni anlatan elçiler” olarak telakkî etmenin en sağlıklı yol olduğunu
farkeden ulemâ arasından, meşhur Hanefî fakîhi ve muhaddis Ebû
Ca’fer et-Tahâvî (ö. 321), Akîde’sine şöyle bir madde koymuştur: “Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün ashâbını sever, herhangi birini sevmede
ifrâta/tefrîte kaçmaz, hiç birinden teberrî etmeyiz. Ashâbı hayırla
anmayan ve buğzedene biz de buğzeder, onları ancak hayırla
yâdederiz. Onları sevmek dindir, imândır, ihsândır; onlara
buğzetmek küfürdür, nifâktır, tuğyândır”.
41
Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, 4/421, no. 862; İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, 2/30, no.
57.
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
339
Asırlar sonra Zehebî (ö. 748) şöyle demektedir: “Bizi âfiyette
kıldığı için Allah’a hamdederiz. Öyle ki, bizi hakkın açıkça parladığı
ve iki taraftan (Ali-Muâviye) hangisinin haklı olduğunun açıkça belli
olduğu bir zamanda dünyaya getirdi. Biz iki gruptan her birinin eleştirilecek yanlarını bildik ve bunları iyice idrak ettik. Bunlardan dolayı
onları mazur gördük, onlar için istiğfar ettik, ifrât ve tefrîte kaçmadan
onları sevdik, câiz bir te’vîl veya Allah’ın dilemesiyle bağışlanmış bir
hatâ ile bâğîler için rahmet duâsı ettik ve Allah’ın bize öğrettiği gibi
şöyle dedik: “Rabbimiz, Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma!”.42
Bizzat Hz. Ali (r.a.)’nin, Sıffîn’de iki taraftan öldürülenler hakkındaki görüşü sorulduğu zaman; “Bizim de onların da ölüleri cennettedir. Akıbet iş gelir bana ve Muâviye’ye dayanır” dediğini göz
önüne aldığımızda, 43 Ehl-i Sünnet ulemânın haklı ile haksızı tespit
etmekle uğraşmaktan çok “iki tarafa eşit uzaklıkta” durma yönünde
aldıkları kararın isabetli olduğunu söyleyebiliriz. Zira murûr-ı zamana uğramış dava dosyalarını yeniden açmanın, pek çok ayrıntısını bilemediğimiz olayları geriye dönük olarak sorgulamanın, şahısları
yargılamanın faydadan çok zarar getireceği kuşkusuzdur. İslâm tarihinin ilk asırlarında, eski defterleri kurcalamakla meşgul olan nice
şahsın, bununla başka bir amaca hizmet ettiği gözlemlenmiştir. İmam
Mâlik şöyle der: “Bunlar öyle topluluklardır ki, aslında Peygamber
(s.a.v.)’e sebbetmek istemişler, bu mümkün olmayınca, ‘o kötü biridir, iyi olsaydı ashâbı da iyi olurdu’ densin diye sahâbesine sövmüşlerdir”.44
İslâm dünyasının birliğine ve Sünnî-Şi‘î ittifâkına (takrîb) hizmet eden çalışmalarıyla tanınan Muhammed Ebû Zehra’nın şu tespiti
önemlidir: “Başlangıçta olduğu gibi, bilimsel ve teorik düzeyde kalan
ihtilâflar cemaatleri bölen ve birliği bozan şeyler değildir. Cemaatler
arasında büyük çatışmalara yol açmaz. Ancak grupçu Şî‘a ihtilafları
Rasûlullah’ın kurduğu ve kardeşlikle pekiştirdiği İslâm Birliğini çözecek ve bölecek devletlerin doğmasına yol açmıştır”. 45
42
Haşr, 10; Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, 3/128.
43
İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/552, no. 37880.
44
İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 4/429; İbn Kayyimi’l-Cevziyye, es-Savâiku’l-
Mürsele, 4/1405.
45
Muhammed Ebû Zehra, Dünya İslâm Birliği, s. 296. Türkiye Ca’ferî Cemaati
lideri Selahattin Özgündüz’ün (d. 1952, Iğdır), Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
340
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Konuyla irtibatı bulunması bakımından bir latîfe olarak şu hususu da arzetmek isterim. Bilindiği üzere Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bir hayra öncülük eden kimseye onu
yapan gibi sevap vardır”.46 “Bir kimse doğru yola dâvet ederse, ona
uyanların sevabı kadar kendisi için de sevap vardır. Bu ona uyanların
sevabından bir şey eksiltmez”.47 “İslâm’da iyi bir çığır açan kimseye,
bunun sevabı vardır. O çığırda yürüyenlerin sevabından da kendisine verilir. Fakat onların sevabından hiçbir şey noksanlaşmaz. Her
kim de İslâm’da kötü bir çığır açarsa, o kişiye onun günahı vardır. O
kötü çığırda yürüyenlerin günahından da ona pay ayırılır. Fakat onların günahından da hiçbir şey noksanlaşmaz”. 48
Âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur: “Kim (Allah’ın huzuruna)
bir iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır. Kim de kötülükle gelirse o
sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlara haksızlık yapılmaz”.49 Bir
iyiliğin on kat yerine yedi yüz kat sevapla, hatta Allah dilerse çok daha fazlasıyla mükâfatlandırılacağını vâdeden âyeti de biliyoruz.50
Bir sahâbînin dinin emir ve nehiylerinden, İslâm ahlâkından
tek bir umdeyi kendisinden sonra tek bir tâbiîye, onun da tek bir öğrencisine öğrettiğini, hepsinin bunu selîm bir kalb ve sahîh bir niyetle
sâlih bir amele dönüştürerek uygulamaya koyduğunu, bu silsilenin
160 kadrolu Ca’ferî imam alacağına dair kararı hakkında, 16.12.2008 Salı günü Habertürk Televizyonu’na telefonla bağlanarak yaptığı konuşmayı şu
cümleyle sonlandırmış olması düşündürücüdür: “Muâviye’nin yağlı sofrasına kanmayacağız!”. Kastettiği şey, Ebû Mansûr es-Seâlibî (ö. 429)’nin
Simâru’l-kulûb adlı eserinde senedsiz olarak naklettiği (Kahire 1965, s. 111112, no. 1599), Ebû Hureyre (r.a.)’nin “Muâviye’nin yanında madîra (ekşi sütle pişirilen et yemeği) yiyip Ali’nin arkasında namaz kılması”na dair asılsız
hikâyedir. Mısırlı gazeteci Mahmûd Ebû Rayye (1889-1970) de bunu oradan
alıp, Sıffîn’e katılmayarak tarafsız kalan Ebû Hureyre’yi tahkîr etmek üzere
yazdığı kitabına isim yapmıştır (Şeyhu’l-Madîra Ebû Hureyre, Mısır 1970, s.
55).
46 Müslim, es-Sahîh, İmâre 133; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Edeb 115; Tirmizî, esSünen, İlm 14.
47 Müslim, es-Sahîh, İlm 16; Ebû Dâvûd, es-Sünen, Sünnet 6; Tirmizî, es-Sünen,
İlm 15.
48 Müslim, es-Sahîh, Zekât 69; Nesâî, es-Sünen, Zekât 64.
49 En‘âm 6/160.
50 Bakara 2/261.
341
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
her tabakaya sadece bir şahıs düşecek şekilde devam ettiğini ve günümüze 50 nesil üzerinden geçerek geldiğini varsaydım. 51
Bir müslümanın bugün işlediği tek bir iyiliğe karşılık kazandığı (Cennet’te hangi dereceye karşılık geldiğini bilemediğimiz) on kat
ecri, matematiksel olarak 50 nesil geri götürdüğümüzde, bir
sahâbînin kendisinden sonraki bir kişiye öğrettiği bir iyilikten alacağı
sevap tam olarak 394 katrilyon 64 trilyon 967 milyar 302 milyon 918
bin 400’dür. Öğretilen iyiliklerin, işlenen hayırların sayısının gerçekte
kaç olduğunu, her nesilde gerçekte kaç kişinin bulunduğunu ve alınan ecr u mesûbâtın kaça katlanarak kayda geçtiğini kestirmek imkânsızdır. Sadece misliyle cezalandırılan bir kötülüğü (olmaz ya)
ashâbı örnek alarak işleyen bir müslümanın, bundan dolayı 50 nesil
gerideki bir sahâbîye yazdıracağı günahın rakamsal değeri ise 562
trilyon 949 milyar 953 milyon 421 bin 312’dir. Ne var ki Cenâb-ı
Hakk’ın “onlar için mağfiret talebinde bulunma” emrine imtisâl eden
mü’minler, bu günahların tümünün Hakk katında silinmesine vesile
olacaklardır.
İbn Abbâs (r.a.)’ın yukarıda naklettiğim; “Allah onların savaşacaklarını elbetteki bilmekteydi” sözünden hareketle, onların günahlarının sonraki nesillerin istiğfârı ile imhâ edileceğinin Allah Teâlâ
nezdinde ezelden bilindiğini, “Allah’ın onlardan râzı oluşunun” 52 bu
sebeple hiçbir devirde değişmeden devam edeceğini söylememiz
mümkündür. Bir başka deyişle, sonraki nesiller sahâbe-i kirâmın işlediği mâsiyetler (mesâlib) üzerinde tartışmakta iken, sevap
hânelerine yazılmaya devam eden hayr u hasenât nedeniyle onların
çoktan merhûm ve mağfûr olduklarını hesap etmeliler.
Ashâb hakkında nâhak yere konuşmanın ve hukuklarına dil
uzatmanın, konuşana “vizr” konuşulana “ecr” olarak kaydedileceğini
şu rivâyetten öğreniyoruz: “Hz. Âişe’ye, ‘insanlar Rasûlullah’ın
ashâbına sövüyorlar, hatta Ebû Bekr ve Ömer’e bile sövüyorlar’ denildiğinde şöyle cevap verdi: Siz bunun nesine hayret ediyorsunuz
51
Hz. Peygamber veya ashâb-ı kirâm’dan herhangi biri ile aramızda ortalama
50 nesil olduğunu kabul etmemin nedeni, Mekke’nin Rusayfe mahallesinde
mukîm bulunan muhaddis Abdülvekîl b. Abdilhakk el-Hâşimî el-Umerî’nin,
dedesi
Hz.
Ömer
ile
arasında
45
kişinin
bulunmuş
http://www.ahlalhdeeth.com/vb/showthread.php?t=98895
52 Tevbe, 9/100; Fetih 48/18.
olmasıdır.
342
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ki? (Vefatlarıyla) onların sadece amelleri kesilmiştir. Allah onların
ecirlerinin kesilmesini ise murad etmemiştir”.53
Bu tablonun ilâhî bir formül olarak dünya hayatına konulduğunu, sahâbe ile sınırlı olmayarak, aslında her mü’min neslin kendinden bir önceki nesil için istiğfar etmek suretiyle sonrakilerin öncekileri affettire affettire ilerlediğini düşünmemizin önünde bir engel
yoktur.54 Mü’minlerin birbirleri hakkında mağfiret talebinde bulunmalarını isteyen nebevî emirler55 ve her namazımızın sonunda okuduğumuz “Rabbenağfirlî” duâsının böyle bir gayeye hizmet ettiği
açıktır.
Duâda bile silsile ile yukarıya doğru bağlanışımızın vahiy kaynaklı oluşunda şüphe yokken; İslâm Medeniyeti’nin bilgi geleneğinde ancak icâzetle alınan ve ilk kaynağına güvenilir râvîler vâsıtasıyla
dayandırılan bilginin “muteber” olduğu da müsellem iken; III. Oturum’un ilk tebliğinde ortaya konan sahâbe algısı kanaatimce son derece problemlidir. Mehmet Zeki İşcan Bey orada; sahâbenin dindeki
konumunu Max Weber’in “karizma” kavramı ve “sınıf” anlayışına
başvurarak açıklamaya çalıştı. Sahâbeye ve ilk İslâm nesillerine yönelişin “ataların sünnetini takip etme gibi bir sosyo-psikolojik tavırla”
ortaya çıktığını iddia etti. Sahâbeyi esas alan bir dinî anlayışı “tarih
bilinçsizliği içinde her şeye kādir atalar edebiyatı yapmak”la suçladı.
Sahâbeye bağlılığın “rivâyete dayalı bir din anlayışıyla” sonuçlandığı
ifade etti.
Sayın İşcan bunları söylerken, bugünkü “bilgin” tarifinden;
yani “çok bilinen şeyleri sorgulayan” kişi olabilme gerekliliğinden ve
“itaat” edilirse İlahiyat alanında bilim yapılamayacağı ön kabulünden hareket ediyor. Serdettiği görüşler, otoritenin mutlak reddine
dayanan ferdiyetçi, inkârcı ve değerleri tersine çevirmeyi arzulayan
anlayışı, yani “Nihilizm”i çağrıştırdı bana. Kadîm ulemânın birbirine
karşı tenkitçi tavrı, belli bir ilmî disiplin ve otoriter çerçeve içinde idi.
Onlar birbirlerini, “Kim Peygamber’e daha itaatkâr ve kim daha çok
sahâbenin yolunda?” sorusundan yola çıkarak sorgulamışlardı. Zira
o devirde bilgi kaynaklarının hiyerarşisinde ulemâ arasında esaslı bir
ihtilaf yoktu. Kendisinin bu tebliğde yaptığı ise “temellere/değerlere,
İslâmî varlık-bilgi sisteminin iç uyumuna saldırı” niteliğindedir ve
İbn Asâkir, Târîhu Medîneti Dımeşk, 44/387.
Muhammed 47/19; Yûsuf 12/98
55 Tirmizî, es-Sünen, no. 3570.
53
54
MÜZÂKERE, A.T. DAYHAN
343
mahiyeti tamamen farklıdır. “Rivâyet esas alınırsa insânî hayat çemberi daralacaktır, erdemli ve sivil hayat dumûra uğrayacaktır” şeklindeki bir düşünüş, İslâmî paradigmadan (dünya görüşünden) bir
sapmadır. İşcan’ın oturum sonunda sarfettiği; “İslâm’a göre, Kur’ân’a
göre, Dine göre demektense Bana göre demek daha uygundur” şeklindeki cümlesi de bunu ortaya koymaktadır. Burada ya Ben’i dinin
karşısında veya dışında bir yere konumlandırma vardır (ki bu takdirde otoriteyi inkâr, kendi otoritesini inşâ edebilme amacına yöneliktir) veya dinin ne söylediği konusunda emin olamama, karamsarlık, kaynaklara karşı güvensizlik ve delillerden kaçış vardır. İnsan’dan hareket eden ideoloji veya teorilerden kalkarak, Vahiy merkezli bir dinin kurumlarını eleştirmeye çalışmak, kanaatimce tutarsız
ve anakronik bir yaklaşımdır. Farklı bir medeniyetin, başka bir anlam
dünyasının ürettiği sosyal kavramlar ve kuramların olduğu gibi ve
kendi içinde eleştirilmeden alınarak İslâm’ın varlık ve bilgi dünyasına monte edilmesi büyük bir tehlikedir. En iyimser bakış açısıyla,
İşcan’ın tebliğinde sahâbeye bağlılık üzerine dile getirilen iddiaların,
oryantalist paradigmaya hizmet etmekten öte bir anlam taşımayacağını üzülerek ifade etmek istiyorum.
Kendisinin görüşlerine tamamen katıldığını belirten Hanefi Palabıyık Bey müzâkeresinde şöyle bir cümle kullandı: “Sahâbeye tâbî
olmak (ne demekse tâbî olmak) Hz. Peygamber’in ve sahâbenin geleneğinde olmayan bir şeydir!”.
Tevbe sûresinin 100. âyeti, böyle bir geleneğin olup olmadığı
konusunda aydınlanmamıza vesile olacaktır: “(İslâm dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar
var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur”.
Hz. Peygamber’e (hatta Hz. İbrahim’e ve diğer peygamberlere)
tâbî olmayı emreden âyetlerde (Âlü İmrân, 31, 95; En’âm 153, Câsiye
18) “ittibâ” kavramı hangi anlamda kullanılmışsa, burada da bu kavram o anlamdadır. Bakara sûresinin 143. âyetini, Âlü İmrân sûresinin
110. âyetini, Tevbe sûresinin 100. âyetini, Feth sûresinin 29. âyetini ve
Nisâ sûresinin 115. âyetini görmezden gelip, onlarca sahîh hadis varken “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisinin sıhhat probleminden bahsederek bunun bir “yozlaştırma ve meşrûlaştırma çabası” olduğundan sözetmek, İslâm’ın ana kaynaklarını algılamada bir yozlaşmanın
varlığına işaret eder. Bu iddiadaki bir kimsenin, o âyetlerde sözü edi-
344
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
len “insanlara örnek olan vasat ümmet”le, “insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet”le, “kendilerinden Allah’ın râzı olduğu insanlar”la, “Peygamber’in yanında olup rükû ve secde edenler”le ve “mü’minlerin yolu” ile neyin ve kimlerin kastedildiğini açıklaması icab eder. Bu tavrın, en iyi ihtimalle, siyâsî gâyelerle ashâbı
tahkîr eden veya onların faziletleriyle ilgili âyetleri te’vîl ve reddetme
yolunu seçen İmâmiyye-İsnâaşeriyye’nin emellerine hizmet edeceğine inanıyorum.
“Hz. Peygamber’e yaslanarak konuşmanın kolaylığı...”,
“Rivâyetlerin sıhhat ölçüsü, Hz. Peygamber’in gayb bilgisi ve Kur’ân
dışı vahiy gibi Kur’ân ve İslâm Düşüncesi’nin derin yaralar almasına
yol açan tartışmalar...” gibi cümlelerle sayın Palabıyık da sayın İşcan
gibi “rivâyete/nassa bağlı olmayan bir din algısını” çağrıştıran, böyle
bir özlemi taşıyan yaklaşımlarda bulundu. Bu duruş, İslâm Medeniyeti’nde “akıl” ve “havâss-ı selîme” yanında bilgiyi elde etme
metodlarından biri olarak kabul edilen “haber-i sâdık”ın reddi anlamına gelmektedir. Batı Medeniyeti’nde tek kabul gören “tecrübî
metod”un yanında bizim medeniyetimizin “sem’î metoda” da diğeri
kadar önem atfettiğini, bu farklılığın iki medeniyetin “âlem” anlayışından kaynaklandığını hatırlatmakta fayda var. Konu üzerine Muhammed Imâra’nın Bilgi Kaynağı Olarak Nebevî Sünnet başlıklı makalesinin okunmasını tavsiye ederim.56
Salih Kesgin Bey’in tebliği üzerindeki müzâkeremin yanısıra
problemli bulduğum diğer bazı meselelere dair mülâhazalarımı da
sunma fırsatı verdiği için sayın başkana ve beni sabırla dinleyen siz
değerli dinleyicilere teşekkür ediyorum.
56
http://nebevisunnet.blogspot.com
MÜZÂKERE
Kadir DEMİRCİ
Zeydîlerin Sahâbe Hakkındaki Görüşleri
Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’nin de belirttiği üzere Hz. Peygamber’in
vefatından sonra Sahâbe ilk olarak Müslümanların başına kimin geçeceği problemiyle karşılaştı. Her ne kadar tartışmalar olsa da söz
konusu problem, Hz. Ebû Bekir’in seçilmesiyle aşıldı. Sonra Hz.Ebû
Bekir’in tavsiyesi/vasiyeti ile Hz. Ömer halife oldu. Hz. Ömer’den
sonra da, onun halifeyi seçmek için oluşturduğu komisyon tarafından
Hz. Osman seçildi. Ancak bu seçim esnasında, Hz. Ali ve Hz. Osman’ın şahsında Hâşim oğulları ve Ümeyye oğulları karşı karşıya
geldi. Yine de, büyük bir krize yol açmadan bu sıkıntı da atlatıldı.
Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle ikinci altı yılında meydana
gelen rahatsızlıklar onun öldürülmesiyle sonuçlandı. Peşinden Hz.
Ali’nin hilafet makamına gelmesinden sonra Müslümanlar, önce
Cemel vakasında karşı karşıya geldiler. Bu savaşta, bir tarafta Hz.
Âişe, Talha ve Zübeyir, diğer tarafta Hz. Ali yer alıyordu. Daha sonra
Hz. Ali, Sıffîn’de Muaviye ile, Harura ve Nehrevan’da Haricîlerle
karşı karşıya geldi. Sonuçta Müslümanlardan bir kısmı katil, bir kısmı maktul konumuna düştü. Hz. Ali’nin şehit edilip, Muaviye’nin hilafete gelmesiyle Emevîler dönemi başladı.
Bu gelişen olaylar çerçevesinde Haricîler, Hz. Ali, Muaviye ve
onların tarafında yer alanları tekfir ettiler. Emevîler de, ilk defa devlet
eliyle Hz. Ali’yi hutbelerde kötülemeye başladılar. Bu uygulamaya,
Ömer b. Abdilaziz (101/720) tarafından son verildi. Hicrî birinci asrın
sonlarından itibaren aşırı Şi‘î gruplarca da, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den hemen sonra imam olduğunu kabul etmeyenler ve Hz.
Ali’nin muhalifleri, kötülendi ve tekfir edildi. Görüldüğü üzere başta

Yrd. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
346
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
siyasi saikler olmak üzere muhtelif sebeplerle Müslümanlar birbirlerini kötülemişlerdir.1
Müslüman toplumun farklı gruplarınca hürmet edilen şahsiyetleri kötüleme eylemini tanımlamak için en çok kullanılan Arapça
kavramlar, sebb ve şetm’dir. Buna ilaveten la’n, ta’n, îzâ veya nâle fiili
min edatıyla birlikte kullanılır.2
Kur’ân’da sebb kavramı, bir âyette iki defa yer alır: “(Onların)
Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek
taşkınlıkla Allah’a sövmesinler! ...”3 Burada, Müslümanlara, puta tapanların saygı gösterdikleri putlara sövmemeleri söylenir. Dahası,
Allah’a bu tarzda sebbedenlerin cehaletlerinden dolayı böyle davrandıkları ifade edilir. Şeteme fiili veya küfretme anlamında şetm kökünden herhangi bir müştak kelime Kur’ân’da yer almaz.4
Bununla birlikte sebb ve şetm fiilleri, Kütüb-ü Sitte ve Kütüb-ü
Sitte dışındaki hadis kaynaklarında geçer. Bu hadis kitapları, Peygamberi ve Sahâbeyi yermenin kötü telakki edildiği ve yasaklandığı
hadisler içermektedir.5
Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen olaylar sonucu gelişen Sahâbe’yi kötüleme faaliyetleri, özellikle Şî‘a’nın imamet hususunda imam olacak kişinin nassta açıkça belirtilmesi anlayışını benimsemesinden sonra daha da artmıştır. Bu anlayışları sonucu
Hz. Ali’den önce gelen ilk üç halife ve onların halifeliklerini kabul
edenler rahatlıkla kötülenmiştir. Bu faaliyetler, Müslümanlar arasınBk. Mehmet Ümit, “Ehl-i Beyt Merkezli Yaklaşımlarda Sahâbe İmajı:
Zeydiyye Örneği”, Hz.Muhammed ve Evrensel Mesajı Sempozyumu 20-22 Nisan
2007, İslâmî İlimler Dergisi Yayınları, 2007, ss. 217-228, s. 219.
2 Lutz Wiederhold, “Blasphemy Against the Prophet Muhammad and His
Companions (Sabb al-Rasûl, Sabb al-Sahâba): The Introduction of the Topic
into Shâfi’î Legal Literature and Its Relevance for Legal Practice Under
Mamluk Rule”, Journal of Semitic Studies, XLII/1 Spring 1997, ss. 39-70, s. 40.
3 En’am 6/108.
4 Wiederhold, “Blasphemy Against the Prophet Muhammad and His
Companions …”, s. 41.
5 Bu konu ile ilgili olarak bkz. Lutz Wiederhold, “Blasphemy Against the
Prophet Muhammad and His Companions (Sabb al-Rasûl, Sabb al-Sahâba):
The Introduction of the Topic into Shâfi’î Legal Literature and Its Relevance
for Legal Practice Under Mamluk Rule”, Journal of Semitic Studies, XLII/1
Spring 1997, 41 vd. ; Muhammed Yahya Sâlim İzzân, es-Sahâbe ınde’zZeydiyye, Merkezü’t-Türâs ve’l-Buhûsu’l-Yemenî, San’a 1425/2004, ss. 23-31.
1
MÜZAKERE, K. DEMİRCİ
347
da çeşitli tepkilere yol açmış ve hukukî yaptırımlar uygulanmıştır.
Ancak biz bu hususa girmeyip,6 tebliğimizin konusu olan Zeydîlerin
Sahâbe hakkındaki görüşlerini vermeye çalışacağız. Bu bağlamda önce Zeydiyye Mezhebine genel olarak değindikten sonra ilk Zeydî fırkaların Sahâbe hakkındaki görüşlerini ele alacağız.
Zeydiyye Mezhebi ve İlk Zeydî Fırkalar
Zeydiyye, Şî‘a’nın alt bir kolu olup, siyasi olarak Zeyd b.
Ali’nin 122/740 yılındaki ayaklanmasıyla ortaya çıkmıştır. Zeydiyye
ismi, mezhebin kurucusu olarak görülen Zeyd b. Ali’nin ismine
nisbetle verilmiştir. Emevîlere karşı ayaklanmasının hazırlık aşamasında Kûfe Şi‘îlerinden bir grup, Zeyd’e Hz. Ali’den önce halife olan
Hz.Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşünü sormuşlar. Zeyd b.
Ali de onlar hakkında olumsuz bir şey söylemeyip, onlardan uzaklaşmadığı ve onları hayırla andığı için bu grup, Zeyd’ten desteklerini
çekmiş ve yeğeni Ca’fer Sâdık’ı desteklemişlerdir.7 Sonuçta Zeyd’in
yanında kalanlar Zeydîler olarak isimlendirilmiştir.
İlk Zeydiyye, genel olarak Kûfe Şi‘îliğindeki iki akımdan yani
Cârûdiyye ve Betriyye’den oluşmaktaydı. 8 Cârûdiyye, daha önce
Muhammed Bâkır’ın taraftarı olan Ebu’l-Cârûd Ziyâd b. Münzir’den
sonra böyle isimlendirildi. Ebu’l-Cârûd, Muhammed Bâkır’ın çoğu
taraftarınca terk edilen Zeyd’i destekledi.9
Betriyye, başlangıçta Bâkır’ın bazı öğretilerini kabul etmeyen
ılımlı Şi‘îlerden bir gruptu. Muhammed Bâkır zamanındaki Betrî liderler olan Kûfeli Kesîr en-Nevâ, Sâlim b. Ebî Hafsa (133/750), Hakem b. Uteybe (114/732), Seleme b. Kuheyl (122/740) ve Ebû Mikdâd
Sâbit el-Haddâd, öğretisindeki belirsizliklerden dolayı Bâkır’ı eleştirirler ve onu dinde biricik otorite olarak kabul etmezler. 10
Betriyye, genel Kûfe Hadis hareketinin bir parçasıydı.
Zeydiyye arasında da önceleri Betriyye’nin görüşleri yaygın idi. Kûfe
Wiederhold, “Blasphemy Against the Prophet Muhammad and His
Companions …”.
7 Belâzürî, Ensâbu’l-eşrâf, c. III, s. 436.
8 Wilferd Madelung, “Zaydiyya”, EI(2), c. XI, E.J. Brill, Leiden 2002, ss. 477481, s. 477.
9 Nâşi el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, ss. 42-43; Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss.
178-181; Ümit, Zeydiyye-Mu’tezile Etkileşimi, s. 101.
10 Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss. 77-78, 183-188.
6
348
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hadisçiliği II./VIII. asrın sonları ve III./IX. asırda Sünnîlik tarafından
özümsenince Zeydiyye içerisinde, Cârûdiyye’nin imâmet görüşleri
hâkim hale geldi.11
Diğer mezhepler gibi Zeydiyye de süreç içerisinde bir fırka
olarak teşekkül etmiştir. Bu çerçevede Zeydiyye ekolünün fikrî gelişimi, Zeyd b. Ali ile başlamış, Kāsım Ressî (246/860) ve onun nesli
döneminde Şî‘a içerisinde farklı ve sistemli bir kelamî yapıya kavuşmuştur. Zeydî düşünce, Kāsım Ressî’nin torunu Hâdî İlelhak Yahya
b. Hüseyin (298/911) ile birlikte artık tamamen şekillenmiştir. Mezhebin temel esasları, Tevhîd, Adl, el-Va’d ve’-Vaîd, el-Emru bi’l-Ma’rûf
ve’n-Nehyu ani’l-Münker ve İmâmet’tir.12
Zeydîler ilk olarak 250/864 yılında Güney Hazar bölgesinde
Taberistan’da 13 devlet kurdular. Hz. Hasan evladından Hasan b.
Zeyd (270/884), 250/862 yılında Taberistan’a gelip, burada
Tahiroğullarının hâkimiyetine son vermiş ve Taberistan Zeydî Devleti’ni kurmuştur. Bu devletin bölgedeki alt yapısı; siyasi olarak mevcut
iktidarla başı dertte olan Fatıma evladının iktidar merkezinden uzakta olan söz konusu bölgelere gelip faaliyetlerde bulunmalarıyla,14 fikrî
olarak da Medine yakınlarında Ress’te bir ders halkası oluşturan
Kāsım Ressî’ye çok çeşitli beldelerden gelerek, onun fikirlerini öğrenip, memleketlerine geri dönen öğrencileri15 ve yine öğretilerini yayWilferd Madelung, “Batriyya or Butriyya”, EI(2) Supplement, c. XII, LeidenBrill 2004, ss. 129-130.
12 Hâdî İlelhak Yahya b. Hüseyin (298/910), Usûlü’d-Dîn, (tahk. Abdullah b.
Muhammed eş-Şâzelî, Mecmûu Resâil-i’l-Hâdî ile’l-Hak içinde) Müessesetü’lİmam Zeyd b. Ali es-Sekâfiyye, Ammân 1421/2001, ss. 191-196; Emîr Hüseyin
b. Bedrüddîn Muhammed (663/1265), Yenâbiu’n-nasîha fi’l-akâidi’s-sahîha,
tahk.: Murtazâ b. Zeyd Mahatvarî Hasenî, Mektebetü Bedr, San’a 1420/1999,
s. 25 vd. Ayrıca bk. İsa Doğan, “Zeydiyye Mezhebi”,Milletlerarası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu, İSAV yay. , İstanbul 1993, ss. 557-600, ss. 578587; Yusuf Gökalp, “Zeydiyye mezhebinin görüşleri, kültürel mirası ve İslâm
düşüncesine katkıları”. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 7/2
(2007), ss. 95-112.
13 Taberistan Zeydileri hakkında bkz. Hasan Yaşaroğlu, Taberistan Zeydîleri,
Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniv. Sos. Bil. Ens. , İstanbul 1998, ss. 66
vd. ; Yusuf Gökalp, Zeydîlik ve Taberistan’da Yayılması, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara 1999, ss. 50-113.
14 Ümit, Zeydiyye-Mu’tezile Etkileşimi, ss. 141 vd. ; Gökalp, Zeydîlik ve
Taberistan’da Yayılması, ss. 50-62.
15 Ümit, Zeydiyye-Mu’tezile Etkileşimi, s. 168. Bu yerler arasında Taberistan
bölgesi de yer alır. Nitekim Kāsım Ressî Taberistan halkından Ubeydullah b.
11
MÜZAKERE, K. DEMİRCİ
349
mak amacıyla Kāsım Ressî’nin çeşitli beldelere gönderdiği dâîleri16
vasıtasıyla hazırlanmıştır. Hasan b. Zeyd (270/884) liderliğinde kurulan Taberistan Zeydî Devleti, yaklaşık altmış beş yıl bağımsızlığını
sürdürmüştür.17 Zeydîler daha sonra sürekli bağımsızlıklarını muhafaza edememiş, etkinlik alanları daralmış ve nüfusları azalmış olmakla birlikte, Ruyan, Deylemân ve Gîlân’da X./XVI. yüzyılın ilk çeyreğine yani Şah Tahmasb-ı Safevî dönemine kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu dönemde bölgede kalan Zeydîlerin çoğunluğu On iki
İmam Şi‘îliği’ne geçmiştir.18
Zeydîler tarafından diğer bir devlet de 284/897 yılında Hâdî
ile’l-Hak Yahya b. Hüseyin (298/911) liderliğinde Sa’de merkezli olarak Kuzey Yemen’de kurulmuştur.19 Bu devlet zaman zaman bağımsızlığını kaybetse de bölgede yaşayan Zeydîler varlıklarını günümüze
kadar sürdürmüşlerdir. Bugün Zeydîler, en yoğun olarak ve Sa’de
merkezli Kuzey Yemen’de yaşamaktadırlar. Zeydî ve Mu’tezilî kaynakların pek çoğu da buradaki özel ve genel kütüphaneler vasıtasıyla
günümüze ulaşmıştır.
İslâm düşünce Tarihinde özellikle Şî‘a’nın 20 ve dolayısıyla
Zeydiyye’nin sahâbe hakkındaki görüşleri imâmet anlayışları etraSehl ve Hişam b. el-Müsennâ adında iki kişinin tevhid ve Allah’ın sıfatları
konusundaki insanların ihtilaflarına dair sorduğu soruları konu alan bir risale yazmış ve bu risale günümüze ulaşmıştır. Bu risalenin Arapça metni ve
notlandırılmış İngilizce çevirisi için bk. Binyamin Abrahamov, “The
Tabaristânis’ Question Edition and annotated translation of one of al-Kâsim
ibn Ibrâhîm’s Epistles”, Jerusalem Studies in Arabic and Islam, 11 (Jerusalem
1988), ss. 16-54.
16 Ebü’l-Hasan Hüsameddin Humeyd b. Ahmed Muhallî (652/1254),
Hadâiku’l-verdiyye fî menâkıbi eimmeti’z-Zeydiyye, I-II, Mektebetü Bedr li’tTıbâ’a ve’n-Neşr ve’t-Tevzî’, San’a 1423/2002, c. II, s. 7.
17 Bk. Yaşaroğlu, Taberistan Zeydîleri, ss. 68-157; Gökalp, Zeydîlik ve
Taberistan’da Yayılması, ss. 63-103. Krş. M.S. Khan, “The Early History of
Zaydî Shî’ism in Daylamân and Gîlân”, ZDMG, Band 125 (1975), Wiesbaden,
ss. 301-314, s. 306.
18 Wilferd Madelung, Religious Trends in Early Islamic Iran, The Persian
Heritage Foundation, New York 1988, s. 92; Madelung, “Alids of Tabarestân,
Daylamân and Gîlân”, Eır, c. I, s. 885; Abdu’r-Refî’, Cunbiş-i Zeydiyye der İran,
İntişârât-ı Âzâd-ı Endişân, Tahran 1359, ss. 140-141.
19 Yemen Zeydiliği hakkında bkz. Yusuf Gökalp, Zeydîlik ve Yemen’de Yayılışı,
Basılmamış Doktora Tezi, AÜSBE, Ankara 2006, ss. 91-177.
20 Bu bağlamda İmâmiyye Şİası’nın imâmet hakkındaki görüşleri için bk.
Etan Kohlberg, The Attitude of the Imâmî Shî’is to the Companions of the Prophet,
350
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
fında şekillenmiştir. Bu bağlamda ilk Zeydî fırkaların başta ilk üç halife olmak üzere sahâbe hakkındaki görüşlerini de ileri sürdükleri
imâmet anlayışları belirlemiştir.
İlk Zeydî fırkalardan Cârûdîler, Hz. Peygamber’in, kendinden
sonra Ali b. Ebî Tâlib’i ismen değil, özellikleri ile imâmete tayin ettiğini, sahâbenin Ali’yi terk ederek dalâlet ve küfre düştüğünü, Ali’den
sonra imamın Hasan, sonra Hüseyin olduğunu ileri sürerler.21 Dolayısıyla Hz. Ali’den önceki ilk üç halifenin imametini reddettiler. Onlara göre ilk olarak Hz.Ebû Bekir ve Ömer, Ali’nin yöneticisi olmuş
ve onun hakkını gasp etmişlerdir. Halbuki Rasûlullah onların üzerine
Hz. Ali’yi yönetici ve kendinden sonra halife kılmıştı.22 Söz konusu
ilk üç halifeyi, onların imametlerini benimseyip Hz. Ali’yi terk eden
sahâbeyi ve kendi anlayışlarında olmayan Müslümanları küfürle suçladılar.23 Cârûdîler, fazilet ve Müslümanların ihtiyaç duyacakları konulardaki ilimde Âl-i Muhammed’in küçük veya büyük olsun hepsinin birbirine eşit olduğunu benimserler.24 Dolayısıyla dinî bilgi için
sadece imam tanıdıklarına değil, Hasan ve Hüseyin evladının tamamına dayanırlar. 25 Bu bağlamda Hz. Peygamber’in sözlerinin
rivâyetinde başta imamları olmak üzere Ehl-i Beyt’in tamamı otorite
olarak kabul edilirken sahâbeye bu hususta pek yer vermezler.
Betrîler, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den sonra sahâbenin en
üstünü olduğunu benimsediler. Bununla birlikte, ondan önce gelen
Hz. Ebû Bekir ve Ömer’in hilafetini Hz. Ali onlara biat ettiğinden
meşru saydılar. Dolayısıyla onlar hakkında olumsuz bir şey söylemediler. Onları dost edinip, düşmanlarından uzaklaştılar. Hz. Osman
hakkında ise çekimser kaldılar, hilafetinin son altı yılında onu halife
Ph.D. Dissertation, Oxford University, Oxford 1971; a.mlf. "Some Imami Shi'i
Views on the Sahaba" Jerusalem Studies in Arabic and Islam, V (1984), 14375.
21 Nâşî el-Ekber, Mesâilu’l-imâme, 42; Eş’arî, Makâlât, 67; Bağdâdî, Mezhepler
Arasındaki Farklar, 26; el-Milel ve’n-nihal, I, 255. Bu anlayışlarından dolayı
Malâtî onları Râfızî fırkalara arasında sayar. Bk. Malâtî, Tenbîh, 23.
22 Nâşî el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, s. 42; krş. Hayyât, İntisâr, s. 225.
23 Nâşi el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, s. 42; Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss. 9293.
24 Nâşi el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, s. 43.
25 Kummî/Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, s. 181; Madelung, “Imâma”, EI(2), c. III, s.
1166.
MÜZAKERE, K. DEMİRCİ
351
kabul etmediler.26 Cemel’de Hz. Ali’nin karşısına çıkan Talha ve Zübeyir’i kusurlu bulurlar. 27 Betrîler, Cârûdîlerin aksine ilimde bütün
insanların müşterek olduklarına, ilimde Ali evladından, Arap veya
Acemden herhangi bir kimsenin özel kılınmadığı anlayışını benimserler.28 Betrî liderlerinden Hasan b. Salih b. Hayy (167-169/784-786),
mefdûlün imâmetinin meşrûluğunu ilk öne süren kişi olarak kaydedilir.29 O, Hz. Ali’yi hepsinden üstün kabul etmekle birlikte, bütün
sahâbeyi dost edinir.30 Sadece Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yılı ile
ilgili olarak çekimser kalır. Ayrıca onun Hz. Osman’a rahmet dilemediği de kaydedilir.31
Görüşleri Betriyye’ye çok yakın olan Süleyman b. Cerîr ve taraftarları, imâmetin şûrâyla olacağını ve ümmetten iki kişinin mutabakatıyla gerçekleşeceğini ileri sürerler. 32 Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’den sonra sahâbenin en üstünü ve imâmete en layık olanı olduğunu kabul ederler. Sahâbenin, içtihatta bulunarak imamete Ebû Bekir’i seçmekle hata ettiklerini, ancak bu hatalarının küfrü ve fâsıklığı
gerektiren bir hata olmadığını; zira içtihat illetinin onları küfre ve dalâlete düşürmeyeceğini öne sürerler.33 Hz. Osman’dan teberrî eder ve
isyancıların kendisini öldürdükleri sebeplerden dolayı onu tekfir
ederler.34 Hz. Ali ile harp edenlerin kâfir olduklarına hükmederler.35
İlim anlayışında da Betrîler gibi düşünürler. 36
Nâşi el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, ss. 43-44; Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss.
71, 77-78, 91; Ebû Ca’fer Muhammed b. el-Hasan b. Ali et-Tûsî, İhtiyâru
ma’rifeti’r-ricâl el-ma’rûf bi ricâli’l-Keşşî, Dânişgâh-ı Meşhed 1348, 236 (no: 429).
27 Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss. 184.
28 Nâşî el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, s. 44.
29 Ahmed b. Hamdan b. Ahmed Ebû Hâtim er-Râzî, Kitâbu’z-Zîne, thk. Abdullah Sellûm es-Samerrâî, Dâru Vâsıt, Bağdad 1982, 302.
30 İbn Hazm, el-Fisal, I, 369.
31 Cemaluddin Ebi’l-Haccac Yusuf el-Mizzî, Tehzîbu’l-kemâl fi esmâi’r-ricâl, IXXXV, thk. Beşşâr Avvâd Ma’rûf, Muessesetü’r-Risale, Beyrut 1992, VI, 181,
184-5; Ebû Abdullah Şemsuddin b. Muhammed b. Ahmed b. Osman ezZehebî, Siyeru a’lâmi’n-nubelâ, I-XXV, thk. Şuayb Arnavut, Müessesetu’rRisale, Beyrut 1993, VII, 363-4, 366-7, 371; Mizânu’l-i’tidâl, I, 496-7, 499
32 Eş’arî, Makalât, 68; Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 28.
33 Nâşî el-Ekber, Mesâilu’l-imâme, 44; Nevbahtî, Fıraku’ş-Şî‘a,9. krş. Neşvânu’lHımyerî, Hûru’l-Ayn, 203-4.
34 Eş’arî, Makalât, 68; Bağdâdî, Mezhepler Arasındaki Farklar, s. 28.
35 Kummî-Nevbahtî, Şi‘î Fırkalar, ss. 71
36 Nâşî el-Ekber, Mesâilü’l-imâme, s. 44.
26
352
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Görüldüğü üzere Betrîler ve Süleyman b. Cerîr taraftarları,
imâmet anlayışları bağlamında başta Hz. Ali’den önce halife olanlar
olmak üzere genel olarak sahâbeyi küfürle itham etmezler ve kötülemezler. İlim anlayışlarına uygun olarak da, Hz. Peygamber’in hadislerini rivâyette Hz. Hasan ve Hüseyin evladına öncelik vermekle
birlikte sadece onlara hasretmezler ve sahâbenin otoritesinde de
rivâyette bulunurlar.37 Zeydî fırkaların sahâbe hakkındaki anlayışları,
Cârûdîler ile Betrîlerin benimsedikleri iki konum arasında farklı tonlara sahiptirler.
Zeydî İmamları ve Zeydî Âlimlerinin Sahâbe Hakkındaki
Görüşleri
Zeydî âlimler sahâbeyi kötüleme ve küfürle itham etmenin
yanlışlığına ilişkin kitaplarında müstakil bölümler tahsis etmişler ve
bazen de müstakil eserler yazmışlardır.Buna Yahya b. Hamza elHüseynî(747/1346)’nin Risâle Vâzie li’l-mu’tedîn an sebbi Sahâbe,38 isimli
eserini örnek verebiliriz. Bunun dışında Zeydî hadisçilerden Muhammed b. Ahmed Ebi’s-Selc (325/ )’in Fadâilu’s-Sahâbe isimli eserini,
Müeyyed Billâh Ahmed b. Hüseyin Hârûnî (411/)’nin Kâbûs isimli bir
şahsa sahâbeyi ta’n etme hususunda yazdığı risâleyi, Ebu’l-Kāsım elBustî (420/)’nin et-Tahkîk fi’l-ikfâr ve’t-tefsîk isimli eserinde sahâbeye
ayırdığı müstakil bölümü, Yahya b. Hamza (747/1346)’nın Etvâku’lhamâme fî hamli’s-sahâbti ale’s-selâme isimli eserini, Ahmed b. Mîr
Hasenî el-Gîlî (VIII./ asır)’ninsahâbenin faziletleri hakkındaki
Safvetü’s-safve isimli eserini, Yahya b. Hüsetin b. Kāsım (1100/)’ın
Münteha’l-isâbe fî mâ yecibu min riâyeti hakkı’s-sahâbe isimli eserini, Abdullah b. Ali Vezîr (1144/)’in İrsâlu’z-züâbe beyne cenbeyi mes’eleti’ssahâbe gibi pek çok eseri sayabiliriz.39 Ancak Zeydîlerin sahâbe hakEtan Kohlberg, “Some Zaydī Views on the Companions of the Prophet”,
Bulletin of the School of Oriental and African Studies, University of London,
Vol. 39, No. 1 (1976), ss. 91-98, s. 98.
38 Yahya b. Hamza el-Hüseynî (747/1346), Risale Vâzie li’l-mu’tedîn an sebbi
Sahâbe, Meahâ İrşâdu zevi’l-fiten li ib’âdi Gulâtı’r-Ravâfıd mine’l-Yemen, te’lîfu
Ebî Abdirrahman Mukbil b. Hâdî el-Vâdiî, Mektebetü’t-Tev’ıyyeti’lİslâmiyye, Dâru’l-Hadîs bi Dimâc, Kâhire, 1409. Yazarın bu eserde sebbetme
ve kötüleme faaliyetlerine karşı sahâbeyi savunması hususunda geniş bilgi
için bk. Ümit, “Ehl-i Beyt Merkezli Yaklaşımlarda Sahâbe İmajı …”, ss. 222228.
39 Zeydîlerin sahâbe hakkında yazdıkları bu eserler ve bunlar dışındakilerle
ilgili olarak bk. İzzân, es-Sahâbe ınde’z-Zeydiyye, ss. 18-21.
37
MÜZAKERE, K. DEMİRCİ
353
kında yazdıkları eserlere işaretle yetinip, bu başlık altında sahâbe
hakkında Zeydî imamlarının ve âlimlerinin görüşlerinden örnekler
vereceğiz.
Zeyd b. Ali’nin konuya ilişkin görüşüne yukarıda işaret etmiştik. Zeydî imamlar arasında önem bakımından Zeyd b. Ali’den sonra
Kāsım Ressî zikredilir. O, risâlelerinde Hz. Ali’den önceki halifelerin
hilafete geliş tarzlarını uygun bulmayarak onları eleştirir. Bu çerçevede önce imamı toplumun seçmesi anlayışını dolayısıyla Hz.Ebû
Bekir’in hilafete geliş tarzını, sonra Hz. Ömer’in daha sonra da
Hz.Osman’ın hilafete geliş şeklini geçersiz kılar.40 Ancak onların hilafetlerinin meşru olup-olmadığına dair açık bir beyanda bulunmaz.
Muhtemelen konjonktürün de etkisiyle onların isimlerini açıkça zikrederek eleştirmez. Bu bağlamda Yahya b. Hamza(747/1346), Kāsım
Ressî’ye Hz. Ebû Bekir ve Ömer hakkında sorulduğunda “Onlar bir
ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız size aittir...”41 âyetiyle cevap verdiğini, bunun, onların durumlarını Allah’a bıraktığına ve bunun daha selâmetli bir yol olduğuna işaret ettiğini, Kāsım’ın, o ikisinin icraatlarını tasvip etmemekle
birlikte Râfıza’nın dediğini söyleyip, aşırıya da gitmediğini ve bunun,
sebbi ve kötülemeyi terk etmek anlamına gelmeyen bir tutum olduğunu ifade eder.42
Kāsım, Hz. Ali’yi dost edinmenin (velâyet) ve düşmanlarından
uzaklaşmanın (teberrî) Müslüman olmanın gereği olduğunu
belirtir. 43 Savaşlarında Hz. Ali’ye katılmayanları sapkın olarak
niteler. 44 Hz. Ali ile savaşanların da Allah ve Rasûlü ile savaştığı
anlayışında olduğu aktarılır. 45 Emevî yönetimini zâlim yönetime,
Emevi halifelerini de zâlim imamlara örnek olarak verir ve hiçbir
ilacın onlara fayda vermediğini ifade eder. Onların, Rablerinin
kanunlarına karşı geldiklerini, onlara karşı mücadele edenlerin
hakikat üzere olduklarını ve Allah’ın onlara yardım ettiğini belirtir.
Emevî halifelerini dalâlete yol açan nedenlerden görmekte, onlardan
Bk. Kāsım Ressî, el-İmâme, c. II, s. 162, 197-208; a.mlf. , Tesbîtü’l-imâme, c. II,
ss. 161-164.
41 Bakara 2/134, 141.
42 Yahya b. Hamza, er-Risaletü’l-vâdıa li’l-mu’tedîn an sebbi Sahâbeti seyyidi’lmürselîn, s. 179.
43 Kāsım Ressî, Mesâilü’l-Kāsım, c. II, ss. 560, 656.
44 Kāsım Ressî, Mesâilü’l-Kāsım, c. II, s. 564.
45 Kāsım Ressî, Mecmûu kütübi ve resâil, c. II, s. 220.
40
354
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
sonra gelen kötü insanları (yöneticileri) Emevîlerin varisleri olarak
görmekte
ve
yöneticileri
onlara
benzememe
konusunda
46
uyarmaktadır. Kāsım Ressî İbnü’l-Mukaffa’ya yazdığı reddiyesinde
“İbnü’l-Mukaffa’nın dinimizi ve Rabbimizin ahkamını Muaviye b.
Ebî Süfyan’ın ahkamı ve Muaviye’den sonra gelen Mervan oğulları
hükümdarlarının ahkamı olarak düşündüğünü görüyorum. … Onlar
dinimizin düşmanlarıdır. Onların ahkamı Rabbimizin ahkamı
değildir. Dinimizin hükmü asla içine zulüm karışmayandır. …” 47
ifadeleriyle Muaviye b. Ebî Süfyan ve Emevî halifelerini gayrı meşru
kabul ettiği açıkça görülmektedir.
Kāsım Ressî’den sonra Zeydî imamlar arasında en önemli isim,
Yemen Zeydî Devleti’nin kuran Kāsım’ın torunu Hâdî İlelhak Yahya
b. Hüseyin’dir. O Hz. Peygamberden sonra imametin Hz. Ali, Hasan,
Hüseyin’de daha sonra da Hz. Hasan ve Hüseyin soyunda olduğu
anlayışını benimser. İmâmete geliş yolu bağlamında Hz. Ali’den önce
gelen halifeleri ve onların imamete geliş yollarını dedesi Kāsım
Ressî’den daha açık bir şekilde eleştirir ve onların hilafetlerini meşru
kabul etmez.48 Bunda muhtemelen bağımsız bir devlet lideri olması
da etkili olmuştur.
Hazar Zeydî Devleti’nin kurucusu Hasan b. Zeyd (270/884)’in
Hz. Âişe’yi lanetleyen bir kimsenin idam edilmesini emredip,
Alioğulları da, kendilerinden birine verilen böyle ağır bir hükme karşı çıkınca, Hasan, Hz. Âişe’yi lanetlemenin Hz. Peygamber’e
sebbetmekle eşit derecede olduğunu belirttiği49 aktarılır.
Binyamin Abrahamov (İng. çeviri, giriş ve notlarla nşr.), al-Kâsim b. Ibrâhîm
on the Proof of God’s Existence Kitâb al-Dâlil al-Kabîr, E.J.Brill, Köln-New YorkKobenhavn-Köln 1990, s. 170-171.
47 Kāsım b. İbrâhim er-Ressî (246/860), er-Redd ale’z-zındîk İbnü’l-Mukaffa
(Mecmûu kütübi ve resâili’l-İmâm el-Kāsım b. er-Ressî, içinde c. I, ss. 319-385),
tahk.: Abdülkerîm Ahmed Cedbân, Dâru’l-Hikmeti’l-Yemâniyye, San’a
1422/2001, c. I, ss. 355-357.
48 el-Hâdî ile’l-Hakk Yahya b. el-Hüseyin, Kitâbu’s-siyer (Kitâbu’l-Ahkâm fî
beyâni’l-helâl ve’l-harâm, içinde c. II, ss. 359-411) Mektebetü’l-Yemeni’l-Kübrâ,
San’a 1990, s. 366; a.mlf, fî tesbîti’l-imâme, (Kitâbu’l-Müntehâb ve yelîhi eydan
Kitâbu’l-Fünûn içinde ss. 493-504) Dâru’l-Hikmeti’l-Yemâniyye, San’a
1414/1993, ss. 495-503. Ayrıca bk. Kohlberg, “Some Zaydī Views on the
Companions of the Prophet”, s. 94, dipnot 28.
49 Bk. Kohlberg, “Some Zaydī Views on the Companions of the Prophet”, s.
97.
46
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI
Yusuf BENLİ
Bu bildirinin amacı, Ehl-i Sünnet kimliğinin inşâ ve çerçevesinin belirlenmesinde sahâbe anlayışının etkilerini incelemek, aynı zamanda
sahâbeye efdaliyet konumu kazandırılmasında ve sahâbenin tezkiyesinde
de Ehl-i Sünnet’in rolünü tespit etmektir. Ayrıca, Ehl-i Sünnet kaynaklarında sahâbenin yerini tayin etmek, Sünnî kaynaklarda sahâbe bağlamında oluşan kriterlerin kullanımına bağlı olarak oluşan Sünnîlik tavrını ortaya koymak ve sonuçlarını değerlendirmektir.
I. Giriş
İlk Dönem Siyasî Hâdiselerin Sahâbeye Dâir Sonuçları
İlk dönem İslâm toplumunda siyasî iç karışıklıkların şekillendirdiği siyasî-fikrî hareketler olarak ortaya çıkan ve daha sonra fırkalaşma süreci yaşayan gruplar arasındaki ayrılık ve farklılaşmaların
esas nedeni hilâfet/imâmet mevzuu ile alakalı hususlardı. Hilafet meselesi ve “mürtekib-i kebîre” konusu gibi ilk ihtilaf konuları bazı sahâbî
şahsiyetlerle ilgili görüş ayrılıklarından kaynaklanmıştır.
Sonuçta, ihtilaf konusu edilen sahâbîye taraftarlık veya karşıtlık olarak ortaya çıkan oluşumların her biri ana bünyeden ve diğer gruplardan
ayrılıp müstakil bir hüviyet kazanmışlardır. Fırkaların sahâbeye yönelik
muhtelif bakış açılarına sahip olmalarında ve sahâbeye dâir değişik yargıya ulaşmalarında; şüphesiz, dönemin tarihî, siyâsî, sosyal ve benzeri şartları etkili olmuştur. Tarihî süreçte, hakkında ihtilaf edilen sahâbe ile ilgili
farklı anlayışlar, zamanla kişilerle ilgili olmanın ötesinde fikrî boyut kazanarak fırkalar arasında tartışma konusu yapılmıştır. Meseleye yaklaşım bir
inanç meselesi halini almış, siyasî ve tarihî bir olay olmaktan çıkarılmış, bir
yargılama, suçlama, savunma tarzında çekişme ve çatışmaları da körüklemiştir.

Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
356
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İlk dönem farklı sahâbe anlayışları şeklinde ortaya çıkan durumun
kendisi, tedvîn dönemine ilişkin gelişmelerden, siyâsî-fikrî çatışmalara değin İslâm tarihinde birçok alanda, daha sonraki gelişmelerin önemli bir sebebi ve sâiki olmuştur. Aynı zamanda sahâbeye bakışın farklılaşması; bilgi
kaynaklarındaki ayrılıklara yol açmış, dinin temel kaynaklarından biri
olan hadis rivâyetine bakışı etkilemiş ve farklı din anlayışlarını oluşturan
bir dizi sonuçlar da ortaya çıkarmıştır.
Hz. Ali’ye düşmanlık yapan Haricîlerle, benzer tutumu sürdürdüğü anlaşılan Emevîlerin ve diğer taraftan Hz. Ali taraftarı çevrelerin birbirleriyle mücadeleleri, sahâbeye dair “sebbü’s-sahâbe”,
ta’n, şetm, teberrî ve tekfir anlayışına tesir etmiş ve yaygınlaşmasında
etkili olmuştur. Süreçte ortaya çıkan akidevî-kelamî problemlerden birisini de sahâbe konusu teşkil etmiştir.
Kimi sahâbî şahsiyetlere bakıştan haberdar olmamızı sağlayan
dönemin birinci el kaynakları arasında günümüze ulaşan bazı metinler, meselâ Sebeî gibi zümrelerin özellikle ilk iki halife hakkındaki
olumsuz fikirlerini tespitte önem arzetmektedir.
İlk dönemin Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e yönelik teberrî anlayışını gösteren ilk metinlerden 70/689'li yılların başında yazılan Haricî-İbadi Salim b. Zekvan’ın Sîre’sinde; Hz Ebû Bekir ve Hz. Ömer
hakkında Sebbâbe (Sebeiyye)'den pek çoğunun ilk iki halifeden uzaklaştıkları, onlarla ilgili yalanlar söyledikleri ve onlara karşı zulümleri
ifade edilmektedir.1 Yine, Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye (99/717)
tarafından Hz. Ebû Bekir ve Hz. Osman aleyhtarı Sebeiyye'nin fikirlerini çürütmek için kaleme alınan Kitabü'l-İrcâ da, Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer hakkında Kûfe Şi‘îliğinin izlerini taşıyan önemli kaynaklar
arasında sayılır. Muhtemelen 73/692 yılında yazılan “Kitabu’l-İrcâ”
adlı risâlede yer alan şu ifadelerde; …Şâyet biri bize konumumuzu ve
dünya görüşümüzü sorarsa, bizler… imamlarımız arasında Ebû Bekir
ve Ömer’i tasdik ederiz, bunlara itaat edilmesi gerektiğini savunur ve
bunlara karşı gelinmesini de kınarız Onların düşmanlarının düşmanlarıyız. …Ebû Bekir ve Ömer’e sadık kalmaya gayret gösteriyoruz, zira toplum bu ikisi hakkında her hangi bir mücadeleye ya da tartışmaya girmemiştir...” Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i doğru yolda bulunan halifeler olarak kabul etmiş olan Hasan b. Muhammed b. el-
Bkz. Kutlu, Sönmez, “Salim b. Zekvan’ın Sîre Adlı Eserindeki Mürcie İle İlgili Kısmın Tercümesi”, AÜİFD, XXXV(1996), Ankara 466-475.
1
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
357
Hanefiyye’nin bu metninde, ilk halifelere dil uzatan zümreler
Sebeiyye (es-Sabeiyye el-Mütemenniye) olarak adlandırılmıştır.2
Hicri I. asrın son çeyreğinden itibaren Hz. Ali taraftarı bazı
çevrelerde Hz. Ali’yi ilk iki halifenin üzerine yerleştirme eğilimi,
Muhtar es-Sakâfî’nin ölümünden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i
kötüleme fikrine dönüştü. “Sebeî” kavramı; Salim b. Zekvan’ın
Sîresi’nde Hz. Osman karşıtlığı için kullanılırken, teberrî fikrine sahip
olan Sebeîlere reddiye mahiyetinde olan Kitabu’l-İrcâ’da ise, ilk üç halifenin aleyhtarlığını da içine alan anlamda kullanılmış olmalıdır.
Sahâbeye ilişkin olumsuz tavırlara karşın ilk dönem Hz. Ebû Bekir
ve Hz. Ömer hakkında herhangi bir tartışmaya girmeyen “ircâ” anlayışı ve ilk tarafsız zümrelerde görülen fitneden uzak durma tavırları3,
ilk Sünnî görüşün nüvesi durumundadır. Sahâbe arasında vukû bulan
ihtilaflar ve özellikle çatışma konuları ile ilgili hususlara dair Sünnî
yaklaşımın, genellikle “sahâbenin sadece hayırla anılması müstesna,
başka türlü kendilerinden bahsetmekten kaçınılır” 4 şeklinde olduğu
görülmektedir.
Ehl-i Sünnet’i, fikrî ve dinî bir oluşum olarak ortaya çıkaran
hâdiseler ve şartlar, sahâbe anlayışı farklılaşmalarıyla irtibatlı bir süreçle de ilgilidir. Dolayısıyla, Ehl-i Sünnet kimliği doğrudan sahâbe
anlayışı ile ilişkili bir sürecin sonucu oluşmuştur denebilir.
II. Ehl-i Sünnet Kimliğinin Belirlenmesinde Sahâbe Anlayışının Etkileri
1. Ehl-i Sünnet’in Tanım ve Teşekkülünde Sahâbe Anlayışının Yeri
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat veya kısaca Ehl-i Sünnet’in klasik
tasnif sistemi içinde “Selef dönemi” veya “Ehl-i Sünnet-i Hâssa” olarak isimlendirilen safhası ve bu devreden bir asır sonraki gelişmelerle
“Halef ” dönemi veya “Ehl-i Sünnet-i Âmme” isimleri altında ele alınan dönemleri5 sahâbeyi6 dinî hassasiyet konusu yapmıştır.
Kutlu, Sönmez, “İlk Mürciî Metinler ve Kitâbu’l-İrcâ”, AÜİFD,
XXXVII(1997), 324-328, 327.
3 Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim (548/1152), el-Milel ve’n Nihal, thk.
Emir Ali Mehnâ-Ali Hasan Fâur, I-II, Beyrut 1998, I, 161.
4 Taftâzânî, Ömer b. Abdullah, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, haz.
Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, 340.
5 Fığlalı, E. Ruhi, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, İzmir 2004, 63-78.
2
358
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sonraki devirlerde Ehl-i Sünnet isminin kaynağı olarak İslâm
ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtilen rivâyet gösterilmiştir. Bu rivâyetde “kurtuluşa erecek” tek fırkanın, “Ehlu’s-Sunne ve’lCemâ’a” olduğu ifade edilmiş, bunların da Hz. Peygamber’in ve
ashâbının yolunda olanlar olduğu belirtilmiştir.7 “Hz. Peygamber’in
ve ashâbının yolu” veya “sahâbenin ve tabiînin mezhebi” ve “Hz.
Peygamber’in sünneti” kavramlarına, ilk dönemden itibaren farklı kişilerin kullanımında içerik itibariyle çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Bu
anlamlandırmalara göre de Ehl-i Sünnet’in öncüleri olarak görülenler
ve Ehl-i Sünnet kapsamında mütâlâa edilenler birçok müellifte birbirinden farklılık arz etmektedir. Ehl-i Sünnet kavramı ilk dönemlerden
itibaren pek çok anlamda kullanılmıştır. Yazardan yazara, dönemden döneme, hatta bir yazarın farklı eserlerinde farklı şekillerde tanımlanmaktadır.
Biz burada, ekolü kimin/kimlerin temsil ettiğini yada kendisine
Ehl-i Sünnet adını kullanan bütün kişilerin bunu hangi anlamda kullandıklarını ve onların tek tek sahâbe anlayışını ortaya koyacak değiliz.
Özellikle Ehl-i Sünnet’in tanımında “Hz. Peygamber’in sünneti” ile sahâbe ilişkisi boyutu, Ehl-i Sünnet’in tanımlanmasında yer verilmesi gereken bir konudur. Bazı fakihlerce “sahâbe döneminde olmayan veya onların yapmadığı” bazı hususların “bid’at” olarak değerlendirilmesiyle, “bid’at” nitelemesi de sünnet ve sahâbe ilişkili tartışılan konular arasındadır. Yine “Ehl-i Bid’at” nitelemesinin de, sünnet ve sahâbe ilişkili boyutları vardır.
Arapça bir kelime olan sahâbe sözcüğünün tekili olan sahâbî, lugat yönünden sohbet kelimesinden türetilmiş olup zaman veya mekan tahdidi olmaksızın, bir kimse ile sohbeti bulunan bir başka kimseye nisbet edilen isimdir.
Arkadaşlık etmek ve bir kimseyle beraber bulunmak anlamına gelen “sahibeyeshabu-sahâbeten-sohbeten” fiilinden türemiş tekil bir isimdir. Aynı kökten
sâhip kelimesinin çoğulu ise sahb, ashâb ve sahâbe şeklinde gelmektedir. İbn
Manzur, Ebû’l-Fazl Cemâlüddîn Muhammed b. Mukrim (711/1311), Lisânu’lArab, Beyrut 1995, VII, 85; Koçyiğit, Talat, Hadis Tarihi, Ankara 1997, 69; Bağcı, H. Musa, Hadis Rivâyetinde Sahâbenin Kavrama ve Nakletme Sorunu, -Hadis
Metodolojisinde Sahâbenin Zaptı-, Ankara 2004, 15-16.
7 Malâtî, Ebû’l-Hüseyin Muhammed b.Ahmed b. Abdirrahman (377/987), etTenbih ve’r-Redd alâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, thk. Muhammed Zahid Kevserî, Kahire 1993, 13; Şehristânî, el-Milel, I, 19-20; Îcî, Abdurrrahman İbn Ahmed
(736/1335), el-Mevâkıf fî İlmi’l-Kelâm, Beyrut-Kahire-Dımeşk, ts, 414, 429.
6
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
359
Kitâbu’s-Sünne ve’l-Cemâa ve “Risâletü fî Usûli Ehli’s-Sünne ve’lCemâa” isimli risâlelerde, sahâbeyi gördüğünü söyleyen fukahâ ve
ulemânın üzerinde ittifak ettiği hususlar ifade edilirken, ittifak edilen
görüşler arasında sahâbeden geri durmamak, Ehl-i Tevhid ve büyük
günah işleyenleri tekfir etmemek, Hz. Peygamber’den sonra insanların en efdalinin sırasıyla dört halife olduğunu kabul etmek zikredilmiştir. 8
Ehl-i Sünnet’in temel görüşleri olarak ifade edilen görüşleri
arasında Hz. Peygamber’in ashâbı ile ilgili görüşlerine de yer verilmektedir. Sahâbenin hiç birinden uzaklaşmadıkları ve onların birini
diğerinden de tefrik etmedikleri ve Hz. Peygamberden sonra Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin efdaliyetini kabul ettikleri
belirtilmektedir.9 İlk siyâsî ihtilaflar ve buna bağlı sonraki gelişmelerde sahâbeye ilişkin görüş ayrılıklarıyla farklılaşan ve fırkalaşan gruplara karşı Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu bu görüşler, aynı zamanda
Ehl-i Sünnet’in tanımlanma ve teşekkülündeki yerini ve önemini de
göstermektedir.
Emevîler devri tablosunda görülen “umûmî dinî hareket” olarak nitelenebilecek Müslümanların ana bünyesinin Şi‘îlerin aksine,
kendilerini Sünnî olarak görmeye başlamaları, Sünnî tâbirini kullanmaları ve Sünnîliğin kendi varlığını fark etmeye başlaması, Sünnîlik
ve Şi‘îlik arasındaki kutuplaşmanın doğuşu ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Şi‘îliğin Hz. Ali’ye özel bir yer vermesi, diğer halifelerden ve
sahâbeden teberrî anlayışına karşı, belli bir dönemde Sünnîliğin esaslarından birini teşkil eden husus, ilk dört halife ile ilgili efdaliyet sıralaması ve sahâbeye dair görüşleriydi. Özellikle üçüncü/dokuzuncu
asrın sonunda, “umûmî dinî hareket” içindekilerin ekseriyeti, sünnete dayalı bir hadis mefhumunu kabul etmişlerdi. Bu ise, bütün
sahâbenin doğruluğunun (adl) kabulü demekti. Sünnîler arasında
mutlak ittifakın bulunduğu îtikâdî noktalar da, umûmî sünnet mefhumunun kabulü ile ilk dört halifenin tarihî sıra içinde tasdiki idi.
Şi‘îler ise, buna zıt olarak Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’in meşrû halefi
olduğunu ve Zeydîlerin hâricindeki bütün Şi‘îler de ilk üç halifenin
Malâtî, 14-15.
Malâtî, 15; Bağdâdî, Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed (429/1037), El-Fark
Beyne’l-Fırak, thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut, 1993, 350;
Pezdevî, Sadru’l-İslâm İmam Ebû Yusr Muhammed (493/1099), Ehl-i Sünnet
Akâidi (Kitabu Usuli’d-Dîn), çev. Ş. Gölcük, İstanbul 1980, 351; Îcî, 429-430.
8
9
360
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“gâsıb” olduklarını kabul ediyorlardı. Hadis kabullerini de bu anlayışlarına dayandırıyorlardı. 10
Ebû Hanîfe(150/767)’nin el-Fıkhu’l-Ebsat, el-Fıkhu’l-Ekber, elVasıyye, Risâle ilâ Osman el-Bettî isimli risâlelerinde, Ehl-i Sünnet’in
sahâbe hakkında hükmüne temel olan görüşleri yer almıştır. 11 Ebû
Hanîfe: “Ben Hz. Peygamber’in ashâbı arasında önceden geçen ihtilaflar için, ‘Allah en iyisini bilir’ diyorum” şeklinde ifade ettiği bu görüşünün, kendinden önceki bazı selef ulemasının görüşleriyle benzerliğine dikkat çeker. Büyük günah işleyenin durumu ile ilgili olarak
Ata b. Ebî Rebah (114/732) ve Ömer b. Abdulaziz (101/719) gibi kendi
görüşünün benzerini savunan bazı kişileri zikrederek, Hz. Ali’nin
Kazıyye kitabını yazarken, çarpışan iki zümrenin ikisini de “Mü’min”
olarak isimlendirdiğinin kendisine ulaştığını ifade eder. Ebû Hanîfe,
Osman el-Betti’ye yazdığı risâlede:
“Hz. Ali ve Hz. Ömer, Mü’minlerin emiri ismini aldılar. Ashâb
onları Mü’minlerin emiri diye isimlendirirken, bütün farizalarda itaatkâr olanların emiri mânâsını mı kastediyorlardı? Hz. Ali kendisiyle
harbeden Şam ehlini, kazıyyye kitabında ‘mü’minler’ olarak isimlendirmiştir. Hz. Ali kendileriyle harbederken, onlar işledikleri amelde
hidâyeti bulmuşlar mıydı? Hz. Peygamber’in ashâbı birbiriyle savaştı. Karşılıklı savaşan zümrelerin, her ikisi de fiillerinde hak ve hidâyet
ermiş değillerdir. El-Bagıye=mütecaviz ismi sana göre nedir? Allah’a
yemin ederim ki kıble ehlinin günahları arasında adam öldürmekten
hele Hz. Peygamber’in ashâbının kanlarını dökmekten daha büyük
bir günah bilmiyorum. Çarpışan iki zümrenin sana göre isimleri nedir? Her ikisi de aynı zamanda isâbetli değildir. Eğer her ikisinin de
isabetli olduğunu söylersen, o takdirde bid’at işlemiş olursun ‘Her
ikisi de isabetsizdir’ dersen yine bid’atçı olursun. Eğer ‘ikisinden biri
hidâyet üzeredir’ dersen diğerinin durumu nedir? Eğer ‘Allah bilir’
dersen isabet etmiş olursun. Sana yazdığım bu hususu anlamaya çalış.” 12
Geniş bilgi için bkz. Watt, W. Montgomery, İslâm Düşüncesinin Teşekkül
Devri, çev. E. R. Fığlalı, istanbul 1998, 75-97, 327-329.
11 Risâleler ile ilgili bilgi için bkz. Kutlu, Sönmez, Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000, 7-18.
12 Ebû Hanîfe, En-Nûman b. Sâbit (150/767), İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, çev.
Mustafa Öz, İstanbul 1992, 67-68 (Arapça 82-84).
10
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
361
Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber’de “Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebû Bekir es-Sıddîk, sonra Ömer el-Fârûk, sonra
Osman b. Affân Zû’n-Nûreyn, daha sonra Aliyyu’l-Murtaza’dır. Allah hepsinden razı olsun. Onlar doğruluk üzere, doğruluktan ayrılmayan, ibâdet eden kimselerdir. Hepsine saygı ve sevgi duyarız. Hz.
Peygamber’in ashâbının hepsini hayırla anarız.”13
Ebû Hanîfe’nin görüşlerinin yer aldığı el-Fıkhu’l-Ebsât isimli
risâlede talebesi Ebû Muti’ el-Belhî’ye verdiği bir cevapta sahâbe
hakkında “teberrî” ve “tevellî” görüşlerine karşı Ebû Hanîfe: Hz.
Peygamber’in ashâbından hiçbiri ile ilgiyi kesmemeyi, birini sevip
diğerini sevmemezlik etmemeyi, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin durumunu Allah’a havale etmeyi salık vermektedir. 14
Ebû Hanîfe’nin sahâbe ile ilgili bu görüşlerinin Sünnî müelliflerde de aynen devam ettirildiğini görmekteyiz. 15 Ehl-i Sünnet’in
sahâbe hakkındaki görüşlerinin temelini teşkil eden bu anlayış
akidevî ve fıkhî gelişmeler seyrinde Ebû Hanîfe ve ondan evvelkilerin çeşitli meselelerle ilgili ortaya koyduğu esaslarla geliştirilmiştir.
Ehl-i Sünnet’in îtikâdî görüşleri Eş’arilik16 ve Maturidîlik adı altında
tedvin edilir olmuştur. Maturidîlik ve Eş’ariyye Sünnî düşüncenin,
naklî ve aklî delillerle savunmak suretiyle “akaid”den “kelâm”a geçişi sürecini başlatan akımları olarak görülmektedir. 17
Ehl-i Sünnet geleneğinin takip ettiği Ehl-i Rey18 ve Ehl-i Hadis19
kulvarları arasında zamanla bir yakınlaşma olmuş ve aralarındaki
Ebû Hanîfe, 57 (Arapça 73).
Ebû Hanîfe, 35 (Arapça metin 44)
15 Ebû’l-Muîn en-Nesefî, Meymûn b. Muhammed (508/1115), Tebsîratü’l-Edille
fî Usûli’d-Dîn, thk. H. Atay-Ş. A. Düzgün, Ankara 2003, II, 514-533; Nureddin
es-Sâbûni (580/1184), el-Bidâyetü fî Usûli’d-Dîn, Dımeşk 1979, 58-61;
16 Ebû’l-Hasan el-Eş’arî (260/324), Hz. Peygamber’ den sonra hilafeti üstlenen
dört halifenin sırasıyla zamanlarının en üstün kimseleri olduğu görüşündedir. Eş’arî’nin efdaliyet sıralamasını halifelik sıralamasına göre yapması onların hilafetini meşru gösterme endişesinden kaynaklanmaktadır. Eş’arî’nin
görüşleri konusunda bilgi için bkz. Hüseyin Aydın, Ebu’l-Hasan Eş’ari’de Nazar ve İstidlal, Malatya 2003, 362-367.
17 Kahraman, Hüseyin, “Mâturîdilikte Hadis Kültürü Üzerine: İki Tenkidin
Tenkidi”, HTD, III/2, İstanbul 2005, 169.
18 Muhammed el-Hudârî, İslâm Hukuk Tarihi, çev. Haydar Hatipoğlu, İstanbul
1974, 160-165.
13
14
362
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
farklar azalmıştır. Ehl-i Rey geçmiş faaliyetlere nazaran daha fazla
hadis malzemesine müracaat ederken, Ehl-i Hadisin de hadisleri anlama ve yorumlamada rey ve dirâyete daha fazla yer vermeye başladığı döneme girilmiştir. Bu dönemde “bir geçiş dönemi âlimi”, kimilerince “Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis yaklaşımlarını cemeden birisi” olarak nitelenen kişi İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (132189/749-805)dir. 20 O, hicrî ikinci asırda, Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadis tartışmalarının21 odağında yer alan en önemli şahsiyetlerden biridir. Nitekim İmam Şafiî (204/819) de iki yaklaşımı telif eden bir âlim olarak
anılmaktadır. Şafiî’nin bu sıfatla anılmasında hocası Şeybânî’nin de
tesir ve katkıları olduğu söylenebilir.22
Şeybânî, ilmin dört yolu olduğunu açıklarken üçüncü olarak
sahâbenin icmâını tereddütsüz almakta, Sahâbenin ihtilaf ettiği hususlarda bu sahâbî görüşlerinden birini tercih etmekte fakat her halükârda onların görüşlerinden dışarı çıkmamaktadır. Sahâbenin kavil
ve görüşlerine bu kadar ehemmiyet vermesinde onun Peygamber
sünnetine dayandığını düşünmelerinin ve dolayısıyla onu sünnet
kapsamında görmelerinin rolü olsa gerektir. 23 Nitekim Şeybânî’nin
sahâbe ve tâbiûn hakkındaki şu sözleri de bu yaklaşımı teyid etmektedir: “İlk nesilden daha fakih bir topluluk gelmemiştir. İlim ancak
evvelkilerin ilmidir. Fıkıh da ancak onların fıkhıdır. Onlar
İbn Kuteybe, el-İhtilâfu fi’l-Lafz ve’r-Red ale’l-Cehmiyye ve’l-Müşebbihe, thk.
Muhammed Zâhid Kevserî, Kahire 1349/1930, 9; Ahmet Emin, Fecrü’l-İslâm,
Beyrut 1975, 244.
20 Şeybânî, devrinin meşhur muhaddislerinden hadis tahsil etmiş; Ebû Hanîfe
ve Ebû Yusuf’a öğrencilik yaparak hadis yanında rey yani fıkıhta uzmanlaşmış, diğer taraftan Malik’ten Muvatta’ı dinleyerek bu eserin râvîlerinden bir
olmuştur. Öte yandan Şafiî’ye hocalık yapmış, Esed b. el-Furât vasıtasıyla
Mâlikî liretatürüne tesir etmiş ve eserlerinden bazı Ehl-i Hadis mensupları da
yararlanmıştır. Özşenel, Mehmet, “İmam Muhammed Şeybânî’nin İçtihad
Usûlünde Sünnetin Konumu”, Usûl, İslâm Araştırmaları, III, Sakarya 2005, 9192; Muhammed eş-Şeybânî’nin hayatı, ilmi kişiliği ve eserleri ile ilgili geniş
bilgi için bkz. Gıyaseddin Arslan, Muhammed eş-Şeybânî’nin Kur’an’ı Yorum
Metodu, Ankara 2004,
21 Özafşar, Mehmet Emin, “Kültür Tarihimizde Rey-Eser Çatışması”, AÜİFD,
XLI (2000), 225-270.
22 Özşenel, 92-93; İmam Şafiî’nin Sünnî gelenekteki bazı etkileri ile ilgili bkz.
Kırbaşoğlu, M. Hayri, “İmam Şafiî’nin “Risâlesi”nin Hadis İlmindeki Etkileri”, İslâmî Araştırmalar, X/1-2-3-4, Ankara 1997, 87-99.
23 Özşenel, 94-96.
19
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
363
Resûlullah’ın (s.a.v.) durumunu bizden daha iyi biliyorlar ve ona yakın olmak için daha fazla gayret gösteriyorlardı.” 24
İtikādî konuların Kitap ve Sünnet’ten sonra sahâbe ve
tâbiûnun sözleriyle desteklenmesine önem veren bir metodu esas
alan Hadis taraftarlarının tamamı olmasa da, çoğunluğu bu üçünü
birden delil olarak sıralamışlardır. 25 Ehlü’l-hadis veya ashâbu’l-hadis
tâbirlerinin bazen ehlu’s-sunne’den farklı bir manaya sahip olduğu,
fakat kesin ifâdenin yazardan yazara değiştiği hususu kaydedilebilirse de, onların sahâbenin tamamını kabul ettikleri ısrarla belirtilmiştir.26 Ehlu’s-Sünnet’in tanımında ifade edilen “sahâbenin ve tabiînin
mezhebi” ve “Hz. Peygamber’in sünneti” kavramları: Hz. Peygamber’in düşünce ve davranışlarına uygun bir yolu, O’nun emir ve yasaklarını, ilk Müslümanların Resûlullah’tan tevârüs ederek takip ettikleri anlayış ve çizgiyi ifade eder. Aynı zamanda müteşâbihâtın derinliklerine dalmaksızın, sahâbe ve tâbiûnun takip ettikleri teslimiyetçi metodu, bir başka ifadeyle; Hz. Peygamber ile ashâbının akaid
sahasında takip ettikleri yolu izleyenleri ifade eder. Bu anlamda Ehl-i
Sünnet herhangi bir ekol ve fırkanın ismi olmayıp; aksine bir metodolojinin adıdır. Diğer başka kastedilen anlamları ile Hz. Peygamber’den rivâyet edilen hadislere onları fazla irdelemek ve te’vîl etmeksizin inananları ve sahâbe ile tâbiûn döneminde olmayan
bid’atlara mensup anlayışları benimseyen Ehl-i Bid’attan olmamayı
da ifade eder. Bu ve benzer anlamlar ile selef ya da ashâbu’l-hadis,
Ehl-i Sünnetin kapsamında değerlendirilmiş olmaktadır. 27
Ahmed İbn Hanbel, “sahâbe ve tabiûn mezhebinde bulunan
fukahâ ve muhaddisûnun yolu” şeklinde tarif olunan “Selef”in
itikāddaki imâmı olarak görülür.28 İbn Hanbel’in siyasî anlayışına gö-
Özşenel, 96 (Ebû Abdillah Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, el-Hücce alâ
ehli’l-Medine, thk. Mehdi Hasan Şahcihanpûrî, Lahor 1981, I, 290-291’den naklen).
25 Kutlu, Sönmez, İslâm Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Ankara 2002, 166-168.
26 Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, 333.
27 Geniş bilgi için bkz. Özler, Mevlüt, İslâm Düşüncesi’nde Ehl-i Sünnet Ehl-i Bidat Adlandırmaları, Erzurum 2001, 35-54.
28 Selefin üzerinde birleştiği hususlar, Allahu Teâlâ’yı teşbih ve tecsim’den
tenzih etmek için müteşâbihlerden kaçınmak ve üzerlerinde fikir yürütmemektir. Yüce bahisler, Peygamber ve sahâbeye gizli değildir (Marifet Ehlini
Teslim). Bu bakımdan onların herkese kapalı olduğu sanılmamalıdır. Ancak
bunlar üzerinde durmak yerine, “te’vilini ancak Allah bilir” diyerek onların
24
364
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
re, “hulefâ-i râşidîn”in hilâfetlerinin geçerliliği ve fazilet sıraları, Hz.
Peygamber’in hadisinde işaret ettiği29 halife oluşlarındaki tarihî sıraya göredir. Muaviye de dâhil olmak üzere bütün ashâb iyilikle anılır.
Cemaatin birlik ve beraberliğini gâye edinen bu anlayış, ashâbın ihtilaflarını münakaşa etmekten sakınmayı ve Allah’tan hepsine rahmeti
ile muamele etmesini istemeyi gerektirir. 30
İbn Kuteybe, eğer insanlardan Ehl-i Sünnet’i göstermesi istense, Ashâbu’l-Hadisi göstereceklerini söyler. 31 Ashâbu’l-Hadisin Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in takdiminde (diğer sahâbelerden üstün tutulması) ittifak ettiğini belirtir. 32
“Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” dairesinde yer alan Müslümanlara
Emevîlerin hilâfeti konusunda belli bir görüş isnad etmek doğru değildir. Çünkü bu insanlar arasında Emevî yönetimini destekleyenlere
rağmen ona muhalefet edenler de vardı. Bunlardan kimi tavrını
açıkca ifade etmişken kimi de sükûtu tercih etmiştir. Bu kimseleri diğer fırkalardan ayıran tek şey, Râşid halifeler’in hepsinin
meşrûluğunu kabul etmeleriydi.33
2. Ehl-i Sünnet Kaynaklarının Oluşumuna Sahâbeye Bakışın
Tesirleri
Değişik siyasî oluşum ve fırkalarda sahâbeye bakışın farklılaşmasının tezâhürleri, İslâm tarihinde tedvîn dönemine tesir etmiştir. Farklı sahâbe anlayışları, temel bilgi kaynaklarının da sahâbe an-
bilgisini ehline bırakıp te’vile gitmemek gerekir. Fığlalı, Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, 63-66.
29 Hz. Peygamber’in Vedâ hutbesinde îrad ettiği ifade edilen hadis: “Benim
ve benden sonra gelecek olan Hulefâ-i Râşidînin sünnetine uyunuz! Ona
sımsıkı bağlanınız! Sünnete ittibâ ediniz ve bid’atlardan kaçınınız; çünkü her
bid’at dalâlettir” Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I-VI, Beyrut 1398/1978, IV,
126-127; Ebû Dâvûd (No: 4607); Tirmizî (No:2676).
30 Laoust, Henry, İslâm’da Ayrılıkçı Görüşler, çev. E. Ruhi Fığlalı- Sabri Hizmetli, İstanbul 1999, 132. Söz konusu görüşler, Hadîs taraftarlarının akidesini ele
alan eserlerde de, onların temel akide esasları arasında yer alır. Bkz. Kutlu,
İslâm Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, 70.
31 İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelefi’l- Hadîs, Hadis Müdâfaası, çev. M. Hayri
Kırbaşoğlu, İstanbul 1998,165-166.
32 İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelefi’l- Hadis, 81-83.
33 Câbirî, M. Âbid, Arap Aklının Oluşumu (Tekvinü’l-Akli’l-Arabi), çev. İbrahim
Akbaba, İstanbul 1997, 149.
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
365
layışlarına göre farklı oluşmasını, dinin temel kaynaklarından biri
olan hadisin tedvinini ve hadis rivâyet malzemelerine bakışı etkilemiştir. Diğer fırkalarda olduğu gibi Ehl-i Sünnet kaynaklarının tedvininde de, onların sahâbe anlayışları doğrudan etkili olmuştur.
Sahâbenin hadis metinleri, siyer ve megazî ilimlerinde senedin
ilk halkası olması sebebiyle, ilgili malzemenin de mevsikiyetinin tespit edilmesinde güvenilirliği çok önemlidir. Sahâbe arasında vukûa
gelen fitne hadiselerinin ortaya çıkardığı bazı fâideleri ve hikmetleri
de ifade edilir. Kur’ân’ın tedvini ve çoğaltılması, hadislerin tedvini,
senet aranması bunlardan bazılarıdır.34 Bazı hadislerin ahad durumda kalması veya ahad haber konumuna düşmesinde hizib farklılıkları
nedeniyle rivâyetin itibar görmemesi etkili olabildiği gibi Hz. Ali ve
Hz. Osman’a dayanan rivâyetlerde çekinceler konmasında, özellikle
sahâbeye dair bazı hadislerin mevzû kabul edilip/edilmemesinde de
hizip farklılıkları etkili olmuştur.
Sünnî muhaddisler, râvîlerin sahâbeye karşı tutum ve görüşlerine hassasiyet göstererek, râvînin adalet vasfını tespit ederken,
sahâbe hakkındaki ta’n, teberrî ve tekfîr etmek gibi tavırları bakımından da râvîlerin durumunu göz önünde bulundurmuşlardır.
Sahâbeye karşı bu tür tutumlarını galîz boyutlarına göre derecelendirmiş, bilhassa sahâbenin ileri gelenleri hakkında yalan ve tekfîrde
bulunanların rivâyetlerini umûmiyetle kabul etmemişlerdir.35
İnsanlar arasında imâmet konusunda, bilhassa Şî‘a ve Haricîlerden bazı ihtilafların yaygınlaşması üzerine, özellikle “Hülafâ-i
Râşidîn’in zemmedilmesine müncer olan bir kısım taassub ve katılıklara düşünce, kelamcılar, -Hülafâ-i Râşidîn’in ahvâlini araştırmaya,
onların hilâfete liyâkatlarını ve efdaliyetlerini tahkîk etmeye lüzum
olmadığı hususundaki kesin kanaatlerine rağmen- bu imâmet mese-
Canan, İbrahim, Peygamber Yıldızları Sahâbe Dünyası, İstanbul 1996, 123-128.
Bkz. Sehâvî, A. B. Muhammed, Fethu’l-Mugis Şerhu Elfiyeti’l-Hadis, Beyrut
1996, I, 279-280, 330; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi,
Ankara 1988, II, 10; Kırbaşoğlu, M. Hayri, “Ashâbü’l-Hadis’in Akaid Edebiyatı”, İslâmi Araştırmalar, 5, Ankara 1987, 80; Buhârî ve Müslim’in “Ehl-i
Bid’at”ın hadislerini kabul etmesi sebebiyle ve Hz. Ali’nin katili İbn
Mülcem’e mersiyesi olan İmrân b. Hitân es-Sedûsî (84/703)isimli bir râvîden
hadis alınması ile ilgili eleştiriler için Bkz. Hatipoğlu, M. Said, “Müslüman
Âlimlerin Buhârî ve Müslim’e Yönelik Eleştirileri”, İslâmî Araştırmalar, X/1-23-4, Ankara 1997, 6-7.
34
35
366
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lesini ilm-i Kelâma dâhil ettiler...”36 “Hulefâ-i Râşidîn”in sahâbe ve
Aşere-yi Mübeşşere kimliği ile faziletleri vurgulanarak, Sünnî kelam
kitaplarında da bu tarzın devam ettirildiği görülür.37
Ehl-i Sünnet, “Hilâfetu’l-Hulefâi’r-Râşidin” denilen halifeliğin,
İslâm yönetim sisteminin örnek alınması gereken ideal ve model olduğunda icmâ etmiştir. Çünkü bu asır, sahâbe asrıdır. Sahâbe,
Resûlullah ile çağdaş olanlar ve ondan bilgi alanlardır. Bu yüzden onlar, İslâm’ın gerçeklerini anlaşılması gereken biçimde temsil ederler,
onlar Hz. Peygamber’den sonra örnek alınacak kimselerdir.
Sahâbenin herhangi bir konuda birleşmesi, yüksek mertebeli bir icmâ
sayılır. Çünkü “icmâ”, İslâm hukukunun kabul edilmiş bir kaynağıdır. Sahâbenin icmâı da en kuvvetli bir icmâdır.38
Ehl-i Sünnet’in el-İmâme ve’s-Siyâse’de en son “kelam” eden
grup olduğu kesin olarak gözükmektedir. Hicrî II. yüzyılın ortalarında yani tedvin asrında İmamet (=hilafet) meselesi ile ilgili başlayan
hilâfetin kurumsallaştırılması girişiminde Şî‘a’nın “geçmişin siyasetlerini” eleştirmeye dönük bu tavırları karşısında “geçmişin siyasetlerini” savunma konumuna düşen Ehl-i Sünnet’in, sahâbeyi savunmaya çekildiği nakledilir.
Ebû’l-Hasan el-Eş’arî (260/324), sahâbenin Hz. Ebû Bekir’e
“icmâ” ile biat ettiklerini zikretmiş ve bu meselede Ehl-i Sünnet’in
hasımlarına cevaplar vermiştir. 39 Eş’arî’ye göre, ashâb Beni Saide
sakifesinde Ebû Bekir’in imâmeti konusunda ve daha sonra Hz. Ebû
Bekir’in Hz. Ömer’i tayininden sonra ittifak ettiler. Şûrâ sonunda Hz.
Osman’ın tayini konusunda da ittifak ettiler. En sonunda Hz. Ali’nin
tayini konusunda ittifaka vardılar. Bunların faziletleri imâmetteki sıraya göredir.40 Eş’arî ayrıca şunu ifade etmektedir:
Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, haz. Süleyman Uludağ,
İstanbul 1982, 323.
37 Bkz. Bâkıllânî, Kadı İmam Ebû Bekir Muhammed b. et-Tayyîb (403/ ), etTemhid fi’r-Redd ale’l-mülhideti’l-Mu’attıla ve’r-Râfıza ve’l-Havâric ve’l-Mu’tezile,
takdim ve ta’lik, M. M. El-Hudayrî, M.A. Ebû Ride Kahire 1366/1947, 164-239;
Ebû’l-Muîn en-Nesefî, II, 441-533; Nureddin es-Sâbûni, 56-61; Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, 321-324; Îcî, 400-412.
38 Nevin Mustafa, 150.
39 Eş’arî, Ebû’l-Hasan Ali b. İsmâil (324/936), Kitabu’l-Luma’ fi’r-Reddi alâ ehli’zZeyg ve’l Bid’a, Beyrut 1952.81-83; Câbirî, Arap Aklının Oluşumu, 154-155.
40 Şehristânî’nin Eş’arî’den nakli için bkz. Şehristânî, el-Milel, I, 118.
36
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
367
“Sıddık’ın (Ebû Bekir) imameti sabit olduğunda Faruk’un
(Ömer)imameti de sabit olur. Çünkü onu vasiyet etmiş ve imamet için seçmiştir. Hz. Osman’ın imameti de sabit olur. Çünkü onun imameti şûrâ ehli
tarafından akdolunmuştur. Hz. Ali’nin ki de sabit olur. Çünkü onun imameti de Ehl-i Hal ve’l Akd tarafından akdolunmuştur…” Eş’arî dördüncü
aslı yani içtihadı da unutmayarak şöyle demektedir: “Hz. Ali, Zübeyir
ve Âişe arasında olup bitenlere gelince bütün bunlar tevil ve içtihad sonucudur. Hz. Ali imam, diğerleri de ehl-i içtihaddırlar… Efendimiz Hz. Ali ile
Muaviye arasında geçenlere gelince bunlar da tevil ve içtihaddır.” 41
Eş’arî bu sözleriyle Ehl-i Sünnet’in hilâfetle ilgili teorisinin temellerini atmış diğer deyişle onların eski tavırlarını Şafiî’nin
“usûl”üne dayanarak kurumsallaştırmıştır. Eş’arî bu teşebbüsüyle siyasî kelamı geçmişin meşrulaştırılması haline getirmiştir. Geçmişin
meşrûlaştırılması, bu dönemde siyâsî ve akidevî görüşleriyle imamet
inancını namaz, zekât gibi dinî bir esasa dönüştürerek Hilâfeti tehdit
edecek kadar siyasî güç haline gelen Şi‘îlere karşı, ihtiyaç ve zaruret
meselesi idi.42
Ehl-i Sünnet, Şî‘a’nın “imâmet”ten kasdettikleri anlama götüren bir şekilde âyetleri ve hadisleri yorumlamasını kabul etmez. 43
Şî‘a, esasen sahâbeye yönelik fikirlerini de bu yorumlara dayandırarak savunmaktadır.
Sahâbenin icmâı bazen bir hadise konusundaki içtihadî icmâ
olduğu gibi, bazen da içtihad zikredilmeksizin belirtilen mutlak icmâ
olmak üzere ikiye ayrılır. Onların, icmâa bağlanılması konusundaki
ittifakları sebebiyle icmâ, şer’î bir hüccettir. Sahâbeyi raşid imamlar
olarak gören Şehristânî, onların dalâlet üzerinde birleşmeyeceklerini
bir hadîsle delillendirir.44
Eş’arî, el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, Beyrut 1990, 149; Daha sonraki Ehl-i Sünnet uleması tarafından yazılan eserlerde de aynı tarzda imâmet meselesi ele
alınmış ve Hulefâ-i Râşidîn’in faziletleri ifade edilerek imâmetleri ispatı toluna gidilmiş, sahâbe hakkındaki ihtilafların da içtihadî olduğu belirtilmiştir.
Geniş bilgi için bkz. Bâkıllânî, 164-239; Taftâzânî, Ömer b. Abdullah, Şerhu’lMakâsıd, Beyrut 1984, 232-290; Îcî, 395-413.
42 Câbirî, Arap Aklının Oluşumu, 155.
43 Bkz. el-Bâkıllânî, 164-239; Nevin Mustafa, A., İslâm Siyasî Düşüncesinde Muhalefet, çev. A. Vecdi Akyüz, İstanbul 1990, 173.
44 Şehristânî, el-Milel, I, 236.
41
368
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hz. Peygambere yakınlığı sebebiyle fakihlerin cumhuruna göre
ashâbın görüş ve fetvâları nass’lardan sonra yer alan şer’î bir
huccettir.45 Cumhur bu konuda aklî ve naklî deliller getirmişlerdir.
Naklî deliller: 1) Birinci dereceyi kazanan Muhacirler ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da O’ndan razı
olmuşlardır.” 46 Burada Allah, sahâbe-i kirâma uyanları övmüştür.
Demek kî onların yolundan gitmek, övülmeyi icap ediyor. Görüşlerini huccet olarak kabul etmek de bir nevi onlara uymaktır. 2) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ben ashâbım için emân’ım. Ashâbım da
ümmetim için emân’dır.”47 Sahâbenin ümmet için emân oluşu, ancak
ümmetin onların görüşlerine uymasıyla olur. Nasıl ki Hz. Peygamber’in onlar için emân oluşu, onların ancak Hz. Peygamber’in
hidâyetine uymalarıyla olmuştur.48
Aklî delilleri de şöyle sıralanabilir: 1) Sahâbe, Hz. Peygamber’e
diğer insanlardan daha yakındırlar. Onlar, hakkında vahiy nâzil olan
konulara şâhid olmuşlardır. Hz. Peygamber’in hidâyetine uymak hususunda ihlâs dereceleri ve idrak seviyeleri üstün idi. Böylece şeriatın
maksatlarını iyi kavrıyorlardı; çünkü nass’ların inmiş olduğu şart ve
durumları bizzat görmüşlerdi. Dolayısıyla onların nass’ları anlayışları, başkalarınınkinden daha kuvvetli ve nass’lar üzerindeki sözleri
uyulmaya daha elverişlidir. 2) Sahâbeye ait görüşlerin sünnet olma
ihtimali vardır; çünkü onlar, çoğu zaman Hz. Peygamber’in açıkladığı hükümleri anlatırken O’na nispet etmiyorlardı. Esasen onlardan
bunu isteyen de yoktu. Böyle bir ihtimalle birlikte, sahâbenin görüşleri kıyas ve içtihada dayansa bile, onlara uymak daha iyidir; çünkü
bu, hem nakl’e yakın, hem de akla muvâfık olur. 3) Eğer sahâbeden
kıyas mahsülü bir görüş bize intikal etmişse, bizim de, onlara mıhalif
bir kıyasta bulunmamız mümkündür; ancak onların görüşlerine uymamız ihtiyat bakımından daha iyidir; çünkü Hz. Peygamber; “Ümmetimin en hayırlısı, benim gönderilmiş bulunduğum çağdakilerdir”49 buyurmuştur. Ayrıca sahâbeden birine ait bir görüş üzerinde
Geniş bilgi için bkz. Ençakar, Orhan, “Fıkhî Meselelerde Hüccet Olması
Bakımından Sahâbe Kavli”, Rıhle Dergisi, 2/7 (İstanbul) 2009, 48-57.
46 Tevbe, 100.
47 Müslim, Ebû’l-Huseyn Muslim b. Haccac, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1982Fezâilü’s-Sahâbe-.
48 Ebû Zehrâ, M., İslâm Hukuku Metodolojisi “Fıkıh Usûlü”, çev. Abdulkadir
Şener, Ankara 1979, 184.
49 Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, Ebû Davud, Sünnet,
45
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
369
icma’ da edilmiş olabilir; çünkü onun görüşü ötekine aykırı olursa,
sahâbeden intikal eden şeyleri araştıran ulemâ buna da vâkıf olurlar.
Eğer bazı sahâbeden rivâyet edilen görüşe aykırı başka bir görüş, diğer sahâbeden intikal etmişse, bu görüşlerin ikisinin de dışına çıkmak, sahâbenin hepsinden ayrılmak demektir. Bu ise, kabul edilemeyecek şekilde sahibine ait bir saçmalıktır. Dört mezhep imamından
bize intikal ettiğine göre, onların sahâbenin görüşlerine uyduğu ve
bunların dışına çıkmadıkları nakledilir. Meselâ, Ebû Hanîfe şöyle
derdi: “Eğer bir hükmü Allah’ın kitabında bulamazsam, Peygamber’inin Sünnetine başvururum. Peygamber’inin Sünnetinde de bulamazsam, sahâbenin sözleriyle amel ederim. (Aralarında ihtilaf olduğu zaman) sahâbeden dilediğimin sözünü alır, dilediğimin sözünü
bırakırım; ancak onların sözlerinin dışına çıkıp başkalarının sözlerini
almam”50
İmam Şafiî de: “Gördük ki ilim sahipleri, bir sahâbîye ait sözü
bazen alıyor, bazen de terk ediyor ve böylece sahâbenin sözlerini
alırken birbirinden ayrılıyorlar. Muarızım ‘sen bu hususta nasıl bir
kanaate vardın?’ dedi. Ben de, ‘Kitap, Sünnet, İcma’ ve bunlara dayanan bir hüküm bulamazsam sahâbeden birisinin sözüne uymak gerekir’ dedim”, “ancak şu da vardır ki; kendisine ihtilaf edilmemiş
sahâbe sözüne pek az rastlanmaktadır.” 51 İmam Şafiî, el-Umm adlı
eserinde de, “Kitap ve Sünnet’te bir şey yoksa sahâbîlerin sözlerine
veya onlardan birisinin sözüne başvururuz. Eğer ihtilaf edilen meselede Kitap ve Sünnet’e daha yakın olan söze bir delâlet bulamazsak
Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın (Radıyallahu anhüm) sözüne uymamız
daha iyi olur. Sahâbeye ait bir sözün Kitap ve Sünnet’e daha yakın
olduğuna dair herhangi bir delalet bulunursa o söze uyarız.” 52 Bu
ifade gösteriyor ki İmam Şafiî, Kitap ve Sünnetle amel ediyor. Sonra
sahâbenin icma’ ettikleri görüşleri alıyor, eğer sahâbe ihtilafa düşmüşlerse bunların görüşlerinden Kitap ve Sünnet’e yakınlık bakımından en kuvvetli olanıyla amel etmeyi tercih ediyor, şâyet bunların
Kitap ve Sünnet’e yakınlık derecesi anlaşılmazsa Hulefâ-i Râşidîn’in
tatbikâtına göre hareket ediyor. Çünkü bu halifelerin sözleri herkesçe
Ebû Zehrâ, M., İslâm Hukuku Metodolojisi “Fıkıh Usûlü”, çev. Abdulkadir
Şener, Ankara 1979, 184-186.
51 Bkz. İmam Şafiî, er-Risâle, şerh ve ta’lik, Abdulfettah b. Zâfir Kebbâre, Beyrut 1999, 296.
52 Ebû Zehrâ, İslâm Hukuku Metodolojisi, 186 (İmam Şafiî, el-Umm,VII, 246’dan
naklen).
50
370
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bilinmekte ve genel olarak araştırmaya dayanmaktadır. İmam Malik
de böyle düşünmektedir. Onun el-Muvatta adlı eseri, sahâbenin
fetvâlarına dayanan hükümlerle doludur. Ahmed b. Hanbel de aynı
görüştedir.53
Yukarıda İmam Şafiî’nin görüşlerine rağmen, onun mezhebinin usûl yazarlarından bazıları İmam Şafiî’nin yeni mezhebine göre
sahâbenin sözlerini delil saymadığını iddia etmiştir. Yine kimi Hanefîler de, Ebû Hanîfe’nin sahâbî sözünü delil saymadığını; ancak onu
nakil ile bilinebilecek konularda içtihad olarak değil, Sünnet olduğu
için kabul ettiğini, sahâbînin içtihadını kabul etmediğini ileri sürmüşlerdir. Halbuki bu Kerhî’nin görüşüdür; Ebû Hanîfe’nin görüşü değildir. Kerhî’ye göre; nakil ile bilinebilecek konularda sahâbî sözü
Sünnet’e dayandığı için kabul edilir; re’ye dayanan konularda ise
içtihaddır. Onların da içtihadlarında yanıldıkları sabittir; çünkü onlar, hatadan masum olmadıkları gibi, birbirlerine muhalefet de etmişlerdir. Onlar, ihlâsları icabı, insanlar tarafından kendilerinin taklid
edilmelerini söylememişlerdir. Kendileri de içtihadlarında yanılmış
olabileceklerini söylemişlerdir. İbn Mes’ûd, içtihadının neticesi olan
görüşü hakkında; “eğer yanlı ise Şeytandandır, doğru ise Allah’tandır” derdi. Sahâbî kendi görüşlerinin yanlış olabileceğini düşündüklerine göre, biz delilsiz olarak onlara nasıl uyabiliriz? Evet onlara uymamız gerekir; çünkü onlar Kur’ân’da, güzelce kendilerine
uyulmakla övülen kimselerdir; ancak onlara uymak, içtihadla vardıkları şeylerde kendilerini körü körüne taklid etmek değildir. Onlara
uymak, onlar gibi içtihad yapmakla mümkün olur. Sahâbînin görüşlerini reddetme hususunda Şevkanî gibi aşırıya gidenler de olmuştur.
“Peygamber’in Sünnetine uymakla emrolunduk”, “sahâbenin sözü
huccet değildir” şeklindeki sözüne karşı belirtmeliyiz ki, büyük
imamlar da sahâbenin sözlerine uyarken, Hz. Peygamber’den başkasını peygamber tanımamış, Kitap ve Sünnet’in dışındaki şeyleri
huccet saymamışlardır. Sahâbenin kavli Hz. Peygamber’den aldıkları
ilhamların eseridir; kendilerince uydurulmuş değildir. Sırf İslâm”ın
kaynağından gelen ışıklardır. Onlar, İslâm pınarının çıkışını ve akışını en iyi bilen kimselerdir. O halde sahâbeye uyanlar, “güzelce onlara
uyanlar…” âyetinin beyan ettiği zümreye dâhil olan kimselerdir.54
Ebû Zehrâ, İslâm Hukuku Metodolojisi, 187; Ahmet İbn Hanbel’in sahâbenin
fetvası ile ilgili görüşleri için bkz. Laoust, “Ahmet İbn Hanbel”, çev. İsmet
Kayaoğlu, Diyanet Dergisi, XVI/1 (1977), 27.
54 Ebû Zehrâ, İslâm Hukuku Metodolojisi, 187-188.
53
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
371
İbn-i Kayyim el-Cevziyye sahâbeye ait görüşlerin Kitap ve
Sünnet’e, sonrakilerin görüşlerinden daha yakın olduğunu şöyle anlatır: “Sahâbî bir söz söylediği, bir hüküm veya fetvâ verdiği zaman,
onda, bizde bulunmayan anlayış imkânları vardır. Bazı hususlarda
onun sahip olduğu anlayış imkânlarına biz de sahibiz; fakat
sahâbînin anlayış özelliği, Hz. Peygamber’den veya başka bir
sahâbîden şifâhen işitmiş olma ihtimalidir. Sahâbenin kendine has
bilgileri pek çoktur: Çünkü her sahâbî, işittiği şeylerin hepsini rivâyet
etmemiştir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahâbîlerin işittiklerine nispetle rivâyet ettikleri pek azdır…” Yine İbn Kayyım’a göre,
sahâbenin verdiği fetvâ şu altı şıkkın dışına çıkmaz:
1. Sahâbî, onu Hz. Peygamber’den işitmiş olabilir.
2. Hz. Peygamber’den işitenden işitmiş olabilir.
3. Kur’ân’dan böyle anlamış olabilir.
4. Ashâb bir hususta itifak etmiş olduğu halde, onların bu ittifakı değil de, sadece o fetvâyı veren sahâbînin sözü bize nakledilmiş
olabilir.
5. Sahâbî, Arapçayı ve kelimelerin delâlet ettiği manayı bizden
daha iyi bilmek, yahut Allah’ın emri ile ilgili durum ve karînelerden
faydalanmak veya Hz. Peygamber’e uzun zaman arkadaşlık etmek,
O’nun hal ve yaşayışlarını müşâhede etmiş olmak, sözlerini işitmek
ve bu sözlerin maksatlarını kavramak, vahyin gelişine şahid olmak,
bilfiil Hz. Peygamber’in bu vahyi açıklamasını görmek gibi hususların yardımıyla birçok meseleleri bizden iyi anlamış olabilirler. Bu beş
husustan dolayı sahâbenin fetvâsı bizim için huccettir. 6. Sahâbî, Hz.
Peygamber’den kendisinin rivâyet etmediği bir şeyden anladığı
mânâya göre fetvâ vermiş; fakat bu anlayışında yanılmış olabilir. Bu
takdirde sahâbenin sözü huccet olmaz. Kesin olarak bellidir ki beş ihtimalin vukuu, bir ihtimalin vukuundan çok kuvvetlidir. Akıl sahibi
bunda şüphe etmez. Böyle kuvvetli bir ihtimal, gâlib zan ifade ederki,
bununla amel edilir.55
Kısaca ifade etmek gerekirse, Ehl-i Sünnet kaynaklarının oluşumunda ve bu kaynaklarda belirtilen usûlün ortaya çıkışında sahâbe
anlayışının büyük bir etkisi olmuştur.
Bkz. İbn Kayyim el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkıîn, thk. Isâmuddîn esSabâbıtıyyi, I-II, Kahire 2004, II (III-IV), 405-406; Ebû Zehrâ, İslâm Hukuku Metodolojisi, 185-186.
55
372
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sünnî Yaklaşıma Göre Sahâbe Tanımı ve Sahâbenin Adaleti
Meşhur tanımıyla sahâbe, genel olarak Müslümanlardan Hz.
Peygamber ile sohbet eden yahut iman etmiş olarak O’nu gören ve
Müslüman olarak ölen kimselerdir. 56 Sahâbî; Hz. Peygambere
Mü’min olarak mulâkî olan57, sahih görüşe göre, araya irtidad devri
girmiş olsa bile Müslüman olarak ölen kimsedir. Bununla birlikte,
değişik ekollerde hadisçiler, usulcüler, lugat ve rivâyet âlimleri tarafından pek çok değişik ve benzer sahâbe tanımları yapılmış, sahâbî
kavramının kapsamı bu tanımlara göre daraltılmış ve geniş tutulmuştur.58 Kur’ân’da sahâbe, usulcülerin tanımladığı anlamda tarif edilmekte ve bu anlamda onlar yapmış oldukları erdemli davranışlardan
dolayı övülmektedirler.59 Çünkü Kur’ân’a göre onlar; bizzat Hz. Peygamber’e tâbî olanlar, ona iman edenler, onu ta’zim edenler, ona yardım edenler ve ona indirilen vahye tâbî olan kimselerdir. 60
Bir şahsın sahâbe olduğunun anlaşılması için mûteber bazı yollar:
1. O zâtın sahâbe olduğu tevâtür, istifâza ve şöhretle bilinir,
2. Bir sahâbîden: “falanca sahâbîdir” diye gelen rivâyetle bilinir,
Zebidî, Zeynüddin Ahmed b. Ahmed b. Abdullatîf, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı
Tecrîd-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, çev. Kâmil Miras, Ankara 1975, IX, 325;
Suyutî, Celâleddin (911/1505), Tedrîbu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî, I-II, Beyrut 1979, II, 208-209; Subhi Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, çev. M. Yaşar Kandemir, Ankara 1981, 302. “Ne mutlu beni görüp iman edene! .” hadisinin sahâbe tarifinde katkısı olduğu açıktır. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 518.
57 Mulâkî olmaktan maksat, mucâleset (bir arada oturmak), mumâsât (beraber yürümek), birbirleriyle konuşmasalar bile birinin diğerine kavuşması gibi
tâbirlerden daha umumî gelen bir kelimedir. Bu mananın içine, ister yalnız
başına olsun ister başkasıyla birlikte olsun birinin diğerini görmesi de girer.
Bu bakımdan “mulâkât” tabirini kullanmak, görme lafzıyla yapılan tarifte dışarıda bırakılan İbn Ummu Mektum gibi sahâbîyi de kapsayacak bir lafızdır.
Koçyiğit, Hadis Tarihi, 70.
58 Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 208-212; Geniş bilgi için bkz. Zebidî, IX, 325-326;
Koçyiğit, Hadis Tarihi, 69; Canan, Kütüb-i Sitte, I, 518-520; Erul, Bünyamin,
Sahâbenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999, 1-13; Bağcı, H. Musa, Hadis
Rivâyetinde Sahâbenin Kavrama ve Nakletme Sorunu, -Hadis Metodolojisinde
Sahâbenin Zaptı-, Ankara 2004, 16-19.
59 Bağcı, 22.
60 A’raf, 7/157.
56
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
373
3. Tâbiîn’den herhangi birinin aynı şekilde şehâdetiyle bilinir.
Ancak bu zât tezkiyesi makbûl biri olmalıdır,
4. Bir kimsenin şahsen: “Ben sahâbî’yim” demesiyle de
sahâbelik sübut bulur. Ancak bu durumda iddia sâhibinin adalet
sâhibi ve Resulûllah’a yaşca muâsır olması gerekir.61 Adalet iddiası
kendi sözüyle subut bulmaz, başkasının şehâdeti esastır. Böyle olmayanların sahâbe iddiası kabul edilemez.62
Sahâbî sayılmak için Müslüman olmak şartı, irtidat eden kimselerin ve münafıkların sahâbî sayılıp sayılmama hususunu ortaya
çıkarmaktadır. Hz. Peygamber’i Mü’min olarak gördükten sonra
irtidad eden ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra tekrar Müslüman
olanların sahâbî sayılıp sayılmayacakları hakkındaki ihtilaf, muhaddisler ve fakihler arasında sürdürülmüştür. 63 Genel olarak sahâbî tarifinde “Müslüman olarak ölen” sözü ayırt edici bir ibaredir ve Hz.
Peygamber’e mü’min olarak mulâkî olduktan sonra irtidad edip ve
bu hal üzere ölen kimseleri tarif dışı bırakmaktadır. Kur’ân’da münafıklarla ilgili delillerden hareket ederek sahâbe arasında münafık,
fasık ve mürtedlerin var olduğu ile ilgili iddialara karşı verilen bazı
cevaplarda münafıkların sahâbeden ayrı oldukları, sahâbe içerisinde
sayılamayacakları kesin olarak ifade edilmiştir. Kur’ân’ın ilgili
âyetlerinde vasıflarıyla birlikte münafıklar ifade edilmişlerdir. 64
Mü’minler ve münafıklar, Hendek Harbi ve Tebük Seferi esnasında gerçekleştirildiği bildirilen imtihan ve ayrım işi ile kesin olarak
ayrılmışlardır. Sayıları oldukça az olan Münafıklar, sahâbe arasında
vasıfları ve kişilikleri ile bilinmektedir. Sahâbe ile münafıklar birbirinden ayrı olması gereken iki ayrı kesim olduklarından, bunlar arasında kesin ayrım yapan muhaddisler de münafıkların rivâyetlerine
ve fikirlerine değer vermedikleri gibi münafık muamelesi gösterip
kendilerini ayrı bir zümre olarak mütalea etmişlerdir. Zaten münafıkları ashâb arasında sayan ve eserinde onları sahâbî gösteren herhangi
bir İslâm âlimi ve tabakat müellifi de bilinmemektedir.65
Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 212-214; Canan, Kütüb-i Sitte, I, 520.
Canan, Kütüb-i Sitte, I, 521.
63 Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 209; Koçyiğit, Hadis Tarihi, 71.
64 Bkz. Tevbe, 9/ 47-48, 58, 61, 67, 75-77, 79, 86-87, 97, 127; Münafıkun, 63/1-11.
65 Çapan, Ergün, Kur’an-ı Kerim’de Sahâbe, İstanbul 2002, 153-157 (Savî,
Menziletü’s-Sahâbe, 29-30, 34’den naklen). Konu ile ilgili geniş bilgi için bkz.
Çapan, 151-162.
61
62
374
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Zikredilen hususlarla bir kimsenin sahâbî olduğuna hükmedilince ona Müslümanlar arasında Hz. Peygamber’i görmüş olmaktan
ileri gelen müstesna bir makam ve şeref tanınmış olmaktadır.
Sahâbîlik, insana derece, mertebe ve yüksek şeref kazandıran bir sıfattır.66 Ehl-i Sünnet’e mensup olan Mü’minler sahâbe’nin hâiz olduğu bu yüce makamda müttefiktirler. Kıyâmete kadar gelecek bütün
mü’min nesillerden hiçbir ferd sahâbeye mensup hiçbir kimseye karşı
fazilet noktasında üstünlük iddia edemez. Onların efdaliyeti bizzat
Kur’ân ve Hz. Peygamber tarafından ifade edilmiştir.67 Ehl-i Sünnet,
ashâbı bir bütün kabul etmekte de müttefiktir. Sahâbe arasında, tabiî
olması gereken fark sebebiyle, sahâbeyi kendi arasında derece bakımından tefrik eder ve hususî, ferdî fezâilde aralarında dereceleme
yaparsa da,68 sahâbelik faziletinde hepsini bir görür. Bir başka ifadeyle Şî‘a’nın yaptığı gibi, Resulûllah’ın sohbetiyle müşerref olan kimseler hakkında uygunsuz konuşamaz, saygısızlık, güvensizlik, ittihâm
ifadeleri taşıyan sıfatlar izâfe edemez. Hepsine ayrı ayrı muhabbet
duyar. Hangisinin ismi geçerse geçsin Radıyallahu anh yani Allah
ondan razı olsun (tardiye) duasını okur. 69
Sahâbenin adâleti Kur’ân ve hadisle sabit olduğu için,70 sahâbe,
râvî olarak büyük günahlardan uzak, âdil ve güvenilir olarak kabul
edilmiştir.71 Hadis musennefâtının tedvini devrinde, bir hadisin sahîh
ve sakîm olduğu değerlendirilirken rivâyet zincirindeki ilk tabaka
olan sahâbe tetkik ve tenkit dışı tutulmuş, onlara cerh ve ta’dil kitaplarında yer verilmemiştir. Konu ile ilgili bir araştırmada, bunun bir
zaruretten kaynaklandığı ifade edilmektedir. Hadis ehlini bu tutuma
sevk eden hususların başında, sahâbeye karşı girişilmiş hücumları
bertaraf etmek suretiyle, onlar sayesinde elde edilen hadis malzemesinin kıymetini koruma endişesi gelmektedir. Zira sahâbe itibardan
Koçyiğit, Hadis Tarihi, 71.
Canan, Kütüb-i Sitte, I, 521.
68 Sahâbe, muhtelif âlimler tarafından çeşitli şekillerde tabakalara ayrılmıştır.
Bunlardan en ziyâde benimsenmiş olanı İslâm’daki kıdemi esas alarak
Ashâb’ın oniki tabakaya ayrılmasıdır. Kısmen fazilet derecelemesini de ifâde
eden bu taksim ve fazilete göre diğer taksimler için bkz. Koçyiğit, Hadis Tarihi, 72-74; Canan, Kütüb-i Sitte, I, 531-533.
69 Canan, Kütüb-i Sitte, I, 521.
70 Aydınlı, Abdullah, “Adâlet”, DİA, I (1988), 344.
71 Bkz. Koçyiğit, Talat, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara
1988, 238; Sofuoğlu, Cemal, “Şî‘a’nın Sahâbîler Hakkındaki Bazı Görüşleri”,
AÜİFD, XXIV (1981), Ankara, 533, 537.
66
67
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
375
düşerse, “Din” olarak addedilen Sünnet malzemesi de tehlikeye girecekti.72
Ehl-i Sünnet’e göre ashâbı bir bütün olarak sevmek, hepsine
ayrım yapmadan güvenmek Kur’ân’ın ve Peygamber’in emri gereğidir. Buna bir bakıma sahâbenin adaleti denir. Adalet; özet olarak
dindarlık, sıdk, itikād düzgünlüğü, güzel ahlak demektir. Ehl-i Sünnet, bütün sahâbîlerin bu vasıfları taşıdıklarında müttefiktirler. Hadis
ehl-i ve âlimlerin cumhuru sahâbenin tamamının âdil olduğunu savunmuşlardır. Bu hususta delil, Kur’ân ve Hz. Peygamberdir. 73
Sahâbeyi öven her âyet onların adaletine delil kabul edilmiştir.74 Netice itibariyle “Ashâb âdildir” derken ulemânın kasdettiği mânâ;
“Rivâyette kizbe taammüd etmekten ve rivâyetini kabul etmemeyi
gerektiren bir fiil irtikab etmekten ictinab etmek (kaçınmak)tir. 75
Ehl-i Sünnet’e göre sahâbenin adaletinin manası; sahâbenin,
doğru sözlü, yalana tenezzül etmeyen, temiz vicdanlı, dini insanlığa
naklederken hilâfı hakikat beyanda bulunmamış insanlar olarak kabul edilmeleridir. Bu hususiyet sahâbenin dışındaki insanlar için söz
konusu değildir. Çünkü diğer insanlar Allah tarafından bu şekilde bir
Geniş bilgi için bkz. Bkz. Sofuoğlu, “Şî‘a’nın Sahâbîler Hakkındaki Bazı
Görüşleri”, 533-537; Âşık, Nevzat, Sahâbe ve Hadis Rivâyeti, İzmir 1981, 292298; Bağcı, 9, 13-14.
73 İbn Hacer, Ahmed b. Ali b. Muhammed el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyizi’sSahâbe, Mısır 1328, I, 9-10; Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 214-216; Canan, Kütüb-i
Sitte, I, 361-362, 521; Bağcı, 20.
74 Çapan, 138; Ehl-i Sünnet’in, Hadis ehl-i ve âlimlerin cumhurunun
sahâbenin tamamının âdil olduğunu Kur’an ve Hz. Peygamber’in hadisleri
ile delillendirmelerine karşı yapılan bir itiraz da şöyledir: “Sahâbenin adaletini savunan bütün âlimler Kur’an’dan ve hadislerden sahâbeyi öven ve metheden bazı âyet ve hadisleri delil getirmektedirler. Burada dikkat çekilmesi
gereken husus şudur: Kur’an’da sahâbenin üstün ve erdemli tavırlarını öven
pek çok âyet vardır. Bununla birlikte Kur’an’da onların hatalı ve günah içeren tavırları da eleştirilmektedir. Aynı şekilde hadisler içerisinde de sahâbeyi
metheden rivâyetler olduğu gibi, onlar hakkında olumsuz bazı tasvirleri içeren hadisler de bulunmaktadır. Kaynaklar irdelendiğinde bu olgunun görmezlikten gelindiği görülmektedir. Sahâbenin adaleti konusunda sadece onları öven ve metheden âyet ve hadisler alınıp bunun aksi olanlar görmezlikten gelinmektedir.” Bkz. Bağcı, 21-22.
75 Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 216.
72
376
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tezkiyeye mazhar değillerdir. Sahâbeyi ise, bizzat Allah tezkiye etmektedir ve bu hususta ümmetin icmaı vardır.76
Ashâbı ta’dîl; onların İslâm’a mallarını canlarını fedâ ederek
yaptıkları hizmetin kadrini bilmek, Kur’ân ve Sünnet’e getirdikleri
açıklamaları benimsemek demektir. Aynı zamanda Kur’ân ve Sünnet’in o husustaki emrine uymak, tam teslimiyet göstermek demektir.
Ashâbın şânı bu iki kaynakta tebcîl edilmiş olması sebebiyle:
“Resulûllah ile sohbetin kazandırdığı üstünlüğe başka hiçbir şey
muadıl ve denk olamaz” denmiştir. Bir sahâbenin âdil olması demek,
hadis rivâyetinde dürüst davranması, Hz. Peygambere yalan isnâd
etmemesi demektir.
Ehl-i Sünnet’e göre sahâbenin adaleti ile onların günahtan, kusurdan mâsum oldukları kastedilmez. Ehl-i Sünnet, insan olmaları
hasebiyle sahâbenin kasdî olmaksızın hata yapabileceğini, yanılabileceğini kabul eder. İslâm masumluğu sadece peygamberlere tanır.
Sahâbîler de diğer insanlar gibidirler, onlar da günah işleyebilirler.
Nitekim bu durumda olan sahâbîlerin Hz. Peygambere gelerek vaziyetlerini anlattıkları bilinmektedir. Onlar da bazı kusurlara, hatalara,
yanılmalara düşebileceklerdir. Onların hata edip, günah işlemeleri
hiçbir zaman hadis rivâyetinde hile yaptıkları anlamına gelmez. Herkes gibi onlar da unutabilir, yanılabilirler. Ama kasıtlı olarak Hz.
Peygambere yalan söz isnâd edemezler. 77 Nitekim sahâbenin Peygamberle olan ilişkisi ve Sünnete karşı tavrında farklı anlayışları olmakla birlikte, kasdî bir davranış içinde olmadıkları görülmektedir.78
Onların hatalarının küfür veya şehadetlerini hükümsüz kılan bir fısk
olamayacağı belirtilerek kusurlarının, faziletlerinin yüceliği ve
Cenâb-ı Hakk’ın af garantisi karşısında küçüleceği ifade edilir. Bu
nedenle ashâbın noksanlarını aramanın ve onlara kusurları açısından
bakmanın mü’minlik edebine yakışmayacağı ileri sürülerek,
sahâbîliği kesinlik kazanmış olan ashâbın, adaleti tam olması sebebiyle haklarında bir ta’dil ediciye gerek duyulmadığı belirtilir.79
Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 214-216; Çapan, 138; Sofuoğlu, “Şî‘a’nın Sahâbîler
Hakkındaki Bazı Görüşleri”, 533-534.
77 Bkz. Sofuoğlu, “Şî‘a’nın Sahâbîler Hakkındaki Bazı Görüşleri”, 533-534,
537; Canan, Kütüb-i Sitte, I, 526; Canan, Peygamber Yıldızları, 86-87.
78 Geniş bilgi için bkz. Erul, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, 121-473
79 Bkz. Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 239; Canan,
Kütüb-i Sitte, I, 526, II, 18.
76
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
377
Sünnî âlimlere göre Ashâbın adâleti ile ilgili Kur’ân ve
Hadîsteki deliller, insanların ta’dîline ihtiyaç hissettirmeyecek kadar
çoktur. “Allah ve Resûlü’nden onların hakkında zikredilen naslardan
hiçbiri vârid olmamış olsaydı bile, onların hicret, cihâd, İslâm’a yardım, can ve mallarını bu yolda harcamaları, ata ve evlâdlarını öldürmeleri, din için birbirlerine gösterdikleri hayranlık, iman ve yakînde
izhâr ettikleri fevkalâde kuvvet gibi fiilen içinde bulundukları sayısız
haller, âdil olduklarına kesinlikle hükmetmeye yeterli idi. Ayrıca, nezih olduklarını kabûle ve onların kendilerinden sonra gelen haleflerinden ve onları ta’dîl ve tezkiye etme durumunda olacak hepsinden,
daha efdal olduklarını teslime kâfî idi. İşte bu görüş, bütün âlimlerin
ve kavline güvenilen bütün fakihlerin müşterek görüşüdür.”
“Sahâbenin adâleti, Allah Teâlâ’nın onları âdil sayması ile pâk ve
tâhir olduklarını bize haber vermesiyle sabittir.” “Bir kimsenin Hz.
Peygamber’in ashâbından birine karşı kötü tavırla baktığını, onun
kadrini düşürmeye çalıştığını görürsen, bil ki, o zındıktır. Zira Peygamber haktır. Kur’ân haktır. Bu Kur’ân’ı ve Sünneti bize ulaştıran
Hz. Peygamber’in ashâbıdır. Fakat zanadıka, Kitab ve Sünneti iptal
etmek için bizim delillerimizi ortadan kaldırmak istiyorlar,
cerhedilmek o zındıklara yaraşır.”80
İmam Cüveynî, sahâbenin adaletinin araştırılmamasının sebebini, onların şeriatın taşıyıcısı olmalarıyla ilişkilendirir ve şâyet onların rivâyetlerinde tavakkuf sabit olursa, şeriatın sadece Hz. Peygamber dönemine inhisar edeceğini ve diğer asırlara ulaşamayacağını
söyler.81 Bazı gruplar, sahâbenin durumunun diğer insanların durumu ile aynı olduğunu savunarak sahâbenin adaletinin araştırılmasına
dair fikir beyan etmişlerdir. Bazıları da, başlangıçtan fitnenin zuhuruna kadar sahâbenin âdil olduğunu; sonra durumun değişerek kan
döküldüğünü; bundan dolayı da sahâbenin durumunun araştırılması
gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler, bazı Sünnî âlimlerce Sünnete aykırı bulunarak selefe karşı bir cür’et olarak telakkî edilmiştir.82
Amidî (631/1233) imamların çoğunun sahâbenin âdilliği hususunda
hemfikir olduklarını belirtmektedir. O bu konuda farklı görüşleri
vermekle beraber tercih edilen görüşün imamların cumhurunun göBkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 525-526.
Cüveynî, İmâmu’l-Harameyn Ebi’l-Meâlî Abdulmelik b. Abdillah b. Yusuf
(478/1085), Kitâbu’l-İrşad ilâ Kavâti’il Edille fî Usûli’l-İ’tikad, thk. Es’ad Temîm,
Beyrut 1992, 365; Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî,II, 214.
82 Bağcı, 20-21.
80
81
378
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rüşü olduğunu âyet ve hadislerle delillendirmektedir. 83 Zehebî
(748/1347) ise şöyle söylüyor: Eğer bu kapıyı -cerh ve ta’dil- üzerimize açarsak içine birçok sahâbî, tabiî ve imamlar girer. Sahâbenin bazısı bazısını teville küfürle itham etmiştir. Allah onların hepsinden razı
ve hepsi için bağışlayıcıdır. Onlar masum değildirler. Onların ihtilaf
ve savaşları bize göre onlara basit gelen savaşlardan olmamıştır.”
“Sahâbeye gelince, onların yaygısı dürülmüştür (tenkit dışı tutulmuştur). Eğer hata ettilerse diğer güvenilir râvîler (sîka) de hata etmiştir.
Hatadan neredeyse kimse berî değildir. Ancak bu asla zararı olmayacak ender bir hatadır! Hem Yüce Allah’a itaatimizin aracı olan amel
onların adaletlerine ve nakillerinin kabulüne dayanmaktadır...”84
Nevevî (676/1277), fitneye katılan ve katılmayan sahâbîlerin
hepsinin âdil olduğunu söylemektedir. 85 İbn Haldun, ümmetin en
hayırlısı olarak geçip giden sahâbî ve diğer nesillerin iş ve hareketlerinin hayırlı maksatlara hamledilmesi gerektiğini belirtir. Onları yaptıkları işlerde şüpheye düşerek onlara dil uzatmaktan çekinilmesini
söyler ve “onları tenkit ve onlara ta’n etmeye kalkışır isek, kimi adaletli sayabiliriz?” diye de uyarır. Bu ifadesini, Hz. Peygamber’in bir
hadisinde üç defa tekrarlanarak “ümmetin en hayırlısı olarak
sahâbîler, müteakiben ikinci ve üçüncü nesillerden sonra yalancılığın
yayılacağı” sözü ile delillendirir. Hz. Peygamber’in bu suretle adaletten ibaret olan hayrı, kendi nesline ve ondan sonraki birkaç nesle tahsis ettiği beyanı ile açıklar.86
Bu arada belirtmek gerekir ki; sahâbenin hepsinin âdil olduğuna hükmeden Ehl-i Sünnet ulemasının bu görüşleriyle çelişen bazı
hususlara dikkat çeken tartışmalar da yapılmaktadır: Sahâbenin, Hz.
Peygamber’in söz, fiil, terk ve takrirleri karşısında farklı anlayış ve
değişik eğilim göstermeleri,87 hadisleri râvî olarak birbirlerinden fark-
Amidî, Ali b. Muhammed, el-İhkam fî Usûli’l-Ahkâm, thk. Seyyîd elCümeyli, Beyrut 1984, II, 102.
84 Ebû Reyye, Mahmut, Muhammedî Sünnetin Aydınlatılması, çev. Muharrem
Tan, İstanbul 1988, 52-53 (ez-Zehebî, Risâle fî’r-Ruvâti’s-Sikât, 3-21’den naklen).
85 Suyutî, Tedrîbu’r-Râvî, II, 214 (bu kitabın içindeki en-Nevevî’ye ait Takrib
metni)
86 İbn Haldun, Abdurrahman b. Muhammed (808/1406), Mukaddime, I-III, çev.
Zâkir Kadirî Ugan, İstanbul 1990, I, 553-554.
87 Geniş bilgi için bkz. Erul, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, 125-465, 469-470.
83
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
379
lı anlayıp değerlendirmeleri,88 hadis rivâyetinde zapt kusurları olarak
ifade edilen kusurlarla mâlül olmaları,89 Ebû Hüreyre örneğinde olduğu gibi birbirlerini eleştirmeleri,90 sahâbeden bazılarının ilk defa
işittikleri bir hadis karşısında, diğer sahâbeye karşı şâhid istemek,
yemin ettirmek gibi tavır almaları veya bazen birbirlerini “kizb” le ithamlarının91 Ehl-i Sünnet ulemasının sahâbenin hepsinin âdil olduğuna hükmetmesiyle çelişmekte değil midir? Bu, üzerinde önemle
durulması gereken bir konudur ve bu husus başlangıçtan beri ulemanın dikkatini çekmiş ve mesele üzerinde açıklama yapma gereğini
hissettirmiştir.92 İmam Şafiî, meseleyi, haber-i vâhid’le amel prensibine bağlı olarak izah eder. Ona göre, haber-i vâhid’le, yani bir kişinin
getirdiği haberle amel edilebilir, bu câizdir. Ancak, bâzı mülâhazalarla, haber-i vâhid’le, amelin cevazına rağmen, şâhid istenebilir. Ona
göre kişiyi, haberi getirenden bir de şâhid istemeye sevkeden mülâhaza üçtür:
1. Haber-i vâhid, makbul olsa da, rivâyetin çokluğu, getirilen
haberi takviye eder, bu sebeple ihtiyâten şâhit istenir.
2. Muhbiri, yani haberi getiren kimseyi tanımıyorsa, kişi, haberine güvenebilmek için tanıdıklarından bir şâhit ister.
3. Muhbir, kişi nazarında getirdiği haberine güvenilir birisi değil ise sözüne güvenebileceklerinden bir şâhit getirmesini ister. İmam
Bkz. Görmez, Mehmet, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında
Metodoloji Sorunu, Ankara 1997, 45-50.
89 Geniş bilgi için bkz. Bağcı, 41-276.
90 Hadisin zapt ve tespitinde Ebû Hüreyre konusunda bazı kişilerden gelen
itirazlar ve cevapları için bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 62-71; Koçyiğit, Hadis
Tarihi, 56-62;
91 Hz. Peygamber devrinde ve onun vefatından sonra sahâbîler, hadis
rivâyetinde birbirlerinden şüphe etmiyorler, az sayıda bazı itirazlar
müstasna, rivayet edilen hadisleri yalanlamıyorlardı. Keza tâbi’ûndan olan
hadisçiler de sahâbeden işittikleri hadislerin kabulünde tereddüt göstermiyorlar, daha doğrusu, Hz. Peygamber’e ve onun sünnetine olan inançları dolayısıyla, hadisin her türlü yalandan, tahrîf ve tashîften salim bir şekilde nakledildiğine samîmî bir kalble inanıyorlardı. Fakat bu inanç, Hz. Osman’ın
katlinden sonra başlayan olaylar sonrasında başlayan “fitne” tabir edilen dönem sonrası hadis vaz’ının başlamasıyla, hadisde isnad tatbikatının ve cerh
ve ta’dîl faaliyetinin de başladığını gösteren muhtelif haberler vardır. Koçyiğit, Hadis Tarihi, 167-168.
92 Geniş bilgi için bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 58.
88
380
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Şafiî bu açıklamasını şöyle tamamlar: “Hz. Ömer’in, Ebû Mûsa elEş’arî’ye karşı tutumu birinci şıkka girer, yani ihtiyat için.” 93
Hz. Âişe ile Ebû Hüreyre, Hz. Ömer ile oğlu Abdullah, İbn
Abbas (68/687) ile Abdullah b. Amr b. As gibi birçok sahâbî arasındaki ihtilaf, aslında Hadis ve Sünnette lafız-mânâ ve şekil-ruh bütünlüğü ile rivâyet-dirâyet dengesini kurma zorluğundan neş’et etmiştir.94
Sahâbe arasında bu hususlardaki ihtilaflar ve birbirlerine itirazların
çeşitli sebeplere dayandığı tespit edilmektedir: Sünnet olanı tespit
etmede farklı görüşler, bazı fiilleri Hz. Peygamber’in bir veya birkaç
kez yapmış olması, hadisi bilmeme, zaptla ilgili ihtilaflar, bildiği sünnetle amel gibi sebepler sahâbe arasındaki ihtilafların nedenlerinden
bazılarıdır.95
Sahâbenin birbirine itirazına sebep olan bazı hususların örneklerine bakıldığı zaman, Hz. Peygamber’den işitileni kısmen unutma,
yanlış anlama, nâsih hükümden haberi olmama şüpheleri de vardır.
Nitekim bu şüphelere vardıran birçok vak’a vardır. Kendisi için “yeni” olan bir hadisi dinleyen Sahâbî, hadisi rivâyet eden sahâbîye
inanmakta ve güvenmekte olmasına rağmen, o konuda bir itminan
aramaktadır. Yani “yakînin ziyâdeleşmesi”ni talep etmiştir. Yahut itiraz aslında rivâyet ettiği şeye değil, ondan çıkardığı hükme yönelik
de olmuştur. Âlimler, sahâbenin birbirlerine karşı tutumunu Hz. İbrahim örneğine 96 benzetirler. Onlar meşrû olan “yakînin
ziyâdeleşmesi” ve itminanın kuvvetlenmesini talep etmişlerdir. Şu
halde, sahâbenin birbirini tenkidinden onların cerhedilmesi gereğine
delil bulmaya çalışılması yanlıştır.97
Hadisde, hadis vaz’ı (uydurma) ve beşerî zaâfiyetlerden kaynaklanan hatalar ve benzeri sebeplerle cerh ve tadîl hareketinin başlaması ve aynı zamanda “fitne “dönemi hadiseleri ile başlayan süreçte hadisde isnad tatbiki ile98 sahâbe adına ortaya çıkan ve çıkabilecek
Bkz. İmam Şafiî, er-Risâle, 223-224; İmam Şafiî’nin Haber-i Vâhid ile ilgili
görüşleri konusunda geniş bilgi için bkz. İmam Şafiî, er-Risâle, 196-235.
94 Görmez, Mehmet, “Sünnet ve Hadis’in Anlaşılması ve Yorumlanmasında
Metodoloji Sorunu ve Yeni Bir Metodoloji İçin Atılması Gereken Adımlar”,
İslâmî Araştırmalar, X/1-2-3-4, Ankara 1997, 31-32.
95 Uraler, Aynur, Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık, İstanbul 2000, 339362.
96 Bakara 2/260.
97 Bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 59-60.
98 Koçyiğit, Hadis Tarihi, 167-181.
93
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
381
yalan haberler ve dolayısıyla sahâbenin istismar ve alet edilmesi de
önlenmeye çalışılmıştır.
Sahâbe arasında vukû bulan ihtilaflar ve özellikle çatışma konuları ile ilgili hususlara dair Sünnî yaklaşımın, genellikle “sahâbenin
sadece hayırla anılması müstesna, başka türlü kendilerinden bahsetmekten kaçınılır”99 şeklinde olduğu görülmektedir. Bu da, ilk dönem
Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer hakkında herhangi bir tartışmaya girmeyen ircâ anlayışına100 ve ilk tarafsız zümrelerde görülen fitneden uzak
durma101 tavırlarına benzer bir yaklaşımdır.
IV. Sahâbe’nin Sünnî Kaynaklarda Tezkiye ve Efdaliyeti
Fazilette sahâbîye kimsenin yetişemeyeceği görüşüdür. Yani,
herhangi bir sahâbî, sahâbe sıralamasında en sonda bile yer alsa, arkadan gelen en faziletli kişilere nazaran daha üstündür. Bir başka
ifade ile bu ümmetin ilim, irfan ve velâyet yönleriyle en mümtaz olan
güzide kişileri bile, fazilet yönüyle en âmi bir sahâbîye yetişemez.102
Hz. Peygamber’in sünnetine bağlılıkları (i’tisam) 103 ve onun
hadislerinin ilk râvîleri olarak ashâb neslinin, İslâm Dini’ne her husustaki hizmetleri mümtaz bir yer tutar: Vahyin ve sünnetin intikalinde ve muhafazasında, sünnetin zapt ve tespitinde, fetihte, ilimde,
örnek yaşayışta, Kur’ân’ın tefsirinde, hukukun tedvîninde, devletin
teşkilatlanıp içtimâî müesseselerin kurulması ve benzeri hizmetlerde
rolünü ayrıca belirtmek gerekir.104 Onlar gerektiğinde dinin yayılması, İslâm’ın yüceltilmesi, kuvvetlenmesi ve insanlığın kurtuluşu için
can ve mallarıyla fedekarlıklarda bulundular, eziyet ve zorluklara
katlandılar. Hatta öldürülmekten korkmayan, malını ve mülkünü feda eden, eşini çocuklarını terk ederek İslâm’ın nurunu taşımak için
Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, 340.
Bkz. Kutlu, “İlk Mürciî Metinler ve Kitâbu’l-İrcâ”, 324-328, 326.
101 Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim (548/1152), el-Milel ve’n Nihal, thk.
Emir Ali Mehnâ-Ali Hasan Fâur, I-II, Beyrut 1998, I, 161.
102 Canan, Peygamber Yıldızları, 88
103 Geniş bilgi için bkz. Uraler, 153-392.
104 Bkz. Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 237; Canan,
Kütüb-i Sitte, I, 15; Ashâbın her biri bazı yönleri ile meşhur olmuştur. Bazıları
ilimleriyle; bir kısmı Kur’an’ı Kerîm’i, Sünneti, fıkhı, cahiliye edebiyatını,
ensâbı, eyyâmu’l-Arab denen tarihi iyi bilen kimselerdir. Bilhassa fetvaları ve
Kur’an’la ilgili açıklamalarıyla tanınmışlardır. Bkz. Canan, Peygamber Yıldızları, 34-35.
99
100
382
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
hicret eden kimselerdi. Bu vasfa sahip sahâbîler Kur’ân’da övülmüşlerdir.105 Kur’ân’a göre bu insanlar kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler. Onlar rukû’a varırlar, secde ederler ve Allah’tan
lütuf ve hoşnutluk dilerler. Alametleri yüzlerindeki secde eseridir.
Onlar filizini çıkarmış, onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, ziraatçıların
hoşlandığı ekin gibidirler. Allah bunları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.106 Bunlarla birlikte, hemen bütün Sünnî yaklaşımın genel anlayışına göre Sahâbe, Allah ve Resulullah’ın rızasında yarışan; Resulullah’a büyük sevgiler taşıyan; Allah’ın ismini
yüceltmek, insanlığa hak ve adaleti, hayrı ulaştırmak için gece ve
gündüz gayret ve cehd eden seçkin insanlardır. Benzeri faziletleri,
iyilik ve güzellikleri tâdât edilmekle de kadri yüceltilmiş olamaz.
Çünkü onları Allah senâ etmiş ve Kur’ân’da onları tezkiye ve tadîl
etmiş, ümmetin hayırlıları olarak vasfetmiştir.
Kur’ân’ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde
sahâbenin faziletleri dile getirilmiş ve bu neslin diğer Müslüman nesillere üstünlüğü açıkça belirtilmiştir. İlgili eserlerde yer alan ashâbı
öven bazı âyet ve hadislerle onların kıymetleri yükseltilmiş ve ümmetin en hayırlı nesli olarak müjdelenmişlerdir.107
Sahâbenin dindeki yeri ve önemi, bizzat Kur’ân’ın ifadelerine
başvurulması suretiyle araştırıldığı zaman, Kur’ân’ın ona çok önemli
bir yer bahşettiği açıkça görülmektedir. Allah Kur’ân-ı Kerim’in pek
çok âyetinde sahâbenin faziletlerinden bahsederek onları övmüş ve
onların “adalet” sahibi insanlar olduğunu bildirmiştir. 108 Sahâbeyi
öven, onlara mağfiret ve Cennet vaad eden âyetler bütün ashâbı kapsar. Sahâbî olduğu kesin bilinenler arasında âyetlerin istisna ettiği ve
faziletini onaylamadığı herhangi bir grup veya şahıs bilinmemektedir. 109
İlk İslâm büyüklerinden günümüze kadar gelip geçen bütün
Ehl-i Sünnet uleması, Kur’ân’da ashâbın tebric edilmesi ve yüceltil-
Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 237; Bağcı, 22.
Fetih, 48/29.
107 Bkz. Zâhir, İhsan İlâhi, Şî‘a’nın Kur’an İmamet ve Takiyye Anlayışı, çev. Sabri
Hizmetli-Hasan Onat, Ankara 1984, 19, 44-47; Koçyiğit, Hadis Tarihi, 71; Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 237-238; Geniş bilgi için
bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 522-525.
108 Şehristânî, el-Milel, I, 192; Canan, Kütüb-i Sitte, I, 522-523.
109 Çapan, 138-145, 151.
105
106
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
383
mesiyle ilgili âyetleri böyle anlamakta ihtilaf etmezler. 110 Özellikle
“Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın nimetlerine mazhar ettiği nebiler, sıddikler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar !”111 âyetinin bazı Sünnî kaynaklarda sahâbenin
faziletine ve ilk üç halifeye ilişkin işaret edildiği ifade edilerek açıklandığı görülmektedir.112
Ahzâb 33/33, Sâffât 37/130 ve Şûrâ 42/23 gibi bazı âyetler de Selef ve Ehl-i Sünnet ulemâsı tarafından Ehl-i Beyt’e ve onların faziletine dâir işaret olarak yorumlanmıştır.113
Ebû Hanîfe, Vasıyyesi’nde Hz. Peygamber’den sonra ümmetin
en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. “İlk
önce iman edenler, herkesi geçenlerdir. Allah’a yakın olanlar onlardır. Onlar Naîm cennetlerindedir”114 âyetinin bu hususu ifade ettiğini, önceliği olan herkesin faziletli olduğunu ifade eder.115
Bazı âyetlerde geçen “es-Sâbikûn el-Evvelûn” ifâdesiyle kastedilenlere ashâbın mümtazları, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi İslâm’ın
büyükleri dâhildir. Ancak “es-Sâbikûn el-Evvelûn” ifâdesiyle ilgili
farklı görüşler vardır. Said İbnu’l-Müseyyib’e göre bunlar iki kıbleye
de namaz kılanlardır. 2. Şa’bî’ye göre bunlar Biatü’r-Rıdvân ‘a katılanlardır. 3. Muhammed İbn Ka’b’a göre Bedir ashâbıdır. 4. İlk Müslüman olanlar denmiştir (bu ilk kişinin; Hz. Ebû Bekir veya Hz. Ali yahut Hz. Zeyd veyahut Hz. Hatice olabileceği konusunda da ihtilaf
vardır).116 Allah Teâlâ hiçbir ayrım yapmadan hepsinden razı olduğunu ilan etmiştir.
Kur’ân’da çizilen sahâbe portresinde bazı âyetler onları çeşitli
sebeplerle uyarı nitelikli anlatımlarla ifade etmektedir. Bazı âyetlerde
ise, onların “hakiki Mü’min olmaları”; “Allah rızasını aramaları”;
“fazilet sahibi olmaları”; “takvaya kilitlenmeleri”; “rüşd sahibi olmaları”; “ibadete düşkün olmaları”; “kâfirlere karşı şedid olmaları”;
“kâfirlerin gayzını artırmaları”; “kendi aralarında çok merhametli
olmaları”; “mağfiret ile müjdelenmeleri”; “Allah’ın onlardan razı olCanan, Kütüb-i Sitte, I, 521-522.
Nisâ 4/69.
112 Bkz. Çapan, 226-228.
113 Sarıcık, Murat, Kavram ve Misyon Olarak Ehl-i Beyt, İstanbul 1997, 45-145.
114 Vâkıa, 56/10
115 Ebû Hanîfe, 61 (Arapça metin 89)
116 Canan, Peygamber Yıldızları, 33-34.
110
111
384
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ması”; “Cennetin vaadedilmesi”; “Tevrat ve İncil’de bahsedilmeleri”;
“en hayırlı topluluk olmaları”; “âdil kabul edilmeleri” şeklinde övüldüğü görülmektedir. 117 Ashâbın övülmesi konusuyla ilgili bazı
âyetlerin mealleri şöyledir:
“Böylece sizi insanlara şâhid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şâhid ve örnektir”118 “Siz insanlar
için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz.”119 “Ey Peygamber! Allah’ın yardımı sana ve
sana uyan Mü’minlere yeter”120 “İman edip de Allah yolunda hicret ve cihâd
edenler, barındıranlar, yardım edenler: İşte gerçek Mü’min olanlar bunlardır. Mağfiret ve uçsuz bucaksız rızık da onlarındır.”121 “İyilik yarışında önceliği kazanan Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzelce uyanlardan Allah
hoşnud olmuştur. Onlar da Allah’tan hoşnuddurlar. Allah onlara içinde
ebedî kalacakları, içlerinde ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır…” 122
“Andolsun ki, Allah, Peygamber’i ve güçlük zamanında ona uyan Muhacirlerle Ensarı affetti, tevbelerini kabul etti” 123 “İşte bunlar-ki cennet yârânı
içindedirler- işlediklerinin en güzel (ler)ini kabul edeceğimiz, günahlarından
geçeceğimiz kimselerdir. (Bu), onların va’d olunageldikleri, dosdoğru bir söz
vermedir” 124 “Ey Muhammed! Allah inananlardan, ağaç altında sana baş
eğerek el verirlerken, and olsun ki hoşnut olmuştur. Gönüllerinde olanı da
bilmiş, onlara güvenlik vermiş, onlara yakın bir zafer ve ele geçirecekleri bol
ganîmetler bahşetmiştir.”125 “İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıklarını almakta da önde olanlardır.”126 “Ne oluyor size ki (iman ettikten sonra da) Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin (bütün) mirâsı
Allahındır. İçinizde fetihten evvel (Allah yolunda) harcayan muhârebe eden
kimseler (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibâriyle (o fetihten) sonra
harcayan muhârebe edenlerden daha büyüktür. (Bununla beraber) Allah (bu
iki zümreden) her birine en güzel olanı (cenneti) vaad etti. Allah, ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.”127 “Daha önceden Medine’yi yurd edinmiş ve
Geniş bilgi için bkz. Çapan, 47-145.
Bakara, 2/143.
119 Âl-i İmran, 3/110.
120 Enfâl, 8/64.
121 Enfâl, 8/74.
122 Tevbe, 9/100.
123 Tevbe, 9/117.
124 Ahkaf, 46/16.
125 Feth, 48/18.
126 Vâkı’a, 56/10-12.
127 Hadîd, 57/10.
117
118
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
385
gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri
severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler.
Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önce tutarlar.
Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar saâdete erenlerdir.”128
Süfyan’ı Sevrî, “Ey Muhammed! Deki: Hamd Allah’a mahsustur. Seçtiği kullarına selâm olsun” 129 âyetinde zikredilenlerin ashâb
olduğunu söylemiştir. 130
Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi, Hz. Peygamber hadislerinde,
ashâbı “tebrie” etmiş, aralarında bir ayrım yapmadan ümmetine karşı
onların şânlarını yüceltmiştir. İleri gelen sahâbe hakkında da ayrı ayrı
medh u senâda bulunmuştur. Hadis kitaplarının Menâkıb ve Fezâil
bölümleri bu çeşit hadislerle doludur.131
Sünnî muhaddislerin hadis kaynaklarında, sahâbenin fazileti
ve başkalarına tafdîli hakkında vârid olan pek çok hadis bulunmaktadır. Buhârî “Fezâilu Ashâbi’n-Nebî” 132 , Müslim’in “Fezâilu’sSahâbe”, 133 Ebû Davûd’un, “Sünnet”, Tirmizî’nin el-Menâkıb, İbn
Mâce’nin “Bâbü fî Fezâili Ashâb-ı Resûlillah” 134 Nesâî’nin Fezâili’sSahâbe isimli bablarında ve Ahmet b. Hanbel’in el-Müsned gibi hadis
kaynaklarında, Aşere-i Mübeşşere olmak üzere sahâbenin fazileti ile
ilgili pek çok hadis rivâyeti yer almaktadır. Muhacir ve Ensar olarak
iki toplu kısma ayrılan her bir sahâbî topluluğu için de Hz. Peygamber’in methi olarak yer alan hadisler ayrı bablarda rivâyet edilmiştir.
Sünnî hadis kitaplarının “Menâkıb’u Sahâbe” 135 bahisleri, bazı fırkala-
Haşr, 59/8-9.
Neml, 27/59.
130 Canan, Kütüb-i Sitte, I, 525.
131 Canan, Kütüb-i Sitte, I, 523; Geniş bilgi için bkz. Sarıcık, Murat, Sahâbe Modeli, İstanbul 1997, 34-245.
132 Zebidî, IX, 325-407. Ayrıca Ensar’ın faziletleri ile ilgili bkz. “Bâbu
Menâkıbı’l-Ensâr”, X, 3-28.
133 Müslim’in Fezâilu’s-Sahâbe’nin 40. babında Ebû Süfyan’ın faziletleri ile ilgili
hadisin tarihen yanlışlığı ile ilgili bkz. Hatipoğlu, “Müslüman Âlimlerin
Buhârî ve Müslim’e Yönelik Eleştirileri”, 13-14.
134 Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, çev. Haydar Hatipoğlu, İstanbul 1982,
I, 163-291 (“Bâbü fî Fezâili Ashâb-ı Resûlillah”, 93-166).
135 Tirmizî, el- Menâkıb, 26; “Ağacın altında biat edenlerin hiçbiri Cehennem’e
girmeyecektir”. Müslim, İman: 175; Tirmizî, el-Menakıb: 57, 58.
128
129
386
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rın haklarında teberrî ettikleri sahâbenin sıfatlarını öven nakillerle
doludur.
İbn Hacer ve Bağdâdî tarafından kaydedilmiş olan bu hadislerden ashâbı öven bazıları şöyledir:
“Ümmetimin en hayırlısı benim asrımdakilerdir. Sonra bunları
takip edenler, sonra da bunları tâkiben gelenlerdir. Sonra da bunları
tâkiben gelenlerdir. Sonra öyle bir kavm gelir ki şehâdetten önce yemin ederler ve şâhidlikleri talep edilmeden şehâdette bulunurlar”;
“Ashâbıma dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud Dağı kadar altın tasadduk etseniz
yine de onlardan birinin bir müdd (takriben 18 litrelik ölçek), hatta
yarım müdd miktarındaki harcamasına sevabca ulaşamazsınız” 136 ;
“Cenâb-ı Hakk, ashâbımı nebîler ve peygamberler hariç bütün cin ve
inse tercih etmiş, üstün tutmuştur”; “Kitapta size ne verilmişse onunla amel edeceksiniz, onu terk etmekte hiçbir özür kabûl edilmez. Kitapta bulunmayan bir şey olursa, benden vaki olan Sünnet esastır.
Benden vakî bir Sünnet yoksa ashâbımın söylediğine uyacaksınız.
Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Onlardan hangisini esas alırsanız
hidâyet erersiniz. Ashâbımın ihtilâfı sizin için rahmettir”;
“Ashâbımın benden sonra ihtilaf edeceği şeyler hakkında Rabbıma
sordum. Allah (C:C) şu vahiyde bulundu: ‘Ey Muhammed! Senin
ashâbın benim katımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı bazısından
daha parlaktır. Kim onların ihtilaf ettikleri şeyden herhangi birini
esas alırsa, o benim yanımda hidâyet üzeredir”; “Allah beni ve
ashâbımı seçti Onları bana hısım ve yardımcılar kıldı. Bilesiniz âhir
zamanda bir gürûh çıkıp onların kadrini düşürmeye çalışacak. Sakın
onlarla evlenmeyin, onlara kız vermeyin, onlarla birlikte namaz kılmayın, cenâzelerine namaz kılmayın. Onlara lânet etmeniz helâldir”;
“Ashâbım hakkında Allah’tan korkun. Onları kendinize hedef edinmeyin. Kim onları severse bu bana olan sevgisi içindir, kim de onlara
buğz ederse bu da bana olan buğzu sebebiyledir. Onları kim incitirse
beni incitmiş olur. Beni inciten de Allah’ı incitir. Allah’ı incitenin ise
belâsı yakındır”.
Sahâbenin kusurları karşısında da saygı ve edeb gösterilmesi
gerektiği hususuna delil olacak bazı rivâyetler Sünnî hadis kaynaklarında yer almaktadır.137
136
137
Buhârî, Fezâilu’l-Ashâb 5; Müslim, Fezailu’s-Sahâbe 221,222.
Canan, Kütüb-i Sitte, I, 527-531.
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
387
Sahâbe hakkında tezkiye, Fezâil, menâkıb edebiyatı, ricâl ve
tabakât eserlerinde Rafızî olarak nitelenen zümrelerin sahâbe hakkındaki itham veya iftiralarına karşı sahâbe hakkında tezkiye hüküm
ve değerlendirmeleri yapılmaktadır. Sahâbe arasında cereyan eden
şiddetli siyâsî ihtilaflara rağmen, ashâbın birbirlerinin faziletlerini itiraf ettiklerine dair rivâyetlere de ilgili kaynaklarda yer verildiğini
görmekteyiz. 138 Sahâbe tarihleri (Tarihu’s-Sahâbe) türü eserlerde,
sahâbenin hal tercümelerinin anlatıldığı bölümlerde Hz. Ebû Bekir’in
hayatı ve faziletleri, Hz. Ömer’in faziletleri ve diğer sahâbelerin faziletleri ve hal tercümelerinin yazıldığı bölümlere yer verilmektedir.139
Sahâbeye dair pek çok eserde, “Aşere-i Mübeşşere” 140 veya sahâbe
kimliği vurgulanarak faziletlerine dair rivâyetlere yer verilmiştir.
Ehl-i Sünnet ulemasının muhabbet, meveddet, ihtiram ve takdirini; Hz. Ali, çocukları ve ahfadının biyoğrafisi ile ilgili yazan İbn
Sa’d, Buharî, İbn Ebî Hâtim er-Razî, el-Hatîb el-Bağdâdî, İbn Asâkir,
Abdulganî el-Makdisî, el-Mizzî, Zehebî, İbn Kesîr, İbn Hacer ve diğerleri gibi terâcim ve rical ulemasının kitaplarında da çok açık bir
şekilde görmek mümkündür.141
Şî‘a geleneğinde Ehl-i Beyt’in fazileti ile ilgili zengin literatürün bir benzeri de, Sünnî literatürde sahâbenin fazileti olarak ortaya
çıkmıştır.142
İbn Hacer, 12’li Rical taksiminde, hadis râvîlerinin tamamını 12
mertebeye ayırır. Takrîbu’t-Tehzîb’in mukaddimesinde zikredilen tabloda, 1. mertebede sahâbeye yer verir ve “şerefleri sebebiyle bunu
tasrih ederim” diye belirtir.143
Daha sonraki dönemde ve günümüzde çok sayıda bu tarz
müstakil eserler veya farklı konulara tahsis edilmiş olmakla birlik-
Canan, Kütüb-i Sitte, I, 527-531.
Fesevî, Ebû Yusuf Yakub b. Süfyân (277/890), Kitâbu’l-Marife ve’t-Tarih,
yay. Ekrem Ziya el-Ömerî, Bağdat 1974, I, 238-346, 446-567.
140 Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, 343.
141 Bundârî, Muhammed, Et-Teşeyyû’beyne mefhûmi’l-Eimme ve’l-Mefhûmi’lFârisî, Amman 1988, 7-9.
142 Muhakkik Vasıyyullah b. Muhammed Abbas’ın, İmam Abdullah Ahmed
b. Muhammed b. Hanbel Kitâbu Fezâili’s-Sahâbe, I-II, (Beyrut 1983). adlı esere
Mukaddimesi’nde yer alan liste için bkz. 17-20.
143 Geniş bilgi için bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, II, 45.
138
139
388
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
te 144 , sahâbenin faziletine dair de bilgilerin yer aldığı eserler telif
edilmiştir.145
V. Sünnî Kaynaklarda Sahâbe Arasındaki İhtilafın Ele Alınışı
Şî‘a’nın sahâbeyi, “temayülleri ve menfaatları çatışan”, “fırsatçı” ve “münafık” görünen bir şekilde “anlam kaybına” uğramış bir
tarzda ele alışına dönük rivâyetlerin, Sünnî tarih kaynaklarına da intikal ettiğinin işaretleri görülmektedir.
Watt, Şî‘a’nın kendi îtikâdî durumunu destekleyen, fakat
zarûrî olarak vâkıalarla uyuşmayan bir rivâyet şekli üzerinde ısrarlı
bir propaganda yürüttüğünü ve olayların rivâyetinin bu şeklinin
Sünnîlerce de geniş ölçüde kabul edildiği tespitini yapmaktadır. 146
Ancak sahâbeye dair rivâyetlerin naklinde bazen Taberî ve İbnu’l Esir
gibi tarihçilerin “Hz. Osman ve Ebû Zer ile ilgili rivâyetleri hoş görmediğimiz için kitabımıza almadık” 147 şeklindeki ifadelerinde de görüldüğü gibi sahâbe konusunda bir hassasiyet gösterildiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, tarih kaynaklarında sahâbe arasındaki ihtilaf konularının ele alınışında sahâbe hakkında menfî denilebilecek
pek çok rivâyete de yer verilmiştir. Çoğu Sünnî kaynaklarda bu sunuş tarzından farklı bir bakış açısının ve uslûbun kullanıldığının da
ilgili kaynaklarda pek çok örneği bulunmaktadır.
Çeşitli fırka müelliflerine göre, aralarında ihtilaf olduğu iddia
edilen bazı sahâbîler arasındaki ilişkilerin ortaya konulmasında farklı
yaklaşımların tarihî gerçeklikle çelişkileri; konuya, mensubu olunan
görüşler açısından yaklaşıldığını göstermektedir. Bütün bunlara
rağmen sahâbe arasındaki ihtilaf değişik argümanlarla uygun manaAhmed b. Hacer el-Heytemî (974/1566), es-Savâiku’l-Muhrikati fî’r-Reddi alâ
Ehli’l-Bid’a ve’z-Zandaka isimli eserde de sahâbenin fazileti yer almıştır. Bu esSevā’iku’l-Muhrika li İhvāni’ş-Şeyātin ve’z-Dalāl ve’-Zandaka ismiyle bilinen müellifi belli olmayan eserle aynı olmalıdır.
145 Bu tür eserlerin bir listesi için bkz. Ahmed Ferid, el-Fevâidu’l-Bedîa, Riyâd
1979, 162-163.
146 Bkz. Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, 45; Sünnî kaynakların bu denli Şi‘î etkiye maruz kalmasını mümkün görmeyen farklı yaklaşımlar da vardır. Bkz. Mevdûdî, Ebû’l-A’lâ, Hilâfet ve Saltanat, çev. Ali Genceli, İstanbul
1966, 444-459.
147 Aycan, İrfan - Söylemez, M. Mahfuz, İdeolojik Tarih Okumaları, Ankara
1998, 8-9.
144
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
389
lara yorulmuştur. Bunlardan birisi de ashâbın birbirleriyle ilişkisinin
öne çıkarılmasıdır.
Sünnî kaynaklar, Hz. Ali’nin kendisinden evvel hilâfet makamında bulunan Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le olduğu gibi, Hz. Osman’la da vazifede samimî bir işbirliği yapmak suretiyle onlara hürmet ve itaatten geri kalmadığını belirtirler.148 Mes’ûdî’nin de yer verdiği, Taberânî’nin naklettiği ve Heysemî’de bu nakille yer alan bir
rivâyette; Muviye, İbn Abbas’la bir topluluk huzurundaki konuşmasında, İbn Abbas’a Hz. Ali dâhil, ileri gelen diğer sahâbe hakkındaki
görüşlerini sorduğunda; İbn Abbas’ın, ilgili sahâbe ve özellikle Hz.
Ali hakkında onların faziletlerini ve üstün özelliklerini methetmesini
sukutla dinlediği kaydedilir.149
Bazı fırkalarda bir kısım sahâbe hakkında olumsuz değerlendirme sebebi olan tarihî ve siyâsî hadiseler, o sahâbînin de arasında
yer aldığı siyâsî ve iç çatışmalar, özellikle Sünnî yaklaşımda,
sahâbenin doğrudan ve birinci derecede rol oynadığı hadiseler olarak
ele alınmamıştır. Sünnî kaynaklarda Nâsıbî, Haricî ve Rafızîlerin
cehâletle veya iftira yahut küçültmek amaçlı olarak buğzettikleri bazı
sahâbe hakkında yapageldikleri ithamlar reddedilmiştir. Sahâbenin
Hz. Peygamber’in vefatı sonrası, saltanat davasına düştükleri ve
“riyâsetleri peşinde oldukları” gibi yapılan suçlamalara karşı Kur’ân
ve sünnetten delillerle açıklamalar yapılmıştır.
Bazı rivâyetlerde, açıkça, sahâbîlerin kendi çevrelerinde vukûa
gelen çeşitli fitnelerden uzak kaldıkları, sahâbe döneminde zuhur
eden fitneler göz önünde bulundurulacak olursa, bu fitnelere
sahâbeden hemen hemen hiç kimsenin iştirak etmediği nakledilmektedir. Meselâ Cemel harbine iştirak eden sahâbîlerin sayısı hakkında
gelen bir rivâyette eş-Şa’bî’nin “Cemel’e Hz. Peygamber’in
ashâbından Ali, Ammar, Talha ve Zübeyr’den başka hiç kimse iştirak
etmemiştir. Eğer beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım” dediği kaydedilmektedir.150 Ahmed ibn Hanbel ise, “Ehl-i Bedr”den Sıffîn har-
Hamîdullah, Muhammed, İslâm’da Devlet İdaresi, çev. Kemal Kuşcu, Ankara 1979, 96.
149 Mes’ûdî, Ebû’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali(346/957), Mürucu’z-Zeheb, Kahire 1964, III, 60-62; Kandehlevî, Muhammed Yusuf, Hayâtü’s-Sahâbe, çev.
Ahmet Meylânî, İstanbul 1980, I, 37-39.
150 Bkz. Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 103. (Zehebî,
el-Muntekâ min Minhâci’s-Sünne, Kahire 1374, 389’dan naklen).
148
390
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bine iştirak edenlerin yetmiş kişi olduğuna dair ileri sürülen bir haberi, Şu’be’nin nasıl yalanladığını ve Huzeyme İbn Sâbit’ten başka hiç
kimsenin bu harbe katılmadığını nasıl kat’î bir ifade ile belirttiğini
zikreder. 151 Bir şekilde meydana gelen fitne hadiselerine, ashâbın
girmekten kaçındığı ve fiilen girmek zorunda kalanların da çok az
olduğu anlatılmaktadır. Sünnî kaynaklar muhâliflerinin iddialarına
karşı, ashâbın hadiselerin çıkışından itibaren pek az hisse sahibi olduklarını, hep gayr-i irâdî olarak sürüklendiklerini152 açıklamaktadırlar. Meselâ, Hz. Osman zamanında hoşnutsuzluk yaratan hadiseleri
açıklayarak, bunların hiçbirisinin kötü niyetle yapılmamış olduklarını
izah ederler.153
Bazı yerlerde çıkan isyanlar ve bu isyanların bastırılması, hilâfetinde ortaya çıkan diğer olaylarla ilgili gelişmeler birçok tarih kaynağında ve İslâm tarihi ile ilgili yazılmış araştırma eserinde ayrıntıları ile anlatılmaktadır.154 Olay hakkında, katledilen ve katledenler üzerine birbirinden çok farklı yorumlar yapılabilmektedir.
Eş’ar’î’nin ve kendisinin konuyla ilgili görüşünü ifade eden
Şehristânî, Cemel vak’asında Hz. Ali’nin bazı hatırlatmaları üzerine
Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Âişe’nin hatâdan tevbe edip geri döndüklerini nakletmektedir. Hz. Talha ve Hz. Zübeyir Aşere-yi
Mübeşşere arasındadır. Eş’arî’nin; Hz. Muaviye ve Hz. Amr b. el-As
hakkında; onların hak olan imama karşı isyan ettiklerini, Hz. Ali’nin
de isyancılarla nasıl mücadele etmek gerekli ise, onlarla öylece mücadele ettiğini, Nehrevan’daki Haricîlerin de Hz. Peygamber’in haberiyle dinden uzaklaştıklarını, Hz. Ali’nin bütün hallerinde mutlaka
hak üzere olduğunu ve nereye yönelmişse hakkın da onunla beraber
olduğunu belirttiği nakledilir. 155
Ehl-i Sünnet, sahâbe arasındaki ihtilafta, hepsi hakkında iyi
düşünür, onlara rahmet okur ve bağışlanmalarını diler, hiçbir zaman
masum olup günah işlemediklerini ve içtihadlarında hata etmediklerini söylemez. Onlar müçtehitse, içtihad hatasıdır ve ona da ecir vardır. Sahâbe arasında çıkan anlaşmazlıklara dalmamak, her iki tarafa
Bkz. İbn Hanbel, A., Kitâbu’l-‘Ilel ve Ma’rifeti’r-Ricâl, nşr. T. Koçyiğit-İ.
Cerrahoğlu, Ankara 1963, I, 77.
152 Canan, Peygamber Yıldızları, 156, 163.
153 Kutluay, İslâmiyette Îtikâdî Mezheplerin Doğuşu, 31-32.
154 Geniş bilgi için bkz. Algül, Hüseyin, İslâm Tarihi, İstanbul 1991, II, 368-465.
155 Şehristânî, el-Milel, I, 35, 118.
151
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
391
da mağfiret dilemek ve onlara dostluk duyguları beslemek tercih
edilmesi gereken tavır olmakla birlikte, onlar arasında da günahkar
ve kötülük işleyen, içtihadına bir nevi hevâ karıştırarak kusur işleyen
vardır. Ancak kötülük, birçok iyilikle birlikte olunca ikinci plana
düşmüş olur ve affedilir.156
Hz. Peygamber’in ashâbı arasında pek çok ihtilafın olduğunu
ileri süren İbn Kuteybe, tefsir ve ahkâm ile ilgili konularda ashâbın
birbirine muhalefet etmesinin yadırganacak bir şey olmadığını belirtir. Onlardan kimisinin işittiği şey (hadis) ile amel ettiğini, kimisinin
zannına başvurduğunu, kimisinin de şahsî görüşüne göre amel ettiğini ifade ederek, işte bundan dolayı Kur’ân’ın tevil (tefsir)inde ve
ahkâmının çoğunda ihtilaf ettiklerini kaydeder.157
Ashâb arasında ortaya çıkan ihtilafların içtihada dayanan ihtilaflar olduğu158, onların farklı fikirler ileri sürmelerindeki maksatlarının temelinde ise; şeriatın gereğinin ikamesi ve dinin usullerinin devam ettirilmesi olduğu belirtilir.159 Sünnî bakış açısını yansıtan bu görüş ve yaklaşım tarzını, birçok müellifin eserinde görmekteyiz. Sünnî
geleneğin farklı dönemlerine mensup müelliflerin eserlerinde söz konusu konularla ilgili birbirinin benzeri yaklaşımlar ortaya konmaktadır. Her bir müellifin eserinden bu tarz değerlendirmeleri aktarmak
yerine, bir müellifin meseleyi ele alışını, örnek olarak İbn Haldun’un
yaklaşımını özetle sunmaya çalışalım:
Ümmetin en hayırlısı olarak geçip giden sahâbîlerin iş ve hareketlerinin hayırlı maksatlara hamledilmesini ifade eden İbn Haldun,
sahâbe arasındaki ihtilafı, onların kendi içtihadları olarak açıklar. İlk
“fitne” hadiseleri olarak görülen olaylara dair görüşlerini ifade ederken, özellikle sahâbe hakkında “halleri ve doğru olan sözleri tanıklık
ettiği için biz onlar hakkında hayırdan başka bir şey düşünmüyoruz”
şeklinde bir yaklaşımda bulunur. Hz. Osman döneminde başlayan
olaylarda, onunla diğer sahâbe arasında vukû bulan ihtilafları ve Hz.
Osman’ın öldürülmesiyle fitne ve kargaşalıkların kapılarının açılmasını değerlendirirken de taraflar hakkındaki ifadeleri şöyledir:
İbn Teymiyye, Ashâb-ı Kirâm (Risâletu Ashâb-ı Kiram), çev. Heyet, İstanbul
1997, 43-45.
157 İbn Kuteybe, Te’vîlu Muhtelefi’l- Hadis, 432-433.
158 Eş’arî, el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, 149.
159 Şehristânî, el-Milel, I, 29-30.
156
392
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Bunların her biri yaptığı işinde mâzurdur, bunlardan her biri
dinî işlere önem veriyor, dinle ilgili olan hiçbir nesneyi yok ettirmiyordu. Bunlar bu olaylardan sonra meseleyi incelediler. İçtihad sarf
ettiler, Allah onların hallerinin gerçeğini bilir.”
İbn Haldun sahâbe arasında ortaya çıkan ihtilafı şöyle değerlendirmektedir: “Âişe, Ali, Zübeyr ve Talha’ya da vâlilerinden şikâyet ettiler. Bu şikâyetler üzerine Hz. Osman bunlardan bazılarını azletti ise de şikâyetlerin arkası kesilmedi. Kûfe valisi Saîd İbni’l-As
Medine’ye gelmişti. Kûfe’ye döndüğünde ahalisi yolunu kesip, azlederek gerisin geriye Medine’ye iade ettiler. Bundan sonra Hz. Osman
ile sahâbîler arasında ihtilâf baş gösterdi. Valilerini azle yanaşmadığı
için sahâbeler ona darıldılar. Hz. Osman azillerin ancak suç ile olacağında ısrar etti. Hz. Osman’ın diğer bazı işlerine de itiraz ettiler. Hz.
Osman kendi içtihâdı ile iş gördüğü gibi, ona itiraz edenler de
içtihadlarına dayanarak onun işlerini tenkit ediyorlardı.”
İbn Haldun, Hz. Peygamber’in bir hadisinde belirttiği sözü ile
sahâbe ve sonraki birkaç nesle adaletten ibaret olan hayrın tahsis
edilmesi sebebiyle, onlara dil uzatılmamasını salık verir. Onların yaptıkları bazı işlerde şüpheye düşülmemesi, şüpheye düşülmüşse, kudret dâhilinde onlar hakkında şüpheleri gidermek üzere doğru usûl ve
görüşlerin, doğruluğa götüren yolların araştırılmasını tavsiye eder.
Sahâbenin ancak delillere dayanarak çeşitli fikirde bulunduklarını,
savaştıklarını ve ancak mücahit olarak hakkı üstün kılmak uğrunda
öldürüldüklerini belirtir.160
Ashâb arasında vukû bulan hadiseleri İslâm uleması değerlendirirken her iki tarafın da İslâm’a hizmet niyetiyle hareket ettiğini,
yapılan içtihada Hz. Ali’nin isabetli olduğunu, öbürlerinin hakkı bulamadığını, ancak Hz. Peygamber’in “içtihadında isabet edenin iki
sevab (içtihad ve isabet sevabı), isabet edemeyenin bir sevab alacağına” dair hadislerini esas alarak diğer tarafın ittiham edilemeyeceği
hükmüne varmıştır.161 Çünkü Ashâb-ı Kiram içtihad yapmakta yetkilidir ve üstelik bu ihtilaflarda başı çekenler Hz. Peygamber ve
Şeyhayn zamanlarında ve sonrasında içtihadda bulunmuş, fetvâlar
Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, I, 546-548, 553-554.
Koçyiğit, Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, 238; Canan, Kütüb-i
Sitte, I, 531. Meselâ Cemel hadisesinin, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılması meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılıkları sebebiyle vukûa geldiği
kabul edilir. Canan, Peygamber Yıldızları, 163.
160
161
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
393
vermiş kimselerdi.162 Sünnî Kelamcılara göre de, “Sahâbenin sadece
hayırla anılması müstesna, başka türlü kendilerinden bahsetmekten
kaçınılır.”163 Sahâbenin faziletleri ile ilgili hadis delilleri kullanılır.164
Müslümanlar arasında ilk dönemden itibaren başlayarak, ortaya çıkan fitne ve tefrika hareketlerinde genellikle dış bir düşman
arama165, fitne ve tefrikanın ortaya çıkışını o şekilde izah etme tavrı ve
eğilimi ağır basmaktadır. Bu, kesinlikle yadsınamaz bir tarihî gerçeklik ise de, bu ele alış tarzı; “komplo teorileri”ne yatkın bir şekilde tarih yorumunu teşvik etmektedir. Bu sebeple fitne ve tefrikanın ortaya
çıkmasında değişim süreçlerini algılamaktan, tarihî olayları doğru
okumak ve anlamaktan uzaklaşılmaktadır.
VI. Ehl-i Sünnet’in Sahâbeye İlişkin Olumsuz Tavırlara Karşı Reddiyesi
Ehl-i Sünnet ulemasının sahâbeye karşı menfî tavır sergileyenlere yönelik bir duyarlılığa sahip olduklarını, sahâbe hakkındaki
tekfîr, ta’n ve teberrî benzeri tutumların dalâletle, fıskla ve küfürle nitelenmesine dönük tartışmalarını yaparak, bu hükümlerden biri ile
hükümlerde bulunduklarını ve sahâbeye karşı bu nevi tavırları zemmettiklerini görmekteyiz.
Sahâbenin içtihadı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Bilmen, Ömer Nasuhi,
Hukukı İslâmiyye ve Istılahatı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, I, 305-309; Kılıçer,
M. Esad, İslâm Fıkhında Re’y Taraftarları, Ankara 1975, 15-28;, Hayrettin Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, Ankara 1985, 43-80; Abdulkadir Şener, “İslâm Hukukunda İçtihad ve Taklid Problemi”,AÜİFD, XXIV, Ankara 1981,
376-377; Erul, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, 377-465. İçtihadın cevâzı ve delilleri
ile ilgili bkz. İmam Şafiî, er-Risâle, 248-255.
163 Îcî, 413; Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, 340.
164 Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslâm Akaidi, Şerhu’l-Akâid, 341.
165 İbn Kuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dineverî (276/889),
el-Maârif, thk. Muhammed İsmail Abdullah es-Sâvî, Beyrut 1970, 79; İbn
Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbar, şerh: Yusuf Ali Tavîl-Müfid Muhammed elKumeyha, Matbaatu Mısır, I-II, Beyrut ts., II,158-159; Dineverî, Ahmed b.
Davud Ebû Hanîfe (282/895), Ahbâru’t-Tıval, thk. Ömer Faruk et-Tabbaî, Beyrut 1995, 62-63;Mes’ūdî, II, 329; İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b.
Saîd b. Hazm el-Endelusî (456/1063), el- Fasl fi’l Mile’l ve’l Ehvâ ve’n-Nihal (IIIV. Ciltler II. Cilt olarak basılmış şekilde), Mısır 1317, II, 115; Bağdâdî, el-Fark,
266-267, 286; Ebû Zehrâ, İslâmda Siyâsî ve Îtikâdî Mezhepler Tarihi, 36-37; Kılıçlı,
Mustafa, Arap Edebiyatında Şuubiyye, İstanbul 1992, 32; Mustafa Aydın, İlk
Dönem İslâm Toplumunun Şekillenişi, İstanbul, 1991, 261.
162
394
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ehl-i Sünnetin tanımı içerisinde, bütün sahâbeye sevgi beslemek gerektiği, onlardan bazılarına buğzetmenin câiz olmadığı kaydedilmektedir.166 Bu tanımlamalarda, Sahâbeye buğz, onlar hakkında
ta’n, onlara kusurlar atfederek onları kötüleyen ve nefret hisleri besleyen kitaplarında Ashâbın fısk ve tekfiri için müstakil bablar tahsis
eden Şî‘a’nın167 “teberrî” anlayışından kendi sahâbe anlayışlarındaki
farklılıkların çerçevesi sunulmaktadır. Ehl-i Sünnet ve Şiâ arasındaki
önemli ihtilaf mevzuları arasında; Sahâbenin faziletleri veya Ehl-i
Beyte tevellî tasavvurları yer alır.
Sünnîlerin Şi‘îlerle tartışmalarında birbirlerini itham ettikleri
noktalar; genelde İmâmet nazariyesi ve onunla ilgili hususlardır. Bu
bağlamda, İslâm’ın başlangıcındaki bazı anahtar tarihsel şahsiyetlerle
yani belli isimlerin dışında genel olarak sahâbe, sahâbenin ileri gelenleri ve kelamî kavram ve öğretilerle ilgili konulardır.
İlk Sünnî fakihler de “Sahâbe ile ilgili küfre giren ve girmeyen”
hususları ifade ederken; Hz. Osman da dâhil sahâbeyi küçük görmek,
onlarla alay etmek ve onlara buğzetmek küfrü gerektirmeyen bir durumdur, böyle bir hareket bid’at ve sapıklıktır hükmünü vermişlerdir.168 İmam Malik (179/795); ashâba sövenin uygun bir şekilde te’dîb
edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ebû Hanîfe, Vasıyyesi’nde Hz.
Peygamber’den sonra ümmetin en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. “İlk önce iman edenler, herkesi geçenlerdir. Allah’a yakın olanlar onlardır. Onlar Naîm cennetlerindedir”169 âyetinin bu hususu ifade ettiğini ve onların faziletini ifade ederek her Mü’min ve müttakinin onları sevdiğini, buğzedenlerin münafık ve şâkî kimseler olduklarını belirtir.170
Râfızî olarak nitelenen ilk zümrelerin akidesindeki temel noktalardan birisi, sahâbîlerin ekseriyetine karşı yöneltilen küfür ithamı
idi. Bu durum, Ahmed İbn Hanbel ve İbn Kuteybe gibi şahısları büyük ölçüde endişeye sevketti. Şüphesiz sebep şu idi: Bu anlayış bir
bütün olarak “din müessesesinin” köklerine inmekte idi; çünkü artık
Bkz. Pezdevî, 341.
Zâhir, İhsan İlahi, eş-Şî‘atü ve’t-Teşeyyu’ Fırâkun ve’t-Tarih, Lahor 1984, 343;
Şî‘a’nın Cenâb-ı Hakk’ı takdî ve tekzîb edercesine sahâbenin büyüklere dil
uzatmasının, gittikleri yolun yanlışlığını da gösterdiğini belirten bir açıklama
için bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, I, 522.
168 Bkz. Kılavuz, Ahmet Saim, İman-Küfür Sınırı, İstanbul 1990, 169.
169 Vâkıa, 10
170 Ebû Hanîfe, 61 (Arapça metin 89)
166
167
EHL-İ SÜNNET GELENEĞİNDE SAHÂBE ALGISI, Y. BENLİ
395
“din müessesesi” hadislere istinâd ettirilmişti ve bunlar da ilk olarak
sahâbîlere kadar uzanıyordu.171
Sünnî anlayış, genel olarak tekfîr konusunda ihtiyatlı bir tutum
benimsemektedir. Bu hususta etkili olan bazı âyet ve hadisler sebebiyle Sünnî müellifler, sahâbeyi ağır bir şekilde tekfir edenlerin, tekfir
edilmesi konusunda dikkatli olmuşlardır. Buna rağmen, Ehl-i Sünnet
uleması ve Sünnî fakihlerin sahâbe hakkında ithamda bulunanlar hususunda hükümde bulunduklarına dair pek çok örnek kaynaklarda
yer almaktadır. Sahâbenin ileri gelenlerini tekfir eden zümreleri bazen tekfir edenler de olmuştur.172 Sahâbe hakkında ithamda bulunanlar için hadis olarak zikredilen173 bir hadise istinâden ilk dönem Sünnî
ulemanın, Rafızîler üzerine namaz kılınmayacağı, selam verilmeyeceği ve konuşulmayacağına dair fetvalarıyla ilgili rivâyetlere yer verilmektedir.
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’tan Kādî İyâz, eş-Şifâ’da aynen şunları söyler: “Ümmeti, dalâlet ve bütün ashâb’ı küfürle ithâma müncer
olan herhangi bir söz sarfeden herkesin kesinlikle küfrüne hükmediyoruz.” 174 Dolayısıyla ashâbı kötüleyen Haricilere karşı Ehl-i Sünnet’in tavrı genellikle tenkit bazen de tekfîr olmuştur.
VII. Sonuç
Hicretin birinci asrından itibaren, siyasî/fikrî hareket ve fırkalar arasındaki ihtilaf konuları arasında sahâbeye dair tartışmalar,
merkezî bir ihtilaf özelliği arzetmektedir. İlk dönemden itibaren farklı
tarihî safhalarda, bir sebep veya bir sonuç olarak önemli işleve sahip
olduğunu gördüğümüz sahâbeye bakış meselesinin; dine bakıştan tarihe bakışa kadar etkisini gösteren bir özelliğe de sahip olduğu görülmektedir. Sahâbeye bakışın bu etkileri günümüzde de geçerliliğini
tespit edebileceğimiz bir husustur. Bu durum aynı zamanda Ehl-i
Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, 201.
Bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, II, 10; Bağdâdî; Sünnet ehlinin Süleyman b.
Cerîr’i, Hz. Osman’ı küfürle suçladığı için tekfîr ettiğini belirtir. Bağdâdî, elFark, 33; Bağdâdî’nin konu ile ilgili diğer görüşleri için bkz. Bağdâdî, el-Fark,
42, 104.
173 “…Bilesiniz âhir zamanda bir gürûh çıkıp onların (sahâbenin) kadrini düşürmeye çalışacak. Sakın onlarla evlenmeyin, onlara kız vermeyin, onlarla
birlikte namaz kılmayın, cenâzelerine namaz kılmayın. Onlara lânet etmeniz
helâldir”
174 Geniş bilgi için bkz. Canan, Kütüb-i Sitte, II, 265.
171
172
396
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Sünnet’in sınırlarını ve tanımını da belirlemektedir. Şî‘a’da Ehl-i
Beyt’in özel konumu ve İmâmet nazariyesi ne anlam ifade ediyorsa,
Ehl-i Sünnet de sahâbeyi merkez alan bir hadis literatürüne, Kur’ân
tefsir anlayışına ve tarihi yorumlama kavrayışına sahip olmuştur.
Ayrıca, Sünnî anlayışta sahâbenin seçkin konumu; diğer fırkaların
sahâbeye karşı tekfîr, ta’n ve teberrî gibi eğilimlerine karşı bir reddiye
tavrını da yansıtmaktadır. Aynı zamanda Ehl-i Sünnet’in tarihî süreçte diğer fırkaları bazı terimlerle nitelemesi, bu fırkaların sahâbe anlayışlarına yönelik Sünnîliğin reddiye tavrı olarak kullanılmıştır.
Sünnî âlimlerce sahâbe hakkında menfî kanaat ifade eden
rivâyet malzemesine itibar edilmemiştir. Sahâbenin her birinin
Resulullah’a itibar ederek Kur’ân’ı anladıkları, ibadet ve diğer
taatlerinde Rasûlü örnek aldıkları sürekli göz önünde bulundurulmuştur. Sahâbenin siyâsî kişiliğinin de iyi yönde tahlil edilerek, anlaşılır ve mâkul ölçüler içerisinde hareket ettiklerini îmâ eden bir tarzda ele alındığı görülmektedir.
Ehl-i Sünnet’in hilâfete bakışını şekillendiren temel yaklaşım
sahâbe algısıdır. Daha açık ifadeyle, hilâfet meselesinde tarihî sürece
meşrûiyet kazandıran yaklaşımı, sahâbe anlayışı ile ilişkili bir konudur. Bu durumun, sahâbe sonrası süreçte de iktidarla ilişkilere yansıyan bir bilinçaltı oluşturup oluşturmadığı ayrı bir konudur.
Sahâbe meselesi ve onunla ilgili hususlar, İslâm Tarihinin en
önemli tartışma konuları arasında yer almaktadır. Bu duruma sahâbe
arasında vukû bulan ihtilafların sebebiyet verdiği düşünülse de, tarihî gerçekliğinden farklı değerlendirmelerin ve buna göre oluşmuş
sahâbe tasavvurlarının, ihtilafları daha büyük probleme dönüştürdüğü de bir vâkıadır. Tarihî geçmişine nazaran fırkaların tarihî süreçte,
sahâbeye dair keskin ve sert bazı yargılarında, bir yumuşama gözlenmektedir. Bu eğilimin, Sünnîliğe uzak sayılan fırkalarla, arasındaki mesafeleri yakınlaştırmaya dönüştürdüğü bir gerçektir.
Ehl-i Sünnet’in bakış açısıyla sahâbe kimliği; onların tarihî veya
siyâsî kişiliğinden ziyâde, dinî değerini ifade etmektedir. Sünnî anlayış bu
kanâate sahip olmakla birlikte, sahâbenin kendi aralarında derece ve fazilet bakımından farklılıklarını kabul etmekte, ayrıca sahâbenin “masumiyet”ini de reddetmektedir. Bu çerçevede Ehl-i Sünnet sahâbe konusunda
müşterek duygu ve anlayışa sahip olduğu bir görüşü benimsemektedir.
MÜZÂKERE
Cağfer KARADAŞ
Sayın Yusuf Benli tarafından hazırlanmış bulunan Ehl-i Sünnet
Geleneğinde Sahâbe Algısı bildirisi, oldukça geniş hacimli, kaynak ve
muhteva bakımından emek ürünü, iyi derecede bir çalışma görüntüsü vermektedir. Ancak bildirinin insan ürünü olması ve her ferdin
farklı bakış açısına sahip olması dolayısıyla bir takım mülahazalara
açık yönleri de bulunmaktadır.
Bildiri, Ehli-i sünnet geleneğinde sahâbe algısını ele almakla
birlikte ilerleyen safhalarda Ehl-i sünnetin oluşmasında sahâbenin
katkısına evrilmiş, sonra tekrar sahâbeye dönülmüş gibi bir görüntü
mevcuttur. Bunun yerine öncelikle Ehl-i Sünnet kavramı girişte kısaca netleştirilip oradan sahâbe algısına geçilmiş olsaydı ve konu bununla sınırlı kalsaydı, bildirinin anlaşılması, kavranması ve
müzâkeresi daha açık ve net olurdu.
Nitekim Ehl-i sünnet kavramı, açıklanırken fazla detaya girilmiş, oluşumu ve çerçevesi noktasında kadîm kaynakların yanında
yeni kaynakların bilgileri tarihi hiyerarşi gözetilmeden harmanlanmış, bu arada kanaatimizce bazı eleştiriye açık noktalar oluşmuştur.
Bunları şöylece sıralamak mümkündür.
***
İbn Küllâb, Kalanisî ve Muhasibî gibi âlimlerin selef içinde sayılması Ehl-i Sünnetin ittifak ettiği hususlardan değildir. Ehl-i Sünnet
içinde ittifak edilen selefin sahâbe, tabiîn ve tebeü’t-tabiîn şeklinde
kabulüdür. Ancak sayılan şahıslar mütekelliminin selefleri olarak kabul edilebilirler. Öte yandan anılan şahıslar, “Ehl-i Sünnet inanç esaslarının kurucuları” değil, ilk Ehl-i Sünnet kelamının kurucuları olarak

Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
398
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
sayılan kişilerdir. Bunlardan önce, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re’y’in zihniyetini temsil eden mezheplerde Ehl-i Sünnet inanç esasları vardı ve
tedvin süreci de büyük ölçüde tamamlanmıştı. Bu zatların yaptıkları
Şehristanî’nin de belirttiği gibi Ehl-i Sünnet inanç esaslarını kelamî delillerle destetlemekten ibarettir.1
Ehl-i Sünnet-i Amme ve Ehl-i Sünnet-i Hassa ifadelerinin ne
zaman kullanıldığına dikkat etmek gerekir. Bunlar çok eskiye giden
ifadeler değildir. Çeşitli mülahazalarla sonradan yapılmış tasniflerdir. Zaten bildiri sahibi de kaynak olarak çağdaş bir esere gönderme
yapmaktadır.
İlk dönemlerde Ehlü’s-Sünne ve’l-Cemaa tabiri yerine daha
çok Ashâbü’l-Hadis, Ehlü’l-hadîs ifadeleri kullanılmaya başlanmıştır.
Ebû Hanife, Osman el-Bıttî’ye yazdığı mektupta kendisi ve taraftarları için Ehlü’l-Adl ve Ehlü’s-Sunne ifadelerini kullanmıştır.
Maverâünnehir Hanefi uleması ise Ehlü’l-Hak veya Ehlü’l-Cemaa
ifadelerini ilk dönemlerde kullanmışlardır. Tam tarihini kestirememekle birlikte Hicri II. asırdan itibaren genel bir çerçeve isim olarak
Ehlü’s-Sünne ve’l-Cemaa ismi kullanılmaya başlandığı söylenebilir.
Ehl-i Sünnet çerçevesini en iyi yansıtan Eş’arî kesimden Abdulkahir
el-Bağdâdî, Hanefi kesimden ise bildiri sahibinin de işaret ettiği gibi
Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî’dir.
Ehl-i Sünnet içerisinde Ehl-i Hadis ile Ehl-i Re’y, zaman içerisinde birbirini tekfir etmeme ve sünnet üzere yaşama noktasında bir
ölçüde uzlaşmış olsa da; metot, muhteva ve bakış açısı bakımından
hala birbirinden oldukça uzaktırlar. Bu yüzden tarihte birbirlerine
zem ifade eden isimler takmışlardır. Örneğin Ehl-i hadise yönelik
haşviyye, mücessime, müşebbihe; Hanefilere yönelik mürcie, şeyiyye
gibi isimler bunlardan bir kaçıdır. Bugün bile Arap yarımadasında
Muhammed b. Abdulvahhab önderliğinde gelişen harekete kendileri
Selefiye derken, diğer ehl-i sünnet mensupları Vahhabî ismini takmışlardır. Bu hareket içinde yer alanlar ise diğer Sünni grupları
Kuburiyye olarak nitelemişler ve hatta bazı uygulamaları dolayısıyla
onları şirk içinde olmakla itham etmişlerdir.2
Selefiye ismi yeni bir isimdir. Yukarıda değinildiği gibi Muhammed b. Abdulvahhab hareketinin kedilerine verdiği bir isim olup
iki yüz yıl öteye geçmez. Eski kaynaklarda selef ulemasının görüşleri
1
2
Şehristânî, el-Milel, I, 105-106.
Bkz., Cağfer Karadaş, “Mezhep ve İsim”, Marife, 5/3, 2005, s. 7-24.
MÜZAKERE, C. KARADAŞ
399
belirtilirken genellikle Mezhebü’s-Selef ifadesini kullanılmıştır. Geçmişteki Ehl-i Hadis kesimine selefiye demek tarihi yanılgı/yanıltma/anakronizm anlamına gelir. Çünkü selefiye ismi farklı bir
çok kesim tarafından kendilerine nispet edilerek kullanılmaktadır.
Örneğin Hasan Hanefi, İSAV tarafından düzenlenen Millelerarası
Ehl-i Sünnet Sempozyumunda kendisini selefi olarak nitelemiştir.
Mürcie kelimesi başta Ebû Hanife’nin de içinde bulunduğu ilk
dönem Hanefileri olmak üzere tabiînden Said b. Cübeyr ve Mukatil
b. Süleyman gibi isimler hakkında kullanılmıştır. Maveraünnehir
Hanefileri bu adlandırmadan kurtulmak için örneğin Ebü’l-Muîn enNesefi ortaya Mürcietü’s-Sünne kavramını atmıştır. Bu kavram da
çok tutmuş değildir. Nitekim belli başlı mezhepler tarihi kaynaklarında Mürcienin bid’at ve sünnet şeklinde bir ayrımına pek rastlanmaz.3
İmam Muhammed, şahsında Ehl-i Hadis ve Ehl-i Re’y’i cemetmiştir belki ama özellikle Ehl-i Hadis tarafından kabul görmüş bir
kişilik değildir. Hanefiler içinde Ehl-i Hadis’in en çok saygı duyduğu
kişilik Ebû Yusuf’tur. Bunun nedenlerini araştırmak lazım. Bir neden
olarak İmam Muhammed eş-Şeybanî’nin Mu‘tezilî tabakat kitaplarında o kesimden sayılması ve Ebû Hanife’nin sistemini takip etmede
daha tavizsiz davranması olabilir mi?
***
Sahâbenin adaleti meselesi iyi anlaşılmalıdır. Hadîs ilminde
sahâbenin adaleti ile kastedilen “Onların Allah Rasûlünden rivâyette
bulunurken bilerek yalan söylememeleridir.”4 Bildiride dile getirilen;
günah işlemeleri, farklı anlayış ve eğilimlerde bulunmaları, hadisleri
farklı anlamaları, zapt kusurlarının bulunması ve birbirlerini eleştirmeleri hadîs ilmindeki ıstılah noktasından “adalet” kusuru olarak görülemez. Bu bakış, Ehl-i Sünnet’in çelişkisi olarak da değerlendirilemez. Ehl-i Sünnetin sahâbeyi adil saymaları Hz. Peygamber’e yalan
isnat etmemeleri noktasındandır. Dolayısıyla dinî algı ve anlayış bakımından sahâbe adildir, dine zarar verecek tavır ve anlayışlar içerisinde olmamışlardır. Zaten Peygamber’imiz de “En hayırlı nesil za-
Bkz., Cağfer Karadaş, “Mürcie’nin Mezhepliği Meselesi ve Ebû Mansûr elMatürîdî”, Uluslararası Büyük Türk Bilgini Matürîdî ve Matürîdîlik Sempozyumu, 22-24 Mayıs 2009 İstanbul.
4 Bkz., Abdullah Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü.
3
400
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
manımdaki, sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler”5
hadisi ile buna dikkat çekmiş olsa gerektir.
Öte yandan bir Mu’tezile terimi olan adalet kavramı ve zulum
karşısında hukukta kullanılan adalet kavramı yukarıdaki hadis ıstılahı ile aynı anlamda değildir. Bunları karıştırmamak gerekir. Aksi
takdirde işin içinden çıkmak mümkün olmaz.
Sonuç olarak sahâbenin Ehl-i Sünnet içinde nasıl algılandığını
tespit yukarıda da kısaca değinildiği gibi, tarihi hiyerarşi ve mezhep
sistematiği içinde anlaşılmalıdır. İlk dönem eserlerinden başlayarak
günümüze doğru bir tarama ve takip işlemi gerçekleştirmenin yanında mezhepler arası farkları da dikkate almakta yarar vardır. En azından Ehl-i Sünnet’in iki ana damarı olan Ehl-i Eser ve Ehl-i Ehl-i
Re’y’in görüşlerine tarihi hiyerarşi içinde mutlaka ayrı ayrı müracaat
edilmeli ve ortaya çıkan bulgular olduğu gibi yansıtılmalıdır. Bu hem
tarih içindeki değişimleri görmemize hem de anlayışlar arasındaki
farkları bilmemize imkân sağlayacaktır. Vesselam…
Bk. Buhârî, “Şehâdât”, 9; Müslim, “Fedâilu’s-sahâbe”, 212; Tirmizî, “Fiten”,
45; Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 475-476.
5
TARTIŞMALAR
Serbest Müzâkere
Prof. Dr. Mustafa FAYDA(Oturum Başkanı)
Sahabe en büyük özelliği bu dini yaşanır halde peygamberden
sonra devam ettirmeleridir. Kimsenin elinde Buharî yok, Müslim yok,
Muvatta'da yok. Hz. Ömer döneminde insanlar yaşarken hadisi yazalım mı, yazmayalım mı diye tartışıyorlar. Muhammet Mustafa El
Azamî bu rivayetlerin hepsinin Hz. Ömer'e iftira olduğunu, uydurma
olduğunu söylüyor. Hz. Ömer'in hadis yaktırdığı yok diyor. Ben de
öyle inanıyorum. Kendisinden beş yüz hadis rivayet edilmiş yaktıran
adamdan hadis rivayet edilir mi? Bunlar problemli konular.
Hz. Ömer hilafetini yaparken canlı bir Müslüman halifesidir ve
çok ciddi işler yapmıştır. İslamiyet büyük bir bölgeye yayılmıştır. Hiç
bir zaman Kur'an-ı Kerim'in dışında hiç bir kitaba da bakmamıştır.
Hatta biliyorsunuz Zorla Hz. Ebu Bekir Kur'an-ı bir kitap haline getirtti. Parça parça idi henüz bir arada değildi.
Ashap nesli bizim için dini devam ettiren mukaddes nesildir.
Cenâb-ı Hak âyetinde hicret yapmayanları ağır cehennem azabıyla
tâzir ediyor. Yani peygamberimizin aldığı bu kararı uygulamasını ve
her müslümanın Medine'ye gelmesini Cenâb-ı Hak iki âyetle teyit
ediyor.
Şafiî şöyle diyor: Müslümanlar Mekke fethinden sonra ikiye
ayrılır. Muhâcir ve Ârab. Muhâcire ben normal Müslüman diyorum.
Normal Müslüman nedir? Bir: Müslümanlara yardımı dokunacak bir
meslekle hayatını devam ettirir. Terzi olur, berber olur, madenci olur,
baytar olur vs. her şey olur. İki: Şeriatı Garra-i Ahmediyye-i
Muhammediyeyi tatbik için canını verir. Üçüncü olarak hadi deyince
cihada gelirler. Normal Müslüman dediğim bunlar. Ârab bunların dışındakilerdir ki, hadi deyince cihada gelmez, ümmetle entegre olup
bir meslek yapmazlar ama kendi memleketlerinde kendi kendilerine
402
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
yaşarlar. Onun için diyorlar ki, zekatı âraba ver fey'i muhacir alır.
Buradaki muhacir Ensar'ın Muhacir'i değil.
İsmail Lütfi Çakan hoca dün konuşmasında "Ashab'ın-Nebiy"
diye söylemişti. Şimdiye kadar bu tabir benim dikkatimi çekmemişti.
"Ashab'ın-Nebiy" terimini hep duyuyor ve kullanıyoruz da bu sınırda
anlamıyorduk. Zannedersem dinini öğretecek bu çekirdek zümredir.
Ama çekirdek deyince sayısını da çok az zannetmeyin. Yani Mekke
Fethi'ne kadar her Müslüman Medine-i Münevvere'ye gelmiştir.
Onun için ben ashabı bu çizgide görmemiz gerekiyor. Yoksa
savaşlarda birbirlerine ne söylemişler. Burada da bir ölçüyü koymamız lazım. Efendim cennete girmek için günah işlememek şart değil.
Günah işleyeni cennete gireceğinin şahidi peygamberimizin hayatında Bedir Ehlinden olan Mekke Fethini haber veren Hatip bin Ebi
Belta'dır. Binaenaleyh suç işlemek cennete girmeye mani değildir.
Adem atamız ve Havva anamızdan beri, Habil ile Kabil'in birbirini
öldürmesinden beri insanoğlu savaş yapmaktadır.
Son olarak şu dua ile sözümü tamamlamak istiyorum: İbrahim(a.s) Cenâb-ı Hak'tan şu özelliklere sahip bir peygamber göndermesini talep ediyor.
Rabbimiz, onların arasından kendilerinden, onlara Senin âyetlerini
tilâvet edecek (okuyup açıklayacak), onlara Kitap'ı (Kuranı Kerim'i) ve hikmeti öğretecek ve onların (nefsini) tezkiye (ve tasfiye) edecek bir resûl beas et
(hayata getir). Muhakkak ki Sen, Sen, Azîz'sin, Hakîm'sin.1
1
Bakara 2/129.
EHL-İ HADİS ve USÛLCÜLER ARASINDA
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI
Harun Reşit DEMİREL
Giriş
Kur’ân-ı Kerîm’in inişine şahit olan ve onun ilk uygulayıcısı
Peygamber (s.a.v.)’e arkadaşlık eden sahâbe, gerek hadislerin gerekse
İslâm dininin günümüze nakledilmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Ancak İslâm âlimleri arasında sahâbe kelimesinin etimolojik yapısından kaynaklanan bir ihtilafın var olduğu da bir gerçektir. Bu ihtilaf, özellikle muhaddisler ve usûlcüler arasında önemli bir kırılma
noktasıdır. Çalışmamızda, kelimenin lügavî ve ıstılahî/terim anlamlarının yanı sıra, zaman içerisinde nasıl kullanıldığını tespit etmeye çalıştık. Bunun için konumuzla alakalı olabilecek rivâyetleri Peygamber
(s.a.v.) döneminden başlayarak kaynaklardan belirleyebildiğimiz kadarıyla tespit ettik. Daha sonra bu rivâyetleri tarihî süreç içerisinde
yüklendiği anlamları çeşitli fırkalar bağlamında tahlil ettik.
Sahâbe kavramının, İslâm’ın erken dönemlerinden beri
kullanıldığıgörülmektedir. “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine
uyarsanız hidâyete erersiniz.”1gibi bazı hadislerde “Ashâbım” şeklinde

Yrd. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Temel hadis kaynaklarında yer almayan bu haberin sıhhati hakkında farklı
görüşler ileri sürülmüştür. (Bkz: et-Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah,
Mişkâtu’l-Mesâbih, Beyrût, 1985, III. bsk., III, 310, no: 6009.) Aliyyu’l-Kārî,
İbnu’r-Rebî’nin bu hadisi İbn Mâce’nin rivâyet ettiği şeklindeki ifadesini eleştirerek hadisi orada bulamadığını söyler ve Suyûtî’nin Tahricu Ehadisi’ş-Şifâ
isimli eserde rivâyet ettiğine işaret eder. Keza İbnu’s-Subkî de Şerhu İbni’lHâcib’de rivâyete sahâbenin adaleti konusunda yer vermiş olmasına rağmen,
hadisi İbn Mâce’ye dayandırmamıştır. İbn Hacer’in de bu rivâyeti Tahricu
Ehadisi’r-Rafiî, isimli eserde Edebu’l-Kadâ kısmında rivâyet ettiğini belirten
1
404
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ifadelere rastlanması bu kavramın ne kadar erken şekillendiğini göstermektedir. Ancak; sahâbenin tanımı ve mahiyeti gibi konularda
farklı görüşler ortaya çıktığı da bilinen bir durumdur.
Bu konuda en çok fikir üreten kesim hadis âlimleridir. Hadis
âlimlerinin sahâbe tanımı “Hz. Peygamber devrini idrak etmiş,
müslüman olarak Peygamber (s.a.v.)’i görmüş onun sohbetinde bulunmuş
ve yine müslüman olarak ölmüş olan kimselere denir.” şeklindedir. Tanım
hakkında hadisçilerden sonra en çok kafa yoran ikinci kesim ise fıkıh
usûlcüleridir. Onlara göre de sahâbe bu olmakla birlikte “Peygamber
(s.a.v.)’i uzun müddet görme” şartını ileri sürerler.
Bu iki kesimin sahâbe hakkındaki bakış açılarının mukayesesinden, İslâm âlimlerinin sahâbe tanımı ve sahâbe hakkındaki konularda farklı yaklaşım içinde oldukları anlaşılmaktadır. Muhaddisler
ve usûlcülerin sahâbe tanımları arasındaki en belirgin farklar sohbet
kelimesinde odaklanmaktadır.
Bu tebliğimizde bu farklılıkların neler olduğunu tarihî bir süreç içerisinde sunmaya çalışacağız.
Ayrıca, muhaddisler ve fıkıh usûlcülerinin sahâbe kavramına
yaklaşımı yanında, başka değişik meşrep, mezhep ve ilim dallarına
mensup bazı âlimlerin görüşlerine çok kısa da olsa değinilecektir.
Sözlük Anlamı
‫ ص ـ ح ـ ب‬/S-H-B fiilinden türeyen sahâbî, ashâb ve
sahâbekavramları farklı anlamlar içermektedir. Sahâbî, tekil için kullanılırken ashâb ve sahâbe çoğul anlamda kullanılmaktadır.
‫صبُهُ صُحْ باتا‬
‫ص ِحباه يا ا‬
‫ ا‬ise bir kimse bir başkasıyla beraber yaşadı, ünsiyet peyda edip iyi geçindi anlamlarında kullanılır. ‫صاحب‬/sâhib ise
Aliyyu’l- Kārî, onun hadis hakkında uzun yorumlarına yer verir. Hadis hakkında İbn Hazm “mevzu-bâtıl” demektedir. Beyhakî, Müslim’den rivâyet ettiği “‫النُّجُو ُم أا امناةٌ لِل هس اما ِء‬/Yıldızlar gökyüzünün güvencesidirler.” hadisinin yukarıdaki rivâyeti kuvvetlendirdiğini söyler. (Bkz: Aliyyu’l-Kārî, Ali b. Sultan
Muhammed Ebu’l-Hasen Nureddin, Mirkâtu’l-Mefâtih Şerhu Mişkâti’lMesâbîh, Beyrût, 2002, I. bsk., IX, 3882, no: 6018.)Aliyyu’l- Kārî de bu rivâyeti
mevzu olarak kabul etmektedir. (Bkz: el-Esrâru’l-Merfûa fî Ahbâri’l-Mevdûa,
(thk: Muhammed Sabbâğ, Beyrût, 1971, I, 388); Ayrıca bkz. :el-Elbânî, Muhammed Nâsıruddin, Silsiletu’l-Hadisi’d-Daîfeve’l-Mevdûa ve Eseruhu es-Seyyie
fi’l-Ümme, Riyad, 1992, I. bsk., I, 144, no: 58.
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
405
“muâşır” anlamında olup olup “yakın arkadaş ve dost” anlamlarına
gelir.
“‫ب‬
‫ص ِح ا‬
‫ ا‬/sahibe” kelimesi aynı zamanda korumak, himaye etmek
anlamlarına da kullanılmaktadır.
“‫ك َّللا‬
‫صـاـا احبا ا‬/Sâhebekallah” “Allah seni korusun ve muhafaza
etsin.” anlamında kullanılırken teslim olma ve boyun eğme anlamını
da gelmektedir. Meselâ deve, sahibine boyun eğmişse “ ‫ب‬
‫أصْ اح ا‬
‫الباعيٍ ُر‬/Ashâbe’l-baîru” ifadesi kullanılır. Yine “‫الرجل‬
‫ص ِحبْت‬/sahibtü’r‫ا‬
racüle” ifadesi de bu anlamda kullanılarak “adama boyun eğdim”
anlamına gelir. Sâhib’in çoğulu “sahâbe” ve “ashâb” tır. 2
İbn Manzûr’un bu tanımından hareketle “sahâbe” kelimesinin
tekili olan “sahâbî” kelimesinin “birisiyle beraber yaşayıp onunla
yakın arkadaş oldu” şeklinde düşünmek daha anlamlı olmaktadır.
Zira Âsım Efendi (1120/1880) de sahâbe ve sohbet kelimelerini tanımlarken İbn Manzûr gibi düşünerek “bir kimse ile hüsn-i ülfet edip
(hoşça geçinerek) yâr-u hemdem (canciğer arkadaş) olmak”3 der.
Dördüncü babtan “beraber olmak, sahâbî olmak, yakın arkadaş
olmak” anlamına gelen “sahâbe” ve “sohbet” kelimeleri bu şekliyle
mastar olarak kullanıldığı gibi “sâhib” kelimesinin çoğulu “yakın arkadaşlar, birlikte olanlar” anlamlarına da kullanılmaktadır. Bu bağlamda aynı anlamda kullanılan “ashâb” kelimesi de “‫صحْ ب‬
‫ ا‬/sahb” ın
ya da “sâhib” in çoğulu olmaktadır.
Şu halde “sahâbe” kelimesinin müfredi (tekili) olan “sahâbî”
nin de bir kimse ile beraber yaşayıp onunla yakın arkadaş olan ve
onu himaye eden kimse anlamına geldiğini söylemek mümkündür.
Ancak yukarıda geçen tanımlamaların hiç birisinde arkadaşlığın süresi hakkında herhangi bir zaman tahdidi görülmemektedir.
Ancak Âsım Efendi’nin tanımlamasından bu sürenin bayağı bir
müddet olduğu anlaşılsa da yine bir sınırlama söz konusu değildir.
Zaten muhaddislerle usûlcüler arasındaki temel ayrılık da buradan
kaynaklanmaktadır.
İbn Manzûr, Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Lisânu’lArab, Beyrût, trhs., I, 519; krş: İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed b. Zekeriyya,
Mucemu Mekâyısi’l-Luğa, (thk: Abdusselâm Muhammed Harun), Mısır, 1970,
II. bsk., III, 335.
3 Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, İstanbul, 1250, I, 334.
2
406
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Kur’ân-ı Kerîm’de Sahâbe
Kelimenin yüklendiği anlama ışık tutacak önemli bir başka
kaynak ta Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Kur’ân-ı Kerîm’e bakıldığında s-h-b kökünden türemiş olan
birtakım kelimelerin varlığı dikkat çekmektedir. Kelimenin “‫”صاحب‬
şeklinde yalın halde kullanılmasının yanı sıra “‫ ”صاحبكم‬şeklinde kullanılan âyetler de vardır.4
Falanın arkadaşı “‫ ”صاحبه‬şeklinde 5 bir kullanımın yanı sıra
müsenna ve emir siygası “‫ ”صاحبهما‬şeklindeki6 kullanımlar da bulunmaktadır.
Yine kelime zevce “‫ ”صاحبهم‬anlamında kullanıldığı gibi7 yakın
arkadaşım “‫ ”صاحبي‬şeklindeki8 kullanımda bulunmaktadır.
Ashâb kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm’de “‫اصحاب الفيل‬/ Ashâbu’l-fil9,
“‫اصحاب الجنة‬/ ashâbu’l-cenne 10 , “‫المشئمةاصحاب‬/ Ashâbu’l-meş’eme 11 ,
“‫اصحاب القرية‬/Ashâbu’l-karye12v.b. isim tamlaması formlarda kullanılmaktadır.
Bu âyetlerden Yûsuf sûresindeki “‫ ”صاحبى‬sâhibi ifadesinden
hicret esnasında yanında olan, Peygamber (s.a.v.)’le en çok sohbet
eden ve civarında buluna Ebû Bekir için “‫ ”صاحب‬sâhib kelimesi kullanılmaktadır.13 Buradan hareketle sahâbenin, dostlukta, sözde bir şeye
yakınlığı ifade ettiği görülmektedir.
Yukarıdaki bu bilgilerden hareketle gerek sözlük anlamı gerekse Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımlarda bir şeye yakınlığa işaret ettiği görülmektedir.
Bkz.: Sebe, 34/46; Necm, 53/2; Tekvîr, 81/22
Bkz.: Tövbe, 9/40; Kehf, 18/34, 37
6 Bkz.: Lokman, 31/15.
7 Bkz.: Arâf, 7/184; Kamer, 54/29.
8 Bkz.: Yûsuf, 12/39, 41.
9 Fil, 105/1
10 Bkz.: Bakara, 2/38, 81, 82, 119, 217, 257, 275; Âl-i İmrân, 3, 116; Mâide, 5/ 10,
29, 86.
11 Vâkıa, 56/9.
12 Vâkıa, 56/8.
13 Tövbe, 9/40.
4
5
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
407
Hadis ve Sünnet’te Sahâbe
Sözlük ve Kur’ân-ı Kerîm’deki kullanımlarından sonra kelimenin İslâm toplumunda yüklendiği anlamı tespit etmek için I. asırdan
itibaren konuyla alakalı rivâyetlere bakmamızı gerektirmektedir.
Peygamber (s.a.v.)’in sağlığında cereyan eden bir olay bize
sahâbe kelimesinin anlamı hakkında ileriki dönemlerde tartışma konusu olan bu kelime hakkında bir ipucu vermektedir. Hâlid b.
Velîd’in çok erken müslüman olmuş Abdurrahman b. Avf’a: “Bizden
önce müslüman oldunuz” demesi üzerine Peygamber (s.a.v.)’in:
“Ashâbıma hakaret etmeyiniz! Nefsin kudretinde olan Allah’a yemin olsun
ki sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infakta bulunsa onların
yapmış olduğu infakın ne müddüne ne de yarısına erişmez.”14buyururlar.
Bu ifadelerden ashâb kelimesinin uzun müddet beraberliği kapsadığı
anlaşılmaktadır. Zira Abdurrahman b. Avf erken müslüman olanlardandır. Ancak Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra aşağıda vereceğimiz rivâyet sahâbe tanımının bilinçaltındaki ipuçlarını vermesi
açısından oldukça önemli olduğunu düşünüyoruz.
Peygamber (s.a.v.) sonrası uzun müddet yaşayan Enes b.
Mâlik’e “Senden başka Peygamber (s.a.v.)’in ashâbından kimse var
mı?” diye sorulunca “Onu gören bedevîler vardır, ancak onunla sohbeti olan kimse yoktur.”15 şeklinde vermiş olduğu cevaptan, kendisinin sadece görmüş olmakla kişinin sahâbî sayılmayacağını kabul ettiğini
söylemek mümkündür.
Tabiînin büyüklerinden Saîd b. el-Müseyyeb (94/712)’in
sahâbeyi “Peygamber (s.a.v.)’le bir veya iki sene onunla ikâmet eden,
onunla beraber bir iki savaşta birlikte olanlar” 16 şeklinde tanımlamasıyla, sadece mücerret olarak görmenin kişiyi sahâbî yapmayacağını
kabul ettiği anlaşılmaktadır.
Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, Ebu’l-Hüseyin, Sahîh,
Fedâilu’s-Sahâbe, bab (54), İstanbul, 1981, II, 1967, no: 2540; Ebû Davûd Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî, Sünen, Sünne, bab (9), İstanbul, 1981, V, 45, no:
4658.
15 İbnu’s-Salâh, Ebû Osman b. eş-Şehrezûrî, Mukaddimetu İbni’s-Salâh fî
Ulûmi’l-Hadis, (thk ve şerh: Nureddin Itr), Dımeşk, 1984, III. bsk.,s. 294.
16 Bağdâdî, el-Hatib Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye,
Beyrût, 1986, s. 68; krş: İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 293.
14
408
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
İlk iki asırda sahâbî tanımı henüz bir terim olarak yapılmamış
olsa da, konuyla ilgili ifadelerden sahâbî vasfının kolay olunamayacağı anlaşılmaktadır.
Hicri III. asra gelince, bu asır; İslâm düşünce tarihinin en yoğun fikrî tartışmalarının olduğu asır olmakla birlikte, hadis ilmi açısından da mümbit bir asırdır. Bu asırda usûl-i hadis, tabakât, cerh ve
tadil gibi hadis ilminin sözlü olan rivâyetleri yazılmaya ve kuralların
yerleşmeye başladığı bir zaman dilimidir.17
Bu asırda artık sahâbî tarifinin netlik kazandığı ve bir ıstılah
olarak tanımının yapıldığı bir zamandır. Cerh ve Tadil âlimlerinden
olan Ali b. el-Medînî (234/848), sahâbînin tanımlamasını: “Peygamber
(s.a.v.)’le sohbet eden veya bir saat kadar da olsa onu gündüzün gören”şeklinde yaptığını görmekteyiz. 18
Bu tarifte dikkat çeken iki husus ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birincisi ileride usûl-i fıkıhçıların özellikle üzerinde durdukları
Peygamber (s.a.v.)’le olan birliktelik konusudur. el-Medînî yukarıdaki tanımından bir saat gibi kısa bir süre dahi olsa sohbeti şart koşmaktadır ki o bu ifadesiyle usûlcüler gibi düşünmektedir. Diğeri de
“gündüzün görme” şartını ileri sürmesidir. O bu ifadesiyle sanki rüya
yoluyla sahâbî olunamayacağına işaret etmektedir.
Ancak çağdaşı olan Ahmed b. Hanbel (241/855) de sahâbeyi
“Peygamber (s.a.v.)’i bir sene veya birkaç ay veya bir gün hatta bir
saat bile sohbet eden veya onu gören kimsedir.” şeklinde tanımlayarak ondan ayrılır. Ahmed b. Hanbel’in görme konusunun süresi hakkındaki bu açık ve net ifadelerini, usûlcülerin tanımlamasına bir tepki
olarak görmek mümkündür. Bunda özellikle de Mu’tezile
usûlcülerinin etkisinin olduğu düşünülebilir. Ahmed b. Hanbel’in İslâm şartını ileri sürmemesi, herhalde müslüman olmayanların zaten
sahâbe sayılmasının muhal olmasından, şeklindeki bir düşünceden
kaynakladığını düşünmek mümkündür.
Aynı meslekten Buhârî (256/870) ise sahâbeyi, “Hz. Peygamber’le sohbet eden veya O’nu gören müslüman” 19 şeklinde tanımlar.
Yücel Ahmet, Hadis Tarihi, İstanbul, 2011, I. bsk., s. 66.
el-Hatibu’l-Bağdâdî, Kifâye, s. 68.
19 Buhârî, Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. el-Muğire b. Berdizbeh, Sahîh,
İstanbul, 1981,Ashâbu’n-Nebi, bab (62); krş: el-Hatibu’l-Bağdâdî, Kifâye, s. 69;
İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 293.
17
18
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
409
Buhârî bu ifadelerinde Peygamber (s.a.v.)’i gören kimsenin
müslüman olması gerektiğini gayr-i müslim bir kimsenin görmesinin
o kişiyi sahâbe yapmayacağını açıkça vurgu yapmaktadır. Buhârî’nin
tanımda arkadaşlık süresine temas etmemesi dikkat çekicidir.
Sahâbe tanımı hakkında konumuza ışık tutan bir başka dolaylı
haber de şudur: Ebû Zur’a er-Râzî (264/878), Peygamber (s.a.v.)’den
rivâyette bulunan sahâbenin sayısı hakkındaki bir suale şöyle cevap
verir: Bu sayıyı kim tespit edebilir ki? Çünkü Peygamber (s.a.v.) ile
beraber Vedâ haccında 40 bin, Tebük gazvesinde ise 70 bin kişi katılmıştı.”20 diyerek, sayının tespitinin zor olduğuna dikkat çeker. Yine
bir defasında kendisine Peygamber (s.a.v.)’den sadece 4000 tane hadis rivâyet edildiği söylenince kızarak bu iddianın zındıkların sözleri
olabileceğini belirttikten sonra “Peygamber (s.a.v.)’in hadislerini kim
saymış ki? Peygamber (s.a.v.) vefat ettiğinde O’nu görüp işiten 114
bin kişi vardı.” demiş, kendisine “Peki bu 114 bin kişi
di?”21diye bir soru tevcih edilince de “Mekke ve Medineliler ve bunlara ilaveten bu iki şehir arasında yer alan bedeviler ve Peygamber
(s.a.v.) ile Vedâ haccında bulunanlar. Hepsi O’nu görmüş ve Ondan
işitmiştir.” demiştir. Bu ifadelerde dikkat çeken husus Ebû Zur’a’nın
“görme ve işitme” ifadelerine vurgu yaptığıdır. Halbuki er-Rafiî
(623/1237) sahâbenin sayısını verirken bu tasnife dikkat etmeksizin
“Mekke ve Medine’de 30 bin, diğer Arap kabilelerinde de 30 bin olmak üzere 60 bin sahâbe vardır.”22 demektedir.
Sem’ânî Ebû Muzaffer (489/1096) ashâbu’l-hadisin, sahâbeyi
Peygamber (s.a.v.)’den bir hadis veya bir kelime bile olsa rivâyet
eden herkese şâmil kılmalarını ve bu şekilde kapsamını genişletmeleri ve Peygamber (s.a.v.)’i bir kere de olsa gören herkese hamletmeleri
hakkında: “Peygamber (s.a.v.)’in üstün derecesinden dolayıdır.” diyerek, ashâbu’l-hadisin düşüncelerini destekler.23
Usûl-i hadis ilminin önde gelen âlimlerinden olan İbnu’s-Salâh
(643/1245) yukarıda naklettiğimiz Enes b. Malik ve Saîd b. elMüseyyeb’in sözlerini mezkûr eserinde naklettikten sonra bu tür tanımlamaların sahâbe kavramını daralttığını söyler. İbnu’s-Salâh’a göİbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 297-298.
İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 298.
22 Suyûtî,
Tedribu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî,
Abdullatif), Kahire, 1966, II. bsk., II, 220.
23 Bkz.: İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis,s. 293.
20
21
(thk:
Abdulvehhab
410
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
re şâyet bu tanımlama kabul edilirse Abdullah b. Becelî ve benzerleri
sahâbeden sayılamayacaklardır. Halbuki ona göre bu kişilerin sahâbe
olduklarından ihtilaf yoktur.24
İbnu’s-Salâh’ın bu ifadelerinden hareketle onun da sahâbe tanımı oldukça geniş tuttuğunu söylemek mümkündür.
İbn Kesîr (774/1372), Enes b. Mâlik’in yukarıdaki ifadesini naklettikten sonra şunları söyler: “O bu ifadesiyle hayatta Peygamber
(s.a.v.)’le sohbette bulunan kimsenin kalmadığını kastetmiştir, ekseriyetin terminolojisinden mücerred/çıplak gözle görme fiili, sahâbî
olmasını nefyetmemiştir. Zira Peygamber (s.a.v.)’in kadri ve şerefinin
yüceliği, onu görmenin hususiyetine delalet eder.” 25diyerek ifadeyi
ehl-i hadis gibi yorumlar.
Sünnî kaynaklarda sahâbe tanımında ehl-i hadis arasında görebildiğimiz kadarıyla bir farklı düşünce ortaya çıkmamıştır. İbn
Hacer (852/ 1448) de yukarıdaki tanımlamalara katılarak sahâbe tanımını biraz daha genişletmiş ve “Hz. Peygamber (s.a.v.)’e mü’min
olarak mulâkî olup, sahih olan görüşe göre irtidat etmiş olsa bile
müslüman olarak ölen kimse” şeklinde tanımlamıştır.
İbn Hacer, mulâki olmak ifadesi, “bir arada oturmak/mücâlese,
beraber yürümek/mumâşa, birbirleriyle konuşmasalar da birinin diğerine kavuşması gibi”26 tabirlerden daha umumi olduğu açıktır.
İbn Hacer Mekke, Medîne, Tâif ve diğer yerlerden gelerek Veda haccında Peygamber (s.a.v.)’i gören 4000 kadar kişiyi de sahâbe
arasında görür. Zira her ne kadar Peygamber (s.a.v.) onları görmemiş
olsa da o kişiler Peygamber (s.a.v.)’i görmüşlerdir.27
Sahâbe tanımının genişlemesi İbn Hacer’le de sınırlı kalmamış,
Suyûtî (911/1505)’nin belirttiğine göre sahâbe tanımı daha da genişleyerek akıl baliğ olup Peygamber (s.a.v.)’i gören herkesi kapsam alanı
içerisine almıştır.28
İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 294.
Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisu’l-Hasîs ŞerhuİhtisâriUlûmi’l-Hadis, Mısır,
trhs., s. 203.
26 İbn Hacer, Nühbetu’l-Fiker Şerhi, (Türkçesi: Talât Koçyiğit), Ankara, 1971, s.
75 v.d.
27 Zurkânî,
Şerhu’z-Zurkânî Ale’l-Mevâhibi’l-Leduniyyebi’l-Menâhi’l-Muhammediye, 1996, I. bsk., VII, 24.
28Suyûtî, Tedribu’r-RâvîII, 210.
24
25
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
411
Hatta tanımlama bununla da sınırlı kalmamış ve Hz. Peygamber zamanını idrak eden herkes görmese de sahâbeden sayılarak tefrite gidilmiştir.29
Tanımlamada bu kadar mütesâhil davrananların yanında ehl-i
hadisten olmayan Câhiz, Amr b. Bahr (255/869) ve Mâverdî
(450/1058) gibi, ifrata kaçarak sahâbe tanımını çok zorlayan kimseler
de vardır. Câhiz’e göre sahâbî, uzun süre sohbeti olan ve Peygamber
(s.a.v.)’den hadis rivâyetinde bulunan kişi 30 şeklinde tanımlanırken
Mâverdî de “Sahâbî, kendisini Peygamber (s.a.v.)’e amâde eden ve
onunla hususileşen kimsedir”31 şeklinde tanımlar.
Özellikle ehl-i hadisçe yapılan yukarıdaki tanımlamalardan şu
neticeleri çıkarmak mümkündür:
1- Sahâbe olabilmek için müslüman olmak gerekmektedir. Zira
yukarıda verdiğimiz rivâyetlerin genelinden anlaşılan budur. Burada
irtidat konusu da önemli bir ayrıntı olarak durmaktadır. Mürtetlerin
durumu ise birbirlerine göre farklılık arz etmektedir. Bunlardan ilki
irtidat edip bu hal üzere ölmektir ki bu kişinin sahâbî olmayacağında
hiçbir ihtilaf söz konusu değildir. Ancak müslümanken daha sonra
irtidat edip yine İslâm’a dönen kimseler hakkında değişik ifadeler yer
almaktadır. Bunları da kendi aralarında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
sağlığında irtidat edip yine onun sağlığında İslâm’a dönen kişilerle,
Peygamber (s.a.v.)’in vefatından sonra İslâm’a dönenler şeklinde, iki
kategoride ele alabiliriz. Suyûtî, Peygamber (s.a.v.) hayatta iken tekrar İslâm’a dönen kişinin sahâbî sayılmasında bir sakınca olmadığını
Peygamber (s.a.v.)’i tekrar görme şerefine dayandırmaktadır. 32 Ancak
Peygamber (s.a.v.)’in irtihalinden sonra tekrar İslâm’a dönen kişinin
sahâbî sayılıp sayılmayacağı hakkında ihtilaf vardır. Muhaddis ‘Irakî
de buna dikkat çekerek irtidat, amelleri boşa çıkardığından gerek Ebû
Hanîfe (150/767) gerekse ilk usûlcülerden Şafiî (204/ 819), böyle bir
kişinin sahâbeden sayılamayacağı görüşündedirler, diyerek sanki
kendisinin de böyle düşündüğü izlenimi vermektedir. Bu kabule göre
Bkz.: Sehavî, Şemsuddin Muhammed b. Abdirrahman, Fethu’l-Muğis Şerhu
Elfiyeti’l-Hadis, Medine, 1968, III, 95-6; ‘Irakî, Ebu’l-Fadl Zeynuddin
Abdurrahman b. el-Hüseyin, Fethu’l-Muğisbi Şerhi Elfiyeti’l-Hadis, Beyrût,
1988, s. 346-7.
30 Sehâvî, Fethu’l-Muğis Şerhu Elfiyeti’l-Hadis, III/ 95; ‘Irakî, Fethu’l-Muğis bi
Şerhi Elfiyeti’l-Hadis, s. 346.
31 Suyûtî, Tedribu’r-Râvî, II, 213.
32 Suyûtî, Tedribu’r-Râvî, II, 209.
29
412
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Kurre b. Hubeyra ve el-Eş’as b. Kays 33 , her ne kadar sonradan
müslüman olsalar da Hanefiler ve İmam Şafiî’ye göre sahâbeden sayılmazlar.34
Ancak İbn Hacer 35 , Peygamber (s.a.v.)’den sonra esir olarak
Ebû Bekir’e getirilen el-Eş’as b. Kays, Ebû Bekir’in gayretiyle tekrar
İslâm’a girmiş ve hatta onu kız kardeşiyle evlendirmiştir. Onun
rivâyetleri Müsned ve diğer eserlerde yer alması da onun sahâbî olarak sayılmasındandır, diyerek böyle kişilerin sahâbî olduğunu kabul
eder. Yani ona göre irtidat kişinin sahâbî olmasına mani değildir. O,
sahâbe tanımına “araya irtidat girse bile” ifadesini ekleyerek el-Eş’as
b. Kays’ısahâbî sayar.36
Sehâvî (902/1496) de İbn Hacer’e katılarak bu konuda irtidat
amelleri yok etmeyeceği tezinden hareketle el-Eş’as b. Kays gibilerini
sahâbeden sayar.37
Kanaatimize göre böyle kişilerin sahâbî sayılmaması ve diğer
sahâbîler gibi peşinen adil sayılmamalarından dolayıdır. Zira
sahâbîlik gibi, övülen bir topluluktan çıkıp Peygamber (s.a.v.) sonrası
tekrar dine girmek bu kişinin adaletini gözden geçirmeyi gerektirdiğini, şâyet tezkiye edilirse hadislerinin bir tâbiî gibi alınabileceğini
söyleyebiliriz. Bununla hem sahâbeye yönelik tenkitler hem de dinin
asıllarını daha sağlam kaynaklardan alma adına iyi olduğunu düşünüyoruz.
2- Peygamber (s.a.v.)’i idrak ettiği halde göremeyen
muhadramlara da sahâbî denilmesi ehl-i hadis tarafından fazla rağbet
görmemiş ve onlar tâbiînden sayılmışlardır.
Hicretin 10. Yılında müslüman olmuş ve EbûBekr’in hilafetinde irtidat etmiştir. Halifenin huzurunda Müslüman olduğunu açıklamış ve affedilmiştir.
Daha sonraki yıllarda Yermük, Kadisiye, Medâin, Nihâvend, Sıffin savaşlarına katılmıştır. Kendisinden rivâyette bulunanlar arasında Şa’bî, İbrahim enNehâî’yi sayabiliriz. (bkz: İbnAbdilberr, Ebû Ömer Yûsuf en-Nemerî elKurtubî, el-İstiâb fî Marifei’l-Ashâb, (el-İsâbe’nin kenarında), Mısır, 1328, I, 110111; İbnu’l-Esîr, İzzeddun Ebu’l-Hasen, Usdu’l-Gâbe fi Marifeti’s-Sahâbe,
Kâhire, 1286I/ 118; İbn Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Mısır, 1328, I, 51.
34 ‘Irakî, Fethu’l-Muğîs, s. 343; Suyûtî, Tedribu’r-Râvî, II, 209.
35 İbn Hacer, Nühbetu’l-Fiker Şerhi,s. 75 v.d.
36 İbn Hacer, Nüzhetü’n-Nazar Şerhu Nuhbetu’l-Fiker, Mısır, 1934, s. 62.
37 Sehavî, Fethul-Mugîs, III, 92; Ahmed Muhammed Şakir, Bâisu’l-Hasîs, s. 181;
Suyûtî, Tedribu’r-Râvî II, 209.
33
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
413
Peygamber (s.a.v.)’i gördüğü halde temyiz gücünden yoksun
olan çocukları da bu başlık altında incelememiz gerekecektir. Zira
kaynaklarda baliğ olmaktan daha çok, temyiz kudreti üzerinde hassasiyetle durulmaktadır. Temyiz gücü kabul edildiğinde Hasan
(50/670) ve Hüseyin (61/680) b. Ali, Abdullah b. ez-Zübeyr (72/691),
Numân b. Beşir (64/663) gibi çocuklar, sahâbeden sayılmaktadırlar.
İbn Hacer, “Bazı âlimler Peygamber (s.a.v.)’i gören herkes sahâbîdir
deyip, bir kayıt da koymamışlardır. Bu ifadeyi temyiz yaşında gören
şeklinde anlamak gerekir. Zira temyîz yaşına ulaşamamış kimseye
görme fiilini nispet etmek doğru olmaz. Peygamber (s.a.v.)’i görme
açısından sahâbî olabilir ama rivâyet etme açısından o bir tabiî gibidir.” 38 diyerek, bu durumda olan kimselerin sahâbî olamayacağını
açıkça beyan eder.
Muhaddislerden Yahya b. Maîn, Ebû Zur’a, Ebû Hâtim er-Râzî
ve diğer muhaddislere göre Peygamber (s.a.v.)’in yüzlerini okşadığı,
ağızlarına bir şeyler koyup dua ettiği çocuklar sahâbî sayılmazlar.39
Usûlcülere Göre Sahâbe
Hemen belirtmemiz gerekir ki usûlcüler, ehl-i hadisden daha
sıkı bir tarif yaparlar ve üzerinde en çok tartışılan “Peygamber (s.a.v.)’i
uzun müddet görme” şartını ileri sürerler.
Her ne kadar uzun süre görüşmekten neyin kastedildiği kendi
aralarında ihtilaflı olsa da usûlcüler bunu ısrarla talep etmektedirler.
Kādî Ebû Bekr el-Bakıllânî (403/1012), sahâbî kelimesini örfi
anlamda kullanmış ve bununla beraber ümmetin örfünde sohbet kelimesi şöyle kabul edilmiştir: Kişinin bir an Peygamber (s.a.v.)’le
mulakî olması ve onunla birkaç adım yürümesi ve ondan bir hadis
duyması onun sahâbî olması için yeterli değildir. Onun Peygamber
(s.a.v.)’le uzun süreli sohbet eden ve sürekli O’nunla mülaki olan
kimsedir40, diyerek ehl-i hadisin anlayışından farklı bir tanım yapmaktadır.
Çağdaşı Ebu’l-Hüseyin el-Basrî el-Mu‘tezilî (436/1044) de bir
kimsenin sahâbî sayılabilmesi için kişinin Peygamber (s.a.v.)’i uzun
İbn Hacer, el-İsâbe, I, 8; krş: Ahmed Muhammed Şakir, Bâisu’l-Hasîs, s. 181.
Suyûtî, Tedrîbu’r-Râvî, 209-210.
40 Hatibu’l-Bağdâdî, Kifâye, s. 69-70.
38
39
414
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
süre dinlemiş, ondan ilim almış ve ona ittiba etmiş olması gerektiğini
söyler.41
Hanefi usûlcülerinden Abdulaziz el-Buhârî (730/ 1329)’de
sahâbî: “Kendini Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ittiba ve istifade için uzun
süre onunla sohbet eden kimsedir” diyerek birlikteliğe vurgu yapar
ama süre hususunda bir şey söylemez. Yukarıda da temas edildiği
gibi tâbiîn fakihlerinden olan Saîd b. el-Müseyyeb bu süreyi iki sene
gibi bir zamanla olabileceğini söylerken bazı âlimler de bu sürenin en
az altı ay olabileceğini söylemektedirler.42
Düşünce olarak usûlcülerle aynı düşünen Abdulhayy elLeknevî (1304/1886)’ye de burada yer vermek istiyoruz. O da örf tanımından hareketle Peygamber (s.a.v.)’le birlikte uzun bir süre yaşayan, ona yardım eden, ona indirilen nura ittiba eden dini hükümleri
öğrenip yaşayan kimseye sahâbî demektedir.43
Usûlcülerin örfü esas olarak kabul edip uzun bir sohbeti kabul
etmelerine dair şu delilleri ileri sürerler:
1- Yukarıda vermiş olduğumuz Enes b. Mâlik’ten gelen
rivâyeti ileri sürerler. Bu babta yine Hâlid b. Velîd’in çok erken
müslüman olmuş Abdurrahman b. Avf’a: “Bizden önce müslüman
oldunuz” demesi üzerine Peygamber (s.a.v.)’in: “Ashâbıma hakaret etmeyiniz! Nefsin kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki sizden herhangi biriniz Uhud dağı kadar altın infakta bulunsa onların yapmış olduğu infakın
ne müddüne ne de yarısına erişmez.” 44 hadisini ileri sürerler. Buradan
ashâb kelimesinin uzun müddet beraberliği kapsadığı anlaşılmaktadır.
Ehl-i hadis bu iddiaya karşı ise, bu hadisten başka bir sahâbîye
hakaret eden birisinin sahâbî olamayacağı anlamı çıkmaz, dedikten
sonra hadisteki bu ifade “birbirlerinize hakaret etmeyiniz” ya da
Erul Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999, s. 4.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdillah, İrşâdu’l-Fuhûl İla
Tahkiki’l-Hakk min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1937, s. 70 Ancak bu sürelerin pratikte
birçok sahâbeyisahabî vasfından çıkaracağı için kabul edilmemiş ve sohbetin
kişiden kişiye farklılık arz edeceğini söyleyerek örfe göre bir arkadaşlıktan
bahsetmişlerdir. Bkz: AbdulazizBuhârî, Keşfu’l-Esrâr, İstanbul, 1307, II, 384.
43 Leknevî Abdulhayy, Tuhfetu’l-Ahyârbi İhyâi Sünneti Seyyidi’l-Ebrâr, Beyrût,
1992, s. 63.
44 Ayrıca bkz: Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe , bab (54), İstanbul, 1981, II, 1967, no:
2540; Ebû Davûd, Sünne, bab (9), İstanbul, 1981, V, 45, no: 4658.
41
42
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
415
“sohbeti daha fazla olan kimseye saygılı olun” anlamına gelebilir, diyerek cevap verirler.45 Ancak Peygamber (s.a.v.)’in erken Müslüman
olanlara mı ashâbım diyor? şeklinde bir soru da bu noktada önem arz
etmektedir. Zira “” şeklinde gelen âyet de sahâbeden önce İslâm’a girenlerle girmeyenleri tefrik ettiği görülmektedir.
2- Usûlcülerden Gazzâlî (111/ 505), “Lügate göre bir saatlik bir
sohbet bile kişinin sahâbî olmasına yeterli olur. Ancak, Araplar bu kelimeyi uzun müddet Peygamber (s.a.v.) ile birlikte olana tahsis etmiştir, diyerek usûlcülerin görüşüne destek verir.46 Sem’ânî de bu şekilde
düşünmektedir.47
Ancak ehl-i hadis; lügat âlimleri muayyen bir müddeti gerektirdiğine dair herhangi bir ittifakın olmadığını, az da çok da sohbet
eden herkesi kapsamaktadır, diyerek itiraz ederler.
3- Tabakāt yazarlarından Ebû Zur’â er-Râzî, Târık b. Şihâb hakkında “onun rivâyeti vardır ama sohbeti yoktur” diyerek sohbetin
uzun olacağına dikkat çeker. Abdullah b. Sercis için de durum aynısıdır.48
Ehl-i hadis ise bu konuda şöyle der: Bu durum genele değil
özel sohbetlerine hamledilir. Bu husûsîlik cumhurun ıstılahındaki
“sahâbî olmak için mücerret görmek yeterlidir” sözünü nefyetmez.49
Zira onlar Peygamber (s.a.v.)’i görme şerefine ulaşmışlardır 50, diyerek
cevap verirler ve Peygamber (s.a.v.)’den gelen: “İleride bir savaş olacak
ve bu savaşta içinizde Rasûlullah’ı gören var mı? diye sorulacak. Evet denilince bu savaşı içerisinde sahâbî olan topluluk kazanacaktır.”51 hadisini ileri
sürerler.
4- Sohbeti uzun bir müddetle tahsis edenler, hadisle fazlaca
meşgul olanlara ashâbu’l-hadis denildiği gibi, yine cennette uzun
müddet kalacaklara da ashâbu’l-cenne denir, diyerek düşüncelerini
Abdulaziz Muhammed Selmân, el-Kevâşifu’l-Celiyye an Meâni’l-Vasitiyye,
Mekke, trhs., IV. bsk., s. 295-96
46Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsî, el-Mustasfâ, (Muhammed Abdusselâm Abduş-Şâfî), Beyrût, 1993, I. bsk., I, 130.
47 İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 293.
48 Bkz: el-Hatibu’l- Bağdâdî, Kifâye, s. 68; ‘Irakî, Fethu’l-Muğis, s. 345-46.
49 İbnKesîr, İhtisâruUlûmi’l-Hadis, s. 80; ayrıca bkz: ‘Irakî, Fethu’l-Muğîs, s. 246.
50 İbnKesîr, İhtisâruUlûmi’l-Hadis, s. 180.
51 Müslim, Sahih, Fedâilu’s-Sahâbe, no: 208.
45
416
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
savunurlar. Ehl-i hadis bu iddiaya ise bu örfe göredir. Kelimenin lügat anlamında böyle bir şey yoktur diye karşılık verirler.52
Usûlcüler, ehl-i hadise karşı ‫ صحابي‬kelimesinin içeriği hakkında
şöyle derler: Bu kelime nisbetyâ’sı eklenerek özel bir kelime olmuştur. Artık bundan sonra bu kelime sıradan bir arkadaşlık olmayıp sadece Peygamber’le arkadaşlık anlaşılmaktadır. Farz edelim ki bir defa
görmeye de sahâbî dense bile bu lügat anlamında olup, örf anlamında değildir. Ümmet nezdinde de Peygamber (s.a.v.) ile uzun süre arkadaşlık yapan anlaşılmaktadır53, diyerek cevap verirler.
Değerlendirme
Bütün bu tanımlamalardan anlaşıldığına göre ehl-i hadis veya
muhaddisler dediğimiz gurup daha çok kelimenin sözlük/lügat anlamından hareket ettiği ve zamanla sahâbe tanımını genişlettiklerini
söylemek mümkündür. Onlar, Peygamber (s.a.v.)’in kadrinin yüceliğinden dolayı böyle düşünmektedirler. Bu yücelikten dolayıdır ki
sahâbîlik, kişiye mertebe ve şeref kazandıran bir sıfattır.
Ahmed b. Hanbel’in özellikle görme konusunun süresi hakkındaki açık ve net ifadelerini, özellikle Mu’tezile usûlcülerinin tanımlamasına bir tepki şeklinde görmek mümkündür.
İbnu’s-Salâh ve ehl-i hadisin Hz. Peygamber (s.a.v.)’le uzun süre sohbet etmemiş ama mücerret olarak gören her kişiyi sahâbeden
saymalarının temelinde, bu tanım altına daha fazla kişiyi sokmak olduğu, aşikârdır. Böylece bu şerefe daha fazla kişi dâhil olacaktır.
Âyetler de buna işaret etmektedir. İslâm’ın yayılmasında eşsiz fedakârlık ve gayret gösteren bu nesil, eşsiz bir imanın teslimiyetin ve
hasbiliğin tezahüründen başka bir şey değildir. Bu durum Kur’ân-ı
Kerîm’de “İyilik yarışında öncelik kazanan Muhacirlerle Ensâr’dan ve onlara bu yolda tabi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah’tan razıdırlar. Allah, onlara altlarından nehirler akan, içerisinde ebedi kalacakları
cennetler hazırlamıştır; işte en büyük kurtuluş budur.”54 şeklinde dile getirilmektedir.
İbn Hâcib, Muhtasaru’l-Meânî, Bulâk, 1316, s. 273.
Emir Padişah el-Buhârî Muhammed Emin, Teysiru’l-Tahrîr fi Usûli’l-Fıkhi’lİbni’l-Hümâm, Mısır, 1351, II, 66.
54 Tövbe, 9/100.
52
53
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
417
Yine eşsiz bu nesil hakkında “İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihada çıkanlar ve bir de bu muhacirleri barındıranlar ve onlara
yardım edenler, işte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve
bol bol rızıklar vardır.”55 buyurularak övgüye mazhar olan bu nesil, İslâm’ın günümüze naklinde en büyük payeye sahip olması doğaldır.
Usûlcülere göre de sahâbîlik büyük bir şeref olmakla beraber
belli vasıfları taşımayan kimseye de bu şeref verilemez. Zira dinin
sağlam temeller üzerine bina etmek asıl olandır. Bundan dolayı da
Peygamber (s.a.v.) ile görüşme süresi az olan kimseleri meçhul olarak
kabul ederler56 ve bu kişileri sohbeti uzun olan sahâbîler gibi kabul
etmezler. Böyle kimselerin tezkiye edilmesi gerekir.57
Buradan hareketle ehl-i hadisin duygu yüklü, usûlcülerin ise
daha akılcı hareket ettiği söylenebilir.
Ayrıca usûlcülerle ehl-i hadis arasındaki bu ihtilaf, lafzî mi
yoksa manevî mi olduğu yönünde bir soru da aklımıza getirmektedir. Âmidî ve İbnu’l-Hâcib58 gibi usûlcüler münakaşanın lafzî olduğu
yönünde görüş beyan ederek bazı usûlcülerden ayrılırlar.
Şevkânî ve Hanefilerden İbnu’l-Hümâm ve Emir Padişah ihtilafın manevî olduğunu iddia ederlerken Âmidî ve İbnu’l-Hâcib ihtilafın lafzî olduğunu söylemektedirler. Bu konu hakkında Şevkânî:
“uzun süre birlikteliği şart koşan kimse bu şartlara haiz sahâbeyi adil
sayar. Onun adaletini de araştırmaz. Ancak bu şartı taşımayan kimse
için sorup araştırır. Yani ihtilaf lafzî değil manevîdir.” 59diyerek ihtilafın manevî olduğunda ısrar eder. Emir Padişah da buna yakın ifadelerle ihtilafın manevî olduğunu söyler.
Yahya b. Osman b. Sâlih el-Mısrî’nin yukarıda değindiğimiz
Peygamber (s.a.v.)’le görüşmese de aynı zaman diliminde yaşayan
herkesin sahâbe kavramı altına almasının ise ilmî olmayan bir ifadeden öteye geçmeyen bir sözdür.
Enfâl, 8/74.
Abdulaziz Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II, 384; krş: Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah
b. Ahmed, Keşfu’l-EsrârŞerhu’l-Musannef ala’l-Menâr, Beyrût, 1986, I. bsk. , II,
28.
57 Emir Padişah, Teysîr, III/ 67
58İbnHâcib, Muhtasaru’l-Müntehâ, s. 173; el-Âmidî, SeyfuddinEbu’l-Hasen, elİhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Kâhire, 1967, II, 83.
59 Şevkânî, İrşâdu’l-Fuhûl, s. 171.
55
56
418
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Câhiz’in tanımı ise çeşitli sebeplerden dolayı hadis rivâyet etmeyen kimseleri sahâbîlik sıfatından çıkarmasının da hiçbir ilmî yanı
yoktur. Kaldı ki Câhiz’in kendisi de sika birisi değildir.
Mâverdî (450/ 1058)’nin tanımı da oldukça ağır bir tanımdır.
Sahâbe içerisinde böyle kimseler olsa da bunu bütünü için düşünmek
muhaldir.
Şî‘a’nın sahâbe tanımında kendi içerisinde bazı farklılıklar olsa
da ehl-i sünnetle arasında genel anlamda bir ihtilaf yoktur. 60
Zamanımızda gerek müsteşrikler gerekse İslâm âlemindeki bazı düşünürler, sahâbenin tanımından ziyade daha çok usûl kitaplarında “sahâbenin adaleti” başlığında incelenen adalet konusu hakkında konuşmaktadırlar.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ile alakalı olan her şeyi hadis olarak kabul eden muhaddisler kişinin bir kez bile olsa O’nu görmesini sahâbî
olmasına yeterlidir. Zira o kişi Peygamber (s.a.v.)’den hiçbir şey
duymamış olsa bile şemail çerçevesinde bazı şeyler rivâyet edebilecektir. Halbuki pratik hayatı önceleyen usûlcülere göre kişinin
sahâbeden sayılabilmesi için Peygamber (s.a.v.) ile kısa bir müddet
değil bilakis, zihin eğitimini sağlayacak kadar uzun bir süre olmasını
yeğlemektedirler. Pek tabidir ki bu tanımlamalardan hareketle
sahâbe sayısının artması veya eksilmesi ise doğal olmaktadır. 61
Dikkatlice incelendiğindedini emir ve yasaklarla ilgili hadis ve sünnetin, bir elin parmağını geçmeyecek kadar az bir sayıda Peygamberle uzun
zaman bulunmuş, onunla sohbet etmiş sahâbe tarafından nakledildiği görülmektedir. Bunun da istem dışı bir şekilde usûlcülerin düşüncesini desteklediğini söylenebilir. Bundan dolayı usûlcülerin sahâbe tanımının üzerinde
ciddiyetle durulması gerektiğini söylemek mümkündür.
Ancak bununla birlikte dinin emir ve yasakları dışındaki konularda
rivâyette bulunan sahâbe hakkında da muhaddislerin tanımlarını kabul etmekte bir yanlışlığın olmadığını düşünmekte yarar mülahaza etmekteyiz.
Zira bir medeniyetin inşasına dair olabilecek çok farklı rivâyetleri sadece
usûlcülerin sahâbe tanımlamaları ile inşa etmenin de mümkün olmadığını
söyleyebiliriz.
Karşılaştır: İbn Hacer, el-İsâbe, I, 7; ‘Irakî, Fethu’l-Muğîs, s. 343-348; Ahmed
Muhammed Şâkir, el-Bâisu’l-Hasîs, s. 181.
61 Ünal Yavuz, Hadisin Doğuş ve Gelişim Tarihine Yeniden Bakış, İstanbul, 2010,
s. 183.
60
SAHÂBE TANIMI TARTIŞMASI, H. R. DEMİREL
419
Kitâbiyât
Abdulaziz Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, İstanbul, 1307.
Abdulaziz Muhammed Selmân, el-Kevâşifu’l-Celiyye an Meâni’l-Vasitiyye,
Mekke, trhs., IV. bsk.
Ahmed Muhammed Şakir, el-Bâisu’l-HasîsŞerhuİhtisâriUlûmi’l-Hadis, Mısır, trhs.
Aliyu’l-Kârî, Nurettin b. Ali b. Muhammed b. Sultân, el-Esrâru’l-Merfûa fî
Ahbâri’l-Mevdûa, (thk: Muhammed Sabbâğ, Beyrût, 1971.
_________, Mirkâtu’l-MefâtihŞerhuMişkâti’l-Mesâbîh, Beyrut, 2002, I. bsk.,
Âmidî, SeyfuddinEbu’l-Hasen, el-İhkâm fi Usûli’l-Ahkâm, Kâhire, 1967.
Âsım Efendi, Kâmus Tercümesi, İstanbul, 1250.
Bağdâdî, el-Hatib Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye,
Beyrût, 1986.
Buhârî, Muhammed b. İsmail b. İbrahim b. el-Muğire b. Berdizbeh, Sahîh,
İstanbul, 1981.
Ebû Davûd Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî, Sünen, İstanbul, 1981.
Elbânî, Muhammed Nasıruddin, Silsiletu’l-Hadisi’d-Daîfeve’l-Mevdûa ve
Eseruhu es-Seyyie fi’l-Ümme, Riyad, 1992, I. bsk., I, 144.
Emir Padişah el-Buhârî Muhammed Emin, Teysiru’l-Tahrîr fi Usûli’lFıkhi’l-İbni’l-Hümâm, Mısır, 1351.
Erul Bünyamin, Sahâbenin Sünnet Anlayışı, Ankara, 1999.
Gazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed et-Tûsî, el-Mustasfâ, (Muhammed AbdusselâmAbduş-Şâfî), Beyrut, 1993, I. bsk.
Irakî, Ebu’l-Fadl Zeynuddin Abdurrahman b. el-Hüseyin,Fethu’l-Muğisbi
Şerhi Elfiyeti’l-Hadis, Beyrût, 1988.
İbn Abdi’l-Berr, Ebû Ömer Yûsuf en-Nemerî el-Kurtubî, el-İstiâb fî
Marifei’l-Ashâb, (el-İsâbe’nin kenarında), Mısır, 1328.
İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed b. Zekeriyya, Mucemu Mekâyısi’l-Luğa,
(thk: Abdusselâm Muhammed Harun), Mısır, 1970, II. bsk.
İbn Hacer, el-İsâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Mısır, 1328.
_________, Nühbetu’l-Fiker Şerhi, (Türkçesi: Talât Koçyiğit), Ankara, 1971.
_________, Nüzhetü’n-Nazar Şerhu Nuhbetu’l-Fiker, Mısır, 1934.
İbn Hâcib, Muhtasaru’l-Meânî, Bulâk, 1316.
İbn Manzûr, Cemaluddin Muhammed b. Mükerrem b. Manzûr, Lisânu’lArab, Beyrût, trhs.
İbnu’l-Esîr, İzzeddun Ebu’l-Hasen, Usdu’l-Gâbe fi Marifeti’s-Sahâbe, Kahire,
1286.
İbnu’s-Salâh, Ebû Osman b. eş-Şehrezûrî, Mukaddimetu İbni’s-Salâh fî
Ulûmi’l-Hadis, (thk ve şerh: Nureddin Itr), Dımeşk, 1984, III. bsk.
Leknevî Abdulhayy, Tuhfetu’l-Ahyâr bi İhyâi Sünneti Seyyidi’l-Ebrâr,
Beyrût, 1992.
Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, Ebu’l-Hüseyin, Sahîh, İstanbul, 1981.
420
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Nesefî, Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed, Keşfu’l-Esrâr Şerhu’l-Musannef
ala’l-Menâr, Beyrût, 1986, I. bsk.
Sehavî, Şemsuddin Muhammed b. Abdirrahman, Fethu’l-Muğis Şerhu
Elfiyeti’l-Hadis, Medine, 1968.
Suyûtî, Tedribu’r-Râvî fî Şerhi Takrîbi’n-Nevevî, Beyrût, 1993.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdillah, İrşâdu’l-Fuhûl İla
Tahkiki’l-Hakk min İlmi’l-Usûl, Mısır, 1937.
Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah, Mişkâtu’l-Mesâbih, Beyrût, 1985, III. bsk.
Ünal Yavuz, Hadisin Doğuş ve Gelişim Tarihine Yeniden Bakış, İstanbul,
2010.
Yücel Ahmet, Hadis Tarihi, İstanbul, 2011, I. bsk.
Zurkânî, Şerhu’z-Zurkânî, Ale’l-Mevâhibi’l-Leduniyyebi’l-Menâhi’l-Muhammediye, 1996, I. bsk.
Zekeriya GÜLER
Muhterem başkan, saygıdeğer hocalarım, kıymetli davetliler…
Konuşmaya başlamadan önce hepinize hürmet ve selamlarımı sunuyorum.
Değerli meslekdaşım Yard. Doç. Dr. Harun Reşit Demirel’in
“Muhaddisler Ve Fıkıh Usûlcüleri Arasında Sahâbe Tanımı Tartışması” başlıklı tebliğini müzâkere etmek üzere huzurunuzda bulunuyorum.
Öncelikle sarf edilen mesai ve ulaşılan netice sebebiyle tebliğ
sahibi Dr. Harun Reşit Demirel’i tebrik ediyorum. Emek mahsulü
olan bu tebliğin özeti, dinin emir ve yasaklarına dair rivâyetler bağlamında usulcülerin dar anlamdaki sahâbe tanımının ciddiye alınması ancak İslâm medeniyetin inşasına dair rivâyetler açısından bunun
yeterli olmayıp muhaddislerin tanımlarının göz önünde bulundurulması gerektiğidir. Doğrusu bu kabul edilebilir bir sonuçtur. Ne var
ki her çalışma, gözden kaçan bazı illetlerle malül bulunduğundan
tenkit ve tekliflerle tekemmül eder. Bu itibarla gerek muhteva gerekse dil, üslup ve araştırma teknikleri açısından bazı mülahazalarımı
dikkatlere arz etmek istiyorum.
A. Muhteva açısından:
1. Giriş’te, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız
hidâyete erersiniz” diye verilen hadisin geçtiği üç kaynak yalnız sıralanmakla yetinilmiştir. Halbuki isnadı ve metni tartışma konusu olan
bu hadisin tahricine ve nasıl anlaşılması gerektiğine emek verilmesi
gerekirdi.
Görebildiğimiz kadarıyla senedi itibariyle zayıf ile hasen arasında deveran ettiği (ki daha çok zayıf olduğu) anlaşılan bu rivâyet,

Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
422
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Ahmed b. Hanbel tarafından ihticaca sâlih görülerek kullanılır.1 Metni itibariyle hadis, “necm” ve “ihtidâ” kelimelerinin geçtiği “Yıldızlarla
da insanlar yollarını bulurlar”2 âyeti yanında, sahâbenin yıldızlara benzetildiği sahih hadisi de3 düşündürmektedir.
Abdülhayy el-Leknevî (v. 1304/1886), “Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yola ulaşırsınız” hadisinin anlamına
dair şu bilgilere yer verir: “Ashâb ile kasdedilen, Muhâcir, Ensâr ve
diğerlerinden sabah akşam Rasûlullah’ın yanından ayrılmayan, ikamet ve yolculuk esnasında ona eşlik eden, vahyi ondan alıp öğrenen,
şeriatı, ahkâmı ve âdabı ondan alan ve nâsih-mensûhu tanıyan râşid
halifeler gibileridir. Yoksa onu bir veya daha çok gören kimse değil!”.4 Abdülhayy el-Leknevî’nin ifade ettiği gibi (ki, bu bilgi Hakîm
et-Tirmizî’nin Nevâdiru’l-usûl’ünde aynen mevcuttur)5 gerek ilim gebkz. İbn Teymiyye, el-Müstedrek alâ Mecmû-ı fetâvâ Şeyhı’l-İslâm, II, 122’den
naklen Leknevî, Tuhfetü’l-ahyâr, s. 62-63, Ebû Gudde’nin notu. İbn Abdilberre
göre, hadisin senedinde geçen el-Hâris b. Gusn mechuldür. Ancak İbn Hacer
(bkz. el-Emali el-Mutlaka (thk. Hamdi es-Selefi), hadis no: 87, Beyrut 1995), İbn
Hibbân’ın onu Sikât’ında zikrettiğini ve mechul denilemeyeceğini söyler:
1
ِ ‫الثّ َا‬
ِ ‫ت َق ْد َذ َكره اون ِحبا َ ِفي‬
‫ات َو َق َال َر َوى َع ْن ُه ُح َسظ ُن ْو ُن َع ِل ٍّي ا ْل َج ْع ِفي َف َه َذا َق ْد َر َوى َع ْن ُه ا ْثنَا ِ َو ُو ِثّ َق َف َال يُ َا ْال‬
ُ ‫ُق ْل‬
ْ
َّ ُ ْ ُ َ
ُّ
ّ
‫ِف ِظه َم ْج ُهول‬
2 Nahl 16/16.
3 Müslim, Fedâilü’s-sahâbe, 207.
4 Leknevî, a.g.e., s. 63.
5 Bkz. Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, III, 62, Beyrut 1992. O, nücûm ve
kevâkib arasındaki farkı göz önünde bulundurarak bu noktaya işaret eder:
MÜZAKERE, Z. GÜLER
423
rekse amel ve ahlâk bakımından sahâbe arasında seviye ve fazilet
farkı mevcuttur.
Bu durumda tebliğ metninde “Usûlcülerle aynı düşünen
Abdulhayy el-Leknevî (1304/1886)’ye de burada yer vermek istiyoruz. O da örf tanımından hareketle Peygamber (s.a.v.)’le birlikte uzun
bir süre yaşayan, ona yardım eden, ona indirilen nura ittiba eden dini
hükümleri öğrenip yaşayan kimseye sahâbî demektedir6 diye nakledilen bilgi yanında yukarıdaki paragrafın yer almaması, esasen bir
eksiklik olarak göze çarpar.
Ayrıca tebliğ metninde, sahâbenin sözlük anlamı üzerinde durulurken “
/Sâhibekallah” “Allah seni korusun ve muhafaza
etsin” diye bir cümle nakledilir. Bu cümlenin Arapça aslı Kitabul-Ayn,
Lisanü’l-Arab ve Tâcu’l-Arûs’ta
şeklinde geçer. Ayrıca
bu kaynaklarda sahâbe kelimesinin iştikakı üzerine
şeklinde önemli bilgiler mevcuttur.
2. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: Ali b. el-Medînî (234/848),
sahâbînin tanımlamasını: “Peygamber (s.a.v.)’le sohbet eden veya bir
saat kadar da olsa onu gündüzün gören” şeklinde yaptığını görmekteyiz.7
Burada, “bir saat kadar da olsa” saatin “bir lahza” gibi mutlak
bir an mı yoksa 60 dakika mıdır? Bu nokta tavzih edilmelidir. Ayrıca
tebliğ metninde sık geçen “sohbet” kelimesi, Türkçe’de kullanıldığı
anlamı çağrıştıracak tarzda kullanılmamalı, dostluk, arkadaşlık ve eşlik etmek gibi mânalar yüklenmelidir.
3. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Tabiînin büyüklerinden Saîd
b. el-Müseyyeb (94/712)’in sahâbeyi “Peygamber (s.a.v.)’le bir veya
iki sene onunla ikamet eden, onunla beraber bir iki savaşta birlikte
olanlar”8 şeklinde tanımlamasıyla, sadece mücerret olarak görmenin
kişiyi sahâbî yapmayacağını kabul ettiği anlaşılmaktadır”.
Halbuki Nevevî, “Şâyet bu söz ondan sabit ise zayıf bir görüştür. Zira buna göre Cerîr b. Abdillah el-Becelî ve emsâli sahâbî sayılmayacaktır. Onların sahâbe oluşunda ihtilaf yoktur” derken, Irâkî, bu
Leknevî Abdulhayy, Tuhfetu’l-Ahyâr bi İhyâi Sünneti Seyyidi’l-Ebrâr, Beyrût,
1992, s. 63.
7 el-Hatibu’l-Bağdâdî, Kifâye, s. 68.
8 el-Hatibu’l-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 68; krş: İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadis, s. 293.
6
424
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
söz Saîd b. el-Müseyyib’den sahih / sabit değildir. İsnadında Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî vardır ki o hadiste zayıftır”9 tesbitinde
bulunur.
4. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Sahâbe tanımının genişlemesi İbn Hacer’le de sınırlı kalmamış, Suyûtî (911/1505)’nin belirttiğine
göre sahâbe tanımı daha da genişleyerek akıl baliğ olup Peygamber
(s.a.v.)’i gören herkesi kapsam alanı içerisine almıştır” 10.
Halbuki Suyûtî şöyle diyor: “Beşinci tarif: Akıl-baliğ olarak
Rasûlullah’ı gören kimsedir”. Bunu Vâkıdî hikaye etti ama bu şâzdır
(keza Aynî de şâz olduğunu söylemiştir)”.11 Ayrıca Suyûtî, Irâkî’den
şunu da nakleder: “Sahih olan görüşe göre akıl-baliğ olmak şart koşulmaz. Aksi halde ittifakla sahâbe arasında sayılan Hasan, Hüseyin
ve İbnü’z-Zübeyr gibi sahâbîler hariçte kalırdı”12.
Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî (thk. Ahmed Ömer Hâşim), II, 188, Beyrut 1985.
Suyûtî, Tedrîbü’r-râvî, II, 210.
11 Suyûtî, a.g.e., 189.
12 Suyûtî, a.g.e., II, 187; Sahîh-i Buhârî’deki bab başlığında geçen sahâbe tarifi
üzerine Aynî, yapılan diğer tarifleri maddeler halinde Umdetü’l-kârî’de şöyle
verir:
9
10
(…)
MÜZAKERE, Z. GÜLER
425
5. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Mâverdî de “Sahâbî, kendisini Peygamber (s.a.v.)’e amâde eden ve onunla hususileşen kimsedir”13 şeklinde tanımlar”. Ancak bu tanımın da eksik tercüme edildiği
görülür. Zira ibarenin orijinal metni şöyledir:
Görüldüğü gibi bu cümlede
sahâbînin Peygamber’e, Peygamber’in de sahâbîye özel zaman ayırarak hemhâl olması zikredilir.
6. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Hatta tanımlama bununla da
sınırlı kalmamış ve Hz. Peygamber zamanını idrak eden herkes görmese de sahâbeden sayılarak tefrite gidilmiştir”.14
Doğrusu bu görüşün kime ait olduğu, gerekçesi ve değerlendirmesiyle birlikte verilmeliydi. Halbuki bu bilgi Tedrîbu’r-râvî’de
mevcuttur.
7. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Muhaddislerden Yahya b.
Maîn, Ebû Zur’a, Ebû Hâtim er-Râzî ve diğer muhaddislere göre
Peygamber (s.a.v.)’in yüzlerini okşadığı, ağızlarına bir şeyler koyup
dua ettiği çocuklar sahâbî sayılmazlar”.15
Suyûtî’nin Tedrîbu’r-Râvî’sinden yapılan bu nakil, bazı incelikleri göz ardı ettiğinden şu şekilde tercüme edilmelidir: Irâkî’nin enNüket’te verdiği bilgiden, Yahya b. Maîn, Ebû Zur’a, Ebû Hâtim erRâzî, Ebû Davud gibi muhaddislere göre sahâbîlikte temyiz yaşının
şart koşulduğu anlaşılmaktadır. Zira bunlar, Peygamber (s.a.v.)’in
ağızlarına hurma ezmesi gibi tatlı bir şeyler koyup dua ettiği veya
yüzlerini (ve başlarını) sıvazladığı çocuklar için sahâbîliğin bahis konusu olmayacağı görüşündedirler.16
8. Tebliğ metnindeki ifade şöyle: “Hâlid b. Velîd’in çok erken
müslüman olmuş Abdurrahman b. Avf’a: “Bizden önce müslüman
Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, II, 213.
Bkz., Sehavî, Şemsuddin Muhammed b. Abdirrahman, Fethu’l-Muğis Şerhu
Elfiyeti’l-Hadis, Medine, 1968, III, 95-6; ‘Irakî, Ebu’l-fadl Zeynuddin
Abdurrahman b. el-Hüseyin, Fethu’l-Muğis bi Şerhi Elfiyeti’l-Hadis, Beyrût,
1988, s. 346-7.
15 Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî, 209-210.
16 Bkz., Suyûtî, a.g.e., II, 187.
13
14
426
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
oldunuz” diyerek hakaret etmesinden sonra Peygamber (s.a.v.)’in
“Ashâbıma hakaret etmeyiniz!” (…)
Burada yer alan “Bizden önce müslüman oldunuz” cümlesi,
dipnotta verilen kaynaklarda geçmez. Tebliğde özellikle vurgulanan
bu cümlenin kaynağı tekrar araştırılarak vuzuha kavuşturulmalıdır.
Ayrıca burada Rasûl-i Ekrem’in Hâlid b. Velîd ile ondan çok
erken müslüman olmuş Abdurrahman b. Avf arasında yaptığı şu hakemliğe17 işaret edilmelidir:
B. Dil, üslup ve araştırma teknikleri açısından:
1. Tebliğin sonunda yer alan uzun değerlendirmeden sonra
konuyu özetleyen kısa bir sonuç olmalıydı.
2. Istılahî/terim, müfredi (tekili), hüsn-i ülfet edip (hoşça geçinerek) gibi örneklerde olduğu gibi gereksiz parantez açılarak itnab cihetine gidilmiştir.
3. Âsım Efendi, “Mütercim Âsım Efendi” diye verilmelidir.
Ayrıca onun vefat tarihi (1120/1880) değil, 1235/1819 (bk. Mustafa S.
Kaçalin, “Mütercim Âsım Efendi”, DİA, XXXII, 200). Kezâ,
“Usûlcülerden Gazzâlî (111/ 505)” diye verilen bilgi, daha belirgin bir
yanlıştır.
4. Nurettin b. Ali, Abdullah b. Becelî (doğrusu Cerîr b. Abdillah
el-Becelî) gibi imla ve esmânın zabtına dair hataları yanında,
Silsiletu’l-Hadisi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa ve Eseruhu es-Seyyie fi’l-Ümme gibi
(ki doğrusu Silsiletu’l-Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa ve Eseruhu es-Seyyi’
fi’l-Ümme şeklindedir) dikkat çeken yanlışlar da vardır.
5. Kitabiyât’ta verilen şu iki müellif alfabetik sıra içinde yer
almalıydı: “et-Tebrîzî, Muhammed b. Abdillah, Mişkâtu’l-Mesâbih,
Beyrût, 1985, III. bsk., III, 310, no: 6009 ve el-Elbânî, Muhammed
Bkz., İbn Hacer (bkz. el-Emali el-Mutlaka (thk. Hamdi es-Selefi), hadis no:
86.
17
MÜZAKERE, Z. GÜLER
427
Nasıruddin, Silsiletu’l-Hadisi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa ve Eseruhu es-Seyyie
fi’l-Ümme, Riyad, 1992, I. bsk., I, 144, no: 58”.
Ayrıca İbn Hacer’in iki eserinin Kitabiyât’ın başında yer alması
bir sehiv olmalıdır.
6. “Ashâbu’n-Nebî” diye verilen Buhârî IV, 188, 62. bab,
“Fezâilü Ashâbi’n-Nebî” şeklinde olmalıdır.
7. Tebliğ metninin sonunda, “Zira “ ” şeklinde gelen âyet de
sahâbeden önce İslâm’a girenlerle girmeyenleri tefrik ettiği görülmektedir.” cümlesinde işaret edilen âyetin unutulduğu görülmektedir.
8. Ashâbu’n-Nebî diye verilen Buhârî IV, 188, 62. bâb, Fezâilü
Ashâbi’n-Nebî şeklinde olmalıdır.
9. Mehmet Efendioğlu tarafından DİA için hazırlanan “Sahâbe”
maddesi ve onun Sahâbeye Yöneltilen Tenkitler adlı eserinin, bu tebliğin kaynakları arasında geçmemesi bir eksiklik sayılmalıdır. Burada
Dr. Efendioğlu’nun DİA için yazdığı “Sahâbe” maddesinden nakilde
bulunmakta fayda vardır: “Muhaddislerin sahâbe anlayışı şöylece
özetlenebilir: Sahâbî olmak için Resûl-i Ekrem’i uyanık iken bir an bile görmek yeterlidir. Kendisiyle uzun zaman beraber olmak, yolculuk
yapmak veya gazaya gitmek ya da kendisinden hadis rivâyet etmek
şart değildir. Abdullah b. Ümmü Mektûm gibi ama olduğu için Hz.
Peygamber’i göremeyen, ancak ona mülâki olup sohbet edenlerle
Mekke’nin fethi ve Vedâ haccında olduğu gibi kendisiyle doğrudan
ilişki kuramadan sohbet etme imkânı bulamayan, fakat Resûlullah’ın
kendilerini gördüğü kimseler de sahâbîdir. Resûlullah ile sohbet eden
sahâbînin Müslüman olarak ölmesi de şarttır”.18
Netice itibariyle, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte yaşayan, ona
sevgi ve saygı gösteren, yardım eden ve ona indirilen nûra uyan,
âyetlerin nüzulüne ve hadislerin vüruduna sebeb olan vasat ve
vak’aları bizzat görme imkânı bulan müstesna şahsiyetler olarak
sahâbe nesli rahmetle yâd edilmelidir. Nitekim kendisine Cemel,
Sıffîn ve Kerbela vak’aları sorulan meşhur sahâbî Abdullah İbn
Abbâs da aynı âyet-i kerîmeyi19 okuyarak cevap vermişti20.
18
19
Mehmet Efendioğlu, “Sahâbe”, DİA, XXXV, 491.
Haşr 59/10.
‫‪İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-‬‬
‫‪428‬‬
‫‪Müzâkereye burada son verirken tebliğ sunan bütün‬‬
‫‪meslekdaşlarımı tebrik ediyor, teşekkür ve hürmetlerimi sunuyorum.‬‬
‫‪İbn Teymiyye’nin (bkz. Fetâvâ, III,152) şu tesbiti de aynı noktayı vurgu‬‬‫قال شيخ اإلسالم ابن تيمية رحمه َّللا تعالى ومن أصول أهل السنة والجماعة سالمة قلوبهم وألسنتهم ‪lar:‬‬
‫َّللا صلى َّللا عليه وسلم فهم كما وصفهم َّللا به في قوله تعالى اواله ِذينا اجا ُءوا ِم ْن با ْع ِد ِه ْم ياقُولُونا ألصحاب رسول‬
‫ك ارؤُوفٌ ار ِحي ٌم‬
‫ان اوَل تاجْ اعلْ فِي قُلُوبِناا ِغال لِله ِذينا آ امنُوا اربهناا إِنه ا‬
‫اربهناا ا ْغفِرْ لاناا او ِإل ْخ اوانِناا اله ِذينا اسباقُوناا بِا ِإلي ام ِ‬
‫‪20‬‬
TARTIŞMALAR
Serbest Müzâkere
Prof. Dr. Faruk BEŞER (Oturum Bşk.)
– Öncelikle böyle bir sempozyumu düşünen, gerçekleştiren
başta Abdullah Aydınlı Bey olmak üzere bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. İnşaallah bu toplantı sahabe efendilerimizle beraber olmaya bir vesile olur.
Tebliğ konuları içinde hanım sahabilerin olmadığı dün de belirtildi. Neden hanım sahabiler yok diye soruldu. Ama programa
baktım ona da sıra gelecek gibi gözüküyor. Çünkü burada anlatılan
şey sahabe kavramı, sahabî kavramıdır.
Sahabe kavramı genel olarak farklı mezheplerde, farklı görüşlerde sahabeye nasıl baktıkları meselesidir. Yoksa kadın-erkek meselesi değil. Bence işin başından başlandığını ve doğru yapıldığını, sonra da yoluna girerek devam edeceğini düşünüyorum. Bundan sonraki toplantılarda sahabe başka açıdan ele alınabilir mesela sahabede
fıkıh açısından usul anlayışı, hadis anlama açısından usul anlayışı gibi konular tartışılabilir. Bireyler olarak sahabeler üzerinde durulabilir. O zaman hanım sahabeler de devreye girer.
Madem ki, burada Zeydiyye gibi, Şia gibi mezheplerin sahabe
anlayışlarına yer verilmiş, neden İbadiyenin sahabe anlayışına yer
verilmemiş. İbadiyede bugün hayatiyeti olan bir mezheptir. Mesela,
Uman Sultanlığı tamamen İbadiyedir. Kuzey Afarika'da İbadiye vardır. İbadiye'nin de sahabe anlayışına yer verilmiş olsaydı bu nisbeten
tamamlanmış olurdu diye düşünüyorum.
Bugün selef diye geçinenleri bir mezhep olarak görmek lazım.
Selefiye bir mezhep fakat selef-i salihin bir mezhep değildir. Ya da
Ehl-i sünnet bir mezhep değil. Onlar doğrudan doğruya Rasulüllah'ın
yaşama çizgisi olarak görülmelidir.
430
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Prof. Dr. Mustafa FAYDA
– Arkadaşımız benim oturum başkanı olduğum andaki konuşmamda zikretmeşi olduğum "Ârab" kelimesi üzerinden bir
müteala serdetti ve bir âyet okudu.
‫ت ِعن اد ه‬
‫ب امن ي ُْؤ ِمنُ بِ ه‬
ُ ِ‫اّللِ او ْالياوْ ِم اآل ِخ ِر اوياته ِخ ُذ اما يُنف‬
‫ت ال هرسُو ِل‬
ٍ ‫ق قُ ُرباا‬
‫َّللاِ او ا‬
ِ ‫صلا اوا‬
ِ ‫او ِمنا األا ْع ارا‬
‫ه‬
‫ه‬
ُ
ُ
‫أاَل إِنههاا قُرْ باةٌ لههُ ْم اسيُ ْد ِخلهُ ُم َّللاُ فِي ارحْ امتِ ِه إِ هن َّللاا اغفو ٌر هر ِحي ٌم‬
"Ve bedevî Araplar'dan Allah'a ve ahiret gününe (Allah'a ölmeden
evvel ulaşma gününe) inananlar vardır. Ve infâk ettikleri şeyleri Allah'ın
indinde ve Resul'ün dualarında bir (yakınlık) vesile kabul ederler. Muhakkak ki; o, onlar için bir yakınlık vesilesidir, (öyle) değil mi? Allah, onları
rahmetinin içine dahil edecek. Muhakkak ki Allah; Gafur'dur (mağfiret
edendir) ve Rahîm (rahmet nurunu gönderen)'dir" 1
Bu âyet tamam ama bu durum bedevilerin ve muhacirlerin
taksim edilmesine mani değildir. Biz ârabîleri dinden çıkarmıyoruz.
Fetihten sonra müslümanlar ikiye ayrılıyor.
Bedevîler içinde öyle insanlar var ki, onlar bedevî statüsünde
değildir. İslamiyet şekil dini değildir. Her çölde yaşayan bedevî statüsüne girmiyor. Bunu nerden biliyoruz. Bir sahabiye hanımefendi
Rasulüllah Efendimiz'in evine süt getiriyor. Ayşe annemiz onu almıyor. Peygamber Efendimiz buna muttalî oluyor ve Ayşe validemize:
"Ya Aişe onlar bizim köy halkından, biz de onların şehir halkındanız,
onlar hadi deyince cihada gidecekler hediyesini al" buyuruyor. Yani
bedeviler müslüman sayılan zümre olarak Şafiler ve Maverdî tarafından bu taksim yapılıyor.
Prof. Dr. Salih TUĞ
– Hazret meselesi üzerinde bir şey söylemek istiyorum. Bu
hazret meselesi Hamidullah Hoca'nın üzerinde sıkı sıkıya durduğu
bir konu idi. "İslam'da devlet idaresi" gibi sahabenin çok zikredildiği
derslerde hoca "seyyidina ..."derdi ben de onu hazret diye tercüme
ederdim. Dilim o kadar alıştı ki, sahabe ismi nerede geçse ben hemen
hazret derdim. Muaviye bahsi geldi tabii Hazreti Muaviye" dedim.
Kimsede ses yok. Yezid'e geldik ben yine "Hazreti Yezid" deyince bü1
Tevbe 9/99
MÜZAKERE, Z. GÜLER
431
tün salon ayağa kalktı. Hamidullah hocanın elini omuzumda hissettim: "O kadar değil" dedi. Hazreti Muaviye denilir ama Hazreti Yezid
denmez.
Prof. Dr. Faruk BEŞER (Oturum Bşk.)
– Hadisçilere sesleniyorum, “Ashâbî ke’n-nücûmi” hadisini ya
sahîh saymayacaksınız ya da hadisciler olarak sahâbîyi daraltacaksınız. Rasûlullah’ı mü’min olarak görmüş insanların hepsi sahâbîdir
derseniz ve bunların her biri “muktedâ bih” olursa, o zaman benim
de orada kendi hatalarıma muktedâ bih olarak bulabileceğim pek çok
insan çıkar. Burada bir problem var, bu problemi halledin ki biz de ne
yapacağımızı, nasıl düşüneceğimizi bilmiş olalım.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Tahir DAYHAN
– “Ashâbım yıldızlar gibidir, hadisiyle ilgili bir anekdot aktarmak istiyorum. Müslim’in Sahîhi’nde 2531 no’lu hadîs-i şerif. Ebû
Bürde hadisi. “Yıldızlar gökyüzünün emniyet kaynağıdır. Onlar yok
olup gittikleri zaman gökyüzüne va’dolunan şeyler gelip çatar. Ben
ashâbım için, ashâbım da ümmetim için bir emniyet kaynağıdır.
Va’dolunan tehlike ve fitneler, ben gittiğim zaman ashâbıma,
ashâbım gittiği zaman da ümmetime gelip çatar”.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu teşbîhiyle sanki şunu demek istiyor:
“Gökteki her bir yıldızın belli bir yörüngeye çakılı olması gibi onlar
da yörüngelerinde dönerler. Kiminin ışığı kuvvetli kimininki daha
zayıf olsa bile, hiçbirinin doğru yönü gösterme bakımından diğerinden farkı yoktur. Hedef bensem eğer, hangisine uysanız o sizi bana
getirir/beni size götürür”.
Âcizâne kanaatim, “Ashâbım yıldızlar gibidir” hadisi, bu hadisin “yuvarlanmış” hâlidir. Hadislerin formülasyonunu savunan görüşü çağrıştırmaması için “formüle edilmiş” demiyorum bilerek. Yani
bir nevi “bir başka şekilde ve yeniden” söylenmiş hâlidir. “Bu hadis,
kısaca bu demektir” anlamındadır. İbnü’l-Cevzî, es-Süyûtî, Aliyyü’lKārî, Aclûnî, Şevkânî gibi Mevzû‘ât müellifi muhaddislerin “hadisin
sahîh bir senedi yoksa da mânâsı sahîhtir” dedikleri türden bir
rivâyet olduğu kanaatindeyim.
432
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Ashâbın hatâları noktasında tavrımız ne olacak, onların hepsini muktedâ bih mi kabul edeceğiz?” diye sordunuz. Ebû Zehra’nın
bir eserinden bir anekdotu bu vesileyle arzetmek istiyorum.
Huzurunda üç halifeyi yeren Iraklıları azarlayan Muhammed
Bâkır (ö. 114), onlara önce Haşr sûresi 8. âyeti okuyarak şu soruyu
sormuştu: “Siz yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan
muhâcirlerden misiniz?”. “Hayır” diye cevap verilince, bu sefer aynı
sûrenin 9. âyetini okuyarak şunu sordu: “Peki daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olanlardan
(ensârdan) mısınız?”. Yine “Hayır” dediler. Bunun üzerine İmam, 10.
âyetle yıkıcı darbeyi indirdi: “O halde bunların arkasından gelip de
‘Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi
bağışla’ diyenlerden de mi olamıyorsunuz? Kalkın yanımdan, Allah
işlerinizi yoluna koymasın; müslüman olduğunuzu söylüyorsunuz
ama İslâm’a ehil insanlar değilsiniz!”.2
Hz. Âişe vâlidemizin, Mısırlıların Hz. Osman’a, Şamlıların Hz.
Ali’ye, Harûrîlerin (Hâricîlerin) de bütün sahâbeye sebbetmeleri karşısında aynı âyete işaretle; “Onlar Peygamber (s.a.v.)’in ashâbı için
Allah’tan mağfiret dilemekle emrolundukları halde onlara sövdüler”
dediğini de buna eklemeliyim.3
Ashâb, örneklik noktasında yıldızlar gibidirler. Hatâ ettikleri
noktada ise Rabbimizin bize emri, onlar için istiğfar etmektir. Teşekkür ederim.
Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanîfe: Hayâtuhû ve Asruhû, Ârâuhû ve Fıkhuhû,
s. 79, I. Bölüm, 61. Madde.
3 Müslim, es-Sahîh, no. 3022.
2
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI
Hüseyin HANSU
Bu tebliğde Mu’tezile mezhebinin, sahâbenin dindeki yeri ve
sahâbe arasındaki ihtilaflar hakkındaki görüşleri tespit edilmeye
çalışılmıştır. Gerek eski kaynaklarda gerekse çağdaş araştırmalarda
konuyla ilgili olarak Mu’tezile’ye nispet edilen pek çok farklı görüş
ve suçlama mevcuttur. Bu tebliğde söz konusu iddiaları tek tek
değerlendirmek yerine bu mezhep mensuplarının sahâbe hakkındaki
görüşlerini kendi muteber kaynaklarına dayanarak tespit etmeye
çalıştık. Dipnotlarda da görüleceği üzere bu kaynakların başlıcaları
Ebu’l-Huseyin el-Hayyât (ö. 300?/912), Ebu’l-Kāsım el-Belhî (ö.
319/931) ve Kādî Abdulcabbâr (ö. 415/1024) gibi Mu’tezile
imâmlarının eserleridir. Tebliğimizde bu eserlerdeki bilgiler esas
alınmış olmakla birlikte yer yer diğer kaynaklardaki bilgiler de
tamamlayıcı mahiyette kullanılmıştır. Mezhebin konuyla ilgili
görüşlerini eksiksiz nakletmek için Mu’tezile’yi sahâbe hakkındaki
görüşleri dâhil her konuda çok sert bir şekilde eleştirmiş olan İbn
Kuteybe (ö. 276/889), Abdulkâhir el-Bağdâdî (ö. 429/1037) gibi
Mu’tezile muhalifi yazarların iddialarını da göz önünde
bulundurduk.
Bu kaynakların konuyu yeterince aydınlattığını düşündüğümüz için özellikle adı geçen muhalif müelliflerin eserlerinde
geçmeyip de müteahhir dönem kaynaklarında bulunan ithamları
tahrif ihtimali gerekçesiyle dikkate almadık. Bu çerçevede
konumuzla ilgili bilgilerin bolca bulunduğu ancak güçlü bir Şî‘a
etkisi görülen İbn Ebi’l-Hadîd (ö. 655/1257)1 ve Hâkim el-Cuşemî (ö.

Doç. Dr., İstanbulÜniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Meselâ İbn Ebi’l-Hadîd, Ebû Ca’fer el-İskâfî’den naklen Muaviye’nin Ebû
Hureyre, Amr b. As. ve Muğîre b. Şu’be gibi bazı sahâbileri, ücret karşılığında Hz. Ali’yi kötüleyen hadisler uydurması için görevlendirdiği iddiasında
bulunmaktadır. (Şerhu nehci’l-belağa, IV, 283). Ancakel-İskâfî’nin konuyla ilgi1
434
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
494/1101)gibi Şi‘î Mu’tezilî veya Zeydî Mu’tezilî yazarların eserlerine
-zorunlu olmadıkça- başvurmadık.
1. Mu’tezile’ye Göre Sahâbenin Tarifi ve Dindeki Yeri
Mu’tezile âlimleri sahâbeyi, Hz. Peygamber’le uzun süre beraber olmuş, onun sohbetinde bulunmuş ve ona ittiba etmiş kimse olarak tarif etmişlerdir.2 Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’ye (ö. 436/1044) göre bir
âlimin yanında uzun süre bulunmayan ya da bulunup da ondan ilim
almayan kimsenin onun ashâbından sayılmaması gibi, Hz. Peygamber’le uzun süre beraberliği olmayan ve bu beraberlik esnasında ondan istifade etmeyi amaçlamayan kimse de sahâbî sayılmaz. Hz. Peygamber’e gelen heyetler gibi.3
Sahâbenin fazileti bağlamında Ehl-i sünnet tarafından kullanılan deliller4 Mu’tezile âlimleri tarafından da kullanılmıştır. 5 Şî‘a’nın
sahâbeye yönelik irtidat, nifak gibi ithamlarının bu deliller karşısında
bir değerinin olmadığını ifade eden6 bu âlimlere göre, ilk dönemin
(sahâbe neslinin) en hayırlı nesil olduğu konusunda Müslümanlar ittifak halindedir. Sahâbeye rahmet dilemek, onları sevmenin Allah’a
li eserinde böyle bir iddiaya rastlamıyoruz. Bkz. Ebû Ca’fer Muhammed b.
Abdillah el-İskafî, el-Mi’yar ve’l-muvazene fi fedaili imâm emiru’l-mü’minin
Ali b. Muhammed Bakır el-Mahmudî, Müessesetu Mahmudî, Beyrut 1981.
Klasik dönem polemik kitaplarıyla el-İskâfî’nin biyografisinden bahseden rical kitaplarında da inceleyebildiğimiz kadarıyla böyle bir iddia bulunmamaktadır. İbn Ebi’l-Hadîd’in eserinde yer alan konumuzla ilgili diğer bilgileri
de benzer şüphelerden dolayı zorunlu olmadıkça kullanmamayı tercih ettik.
Kur’ân’dan 116 delille, ehl-i beytin faziletini açıklamaya çalışan Zeydî
Mu’tezilî müellif Hakim el-Cuşemî’nin, konumuzla ilgili Tenbîhu’l-Ğâfilîn an
Fedâilu’t-Talibiyyîn, (thk. Muhammed Rıza Ensârî Kummî, Vezâreti Ferhengi
İrşadi İslâmî, Tahran 1378) adlı eseri de bir öncekine benzer problemler taşıdığı için çalışmamızda dikkate alınmamıştır.
2 Ebu’l-Huseyin el-Basrî, el-Mu‘temed fî usûli’l-fıkh, nşr. Hâlil Meys, Dâru’lKutubi’l-İlmiyye, Beyrut 1983, II, 172; Irakî, Fethu’l-Muğis, 3/100.
3 Basrî, el-Mu‘temed, II, 172
4 “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz…” (Âl-i İmrân, 110); “Fetihten önce infakta bulunanlarla fetihten sonra infakta bulunanların dereceleri aynı değildir…” (Hadid, 10); “İnsanların en hayırlısı benim zamanımda yaşayanlardır …” (Buhârî, Şehadat, 9) gibi.
5 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, thk. Muhammed Hızır Nebha, Beyrut: Dâru ’lKutubi’l-ilmiyye 2012, XX/II-4
6 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, XX/II-4
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
435
yaklaşma vesilesi olduğuna inanmak konusunda Mu’tezile, Şî‘a dışındaki bütün mezheplerle aynı görüştedir.7
Mu’tezile’nin diğerlerinden ayrıldığı nokta, hangisinin daha
faziletli olduğu konusudur.8 Mu’tezile’yi Ehl-i sünnetten ayıran diğer
bir önemli fark da Muaviye ve Amr b. As’tan teberrî 9 etmesidir. Zira
Mu’tezile bunları ve taraftarlarını baği olarak kabul eder.10
Mu’tezile sahâbeyi, Nebi’si (s.a.v.) ile sohbet etmekle müşerref
kılınmış ve Kur’ân’da Allah’ın övgüsüne mahzar olmuş, bu dinin
asılları ve öncüleri olarak görür. Sahâbeden sonra gelenler ise fer’dir,
sahâbeye tâbidir. 11 Bu yüzden Mu’tezile tarihçileri mezhebin
kaynağını sahâbeye dayandırmakla iftihar ederler. Mu’tezilî
prensiplerin Vâsıl, Muhammed b. Alî b. Ebî Tâlib, Alî b. Ebî Tâlib
kanalıyla, Rasûlullah’tan alındığını iddia ederler.12 Mu’tezile tabakat
yazarlarından Kādî’ya göre, mezhebin esası özel olarak Hz. Ali’ye,
genel olarak da sahâbe ve tâbiîn görüşlerine dayanır. 13 Bir başka
Mu’tezile tabakat müellifi İbnu’l-Murtazâ, ilk dört halifeyi ve ileri
gelen sahâbîleri mezhebin birinci tabakasında saymıştır.14
el-Hayyât, Ebu’l-Huseyn Abdurrahîm b. Muhammed b. Osmân, Kitâbu’lintisâr ve’r-red ‘alâ ibni râvendî el-mulhid, nşr. H.S. Nyberg, Dâru’l-Kabs (ofset bs.)
Beyrut 1986, 139
8 el-Hayyât, el-İntisar, 139; Belhî, Ebu’l-Kāsım Abdullâh b. Ahmed b. Mahmûd
el-Kâ’bî, Kitâbu kabûli’l-ahbâr ve ma‘rifeti’r-ricâl, nşr. Ebû ‘Amr el-Huseynî b.
Ömer b. Abdirrahîm, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2000, I. 126.
9 Teberrî: Siyasi hâkimiyet konusunda kendileri gibi düşünmeyen kişi ve
zümrelerle ilişkisini kesmek; tevelli ise bu hususta kendileri gibi düşünenlerle dost olmak anlamına gelir. Bu iki kelimenin Farsça’daki ‘teberra ve tevella’
şeklindeki kullanımıda yaygındır.
10 el-Hayyât, el-İntisar, 139; İbnu’l-Murtazâ Ahmed b. Yahyâ, el-Munye ve’lemel fî şerhi’l-milel ve’n-nihal, nşr. M.Cevâd Meşkûr, Dâru’n-Nedâ, 2.bs. Beyrut
1990, s. 133
11 el-Câhız, Ebû Osmân ‘Amr b. Bahr, Hucecu’n-nubuvve (er-Resâ’ilu’l-kelâmiyye
içinde), nşr. Alî Ebû Mulhim, Dâru’l-Hilâl, Beyrut 1987, s. 130.
12 Bkz. Belhî, Zikrul-mu‘tezile (müellifin Kitâbu’l-makâlât isimli eserinin, Fu’âd
Seyyid tarafından Faslu’l-i‘tizâl ve tabakâtu’l-mu‘tezile içinde neşredilen
kısmıdır), s. 234; Kādî Abdulcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, s. 137; el-Himyerî,
Emîr Ebû Sa’îd Neşvân, el-Hûru’l-‘îyn, nşr. Kemâl Mustafâ, Mektebetu’l-Hancî,
Kahire 1948, s. 206.
13 Kādî Abdulcebbâr, Şerhu’l-usûli’l-hamse, 141.
14 İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. 133
7
436
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Mu’tezile yolunun Kur’ân, Sünnet ve sahâbe yolu15 olduğunu
savunan bu âlimlere göre Mu’tezile’nin sahâbe ve selef yolundan
ayrıldığı şeklindeki iddialar kabul edilemez.16
2. Mu’tezile’ye Göre Sahâbenin Adâleti
Mu’tezile’nin sahâbenin adâleti hakkındaki genel görüşü özetle
şöyledir: Fıskı zahir olanlar hariç sahâbenin tamamı adildir. Muaviye
ve taraftarları örneğinde olduğu gibi büyük günah işleyip de tövbe
etmeyen sahâbîler adâlet vasfını kaybetmişlerdir.
Ancak Mu’tezile’ye göre büyük günah işleyip fasık olsalar bile
bu durum onların rivâyetlerinin kabulune engel değildir. Çünkü kıble
ehli olmaktan çıkmadığı sürece itikādî görüşünden dolayı fasıklıkla
itham edilmiş olmak hatta tekfir edilmiş olmak, kişinin rivâyetini
etkilemez. Bir insanın rivâyetinin sıhhatini etkileyen fısk, fiillerdeki
fısktır. Zira bir insan yanlış ve günah olduğunu bildiği halde bir fiili
işleyebilir, ama yanlışlığını bile bile bir inancı benimsemez. Nitekim
sahâbîler, iç ihtilaflar sırasında, birbirlerini bağî olmakla itham
ettikleri hâlde, birbirlerinin rivâyetlerini ve şahitliklerini kabul etmeye
devam etmişlerdir. Sahâbe arasındakihâdiselerde adı sıkça geçen Hz.
Ali, Hz Âişe, Talha, Zubeyr, ve Abdullah b. Amr gibi sahâbîlerin
rivâyetlerinin sırf bu yüzden reddedildiğine dair bir bilgi
nakledilmemiştir. Ebû Hurayra’ya yönelik eleştiriler bile,
Mu’âviye’yle olan yakınlığından değil, rivâyetlerinde titiz
davranmamasından dolayı yapılmıştır. Tabiun da aynı şekilde hem
Hz. Ali taraftarlarının hem de Muaviye taraftarlarının rivâyetlerini
kabul etmiştir.17
en-Nazzâm ve Sahâbenin Adâleti
Sahâbe hakkındaki görüşleri diğer Mu’tezilîlerden büyük ölçüde farklılık arz ettiği için Mu’tezile’nin en önde gelen düşünürlerinden biri olan İbrâhîm b. Seyyâr en-Nazzâm’ı (ö. 221/836) ayrı bir
başlık altında ele almayı uygun bulduk. Kaynaklarda ona nispet edilen görüşler konusunda ciddi tereddütler bulunmaktadır. Mu’tezile
Kādî Abdulcebbâr, Fadlu’l-i‘tizâl ve tabakâtu’l-mu‘tezile, nşr. Fu’âd Seyyid,
Dâru’t-Tunusiye, Tunus 1986, s. 184, 186, 187.
16 Kādî Abdulcebbâr, Fadlu’l-i‘tizâl, s. 185.
17 Basrî, a.g.e., II. 135-6; İbnu’l-Murtazâ, Minhâcu’l-vusûl ilâ mi’yâri’l-‘ukûl fî
‘ilmi’l-usûl, Dâru’l-Hikmeti’l-Yemaniyye, San’a 1996, s. 503-504.
15
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
437
kaynakları onun sahâbe icmasına yönelik teorik eleştirilerine yer
vermekle yetinirken; Sünnî ve Şi‘î kaynaklarda Nazzâm’ın kıyas ve
icmaa yönelik teorik görüşlerinden çok başta Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer ve Hz. Ali olmak üzere pek çok ileri gelen sahâbeye yönelik yer
yer hakaret derecesine varan eleştirileri ön plana çıkarılmıştır.18 Günümüze ulaşmış herhangi bir eseri bulunmadığı için bu konudaki görüşlerinin Mu’tezile tarafından mı sansürlendiği yoksa muhalif kaynaklar tarafından mı tahrif edildiği konusunda tam bir sonuca varmak zor görünmektedir.
en-Nazzâm’dan bahseden kaynaklardaki bilgilere dayanarak
onun sahâbe konusundaki değerlendirmelerini üç noktada toplamak
mümkündür:
1. Sahâbe Arasındaki Siyasi İhtilaflar Hakkındaki Görüşleri:
Nazzâm, diğer Mu‘tezililerin hatta diğer mezheplerin aksine
sahâbenin siyasi tutumlarına dair doğrudan bir eleştiride bulunmaz.
Hatta bu tür eleştirilerde bulunanları kınadığını öğrencisi Câhız şöyle
anlatmaktadır:
“İbrâhîm (Nazzâm); Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde’ye
buğzettikleri için Râfızîleri; Ali, Osman, Talha, Zubeyr ve Âişe’ye
buğz ettikleri için Hâricîleri; bağî gruba karşıAli’nin yanında yer
almayan ve “Allah’ın kâtil kulu olacağına, maktul kulu ol” diyen
Sa’d b. Ebî Vakkâs, İbn Ömer, Muhammed b. Mesleme, Usâme b.
Zeyd, Zeyd b. Sâbit, Sa’îd b. Zeyd b. ‘Amr b. Nevfel ve bu görüşte
olan herkese buğz ettikleri için de Mu’tezile’yisert bir şekilde
eleştirmiştir”19
2. Sahâbenin Fetvâ Usûllerine Yönelik Eleştirileri:
en-Nazzâm, şer’i hükümlerde kesin delillere dayanılması gerektiğini belirterek bu delillerin de sadece akıl, Kur’ân’ın te’vile açık
olmayan hükümleri ve (naklî) icmâdan ibaret olduğunu savunmuş-
Örnekler için bkz. İbn Kuteybe Ebû Muhammed Abdullah b. Muslim,
Te’vîlu Muhtelifi’l-hadis, thk Muhammed Nafii el-Mustafa, Muessessetu’rRisale, Beyrut 2004, 129-142; Şeyh el-Mufid, el-Fusûlu’l-muhtâra, s. 162-192;
İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu nehci’l-belâğâ, VI. 262-266; Râzî Fahruddîn Muhammed
b. Ömer b. Huseyn, el-Mahsûl fî ‘ilmi usûli’l-fıkh, thk. Tâhâ Câbir Feyyad Ulvânî,
Risale Yayınevi, Beyrut 1992, IV. 308-336.
19 Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’l-muhtâra mine’l-uyuni ve’l-mehasin, Kum 1396,
s.188-189.
18
438
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tur.20 Ona göre bunun dışında kalan kıyas, ictihad ve reye dayanan
icma gibi deliller, zannî oldukları için dini hükümlere dayanak olamazlar. Çünkü ümmet kıyas ve istihrac yoluyla, hata ve dalâlet üzerinde birleşebilir.21
Nazzâm’a göre şer’i hükümlerde (ahkâm ve farzlar) kıyasa
başvurmanın caiz olmamasının nedeni, kıyasta metodunda birbirine
benzeyen şeyler hakkında aynı, benzemeyenler hakkında ise farklı
hükümler verilmesidir. Oysa şeriat’te bazen benzerler (mütemâsil)
hakkında farklı, muhtelif olanlar hakkında ise aynı hükümlerin verilebilir. Meselâ hür kadının saçına bakmak haram, şehvetle de olsa cariyenin saçına bakmak mubahtır. Hayızlı kadına orucun kazası farzdır ama hayızlı iken kılamadığı namazların kazası gerekli değildir.
Bu da, şer’î konularda kıyasın kullanılamayacağını göstermektedir.22
Haram kılınan bir şeyin illetinin bulunduğu diğer şeyler de haramdır. Ancak, haramlık illeti birden fazla ise, aynı illetlerin tamamı bulunmadan, benzer ikinci bir şey haram kılınamaz. Dolayısıyla Allah,
“bir şeyi şu illetten dolayı haram kıldım” demediği sürece, bazı yönlerden birbirine benzeseler de, buna dayanılarak, benzer ikinci bir şey
haram kılınamaz. Çünkü bazı yönlerden birbirine benzemeyen hiçbir
şey yoktur.23
Nazzâm’a göre, istihraca (yoruma) dayanan icma da, hata ihtimali bulunduğu için delil olamaz. Ona göre her ne kadar ümmet, hata
olduğu açıkça bilinen bir husus üzerinde icma etmezse de kıyas ve
istihrac yoluyla, [nassı yorumlamada] hata ve dalâlet üzerinde birleşebilir.24Bu yüzden kıyas, rey, ictihad ya da nassların yorumuna dayanan icmâ delil olamaz. İçki içene seksen celde vurulması gerektiğine
dair oluşan icmâ gibi.25
Belhî, Kitâbu’l-makâlât, elyazması, Dr. Racîh el-Kurdî özel kütüphanesi, Ürdün Üniversitesi Usûli’d-Dîn Fakültesi, vr. 115a, b; Himyerî, el-Hûru’l-‘îyn, s.
273; Bağdâdî, Abdulkâhir b. Tahîr b. Muhammed, el-Fark beyne’l-fırâk, Dâru’lKutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y., 93.
21 Belhî, makâlât, vr. 114b.
22Basrî, el-Mu‘temed, II. 230; Şerhu’l-‘umed, thk. Abdulhâmid b. Alî Ebû Zeyd,
Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem, Medine 1410, I. 282-283.
23 Belhî, el-Makâlât, vr.115b. Nazzâm’ın bu görüşlerinin eleştirisi için bkz.
Basrî, Şerhu’l-‘umed, I. 308-310.
24 Belhî, el-Makâlât, vr. 114b; Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’l-muhtâra, s. 191.
25 Belhî, el-Makâlât, vr. 115a, 118b; Basrî, Şerhu’l-‘umed, I. 233-234.
20
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
439
Nazzâm icmayı bir bütün olarak reddetmez. Ona göre nakli
icma kesinlik ifade eden delillerdendir. Nakli icmayı ise,
Rasûlullah’tan (s.a.v.) nakledilen ve râvîlerinin sayısı az da olsa bir
şeyi helal, haram veya mubah kılan, doğru haber (haber-i sâdık)
üzerinde oluşan icma olarak tarif eder.26
Nazzâm, ümmetin hatadan korunmuşluğunu ifade eden
nasların icmaya delaletlerinin sarih olmadığını ileri sürer. Ona göre bu
bağlamda ileri sürülen “ümmetim dalâlet üzerinde icmâ etmez,”
haberi, zorunlu bilgi ifade etmediği için sahih olamaz. 27‘Müminlerin
yolundan başka yol izleyenler…’ âyetinin de sarih olarak icmaa delalet
ettiği söylenemez. İlahî kitap olmak bakımından Kur’ân’ın diğer
münzel kitaplardan farkı bulunmadığı gibi, hata üzerinde birleşmek
açısından İslâm ümmetinin de diğer ümmetlerden farklı olmadığını ve
başta sahâbe olmak üzere hüküm çıkarmada bu delillere dayanan
herkesin hatalı davrandığını şöyle ifade eder:
“Kur’ân’ın yolu, Tevrat, İncil ve diğer peygamberlere nazil
olan kitapların yoluyla birdir. Bu ümmetin fetvâ usûlü ve hükümler
konusundaki yolu da, Musa, İsa ve diğer peygamberlerin ümmetlerinin yolu gibidir. Hz. Peygamber’in ashâbı da, karşılaştıkları problemleri, asıllara (Kur’ân ve sünnete) benzeterek (kıyasla) hüküm vermeye
çalışmışlardır. Ya bunun caiz olmadığını bilmeyecek kadar bilgisizlerdi veyahut da bilerek bu hatayı işlediler, böylece imâmlar, önderler ve selef olmak istediler.”28
Sonuç olarak ona göre şeri hükümlerde kıyas, ictihad ve rey gibi zanni delillere dayanarak hüküm verilemez. Ona göre, kendilerine
arz edilen bir mesele için, “Bu konuda reyimle hükmederim; hata,
edersem benden; isabet edersem Allah’tandır” demek, zanla hüküm
vermek ve şüpheyle hareket etmektir. Zanna göre şahitlik etmek haram olduğuna göre, zanla hüküm vermek, evleviyetle haram olur. 29
Allah, “…ancak bilerek hak ve gerçeğe şahitlik edenler…” (Zuhruf,
86) buyurarak kesin bilgi ve yakin ile hüküm vermeyi emretmişken
sahâbe de, zanna dayanarak hüküm vermiş ve hataya düşmüştür.
Belhî, el-Makâlât, vr. 115a.
Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’l-muhtâra, s.191
28 Belhî, el-Makâlât, vr. 115a.
29 İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi’l-hadis, s. 134; Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’lmuhtâra, s.161.
26
27
440
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Mu’tezile kaynaklarından anlaşıldığına göre kendi reyleriyle
fetvâ verdikleri için sahâbeyi hataya düşmekle ve yanlış fetvâlar
vermekle itham eden Nazzâm’ın30 amacı aslında genel olarak icmayı
özel olarak da sahâbe icmasının delil oluşunu çürütmektir.31 Öyle anlaşılıyor ki Nazzâm, sahâbe arasındaki siyasi ihtilafların sebebini onların bu dini anlayışlarına bağlamıştır. Bu yüzden doğrudan onların
siyasi tutumlarını eleştirmek yerine onları bu tutumları almaya
sevkeden dini anlayışlarını eleştirmiştir.
3- Sahâbenin hadis rivâyetinde titiz davranmamasıyla ilgili
eleştirileri: Tesbit edebildiğimiz kadarıyla Mu’tezile içerisinde fıskı
zahir olanların dışındaki sahâbenin hepsinin adil olduğuna itiraz eden
tek isim en-Nazzâm’dır. 32 Ona göre sahâbenin birbirini eleştirdiği
(kadh) ve tekzib ettiği sabittir. Buna göre eleştiren doğru söylüyorsa
eleştirilen kişi, yalan söylüyorsa eleştiren kişi mecruhtur’ 33 diyerek
sahâbenin, bazı rivâyetleri tashih etmelerine dair pek çok örneği bu
çerçevede değerlendirmiştir.34
Sahâbenin siyasi ihtilafları konusundaki olumlu bakışına
rağmen Nazzâm’ın, fetvâ ve rivâyetlerinden dolayı sahâbeye
yönelttiği ölçüsüz, incitici ve itham edici eleştirilerinin hiçbir
Müslüman tarafından tasvip edilmediği, öğrencisi Câhız tarafından
şöyle ifade edilmiştir:
İbrâhîm’in
bu
görüşlerini,
ümmetten
hiç
kimse
benimsememiştir. Bunları uzun uzun açıklamışsa da, çoğu itiraza
açık görüşlerdir.35
3. Mu’tezilenin Sahâbe Arasındaki İhtilaflar Hakkındaki
Görüşleri
a. İmâmet
Mu’tezile’ye göre insanların işlerini düzenleyen, onları bir araya toplayan, koruyan, hükümleri uygulayan, hadleri tatbik eden, savaş için ordu hazırlayan, zekâtlarını, ganimet ve feylerini taksim eden
bir imâm seçmek Allah tarafından Müslümanlara yüklenen bir
el-Hayyât, el-İntisar, s. 99; Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, XVII. 298.
İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu nehci’l-belâğâ, VI. 262.
32İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. s. 543
33 Râzî, el-Mahsûl, 308, 336
34 Bkz. Râzî, el-Mahsûl, IV. 308-336.
35 Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’l-muhtâra, s. 191.
30
31
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
441
fârizadır.36 Bu farziyetin kaynağının –farklı görüşler de olmakla birlikte- ictihad olduğu ileri sürülmüştür.37 Mu’tezile’nin çoğunluğuna
göre Allah ve Rasûlü (a.s) herhangi bir kimsenin zâtını ve ismini belirterek insanlara imâm olmasını nassla tayîn etmiş değillerdir; 38
imâmın nassla tayîn edildiği iddiası sonradan ortaya atılmıştır. 39
İmâm, ümmetin seçkinleri ve ileri gelenlerinden oluşan bir
şûrâ tarafından seçilir. Ümmet arasında meydana gelmesi muhtemel
bir bölünme korkusu gibi onu (hemen) tayin etmeyi gerekli kılan zorunlu bir sebep yoksa, ümmetin seçkinlerinden ve erdemlilerinden
oluşan bir grup veya adil ve şûrâ ehlinden iki kişi bu işe uygun olan
birini seçer. Bu şekilde seçilen kişinin imâmeti meşru olup ona itaat
etmek vaciptir. Diğer insanların da bu (şekildeki bir seçime) rıza göstermesi gerekir.40
İmâmet verasetle intikal etmez. İmâmet, ümmetin seçkinlerinin
istişaresi sonucunda seçilen veyahut da ümmetin maslahatını gerektiren acil bir duruma göre tercih edilen bu işe ehil herkesin hakkıdır. 41
Ehil olmak demek ümmetin en faziletlisi olmak demektir. En faziletli
olan kişi, çoğunluğun fikriyle tespit edilir. Ancak fazıl olan kişi ağır
hastalık, akıl sağlığının bozulması gibi görevini aksatacak bir duruma
maruz kalırsa imâmette öncelik hakkını kaybeder ve ona tevellî
olunmaz. Bu durumda imâmet hakkı ümmetin yararı, güvenliği ve
birliği dikkate alınarak mefdûle geçer. Ancak mefdûlun imâmetinin
caiz olması için ilim ve fazilet sahibi olması, fıkıh bilmesi ve ondan
daha hayırlıları bulunduğu için günahlarından tövbe etmesi gerekir.42
Mu’tezile’de genel kanaat böyle olmakla birlikte Câhız gibi bazı âlimler, ne olursa olsun imâmetin en faziletli kişinin hakkı olduğunu, böyle biri dururken mefdûlun imâmetinin caiz olmadığını ileri
sürmüşlerdir.43
Mu’tezile’de imâmetin Kureyş’ten olması gerektiği konusunda
bir görüş birliği yoktur. Çoğunluk imâmetin Kureyş’te olduğunu saBelhî, el-Makâlât, vr. 96b
Belhî, el-Makâlât, vr. 98b
38 Belhî, el-Makâlât, vr. 97a
39 Kādî Abdulcebbâr, Fadlu’l-i‘tizâl, s. 166.
40 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a; Himyerî, el-Hûru’l-‘îyn, s.151
41 Belhî, el-Makâlât, vr. 97b-98a
42 Belhî, el-Makâlât, vr. 96b
43 Belhî, el-Makâlât, vr. 96b
36
37
442
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
vunurken bazıları da bu görevin herhangi bir sınıf ya da millete tahsis edilmiş olmadığını, ehil olan herkesin hakkı olduğunu savunmuşlardır.
İmâmın Kureyşli olması gerektiğini savunanlar, “yönetimlerinde adil oldukları sürece imâmet Kureyş’te olur”hadisine dayanırlar. Kureyş içinde bu işe ehil biri olduğu müddetçe başka birinin seçilmesi caiz değildir.44 Kādî’ya göre böyle bir rivâyet bulunduğu için
de konu talile müsait değildir.45 Yani imâmetin niçin Kureyş’te olması
gerektiği mevcut rivâyetten dolayı aklen sorgulanamaz. 46 Nitekim
Hz. Ebû Bekir ‘İmâmlar Kureyş’ten olur’ deyince Ensâr imâmetten
sarf-ı nazar etti. O dönemde bu rivâyete itiraz edilmemiş olması,
onun sıhhatini daha da güçlendirmiştir. Dolayısıyla ona göre bu
rivâyet imâmetin tartışmasız Kureyş’te olduğunu gösterir.47
Mu’tezile imâmlarından Ebû Ali’ye göre ise imâmetin Kureyş’e
ait olması söz konusu rivâyete değil, icmaya dayanmaktadır.48
İmâmın Kurayşiliğini savunanlara göre diğer insanlar arasından da ehil biri seçilebilir, ancak bu, Kureyş arasında bu işe uygun
biri bulunmadığı takdirde caiz olur.49
Bazı Mu’tezilîlere göre ise imâmet herhangi bir kişiye tahsis
edilmiş değildir. Şûrâ ehli tarafından fazilet sahibi ve ehil olan herkes
imâm seçilebilir. Hâşimî, Kureyşî, A’râbî ve acemî arasında bir tercih
yapma durumu hasıl olursa Mu’tezile’nin çoğunluğuna göre, durum
sakin ise, taraflar eşit ve aynı fikre yaklaşmışlarsa ve birini öne çıkarmaya zorunlu kılan bir durum da yoksa nesep ve akrabalık bakımından Rasûlullah’a en yakın olanı tercih edilir. Çünkü o nübüvvetin
menbaıdır. Ümmeti, özellikle Arapları idare etmenin en uygun yolu
budur, bu yüzden böyle bir imâma itaat ve tazim gerekir.50
Belhî, el-Makâlât, vr. 97a. ‫اَلمامة في قريش ما حكموا فعدلوا‬
Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1-245
46 “İmamlar Kureyş’ten olur” rivâyetinin sıhhati üzerine yapılan bir inceleme
için bkz. M. Said Hatiboğlu, İmametin Kureyşiliği, 2. Bsk. Otto Yayınları, Ankara 2011.
47 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1-245
48 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1-247
49 Himyerî, el-Hûru’l-‘îyn, s. 153
50 Belhî, el-Makâlât, vr. 97a.
44
45
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
443
Dırâr b. Amr ise böyle bir durumda gerektiğinde azli daha kolay olur gerekçesiyle Arap olmayan kişinin tercih edilmesi gerektiğini
savunmuştur.51
Nazzâm”a göre imâmet Allah katında en hayırlı olan kimsenin
hakkıdır. Ona göre, “Allah katında en hayırlı olanınız en çok takva
sahibi olanınızdır,” (49. Hucurât, 13) âyeti gereğince siyah, beyaz,
Arap, acem olduğuna bakmaksızın, en çok takva sahibi olan, Allah
katında en değerli olan, Allah’ı en iyi bilen, ona en çok itaat eden
kimse, imâmete en layık olan da odur.52
Görüldüğü gibi Nazzâm hariç diğer Mu’tezilîlerin hilafet teorisi, aralarındaki farklılıklara rağmen, tamamen sahâbe uygulamasına
dayanmaktadır. Bu konudaki görüşleri bile tek başına onların
sahâbeye ve sahâbe uygulamasına verdikleri önemi göstermeye yeterlidir. Nazzâm’ın halifenin seçimi konusundaki teorisi ise doğrudan
Kur’ân’a dayanmaktadır.
b. İlk Dört Halife ve Fazilet Sıralaması
Gerek Bağdat, gerekse Basra kolu olsun Mu’tezile’nin tamamı,
ittifakla Hz. Ebû Bekir’e yapılan biatın sahih ve meşru olduğunu ve
daha sonra bu konu üzerinde icmâ oluştuğunu kabul etmişlerdir.
Ancak hangisinin üstün olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir.
Mu’tezile içerisinde ilk dört halife arasındaki fazilet sıralaması
istisnaları olmakla birlikte genellikle Ali Ebû Bekir, Ömer ve Osman
şeklindedir.
Mu’tezile’nin tamamına göre Ebû Bekir, dindeki fazilet ve takvasından dolayı ilk halife seçilmiştir ve onun halifeliği icma ile sabit
olmuştur.53 Ancak Hz. Ebû Bekir’in aynı zamanda Nebî (s.)’den sonra
ümmetin en faziletli kişisi olduğu konusunda Mu’tezile içerisinde bir
görüş birliği bulunmamaktadır. Nazzâm, Câhız ve onların mezheplerini benimseyenlere göre Hz. Ebû Bekir en faziletli kimsedir. Zira
Arapların en zengini, aşiret bakımından en güçlüsü, nesep bakımından en soylusu olmadığı halde ümmet onu öne çıkardı ve imâmlığına
razı oldu. Bu da onun dindeki fazileti ve Rasûlullah katındaki değe-
Belhî, el-Makâlât, vr. 97a.
Himyerî, el-Hûru’l-‘îyn, s. 152.
53 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1-147
51
52
444
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
rinden dolayı tercih edildiğini gösterir. Zaten imâmet de ancak bu
özelliklerle veya bunlardan birine sahip olmakla mümkün olur. 54
Mu’tezile’nin kurucusu Vâsıl b. Ata’nın da Ebû Bekir ve
Ömer’i Ali’ye takdim ettiği rivâyet edilir.55
Bazıları ise bu konuda tevakkuf etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir’i en
faziletli kabul eden Ebu’l-Huzeyl, Hz. Ali’yi Hz. Ömer’e takdim etme
eğiliminde olmuştur. 56 Ca’fer b. Harb ise Hz. Ali’yi Ebû Bekir ve
Ömer’e takdim etme konusunda tevakkuf etmiştir.
Şî‘a’ya yakın Mu’tezilîler ve bunların önderlerinden olan Ebû
Ca’fer el-İskâfî Hz. Ebû Bekir’i halife seçenler fazilet ve emanet sahibi
kişilerdi. Bazılarının iddia ettiği gibi Hz. Ali’ye olan gizli ya da açık
düşmanlıklarından değil, ümmetin ona meylini ve rızasını gördükleri
için Hz. Ebû Bekir’i seçtiler.57
Bişr b. el-Mu’temir’e, Bağdat Mu’tezilesi’nin tamamı ve Basra
Mu’tezile’sinin çoğunluğuna göre ise Hz. Peygamber’den sonra ümmetin en faziletlisi Emiru’l-mü’minin Ali b. Ebi Talib’dir. Onlara göre
her ne kadar (imâmet) için öne sürülmemiş ise de kişisel faziletleri
açısından daha üstün olduğu konusunda şüphe yoktur. 58
Ali b. Ebi Talib’in, hâdiselerden önce de sonrada Osman’dan
kesin olarak daha faziletli olduğu konusunda Mu’tezile içerisinde neredeyse ittifak vardır.59 Hatta Ali’yi Osman’a takdim ettiği için Vâsıl
b. Ata bu dönemde Şi‘î olmakla itham edilmiştir. Şi‘îlik bu dönemde,
Ali’yi Osman’a takdim etmek anlamında kullanılıyordu.60
Hz. Ali’yi Ebû Bekir ve Ömer’e takdim etme konusunda tevakkuf eden Ebu’l- Huzeyl’e göre onun Osman’a üstünlüğü kesindir.61
Belhî, el-Makâlât, vr. 98b.
Belhî, el-Makâlât, vr. 98b; Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-111.
56 Belhî, el-Makâlât, vr. 98b; Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-111.
57 el-Hayyât, el-İntisar, 139.
58 Belhî, el-Makâlât, vr. 98a.
59 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
60 Belhî, el-Makâlât, vr. 98b; Kādî Abdulcebbâr,el-Muğnî, 20/2-111; Fadlu’li‘tizâl, s. 166; Himyerî, el-Hûru’l-‘îyn, 180-181; İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. 89.
61 Belhî, el-Makâlât, vr. 98b; Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-111.
54
55
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
445
Ebû Bekir el-Asam ise, Hz. Ali’nin işlerini ayrı ayrı değerlendirmiş ve onun bazı uygulamalarının hatalı olduğunu ileri sürmüştür.62
Mu’tezile içerisinde Amr b. Ubeyd dışında63 Osman’ı Ali’den
daha faziletli gören kimsenin varlığını tespit edemedik. Ancak çok az
bir kısmı hariç Mu’tezile’nin çoğu onu hâdiselerden önceki hali (asl-ı
velâyet) üzere kabul eder. Ondan da, onu yalnız bırakanlardan da
teberrî etmezler, ancak kâtillerinden teberrî ederler.64
Mu’tezile âlimleri Hz. Osman’ın son dönemi hakkında ihtilaf
etmişlerdir. Mu’tezile’nin çoğunluğu ona tevellî edip yaptıklarını
te’vil etme yoluna giderken, bazıları da bu konuda tevakkuf etmişlerdir.65
Vâsıl b. Ata, Hz. Osman’ın son 6 senesi hakkında karar verememiş ve onun durumunu bilenine (Allah’a) havale etmiştir. 66 Onun
durumu hakkında tevakkuf edenlerden birisi de Ebu’l-Huzeyl’dir.67
Ebu’l-Huzeyl’in şöyle dediği rivâyet edilir: Hz. Osman’a (eski) hali
üzere tevellî ederim. Kâtillerine de önceki halleri üzere tevellî ederim.
Ancak ‘onun öldürülmeyi hak eden bir zâlim mi yoksa haksız yere
öldürülen bir mazlum mu olduğunu bilemem’ demiştir.68
Bazı Mu’tezilîler onun son hâdiselerinden sonraki durumu
hakkında tevakkuf ettiler. Kâtillerinden teberrî ettiler. Onu yalnız bırakanlardan teberrî etmediler. 69 Ca’fer b. Harb ve el-İskâfî ise ona
tevellî, onu yalnız bırakanlardan teberrî ettiler.70
Ebû Mûsâ ve Ca’fer b. Mubeşşir hem Hz. Osman hem de onu
yalnız bırakanlar konusunda tevakkuf ettiler, ancak onun
kâtillerinden teberrî ettileri ve onların cehenneme gideceklerine
şehadet ettiler.71
Belhî, el-Makâlât, vr. 99b.
Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
64 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
65 İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. 133.
66 el-Hayyât, el-İntisar, s. 99
67 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-57.
68 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
69 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
70 el-Hayyât, el-İntisar, s. 98.
71 el-Hayyât, el-İntisar, s. 98.
62
63
446
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bazı Mu’tezile âlimleri de Hz. Osman’ın muhasara edilmesini,
yalnız bırakılmasını sahâbeye yakıştıramamış olmalılar ki bunu inkâr
yoluna gittiler. Hişâm el-Fuvâtî, Kāsım ed-Dımeşkî ve Ebû Zufer’e
göre Hz. Osman bir an bile muhasara altına alınmamıştır. Onlar bu
görüşleriyle Bedir ashâbını bu işin içinde tutmak istemişlerdir. Onlara göre aslında Mısırlılar Hz. Osman’ın yanına yardım dilemek için
gelmişlerdi, fakat aralarından bir grup aniden ona saldırıp katletti.72
Mu’tezile’nin ilk dört halife hakkındaki bu görüşü İbn
Teymiyye tarafından da şu şekilde özetlenmiştir:
Mu’tezile içinde Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın hilafetinin meşruluğu konusunda ittifak vardır. Efdaliyet konusuna gelince İmamları ve cumhuru Ebû Bekir ve Ömer’i tafdîl ederler. Müteahhir âlimlerden bazıları efdâliyet konusunda tevakkuf etmişler, bazıları da Ali’yi
tafdîl ederek imâmet ve tafdîl konusunda Zeydîye’ye yaklaşmışlardır. Halbuki Vâsıl ve Amr gibi Mu’tezile öncüleri Ali’nin adâleti konusunda tefakkuf etmişlerdi…73
c. İç Savaşlar ve Bu Savaşlara Katılanların Durumu
Hz. Ali’nin, Talha, Zübeyr ve Hz. Âişe’yle Savaşı Hakkında
Mu’tezile’nin çoğuna göre Ali haklıydı, ona karşı savaşanlar
(Cemel ashâbı) büyük bir hata işlediler. Ancak hepsi bu hatalarından
tövbe ettiler. Tövbeleri sahih olmuştur. Dolayısıyla onlara tevellî etmek ve onlardan teberrî etmeyi terk etmek vaciptir. 74 Ca’fer b.
Mubeşşir, Ca’fer b. Harb ve İskâfî’nin Talha, Zubeyr ve Hz. Âişe’nin
tövbelerinin kabul olunduğunu, bu yüzden onlara tevellî etmek gerektiğini savundukları rivâyet edilmiştir. 75 Kādî’ya göre Talha ve
Zübeyr’in cennetle müjdelenmiş olması, onların tövbe ettiğini gösterir.76
el-Hayyât, el-İntisar, s. 169; Bağdâdî, el-Fark, 120.
İbn Teymiyye, Minhâcu’-Sunne, I, 44.
74 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a,b; Kādî Abdulcebbâr, Fadlu’l-i‘tizâl, s. 143. Burada
Ehl-i sünnetin de Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarında haklı olan tarafın
Hz. Ali olduğuna inandığını hatırlatmakta yarar vardır. Bkz. Bağdâdî, el-Fark,
s. 272.
75 el-Hayyât, el-İntisar, s. 98.
76 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-87.
72
73
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
447
Bazı Mu’tezilîler, Cemel ashâbının savaştan sonraki durumları
hakkında tevakkuf ettiler. el-Hayyât’ın naklettiğine göre bunlardan
Vâsıl b. Atâ’ ve ‘Amr b. Ubeyd şöyle demişlerdir:
‘Her iki taraf daiyilik ve takva sahibi mü’minlerdir.
Rasûlallah’la(s.a.v.) beraber cihat, hicret gibi pek çok güzel amelde
bulundular. Sonra aralarında ihtilafa düştüler ve birbirileriyle kılıçla
mücadele ettiler. Bu durumda onların hepsinin haklı olduğunu söyleyemeyiz. Taraflardan birinin haklı, diğerinin de haksız olması
mümkündür. Ancak biz hangisinin haklı, hangisinin haksız olduğunu bilmiyoruz. Onların durumunu, bilenine (Allah’a) havale ediyoruz. Biz onları, savaştan önceki durumları üzerine kabul ederiz. İki
grup bir araya geldiğinde şöyle deriz. Biriniz asidir ama bunun hanginiz olduğunu bilmiyoruz.’77
Vâsıl ve Amr’ın bu konudaki görüşü, diğer bir Mu’tezilî imâm
olan el-Belhî’nin eserinde ise şu şekilde geçmektedir:
“Onların hepsini savaştan önceki durumları (asl-ı velâyet) üzere
kabul ederiz ve hiçbirinden teberrî etmeyiz. Bize göre onlar, karşılıklı
lanetleşenler hükmündedirler. Bunlardan her birinin, âdil bir şahitle
beraber şahitlikleri geçerli olur. Ali ve Talha’nın, Ali ve Zubeyr’in,
Talha ve Zubeyr’in veya onlardan biri ile Hz. Âişe ve başka bir kadının
herhangi bir konudaki şahitlikleri tek başına kabul edilmez; çünkü bizzat kim olduğunu bilmesek bile içlerinde şahitliği kabul edilmeyecek
birinin bulunduğu kesindir.78 Amr b. Ubeyd’in “âdil bir şahitle beraber bile olsa Ali, Talha ve Zubeyr’in şahitlikleri kabul olunmaz” dediği de rivâyet edilmiş ancak Amr’ın taraftarları bu naklin doğru olmadığını ileri sürmüşlerdir.79
Ca’fer b. Harb ise Ali b. Ebi Talib’i bütün savaşlarında haklı
bulmuş; Talha, Zübeyr ve Âişe’ye tevellî edilmesi gerektiğini, onların
savaştan sonraki durumlarını ise karşılıklı lanetleşenler gibi değerlendirmiştir.80
el-Hayyât, el-İntisar, s. 97-8.
Belhî, el-Makâlât, vr. 99b.
79 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a,b. Bazı mezhepler tarihi kaynaklarında (meselâ
bkz. Bağdâdî, el-Fark beyne’l-Fırak, 83), Amr b. Ubeyd’in “onların bir tutam ot
üzerine olan şahitliklerini bile kabul etmem” şeklindeki ifade Mu’tezile
kaynaklarında geçmemektedir.
80 Belhî, el-Makâlât, vr. 99a.
77
78
448
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Hişâm el-Fuvâtî, ve Kāsım ed-Dımeşkî’ye göre ise Cemel savaşı, Ali ve Talha’nın isteği dışında olmuştur. Talha ve Zubeyr’in
Kufe’ye gidiş nedeni savaşmak değil, hilafet işini şûrâ ehline teslim
etmekti.81
Hz. Ali ve Muaviye Savaşı
Mu’tezile’ye göre Hz. Ali tarafında savaşmak dini bir gereklilik
idi. Muaviye tarafında savaşmak ise fitne ve fesattı. 82 Sadece ona karşı
çıkanlar değil, bu savaşta herhangi bir grubun yanında yer almayıp
tarafsız kalanlar bile meşru halife olan Hz. Ali’yi desteklemedikleri
için Mu’tezile tarafından eleştirilmiştir. Sa’d b. Mâlik –ki bu, Sa’d b.
Ebî Vakkâs’tır– (ö. 55/675), Abdullâh b. Ömer b. el-Hattâb (ö. 74/693),
Muhammed b. Mesleme el-Ensârî (ö. 46/666), Usâme b. Zeyd b.
Hârise el-Kelbî (ö. 54/674) gibi sahâbîler Hz. Ali’ye biat etmiş ancak,
onunla birlikte savaşmayı kabul etmedikleri için Mu’tezile tarafından
eleştirilmiştir.83
Ebu’l-Kāsım
el-Belhî,
‘Haşeviyye
dışındakimsenin
Muaviye’nin haklı olduğuna inandığını, onu fısktan uzak gördüğünü
bilmiyorum’ demiştir.84 Bu yüzden çok azı hariç Mu’tezile’nin tamamı Muaviye ve Amr’dan teberrî ederler. Onların şakî olduğunu ileri
sürerler. 85 el-Hayyât’a göre Muaviye ve Amr’dan teberrî etmek,
Mu’tezile’nin sahâbe konusunda Şî‘a hariç diğer mezheplerden ayıran en önemli farkıdır.86
Muaviye’yi tekfir konusunda tereddüt edilmişse de fasık olduğu, imâmetinin gayr-i meşru olduğunun kesin olduğu ileri sürülmüştür.88 Ebû Ali’ye göre ona yapılan biat baskı ve zorbalık sonucu
olduğu için yok hükmündedir.89
87
Diğer Mu’tezilîlere göre daha ihtiyatlı davranan Câhız ise,
Muaviye’nin akıllı ve dahi bir insan olduğunu; vahiy katipliği yaptığını, salih biri olduğunu, önceki halifeler döneminde önemli görevleel-Hayyât, el-İntisar, s. 169.
Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-95.
83el-Hayyat, el-İntisar, s. 99.
84 Belhî, el-Makâlât, vr. 99b.
85 el-Hayyât, el-İntisar, s. 99; İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. 133.
86 el-Hayyât, el-İntisar, 139.
87 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-91.
88Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1, 298; 20/2, 70-71.
89 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/2-142.
81
82
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
449
re getirildiğini ancak bütün bunlara rağmen imâmeti hak etmediğini
ifade etmiştir. Onu tekfir etmenin yanlış ve aşırılık olduğunu 90 belirten Câhız’a göre en kötü ihtimalle o, mü’min olup fasık değildi; veli
olup düşman değildi; adil olup yalancı değildi. Bununla birlikte
imâmet, fazilet ve hayırda bunlardan daha ileri bir derecede olmayı
gerektirir.91
Mu’tezile içerisinde Muaviye’ye bakış açısı nispeten olumlu
olan tek isim Ebû Bekr el-Asâm’dır (ö. 201/816). Muaviye’nin işlerini
birkaç kısma ayırarak değerlendiren el-Asâm, bunların çoğunda onu
haklı bulmuş, bazılarında olabileceklerin en iyisini seçtiğini, Hz. Ali
ile olan ilişkilerinde ise hataya düştüğünü ileri sürmüştür. 92
4. Mu’tezile’ye Göre Sahâbeyi Eleştirmenin Hükmü
İslâm’ın en hayırlı nesli olan sahâbeyi ümmet için hüccet 93 olarak gören Mu’tezile âlimleri sahâbeyi eleştirmeyi dini eleştirmek gibi
görmüşler ve ilk dönemlerden itibaren konuyla ilgili pek çok reddiye
yazmışlardır.Bu eleştirilere değinen Kādî Abdulcebbâr, kendi döneminde sahâbeyi eleştiren ve kötüleyenlerin esas amacının Kur’ân ve
sünneti eleştirmek olduğunu ancak bunu açıktan yapmaya cesaret
edemedikleri için çoğunlukla Şiilik ve Rafizilik perdesi altında dini
bize nakleden sahâbîleri itibardan düşürme yoluna gittiklerini belirtmiştir.94 İlk dönemlerde çeşitli bidat mezhepleri arasında sahâbe
eleştirilerinin artması üzerine Kādî Abdulcebbâr o dönemdeki İslâm
âlimlerinin şöyle dediğini ifade eder: “Hz Muhammed’in ashâbına
sövmeyiniz. Çünkü onlar Allah korkusundan dolayı Müslüman oldu-
Câhız, Risâle fi’l-Hakemeyn (er-Resâ’ilu’s-siyâsiyye içinde), s. 368.
Risâle fi’l-Hakemeyn), 344-345. Bu risalesinde Muaviye hakkında olumlu görüşlere sahip görünen Câhız’ın bir başka risalesinde Muaviye’nin hilafet iddiasını küfür olarak değerlendirdiği ve bunun ümmet arasında meydana gelen ilk küfür vakası olduğunu, hatta Muaviye’yi tekfir etmedikleri için o dönemde yaşayanların çoğunun da kafir olduğu şeklinde tam tersi bir görüş ileri sürdüğü görülür. Bkz. Câhız, Risâle fi’n-nâbite, (er-Resâ’ilu’l-kelâmiyye, nşr. Alî
Ebû Mulhim, Dâru’l-Hilâl, Beyrut 1987 içinde), s. 242. Muaviye’yi tekfir iddiası onun bilinen görüşlerine ters olduğu gibi muhalif kaynaklar dâhil başka
hiçbir yerde onun böyle bir görüşü savunduğuna dair bir bilgiye rastlamadık. Kanaatimizce bu iddia Câhız’ın eseri üzerinde yapılan açık bir tahriftir.
92Belhî, el-Makâlât, vr. 99b.
93 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, XX/II-4.
94 Kādî Abdulcebbâr, el-Muğnî, 20/1-63-64.
90
91
450
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lar. Diğer insanlar ise sahâbenin kılıcından korktuğu için Müslüman
oldular.”95
Sahâbe eleştirilerinin başlangıç tarihi İslâm’ın ilk dönemlerine
kadar uzanmakla birlikte 3. Asırdan itibaren yoğunlaştığı ve giderek
arttığı görülür. Nitekim nübüvvet ve sahâbe hakkında en ağır eleştirilerde bulunan Haddâd, Ebû Îsâ el-Verrâk, Hasrî, İbnu’r-Râvendî gibi
imâmiye bilginleri bu dönemde yaşamışlardır. Haddâd, el-Cârûf ve elErkân; Hasrî, Fî tesviyeti ashâbi’l-kelâm bi’l-‘avâm, Kitâbu’z-zumrûd,
Ğarîbu’l-maşrikî; Ebû Îsâ el-Verrâk ise el-Behâ’im ve et-Tâc; İbnu’rRâvendî, ez-Zumrûd, el-Ferîd, et-Tasaffuh, Na‘tu’l-hikme gibi kitapları
yazmışlardır. Bu kitaplarda peygamberler eleştirilmiş, Kureyş ve diğer Arapların cahil, aptal ve geri kalmış olduğu, Peygamber’in onları
büyüleyip aldattığı iddia edilmiştir. Bunları yazanlar Kādî’ya göre,
aslında Peygamber ve din konusunda şüphe uyandırmak isteyen, Şî‘a
ve İmamiye perdesine bürünmüş, birtakım zındık ve mülhidlerdir. 96
Mu’tezilî âlimler bu eserlere karşı birçok reddiye yazmışlardır.97Câhız’ın Fî nazmi’l-Kur’ân ve selâmetihi mine’z-ziyâde ve’n-nuksân
‘ı, Kitabu’l-Usmaniye’si olmak üzere pek çok risâlesi; Ebû Alî’nin
Nakdu’l-imâme’si Şî‘a’nın sahâbeye yönelik eleştirilerine cevap olarak
yazılan reddiyelerden bazılarıdır.
Mu’tezile âlimlerinin sadece Şî‘a ve batini gruplar tarafından
yapılan eleştirilere cevap vermekle yetinmekleri, diğer mezheplerden
hatta Nazzâm gibi kendi mezhepleri içerisinden yapılan eleştirilere
de cevap verdikleri görülür. Meselâ Câhız’ın Kitabu’l-futya’sını
Nazzâm’ın eleştirilerini cevaplamak için kaleme aldığı belirtilmiştir.98
Bir başka Mu‘tezilî âlim Ebu’l-Kāsım el-Belhî ise sahâbe ve tâbiîni
aleyhine yalan yanlış bilgiler ihtiva eden rivâyetler aktardığı gerekçesiyle hadisçileri eleştirmiştir. Kabulu’l-ahbar ve marifeti’r-rical isimli eserinde bu konuyla ilgili olarak şöyle bir başlık bulunmaktadır: “[Hadisçilerin] Sahâbe ve Tâbiînden Bazı Kimseleri Eleştirmeleri Hakkında.”99
Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, nşr. Dr. Abdulkerîm Osmân,
Dâru’l-Arabiyye, Beyrut 1966, I. 24, 231.
96 Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I. 51-52.
97 Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I. 63-64.
98 Şeyh el-Mufîd, el-Fusûlu’l-muhtâra, s. 191.
99 Belhî, Kabûlu’l-ahbâr, I. 18. Konuyla ilgili verdiği örnekler için bkz. age., I.
172-196. Belhî’nin, ‘biz bu eleştirilerin çoğuna katılmıyoruz ve sahâbeyi bu söylenenlerden tenzih ederiz’ (Belhî, a.g.e., I. 18) ifadesine rağmen, bazı araştırma95
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
451
Ancak Kādî Abdulcebbâr’ın Tesbitu Delaili’n-Nubuvve’si,
Mu’tezilenin bu mücadelesinin şaheseri niteliğindedir. Bu eserin
önemli bir bölümü sahâbeye yapılan eleştirileri reddetmeye ayrılmıştır. Sahâbeyi eleştiren ve yukarıda adları geçen kitapların Şî‘a tarafından sempatiyle karşılanmasının üzücü olduğunu belirten Kādî
Abdulcebbâr bunun sebebinin ise söz konusu eserlerde ensâr ve muhacirine tan edilmesi olduğunu belirtmiştir. Hâlbuki ensâr ve
muhacirûna ta’n eden, Rasûlullah’a da dil uzatmış demektir.100 Muhacir ve ensârı kötülemenin, farkında olmadan İslâm’dan çıkmaya kadar götürebileceğine işaret eden Kādî’ya göre101 bunların muhacir ve
ensâra dil uzatmanın esas nedenin ise Rasûlullah’a olan kinleridir.
Zira muhacir ve ensâr Rasûlullah’ın emirlerini titizlikle yerine getirip
ona yardım edenlerdir. Onun vefatından sonra da dini yaşamaya ve
yaşatmaya devam ettiler. İslâm’ı yeryüzünün doğusuna, batısına ve
her tarafına yaydılar. Rasûlullah’a düşman olan Arap, Fars, Rum,
Kıpti, Hint, Türk ve diğer müşrik milletlerin önderlerini öldürdüler.
Onların halkına İslâm’ı kabul ettirdiler. İşte rafizilerin sahâbeyi sevmemesinin gerçek nedeni budur.102
Kādî’ya göre Rasûlullah’a (s.a.v.) dil uzatmaya cesaret edemeyen İbnu’r-Râvendî ve benzerlerinin onun sahâbesini karaladıklarını,
Kur’ân’ın ve İslâm’ın değiştirildiğini, fakihlerin cahil olduğunu iddia
ettiklerine işaretle şöyle der:
... Ebû Bekir’e kin duymalarının nedeni, dinden dönenlere müsamaha etmemesi, Museyleme’yi öldürmesi, Tuleyha’yı esir etmesi,
İranlılar ve Bizanslılarla savaşması, Rasûlullah’ın düşmanlarını her
yerde zillete mahkûm etmesindendir. Ömer’e kin duymalarının nelarda bu eleştiriler Belhî tarafından yapılmış gibi sunulmuştur. Bkz. Muhammed Accac el-Hatib, es-Sunne kable’t-tedvin, s. 437, 446. Mu’tezile hakkındaki
yaygın olumsuz kanaatin etkisiyle diğer bir çok görüşünde yapıldığı gibi
sahâbe anlayışı hakkında da buna benzer gerçeği yansıtmayan yorum ve ithamlara sıkça rastlanır. Mu’tezile araştırmalarında dikkat edilmesi gereken
bu durumun çarpıcı örneklerinden birine de Zuhdi Carullah’ta rastlamaktayız. Ona göre Vâsıl b. Ata, Rasulluh’tan sonra Hz. Ali dâhil bütün ümmetin
küfre girdiğini iddia etmiştir. (bkz. el-Mu’tezile, s. 114). Oysa atıfta bulunulan
kaynağa bakıldığında Vâsıl’ın, iddia edilenin aksine böyle bir görüşü savunan kişiye karşı çıktığı görülür. (Bkz. Câhız, el-Beyan ve’t-tebyin, thk. İbrahim
Şemsuddin, Beyrut: Müessesetu’l-a’lemi 2033, I, 38-39).
100 Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I. 51-52.
101 Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I, 53.
102 Kādî Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I, 222-223.
452
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
deni ise, zamanının en güçlü hükümdarı olan İran krallığını yok etmesi ve ülkesini Müslümanlara mülk etmesi, Bizans krallarını Rum
dağlarına sürmesi; Şam, Mısır ve Cezayir’i onlardan alarak İslâm topraklarına katması, şirki yok etmesi, İslâm’ı her tarafa yayması ve onu
bütün dinlere ve müşrik milletlere üstün kılmasındandır.103
Sonuç
Sahâbenin İslâm’ın en hayırlı nesli olduğu; onları sevmenin,
onları rahmetle anmanın Allah’a yaklaşma vesilesi olduğu
Mu’tezile’nin üzerinde ittifak ettiği konulardandır. Sahâbeye verdiği
bu önemin bir sonucu olarak Mu’tezile imâmları, dini görüşlerini temellendirmede Kur’ân ve sünnetin yanı sıra sahâbe uygulamasına da
önemli bir yer verirler. Bunun en bâriz örneği sahâbe uygulamasına
dayalı olarak oluşturdukları imâmet teorisidir. Mu’tezile yolunun
esasında Kur’ân, Hz. Peygamber ve sahâbe yolu olduğunu savunan
bu âlimler, mezhebin kaynağını sahâbeye dayandırmakla iftihar etmişlerdir.
Sahâbe arasındaki siyasi ihtilaflar konusunda diğer mezheplerde olduğu gibi Mu’tezile’de de bir görüş birliğinden söz edilemez.
İstisnasız bütün Mu’tezile imâmları ilk dört halifenin seçiminin meşruluğu ve sahâbenin en hayırlı nesil olduğu konusunda Şî‘a ve
Hâricîler dışındaki Müslümanlarla ittifak halinde olmakla beraber
bunların fazilet sıralaması hakkında farklı görüşler savunmuşlardır.
Mu’tezile’nin sahâbe anlayışında görülen diğer bir fark da
sahâbenin adâleti meselesidir. Onlara göre sahâbe genel anlamda adil
olmakla beraber fasık olduğu aşikar olanlardan tövbe etmeyenler
adâlet vasfını kaybetmişlerdir. Adil olanlarına tevellî etmek yani onları sevmek; Muaviye b. Ebi Sufyan örneğinde olduğu gibi adâlet vasfını kaybedip de tövbe etmeyenlerden de teberrî etmek gerekir.
Mu’tezile’nin Muaviye’yi fasıklıkla itham etmesi, Ehl-i sünnetle aralarındaki en bariz farklardan biridir. Ancak sert eleştirilerine rağmen
Mu’tezile içerisinde Muaviye’yi tekfir eden yoktur. Aslında Şî‘a ve
Hâricîler gibi sahâbeyi tekfir eden veya irtidatla suçlayan herhangi
bir Mu’tezilî bilinmemektedir.
Mu’tezile içerisinde en-Nazzâm örneğinde olduğu gibi
sahâbenin adâleti konusunda farklı düşünenler de vardır. Dinî konularda reyle fetvâ verdiği için, sahâbeyi hata etmekle ve ihtilaflara se103
Kādî Abdulcebbâr, Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve, I. 63-64.
MU’TEZİLE’DE SAHÂBE ALGISI, H. HANSU
453
bep olmakla itham eden en-Nazzâm, rivâyetlerdeki çelişkiler üzerinden de pek çok sahâbîyi eleştirmiş ve yalancılıkla suçlamıştır. Ancak
eleştirilerindeki bütün kabalığına ve inciticiliğine rağmen enNazzâm, Hâricîler ve Şî‘a’nın yaptığı gibi herhangi bir sahâbîyi tekfir
etmemiştir.
Mu’tezile âlimleri sahâbeye yönelik eleştirileri, Kur’ân ve sünneti eleştirmekle bir tutmuş ve bu tür eleştirilerde bulunanlara yönelik pek çok reddiye yazmışlardır. Bunların en meşhuru Bâtınîler,
Râfızîler ve inkârcıların nübüvvete ve sahâbeye yönelik eleştirilerine
cevap vermek amacıyla yazılan Mu’tezile’nin önde gelen âlimlerinden Kādî Abdulabbâr’ın Tesbîtu delâ’ili’n-nubuvve adlı eseridir.
Bazı çağdaş araştırmalarda, Mu’tezile’yi sahâbe düşmanı gibi
gösteren, onların sahâbeyi adil kabul etmediğini ileri süren yorum ve
değerlendirmeler yapılmışsa da bunlara itibar etmemek gerekir. Zira
bu tür iddialar, genellikle polemik türü kitaplardaki bazı yalan yanlış
bilgilerin ya da Nazzâm’ın görüşlerinin genelleştirilmesinden ibarettir.
MÜZÂKERE
Nihat UZUN
Mu’tezile’nin Rasûlullâh’ın ashâbı hakkındaki düşünce ve görüşlerinin aktarıldığı bu tebliğ, mezhebin bizzat kendi kaynaklarından faydalanılarak hazırlanmış, ziyadesiyle istifade ettiğimiz bir tebliğdir. Bu sebeple tebliği hazırlayan Hocamıza teşekkür ediyorum.
Muhtemelen, ele alınan konunun dışına çıkılmak istenmediği
için tebliğde Mu’tezile mezhebinden genel anlamda neredeyse hiç
bahsedilmemektedir. Oysa –kanaatimce- sahâbe algısının anlatıldığı
bir mezhebin kendisini bir miktar tanıtmak, bu algının arka planına
vâkıf olmaya yardımcı olacaktır. Bu sebeple burada adı geçen mezhep/ekolden kısmen de olsa bahsetmek istiyorum.
Bilindiği gibi Mu’tezile, hicrî II. asrın ilk yarısında Basra’da ortaya çıkmış bir Kelâmî düşünce ekolüdür. Ortaya çıktığı zamanın
sosyo-politik durumu biliniyor olmakla birlikte, mezhep mensuplarının niçin bu isim ve/veya lakapla anıldıkları sorusuna dört başı mamur bir cevap bulmak oldukça zordur. Mu’tezile’nin ortaya çıkışına
zemin hazırlayan en temel faktör Emevi saltanatıdır. Meseleye bu tarihsel perspektiften bakıldığında, Mu’tezile, cebr ideolojisini halka
empoze etmek suretiyle kendilerine ait tüm gayri meşru icraatları Allah’ın takdirine bağlamayı ilke edinen ve bu dolayımda insana ait
tüm fiillerin Allah’ın takdiriyle gerçekleştiğini, dolayısıyla ümeraya
ait her icraatın da aslında Allah’ın değişmez takdirinin bir tezahürü
olduğunu dikte eden Emevî sultanlarına karşı insanın özgürlüğünü
savunan onurlu bir siyasal muhalefet zemininde vücut bulmuştur.
Gayri meşruluğunu cebr doktriniyle örtmeye çalışan Emevî saltana
Yrd. Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir ABD
Öğretim Üyesi.
456
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tıyla işbirliğine yanaşmayan Mu’tezile, emr bi’l-ma’rûf ve nehy ‘ani’lmünker temel prensibine dayanan bu muhalefetini, temekkün şartının
tahakkuk ettiği zaman ve zeminlerde fiilen de izhar etmiştir.
Dinî metinleri anlama ve yorumlama faaliyetinde aklı nassa
hakem ve/veya mukaddem kılmakla temayüz eden Mu’tezile, genellikle zâhid, ilmî ve entelektüel açıdan son derece donanımlı, dil ve
edebiyat alanında yetkin, hitabet ve muhatabı ikna kabiliyeti oldukça
güçlü insanların öncülüğünde teşekkül etmiş bir Kelâmî düşünce
ekolüdür. Tarihsel verilerden anlaşıldığı kadarıyla daha ziyade kültürlü insanlar arasında yayılma imkânı bulan ve iki asır boyunca İslâm Kelâm’ı üzerinde çok derin bir etki alanı oluşturan Mu’tezile,
bilhassa dinin sıradan insanların ilgisini çekmeyen teorik ve teolojik
boyutuyla meşgul olması hasebiyle kendisini elitist bir çerçeveye
hapsetmiştir. Bu durum, mezhebin daha ziyade entelektüel çevreler
arasında yayılmasına, dolayısıyla sıradan insanların ilgi alanının dışında kalmasına yol açmıştır.
Mu’tezile’nin nassları ele alırken te’vilci bir yaklaşımı benimsediği bilinmektedir. Fakat bu yaklaşım, sanılanın aksine, naklin karşısına aklı alternatif olarak koyan bir yaklaşım değildir. Bu yaklaşımda da nakil merkezi bir konumdadır. Ancak, en geniş anlamda Ehl-i
Hadis tarafından benimsenmiş olan lafızcı yaklaşımdan farklı olarak,
bu yaklaşımı savunanlar akıl-nakil çatışmasında naklin akla uygun
bir yorumunu bulup ona göre hareket ederler; naklin açık bıraktığı
konularda ise kıyasa başvururlar. Bu çizgi fıkıh sahasında yaygın olarak rey ehli; akaid sahasında ise Mu’tezile tarafından temsil edilmiştir.
Mu’tezilî âlimler İslâmî ilimlere dair çok sayıda eser vermiş
ama bu eserlerden çok büyük bir kısmı günümüze kadar gelmemiştir. Bu sebeple onlara dair bilgiler uzun müddet neredeyse tamamen
muhalif fırkalara mensup müelliflerin eserlerindeki bilgilere dayandırılmıştır. Mu’tezilî âlimlerin eserlerinin büyük çoğunluğunun ortada olmamasının bazı sebepleri vardır. Bunlar arasında, Sünnî mezheplerin Mu’tezile’ye karşı geliştirdiği mezhep taassubu, Bağdat’ın
Moğollar tarafından işgali, savaşlar, yangınlar, doğal afetler,
Mu’tezile’nin, muhaliflerine yönelik dışlayıcı tavırları ve Kelâm ilminin zemmine tahsis edilmiş eserlerde bu ilim dalıyla ilgili kitapların
okunmasının haram oluşuna dair fetva verilmesini sayabiliriz. Özellikle “mihne” sürecinde, siyasi desteği arkasına alıp muhaliflerine
baskı yaparak, kendi görüşlerini onlara zorla kabul ettirmeye çalışan
MÜZAKERE, N. UZUN
457
Mu’tezile, daha sonra tersine dönen süreçte aynı muameleye maruz
kalmıştır. Bu dönemde aleyhlerinde hadis uydurulan, büyük bir nefret ve intikam duygusuyla düşünce önderleri hapsedilen, sürgüne
gönderilen, kitapları yakılan Mu’tezile, sırtına vurulan ehl-i bid’at
damgasıyla Sünnî dünyanın o dönemdeki merkezi olan Bağdat’tan
uzaklaştırılmış ve İslâm düşüncesinin modern Batı düşüncesiyle karşılaştığı XX. asrın başlarına kadar Sünnîler nazarında tarihin sayfalarına gömülmüş bir bid’at hareketi olarak anılmıştır.
Mu’tezile’nin böylece resmedilmesinde bazı Sünnî müelliflerin
rolü büyüktür. Bunlar arasında Ebû Mansûr Abdülkâhir el-Bağdâdî
(v. 429/1037), Ebu’l-Hüseyin el-Malatî (v. 377/987) ve Ebu’l-Muzaffer
el-İsferâyînî (v. 471/1078) sayılabilir. Bu müelliflerin ortak yönü
Mu’tezile’nin görüşlerini “sapıklık, saçmalık, rezillik” gibi tanımlamalarla tahkir ve tezyif etmeleridir.
Günümüz açısından meseleye bakıldığında, Mu’tezile dendiği
zaman Sünnî camiada yaşayan insanların aklına -çoğunlukla- sapkın
ve görüşlerine itimat edilmez bir mezhep gelmektedir. Bu güvenilmezliğinin yanında, hadis ve sünnet münkiri olarak da algılandığı
için, Mu’tezile’nin hadislerin bize aktarılmasında çok önemli bir role
sahip sahâbeyi Sünni ulema gibi ciddiye almadığı yahut onlar hakkında olumsuz fikirlere sahip olduğu düşünülmektedir. Ancak bu
türden düşünce ve algıları ilmî açıdan inceleyen müstakil araştırmalar yeterli değildir. Konuyu kısmen ele alan bazı çalışmalar ise yetersiz olduğu gibi tarafsız olmaktan da uzaktır. Böyle olduğu için de, yalan yanlış bir yığın temelsiz iddiayla, İslâm düşünce tarihinin bu
önemli ekolü, hâlâ zındık ve bidatçi diye mahkûm edilip karalanmaya devam etmektedir. Bu durum, sadece adı geçen mezhep mensupları ve onların düşünce ve sistemlerini benimseyen ilim adamları değil, gerçeği öğrenme hakkına sahip olan günümüz insanı açısından
da bir çeşit haksızlık anlamına gelmektedir. Böyle bir ekolün İslâm’a
yaptığı hizmetleri görmezlikten gelip, sığ bir mezhepçilik anlayışıyla,
onları bidat ve dalâlet mezhebi olarak karalamaktan vazgeçip, bu
gün İslâm düşüncesi alanında içinde bulunduğumuz fikri savrulmaların ve krizlerin aşılmasında bize ne gibi katkılar sağlayabileceğini
düşünmek çok daha makul bir tavır olacaktır.
Şurası muhakkak ki İslâm akaidini, çeşitli din ve kültürlerin
saldırısına karşı başarıyla savunmuş olan Mu’tezile, esasında pek çok
tarihi şahsiyetin oluşturduğu şerefli bir geçmişe sahiptir: Ehl-i Beyt
terbiyesiyle büyümüş, el-Hasen el-Basrî’nin rahle-i tedrisinden geç-
458
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
miş Vâsıl b. Atâ gibi bir İslâm davetçisi; İslâm tarihinin tartışılmaz
âlim ve zâhidlerinden ve en baskıcı dönemlerde bile zâlim yöneticileri eleştirmekten geri durmayan, öldüğünde dönemin halifesine, “artık dünyada kendisinden utanılacak kimse kalmadı” dedirtmiş olan,
el-Hasen el-Basrî’nin diğer bir seçkin öğrencisi Amr b. Ubeyd; dönemin halifesi tarafından Budistlerle tartışmak için Hindistan’a, Bizans
rahipleriyle tartışmak için İstanbul’a gönderilen filozof Mu’ammer b.
Abbâd; Ortadoğu’da İran ve Hint felsefesini çökerten Ebu’l-Hüzeyl
ve en-Nazzâm; Câhız gibi bir filozof ve edebiyatçı; zamanında yeryüzünün imamı olarak bilinen el-Belhî; Zemahşerî gibi bir müfessir, bu
düşünce ekolünden yetişen bazı örneklerdir.1
Bu tebliğ, -kanaatimce- her ne kadar özellikle bu hususu yeterli
derecede vurgulamamış olsa da, sunduğu veriler açısından,
Mu’tezile’nin sahâbe/sünnet/hadis tanımaz bir mezhep/akım olduğu
şeklindeki nispeten yerleşik iddiayı çürütecek niteliktedir. Dolayısıyla bir kez daha vurgulamak gerekir ki, mezhepleri ve akımları değerlendirirken mümkün olduğu kadar onların kendi eserlerine müracaat
etmek ve bilgilere ilk elden ulaşmaya gayret etmek gerekir.
Hakkâniyetin gereği budur.
Tebliğle İlgili Bazı Hususlar
a) Nazzâm hakkında ayrı bir başlık açıldığına göre metinde onu
genel hatlarıyla tanıtıcı mahiyette az da olsa bilgi verilmesinin yerinde
olacağı kanaatindeyim. Zira Ebû İshâk İbrâhîm b. Seyyâr en-Nazzâm
(v. 221/836) ismi, neredeyse İslâm düşüncesindeki bütün aykırı ve tuhaf görüşlerin kaynağı gibi gösterilmektedir. Bu anlayış sebebiyle her
zaman daha baştan mahkûm edilen bu âlimin hakkaniyetli bir şekilde
tanıtılmasında fayda vardır.2
b) “Mu’tezile içerisinde sahâbenin hepsinin adil olduğuna itiraz
eden tek isim Nazzamdır. [Kaynak: İbnu’l-Murtazâ, el-Munye, s. s.
543]” denmektedir. Fakat sonuç bölümünde, sahâbenin adaleti konusunda Mu’tezile’nin genel anlamda Ehl-i Sünnet’ten farklı düşündüğü
ve bütün sahâbeyi âdil kabul etmediği belirtilmektedir. Dolayısıyla
Mu’tezile hakkındaki bilgiler için şu eserlerden faydalanılmıştır: Öztürk,
Mustafa, Kur’ân’ın Mu’tezilî Yorumu, Ankara Okulu, Ankara, 2004, ss. 9-19;
Hansu, Hüseyin, Mu’tezile ve Hadis, Otto, Ankara, 2012, ss. 15-16.
2 Tebliğ sahibi bunu başka bir eserinde güzelce yapmıştır: Hansu, Mu’tezile ve
Hadis, ss. 69-71; 147-160.
1
MÜZAKERE, N. UZUN
459
Nazzâm’ın sahâbenin hepsinin âdil olduğuna itiraz eden tek Mu’tezilî
olduğu iddiası ile çelişir gibi görünmektedir. Bu ifade yerine
“Nazzâm’ın sahâbenin adaletini eleştirme şekli diğer Mu’tezililerden
farklıdır” dense kanaatimce daha yerinde olurdu.
c) Mu’tezilî Nazzâm’ın sahâbeye yönelttiği eleştirilerinin ölçüsüzlüğü ve Müslümanlar tarafından tasvip edilmediğine dair bilgiler
bir Şii olan Şeyh el-Müfîd’in (v. 413/1032) eserinden aktarılıyor.3 Şeyh
el-Müfîd, Mu’tezile’yle mücadele için eserler kaleme almış bir âlimdir.
Dolayısıyla Mu’tezile’nin eleştirilmesi konusunda tarafsız bir kaynak
olarak görülemez. Diğer yandan, Nazzâm’a yöneltilen benzer eleştiriler, tebliğ sahibinin Mu’tezile ve Hadis isimli eserinde yine Mu’tezilî
âlimlerin kaynaklarından verilmektedir4 –ki doğru olan da budur.
d) “Mu’tezilenin çoğunluğuna göre Allah ve Rasûlü (a.s) herhangi bir kimsenin zatını, ismini belirterek insanlara imam olmasını
nassla tayin etmemişlerdir [Kaynak: Belhî, el-Makâlât, vr. 97a]” denilmektedir. Mu’tezile’nin çoğunluğu imamet konusunda böyle düşünüyorsa, imametin nassla tayin yoluyla olduğunu düşünen
Mu’tezilîler de var demektir. Bu meseleye açıklık getirilse daha yerinde olur.
e) Belhî’nin eserinin yazma nüshasını kullanabilen müellifin,
İbn Kuteybe’nin Te’vîlu Muhtelifi’l-Hadîs’inin –sadece- tercümesine
(Hadis Müdafaası) müracaat etmiş olması ilginçtir.
f) “Bazı Mu’tezile âlimleri de Hz. Osman’ın muhasara edilmesini, yalnız bırakılmasını sahâbeye yakıştıramamış olmalılar ki bunu
inkâr yoluna gittiler. Hişam el-Fuvati, Kāsım ed-Dımeşki ve Ebû
Zufer’e göre Osman bir an bile muhasara altına alınmamıştır. Onlar
bu görüşleriyle Bedir ashâbını bu işin içinde tutmak istemişlerdir.”
Tebliğ metninde Şeyh el-Müfîd’in eserinin ismi el-Fusûlu’l-Muhtâra olarak
veriliyor. Aslında bu eser, Şeyh el-Müfîd’in el-‘Uyûn ve’l-Mehâsin isimli kitabından, onun talebesi eş-Şerîf el-Murtazâ’nın (v. 436/1044) hazırladığı bir
seçkidir. (Bkz. el-Fusûlu’l-Muhtâra, Dâru’l-Müfîd li’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr ve’tTevzî’, Beyrut, Lübnan, 1993, s. 16; Tahrânî, Aga Büzürg, ez-Zerî’a ilâ
Tesânîfi’ş-Şî’a, Dâru’l-Edvâ, Beyrut, tsz., XVI/244-245). Dolayısıyla kitap doğrudan el-Müfîd’e ait değildir. Diğer yandan bu eser Şî‘a’ya ait olmasına ve
baş taraftaki “kaynaklar” bölümünde tanıtılmamasına rağmen, nedense tebliğ sahibinin Mu’tezile ve Hadis isimli kitabının kaynakçasındaki “Mu’tezilî
Kaynaklar” bölümünde yer almaktadır (s. 329).
4 Bkz. Hansu, a.g.e., ss. 152-153.
3
460
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Bu son cümledeki “içinde” ifadesi zannediyorum “dışında” olmalıdır.
g) Metnin birçok yerinde geçen “teberrâ” ifadesi “teberrî”;
“tevellâ” ifadesi de “tevellî” olmalıdır.
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBE’YE DAİR İDDİALARININ
MODERN DÖNEM İSLÂM DÜNYASI’NDAKİ
SAHÂBE ALGISINA DÜŞÜNSEL-METODOLOJİK ETKİSİ
Özcan HIDIR
Giriş
İslâm toplumunun “kurucu nesli” olan sahâbe ile ilgili tartışmalar, tıpkı sahâbe algısında birbirinden temel çizgilerle ayrışan
mezheplerin şekillendiği İslâm’ın ilk dönemlerinde olduğu gibi, günümüzde de yeni jargon ve argümanlarla alabildiğine sürmekte ve
hemen bütün İslâmî disiplinlerdeki bakışı olumlu-olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Bu1 sebeple sahâbe, kitle iletişim araçları vasıtasıyla hararetli dinî/İslâmî tartışmaların yaşandığı günümüz Türkiye’sinde güncelliğinden hiç bir şey kaybetmediği gibi, çoğu zaman da
İslâm’a bakışın belirleyici parametresi olarak, güncel İslâmî tartışmaların odağında yer almaktadır. Bu tartışmalar esnasındaki birtakım
söylemlerden, günümüzdeki sahâbe algılamasının temel karakteristikleri ile, bu söylem ve algıda rol oynayan muhtemel oryantalistik
etkileri, düşünsel ve metodolojik düzeyde teşhis edebilmek mümkündür.
Bu tebliğde biz, profesyonel anlamda 17. Yüzyıl’dan başlayan
bir süreç içerisinde, İslâm ve temel İslâmî bilimlerin temel dinamikleri ve kaynakları konusunda önemli bir bilimsel birikim ve mesaiye
sahip olan ve beşerî-sosyal bilimler alanındaki batılı bilgi yöntemleri
kullanmak suretiyle İslâm hakkında “evrensel yeni batılı bilgileri”
oluşturan oryantalistlerin sahâbeye dair temel görüşlerini, meselenin
genel anlamda İslâm, Kur’ân, Hz. Peygamber ve Sünnet’e bakışla da

Doç. Dr., Rotterdam İlsâm Üniversitesi Öğretim Üyesi.
462
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
bağlantısını kurarak deşifre etmeye çalışacağız. Ardından da bu algının günümüzde İslâm dünyasında sahâbe ile alakalı temel imaj ve algılara etkisini, daha ziyade Türkiye’deki tartışmalar özelinde ortaya
koymaya çalışacağız. Bu yaparaken de oryantalistlerin sahâbeye bakışta alabildiğine öne çıkardıkları, bazı sahâbîlerin “etnik-sekter” kökeni ile “geçmiş din ve kültürlerle irtibatları”na dair temel iddiaları
ve buradan hareketle üretmeye çalıştıkları “sahâbe imajı”na da özel
olarak gündeme getireceğiz. Ayrıca oryantalistlerin sahâbeye yönelik
iddialarının arka planında yer aldığını düşündüğümüz bazı paralellikler ile yöntem ve metodolojilere de işaret edeceğiz.
A. Oryantalistlerin Sahâbe Anlayışı: Genel Bakış
Oryantalistlerin sahâbeye dair iddialarını değerlendirirken,
metodoloji, düşünme biçimi ve arka plana dair bazı tespitler yapmak
gerekliliktir. Bu öncüller ve tespitler yapılmaksızın, onların sahâbeye
yönelik görüş ve iddialarının metodolojik zeminini ve çıkış noktasını
tespit kolay olmayacaktır.
1. Oryantalistlerin Sahâbe Algısında Göz Önüne alınması
Gereken Bazı Parametre ve Öncüller
a. Oryantalistlerin çalışmalarını özellikle modernite, postmodernite, globalleşme, dinî-kültürel anlamda Doğu-Batı arasındaki
iç içe geçişlerin yaşandığı günümüz dünyasında oryantalistik çalışmaların tarihî seyrini, değişimini, kırılma noktalarını, Kur’ân ve Sünnet başta olmak üzere İslâmî metinleri okuma biçimini, söylem, yöntem ve kavramlarını, günümüzdeki bazı yönleriyle evrildiği “politik
ve neo-oryantalistik” varyantalarını fenomenolojik ve analitik tarzda
değerlendirmeye tabi tutmak gerekir. Spekülatif yönler barındıran bu
tasnîfe göre oryantalizmi “Haçlı Savaşları ile başlayıp 17. yüzyıl’a
kadar olan dönem”, “17. yüzyıl sonrası dönem (oryantalistik çalışmaların kurumsallaşması/klasik dönem)”, “1950 sonrası dönem” ve
“Günümüzün post-modern veya neo-oryantalizm dönemi” olmak
üzere dört ayrı tarihî merhale olarak ele almak mümkündür. Bu merhaleler, dikkatli bir okumaya tabi tutulduğunda gerek İslâm’a yönelik genel bakış gerekse temel dinî/islâmî metinlerin okunması ve takdim biçiminde dönemsel olarak fikir ve iddialar arasında, dil, üslûp
ve metot farkı olsa da, esas konularda ve okumada genelde “aşırı
skeptik-indirgemeci” temelli bir süreklilik söz konusudur. Ayrıca
“nesnellik (objektiflik)”, iddia edilse de, herhangi bir yorumda bilgi
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
463
analizinde genellemeler, subjektiviteler ve klişeler öne çıkar ve dolayısıyla temel telakki ve anlayışlarda değişiklik görülmez.
Meselâ “Haçlı Savaşları ile başlayıp 17. Yüzyıl’a kadar olan
dönem” diye kategorize ettiğimiz, aslında İslâm’ın zuhûru yıllarındaki bazı çalışmalara dek giden zaman dilimindekibakış, “17. yüzyıl
sonrası dönem (oryantalistik çalışmaların kurumsallaşması dönemi)”
olarak niteleyebileceğimiz ve oryantalizmin, islâmî metinleri ve nesilleri okumadaki somut metodolojileri ile “bir disiplin” olarak kurumsallaşması ve gelişmesi döneminden düşünsel ve metodolojik bazı
farklılıklar arzeder. Ancak benzeştiği noktalar da alabildiğine mevcuttur. Bu ilk dönemdeki algılama ve okuma biçimi, Islam and the
West adlı önemli eserin sahibi Norman Daniel’in ifadesiyledaha sonra
Batı’da “nesilden nesile aktarılmış ortak bir algılama” olup, daha ziyade İslâm’ın “hereteik/sapık-sapkın bir hareket” Kur’ân’ın bu
heretik hareketin kitabı, Hz. Peygamber’in bu hareketin lideri ve
sahâbenin de bu sapkın dinin kaynaklarının taşıyıcıları olduğu üzerine kurgulanmış oldukça polemik içeren bir algılama ve okuma biçimidir. Bunun ise İslâm kaynaklarına, Hz. Peygamber’e ve sahâbeye
yönelik keskin bir “indirgemeci” bakış ve okumaya denk düştüğü
izahtan varstedir.
Öte yandan klasik oryantalizmin ve özellikle de “hadis-sünnetsiret oryantalsitleri” diye nieteleyebileceğimiz oryantalistlerin ortaya
çıktığı yıllardan itibaren günümüze kadarki dönemde, farklı arka
plan ve saiklerle ortaya koydukları iddialar bakımından ayrıca,
“skeptikler/şüpheciler-indirgemeciler”, “radikal-revizyonistler” ve
bunlara oranla nispeten “orta yolu temsil edenler” olmak üzere üç
gruba ayırabileceğimiz gibi, “yahudi asıllı olanlar”, “Katolik ve Protestan asıllı olanlar” ve “hümanist-seküler olanlar” olmak üzere de
ayırabiliriz. Her bir kategoride yer alan oryantalistlerin Kur’ân ve
sünnet metinlerine bakışları doğrultusunda aşağıda ele alınacağı üzere sahâbeye bakışları da ortaya çıkar. Meselâ yahudi asıllı oryantalistler önde gelen bazı sahâbîleri yahudi kültürü irtibatlandırırken,
hıritiyan yazarlar ve “oryantalist-misyonerler” ise daha ziyade
hıristiyan kültürü ile irtibatlandırma ve hatta Hıritiyanlık’tan irtidat
etmişler olarak görme eğilimi taşırlar.1
Hoekman, Jacop, Zonen van Ismael, De Banier, 2012, s. 21-22. Ayrıca bu yöndeki görüş ve iddiaları biz, yayım aşamasında olan Batı’da Hz. Peygamber İmajı adlı eserimizde ayrıca ele almış bulunuyoruz.
1
464
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
b.Oryantalistlerin sahâbeye yönelik görüşleri aslında onların
Kur’ân, Hz. Peygamber ve hadislere yönelik görüşlerinden bağımsız
değildir. Bu itibarla onların Kur’ân, Hz. Peygamber ve hadislere yönelttikleri görüşler aslında doğrudan veya dolaylı olarak sahâbeye de
yöneltilmiş olmaktadır. Buna göre onların İslâm kaynaklarına yönelik
“rasyonel-skeptik” ve “indirgemec2 metodolojiler ile “fenomenolojik”
yöntemleri sahâbe algısıyla da doğrudan alakalıdır. Yine Kur’ân ve
sünnete dair geliştirilmiş olan tarihlendirme yöntemleri de sahâbe ile
birebir ilişkilidir.
Bu itibarla İslâm’da Kur’ân, Hz. Peygamber’in nübüvveti,
sahâbenin diğer nesillerden farklı olarak hadis rivâyetinde adâletli
sayılmalarına dair telakki, isnada ve ricâl literatürüne güvenme ve
özellikle ilk kaynaklar anlamında literatürle irtibatın keyfiyyeti ve varoluşsal oluşu gibi pek çok mesele ile yakından alakalıdır. Dolayısıyla
onların sahâbe ile alakalı görüşlerini doğrudan veya dolaylı olarak bu
konularla ilişkilendirerek okumak ve analiz etmek gerekir. Zira, Türkiye’de genel anlamda yapıldığı gibi, bunları göz önüne almaksızın
oryantalistlerin sahâbeye dair iddialarını tek tek dile getirmek, onların gaye ve parametrelerini tespit anlamında çok da etkili-faydalı bir
yöntem olmayacaktır.
c. Oryantalistlerin İslâm kaynaklarına ve dolayısıyla sahâbeye
yönelik metodoloji ve iddialarında öne çıkan bazı karaktersitik özellikler bulunmaktadır. Buna göre onlar, geliştirdikleri metotoların olabildiğince “objektiflik” sonuçlar ürettiğini, buna karşılık
müslümanların İslâm kaynakları ve sahâbeye dair kaynaklardaki görüşlerinin duygusallıkla malul “subjektiflik” içerdiğini öen sürerler.
Dolayısıyla da “mistik-romantik” vb. tabirlerle de nitelerler. Bu aslında Batı akademyasında adeta bir postüla haline gelmiş olan ve yer
yer de Türkiye’de –ilahiyat camiasında bile- modern dönemde gördüğümüz en önemli fenomenlerden biri olan “objektiflik” iddiasıyla
yakından alakalıdır. Bu iddia doğrudan doğruya aslında bilginin
kaynağı meselesi, ilk ve temel kaynak ve nesillerle kurulacak anlamayorum ilişkisi ile yakından ilgilidir.
Modern dünyada aşırı uzmanlaşmanın, ilmî parçalanmanın getirdiği epistemolojik illet sonucu çok karmaşık sosyal olguları tek-sebepli açıklama eğilimine “indirgemecilik” denir. Bu durum, “küllî-holistik” bakıştan ayrılan bir
bakıştır.
2
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
465
Bu konudaki bir diğer öne çıkan husus ise, oryantalistlerin İslâm kaynaklarına ve ilk kurucu nesilleri dinî-teolojik temelli olmaktan ziyade, genelde sosyolojik ve antropolojik yaklaşımla okumalarıdır. Son yıllarda bu durum, Batı’da yepyeni bir fenomendir ve teolojik temelli araştırmaların özellikle son yıllarda sosyoloji ve antropoloji
temeline kaydırılmasıdır. İslâm araştırmalarında bu durum çok daha
belirgindir. Bu durum, kavram ve bakış açılarındaki değişmeye paralel olarak, Kur’ân ve Sünnet’in ilk aktarıcıları olan sahâbenin vahye
şâhitlik etmiş olan öncü ve kurucu nesil olma fonksiyonlarının buharlaştırılması sonucunu doğuracak bir özellik arzeder.
d. Kur’ân, Hz. Peygamber, sünnet, sîret ve dolayısıyla
sahâbeye dair oryantalistik görüş ve yöntemlerdeki en temel noktalardan biri, Hz. Peygamber’in ve sahâbenin imajını ve rollerini objektif ve analitik olarak tespit ve değerlendirmeden ziyade, ilgili yazarın
şahsi ya da toplumunun fikrî-entellektüel kaygılarını içermesidir.
Böylece konular ve bilgiler, yeni bir hedefe doğru bambaşka bir karaktere bürünür. Çoğunlukla olumsuz ve öznel olan analizlerinde
nesnel ve olumlu gözükme çabaları da zaman zaman gözlemlenir. Bu
yönüyle de yüzyıllar içerisindeki değişimleri gözlemlemek mümkündür. Fikir ve iddialar arasında, dil, üslup ve metot farkı olsa da,
esas konularda genelde skeptik temelli bir süreklilik söz konusudur.
Ayrıca “nesnellik (objektiflik)” iddia edilse de, herhangi bir yorumda
bilgi analizinde genellemeler, subjektivitler ve klişeler öne çıkar. Bu
itibarla Batı’daki sîret literatürde ortaya çıkan Hz. Peygamber ve
sahâbe imajı, Hz. Muhammed Mustafa –sallallahu aleyhi ve sellem- ve
sahâbîleri değildir. O, oryantalistik çalışmaların ürettiği, metafiziğivahyi göz ardı eden aşırı rasyonel-skeptik yöntem neticesinde kurgulanmış/imajinatif peygamber ve sahâbe tasviridir. 3 Hatta Hz. Peygamber ve ilk kurucu nesil olan sahâbîleri bazı şarkiyatçıların gözünde imajinatif bile değil, tarihen ispatlanamaz “mitolojik” olarak nitelenebilmektedir.
Buna göre, İslâm’ın ilk dönemine ait sünnet-siret literatüründeki Hz. Peygamber ve sahâbeye dair bilgi ve belgelerin doğruluk ve
güvenilirliğinin test edilebilmesi için mutlaka o dönemin diğer kültürlerindeki benzer bilgi ve rivâyetlerle karşılaştırılması gerektiğine
dair iddialar bulunmaktadır. Bu iddianın sahipleri olarak, özellikle
Alman şarkiyatçı Christoph Luxenberg, Günter Lüling, İngiliz John
Bu yöndeki bazı görüş ve değerlendirmeler için bk. Muhammed el-Behiy,
İslâmî Düşüncede Oryantalist Etki, çev. İbrahim Sarmış, İstanbul 1996, s. 272-73.
3
466
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Edward Wansbrough, Hollandalı Hans Jansen ve Muhammed Sven
Kalisch gibi bazı şarkiyatçı ve araştırmacılar gösterilebilir.4 Buna göre
Hz. Peygamber ve ilk islâmî nesle (sahâbe) ait bilgiler, elde mevcut
dönemin diğer kültürlerindeki kayıtlarla uyumlu değildir.5 Buna karşılık meselâ Joseph van Ess, İslâm’ın ilk dönemiyle ilgili eserlerdeki
bilgilerin doğruluğunu dışarıdan test etmekten ziyade kendi içerisinde değerlendirmenin daha önemli ve tercih edilebilir olduğunu belirterek, bir anlamda ilk dönem bilgi ve rivâyetlerini güvenilir kabul
etmeyen şarkiyatçıların metotlarının doğru olmadığını ima etmiştir. 6
e. Klasik dönemden başlayarak günümüze kadark dönemde
tıpkı İslâm ve İslâm kaynaklarına dair olan üslûp ve bilgilerde belli
oranda iyileşme de söz konusudur. Siyasî bir ajanda sahibi, alabildiğine peşin hükümlü ve düşmanca tavır içinde yer alan günümüzdeki
birkısım oryantalistler7 hariç, nispeten analitik ve fenomenolojik, İslâm kaynaklarındaki bilgi ve rivâyetleri temel alan görüş ve değerlendirmeleri de özellikle son dönemlerdeki çalışmalarda görmekteyiz. Bu durumu aslında 1930’lu yıllarda başlayıp sürekli güncellenen
Leiden’de yayımlanmış olan Encyclopedia of Islam’da yer alan genel
olarak İslâm özelde de sahâbe ile alakalı maddeler üzerinden de görebilmek mümkündür. Bu maddelerden önemli bir kısmının –şu veya
Son olarak zikredilen Muhammed Sven Kalisch, Almanya’nın Münster
Üniversitesi’nde görev yapan “mühtedî bir müslüman” olarak bu görüşünü
dillendirmiştir. O bu iddiasını, ünlü Alman oryantalist C. Lüxenberg’ten
esinlenerek dillendirmiştir.
5 Bu yöndeki anlayış ve iddiaların Batı’daki en son örneklerinden biri, Hollanda’lı şarkiyatçı ve Arabist Hans Jansen’in Historische Mohammed: De
Mekkaanse Verhalen ve Historische Mohammed: De Medinanse Verhalen adlı iki
ciltlik eseridir. The Quest for the Historical Muhammad adlı Ibn Warraq tarafından yapılan edisyon da esasen bu amaca matuftur.
6 Hoyland, Robert G.,“The Earliest Christian Writings on Muhammad: An
Apraisal”, The Biography of Muhammad. The Issue of the Sources (ed. Harald
Motzki) içinde, Leiden 2000, s. 289.
7 Sözünü ettiğimiz ve 11 Eylül hadisesinden sonra özellikle Amerika’da öne
çıkan bu tür politik oryantalistlerin varlığı bir gerçktir. Bu oryantalistler, klasik oryantalizmin İslâm kaynakları, Hz. Peygamber ve sahâbe ile alakalı görüş ve iddialarının üzerine yeni söylem ve iddialarla, son yıllarda Batı’da İslâm ve Müslümanlara yönelik politikalarda bilhassa öne çıkarılmaktadır. Bu
anlamda onlar, bir anlamda “post-modern ve silahsız haçlı savaşı” yürütmektedir.
4
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
467
bu saikle8- nispeten insaflı bir oryantalist olarak görülebilecek olan
W.M. Watt tarafından kaleme alınmış olmasının önemli bir sebep olsa gerektir.
Bu yöntem ve parametreler göz önüne alınarak mesele genel
anlamda ele alındığında sahâbe ile alakalı görüş ve iddiaları olan oryantalistlerden en önemlisinin, hadis araştırmaları bakımından da
oryantalistler arasında merkezî-öncü bir role sahip olan Ignaz
Goldziher (ö. 1921) olduğunu söyleyebiliriz. Goldziher’in
Muhammedanische Studien/Muslim Studies’i ile başlayan ve Joseph
Schacht’ın Origins of Muhammadan Jurisprudence’si ile hız kazanan Batı’daki skeptik/şüpheci hadis çalışmalarından 9 önceki dönemlerde,
sünnet ve sahâbeye yönelik görüşleriyle “skeptik” okulun temsilcileri
olarak Reinhart Dozy, Aloys Sprenger, D.S.Margoliouth, Alfred von
Kremer, Sir William Muir gibi şarkiyatçılar sayabiliriz. Bu okulün
temsilcilerinin temel arayışı, aşırı şüpheciliği esas alan bakış ve yöntemle hadis –ve siret- literatürünün ne oranda ve ne kadar güvenilirotantik rivâyet ihtiva ettiğidir. Goldziher’den sonra ise bu skeptik
ekolün temsilcileri olarak “hadis ve sened oryantalistleri” olarak niteleyebileceğimiz ve “Weberyen” düşünme biçiminden alabildiğine etkilenmiş olan Joseph Schacht ile M.J. Kister, G.H.A. Juynboll zikredilebilir ki, genel anlamda bunların hadisleri hicrî ikinci yüzyıldan veya
ilk yüzyılın son çeyreğinden itibaren tarihlendirdikleri söylenebilir. 10
Bu tarihlendirme biçimi aynı zamanda, sahâbenin adalet ve güvenilirliğinin olmadığı yönünde çok temel bir iddia durumundadır.
Sözünü ettiğimiz bu sâiklerin en önemlilerinden biri, Watt’ın siyasî amaca
matuf olarak olarak ılımlı veya insaflı denebilecek bu tür görüşleri dillendirdiğidir.
9 Bu iki eserin Batı’daki skeptik/şüpheci hadis araştırmalarında dönüm noktalarını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Goldziher’den önce Gustav Weil, Aloys
Sprenger, R. Dozy ve W. Muir gibi bazı şarkiyatçılarca hadise dair bazı görüş
ve iddialar ileri sürülmekle birlikte, Batı’da sistematik hadis tedkikleri, daha
doğru ifadesiyle hadislerin mevsûkiyetini sorgulayan skeptik/şüpheci tartışmalar Goldziher ile başlamış ve J. Schacht ile hız kazanmıştır. Öte yandan
Goldziher’in çağdaşları olan D. S. Margoliouth, Henri Lammens ve Leone
Caetani gibi şarkiyatçıların da, hadislere yönelik şüpheci (skeptik) yaklaşımlar ortaya koymuş olduklarını da burada vurgulamak gerekir.
10 Şarkiyatçılarca kullanılan hadis tarihlendirme yöntemleri konusunda geniş
bilgi için bk. Hıdır, Özcan, “Şarkiyatçıların Hadisi Tarihlendirme Metotları”,
Hadis Tedkikleri Dergisi, 1/1 (2003), s. 97-115.
8
468
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
“Revizyonist oryantalistler” diye niteleyebileceğimiz Michael
Cook, Marston Speight, Stephan R. Shoemaker, Herbert Berg ise,
sahâbenin öncüsü olduğu hicrî birinci asrın, hakkında hiçbir şey söylenemeyecek olan bir dönem olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu ekolün,
nüanslarda birbirinden ayrılan diğer bazı temsilcileri olan Günter
Lülling, Chritopher Luxenberg ve Hans Jansen gibi oryantalistlerin
Hz. Peygamber’in tarihen ispatlanamaz mitolojik bir şahsiyet olduğuna dair, Batı akademyası ve medyasında günümüzde de alabildiğine dillendirilen -yukarıda zikri geçen- iddiaları göz önüne alındığında, onların sahâbenin de bu mitolojinin ilk kahramanları olduğunu düşündükleri kolayca anlaşılır. Bu gelenekte yer alan oryantalistler, İslâm âlimleri tarafından tasnif ve te’lif edilen hadis ve sîret literatürünü de genelde “mistk-romantik” olarak nitelemektedir.
Yukarıda da sözü edildiği üzere esasen oryantalistlerin bir bütün olarak Kur’ân, sünnet İslâm’ın temel kaynaklarının oluşum dönemine dair temel iddialarından bağımsız ele alınamayacak rasyonelskeptik temele dayanan bu iddiaların en önemli temsilcileri arasında,
Quranic Studies ve The Sectarian Milieu adlı iki önemli eseri ile tanınan
ve gerek yetiştirdiği talebeleri ile gerekse ortaya koyduğu teorilerle
bir ekol oluşturmuş oryantalistlerden olan İngiliz John Wansbrough
gelir. Bu yöntemler ışığında o, İbn İshâk’ın Sîre’si ile Vâkıdî’nin elMeğâzî’sini analiz etmiş ve neticede bu rivâyetlerin güvenilir olmaktan uzak olduğuna hükmetmiştir.Kur’ân’ın yazılı kitap haline gelmesinin ancak hicrî II. asırda olduğunu ileri sürenJohn Wansbrough’dan
esasen sünnet-sîret rivâyetleri konusunda bundan farklı bir görüş
beklemek de zordur. Wansbrough’un sîret kaynaklarına dair bu yöntem ve analizlerindeki en önemli takipçileri olarak İsrail’li oryantalist
Uri Rubin ve Wansbrough’dan önce Hz. Peygamber’in hayatına dair
önemli eseri bilinen D. S. Margoliouth’dur. Margoliouth’tan nakledilen şu söz, sözünü ettiğimiz skeptik bakışın tipik bir örneğidir:
“Ravîlerin (sahâbe-tabiîn-tebe-i tabiîn tabakaları) Muhammed’e atfettikleri söz ve bilgiler, genel olarak oldukça şüphelidir.”
Bu ekolün yöntemlerinin en temel noktalarından biri, onların,
sünnet-sîret ve sahâbeye dair bilgi ve rivâyetleri –objektiflik iddiasıyla- İslâm’ın ilk yıllarında yaşamış ve P. Crone’nin müslümanlara göre
“kâfir kaynaklar” olarak ifade ettiği,dönemin gayr-i müslimleri tarafından kaleme alınan risâle ve kroniklere ilaveten arkeolojik,
epikrafik ve nümuzmatik delillerden de yararlanma yoluna giderler.Hatta İslâm dışı kaynaklardaki bilgileri daha objektif ve güvenilir
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
469
kabul ederler. P. Crone’nin buna dair şu sözü burada kaydedilmelidir:
“Şüphe yok ki Muhammed mîladî 620 ve 630’lu yıllarda yaşamıştır. Çünkü bu yıllarda savaşlar yapmıştır. Yine Onun bazılarının
isimleri bize kadar ulaşan sahâbîleri vardır. Ancak yorumlarımızı dayandırabileceğimiz tam olarak ne zaman, ne ve kim sorularını sorup
yanıt alabileceğimiz bilgiler yoktur. Elde mevcut olanlar da Rabbinik
kaynaklardan alınarak yeni bir şekil verilmiş gibi durmaktadır.” 11
Oryantalistlerin Hz. Peygamber’in Kur’ân, sünnet-sîret ve dolayısıyla sahâbe ile alakalı bilgi ve rivâyetlere rasyonel-skeptik temelde bakışında öne çıkan bir diğer iddia da, bu tür bilgi rivâyet ve
literatürün aslında önceki peygamberler ve etrafındaki ilk kurucu nesillerle her konuda rekabet eden bir algı ve anlayış oluşturup böylece
sonraki müslümanlar için standart ve sürekli atıf yapılan bir algı ve
bu sayede İslâmî kimlik ortaya koymak olduğu yönündeki iddialarıdır.12 Bu iddianın gerisinde yatan ima, Hz. Peygamber ve ilk kurucu
nesil hakkında ilk dönem kaynaklarındaki bilgilerin azımsanamayacak bir kısmının sonradan oluşturulmuş, esasen uydurulmuşsubjektif-hayalî/imajinatif olduğudur ki, son dönemde bu indirgeme-
Ibn al-Rawandi, “Origins of Islam: A Critical Look at the Source”, The Quest
for the Historical Muhammad, ed. Ibn Warraq içinde, New York 2000, s. 96-97.
Öte yandan Bu söylediklerine misâl olarak Crone, Mekke’nin ticarî bir şehir
olduğu ve civar devletlerle sıkı bir karavan ticareti içinde olduğu ve Hz. Peygamber’in ve sahabilerinin de bu ticaretin içinde yer aldığı şeklinde sünnetsîret kaynaklarındaki bilgileri sorgular ve neticede bunun doğru olmadığına
karar verir. Zira ona göre bu karavan ticaretinin karşı tarafları olan milletlerin Yunanca, Latince, Süryanice, Aramice ve Kıptice olan ilgili kaynaklarında Mekke’nin ticarî merkez oluşundan asla söz edilmemektedir ki,
Crone’ye göre bu oldukça düşündürücü olup klasik sîret kaynaklarındaki
bilgilerin anlamsızlığına ve yanlışlığına delalet eder (bk. Crone, Patricia, Meccan Trade and the Rise of Islam, s. 134-137, 196).Ne var ki onun bu sîret literatürünün tarihî değeri ve özellikle de Mekke’nin gerçekte var olmayan
“imajinatif” bir yer oladuğuna dair iddiaları diğer pek çok şarkiyatçı tarafından kabul görmemiş ve reddedilmiştir (bk. Bullier, Camel and Wheel, s. 105).
12 Bu yöndeki bazı iddialar için bk. Wim Raven, “Sira”, Encyclopedia of Islam,
IX, s. 661-62. Ayrıca bk. Ibn Warraq, “Studies on Muhammad and the Rise of
Islam”, The Quest for the Historical Muhammad (ed. Ibn Warraq) içinde, s. 30,
31.
11
470
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ci anlayışın etkilerini Türkiye’deki sîrete dair son dönemdeki bazı
eserlerde de görüyoruz.13
Öte yandan sîret literatürüne yönelik olarak Batılı yazarların
bakışı genelde negatif ise de, onların bir kısmı da şu hususu vurgulamaktan geri durmazlar: Hz. Peygamber’in hayatının her evresinin
tarih içerisinde seyretmiş olup bunlara dair bilgi ve rivâyetler de
mevcuttur. Buna karşılık yine onlar, Hz. Îsâ’nın hayatına dair bilgi ve
rivâyetlerin son derece sınırlı olduğunu da ifade ederler. İslâm’a yönelik olduğu kadar Hıristiyanlık’a dair araştırmalarda oldukça liberal
görüşleri ile tanınan Ernest Renan’ın, Salman Rushdie’nin ağzından
nakledilen şu sözleri bu anlamda manidardır:
“Dikkat çekici bulduğum bir husus vardır ki, dünyanın büyük
dinleri arasında sadece İslâm tarihin içindedir. Aynı şeyi Hıristiyanlık için söyleyemezsiniz. Zira Hıristiyanlık konusundaki bizim kayıtlarımız, ortaya konmalarından yüz yıl sonrasında olmuştur ve bu
gerçekten uzun bir süredir. Bu anlamda Îsâ hakkında verilecek bilgiler oldukça azdır. Buna karşılık (Hz.) Muhammed’in -ve dolayısıyla
etrafındaki sahâbîlerin- hayatına dair neredeyse herşeyi biliyoruz.
Onun nerede yaşadığını, ekeonomik durumunun ne olduğunu ve
kime aşık olduğunu biliyoruz. Yine biz, Onun dönemindeki siyasî ve
ekonomik durumu da biliyoruz.”14
Harald Motzki, Gregor Schoeler, Andreas Görke, Fred M.
Donner gibi, aralarında nüanlsar olmakla beraber, genel anlamda son
Mehmet Azimli’ye ait Siyeri Farklı Okumak (I-II) adlı eser, bu alanda atılmış
cesaretli ve önemli bir adım olmasına ve sîret araştırmalarına “yeni ve farklı”
bir dil ve üslup getirmesine rağmen, bu söylediklerimizi yer yer doğrulayan
mahiyet arzeder. Buna göre sözü edilen eserde sîret rivâyetleri -özellikle de
nübüvvet öncesi rivâyetleri- “aşırı rasyonel-skeptik” bir okumaya tabi tutulmaktadır. Buna dair sözü edilen eserden başka örnekler verilebilirse de, Hz.
Peygamber’in “zina çocuğu” olabileceğine dair, -yazarın kastı bu olmasa ve
ihtimalli bir dille bile olsa- yapılan, “Değilse onun en asil soydan olup olmadığını ve hatta hiçbir suçu olmadığına inandığımız zina çocuğu olup olmadığını da çok önemsemiyoruz” şeklindeki îma/değerlendirme (bk. Siyeri
Farklı Okumak, I, Ankara 2009, s. 27), bu anlamda verilebilecek örneklerden
olsa gerektir.
14 Ibn Warraq, “Studies on Muhammad and the Rise of Islam”, The Quest for
the Historical Muhammad (ed. Ibn Warraq) içinde, s. 15-16. Bu sözleri söyleyen
Renan’ın The Life of Jesus adlı Hz. Îsâ’nın biyografisine dair eserinin olduğu
burada hatırlatılmalıdır.
13
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
471
dönem “Alman oryantalistik ekolü”nün ağırlıkta olduğu “orta yolu
temsil eden oryantalistler” ise, temel paradigmalarda öncekilerden
ayrı düşünmemekle birlikte, gerek revizyonistlere gerekse
skeptiklere, yöntemlerinin uygulanması ve ulaştıkları neticeler açısından önemli eleştiriler yöneltmeleriyle onlardan ayrılmışlardır. Dolayısıyla bu her üç grup oryantalistik ekolün sahâbeye yönelik görüşlerinde de temelde bir farklılık bulunmamaktadır. Oryantalistik çalışmalarda hadislere ve dolayısıyla sahâbenin hadislerin naklindeki
önemine yönelik en önemli içeriden eleştiri ve kırılma, İslâm’ın ilk
nesli olan sahâbeden itibaren devam edegelen hadislerin sözlü
rivâyeti ile birlikte yürümüş bir hadis yazımı olduğu görüşünü 15 savunan kadın şarkiyatçı Nabia Abbott’un, özellikle Studies in Arabic
Literary Papyri II: Qur’anic Commentary and Tradition adlı eseri olmuştur. 16 Abbott ile benzer kanaate sahip bir diğer şarkiyatçı ise, İbn
Abbâs’ın tefsir metodu üzerine araştırmaları bulunan J.
Goldfeld’dir.17 Bu durum, genel anlamda sahâbenin ilk kurucu kuşak
olarak hadislerin naklindeki öneminin ve otoritesinin kabulü anlamına gelmesi bakımından anlamlıdır.
Oryantalistlerin sahâbeye bakışının arka planını ve yaslandıkları “sosyo-kültürel gelenek”i18 kavramak bakımından gerekli olduSon asırlarda hadis tarihiyle ilgili önemli tartışma mevzulanırından biri
olan bu konuyla alakalı Nabia Abbott’un yukarıda zikri geçen görüşü, esasen
İslâm âlimlerinin konuyla ilgili görüşü ile büyük oranda paraleldir. Ne var ki
Aboott’un da zaman zaman Goldziher ve Schacht’ı destekler mahiyette görüşler beyan ettiği de belirtilmelidir. Konu esasen detaylara sahiptir ve ayrı
bir tetkik konusudur. İlgili tartışmalar için bk. Acâc el-Hatîb, es-Sünne kable’ttedvîn, Beyrut 1401/1981, s. 293-355; Itr, Menhecü’n-nakd fî ulûmi’l-hadîs,
Dımeşk 1401/1981, s. 39-50; Abdullah Aydınlı, “Hadis Rivâyetinde Yazının
Kullanımı ve Güvenilirliği”, Sünnetin Dindeki Yeri, İstanbul 1997, s. 307-317;
İsmail L. Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1989, s. 6-12.
16Bu yönüyle Abbott’u “oryantalist oksidentalist” olarak nitelemek ve onun
çalışmalarını da, Goldziher ve Schacht’ın hadise dair görüş ve iddialarına
“içeriden bir tenkit/tepki” olarak değerlendirmek mümkündür.
17 Goldfeld, “Tafsir of Abd Allah i. Abbas”, Der Islam, 58 (1981), s. 125-35.
18 Meselâ Bryn S. Turner’in de dile getirdiği üzere, oryantalizmin, Marxizm
gibi günümüzde hala etkisinden bir şey kaybetmemiş birtakım doktirinlerle
alakasını etüt eden çalışmalar ortaya konmalıdır. Meselâ yine I. Goldziher’in
“tarihi tenkit” metodolojisi üzerinde oldukça etkisi olduğunu düşündüğümüz Hegel’in, Asya’da çocukluğunu yaşayan ancak gerçek kemâline
Germenik kabilelerin ellerinde Avrupa’da ulaşan “lineer” tarih anlayışının
iyi tetkik edilmesi icap etmektedir (bu yöndeki bazı görüşler için bk. Ahmet
15
472
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
ğunu düşündüğümüz “oryantalistik ekoller” ve özelde de “hadissünnet şarkiyatçılığı”ndaki bu ekollleşmeye işaret ettikten sonra, spesifik anlamda onların sahâbeye dair iddialarını esas olarak iki kategoride ele almaya çalışacağız:
2. Oryantalistlerin sahâbenin geneline veya tek tek bazı
sahâbîlere yönelik görüşleri
Oryantalistlerin sahâbeye yönelik algılarında genel anlamda
onların özel karizmatik konumunu nasıl kazandıkları veya onlara
yönelik bu konumun nasıl ortaya çıktığı noktasına odaklanır ve bu
konumun, sahâbeye yönelik özel terim ve vurgularla daha sonra Ehli sünnet tarafından ortaya konduğu yönünde imalarda bulunulur.19
Ayrıca sahâbenin ilk dönem ilk dönem hadisçiliğin ve tarihçiliğinin
gelişimindeki katkı ve rolüne analitik anlamda İslâm kaynaklarında
yeterince vurgu yapılmadığını ifade ederler20 ki, esasen bu genel anlamda haklı da bir tenkittir. Söz konusu iddialar özellikle en çok hadis rivâyet eden sahâbîlere yönelmiştir. Bu anlamda da en önemli
tenkitler, sahâbe içerisinde hadis ilminin öncü şahsiyeti olan Ebû
Hüreyre ve tefsir ilminin öncüsü sayılan İbn Abbâs’a yönelmiştir.
Oryantalizmin, en çok hadis rivâyet edene Ebû Hüreyre hakkında
ürettiği mesnetsiz iddialarının temelinde onun şahsında bütün hadis
musannefâtını itham altında alma gibi bir amaç sezilir. Zira onun yalancılıkla ve hadis uydurmakla itham edilmesi, netice itibariyle çoğu
meselelerini hadisle temellendiren fıkıh ve kelâm gibi İslâmî disiplinleri de itham altına sokacaktır. Şî‘a’nın hadis konusundaki iddialarına
önemli cevaplar vermiş olan İmâm-ı Rabbânî’nin şu sözü dikkat çekici olsa gerektir:
“Ebû Hüreyre’yi karalamak şer’î hükümlerin yarısını da inkâr
etmek anlamına gelir. Çünkü şer’î hükümlerle alakalı üç bin hadis
vardır. Bunların bin beş yüzü Ebû Hüreyre’nin rivâyetine dayanır.”21
Hadis ve sünnete dair önemli teori ve iddiaların sahibi I.
Goldziher, Ebû Hüreyre ile alakalı iddialarda öncülüğe sahipse de,
Dâvûdoğlu, “Batı’daki İslâm Çalışmaları Üzerine”, s. 43). Aynı şekilde Joseph
Schacht’ın, belki de Max Weber ile olan yakınlığının sonucu olarak
“weberyen” düşünme biçimi ve yöntemleri İslâm kaynaklarına yönelik analizlerinde uygulamıştır.
19 Muranyi, Miclos, “Sahâba”, Encyclopedia of Islam -New Edition-, VIII, 828.
20 Muranyi, Miclos, “a.g.m.”, VIII, 829.
21 Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul, ty, II, 76.
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
473
ondan önce Aloys Sprenger’i (ö. 1893) anmak gerekir. Zira İngilizler
tarafından Hindistan’a gönderilen Sprenger, burada İbn Hacer’in elİsâbe adlı sahâbe biyografisini yayıma hazırlamıştır. Bu durum, onun
sahâbîlere olan ilgisinin bir göstergesidir. Daha sonra Sprenger, meşhur eseri Das Leben und die Lehre des Mohammed’i kaleme almış ve bu
eserinde Ebû Hüreyre, Hz. Âişe ve Abdullah b. Abbâs gibi
“müksirûn”dan olan sahâbîlere yönelik görüş ve iddialarda bulunmuş, özellikle Ebû Hüreyre’nin dine hizmet amacıyla hadis uydurduğunu,22 Hz. Âişe’nin rivâyet ettiği bazı hadislerin ona aidiyetinden
şüphe duyulması gerektiğini ileri sürmüştür. 23 Ebû Hüreyre’ye yönelik benzer bir iddiayı Sprenger’e atfen J. Robson da tekrarlamıştır.
Ona göre Ebû Hüreyre’ye nispet edilen rivâyetler, gerçek olmayan
hayalî pek çok rivâyet içerir.24
Özellikle hadis oryantalizminin piri sayılan Ignaz Goldziher,
gerek Muhammedanische Studien ve gerekse The Encyclopedia of Islam
için yazdığı “Ebû Hüreyre” maddesinde Sprenger’in iddialarını sürdürmüş ve Ebû Hüreyre’yi pek çok uydurma hadisin kendisine isnad
edildiği hadis uyduran kimliği meçhul biri olarak tanımlamıştır. 25 Yine Goldziher, Ebû Hüreyre’nin Emevîler’in çıkarları doğrultusunda
hadis uydurduğunu da iddia etmiştir.26 Ebû Hüreyre’nin insanların
en yalancısı olduğunu ileri süren27 Basra Mu’tezile ekolünün öncülerinden en-Nazzâm (ö. 231/845) ile bu görüş sahibi oryantalsitlerin paralelliği dikkat çekicidir. Zira Ebû Hüreyre’ye yönelik ithamlar, ilk
olarak Mu’tezile ve Şî‘a ile başlamış ve oryantalistler de bu iddiaları
yeni bir formda ve belli ilave iddialarla güncellemişlerdir. Leo
Caetani de Ebû Hüreyre’nin hayatı hakkında bilgi bulunmadığını, kelimenin tam anlamıyla hadis uyduran yalancı olduğunu,
rivâyetlerine tabiatüstü unsurlar ve hayali şeyler karıştırdığını, İncil’den aldığı sözleri Hz. Peygamber’e isnad ettiğini, kendisine nisbet
edilen hadisleri ya kendisinin ya da kendisinden sonra gelen talebelerinin uydurduğunu, Hz. Peygamber’in hayatına dair en küçük ayrınKandemir, Yaşar, “Ebû Hüreyre”, DİA, X, 165. Ebû Hüreyre’ye yönelik
benzer bir iddiayı Sprenger’e atfen J. Robson da tekrarlamıştır (bk. James
Robson, Encyclopedia of Islam –New Edition, I, 129).
23 Bu konuda bk. Efendioğlu, Mehmet, “Sahâbe”, DİA, XXXV, 497.
24 Robson, James, Encyclopedia of Islam –New Edition, I, 129.
25 Goldziher, İA, IV, 32.
26 Muhammed Accâc el-Hatîb, Ebû Hüreyre Râviyetu’l-İslâm, Kâhire, 1982, s.
159-160.
27 Abdulkâhir el-Bağdâdî, el-Fark beyne’l-firak, Beyrut, 1994, s. 140.
22
474
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
tıyı unutmamış göründüğü halde kendi adının bile bildirmediğini
öne sürer.28 Caetani Hz. Âişe’yi de makam ve iktidar düşkünü olmakla suçlamış; İbn Abbâs’ı ise gururlu, şöhrete ve paraya düşkün, keyfi
olarak hadis uyduran, Resûlüllah’a olan yakınlığını menfaate çevirmeye çalışan ve bildiklerinin çoğu yahudi haham ve ve hıristiyan rahipler olan biri olarak lanse eder. The Encyclopedia of Islam’ın M.
Selingsohn tarafından kaleme alınan “Âişe bint Eb Bekr” maddesi ile
F. Buhl’a ait olan “Abdullah b. Abbâs” maddelerinde de benzer iddialar dile getirilmiştir.
Sahâbeye dair en önemli iddialar öne süren oryantalistlerden
biri de, aynı zamanda bir protestan rahibi de olan Henri Lammens’tir.
Triumvirat, Abou Bakr, Omar, et Abou Obaide adlı eserinde Lammens,
eserin isminden de anlaşıldığı üzere, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz.
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’ın Hz. Peygamber daha hayatta iken vefatından sonra yönetimi ele geçirme planları yaptıklarını, Hz. Âişe’nin
de bu işte onlarla beraber hareket ettiğini ileri sürmüştür. 29 Öte yandan zikri geçen eserde Lammens’in Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile
evliliği sırasında O’nun siyasî kararlarında etkili olduğu yönündeki
iddiası, W. M. Watt tarafından eleştirilmiştir. Watt’a göre İslâm kaynaklarındaki bilgiler bunu doğrulamamaktadır.30
Burada şu bir hususu vurgulamak yerinde olacaktır ki, klasik
anlamda oryantalist kabul edilmemekle beraber İslâm, Hz. Peygamber ve sahâbîlere dair kitap, makale yazan ve iddia ortaya atan pek
çok Batılı yazar bulunmaktadır. Bunları da aslında siyasî ve postmodern oryantalizmin bir parçası olarak görebiliriz. Amerikalı yazar
Sherry Jones tarafından kaleme alınan The Jewel of Medina=Medine’nin
İncisi adlı tarih romanı ve etrafındaki tartışmaları bu meyanda örnek
olarak gösterebiliriz. Roman, Hz. Âişe’nin hayatını ve Hz. Peygamber
ile evliliğini bilim-kurgu tarzında konu edinmekte ve bu olayı Hz.
Peygamber’in “şehvetine düşkünlüğü” ve “çocuk istismarcısı/pedofil” olarak değerlendirmektedir. Esasen Hz. Âişe’nin Hz. Peygamber ile evliliği Batı’da özellikle son dönemlerde özellikle siyasîradikal oryantalistlerce alabildiğine İslâm’a ve İslâm’ın kadına bakışı
bağlamında negatif üslupla gündeme getirilen bir konudur. Bu anlamda Hz. Peygamber’in –haşa- “şehvet düşkünü bir pedofil” olduğu
Caetani bu ve benzeri iddiaları için bk. İslâm Tarihi, I, 120-134.
bk. Efendioğlu, a.g.m., DİA, XXXV, 497.
30 W.M.Watt, Encyclopedia of Islam –New Edition, I, 308.
28
29
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
475
ve Hz. Âişe ile çok küçük yaşta (!) olan evliliğinin de bunu gösterdiği,
bu bağlamda öne sürülen iddialardandır.31
3. Sahâbenin etnik-sekter kökenleri ve yahuidi-hıritiyan kültürü ile ilişkilerinden hareketle ortaya atılan iddialar
Oryantalistlerin sahâbeye yönelik iddialarında hiç şüphesiz en
temel ve önemli iddiaları, bazı öncü shâbîlerin “etnik-sekter” kökenlerine yönelik spekülasyonlar ile başta yahudi-hıristiyan kültürüne
yönelik ilgilerinden hareketle bu din ve kültürlere ait unsurları İslâm’a taşıdıklarına dair olanlarıdır.32 Genel anlamda bu kategori, aslında yukarıda zikri geçen görüş ve iddiaların bir uzantısı olmakla
beraber, ayrı ele alınmasında yarar gördüğümüz bir husustur.
Buna göre sahâbe oryantalistlerce etnik-sekter arka planlarına
göre özellikle incelenmiş ve buradan hareketle İslâm’ın kökeni ile
alakalı birtakım çıkarımlar ve sonuçlar üretilmiştir. Bu meyanda da
yahudi ve hıristiyanken müslüman olmuş veya “mevâlî”den olan ya
da geçmiş din ve kültürlerle şu veya bu şekilde irtibatı olan sahâbîler
özellikle mercek altına alınmıştır. Bunların önemli bir kısmının
Kur’ân’ın cem’i komisyonunda yer alması, hadis rivâyetinde öne çıkan sahâbîler olması ve dolayısıyla İslâm’ın “ilk kurucu nesli” içerisinde öncü rollere sahip olmaları dikkatle not edilmesi gereken bir
husustur. Zira bu sahâbîler konusunda meydana gelebilecek bir şüphe, doğrudan Hz. Peygamber ve dolayısıyla Kur’ân-Sünnet’e yönelecektir ki, bu anlamda çalışmalar ortaya koymuş oryantalistlerin de
esas amacı bu olsa gerektir. Zira sahâbe, aşağıda da ele alınacağı gibi,
Kur’ân ve hadisleri bizlere ulaştıran “ilk kurucu ve koruyucu nesil”dir. Kurucu nesilde meydana getirilecek şüpheler, doğrudan onlar
vasıtasıyla nakledilen kaynaklara (Kur’ân ve Sünnet) ve inşa ettikleri
medeniyetin otantikliğine yönelecektir. Bu meyanda şarkiyatçılar,
sahâbeden pek çoğunun yahudi-hıristiyan kültürünün birer gönüllü
arayıcısı olduğunu ileri sürerler. Onlara göre özellikle Abdullah b. SeHz. Peygamber’e ve Hz. Âişe’ye yönelik bu yöndeki bazı iddialar için bk.
Hıdır, Özcan, Batı’da Hz. Peygamber İmajı, -Yayım aşamasında- s. 210-214. Burada şunu belirtmek gerekir ki, bazı İslâm kaynaklarında bu konuya dair birtakım tahkike muhtaç bilgi ve rivâyetlerin de onlara bu yönde malzeme sunduğu söylenebilir.
32 Oryantalistlerin bu başlık altındaki iddialarının serdedilmesinde, genel anlamda Yahudi Kültürü ve Hadisler adıyla yayımlanan kitabımızdan azami istifade ettik (bk. s. 256-351).
31
476
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
lâm, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Amr b. Âs, Hz. Ali, Selmân el-Fârisî,
İbn Abbâs, Ebû Zer ve Zeyd b. Sâbit (r.anhüm) olmak azere pek çok
sahâbî, yahudi ve hıristiyan kültürüne ilgi duymuş ve bu kültürü
müslümanlarla tanıştırmak istemişlerdir.33
Oryantalistlerin sahâbe ve özellikle de hadis rivâyetinde öne
çıkan sahâbîlere yönelik iddialarında en dikkat çeken isim, hiç şüphesiz Ebû Hüreyre’dir. Buna göre onlar, tıpkı tefsirle ilgili isrâilî
rivâyetlerde İbn Abbâs’ın öne çıktığı gibi, yahudi kültürünü yansıtan
hadislerde de, Ebû Hüreyre isminin sivrildiğini ileri sürer.34 Onlara
göre Ebû Hüreyre, okuma-yazması olmayan câhil bir kimse olmasına
rağmen, Tevrat’a ait muazzam bilgilere sahiptir ve bu bilgileri o, şifahî olarak elde etmiştir.35 L. Caetani, hakkında fazla bilgi bulunmayan
mechûl bir şahsiyet olarak tanıttığı Ebû Hüreyre’nin, İncil’den alıntılar yaparak onları Resûlullah’a isnat ettiğini ileri sürerken 36 R.
Firestone, Ebû Hüreyre’nin İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’i okuma ve
yahudi-hıristiyan rivâyetlerine âşinalığından bahsederek, onun bu
tür rivâyetlerin gönüllü arayıcısı ve toplayıcısı olduğunu iddia etmiştir.37 G. H. A. Juynboll da, Ebû Hüreyre’nin yahudi kültürü ile irtibatı
konusundaki görüşlerini daha ziyade, Ebû Reyye’nin, isrâilî
rivâyetlerin çoğunu İslâm’a taşıyan kimsenin Ebû Hüreyre olduğu
yönündeki iddiaları bağlamında ele almıştır. 38 G. D. Newby ise, Ebû
Hüreyre’nin tıpkı Abdullah b. Amr b. Âs ve İbn Abbas gibi Ehl-i
Newby, The Making of the Last Prophet, Columbia 1989, s. 10; a. mlf., “The
Drowned Son: Midrash and Midrash making in the Qur’an and Tafsîr”, Studies in Islamic and Judaic Traditions, ed. William M. Brinner-Stephen D. Ricks,
Atlanta 1986, s. 20-21. Abdullah b. Selâm’ın dışında yukarıda ismi geçen sahâbîleri, yahudı kültürü ile irtibat açısından N. Abbott da zikredilmiştir (bk.
Studies in Arabic Literary Papyri, Chicago-London 1967, II, 8-9). Sahâbeye
yönelik bu tür iddialar ve değerlendirilmesi için ayrıca bk. Hıdır, Özcan, Yahudi Kültürü ve Hadisler, İstanbul 2010, s. 256-351.
34 Goeje, M.J., “Quotations from the Bible in the Qorân and the Tradition”, s.
185; Newby, G. D., “Tafsir Isra’iliyat”, JAAR. Thematic Issues, XLVII/4, 1980, s.
687.
35 Newby, “Tafsır Isra’ılıyat”, s. 687, 688; a. mlf., “The Drowned Son: Midrash
and Midrash Making in the Qur’an and Tafsir”, s. 20; Schwarzbaum, Haim,
Biblical and Extra- Biblical Legends in Islamic Folk-Literature, Walldorf-Hessen,
1982, s. 32.
36 Caetani, Leone, İslâm Tarihi, I, 120, 123.
37 Firestone, Reuven, Journeys in Holy Lands, New York, 1990, s. 9.
38 Juynboll, The Authenticity of the Tradition Literature. Discussions in Modern
Egypt, Leiden 1969, s. 89.
33
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
477
kitab’a ait kutsal metinlerin muhtevasına âşina olduğunu söyledikten
sonra, onun isminin daha sonraki nesiller tarafından, hadis kaynaklarına giren özellikle yahudi kültürüne ait bilgi ve rivâyetlerin nakli
için kullanıldığını iddia eder.39 Ayrıca H. Schwarzbaum, Ölüm meleği ile Hz. Mûsâ arasındaki hadisenin yer aldığı rivâyetin 40 yahudi
kaynaklı olduğundan bahsederken, bu rivâyetin pek çok tarîkinde
sahâbî râvi olarak Ebû Hüreyre’nin bulunduğunu -aslında hadis
sahâbeden yalnızca Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilmiştir- belirtmektedir. Ona göre Ebû Hüreyre Talmud ve Midraş kaynaklı
Kitâb-ı Mukaddes bilgi ve rivâyetlerine oldukça düşkündü ve hiç
şüphesiz, Ölüm meleği ile Hz. Mûsâ arasındaki olayla ilgili yahudi
kültürüne ait bu rivâyeti de o, hadis literatürüne dâhil etmiştir.41 Ayrıca nakledilen söze güvenilirlik kazandırmak için folklorik nitelikli
pek çok rivâyetin Ebû Hüreyre’ye ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e
izâfe edildiğini ileri süren42 de yine Schwarzbaum’dur.
Sahâbeye yönelik oryantalistik iddiaların en önemlilerinden bir
de, Abdullah b. Abbâs’a yönelik olanlardır. Ona yönelik iddiaların
asıl amacının, tefsir ilminde bir ekol olan İbn Abbâs mektebinin, aslında yahudi-hıristiyan bir öze dayandığı tezini isbata çalışmak olduğu söylenebilir. M. J. de Goeje, İbn Abbâs ekolünün geçmiş kültürlerden istifadeyle, hadis uydurma makinası gibi çalıştığını iddia ederken43 L. Caetani, İbn Abbâs’ın, asıl bilgisini İslâmî fetihler sonucu elde edilen bölgelerdeki yahudi ve hıristiyan kültürünü tanıyarak kazandığını, İslâm’da var olduğunu düşündüğü büyük bir boşluğu buralardan elde ettiği bilgilerle doldurmaya çalıştığını ve İbn Abbâs’ın
bu bilgileri daha sonra tefsir ve hadis olarak insanlara takdim ettiğini
öne sürer.44 Ne var ki İbn Abbâs’ın bu bilgileri kimlerden ve nasıl elde ettiği yani hangi rabbi ve rahiplerle görüştüğü konusunda o, hiçbir bilgi vermez. Caetani’nin bu iddiası, büyük bir iddiadır ve soyut
suçlamalarla değil, somut delillerle desteklenmesi gerekir. Halbuki
Newby, “The Drowned Son: Midrash and Midrash Making in the Qur’an
and Tafsir”, s. 21.
40 Buhârî, Cenâiz, 69; Enbiyâ, 31; Müslim, Fedâil, 157, 158; Nesâî, Cenâiz, 121;
Ahmed b. Hanbel, II, 269, 315, 351. Ayrıca bk. Hemmâm, Sahîfe, s. 105 (Hadis
no: 59).
41 Schwarzbaum, a.g.e., s. 32.
42 Schwarzbaum, a.g.e., s. 55.
43 Goeje, “Quotations from the Bible in the Qorân and the Tradition”, Semitic
Studies in Memory of Rev. Dr. Alexander Kohut, I-II, s. 185.
44 Caetani, a.g.e., I, 103, 112, 113.
39
478
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Caetani, bu konuda somut hiçbir delil getiremediği gibi, İbn Abbâs
adına daha sonraları birçok isrâilî rivâyetin uydurularak ona nisbet
edildiğini kabul etmektedir.45 G. D. Newby, İbn Abbâs’ın tefsirde tartışmasız otorite şahsiyet olduğunu itiraf etmekte; ancak tıpkı Ebû
Hüreyre isminin hadislerde kullanıldığını öne sürdüğü gibi, sonraki
asırlarda tefsirle ilgili isrâilî haberlerin meşruiyetini sağlamak için
bazı râvilerin onun ismini özellikle tercih ettiğini iddia eder. 46 Daha
çok tefsir alanındaki çalışmaları ile tanınan Kanada asıllı İngiliz şarkiyatçı A. Rippin de, Newby ile paralel bir iddiada bulunduktan sonra ayrıca, İbn Abbas’ın görüşlerinin mitolojik unsurlarla süslendiğini
öne sürmektedir.47
İbn Abbas’ın yahudi kültürü ile irtibatına dair önemli iddialardan biri, günlüğünde kendisini “samimi bir yahudi” olarak tanıtan 48
I. Goldziher (ö. 1921) tarafından ortaya atılmıştır. O, İbn Abbas’ın
geçmiş kültürlerle ve özellikle yahudi kültürüyle ilgisini gösteren bazı bilgiler bulunduğunu ve onun bu kültürlerle alakalı kimselerle istişarede bulunduğunu söyler.49 Tefsirlerinde İbn Abbas’ın, Tevrat nüshalarından birini kullanmış olabileceği 50 yönünde bir imada bulunan
Goldziher, onun, ayrıca birçok kaynağı arasında Kâ‘bu’l-Ahbâr ve
Abdullah b. Selâm’ın olduğunu ileri sürer. Abdullah ve Kâ‘b’ın
müslüman olmalarının, kendilerini yalan töhmetinden uzaklaştırdığını söyleyen Goldziher, İbn Abbas’a nisbet edilen rivâyetlerde kendilerinden rivâyette bulunulması yasaklanan Ehl-i kitap’tan bazı
kimselerin bulunduğunu iddia eder. 51 Goldziher’in “İbn Abbas’ın
birçok kaynağı” ifadesindeki kaynaklardan biri, Fransız şarkiyatçı A.
L. de Premare’nin “İbn Abbas’ın danışmanı” olarak gördüğü52 Vehb
Caetani, a.g.e., I, 117.
Newby, “Tafsır Isra’ılıyat”, s. 687-88; a. mlf., “The Drowned Son: Midrash
and Midrash Making in the Qur’an and Tafsîr”, s. 20.
47 Rippin, A., “Tafsîr Ibn Abbas and Criteria for Dating Early Tafsîr Texts”,
JSAI, XVIII, s. 73-74.
48 Görgün, Tahsin, “Goldziher, Ignaz”, DİA, XIV, 105 (Goldziher’in günlüğü
Tagebuch -s. 239, 307’ten- naklen).
49 Goldziher’in bu yöndeki görüşleri ve öne sürdüğü delilleri için bk.
Mezâhibü’t-tefsîri’l-İslâmî, Kahire 1955, s. 85-93.
50 Goldziher, a.g.e., s. 86.
51 Goldziher, a.g.e., s. 86-88. Goldziher ayrıca, mühtedi yahudilerin, kendileri
için bir çok sakıncaya ve üzerlerindeki psikolojik baskıya rağmen dinî meselelerde kaynaklarına başvurduklarını söyler (bk. a.g.e., s. 86-87).
52 Premare, A. Louis de, “Comme il Est Ecrit” L’Histoire d’un Texte, SI,
LXXX, 1989, s. 54. Ayrıca A. Jeffery de, İbn Abbas’ın geçmiş kültürlere ait pek
45
46
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
479
b. Münebbih olsa gerektir. İbn Abbas’ın, nakilde bulunduğu Ehl-i kitaba mensup mühtedilere, sadece “isrâiliyyât” ve geçmiş kutsal kitaplardaki haberler hususunda değil, içinden çıkamadığı müşkil konularda da danıştığını öne süren Goldziher, onun Kâ‘b’a danıştığı
hususlara örnek olarak “el-mercân” ve “ümmü’l-kitâb” gibi iki
Kur’ân terimini zikreder.53
Çağdaş şarkiyatçılardan R. Firestone da, İbn Abbas’ın İbrânîce
Kitâb-ı Mukaddes’i okuyup yahudi ve hıristiyanlara ait bilgi ve
rivâyetleri toplama konusunda çok istekli olduğunu ve bu kitapları
okuyabildiğini ileri sürer. 54 Ancak Firestone, sözünü ettiği Kitâb-ı
Mukaddes’i İbn Abbas’ın hangi dilde okuduğu ve eğer İbrânîce ise
onun İbrânîce bildiğini gösteren bir rivâyet olup olmadığına dair bilgi vermez. Ayrıca N. Abbott, tefsir ilminin üstadı İbn Abbas’ın,
yahudi-hıristiyan Araplar’dan nakledilen haberlerin gayretli bir toplayıcısı olduğunu öne sürerken55 H. Schwarzbaum, İbn Abbas’ın yahudi
kültürünü özümsediği görüşünü dillendirir.56
Sahâbîlerin etnik-sekter arka planlarından hareketle önemli
bazı sonuçlar üretme konusundaki oryantalistik iddiaların belki de
en dikkat çekici olanlarından biri, Zeyd b. Sâbit ile alakalıdır. Zeyd’in
yahudi dilini nasıl öğrendiği, bu dili öğrenirken kimlerden istifade ettiği konusu da, ayrıca incelemeyi gerektirir. İlk anda hatıra gelen,
Farsça, Rumca, Kıptîce ve Habeşçe gibi dilleri Medine’de bulunan bu
dilleri bilen kimselerden öğrendiği bilgisinden 57 hareketle daha önce
âşinalığının bulunduğu yahudi dilini de onun, Medine’deki
yahudilerden öğrendiğidir. G. Newby, Medine’de bulunan yahudi
mabedi Beytülmidrâs’a gitmesinden hareketle, Zeyd’in bu dili söz
konusu mabedde öğrenmiş olabileceği ihtimalini dile getirir. 58 Ayrıca
çok konuda Kâ‘bu’l-Ahbâr ile Vehb b. Münebbih’ten bilgi elde ettiğini
söylemiştir (bk. Foreign Vocabulary od the Qur ‘an, Baroda 1938, s. 4).
53 Goldziher, a.g.e., s. 87.
54 Firestone, a.g.e., s. 9.
55 Abbott, a.g.e., I, 47; II, 9.
56 Schwarzbaum, a.g.e., s. 57.
57 Mes‘ûdî, Ali b. Hüseyin, et-Tenbîh ve’l-işrâf, Beyrut 1981, s. 262.
58 Newby, A History of the Jews of Arabia, Columbia 1988, s. 66; a. mlf., “Tafsır
Isrâ’ılıyât”, s. 687; a. mlf., “The Drowned Son: Midrash and Midrash Making
in the Qur’an and Tafsîr”, s. 20. Öte yandan yine Newby, Zeyd’in yahudi
mabedi Beytülmidrâs’ta kutsal kitaplarını okumak suretiyle Yahudiliğin
öğretilerini bellediğini iddia eder (bk. “Observations about an Early JudeoArabic”, s. 220).
480
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
o, Zeyd’in İbrânîce’yi on yedi günde öğrenmesini de, Arapça ve
İbrânîce’nin “Semitik/Sâmî Dilleri” âilesine mensubiyetinden dolayı
birbirine benzer oluşu ve dolayısıyla onu öğrenmesinin zor olmayacağı şeklinde izah eder. Ona göre Arapça ve İbrânîce veya Süryânîce
arasındaki fark, sadece kelime ve yazı sitillerindeki farktır. 59 M.
Lecker, Zeyd’in küçük yaşlarda Arap yazısını öğrendiğini ve muhtemelen yine küçük yaşlarda Ârâmîce/Süryânîce’yi de Benî Mâsûkâ
kabilesi yahudilerinden öğrendiğini iddia eder. 60 Ayrıca Zeyd’in bu
dili çok kısa sürede öğrenmesini de o, onun altı yaş ile on bir yaş arasında, yani Zeyd’in babasının Buâs savaşında (hicrî 617) ölümüyle 61
hicrete kadar olan süre içerisinde, yahudiler tarafından eğitildiği ve
muhtemelen de bir yahudi olarak yetiştirildiği ile izah eder.62 Lecker,
dönemin yahudilerinin uzmanlık alanına giren hesap işlerinde
Zeyd’in temâyüz etmiş olmasını da, onun bu konuda yahudi bir hocasının olduğu şeklinde açıklar.63
Kaynaklarda geçmiş kültürlerle -özellikle de yahudi kültürüilgisi nakledilen sahâbîlerin en önemlilerinden biri, Abdullah b. Amr
b. Âs’tır. Onun gerek Süryânîce/Doğu Ârâmîcesi 64 gibi dillere
âşinalığı gerekse Ehl-i kitaba ait kutsal metinler hakkındaki bilgisine
dair kayıtlar bulunmaktadır. 65 Buradan hareketle bazı şarkiyatçılar,
onun, Süryânîce bildiğini, Kitâb-ı Mukaddes’i okumaya özel önem verdiğini, yahudi mühtedisi Kâ‘bu’l-Ahbâr ile teolojik ve mezhebî tartışmalara girdiğini ve yahudi kutsal kitabı Mişna hakkında da bilgiye
sahip olduğunu iddia ederler. Yine, Abdullah’ın Kitâb-ı Mukaddes’i
okuduğu ve dolayısıyla yahudi kültürüne vâkıf olduğu ve rivâyet ettiği hadislerde bu kültürün etkilerinin görüldüğü de şarkiyatçılarca
ileri sürülen iddialar arasındadır.66 Bu tür iddiaları gündeme getirirNewby, A History of the Jews of Arabia, s. 22.
Lecker, Michael, “Zayd B.Thabit”, Encyclopedia of Islam –New Edition, XI,
476.
61 Zehebî, Siyeru a‘lami’n-nübela, II, 427.
62 Lecker, “Zayd b. Thâbit, ‘A Jew With Two Sidelocks’: Judaism and Literacy
in Pre-Islamic Medina (Yathrib)”, JNES, LV/4, 1997, s. 259-60.
63 Lecker, “a.g.m.”, s. 263.
64 Süryânîce, Sâmî dilleri’nden Doğu Ârâmîcesi’nin en büyük koludur (bk.
Dinçol, “Ârâmîce”, DİA, III, 268.
65 İbn Sa‘d, Tabakāt, IV, 11; Hâkim, Müstedrek, III, 421; Azîmâbâdî, Avnü’lma‘bûd, XI, 286.
66 Abbott, a.g.e., I, 49; II, 9; Newby, “Tafsır Isra’ılıyyat”, s. 687; a.mlf., “The
Drowned Son: Midrash and Midrash Making in the Qur’an and Tafsîr”, s. 21.
59
60
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
481
ken şarkiyatçıların, İslâm kaynaklarında Abdullah’ın söz konusu kültürle irtibatına delâlet eden rivâyetleri esas alıp onları çoğu kere keyfî
ve indî yorumlamalara tabi tuttukları görülür. Zira kaynaklarda her
ne kadar Abdullah b. Amr’ın Süryânîce bildiği, Tevrat’ı okuduğu pek
çok rivâyette zikredilir. Bu tür rivâyetlerden hareketle yine Amerikalı
şarkiyatçı G. D. Newby ve Ebû Reyye, Abdullah’ın, isrâilî rivâyetleri
nakletmekle marûf Kâ‘bu’l-Ahbâr’ın öğrencisi olduğunu öne sürmüşlerdir.67
Hz. Ömer’in yahudi kültürü ile irtibatı, bazı hadis kaynaklarında nakledilen, onun yahudi kutsal kitabının bazı kısımlarının yazılı olduğu bir nüshayla, bazılarında ise kendisine yahudilerden ulaşan
bir sahîfe ile geldiğinin nakledildiği rivâyetler etrafında yoğunlaşır.
Onun yahudi kültürü ile irtibatının kurulduğu bir diğer rivâyet ise,
Medine’de bulunan yahudi mabedi Beytülmidrâs’ı ziyaretine dair
bilgilerden hareketle N. Abbott’un iddialarıyla ilgilidir. 68 Zira Abbott,
Hz. Ömer’in, Medine’deki yahudi ritüellerine âşina olup yahudi kutsal kitaplarının nüshalarına sahip bulunduğunu iddia eder. O bu iddiasına delil olarak, Hz. Ömer’in Beytülmidrâs’ı ziyaretini gösterir.
Hatta ona göre Hz. Ömer, Medine’nin kuzeyindeki tarlasının yolu
üzerinde bulunan Beytülmidrâs’a uğramayı bir alışkanlık edinmiş ve
bu mabeddeki rabbilerle hararetli tartışmalara girmiştir. 69 Ancak
Abbott’un, Hz. Ömer’in yahudi kültürü konusundaki belki de en
önemli iddiası, onun yahudi sözlü hukuku Mişna bilgisine sahip olduğunu ileri süren görüşüdür. Bu iddiasına o, Hz. Ömer’in, hadislerin yazılması karşısındaki, oldukça menfi olarak değerlendirdiği tavrını gerekçe gösterir.70
Übey b. Kâ‘b’ın yahudi kültürü ile irtibatlı olabilecek hiçbir
bilgi tesbit edemeyişimize rağmen G. D. Newby, onun Yahudilik’ten
ihtida ettiğini ve geçmiş ümmet ve milletlerin kutsal metinlerine ilgi
duyduğunu ileri sürmekte; özel olarak da Talmud ve Midraş metinlerinden nakillerde bulunduğunu ve buralardan elde ettiği bilgileri
Newby, “The Drowned Son: Midrash and Midrash Making in the Qur’an
and Tafsîr”, Studies in Islamic and Judaic Traditions (Atlanta 1986) içinde, s. 21;
Ebû Reyye, Mahmud, Advâ’un ale’s-sünneti’l-Muhammediyye, Kahire –tarihsiz, s. 137.
68 Abbott, a.g.e., II, 7, 8.
69 Abbott, a.g.e., II, 7, 8. Ayrıca bk. Newby, “The Drowned Son”, s. 20.
70 Abbott, a.g.e., II, 8.
67
482
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
Kur’ân bilgisiyle birleştirdiğini öne sürmüştür. 71 Yine G. D. Newby ve
N. Abbott, Hz. Peygamber’in pek çok ashâbının yahudi ve hıristiyan
rivâyetlerinin gönüllü birer arayıcısı olduğunu iddia ettikten sonra
Newby, Ebû Zerr’in de, Câhiliye döneminde monoteist temâyülleri
olan biri olduğunu ve bu konudaki fikir ve davranışlarını, Yahudilik’ten etkilenerek ortaya koyduğunu öne sürmüştür. 72 Abbott ise,
sahâbîlerden bir kısmının yahudi kutsal kitaplarına özel bir ilgi duyduğunu iddia etmekte ve bunlar arasında Ebû Zerr’in de ismini zikretmektedir.73 İsrail’li şarkiyatçı S. Shtober, de Hz. Ebû Bekir ve Hz.
Ali’nin yahudi kökenli olduğunu ve bu niteliğiyle Hz. Peygamber’e
danışmanlık yaptığını iddia eder. 74 Ayrıca Hz. Ebû Bekir’in
Beytülmidrâs/Bet-ha Midras’ı ziyaret etmesinden hareketle de bazı
oryantalistler, onun burada İbrânîce’ye âşinalık kazandığını, Yahudiliğe ait bazı ahkâmı öğrendiğini ve yahudi kültürünün onlar üzerinde derin izler bıraktığını iddia eder.75 Yine Hz. Peygamber’in damadı
ve Hulefâ-yi Râşidîn’in dördüncüsü Ali b. Ebî Tâlib’in (r.a.) yahudi
dil ve kültürü ile irtibatı konusunda sarih hiçbir bilgi bulunmamasına
rağmen, G. D. Newby, onun yahudi ve hıristiyanlara ait rivâyetlere
özellikle ilgi duyup bunları nakleden sahâbîlerden olduğunu iddia
etmektedir.76 N. Abbott ise, Hz. Ali’nin yahudi kültürü bakımından
durumu için Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettiği bir hadise77 atıfta bulunarak, 78 onun bu kültürle ilgisini kurmaya çalışır. Ne var ki
Abbott’in atıfta bulunduğu hadiste hiçbir surette yahudilerden söz
edilmez.
Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bilgi olmamasına rağmen
sahâbîliği sabit olan Ebü’l-Celd el-Cevnî ile alakalı da oryantalistler
temel bazı iddialarda bulunmuşlardır. İslâm kaynaklarında yer alan
Newby, “Tafsır Isra’ılıyat”, s. 687; a. mlf., The Making, s. 10; a. mlf., “The
Drowned Son”, s. 20.
72 Newby, “Tafsır Isra’ılıyat”, s. 687; a. mlf., The Making, s. 10.
73 Abbott, a.g.e., II, 8.
74 Shtober, Shimon, “Muhammad and the Beggining of Islam”, Studies in Islamic History and Civilisation, ed. M. Sharon, Jerusalem-Leiden, 1986, s. 340.
75 Abbot, a.g.e., II, 8; Jeffery, Foreign Vocabulary, s. 25; Adang, Camilla, Müslim
Writers on Judaism and Hebrew Bible, Leiden 1996, s. 5; Newby, The Jews of Arabia, s. 66; a. mlf., “Tefsir Isra’ılıyat”, s. 687.
76 Newby, “Tafsir Isra’iliyat”, s. 686; Newby, The Making of the Last Prophet, s.
10.
77 Ahmed b. Hanbel, I, 282.
78 Abbott, a.g.e., II, 8.
71
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
483
ve Ebu’l-Celd’in Tevrat ve İncil’i okuduğunu bildiren rivâyetlerden
hareketle I. Goldziher, N. Abbott, G. D. Newby onun yahudi kültürü
açısından İbn Abbas’a kaynaklık ettiğini söylemişlerdir. Zira
Goldziher, İbn Abbas’ın onu övdüğünü ve onun geçmiş (kutsal) kitapları okuduğunu söylediğini belirtir. Buna delil olarak o, Ebü’lCeld’in kızının, babasının Kur’ân’ı yedi, Tevrat’ı da her sekiz günde
bir hatmettiğini bildiren rivâyeti79 gösterir.80 N. Abbott ve G. Newby
da, tıpkı Goldziher gibi, Ebü’l-Celd’in Kur’ân ve Tevrat’ı dönüşümlü
olarak okuduğunu ve Tevrat’ın yazmalarını da bu okumalarında kullandığını iddia etmişlerdir. Yine onlara göre Ebü’l-Celd, geçmiş ümmet ve peygamberlere ait başka kitapları da okumaktadır.81
Hz. Peygamber’in en seçkin sahâbîlerinden biri olup “sâhibu
sırrı’n-nebiyy” 82 sıfatıyla temâyüz eden Huzeyfe b. Yemân’ın 83
yahudi kültürü ile irtibatı konusunda tesbit edebildiğimiz yegâne iddia, M. Lecker tarafından ortaya atılmıştır. “Hudhayfa b. al-Yamân
and Ammâr b. Yâsir, Jewish Converts to Islam” adlı makalesinde
Lecker, Uhud savaşından sonra Medine yahudilerinden başta Zeyd b.
Kays ve Finhâs b. Âzûrâ84 olmak üzere bir grup yahudinin, Huzeyfe
b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir’e Yahudiliğe geri dönmelerini teklif ettiklerini ileri sürmüştür. Buradan hareketle Lecker, bu iki sahâbînin İslâm’a ihtidadan önce yahudi olduklarını iddia etmiştir.85 O, bu iddiasını temel olarak Fahruddîn er-Râzî’nin (ö. 606/1209) Bakara sûresi
109. âyetin tefsirinde zikrettiği bir rivâyete dayandırır. Ona göre
rivâyetin benzer varyantları86 başka tefsirlerde bulunsa da, Râzî’nin
İbn Sa‘d, Tabakāt, VII, 222.
Goldziher, Mezâhibü’t-tefsîri’l-İslâmî, s. 85-86.
81 Abbott, a.g.e., II, 9; Newby, “The Drowned Son”, s. 21.
82 Hz. Peygamber başka sahâbîlere söylemediği bazı hususları Huzeyfe’ye
bildirmiştir. Buradaki “sır”dan maksat, münafıkların durumu ile ilgili sırlı
bilgilerdir (bk. Buhârî, Ashâbü’n-Nebiyy, 20; Ahmed b. Hanbel, VI, 449).
83 İbn Hişâm, es-Sîre, II, 506; Zehebî, Siyer, II, 362.
84 Huzeyfe b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir’e Yahudiliğe dönmeleri çağrısında
bulunan ismi zikredilen bu iki yahudiden Zeyd b. Kays’ın kimliği hakkında
bilgi tesbit edemedik. Ancak Finhâs b. Âzûrâ, Medine’de bulunan Benî
Kaynukâ yahudilerinin önde gelen rabbilerindendir (bk. Taberî, Tefsir, IV,
129).
85 Lecker, “Hudhayfa b. al-Yamân and Ammâr b. Yâsir, Jewish Converts to
Islam”, QSA, XI, 1993, s. 150.
86 Buna göre Lecker, rivâyetin oldukça benzerinin Râzî’den yaklaşık dört yüz
yıl önce yaşayan Mukâtil b. Süleymân (ö. 150/767) tarafından da nakle79
80
484
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
naklettiği rivâyet, “Yahudiliğe geri dönüş” çağrısının geçtiği yegâne
rivâyettir.
Râzî’nin naklettiği söz konusu konuşmaya göre yukarıda ismi
geçen yahudiler Uhud savaşından sonra Huzeyfe ve Ammâr’a gelerek onlara, “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer Hak üzere olsaydınız hezimete uğramazdınız. Dînimize geri dönün; çünkü o sizin
için daha hayırlı ve daha fazîletli; bizim yolumuz da doğru yola iletmede sizinkinden daha üstündür” demişlerdir. Bunun üzerine
Ammâr, “Birinin, verdiği ahitden caymasına ne dersiniz?” deyince
onlar, “Büyük ve ciddi bir meseledir” diye cevap vermişlerdir.
Ammâr, “Öyleyse ben yaşadığım müddetçe Muhammed’e (s.a.v.)
devamlı inanacağıma söz verdim” demiştir. Ardından yahudiler, Ammâr’ı işaret ederek- “Bu, bir dîni (Yahudiliği) terkedip diğerine
(İslâm’a) geçmiştir” dediler. Huzeyfe de şöyle demiştir: “Ben, Allah’ı
rab, İslâm’ı din, Kur’ân’ı rehber, Kâ‘be’yi kıble ve müslümanları da
kardeşler olarak kabul ettim.” Daha sonra Huzeyfe ve Ammâr Hz.
Peygamber’e gelerek durumu haber verdiklerinde Resûlullah, “Hayırlı olanı yaptınız ve felâha erdiniz” buyurmuştur. Bu olay hakkında
Bakara Sûresi 109. âyetin nâzil olduğu belirtilmiştir.87
Lecker, bu rivâyette geçen iki ifadeden hareketle Huzeyfe ve
Ammâr’ın yahudi asıllı olduğuna hükmetmiştir. Rivâyetin başında
yahudilerin bu iki sahâbîye “ferciû ilâ dininâ=dînimize geri dönün”
diye hitap etmelerini, bu iki sahâbînin daha önce yahudi asıllı oldukları ve sonra İslâm’ı kabul ettikleri; bu durumu bilen yahudilerin de
onlara geri dönmeleri çağrısında bulundukları yönünde anlamaktadildiğini ancak rivâyetteki can alıcı nokta olan “Yahudiliğe geri dönüş” çağrısı konusundaki kısmın bu rivâyette, “Yahudiliği kabul etme çağrısında
bulundular” diye geçtiğini söyler. Ona göre Mukâtil rivâyetinde Ammâr’ın
Yahudiliği terkedip İslâm’a girişiyle ilgili ifadeler, “Emmâ Ammâr fe kad
dalle ve sabae ani’l-hudâ ba‘de iz beşşerehullâh=Ammâr’a gelince o, dalâlete
düşmüş ve Allah’ın onu hidâyete erdirmesinden sonra doğru yoldan (Yahudilik’ten) ayrılmıştır” meâlinde daha uzun olarak geçer (bk. Lecker, a.g.m.,
s. 151). Öte yandan o, Âl-i İmrân sûresi 69. âyetin tefsirine yönelik Kurtubî’nin naklettiği (bk. Tefsir, IV, 110) bir rivâyette, bu iki sahâbîye Muâz b.
Cebel’in de katıldığının ifade edildiğini söyler. Buna göre, Kurtubî bu âyetin,
Benî Nadîr ve Benî Kaynukâ’dan bir grup yahudinin Huzeyfe b. Yemân,
Ammâr b. Yâsir ve Muâz b. Cebel’i kendi dinlerini kabul etmeye çağırmaları
hakkında nâzil olduğunu bildirir. Ancak bizzat Lecker’in de belirttiği gibi
(bk. s. 152) Muâz’ın yahudi asıllı oluşuyla ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır.
87 Râzî, Tefsir, III, 213-14.
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
485
dır. İkinci olarak öne sürdüğü ifade ise, “Emmâ hâzâ fekad sabae=Buna
gelince o, bir dinden (Yahudilik’ten) diğerine (İslâm’a) geçmiştir”
meâlindeki, yahudilerin Ammâr için söylediği sözdür. Lecker, bu iddialarından sonra, bu iki önemli sahâbînin İslâm toplumunun ilk yıllarında öne çıkmamalarına rağmen daha sonraki yıllarda İslâm Devleti ve siyasî olaylarda çok önemli görevler îfa ettiklerini söyleyerek,
bir anlamda onların daha sonraki bu görev ve tavırlarının arkasında
yahudi dininin tesir ve motivasyonunun olduğunu ima eder. Ona göre bu rivâyette bulunmasına rağmen Ammâr b. Yâsir’in yahudi asıllı
olduğu yönünde, söz konusu rivâyetteki yahudilerin, bir dîni
terkedip diğerine girdiğini iddia eden ifadelerinden başka kaynaklarda bilgi bulunmamakla birlikte, Huzeyfe’nin gerçekten yahudi
asıllı oluşuyla ilgili, bazı İslâm kaynaklarında bilgiler bulunmaktadır.88
Lecker’in tebliğimiz açısından da oldukça önem arzeden iddiası, Huzeyfe’nin yahudi bir kadınla da evlendiği bilgisiyle89 bağlantılı
olarak ortaya attığı iddiadır. Zira o, “Huzeyfe’nin ‘isrâiliyyât’ta dair
engin bilgisi, muhtemelen onun geçmiş dîni (Yahudilik) ve yahudi
bir kadınla evlenmesiyle çok yakından irtibatlıdır” demektedir. Bu
durum, İslâm’ın zuhûru yıllarında sahâbeden bazıları ile evlenen yabancı kültür kökenli kadınların, bu kültürlerini bulundukları âile ortamına taşıdıklarına dair de görüş ve iddialar vardır. Fransız şarkiyatçı A. L. de Premare, bu kadınların kendi kültürlerini bulundukları
âile ortamına taşıdığı yönünde genel bir iddiada bulunursa 90 da, kültürel durumu hakkında bilgi sahibi olmadığımız yahudi bir kadınla
evlenmesinin, Huzeyfe’yi dinî-kültürel olarak etkilediği iddiasını
destekleyecek bilgi bulunmamaktadır. Lecker de bu konuda, doğru-
Lecker, gerek Huzeyfe’nin gerekse Ammâr’ın Hz. Ali’nin önemli destek ve
savunucuları arasında yer aldığını; Huzeyfe’nin iki oğlu Safvân ve Saîd’in
Hz. Ali’ye biat ettiğini ve Sıffîn savaşında Hz. Ali’nin safında savaşırlarken
öldürüldüklerini, İbn Abdilber’in el-İstîâb’ı ile Mes‘ûdî’nin Mürûcü’zzeheb’inden yaptığı nakillere dayanarak söylemektedir (bk. “Hudhayfa b. alYamân and Ammâr b. Yâsir, Jewish Converts to Islam”, s. 152). Bu yöndeki
bilgiler için ayrıca bk. Başaran, “Huzeyfe b. Yemân”, DİA, XVIII, 434).
89 Lecker, “Hudhayfa b. al-Yamân and Ammâr b. Yâsir, Jewish Converts to
Islam”, s. 154.
90 Premare, “Comme il Est Ecrit: L’Histoire d’un Texte”, SI, LXX, 1989, s. 48.
Diğer taraftan bu konu, ayrıca incelemeye değer olup sosyolojik ve kültür
tarihi perspektifini de gözardı etmeksizin bu alanda yapılacak çalışmalar,
dikkat çekici sonuçlar üretebilir.
88
486
İslâm’ın Kurucu Nesli Sahâbe - SAHÂBE KİMLİĞİ ve ALGISI-
dan değil dolaylı olarak bir iddada bulunur. Zira o, Huzeyfe’nin
kızkardeşi Leylâ’nın Sâbit b. Vaks adında biriyle evlendiğini ve
Sâbit’in müslüman olmadan önce yahudi olduğunu söyler.91 Buradan
hareketle de, yahudi biriyle evlendiğinden dolayı Leylâ’nın da bir
yahudi olduğunu iddia eder.92 Sâbit b. Vaks’ın yahudi asıllı olduğu
ile ilgili bilgiler bazı kaynaklarda nakledilse bile Huzeyfe’nin
kızkardeşi ve Sâbit’in hanımı Leylâ’nın Yahudiliği konusunda
Lecker’in, tamamen varsayımlardan hareket ettiğini belirtmek gerekir.
Bazı oryantalistlerce bu konuda öne çıkarılan bir diğer sahâbî
de Selmân el-Fârisî’dir. Onun gerek müslüman olma sürecinde yaşadığı olaylar gerekse kaynaklardaki onun geçmiş din ve kültürlerle
olan irtibatına delâlet eden bazı bilgilerden hareketle şarkiyatçılardan
G. Newby, Tevrat ve Tevrat’a ait bilgilere özel önem veren sahâbîler
arasında Selmân el-Farisî’yi (r.a.) de zikreder. Newby ayrıca, diğer
kültür ve milletlerden İslâm’a girmiş mevâlî’nin, isrâilî rivâyetlerin İslâm kaynaklarına girmesinde öncü rol oynadığını iddia eder ki,
Selmân da İranlı olup Mecûsîlik’ten ihtida etmiştir. Üstelik Newby,
isrâilî rivâyetlerin büyük çoğunluğunun râvilerinin, mevâlî olduğunu
söyler.93 N. Abbott da Selmân el-Fârisî’yi, yahudi kutsal kitapları ve
kültürü hakkında bilgisi bulunan sahâbîlerden addeder. 94 Selmân’ın
arayış sürecinde bir müddet Yahudiliği benimseyip yahudi efendisinin yanında köle olarak bulunması gerekse Vehb’in İran asıllı olmasına rağmen Yemen’e yerleşen İranlı âilelere (ebnâ) mensubiyeti ve
ayrıca isrâilî rivâyetlerin nakliyle marûf olmasından hareketle C.
Huart da, onlar arasında yahudi kültürüne yönelik bir ilişki olabileceği iddiasını ortaya atmıştır.95 Huart, Vehb’in, muammalı ve karanlık bir şahsiyet olduğunu düşündüğü Selmân el-Fârisî’nin otoritesi
Sâbit b. Vaks’ın Eşheloğulları ile işbirliği halindeki bir yahudi kabilesi olan
Benî Zaûrâ’ya mensup olduğu nakledilir (bk. İbn Hacer, İsâbe, IV, 608; Semhûdî, Vefâu’l-vefâ, I, 164).
92 Lecker, “Hudhayfa b. al-Yamân and Ammâr b. Yâsir, Jewish Converts to
Islam”, s. 158.
93 Newby, “Tafsır Isrâ’ılıyât”, s. 687, 688; a. mlf., “The Drowned Son: Midrash
and Midrash Making in the Qur’an and Tafsîr”, s. 20, 21.
94 Abbott, Studies, II, 8.
95 Huart, “Vehb b. Münebbih ve Yemen’de Yahudi-Hıristiyan Rivâyeti”, trc.
M. S. Hatiboğlu, Yayımlanmamış makale, s. 4-5. Bu makalenin aslı, Journal
Assiatique’de (Serrie X, Tome IV, 1904, s. 321-350) yayımlanmıştır. Ancak biz
tercümesinden istifade ettik.
91
ORYANTALİSTLERİN SAHÂBEYE BAKIŞI, Ö. HIDIR
487
ardında himaye aradığını iddia eder. Ayrıca o, Selmân’ın İslâm
akîdesinin teşekkülündeki rolünün henüz aydınlatılmadığını; zira
şâyet Zerdüştlüğün İslâm üzerinde bir tesiri varsa, Selmân’ın bunda
rolünün bulunmasının kuvvetle muhtemel olduğunu söyler.96
Bütün bu oryantalistik görüş ve iddialar ve bunlara yönelik
bazı cevaplar 97 göstermektedir ki, oryantalsitler, İslâm’ın yahudihıristiyan kökeni teorisini ispat sadedinde, “İslâm’ın ilk kurucu nesli”
olan sahâbenin geçmiş din ve kültürlerle irtibatını ima eden bilgi ve
rivâyetlere özel önem vermişler ve onlardan hareketle –kendilerinceönemli sonuçlar üretmişlerdir.
Yaklaşık 300 yıllık bir birikime sahip olan oryantalist paradigma, sahâbeye bakışı açısından özellikle üzerinde durul

Benzer belgeler

İmam Şâfiî`nin Sahâbe Kavline Bakışı Taha NAS∗

İmam Şâfiî`nin Sahâbe Kavline Bakışı Taha NAS∗ Saygı değer misafirler! Bu hususta sahâbe neslini ilmî toplantılarla ele almaya büyük bir iştiyak bulunduğunu göstermektedir. Buna rağmen ülkemizde şimdiye kadar sahâbeyi değişik yönleriyle ele ala...

Detaylı