10.08.2015

Transkript

10.08.2015
1
Hamo Celikan:
SÖYLEŞİ
Amacım
farklı bir ses
getirmek
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:65
10 - 16 Ağustos 2015
S16
basnews.com
Vahap Coşkun:
PKK, HDP’nin
de altını oyuyor
S08 - 09
OHAL’den bu
yeni ‘hal’e mi?
S06-07
Dağlar yanmaya
devam ediyor
Barış mümkün
Çözüm Süreci görüşmelerinin, 7 Haziran seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bitmiştir’ sözleriyle devlet
tarafından durdurulması ardından, HDP’lilerin Öcalan ile
görüşmek üzere İmralı’ya gidişi de engellendi. Uzun süredir sessiz kalan Öcalan ile devletin görüşmeye devam ettiği
bildirilirken, seçimler sonrasında Kürd meselesinde yeni
bir döneme girildiği belirtiliyor.
ABD Kürdleri sattı mı?
MESUT YEĞEN
s03
Çatışmalı süreçlerin çözümünde tıkanmaların yaşandığına
dikkat çeken siyasetçi ve akademisyenler, ‘sorunların nihayetinde barış ile çözüldüğünü’ söyleyerek tüm kesimleri
sağduyulu davranmaya çağırıyor. Siyasetin terörize edildiği,
karanlık bir dönemin bıktırıcı tekrarı olarak yorumlanan bu
gelişmelere asker ve gerilla cenazelerinin gelmesi de ekleninS02 - 03
ce, toplumda endişe ve gerilim artıyor.
Barış ve aydınlar
HAKAN TAHMAZ
S10
Kadın gazeteciler:
Şiddetin değil
barışın dilini
kullanın
S11
Kürdçenin
sürgün vatanı
İsveç
S12
Sert güç çözüm mü?
s07
BİLAL SAMBUR
s09
Başkanlık krizi aşılıyor
Barzani’nin görev süresinin
uzatılması konusundaki tavır
değişikliği, Kürdistan’da devam
eden IŞİD tehlikesi, ekonomik kriz,
bağımsızlık gibi gündemlerin giderek çözüme kavuşması ve genel bir
istikrarın oturtulmasının önünde
artık engel kalmadığı şeklinde
yorumlanıyor.
S04 - 05
YNK ve Goran Hareketi’nin sert
muhalefetine rağmen, bölge ve
diğer büyük güçlerin Ortadoğu’nun
IŞİD kaynaklı kaos ve bu kaostan
çıkış için fırsat olarak gördükleri
Barzani’nin görevinin devamına
razı olmaları, Barzani’nin bağımsızlık planlarını uygulaması için de
bir fırsat olarak yorumlanıyor.
Orta Anadolu
Kürd düğünleri
S13
Ladino:
Bir dilin üç
kıtadan ‘ölüm
durağına’
yolculuğu!
S14
02
H
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos 22015
MANŞET
Yeter Polat
ükümet - HDP - İmralı ve Kandil arasında devam eden Çözüm
Süreci görüşmelerinin, 7 Haziran
seçimleri öncesinde Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın ‘bitmiştir’ sözleriyle devlet tarafından durdurulması ardından,
HDP’lilerin Öcalan ile görüşmek üzere
İmralı’ya gidişi de engellendi. Uzun
süredir sessiz kalan Öcalan ile devletin
görüşmeye devam ettiği bildirilirken,
seçimler sonrasında Kürd meselesinde
yeni bir döneme girildiği değerlendiriliyor. Çatışmalı süreçlerin çözümünde
tıkanmaların yaşandığına dikkat çeken
siyasetçi ve akademisyenler, ‘sorunların nihayetinde barış ile çözüldüğünü’
söyleyerek tüm kesimleri sağduyulu
davranmaya çağırıyor. Siyasetin terörize
edildiği, karanlık bir dönemin bıktırıcı
tekrarı olarak yorumlanan bu gelişmelere asker ve gerilla cenazelerinin gelmesi
eklenince, toplumda endişe ve gerilim de
artıyor. PKK’ye yönelik hava operasyonlarının başlamasıyla yeniden ivme kazanan
şiddet ortamı ‘nereye gidiyoruz’ sorusuna
kilitlenmiş durumda.
7 Haziran’dan sonra
‘ilk resmi’ temas
Türkiye ana gündemi, 7 Haziran sonrası
gerilen ve ardından sona erdirilen Çözüm
Süreci’nin yeniden inşasına yönelmiş
görünüyor. 4 Ağustos akşamı gerçekleşen
ve 7 Haziran sonrası ‘ilk temas’ biçiminde
yorumlanan görüşmeler, Kamu Düzeni
ve Güvenliği Müsteşarlığı (KDGM) ile
HDP İmralı Heyeti’nden İdris Baluken
ve Sırrı Süreyya Önder arasında gerçekleştirildi. KDGM Müsteşarı Muhammed
Dervişoğlu’nun daveti üzerine gerçekleşen temastan, ‘somut bir konuda anlaşma sağlandı’ açıklaması geldi. ‘Somut
anlaşma’nın ise Habur sınır kapısında
bekletilen 13 YPG-J’linin cenazelerinin ailelerine teslim edilmesi olduğu anlaşıldı.
Günler süren uzun pazarlıklarda cenazelerin PKK tarafından gövde gösterisine
dönüştürülmemesi sözü alınarak gerçekleştiği gelen diğer bilgiler arasında.
‘Öcalan herkese tepkili’
Ankara kulislerinde 5 Nisan 2015 tarihinden itibaren HDP heyetinin Öcalan’la
görüştürülmediği ancak, devlet heyetinin Öcalan’la görüşmeyi sürdürdüğü ve
Öcalan’ın devlet heyeti aracılığıyla yaptığı
açıklamalar haftanın en ilginç gelişmesi
oldu. Öcalan’ın devlet heyetiyle yaptığı
görüşmelerde ‘bütün taraflara katı eleştiri’ yönelttiği, ‘yeni ve hızlı bir takvim’
başlatmak istediği yönündeki bilgileri de,
KDGM’nin verdiği ileri sürülüyor. KDGM
yetkililerinin HDP Heyeti ile yaptığı
görüşmede ortaya çıkan gelişmelerde,
Öcalan’ın “herkese yönelik sert eleştiri-
leri olduğu, çözüm sürecinde bu noktaya
gelinmemesi gerektiğini düşündüğü,
bu yüzden de bu gidişatı önleyemeyen
herkese eleştiriler” yönelttiği Baluken ve
Önder’e aktarıldı.
“Silahlar konuşurken” İmralı ile görüşmenin mümkün olamayacağı yanıtını
alan HDP Heyeti, Öcalan ile görüşme
isteklerini yinelediler. KDGM’nin “hiçbir
kuşku ve güvensizliğe yer bırakmayacak
şekilde hızlı” bir takvimin yeniden Öcalan
tarafından hazırlandığı, bu takvimin
konuşulmaya başlanması sonrasında HDP
Heyeti’nin yeniden Öcalan’la görüşme
koşullarının ortaya çıkabileceği söylendi.
Demirtaş, Avrupa’da
KCK Heyeti ile görüştü
Bu gelişmelerin hemen ardından
Brüksel’e uçan HDP Eş Genel Başkanı
Selahattin Demirtaş’ın KCK Yürütme
Konseyi üyesi Zübeyir Aydar ve KongraGel Eşbaşkanı Remzi Kartal ile görüştü.
Aydar ve Kartal Öcalan’ ile görüşülmeden
karar alınamayacağını açıkladı. Demirtaş ile görüşmeden önce bir açıklama
yapan Zübeyir Aydar, ABD’nin de sürece
dahil edilerek Türkiye ile Kürdlerin bir
masada toplanması gerektiğini söyledi.
Brüksel’den basın aracılığı ile bir mesaj
veren Demirtaş ise, “Barış bize bu kadar
yakınken, onu tutmak mümkünken savaşmak zorunda değiliz” dedi.
Akdoğan: Süreç istismar edildi
aktörler değişebilir
HDP’nin artık bir yol ayrımında olduğunu söyleyen Başbakan Yardımcısı Yalçın
Akdoğan ise, “HDP bir terör örgütünü,
terör eylemlerini kınamanın ötesinde bu
örgütle ilişkilerini yeniden belirlemek durumunda. Yani bir elinde silah, bir elinde
siyaset olmuyor” diyerek, HDP’nin tavrını
netleştirmesini istediklerini ifade etti.
‘Çözüm Süreci yeniden başlar mı’
sorusuna yanıt veren Akdoğan, “Çözüm
Süreci dediğimiz sürecin farklı boyutları
var. Tüm Kürd vatandaşlarımıza veya
toplumun farklı kesimlerine dönük pek
çok reform hayata geçirildi. Temel hak ve
özgürlükleri geliştirmeye dönük. Böyle
baktığımızda biz bunlardan zaten geri
durmayız. Vatandaşımız için yapmamız
gerekenleri reform, yatırım, hizmet,
kucaklayıcı siyaset tarzı bağlamında zaten
devam ettirmek durumundayız ve bunu
yapıyoruz. Ama terörün son bulmasıyla
ilgili çalışmalar diye bakarsak o zaman
bahsettiğim rotaya oturtmaları lazım.
Hangi aktörlerle nasıl olacak? Bunu da
yeniden değerlendirmek gerekli” diye
konuştu.
‘HDP Heyeti Öcalan’la görüşemez’
İmralı ile devletin yetkili birimlerinin
görüşeceğini HDP Heyeti’nin ise görüş-
Ayhan Bilgen
Adem Geveri
Orhan Miroğlu
Mehmet Bekaroğlu
MANŞET
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
3
SÖYLEŞİ
Esat Canan
Garo Paylan
İmam Taşçıer
Çöken Çözüm Süreci
yeniden inşa edililir mi?
melere devam edemeyeceğini söyleyen
Akdoğan, “HDP Heyeti bu sürece ihanet
etti ve Öcalan adına sürekli yalan söylediler. Öcalan’ı da istismar ettiler. Kiminle
nasıl olacak o ayrı bir konu, değerlendirmemiz lazım” dedi.
HDP’ye yönelen baskıların yanı sıra, kapatılmasının bile tartışıldığı bu ortamda
bütün bu gelişmelerin ne anlama geldiğini
HDP Kars Milletvekili ve aynı zamanda
HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, CHP İstanbul
Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, HDP Van
Milletvekili Ayhan Geverî, HDP Diyarbakır Milletvekili İmam Taşçıer, AKP
Mardin Milletvekili Orhan Miroğlu, HDP
Urfa Milletvekili İbrahim Ayhan, HDP
İstanbul Miletvekili Garo Paylan, HDP
Eski Hakkari Miletvekili Esat Canan, HDP
Mardin Milletvekili Erol Dora BasHaber’e
değerlendirdi.
Bilgen: Kaosun sorumlusu HDP
değil AK Parti’dir
Siyasi partilerin demokratik katılım mekanizmasının belirleyici unsuru olduğunu
söyleyen HDP Kars Milletvekili ve aynı zamanda HDP Parti Sözcüsü Ayhan Bilgen
siyasi bir partiyi nefret söylemine maruz
bırakmanın, dışlayıcı bir dil kullanmanın
sadece o partiye zarar vermediğini aynı
zamanda demokrasi kurumunun da zarar
gördüğünü söyledi. Bilgen sözlerine şöyle
devam etti: “Burada tehdit ve baskı ile
bir kuşatma, kontrol altına alma yöntemi
hedefleniyorsa bunun tam tersi sonuçlar doğurduğu geçmişten bilinmelidir.
HDP’yi oluşan şiddetin sorumlusuymuş
gibi gösterme, öyle bir algı oluşturarak seçime gitme hesabı Türkiye’nin demokrasi
yönündeki ilerleyişine ve tüm partilerin,
toplumun tümüne dönük siyaset yapmasına ciddi biçimde engel olmaktadır. Yani
bugün içerisinde bulunduğumuz krizin
kaosun sorumlusunun HDP olmadığını,
aksine Cumhurbaşkanı’nın tutumu ve
yaklaşımı Çözüm Süreci’ne yönelik engelleyici tavrı bu noktaya gelinmesinde etkili
olmuştur. HDP’nin baraj altında kalması
hesabı aksine AK Parti’deki Kürd oylarının muhtemelen HDP’ye yönelmesi gibi
bir ihtimal ile sonuçlanacaktır, bunu da
bütün Türkiye gözlemleyebilir.”
Bekaroğlu: AKP’ye baskı yapılarak
çatışmalar durdurulmalı
CHP’nin Çözüm Süreci ve Kürd sorununun çözümüne dair tavrının net olduğunu
ifade eden CHP İstanbul Milletvekili Mehmet Bekaroğlu, “CHP bu sorunun meclis
çatısı altında çözüleceğini söylüyor. Eğer
CHP hükümet içinde yer alırsa bu tavrını
ve politikasını devam ettirecektir. CHP
şimdi hükümet değildir. Yaşanan olayların durması için hem AKP’ye hem PKK’ye
hem de HDP’ye bir baskı yapılmalı. Şimdiki çatışmayı PKK başlattı. Hem PKK’ye
hem de AKP’ye baskı yapılmalı ve bu
çatışmalar durdurulmalı” diye konuştu.
Miroğlu: Çözüm erken seçimde
Olası bir koalisyon hükümetinin en
önemli meselesinin Çözüm Süreci olduğunu söyleyen AKP Mardin Milletvekili
Orhan Miroğlu,”Medyadan okuduklarımıza bakılırsa CHP ve AKP’nin beş tane
başlık altında anlaştığı söyleniyor. Baktığımız zaman bu başlıklar arasında Çözüm
Süreci’ne rastlamıyoruz. Ama konuşulduğundan eminim. CHP bölgede tabela
partisi konumundadır. Bizim bölgedeki
politikamızı eleştiriyor. Bizim silahların
susması insan hak ve hürriyetlerine yönelik yaptığımız politikalar bellidir. CHP ile
olabilecek bir koalisyonda da bu duruşumuz devam edecektir. Eğer CHP ile olmaz
ise MHP ile bir koalisyon girişiminin
olabileceğine inanmıyorum. MHP’nin insan hakları ve özgürlüklere dair tavrı belli
bizim ki bellidir” diyerek en sağlıklı
çözümün erken seçimde olduğunu
söyledi.
Geverî: Öcalan’la görüşmelerin
yasal dayanağı yoktur
AKP ve Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın şahsi çıkarlarının
peşine düştüğünü söyleyen HDP Van
Milletvekili Ayhan Geverî, “Kendi
gelecekleri için telaşa düştüler, yeni
bir kirli savaşın başlangıcına sebep
oldular. Başka bir sebep 7 Haziran seçim sonuçlarında aldıkları
sonuçları beğenmeme ve bu sonuç
ile ne hükümet kurabildiler ne de
başkanlık sistemini getirebildiler.
Böylece Cumhurbaşkanı’nın bir
başkan olmasa da bir başkanın gücünü elinde tutabilmesi için mecliste
grubu olan bir partiyi meclisten
çıkarması lazım, bu parti MHP değil
ise HDP’dir. Hükümet olabilmeleri ve kendi milletvekilli sayılarını
artırabilmeleri için önümüzdeki
erken seçimlerde HDP’yi baraj
altına bırakmaya” çalıştıklarını ifade
etti. Öcalan ile yürüttükleri sürecin herhangi bir anayasal dayanağı
olmadığını söyleyen Geverî, “Fiili ve
illegal bir şeydir. Ortada herhangi
bir anlaşma ile parlamentoda verilen
bir karar yoktur. Bunun böyle devam
etmesini istiyorlar. Bunun önünde
bir engel var o da HDP’dir. AK Parti
temsilcileri Kürd sorununu kalıcı bir
anayasal güvenceye almamak için
HDP’yi muhataplıktan çıkartmaya
çalıştılar” diye konuştu.
Taşçıer: Gelişmeler erken
seçim yatırımıdır
Demirtaş’ın ve HDP’nin, ‘Kürdlerin de Türkler gibi eşit yaşam koşul-
ları içerisin de yaşaması’ talebinin
AKP tarafından makul karşılanmadığını söyleyen HDP Diyarbakır
Milletvekili İmam Taşçıer, “Kürdlere
oy vermeyen Kürd seçmenlerinde
artık oyunu Kürdlere vermesi ve
halkın barış talepleri onları rahatsız
etti. Dikkat edecek olursak Yalçın
Akdoğan, seçimlerden önce bunu
dile getirmişti. ‘HDP baraj altında
kalırsa iyi olur’ demişti. HDP’nin
seçim barajını geçmesi, onların başkanlık sistemini getiremeyecekleri
manasına geliyor. Derin planlar içerisindeler. 5 Haziran’daki Diyarbakır
patlaması, Suruç patlaması ve en
son da Kandil’in bombalanması tüm
yaşananların” bu planın bir parçası
olduğunu gösteriyor dedi.
Ayhan: Kişisel menfaatleri için
savaşı seçtiler
Meselenin zihniyet meselesi olduğunu ifade eden Urfa Milletvekili
İbrahim Ayhan sözlerine şöyle devam etti: “Maalesef zihniyetlerini bir
türlü değiştirmiyorlar. Bu zihniyetle
Kürd sorununu hiçbir şekilde çözemeyecekleri ortadadır. Geçici olan
hükümet, savaş kararı almıştır. Yaptıkları bütün suçları saklamak için
bu saldırıları yapıyorlar. Biz esasen
demokrasi yolu ile bu sorunu çözmek
istiyoruz. Ama hükümet ve Erdoğan
buna böyle bakmıyor. Erdoğan’ın
ve AKP’nin bütün amaçları HDP’yi
seçim barajının altı bırakmak ve
kendilerine göre bir diktatörlük
kurmaktır. Bunun içinde erken seçim
olmasını istiyorlar. Yaptıkları bu
bütün girişimlerinin amacı menfaatlerini çıkarlarını korumak ve devam
ettirmektir.”
Paylan: Bu savaş sarayın savaşı
Barışı savunarak başarı elde
ettiklerini dile getiren HDP İstanbul
Milletvekili Garo Paylan, “13 yıl önce
Türkiye’nin değişimi iddiasında olan
AKP, tek kişilik değişim içerisinde
oldu ve onun ezberini devam ettirdi.
Ötekileştiren dili ile de kaybetti. Bu
yenilginin farkına varamadıkları için
kin ve öfke kusuyorlar. Bugün çok iyi
biliyoruz ki bu toplum savaş istemiyor. Gerilla ve asker annesi kesinlikle savaş istemiyor. Biz biran önce
bu savaşın durması için hükümet
yetkililerine, PKK ve KCK yetkililerine çağrılarda bulunduk. Buna izin
vermemek için elimizden gelen her
şeyi yapacağız. AKP’nin çatışma ve
ölümlerle tabanını tahkim etmeye
çalıştığını söyleyen Paylan şunları
söyledi: “Artık seçmenler bu kimin
savaşı diye sorguluyor. Biz net bir
şekilde bu savaşın sarayın bekasının
savaşı olduğunu söylüyoruz.”
Canan: PKK’nin de ateşkesi
bozmaması gerekiyordu
HDP’nin baraj altında kalmasının
artık mümkün olmadığına vurgu
yapan HDP eski Hakkari Milletvekili Esat Canan, “HDP demokrasi ve
barışı savunan bir partidir. HDP’yi
seçim barajının altında kalması söz
konusu bile olamaz. Bu tartışmanın
artık Türkiye toplumuna ve çözüm
sürecine de bir yararı yok. Cumhurbaşkanı Türkiye’yi erken bir seçime
götürmek istiyor. Erken seçim kaçınılmaz hale gelmiştir. Erken seçim
ile sonucun değişmesine ihtimal
vermiyorum. Ak Parti’nin çözüme
biraz daha odaklı olması gerekiyor.
PKK’nin de ateşkesi bozmaması
gerekiyordu. Keşke bunu yapmasalardı” dedi.
Dora: Erken seçimde
oylarımız artacaktır
Seçimler sonrası HDP’ye ve
Demirtaş’a yönelen saldırıların,
barışa ve halkların kardeşliğine katkı
sağlamayacağını ve bundan vazgeçilmesi gerektiğini söyleyen HDP
Mardin Milletvekili Erol Dora, “HDP
Türkiye’de ki bütün etnik kesimlerden aday göstererek Türkiye’deki her
kesimi kapsamıştır. Dolayısı ile halk
tercihini sandığa yansıtmıştır. Bugün
AK Parti bu durumu hazmedemiyor. Erken bir seçimin olması için
HDP’ye yönelik yıpratma tavırları
içerisindedir. Artık Türkiye halkı
bilinçlenmiştir. Olası erken seçimde
de oylarımızın daha çok artacağını umuyoruz. 7 Haziran seçiminin
sonuçlarını hazmedemeyenleri halk
tekrardan cezalandıracaktır” dedi.
03
ABD Kürdleri sattı mı?
MESUT YEĞEN
Türkiye’nin Suriye siyasetinde bir büyük
tornistan yapıp ABD çizgisine gelmesi ve bu
tornistandan aldığı ‘meşruiyetle’ aralıksız biçimde Kandil’i bombalaması hem Kürd hem Türk
mahfillerde aynı sorunun ortaya atılmasına sebep oldu: ABD Kürdleri sattı mı? Soru önemli
çünkü Türkiye’nin pozisyon değiştirmesiyle
birlikte Kobanê ve Afrin’in birleşmesi ve Suriye
Kürdistanı’nın PYD/PKK tarafından çekip çevrilen bir Kürd entitesine dönmesi ihtimalleri kesinkes ortadan kalktı ve Haseke ve Kobanê’nin birleşmişliğinin sürdürülüp
sürdürülemeyeceği belirsizleşti. Keza, Türkiye’yle ABD arasındaki ittifakın
Suriye Kürdistanı’nda PYD’nin, Türkiye’de ise PKK’nin geriletilmesine yol
verme ihtimali ortaya çıktı. Oluşan bu yeni durum sebebiyle bir kısım Kürd
mahfil biraz kaygıyla, bir kısım Türk-İslamcı mahfil ise sevinçli bir telaş
içinde aynı soruyu sorar oldu: ABD Kürdleri sattı mı?
Sözünü ettiğim sonuç ve ihtimallere sebep olmuş olması itibarıyla Türkiye ile ABD’nin Suriye sahasındaki anlaşmasının bu sevimsiz soruya yol
açmış olması anlaşılmaz değil. Ancak her iki mahfilin de ihmal ettiği bir
durum var: Evet ABD’dir bu, Kürdleri, bilhassa Güney Kürdlerini geçmişte
birkaç kez sattı, bugün de Kuzey Kürdlerini satabilir; ama ortada ne satışı
yapılabilecek bir ortaklık, ittifak vardı ne de Kürdler ABD için hepten satılıp, ihmal edilebilir kıymetsizlikte bir unsur. İzah etmeye çalışayım.
ABD Kürdler ilişkisinin geçmişi ortada. Güney Kürdleri hem 1975’te
hem 1991’de ABD tarafından ortada ve Irak’ın olmayan insafına bırakıldılar. Daha yakın zamanda, geçen sene ise IŞİD’in olmayan insafına. Ama
yine Güney Kürdleri 2003’te ABD tarafından devlet-benzeri bir duruma
kavuşturuldular ve yine geçen sene önce Erbil’de ardından Kobanê’de IŞİD
barbarlığından kurtarıldılar. Bu da şu demek: Kürdler ABD için satılabilir
de, ihya da edilebilir; hangisinin olacağını Kürdlerin kudretiyle ABD’nin
ali menfaatlerinin çakıştığı yer belirler. Kürdlerle ABD arasındaki ilişkinin seyri muhtemelen ABD’yle Türkiye arasındaki anlaşmadan sonra da
bu minvalde şekillenir. Kürdler kudretleri ve ABD için taşıdıkları önem
nispetinde ABD tarafından satılır, kollanır ya da muhafaza edilir.Kürdlerin
ABD’yle münasebetinin akıbetine bu perspektiften bakıldığında görünen
şu: Güney Kürdlerinin ABD için satılabilir noktaya gelmesi imkansız değil
ama imkansıza yakın; hele de ABD’yle İran arasındaki ilişkinin bunca değişmesinin ardından. Güney Kürdleri belli ki görülebilir vadede ABD’nin
kollamasına mazhar olmaya devam edecekler. Geçen sene yaptıkları gibi
ABD’nin onay vermemesine rağmen Bağdat’tan uzaklaşıp Ankara’ya yakınlaşmak gibi hem ABD’yi hem de Tahran’ı tedirgin eden büyük, revizyonist adımlar atmadıkça. Suriye Kürdlerinin durumu farklı. Suriye Kürdleri, ABD için yeni, etkili ve fakat PKK gibi sistem dışı bir aktörle olan
organik münasebeti sebebiyle tedirgin edici bir aktör. Bir yandan Suriye
sahasında ABD’nin arzuladığı türden bir yeni düzenin kurulabilmesinde işlevsel olabilecek ama bir yandan da ABD’nin kadim müttefiki Türkiye’nin
hassasiyetlerine dokunan bir aktör. Bu sebeple ABD Türkiye arasındaki
ilişkiler bugünlerde aldığı kıvamda devam ettikçe Suriye Kürdleriyle ABD
arasındaki ilişkinin ABD Güney Kürdleri ilişkisine evrilmesi imkansız. Ve
hatta durum galiba şu: PYD’nin biraz da Türkiye’nin ABD çizgisinden
uzaklaşmasına bağlı olarak Suriye’de elde ettikleri bundan ileri gitmeyecek, ama ABD Türkiye ilişkisinin değişmesinin ardından geri gidebilir. Bu
geri gidişin mesafesini Türkiye ABD arasındaki muhabbetin alacağı kıvam
ve PYD’nin göstereceği esneklik belirleyecektir. Kuzey Kürdleriyle, daha
doğrusu PKK hattıyla ABD arasındaki ilişkilere gelince. Buradaki ilişkinin
‘ABD, Obama Kürdleri sattı’ kaygısı ya da sevinciyle anlaşılması mümkün
değil, çünkü bu ikisi arasındaki ilişki ABD’nin berikini satabileceği bir yakınlığa zaten hiç erişmemişti. PYD’nin ABD’nin kısmi korumasına mazhar
olmasının ötesinde bir yakınlaşma PKK’yle ABD arasında hiç olmamıştı.
Ama şu da doğru: PKK hiçbir zaman tipik bir anti-ABD örgüt de olmadı.
Türkiye Kürdleriyle ABD arasındaki ilişkinin seyri de belli ki bütün bu
hal tarafından şekillenecek. Yani, PKK’nin halen önemli oranda sistem dışı
bir aktör oluşu ve lakin tipik bir anti-ABD aktör olmayışı, Türkiye’nin ABD
için gözden çıkarılamaz bir müttefik oluşu ve lakin Türkiye Kürdlerinin ve
PKK hattının ihmal edilemez büyüklükte ve hem Türkiye, hem Irak hem de
Suriye Kürdistanı’nda istikrarsızlık yaratabilecek kudrette bir aktör oluşu...
ABD ve Türkiye Kürdleri ve PKK arasındaki ilişkinin seyrini bu gerilimli
ilişki belirleyecek. Hülasa, Türkiye Kürdleri söz konusu olduğunda ABD
Kürdleri sattı diyerek yerinmenin de sevinmenin de manası yok çünkü Türkiye Kürdleriyle ABD arasındaki münasebet ABD’nin berikini satabileceği
bir yakınlığa hiç erişmedi. Üstelik, ABD’dir bu ihya da eder, satar da, hem
de herkesi.
04
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos 42015
HABER
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
5
SÖYLEŞİ
KBY’de başkanlık krizi aşılıyor
K
Mustafa Turan
ürdistan Bölge Yönetimi’de (KBY)
bir süredir özellikle YNK, Goran ve
İslami Birlik Partisi’nin Anayasa’ya
Bölge Başkanı’nın halk tarafından seçilmesine ve Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasına karşı çıkmaları, KBY’de
politik krize neden olmuştu. Bir yandan
IŞİD ile savaş, bir yandan ekonomik kriz
ile uğraşan KBY’de bu üç partinin İran
yanlısı hatta ısrar etmeleri, gerek parlamentoda gerekse de bölgenin genel
siyasetinde tıkanmaya neden olmuştu.
Üç parti başkanın parlamento tarafından
seçilmesi dayatmasında bulunmuş, bu
şekilde kürsü çoğunluğu ile Barzani’yi ve
PDK’yi başkanlık konusunda zorlayacakları hesabı yapmıştı. PDK’nin de Bölge
Başkanı’nın halk tarafından seçilmesine
engel teşkil eden bu tutuma karşı politikasını sertleştirmesi ipleri kopma noktasına
getirmişti. Bütün bu tablo KBY’yi tehlikeli
bir uçurumun kıyısına getirirken, söz konusu üç parti karar değiştirerek, Barzani’nin
bir dönem daha görevde kalması, ancak
başkanın parlamento tarafından seçilmesi
şartı koydu. Barzani’nin görev süresinin
uzatılması konusundaki tavır değişikliği,
Kürdistan’da devam eden IŞİD tehlikesi,
ekonomik kriz, bağımsızlık gibi gündemlerin giderek çözüme kavuşması ve genel
bir istikrarın oturtulmasının önünde artık
engel kalmadığı şeklinde yorumlanıyor.
YNK ve Goran Hareketi’nin sert muhalefetine rağmen, bölge ve diğer büyük
güçlerin Ortadoğu’nun IŞİD kaynaklı kaos
ve bu kaostan çıkış için fırsat olarak gördükleri Barzani’nin görevine devamına razı
olmaları, Barzani’nin bağımsızlık planlarını
uygulaması için de bir fırsat olarak yorumlanıyor.
IŞİD’e karşı mücadelede sergilediği
tutumla Peşmerge’ye büyük manevi güç
veren KBY Başkanı Mesud Barzani’nin bu
rolünü azaltamayan İran’ın geçen hafta
KBY Başkanı Mesud Barzani’yle görüşmek
üzere gönderdiği Ulusal Güvenlik Konseyi
Genel Sekreter Yardımcısı Ahmed Amiri
aracılığıyla Barzani’nin göreve devamını
destekler nitelikteki hamlesi sonrası YNK
ve Goran’ın da uzlaşıya kapı açmaları, bu
krizi giderme noktasında olumlu görünse
de, Kürdistan Bölgesi’nin dış güçlere bağımlılığı açısından geleceğe dair kaygıların haklılığını gözler önüne seriyor. Öte
yandan İran Besic Güçleri Komutanı ve
Irak İşleri Sorumlusu Kasım Süleymani’nin
de YNK ve Goran liderleri ile toplanarak,
Barzani’nin görev süresinin uzatılmasına yönelik tavır değişikliklerini ilettiği
bildiriliyor. Tahran, Barzani ile sertleşmeleri halinde birçok karşı hamleye maruz
kalacakları endişesi taşıdığı ve bu nedenle
siyaset değişikliğine gittiği bildiriliyor.
Başkanlık seçimi tartışmalarına müdahil olmamak için azami bir çaba sarf eden
Mesud Barzani, diğer taraftan diplomatik
çabalarla ekonomik kriz, Peşmerge’nin
savaş kapasitesinin yükseltilmesi, Türkiye
ile PKK arasında yeniden alevlenen savaş
halinin tekrar diyaloga evirilmesi, Rojava’daki Kürd birlik çalışmaları gibi birçok
büyük sorunun ulusal çıkarlar temelinde
çözümü için yoğun mesai harcıyor. Öte
yandan Rojava’da IŞİD’e karşı savaşta
hayatını kaybeden 13 Türkiye vatandaşı
YPG’linin Habur Sınır Kapısında Türkiye
tarafından geçişlerine izin verilmemesi
üzerine devreye giren Barzani’nin çabaları
sonuç verdi ve 13 savaşçının cenazeleri
Türkiye’ye geçirilerek memleketlerinde
toprağa verildi.
Türk savaş uçaklarının Kandil civarındaki Zergelê Köyüne yönelik gerçekleştirdikleri hava saldırısında köydeki sivil
kayıplarla ilgili incelemelerde bulunmak
için Güney Kürdistan’a giden HDP Urfa
Milletvekili Osman Baydemir başkanlığındaki HDP heyetini kabul eden Barzani,
heyetten incelemelerinin sonuçlarının yanı
sıra Türkiye’de tekrar alevlenen çatışmalar
hakkında bilgi aldı.
Başkanlık’ta uzlaşmaya doğru
KBY Başkanı Mesud Barzani’nin görev
süresini sonraki seçimin parlamento
onayı ile yapılması şartı konulması PDK
cephesinde tepki ile karşılandı. Kürdistan
kamuoyunda YNK ve Goran Hareketinin
Bölge Başkanı’nın parlamento tarafından
seçilmesi şartıyla Mesud Barzani’nin 2
yıl daha başkanlık görevini sürdürmesine
karar verirken, YNK Politbüro Sözcüsü
İmad Ahmed YNK’nin Parlamenter sistem
temelli, parlamento tarafından seçilen ve
yetkileri parlamento tarafından belirlenmiş
başkanlık sisteminin savunucusu olduğunu
söyledi.
Konuyla ilgili BasHaber’e açıklamalarda
bulunan Kürdistan İslami Birlik Partisi
(Yekgirtû) Parti Sözcüsü Ebubekir Karwan,
konunun çözüme kavuşturulması için daha
önce Kürdistan Parlamentosu Yasama Kurulu bünyesinde üç geniş taraflı toplantının
gerçekleştiğini, bu toplantılardan ortak
bir karar çıkmadığını ama şu an yeni bir
girişimin söz konusu olduğunu söyledi.
Sorunun çözümü için PDK dışındaki partilerin kendi aralarında görüşmeler gerçekleştirdiklerini, bu görüşmeler sonucunda
PDK Politbürosu’na Barzani’nin 2 yıl daha
görevde kalması ve karşılığında da Bölge
Başkanının Parlamento tarafından seçilmesini öngören teklifin yazılı olduğu mektup
gönderildiğini, bunun PDK tarafından kabul edilmesi ihtimalinin ağır bastığını ama
kesin karar için birkaç gün daha beklenilmesi gerektiğini söyledi.
Yekgirtû: Büyük parti
PDK’nin mesuliyeti büyüktür
PDK’nin büyük bir parti olmasından
kaynaklı mesuliyetinin de büyük olduğunu
vurgulayan Yekgirtû Sözcüsü Ebubekir
Karwan bundan dolayı çözüm için PDK’den
beklentilerin de büyük olduğunu ve bu
sebeple çözüm için yeni yol ve yöntemler
geliştirmesi gerektiğini söyledi. Rolünü yerine getirmesi halinde bu sorunun
üstesinden gelinebileceğini ve diğer bütün
kesimlerin de PDK’den beklentileri olduğunu sözlerine ekleyen Karwan bunun yeni
anayasanın belirlenen zamanda tamamlanmasını da sağlayacağını söyledi. Yeni
anayasa çalışmaları hakkında da bilgi veren
Ebubekir Karwan şöyle konuştu: Yeni
anayasanın 70’e yakın maddesi yazıldı ama
Bölge Başkanının seçim usulüyle ilgili maddelere varılmadı. Bu yüzden Anayasa Hazılık Komisyonu bu konuya giriş yapmamış
ve bunu tartışmaya açmamıştır. Var olan
tartışmalar komisyon dışında parlamento
ve siyasi arenada yürüyen tartışmalardır.
Bölge Başkanı’nın seçim usulünde çözüm
PDK’nin beklentileri karşılamasına bağlıdır. Eğer PDK bu beklentileri karşılarsa,
bu durum ilerde bu konuyu işleyecek olan
anayasa komisyonunun da işlerini büyük
ölçüde karşılayacaktır.
Ahmed Gerdi:
Milli irade hakim olmalı
Merkezi Peşmerge Güçleri Komutanlarından Ahmed Gerdi ise BasHaber’e verdiği
demecinde KBY Başkanı ve PDK’nin Bölge
Başkanı’nın halk tarafından seçilmesini
istediklerini, bunun en demokratik yöntem
olduğunu ama bunun parlamenter sistemle
uyuşmadığı yönünde kamuoyunun yanıltıldığını söyleyerek konuya dair şunları
söyledi: Başkan Barzani ve PDK ayrıca
bu konunun parlamento çatısı altında ev
şeffaflıkla çözüme kavuşturulması için de
çağrıda bulundular. Hükümeti oluşturan
milli irade nasıl bir bütün olarak yürütme
görevini yapıyorsa ve bunu tüm tarafların
ittifakıyla yapıyorsa, Kürdistan’da sorun
olan bütün meseleler de yine bu iradeyle
çözüme kavuşturulmalı. Pratikte olumlu
görünse de, İran’in tavır değişikliğiyle
tavırlarını değiştirmeleri milli irade açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
İran’li yetkililerin YNK ve Goran yöneticileriyle görüşmelerinden sonra bu partilerin
tavırlarında yumuşama oldu. Bu her şeyi
gösteriyor.
‘İran etkisiz bir Barzani’den yana’
YNK ve Goran Hareketi üzerindeki
etkisi bilinen İran’ın, Barzani’nin iki yıl
daha Başkanlık görevine devam etmesini
desteklemesinden sonra, bu partilerin de
buna razı oldukları yönündeki sorumuza
karşılık ta Karwan, başından beri hiçbir
Kürdistani partinin Barzani’nin 2 yıl daha
görevde kalmasına karşı olmadıklarını, sorunun PDK’nin tam parlamenter
sistem çerçevesinde Bölge Başkanı’nın
parlamento tarafından seçilmesine
karşı çıkmasından kaynaklandığını ve
PDK’nin bu konuda geri adım atması
durumunda sorunun çözüme kavuşacağını söyledi. Karwan, “İran ve Türkiye,
bölgenin istikrarı için Barzani’nin 2
yıl daha görevini yürütmesini olumlu
karşılıyorlar. Ama İran, siyasal anlamda
etkisiz ve zayıflamış bir Barzani’nin bu
görevi devam etmesinden yana.”
İslami partilerin yeni anayasanın din
ve şeriatın anayasa bağını belirleyen
6. maddesini de değerlendiren Ebubekir Karwan, bu konuda PDK, YNK ve
bir radeye kadar Goran Hareketinin
bu öneriyi değerlendirilebilir olarak
nitelemelerinin, sorunun büyümesinin
önüne geçtiğini, bu ve daha birçok konu
üzerinde verimli tartışmaların devam
ettiğini başkanlık seçim sisteminin de
çözüme kavuşturulması durumunda
yeni anayasanın yazımının tamamlanması önünde ciddi bir engelin kalmayacağını söyledi.
Kriz ve manipülasyon
İç siyasal arenada başkanlık seçim
usulünde sona doğru yaklaşılırken,
İran’ın YNK, Goran ve diğer iki İslami
parti üzerinden Bölge Başkanı’nın
parlamento tarafından seçilmesini
öngören yasa teklifini parlamentoya
sunması ardından ortaya çıkan siyasi
kriz ile birlikte, siyasi nüfuz gücü
zayıflatılmış ve bölgeyle ilgili taleplerine hayır diyemeyecek bir Barzani’nin
göreve devam etmesi için, bahsi geçen
siyasi partilerin bu işlevlerini yerine
getirmesinden sonra Barzani’nin 2 yıl
daha görevde kalmasına onay verdiklerini, İran’ın bunu Devrim Muhafızları
Kudüs Kuvvetleri Komutanı Kasım
Süleymani üzerinden dayattığı yönünde
değerlendirmeler yapılmakta. Barzani
etkisinin zayıflatılmasının tam tersi
bir sonuç ortaya çıksa da, siyasi krizin
boy göstermesi ve bu krizin hala tam
manasıyla giderilmediği söylenebilir.
İddialara göre Süleymani’nin YNK’den
Hêro İbrahim Ahmed, Kosret Resul ve
Berhem Salih ve Goran Hareketinden
Newşirwan Mustafa ile görüştüğünü ve
onlara Tahran’ın Barzani’nin görevine
devam etmesini benimsediğini söylediği
konuşuluyor. İddiaların dayandırıldığı
kaynaklarının isimlerini açıklamamakla
tanınan medya organları bunlarla yetinmeyip Kasım Süleymani’nin Barzani’yle
de görüşmeler gerçekleştirdiğini iddia
ediyor.
HABER
05
Barzani: Ezdixan biterse Kürd biter
IŞİD’in Şengal’de gerçekleştirdiği katliamın birinci yıldönümü
veslesiyle düzenlenen anma merasimine katılmak için Duhok’a giden KBY Başkanı Mesud Barzani, katliamda ve Kürdistan savunmasında yaşamını yitiren Ezdi vatandaşı ve Peşmergeleri andı. Katliam
ardından Şengal Dağına gidişini ve Peşmerge’nin Şengal Dağında
mahsur kalmış Ezidi vatandaşların kurtarılması için verdiği büyük
mücadeleyi anımsatan Barzani şöyle konuştu; “Sinune ve Şengal
Dağı yolu kahraman Peşmergenin kanıyla açıldı. Şengal coğrafyası savunmaya çok elverişli değildir. Bu yüzden burada katliamlar
yaşanmıştır ve tarihte bunun başka örnekleri de mevcuttur ama
şimdi bu bölge Kürdistan’a bağlanıp güvenlikli hale getirilmiştir.”
Kürdistan’ı diğer güçlerin Peşmergeyle birlikte Şengal’in savunmasına yaptıkları katkıya da değinen Barzani, Şengal’den kaçmış Ezidi
vatandaşlara da şöyle seslendi:
“Babe Şêx’e de söyledim. Bunun azabını çeke çeke harap oldum.
Ama Ezdixan bitmeyecek çünkü o biterse Kürd biter. Ezdi bacılar
ve de kardeşler, kendinize inanın ve burayı kendi vatanınız bilin ve
umutlu olun ki mutlu bir gelecek kuralım. Ezdilere karşı gerçekleşen
bu katliam Kürdlere karşı gerçekleşen tarihsel katliamların bir devamıdır. 12 bin Feyli, 8 bin Barzani ve 182 bin enfal kurbanı kurd ve
bugün ezdi kardeşlerimize karşı işlenen bu katliam. Ama biz savaş
meydanında bunların intikamını alıyoruz
ve size söz veriyorum ki tek bir katliamcı
kalana dek biz intikamımızı almaktan
vazgeçmeyeceğiz.” Şengal’in il olması için
Bağdat nezdinde girişimlerde bulanacaklarını söyleyen KBY Başkanı Barzani,
Kürdistan Bölge Hükümetinden, büyük
ekonomik krize rağmen Şengal’lilerle özel
olarak ilgilemelerini istedi.
Barzani,
Zergele mağdruları ile görüştü
Barzani, Türk savaş uçaklarının
Güney Kürdistan’daki sivil alanları bombalaması sonucu hayatını
kaybedenlerin aileleri ile bir araya geldi. Barzani, sivil ve günahsız insanların hedef alınmasını kabul etmeyeceklerini yineledi.
KBY Başkanlığı resmi sitesinde yer alan açıklamaya göre; Barzani,
Zergele köyünde TSK uçaklarının bombalaması sonucu hayatını
yitiren vatandaşların ailelerini Pîrmam’daki (Selahaddin) başkan-
lık ofisinde kabul etti.Yaşamını yitirenler için okunan fatihanın
ardından, bombalamada yaşamını yitirenlerin ailelerine başsağlığı
dileyen Barzani; ‘‘ Şehit düşenler, tüm Kürdistan’ın şehididir. Ancak
taraf olmadığımız bir savaşta şehit düşmüşlerdir. Sivil ve günahsız
insanların bu savaşa kurban gitmesi kabul edilemez’’ dedi. Barış
sürecinin sona ermemesi ve savaşın başlamaması için çok çaba
verdiğini belirten Mesud Barzani, sözlerini şöyle sürdürdü: ‘‘Biz
savaşa karşıyız. Çünkü savaş bir çözüm değil ve her zaman günahsız
sivil insanlar savaşın kurbanı olmuştur. KBY olarak biz savaşın sona
ermesi ve tarafların yine barış sürecine dönmesi için çabalıyoruz.’’
Bombardımanda yaşamını yitiren ailelerin acılarını derinden paylaştığını belirten Barzani, ‘‘Bir damla şehit kanı tüm dünya malına
bedeldir. Biliyorum. Ancak KBY olarak şehit düşen ve bombardımanda zarar gören ailelerimize elimizden gelen yardımı yapmak
istiyoruz. Yaralıların tedavisi içinde gerekenler yapılacaktır’’ ifadelerini kullandı. KBY Başkanı ile görüşmelerinin acılarını bir nebze
olsun hafiflettiğini belirten Zergeleli aileler, KBY ve Barzani’ye
yardımlarından dolayı teşekkür etti.
1991 yılındaki ayaklanma sonrası yıkılan köylerini yeniden kurduklarını, köylerinde barış ve huzur içinde yaşarken taraf olmadıkları bir savaşın kurbanı olduklarını, yakınlarını kaybettiklerini,
evlerinin viraneye döndüğünü belirten acılı aileler, ‘‘PKK’yi defalarca kamplarını köylerimizden uzak tutması için çok uyardık. Ancak bizi
dinlemediler ve her saat her saniye hayatımızı
tehlikeye attılar’’ ifadelerini kullandı.
Kendileri için artık iki seçenek olduğunu
belirten Zergele köyü sakinleri şunları ifade
etti: ‘‘Huzur içinde yaşamamız için önümüzde
iki seçenek var. Ya PKK kamplarını köylerimizden uzağa götürecek. Ya da biz atalarımızın
yıllardır üzerinde yaşadığı köylerimizden göç
etmek zorunda kalacağız.’’
Zergele kurbanlarının yakınları ayrıca
Kürdistan Bölge Hükümeti’ne olaydan sonra kendilerini yalnız
bırakmadıkları ve kendilerine sundukları destek için teşekkür etti.
Görüşmenin sonunda aileler, Barzani’den savaşın köylerinden uzak
tutulması ve bir daha sivil halkın kanının dökülmemesi için çaba
göstermesini talep etti.
Süleymaniye de yolsuzluk rahatsızlığı büyüyor
Önceki yıllarda ortaya çıkan büyük yolsuzluklar ardından YNK’de
ayrılmalar meydana gelmiş ve ayrılanlar Goran Hareketini kurmuşlardı. Buna rağmen bu yolsuzlukların devam ettiği yönünde bilgiler
geliyor; Zira geçen hafta Süleymaniye’yle birlikte Halepçe, Kıfri,
Dokan, Xurmal, Germiyan ve Derbendixan da ortaya çıkan gösterilerde göstericiler yolsuzluklara göz yuman yöneticilerin istifalarını ve
yolsuzlukların ününe geçilmesi için gerekli çalışmaların yapılmasını
istedi. Bu bölgelerde tansiyonun yükseldiği gözlenirken gösterilere dair BasHaber’e konuşan PDK Halepçe Bürosu Sorumlusu Fazil
Beşareti bölgenin istikrar ve huzurunu bozmayacak tarzda yapılması
kaydıyla gösterileri desteklediğini belirterek, “Yöneticilerin yetersizliklerine karşı her vatandaşın tepkisini dile getirme ve hükümete
hesap sorma hakkı vardır. Ama bu gösterilerin sebebi hükümet değil
yerel yönetimlerdir” dedi.
Cephe Komutanlarından siyasilere: Sorunları çözün
Gazetemizi yayına hazırladığımız sırada elimize önemli bir haber
geçti. Güney Kürdistan’da IŞİD’e karşı aktif mücadele yürüten
Peşmerge Komutanları KBY ve tüm siyasi taraflara ortak imzalı bir
mektup göndererek mevcut sorunları yurtseverlik duygusuyla çözmelerini istediler. Peşmerge Bakanlığı, YNK, PDK ve diğer partilerden
42 Peşmerge Komutanının imzasıyla yazılan ve KBY, Hükümeti,
Parlamentosu ve tüm siyasi partilere gönderilen mektupta, Kürdistan
Bölgesi’nin karşı karşıya olduğu tehlikelere dikkat çekilerek, uzun
süredir devam eden anlaşmazlıkların çözümü için siyasi tarafların
bir an önce diyalog masasına oturması talebinde bulunuldu. Mevcut
durumu ‘keşmekeşlik’ olarak değerlendiren Komutanlar siyasilere
çözüm yolunda adım atmaları önerisinde bulundu. Büyük fedakarlık
örneği sergileyen Peşmergeye saygı temelinde, sorunların çözümü
noktasında atılacak adımların Peşmerge açısından büyük bir moral
olacağının anımsatıldığı mektupta şu ifadelere yer verildi: “Tüm
dünyanın şahitliğinde bir yılı aşkın bir süredir Peşmerge bin kilometrelik bir coğrafyada Xaneqîn’den Calewla’ya, Şengal’den, Zûmar’a,
Kobanê’ye kadar Kürdistan milletinin evlatları Kürdistan topraklarını
ve milletini korumak için eşsiz bir fedakarlık ve kahramanlık gösteriyor. En zor şartlarda dahi aman demeden teröristlere karşı savaşta
1200 şehit veren ve binlercesi yaralanan Peşmerge, böylesine tehlikeli
bir süreçte meydana gelen siyasi istikrarsızlığın Kürdistan halkının
ve bölgenin geleceğini belirsizliğe sürüklemesinden tedirgindir.
Kürdistan halkı ve Peşmergesi, çözüm konusunda atılacak her adımı
desteklemektedir.”
06
DOSYA
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
BasHaber
adımlardan biri olarak OHAL yıllarca miting alanlarında bir
progpaganda aracı olarak kullanıldı. Bu yasayı kaldıranlar
“Bakın biz OHAL’i kaldırdık” söylemi Kürdistan’daki her
mitingte söylendi. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerine giderken
Türkiye ve Kürdistan’ın birçok kentinde yaşanan olayların seçim sonrası da devam edeceği öngörülmüş olacak ki Şırnak’ta
Nisan ayında Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilmeye başlandı. 2013 yılında başlayan Çözüm Süreci ile kent merkezine
taşınan köylülerin geri dönüp en azından tarımsal faaliyet
sürdürdükleri köyleri OHAL’den çıkartılıp Özel Güvenlik
Bölgeleri ilan edilmeye başlandı. Seçim öncesinde var olan
çatışmasızlığa rağmen Özel Güvenlik Bölgelerinin ilanına
halk anlam veremezken yıllarca yitirdiklerini bekleyen köyler
yeniden insanlara kapatıldı.
Kuzeyi ve Rojava’sıyla neredeyse bir bütün olarak ele
alınan Kürd Sorunu’nda son dönemlerde yaşananlarla birlikte
OHAL’in kıyafet değiştirmiş hali Özel Güvenlik bölgeleri hem
Kuzey’deki Kürd kentlerinde ve Rojava sınırında yeniden ilan
edilmeye başlandı. Özellikle 20 Temmuz Suruç katliamının
hemen ardından Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesiyle
PKK ile yeniden çatışmaya girilmesi Özel Güvenlik Bölgelerinin ilanını hızlandırdı.
OHAL’den bu yeni ‘hal’e mi?
T
Rabia Çetin
ürkiye ve PKK arasında süren düşük
yoğunluklu savaş ya da çatışmalı
yıllar boyunca ülkenin neredeyse
yarısı olağanüstü yasalarla yönetildi ve
siyasi literatüre OHAL diye bir icat girdi. 12
Eylül Darbesi ile tanıştığımız ve 87’de yasa
haline getirilen Olağan Üstü Hal (OHAL)
Yasası yıllarca Kürdistan’ın birçok kentinde
uygulandı. Özellikle 90’lı yıllarda etkisini
fazlasıyla hissettiren ve neredeyse 2000’li
yıllara kadar devam eden OHAL döneminde
binlerce yerleşim yeri boşaltılmış ve yaklaşık
5 milyon kişi yerinden edilmişti. Köylerin
mezraların boşaltılması, yakılması, zorunlu
göç ile ağır insan hakları ihlalleri yaşanırken
bu travma ile henüz tam olarak yüzleşilmedi. Kürdistan’ın insanına ve doğasına zarar
veren OHAL kültürel yapıyı da derinden etkilerken göç eden insanların kentlerde yaşadığı
travmaların izleri ise halen sürüyor.
Söz konusu uygulamanın yarattığı tahribat
henüz giderilememişken, seçim öncesinde
başlayan taraflar arasındaki girginlik, Dolmabahçe butabatının bozulması ve seçimlerden sonra PKK’nin önce barjlara dönük
yeni bir uygulama başlatacağı, ardından
Suruç’taki katliam ve peşisıra vuku bulan yeniden çatışma ortamı ile birlikte bu kez Özel
Güvenlik Bölgeleri uygulaması başladı. 7
Haziran Genel Seçimlerinden önce Şırnak’ta
başlayan uygulama seçimden sonra PKK’ye
yönelik sınırötesi operasyonların başlamasıyla Kürdistan’da 30’u aşkın alanda yasaklı
bölgeler ilan edildi. PKK ve devlet arasında
yaşanan olağanüstü durumda her koşulda
vatandaşın yaşam hakkının ihlali ve doğanın
tahribatı kaçınılmaz oluyor.
87’den 2002’ye 15 yıl süren OHAL
12 Eylül Darbesinden sonra 80’li yıllarda etkin eylemlere başlamasıyla birlikte
dönemin Başbakanı Turgut Özal ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren döneminde PKK asayiş
ve güvenlik sorunu olarak görülmüş bunun
önünün ise OHAL ile alınacağı düşünülmüştü. Bu düşüncenin ürünü olarak Kuzey
Kürdistan’da önce 8 kentte ardından 6 kent
daha olmak üzere toplamda 14 kentte OHAL
ilan edildi. Bu yasa ile PKK ile mücadele adı
altında köy boşaltmalar ve yerinden etmeler
uygulanmaya başlandı. Özal döneminde
uygulamaya konulan ve başbakan ile cumhurbaşkanları değişse de OHAL’in varlığı
ve hükümlüğü neredeyse 15 yıl boyunca hiç
değişmedi.
OHAL’de 3 bin 500 köy boşaltıldı
Toplu katliamların yaşandığıi faili meçhul
cinayetlerin hiç eksik olmadığı OHAL
döneminde özellikle Kürdistan’ın köylerinde ağır insan hakları ihlalleri yaşandı.
87’de yasa haline getirilen ancak en büyük
etkisi 90’lı yıllarda olan OHAL ile tarım ve
hayvancılık ile geçinen Kürdistan’da Batman,
Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkari, Dersim,
Şırnak, Mardin başta olmak üzere binlerce
köy ve mezra boşaltıldı. İHD’nin verilerine
gore OHAL döneminde toplamda 3 bin 500
civarında köy ve mezra boşaltıldı ve yakıldı. Yakılan ve boşaltılan köylerde binlerce
insan kent merkezlerine göç etmek zorunda
kalırken sosyo – ekonomik açıdan da büyük
sorunlar yaşandı. Üstelik bu hak ihlallerinin
doğurduğu zararlar ise karşılanmadı.
Normalleşme 2002’de başladı
OHAL’în verdiği zararlar aradan geçen
onca zamana rağmen karşılanmazken
Kürdistan’ın kabusu haline gelen OHAL’in
kaldırılması 2000’li yıllarda oldu. 2000’li yıllarda siyaset arenasına çıkan AKP bu travmayı kaldırarak Kürdistan kentlerinde belki de
yapabileceği en iyi hizmeti yapmıştı. Aslında
OHAL’in kaldırılması kararı AKP’den önceki
koalisyon hükümeti tarafından alınmış ancak
uygulamaya konulmamıştı. AKP iktidara gelince OHAL’i kaldırarak Kürdistan kentlerinde bir “normalleşme” sürecini başlatmıştı.
AKP’nin iktidara gelmesiyle kaldırılan
OHAL’in ardından Normalleşme süreci
başlamıştı. Normalleşme sürecinde hak
arayışna giren OHAL mağdurları konuyu
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM)
taşıdı. AİHM’e binlerce başvuru yapılırken
AİHM bu durumun Türkiye’nin kendi içerisinde çözmesini öngörmüştü. Bu öngörünün
ardından 2004 yılında AB Uyum Yasaları
çerçevesinde 5233 sayılı ‘Terör ve Terörle
Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması
Hakkında Kanun’ çıkarıldı. Kanun ile OHAL
mağdurlarının zararlarının karşılanacağı
açıklandı. Ve yavaş yavaş OHAL mağdurlarına tazminat ödenmeye başlandı. Ancak bu
tazminatlar yıllarca süren savaşın verdiği
zararları karşılamazken yeni bir konut almaya dahi neredeyse yetmiyordu. Ancak buna
rağmen OHAL mağdurları paradan ziyade
geri dönüşlere izin verilmesini istedi.
2005 yılında dönemin Başbakanı Recep
Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’da ilk defa
“Kürd sorunu vardır ve benim meselemdir.
Ben çözeğim” dedikten sonra OHAL mağduru yurttaşlarda bir geri dönüş umudu başladı. Ancak 2005’te yeniden çözümü gündeme
gelen Kürd Sorunu’nun 10 yıldır neredeyse
2-3 yılda bir çözüleceği söylense de 2015’in
ortalarına geldiğimiz şu günlerde henüz net
bir çözüm önerisi ve takvimi sunulmadı. Son
minvalede Çözüm Süreci adını alan Kürd
Sorununun çözümü için siyasiler, Kandil,
İmralı, AKP, HDP arasında gelgitler yaşansa
da asıl mağdurlar bir tarafta geri dönecekleri
günü bekliyorlar.
OHAL’den bu ‘özel’ hale…
Kürd Sorunu’nun çözümü için atılan
DOSYA
10 - 16 Ağustos 2015
30’u aşkın bölge “Özel Güvenlik Bölgesi”
PKK’ye yönelik bombadırman sınır ötesinde olsa da geçici
hükümet olası ihtimalleri de göz önünde bulunduracak olacak
ki sınırın bu tarafında da Özel Güvenlik Bölgeleri ilan etmeye
devam ediyor. Mayıs ayından bu yana Dersim ve Şırnak’ta
14, Ağrı’da 2, Gaziantep Karkamış’ta 2, Kilis’te 4, Siirt’te 2,
Ağrı’da 2, Hakkari’de 3, Kars’ta 2 ve son olarak Urfa’da 3
bölge olmak üzere 30’un üzerinde yer Özel Güvenlik Bölgesi
ilan edildi. Gerekçe olarak ise şu ifadeler kullanıldı. “Terörle
mücadele kapsamında yürütülen operasyonlar nedeniyle,
meskûn mahal dışında, can ve mal güvenliğinin korunması
bakımından girilmesinde sakınca bulunan yerlerde operasyonun devam ettiği süreyle sınırlı olmak üzere; Genelkurmay
Başkanlığı veya İçişleri Bakanlığı’nın göstereceği lüzum
üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile askeri veya özel güvenlik
bölgesi ilan edilebilir. Gecikmesinde sakınca bulunan hallerde
vali kararı ile 15 güne kadar özel güvenlik bölgesi ilan edilebilir.” Yaşananlar bununla da sınırlı kalmıyor. Özel Güvenlik
Bölgelerinin ilan edildiği kentlerden Dersim’de o alanlarda
bulunan köylerin boşaltılması isteniyor. Dersim Valiliği’nin
köy muhtarlarına tebligat göndererek köyleri boşaltmaları
istenirken köylülerin ise nereye gideceği konusunda bir fikri
yok.
Özel Güvenlik Bölgelerinin getirdikleri
Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilen alanlarda içindeki gerçek ve tüzel kişilere ait mallar kamulaştırılabiliyor. Güvenlik
bölgelerinin dış sınırlarından itibaren en çok 200 metreye kadar olan saha dahilinde yangın ve patlama tehlikesi gösteren
her türlü maddenin imalatı, depolanması ve satış yerlerinin
açılması yasaklanabiliyor. Bu yasakla ilgili sınır, özel güvenlik
bölgelerinde mahalli mülki amirler tarafından tespit ediliyor.
Kamulaştırma yapılan güvenlik bölgelerine buradaki tesislerde görevli olanlarla, askeri güvenlik bölgelerinde yetkili
komutanlığın izin verdiği kişilerden, kamu ve özel kuruluşlara ait tesislere ise bu konuda yetkili makamın izin verdiği
kişilerden başkası giremiyor.
“Geçici Hükümetin bunu yapma yekisi yok”
Özel Güvenlik Bölgeleri’nin ilan edilmesini BasHaber
Gazetesi’ne değerlendiren İHD Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, geçici hükümetin böyle bir yekisinin olmadığının ve bu
kararı uygulayan valilerin aslında suç işlediklerini söylüyor.
Özel Güvenlik Bölgelerinin geçtiğimiz aylarda yürürlüğe giren
İç Güvenlik Paketi’nin ürünü olduğunu ifade eden Türkdoğan, “Seçimlerden önce yürürlüğe giren İç Güvenlik Paketiyle
Türkiye giderek otoriterleşirken bu paket ile valilere OHAL
yetkileri verilmişti. Seçimden sonra kurulan geçici hükümetin
bu pakete dayanrak böyle bir karar verme yetkisi yok. Valilerin aldığı bu kararlar anayasaya aykırıdır. Bu yetkiler OHAL
döneminde kullanılan yetkilerdir. TBMM, hükümete OHAL’e
dair yetki vermediği sürece bunu yapamazlar” diyor.
“Köyleri boşaltın talimatı verilemez”
Ortada bir hükümet olmadığı için verilen kararın kanunsuz olduğunu söyleyen Türkdoğan, “Dağlar bomlanacak
diye yerleşim yerleri boşaltılması ve kendi topraklarımızı
bombalamamız apayrı bir suçtur. Çünkü ortada bir savaş hali
yok. ,Köyleri boşaltın talimatı verilemez. Anayasaya aykırı
olduğuğu için verilen emirler kanunsuzdur” diyor. Türkdoğan sözlerini şöyle sürdürüyor; “Bu emirleri veren valilerin
yargılanma durumu var. Uygulanan kararlar keyfi kararlardır.
Seyahat ve mülkiyet hakkının ihlali anlamına geliyor bu yaşananlar. AİHM’nin daha önce yaşanan benzeri olayalrda verdiği sayısız karar var. Eğer köylerin boşaltılması isteniyorsa
barınma haklarının karşılanması, konut verilmesi ve tazminat
ödenmesi gerekiyor. Ve de en önemlisi mülkiyet hakları ihlal
edildiği için özür dilenmesi gerekiyor. Üstelik Türkiye sınırları içerisinde bu kararların alınması için herhangi bir saldırı
durumu da yaşanmadı. Asayiş olayları zaten her dönem vardı
ve İç Güvenlik Paketi ile fazlasıyla tedbir alınıyordu. Kent
merkezlerinde gerilla ile asayiş güçleri arasında bir çatışma
durumu ya da saldırı durumu söz konusu olmadığı için bu tür
tedbirlerin alınması yersizdir. Yaşanan bu durum Kürdlere
yönelik devlet politikalarının sürdüğünün ve yaşamın çekilmez kılınmasının devamıdır. İç bölgelerde PKK gerekçesiyle
Özel Güvenlik Bölgeleri ilan edilmesi bir nebze olsun anlaşılır
ancak Akçakale ve Kilis’te neden ilan ettiklerini açıklamaları
gerekiyor. Bu keyfi kararlara karşın bölge baroları hazırlıklarını tamamladıktan sonra suç duyurusunda bulunacak. ”
“Adı konulmamış savaş hali”
Mazlumder Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ise yaşananları “adı konulmamış savaş hali” olarak yorumluyor. 90’lı
yıllarda köy boşaltmalarının nasıl travmalara neden olduğu
unutularak yeniden bu tür kararların alınmasının devletin sorumluluk anlayışıyla uyuşmadığını vurgulayan Ünsal sözlerini
şöyle tamamlıyor; “Barış süreci sona erdirilip fiili olarak bir
savaş durumu yaşanıyor. Köylerin boşaltılma kararı ve Özel
Güvenlik Bölgelerlinin ilanı ise adı konulmamış bir OHAL
durumudur. Hem iç bölgelerde hem de sınır kentlerinde bu
tür bir durumun yaşanması yaşam hakkı, özel mülkiyet hakkı
ihlalidir. Devletin garanti altına aldığı bir takım temel haklara
dair yükümlülüklerini yerine getirmesi gerekiyor.”
Sınır kentlerinde de ilan edildi
Özel Güvenlik Bölgesi ilan edilen kentlerden biri de Urfa.
Urfa’nın Akçakele ilçesinde Yağmuralan-Tatlıca arasında
kalan bölge, Akçakale doğusunda Öncül-Arıcandere arasında
kalan bölge ile Esentepe Karakolu-Ziyaret Karakolu arasında
kalan bölgeler geçtiğimiz günlerde Valilik kararıyla Özel Güvenlik Bölgesi ilan edildi. Urfa Baro Başkanı Hikmet Delebe
bu durumun Kuzey Kürdleri ile Rojava’daki Kürdlerin irtibatını kesmek için uygulanmaya konulduğunu söylüyor. Geçici
hükümetin böyle bir karar almasının yetki aşımı olduğunu
ifade eden Delebe, “Rojava’daki Kürdler ile onlara destek
veren Türkiye’deki Kürdlerin irtibatını kesmeye çalışıyorlar. Böyle bir durumun gündeme gelmesi OHAL’in yeniden
hayata geçirilmesi demektir. İç bölgelerde çatışma durumu
ihtimalinden böyle bir önlem alınmış olabilir ancak hem sınırda hem de iç bölgelerde bunun yapılması geçici hükümetin
yetkilerini aştığını gösteriyor. Bu karar yeniden göç anlamına
geliyor. Sınır hattında yaşayan insanların başka alanlara göç
ettirilmesi yeni trajedilerin yaşanacağı anlamına geliyor. Bu
karardan vazgeçilmesi gerekiyor” diyor.
07
Barış ve aydınlar
HAKAN TAHMAZ
Silahlar yeniden patlamaya başladı.
Her gün yeni ölüm ve bombardıman haberiyle güne başlıyoruz. Çatışmasızlığa
yeniden dönülmesi için aydınlar, siyasiler
ve barış aktivistleri yoğun çaba gösteriyor.
İlk kim elini tetikten çekecek ve kör düğüm nasıl çözülecek tartışması sürüyor.
Bu konudaki yoğun tartışmaya sivil toplum kuruluşları ve aydınlarda dâhil edildi.
Geçtiğimiz hafta aydınlar beş ayrı
imza metni yayımladı. Bazı aydınların, içerik olarak birbirinden
çok farklı metini imzalandıkları görülüyor.
Kimileri içeriğini değil, isminin yer almasını önemsiyor.
Son yılarda bildiri yayımlamak tek mücadele yöntemi oldu. Anlamı, etkisi ve işlevi çok zayıfladı.
Ancak bu yazıda adalet, hakkaniyet duygularında uzaklaşarak, muktedirlerin kanatları altında veya eteklerinden tutunarak
barış arayışı ve entelektüel faaliyetlerin icra edilmesinin problemine dikkat çekmek istiyorum.
Bu metinlerin büyük kısmı, iyi niyetle kaleme alındığı kesin.
Ama siyaset yapmanın bir aracı haline getirildiği için araçsallaştı.
Barış konusunda görevi gereği (Başbakanın fahri danışmanı) çok kritik konuma sahip Akşam yazar Etyen Mahçupyan’dan
söz edeceğim.
Mahçupyan 4 Ağustos 2015 günü Akşam’daki köşesinde
bu konuyu ele aldı Ertuğrul Günay ve Osman Kavala tarafında
hazırlanan bildiriyi hedef alan “Aydınlar ve Bildiriler” başlıklı
bir yazı yazdı.
Etyen’in bildiriye dönük eleştirisini anlamak mümkün ama
sorunu anlatmak için yaptığı kronoloji insanı şaşırtıyor. Ya okuyucusunu aptal ve geri zekalı sanıyor ya da kendinde vicdan ve
adalet duygusu kalmadığını anlatıyor.
Önce bir alıntı “ Çözüm Süreci başladığında PKK tarafı
için tek koşul Türkiye’den çekilmesiydi. Örgüt Gezi’den heveslenerek bunu yapmadı. Ama hükümet süreç bitmiştir diyerek
Kandil’i bombalamadı… Sonrasında hükümet de yavaşladı ve
bir tür ‘eşitlik’ sağlandı. Ancak PKK bölgede hegemonyasını
pekiştirmek üzere alternatif bir kamu düzeni kurmaya kalktı.
Baskı ve haraç mekanizması işletildi, mahkemeler kuruldu. Hükümet yine de süreç bitti deyip Kandil’i bombalamadı. Dolmabahçe toplantısını hem yaptı, hem de bundan rahatsız oldu…
Çözüm Süreci kenara alındı ama yine de bitirilmedi. Sonrasında
seçim sürecinde PKK işi iyice çığırından çıkardı, oylara el koydu.
Hükümet hâlâ süreç bitti deyip Kandil’i bombalamadı. Çünkü
ateşkes işin temeli, her türlü olası çözümün zeminiydi… Ama
seçimden sonra PKK açıkça savaş ilan etti ve uygulamaya geçti.
‘Sıkıysa gel de bombala’ demiş oldu. Hükümet de bombaladı ve
‘birinci kareye’ geri döndü: “
Sanki seçim döneminde bu ülkede saldırılar yaşanmadı.
Ağır katliam olmadı. “Seni Başkan Yaptırmayacağız” sözü sonrasında “AK Parti yoksa süreç yok” denmedi. Cumhurbaşkanı
artık Kürd Sorunu yok, terör sorunu var, Kürdlerin de herkes
gibi sorunu var” diye nutuklar atmadı.
Dolmabahçe toplantısı hem yaptı hem rahatsız oldu” öylemi “mutabakat yok, ben İmralı heyetinin genişlemesini de o
toplantıyı da, anlaşmayı da doğru bulmuyor diyen Tanzanya
Cumhurbaşkanı mıydı, yoksa bu sözlerin hiçbir önemi yok mu?
Çözüm masası bu tekmeyle devrilmedi mi? Cumhurbaşkanın bu
çıkışından sonra “Cumhurbaşkanı’mızın sözleri bizim için emir”
diyen Başbakan Yardımcı Yalçın Akdoğan demedi mi? Biz mi
hayal kuruyoruz, yoksa birileri ahaliyi kandırmaya mı çalışıyor.
Çözüm Süreci’ni bitirmeyen hükümet 5 Nisan’da sonra
PKK lideri Abdullah Öcalan ile Kamu Güvenliği ve Düzeni
Müsteşarlığı yetkilileri dışında kimseyi neden görüştürmüyor?
Öcalan’a, devletin tecrit neden uyguluyor. Savaş haline son verilmesinde etki Öcalan’a tecrit uygulamak savaş politikasının bir
parçası değilse nedir? Bunları görmek istememenin nedeni ne
olabilir?
Her halde bu yazıyı yazarken adalet, vicdan ve akıl tatile
çıkmış. Vakit Gazetesi yazarı Hasan Karakaya’dan son tahlilde
farkın kalmaz.
08
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos 82015
SÖYLEŞİ
Akademisyen Vahap Coşkun:
PKK, HDP’nin de altını oyuyor
Ülkede yaşanan son gelişmeler ve PKK’nin çatışmasızlık
durumuna geçmesinin en büyük zararının Kürd toplumuna yansıdığını belirten Dicle Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğretim Üyesi Vahap Coşkun, PKK yönetiminin silahları tamamen devreden çıkararak aktör olma
konumunu HDP’ye bırakmaya henüz hazır olmadığını
söyledi. Yüzde 13 gibi bir oranla HDP’nin meclise
girdiğini ancak PKK’nin son gelişmeler ışığında HDP’yi
de vurduğunu ve altını oyduğunu dile getiren Coşkun,
“PKK medyasında “AKP savaşı başlatarak erken seçime
gitmek istiyor” diye bir algı var. Eğer böyle ise soruRawîn Stêrk
IŞİD diye başlayıp PKK kamplarına sabitlenen ve içeride gerilen son
siyasal atmosferin arka planında
nasıl bir gerekçe var?
IŞİD’e yönelik bombardımanların
göstermelik olmadığı kanısındayım. Yani
Türkiye’nin IŞİD politikası gerçekten değişti. İncirlik Üssü’nün Amerika’ya açılması,
Türkiye’nin koalisyon içerisinde daha aktif
bir şekilde yer alacağını beyan etmesi ve
aynı zamanda IŞİD’e yönelik operasyonlar
gerçekleştirmesi bunun somut verileridir.
Yine ABD’den yapılan resmi açıklamada
Türkiye’nin güneyinden kalkan uçakların
IŞİD mevzilerini bombaladığı açıklandı. Dolayısıyla bazılarının ifade ettiği gibi IŞİD’e
yönelik bombardıman ve operasyonlar
sembolik değil Türkiye’nin ciddi manada bir
politika değiştirdiğini gösteriyor. Bunun en
önemli sebebi Batıdan Türkiye’ye yöneltilen
eleştirilere karşı bir cevap geliştirmesi zorunluluğundan böyle bir politika değişikliği
yaşandı. Çünkü hem Amerika, hem NATO
hem de AB ülkeleri IŞİD’e karşı Türkiye’nin
üzerine düşeni yapmadığına dair ciddi eleştiriler vardı. Bu aynı zamanda Türkiye’nin
Batı içerisindeki algısını da çok ciddi
derecede bozuyordu. Türkiye de buna karşı
bir politika geliştirmek için bunu yaptı. Aynı
zamanda kendisi için ciddi bir tehlike olacağını da Türkiye gördü. Aynı zamanda Suriye’deki değişimde kendi taleplerini kabul
ettirmek için de IŞİD ile mücadele etmeye
başladı. Özellikle bu Azez bölgesinde bir
güvenli bölge oluşturma ve PYD’nin kantonları arasında bağlantı kesilmesi hedefleriyle
Türkiye, IŞİD’e karşı mücadeleye girdi. Bu
son derece değiştirici bir etki yapıyor. Daha
önce Türkiye’nin IŞİD’e mesafeli tutumu
Suriye politikasını güçleştiriyordu. Ancak
Türkiye’nin aktifleşmesiyle birlikte gerek
ABD gerek NATO Suriye’ye dair planlarını
yaparken Türkiye’nin hassasiyetlerini gözönüne almayı kaçınılmaz kılıyor. IŞİD-Türkiye denklemini böyle okuyorum.
PKK kamplarına, yanısıra da legal
lacak tek bir soru var: ‘PKK, AKP’nin ve Erdoğan’ın
değirmenine neden su taşıyor?’ Bu yorumun ayağı yere
basmıyor. Çatışmaları başlatmanın AKP’ye bir faydası
olacağının garantisi yok” dedi.
Öcalan’ın bir an önce devreye girmesi gerektiğini savunan Coşkun, savaşın derinleşmesi tehlikesi bulunduğunu
ve bunun da hem HDP’yi hem de Demirtaş’ın başarısını
giderek daraltan bir işleve dönüşeceğinin altını çizdi.
Coşkun, Çözüm Süreci, çatışmalar, savaşın toplumsal
zemine etkileri ve Kürdler arası ilişkilere yansımaları
konusunda BasHaber’in sorularını yanıtladı.
siyasete dönük operasyonlar da
söz konusu. Bunun IŞİD’le aynı
zamana denk gelmesi ve ısrarlı bir
şekilde ilerlemesi neye bağlı sizce?
Bu sadece IŞİD ile bağlantılı olarak ele
alınamaz. 7 Haziran seçimlerinden sonra
PKK bilinçli bir şekilde şiddeti tırmandıran bir siyaset izledi. 7 Haziran’dan sonra
özellikle yol kesme, araç yakma, şantiye
basma, adam kaçırma ve benzeri birçok
eylemi hemen hemen hergün gerçekleştirdi.
Ama bence PKK’ye yönelik operasyonların
başlatılmasını sağlayan asıl gerekçe PKK’nin
Suruç katliamının sorumlusu olarak AK
Parti’yi göstermesi ve Ceylanpınar’da iki
polisi öldürmesiydi. Daha sonra Diyarbakır
başta olmak üzere bölgenin çeşitli yerlerinde asker ve polislere yönelik eylemler
gerçekleştirmesi ardından PKK’ye yönelik
operasyonlar başladı ve yoğun bir şekilde
devam ediyor. Şuan yapılan açıklamalardan
benim görebildiğim şu; eğer PKK saldırılarını durdurduğunu deklere etmezse Türkiye
operasyonlara devam edecektir. Böyle bir
durumun ortaya çıktığını görüyoruz. Gerek
Türkiye’nin yaptığı kapsamlı operasyonlar
gerek PKK’nin bölgenin her yerinde hemen
hergün eylem yapması her iki tarafın böyle
bir duruma hazır olduklarını gösteriyorlar.
Yani çatışmasızlık sürecinde bir çatışmaya
da hazırlık söz konusuydu. PKK’nin karakollara, demiryollarına, boru hatlarına yönelik
eylem gerçekleştirmesi ve eylemlerini çeşitlendirmesi ve çok geniş bir bölgede birçok
kentte aynı anda gerçekleştirmesi bunun
spontane bir durum olmadığını gösteriyor.
Daha önceden bir hazırlık içerisinde olduğunu gösteriyor. Diğer yandan Türkiye’nin
hemen daha önceden belirlenmiş hedeflere
yönelik operasyonlar gerçekleştirmesi, yurt
içinde PKK ile bağlantılı kişilere yönelik
operasyonlar yapması devletin de bu konuda hazırlıklı olduğunu gösteriyor. Yani bir
çatışma halinde ne yapacaklarına dair uzun
dönemdir bir hazırlık içerisinde olduklarını
gösteriyor.
Bu hazırlık durumuna bakıldığında, bunca yıldır devam eden Çözüm
Süreci’nde her iki taraf açısından
bir samimiyet sorgulaması durumuna gidilmesi gerekmiyor mu?
Samimiyetten ziyade değişen koşulları
görmek lazım. Çözüm Süreci başladığında
farklı insanlar ve imkanlar vardı. Çözüm
Süreci içerisinde coğrafyadaki kişilerin
değişikliği dolayısıyla taraflar kendi pozisyonlarını gözönünde bulundurarak hem bir
taraftan görüşmeleri yürüttüler. Hem de görüşmeler bittiğinde “hazırlıksız olmayalım”
diyerek hazırlıklarına devam ettiklerini gösteriyor. Bu durum da samimiyetten ziyade
değişen koşullarla değerlendirilmelidir.
Çözüm Sürecinin bitmesini her
iki taraf açısından değerlendirecek olursak: PKK, Türkiyelileşme
siyaseti HDP başarısıyla zirveye
çıkmışken neden asıl politakasına
ters bir manevraya girdi? Ayrıca
Türkiye’nin Suruç katliamının
devlete mal edimesi ve Ceylanpınar
saldırısı gerekçesiyle sadırıya geçti
diyorsunuz. Büyük devlet olmaya
uygun mu bu durum?
PKK’nin bu ateşkesi bozması ve silaha
tekrar müracat etmesi tamamen yanlıştı. Bu
üç noktada ciddi manada sıkıntı doğuruyor.
Birincisi, eğer gerçekten Türkiye’de bir
Çözüm Süreci yürütülecekse bu çatışmalara
başlayarak Çözüm Süreci’ni ciddi manada
bir darboğaza koyduğunu görmek lazım.
İkincisi eğer amaç Türkiye’yi demokratikleştirmekse silahı devreye koyduğunuz sürece
demokratik adımların atılması zor hale
gelir. Buna mükabil özgürlük ve demokrasiyi daraltacak adımların daha fazla atılmasına neden olacaktır. Devlet böyle bir silahlı
çatışma döneminde asker ve polise daha
çok başvurur. Diğer taraftan da yasaklayıcı
düzenlemeler yapar. Üçüncüsü ben bu çatışmanın hem Türkiye’deki Kürdlere hem de
Türkiye dışındaki Kürdlere çok büyük zarar
verdiğini düşünüyorum. Türkiye’deki Kürdlerin en büyük partisi olan HDP baskı altına
alınıyor. Hareket alanı daraltılıyor. Parti ve
parti çalışanlarına çok ciddi derecede eleştiriler getiriliyor. Sivil insanların hayatları
çok zorlaştırılıyor. Ayrıca Türkiye dışındaki
Kürdlere de zarar veriyor. PKK Kerkük
– Yumurtalık boru hattına yönelik saldırı
gerçekleştirmesi gibi…Bunun Erbil yönetimi tarafından 250 milyon dolarlık bir zarar
olduğu açıklandı. Erbil Yönetimi Bağdat’tan
zaten 1 yıldan beri bütçe alamıyor. Bu petrol
aslında Kürdistan’ı hayatta tutan tek can
damarı. Bu can damarını bombaladığınızda
Kürdistan Bölgesi’ne çok büyük bir zarar
veriyorsunuz. Ayrıca KDP ile PKK arasında tansiyon yükseliyor. Barzani, PKK’nin
Kürdistan’dan çıkmasını istiyor. Böyle
sıkıntılar çıkıyor. PKK’nin kendi içerisinde
de sıkıntılar meydana geliyor. Özellikle IŞİD
ile mücadele konusunda Batı’da sempatisi
ve meşrutiyeti artan bir oluşuma dönüşürken Türkiye ile savaştığınızda bu durum
tersine dönecek. Hangi açıdan bakarsanız
bakın bence PKK’nin bir çatışma başlatması
yanlış ve sürdürülebilir değil. Türkiye de kararlılık açısından gidip Kandil’i bombalıyor.
Bunu ben Türkiye yöneticilerinin bunun bir
çözüm olmadığı konusunda düşüncelerini
yerleştirmiş olması lazım. Kandil’i bombalamakla bu sorun çözülmez. Çatışmaların
sürmesi toplumsal maliyetinizi arttırır. Ne
PKK ne de Türkiye çatışarak elde etmek
istedikleri sonuca ulaşamazlar. Bu çatışmayı mümkün mertebe bitirip çözüm masasına
dönmek lazım. Çünkü çatışma sürdükçe her
türlü yola vaşvurulacaktır. 2011’de çatışmalar yeniden başladığında her iki tarafın
da ciddi kayıplar vermesi gibi. Çatışmanın önü alınmazsa çatışma derinleşebilir
ve toplum olarak ödeyeceğimiz maliyet
artabilir. Herkese çok büyük zarar veriyor.
En büyük zarar Kürd hanesine yazılacak. Yine Kürd gençleri ölecek,
Kürd hayatı zorlanacak ve
Kürdistan’da tahribat
meydana gelecek.
SÖYLEŞİ
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
9
SÖYLEŞİ
HDP’nin meclis başarısı AKP’nin 2023’ün planlarını bozduğu için bunun hesabının somma
yönelimi olduğu iddialarına katılıyor musunuz?
PKK meydasında “AKP savaşı başlatarak erken seçime
gitmek istiyor” diye bir algı var. Eğer böyle ise sorulacak tek
bir soru var. O da PKK, AKP’nin ve Erdoğan’ın değirmenine
neden su taşıyor? Bu yorumun ayağı yere basmıyor. Çatışmaları başlatmanın AKP’ye bir faydası olacağının garantisi
yok. Ölülerin sayısı artar, ekonomi istikrarını kaybeder,
insanlar gündelik hayatta çok zorluk yaşarsa bunun AKP’ye
bir faydası olmayacağını AKP’li yöneticiler de biliyorlardır.
Dolayısıyla erken seçime fayda sağlanmasını düşünmek
basite indirgemektir.
Kandil veya İmralı HDP’nin bu noktaya gelmesini öngörmüyorlar mıydı ki silahla HDP de
marjinalize edilmeye çalışılıyor?
Kandil için bu yorum doğru. HDP yüzde 13 oy aldı. 80
parlamenteri olan meclisteki dört büyük partiden biri ve
koalisyon görüşmeleri yapacak noktaya gelmiş. HDP’nin bu
kadar büyümesi Kürd ve Türk toplumunda; Kürd sorununun siyasi aktörlerinin eline geçsin, onlar için alan açılsın
ve Kandil biraz daha geri plana çekilsin. Dünyanın her
yerinde bu böyle. Siyasi başarılar arttıkça silahlı unsurlar
kendi yetkilerini siyasi ve sivil aktörlere devrederler. Ancak
ben Kandil’in buna henüz hazır olmadığını düşünüyorum.
Kendi yetkilerini, belirleyiciliklerini sivil aktörlere devretme konusunda Kandil hazır değil. Dolayısıyla HDP’nin
altını oyacak bir girişimdir. HDP seçimden önce “PKK’ye
silahı ben bıraktırırım o nedenle mecliste olmam lazım” ve
“Türkiye’yi ben demokratikleştiririm” diyordu. Bu olduğu
için o iki iddiasının altını boşaltacak bir çatışma başladı.
Dolayısıyla PKK’nin HDP’yi de vurduğu kanaatindeyim.
Bundan sonraki seyirde Kandil ister kabul etsin ister
etmesin buradaki siyasal ve sivil alan güçlendikçe silahlı
unsurlar yetkilerini siyasilere devredecek. Siyasilerin yetki
alanı daha da genişleyecek. Kandil eğer bunu kabul ederek
masaya gelirse bu durum daha rahatlıkla aşılır. Öte yandan
bunu kabul etmeyip HDP’yi baskı altında tutarsa zamanla
Kandil ile HDP karşı karşıya gelirler. Bunun emayelerini
görüyoruz zaten. HDP 7 Haziran’dan sonra ne açıklama
yaptıysa Kandil buna tepki gösterdi.
Öcalan’ın dahil edilmiyor olmasının arkasında
ne var sizce?
Herkes Öcalan’dan bir çıkış yapmasını ve konuşmasını
bekliyor. Öcalan’ın konuşması ve ne diyeceği çok önemli.
Ancak bu ikisinden de önemli olan Öcalan’ın diyeceklerini
Kandil’in kabul edip etmemesidir. Yani Öcalan öyle bir
noktada konuşmalı ki örgüt bunu anında yerine getirsin.
Bu durum Öcalan’ı da güçlendirir. Ama eğer Öcalan’ın
söylediği boşa çıkartılırsa o zaman Öcalan da ciddi bir yara
almış olur. Çözüm Süreci başlamadan önce 2012 yılının
son aylarında PKK’nin tutuklu ve hükümlüleri hapishanelerde çok büyük açlık grevi eylemi başlatmışlardı. Ve bu
Türkiye’yi, bölgeyi inanılmaz germişti. İplerin tam kopacağı
anda Öcalan devreye girerek “açlık grevlerini bitirin” çağrısında bulundu. Hapishanedekiler bu eyleme son verirken
Öcalan Türkiye’yi rahatlatan aktör olarak sahnedeki yerini
aldı. Şimdi de çatışmalar var Öcalan yine çıkıp ateşkesi ilan
edin dediği halde bu gerçekleşmezse hem Öcalan
hem de HDP için hiç iyi bir durum olmaz bu.
Dolayısıyla Öcalan’ın ortaya çıkmamasının
arka planında böyle bir sonucun henüz
çıkmayacağının bilinmesindendir. Bir ateşkesi garanti altına
almadan bunu konuşmanın
kendisi için iyi olmayacağını
biliyordur.
Öcalan yeniden sahneye çıkıp çatışmayı bitirirse ve masaya yeniden dönülürse bu kez nelerin
çözülmesi gerekiyor?
Yeni bir Çözüm Süreci başlatıldığında sadece iki tarafın
arasında yürütülmesi sürecin belirli bir muğlaklık içerisinde sürdürülmesini anlarım. Hem tarafların birbirilerini
tanımaları ve taraftarlarını ikna etmeleri için gerekli bir
süredir. Ancak belirli bir aşamadan sonra sürecin belirlilik
kazanması lazım. Tüm temel noktada değişiklik gerekli.
Ve tüm mekanizmalar yerine getirilmeli. İzleme heyetinin
kurulması gibi. Şimdi bu çatışma dönemi yaşanıyor ve buna
iki gerekçe sunuluyor. Dolmabahçe mutabakatının kabul
edilmemesi ve geri çekilmenin olmaması. Dolmabahçe
mutabakatına uyulmamasının nedenini toplum olarak
gerçekten bilmiyoruz. Çünkü HDP, PKK ve AK Parti her
biri ayrı bir gerekçe söylüyor. Herkes kendini haklı çıkartıp
diğerini mahkum etme çabasında. Oysa İzleme Heyeti olsa
sürecin neden tıkandığını, ortaya çıkan tablodan kimin sorumlu olduğunu anlatabilir. Yani Çözüm Süreci’nin gerekli
tüm mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Ayrıca artık
çıok somut maddeler ve somut tarihler üzerinden ilerlemek
zorundayız. Somut konuşmak gerekiyor. PKK ne zaman
sınırdışına çıkacak, PKK’lilerin sivil hayata entegresi nasıl
olacak gibi konular madde madde ve somut bir şekilde gerçekleşmesi gerekiyor. Somut bir yol haritası konulmalıdır.
Bu çatışmanın sürmesi HDP’yi nasıl bir noktaya
getirecektir?
Bu çatışma HDP’ye zarar veren ve derinden yaralayan
bir durum. HDP’li yöneticiler de bunun farkında. Dolayısıyla bunun bir an önce bitirilmesi HDP’yi güçlendirecektir. HDP’nin içerisindeki sol gruplar, Kürdistani gruplar,
merkeze yakın gruplar olduğu için HDP’nin içerisinde ne
olacağını tahmin etmek zor. HDP şimdi tüm bileşenleriyle
bu çatışmanın bitmesi için uğraşacaktır. Zaman içerisinde
çatışmanın derinleşmesi durumunda HDP içerisinde de
farklılaşma olacaktır.
Kürd siyaseti içerisinde Selahattin Demirtaş
faktörünü nasıl okumak gerekiyor?
Demirtaş gerçekten önemli başarılar elde etti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Tayyip Erdoğan’ın karşısına adaylığını
koyup önemli bir oy oranı aldı. Kılıçdaroğlu ile Bahçeli
Erdoğan’a vekaleten mücadele ettiler. Demirtaş asli bir mücadele içerisine girip başarılı olur. Yüzde 6 civarında olan
Kürd siyasetinin oyunu iki katına çıkarması Demirtaş’ın liderliğinde gerçekleşmesi son derece önemli. Son derece risk
de almıştı. Kendi liderliğini tescil ettirmiş oldu. Demirtaş
– Öcalan karşı karşıya konulmasını her iki açıdan da doğru
bir ihtimal vermiyorum. Demirtaş’ın legal siyaset içerisinde
güçlenmesi PKK’nin alacağı tavra bağlı. PKK çatışmaları
durdurursa ve Demirtaş bunu sağlayan bir lider olursa
Demirtaş daha güçlü bir hale gelir. Ancak PKK çatışmalara
devam ederse bu Demirtaş’ı zor duruma sokar. Demirtaş’ın
yaptığı açıklamada liderliiğini kabul etmeyen parti içerisinde grupların da olduğunu söylemişti. Dolayısıyla herhangi
bir başarısızlıkta Demirtaş’a yönelik hukuksuzluk artabilir.
Ancak başarı devam ettikçe Demirtaş’ın gücü de artacaktır.
Savaşın devam etmesi Kürd toplumunda nasıl
bir etki yaratıyor?
Kürdlerde üç duygu var. 3 yıllık sürecin ardından bir kaygı ve endişe var. Huzurun ve psikolojik olarak rahatlamanın
ortadan kalkacağına dair bir korku ve endişe var. Ayrıca bir
hayal kırıklığı var. Sürece büyük bel bağlanmıştı. Sürecin
tıkanıp çatışmaya dönüşmesi hem devlete hem de PKK ve
HDP’ye yönelik bir hayalkırıklığı meydana getirdi. Bir de
barışın tekrar inşa edilmesi için toplumun bütün kesimlerinde bir talep var.
09
Sert güç kullanma
politikası çözüm mü?
BİLAL SAMBUR
Türkiye, iç ve dış sorunlarını yumuşak güç ile çözüme kavuşturma
yaklaşımını terk etmiş gözükmektedir.
“Suriye’nin Kuzeyinde” yani Rojava’da
Kürdlerin bir statü elde etmesi halinde
oraya askeri müdahalede bulunacağını
ilan eden Türkiye, Kürd sorununun artık
olmadığını söylediği gibi, PKK’yı askeri
olarak bitirmek için sayısız askeri operasyon gerçekleştirmektedir. Türkiye,
askeri güç kullanımını yeni dönem politikası olarak uygulamaktadır.
Sert güç politikasının uygulamaya konulması, çözüm ve
barışın anlamsızlaştırılması, silahın kullanılması, ellerin tetikte olması, doksanlı yılların çatışma ve şiddet paradigmasına
dönüşü temsil etmektedir. Türkiye ve PKK’nin doksanlı yılların pratiklerine dönmesi, barış, demokrasi ve hukuk adına büyük bir felakettir. Kırk yıllık çatışma sürecinden öğrenilecek
en büyük ders, silah kullanmamayı öğrenmek olmalıydı. Ancak şu anda yaşadıklarımız, tarafların silah kullanmanın her
an için başvurulacak yol olduğu şeklindeki bir yanılgıyı vazgeçilmez gerçeklik olarak içselleştirdiklerini göstermektedir.
Askeri güç kullanmanın tek çözüm haline getirildiği bugünlerde barıştan ve çözümden konuşmak imkansız hale getirilmiştir. Barış ve çözüm konusunda çıkan cılız sesler şerefsizlik ve geri zekalılıkla suçlanmakta, militarizm ve milliyetçiliğin
histeri olarak toplumu esir almasının ortamı oluşturulmaktadır.
Kürd sorununu silah ve şiddet üzerinden çözmek veya
bitirmek yaklaşımı, şimdiye kadar uygulanan tek yaklaşımdır.
Çözüm süreci denilen girişim, demokrasi, hukuk ve özgürlük
temelinde Kürd sorununun çözülebilmesi için yeni bir yaklaşımın benimsendiğine dair çok olumlu bir hava ve umut yarattı.
Ancak demokrasi ve barış merkezli yaklaşımla Kürd sorununu
çözme anlayışı, çok kolaylıkla çöpe atılmaktadır. Kürd sorununun silah ve şiddetle çözülebileceği konusundaki illüzyonu,
devleti, örgütü, insanları, medyayı ve entelektüel dünyayı esir
almıştır. PKK ve devlet’in yapmış olduğu eylemler ve operasyonlar, şiddet ve silahı verimsiz ve sonuçsuz tek güç haline getirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Kendisinden verim
ve sonuç alınacak tek yol, silah ve şiddet değil, söz ve siyasettir. Ruhların, zihinlerin, kurumların ve toplumun Kürd sorununun silah ve şiddetle çözülemeyeceğine dair taze ve sahici
gerçeği içselleştirmesi ve sahiplenmesi lazımdır.
Türkiye, bugün iki konuya kilitlenmiş durumdadır. Birincisi, koalisyon hükümeti kurulmaması halinde seçime gidilip
gidilmeyeceği tartışmasıdır. İkincisi, çözüm sürecinde masa
devrildikten sonra şiddet ve çatışmaların durup durmayacağı
bilmecesidir. Şiddet ve silahın yani sert gücün kullanıldığı bir
yerde seçimden ve çözümden bahsetmek anlamsızdır. Sert güç
kullanma, seçim ve çözüm kanallarını tüketen bir yaklaşımdır.
Sert güç kullanımı üzerinden muhtemel bir seçimde istenilen
siyasi kazanımın elde edileceğini varsaymak, büyük bir akıl tutulması örneğidir. Seçim ve çözümün normal sonuçlar doğurabilmesi için, militarizm ve nasyonalizmin tek aracı olan sert
güç anlayışının yol olarak görülmesi yaklaşımını terk etmek
bir zorunluluktur.
Çözüm sürecinin bitirilmesi ve sert güç kullanma politikalarına dönülmesi, Türkiye’yi ve Kürd hareketini, DAİŞ denilen gerçek düşman karşısında zayıf bırakmaktadır. Ortadoğu,
Kuzey Afrika ve Asya’da hızla örgütlenen, insanları bir cellada dönüştüren, din adına şiddet ve yıkım yapma ideolojisini
yayan DAİŞ, çözüm sürecinin bitirilip çatışmaların yoğunlaşmasından çok memnundur. DAİŞ, çatışmalı ortamı kendisi
için altın fırsata çevirmek için her şeyi yapacaktır. DAİŞ gibi
düşmanlara fırsat vermemek, coğrafyamızın Suriyeleşmesine, Afganistanlaşmasına ve Pakistanlaşmasına dönüşmesini
sağlayacak bir ortamın oluşumunu engellemek için ellerin
tetiklerden çekilmesi, silahın ölümcül gürültüsü yerine sözün
ve siyasetin yapıcı işlevini yerine getirmesinin imkanı yaratılmalıdır.
10
HABER
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
Dağlar yanmaya devam ediyor
T
Şiddetin değil barışın dilini kullanın
Yağmur Çetin
edyanın kadına ve savaşa yönelik diline bakıldığında şiddetin pornografisini yeniden üreten bir
yönelim hakim. Cinsiyetçi ve şiddeti teşvik edici
dili kullanan medya Kürdistan’da çatışmasızlığın sona erdiği
şu günlerde şiddeti adeta yeniden üreterek yayın yapmaya
devam ediyor. Toplumun tüm dinamikleri barışın/çatışmasızlığın devamını isterken kadın gazeteciler de barışa hizmet
için barış gazeteciliğinden yana taleplerini dillendirmeye
çalışıyor.
Februniye Akyol
Gültekin Aydeniz
Dersimliler köylerini boşaltmamakta
kararlı
Orman yangınlarının bölgede uygulanan savaş konseptinin içinde olduğunu
ve hiçbirinin rastlantı olmadığını belirten
Dersim Milletvekili Edibe Şahin, yangınların özellikle askeri operasyonlar sonrası
veya askerlerin eğitimleri sonrasında eğitim
alanlarında çıktığına işaret ederek, “Bu
yangınların askerle ve operasyonlarla ilgili
olduğu çok açık” dedi. Dersim’de daha önce
böyle yangınlara tanık olmadıklarını aktaran
Şahin, “Bu can güvenliği meselesi değil.
Burada yaşayanlar yasak bölgenin anlamını 38’den bu yana çok iyi biliyorlar. Her
defasında katliam, sürgün köylerin boşaltılıp
yakılması, olağanüstü haller ile insansızlaştırılan bir coğrafya meselesidir. Yerinden
edilen insanlar var. Köylüler, ‘Biz burayı
boşaltırsak üretim ve yaşam alanlarımızdan
uzaklaşacağız ve zaten yine ölmüş olacağız
diyerek’ topraklarını hiçbir şekilde terk
etmeyeceklerini söylüyorlar. Pülümür ve
Hozat’ın bazı köylerinin boşaltıldığına ilişkin
bilgiler geliyor ama teyit edemedik. Valilik
ve diğerleri bize can güvenliği nedeniyle
alınmış tedbirler olduğunu söylüyor ama
bunlar tersine insanları yerinden ederek bölgeyi insansızlaştıran, tekrar panik ve korku
ile savaş psikolojini yaratıyor” dedi.
‘Yangınlar, Kürdlere karşı topyekün
savaşın bir parçasıdır’
Şırnak’ta çıkan yangınlara izli mermiler
ve top atışlarının yol açtığını kaydeden
HDP Şırnak Milletvekili Ferhat Encü de,
“Bu bilinçli olarak Kürdistan doğasına zarar
verme politikasıdır” dedi. Son 2-3 haftadır
Kürdlere karşı yürütülen topyekün savaşın
bir parçasıdır” dedi. Şırnak’ta bir hafta önce
9 bölgenin yasaklandığını kaydeden Encü,
bu bölgelerin içinde onlarca köyün olduğunu
kaydetti. Bu bölgenin tek geçim kaynağının
hayvancılık ve arıcılık olduğunu kaydeden
Encü, yangınların Şırnaklıları hem madden
hem de manen çok olumsuz etkilediğini ve
yaşam alanlarının yandığını söyledi. Encü
şöyle devam etti: “Bugün yaşananları 90’larda yaşananların aynısıdır. İnsanlarımıza bu
travma yıllardır yaşatılıyor. Amaç burayı
insansızlaştırmak, insanlarımızı göçe zorla-
Edibe Şahin
maktır. Boşaldıktan sonra istedikleri gibi bu
alanları kullanabileceklerini düşünüyorlar.
Amaç baskı ile sindirmek, provokasyon
zeminine çekmek, kaos yaratmaktır. Son iki
haftadır bunu açıkça ortaya koyuyorlar. Valilikle yaptığımız görüşmede anızlar yakılıyor
neden kimse ses çıkartmıyor da buna ses
çıkartılıyor gibi cevaplar alıyoruz. Doğanın
ve hayvanların tümünün yok edilmesini
anızların yanmasıyla eşdeğer görüyorlar.”
Bagok Dağı’ndaki Süryani köyleri
tehlike altında
Mardin’de çıkan yangınların özellikle
90’larda boşalan bölgelere tekrar geri dönen
köylerin etrafında çıkarıldığını aktaran
Mardin Belediye Eşbaşkanı Februniye Akyol,
Bagok Dağı’nda çıkan yangınların köylere
doğru yayılmaya başladığını ve köylerin
yanmasından endişe duyduklarını söyledi.
Bagok’taki yangın bölgesinde 10 Süryani ve
bir de Kürd köyü olduğunu belirten Akyol,
“Köylere dönüşlerin başlamasıyla birlikte
çıkan orman yangınlarının asla tesadüf olduğuna inanmıyoruz. Ama nasıl bir yöntemle
çıkarıldığını bilmiyoruz. 7 ayrı noktadan
çıkarılan bu yangın Süryani köylerine doğru
hızla ilerliyor. İki köyümüze zarar vermeye çok yaklaştı. Bir köyümüzü evler tam
yanacakken halkla birlikte yangını söndürmeyi başardık. Bir diğer köyde ise bağlantı
kuramadık. Köylerin yanması tehlikesi ile
karşı karşıyayız” dedi. Belediyelerin itfaiyelerinin ve imkanlarının yeterli olmadığını
altını çizen Akyol, söndürme için helikoptere
ihtiyaç duyduklarını belirterek, “Bakanlıktan
helikopter talebinde bulunduk fakat yanıt
alamadık. Müdahale de edilmedi. Tamamen
halkın duyarlılığıyla ve itfaiye araçlarımızın
gide bildiği kadar söndürüldü. Söndürülen yangınlar her an başlayabilir. Çünkü
soğutma işlemi yapılamadı” dedi. Bölgede
sivillerin amatörce yangınları söndürmeye
çalışmasının da büyük bir risk yarattığını
ifade eden Akyol, şunları söyledi: “İnsanlar
canlarını ortaya koyuyor. Devletin nezdinde
buradaki insanların hiçbir değeri yok ki,
bizim açıkçası devletten bir beklentimiz
kalmadı. Vali telefonlarımıza çıkmıyor. Dış
gezideymiş kimseyi bulamıyoruz polis keyfi
müdahalelerle bulunuyor.”
Ferhat Encü
Yüzde 24’lük ormanlık alanların
yüzde 10’u kül oldu
Savaş kararıyla birlikte bölgede birçok
alandaki ormanlık alanların yakıldığına
işarete eden Mezopotamya Ekoloji Hareketi
Yönetim Kurulu Üyesi Gültekin Aydeniz
ise, özellikle güvenli bölge olarak ilan edilen
tüm bölgelerde yangınları çıktığını söyledi.
Bu alanlarda bazı köylerin boşaltıldığına
ilişkin bilgi aldıklarını dile getiren Aydeniz,
Lice’de 150 ayrı noktada başlayan yangınların dört helikopterden atılan sarı toz sonrası
yayıldığını kaydetti. Geriye dönük yılların
ortalamalarına göre bölgede yüzde 24’lük
ormanlık alanların yüzde 10’unun yandığına
dikkat çeken Aydeniz, “Bu çok büyük bir
oran” dedi. Orman yangınları ile birlikte
doğa katliamı yaşandığını aktaran Aydeniz,
“Bu ormanların içinde büyük bir biyolojik
çeşitlilik ve canlılık sistemi de yok oluyor.
Yangınları çıktığı yerlerde insanlar hayvancılık, tarım, bağ ve bostancılıkla geçiniyor.
Ormanların taban bitki örtüsü tamamen yok
olduğu için de meşe ağaçları da yandığından dolayı hem yaban hayvanların hem de
hayvancılıkla geçinen köylerin hayvanlarının
beslenebileceği bütün olanaklar ortadan
kalktı. İki yıla kadar yangınların çıktığı
bölgelerdeki halkın nasıl yaşayacağı büyük
bir soru işaretidir. Dünyada endemik olarak
yetişen 3-4 bitki türü sadece orada yetişiyor. Bunlar yok olmayla karşı karşıya” diye
konuştu.
Yangınlardan birinci derecede etkilenen
insan sayısının binlerle ifade edilebileceğini
belirten Aydeniz, yangınların dolaylı olarak
bütün bölgeyi olumsuz etkilediğini söyledi.
Yaptıkları incelemelerde Lice’de 4 gün süren
yangınların 7 bölgeyi ve birçok köyü etkisi
altına aldığını belirten Aydeniz, “Bağ evlerinin tamamı ortadan kalktı. 2740 Dönüm
üzüm bağı, 20500 Meyve ağacı, 594 Ton
saman, 180 Ton kuru ot (hayvancılık için ayrılmış kışlık yem), 10.000 Adet kavak ağacı,
5800 Metre sulama hortumu, 4 Ton buğday,
10 Dönüm ekili tütün alanı, 15 Dönüm sebze
bahçesi, 6 Evin avlusu, 4 Köy evi, 9 Bağ evi
ve 1000 lerce Dönüm ormanlık alan yok
oldu. Ve bu sadece Lice’deki 4 günlük yangının bilançosudur” şeklinde konuştu.
MEDYA
10 - 16 Ağustos 2015
Kadın gazeteciler:
M
Zerya Nergiz
emmuz ayının ortalarından itibaren özellikle özel güvenlik bölgeleri
olarak ilan edilen bölgelerde çıkan
yangınlara her gün bir yenisi ekleniyor.
Söndürüldükçe yenisi çıkan bu yangınlar,
maddi ve manevi olarak birçok insanın
yaşamını olumsuz etkilerken, Kürdistan’ın
ekolojik dengesine ve yaban hayatına da
büyük zararlar veriyor. Kürdistan ormanlarından şu ana kadar yüzde 10’un üzerinde
bir alan küle dönerken, bölge seçilmişleri,
yangınların tamamen insansızlaştırmayı hedeflediğini belirtiyor. Kürdistan’ın dört bir
yanı, ormanları, dağları, köyleri haftalardır
yanıyor. Şırnak, Mardin, Dersim, Hakkari ve
Diyarbakır’da Temmuz ayının ortalarından
itibaren şüpheli bir şekilde eş zamanlı olarak
birçok noktada çıkan yangınlara her gün bir
yenisi ekleniyor. Bölge halkı kendi çabaları
ve kıt imkanları ile yangınları söndürmeye çalışsa da, devlet tarafından helikopter
itfaiye ile söndürülmediğinden ve soğutma
işlemi yapılmadığından yangınlar tamamen
sönmüyor ve insanların gidemedikleri sığ
alanlar yanmaya devam ediyor. Günlerdir
devam eden yangılara her gün bir yenisi
ekleniyor. Halkın kendi çabaları ve kazma
kürek ile yürüttükleri söndürme çalışmalarına ise orman bölge ve il müdürlüklerin,
valilikler ve kaymakamlıklardan da şu ana
kadar bir destek gelişmiş değil. Yangınların
çıktığı bölgelerin büyük bir kısmının Çözüm
Süreci’nde son yaşananlarla birlikte özel
güvenlik alanı olarak ilan edilen bölgeler
de meydana gelmesi ve eş zamanlı olarak
çok sayıda farklı noktada çıkması bölgenin
insansızlaştırılmaya çalışıldığı endişelerini
güçlendiriyor.
Peş peşe Şırnak’ın Cudi, Küpeli, Çırav,
Besta, Kilise Dağı, Dersim’de Karakoç ve
Ambar köyleri ile Mardin’in Midyat ve
Nusaybin ilçelerindeki Bagok Dağı’nda çıkan
orman yangınları, özel güvenlik bölgeleri
olmaları nedeniyle söndürme çalışmaları
yapılamıyor. Bölge insanı çıkan yangınları
söndürmek için büyük bir çaba sarf etse de
itfaiye helikopterler olmadığı için yangınları
tamamen söndürmek imkansız hale geliyor.
Birçok yerde çıkan yangınlar, köylere kadar
yayılarak evlerin ve ekinlerin kül olması
ile sonuçlanıyor. Son birkaç hafta içinde
Diyarbakır’ın Lice, Kulp, Silvan, Dersim’in
Ovacık, Hozat ve Pülümür, Şırnak’ın Silopi,
Cizre, Uludere, Beytüşşebap, Hakkari’nin
Şemdinli, Mardin’in Nusaybin ve Midyat ilçelerinde yangınlar çıktı. Sadece Lice’de dört
gün yaşanan orman yangınında yüzde 10’luk
bir alanın yandığı, Dersim’de ise 70 dekarlık
bir alanın kül olduğu kaydediliyor. 90’lı
yıllarda köyleri yakılanların tekrar köylerine dönerek evlerini yapmaya ve tarlalarını
ekmeye başlamasıyla verdikleri bu emek de
çıkan yangınlar sonucu kül oldu.
BasHaber
“Militarist dil değil barış dili kullanılmalı”
Bu anlamda yaklaşık 2 yıldır bölgede görev yapan ve
birçok toplumsal olayı ekranlara taşıyan İMC Diyarbakır
Muhabiri Kadriye Devir Uçar’a kadın gazeteci olarak barış
gazeteciliğinin mümkün olup olmadığını sorduk. Bunu
sorduğumda Kadriye, 10 saat boyunca güvenlik güçlerinin
ser uygulamalar gerçekleştirdiği Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde
haber peşinde. Tam da o yangın yerinde barış gazeteciliğine
dair şunları söylüyor Kadriye Devir Uçar; “3 Kişinin öldüğü
Zap Mahallesi’ndeyim şuan. İnsanlar evlerinde çocuklarıyla
otururken ateşe veriliyor evleri, mahallelerde hendekler kazılmış. Kurşun izleri var. Ama bunu medya PKK ile Güvenlik
Güçleri arasında Silopi’de çatışma diye verdi. Oysa gerçek
bu değil. Medya savaşa hizmet eden militarizmi meşrulaştırmadan gerçeği olduğu gibi vermeli. O zaman evlerin neden
ateşe verildiği, hendeklerin neden kazıldığı ve şuan sokaklarda ateşin ve biber gazı kokusunun neden bu kadar keskin
olduğunu batı da anlar. Haberlerde şu hedefler vuruluyor,
kamplar yerle bir edildi, şu kadar kişi ölü ele geçirildi denildiğinde barışı yok eden militarizme hizmet ediliyor. Gerçeği
olduğu gibi verip, saldırıları meşrulaştırmamak gerekiyor.
Medya kullandığı dil ile savaşa değil barışa hizmet etmeli”
diyor.
“Haber değeri olan şiddet değil gerçek”
Alternatif Medya Derneği Başkanı Tuğba Güneş ise savaş
yanlısı habercilik ile kandın düşmanı cinsiyetçi haberciliğin
iç içe olduğu kanısında. Savaşın kadınlar için taciz, tecavüz,
zorla yerinden edilme, göç ve ölüm olduğun bilinciyle Güneş,
“Savaş toplumsal erkekliği yeniden üretiyor. Şiddet karşıtı
bir dil savunmak kadına yönelik kullanılan dile de karşı
durmaktır” diyor. “200 PKK’li öldürüldü”, “Şehitin annesi
harap oldu” gibi haber başlıklarının şiddetin pornografisi
olduğunu ifade eden Güneş, “Haber değeri olan şiddet değil
gerçek olmalıdır. Dramatize etmeden, şiddeti ve cinsiyetçiliği yeniden üretmeden ölümün nasıl olduğunu değil neden
olduğunu bahsedilecek başka gerçekleri yazarak barış haberciliği yapılmalı. Ki toplumsal çatışmaya değil barışa hizmet
edilsin” diyor.
“Haberler terörize edilerek veriliyor”
Jin Haber Ajansı (JİNHA) editörlerinden Zehra Doğan
Zehra Doğan
Sibel Yükler
da TSK’nın sınır ötesi operasyonda bombaladığı Zergele
Köyü’nden haber yaparken barış gazeteciliğinin ne kadar
önemli olduğunu ifade ediyor. Doğan, kullanılan şiddet dilinin son örneği Zergele Köyü’ne yönelik ana akım medyada
“PKK kamplarının olduğu köy bombalandı”, “PKK fuhuş
yuvası” diye haberleştirmesine dikkat çekiyor. “Çatışma
sürecinde barış gazeteciliğinin basın emekçileri tarafından
yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor” diyen Doğan, barış
gazeteciliğine dair şöyle konuşuyor; “Aslında burada tek
yapmamız gereken empati kurmak ve yaşananların her iki
taraftan neden ve sonuçlarını aramak gerekiyor. Silopi’de
katledilenlerin sivil olduklarını bir türlü anlatamıyoruz
bu ön yargı sarmalı içinde. Ya da Kürdistan’da insanların
neden direndiğini sormaktan çok olay terörize ediliyor.
Aynı zamanda Zergele de buna örnek. Geçtiğimiz günlerde oradaydım, sivil bir katliam yaşandı. Bazı kurumlar bu
olayda sırf failleri aklamak adına “PKK fuhuş yuvası” diyerek
haberi servis etti. İşte bu tam da savaş dilidir. Çünkü oraya
gelmesine rağmen objektif bakmadığı gibi, basın ahlakının
dışına çıktı. Bunun gibi birçok yayın kuruluşu haberi aynı
şekilde servis etmeye devam ediyor. Bu dillerin değişmesi
gerek. Kadın ve çocuk boyutuna çok dikkat edilmeli, savaşın
hiç kimseye faydası olmadığı mesajı sürekli verilmeli.”
“5N1K yalnızca anlık haberin tamlayanı değildir”
Gazeteci Sibel Yükler de savaşa karşı barış gazeteciliğinin mümkün olduğuna inanan gazetecilerden. Yükler,
“İnsanları, toplumları, gerillaları, devletleri ve orduları
yalnızca katliamlarla, savaşlarla tanıyoruz. Ve bu tabloda
ana akım gibi yaygın medya ,varlığından itibaren tarafını
hep egemenlerden yana seçti” diyor. Yükler, sözlerini şöyle
sürdürüyor; “ ‘Askerlerimiz’, ‘devletimiz’, ‘şehitlerimiz’ gibi
içinde iyelik eki barındıran militar başlıklardan, yalnızca
ölüm, bombalar ve bilançoyla ilgilenmesine kadar savaşa en
önce yaygın medya koştu. Geride kalanlar, Zergelê’de başına
bombalar yağan köylüler, bir gecede evlerini terk edip sınıra
kaçan Kobanêliler, kadınlar, LGBTİ’ler, çocuklar... Ana akım
medya hep penguen medyasıydı. Egemenin karşı olduğu her
şeye, herkese kameralarını kapatıp sütunlarını daralttı. Medyanın yıllardır PKK’den ‘Kandil’ diye bahsetmesi bir algıdır.
Onlar Zergelê’deki sivil katliamını ‘Türk Ordusu Kandil’i
bombaladı’ diye verirken, bu algıyla dünyası daraltmış veya
önyargılı insanlara, yalnızca ‘Katil devlet’ başlığıyla devletin
katliamını gösteremiyoruz. Barış gazeteciliği burada devreye
giriyor. ‘Devlet Kürdistan’da ormanları yakıyor’ haberini
verdikten sonra şu soruya da cevap vermeliyiz: “Devlet köyleri, ormanları niçin yakıyor?” 5n 1k yalnızca anlık haberin
tamlayanı değildir. Bir elçi değiliz elbette, ama anlatıcıyız.
Çatışma yerine çözümü, savaştan çok barışı, bilançodan
çok hikâyeyi anlatmalıyız. Kadın gazeteci olarak savaşın,
militarizmin kadını doğrudan ve dolaylı yoldan nasıl etkilediğini biliyorum. Bir taraf olacaksak bu; postallı, kutsayıcı,
cinsiyetçi, tahakkümcü eril dile karşı barıştan ve mağdurdan
yana olmalı diye düşünüyorum.”
Tuba Güneş
Kadriye Demir
11
Hepimiz suçluyuz
SENNUR BAYBUĞA
Gitgide zayıf da olsa iki muktedir ya da muktedir olmaya çalışan iki
‘taraf’arasında sürgit devam edeceği
izlenimi veren, sivil ya da ‘giysili’ insanların ölüp durduğu bu çatışmanın
hiçbir yerinde durmamaya karar verdim. Silah seslerinin gürültüsünden
kimsenin bizim susturun şu silahların
sesini diyen çığlığımızı duyacağı yok,
her şey bir bilgisayar oyunu gibi, insanlar ise sadece piyonu ve ölenlerin çetelesi masa başlarında pazarlıklarda kullanılacak bir şey gibi tutuluyor. Siyaset
erbaplarının duyarlılılık dolu sözlerine inanmıyorum artık.
Tümüne de itirazım var ve benim gibi yaşamın sadeliğinde
ısrar eden ve sükunetle yemeğini ocağa koymaktan başka
derdi olmayan tüm annelerden özür dileyerek artık bu erkek
dünyaya kulaklarımı kapatmaya karar verdiğimi söylemek
istiyorum. Hiçbiriniz de haklı değilsiniz...
Biraz önce bir arkadaşıma yazdım, onu da burada yazıp
bağlamak istiyorum: hayatım boyunca Türk olmaktan mahçup oldum, etrafımda, sağımda, solumda, önümde arkamda
hep milletimin mağdur ettiği, kıyıma uğrattığı yok ettiği insanlar oldu, zorla asimile edilen, ataları yok edilen, dinleri
mezhepleri yasaklanan, eğitim adı altında yalanla büyütülen
ve bu yalana gitgide inandırılan insanlar. Bugün Kürd olmadığım için seviniyorum artık, zira utandığım aidiyetimin bir
kopyası olma yolunda yazık ki yavaş adımlarla ilerleyen, yok
edile edile çoğalan bir acılar yumağı millet duruyor. Kendini
yok edene bu kadar benzeme isteğini kaldıramıyorum artık.
Devlet denen örgütlenmiş cinayet aygıtının insan yapması olmadığını düşünen ve onu oluşturan herşeyi gitgide soyutlaştıran kafanın bir süre sonra kendindeki devlete
benzeyen yanlara da yabancılaşarak çoğaldığını görüyorum.
Bugün ben o ülkede olan biten şeylerden, cinayetlerden, işkencelerden, sistematik infazlardan devleti sorumlu tutmayı
terkettim. Bu düşüncenin o ülkede yaşayan tüm halklarda,
bir tembelliğe ve özgelişim yoksunluğuna yol açtığını görüyorum. Devlete sorumluluk yükleyerek sürekli eli ayağı
temiz dolaşan, gitgide vicdandan ve akıldan yoksun hale
gelmiş insanlar topluluğu haline nasıl geldik biz, yaşım yetse
anlatırdım. Kışkırtılma, provakasyona gelme, tahriklere kapılma kavramlarının hangi memleket siyasetinde bizimki kadar kullanıldığını merak ediyorum. Olan biten herşeyin sorumluluğunu üzerinden atmaya çalışan vicdanların toprağı
burası ve hep cevabımız da hazır: ben işemedim miki işedi...
Devleti aramızdan çıkarıp, hafifletici nedenden kurtulursak ve gitgide muktedir olmaya sevdalı ne kadar benzeri örgütlenme var ise, tümünden de kurtulmayı başarırsak
belki kimse silah alabilecek para ve gücü kendinde bulamaz.
Tahriklere kapılmak, provakasyona gelmek gibi istem dışı
aslında hiç de arzu etmediğimiz insanlık dışı cinayetlerimize
gerekçeler bulan hallerimizden de kurtuluruz. Ama bu zor
olan, zira o zaman az da olsa mutlu olma hakkımızı devretmiş olacağız, insanın hakikaten kendi sorumluluğu ile yüzleşmesi kolay mıdır ki bilmiyorum.
Sosyal medya sayfacıklarıma bakarak, malzememiz hakkında intiba edinmeye çalışıyorum yine; devleti boş verelim
bizi kim mi oluşturuyor. Bir zamanlar bulunduğum örgütte, yarı yarıya kadın kotalarına rağmen seçildiği organlarda
mümkün olduğu kadar kadınsız iş yapmaya, siyasetin yüksek kısmını sadece kendi ‘sınırsız beyin’ alanının işi olarak
görmeye alışmış ve bunun bir milim ötesine gidemediğini
acıyarak gördüğüm orta yaş solcularının; sözkonusu olan hükümet ya da ‘devlet’in icraatları olduğunda nasıl bir özgürlükçü kesildiklerini görüyorum. Ne mi görüyorum; her türlü
homofobilerine tanıklık ettiğim dostların; mağduriyeti yaratan siyaseten muhalefet ettikleri devlet olduğunda gözlerimi yaşartan, cinsel kimliklere saygı isteyen yazılarını daha
doğrusu hönkürmelerini görüyorum. Bu iki örneği neden
mi verdim; cinayet işleyen ve adam öldüren devlet olunca
bağıran ama zamanında susan insanlar demeye cesaretimin
olmamasından henüz. Ve sanırım Sartre’ın bir kitabının adı
geliyor aklıma ‘hepimiz suçluyuz’…
12
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos12
2015
DİASPORA
Kürdçenin sürgün vatanı: İsveç
K
ürdistan’ın her parçasından çeşitli
nedenlerle dünyaya dağılan Kürdler
İsveç’te özellikle anadil konusunda
büyük başarılar elde etti. Kürd edebiyatının
en önemli merkezlerinde biri olan İsveç,
hem Kürd edebiyatına ölümsüz eserlerin
kazandırıldığı hem de Kürdçenin şu anda en
saf haliyle konuşulduğu ülkelerin başında
geliyor. Dünyanın neredeyse tüm kıtalara
dağılmış Kürdlerin entelijansiyasının ülkesi
olarak İsveç gösterebilir. İsveç deyince
Kürdlerin aklına ilk olarak ölümsüz eserleri
ile Kürd edebiyatının mihenk taşlarından
Mehmet Uzun gelir. Kürdistan’ın dört
parçasından Kürdlerin göç ettiği İsveç’te
Kürd olmanın sınırsız özgürlüğünü topraklarından uzakta yaşayan binlerce Kürd var.
1970’lerden bu yana isteyenin anadilinde
eğitim alabildiği İsveç’te Kürdler de 45 yıldır
kendi dillerinde eğitim alıyor. Hem edebiyat hem de yayıncılık konusunda dünyanın
hiçbir yerinde olmadığı kadar başarılı olan
Kürdler, burada binlerce kitap, dergi ve materyal yayınlıyor. Sayıları 150 binin üzerinde
olan İsveç’teki Kürdler İskandinavlardan
sonra en geniş halk topluluğudur.
İsveç’in ilk Kürdü; Şerif Paşa
1865’te Osmanlı’nın Stockholm Büyükelçiliğine atanan Şerif Paşa, giden ilk Kürd
olarak bilinir. 1927 tarihinde de Kürdlerden
İsveç’e ilk göçler yaşanırken, 1960 yıllarında
“Komela Xwendevanên Kurd li EwropaKSAA” olarak bilinen Kürd öğrenci dernekleri üyeleri ve ardından işçi göçü nedeniyle
Anadolu Kürdlerinden çok sayıda Kürd göç
eder. Sonrasında Kuzey Kürdistan ve diğer
parçalarda siyasal konjektürün getirdiği
baskılardan dolayı göç etmek zorunda kalan
Kürdlerin bir kısmı İsveç’in yolunu tutmaya
başlar. Mehmet Uzun, Mahmut Baksi, Cemal Alemdar, Ömer Şeyhmus gibi çok sayıda
yazar, siyasetçiler bu göç dalgasıyla İsveç’e
giden isimlerden. Kuzey Kürdistan’ın yanı
sıra İran – Irak savaşıyla Doğue ve Güney
Kürdistan’dan da yoğun göçler yaşanır
İsveç’e…
45 yılda 7 bin Kürdçe kitap
Resmi istatistiklere göre 105 bin kişinin
evinde Kürdçe konuştuğu İsveç’te 2000
yılından bu yana devlet radyosundan günlük
yayın diliminde Kürdçe yayın yapılıyor.
Kürdlerin burada Newroz ve Rojhilat TV
gibi iki ayrı televizyon kanalları,çok sayıda
internet haber sitesi ve dergileri de var.
İsveç Kürd Federasyonu, İsveç Kürd Konseyi
bünyesinde ve bağımsız 109 kurum ve derneğin olduğunu ülkede, 1997 yılında zengin
içeriğiyle İsveç Kürd Kültür Kütüphanesi
ve Kürdoloji Kürsüsü var. 7 Bin Kürdçe
kitabın da basıldığı İsveç’te 2004 yılında bu
kez Dalkurd adında spor kulübü de Kürdler
taradından kuuruldu. Öte yandan Göç eden
Kürdler yoğun olarak başkent Stokholm,
büyük bir hayranlık uyandırdığını belirterek
şöyle sürdürüyor sözlerini; “Hiç kimse Kürdleri Müslüman olarak görmüyor. Kürd ve
kendi haklarına sahip olmak isteyen dürüst
bir halk olarak görüliyorlar. İnanıyorum ki
eğer Kürdler bağımsız bir devlet kurarlarsa,
ilk tanıyan devletlerden biri İsveç olacaktır.”
Göterborg, Uppsala, Örebro, Eskilstuna ve
Gavle’de yaşarken, yüzde 30 oranında Kürd
de küçük yerleşim yerlerinde yaşıyor. Ülkeye
göç eden ilk jenarasyon işçilik yaparken diğer jenarasyon kendi işlerini kurup ülkenin
ekonomik dengeleri içindeki yerlerini aldı.
Kürdçe’nin resmi dil olma şansı var
Beş resmi dili ve tüm yabancılara tanıdığı
haklarla Avrupa’nın en demokratik ülkelerinden biri olan İsveç’te Kürdler 1970
yılından bu yana tüm lehçeleri dahil olmak
üzere, ilk okuldan üniversiteye kadar Kürdçe
eğitim alıyor. Kürdçe’ye ilişkin aktivitelerin
olduğu ülkede hastane ve mahkemelerde çeviri için çok sayıda tercümanlık kursu bulunuyor. Herhangi bir devlet okulunda sayıları
5’i bulan Kürd öğrenci talep ettikleri takdirde Kürdçe eğitim alabiliyor. Kürdçe’nin
resmi dil olabilmesi için artık yavaş yavaş
adımların atıldığını belirten Gazeteci Yazar
Kurdo Baksi, “Bir dilin resmi dil olabilmesi
için, coğrafi, tarihi ya da nüfus oranına göre
hesaplamalar yapılıyor. Kürdlerin de burada
nüfusu fazla ve 20-30 yıl sonra Kürdçe’nin
de resmi dil olabilme şansı var” dedi. Baksi.
“Kürdlerin burada anadilleriyle ilişkileri çok
iyi. En saf ve güzel Kürdçe İsveç’te konuşuluyor” diyor.
İsveç Yazarlar Birliğinde
200 Kürd yazar
İsveç’in Kürd edebiyatında çok önemli
bir yere sahip olduğunun altını çizen Baksi,
bunun nedenini ise, “Bence buraya ilk göç
eden Kürdlerin tamamının entelektüel ve
siyasi olmasıdır. Tüm parçalardan buraya
gelen Kürdler, yazar, gazeteci veya siyasetçi”
diyerek açıklıyor. Şu anda İsveç yazarlar
birliğinde 200 Kürd yazar olduğunu söyleyen Baksi, İsveç devletinin 1970’ten bu yana
ciddi imkanlar sağladığını ve Kürdçe yazan
yazarın, yayınevinin devletten maddi destek
aldığını söylüyor. Baksi, “Kürdlerde bu
hakları iyi kullandı ve binlerce kitap yazdı.
Kürdlerin yaşadıkları yerlerde bu kadar
dergi ve kitap çıkarabilmeleri imkansızdır”
diyor.
‘Kürd entellektüeller
rollerini oynuyor’
Kürdistan Federe Devleti’nin temsilciliğiyle birlikte 37 Kürd partisinin temsilcilerinin
İsveç’te olduğunu belirten Kurdo, geçmişte
Kürdler arasında çıkan particilik, bölgecilik gibi sorunların artık yaşanmadığını
söylüuyor. Baksi, “Kürdlerin Kürdi hassasiyetleri parti hassasiyetlerinin önüne geçmiş.
Entellektüeller rollerini oynuyorlar. Siyasi
partilerden bir öncülük beklentisi içinde
değiller” diye yorumluyor. Kürdlerin İsveç
toplumuna ciddi ölçüde entegre olduğunu
aktaran Baksi, özellikle IŞİD saldırılarına
karşı Kürdlerin mücadelelerinin ülkede
“İsveç Kürdleri” ve “İsveçli Kürdler”
İsveç’te yaşayan bir diğer Kürd Gazeteci
Yazar Zarathustra Gabar Çiyan da ülkede
Kürdlerin artık “İsveç Kürdleri” veya “İsveçli
Kürdler” ifadeleriyle tanımlandıklarını,
Kürdlerin de bu ülkeyi ikinci ülkeleri olarak
tanımladıklarını söylüyor. Kürdlerin, siyaset
ve edebiyattaki başarılarının yanında ülkenin gelişimi ve refahı için politik alanda çok
başarılı olduklarını dile getiren Gabar Çiyan,
“Siyasetin genelini etkileyen partiler, şehir,
bölge ve genel merkezinde, kadın gençlik
örgütlerinde ve sendikalarda, sorumluluk
bilinciyle, bütünleştirici ve birlikteliği esas
alan İsveçlilerle uyum içinde aktif olarak
çalışıyorlar. Sadece siyasi alan değil, basınyayın, hukuk, insan hakları, spor, sosyal
hizmetler, sağlık, eğlence, mühendislik ve
eğitim konusunda etkili bir pozisyonda”
olduklarını söylüyor.
Kürd dili, tarihi ve edebiyatının, İsveç’in
verdiği destekle ayakta kalma, gelişme
mücadelesi verdiğini belirten Gabar Çiyan,
bunun İsveç’teki Kürd aydınlarının bilinçi
çalışması sonucu olduğunu ve bu durumun
İsveç’in modern Kürd edebiyatının merkezlerindne biri haline gelmesinde etkili olduğunu ifade ediyor. Gabar Çiyan, “İsveç’teki
en güzel ve önemli tavır, sadece Kürdçe yazmak, eserler yaratmak ve kurumlar kurmakla sınırlı değil. Ezici çoğunluk Kürdçe konuşmaktadır, okulda çocuklarının da Kürdçe
öğrenmesi için Kürdçeyi zorunlu ders olarak
benimsemiştir. İsveçce zorla öğrenilmemiş,
bu dil Kürdçe üzerinden öğrenilmiş, ikinci
ülkesiyle ‘gönüllü entegrasyonun önünü
açmıştır” sözleriyle İsveç’in Kürdçe’ye olan
katkılarını aktarıyor:
İsveç Parlamentosu’nda
6 Kürd Milletvekili
İsveç toplumu ve siyasetinde önemli bir
yeri olan Kürdler, 1994’ten bu yana İsveç Parlamentosunda da yer alıyor. 1994
yılında ilk olarak Sosyal Demokrat Parti’den
Kürd kadını Nalin Baksi’nin girdiği İsveç
Parlamentosu’na ardından Liberal Parti’den
Gulan Avcı ile İsmail Kamil, Moderat Sağ
Parti’den Mahmood Fahmi, Çevre Partisinden Rebwar Hassan girdi. Şu anda da Parlamentoda Çevre Partisinden Jabar Amin,
Sosyaldemokratlardan Shadiye Heydari,
Roza Gülcu Hedin, Serkan Köse ve Lawen
Redar, yine Sol partiden Amineh Kakabaveh
milletvekili olarak parlamentodaki yerlerini
alıyor. Parlamento ile birlikte il meclisi ve
belediyelerde onlarca Kürd görev alıyor.
İNCELEME
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
13
SÖYLEŞİ
Orta Anadolu Kürd düğünleri
O
Adem Özgür
rta Anadolu Kürdleri dediğimiz Kürd toplulukları,
bulundukları bozkırlarda yaklaşık olarak 500 yıllık
bir geçmişe sahip. Ankara, Konya ve Kırşehir’de 300
binden fazla Kürdün yaşadığı; İç Anadolu’nun geneline yayılan Kürdlerin sayısının ise 2 milyonu geçtiği söylenmekte.
500 yıllık bir geçmiş, bunca yıllık baskı ve zor politikaları
ile mücadele etmek ve yüzyıllarca dilini, kültürünü ayakta
tutabilmek Orta Anadolu Kürdlerini özel bir alana çekiyor.
Orta Anadolu Kürdleriyle ilgili yapılan araştırmalara ve
onlarla ilgili yapılan haberlere bakıldığında Kürdlerin öz
kültürlerinden ve yaşamlarından vazgeçmedikleri görülüyor.
Kültürlerini korudular
Orta Anadolu Kürdlerinin yaşam biçimleri, gelenek ve
görenekleri ile örf ve adetleri Kürdistan’dan kopuk değil.
Yüzyıllarca Türklerle birlikte yaşamalarının etkisi olsa da
kültürlerini korumayı başardılar. 1950’li yıllara kadar yarı
kapalı bir toplum olarak yaşayan Orta Anadolu Kürdleri,
daha çok hayvancılıkla uğraşırlar. Devam eden dönemlerde yeni pazarların açılmasıyla birlikte Kürdler yeni iş
olanaklarıyla tanışır. 1950 yılından sonra diğer halklarla
kaynaşmaya başlayan Kürdler, enformasyon teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte yeni örf, adet ve geleneklerle de
tanışmış oldular. ‘50’li yıllara kadar köylerde ağaların veya
zenginlerin cemaat evleri vardı ve bu evlerde tarihi, sosyal ve
kültürel sohbetler yapılırdı ve ayrıca eski Kürd hikâyeleri de
bu evlerde kaval eşliğinde anlatılırdı.
Kürdi düğünlerin yitmeyen belleği
Orjinal kültürlerine dair bir yaşam sürdüren Orta Anadolu
Kürdlerinin düğünleri de otantik özelliklerini koruyor. Kız
isteme, nişan töreni, nişanlılık hali ile düğünlerin günü ve
düğünlerde takılan takılar Kürdistan’la benzerlik göstermekte. Birbirini seven iki gencin ‘yuva kurma’ları kararlaştırıldığında erkeğin ailesi birkaç gün öncesinden kızın ailesine
haber verir. Erkek tarafının önde gelenleri bir araya gelir
ve kız istemeye gidilir. Bundan sonra nişan işlemleri başlar.
Nişanlılık genelde 6 ay ile 1 yıl sürer. Son yıllara kadar
erkeğin nişanlısını görmesine müsaade edilmezdi, sosyolojik
etkileşimin sonuçlarıyla bu kuralın ‘ihlal’ edildiği izleniyor
artık nişanlılar ‘Batı’lılar gibi evlilik öncesinde rahatça görüşebiliyorlar.
Qaling yeni kurulacak ev için ‘kapora’
6 ay ile 1 yıllık nişanlılığın ardından taraflar düğün
hazırlıklarına başlar ve düğünde gelin ile damat tarafının
alacakları belirlenir. Buna “Qaling” deniliyor. Qaling, erkek
tarafının evlilik öncesi kız tarafına verdiği miktarı değişen,
üzerinde pazarlıklar yapılan paranın adı. Bunun süt parasından farkı, kız tarafının bu parayla evlenecek çiftin ihtiyaçlarını karşılaması hesaplanıyor.
3 gün 2 gece eğlence erkek evinde
1990’lı yıllara kadar düğün
süreci genelde Perşembe öğleden sonra, öğle namazından
çıkan erkeklerin erkek evine
giderek dua okuması ve çatıya
bayrak dikilmesiyle başlar.
Bunu takip eden 3 gün 2 gece
boyunca erkek evinde bütün
köye yemek verilir ve eğlence
burada devam eder. Kız evine
ikinci gün 2–3 saatliğine gidilip tatlı yenir ve kimi zaman
davul zurna götürülür burada da ‘kısmen’ eğlenceye devam
edilir. Kız evinde kına gecesi de dâhil herhangi bir eğlence
yapılmaz, kınayı da gündüz kız evine giden erkek tarafı gece
kızın annesi veya arkadaşları yaksın diye bırakırlar.
Gelinler eskiden düğünün tamamına
katılmazlarmış
Bugün köylerde yapılan düğünler yine erkek evinde
olmakta hatta kına da erkek evinde yakılmaktaymış bir
farkla eskiden gelinler kendi düğün ve kınalarına katılmazlarken bugün gelin kendi düğününe de gidebilmekte.
Yine de gelinin bütün düğün sürecinin tamamına katıldığını söyleyemeyiz, erkek tarafının akşam gelip gelini ve kız
tarafını düğüne götürmesiyle, gelin, kendi düğününe her gün
birkaç saat katılabilmekte. Kız tarafında eskiden de olduğu
gibi herhangi bir eğlence hala yapılmamakta. Orta Anadolu
Kürdlerinin düğünleri üç gün sürer. Bu düğünlerde Kürdçe
şarkılar çalınır ve dolayısıyla düğünler anavatan yaşamına
özgüdür. Daha çok yaz aylarında ve evlerin önünde yapılan
düğünlere tüm komşular davet edilir ve düğünler komşuların bir araya gelmesiyle devam eder. Bu düğünlerde dile getirilen söylemler, dillendirilen şarkılar Kürdçe’dir. Kürdçe’nin
dışında başka hiçbir dilin girmediği bu düğünlerde politik
bir mesajın da her zaman var olduğunu söylemek mümkün.
Şerbet içme bizde önemli bir yer tutar
Orta Anadolu Kürd Derneği (KomKurd-An) kurucularından Rıfat İlhan, Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinden. Orta Anadolu Kürdlerinden olan İlhan, eski ve yeni geleneklerle ilgili
şunları söylüyor: “Eskiden kız istenildikten sonra erkeğin
ailesi ‘şerbet içmeye’ giderdi. Bu Orta Anadolu Kürdlerinde
bir gelenektir. Şerbet içilmeye gelindiğinde kız tarafı şeker,
bulgur, kurum üzüm vb. gıdalarla yemek ve tatlılar yapıp,
misafirlere ikram ederdi. Erkek tarafı gelin için çeşitli takılar
götürürdü. Eskiden kız tarafı için yün alınırdı. Erkek tarafı
kız tarafına ‘Qaling’ adı verilen bir miktar para verilirdi. Bu,
bildiğimiz başlık parası gibi kız ailesine değil, yeni evlenecek
çiftlerin masrafı karşılansın diye verilen bir şeydi.”
Eskiden düğünlerde oynanan oyunları dile getiren İlhan,
sözlerini şöyle sürdürdü: “Eskiden bizde çeşitli oyunlar
oynanırdı. Kamçı oyunu vardı mesela. Birbirini iple bağlayan gençler, birbirine vururdu. Çok hoş halaylar çekilirdi;
“sêling” ve “giranî” oynanırdı. Erkekler bir evde toplanıp,
eski hikâyeler anlatırlardı düğün zamanında.”
Kadın erkek ilişkilerini sorduğumuz Rıfat İlhan, bize
şunları anlattı: “Elbette her toplumda olduğu gibi gönlünce
evlenenler olduğu gibi, zorla evlendirilenler de olurdu. Ama
ağır bir baskı yoktu. Eskiden kadın ve erkekler halayda el ele
de olmazdı, ayıp karşılanırdı.”
Orta Anadolu Kürdlerinden olan ve “Kevrê mezelê”,
“Bertê”, “Oy oy Etê” gibi birçok müzik eserine imza atan
sanatçı Serbülent Kanat ise şu değerlendirmelerde bulundu:
“Şerbet içme adeti bizde önemlidir. Şerbet içme günü gelinin
alındığı ve artık düğün hazırlıklarının yapılacağı anlamına
geliyor. O gün düğün hazırlıkları yapılır. Şerbet içileceği
günden bir gün önce de o gün
yapılacak yemek için hazırlıklar yapılırdı. Et, bulgur pilavı,
hoşaf ve şerbet ikram edilirdi
misafirlere. Şerbete karanfil
katılırdı ve büyük tencerelerde
yapılırdı. Bir de Orta Anadolu
Kürdlerinde düğün veya nişanlarda ‘Nanê ji keva’ dedikleri
kolay kolay bayatlamayan
yufka ekmek yapılırdı. Bu,
düğünlere has bir durumdu.”
13
Şerefliler
FERHAT KENTEL
Cizre 1992... İki panzer mahalle
arasında Newroz kutlayan insanların
arasında sağa sola hücum ediyor;
insanları duvar diplerinde, evlerinin
kapı önlerinde sıkıştırıyor.. Kadın
erkek, çoluk çocuk, genç yaşlı insanlar
panzerlerin her saldırısı karşısında bir
oraya bir buraya kaçışıyorlar. Bir müddet sonra, panzerlerden kimisi maskeli
polisler iniyor ve ellerinde tüfeklerle
tehdit edip, kaçışan insanların arasından gözlerine kestirdiklerini yakalayıp, karga tulumba panzerlere atıyorlar.
Yakalanan insanlar korkuyla ve can havliyle direniyorlar
panzere girmemek için... Çünkü biliyorlar o panzere girerlerse neler olabileceğini... Bir kadın çığlık çığlığa bağırıyor, ağlıyor, dövünüyor... Çünkü o da biliyor polislerin yakaladıkları
oğlunun ya da kocasının başına neler gelebileceğini...
Korkunç sahneler... Ama panzere 4-5 tane polisin, tekme
tokat, dipçik sokmaya çalıştığı beyaz saçlı adamın çaresizce
direnişinin insanın aklından çıkması mümkün değil...
O gün orada o korkuyu yaşayan insanlar şimdi neredeler
acaba? Hayattalar mı? Dağdalar mı? Yoksa Cumartesi
Anneleri’nin her hafta taşıdıkları fotoğraflardaki hüzne mi
dönüştüler? Yoksa o fotoğraflardan bize soran gözlerle bakıp,
“çözüm süreci” mi bekliyorlar hâlâ? Sahi neydi kastedilen
o “çözüm süreci”nden? Bu insanların yaralarına gerçekten
merhem sürüldü mü?
Yüce devletimiz ve onun kumanda mekanizmasında yer
alan seçkinlerimizin uzun vadeli çok derin ve de çok insaniyetli hesapları vardır belki... Ama bizimle pek paylaşmaya
tenezzül etmedikleri bu parlak hesaplar tecelli edene kadar
biz sıradan vatandaşların görebildiği şu: Cizre’deki polisin ya
da Jitem’in kaybettiği ve yol kenarlarına ya da asit kuyularına
attığı insanlara karşı uygulanmış olan ölçüsüz ve de izansız
bir şiddetin yerine sadece kibirli bir duruş ve siyasal çıkar
hesapları geçmiş durumda...
Kürdlerle barışmak ya da onların kırılmış onurlarına
saygı göstermek yerine yukarıdan bakan, kendi Kürd’ünü inşa
edip, kendi “barışını” dayatmaya çalışan bir geleneksel (hani
“eski” Türkiye dedikleri) devlet barışı...
Ve belli ki başka hiçbir konuda hiçbir “değerli fikirlerini”
duymanın nasip olmadığı devletin en has bekçisi bir takım
“şerefli” parti liderleri şimdi, havadaki pusun maksimum
seviyeye çıktığı bir zamanda, kendilerine biçilen rolü oynamak
üzere devreye girdiler. Bu rol tek oyunculu değil kuşkusuz;
karşılarında onların tam istediği gibi bileşenlere sahip bir örgüt var. Tam onların istediği gibi “terör” yapıyor; polise pusu
kuruyor, çarşıda yemek yiyen askeri öldürüyor.
Cumhuriyetimizin en nadide referanslarından biri
olan “ihanet” retoriği devreye giriyor; dış ve de özellikle iç
düşmanlarla çevrili olmakla milliyetçileşen, halkımızın hassas
delikanlıları kamusal alanda performans patlaması yaşıyorlar.
Uzun bir süre, küçük çapta ve heyecansız eğlenceye
dönüşen askere uğurlama törenleri artık yeniden ölümün,
öldürmenin kutsandığı ayine dönüşüyor... “En büyük asker
bizim asker!”, “Tekbiiir! Ya Allah bismillah Allahu ekber!”
klasiklerinden başlayıp, futbol tribünlerindeki belden aşağı
sloganlara uğrayıp, havaya şarjörler dolusu kurşun (ya da
kuru sıkı?) saydırmalarla devam eden bir ayin...
“Şerefsizler” retoriğini kolayca sahiplenen, ortalamanın gücüne sahip bir ayin... Mahalle aralarında kimsenin
gıkını çıkarmaya cesaret edemeyeceği bir sıradanlık... Eski
Türkiye’den beri, aralıksız ve en risksiz bir şekilde “kahraman” olunabilen bir performans...
Bir gün sonra aynı kahramanların, içkiyi biraz fazla kaçırınca, kendi aralarında tekme tokat kavga ettikleri, küfrün
bini bir para olduğu, kafalarda şişe kırmayı da içeren, erkekliğin raconunu konuşturdukları bir performans da öncekinin
bir varyasyonu...
Eski ve yeni Türkiye’nin değişmez klasikleri arasında yer
alan, şerefi kendisine saklayan, şerefsizliği başkasına yapıştıran ortalama bir korku ve korkutma etrafında şekillenen bir
raconun performans günlerine hoş geldik!
14
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos14
2015
YAŞAM
EMEK
BasHaber
10 - 16 Ağustos 2015
15
SÖYLEŞİ
15
Kadın emeğinin yasal garantörü!
E
Ladino:
Bir dilin üç kıtadan ‘ölüm durağı’na yolculuğu!
İ
Çimen Gümüş
spanya’dan kovulduktan sonra Osmanlı topraklarına yerleşen Yahudilerin
konuştuğu dil olan Ladino, onu konuşanların sayısının artık yok denecek kadar
azalmasıyla son yıllarını yaşıyor. Yahudiler
arasında konuşulan bu dil ile ilgili basın yayın organları olsada özellikle yeni kuşağın
konuşmaması Ladino dilinin yok olmayla
yüz yüze kaldığını gösteriyor. Dilbilimci
Karen Gerson Şarhon, Ladino’nun artık evlerde konuşulan bir dil olmadığını ve kendi
kuşaklarından itibaren biteceğini söyledi.
Ladino’nun hikayesi Yahudilerin osmanlı
topraklarına göç etmesiyle başlar. Miladın başlarında Ortadoğu’dan İspanya’ya
göç eden Yahudiler, İspanya’nın Emeviler
tarafından fethedilmesine kadar burada
yaşamış ve ana dilleri olarak eski ispanyolcayı konuşurlar. Yüzyıllar sonra 1492’de
İspanya’nın yeniden ispanyollar tarafından
geri alınmasıyla “Katolik İspanya Kraliyeti”
oluşturulur ve ilk faaliyet olarak tüm Müslaman ve Yahudilere din değiştirmeleri dayatılırken, kabul etmeyenlerin ise kısa süre
içinde İspanya’yı terk etmeleri bildirilir.
15. yüzyılda Müslümanların ve Yahudilerin
İspanya’dan kovulmasının ardından sayıları yaklaşık 200 bin olan Yahudi topluğu
Osmanlı topraklarına gelerek, daha çok
Balkanlar, Trakya, Marmara ve batı anadoluya yerleşir. İspanya’dan göç eden Seferad
Yahudileri zamanla başka dillerin de etkisi
altına girekek Ladino dilini konuşmaya
başlar. O nedenle bu dili konuşan Yahudiler, sadece Osmanlı topraklarında yaşayan
Yahudilerdir. Seferad Yahudileri, osmanlı
topraklarında eski ispanyolcayı ve yahudi
ispanyolcasını serbestçe kullanmış, kitap
ve gazete yayınlamışlardır. Osmanlı’da bu
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Editörler: İsmail Yıldız, Yeter Polat
Haber Merkezi: Özcan Şahin, Çimen Gümüş,
Rabia Çetin / Diyarbakır: Mustafa Turan /
Emin Kan
dile Yahudice denmiş ve bu sözcük kendi
dillerine çevirilerek Yahudi İspanyolcasına
“Judio” olarak kabul edilir.
Ladino’nun dünya çapında geçerli olan
ismi Judeo Espanol’dur. Ladino dili bugün
çoğunlukla Türkiye ve buradan İsrail’e göç
eden Yahudiler tarafından konuşulurken,
yine buradan ABD, Fransa, Yunanistan,
Brezilya, Fas, Bulgaristan ve İtalya, Kanada,
Arjantin, Tunus, Sırbistan ve birçok ülkede
az da olsa konuşuluyor. Orijinal alfabesi
Raşi alfabesi olan Judeo Espanol harf devriminden sonra bu alfabe ile yazılamıyor.
İspanya’dan dağılan Sefaradlar çoğunlukla
Raşi alfabesi ile yazmış fakat gittikleri
bölgelerin de alfabelerini alırlar. Böylece
Yahudi ispanyolcası yani Ladino 1850’lere
kadar Arap, Bulgar, Raşi ve Yunan alfabeleriyle yazılır. Bu tarihten sonra ilk defa latin
alfabesiyle tanışır. Seferadların göç ettileri
yerlere taşıdıkları anadilleri olan JudeoEspanol yani Ladino’ya uzun yıllar boyunca
Türkçeden de sözcükler eklenerek sadece
Türkiyeli Sefaradlara özgü bir dil olarak
ortaya çıkar.
Sadece 50 yaş üstü
Yahudiler konuşuyor
Seferadlar sözlü ve yazılı kültürlerini,
masallarını, deyimlerini, atasözlerini, efsanelerini, mutfak kültürlerini ve müziklerini
Ladino ile var etmişler, ardından 1920’lerde Türkçenin yaygınlaştırılması çabası ile
Yahudiler de büyük baskılara maruz kalmış
ve Ladino yerine Türkçe kullanılmaya başlanmış. Bununla birlikte Ladino’nun konuşulma orana zamanla çok sınırlı bir düzeye
inmiş. Bugün ölmekte olan dillerden biri
olarak karşımıza çıkan Ladino, Türkiye’de
yanlızca 50 yaş üzeri Yahudiler tarafından
kullanılıyor.
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Hamiyet Çelebi
İdare Müdürü: Esin Alp
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
Birçok dilin karışımı
Seferad Yahudilerinin Osmanlıya
gelmesiyle Ladino’nun Osmanlı İmparatorluğunda doğduğunu aktaran Dilbilimci
Karen Gerson Şarhon, “Judae Esponol bir
Osmanlı dilidir. 15. Yüzyıl ispanyasında konuşulan tüm dillerin karışımı bir dil olarak
Osmanlı topraklarında doğuyor. Osmanlıya
geldiklerinde diğer dillerden de etkileniyorlar. Bunlar Osmanlıca, Rumca, İtalyanca ve
1860’lardan sonrada Fransızcadır. 195060’lara gelindiğinde bu dil iyi bilmeyenler
tarafından konuşulduğunda çok fazla başka
dillerden alıntılarla konuşuluyor ve bu
nedenle prestiji çok fazla düşüyor. 1970’lere
gelindiğinde bu dil değil salata gibi şeyler
söyleniyor. Ve sanki konuşanlar tarafından
ölüme mahkum ediliyor” dedi.
2000’lerden sonra
standartizosyonu yapılır
Prestijini kaybeden Ladino için 1990’larda Rönesans dönemine girildiğini belirten
Gerson Şarhon, İspanya’nın açtığı Cervantes Enstitülerinin kurulmasıyla yurtdışından çok sayıda bilim insanının gelerek bu
dili araştırdığını ve 1970’lerle prestijinin
yükseldiğini belirtti. Yine 1990’larda
İsrail’de hükümet tarafından hükümetin alt
kurumu olarak Ladino Enstitüsü kurulduğunu dile getiren Gerson Şarhon, “Bunlar
geniş çapta araştırma, toplama ve belgeleme faaliyeti yürütüyor. Ve bu dil için hiçbir
zaman yapılmayan çalışmalar yapılıyor”
dedi. Harf devrimiyle birlikte Türkiye’deki
herkes gibi Yahudilerde de bir kesit meydana geldiğini aktaran Gerson Şarhon, bu
dönemden sonra Raşi alfabesiyle yazılan
tüm yayınlarının okunamadığı için unutulduğunu belirtti. Son olarak kendisinin
Tel: +90 212 243 27 60
Fax: +90 212 243 27 79
E-mail: [email protected]
www.basnews.com
Meşelik Sk. No:22 D/3 Beyoğlu/İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
de yer aldığı 2003’te açılan Osmanlı Türk
Seferad Kültürü Araştırma Merkezi’nde
Ladino ile ilgili bir standartizasyon çalışması yaptıklarını belirtti. 2005’te Ladino
dilinde yayınlanan El Amaneser gazetesini
çıkarmaya başladıklarını aktaran Gerson
Şarhon, dünyanın her tarafından yazarlarının olduğu 15 günde bir çıkan 24 sayfalık bir gazete çıkardıklarını ifade ederek,
gazetenin uluslar arası düzeyde büyük bir
ağ oluşturmalarını sağladığını söyledi.
Dili konuşanlar öldükten sonra
dil de kalmayacak
Türkiye’de akademik düzeyde bir çalışma
yürütmek için birçok üniversite ile görüştüklerini ancak üniversitelerin yanaşmadığını aktaran Gerson Şarhon, Ladino’nun
ortaya çıktığı ve konuşulduğu tek yer olan
Türkiye’de çalışma yürütülememesini
eleştirdi. Gerson Şarhon şöyle devam etti:
“1945’te doğanlar öldükten sonra anadili
Ladino olan kimse kalmayacak. Bu sadece
Türkiye değil bütün dünya içinde geçerli.
45-50 yaşın üzerindekiler konuşuyor o
da iyi değil. Bizler konuşan son kuşağız.
Türkiye’deki Yahudi cemaati şu anda 18
bin kişi. Bunların 3-4 bini Ladino’yu belki
biliyordur. Bu dili konuşanlar öldükten
sonra Ladino diye bir anadil olmayacak. Bir
dili konuşan kimse kalmayınca o dil yaşıyor
sayılmaz. Dolayısıyla bir şekilde bir müddet
sonra ölecek.”
Bir dilin yaşayabilmesi için en önemli şeyin eğitim dili olması gerektiğini kaydeden
Osmanlı Türk Seferad Kültürü Araştırma
Merkezi Başkanı Silvyo Ovadya, “Okullarda
öğretilmediği, dil bilgisi ve sözlüğü olmayan
bir dil olduğu için az sayıda kişi konuşabiliyor” dedi. Ladino’nun bugüne kadar da
muhafaza edilebilmesinin büyük bir başarı
olduğunu aktaran Ovadya, İspanyolcaya
yakın olduğu İspanyolca öğreten yerlerde
öğrenilmesinin de kolay olduğunu söyledi.
Ovadya, Ladino’nun yok olmaması için,
kurslar ve enstitüler gibi çalışmalar yapılması gerektiğini aktardı.
v İşçileri insanca koşullarda çalışabilmek ve tüm normal işçiler gibi
işçi statüsünde yer alarak tüm haklarından faydalanmak için sendikalarını
kurmuş olsalar da mücadele onlar için yeni
başlıyor. Yüzbinlerce ev işçisi kayıt dışı
çalışırken, devletin sağladığı herhangi bir
yasal güvenceleri söz konusu değil. Uzun
yıllardır yürüttükleri mücadele sonucunda,
sendikalarını kurmayı başaran ve şartlı
olarak sigortalı çalışmaya hak kazanan ev
işçileri, 1 Nisan’da çıkan Torba Yasa’nın
onlar için “güvence” değil “güvencesizlik”
anlamına geldiğini düşünüyor.
Ev İşçileri Dayanışma Sendakısa (EVİDSEN), çalışma koşulları ve sigortasızlığa
karşı mücadele edebilmek için 2009 yılında bir grup ev işçisinin DİSK’e bağlı Genelİş Sendikası’nda toplanmaya başlamasıyla
ilk adımları atıldı. Burada yürüttükleri
çalışmalardan sonuç alamayan ev işçileri,
daha sonra dernek girişimde bulunarak devam etmek istedi ancak bundan da sonuç
alamayınca yeniden ve yalnız olarak sendikalaşma kararı alır. 15 Haziran 2011’de
resmen kurulan EVİD-SEN’nin yolculuğunun bu kısmında devlet daireleriyle benzer
sorunlar yaşamayı başlıyor. Sendikalar
Masası’nın kabul etmediği başvuru zorla
da olsa kabul ettirilmiş olsa da ev işçileri hemen akabinde İstanbul Valiliği’nin
kapatma davasıyla karşı karşıya kalır.
Valiliğin açtığı davada kapatılan EVİDSEN’e açtığı karşı dava ile üç defa Yargıtay
yolu görünür. EVİD-SEN’in 4 yıl boyunca
yürütmüş olduğu bu hukuki mücadele sonunda ev işçilerinin lehine sonuçlanarak,
ev işçileri sendikalarına kavuşurlar.
Sınırlı kaynaklarına rağmen özellikle ev
işçilerinin yoğun olduğu illere ulaşmaya
çalışarak kadınları açtığı geri dönüşüm
davalarında yardımcı olmaya çalışan
EVİD-SEN, Türkiye’deki tüm ev işçilerine ulaşmayı hedefliyor. EVİD-SEN,
ev işinin ve ev işçiliğinin yasalar nezdinde tanınması, çalışma ve dinlenme
saatleri, fazla mesai, yıllık izin ve ücret
gibi konularda diğer işçilerle aynı haklardan yararlanmayı, yine hükümetin
işyeri sağlığı ve güvenliği için kurallar
getirmesini, cinsel istismar ve şiddete
karşı koruyucu önlemler almasını, özel
istihdam bürolarının kötüye kullanımının engellenmesini talep ediyor.
Ayrıca göçmen ev işçileri için de ek düzenlemeler yapılmasını istiyor. Başlıca
talebi ev işinin ve işçisinin işçi olarak
tanınması ve kanun kapsamına alınması ile ilgili yasanın çıkarılmasıdır.
Gençlik yıllarından beridir ev işçiliği
yapan ve aynı zamanda EVİD-SEN
Kurucu Üyesi ve Başkanı olan Gülhan
Benli, yıllarca büyük bir kentte tek başına sigortasız çalışmanın zorluklarını
yaşamış. 20 yıldır bu işi yapan Benli,
çalıştığı bu süre içerisinde bir işçi gibi
sosyal haklarını alamazken, “Bu 20 sene
sigortalı çalışsaydım şu anda emekliydim”
diyor. Birkaç arkadaşıyla birlikte hem
kendisinin hem de arkadaşlarının yaşadığı
hem de sorunlara çözüm bulmak adına
yola çıktıklarını kaydediyor.
‘Sendikalar bizi
örgütlemek istemedi’
Sendikalaşma için ilk adımı atmaya
başladıkları 2009 sürecinde kendilerine
yönelik bakış nedeniyle hem sendikaların,
hem de devlet dairelerinin yaklaşımlarında kaynaklı ciddi sorunlarla karşı karşıya
kaldıklarını belirten Benli, o süreci şöyle
anlatıyor: “Önce DİSK’e bağlı Genel-İş’in
çatısı altında bir çalışma başlattık. Sonra
yaşadığımız sorunlar nedeniyle devam
edemeyeceğimizi anladık. Sendikalar bizi
örgütlemek istemediler. Bunu angarya iş
olarak gördüler. Alana dair bir fikirleri yok.
Zar zor topladığımız kadınlara, apolitik
insanlara, ‘gerekirse bu uğurda öleceksin,
kurşuna geleceksin deniyor.’ Örgütlemek
istemeyince her türlü bahaneyi uydurup
kaçırtmaya çalıştılar. Bunun yerine sendikanın ne olduğunu, ne yapılması gerektiğini, faydalarını anlatmadılar. O dönem ki
kadınlara bir daha ulaşamadım.”
‘Hizmetli değil ev işçisiyiz’
Sendikaların yanı sıra feminist örgütlerde olmak üzere kadın örgütlerinin de
kendilerine çok ilgisiz ve baştan savma
davrandığını kaydeden Benli, “Sahipsiz
kaldık” diyerek bunun ardından tek başlarına yola devam etme kararı verdiklerini
söyledi. Sendikalar Masasının da sendikaya benzer bir yaklaşım sergileyerek,
“Siz işçi değilsiniz, sendika kuramazsınız”
dediğini aktaran Benli, ardından İstanbul
Valiliğinin kapatma davasıyla karşı karşıya
kaldıklarını kaydetti. Kendilerinin sürekli
olarak “hizmetli” statüsünde tutularak
işçilerden ayrı ele alınmasını eleştiren
Benli, “Her meslek grubundan, herkes bir
şeye hizmet eder. Ev işçisi de evde hizmet
veriyor. Burada söz konusu olan ev işçisini
aşağılamak, itibarsızlaştırmaktır. Buna
kimsenin hakkı yoktur. Ev işçisi de diğer
meslek gruplarındaki insanlar kadar her
türlü haklara sahip olmalıdır ve itibarının
geri verilmesi gerekiyor” dedi.
Durakları ve parklarda örgütlenme
Sendika yönetiminin ev işçilerinden
oluşması nedeniyle işçilere kolaylıkla
ulaşabildiklerini belirten Benli, “Çoğunlukla kendi özel ilişkilerimiz üzerinden
birbirimizle bağlantıya geçiyoruz. Hareket
ettikleri otobüs durakları ve çocukları götürdükleri parklarda örgütleniyoruz. Oluşturduğumuz haritalama sistemi üzerinden
ilerliyoruz” dedi.
İnsanlık dışı koşullarda çalışma
Ev işçilerinin yaşadıkların sorunların
tahmin edilenden çok daha fazla olduğuna
dikkat çeken Benli, şöyle devam etti: “En
başta kadın olarak sorun yaşıyorlar. Çalıştıkları yerlerde tacize, tecavüze uğruyorlar.
Mobing çok fazla. Yemek problemi yaşayabiliyorlar. Birçoğu gittikleri yerlerde aç
bırakılıyorlar. Havasız rutubetli ve daracık
ortamlarda, kalürifer kazanı dairelerinde
ya da dolaplarını kurdukları yerlerde yatırıyorlar. Ve insanlık dışı bir sürü şey. Öldürülüyorlar. Bu daha çok göçmen olanlarda
yaşanıyor.”
‘Yasa istismarı getiriyor’
1 Nisan’da yürürlüğe giren 6552 sayılı
Torba Yasasının 10 günün
altında çalışan ev işçisine sigorta yapılmamasını
öngören ve ev işçilerinin
sorunlarını çözümekten uzak
olduğunu belirten Benli, “1
Nisan’da yürürlüğe giren
6552 sayılı Torba Yasa ile on
günden az çalışan ev işçilerinin işçi sayılmaması, önceki
durumlarını daha da kötüye
götürüyor. Bu yasa ile güvenceyi değil güvencesizliği
resmileştiriyor. Çok saçma ve
bu 10 gün barajı çok büyük
bir haksızlık. Diğer alanlarda
çalışan hiçbir işçiye yapılmıyor. Peki neden ev işçisine
yapılıyor. İşveren 30 gün
çalıştırsa bile işçinin haftada
bir ya da iki gün, ya da ayda
9 gün geldiğini söylüyor.
Bu bir istismardır ve hiçbir
faydası yok” diye konuştu.
‘Ev işçileri
kendilerini
işçi görmüyor’
Ev işçileri konusunda çalışmaların yeni başlamış olmasından dolayı
hala sendikanın varlığından haberdar
olmayan yüz binlerce ev işçisi olduğuna
dikkat çeken Benli, en büyük sıkıntılarının ev işçilerinin de kendilerini işçi
olarak görmemeleri olduğunu kaydetti.
Benli şunları aktardı: “Devlet onları işçi
olarak görmediği için bu algı onlarda
da var. Yine işçilik süreci duygusal
bağların oluşması olumsuz etkiler
bırakıyor. Onu kırmak için de büyük
bir mücadele vermemiz gerekiyor.” Ev
işçilerinin sendikalaşmaya nasıl baktıkların yönündeki soruya ise, “Kadınlar
korkuyorlar. Olumlu bakan da var çok
korkanda, çünkü işverenin sendikalı
olmalarından kaynaklı tehdit etmesi
veya işten çıkarması onlar için büyük
bir tehdit unsurudur” dedi.
Türkiye’de 1 milyon ev işçisi
Kadın örgütlerinin de kendilerine
daha çok destek vermesi gerektiğini dile getiren Benli, ciddi bir veri
çalışması yapmayı planladıklarını
aktardı. Devletin yaptığı araştırmaların ev işçilerinin sayısı konusunda
gerçek rakamı yansıtmadığını belirten
Benli, “O araştırmalar doğru araştırmalar değil ve eksik kalan yanları var.
Özellikle göçmenlerle ilgili, şu an kayıt
altında olmayan birçok kadın var. Bu
nedenle veriler doğru değil. Türkiye’de
1 milyonun üzerinde göçmen var” dedi.
Ev işçilerinin çalıştıkları süreler boyunca sigortalarının ödenmesine dair
geriye dönük açtıkları davaların büyük
bir kısmının kazanıldığını ifade eden
Benli, “Tüm ev işçisi kadınlar haklarını
ve emeklerinin karşılığını almak için bu
davaları açmalıdır” dedi. Benli, kısa bir
süre sonra başlatacakları kampanya ile
üyelikleri de başlatacaklarını söyledi.
Tübitak, Uluslararası Çalışma Örgütü,
SGK, akademisyenler ile birlikte bir
proje üzerinde çalıştıklarını aktaran Benli, önümüzdeki Eylül ayında
projenin startını vereceklerini ve daha
sonrada kampanyaya başlayacaklarını
ifade etti.
16
BasHaber SÖYLEŞİ
10 - 16 Ağustos16
2015
MÜZİK
Hamo Celikan
Amacım farklı bir ses getirmek!
Hamo Celikan, Orta Anadolu Kürdlerinden. Konya’nın
Kulu ilçesine bağlı Celikan (Yeşilyurt) köyünden olan Hamo,
kullandığı soy ismini de köyden alıyor. 36 yaşında olan Hamo,
Danimarka’da bir ilköğretim okulunda öğretmen, boş vakitlerinde ise
müzikle uğraşıyor. Hamo, Orta Anadolu Kürdlerinin şivesiyle söylediği
şarkılarını Youtube’da sevenleriyle paylaşıyor. Hamo çalışmalarını ve
Orta Anadolu Kürd müziğini bize anlattı.
Özgür Celikanî
Okuyucularımız için biraz kendinizden bahseder misiniz?
İsmim Hamo Atçı, ben Hamo Celikan
ismini tercih ediyorum; çünkü köyümün
Kürdçe adı ve bağlı olduğumuz aşiretin adı
Celikan. Köyüm Konya’nın Kulu ilçesine
bağlı Yeşilyurt köyü. Orta Anadolu Kürdlerindenim. 1979 yılında Danimarka’da doğdum, orada öğretmenlik yapıyorum. Babam,
uzun zaman önce yurtdışına göç edenlerden
biri.. Babam gittikten sonra ailesini de
yanına alarak orada yaşamaya karar vermiş.
Halen orada yaşıyoruz.
Öğretmenlik ve müzik bir arada yürüyor mu? Bu müzik merakı nasıl
ortaya çıktı?
Daha küçükken bilur çalıyordum. Arkadaşlarım da vardı o dönemlerde, onlar
şarkı söylüyordu, saz çalıyordu. O dönemlerde arkadaşlarla bir araya gelip bir şeyler
yapıyorduk, çok hevesliydim müziğe, halen
de öyleyim. Çocukluğumda annemizin ya
da büyüklerimizin bize söylediği şarkıları ve
bizim kültürümüze ait şarkıları çok dinliyordum. Kendi aramızda bir grup oluşturduk ve
bir hoca gelip bize müzik eğitimi veriyordu,
böylece başlamış olduk. Yavaş yavaş müziğin
ileriki aşamalarına geçtik.
Çektiğiniz klipleri sosyal medya
üzerinden sevenlerinle paylaşıyorsunuz. Neden bir albüm çıkarmadınız?
Eğer 5 ya da 10 yıl öncesi olsaydı bu
söylediğin doğruydu. O zamanlar bir single
albüm çıkarabilirdim. Fakat artık insanlar
sosyal medya üzerinden sesini daha rahat
duyurabiliyor, orada reklam yapabiliyor.
Ayrıca sosyal medyanın kullanımı oldukça
kolay ve basit. Modern bir alan olduğunu da
düşünüyorum… Bunun yanı sıra sosyal medyada o kadar zahmetli bir şey yok, hazırladığın klibi paylaşmak ve duyurmak oldukça
basit. Albüm çıkarmak için ciddi bir bütçe
gerekiyor ve bunu yapmak için de bu işten
para kazanmak gerekiyor. Ben, müzikten
para kazanan biri değilim, öyle bir amacım
da yok zaten. Amacım para kazanmak değil;
doğru, kaliteli ve herkesin dinleyebileceği
bir müzik yaratmak istiyorum. Benim için
müzik bir hobidir.
Son zamanlarda Orta Anadolu
Kürdleriyle ilgili müzikal çalışmalarda bir çeşitlilik söz konusuı. Bu
yeni ürünler ve sanatçılar için ne
söylemek istersiniz?
Bu işten para kazananlara diyecek bir
şeyim yok. Adam düğünlerde şarkı söyleyebilmek ve sesini duyurabilmek için bir
albüm çıkarıyor ve piyasaya sunuyor. Bu,
onun IŞİDir. Benim için müzik gönülden
gelen bir şey olduğu için para kazanılan bir
şey olmaktan öte… Piyasadaki Orta Anadolu
Kürdleriyle ilgili müzikler birbirine benzer,
birbirini takip eden cinsten. Yeni bir ses,
yeni bir ritim, yeni bir müzik anlayışı yok.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu tarz müzikler artık önemini yitirmiştir. Ben bir müziğe başlamadan önce dinler, kulak kesilir
ve analiz ederim. Bu müzik üzerine günlerce
düşünür, en ince ayrıntısına kadar kontrol
ederim. Onlar da böyle yapmalıdır. Kürd
televizyon kanallarında baş gösteren bu müziklere yeni bir konsept gerekiyor artık!
Orta Anadolu Kürd sanatçılarından olan Kürd Remzi’den son çıkan
albümlere kadar birçok sanatçı
aynı konsept üzerinde şarkı söyledi. Siz bunu değiştirdiniz, öyle değil
mi?
20 yıl önce arkadaşlarla bir araya geldiğimizde bile o zamanlarda bu müziğin artık
değişmesi gerektiğini düşünüyorduk. Ben de
Kürd Remzi, Serbülent Kanat ve diğer
sanatçılarla büyüdüm; fakat bu iş
hep böyle gitmek zorunda değil.
Onlar değerliydi, bir yere kadar
taşıdı ama artık yeni konseptin insanlara hitap etmesi gerekiyor. Biz
o zamanlar Agirî Jîyan, Civan Haco,
Mikaîl Arslan dinliyorduk.
Bununla birlikte Grup
Yorum, Kızılırmak ve
Ahmet Kaya da vardı…
Bunları birleştirdiğimizde yeni bir
soluk kazanıyordu
müziğim.
“Lê Lewendê”
ilk klibiniz ve
diğerlerinden
oldukça farklı…
Evet. Ben hem
Orta Anadolu Kürd müziğiyle, hem de Batı
müziğiyle büyüdüm. Lê Lewendê bu iki
müziğin bir araya gelmesiyle oluştu. Bu
şarkının ilk aşamalarında eşim “neden böyle
bir konsept seçtin? Kim dinler ki böyle bir
müzik tarzını?” diye karşı çıkınca, ben bu
müziğin yeni bir soluk getireceğini kendisine
aktarmıştım. Benim için yıllardır sürdürülen
ve artık tarihi geçmiş müziğe bir protestti
Lê Lewendê! Bir yandan da arabesk müziğe
karşı bir başkaldırıydı. Arabesk müzik kendi
çapında iyi bir müzik tarzı olabilir, ama ben
buna karşı da bir şeyler yapmak istedim.
Şu anki çalışmalarınız neler?
Orta Anadolu Kürd kadının trajedisi olan
yalnızlık ve Avrupa’ya yapılan göçün kadınlar ve yaşlılar üzerinde bıraktığı tahribat
üzerine bir klip hazırlığım var. “Dayê” adını
verdiğim şarkının klibinde Orta Anadolu
Kürd annesi ve yaşlıları ile bu sorundan
dolayı yıllarca evlat hasreti çeken, çocuklarını yıllarca göremeyen insanlar kendisini
bulacak. Bu, benim için önemli bir mesele
idi, böyle bir çalışmayı uzun zamandır düşünüyorum.
Şarkılarınızda özel bir tat var,
Orta Anadolu Kürdlerinin
şivesinde söylüyorsunuz.
Neden?
Az önce de belirttiğim gibi, doğal
bir müzik istiyorum ben. Orta
Anadolu Kürdüyüm dolayısıyla yapacağım müzik
de onları anlatabilmeli.
Bunun nedenlerinden
biri Orta Anadolu
Kürdleri ile Kürdistan’daki Kürdlerin
birbirini söylem
bakımından anlayamaması. Genel
bir müzik yaparsam
Orta Anadolu’da
yaşayan Kürdler
beni anlamayacaktır.
Annem müziğimi din-
lerken ne söylendiğini bilmeyecektir. Evet,
biz hepimiz biriz. Kürdün doğusu batısı
olmaz fakat bu bir gerçektir ki Kürdçenin
birçok farklı lehçesi var ve biz birbirimizi
anlamakta güçlük çekiyoruz. Yerelliğe her
zaman önem veriyorum. Birisi müziğimi
dinlediğinde “a ne güzel! Bizim şivemizde
söylüyor” diyebiliyor.
Çalışmalarınızı nasıl yapıyorsunu?
Kimler yardım ediyor?
Bir ara bazı sanatçılarla çalışıyor, onlara
saz çalıyordum. Şimdi ise sadece kendi müziğimle ilgileniyorum. Genel olarak yaptığım
müziğin ve kliplerin her aşamasında yalnız
çalışıyorum; fakat bazen arkadaşlarım ve
eşim de bana yardımcı oluyor. Özellikle eşim
kliplerde oynayarak bana destek sunuyor.
Mesela “Bûkê” klibinde eşim ve kızım oynamıştı. Aynı zamanda klip ve müzikle ilgili
de nasıl olacağına dair onlar bana yardımcı
oluyor.
Yaptığınız müzikte ya da çalışmalarınızda zorluklar yaşıyor musun?
Yapılan çalışmalar oldukça zor ve bir
kadar da eksik. Arkadaşlarım çoğu zaman çalışıyor ve sürekli onlardan yardım
isteyemiyorum. Benim de özel bir yaşantım
var ve müziğe ayırdığım vakit bazen kısıtlı
olabiliyor. Sorumlu olduğum bir ailem ve bir
işim var. Bunların yanı sıra saz çalımından
montajına kadar her aşamada klibi kendim
yapmam da bir başka zorluk. Ve bugün her
şey ekonomiye bağlı. Profesyonel bir ortamda çalışmıyorum, kamera satın almam veya
kiralamam gerekiyor; müzik aletleri ve diğer
her şey para. Bugün her şey para olduğundan dolayı istediğiniz gibi çalışamıyorsunuz.
Söylediğim gibi bakmam gereken bir ailem
olduğundan dolayı da müziğe çok fazla para
harcadığım söylenemez. Ekonomik anlamda
zorlanıyorum ve yalnız çalışmak benim için
en büyük problem. Tüm bunların dezavantajları ileride yapmak istediğim belgesel,
Kürdçe animasyon filmleri ile ilgili düşüncelerimi geri plana itiyor.

Benzer belgeler

23.05.2016

23.05.2016 Hamo Celikan:

Detaylı

16.02.2015

16.02.2015 Hamo Celikan:

Detaylı

26.01.2015

26.01.2015 Hamo Celikan:

Detaylı

Bir Sisifos Hikayesi? Türkiye ile PKK Arasında Barış Görüşmelerine

Bir Sisifos Hikayesi? Türkiye ile PKK Arasında Barış Görüşmelerine Demirtaş, Avrupa’da KCK Heyeti ile görüştü Bu gelişmelerin hemen ardından Brüksel’e uçan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın KCK Yürütme Konseyi üyesi Zübeyir Aydar ve KongraGel Eşbaşkanı R...

Detaylı