Yýl 2-ªubat 2006 Dergi Eki

Transkript

Yýl 2-ªubat 2006 Dergi Eki
Yýl 2-ªubat 2006
Dergi Eki
H@V UZ
©
http://dergi.havuz.de
maktül ruhlu yûsuf gözlü âdem’in dilinden,
kâtil ruhlu bir kadının eylemsizliğine dair
düşülmüş, küfür sözleri:
bohemian rhapsody
sana yazmadan önce,
bütün şairleri öldürdüm de geldim!...
şairliğimin ve küfrümün hepsi,
bu şiirden ibarettir!...
bölüm 1: cenk alanı; sitemkâr yalnızlığımın kâfir yanları, sen-sizlik senfonisi, gölgesini özleyen duvar için söylenmiş ebâbil
sözler!..
altyazı: “sen-sizlik senfonisinin ağır notaları altında iblisin ihâneti!...”
boylu boyunca uzandığım yerden apansız;
ruh can-sız, soluk-suz,
iblisin tırnaklarının arasına saklanırken kîn,
ebabilin kanat çırpışıdır uzaktan duyulan...
yaratandan gizli,
yaratandan bir o kadar uzak,
// sana sitemdir, yalnızlığım!...
melâikin şaşkın bakışları arasında derin bir hüzünle,
kaçkınıdır kâfir yanlarım...
alnım sana secde ederken üflendi rûh;
eğilirken dizlerimin üstüne,
kemiğine yapışıp kalan bir ruhtur
// ve şair;
bir ebabilin kanat çırpışı,
iblisin tırnak arasına kazınmış kîn,
yaratandan uzak,
sitemkâr bir yalnızlıktır...
bu şehir kabalalıklarıyla bir cenk halindeyken üzerime, nedendir ki; yok-sun... desen ki, iblis ihanet içindedir ve desen ki üflenmiş bir rûh kemiklerimize yapışıp kalmış yalnızlıktır artık;
şehirdir derim ve yol’dur bir o kadar uzak kılan bizi... ebabilin kanat çırpışı nedendir bu kadar
yakından duyulmakta ve neden yağmur bana eş, bana kadın, bana ıslak olurken; senin adını
sayıklıyorsa rûh: bil-ki, yokluğunun acı bir senfonisidir kulağımıza çarpan... sen-siz-liğin senfonisi
ne ağırdır, rûh nasıl da can çekişir küfrün kol gezdiği kör saatlerde, gece adını neden bu kadar
siyaha boyamıştır ve titrek bir mumun ışığında gölgem duvarı ne kadar özlemiştir ve neden bir o
kadar kaçaktır; söyle!...
bölüm 2: yûsuf ile züleyhâ’nın yol türküsü, havva gözlü kadının kaburga kemiğine ihaneti, cennetten kovulmuş duygular eşliğinde yasak sevişmeler!... iç
ses: “yangına düşmeden, küle dönmek ne hikâye!..”
yûsuf benim;
ki bir soluk kadar yakın, yüzüme yaklaştığında,
yüzüne çarpan akis sen’im --züleyhâ--...
ilk nefesin havva olduğu söylenir
// ki onun için doğrudur
// seni bir adem kadar sevmişliğim!
yasak bir meyvadan ısırıp cennetten kovulmuşluğum,
sormadan, sorgulamadan;
hüzünlü bir bakışının adına,
// ceheennemi yurt edindiğim,
doğrudur...
ve sen havva gözlü kadın!
yine doğrudur kaburga kemiğinden rûha bedenlik edişin.
ve yine doğrudur kaburga kemiğimden,
kalbime yol verdiğim.
sokulurken evime, gizli, ürkek ve yalın ayak,
bir yılan sürgünüdür kopup gelmişliğin...
saray kadınının sözleri değildir (s)özün;
yaşamın dengesini kaybettiği kıblegâhta,
yanıma sokulup gelmiştir,
cennetten kovulmuş duyguların!...
titrek bir notadır, dudaklarından dökülen.
heyhât, nicedir beklenmiştir.
buklelerin karışırken rüzgarın uğultusuna,
balmumundan heykellere dönüşmüştür beden,
esir olmuş nefeslerin sığıntısında...
dans ederken geceye karışmış ve öylesine,
// günahlardan kaygısız,
düş-e-liyoruz hayallerimizdeki ağa!
bir kukla aynaya çarpıyor,
bütün örümcekler yuvadan kaçıyor.
bir sesin yankısı târumar,
// ki çığlıktırher yanı kül kokusu sarıyor,
// ki yangın yeridir,
dokunduğumuz her yer...
bohem yüzümü yırtıyor solukların; ne zamanki bir züleyhâ olup karşıma çıksan, sığındığım kuyuları bir bir teketmişliğim bundandır... ve ne zaman âdem olup cennetten kovulmak istesem(!!!)
uzattığın meyvaları sor-g-usuz ısırmışlığım bundandır ki sen havva gözlerinle gözlerime bakarken,
saçlarını rüzgara bu kadar teslim etmişken ve sokulurken-soyulurken evimde, gizli-ürkek-çılgın
ve yalınayak, bir yılan sürgününe takılıp kalıyor bütün günahlarım... artık balmumundan heykeller olarak anılacaktır beden(lerimiz), günahlardan kaygısız bir geceyi solurken, gölgelerimizi
yitirmişliğimiz bundandır... bir soluk yeter derken, soluksuz kalmak âh ne kadar acı... sesinin
yankısı dört duvar çığlık! kül kokusu sararken ortalığı bir yangın yerinden arta kalan, dokunduğun
her yerdir toz duman, târumâr...
bölüm 3: maktül türküsü; kokusuna kadın bılaşmış kâtil ruhlu kadın,
yûsuf gözlü âdem...
soru: “kim kimi öldürüyor?”
âh!!!
// ne güzel ölüyorum...
// bir kez daha öldürebilir misin?
ya da; hayır, hayır!
// beni sonsuza kadar öldürebilir misin?
katilini özleyen bir maktûlüm artık,
her nefeste bir daha ölümü özleyen
ve ölümü bir o kadar öldüren!...
gök haykırıyor,
meryemin doğrusudur şehâdetin adı.
toprak kayarken usul usul,
bütün resimler hayat buluyor fırçasız.
ince bir boya sızarken duvarın yontusundan,
gözümün duvarları kan,
gözümün duvarları revân,
ölümü (g)özlüyorum...
haydi gel; katil ruhlu,
kokusuna kadın bulaşmış kadın.
güldüğün yerde bütün cehennemler çiçekler açsın.
bir sırat olurken gölge yüzüme düşen çizgiler,
sana gülümsüyorum işte,
vadettiğim bütün köşklerden...
meryem çığlık çığlık, züleyha kan ağlıyor!
yûsuf körkütük sarhoş!
elinde bir nûru üflerken gölge düşmüş yüzüme
bir tufan basıyor yeryüzünü nûhânî!
kabile kulaklarda çığlık çığlık canhıraş,
günahsız bir bakireye kurban ediliyor bütün duygularım...
düşüyorsun, sırat ortası mekanına.
kalemin değdiği her yer adını yazıyor.
göğsünün ucuna dokunurken kalemim;
kalbinden kan sızıyor,
sen hiç ölmüyorsun!...
özlüyorum ölümü, en az havva kadar, meryemin muştusuna gebe bir rûh kadar ve kendini bir
nûrânî yüze kaptıran züleyhâ kadar... beni neden öldürmüyorsun?.. dizlerinin üstüne çökmüş,
medet umar gibi senden ölüm dilenirken, maktûl gözümün duvarları kan revan... gök haykırırken
gecenin yortusunda, duvardan ince bir kan sızıyor, ölümü (g)özlüyorum... ey, kokusuna kadın
karışmış katil ruhlu kadın, cehennem çiçeklerini suluyor akan kanım. sana gülümsüyorken temeline adın yazılmış köşklerimden, züleyhâ kan ağlıyor, yûsuf körkütük sarhoş kalıyor... nûhâni bir
tufanın eşiğindedir artık gizem, günahsız bir bakire(ye) kurban edilirken bütün duygular(-ım//
ız), kalem tîn’e dokunuyor, sen hiç ölmüyorsun...
bölüm 4: meryem’in - züleyha’nın - havva’nın ihâneti, yûsuf’un kuyu dibindeki
canhıraş maktüllüğü ve şi(a)ire biat eden bir kadının senfonik katilliği...
iç ses: “ben´sana beni böyle öldür demedim ki?...”
zaman rüyanın koynunda seyr-ü sefer.
// ve neden,
sevişirken akrep ile yelkovan, bu kadar uzak(!!!)
ve sen havva bedenine züleyha saklamış kadın;
cehennemi örtüyorsun körkütük meryem bedenine....
ağladıkça neden insan oluyorsun bu kadar,
başın neden bu kadar çok omuz(um)a düşmekte,
bir şi(a)ire neden bu kadar biat etmektesin?!
bütün bakireliğini dikerken gecenin koynuna,
tenin neden bu kadar parlaktır kaçtığın geceye inat!
// sen,
// yeryüzünün eseri değilsin...
// belki de sen,
// yeryüzünde hiç değilsin...
meryem olduğun doğrudur; eğe kemiğimden sıyrılıp,
havva olduğun da doğrudur...
züleyha kan ağlıyor lakin;
heyhât,
belki de yûsuf çoktan ölmüştür
bâkire duygularına ihanetinin,
ve içindeki şeytanın sitemidir bu!
bütün tezatları barındırırken kadın koynunda,
söyle,
//hangi cennet kalbini dolduracak.
yalnız avuçlarına,
//kaç cehennem sığacak?
LâL sözlerin, kuytu kelimelerime sığınak.
KâL gözlerin, âh neden bu kadar uzak.
sen;
katil ruhuna kadın bulaştırmış kadın;
ağladıkça daha bir insanlaşırken,
yûsuf;
kör kuyularda ölüyor,
sen hiç züleyha olmuyorsun...
zaman bir rüyanın koynuna girmiş kadındır artık
seyr-ü sefer.. havva bedenine züleyha saklamış
kadın kokusu meryemin körkütük bedenine eşlik
ederken, nedendir ki sen ağladıkça bu kadar insan
olmaktasın.... bir şi(a)ir’e biat ederken günahlarından azâde, bütün bakireliğini dikiyorsun geceninkoynuna. tenin artık daha parlaktık gecenin siyâhî
tortusunda... seni yeryüzü yaratmamıştır; yeryüzüne dair bütün eserlerden münezzeh, yeryüzünde bir
“hiç” değilsin.... meryem olduğun vâkidir, heyhat
ki (eğer züleyha olmazsan) yûsufu çoktan öldürmüşsündür (-ki katilliğinin hepsi de budur: yûsuf artık
maktüldür...)
bölüm 5: küfür, şair, cehhenemi özleyiş...
dış ses: “sen hiç katilini özledin mi?”
//
//
//
//
geldim diyorsun,
hiç havva olmadın ki (??)
âdem, eğe kemiğinden süzülüp gelen kadın için;
kaç cehennemi özleyecektir?...
//
//
//
//
//
eğer insan olarak kalacaksan;
sonsuza kadar ağlamalısın!..
ve eğer;
kâtil ruhlu bir kadın olarak kalacaksan;
beni sonsuza kadar öldürmelisin...
9ocak2006-istanbul
aşk söze,
yağmur
toprağa
düşerken
y
ağmur, toprağa soyunurken gece,
soyunup gelsin kadın duyguların.
tel tel dağılırken saçların,
tufanî bir aşk olsun bütün sokakların(m)...
gece yağmura teslim; sokaklar derin bir uykuya yatarken
usul usul ıslanıyor sokaklar(-ım)... biliyorsun / ya da bilmiyorsun / şüphesiz biliyorsun: ıslatmalı yağmur(-un)... saçların tel tel dağılırken belki düşünmüyorsun, aslında dağılan
benim... bu tufânî aşkta nasıl savruluyorsa zerre, o kadar
savrulup gitmek var uzaklara, yağmur kokusun(d)a bir esîr...
demek ki gitmek var, yolculuk vakti... toparlanmış eşyalar
kapının önünde, şehre bir elvedalık selam durma vaktidir...
yağmura soyunurken gece,
sen adama soyunurken yağmur yağmur,
sana boyansın dört duvar.
yüzümüzün aksi vururken gölge duvara,
bir kasem de bizden olsun,
// sonsuz söyleyelim...
gece yağmura soyunuyor, sen adama soyunuyorsun / - ve
belki de bilmiyorsun- ... bütün bu bilinmezliğin içerisinde bütün bakire soyunmuşluklarınla sen bir adama teslîm,
adam yağmura... sana boyanırken dört duvar, ıslanmış
olmalı her yer, ki tufânî bir aşkta olması gereken ne ise olan
bitenin hepsi de budur... yüzlerimizin aksi yağmura teslim ve yağmurun renkleriyle bir o kadar boyanmış duvarda
silüetvâri kıvrımları çizelerken, bir kasem de bizden olsun,
son-suz söylensin...
ah, nedendir;
// yoksun?
ve nedendir yollar bu kadar uzun.
madem kasem seni beklemek için vardır,
ve madem ki yağmur vardır,
sokaklar bizim olmalı,
saçların tel tel rüzgâr olup dağılmalı.
adın kazınmış sen sokaklara,
yağmur soyunurken,
// usul usul
soyunup gelsin kadın duyguların...
yoksun?.. hayır, hayır var(!)sın... ya da ikisinin arası bir
şey; illüzyon mu? -- belki... // ya da belki hiç değil... söz,
kağıda düştüğü kadar gerçektir sevgili // ve sen de en az
söz kadar gerçeksin... yalancılığımın hepsi de işte bundan
ibarettir... hayal ve illüzyondan bir o kadar ırâk, tutkunudur tufânî bir aşk yalnızlığın(-ın)... belki, belki onun için bu
kadar kaçıyorum kalabalıklardan, ne dağılmak, ne dağıtmak
istemezcesine, gömülüyorum soyunup gelen kadın duygularına... sokaklar bizim olmalı, tel tel saçların dağılmalı,
kalabalıklar uzak bir yalnızlığı solurken, yağmur usul usul
yağmalı...
bakire meryeme ve beşikteki îsâ’ya andolsun ki;
aşk adına söylenen ne varsa hepsi yalandır
// - hayır, hayır
aşk adına söylenen ve söylenmiş,
// ne varsa,
// dört mevsim hakîkattır...
“tozunu alırken yaşamın, eskimiş raflardan”
nemrudun küfrünün zikrindedir dîl.
yakalım bu dünyayı diyordum ya;
hakikattir ki;
// çoktan yanmış(!)
işte gemiler terkedilmiş bir liman kentinden
öylesi sürgün...
yakalım bu dünyayı diyordum ya;
heyhât;
// bu dünya (belki de) hiç olmamış(!)...
îsâ; bâkirenin içinde bir derin hayreti ve sürgünü
barındıran muştusu(!), yusuf, kör kuyudan zindanlara uzanan bir yolculuğun ardına saklanmış
sultanı... âh, kimse bilmiyor aşkın hücre’sel halini ve aşk’ın hira’ya koşan derin yalnızlığını(!)...
tozunu alırken yaşamın (eskitildikçe) eskitilen
raflardan, nemrudun küfrünü dillendiriyorsun...
küfrün hakikatı budur; dünya yanmıştır // ve bir
o kadar heyhât, bu dünya hiç olmamıştır... soyunup gelirken kadın duyguların, tozlu raflardan
eline düş’e-kalan bir kitaptır aşk yûsufî düşlere
karışmış, bakire meryemin aks-i sadâsıdır; “âh
öl-me”...
hypatia’nın külleri,midye kabuğuna sıkıştırılmış
düşleri küllendirirken, damo’nun penceresinde
mutluluklar ölüm seferinde(!) âh lasthneia sana
da bir pay vardır bu derin hüzünden -ki aynaya
bir o kadar yansımıştır- ve aspasia ilahi komedyanın fahişesi, sokrat bir azize, bütün dengeler
alaşağı iken, bir devrimi kucaklamaktadır kolların(!)... görmek diyordun; bilgelikteki esas sır!
ve abelard’ın derin hüznüne karışırken söz bütün gerçekliğiyle ve bir o kadar çıplak(!), birkaç
mektuptur geride kalan... âh helloise, aşk söz’e
düşmüştür... “öl-mek lazım”...
ey ây; nedendir
bir yanın hep böyle buruk ve karanlık
// ya da mistik
sarı çarşaflı bir yatakta,
sarı bir gün doğumunu beklerken,
sen şimşekleri topluyordun hypatia ellerinle(!)
karanlık rüyalara dalarken usul, ürkek,
söz, kalbinin ortasına uzandı.
soyunup gelirken kadın duyguların;
ay hep böyle karanlıktır.
// ve yine,
soyunup gelirken kadın duyguların,
soyunup (dile) gelmiştir kadın parmakların:
“bana yusufun kuyusunu göster”;
// yaklaş;
sana yûsufu göstereceğim(!)...
3 ocak 2006 / istanbul
düş’e kalan...
söz uçtu,
yazı düş’e kaldı...
düş ben oldum,
sen düşe kaldın...
boşaltalım bu şehri bir leyl vakti // düş’e kalalım...
***
sokaklar hain bir pusunun gece nöbetçisi, kıvrıldıkça fahişe
yatakların kokusu kıvrım kıvrım... ne geldiğimi görür gözleriniz, ne de gözlerim bakar gözlerinize... vazgeçin; altı
üstü yok bir adamım sizler için... artık bir silüet olabilirsiniz
gölgesiz, yalnızlıklar benim olsun, siz-siz ve kim-se-siz...
gece yldızlarını döküyor avuçlarıma, saçlarıma ve sakallarıma da düştüğü vâkidir yıllar önce... âh, nice yıldızlar kayar
gökler duaya yırtılırken... kendini silüetvâri kalabalıklara
teslim etmiş sarhoş ağızların esiri sokakları adımlarken, bir
adını sayıklıyorum, bir de adına sen karışmış yalnızlığımı...
âh sen-li yalnızlığım...
gece hain pusuda; sokaklar
böylesi kıvrım kıvrım...
ne geldiğimi görüyor insan-cık,
ne de ben görüyorum.
// silüet!
// gölge
// ne kadar yok!
// âh, yalnız(-lık)...
kanıyor bu şehir, fî tarihte saplanırken hançer yüreğine,
öldüğünün değil, dirildiğinin resmiydi belki de... diyorum ki
bu şehir, kan kaybından ölmekte... yaraları böylesine sarılmaya muhtaç, bir el uzatsan öylesine koşmaya muktedir...
bu şehir ne kadar âsi ise, bir o kadar asitanedir... gözümün
önünden kayıp giderken hüzün gözlerin, gözüme âsitâne
bakmayan göz de senin... sokak sokak kaldırımlarını üzerime odaklamış, bir tek sözümü beklerken, nedendir ki sen,
sözlerimi duymayan el gibisin.. âh, yabancısı mıyız bu hayatın, söyle! hicret ne kadar mümkündür diyâr ellere? hicr et!,
duy, âh sâr...
kanayan bir yanı var bu şehrin / ya da,
kanatan yanları(-mısın), âh âsitâne:
gözüme bakmayan göz,
sözümü duymayan, el gibisin
// yabancı!
// hicret!
// duy!
// âh, sarsan...
yaralıdır bu şehir, ben sanıyorum geceyi karanlıklarını üzerime bıraktığı her an, be an!... tîn’e andolsun ki, gece(-n)
benim ve uykularını kaçıran düşbozumu, ben’im... bırak bir
düşün daha bozulsun, artık rüyalarına teslim ederken uykularını, pencereni aç, gökyüzüne bak: gece benim, yıldız
ben... şimdi sen, kaderin üstüne düşen beyaz bir leke gibisin, âh ne kadar gerçeksin ve eğer gelmezsen ne kadar
yalân!... düş, üstüne yazılmış... yazı, düş’e yazılmış... yazı,
su üstüne yazılmış... diyâr(-ın)a akarken, usul usul: sen bütün düşlerinden sıyrıl, bir kucak düş-e kal(-san) âh...
düş’e kaldı düşlerim,
karanlık üzerimde kara bir ağıt!
tîne yemin etmek, ne kolay âh!
uykularını kaçıran düş benim...
bir düş daha bozuldu usul usul.
karanlıklar ardından sıyrılıp geldi rûh.
ezel benim, ebed benim,
yıldız ben!...
// sen, düş üstüme
// yazı, su üstüne
// şiir, kâl üstüne...
ne kadar da düş’e kaldık; öyle ya,
ne kadar gerçeksek, o kadar düş’e kaldık...
bir yemin de benden olsun leyl aşkına;
âsitâne hüzün gözlerinin adı,
// düşeyazılsın...
15aralık2005/gece
bohemia
sesine en benzeyen rengin; paletlere vurmuş aks-i sadâsıdır bu, kulak ver, dinle... uğultusudur rüzgarın saçlarındaki
tortusu... ne bilirsin rüzgar, hangi doğumun ardından ıslak
sokaklarda kalan izi hangi acıyla soluyacaktır...
boynu bükük kelimelerin var senin, silinmedik ağız kenarlarında.... sarhoş ayaklar(-ın) yalpa sokakların sürgünü... bir
karasevda vardır yazılmamış adım sinmiş köşebaşlarında ki o
köşebaşlarında bir o kadar gayb’ım... aksa ak, karaysa kara
veya paletin hangi rengine boyanmışsa öyle bir sevdadadır
şair... körü körüne, yangın, bir o kadar münzevi...
aks-i sadadır bu, dinle;
rüzgar kokusu sinmişken saçlarına,
doğumun ardından ıslak sokakların izi,
acı! (tan)!
nicedir boynunu bükerken kelimeler(-in),
sürgünü değil misin yalpa sokakların.
gayb’a karışırken yusufa benzer adım,
bütün renklerin şairi; yorgun
körü körüne yangın
sükût kadar münzevi...
ve yok’luğun münzevi bir yıldızdır. kayıp adresleri
gösteriyor varlığının her zerresi... kısa cümlelerin
vurgunu, insan(-cık) dolu sokakların sürgünü yapmışken hayat seni, öylesine hüzün gözlü, öylesine
yalpalayan sokakların vurgunu; boş gözlerle bakıyorsun kalabalıklara. sesleniyorlar bak dinle: “biz
seni doğarken esir aldık, ne etin senin etin, ne kemiğin senin kemiğindir. şimdi diz çök(!), doğarken
biat ettin sen... özgür olmak yakışmaz sana, artık
bütün kafesler senindir...”
şarkılar... neden böyle yorgundur, “ömür” dediğin
şey; söyle, kaç demdir son-baharı yaşamaktadır ve
yapraklar neden böyle kurumuştur... her bastığında
öylesine can kırıkları, ki her döküldüğünde o kadar
kaybolmuşuz... şimdi, buruk şarkılar haykırdığım
dağların yankısı, ressamın paletindeki bir renk tortusu, körü körüne bir yangın, şairin münzevi yalnızlığıdır artık...
kayıp adres: hiçliğin zerresi.
-ki öylesine (sen) bildik!yorgunken şarkılar nakarat nakarat,
ömür son-baharını yaşamaktadır.
kurumuş yapraklar arasında,
bir de;
zaman kaçkını olmak; ah ne zor!
dağların yankısı,
ressamın renk tortusu,
körü körüne yangın,
şairin münzevi yalnızlığı nedir ki?...
doğrudur sükûtun ikrârı, doğrudur musanın asası, doğrudur şairin
turuncuya, siyaha, daha koyu siyaha ve en koyu siyaha boyanmış sürgün yalnızlığı... ömrün üç deminde, ya da hayır hayır kaç deminde
emeklediği(m)n yollar düze çıkacaktır, söyle... bu üşüten, titreten yokluğunda bohem yalnızlığım boynumda yafta, bir suçlu gibi ezik, mahzun ve gözleri ufka bakan nemli, ölebilirim... yakılmamış bütün ağıtlar
benim olsun!...
beyaz değil, koyu beyaza çalardı düşlerim, öylesine mahzun, öylesine
temiz... doğarken, sonrasında gelirken ve kaçar(ılır)ken birkaç sözüm
vardı söylenmemiş en az düşlerim kadar koyu beyaza çalınmış... bir
gece vakti, dilekler-bilekler duaya yırtılırken, çirkin ve karanlık bir
avlunun loş ışığına takılıp kaldı düşlerim, sözlerim, bir de karanlığa bir
o kadar alışmış gözlerim... buraya kadarmış, demek ölecekmişim! (hikaye-)... boynumda yafta siyahla beyaz arasında med-cezir bakire bir
aşka kurban ediyorum bütün şiirlerimi...
sükût, ikrâr-ı hakîkat!
koyu siyaha boyanmış yalnızlık!
sürgünde yollar düze çıkacakmış, yalan!
bir suçlu gibi ölmek ne zor,
âh;
yakılmamış ağıtların hepsi ben’im...
koyu beyaz,
mahzuniyet terennümü;
birkaç sözüm var koyu beyaza karışmış.
âh râb, nicedir bilekler duaya kenetli;
sürgünse sürgün,
med’se med,
gel,
al,
âh...
mantık, sefil bir oyuncaktır şimdi alaşağı ettiğim, akıl öylesine yoksun(!)... ne garip bir hikâyedir bu anne, uzun cümleler etmeye dahi
vakit yok... bütün kısa şiirler benim, aklın alabildiğince uzun tefsirler sizin olsun... zira, bir şafak vakti, kuytu bir yalnızlığa gömülürken
yusuf kuyusunda, mecnunun bir ahı vardı dağları delen... ey adem’i
alaşağı eden insan-cıklar! artık aşk adına bütün girift ve süslü cümleleri kurabilirsiniz; bir o kadar yalan!... cüce değil misiniz?... bütün
cüce’likler sizin olsun...
mantık,
alaşağı!...
akıl,
yok!...
şafak vakti;
kuytu yalnızlık!..
mecnûn,
âh!...
yûsuf,
sultân...
sahi, hiç merak ettiniz mi aynanın arkasını... her gün
yalan yüzlerinize bakarken, amentü’ye ne kadar biat
ettiğinizi... biat ediyorum; yalan’sınız ve yalandır
tümcelerinizin tümü... oyalamayın beni, dar vakitlere mahpus bir yaşamın son kırıntılarında (h)içsel bir
yolculuktayım şimdi... hava karardı, loş ışığın yansıması bir avlunun son dönemecine takılırken gözlerim,
celladımı bu kadar özleyişim nedendir?...
ayna,
paramparça!...
ne büyük yalan biattır,
kirli yüzlerin arkasına saklanan.
oyalamayın beni,
dar vakitlerin adamıyım ben.
avlunun son dönemecine kayarken gözlerim,
âh celladım,
özledim seni...
11aralık2005