İndir - Diyarbakır Kitapları

Transkript

İndir - Diyarbakır Kitapları
DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİH 1
T.C. DİCLE ÜNİVERSİTESİ
DİYARBAKIR
SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1
Siyasi ve Kültür Tarihi
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat
Koordinatör
DİYARBAKIR
SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1
Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT
(Koordinatör)
Katkılarından dolayı
Müh. Murat TOMAR’ a teşekkür ederiz.
T. C. Dicle Üniversitesi
Dicle Üniversitesi Rektörlügü
SUR / DİYARBAKIR
Prf. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT
T. C. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi
SUR / DİYARBAKIR
1
DİYARBAKIR
SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1
Editörler
Prof. Dr. Kenan Haspolat
Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi
ISBN: 978-975-7635-48-2
KASIM 2013
1. BASKI
Grafik & Tasarım
Eda Esra ÇELİK ve Seda ÇELİK
Kapak Tasarım
Edip Çelik
Baskı
UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME Kadir TÜRKMEN
Davutpaşa Cad. Güven Sanaii sitesi B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL
Tel: (O212) 565 23 00 Gsm: 0555 616 17 21
Yayınların Bilimsel ve Hukuki sorumluluğu Yazarlara aittir.
Kaynak gösterilerek kısa alıntı yapılabilir.
Kısmen ya da tamamen çoğaltılamaz.
2
DİYARBAKIR’IN SİYASI VE SOSYAL TARİHİ
Bölüm editörü: Yrd. Doç. Dr. M. Sali̇h Erpolat
1. Kisa Si̇yasi̇ Di̇yarbakir Tar Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl ( Sayfa 4 - 14 )
2. . Osmanlı Hakimiyeti Süresince Diyarbekir Eyaleti’nin Sosyal Durumu
Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik ( Sayfa 15 - 39 )
DİYARBAKIR VE DİN TARİHİ
Bölüm editörü. Arş Gör. Mehmet Yanmış
1. Dini tarih .Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl ( Sayfa 40 - 62 )
KÜLTÜR VE MUSİKİ TARİHİ
Bölüm editörü: Prof. Dr. Kemal Güven
1. Türk Sanat Musikisine Hizmet Eden Diyarbakırlı Bestekarlar,
Güftekarlar ve Kullanılan Makamlar İle Eşlik Çalgılar Vedat Gündoğan ( Sayfa
63 -89)
2. Tarihten Günümüze Diyarbakır ve Kırsalında Musiki Aletleri, müziği
ve eğlenceleri Prof. Dr. Kenan Haspolat ( Sayfa 90 - 143 )
3. Diyarbakır’da Kürt müzik ve edebiyatı Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa
144 -178 )
4. Diyarbakır kültür ve sanat dünyasından portreler. M. Ali Abakay
(Sayfa 179 -259 )
5. Diyarbakır’da Söylenen Maniler, Hoyratlar, Ninniler, Halk Deyimleri,
Atasözleri, Dualar, Beddualar. Vedat Gündoğan ( Sayfa 260 - 330 )
6. Diyarbakır’da tarihte memleket sevgisi. Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa
331 -403 )
7-Diyarbakır’da fotoğrafçılık. M. Ali Abakay ( Sayfa 404 - 409 )
EĞİTİM TARİHİ
Bölüm editörü: Öğ. Gör. Aysel Yılmaz
1. Diyarbakır Eğitim tarihi. Aygül Doru ( Sayfa 410 - 479 )
2. Diyarbakır salnamelerinde eğitim-öğretim kurumları Mehmet Ali
Abakay ( Sayfa 480 - 485 )
3. Cumhuriyete Geçiş Yıllarından Bugüne Diyarbakır Kütüphaneleri
Mehmet Ali Abakay ( Sayfa 486 - 496 )
3
DİYARBAKIR ŞEHİR MERKEZİNİN KISA BİR TARİHÇESİ
Hayreddin KIZIL*
Giriş
Mezopotamya’nın en eski şehirlerinden biri olan Diyarbakır, coğrafi konumu
nedeniyle tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Güneydoğu Toros
Dağları’nın güneyinde, Yukarı Dicle Havzasında, Dicle Nehri’nin sağ kıyısında
denizden 650 m yükseklikte bulunan Diyarbakır, batısındaki sönmüş volkanik
Karacadağ’dan akan lavların oluşturduğu kalın bir tabaka üzerine kurulmuştur.
Şehrin kurulduğu bölge, kuzeyindeki dağlık yaylalarla güneydeki step düzlük­
ler arasında yerleşmeye elverişli bir geçiş alanında bulunmaktadır. Diyarbakır, bir
yandan Akdeniz ve Basra Körfezi’ne, bir yandan Harput-Sivas-Samsun yoluyla
Kara­deniz’e, bir yandan da Bitlis ve Van Gölü havzası üzerinden Azerbaycan ve
İran’a uzanan ana yolların kavşak noktasında bulunmanın avantajları­nı tarih boyunca
taşımıştır. Bu durum şehrin çeşitli dönemlerde savunma, ticaret yollarını denetleme,
gümrük kapısı, bir uç savunma üssü, hububat stok­lama ve dağıtma merkezi ile
kervanlar için barınak işlevlerini üstlenmesini sağlamıştır. Özellikle ekonomik ve
ticari faaliyetler kentin gelişmesinde ve kültürel de­ğişiminde önemli rol oynamıştır.
Askerî üs işlevine sahip olması ise kentin zaman zaman tahrip edilmesine, şu an bazı
yerlerin yıkılmasıyla beraber şehrin etrafını saran ve bir kalkan balığına benzetilen
surların tarih boyunca sık sık onarılmasına, genişletilmesine ve yeni işlev alanla­
rının açılmasına neden olmuştur.1 Diyarbakır’ın ilk adı, Asur Kralı Niran’a ait (M.Ö.
1310–1281) bir kılıç kabzasında “Amidi” veya “Amedi” olarak geçer. Aynı ad, M.Ö.
800, 726, 705 yıllarından kalma Asur valilerinin isimlerini bildiren belgelerde de
vardır. Bu adın, bölgenin ve şehrin ilk hâkimleri olan Hu­rrilerden (Subaru) kaldığı
kabul edilmektedir.2 IV. asra ait Yunan ve Latin kaynaklarında “Amid”, “Amida”,
Süryanice belgelerde “O’mid (beşik), Emit, Amide” şeklinde geçmekte3 olan bu isim
*Yrd. Doç. Dr. Hayreddin KIZIL, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi
1. Rıfkı Arslan, “Diyarbakır Kentinin Tarihi Ve Bugünkü Konumu”, Müze Şehir Diyarbakır,
Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999, s.82. İçkale ve Dış Kale olmak üzere ikiye ayrılan Diyarbakır
surları, şehrin coğrafi konumu nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur.
Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olan ve doğu yönündeki doğal uçurumuyla çok uygun bir
savunma ortamına sahip olan İç Kale, Romalılar tarafından Dış Kale yapıldıktan sonra
da önemini korumaya devam etmiş, her dönem şehrin yönetim merkezi olmuştur. Tarihin
çeşitli dönemlerinde yıkılmış, onarılmış ve genişletilmiş olan bu surların uzunluğu yaklaşık
5 km kadar olup eni doğudan batıya 1400 m, güneyden kuzeye 1040 m civarındadır. Bkz.
http://kygm.kulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFFFB2CB2A
D591CE261D9DD78D03148A6E (Tarih:06/10/2010; Saat: 08:59)
2 “Diyarbakır”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bs, Ankara 1966, c.XIII, s.378.
3 Gabriel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3. Yüzyıl, 1.Bs,
İstanbul 2000, ss.41–42.
4
Diyarbakır’ın M.S 639 yılında Hz. Ömer döneminde fethedilmesinden sonra
Arapça kaynaklarda “Amid” şeklinde kullanılmıştır.4 Hz. Osman döneminde,
Müslüman coğrafyacılar tarafından el- Cezire olarak adlandırılan Yukarı
Mezopotamya,5 buralara yerleşen Arap kabilelerinin isimlerine göre “Diyar-ı
Mudar, Diyar-ı Rabia, Diyar-ı Bekr” olmak üzere üç komutanlık haline getirilmiştir.6
“Diyarbekir” ismi de Rebia Araplarının iki büyük kabilesinden biri olup Dicle
kenarlarında yaşayan Bekir b. Vail kabilesinin yayıldığı topraklara verilen Diyâr Bekr
veya Diyâr-ı Bekr adına dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı kesin
olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tespit edilen
“Diyar-ı Bekr” Osmanlı hâkimiyeti döneminde “Diyarbekir” şeklini alarak “Amid”
şehri sancağı, merkez olmak üzere teşkil edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII.
yüzyıldan sonra ise şehir merkezi için kullanılmıştır.7 Şehir, etrafını saran surlarda
kullanılan bazalt taşlarının siyah olmasından dolayı “Kara Âmid” veya Arapça
“el- Amid el- Sevda” olarak da anılmıştır.8 VIII. yüzyıldan sonra bazı belgelerde
“Kara Amid, Kara Hamid”, Dede Korkut’ta “Hamid”, Divan-ı Lugati’t-Türk’te,
“Hamir (Emir)” olarak, Timur’un başarılarını öven Zafername’de ise, “Karacakale
veya Karakale” olarak geçer.9 XVI. yy sonuna kadar bütün eserlerde ve kitaplarda
yalnızca Âmid şeklinde görülen şehrin adı, Osmanlılar döneminde, XVII. yüzyıldan
itibaren, merkezi bulunduğu eyaletin adına, yani Diyarbekir’e dönüşmesine rağmen
bu dönemde bazen “Âmid” bazen de “Diyarbekir” olarak kayıtlara geçmiştir.10
XX. yy başlarından itibaren “Diyarbekir” ismi şehre de verilerek Amid ismi terk
4 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.378. Yakut el-Hamevi, Amid isminin Rumca (Yunanca)
olduğunu söylemekte fakat Arapça anlamları üzerinde de durmaktadır. Bkz. Yakut elHamevi, Mucemu’l-Buldan, Daru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 1.Bsk, Beyrut 1990, c.I, s.76.
5 Bkz. Ramazan Şeşen, “Cezire”, DİA, İstanbul 1993, c.VII, s.509.
6 Diyarbekir’e bağlı yerler için bkz. Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya Gelişi (Doğu ve
Güneydoğu İlleri), Kent Yay, 1. Bsk, İstanbul, Nisan 2004, ss.99–100; Abdurrahman Acar,
Amid (Diyarbakır) Şehri’nin Fethi, (Vakidi’ye Göre), Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Diyarbakır 1999, c.I, ss.195–196; Adnan Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyar-ı Bekr
Bölgesi Tarihi, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Orta Çağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul 2002, ss.-63–70.
7 Nejat Göyünç, “Diyarbakır”, DİA, İstanbul 1994, c.IX, ss.464–465. “Amid”, bu dönemde
Diyar-ı Bekr’in merkezi olmuştur. Ayrıca konu hakkında bkz Mükrimin Halil Yınanç,
“Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963, c.III, s.606.
Diyar-ı Bekir, Diyar-ı Mudar ile Diyar-ı Rebia ve buralardaki yerleşim yerleri hakkında
ayrıntılı bilgi için bkz. Adnan Çevik, ss.44–170 ve “Diyarbakır”, Türk Ansiklopedisi, c.XIII,
ss.385–388.
8 Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999, c.V,
s.195.
9 Orhan Cezmi Tuncer, Diyarbakır Kiliseleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve
Sanat Yay, Ankara 2002, s.9; Türk Ansiklopedisi, c. XIII, s.378.
10 Yınanç, c.III, s.625. Osmanlı arşivlerindeki belgelerde günümüz Diyarbakır’ından
bahsederken; “Nefsi Amid’de…” diye başlanıldığı görülür. Bkz. M. Şefik Korkusuz,
Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, Kent Yay, 1.Bsk, İstanbul 2007, s.9. Diyarbakır
Salnameleri’nde ise Diyarbakır Merkezden bahsedilirken “Nefs-i Diyarbekir” tabiri
kullanılır. 1877 tarihinde yapılan nüfus sayımından bahseden bölümde Diyarbakır Merkez
için “Nefs-i Diyarbekir” tabiri kullanılmıştır. Bkz. Diyarbakır Salnameleri, c.III, s.81.
5
edilmişse de tam olarak unutulmamıştır.11 15 Kasım 1937 tarihinde Diyarbakır’a
gelen Mustafa Kemal Atatürk’ün “Diyarbakır” ismini kullanması üzerine ertesi gün
şehrin adı Diyarbakır’a çevrilmiş, daha sonra 10 Aralık 1937 gün ve 7789 sayılı
Bakanlar Kurulu kararı ile bu ad resmileşmiştir.12
1. İlk Çağdan İslam Fethine Kadar Diyarbakır
Diyarbakır’ın ne zaman kurulduğu, kentin ilk sahiplerinin kimler olduğu
kesin olarak bilinmemekle beraber şehrin doğusunu sınırlandıran ve Dicle Nehri’nin
yatağından yüz metre kadar yükseklikte bulunan Fiskayası isimli sarp kayalığın
İçkale kesiminde, bakımsızlıktan ötürü “Viran Tepe” adı verilen yerin ilk yerleşme
yeri olduğu sanılmaktadır.13 Sümer ve Akad uygarlıklarından kalma belgelerden,
M.Ö. 3500 yıllarında Dicle- Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye Subartu, buralara
yerleşmiş kabilelere de Subaru denildiği, anlaşılmaktadır. Diyarbakır’a yerleşen ilk
medeni halkın da Subarular’dan kabul edilen Hurriler olduğu kabul edilmektedir.14
Hurriler’in Diyarbakır kent merkezine egemen olmaları hakkındaki bil­gilere, HurriHitit ilişkilerini anlatan belgelerde rastlanmaktadır. Hurrilerin, Ari ırktan bir kavim
oldukları ve doğudan muhtemelen İran yaylasından gelip yerleştikleri tahmin
edilmektedir.15 Daha son­raları Güneybatıda Filistin’e, Gü­neydoğuda Kerkük’e kadar
olan bir bölgeyi hem siyasal hem ekonomik hem de kültürel açıdan et­ki altına alan16
ve uzun müddet Hurri adı altında yaşayan boylar M.Ö. II. binin ortalarında Hurri
ve Mitanni adı altında iki konfederasyona ayrıldılar. İlk zamanlarda Hurri Krallığı
daha büyük ve kuvvetli iken sonraları Mitanni Krallığı yavaş yavaş Hurri Krallığı
aleyhine genişledi ve M.Ö. XVI. yy sonlarında Hurri Krallığını ortadan kaldırarak
Hurrilere ait toprakları ele geçirdi. Böylece Diyarbakır bölgesinin kuzeybatı,
batı ve güneybatı bölümü de Mitanni ülkesinin sınırları içinde kaldı.17 Hurri ve
Mitannilerden18 sonra Asurlular M.Ö. 1260- M.Ö. 653 tarihleri arasında farklı
11 Diyarbakır Salnameleri, c.V, s.195; Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.378; Şevket Beysanoğlu,
Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve
Sanat Yay, Ankara 2003, c.I, ss.4–5; Yınanç, c.III, s.606; Nejat Göyünç, “Diyarbakır”, DİA,
İstanbul 1994, c.IX, ss.464–465; Arslan, s.81.
12 A.Bilal Altunboğa, Diyarbakır Folklorundan Kesitler, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
Kültür Yay, İstanbul 1999, s.14.
13 Beysa,noğlu, c.I, s.2; Tuncer, s.7; Arslan, s.81; Yınanç, c.III, s.602. Albert Gabriel’e göre
İçkale, Amida’nın en eski yerine ve ilk tahkimatına tekabül etmektedir. Bizans devrinde,
şehri kuşatan dış surlar inşa edildikten sonra burası İç Kale görevi görmüştür. Bkz Yınanç,
c.III, s.602
14 “Hurriler”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bs, Ankara 1971, c.XIX, s.388; T. Yılmaz
Öztuna, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Tarihi, Hayat Yay, İstanbul 1963, c.I,
s.27; Ayşe Demirtaş, İslam Fethine Kadar Diyarbakır, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ 2007, ss.35–36.
15 Öztuna, c.I, s.27.
16 Arslan, ss.81-82.
17 Beysanoğlu, c.I, ss.56–57; Demirtaş, s.36.
18 Şevket Beysanoğlu, Huri-Mitanni dönemlerinden günümüze aynı adı taşıyan bazı yer adları
kaldığını ifade etmiştir. Günümüzde Karacadağ’ın güney tarafına verilen “Mahal Mitanan” veya
“Metinan” ismi, yine Çınar ve Hani ilçelerinde Huri, Hurrik, Hur-Hurık adını taşıyan köyler ve Dicle
ilçesinde bulunan Mitanan Kalesi (şimdiki Metinan/Sağlam köyü) Mitanniler döneminden kaldığını
belirtmiştir. Bu dönemden kaldığı belirtilmiş olan yer isimleri için Bkz Beysanoğlu, c.I, s.60.
6
dönemlerde Diyarbakır’a hâkim oldular. Asurluların zayıf düştükleri dönemlerde
Diyarbakır, doğu ve güneydoğu bölgelerinde kurulan Kummuh, Nirbi ve Kirhi gibi
yerel prenslikler tarafından yönetilmesine rağmen Asurlular güçlendiklerinde bu
yerlerin yönetimini tekrar ele geçirmişlerdir. Asurluların zayıf düştükleri ilk dönem
M.Ö. 1190–1116 yılları arasına tekabül eder. M.Ö. 1116 yılında Asurluların başına
geçen I. Tiglatpileser, Asurlularla bağı olan ülkeleri yeniden istila etmiş aynı yıl
bütün Diyarbakır bölgesi Asurluların eline geçmiştir. I. Tiglatpileser bu zaferlerini
anlatan steli Diyarbakır’ın Lice ilçesinde bulunan Bırkleyn mağaralarından
birine yaptırmıştır.19 M.Ö. 900–825 yılları arasında Asurluların tekrar gerilemeye
başlamasından sonra bir Arami kabilesinden gelen ve Diyarbakır’ı merkez yaparak
kurulan ilk devlet, Bit-Zamanî krallığı kurulmuştur. Diyarbakır, bu dönemde
krallığın merkezi olarak seçilmesinden dolayı çok gelişmiş, bayındır, zengin bir
belde durumuna gelmiş,20 Hurriler’den kalma sur yeniden onarılmış, kent büyüyüp
zenginleşmiştir.21 M.Ö. 825’te Asur hükümdarı III. Salmanassar’ın bu krallığa son
vermesinden sonra Üçüncü Asur egemenliği başlamış ve M.Ö. 775 yılına kadar,
yani Diyarbakır ve çevresinin Urartular tarafından ele geçirilmesine kadar devam
etmiştir.22 Van Gölü ve çevresinde M.Ö. 859–612 yılları arasında bir krallık kuran
Urartuların,23 Diyarbakır’daki egemenliği M.Ö. 775–736 yılları arasındadır. M.Ö.
775 yıllarında yapılan savaşlar sırasında Diyarbakır, Urartu kralı I.Argistis tarafından
Asurluların elinden alınmıştır. Üçüncü kez Diyarbakır’da egemenliklerine son
verilmesine rağmen Asurlular, M.Ö. 736 yılında Diyarbakır’ı tekrar ele geçirmişler
ve M.Ö. 653 yılına kadar buraya hâkim olmuşlardır.24 Asurlulardan sonra İskitler,
M.Ö. 653–625 yılları arasında Diyarbakır ve çevresinde 28 yıl egemenliklerini
sürdürmüşler ve Medler tarafından yıkılmışlardır. M.Ö. 625–550 yıllarında hüküm
süren Med İmparatorluğu, Persler tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 550 yılında Pers Kralı
II. Kuraş, Med İmparatoru Keyaksar’ın ölümünden sonra başa geçen Astiyag’ın
zayıf biri olmasından faydalanarak Med İmparatorluğunu yıktı ve toprakları üzerinde
büyük bir imparatorluk kurdu. Bu tarihten itibaren Diyarbakır ve çevresi de Pers
idaresine girmiş oldu.25 Pers imparatorluğu, İskender tarafından yıkılmadan önce
bütün Anadolu’ya hâkim oldu. Boğazlara kadar ilerlemiş olan bu imparatorluğu,
İskenderun yakınlarındaki İssos yaylasında M.Ö. 330 yılında Pers kralı III. Darius’la
yaptığı bir savaşta yenen İskender, imparatorluğun bütün topraklarınasahip oldu.26
M.Ö. 330 yılında III. Darius’u yenerek Pers İmparatorluğunun bütün topraklarına
sahip olan İskender, 33 yaşında iken ölmüştür. İskender’in hâkimiyeti M.Ö. 331’den
M.Ö. 323 yılında ölümüne kadar sekiz yıl sürmüştür. İskender’den sonra kurduğu
imparatorluk dağılmış, Tuna boylarından İndus nehrine, Aral Gölü’nden Afrika’nın
19 Beysanoğlu, c.I, ss.62.
20 Beysanoğlu, c.I, ss.62–63.
21 Arslan, s.82.
22 Beysanoğlu, c.I, s.64.
23 Öztuna, c.I, s.30.
24 Beysanoğlu, c.I, s.68.
25 Beysanoğlu, c.I, ss.84–85.
26 Öztuna, c.I s.46.
7
büyük sahrasına kadar uzanan imparatorluk, beş kısma ayrılmıştır. Bu dönemde
Selevkos adlı komutana İran ve Mezopotamya (Diyarbakır bölgesi dâhil) ile Doğu
illerinin (Güney Batı Asya ve Hindistan) idaresi verildi. Selevkoslar, M.Ö. 323–140
yılları arasında Diyarbakır’a egemen oldular.27 M.Ö. 140 yılında Diyarbakır ve
çevresini ele geçiren Partlar, M.Ö. 85 yıllarına kadar buralara hâkim oldu. M.Ö. I.
yy başlarında Ermenistan Kralı II. Tigran (M.Ö. 95–55), Yukarı Mezopotamya ve
Suriye’ye doğru yayıldı ve egemenliğini bugünkü Lübnan’ın güneyine dek genişletti.
Büyük Tigran, M.Ö. 85 yıllarında Diyarbakır’ı da ele geçirdi. Ancak Doğu Akdeniz’de
güçler dengesinin bozulmasından rahatsız olan Roma İmparatorluğu’nun müdahalesi
üzerine, Tigran M.Ö. 69 yılında Roma kuvvetlerine yenildi ve ele geçirdiği toprakları
terk etti. Bu savaş sonucunda Diyarbakır, Roma İmparatorluğu’nun idaresine geçti.28
M.Ö. 69 yılından M.S. 395 yılına kadar Diyarbakır’da egemenlik kuran Romalılar,
çeşitli tarihlerde şehirde garnizonlar oluşturdular. IV. yy ortalarından itibaren
Diyarbakır, Roma Mezopotamyası’nın baş şehri haline getirildi. Bu dönemde
Romalılar ile Sasaniler, ardından Bizanslılar ile Sasaniler arasındaki savaşlara tanık
olan şehir bu devletlerarasında sık sık el değiştirdi.
Romalılar ile Sasaniler arasındaki savaşlardan birine tanık olan Antakyalı
Tarihçi Ammianus Marcellinus, M.S. 359’da, Diyarbakır, Sasani Hükümdarı II.
Şapur tarafından kuşatıldığı sırada şehirdeydi. 73 günlük kuşatmada yaşananları,
“Rerum Gestarum Libri” adlı kitabında kaydeden Marcellinus’a göre şehrin o
dönemdeki nüfusu 20000 kadardı. Marcellinus, kitabında kentin surlar yapıl­madan
önce küçük bir kale olduğunu yazar. Bu kale, Romalılar Dönemi’nde M.S. 349
yılında genişletilmiştir. Şehrin adı bu dönemde “Augusta” olarak değiştirilmişse de
bir süre sonra bu isim unutulmuştur.29 Sasani İmparatoru II. Şapur, bu kuşatmada
(M.S. 359) Diyarbakır’ı ele geçirmesine rağmen dört yıl sonra yani M.S. 363 yılında
şehir tekrar Romalıların eline geçti ve aynı yıl iki imparatorluk arasında bir barış
antlaşması yapıldı. Barış antlaşmasına göre Sasanilere kalan yerlerde bulunan
Hıristiyanlar, Diyarbakır’a göç edecekti. Antlaşma sonucunda, Sasanilerin eline
geçen Nisibis’in (Nusaybin) Hıristiyan halkı da, Diyarbakır’a göç etti. Nusaybin’den
gelenler bugünkü Dağ Kapısı ile Mardin Kapısı çizgisinin batısına yerleştirildiler.
M.S. 367–375 yılları arasında I. Valentinian ve saltanat ortağı kardeşi Valenti döne­
minde Nusaybin’den göç eden halkı da içine alacak şekilde şimdiki Dağ Kapı-Urfa
Kapı-Mardin kapı arasındaki surlar yapıldı. Şehrin ortasında kalan ve kenti ikiye
27 Beysanoğlu, c.I, ss.88–92. İskender’in ölümünden sonra imparatorluk içerisinde
anlaşmazlıklar ve iç kargaşalıklar devam edince Selevkos bütün ülkeleri hâkimiyeti altına
aldı. M.Ö. 280 yılında o da hançerlenerek öldürülünce imparatorluk tekrar parçalandı. Fakat
Diyarbakır çevresindeki hâkimiyetleri uzun yıllar devam etmiştir.
28 Beysanoğlu, c.I, ss.96–97.
29 Beysanoğlu, c.I, s.110. Albert Gabriel’e göre, Romalılar Döneminde Constantinus
tarafından inşa edilen sur, şimdiki surun yalnız Doğu Bölümünü oluşturan, başka bir deyişle
Mardin Kapısı’ndan Yeni Kapı’ya ve buradan Dağ Kapısı’na kadar uzanan, kısımdır.
Constantinus, coğrafi konumunu ve stratejik önemini göz önüne alarak şehrin etrafını
sağlam surlar ve kulelerle çevreleyip genişletti. Bkz. Yınanç, c.III, s.603.
8
bölen Dağ Kapısı ile Mardin Kapısı arasındaki eski batı surları ise yıktırıldı.30 Roma
İmparatoru I. Teodosyus 395 yılında ölünce, imparatorluk Batı ve Doğu Roma
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Diyarbakır, 395–639 yılları arasında Doğu Roma’nın
hâkimiyetinde kalmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun Bizans’a dönüşme­si, Ak
Hunların bölgeye saldırması, Sasanilerle Bizans’ın uzun yıllar süren savaşları31;
Diyarbakır’ın sık sık el değiştirmesine neden olmuştur.32
İslamiyet’in ortaya çıkışından sonra ise Müslümanlarla Bizans İmparatorluğu
arasındaki savaşlara sahne olan Diyarbakır, II. Halife Hz. Ömer döneminde (M.S.
634–644), 639 yılında, içinde sahabelerin de bulunduğu bir orduyla beş aylık bir
kuşatmadan sonra fethedildi.33
2. Fetihten Osmanlılara Kadar Diyarbakır
Fethedilişinden itibaren günümüze kadar hep Müslüman devletlerin
idaresinde kalan Di­yarbakır, Iyaz b. Ganm34 komutasındaki İslam ordusu tarafından
fethedilmiştir. Fetihten sonra bir süre şehirde kalan Iyaz b. Ganm, daha sonra Hz
Sa’sa’yı Diyarbakır’a yönetici olarak tayin etmiş, beraberinde 500 kişiden oluşan atlı
birlik de bırakarak seferlerine devam etmiştir.35 Diyarbakır, Dört Halife döneminden
sonra Emevilerin (661–750) idaresine geçti. Emevi Halifesi Abdülmelik zamanında
Haricilerden bir grup el- Cezire’ye gelerek, kendi akide ve inançlarını bu bölge
Müslümanlarının çoğunluğunu teşkil eden Bekr ile yeni Müslüman olan Tağlib
kabileleri arasında yaymağa başladı.36 Abbasiler devrinde, belli bir güç kazanmış olan
Hariciler isyan edince bölge karıştı fakat Halife el-Mütevekkil döneminde Haricilerin
isyanı bastırıldı.37 Şehir, 869–899 yılları arasında, Diyarbakır ile Musul arasında
30 Arslan, s.83.
31 Süryani Mar Yeşua, kitabında M.S. 494–507 yılları arasında yaşanan olayları, Bizans ve
Sasaniler arasında yaşanan savaşları, Amid’in bu iki imparatorluk arasında el değiştirmesini
anlatıyor. Bkz. Mar Yeşua, Urfa ve Diyarbakır’ın Felaket Çağı, Çev: Mualla Yılmaz, Sad.
Candan Turhan, Yeryüzü Yay, Basım yeri ve tarihi yok.
32 Arslan, s.85.
33 Muhammed b. Ömer Vakıdî, Tarihu Futuhi’l-Cezire ve’l-Habur ve Diyar-ı Bekr, ve’lIrak, Thk: Abdulaziz Feyyad Harfuş, Dımaşk 1996/1417, ss.182–184; Belazuri, Amid’in,
er-Ruha (Urfa) antlaşmasına göre savaşsız olarak fethedildiğini söylemektedir. Bkz. Ahmed
b. Yahya b. Cabir b. Davud el-Belazuri, Fütuhu’l- Buldan, Çev. Mustafa Fayda, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Bsk, Ankara 2002, s.252. Belazuri,
bu kitabında er-Ruha antlaşmasının maddelerini vermiştir. Bkz. ss.248–249.
34 Iyaz b. Ganm, Hudeybiye Antlaşmasından önce Müslüman olmuş bir sahabedir. Bedir,
Uhud, Hendek başta olmak üzere Hz Peygamber’in bütün gazvelerine katılmıştır. Hz.
Ebu Bekir tarafından kumandan olarak Irak’a gönderilmiştir. Bizans topraklarına geçiş
yolunu ilk defa onun açtığı kabul edilir. Hz. Ömer tarafından Humus ve el-Cezire valiliğine
getirilerek bölgenin fethiyle görevlendirilmiştir. Hicri 17–20 (638–641) yılları arasında
gerçekleştirdiği seferlerle el-Cezire bölgesinin hemen hemen tamamını İslam topraklarına
katmıştır. Hicri 20 yılında (m 641) Humus’ta vefat etmiştir. Bkz. Asri Çubukçu, “İyaz b.
Ganm”, DİA, İstanbul 2001, c.XXIII, s.498–499.
35 Said Paşa Vilayetin Tarihçesi, Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi,
İstanbul 1999, c.III, s.382; Ahmet Demir, s.118.
36 Yınanç, c.III, s.606.
37 Yınanç, c.III, s.607.
9
yaşayan Şeybanî kabilesinden olan Şeyhoğullarının yönetimine geçti.38 Bu dönemde
bütün Diyarbekir bölgesi, gerek el- Cezire emirlerinin birbirleri ile ve gerekse Hariciler
ile yaptıkları savaşlara ve çatışmalara sahne oldu.39 Şeyhoğullarından sonra 899–930
yılları arasında şehir tekrar Abbasiler’in yönetimine geçti. Abbasilerden sonra 930–
980 yılları arasında Hamdaniler şehre hâkim oldu. Bizanslılar, bu dönemde birçok
defa (936, 942, 950, 966 ve 973 yıllarında) Diyarbakır’ı kuşattılarsa da alamadılar.40
Hamdanilerden sonra Büveyhoğulları (980–984) ve ardından Mervaniler (984–
1085) Diyarbakır’a hâkim oldu. Hamdaniler ve Mervaniler döneminde Diyarbakır
devletin merkezi yapıldı. Mervanîler dönemine kadar Diyarbakır’ı ele geçir­mek,
dolayısıyla El- Cezire veya Kuzey Mezopotam­ya’yı kontrol etme mücadelesi Abbasî,
Emevî ve diğer beylikler arasında geçmiş; zaman zaman Bizans’ın bölgeyi kontrol
etme çabaları Diyarbakır üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat Mervanî Devletinin, 948
yılında kenti ele geçirmesiyle yakla­şık yüz yıl sürekli bir barış ve refah dönemi ya­
şanmıştır. Mervanîler döneminden günümüze kalan yapılar şimdi onarılarak sanat
galerisi haline getirilen ve ya­pım tarihi 1056 olan bir mescit ile Ongözlü Köprü de
denilen Dicle Köprüsü’dür. Surlardaki burçlar üzerinde de Mervanilere ait çeşitli
kitabeler vardır. Mervanîler döneminde özellikle ilim ve edebiyat alanında gelişen
şehir, İslam kentleri arasında önemli bir merkez niteliğini kazandı.Kentte o dönemde
zengin bir kitaplıktan söz edilmektedir.41 Mervaniler devrinde 1046 yılında şehri
gezen ve şehir hakkında önemli bilgiler veren Nasır-ı Hüsrev, o dönem Diyarbakır’ı
hakkında önemli bilgiler vermekte ve Diyarbakır surlarının iç ve dış surlar olmak
üzere iki sıra olduğunu kaydetmektedir.42 Diyarbakır, Mervanilerden sonra sırasıyla,
Büyük Selçuklu İmparatorluğunun (1085–1093), Suriye Selçuklularının (1093–
1097) ve İnaloğullarının (1097–1142) yönetimine geçti. İnaloğulları döneminde,
Hz. Süleyman Camii’si yapılmıştır.43 İnaloğulları’ndan sonra Nisanoğulları
(1142–1183 yılları arası) Diyarbakır’a hâkim oldu. 1183 yılında Selahattin
38 Ali Emirî Efendi, Osmanlı Doğu Vilayetleri -Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi-, Hazırlayanlar
ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet Halaçoğlu, Babıali Kültür Yay, 1.Bsk,
İstanbul 2008, s.73.
39 Yınanç, c.III, s.607.
40 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.384.
41 Arslan, ss.85-86.
42 Nasır-ı Hüsrev, Sefername, Çev. Abdülvehap Terzi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul
1967, ss.12–13. Ayrıca Bkz. M.Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay,
1.Bs, İstanbul 2003, s.11; Bu iki sur arasında içi su dolu bir çukur bulunurdu. Bu çukura
“Ölüm Çukuru” ismi verilirdi. İlk küçük suru aşan bu çukurun içine düşerdi. Burada da ya
boğulmakta veya gizlenecek yer olmadığından yüksek surdan atılan ok veya mızraklarla
öldürülmekteydi. Bkz. Korkusuz, Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, s.11.
43 Diyarbakır’ın sahabeler tarafından fethedildiği sırada şehit düşen bazı sahabelerin, İç
Kale’de defnedildikleri yerde Diyarbakır’ın ilk camisinin yapıldığı kaydedilir. Bkz. Ali
Melek- Abdullah Demir, Dini Değerleri İle Diyarbakır, Diyarbakır İl Müftülüğü Yayınları,
Ankara 2009, s.177. Hz Süleyman cami, sahabelerin önemli bir kısmının defnedildiği
meşhedi de barındırmaktadır. Bkz. Beysanoğlu, c.I, s.157; Hz Süleyman Cami, 1631–1633
tarihleri arasında Murtaza Paşa tarafından meşhedle beraber esaslı bir şekilde onarılmıştır.
Bkz. Beysanoğlu, c.I, s.270.
10
Eyyûbi, Nisanoğulları’ndan Diyarbakır’ı aldı ve Hasankeyf Artuklularına verdi.
Diyarbakır’da bu dönemde 1040000 cild kitap ihtiva eden bir kütüphane olduğu,
Selahattin Eyyûbi’nin bu kitapları Kadı el-Fadıl’a verdiği, onun da bunlardan 70
deve yükü kadarını seçip Kahire’ye kendi kütüphanesine götürdüğü nakledilir.44
Artuklular Dönemi’nde “Bediüzzaman İsmail İbn Rezzaz Ebu’l- İzz el- Cezeri” isimli
bilim adamı, Dünya’nın ilk robotu sayılabilecek makineler yapmıştır. Ebu’l-İzz’in
bu makineleri nasıl yaptığını anlatmak için yazdığı “Kitab Fi Ma’rifet el-Hiyel elHendesiyye” (Hünerlik Ürünü Mekanik Aletler Hakkında Bilgi) adlı kitabı günümüze
ulaşmıştır.45 Şehir, 1232 yılında tekrar Eyyûbilerin yönetimine geçti. 1 Ekim 1232
tarihinde, Diyarbakır’ı alan Eyyûbilerden el-Melik el-Kamil, şehrin dış surlarını
yıktırarak, surların bugünkü şeklini almasını sağlamıştır.46 Moğollar, 1259 yılında
şehri Eyyûbiler’den almış böylece Diyarbakır’da Moğol hâkimiyeti başlamıştır.
Moğolların istilası sırasında kent yağmaya ve yıkıma maruz kalmıştır. Şehir daha
sonraları Hulagu (d.1217-ö.1265) tarafından, Moğolların hâkimiyetine girmiş
olan Anadolu Selçuklularına verilmiştir.47 Moğollar, 1303’te Diyarbakır’ı Anadolu
Selçuklularının elinden alıp kendi himayelerini kabul eden Mardin Artuklularına
verdi. Uzun bir süre toparlanamayan ve istikrarsız bir hayat süren Diyarbakır, 1318
yılında çekirge istilası ve kuraklık, ardından da veba salgınına maruz kaldı. Kent
nüfusu önem­li kayıplar verdi.48 Mükrimin Halil Yınanç’a göre, XII. yüzyılda birçok
İslam âlimi, XIII. yüzyılda İslam dünyasının büyük âlim ve mütefekkirlerinden
Seyfüddin el- Amidî ve daha başkalarını yetiştiren Amid şehrinin, XIV. yüzyılda
zikre değer bir kimse yetiştirmemiş olması, uğramış olduğu felaketlerin neticesidir.
Bu felaketler, birçok insanın ölümüne veya başka yerlere göç etmesine neden olmuş
ve şehrin maddi-manevi kıymetini hiçe indirmiştir.49 1394 yılında Amid şehri,
bu sefer Timur tarafından alındı ve yine yağma edildi. Şehir, 1401’de Karayülük
Osman Bey’e verildi.50 Böylece şehirde Akkoyunlu hâkimiyeti başladı. Diyarbakır,
Akkoyunlular zamanında bilim, kültür ve sanat alanında gelişmeler kaydetmiş, geçen
asırların kötü izlerini silmeye başlamıştır. Uzun Hasan (1453–1478) ve oğullarından
Sultan Yakub (1478–1490) zamanında bilim ve sanat adamları korunmuş, bilim,
kültür ve sanatın gelişmesine önem verilmiştir.51 Yüzyıldan fazla süren Akkoyunlu
hâkimiyetinden sonra Şah İsmail 1507 yılında Diyarbakır’ı ele geçirdi. Sekiz yıllık
44 Ali Emiri Efendi, s. 77; Beysanoğlu, c.I, s.299.
45 Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve Bilim İslam Medeniyetinde Pozitif Bilimlerin Tarihi ve
Esasları, İnsan Yayınları, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul 2006, ss.145–147; Abdullah
Uzun, Cizreli Ebu’l-İzz ve Otomatik Makinaları, Esra Yayınları, İstanbul 1997, ss.27–44.
46 Beysanoğlu, c.I, s.141 ve 353; Yınanç, c.III, s.616.
47 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.384.
48 Arslan, s.87.
49 Yınanç, c.III, s.619; Ali Emiri Efendi de Moğolların hüküm sürdüğü 1258–1335 yılları
arası için benzer şeyler söylemekte Silvanlı tarihçi Şemseddin Zehebi’ye dayanarak o
dönemi anlatmaktadır. Bkz. Ali Emiri, ss.79–80.
50 Göyünç, c.IX, s.466.
51 Beysanoğlu, c.II, s.494.
11
Safevi egemenliğinden sonra Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlılar, şehre
hâkim oldu. 52
3. Osmanlılar Devrinde Diyarbakır
Osmanlılar Dönemine kadar yirmiden fazla medeniyete ev sahipliği
yapmış olan Diyarbakır, Osmanlılar döneminde büyük bir gelişme göstermiştir.
Akkoyunlular döneminde başlayan ilerleme Osmanlılar döneminde de devam etmiş
hatta daha ileriye gitmiştir. Diyarbakır, Osmanlılar yönetiminde uzun bir sükûnet
dönemi yaşamıştır. Dört asırdan fazla süren Osmanlı hâkimiyeti zamanında, şehrin
istila ve harplerden masun kalması, kaybettiği umran ve irfanı yeniden kazanmasına
neden olmuştur. Diyarbakır (Amid), bu dönemde en büyük ve önemli eyaletlerden
birinin (Diyarbekir) merkezi ve İran’a sefer eden orduların hareket üssü olmuştur.
Osmanlılar tarafından önem verilen ve imar edilen şehir, kültür bakımından da önemli
bir merkez ve Doğu Anadolu’nun büyük bir ilim beldesi haline gelmiştir. Şehir
bu dönemde kütüphaneler, medreseler ve tekkelerin yanı sıra, müzik ve edebiyat
alanında da zengin bir birikime sahip olmuştur. Divan edebiyatının önemli kadın
şairleri arasında sayılan Sırrî Hanım, Şair Lebib, Said Paşa ve çocukları Süleyman
Nazif ve Faik Ali Beyler, Millet Kütüphanesi’nin kurucusu Ali Emiri Efendi gibi
önemli kişiler bu dönemde yetişmiştir.53 Osmanlı şehirleri arasında nüfusuna oranla
en fazla şair yetiştiren şehirlerden biri olan Diyarbakır’da 1890–1894 yılları arasında
valilik yapmış olan Giritli Sırrı Paşa54 şunları söyler: “Diyarbekirlilerden müctemi’
bir cemaatte gözlerimi bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum muhakkak ya şair,
ya münşi’dir.”55
52 Diyarbakır’ın Osmanlıların eline geçiş süreci ve Safevilerle yapılan savaş için bkz. Ali
Emiri, ss.82–95.
53 Yınanç, c.III, ss.623–624. Akkoyunlular ve Osmanlılar döneminde yaşayan şairler için
bkz. Güneş Ekmekçi, XVI. Yüzyıl Diyarbakır Şairleri, Diyarbakır Valiliği Hizmet Vakfı
Başkanlığı, İstanbul 2009.
54 Giritli Sırrı Paşa’nın yazmış olduğu kendi eserleri de vardır. Hakkında bilgi edinmek için
bkz. Abdulgani Fahri Bulduk, Diyarbakır Valileri, Haz. Eyyüp Tanrıverdi-Ahmet Taşğın,
Medrese Yay, İstanbul 2007, ss.182–183.
55 Korkusuz, Eski Diyarbekirde Gündelik Hayat, s.103. Münşi, Üslubu güzel olan, nesir,
düz yazı yazan demektir; Diyarbakır ve şairler hakkında benzer sözleri İbnü’l-Emin Mahmut
Kemal, Diyarbakırlı bir şairin hayatını anlatırken söyler: “Herhan­gi bir namaz vakti, Ulu
Cami’nin önüne gelip iki kolunu­zu açın. Kucaklayabileceğiniz kadar kalabalığı kuşatın.
Gözlerinizi kapayıp içlerinden birini çekip çıkarın. Bu tut­tuğunuz adam ya şairdir ya da
müş’ir.” Bkz. Şeyhmus Diken, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İletişim Yay, 2.Bsk,
İstanbul 2004, s.201. Müş’ir, haber veren, yazı ile bildiren, şiire yeni başlayan demektir.
Münşi ve Müş’ir sözcükleri için bkz. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik
Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 13.Bsk, Ankara 1996, Münşi s.731 Müş’ir s.755.
12
KAYNAKÇA
1. ACAR, Abdurrahman, “Amid (Diyarbakır) Şehri’nin Fethi, (Vakidi’ye
Göre)”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.I, Diyarbakır 1999
2. AKYÜZ, P. Gabriel, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi
M.S. 3 Yüzyıl, 1.Basım, İstanbul 2000
3. ALİ EMİRÎ EFENDİ, Osmanlı Doğu Vilayetleri- Osmanlı Vilayat-ı
Şarkiyyesi-, Hazırlayanlar ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet
Halaçoğlu, Babıali Kültür Yayıncılığı, 1. Baskı, İstanbul 2008
4. ALTUNBOĞA, A. Bilal, Diyarbakır Folklorundan Kesitler, Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 1999
5. ARSLAN, Rıfkı, “Diyarbakır Kentinin Tarihi ve Bugünkü Konumu”,
Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999
6. EL- BELAZURİ, Ahmed b. Yahya b. Cabir b. Davud, Fütuhu’l- Buldan,
Çev. Mustafa Fayda, Kültür Bakanlığı Yayınları Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2.
Baskı Ankara 2002
7. BEYSANOĞLU, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri İle Diyarbakır Tarihi
I-III, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara 2003
8. BULDUK, Abdulgani Fahri, Diyarbakır Valileri, Haz. Eyyüp TanrıverdiAhmet Taşğın, Medrese Yay, İstanbul 2007
9. ÇEVİK, Adnan, “XI-XIII. Yüzyıllarda Diyar-ı Bekr Bölgesi Tarihi”,
Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Orta Çağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul 2002
10. ÇUBUKÇU, Asri, “İyaz b. Ganm”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. XXIII,
İstanbul 2001
11. DEMİR, Ahmet, İslam’ın Anadolu’ya Gelişi (Doğu ve Güneydoğu İlleri),
Kent Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 2004
12. DEMİRTAŞ, Ayşe, “İslam Fethine Kadar Diyarbakır”, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim
Dalı, Elazığ 2007
13. DEVELİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın
Kitabevi Yayınları, 13. Baskı, Ankara 1996
14. DİKEN, Şeyhmus, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İletişim
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004
15. Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869-1905) I-V, Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999
16. EKMEKÇİ, Güneş, XVI. Yüzyıl Diyarbakır Şairleri, Diyarbakır Valiliği
Hizmet Vakfı Başkanlığı, İstanbul 2009
13
17. GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbakır”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.IX,
İstanbul 1994
18. EL- HAMEVİ, Yakut, Mucemu’l-Buldan, Daru’l-Kutubu’l- İlmiyye, 1.
Bsk, Beyrut 1990, c.I.
19. KORKUSUZ, M. Şefik, Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, Kent Yay,
1.Bsk, İstanbul 2007.
20. Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay, 1. Bs, İstanbul 2003
21. MAR YEŞUA, Urfa ve Diyarbakır’ın Felaket Çağı, Çev: Mualla Yılmaz,
Sad. Candan Turhan, Yeryüzü Yay, Basım yeri ve tarihi yok
22. MELEK, Ali- Abdullah DEMİR, Dini Değerleri İle Diyarbakır,
Diyarbakır İl Müftülüğü Yayınları, Ankara 2009
23. NASIR- I HÜSREV, Sefername, Çev. Abdülvehap Terzi, Milli Eğitim
Basımevi, İstanbul 1967
24. NASR, SEYYİD HÜSEYİN, İslâm ve Bilim İslam Medeniyetinde Pozitif
Bilimlerin Tarihi ve Esasları, İnsan Yayınları, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul
2006
25. ÖZTUNA, T. Yılmaz, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Tarihi,
c.I, Hayat Yayınları, İstanbul 1963
26. SAİD PAŞA, “Vilayetin Tarihçesi”, Diyarbakır Salnameleri, c.III,
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul 1999
1993
27. ŞEŞEN, Ramazan, “Cezire”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.VII, İstanbul
28. TUNCER, Orhan Cezmi, Diyarbakır Kiliseleri, Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara 2002
29. UZUN, Abdullah, Cizreli Ebu’l-İzz ve Otomatik Makineleri, Esra
Yayınları, İstanbul 1997
30. MEB Türk Ansiklopedisi, c.XIII 1966, Milli Eğitim Basımevi, Ankara
31. VAKIDÎ, Muhammed b. Ömer, Tarihu Futuhi’l-Cezire ve’l-Habur ve
Diyar-ı Bekr, ve’l-Irak, Thk: Abdulaziz Feyyad Harfuş, Dımeşk, 1996/1417
32. YINANÇ, Mükrimin Halil, “Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi, c.III,
Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963
33. http://kygm.kulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F889243
3CFFFFB2CB2AD591CE261D9DD78D03148A6E
14
OSMANLI HAKİMİYETİ SÜRESİNCE DİYARBEKİR EYALETİ’NİN SOSYAL DURUMU
İbrahim YILMAZÇELİK*
Sosyal tabakalaşma, “belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak, yani sosyal
manâda üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması” şeklinde tarif edilebilir1.
Günümüzde olduğu gibi, geçmiş dönemlerde de, sosyal tabakalaşmaya tesir eden
en önemli faktörlerin başında, kişilerin bulundukları görevler yani yaptıkları işler
ve sahip oldukları iktisadi güç gelmektedir. Osmanlı devletinde şehirlerde yaşayan
insan toplulukları, genellikle değişik gruplardan meydana gelmekteydi. Osmanlı
şehirlerindeki insan topluluklarını, özellikle yaptıkları işler veya iktisadi durumlarına
ve tahsillerine göre sıralamak mümkündür. Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi,
Diyarbakır şehri ve eyaletindeki sosyal tabakaları şu gruplar oluşturmaktaydı.
I. SOSYAL TABAKALAŞMA
1. Yönetici Zümre (Ehl-i Örf)
Padişah tarafından tayin edilen ve bulundukları yerlerde devleti temsil eden
Ümera sınıfı, diğer şehirlerde olduğu gibi, Diyarbakır’da sosyal tabakanın en
üstünde yer almaktaydı. Diyarbakır şehri Osmanlı devletine geçtikten sonra eyalet
merkezi haline getirilmiş ve 1515 tarihinden sonra vezir rütbeli paşalar tarafından
yönetilmiştir. Diyarbakır eyaleti valileri aynı zamanda Diyarbakır şehrinin de en önde
gelen yöneticisi durumunda idi. Bazı durumlarda ise kendisine Diyarbakır eyaleti
tevcih etmekte idiler 2. Eyalet valileri veya mutasarrıf adına eyalet işlerini yürüten
mütesellimler görev yaptıkları şehrin en yüksek idari ve malî emirleri olup, eyaleti
alâkadar eden bütün işlerin yanı sıra şehir ile ilgili meseleler de, bunlar tarafından
halledilmekteydi 3. Vali şehirdeki Ümera sınıfının en önde gelen kişisi durumunda
idi. Eyalet valileri, Diyarbakır şehrinde kendilerine tahsis edilen “Saray” da otururlar
ve görevde kaldıkları süre içerisinde “Kapu Halkı” adı verilen maiyetlerinde bulunan
kişiler de, bu görevlerinde onlara yardımcı olurlardı. Diyarbakır eyaletinin büyük bir
eyalet olması sebebiyle, valilerin maiyetinde bulunan “ Kapu Halkının” da oldukça
kalabalık olduğu ve üç yüz kadar kapu halkının Diyarbakır Valilerinin maiyetlerinde
görev yaptıkları görülmektedir. Ancak bu sayının fazlalığı zaman zaman şikayetlere
yol açmış ise de, devlet tarafından herhangi bir azaltılmaya gidilmemiştir 4. Diyarbakır
Valilerinin maiyetlerinde yer alan Divan Efendisi, Voyvoda, Mütesellim,
*
Prof.Dr.İbrahim Yılmazçelik Fırat Üniversitesi,Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü,
Öğretim Üyesi, ELAZIĞ
1 Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, İstanbul 1976, s.149.
2 Ayrıntılı bilgi için Bkz. İbrahim YILMAZÇELİK, XIX.Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır, Ankara, 1995, s.173-184.
3 Ayrıntılı bilgi için XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır,s.185-192.
4 BA., Cevdet Dahiliye, No: 2011.; Milli Kütüphane , Diyarbakır Şer. Sic., No:356, s.45.
15
Tütüncü Ağası, Kapıcılar Kethüdası, Şamdan Ağası, Baş Çavuş Ağa, İç Çukadar Ağa,
Kaftan Ağası, Silahdar Ağa, Alemdar Ağa, Hazinedar Ağa, Miftah Ağa, Peşkir
Ağa, İbrikdar Ağa, Kahya, İmam Efendi, Delilbaşı, Haytabaşı, Baş Çukadar Ağa,
İkinci Kavvas ve Mühürbaşı gibi kişiler de Diyarbakır şehrinde ümera sınıfının
en önde gelen kişileri arasında idiler5. Diyarbakır eyaleti valileri eyalet idaresinde
bulundukları süre içerisinde, “İmdâd-ı Hazariye” adı verilen ve senede iki taksit
halinde toplanan 20 bin kuruşluk bir gelire sahiptirler 6. Bu da, döneme göre oldukça
iyi bir para idi. Valinin kapu halkının gelir düzeyi de, şehir de bulunan diğer grupların
gelir düzeyinin üzerindeydi. Diyarbakır şehrinde valiler eyalet idaresini bizzat
yürütmedikleri durumunda ise Ümera sınıfının en önde gelen kişisi mütesellim
oluyordu. Bundan başka Voyvoda, Yeniçeri Serdarı, Kethüda Yeri, Kale Dizdarı,
Şehir Kethüdası, İhtisab Nazırı, Defter önde gelen kişileri olarak saymak gerekir.
Yukarıda saydığımız bu görevliler vali veya mütesellimle birlikte şehir idaresini
yürütmekte olup, bir çok bakımdan diğer sosyal sınıflarla farklılık göstermektedirler.
Bu grubu diğerlerinden ayıran en önemli faktör bunların görev yaptıkları yerlerde
devleti temsil etmeleri idi. İktisadi güç bakımından da, şehrin zengin kişileri hariç
tutulaca olursa, ehli örfe mensup bu görevlilerin diğer gruplardan daha iyi imkanlara
sahip oldukları söylenebilir 7.
2. Ehl-i İlim Zümresi
Diğer şehirlerde olduğu gibi Diyarbakır şehrinde de, sosyal grupların
ikincisini, genellikle medrese kökenli olup, şehir yöneticilerine yani “Ehl-i örf”
zümresine yardımcı durumunda olan “Ehl-i ilim” zümresi oluşturmaktaydı. Osmanlı
devletinde yargı yani “kaza” görevi kadılar tarafından yürütülmekteydi. Bununla
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı Devletinin genelindeki uygulamaya paralel
olarak, Diyarbakır şehirindeki mahkemede de haklaştırma işlemi, kadılar adına, bu
görevi yürüten “naib”ler vasıtası ile yürütülmüştür. Naibler başta olmak üzere bâb
naibi, başkâtip, kâtip, mukayyid, muhzırbaşı, nöbetçi ve tercüman gibi görevlilerin
bulunduğu Diyarbakır Mahkemesinde, toplum içerisinde ortaya çıkan her türlü mesele
görüşülerek karara bağlanmaktaydı8. Başta naibler olmak üzere mahkemede görev
yapan bütün görevliler padişahın “beratı” ile bu göreve atanmakta olup, şehirdeki
halklaştırma görevinin yanı sıra, şehir yöneticilerinin en önde gelen yardımcılar
idiler. Mahkeme görevlilerinin yanı sıra medreselerde görev yapan müdderisler,
naibin pek çok konuda yardımcısı olan müftüler, şehirde bulunan seyyid ve şeriflerin
haklarını koruma görevini yürüten nakibü’l- eşraf kaim- makamları, cami, mescid,
tekke gibi dini kurumlarda görev yapan din görevlilerini de, yine bu grup içerisinde
saymak icap eder9. Şehirde yaşayan halkın kültür düzeyinin yükseltilmesi ve dinî
5 Diyarbakır Şeriye. Sicili., No: 229, s.5; No: 590, s.36; No: 631, s.21.
6 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.40, No: 356, s.59; No: 313, s.7.
7 Ayrıntılı bilgi için bkz.İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Ankara,
1995, s.123-247.
8 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır s.223243
9 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır s.223243
16
ihtiyaçlarının karşılanması gibi hizmetleri yerine getiren bu sınıfta yer alan kişilerin
gelir düzeyleri şehir halkına göre yüksek ise de, yönetici sınıfın gelir düzeyinden
oldukça aşağıda idi. Naib ve müftü gibi görevliler daha ziyade yerli ailelere mensup
olup, yönetici sınıfa göre şehir halkı üzerindeki tesirleri daha fazla idi. Nitekim
incelediğimiz dönemde bu görevlilerden bazıları, zaman zaman memleket işlerine
müdahale ettiklerinden veya halkı şehir yöneticilerine karşı isyana teşvik ettiklerinden
dolayı devlet tarafından sürgün edilmiştir 10. Ehl-i ilim zümresine mensup kişiler
de, haklaştırma işleri ile halkın dini ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması
görevini bir devlet görevlisi olarak yürüttüklerinden, şehrin ikinci sosyal grubunu
oluşturmaktaydılar. Ancak çoğunun iktisadî durumunun şehrin zengin ailelerine
göre aşağı olduğu da bir gerçektir. Özellikle medrese ve cami gibi dini ve sosyal
kurumlarda görevli bazı kişilerin gelir düzeyleri, şehirde bulunan tüccar ve esnaftan
iyi değildi. Bununla birlikte- cami imamı örneğinde olduğu gibi- şehrin sözüne itibar
edilen kişileri arasında idiler11.
3. Yöneticilerle Halk Arasındaki Aracı Zümre
Şehirde görevli bulunan Ümera ve ûlema ile halk arasındaki aracı zümreyi
ise kendilerine ayân ve eşrâf denilen ve şehrin yerli ailelerinden gelen kişiler
oluşturmaktaydı.
Şehri alâkadar eden meselelerde bunların da görüşü alınırdı. Meselâ 1802
yılında Diyarbakır’da meydana gelen hadiseler üzerine 1803 tarihinde toplanan
şehir divanına bunlar da iştirak etmişlerdir12. Bunun yanı sıra şehri alâkadar eden
konularda devlet merkezinden gönderilen emir ve fermanlarla şehir yöneticilerinden
sonra “Ayan- Eşraf ve Vucûh-ı ahâli” nin de ismi zikredilir ve bunlardan da yardım
istenirdi13. Bu da Osmanlı yönetiminde, yönetimin tabana yaygınlaştırılmasını
gösteren önemli bir uygulamadır. İncelediğimiz dönem içerisinde Diyarbakır
şehrinde bulunan ve başlangıçta ayân ve eşrâf arasında yer alan bazı aileler zamanla
şehir yönetiminde de söz sahibi olmuşlardır. Mesela bu dönemde başta Şeyhzâde
ailesi olmak üzere Gevranlı- zâde ailesine mensup olan kişilerin uzun bir süre şehir
yönetiminde önemli bir yer sahibi oldukları görülmektedir14. Öte yandan yine bu
zümreye mensup olan bazı kişilerin şehirde halkın yararlanacağı büyük vakıflar
kurdukları ve şehir halkına önemli yardımlar yaptıkları da bilinmektedir. Meselâ
1819 yılında Diyarbakır’da Vali Behram Paşa’ya karşı girişilen isyanda önemli bir
rol oynayan Diyarbakır Müftüsü Mesut Efendi’nin oğlu Hacı Mehmet Ragıp Efendi
1833-1834 (H.1249) tarihinde Defterdar Mahellesinde ve Deftardar Camii yanında,
“... 50 zirâ-i ve necarî ve arzen 30 zirâ irsen ve iştiraken...” mülkü olan bir arsa
10 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.,s.247-256.
11 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.,s.241-244.
12 Diyarbakır Şer. Sic., No: 356, s.36-79.
13 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s.14; No: 356, s.75; No: 299, s.25.
14 Ayrıca bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.192-197.
17
üzerinde bir medrese inşa ettirmişti15. Bütün malını bu medrese için vakfetmesinin
yanı sıra sahibi olduğu Hasan Paşa Hanı’nın yarı hasılatını da, yine bu vakfa
bağlamıştı16. Bundan başka yine ayândan Hacı İbrahim ve Hacı Ömer Efendiler
1807 tarihinde, Fatih Paşa Camii avlusunda 6 odalık bir medrese yaptırmışlardır17.
1799 tarihinde ise Hacı Abdulkadir Efendi, Çopyan Mahallesinde yine bir medrese
inşa ettirmişti18. Bu zümreye mensup olan kişiler şehrin en varlıklı kişileri arasında
idiler. XIX. yüzyıl Diyarbakır şehrinde şehir yöneticilerinden başka sadece “ Ayân ve
Eşrâf “ denilen varlıklı kişiler köle veya cariye sahibi olabilmekteydi19. Meselâ 1829
tarihinde Mardin’den getirilen Meryem adlı bir cariye, mahkemede “Yezidi” olduğu
tasdik edildikten sonra, 450 kuruşa şehir ayânından Derviş Ağa’ya satılmıştı20. Bunun
yanı sıra Diyarbakır’da bulundukları mahallelerin eşrâfından sayılan kişilerin tereke
toplamlarına bakıldığı zaman da, bu kişilerin şehir halkından oldukça iyi durumda
olduklarını tesbit etmek mümkün olmaktadır. Meselâ 5 Mayıs 1788 tarihinde ölen
Penbeci Hacı Yusuf Ağa’nın bıraktığı servet 24200 kuruş21, 6 Nisan 1792 de ölen
Tüccar Hayrettin Ağa’nın 14123 kuruş22, 9 Temmuz 1800 tarihinde ölen tüccar Hacı
Yasin Ağa’nın ise bıraktığı servet 262280 kuruş olup23, bu servet zamanın şartlarına
göre oldukça fazla bir miktarı ihtiva etmekteydi.
4. Eyalet Halkı
Diyarbakır’da yaşayan şehir halkının başta İslamiyet olmak üzere Yahudilik
ve Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerine mensup insanlar meydana getirmekteydi.
Nüfus bakımından en kalabalık zümre bu olup, şehirde yaşayan gayr-i müslimler
bu nüfus içerisinde beşte birlik bir orana sahiptirler 24. Diyarbakır şehrinde yaşayan
halk hakkında bilgi vermeden önce, sosyal tabakalaşma içerisinde bölgede varlığını
Anadolu’nun Türkleşmesinden itibaren hissettiren ve bölge nüfusu içerisinde önemli
bir paya sahip aşiretler hakkında da kısa bir bilgi vermek gerekmektedir.
Selçuklu döneminden başlayarak özelikle Urfa, Mardin ve Diyarbakır
bölgesine çok fazla sayıda aşiretin yerleştiği bilinmektedir25. Bölge bu yapısını
Osmanlı döneminde de devam ettirmiştir. Mesela XVI. yüzyılda Boz - Ulus Aşireti,
Diyarbakır bölgesinde yaşamakta olup, 7500 hane ve 2 milyon küçükbaş hayvana
15 VA., Evkaf, No: 2354, s.55.
16 BA., Cevdet İktisat, No: 1083.
17 VA., Evkaf, No: 579, s.135.
18 VA., Evkaf, No: 579, s.135.
19 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.65.
20 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.63.
21 Diyarbakır Şer. Sic., No: 364, s.2
22 Diyarbakır Şer. Sic., No: 588, s.3.
23 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.30.
24 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk
Diyarbakır.,s.115-122
25 M. AKDAĞ; Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, Ankara, 1979, C.I, s.24-89.
18
Yarısında
sahiptiler26. Yine bu dönemde Kara- Ulus Aşireti de Diyarbakır Eyaleti sınırları
içerisinde yaşamaktaydı. XVI. asırda aşiretler yerleşik halka zarar vermeye
başlayınca bunlar Rakka ve Halep Eyaletleri dahilinde iskan edilmek istenmiş,
ancak bundan bir sonuç alınamamıştır27. Diyarbakır bölgesindeki aşiretler XVI ve
XVII. yüzyılda Anadolu’da meydana gelen Celalî İsyanları sırasında bölgede büyük
tahribat yapmışlardır 28. XVIII. yüzyılda aşiretlerin en yoğun olarak yaşadıkları bölge
yine Diyarbakır bölgesiydi. Bu dönemde de bazı aşiretler Rakka’ya iskan edilmek
istenmişse de bundan da bir sonuç alınamamıştır29. XVIII ve XIX. yüzyılda aşiretlerin
en yoğun oldukları yerler Diyarbakır, Nusaybin, Urfa, Antep ve Mardin’dir. Mesela
1747 yılında Mardin yöresinde yaşayan aşiret sayısı otuzüçtür. 1790-1840 yılları
arasında Diyarbakır Eyaleti’nde varlığı tespit edilen aşiret sayısı otuzdur. Bölgede
yaşayan aşiretlerin iskanı için yapılan çalışmalara XIX. yüzyılda da devam edilmiş
ve bu çabalardan ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında bir ölçüde netice alınmıştır30.
Diyarbakır şehrinde yaşayan halkın büyük bir bölümü ticaret, zanaat ve çiftçilik ile
uğraşıyordu. Bunun yanı sıra hiçbir iş yapmayan kimselerle, kadın ve çocukları da
yine bu zümre içerisinde saymak icap eder. Diyarbakır’da köyler dışında ziraat daha
ziyade, Dicle kenarında ve şehrin batısında yapılmaktaydı. Şehirdeki esnaf gruplarını
ise Bezzaz Cullah, Debbağ, Kasab, Habbaz, Haffaf, Attar, Tütüncü, Sabuncu, Bakkal,
Allaf, Kazancı, Palancı, Berber, Boyacı ve benzeri esnaflar teşkil etmekteydi31.
Bunun yanı sıra eldeki tereke ve hüccetlerden Sirkeci, Şerbetçi, Tereci, Tuzcu,
Mumcu, Mazucu, Lüleci, Bozacı ve Camcı esnafının da incelenen dönem içerisinde,
Diyarbakır’da faaliyette bulunduğunu tespit etmek mümkün olmaktadır. Şehir
halkından pek çok kişinin terekelerine bakılacak olursa, bunların diğer sınıflardan
daha aşağı bir gelir düzeyine sahip oldukları görülecektir32. Bununla birlikte halkın
çok kötü bir durumda olduğunu söylemek de mümkün değildir. Meselâ Ekim sonları
1824 tarihinde bir Duvarcı ustasının gündeliği 120 para (3 kuruş), bir marangoz
ustasının gündeliği yine 120 para (3 kuruş) ve bir reçberin gündeliği ise 60 para (1.5
kuruş) idi33. Ocak ortaları 1829 tarihinde Duvarcı ve Marangoz ustasının gündeliği
160 paraya (4 kuruş), ve rençperin gündeliği ise 80 paraya (2 kuruş) yükselmişti34.
26 M. V. Bruinessen; “The Ottoman Conquest of Diyarbekir and Administrative Organisation of
The Province in The 16 th. and 17 th.”, Evliya Çelebi in Diyarbekir, Leiden, 1988, s.27, Cengiz
ORHONLU; Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretleri İskan Teşebbüsü, İstanbul, 1987, s.17.
27 C. ORHONLU; a.g.e., s.90-95.
28 M. AKDAĞ; a.g.e. s.463-470.
29 Yusuf HALAÇOĞLU; XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve
Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara, 1988, s.52-78-137-140.
30 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.312-320.
31 Diyarbakır Şer. Sic., No: 6001, s.37; No: 356, s. 10; No: 346, s.16.
32 Diyarbakır Şer. Sic., No: 327-364-588-600-317-319-346-347-377. (Sadece Defter numaraları
verilmiştir).
33 BA., D.BŞM.BNE., No: 16311, s.11
34 BA., D.BŞM,BNE., No: 16355, s.11.
19
1840 yılında ise iyi mimar ustası gündelik 10 kuruş, iyi sıvacı ustası 7 kuruş, iyi
marangoz ustası 9.5 kuruş, Orta Marangoz Ustası 7 kuruşluk köt Marangoz ustası
ise 5 kuruş almaktaydı35. 1840 tarihinde 9 kuruşluk gündelik alan iyi bir marangoz
ustası, kıyyesi 17 paradan 21.17 kıyye ekmek ve kıyyesi 80 paradan 4.5 kıyye et
alabilmekteydi36. Aynı usta 1840 yılında 22 ayarında ve 3.27 gram vezninde ve
tanesi 36 kuruş fındık altınını 4 gün çalışarak alabilmekteydi37. Bu hesaptan da
anlaşılacağı üzere, halkın diğer üç grupla mukayese edildiği zaman aşağıda kalan
ancak devrin şartları içerisinde düşünülecek olursa, normal bir hayat tarzına sahip
olduğu söylenebilir. Bununla birlikte XVIII. ve XIX. yüzyıllarda gerek Diyarbakır
bölgesinde meydana gelen tabii afetler ve salgın hastalıklar, gerekse eşkıyalık
olayları sebebiyle halkın bu dönemde oldukça, güç bir duruma düştüğünü de, burada
hatırlatmak durumundayız38. Sosyal tabakalaşma içerisinde yer verilen bu guruplar
içerisinde yer alanlardan birinci ve ikinci gurupta yer alan kişilerin iktisadî yönden
daha kuvvetli oldukları bir gerçektir. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel
olarak vali ve kadı gibi yöneticilerin görev yerlerine gitmeyerek buraları vekilleri
vasıtasıyla idare etmeleri bölge halkını oldukça zor bir durumda bırakmıştır39.
XVIII. yüzyıldan itibaren mirî mukataaların malikane olarak tevcih edilmesi taşrada
ayan- eşraf zümresinin doğmasına ve devletin buralar üzerindeki kontrolünün bir
ölçüde kalkmasına sebep olmuştur40. Bütün Osmanlı ülkesi genelinde olduğu gibi
Diyarbakır Eyaleti’nde de bu dönemde ortaya çıkan kişiler, bölgenin sosyal yapısı
içerisinde varlıklarını Ağa ve Beğ olarak günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Mesela
XVIII ve XIX. yüzyıllarda Diyarbakır Eyaleti Mütesellimliğinin daha ziyade
yerli ailelerce yürütüldüğü (Şehzade ve Gevranlızadeler) ve bunların görevlerini
kötüye kullanmaları ile halkın oldukça zor durumlara düştüğü tesbit edilmiştir41.
Dolayısıyla bu tarihlerde meydana gelen bir kısım hadiseler, devlete karşı bir
hareket olmaktan ziyade, yöneticilerin keyfi uygulamalarına bir tepki olarak ortaya
çıkmıştır. Diyarbakır Eyaleti’nde Osmanlı döneminde meydana gelen hadiselerin
siyasî, dinî veya etnik bir mahiyetinin olmaması bu sözlerimizi doğrulamaktadır42.
Bununla birlikte devletin halkın refahı için gerekli tedbirleri almaya devam ettiği de
bilinmektedir. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Diyarbakır Eyaleti’nde hem Hanefî hem
35 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s.17-22; No: 352, s.27.
36 M. Öztürk, “Güney Doğu Anadolu’da Fiyatlar”,V.Milletler Arası Sosyal ve İktisat Tarihi
Konğresi, Tebliğler, İstanbul-1989, s.119-120.
37 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s.24.
38 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.,s.109-115..
39 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.328-480.
40 Yücel ÖZKAYA; Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık, Ankara, 1977, s.58 vd.
41 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.365-367.
42 İbrahim YILMAZÇELİK;”XIX. Yüzyılda Diyarbakır Eyaleti’nde Yönetim Halk Münasebetleri”,
Bayram Kodaman’a Armağan, Samsun, 1993, s.371-387.
20
de Şafiî mezhepleri müftülerinin bulunması, devletin bölgedeki dinî durumu gayet
iyi bildiğinin ve buna hürmet ettiğinin açık bir göstergesidir43.
II. DİYARBAKIR’DA AİLENİN SOSYO-EKONOMİKDURUMU
Başta karı-koca olmak üzere çocukların oluşturduğu küçük topluluğu aile
olarak tarif etmek mümkündür. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi incelediğimiz
dönemde de, toplumun temelini aile oluşturmaktaydı.
Osmanlı döneminde toplumun en küçük parçasını oluşturan aile, bir yandan
eski Türk anlayışı ve bir yandan da, İslâm dininin ortaya koyduğu kaidelere göre
şekillenmişti. Eski Türk anlayışına göre aile toplumun temeli olarak kabul edilmekte
olup, aileyi oluşturan değerler ve ailenin yapısı doğrudan toplum hayatına da tesir
etmekteydi. Orhun kitabelerinde Oğuş kelimesi ile tarif edilen Eski Türk ailesinde,
baba hakimiyetinin kabul edildiği görülmektedir. Bununla birlikte o dönemde aile
içerisinde kadın ve çocukların hiçbir haklarının olmadığı, hatta eşya gibi alınıp
satıldığı ve babanın sınırsız yetkilere sahip olduğu, Roma ve cahilliye devri Arap
anlayışına göre baba ailenin reisi olmakla birlikte, diğer toplumlarda olduğu gibi
sınırsız yetkilere sahip değildi. Babanın aile içerisindeki durumu daha ziyade dost
ve yardımcı, yani aileyi bir arada tutan ve onların ihtiyaçlarını karşılayarak himaye
eden kişi şeklindeydi. Kadının da aile içerisindeki mevkii oldukça önemliydi. Her
şeyden önce adın alınıp satılan bir mal durumunda değildi. Esasen Bozkır Kültürü
içerisinde asalet kavramı söz konusu olmayıp, eski Türk toplumunun yaşantısı da
bunu müsait değildi44.
Eski Türk toplumunda oldukça önemli bir mevkie sahip olan aile, Türkler’in
İslâmiyeti kabul etmelerinden sonraki dönem içerisinde, İslâm Hukuku çerçevesinde
şekillenmiş, her şeyden önce aileyi kutsal bir kurum olarak kabul etmiş ve onda
kadın lehine önemli değişiklikler yapmıştır. Eski Türk toplumunda olduğu gibi, baba
ailenin reisi olmakla beraber sınırsız yetkilere sahip değildir. Kadının kocası üzerinde
maddî ve manevî hakları vardır. Türklerin, İslâmiyeti kabul etmelerinden sonraki
dönemde pek çok sahada olduğu gibi aile ile ilgili meselelerde de, Şer’î hukuk
ilk sırada gelmekteydi. Bununla birlikte kaynağını Türk teşkilât ve gelenekleriyle
fethedilen memleketlerde tesadüf edilen vergi usulleri ve kanunlarından örfi
hukukun da, Osmanlı Devlet teşkilâtında önemli bir yeri olduğu bilinmektedir.
Ancak Osmanlı devletinde kanunnâmelerle şekillenmiş lan Örfi Hukuk toplumdaki
pek çok meselede önemli bir yere sahip iken, medeni hukuk sahası tamamen bunun
43 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.457-458..
44 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul,1984,s. 201-220.;
Baheddin Öğel; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, II, s.137. vd; Rıfat Özdemir; “Kırşehir’de
Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1880-1906)”, Osmanlı Araştırmaları, IX,1989, s.101-108.
21
dışında tutulmuştur. Osmanlı devletinde büyük bir çoğunlukla aileyi alâkadar eden
meseleler Şer’i Hukuk içerisinde halledilmiştir45.
1- Diyarbakır’da Bulunan Müslim ve Zımmî Gruplar
Osmanlı döneminde Diyarbakır şehrinde başta İslamiyet olmak üzere,
Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine inanan insanlar yaşamaktaydı. XVI. yüzyıldan
itibaren şehir nüfusunun beşte dört gibi çok önemli bir bölümünü Müslüman Türkler,
beşte birlik bölümünü ise Ermeni, Ermeni Katoliği, Protestan, İsavî Katoliği,
Keldani, Süryanî, Yakubî, Nasturilerin oluşturduğu Hıristiyan gruplar ve Museviler
teşkil etmekteydi46. Bu oran köylerde yani taşrada ise Müslüman nüfus lehine daha
da fazlalaşmaktadır.
Diyarbakır şehir nüfusunu oluşturan bu gruplar, Diyarbakır’da bazı
mahallelerde ayrı ayrı olarak ve bazılarında ise bir arada yaşamakta idiler. Diyarbakır
şehrinde bulunan mahallelerin büyük bir bölümü, Müslim mahalleleri idi. XIX.
yüzyılda, Diyarbakır şehrinde 65 Müslim ve 13 Zimmî mahallesi vardı. Bu arada
42 mahallede ise Müslimlerle, zimmîler bir arada karışık yaşamakta idiler. Ancak
bu karışık mahallelerin bazıları Müslim-Zimmî şeklinde ayrılmış olup, bu gibi
mahallelerde söz konusu gruplar bir yerde yine ayrı olarak hayatlarını sürdürmekte
idiler. Bazı mahalleler ise gerçekten de bu grupların karışık olarak bir arada yaşadıkları
mahalleler idi. Bu gibi mahallelerde Müslümanlarla gayr-i müslimlerin evleri veya iş
yerleri biri birine bitişik olup, birbirlerinin işlerine müdahale etmeksizin hayatlarını
sürdürüyorlardı47.
Diyarbakır şehrinde yaşayan gayr-i müslim nüfusunun, müslüman halk ile
genelde münasebetleri oldukça iyi olup, herhangi haksız bir uygulamada gayr-i
müslimler de, dava hakkına sahiptiler48. Osmanlı devletinin topraklarında yaşayan
bu unsurlara geniş bir dinî müsamaha gösterdiği bilinmektedir. Diyarbakır şehrinde
yaşayan gayr-i müslim unsur da, bu müsamahadan istifade etmek sureti ile kilise
veya manastırlarında dinî ibadetlerini tam bir serbestiyet içerisinde yerine getirmekte
olup, bazen bunların dinî ibadet ve âyinlerine karşıladığında devlet duruma hemen
müdahale ediyordu49.
Müslüman olmayan unsurlar üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirerek kendi
işleri ile meşgul oluyorlar ve bazen müslümanlarla ortaklık dahi yapıyorlardı50.
45 Ayrıntılı bilgi için bkz. Rıfat Özdemir, Tokat’ta Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)”
Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1987, s. 98-100. Ömer
Lütfü Barkan; XV. ve XVI. inci Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zıraî Ekonominin Hukukî
ve Malî Esasları, Kanunlar, C.I, İstanbul,1943.
46 Ayrıntılı bilgi için İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.115-122.
47 Ayrıntılı bilgi için İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.44-50.
48 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 14-18; No: 594, s. 11-27; No: 631, s.22.
49 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s. 6-7-30; No: 352, s.76-77; No: 356, s.77.
50 Nisan 1834 tarihli bir hücceten söz konusu tarihte Mustafa adında Müslim ile Kurî adında bir
zimminin ortaklaşa pamuk ve çeltik ziraati yaptıkları anlaşılmaktadır (bkz. Diyarbakır Şer.Sic., No:
594, s.10).
22
Bu arada gerek kendi aralarındaki anlaşmazlıklar ve gerekse müslimlerle olan
anlaşmazlıklarda mahkemeye müracaat ederek haklarını arayabiliyorlardı. Meselâ
19 Mayıs 1802 tarihinde Çarıkçı Malkon, Arakil adlı bir diğer zimmiyi evini fuzuli
olarak işgal ettiği için şikayet etmiş, Seyyid Zülfükar adlı birinin şehadeti ile söz
konusu evin Arakil’e ait olduğu anlaşıldığından davası kabul edilmemişti51. Aralık
başları 1826 tarihinde ise Diyarbakır demirci esnafından üç zımmî Resul b. Ali adlı
bir müslimin aldığı demirin parasını vermediği için şikâyet etmişler ve görülen dava
sonucunda 600 kuruşa sulh olmuşlardı52. 20 Mart 1848 tarihinde ise Diyarbakır’da
İzzettin mahallesinde oturan Hüseyin Ağa-zâde Hafız Mehmet yine aynı mahallede
oturan Mihan’dan 8995 kuruş alacağı olduğu iddiasıyla mahkemeye müracaat etmiş.
Mihan bunu kabul etmemiş ve görülen dava sonucunda Molla Mehmed b. Sait
ile Hüseyin b. Ali adlı müslimler, Mihan’ı doğruladıklarından, Hafız Mehmed’in
davası reddedilmişti53. Bu örnekleri daha çoğaltmak mümkündür. Ancak yukarıda
sıralanan belgelerden de anlaşılacağı üzere, gayr-i müslim unsurlar tam bir eşitlik
içinde hayatlarını sürdürmekteydiler. Bu arada gayr-i müslimler sadece çeşitli
anlaşmazlıklarda değil, ev satışı, tereke taksimi gibi konularda da mahkemeye
müracaat etmek suretiyle, işlerini Müslümanlara sağlanan haklardan istifade ederek
sürdürüyorlardı 54.
Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde yer alan terekelerden anlaşıldığı üzere,
incelenen dönem içerisinde ekonomik yönden de, gayr-i müslim unsurlar oldukça
iyi bir durumdaydı. Daha ziyade ticaretle uğraşan ve bu arada Diyarbakır’da bulunan
kuyumcu esnafı içerisinde oldukça fazla sayıda faaliyet gösteren gayr-i müslim
unsurların hayat seviyeleri, Müslüman halkın pek çoğundan iyi bir durumdaydı55.
Mesela 13 Temmuz 1800 tarihinde ölen Manim’in bıraktığı servet 21496 kuruştu56.
Bu ise o zamanın şartlarına göre oldukça iyi bir paraydı. Diyarbakır’da tıpkı müslim
halk gibi, gayr-i müslimler de birinin ölmesi durumunda mahemeye haber vermek
zorunda idiler. Miras işlemi de İslam hukukuna göre yapılmaktaydı. Ağustos ortaları
1836 tarihinde “Amid Naibine” hitaben gönderilen bir fermanda, Diyarbakır’da
yaşayan gayr-i müslim halktan birinin ölmesi durumunda, terekesinin yazılması ve
mirasının paylaştırılması sırasında fazla resm alındığı belirtilmiş, “... binde 15 akçe
kalemiye ve ikişer akçe kâtibiye ve hüddâmiye ki ceman 25 akçe olub... “ bundan bir
akçe dahi fazla alınmaması gerektiği bildirilmişti57.
51 Diyarbakır Şer. Sic., No: 299, s.54. Ayrıca bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.70.,
No: 594, s.31; No: 603, s. 39-40.
52 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.7.
53 Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.108.
54 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.29; No: 352, s.99.; No: 376, s.14.
55 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.23; No: 285, s.22.
56 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.28.
57 Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.135-136.
23
Osmanlı dönemde Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim ve gayr-i müslim
unsurların terekeleri karşılaştırılacak olursa, müslim ve gayr-i müslim terekelerinde
geçen giyim, kuşam, oturma odası eşyası, yatak odası eşyası, mutfak eşyası,
aydınlatma, silah, bıçak ve benzeri malzemelere verilen adların ve kullanım
amaçlarının aynı olduğu görülecektir58. Yani bir müslimin evinde hangi eşya
bulunuyorsa bir zımmînin evinde de, aynısını bulmak mümkün olmaktadır. Bu ise
şehirde yaşayan halkın bazı küçük farklılıklar dışında etnografik açıdan kaynamış
olduklarının bir göstergesi olmalıdır. Bu durum gayr-i müslim unsurlarının uzun
bir dönem Türk kültürü içerisinde yaşamış olduklarından, bu kültürü ne kadar
fazla benimsemiş olduklarını göstermektedir. Bu arada bu tesirin bir sonucu olarak,
Diyarbakır’da yaşayan zımmî halktan bazı kişilerin zaman zaman kendi istekleri ve
İslâm dinini kabul etmekte oldukları ve mahkemede İslam dinine geçtiklerini tescil
ettiren bu kişilerin Yahudi, Ermeni ve Rum gibi değişik milletlere mensup oldukları
görülmektedir59.
Bir bölgede yaşayan grupların, sosyal hayatlarının bir göstergesi de, ailelerin
çocuklarına isim olarak verdiği, inandığı zevk aldığı isimler olsa gerektir. Bu
sebeple Osmanlı döneminde, Diyarbakır şehrinde kullanılan isimler ve lakaplar da
ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur60 . Müslim ailelerin en fazla kullandıkları
isimler; Mehmet, Mustafa, İbrahim, İsmail, Bekir, Ali, Hasan, Hüseyin, Yusuf, Salih,
Abdullah, Osman, Feyzullah, Halil, Kasım, Ömer, Veli, Abdurrahman, Ahmed,
Hıdır, Şeyhmuz, Zülfükar, Süleyman, Yasin, Emine, Fatma, Hatice, Ayşe, Halise,
Nebile, Şerife, Zeynep gibi isimlerdir. Bunların daha ziyade İslam büyüklerinin
veya Peygamberlerin, peygamber kızları ve hanımlarının isimleri kullandıkları
görülmektedir. Bunun yanısıra öz Türkçe isimlerinin de oldukça fazla olduğu
söylenebilir. Meselâ Şahin, Kaya, Murad, Hanım, Gazele, Sabuhan, Kahraman,
Kutlu, Toğmuş, Tanrıverdi ve benzeri adlara oldukça fazla rastlanmaktadır. Öte
yandan bu bölgeye mahsus olarak bazı isimlerin de Abo - Abdullah, Alo - Ali, Simo İsmail, Memo - Memi, Mehmet, Silo - Süleyman, Şiho - Şehmuz şeklinde kısaltıldığı
görülmektedir. Diyarbakır’da yaşayan müslümanlar arasında en çok kullanılan
58 Bu konuda Diyarbakır Şer’iyye Sicillerine oldukça fazla belge bulunmaktadır. Özellikle bkz.
Diyarbakır Şer. Sic., No: 600-377-285-328-363-346-319-347-317-588-364-327. Bununla birlikte
bir mukayese yapma imkanı vermek için burada sadece 4 Tereke kaydının künyesi verilecektir. 13
Haziran 1805 tarihli el-Hâc Mehmet Emin Ağa’nın terekesi ile 1 Mayıs 1805 tarihli Malkan veled-i
Serkiz’in terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 317, s.8-7.; Haziran ortaları 1827 tarihli Ömer
b. Osman’ın terekesi ile Eylül ortaları 1827 tarihli Mazucu Tuman’ın terekesi için bkz. Diyarbakır
Şer. Sic., No: 347, s.24-37.; Ekim başları 1831 tarihli Sirkeci Mehmet’in terekesi ile Temmuz başları
1832 tarihli Maksi Ohannes’in terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 346, s.36-51; 4 Nisan
1836 tarihli Ali b. İbrahim’in terekesi ile 4 Nisan 1836 tarihli Hafan Veled-i Ohannes’in terekesi için
bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 363, s.2-4.
59 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.21; No: 607, s.1-3; No: 351, s.39; No: 626, s.1.
60 Bu değerlendirme Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinin hemen hemen tamamı gözönünde
bulundurularak yapılmıştır..
24
lakaplar ise Zâde, Efendi, Molla, Şeyh, Paşa, Oğlu, Çavuş, Çolak, Topal, Kel,
Demirci, Debbağ, Katırcı, Öksüz, Leblebici, Değirmenci, Alemdar, Çelebi gibi
ya kişilerin aile ünvanlarını, ya fiziki durumlarını veya yaptıkları işleri belirleyen
lakaplardır.
Diyarbakır bölgesinde yaşayan gayr-i müslim ailelerin ise en çok kullandıkları
isimler Ohan, Ohannes, Serkiz, Manok, Kirkor, Karabet, Bedros, Agop, Meryem,
Vartan, Erakil, Esber, Tama, Haço, Bağos, Makdis, Maksi, Eko, Lusi ve Asdos
gibi isimlerdir. Gayr-i müslim aileler de tıpkı müslim aileler gibi daha ziyade dinî
mahiyetli isimler kullanmış olup, çocuklarına inandıkları dinlerin, büyüklerinin ve
azizlerinin isimlerini koymuşlardır. Bunun yanı sıra Diyarbakır’da yaşayan gayr-i
müslim ailelerden bazılarının çocuklarına Sultan, İbrahim, Sadakad, Durmuş,
Altın, Murad ve benzeri vermeleri de oldukça dikkat çekmektedir. Şehirde yaşayan
müslimlerde olduğu gibi, gayr-i müslimlerde de, kullanılan lakaplar mensup oldukları
meslek ve sosyal grupları ile fiziki özelliklerini belirten lakaplardır. Mesela Mazucu,
İnce, Değirmenci, Altuncu, Meyhaneci, Oturakçı, Katırcıoğlu, Hallaç, Bezzaz,
Kocabaş, Keşiş ve benzeri lakaplar buna örnek olarak verilebilir. Sonuç olarak ise
Diyarbakır’da yaşayan müslim ve gayr-i müslim ailelerin kullanmış oldukları kadın
ve erkek isimleri daha ziyade dini mahiyetli olup, bu toplumların kendi kültürlerin bir
sonucu olduğu gibi aralarındaki kültür alış verişini de göstermektedir, denilebilir61.
Böylece Osmanlı dönemde ailenin çeşitli yönlerini incelemeden önce,
Diyarbakır’da yaşayan halk değişik açılardan incelenmiştir. Bu bölümde olduğu gibi
daha sonraki konularda da, aile konusunda Diyarbakır’da yaşayan Müslim ve gayr-i
Müslim unsurlar bir bütün halinde ele alınıp, incelenen dönemde toplumun temelini
oluşturan aile çeşitli yönleri ile incelenmiştir.
2- DİYARBAKIR’DA AİLE VE EVLİLİK GELENEKLERİ
A- Nikah Akdi ve Ailenin Teşekkülü
İslâm hukukunda, önemli bir engel olmadığı taktirde bekar kız ile bekar bir
erkeğin evlenmeleri dinî bir vecibe olarak kabul edilmiş olup, aile kutsal bir kurum
olarak telâkkî edilmiştir. Türk toplum yapısı da, bundan farklı olmayıp, Osmanlı
mahkemesinin başı olan kadı da, bu kutsallığı korumuştur62.
Osmanlı devleti de, aileye büyük bir önem vermiş ve aile kurumunun kurulması
için uygun şartların oluşmasına büyük bir dikkat göstermiştir. Meselâ 1845 tarihinde
Diyarbakır eyaleti Müşiri İsmail Paşa’ya gönderilen bir fermanda,
61 XVI. yüzyılda da, Diyarbakır’da yaşayan Müslim ve zımmî grupların kullandıkları isimler daha
ziyade dinî mahiyetli isimlerdir. Bunun yanı sıra Türkçe isimlerin de (Satılmış, Bulmuş, Oğlan Okan,
Kutlu Toğmuş vb.) yörede yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Yukarıda XIX. yüzyıl için şahıs
adları konusunda verilen bilgilerin XVI. yüzyıl ile karşılaştırılması için bkz. Mehmet Mehdi İlhan,
“Onaltıncı Yüzyıl Başlarında Amid Sancağı Yer ve Şahıs Adları Hakkıda Bazı Notlar” Belleten, LIV.
s.221-222.
62 Rıfat Özdemir, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1890-1919)”.
Tarih İncelemeleri Dergisi, V, s.52-53.
25
memlekete bulunan bakire kızların ve dulların evlendirilmelerinin velileri tarafından
çeşitli vesilerle engellendiği belirtilerek, bunun da nüfusun azalmasına sebep olduğu
ve bundan dolayı bu gibilerin evlendirilmelerinin teşvik edilmesi istemekteydi. 1845
tarihli bu fermanda bu husus “... rü’yet olunduğuna memâlik-i mahrûsâ-yı şahânemin
ba’zı kasabât ve kurâsında bâkire kızların babaları ve akrabaları otuz yaşına tezviç
itmeyüb zevci fevt olmuş olan hatunların dahi bila muceb-i muharrer durmakda ve
bu keyfiyet taklil-i tenasül ü mü’eddi olmakta bulunmuş olarak hatta bu keyfiyet
bu def’a kocaili meclisinden bâ-mazbata beyan ve inha olunmuş olunduğuna behemehal bu uygunsuzluğun def’i lazım gelmiş..” şeklinde açıklanmakta ve “... bundan
böyle mani’-i şer’isi yoğiken teçviç tasrih ve beyan kılınmış olub ol misillû bâkire
ve sayyibe hâtunların nezd-i sicillerine akraba ve müte’allikâtının bi-veçh-i şer’i
mâni olmaları hilâf-ı şer’-i şerîf olduğun ba’d-ezin ol misillu kız ve hatunların
teçvicine veli va akrabası tarafından mümâneât olduğu hâlde ma’rifet-i şer-î şerîf ve
meclis ma’rifetiyle kendileri celb olunarak sebeb-i muhâlefetleri...” nin sorulması
istenmekteydi63. Bu fermanın söz konusu tarihte diğer Anadolu vilayetlerine de
gönderilmiş olduğu kesindir.
İslâm hukukuna göre nikâh akdînin açık olması şarttı. Diğer İslâm devletlerinde
olduğu gibi, Osmanlı devletinde de nikâh akdi Kâdı’nın huzurunda yapılmakta olup,
bu işleme ait hüccet, Şer’iyye Sicillerine kaydedilmekteydi. İslâm hukukuna göre
her şeyden önce evlenecek olan kişilerin hür iradelerini kullanarak evlenmeleri
gerekmekteydi. Evlenecek olan kişiler bu durumda mahkemeye gelerek, şahitler
huzurunda nikah akidlerini yaparlar ve bu da sicile kaydedilirdi. Bazı durumlarda
ise evlenecek olan kişiler mahkemeye yakın akrabalarından birini vekil olarak
gönderdikleri gibi, bazı durumlarda ise nikâh evde yapılır, ancak her iki durumda da
nikâh işlemi sicile kaydedilirdi64. Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde de bu tür evlilik
hüccetlerine sık sık rastlanmaktadır. Meselâ 29 Haziran 1822 tarihinde Diyarbakır’da
yaşayan Hanife ve Yusuf mahkemeye müracaat etmişler ve kendi rızalarıyla şahitler
huzurunda nikahlar yapılmıştı65. Osmanlı dönemde müslimler gibi gayr-i müslimler
de nikah akdini mahkemede yapabiliyorlardı. Gayr-i müslimler din, dil ve gelenekleri
yönünden tamamen serbest olup, kilisede kendi ayinleri üzerine nikahlandıktan
sonra, nikah akidlerini mahkemede tescil ettiriyorlardı. Mesela 19 Ocak 1826
tarihinde Menoş veled-i Karabet ile Serkiz veled-i ile Ohannes kendi rızaları ile
evlenmişler ve bu evlilik hücceti sicile kaydedilmişti. Bu arada kadının Mehr-i
muacceli 100 kuruş ve Mehr-i müecceli de 100 kuruş olarak tesbit edilmiş olup,
bu da sicile işlenmiş idi66. 1826 tarihli bir başka hüccette ise bu sefer iki müslimin
nikahlandıkları görülmektedir. 11 Mart 1826 tarihinde Diyarbakır sakinlerinden
63 Diyarbakır Şer. Sic., No: 392, s.8.
64 Rıfat Özdemir, “Kırşehir’de Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı”. s.111.
65 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s.39. Ayrıca bkz. M.Akif Aydın, “İslâm-Osmanlı Aile Hukuku” ,
Osmanlı Araştırmaları,III,1982, s.85-101.
66 “... Amid sakinlerinden zımmiyye Menoş veled-i karabet nam bikrin mani-i şer’isi yoğ ise Serkiz
veled-i Ohannes tarafeyn rızaları ve velisi iziniyle lede’ş-şühüd tesmiye-i mihr ve akd-i nikah-ı şer’i
edesiz ve’s-sellam ....” bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22.
26
Hatice ile Abddurrahman kendi istekleri ile mahkemeye müracaat etmişler ve
şahitler huzurunda nikah akdi yapılmış mihr-i müeccel ve muaccel ise 200 kuruş
olarak tesbit edilmişti67.
Nikah akdinin geçerli sayılması iki tarafın isteğine bağlı olduğundan 1830
tarihinde Fatma adlı bir kadın, kocası Halef üzerine açtığı davada amcası olan
Ali’nin kocasının kız kız kardeşini kaçırdığını ve bunun üzerine amcası Ali’nin de
kensini zorla Halef’e verdiğini bildirmiş, bunun üzerine nikah geçersiz sayılmıştı68.
27 Aralık 1829 tarihinde ise Mola Halis karısı Cumhure üzerine açtığı davada, 4
sene önce nikah, yaptığını ancak karısının kaçarak, Develi köyünde bir başkası ile
evlendiğini belirterek kendisine teslimini istemi, kadının Molla Halil’in kendisini
zorla kaçırdığını bildirmesi üzerine nikahları bozulmuştu69. 1830 tarihinde yine buna
benzer bir davada Mehmed b. Ömer, Bakkaloğlu Mehmed’in karısını zorla kaçırarak
nikah kıydığı için dava etmiş, ancak görülen davada Mehmed b. Ömer’in karısını
boşadığı anlaşılmış ve davası reddedilmişti70. 1829 tarihli bir hücceten anlaşıldığına
göre, bu tarihte Ali karısı Zeyneb’in kendisini terkettiğini bildirerek teslimini istemiş,
ancak kadının zorla kaçırıldığını ve nikah yapıldığını bildirmesi üzerine Ali’nin de
davası reddedilmişti71.
Aynı dinden iken evlenen iki kişiden biri sonradan dinini değiştirirse, onların
da nikahları geçersiz sayılıyordu. Mesela 30 Kasım 1826 tarihinde Elşer adlı Yahudi
bir kadın, İslam dinini kabul ederek Esma adını almış olduğundan “... İslam evladı
olduğu dahi takririnden nümayan ve kelime-i şahadet getirüb fasih-i eda eylediği...”
için kocası Yakop ile olan nikahları geçersiz sayılmıştı72. Bu arada kocası ölen
bir kadın ölen kocasından çocuk beklemediğinin anlaşılmasına kadar bir başkası
ile evlenemez, ancak bu durumu belli olduktan sonra yeniden evlenmesine izin
verilirdi73. Bu bekleme süresine ise “ iddet müddeti “ denilirdi.
Diyarbakır şehrinde müslim aileler arasında akraba evliliğine ilişkin bir kayda
rastlamamak mümkün olmamıştır. Orta Asya Türklerinde kan bağı evliliğine engel
olduğundan, daha ziyade dıştan evlilik usulünün yaygın olduğu bilinmektedir. Aynı
durum İslam dini içinde söz konusudur74. Bununla birlikte bu konuda herhangi bir
belgeye rastlanmadığı için, Diyarbakır şehiri için bu konuda herhangi bir yorum
yapılmamıştır.
67 “... Amid sakinlerinden Hatice bint-i Mehmed nam bikrin mani-i şer’isi yoğ ise Hamid b.
Abdurrahman tarafyn rızaları ve velisi izniyle lede’ş-şühüd tesmiye-i mihr ve akd-i nikah-ı şer’i ide...”
bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22.
68 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376 s.15.
69 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.26.
70 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.37.
71 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.57.
72 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.21.
73 Ocak ortaları 1818 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre, Şerife adlı bir kadın kayıp olan kacısından
ayrılmak istediğini bildirmiş ve “hayiz” gördüğünü belirtmesi üzerine başkası ile evlenmesine izin
verilmişti. bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.34.
74 Rifat Özdemir, “Tokat’da Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı, 1771-1810”, s.104.
27
B- Müslimlerde Evlilik Gelenekleri ve Evlilik Kurumu
XIX. yüzyılda Ankara, Çankırı, Konya ve Tokat gibi bazı şehirlerde bazı anne
ve babaların küçük yaştakı kızlarını birisine vererek, belirli bir para aldıkları, kızın
büyümesi ile parayı veren kişi ile evlendirildiği ve bu uygulamaya da “ namzet “ adı
verildiği görülmektedir75. Böyle bir uygulamaya aynı dönemde Diyarbakır şehrinde
rastlanamadı.
Bunu mukabil, XIX. yüzyılın ilk yarısında başlık usulunun, Diyarbakır’da
devam ettiği ve bu uygulamada ödemenin nakdi veya ayni olarak da yapılabildiği
anlaşılmaktadır. Mesela 1830 tarihli bir hüccette yer alan “.... sağirin babası Hasan
anası Fatma’yı akd-ı nikah idende başlığı mukabili mezkur ahur ile ve bir re’s inek
verüb...” ifadesi başlığın ayni olarak ödendiği konusunda sadece bir örnektir76.
1830 tarihli bir diğer hüccette ise Ümmü Hatun’un annesi, Ümmü Hatun’un
kocası olan Ahmed’i nikah etmeden önce verdiği eşya sözünü yerine getirmediği
için dava etmiştir. Bunun üzerine Ahmed ise cevabında kendisinin “... 150 gurûş
başlık nâmiyle verdiğini...” ve eşya sözü vermediğini bildirmiştir77. Konu ile ilgili
örnek olarak verebileceğimiz 1834 tarihli iki hüccet daha bulunmaktadır. Bunlardan
ilkinde Ayşe adlı bir kadın erkek kardeşinin “başlık” olarak aldığı “... bir zincir ve
bir kuşak ve def’a bir simli zincir doksan adet koyun ve kuzu ve 16000 guruşu...”
kendisine verilmesi için kardeşini dava etmiştir78. Yine 1834 tarihli diğer bir hüccette
ise Resul adlı bir Hacı Süleyman adında birisinin karısı Ayşe’yi kendisini bir başka
yere gittiğinde nikah ettiği için dava etmiştir. Hacı Süleyman ise kadının babasının
rızasıyla ve “... bir fes, bir re’s inek ve 230 guruş sağ para...” karşılığında kadınla
nikah ettiğini söylemiş ve dava fetvaya havale edilmiştir79. Bu belgelerden de
anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır şehrinde başlık usulü devam etmekteydi.
Başlık, gelin adayının ailesine verilen bir paradır. Güvey adayı tarafından gelin
adayına verilen paraya ise “ Mehir “ denilmekteydi. İslam hukukuna göre bu para
üzerinde gelinden başka hiç kimsenin hakkı yoktu. Evlenmeden, nikah akdinden
önce veya nikah akdi sırasında şahitler huzurunda gelin adayına verilmesi gereken
Mehir, Mehr-i Muaccel ve Mehr-i Müeccel adını taşımaktaydı. Günün şartlarına,
ailelerin zengin veya fakir oluşlarına ve evlenece kızın güzel, çirkin, maharetli
oluşuna göre bunun miktarı değişmekteydi80.
Mehirin, Mehr-i Muaccel ve Mehr-i Müeccel olarak nikah sırasında şahitler
huzurunda tesbit edilmesi gerekmekteydi. Mesela 11 Mart 1826 tarihinde Hatice ile
Abdurrahman’ın şahitler huzurunda nikah akdi yapılırken gelinin Mehr-i Muaccel
75 Rıfat Özdemir, “Kırşehir’de Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s.115.
76 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.10.
77 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.38.
78 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.29.
79 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.114.
80 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s. 112, vd.
28
ve Mehr-i Müeccel’i 200 kuruş olarak tesbit edilmişti 81. 1829 tarihli bir hüccetten
anlaşıldığına göre ise, bu tarihte nikah yapan Bekir ve Zaide evlendikten sonra 600
kuruş olarak tesbit edilen Mehir bedelini, Bekir karısına ödemediği için, Zaide’nin
annesi tarafından dava edilmişti82. Yine 1829 tarihli bir başka hüccette, Ali’nin
karısı Ayşe’ye 250 guruş Mehir verdiği ve nikah yaptığı, ancak karısının kaçtığı için
kendisine teslim edilmesini istediği görülmektedir83. Kocanın ölmesi veya boşanma
durumunda, kadın eğer mehrini almamışsa bunu talep edebilmekteydi. Mesela 1844
Mayıs sonlarında ölen Hafız Hüseyin Efendi’nin karısının mehir bedeli olan 500
kuruş terekesinden düşülerek, kadına ödenmişti84. Yine boşanma sonucunda da
kadının mehri mutlaka ödenir, eğer ödenmezse kadın mahkemeye müracaat ederek
hakkı olan parayı alırdı. Mesela 1829 tarihinde Fatma Hatun adlı bir kadın, kocası
Hacı Süleyman’ın kendisini boşadığını bildirerek mehrini talep etmiş ve görülen
dava sonucunda kadına 250 kuruş Mehr-i Muaccel ve 250 kuruş Mehr-i Müeccel
olmak üzere toplam 500 kuruş kocası tarafından ödenmişti85.
XVIII. ve XIX. yüzyılda Diyarbakır şehrinde kadının hakı olan Mehr-i
Muaccel ve Mehr-i Müeccelin miktarı 140-200-250-300-400-500-600 kuruş arasında
değişmekteydi86. Kadın ve erkek arasında bazı anlaşmazlıklar olduğu zaman ise önce
bunu iyilikle halletmeleri istenir ve boşanma son çare olarak düşünülürdü87. Bununla
birlikte kadın kocasından boşanmadan da herhangi bir haksızlık durumunda hakkını
arayabiliyordu. Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde bu konu ile ilgili oldukça fazla
belge bulunmaktadır.
Meselâ 1830 tarihinde Şefika Hatun kocası Hacı Ali’yi kendisinden ev almak
üzere 400 kuruş aldığı ve teskeresini kendi üzerine yazdırdığı için dava etmişti88.
Bu gibi örnekler kadının gerektiğinde kocasını dava ederek hakkını arayabildiğini
göstermektedir89. Kadın kocasının ölümü durumunda ise kocasının terekesinden,
İslam hukukunun tayin ettiği ölçüde bir pay almaktaydı90. Eğer kendilerine verilen
parada eksiklik olursa mahkemeye müracaat ederek, haklarını arayabiliyorlardı 91.
81 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22.
82 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.30.
83 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.59.
84 Diyarbakır Şer. Sic., No: 377, s.6.
85 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.4. Ayrıca bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 9-49; No: 376,
s. 6-44-45; No: 351., s.44.
86 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 6-30-32-44-45; No: 351, s.44; No: 631, s.1-9-22.
87 R. Özdemir, a.g.e., s.114.
88 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.25.
89 1830 Tarihinde Rahile Hatun’un kocası üzerine açtığı alacak davası için bkz. Diyarbakır Şer.
Sic., No: 376, s.2. Ayrıca 1829 tarihinde Esma Hatun’un kocası üzerine açtığı alacak davası için bkz.
Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.33.
90 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s.129 vd.
91 Nisan 1834 tarihinden Diyarbakır’ın Derviş Hüseyin Mahellesinde oturan Havva adlı bir kadın,
ölen kocasının terekesinden hissesine düşeni alamadığı için eski Diyarbakır naibini dava etmişti. bkz.
Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 30.
29
Boşanmalarda yaygın olan usul ise “ talak” olup, bu da bâin ve ric’î
şeklinde ikiye ayrılmakta idi. Talâk-ı bâin, kocaya, boşadığı eşine ancak yeni bir
nikahla dönme imkanı veren boşanma şeklidir. Telak-ı ric’î ise “kocaya, yeni bir
nikâha ihtiyaç duymaksızın boşadığı eşine dönme imkânı veren boşanma şeklidir”.
Diyarbakır şehrinde de boşanmalarda yaygın usul talâk usulu idi. Bu gibi durumlarda
kadın mahkemeye müracaat ederek kocasından boşanmak içinr dava açabilmekte,
mehir bedelini ve nafaka talep edebilmekte idi92. Meselâ 1826 Mart ortalarında
Esma Hatun kocası Bezzaz Molla İsmail’den boşanmak için mahkemeye müracaat
etmiş ve kocası da, bu isteğini kabul ederek boşanmışlardı. Görülen dava sonunda
kocası zimmetinde olan 400 kuruş Mehr-i Müeccelesini ödemeyi ve ayrıca 3 ay
10 gün nafaka ve giyim parası vermeyi kabul etmişti. İsmail’den çocuğu olur ise
bunun 7 yaşına kadar bakımını da babası üzerine alacaktı93. Mayıs 1834 tarihli bir
hüccetten anlaşıldığına göre ise, Hay Hatun kocası Abbas’ın kendisini dövdüğünü ve
kötü muamele yaptığını bildirmesi üzerine boşanmalarına karar verilmiştir94. 1826
Ağustosu başlarında ise Süleyha bint-i Hâcı Hasan kocası Sinan üzerine açtığı davada,
“... Sinan Ramazân-ı şerifin ikinci gecesi kumar oynarsam benden talak-ı selase ile
benden boş olsun diyü şart ve talik itmekle el-haleti’l-hazihi merkûm Sinan kumar
oynayub...” şartını yerine getirdiğinden kocasından boşanmak istemiştir. Kocasının
inkar etmesine rağmen, şahitler doğrulayınca, mehir parasını ve 3 ay 10 gün nafaka
vermek kaydıyla boşanmalarına karar verilmişti95. Buna benzer bir boşanma olayı
da 24 Şubat 1830 tarihinde olmuş. Câmiü’s-Sefa mahellesinde oturan Emine adlı
bir kadın kocası üzerine açtığı boşanma davasında kocasının “... işbu Ramazân-ı
Şerifde somun ekl eylediğinde Müslüman değilmisin somun ekl ediyorsun deyü
söylediğinde merkûm dahî müslüman değilüm diyü...” cevap verdiği için boşanmak
istediğini bildirmiştir. Görülen dava sonunda şahitlerin kadını doğrulaması üzerine
“... tarafeyn rızalariyle tecdid-i iman ve nikah olunub....” daha sonra, kadın kocası
için bir başka yere gidip birbuçuk sene geri dönmezse boşanma şartı koymuştur96.
Bunun gibi oldukça ilginç boşanma davalarına iki örnek daha vermek
istiyoruz: Meselâ 1830 tarihinde Rahile Hatun kocası Hasan üzerine açtığı boşanma
davasında, “... merkûm Hasan beni nikâh eylemek murad eylediğinde eğer beni
şehirde saklarsan seni alurum köyde saklar isen almam dediğimden merkûm Hasan
eğer seni köyde saklar isem benden boş olasın deyü nikâh yapub 12 seneden beru
köyde sakladuğundan....” boşanmak istemiş ve davası fetvaya havele edilmiştir97.
Nisan 1834 tarihinde ise Ümmî bint-i Mehmed, kocası Hasan üzerine açtığı davasında
92 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 1; No: 351, S. 44; No: 376, s.44-45.
93 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.9.
94 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.2.
95 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 49.
96 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 32.
97 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 10.
30
kendisinin Diyarbakır’da oturmak şartı ile evlendiğini ancak Ergani’de iskân edildiğini
söyleyerek, boşanmak istemiş ve davası yine fetvaya havale edilmişti98.
Yukarıdaki belgelerden de anlaşılacağı üzere, kadın kocası ile anlaşamadığı
durumlarda boşanmak için mahkemeye müracaat edebilmekteydi. Kocaları tarafından
terk edilen kadınların boşanma istekleri de hemen kabul edilmekteydi99. Talâk ile
boşanmadan başka, erkeklerin de çeşitli durumlarda, kadınlardan boşanmak için
mahkemeye müracaat ettikleri görülmektedir. Meselâ 1829 tarihinde Molla Ömer
adlı birisi karısı hamile iken deşt kaldırıp çocuğunu düşürdüğü için boşanma davası
açmış ve davası fetvaya havele edilmişti100. Kadınlar boşanma durumunda nafaka
aldıkları gibi, kocalarının kendilerini terkedip başka bir yere gitmelerinde de nafaka
alabilmekte idiler101.
Evli bir kadının zina yaptığı anlaşılır ise tabiî olarak bu haktan mahrum
kalmaktaydı. Zina “... bir akd-i şer’iyeye müstenid olmaksızın bi’l-ihtiyâr yapılan
haram bir cimâ...” olup, İslâm dininde şiddetle yasaklanmıştır. İslâm hukukuna
göre zina olayının hiç bir şüpheye gerek kalmadan isbat edilmesi ve dört erkek
şahidirin bunu hakim huzurunda şehadetleri ile tasdik etmeleri gerekmekteydi.
Osmanlı şehirlerinde zina suçları ile ilgili davalara sicillerde oldukça fazla sayıda
rastlanılmasına rağmen, mahkemeye intikal eden davalarda “recm ve hadd” cezasına
pek rastlanmamaktadır. Bu da söz konusu olayın isbatının zorluğu ile ilgili bir durum
olmalıdır 102. Mesela 1818 Nisan ortalarında Derviş Hüseyin mahallesi sakinlerinden
Züleyha bint-i Ömer, Hüseyin üzerine açtığı davasında küçük oğlu Mehmed’in,
Hüseyin’in kendisine cebren sahip olması ve zina sonucu doğduğunu belirterek
gereğinin yapılmasını istemişti. Fakat bu iddiasını ispatlayacak bir şahit gösteremediği
için davası reddedilmişti103. Nisan 1834 tarihinde ise Osman b. Mehmed, zimmî İnce
Kiryaakos üzerine açtığı davada Süleyman Efendi’nin, zevcesi ile İnce Kiryakos’un
zina ettiklerini ve bunun anlaşılması üzerine Süleyman Efendi’nin öldürüldüğünü
bildirerek, suçluların cezalarının verilmesini istemişti. Davalılar suçlamayı kabul
etmemişler ve dava bunun üzerine fetvaya havele edilmiştir. Bunun üzerine davayı
doğrulayacak şahit olmadığından, Osman b. Mehmed’in davasının reddedilmesine
karar verilmiştir104.
Yukarıda kadınların boşanma veya eşlerinin uzak bir yere gitmeleri durumunda,
kadın ve çocuklara belirli bir miktarda nafaka bağlandığı açıklanmıştı. Meselâ 1818
Nisanı başlarında Emine adlı bir kadın boşanmış olduğu kocası Ahmed
98 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 25.
99 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 42.
100 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 44.
101 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 42.
102 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir a.g.m., s. 116-117.
103 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 33.
104 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 33.
31
üzerine açtığı dava sonucunda küçük oğlu Mahmud’a günlük 24 akçe nafaka ve
kisve baha takdir edilmiş olup, babası da bunu kabul etmişti105. 3 ocak 1826 tarihli
bir hüccette ise söz konusu tarihte kocasından boşanan bir kadına 3 ay için 30 kuruş
nafaka bağlandığı görülmektedir106. Nisan 1834 tarihli bir başka hüccette ise Fatma
adlı bir kadının küçük oğluna Aylık 15 kuruş nafaka bağlandığı anlaşılmaktadır107.
Nafaka sadece boşanma durumunda değil, kocanın evi terk etmesi durumunda da
bağlanmaktaydı108.
Osmanlı toplumunda anne veya babası vefat eden ve kimsesi olmayan
çocukların gelecekleri için de, bir kısım tedbirler alındığı görülmektedir. Bu gibi
durumlarda çocukların işlerini yürütmek ve mallarını idare etmek zere küçük
çocuklara vasi tayin edilmekteydi109. Çocukların mallarını idare etmek üzere tayin
edilen “vasi”ler yakın akrabalar olabileceği gibi, hakimin tayin edeceği akraba
olmayan birisi de vasi olabilmekteydi110. Osmanlı devletinde, İslam hukukunun
prensiplerine uygun olarak yetim kalan çocuklara vasi ve nazır (Vasinin yapacağı
tasarruflara nezarette bulunmak üzere tayin olunan kişi) tayin edilmekte olup bu
kişiler çocuklara kalan malları istedikleri gibi tasarruf edemezlerdi. Çocuklara vasi
olarak tayin edilen kişi öncelikle mahkemeye müracaat ederek, çocuklara “nafaka ve
kisve baha” adı altında belirli bir paranın takdir edilmesini ve bu parayı kullanmak
için izin istemek zorundaydı. Meselâ Aralık 1817 ortalarında babaları ölen Zeyneb ve
Ümmiye adlı kızların vasisi olan anneleri mahkemeye müracaat ederek, çocukların
her birine günlük 16 akçe nafaka ve kisve baha takdir ettirmişti111. Çocuklara bağlanan
nafaka miktarı ailenin ekonomik durumuna göre değişmekteydi. Meselâ Nisan 1818
sonlarına ait bir hüccete, bu tarihte babaları ölen iki erkek çocuğun her birine 50
akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişken112, Mart 1824 başlarında babaları ölen
çocuklara 20 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişti113.
Çocukların mallarını idare etmek üzere vasi tayin edilen kişilerin, dürüst
kimseler olmasına özen gösterilmekle birlikte, herhangi bir yolsuzluk durumunda
vasi olan kişiler derhal azledilirdi114. Meselâ 17 Haziran 1802 tarihinde vefat eden
105 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 29.
106 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 1.
107 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 11.
108 Mayıs ortaları 1823 tarihinde kocası “diyar-ı ahara” giden Mesude adlı bir kadın, kocası üzerine
açtığı nafaka ve kisve baha davası sonucunda kendisine 192 akçe çocuklarına 48 akçe günlük nafaka
bağlatmıştı (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 51). Mayıs ortaları 1824 tarihinde ise annesi vefat
eden bir çocuğun kayblan babası üzerine açtığı nafaka ve kisve baha davası sonucunda, çocuğa 40 akçe
nafaka bağlanmıştı (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 44.)
109 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s. 121.
110 1829 tarihinde ölen Hacı Osman’ın iki karısı ve iki çocuğuna emmi-zâdeleri Molla Abdulaziz
vasi tayin olunmuştu (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 34). Bununla birlikte babası vefat eden
çocuklara umumiyetle anneleri vasi tayin edilmekteydi (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 6; No:
352, s. 90). Bazı durumlarda ise akraba olmayan kişiler de vasi tayin edilebiliyordu (bkz. Diyarbakır
Şer. Sic., No: 356, s.3).
111 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 26.
112 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 32.
113 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 52.
114 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 3-32.
32
Çavuşî Osman b. Abdullah’ın küçük oğlu İbrahim’e vasi tayin olunan el-Hâc Esat
Efendi “... Vesâyet-i merkûmenin idâresinden âciziyeti izhâr eylediğinden başka
sağir-i mezbûrun mâlını emvâline hıfz etmekte...” olduğundan vasilikten azledilmiş
ve yerine Mehmed b. Osman vasi olarak tayin edilmişti115. Vasiyet altında bulunan
çocuklar belirli yaşa geldikten sonra, mahkemeye müracaat etmek suretiyle,
vâsiliğin kaldırılmasını talep ederler ve böylece vasilik kalkardı116. Bazı durumlarda
ise hayatta olup olmadığı bilinmeyen kişilere mallarını idare etmek üzere bir kayyım
atanır ve çocukların buluğa erişmesi ile bunun da vazifesi sona ererdi117.
Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, İslâm hukuku çerçevesinde aile kutsal
bir kurum olarak değerlendirilmiş ve bunun devamı için çeşitli tedbirler alınmıştı.
Boşanma veya vefat gibi durumlarda ise çocukların mağdur olmaması için zamanın
sosyal güvenlik kurumları olarak değerlendirebileceğimiz bir kısım uygulamalarda
gerekli tedbirler alınmıştı.
C- Zimmîlerde Evlilik Gelenekleri ve Evlilik Kurumu
Osmanlı devleti idaresinde yaşayan zimmîler dil, din ve gelenekleri yönünden
tamamen serbest olup, aile hukuku ile ilgili pek çok meselelerini kendi cemaatleri
arasında hallediyorlardı118. Bununla birlikte , bazı meselelerini mahkemeye müracaat
etmek suretiyle çözümlüyorlardı. Meselâ 19 Ocak 1826 tarihinde Menoş veledet-i
Karabet ile Serkiz velet-i Ohannes kendi rızaları ile mahkemeye müracaat ederek
evlenmek istediklerini bildirmişler ve şahitler huzurunda nikâhları kıyılmıştı. Bunun
yanı sıra Mehr-i Muaccel 100 kuruş ve Mehr-i Müeccel de 100 kuruş olarak tespit
edilmiş olup, nikâh akdi sicile işlenmişti119.
Müslimlerde görülen evlilik öncesi evlenecek kızla erkeğin “Nişanlılık”
dönemine, bu dönemde zimmîler arasında da rastlanmaktaydı. Meselâ 1830 tarihli
bir hüccetten anlaşıldığına göre, Oseb adlı bir zimmînin Sadakat adlı zimmî bir
kadın üzerine açtığı davada “... patrik ve keşişleri marifetiyle nişan dahî verilüb
ayînleri üzerine patrik-i mersûm tarafından memhûr kâğıd verilmesinden sonra...”
kadının nişandan vazgeçtiğini bildirmiş ve kadınla evlenmesi için gerekli işlemlerin
yapılmasını istemişti120. Bu dava fetvaya havale edilmiş olup, sonucu hakkında
bilgimiz olmamakla birlikte incelenen dönemde nişan âdetinin zimmîler arasında da
olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Diyarbakır eyaletinde de zimmî unsurlar evlilik akdinin yapılması ve diğer
konularda Müslimlere sağlanan bazı kolaylıklardan istifade etmekteydiler. Bu
dönemde zımmî unsurlar da, tıpkı müslimler gibi evlendikleri zaman “resm-i gerdek”
adıyla belirli bir para ödemekteydiler. Diyarbakır şehrinde müslimlerin evlendikleri
zaman ne kadar “resm-i gerdek” ödediklerini tesbit etmek mümkün olmamış ise de,
115 Diyarbakır Şer. Sic., No: 299, s. 56.
116 20 Nisan 1818 tarihinde Şeyhzâde İbrahim Paşa’nın oğlu mahkemeye müracaat ederek rüşd ve
buluğa eriştiğini bildirmiş ve vasisi olan Muhammed Beğ’in vasiyetinin sona erdiğini mahkemede
tescil edilerek sicile işlenmişti. bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 22.
117 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 3.
118 R. Özdemir, “Tokat’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s. 107.
119 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 22.
120 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 5.
33
zimmîlerin ödedikleri paranın miktarını tespit etmiş bulunmaktayız. 1845 tarihinde
Harput Siciline işlenen bir buyrulduda, “... Ermeni re’âyâsının gerdekleri vukû’unda
resm-i gerdek ve arûsâneliri te’diyede kusurları...” olmadığı belirtilerek, “... ziyâde
talebi ile rencide oldukları beyâniyle ...” bunun önlenmesi istenmekteydi. Yine bu
buyruldudan “... ihtisâb vaz’olunan mahellerde Ermeni re’âyâsı gerdeği vukû’unda
âlâ kâğıd alanlardan otuz ve evsât kâğıd alanlardan yirmi ve ednâ takımından onar
gurûş...” Resm-i gerdek alındığı anlaşılmaktadır121. Diyarbakır şehri de dahil olmak
üzere, Anadolu’daki diğer şehirlerde yaşam zımmî grupların evlilikleri durumunda
“resm-i gerdek” adıyla ödedikleri bu paranın 1846-1847 (H. 1263) tarihinde bütün
vilâyetlere gönderilen fermanlarla, millet-i re’âyâdan alınan gerdek vergisinin
kaldırıldığı bildirilmiştir122.
Müslimlerden anne ve babanın ölmesi durumunda yetim kalan çocuklara
vasi tayin edilmesi, çocuklara vasilerin mahkemeye müracaat ederek nafaka takdir
ettirmesi gibi, İslâm Hukuku prensiplerinden, bu dönemde Diyarbakır şehrinde
yaşayan zımmî grupların da istifade ettikleri bilinmektedir123. Meselâ 1817 Kasım
ortalarında Diyarbakır’ın Şeyh Matar mahellesinde ölen bir zimminin çocukları
küçük olduğundan, Marin veled-i İko adlı bir zımmî bunlara vasi olarak tayin
edilmişti124. 1826 Ekim başlarında ise yine Şeyh Matar mahellesinde ölen Entoş
adlı bir zimminin küçük kızının açtığı nafaka ve kisve baha davasında, küçük kıza
günlük 60 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişti125.
Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Diyarbakır şehrinde
yaşayan zimmiler bir yandan kendi geleneklerini sürdürürken diğer yandan da, İslâm
hukukunun kendilerine sağladığı imkânlardan istifade etmek idiler. Bu dönemde
evlenme, mehir, vasî tayini ve nafaka gibi konularda, islâm hukuku içerisinde,
müslimlere sağlanan haklardan istifade ettiklerini tesbit ettiğimiz zimmî unsurların,
boşanma ve başlık gibi konulardaki uygulamalarını ortaya koyan herhangi bir
belgeye rastlayamadık.
D- Diyarbakır’da Müslim ve Zımmî Ailelerin Evlilik Durumları ve Çocuk
Sayıları
İslâm hukukuna göre, baba ailenin reisi olmakla beraber, aile içerisinde başta
kadının koca üzerinde hakkı olduğu gibi, çocukların da baba üzerinde hakları
121 Harput Şer. Sic., No: 392, s. 9. Bu buyrulduda bazı yerlerde resmi gerdek’in bir kuruşa kadar
alındığı belirtilerek “... ber müceb-i kanun alınması lazım gelen onbeş ve otuz akçe resm-i arusane
zaman-ı atik icabınca müretteb-i devlet-i râic-i vakte nazaran pâre-dûn idüğü ve bir guruş ahzı dahi
mugayir-i ma’adelet-i seniyye olacağına binâen kânûnda muharrer onbeş ve otuz akçeye mukâbil
onbeş ve otuz guruş resm...” alınmasının uygun olduğu ve bundan fazla alınmaması istenmekteydi.
122 Harput Şer. Sic., No: 392, s. 47. Harput Naibine hitaben gönderilen bu buyrulduda. “...
bundan âkdem kâffe-i millet-i re’âyâ gerdek nâmiyle alınmakta olan mebalig haklarında gadri mücib
olacağından iş bu atmış üç senesi (1846-1847) itibariyle külliyen lağv olunub bundan böyle gerdek
namiyle bir akçe ve bir habbe...” alınmaması gerekdiği bildirilmekteydi.
123 Zımmî ailelerde vâsi tayini için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 55.
124 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 24.
125 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 55.
34
bulunmaktadır. Bilindiği üzere, İslâm dinî, kız ve oğlan çocuğu ayrımını yasaklamış
olup, bu husus belirli hukukî prensiplere bağlanmıştır. Öte yandan islâm dinin
bazı hükümlerinde müminlerin çoğalması için doğum olayı teşvik edilirken, bazı
hükümlerinde ise plânlı gelişen bir aile yapısına cevaz verilmektedir126. Bu arada
islâm hukukuna göre, geçerli bir mazeretin yanında, adaletin mutlaka sağlanması
şartıyla dört kadına kadar evlenmeye müsade edilmektedir. Ancak evlenilecek
olan kadınla arasında adaletin sağlanması şartının konulması ile bu husus oldukça
sıkı bir kaideye bağlanmış olup, daha ziyade tek kadınla evlenme usulünün kabul
edilmiş olduğu görülmektedir. Bu arada açık bir hüküm olmamakla beraber zımmî
gruplarının din azizleri tarafından iki evlilik pek hoş karşılanmadığı için, zımmîler
arasında da iki kadınla evli olanlara pek rastlanmaktadır127.
Yukarıda söz konusu edilen hususların çeşitli yerlerin şartlarına göre değiştiği
de bilinen bir gerçektir. Dolayısı ile Osmanlı dönemi Diyarbakır şehrinde yaşayan
ailelerin kaç çocukları vardı? Bunların kız ve erkek çocuk olarak dağılımı nasıldı?
Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim veya zımmî gruplar arasında çok kadınla
evlilik mi, yoksa tek kadınla evlilik mi yaygındı? Bu sorulara verilecek cevaplar,
incelenen dönemde Diyarbakır şehrindeki müslim ve zımmî ailelerin bir yönünü
daha ortaya koyacak ve böylece bu dönemde Diyarbakır şehrinde yaşayan zimmi ve
müslim aileler konusunda karşılaşılan meselelere daha isabetli bir şekilde yaklaşma
imkanı verecektir. Osmanlı dönemi, Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim ve zimmî
ailelerin gerek çocuk sayıları ve gerekse evlilik durumlarını ortaya koyabilecek
yegâne kaynak ise Şer’iyye sicillerinde yer alan “tereke” kayıtlarıdır.
Bilindiği üzere tereke kayıtları, bir kişinin ölümünden sonra tutulan kayıtlarıdır.
Bunun için kadı veya naib ölen kişinin evine gider, varisleri veya varisleri yoksa
vekillerini çağırır menkul ve gayrî menkul mallardan ne varsa her birini ayrı ayrı ve
kıymetleri ile birlikte sicile yazardı. Bu arada varsa ölen kişinin borcu ve alacakları
da kaydedilirdi. Borçlar vesair harçlar tereke tutarından çıkartıldıktan sonra, kalan
miktar mirascıları arasında paylaştırılırdı. Küçüklere mâlûl ve hastaların hisseleri
vasilere teslim edilir, vasi mevcut mevcut değilse, verese içindeki aklı başında itimat
edilebilen kişilerden bir vasi tayin edilirdi. Ölen kimsenin mirascısı yok ise malları
Beytü’l-mal intikal ederdi.
Yukarıda açıklandığı üzere, terekeler ölen bir şahsın mal varlığının şeri
esaslara göre tevzîi ve taksim edildiği belgelerdir. Terekeler kaydedildiği tarihdeki
durumu tesbit eder. Mal paylaşılması söz konusu olduğundan dolayı varislerin
ortaya çıkmaması söz konusu değildir. Aynı şekilde mal varlığının, alacakların ve
borçların da gizlenmesi söz konusu değildir. Yalnız terekeler o bölgenin bütününe ait
olmayıp resmiyete intikal eden belgelerdir. Dolayısıyle bir şehirde bir yıl içerisinde
tereke defterlerine bakarak, bunu o yılki bütün şehre teşmil etmek, nüfus ve evlilik
durumu da aynı şekilde genelleştirmek doğru değildir.
126 R. Özdemir, “Kırşehir’de Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s. 120-122.
127 R. Özdemir, a.g.m., s. 119.
35
Diyarbakır şehrinde yaşayan zımmî ve müslim ailelerin çocuk sayıları ve
evlilik durumlarını ortaya koyabilmek için esas alınan terekelerin seçilmesinde belli
bir ölçü olmayıp, Sondaj yoluyla bütün terekeler içerisinden belirli oranda tereke
seçilmiş,tir. Seçilen bu terekeler değerlendirmeye tabii tutulmuş ve umumî sonuçlara
gidilmeye çalışılmıştır. Meselâ 1826-1827 yıllarını ihtiva eden 319 Envanter
numaralı Diyarbakır numaralı Diyarbakır Şer’iyye sicilinden 11 Müslim ve 6 zimmî
terekesi esas alınmıştır128. Terekelerin müslimler için fazla seçilmesinin sebebi,
kassam defterlerinde müslim terekelerinin, zimmî terekelerine göre oldukça fazla
olmasıdır. Bununla birlikte Müslim ve zimmî gruplar ayrı ayrı değerlendirmeye tabi
tutulduğundan, terekelerin eşit sayıda seçilmemesinin fazla bir önem taşımadığı
da söylenebilir. Ancak gerek müslim ve gerekse zimmî terekelerinin seçilmesinde
herhangi bir ölçü alınmadığı ve bu terekelerinin sondaj yoluyla seçildiğini yeniden
hatırlatmak gerekir. 1787-1845 tarihleri arasında Diyarbakır şehrinde yaşayan
Müslim ve zımmî ailelerin gerek çocuk sayıları, gerekse evlilik durumlarını
belirlemek için 80 Müslim ve 40 zımmî terekesi örnek olarak seçilmiştir. Konuyla
ilgili 13 Diyarbakır Şer’iyye sicili taranmış ve bu sicillerde yer alan terekelerde,
Müslimlerin tereke sayılarının zımmîlerin tereke sayılarından çok fazla olduğu ve bir
yerde sicillerde yer alan terekelerin dörtte üçünün Müslimlere ait olduğu görülmüştür.
Bu dönemde Diyarbakır’da yaşayan Müslim nüfus, toplam nüfusunun durumları göz
önüne alınmayarak, yarı yarıya bir oran tesbit edilmiş ve bundan dolayı 80 Müslim
40 zimmî terekesi esas alınmıştır. Bu arada terekelerin seçilmesinde belirli bir tarih
sırası da takip edilmiştir. Buna göre 1787-1792 için 1 Müslim ve 1 zımmî129, 17901791 için 2 Müslim130, 1791-1792 için Müslim131, 1799-1800 için 10 Müslim ve 8
zımmî132, 1804-1807 için 11 müslim ve 7 zımmî133, 1821-1823 için 2 müslim ve 6
zımmî134, 1824-1825 için 13 müslim ve 6 zımmî, 1826-1827 için 11 müslim ve 6
zımmî135, 1830-1832 için 12 müslim ve 4 zımmî136, 1835-1836 için 5 müslim ve
4 zımmî137, 1836-1837 için 2 müslim ve 1 zımmî138, 1840-1841 için 5 müslim 139,
1844-1845 için 3 müslim ve 2 zımmî terekesi 140 esas olarak alınmıştır. 1787-1845
128 Diyarbakır Şer. Sic., No: 319, Müslim aileler için bkz. s. 4-14-15-16-22-24-26-32-36-44-61.
Zimmî aileler için bkz. s. 18-20-37-39-41-52.
129 Diyarbakır Şer. Sic., No : 364, Müslimler için bkz. s.2, Zimmiler için bkz. s. 4.
130 Diyarbakır Şer. Sic., No : 327, s. 54-149.
131 Diyarbakır Şer. Sic., No : 588, s. 2-3-23.
132 Diyarbakır Şer. Sic., No : 600, Müslim; s. 2-7-13-16-17-18-20-25-30-33. Zımmî: s. 14-16-2327-28-31-35.
133 Diyarbakır Şer. Sic., No : 317, Müslim s. 8-11-17-19-29-54-74-77-82-88-90. Zımmî: s. 7-2527-48-50-69-81.
134 Diyarbakır Şer. Sic., No : 285. Müslim : s. 7-14-18-20-24-28-34-39-50-55-60-61-68. Zımmî,
s. 5-22-42-45-59-65.
135 Diyarbakır Şer. Sic., No : 319. Müslim, s. 4-14-15-16-22-24-26-32-36-44-62. Zımmî, s. 18-2037-39-41-52.
136 Diyarbakır Şer. Sic., No : 346, Müslim, s. 4-5-6-23-27-34-36-39-40-44-50. Zımmî, s. 25-3947-49.
137 Diyarbakır Şer. Sic., No : 363. Müslim, s. 2-3-21-30-32, Zımmî, s. 4-7-10.
138 Diyarbakır Şer. Sic., No : 328, s.6-13, Zımmî, s. 21.
139 Diyarbakır Şer. Sic., No : 3-3-8-38-80.
140 Diyarbakır Şer. Sic., No : 377, Müslim, s. 5-68-96, Zımmî, s. 2-9.
36
tarihleri arasında Diyarbakır şehrinde Müslim ve zımmî ailelerin çocuk sayıları ve
evlilik durumları yukarıda açıklandığı üzere, 80 Müslim ve 40 zımmî terekesine göre
aşağıdaki tablolarda verilmiştir.
Tablo I
1787-1845 Tarihleri Arasında Diyarbakır Şehirde Müslim Ailelerinin
Çocuk Sayıları ve Çocukların Cinsiyetleri
Bir Çocuklu Aile
İki Çocuklu Aile
Üç Çocuklu Aile
Dört Çocuklu Aile
Beş Çocuklu Aile
Altı Çocuklu Aile
Yedi Çocuklu Aile
Aile toplamı
7
9
29
19
10
3
2
Erkek
5
12
50
37
33
7
8
Kız
2
6
37
39
17
11
6
Toplam Çocuk
7
18
87
76
50
18
14
Sekiz Çocuklu
1
5
3
8
TOPLAM
80
157
121
278
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, 1787-1845 tarihleri arasında
Diyarbakır’da müslim ailelerin ortalama olarak 3 veya 5 çocuk sahibi oldukları
görülmektedir. Toplam çocuk sayısı, aile toplamına bölündüğü zaman 3.475
sayısı çıkmaktadır ki, bu da ortalama çocuk sayısının 3 veya 5 arasında değiştiğini
ispatlamaktadır. Diyarbakır şehrinde Müslim aileleri arasında kız veya erkek çocuk
sayısı bakımından bir denge söz konusu olduğu söylenebilir. Örnek olarak alınan 80
Müslim ailesinden 16 aile sadece erkek çocuk, 7 aile ise sadece kız çocuk sahibidir.
Erkek çocuk sayısının kız çocuk syısına göre biraz fazla olduğu görülmekle beraber
bunun fazla bir fark olmadığı söylenebilir. Diyarbakır şehrinde zımmî ailelerinin
çocuk sayıları ve cinsiyetleri ise örnek olarak seçilen 40 aileye göre aşağıdaki
tabloda görüldüğü gibidir.
Tablo II
1787-1845 Tarihleri Arasında Diyarbakır Şehrinde Zimmî Ailelerin
Çocuk Sayıları ve Çocukların Cinsiyetleri
Çocuğu olmayan aile
Bir Çocuklu Aile
İki Çocuklu Aile
Üç Çocuklu Aile
Dört Çocuklu Aile
TOPLAM
Aile Toplamı
5
11
17
5
2
40
Erkek
5
15
10
5
35
Kız
6
19
5
3
33
Toplam Çocuk
11
34
15
8
68
37
Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır Şehrinde
yaşayan zımmî aileler ortalama olarak bir veya iki çocuk sahibi idiler. Örnek olarak
alınan 40 ailenin toplam çocuk sayısına bölünmesi ile 1.7 sayısı çıkmaktadır ki, bu
da zımmî ailelerinin ortalama 1 veya 2 çocuğa sahip olduklarını ispatlamaktadır.
Bu arada Diyarbakır Şehrinde yaşayan müslim aileler için örnek olarak seçilen
terekelerde, hiç çocuğu olmayan ailelerde az da olsa altı, yedi ve sekiz çocuk sahibi
ailelere rastlanmamakla birlikte, aynı dönemde zımmî aileler arasında hiç çocuğu
olmayan 5 aileye rastlanmamıştır. Bunun yanı sıra müslim ailelerde az da olsa
altı, yedi ve sekiz çocuk sahibi ailelere rastlanmaktadır. Oysa Zimmî ailelerde dört
çocuktan fazlasına rastlanmamıştır. Zımmî ailelerin çocuk sayıları ve cinsiyetlerine
bakıldığında, müslim ailelerdeki gibi kız ve erkek çocukların sayısında bir denge
olduğu söylenebilir. Zımmî aileler için örnek olarak alınan 40 aileden, 7 aile sadece
kız çocuk sahibi, 8 aile de sadece erkek çocuk sahibi idi. Bununla birlikte çocukların
cinsiyetleri konusunda müslim aileler arasında erkek çocuklar biraz fazla ise de,
zimmî aileler arasında kız ve erkek çocuk sayıları arasında tam bir denge olduğu
söylenebilir. İncelenen dönem içerisinde şehirde yaşayan müslim ve zimmi ailelerin
çcuk sayıları ve cinsiyetleri konusu böylece açıklandıktan sonra evlilik durumları
hakkındaki bilgilere geçebiliriz.
1787-1845 tarihleri arasında müslim aileler için örnek olarak seçilen 80 zımmî
aileler için örnek olarak seçilen 40 terekeye göre, incelenen dönemde bu grupların
evlilik durumları tablo III te verilmiştir.
Tablo III
1787-1845 Yılları Arasında Diyarbakır’da Ailelerin Evlilik Durumları
Müslim
%
Zımmi
%
Bir kadınla evli erkek sayısı
63
78.58
40
100
İki kadınla evli erkek sayısı
17
21.25
-
-
Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır şehrinde
müslim ve zımmî gruplar arasında ziyade tek kadınla evlilik daha yaygındı. Bu
dönemde zımmî gruplar arasında iki kadınla evli olan hiç bir erkeğe rastlamamıştır.
Bu ise söz konusu grupların dinî inanç veya gelenekleri ile alâkalı olmalıdır.
Bununla birlikte bu dönemde müslimler arasında daha ziyade tek kadınla evlilik
yaygın olmakla beraber, iki, hatta üç kadınla evli olan kişilere de rastlanmaktadır.
Meselâ 1830 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre, bu tarihte ölen, Barut-zâde
Tatar Ramazan adlı bir müslim Amış Hatun, Ayşe ve Esma Hatun adl üç kadınla
evli olup, Tatar Ramazan’ın ölümü üzerine mirasçıları mahkemeye müracaat ederek,
kocalarının mirasından fazla para alan Tatar Ramazan’ın kardeşi Hacı Mehmed
Ağa’yı dava etmişlerdir141. Bu belgeden de anlaşılacağı üzere, Diyarbakır şehrinde
141 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 21. İki kadınla evli olan Müslimler için Ayrıca bkz. Diyarbakır
Şer. Sic., No: 352, s. 108; No: 376, s. 34.
38
müslimler arasında üç kadınla evli olanlar da bulunmaktaydı. Ancak bu durum fazla
yaygın olmayıp, yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, tek kadınla evli olanlar
büyük bir ekseriyeti oluturmaktaydı. Dolayısı ile Anadolu’nun diğer şehirlerinde
olduğu gibi, Diyarbakır şehrinde yaşayan Türkler de, sanılanın aksine tek kadınla
evliliği tercih etmiştir. Orta Asya Türkleri arasında bazı istisnaları olmakla birlikte
görülen tek evlilik geleneğinin, Türkler’in İslamiyeti kabülünden sonraki dönem
içerisinde de devam ettiği söylenebilir. Bunun yanı sıra Doğu Anadolu bölgesinde,
Osmanlı döneminde çok kadınla evliliğin yaygın olduğu görüşü hayli yaygın bir
fikir olarak ileri sürülemekle beraber, Osmanlı dönemi kayıtları bu görüşün yanlış
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönem içerisinde, Diyarbakır şehrinde yaşaşan
Müslim gruplar arasında çift kadınla evlilik görülmekle beraber, bu fazla yaygın
olmayıp daha ziyade tek kadınla evlilik yaygındı. Zimmî gruplar arasında ise çift
kadınla evliliğe hiç rastlanmamaktadır. Sonuç olarak incelediğimiz dönemde müslim
ailelerin ortaalama 3 veya 5 çocuk sahibi oldukları gözlenirken, bu sayının zimmî
aileler için 1 veya 2 arasında değiştiği ve her iki grup için de tek kanıdla evliliğin
geçerli olduğu söylenebilir.
Osmanlı döneminde, Diyarbakır şehrinde Müslim ve zimmî gruplar aralarında
fazla bir anlaşmazlık olmadan hayatlarını sürdürüyorlardı. Zimmîler uzun dönem bir
arada yaşadıkları Türk ailelerin tesiri ile, Türk kültürünün derin tesirinde kalmışlar
ve çocuklarına onların kullandıkları isimleri vermek, benzer eşyaları kendi evlerinde
kullanmak suretiyle bu dönemde Türk kültürünü büyük ölçüde benimsediklerini
göstermişlerdir.
39
DİYARBAKIR’IN DİNİ TARİHİ
Hayreddin KIZIL*
Giriş
Din, insanlık tarihi boyunca önemini her zaman korumuştur. Yapılan arkeolojik
kazılar bize inançsız bir toplum olmadığını göstermekte. Diyarbakır ve çevresinde
de aynı durum görülmektedir. Bu coğrafyada kurulmuş olan her medeniyetin
kendine ait bir inanç sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Diyarbakır’da yerleşen ilk
topluluk olarak bilinen Subarular, Hurri Mitanniler, Asurlular ve onlardan sonra
kurulan medeniyetlerin kendilerine ait inanç sistemlerinin olduğu görülmektedir.
Bu medeniyetleri, inançlarını ve bu inançların diğer topluluklar üzerindeki etkilerini
incelemek geniş bir çalışmayı gerektireceğinden kısaca şunları söyleyebiliriz:
Ari bir topluluk olan Hurriler’in, Aryan toplumlarının mitolojik inançlarını
benimsedikleri kabul edilmektedir. Hurrilerin, Anadolu kültürü üzerinde büyük
etkileri olmuştur. Bu etkiler, Hitit dini ve mitolojisinde karşımıza çıkmaktadır.1
Anadolu’da Kizzuwatta’nın (Adana ve civarı) zaptı Hurri Tanrıları’nın kitle halinde
Hitit Panteonu’na girmesine yol açmış, Hitit tabletlerinde Hurrilerin törenleri dile
getirilmiştir.2 Hurriler döneminde Mitraizm inancının da olduğu, bu dönemden
kalan belgelerden anlaşılmaktadır. Mitraizm, bir dönem Hindistan, İran, Anadolu ve
Roma’da etkili olmuş, Hıristiyanlığa rakip olmuş bir inanç sistemidir. Anadolu’da
Mitra ile ilgili yazılı belgeler ilk kez Boğazköy’de Hurri-Mitanniler’in Hititler
ile yapmış olduğu anlaşmada karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Hurri-Mitanni
kültürünün etkisinde kalan bölgelere Hititler egemen olunca, Hurri-Mitanni tanrıları
Hitit belgelerinde daha çok görülmeye başlamıştır. M.Ö. XV. yüzyıla tarihlenmiş bir
Hitit yazıtında geçen Miidraashsriill adlı tanrının Mitanniler’in baş tanrısı Mithra/
Mitra olduğu belirtilmiştir 3.
Hurriler’den sonra Diyarbakır’da etkili olmuş başka bir topluluk Asurlulardır.
Asurlular’ın dini çok tanrılı bir dindi. Önceleri yüzlerce tanrıları vardı. Sonraları bu
*Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi
1 Beysanoğlu, c.I, s.56.
2 Kürşat Demirci, Dinlerin Dejenerasyonu, İnsan Yay, 2.Bsk, İstanbul, Eylül 1996. Kürşat
Demirci, bu çalışmada, Hurrilerin Anadolu inançlarındaki etkilerine örnekler veriyor
bkz. ss.65–76. Hurriler’e ait Kumarbi Theogonia’sı, Antik Yunan Theogonia’sından daha
eskidir. Kumarbi Theogonia’sı için bkz. İsmet Zeki Eyuboğlu, Anadolu İnançları -Anadolu
Mitologisi- İnanç Söylence Bağlantısı, Geçit Kitabevi, İstanbul 1987, ss. 414–415.
3 Erkan İznik, “Anadolu’daki Gizemli Işık: Mithra”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç
Merkezleri Kongresi Bildirileri, Ankara 2004, s.636; Mithra, yüce varlık –Asura Varuna- ile
yakından ilintili, antik bir Ari tanrısıydı. Varuna her şeyi kucaklayan gökleri temsil ederdi.
Mitra, göksel ışıktı, güneş değildi, güneş onun maddi aracıydı. Bu inançta, Mitra’ya her
şeyin babası Varuna ile birlikte yakarılırdı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Irach J.I Taraporewala,
Zerdüşt Dini- Zerdüşt’ün Gathaları- Üç Unutulmuş Din: Mitraizm, Maniheizm, Mazdakizm,
Çev: Nice Damar, Avesta Basın Yayın, 1.Bsk, İstanbul, 2002, s.186 vd.
40
tanrılar hâkim şehrin koruyucu ilâhları olarak kabul edildiler. En büyük tanrılarının
ismi “Aşur” idi. Tanrı Aşur, Asurluların yaratılış mitolojisinin anlatımında bahar ve
ekinoksta4 başlayan yeni yıl bayramının başkahramanıydı. İnanışlarına göre Asur
hükümdarlarının mutluluğunu sağlayan, ülkelerinin genişlemesini temin eden,
bütün isteklerini yerine getiren bu ilahtı. Asur’dan sonra Şamaş ve Adad gelirdi 5.
Diyarbakır’da bir dönem hüküm sürmüş olan Urartular’ın dini ise Hurri ve Hititler
ile benzerlik göstermektedir. Khaldi, taptıkları üç büyük tanrının başta geleniydi.
Urartular, milli ilahları olan bu tanrıya nispetle Khaldi adıyla da anılmışlardır. İkinci
büyük tanrıları fırtına tanrısı “Teseba” (Hurrilerde Teşub) idi. Üçüncü büyük tanrıları
olan Güneş ilahının adı “Ardini” olup Hititlerin Arina ve Asurluların savaş tanrıları
ile bir sayılırdı. Bunlardan ilk ikisi erkek, üçüncüsü “Ardini” dişi sayılmakta idi.
Urartular, ön planda gelen bu üç tanrıdan başka tanrılara da inanıyorlardı 6. Med
ve Perslerin Anadolu’ya hâkim olduğu dönemlerde bu iki topluluğun dini olan
Zerdüştilik de, Diyarbakır ve çevresinde görülmüştür. Zerdüştiliğe, Zoraastrianizm
veya bu dindeki tanrı için kullanılan Ahura- Mazda ismine istinaden, “Mazdaizm”
veya ülkeye atfen “Parsizm” de denilir. İbadetlerinde kullandıkları ateş yakma
âdetinden dolayı, “Ateşperest” olarak da isimlendirilmişlerdir. Zerdüşt dini, Sasaniler
döneminde yönetici sınıfla da yakından irtibatlı olan rahip sınıfı Mecî’den (Mecûş)
hareketle İslâm kaynaklarında Mecusîlik olarak adlandırılmıştır. Eski Farsçadaki
biçiminden Arapçaya geçen “Mecûsî” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de, Hacc, 22/17
“Mecûsîler” anlamına gelen “Mecûs” şeklinde geçmektedir 7. İlk dönemlerde
evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiş olan Zerdüştilik, ortaya çıktığı yer olan
İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’ya kadar yayılmıştır 8 . Zerdüşt, tektanrılı bir
inanç telkin ettiği için onu bir peygamber olarak kabul edenler bulunduğu gibi, ona
bir hâkim veya şaman olarak bakanlar da vardır. Taraporewala, bu adı taşıyan farklı
kişilerin bulunduğunu ve bilinen Zerdüşt’ün bu adı taşıyanların sonuncusu olduğunu
söyleyen rivayetlerin olduğunu belirtmektedir. Taraporewala’ya göre “Zerdüşt
Peygamber’in kişisel adı Spitama’ydı. ‘Zerdüşt’, onun mesajını ilettikten sonra aldığı
ünvanıdır. Zarathustra, “Zaratha” “altın” ve ışıldamak anlamındaki “uş” kökünden
gelen “Uştra”dan (ışık) türemiştir. Taraporewala’ya göre, Spitama Peygamber’in bu
sıfatı, “Altın Işığın Adamı” anlamına gelir 9. Zerdüşt’ün kişiliği, ancak 1700’lerden
sonra ilmi araştırmalara konu olabilmiştir. Fransız müsteşriklerinden Anquetil
4 Gece ve gündüzün birbirine eşit olduğu günler.
5 Geniş bilgi için bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte
Kitabevi, Isparta 2002, ss.23–25. Adı geçen tanrıların isimlerine Diyarbakır ve çevresinde
tespit edilen Asurlulara ait kitabelerde de rastlanmaktadır. Bkz. Beysanoğlu, c.I, ss. 75–76.
6 Beysanoğlu, c.I, ss.70–71.
7 Bkz. Şinasi Gündüz, “Mecusilik”, DİA, Ankara 2003, c.XXVIII, s.280.
8 Gündüz, c.XXVIII, s.280; Kapadokya’da tespit edilen ve Medler döneminden kaldığı
söylenen bir ateş sunağı için bkz. Şevket Dönmez, “Kapadokya’da Ateş Kültü”, Uluslararası
Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, ss.473–
487.
9 Taraporewala, ss.27–28.
41
Duperron, 1755 senesinde Hindistan’daki Gucurat yarımadasına giderek orada
Kadim İranilerin dini inançlarını taşıyan “Gabr”larla görüşmüş ve Pehlevi lisanını
öğrendikten sonra Zerdüşt dinini incelemiş, 1763 tarihinde Fransa’ya dönerken
beraberinde Pehlevi lisanı üzere yazılmış altı kitap götürmüştür10. Zerdüşt’ün
doğumu hakkında birçok tarih verilmektedir. Bu tarihler M.Ö. 1000 yılları ile M.Ö.
VII. yüzyılları arasındadır11. Şehirde görülen medeniyetlerin değişmesine bağlı
olarak şehirde görülen dini inançlar da değişmiştir. Roma ve Bizans dönemlerinde
Hıristiyanlık inancı şehirde görülmüştür. İslamiyet’ten önce de Diyarbakır ve
çevresinde en yaygın dinin Hıristiyanlık olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyanlıkla
beraber merkezde ve bazı ilçelerde Yahudiler de mevcuttu. Şemsilerin de bir dönem
şehir merkezinde olduğu bilinmektedir. İslamiyet’ten sonra ortaya çıkan Yezidîlik
inancı da şehirde görülmüştür. İlk dönemler hakkında ayrıntılı bilgiler olmamasına
rağmen Konu hakkında yazılan kitaplarda, farklı dönemlerde Diyarbakır’ı ziyaret
eden gezginlerin seyahatnamelerinde, özellikle Osmanlı Döneminden günümüze
kalan salnamelerde din müntesiplerinin sayısı, oturdukları mahalleler ve sahip
oldukları mabedler hakkında birçok bilgi verilmiştir12. Bunlardan Yahudilik,
Cumhuriyet’ten sonra da varlığını sürdürmüştür. Fakat 1948’de İsrail devletinin
kurulması üzerine şehirde yaşayan Yahudiler, İsrail’e göç etmişlerdir. Yahudiler ve
Şemsiler şu an şehirde bulunmamaktadır. Polonyalı Simeon’un verdiği bilgilerden
anlaşıldığı kadarıyla XVII. yüzyılın başlarından beri Şemsilik inancı, Diyarbakır’da
görülmemektedir13. Şemsîler’e ait olduğu bilinen bir tapınağın kalıntıları Mardin
Kapı civarında Şemsîler yamacının başlangıcında son dönemlere kadar kalmış fakat
yolun genişletilmesi nedeniyle günümüzde bu tapınaktan bir eser kalmamıştır. Şu
an tapınağın bulunduğu bölgede bir mahalle kurulmuş ve Şemsiler Mahallesi adını
almıştır. Yezidîlik ve Hıristiyanlığa mensup kişilerin sayısı azalmakla beraber, bu
iki inanç günümüzde de şehirde varlığını sürdürmektedir. Diyarbakır’da yaşamış
Hıristiyanlar geçmişte kendi içlerinde, Gregoryenler (Ermeniler), Yakubiler (Süryani
Kadim), Ortodokslar (Rumlar), Melkitler (Melikiler), Ortodoks Süryanîler, Asurîler
(Nesturî) ve Keldaniler şeklinde mezheplere ayrılmışken günümüzde bu mezheplerin
birçoğuna Diyarbakır’da rastlanmamaktadır. Diyarbakır’ın ilçe ve köylerinde
Hıristiyan kalmamış, kent merkezinde ise sayıları çok az kalan Süryaniler, Ermeniler,
10 M. Şemseddin, “Kadim İran’da Din”, Dinleri Tarihleriyle Okumak, Çev: Fuat Aydın,
Ensar Neş, İstanbul 2007, s.176.
11 Bkz. Taraporewala, s.27.
12 Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869–1905) I-V, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
Yayınları, İstanbul 1999; İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır
(1790–1840), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Türk Tarih Kurumu Yay, Türk Tarih
Kurumu Basımevi, Ankara 1995, Kitapta Mahalleler için bkz. ss.46–50, Mabedler için bkz.
ss.80–81, Nüfus için bkz. ss.99–121; Ali Emirî, ss.55–58; Korkusuz, Seyahatnamelerde
Diyarbekir, ss. 48, 56–60, 161.
13 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi 1608–1609, Hazırlayan: Hrand D. Andreasyan,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul 1964, s.100–
101; Ayrıca bkz. Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, s.16.
42
Keldaniler ve 1994 yılından itibaren toplanmaya başlayan, daha sonraları Meryem
Ana Kilisesi karşısında kendilerine ait Diyarbakır İncil Kilisesi adlı bir kilise inşa
eden Protestanlar mevcuttur14.
1816’da Diyarbakır’a gelen Buckingham’ın yazdıklarından, Hıristiyan nüfus
arasında, Ermenilerin ilk sırada yer aldığı anlaşılmaktadır. Ermenilerin yarısının da
(500 aile) Katolikliği kabul ettiğini belirten Buckingham, Süryanilerin 400 aile kadar
olduğunu, Yahudilerin, Bağdat, Halep ve İstanbul’a göç ettiklerini ve onlardan ancak
birkaç düzine ev kaldığını, az sayıda da Rum’un bulunduğunu belirtir. Buckingham,
şehirde yirmi beş cami, iki Ermeni kilisesi, içerisinde iki İtalyan rahibin oturduğu
bir Katolik kilisesi, birer Süryanî ve Rum kilisesiyle bir küçük sinagogun mevcut
olduğundan bahseder15.
O dönemde şehri oluşturan dini gruplar, bazen ayrı mahallelerde, bazen de
karışık olarak bir arada ikamet etmişlerdir. Sur içinde bulunan mahalleler; 65’i
Müslüman, 13’ü gayrimüslim ve 42’si karışık olmak üzere 120 taneydi. Müslüman
mahallelerin dışındaki mahallelerde oturanların, Hıristiyan (Ortodoks, Katolik,
Protestan, Süryani, Nasturi ve Keldani) ve Musevi oldukları belirtilmektedir.
1785–1850 tarihleri arasında, Diyarbakır merkezde, Müslümanlarla Müslüman
olmayanların bir arada yaşadıkları 42 adet mahallede, dini grupların kesin sınırlarla
birbirinden ayrılmadıkları görülmektedir. Genellikle mahallenin bir bölümünde
Müslümanlar, diğer bölümünde ise başka dini gruplar ikamet etmiştir 16. 1870
tarihli ilk resmî sayıma göre; Diyarbakır şehir merkezinde yerli kütüğe kayıtlı nüfus
21372 kişi olup; bunun 9814’ü İslam, 11508’i gayr-i müslimdir 17. 1877 tarihli
salnamede ise, şehir merkezi nüfusu 6793’ü gayr-i müslim, 5258’i Müslüman olmak
üzere 12051 olarak veriliyor 18. 1894 yılına ait nüfus verilerinde ise Diyarbakır ve
merkez köyleri dâhil, nüfus 66117 olarak görülmektedir. Bunun 45038’i Müslüman,
21079’u gayr-i müslimlerdir 19. Ali Emiri de 1912 yılında yapılmış nüfus sayımına
göre Diyarbakır vilayetinin genelinde tespit edilen rakamları vermektedir. Bu
sayıma göre Müslümanlar, nüfusun %80’ini, gayri Müslimler ise nüfusun %20’sini
oluşturmaktadır. Bu yüzde yirmilik oran Hıristiyan, Yahudi, Yezidî gibi unsurların
tamamının toplamıdır. Ali Emiri, aynı yerde köylerin dinlere göre dağılımını da
vermektedir. Buna göre 3350 köyün 296’sında Gayri Müslim ve Müslümanlar bir
14 Mehmet Hadi Tezokur, “Diyarbakır’da Ayakta Duran Üç Kilise”, Nebiler, Sahabiler,
Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır, Ankara 2010, ss.191–192.
15 Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, s.97; Göyünç, c.IX, s.466.
16 Mehmet Şimşek, Süryaniler Ve Diyarbakır, Chiviyazıları Yay, 1.Bs İstanbul 2003, s.133;
Ayrıca bkz. Yılmazçelik, ss. 46–48.
17 Diyarbakır Salnameleri, c.I, s.135. Salnamelerde nüfus kayıtları din mensuplarına göre
ayrıntılı olarak verilmiştir. Konunun uzamaması için burada Müslim ve gayr-i Müslim
olmak üzere iki grup olarak verilmiştir.
18 Diyarbakır Salnameleri, c.III, s.81.
19 Diyarbakır Salnameleri, c.IV, s.166.
43
arada yaşamaktayken 183’ünde sadece gayri Müslimler yaşamakta, geriye kalan
köylerde ise Müslümanlar yaşamaktadır 20.
1. Şemsilik: Diyarbakır’da geçmişte mevcut olan inançlar arasında Şemsilik
inancının da olduğu daha önce belirtildi. Fakat Şemsilerle ilgili yapılan çalışmaların
azlığı ve bu inancın günümüzde kalmamış olmasından dolayı Şemsilik ile ilgili
doyurucu bilgilere rastlanmaz. Aksine yazılan eserlerde birbirinden çok farklı
bilgiler vardır. XVII. yüzyılın başlarında Diyarbakır’a gelen Polonyalı Simeon
seyahatnamesinde, Şemsiler hakkında şu bilgileri vermektedir:
“Mardin Kapısı’nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının
Şemsilerin ibadetgâhı olduğunu anladık. Şemsiler evvelce her cumartesi günü orada
toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua
ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani
bir surette birbirine sarılıp baba kızı, kardeş hemşiresi, anneler de çocukları ile
cinsi münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası
da Şemsilerin merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına
çağırarak kendi ibadetgâhlarına devamı menetmiş, bilâhare de bunların namazları
olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiç birine merbut olmadıklarını
ve yalnız Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten
olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince, beylerbeyi: “Öyle ise ya
Ermeni kilisesine veya camiye devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm”
diye tehditte bulunmuştur. Şemsiler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni Kilisesi’ne
gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler; fakat emre itaat etmeyenin
malları müsadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle
Şemsilerin tapınağı boş kalmış, kendileri de İran’a, Süryani memleketine, Tokat’a,
Merzifon’a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise, korkularından,
kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeğe, bazıları da gayr-ı
ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeğe başlamışlar” 21.
Polonyalı Simeon’un seyahatnamesini yayına hazırlayan Hrand D. Andreasyan,
dipnotta Şemsiler hakkında şu bilgileri vermiştir:
“XV. asır Ermeni müelliflerinden Mezoflu Toma, Timur ve haleflerine âid
eserinde, Timur’un, Şemsi denilen tarikatçılarla meskûn Şol, Şımaraklı, Safari
ve Maraşi adlı Mardin köylerini yerle bir ettiğini, fakat “bu putperest tarikatların,
bilahare, şeytani bir surette Mardin’de ve Amid’de tekrar çoğaldıklarını” yazar. Ermeni
müelliflerinin Arevortik (güneş- oğulları) tabiriyle zikrettikleri bu tarikat, V. asırdan
beri Ermeniler arasında görünen Arlikvan, Borborit, Tondraklı vs. adlarla bilinen
tarikatların bir nevi devamıdır. Eski İran menşeli olup zahiren Hıristiyanlığa bağlı
bulunan bu tarikatlara karşı V. asırdan beri şiddetli mücadele yapılmasına rağmen,
VIII, XI, XII. asırlarda muhtelif adlar altında ve nihayet XIV. asırda “Arevortik”
20 Ali Emiri, ss.56–57.
21 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, ss.100–101.
44
ismiyle tekrar ortaya çıkmıştır, Patrik M. Ormanyan’a nazaran, zamanımızdaki
Yezidî tarikatının Arevortiklerin bir devamı olduğu zannedilmektedir ”22.
İtalyan misyoner Guiseppe Campanile’nin, Mardin’de yaşayan Şemsiler
hakkındaki görüşleri ise şöyledir23: “Bu tarikat (Şemsilik), Mardin’de bulunmakla
birlikte buraya nasıl geldiği bilinmemektedir. Bazıları, bir kaç ailenin Hindistan’dan
geldiğini, göç etmiş olduğunu söylerler. Başka bir iddiaya göre de Şemsilerin,
Mardin’e bağlı çevre köylerde dağınık yaşadıkları iddia edilmektedir. Kesin olarak
bilinen Sultan Mustafa devrinden beri Mardin’de yaşadıklarıdır. Sultan Mustafa,
kendi imparatorluğu sınırlarında yaşayan Hıristiyanların, Yahudilerin ya İslam’ı
kabul etmelerini ya da ülkeyi terk etmelerini emretmiştir. Ancak Şeyhülislamlar
ve müftüler buna karşı çıkmıştır. Hz. Muhammed döneminde bile Yahudilere,
Hıristiyanlara bu tarz bir şey uygulanmadığını, eğer ki böyle ülkeyi terk etmesi
gerekenler varsa bunların bu tarz büyük ve kitaplı dinler değil, küçük boyutlu kitapsız
dinlerin mensupları olmalarını gerektiklerini savunmuşlardır. Şemsiler ise Yezidîler,
Dürzîler ve Nusayriler gibi dağlık bölgelere çekilmemişler ve Osmanlı topraklarını
da terk etmemişlerdir. Şemsiler ya da şems sözcüğü, “şemsi” kelimesinden, anlam
olarak da “güneş” kelimesinden gelmektedir. Şemsiler, güneşe taparlar. Güneş
doğarken önünde 3 kez eğilirler. Evlerinin kapıları doğuya bakar, bundan başka
öküze ve ineğe saygı duyarlar. Çocukları, Yakubi papazları tarafından vaftiz edilir
ve batıl gelenekleri yüzünden günah çıkarmaya mecbur edilirler. Yine Şemsi
düğünlerine bir Yakubi papazı katılır, evlenenleri kutsar. Bilinen tek şey, herhangi
bir dini kitaplarının bulunmamasıdır. Ona karşılık türküler, şarkılar söylemeyi
çok severler. Günahlarının saçlarında toplandığına inanırlar o yüzden birisi ölüme
yaklaştığı zaman, saçlarını, sakallarını, kıllarını koparırlar. Aslında ölümü böylelikle
barbarca hızlandırırlar. Ölecek kişinin boğazından biraz likör dökmekle ölüme daha
çabuk ulaşacağına inanırlar. Ayrıca ölünün cennete girebilmesi için gerekli miktarda
parayı ödemesi için de avuçlarına bir miktar altın koyarlar. Ondan sonra ölü, Yakubi
papazı tarafından gömülür fakat ölü, sarılıp tabuta konulana kadar Yakubi papazını
yaklaştırmazlar. Bu tarikatın üye sayısı çok azdır. 50 civarında aile oldukları
düşünülmektedir. Hepsi Mardin çevresinde çok fakir bir durumda yaşamaktadırlar.
Şemsi kadınlarını diğer kadınlardan ayıran özellik beyaz bir aba giymeleridir. Onlar
hakkında daha fazla bilgi bulmak çok zordur. Putperestlikle suçlanmaktan korktukları
için ortaya çıkmazlar”24.
Niebuhr ise, Mardin’deki Şemsilerin birçoğunun Hıristiyanlığa geçtiğini,
geri kalanlarının da Yezidî ve Alevilerle karışmış olduğunu belirtmektedir. Niebuhr,
22 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, ss.100–101.
23 Konu Diyarbakır ile sınırlı olmasına rağmen Şemsilik ile ilgili bir fikir sahibi olabilmek
için Diyarbakır’ın yanı sıra geçmişte Mardin’de de yaşayan Şemsiler hakkında buraları
gezen gezginlerin verdikleri bilgilerden faydalanıldı.
24 Guiseppe Campanile’den naklen, http://www.aleviweb.com/forum/showthread.
php?t=1964 (Tarih: 06/10/2010; Saat: 09:07)
45
Şemsîler’in, mahalli paganizmin son bakiyelerini oluşturduğunu söyler. XVIII.
yüzyılın ortalarına doğru kendilerini Ya’kubî Hıristiyan olarak göstermiş olsalar da,
bu bağlılıklarının zahiri olduğunu kaydeder 25.
Şemsilerle ilgili bir iddia da onların Harraniler olduklarıdır. Bu iddiaya göre
“Şemsî” ve “Harranî” kavramları aynı inancı ifade etmektedir. Şemsiler genel
anlamda Mezopotamya bölgesinde yaşayan toplulukların Güneş (Şems, Şemes)
ve diğer gezegenlere olan inançlarını belirten bir isimdir. Özelde ise, Harran ve
civarında yaşayan topluluğun dini inançları için kullanılmaktadır. Şemsî ya da
Şemsîler, kelimenin taşıdığı anlama nispetle güneşe tapanlar anlamına gelmektedir 26.
Gabriel Akyüz, yerleşim yerine nispetle Harranîler adını alan bu inanç sahiplerinin,
Harran’da yaşayan ve XII. yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren, Hıristiyanlığı kabul
etmemiş ve putperest kalmış Süryaniler olduklarını söylemektedir 27.
Bunun yanında Harrânilerle Sabiiler’in de birbirleriyle karıştırıldığı
görülmektedir. Bunun nedeni önceki kaynaklarda “Putperestler”, “Keldâniler”,
“Nıbtiler” veya basitçe “Harranîler” olarak adlandırılan bu inanç sahiplerinin,
sonraki dönemlerde çeşitli nedenlerle -muhtemelen zımmî statüsünü kazanmak içinSâbiî ismini adapte etmelerinde yatmaktadır 28.
25 Celal Çayır, M. Cengiz Yıldız, İsmail Gönenç, “Kaybolmaya Yüz Tutan Bir Anadolu
Dini Topluluğu: Şemsiler / Harrânîler”, Makalelerle Mardin IV Önemli Simalar-Dini
Topluluklar, Haz. İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay, İstanbul 2007,
s.166.
26 Çayır-Yıldız-Gönenç, s.163.
27 Gabriel Akyüz, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve Özellikleri Tarihte
Süryaniler”, Uluslararası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev
Yay, Ankara 2004, ss.79–80. Harran şehrinde, M.S XIII. yüzyıldaki Moğol saldırısında,
şehrin son Pagan tapınağının yerle bir edilişine ve şehrin diğer halkıyla birlikte son pagan
sakinlerinin Mardin ve civarına sürülmesine kadar, ay tanrısı Sin liderliğindeki yıldız
ve gezegen kültüne dayalı paganist dini yapısı devam ettirilmiştir. Bkz. Şinasi Gündüz,
“Atargatis Kült Merkezi Edessa (Urfa)”, Uluslar arası Türk Dünyası İnaç Merkezleri
Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, s.611.
28 Halife Me’mun’un da M.S. 830 yılında Diyarbakır bölgesinde, kendilerinin Sabiiler
olduklarını söyleyen bir grup insanla karşılaştığını anlatan rivayette geçen Sabiiler
de Şemsiler/Harraniler olmalıdır. Bkz. Fatih Kesler, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve
Hıristiyanlar “Kur’an-ı Kerim’de Ehli Kitap”, TDV Yay, 3.Bsk, Ankara 2001, s.60.
Muhammed Esed de, meal-tefsirinde konu hakkında benzer ifadeler kullanmakta, Sabiiler
ve Harranîlerin birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. Muhammed
Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir I-III, Türkçeye Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret
Yay, 5. Bs, 1999, c.I, s.19. Ayrıca Harrani-Sabii karşılaştırması hakkında ayrıntılı bilgi için
bkz. Şinasi Gündüz, “Sabiilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB Yayınları, 1.Baskı, Ankara
2007, ss. 476–478.
46
Sonuç olarak Şemsilerden bahseden kaynaklar birbirinden farklı şeyler
söylemektedir. Kimileri bunların Harranî, kimi Ermeni, kimi Süryani, kimi de eski
İran inançlarının devamı olduklarını ileri sürmektedir 29.
Polonyalı Simeon’un, seyahatnamesinde verdiği bilgilere göre Şemsiler,
Diyarbakır’ı terk etmişlerdir. Şemsilerin daha sonraki dönemlerde Diyarbakır’da
yaşadıklarına dair ne nüfus sayımlarında ne de salnamelerde bir bilgiye rastlanmaktadır.
Simeon’un da belirtmiş olduğu gibi Şemsilere ait boş bir tapınak Mardin Kapısı
çıkışında bulunmaktaydı. Şemsilere ait bu tapınağın kalıntıları, 1950’lerden sonra
Diyarbakır- Mardin yolunun genişletilmesi sırasında ortadan kaldırılmıştır30. Bu
tapınak, Diyarbakır surlarının Mardin Kapısı bölümünün çıkışından başlayıp solda
Dicle nehri kıyısına kadar devam eden Hevsel Bahçeleri’nin tam karşısında yolun
sağında, Mardin Kapısı Mezarlığının doğuya bakan yamaçlarına, “Şemsîler Tepesi”,
“Şemsîler Kayalığı”, “Şemsiler” denilen yere ismini vermiştir. Günümüzde o
bölgede Mardin Kapı Mezarlığı, Gazi Köşkü ile Hevsel Bahçeleri arasında kurulmuş
olan mahalleye Şemsiler Mahallesi denilmektedir.
2. Yahudilik: Musevilik olarak da adlandırılan Yahudilik, İsrailoğulları tarihi
içerisinde ortaya çıkmış bir dindir. Yahudilik, Hz. Musa tarafından temsil edilen
tevhidi düşünceyle Filistin-Ürdün’ün yerel dini geleneklerinin karıştırılması ve
sık sık yaşanan yabancı istilalar ve sürgün olayları nedeniyle çeşitli yabancı inanç
sistemlerinden etkilenme sonucunda ortaya çıkmıştır. Günümüz Yahudiliğinin
sistematize edilişinde en önemli dönem, M.Ö. VI. yüzyıldaki Kudüs’ün Babillilerce
yakılıp yıkılmasını izleyen sürgün sonrası dönemdir 31.
Babil ve daha sonraları gerçekleşen Roma sürgünlerinde Dünya’nın farklı
yerlerine dağılmış olan Yahudilerin, Anadolu’daki tarihleri çok eskilere dayanır.
Tarihçiler, bugünkü Türkiye Yahudilerinin de kökenini oluşturan Anadolu’daki ilk
Yahudi varlığını M.Ö. III–IV. yüzyıllara kadar götürür. Büyük İskender’in Filistin’i
ele geçirmesi (M.Ö. 322) ve generalleri tarafından Ön Asya ve Anadolu’da çeşitli
devletlerin kurulmasıyla birlikte Yahudilerin Anadolu’nun farklı bölgelerine
yerleştirildikleri belirtilmektedir32.
Diyarbakır’daki Yahudi varlığı da yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Rıfat
N. Bali’ye göre Güneydoğu Anadolu’da yaşamış olan Yahudilerin ataları, Hazreti
Süleyman’ın ölümünden sonra güneyde Yehuda ve kuzeyde İsrael olarak ikiye
bölünmüş olan krallıklardan İsrael krallığına ait Samiriye şehrinden tehcir edilmiş
29 Bkz. Ahmet Taşğın, “Şemsiler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır II. Uluslararası
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, Yayınlayanlar: Diyarbakır Valiliği ve
Türk Külütürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008, c.III, ss.753–762.
30 Şeyhmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır, İletişim Yay, 5.Bsk,
İstanbul 2004, s.58.
31 Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yay, I.Bs Ankara, Ekim 1998, ss.390–391.
32 Salime Leyla Gürkan, “Yahudi Mistisizmi Sabetaycılık ve Anadolu Yahudileri”, Yaşayan
Dünya Dinleri, ss.266–267.
47
olan Yahudilerdir. Bunlara, Babil döneminde Kral Nabukadnazar’ın kuzeydeki
Yehuda krallığını ele geçirip burada yaşayan Yahudileri tehcir etmesi üzerine
göç eden Yahudiler de eklenmiştir. Bu iki grup önce Asur diyarına, daha sonra da
Güneydoğu Anadolu’ya yerleşen ilk Yahudiler oldular. Bu bölgede yaşamış olan
Yahudilerin Aramîce konuşmaları ve konuşmuş oldukları Aramîcenin Talmud’u
derlemiş olanların kullanmış oldukları Aramîce ile aşağı yukarı aynı olması bu
yerleşimcilerin Samiriye’den kovulanların soyundan geldiklerinin bir kanıtı
olarak öne sürülmektedir33. Yörede yaşamış olan Yahudilerin menşei hakkındaki
bu inancın, bölge Yahudilerinin sözlü geleneklerinde de yer ettiği belirtilmektedir.
Bölgedeki Yahudiler arasındaki yaygın olan sözlü geleneğe göre, bu Yahudiler, Asur
kralları tarafından Israel ve Yahuda krallıklarından sürgün edilmiş olan Yahudilerin
çocuklarıdır. Asur ülkesinden sürgün edildikleri günden beri Diyarbakır’da bir
Yahudi cemaati mevcut olmuştur34. Diyarbakırlı Yahudiler, Diyarbakır’ın Tevrat’ta
bahsi geçen Kalne35 şehri olduğuna inanırlardı36.
Diyarbakır Yahudilerinin Türkiye’de bulunan diğer Yahudi cemaatleri kadar
bilinmemiş olmasının nedeni buralara ulaşmanın zorlukları ve bu cemaatlerin Batı
Anadolu, Trakya ve büyük liman şehirlerinde mevcut olan cemaatler kadar önemli
nüfusa sahip olmamaları ve kayda değer önemde ticari ve kültürel faaliyetleri
bulunmamasıdır. Diyarbakır’ı ziyaret eden gezginler, seyahatnamelerinde Yahudiler
hakkında bilgi vermişlerdir. 1844 yılında Diyarbakır’a gelen seyyah Efraim Neumark
ve 1848 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden seyyah Benyamin Haşeni şehrin ayrı bir
kesiminde kendi aralarında yaşayan 250 Yahudi aile hakkında bilgi vermektedirler.
Rifat N. Bali, Benyamin Haşeni’den şunları nakletmektedir:
“Çoğu dinimizi biliyor. Kutsal kitaplarımız ve peygamberlerimiz kalplerinde
yer edinmiştir. Sinagogda mevcut olan küçük bir oda daima kapalı tutulmaktadır. Bu
oda, Yahudiler ve diğer dinlere mensup kişiler için kutsaldır. İnançlarına göre Hazreti
İlyas bu odada peygamberliğini ilân etmiştir. Duvarla çevrili bu odada Aramîce bir
Tevrat yazması mevcuttur. Tevrat yılda bir kez Yom Kipur gecesi yerinden alınıp bir
masa üzerine konulur ve gün boyunca masanın üstünde kalır. Tanrı sözünden korkan
herkes eğilip bu yazmayı öper. Bu yazmanın kâhin yazıcı Ezra tarafından yazıldığına
inanılmaktadır” 37.
33 Bali, s.367. Yahudiler arasındaki yaygın sözlü geleneğe göre bu Yahudiler; Hazreti
İşaya’nın “Aşur diyarında helak olmak üzere olanlar. İşaya, 27/13”, şeklinde atıfta
bulunduğu ve “Hoşeanın dokuzuncu yılında Aşur kıralı Samiriyeyi aldı ve İsrail’i Aşura
sürdü ve onları Halahta, ve Gozan ırmağı olan Haborda, ve Medlerin şehirlerinde oturttu. II.
Krallar, 17/6” şeklinde ifade edilen, Asur kralları tarafından Israel ve Yahuda krallıklarından
tehcir edilmiş olan Yahudilerin çocuklarıdır. Bkz. Bali, s.368.
34 Bali, ss.367–368.
35 Tekvin, 10/10.
36 Bali, s.370.
37 Bali, s 368.
48
Aynı yıllarda Diyarbakır’ı ziyaret eden seyyah J. J. Benjamin haham
olduğundan bu Tevrat yazmasını inceleyebilmiştir. Yazma, Hazreti İlyas’ın
peygamberliğini ilân ettiği yer olduğuna inanılan bir odada saklı tutuluyordu.
Benjamin, yazmanın çok güzel olduğunu, Asurî karakterlerle, çok kalın parşömen
kâğıt üzerine kötü bir yazıyla yazıldığını, bazı bölümlerin okunaksız, bazılarının ise
eksik ve tahrif edilmiş olduğunu belirtir. J. J. Benjamin, Diyarbakır Yahudilerinin,
kendisine bu yazmanın kâhin yazıcı Ezra tarafından yazıldığını ve Mardin
Yahudilerine ait olduğunu söylediklerini kaydetmiştir38.
Gezginlerden kalan seyahatnamelerde, Diyarbakır hakkında yazılmış eski
hatıralarda Yahudilerle ilgili bilgilere rastlamak mümkün olmasına rağmen şehirde
şu an Yahudi yaşamamaktadır. Diyarbakır Yahudilerinin sayılarının azalmaya
başlaması XX. yüzyılın başlarına rastlar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Musul ve
Bağdat kaybedildikten sonra Diyarbakır’ın bu şehirlerle olan ticarî münasebetlerinin
azalması Yahudi göçlerinin başlamasına neden oldu. Filistin’e ilk göç edenler 1916
yılında Urfa ve Siverek Yahudileriyle birlikte giden Çermik Yahudileri oldu. Urfa,
Siverek ve Çermik Yahudileri 1916 yılında Kudüs’te kendi adlarına kayıtlı bir
sinagog kurdular. Şeyh Sait isyanı sırasında da Diyarbakır Yahudilerinin birçoğu
Bağdat, Musul ve diğer şehirlere göç etti. Geri kalan Diyarbakır Yahudileri ise 1948
yılında İsrail devletinin kurulması üzerine İsrail’e göç etti 39.
3. Hıristiyanlık: İlk asırda ortaya çıkan ve Dünya’nın farklı yerlerine yayılmaya
başlayan Hıristiyanlık, Osrhoene (Urfa) Kralı V. Abgar zamanında, Şanlıurfa ve
çevresine yayılmış ve resmi din olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Hz. İsa’nın 70
şakirdinden birisi olduğu söylenen Adday’ın öncülüğünde, Hıristiyanlık Diyarbakır’a
kadar gelmiştir40. Adday’ın ölümünden sonra şakirdi Aggay vasıtasıyla Harput, Eğil,
Lice, Silvan taraflarına ve Mardin yakınlarına kadar yayılmış, Mardin civarlarında
bir kilise inşa edilmiştir. İlk asrın sonlarında, Adday’ın öğrencileri Mezopotamya’yı
dolaşarak Hıristiyanlığın yayılmasına çalışmışlardır. Bu çalışmaların sonucunda
Hıristiyanlık, ilk asırdan başlayarak Mezopotamya’nın geneline yayılmaya başlamış,
birçok kilise ve manastır inşa edilmiştir41.
Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Urfa ve çevresindeki Hıristiyanlar, diğer
Hıristiyanlara göre daha rahat yaşamaktaydılar. Çünkü M.Ö. 131- M.S. 256 yılları
arasında hüküm sürmüş olan Urfa Kraliyeti, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bağımsız
olarak varlığını devam ettiriyordu. Ancak M.S. 249 yılında Romalılar bu kraliyeti
topraklarına katınca o döneme kadar rahat bir yaşam süren bölgedeki Hıristiyanlar,
M.S. 313 Milano Fermanı’na kadar diğer Hıristiyanlar gibi baskı ve işkencelere maruz
38 Bali, s.368.
39 Bali, s.379-381.
40 Aziz Günel, Türk Süryanileri Tarihi, Diyarbakır 1970, ss.31–32.
41 Günel, ss.31–32, 104–106, 422; Gabriel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana
Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3. Yüzyıl, 1.Bs, İstanbul 2000, ss.41–42.
49
kaldılar42. Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yere sahip olan Diyarbakır ve çevresinde
hemen hemen bütün Hıristiyan mezheplerinin müntesipleri yaşamıştır. Ancak Süryani
ve Ermeni Hıristiyanlar, tarih ve nüfus bakımından diğer Hıristiyanlardan daha çok
bulunmuştur.
3.1. Süryanilik: Aramî kökenli ilk Hıristiyan topluluk olan Süryaniler,
M.S. 38’de Hz. İsa’nın ilk havarilerinden Aziz Petrus ve Thomas’ın telkinlerinden
etkilenerek bu dini benimsediler.
“Hıristiyanlığı havari Petrus, arkadaşı Thomas, onun kardeşi Adday ve onların
şakirtleri Aggay ve Mara’dan öğrenen Süryaniler, Hıristiyan olduktan sonra Ârâmî
adını kendileri için kullanmayıp bunu putperest kalanlara bıraktılar ve bir mezhebi
ifade etmek üzere Süryani adını benimsediler. Süryaniler, kendilerini ilk Hıristiyan
ve en eski “Ortodoks” bir cemaat olarak nitelendirir ve ibadetlerini Süryanice
olarak yaparlar” 43. Süryani Kilisesi, Hıristiyanlıkta asırlarca devam eden kristolojik
tartışmalar sonucu ortaya çıkan ayrılıklara bağlı olarak, kuruluşundan itibaren
farklı kiliselere ayrılmıştır. Kilise, kurulduğu ilk dönemde coğrafi konum itibariyle
Doğu ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmış ancak çeşitli dönemlerde ortaya çıkan
tartışmalar nedeniyle farklı mezheplere bölünmeye devam etmiştir. Süryani Kadim,
Nesturiler, Keldaniler, Rum Ortodoks Melkitler veya Süryani Melkitler (Suriye
ile Lübnan’daki Rum Ortodokslar), Rum Katolik Melkitler, Maroniler, Süryani
Katolikler ve Süryani Protestanla 44. gibi pek çok kola ayrılan Süryaniler arasında,
Süryani Kadim Kilisesi en kalabalık mezhebi oluşturmaktadır. Türkiye’de yaşayan
Süryanilerin büyük çoğunluğu da bu mezhebe mensuptur. “Süryanilik” dendiğinde
de bu grup anlaşılır. Türkiye’de ayrıca sayıca daha az olan Süryani Katolik ve
Süryani Protestan cemaatleri de vardır.
Süryani Kadim Kilisesi, İznik (325), İstanbul (381) ve Efes (431) Konsillerini
ve bu konsillerde alınan kararları kabul ederler. Monofizit olmakla beraber bazı
konularda Ermenilerden ayrılırlar.
“Ermeniler, Halikarnaslı Yulian’ın etkisiyle Aftartodoketizm’i yani, İsa’nın
insanî vücudunun diğer insanlarla aynı olmasına rağmen, ebedi ve çürümez olduğu
42 Akyüz, ss.42–43. M.S. 313 yılında yayınlanan Milano Fermanı’na kadar her türlü
işkenceye maruz kalan ve dinlerini gizlice yaşayan Hıristiyanlar, bu dönemden itibaren
ezilme ve zulümden kurtuldular. Bkz. Arslan, s.83.
43 Tümer-Küçük, s.303.
44 Süryanilerdeki bölünmeler için bkz. Aziz Suryal Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi,
Mezopotamya’da İlk Doğu ve Batı Süryani Kiliseleri Tarihi, Yakubi, Nasturi, Maruni, Çev.
Belirtilmemiş, Bet-Prasa Nsibin, 1995; Mehmet Çelik, Antakya Süryani Kilisesi (Kuruluş
Dönemi), c.I, İstanbul 1987; http://sor.cua.edu/Intro/index.html (Tarih: 06/10/2010- Saat:
09:13); Gabriel Akyüz, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve Özellikleri Tarihte
Süryaniler”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev
Yay, Ankara 2004, ss.75-85 ; Şevket Beysanoğlu, “Süryaniler”, Müze Şehir Diyarbakır,
ss.361-365.
50
görüşünü kabul ederken, Süryaniler, Severius’un temsil ettiği Ptartohtrizm’i, yani
İsa’daki insanî tabiatın varlığının geçici ve fani olduğunu savunan görüşü kabul
etmişlerdir. 726 yıllarından sonra Ermenilerle Süryaniler arasında bir yakınlaşma
oldu ise de, ibadetle ilgili meselelerde de ayrılıkların ortaya çıkması, birleşmelerini
engellemiştir”45.
Hıristiyanlığı tarihte ilk olarak Urfa Kralı V. Abgar döneminde kabul eden
Süryaniler için bir zamanlar önemli merkezlerden olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi
ve Diyarbakır’da şu an çok az bir Süryani grubu yaşamaktadır. Diyarbakır’da
sadece 20, bütün bölgede ise 2010 civarında Süryani’nin yaşadığı belirtilmektedir46.
Diyarbakır’da ayinler sıra ile Mor Petyun ve Meryem Ana Kiliselerinde yapılmaktadır.
Süryani kaynaklarında Omid veya Amid olarak geçen 47. Diyarbakır, Süryani
tarihinde önemli şehirlerden biridir. Bir dönem Patriklik merkezinin olması, Süryani
yazarların yazmış olduğu kitaplarda kaydedilen bazı rivayetlerde Diyarbakır isminin
kökeni olarak gösterilen Meryem Ana Kilisesi’nin bulunması,48 bu şehrin Süryaniler
nezdindeki değerini arttıran unsurlardan biridir.
Süryani tarihinde etkin olmuş birçok bilim ve sanat adamı Diyarbakır’da
yetişmiştir 49. Meryem Ana Kilisesi, aynı zamanda Süryanîlerin önemli merkezlerinden
biridir 50. I. İznik Konsili’ne (325) katılan Diyarbakır metropoliti Mor Şem’un’dan,
son metropolit Abdülnur Efendi’ye (ö.1933) kadar metropolitlik merkezi olarak
kullanılan 51. Meryem Ana Kilisesi aynı zamanda Süryani meşhur dinbilimcilerin,
şairlerin, azizlerin, elçilerin ve bazı patriklerin mezarını barındırmaktadır 52. 3.2. Ermeni Kilisesi: M.Ö. I. yüzyıl başında Suriye’de Selevkoslar Krallığının
çöküşü üzerine Ermenistan Kralı II. Tigran (M.Ö. 95–55), Yukarı Mezopotamya
ve Suriye’ye doğru yayılma siyaseti izleyerek egemenliğini bugünkü Lübnan’ın
güneyine dek genişletmiştir. Ancak Roma İmparatorluğunun müdahalesi üzerine II.
Tigran, Roma kuvvetlerine yenilmiş ve ele geçirdiği toprakları terk etmiştir.
45 Sarıkçıoğlu, ss.378–379; Tümer-Küçük, ss.305–306.
46 M.Hadi Tezokur, “19.Yüzyıl Diyarbakır’ında Süryaniler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Diyarbakır- II. Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu,
Yayınlayanlar: Diyarbakır Valiliği ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008,
c.III, s.659.
47 Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, s.8.
48 Günel, s.422.
49 Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, ss.20–22; Günel, ss.153–
182, 207–214.
50 Meryem Ana Kilisesi dışında Diyarbakır ve çevresinde geçmişte inşa edilmiş başka
manastırlar da vardı. Bkz. Günel, ss.228–241.
5 1 h t t p : / / w w w. d e y r u l z a f a r a n . o r g / t u r k c e / m a n a s t i r / h a b e r d e t a y.
asp?id=105&kategori=TANITIM (Tarih: 06/10/2010-Saat: 09:28)
52 Akyüz, Diyarbakır’dakiMeryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, s.72–78.
51
“367 yılında da Pers’lerin istilasıyla Ermeni Krallığı yıkılmış ve halkının çoğu
İran ve Mezopotamya’ya sürülmüştür” 53.
Hıristiyanlıktan önce Mecusilik dininin aralarında yaygın olduğu Ermeniler,
Süryanilerle aynı dönemde Hıristiyanlığı kabul etmiştir.
“Ermeni Kilisesi rivayetlerine göre henüz ilk devirlerde Adday (Thaddeus)
ve Bartholomeus’un misyon çalışmalarıyla, Hıristiyanlık, Ermenistan’ın çeşitli
bölgelerine girmiştir. Ermeniler, toplu olarak Hıristiyanlığı ilk kabul edenlerden
olduklarını ve “Apostolik” (havarilere ait) bir özellik taşıdıklarını ileri sürerler” 54.
Ermenilerde de, Süryanilerde olduğu gibi farklı mezhepler mevcuttur.
Gregoryen Ermeniler dışında Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Osmanlı
İmparatorluğu döneminde impratorluğun farklı yerlerinde yaşayan Gregoryen
Ermeniler arasında yapılan misyonerlik faaliyetleri etkili olmuş, aynı durum
Diyarbakır’da da görülmüştür. Diyarbakır’da yapılan misyonerlik faaliyetleri sonucu
XIX. yüzyıldan itibaren bölgede yaşayan Ermeniler arasında Protestanlık mezhebi
ortaya çıkmıştır. Misyonerler, faaliyetlerinde, Ermeniler arasında Süryanilere oranla
daha çok başarılı olmuşlardır. Misyonerlerin, Diyarbakır’da kurduğu okullarda
okuyan Ermeniler diğer din mensuplarına göre gelişmiş, yüzyıl içerisinde yaşam
standartları yükselmiştir. Pratik ve temel bilgilerin öğretildiği okullardan, değişik
alanlardaki lise ve yüksek okullardan zanaat erbabı, Ermeni aydınları, öğretmenleri,
girişimcileri mezun olmuş bu çalışmalar şehirde bir Protestan cemaati oluşmasına da
neden olmuştur 55.
Günümüzde Diyarbakır’da sadece iki Ermeni kalmıştır.56 Bugün Diyarbakır’da
Ermeni, Süryani, Keldani tüm Hıristiyan’ların ortak ibadet yeri Meryem Ana Süryani
Kilisesidir.
Başta Süryaniler ve Ermeniler olmak üzere Hıristiyanlar ve Müslümanlar
asırlarca Diyarbakır ve çevresinde bir arada yaşamışlardır. Bunun sonucu olarak
nişan, düğün, evlilik, taziye (yas için yapılan hazırlıklar, ölünün arkasından yemek
dağıtılması) ile ilgili geleneklerde bu topluluklar arasında benzerlikler olduğu
görülür 57. Fakat Diyarbakır’daki dini yaşantıya, Hıristiyanların etkilerinin çok
53 Sarıkçıoğlu, s.381.
54 Küçük-Tümer, s.307; Sarıkçıoğlu, s.380. Tarihi belgeler, Ermenistan’daki ilk Hıristiyan
cemaatin kuruluşunu III. yüzyıl olarak gösterir. M.S. 230 ve 301 yıllarında takibata
uğradıkları haberleri vardır. Bkz. Sarıkçıoğlu, s.380.
55 Esra Danacıoğlu, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 1999, ss.165–174.
56
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=766322&title=yorum-bejan-maturdiyarbakirin-son-ermenisi&haberSayfa=0 (Tarih:03/10/2010-Saat: 16:40)
57 Mehmet Şimşek, Süryanilerin Paskalya Bayramı’nda hazırladıkları; dışı İsa’nın kanını içi
bedenini temsil eden yumurtaları dağıtmalarından Müslümanların da etkilendiğini söylemektedir.
Müslümanlar da bahar aylarında çocukların ilgisini çekmek için kuru soğan kabuklarıyla
haşlanarak elde edilen kırmızı renkli yumurtaları satışa sunarlardı. Bkz. Şimşek, s.236.
52
olmadığı sadece haç ile ilgili inançlarda, yatır ve mezarlarda mum yakılması gibi
uygulamalarda etkili oldukları tespit edilmiştir.
4. Yezidîlik: Yezidîlik, kurucusu kabul edilen Adiyy b. Müsafir ile başlatılan
senkretik bir akımdır. Ansiklopedilerde, lugatlarda, tarih ve tabakat kitaplarında eşŞeyh Adiy b. Müsafir b. İsmail b. Musa b. Mervan el-Hakkarî’nin, Adaviyye tarikatının
kurucusu, salih bir zat, ehl-i sünnetten, meşahir-i meşayihten olduğu ve birçok eser
telif ettiği belirtilmektedir. Suriye’de Baalbek civarında Baytfar’da doğmuş, H.
555 veya 557 (1160 veya 1162)’de Musul’un doğusundaki Laleş’te ölmüş ve oraya
gömülmüştür. İlim tahsilinden sonra tasavvuf eğitimi almıştır. Hocaları ve arkadaşları
arasında Abdülkadir Geylanî gibi tanınmış birçok kişi vardır. Kaynaklara göre tasavvufi
eğitimini tamamladıktan sonra irşad için Hakkâri taraflarına gitmiş, etrafına kendisine
inanan birçok mürid toplanmış fakat müridlerinin ona olan hüsnü zanlarında aşırıya
gitmelerinden dolayı aralarında haddi aşanlar ve şirke düşenler olmuştur 58.
Yezidîlerin, “Şeyh Adiy” yerine “Şeyh Hadi” veya “Şehadi” tabirlerini
kullandıkları Şeyh Adiy b. Müsafir’in kim olduğu konusunda bir ihtilaf bulunmazken
“Yezidî” isminin menşei ve anlamı hakkında farklı iddialar bulunmaktadır. Bu
ismin, Yezid b. Muaviye, Yezid b. Selma veya Yezid b. Unaysa ile irtibatının olduğu;
Mecusilerin bir mezhebi olan Dasiniyyin mezhebinin İran’daki merkezleri olan
Yezd şehri ile ilişkisinin olduğu, “Yezd ve Yezdan” adlı ilahtan türemiş olduğu gibi
görüşler ortaya atılmıştır 59. Bunun yanında Yezidî sözcüğünü Yezidîlerin Ezîdî,
Izidi, İzdi şeklinde kullanmalarına dayanarak Farsçadaki Ized (melek, Tanrı), Âvesta
dilinde Yazata (saygıya, tapınmaya lâyık olmak), Pehlevî dilinde Yazdan, modern
Farsçada Yazdan (Tanrı), Avesta’da Yazatanam, Pehlevicede “Yaztan, Yazdan,
İzed”den geldiği de ileri sürülmektedir 60.
Yezidîliğin kökenine gelince Eski Cizre Müftüsü Mahmut Bilge ve Azad
Said, Yezidîlerin kökenini Mecusiliğe dayandırmaktadırlar 61. Azad Said, Yezidîlerin
58 İbn İmad, Şezeratu’z-Zeheb Fi Ahbari Men Zeheb, Thk: Abdulkadir el-Arnut ve Mahmud
el-Arnut, Daru İbni Kesir, 1.Tab’, Beyrut, 1991, c.VI, ss.300–301; Zehebi, Siyeru A’lami’nNubela, Thk: Şuayb el-Arnut ve Muhammed el-Iraksûsî, Müessesetu’r-Risale, 11.Bsk, 1996,
c.XX, ss.342–344; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Daru’l-Marife, 2.Bsk, Beyrut, 1997,
c.XI-XII, s.707; İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c.XI, s.289; İbni Hallikan, Vefayatu’l-A’yan
ve Enbau Ebnai’z-Zaman, Daru Sadr, Beyrut 1978, c.III, s.254–255; Theodor Menzel, “Adi
b. Musafir”, MEB İslam Ansiklopedisi, c.I, ss.137–138; Şemsettin Sami, Kamusu’l-A’lam,
Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, c.IV, s. 3134.
59 Azad Said Temo, el-Yezidîyye Min Hilali Nususiha’l-Mukaddese, el-Mektebetu’l-İslami,
1.Tab, Beyrut 2001, ss.25–38; Matran Süleyman Rasaiğ, Tarihi Musul, yayınevi, yayın yeri
ve tarihi yok, s.295; Ahmet Teymur, el-Yezidîyye ve Menşeu Nihletihim, el-Matbaatu’sSelefiyye ve Mektebetuha, Kahire 1347, ss.10–11; Theodor Menzel-İhsan Süreyya Sırma,
“Yezidîler”, MEB İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986, c.XIII, s. 415.
60 Menzel- Sırma, c.XIII, s.415.
61 Mahmut Bilge, Yezidîler Tarih-İbadet-Örf ve Adetler, Haz: Ahmet Taşğın, Kalan Yay,
1.Bs, Ankara 2002, ss.20–21; Temo, s.38.
53
inançlarının bu şekilde değişmesinde tasavvufun büyük bir etkisi olduğunu
söylemektedir 62. Şinasi Gündüz de, köken konusunda öne sürülen görüşler arasında
diğerlerinden daha tutarlı olan görüşün, “bu akımın Vahdet-i Vücudçu İslam tasavvuf
ekolleriyle yakından ilişkili olan, İslam’ın heretik bir uzantısı/yorumu” görüşü
olduğunu belirtmektedir 63.
Yezidîlik inancı incelendiğinde, birbirinden farklı dinlerle ortak noktalarının
olduğu görülmektedir. Yezidîlikte, vaftiz, evlenmelerde Hıristiyan kiliselerini
ziyaret, şarap içme müsaadesi, sünnet, oruç, kurban, hac, mezarlar üzerinde İslâmî
kitabeler, reenkarnasyon gibi farklı dinlerle benzeşen yönler bulunmaktadır.
Yezidîliğin, vahiy olarak kabul edilen Kitabu’l-Cilve ile yaratılışın, emir ve
yasakların anlatıldığı Mushaf-ı Reş olmak üzere iki tane kutsal kitabı bulunmaktadır.
Bu kitaplarda verilen bilgilere göre Yezidilikte zaman ve mekân ile sınırlı olmayan,
bütün her şeyi yaratan tek Tanrı inancı vardır. Bu Tanrı, yarattığı her şeyi idaresi
altında tutar ve yönetir. Tanrının varlığı ve birliği inancı yanında, Tanrının kendi
izniyle dünyanın ve insanların işlerini kendilerine teslim ettiği en üstte Melek Tavus
olmak üzere Melek Tavus ve Melekler dizisi vardır 64. Melek Tavus inancı nedeniyle,
“Şeytana Tapanlar” olarak bilinmelerine rağmen Yezidi inancında Şeytan kelimesi
ve “Şeytan’ı çağrıştıran “ş” ve “t” harflerinin yan yana kullanılmaları yasaktır 65.
Mushaf-ı Reş’te, şeytan’ın adını veya onu anımsatan “keytan, şer, şat” ve benzeri
kelimeler gibi aynı şekilde mel’un, la’net ve na’le gibi sözcükleri ağza almanın
yasak olduğu belirtilir 66. Ayrıca, saratan (yengeç), hitan (avlu), bustan (sebze
bahçesi), bati (ördek), natt (sıçramak) gibi sözcükleri kullanmak da yasaktır 67.
MEB İslam Ansiklopedisi’nde “Yezidîler” maddesini hazırlayan Theodor Menzel
ve maddeyi geniş bir şekilde tadil ve ikmal eden 68. İhsan Süreyya Sırma’ya göre
daha çok “meleklere tapanlar” olarak adlandırılmaları gerektiği halde, kötülemek
için haksız olarak Yezidilere verilen lakap, Şaytan-parast veya abada-i İblis’tir 69.
62 Temo, s.38.
63 Şinasi Gündüz, “Şeyh Adi ve Yezidîlikte Gnostik Unsurlar”, Uluslar arası Türk Dünyası
İnanç Önderleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2002, s.380.
64 Ahmet Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, Makalelerle Mardin IV Önemli
Simalar-Dini Topluluklar, Haz: İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay,
İstanbul 2007, s.179.
65 John S. Guest, Yezidîlerin Tarihi, Çev: İbrahim Bingöl, Avesta Yay, 2. Bsk, İstanbul
2007, s.66.
66 Mehmet Sait Çakar, “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, Yezidîlik Tarih ve Metinler
Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yay, Ankara, Eylül 2007, s.317.
67 Bilge, ss.57–58; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, Müze Şehir Diyarbakır, ss.398–
399; Roger Lescot, Yezidîler Din Tarih ve Toplumsal Hayat Cebel Sincar ve Suriye Yezidîleri,
Çev: Ayşe Meral, Avesta Yay, 1. Bsk, İstanbul 2001, ss.68–69.
68 Menzel- Sırma, c.XIII, s.423.
69 Menzel- Sırma, c.XIII, s.415. Kamusu’l-A’lam müellifi de “Yezidîlerin kudrette ve
hilkat-i alemde Cenab-ı Hakk’a haşa şeytanı teşrik ettiklerini” belirtir. Bkz. Şemsettin Sami,
Kamusu A’lam, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, c.VI, s.4799.
54
Ahmet Taşğın, Yezidîlikte, Melek Tavus’a karşı bir saygı, bir ihtiram olduğunu ama
bunun sebebinin, onun kötülüğünden emin olmak için değil bizatihi Melek Tavus’un
her zaman her yerde Yezidîlere ve bütün insanlara yardım ediyor oluşunun asıl sebep
olduğunu ifade eder 70. Hatta ilk insan Âdem’in yaratılışında, Cennetteki durumunda
ve dünyaya gelişinde de kendisine Melek Tavus yardımcı olmuştur 71. Yezidîler, bu
şekilde isimlendirilmelerine karşı olmalarına rağmen ne bu durum değişmiş ne de
Yezidîliğin, Şeytana Tapanlar olarak isimlendirilmesinin nedeni tam olarak ortaya
konabilmiştir 72.
Yezidîlikte peygamber inancı olmakla beraber Kitabu’l-Cilve’de Tanrı’nın,
insanlara elçi göndermeksizin doğrudan bilgi verebileceği ve isterse onları doğru
yola iletebileceği belirtilir 73. Bunun yanında Mushaf-ı Reş’te Âdem, Yunus gibi
peygamberlerin yanısıra Hasiye gibi kadın peygamber isimleri de geçmektedir 74.
Yezidîlerin “Kavl” adını verdikleri ve günlük olarak yaptıkları duaları vardır. Günlük
ibadet, Güneş doğarken ve batarken olmak üzere günde iki kez yapılır 75. Yezidîler,
ibadetlerinin başka bir dine mensup kimseler tarafından görülmesini istemezler.
Şayet yanlarında başka dine mensup biri varsa, o zaman, avucunun içini güneş
ışığına tutarak elini gizlice ağzına götürür, yani öper böylece ibadetini yapmış olur.
Yezidîlerin, Şemsiler gibi güneşe hatta aya taptıkları iddiası yanlıştır. Bu yanlış
düşünce Melek Tavus’un ay ve karanlığın, güneş ve aydınlığın efendisi olarak
gösterilmesinden kaynaklanır 76. Yezidilikte, Aralık ayının ilk Salı, Çarşamba ve
Perşembe günlerinde oruç tutulur. Oruç, sabahtan akşama kadar hiçbir şey yememek,
içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamaktan ibarettir. Din adamları ise yazın ve kışın
olmak üzere seksen gün oruç tutarlar. Hac için Ekim ayının ilk haftasında Adiy b.
Müsafir’in kabrinin bulunduğu Laleş’e gidilir. Din adamı sınıfı dünya ile meşgul
70 Ahmet Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.179.
71 “Ve Rabbi’l-Azim dedi ki: Ey melekler ben Adem ve Havva’yı yaratıp onları insan
yapacağım ve Adem’in sırrından da Şehr b. Cebr yaratacağım ve ondan yeryüzünde Millet-i
Azazil yani Melek Tavus’un milleti diye adlandırılacak Yezidi milleti türeyecek.” Âdem
yaratılır ve cennete yerleştirilir kendisine buğday ağacından başka her meyveden yemesi
emredilir. “Melek Tavus, 100 sene bekledikten Allah’a, Âdem’in nesli nerede buğdaydan
yemeyecek olursa mürüvveti nasıl olacak? Allah, ona: “Emir ve tedbiri senin eline verdim”
dedi. Ardından Melek Tavus, Âdem’e geldi ve ona sordu: “Bu meyveden yedin mi?” diye
sorar. Âdem, cevap verir: “Hayır, Allah, bana yasakladı” Bunun üzerine Melek Tavus, şöyle
dedi: Sana yarayıncaya kadar ye”. Bkz. “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, s.315.
Şinasi Gündüz Mushaf-ı Reş’te geçen “Şehr b. Cebr’in soyu” gibi ifadelere dayanarak
Yezidîlerin kutsal bir köken öngördüklerini ifade etmektedir. Bkz. Şinasi Gündüz, “Şeyh
Adi ve Yezidîlikte Gnostik Unsurlar”, s.389.
72 Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.179.
73 Çakar, “Kitabu’l-Cilve (Arapça Sincar Nüshası )”, s.306.
74 Çakar, “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, s.317.
75 Ahmet Taşğın, Yezidîler, Aziz Andaç Yay, Ankara 2005, s.21; Bilge, ss.48–51; Lescot,
s.63.
76 Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, s.394; Menzel-Sırma, c.XIII, s.419.
55
olmaz. Bu sınıfın geçimini Müritler, zekât ve sadakalarıyla karşılar 77. Yezidîlikte,
Hinduizm’deki kast sistemini andıran dini ve toplumsal tabakalar vardır: Mir, Baba,
Şeyh, Fakir, Kavval, Peşimam, Baba Gevan, Baba Çavuş, Pir, Koçek gibi dini sınıflar
yanında en alt tabakayı oluşturan Müridler sınıfı vardır. Her sınıfın görev alanı ve
sınırları belirlenmiştir. Ayrıca din adamları sınıfı ile müritler arasında evlenme yasağı
olduğu gibi din adamları sınıfı içerisinde farklı sorumluluk ve tabakada bulunanlar
arasında da evlenme yasağı vardır. Bazı tabakalardaki din adamları, görevleri icabı hiç
evlenemezler. Din adamlarının kendilerine has kıyafetleri vardır 78. Yezidîlerde doğum
sonrasında yapılması gerekenler arasında önemli bir yer tutan uygulamalardan birisi
Mor Kırın adı verilen vaftizdir. Yezidîlikte Mor Kırın mutlaka yerine getirilmelidir.
Yezidîlerin Mor Kırın’dan sonra en çok önem verdiği uygulamalardan bir tanesi de
sünnettir. Sünnet, İbrahim peygamberin bir uygulaması olarak kabul edilmekte ve
uygulanmaktadır. Çocuk vaftiz edildikten bir hafta sonra vaftizi yapan Şeyh veya
Pir tarafından sünnet edilir. Yezidîlerde sünnet olmayan bir Yezidînin kestiği hiçbir
kurban helal kabul edilmemektedir. Çocuk ölü bile doğsa sünnet ederler. Yezidî
çocuğu, komşu veya dost bir Müslüman kirvenin dizine yatırılarak sünnet işlemi
gerçekleştirilir. Kirveliğin Yezidîlerde çok önemli bir yeri vardır. Kirvelik geleneğinde
kirve kızı alınamadığı için, kendi sınıfları dışında bir kirve seçerler. Bu bakımdan
da ya din adamlarından ya da Müslümanlardan kirve seçerler 79. Müslümanlar kirve
olabilirken, sünnet olmadıkları için Hıristiyanlar kirve olamamaktadır. Yezidîlerde
yerine getirilmesi gereken temel kurallardan bir tanesi de Ahiret Kardeşliği’dir. Yezidî
biri ölürse, ahiret kardeşinin huzurunda Yezidî şeyhi tarafından yıkanır. Ahiret Kardeşi
olanlar, birbirlerinin her türlü halinden sorumlu olmaktadırlar. Ahiret Kardeşleri kendi
aralarında evlenemezler, birbirlerinin cenazelerinin başında bulunmak zorundadırlar.
Birbirleriyle evlenememelerinden dolayı da Ahiret Kardeşliği birbiriyle evlenme
yasağı bulunan sınıflar arasında yapılmaktadır. Ahiret Kardeşliği iki erkek arasında
yapıldığı gibi kadınlar arasında da yapılabilir 80.
Yezidîlikte tenasüh inancı da vardır. Kitabu’l-Cilve’de bu konuda şöyle bir
ifade bulunmaktadır: “Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim
süreden fazla kalmasına müsamaha göstermem. Ama istersem, onu bu düşük dünyaya
ervah-ı tenasüh ile iki kez, üç kez ya da daha fazla geri gönderirim” 81. Yezidîler, iyilik
yapan, temiz ve imanlı bir kişinin ruhunun dünyaya ikinci gelişinde, iyi bir kimsenin
77 Taşğın, Yezidîler, ss.22–23.
78 Bu sosyal tabakalar ve görevleri için bkz. Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”,
ss.181–184; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, ss.395–396; Bilge, ss.46–47; MenzelSırma, c.XIII, ss.420–421.
79 Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.185; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”,
s.397.
80 Yezidîlikte bu tür dini kuralların olması Yezidiler arasında evlenecek şartları taşıyan
kimselerin azalmasına neden olmaktadır. Bu da Yezidilerin nüfuslarının azalmasının
nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Taşğın, Yezidîler, ss.20–35.
81 “Kitabu’l-Cilve (Arapça Sincar Nüshası)”, s.306.
56
vücuduna gireceği, kötü bir insanın ruhunun ikinci gelişinde köpek yahut eşek gibi
hayvanların vücuduna gireceği inancını taşırlar. Ölümün 3, 7 ve 40. günleri ile yıl
dönümlerinde anma törenleri düzenlenir, topluca yemek yenilir 82. Törene katılan
aileler, kendi yemekleri ile gelirler ve ölü evinin matemini hafifletmek için çaba
gösterirler. Yemekler, Yezidî din adamlarının duaları ile başlar ve sona erer. Bu gün
Yezidî yoksullarına yiyecek ve sadaka verilir. Yezidîlik’te Mushaf-ı Reş’te belirtilmiş
olan yasaklar vardır. Yezidilerde kabak, “Hasiye” adlı peygamberlerinin ismine
istinaden has (marul), Nebi Yunan’a83 ihtiramen balık, Yezidi peygamberlerinden
birinin bineği olduğu için ceylan ve Yezidîlerin ilahı Tavus’tan dolayı horoz yemek
haramdır. Bundan başka, ayakta abdest bozmak, oturmuş haldeyken giyinmek
yasaklanmıştır 84. Yezidîlikte lahana, tavuk ve domuz eti de haramdır. Bıyık kesmek
haram olduğundan dikkati çekecek şekilde uzatılır. Okumak ve yazmak bazı sınıflara
dini yönden haramdır.85 Yezidîlerin Diyarbakır’daki nüfusu şu an yok denecek kadar
azalmıştır. 15 Temmuz 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazıya göre tüm
Türkiye’de 377 Yezidî kalmıştır. Bu haberde belirtildiğine göre Sosyolog Azad Barış,
2006 Nisan’ında Türkiye’yi dolaşmış, Yezidî sayısını tespit etmiştir. Almanya Yüksek
Mahkemesi’nin vereceği bir karar için çalışma yapan Azad Barış’a göre dünyada
yaklaşık 1 milyon Yezidî mevcuttur. En büyük Yezidî nüfusuna sahip olan Irak’ta, 600
bin, Suriye’de ise 25 bin Yezidi vardır. Rusya Federasyonu, Ermenistan, Gürcistan,
Kazakistan, Hindistan, Pakistan’da da Yezidîler yaşamaktadır. Türkiye Yezidîleri ise
12 Eylül sonrasında Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya göç ettiler. Almanya’da 40
bin, diğer Avrupa ülkelerinde de 20 bin civarında Yezidî bulunmaktadır. Türkiye’de
kalan Yezidîler’in sayısı ise: Batman: 72, Diyarbakır: 11, Mardin: 51 ve Urfa: 243
olmak üzere toplam 377 kişidir 86.
5. İslamiyet: Diyarbakır, 639 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden
günümüze kadar hep Müslüman devletlerarasında el değiştirmiştir. Bu devletleri şu
şekilde sıralayabiliriz: 4 Halife Döneminden sonra Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulaarı,
Büveyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular, Anadolu
Selçukluları, Silvan Eyyubileri, İlhanlılar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılardır.
Diyarbakır’ın fethinden sonra Emeviler ile Abbasilerin ilk zamanlarında Diyarbakır
halkının çoğunluğu, Harici mezhebine bağlıydı. Fakat IX. Asır içinde bu mezhep
yavaş yavaş terk edildi. Bu mezhebin yerine siyasi kanaatler dışında, Hariciliğe en
yakın ve içtihada yer vermeyen Hanbelî mezhebi daha sonraları ise Malikî mezhebi
82 Yozgat civarında görülen ölüm ile ilgili benzer inançlar için bkz Yaşar Kalafat, Halaç
Türklerinde Halk İnançları, http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1
&yid=77(Tarih:13/10/2010- Saat: 22:25)
83 Hz Yunus kastedilmiş olabilir.
84 “Mushaf-ı Reş” (Arapça Musul Nüshası), s.317.
85 Yasaklar için bkz Bilge, ss.57–58; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, ss.398–399;
Lescot, ss.68–69.
86 http://www.hurriyet.com.tr/pazar/6891240.asp?m=1 (Tarih: 06/10/2010-Saat: 09:32)
57
kabul edildi 87. Mervanoğulları döneminde, Nasr el-Devle zamanında Şafii mezhebi
yayılmaya başlamış sonraki dönemlerde Hanefi mezhebi de görülmeye başlamıştır.
Bu mezheplerin yayılması burada kurulan medreselerde ders veren hocaların
mezheplerine göre değişmiştir. Birçok büyük İslam şehirlerinde olduğu gibi, XII.
asırda Diyarbakır’da da 4 sünni mezhebi bir arada yaşamaktaydı. Şehrin en büyük
camisi olan Ulu Cami’de dört mezhebe ait yerler bulunmakta idi 88. Eyyûbilerin
müttefiki olan Artuklular, Mısır’da yaptırılmış olan medreselerde uygulanan
medrese modelini Diyarbakır’da da uygulamıştır. Artuklular döneminde II. Sökmen
zamanında Mesudiye Medresesi açılmış ve bu medresede 4 mezhebe göre dersler
verilmiştir. Bu tarz medrese sistemi Selahaddin Eyyubi döneminde ilk defa Mısır’da
uygulanmıştır 89. Diyarbakır’da, XIII. asrın ikinci yarısından itibaren, Maliki ve
Hanbelî mezhepleri sönmüş, diğer iki mezhep kalmıştır. Osmanlı idaresinde Hanefi
mezhebi, devletin resmi mezhebi olması dolayısıyla, daha ziyade kuvvet kesbetmiş
ve bugün Diyarbakır bölgesi halkının, Amid şehri başta olmak üzere, ekserisinin
bilhassa Türk halkının, mezhebi olmuştur. Kürtler ise, Şafi mezhebinde kalmışlardır
90
. Şu an şehirde Şafi mezhebine mensup olanlar ağırlıktadır. Bununla birlikte Hanefi
mezhebine mensup olanlar da bulunmaktadır. Ulu Cami’de bu iki mezhebe ait
bölümler vardır 91. Diyarbakır ve çevresinde Alevi mezhebine bağlı olan Müslümanlar
da bulunmaktadır. X. ve XV. yüzyıllarda Diyarbakır ve çevresine yerleşen Aleviler,
varlığını günümüze kadar korumuştur. Alevi köyleri, günümüzde daha çok Bismil
ilçesinin bir kaç köyünde bulunmaktadırlar. Alevilerin bazıları Sünnileşmişlerdir 92.
87 Yınanç, c.III, s.611.
88 Yınanç, c.III, s.611
89 Bkz. Ali Beyyûmi, Kuruluş Devrinde Eyyübîler Selahaddin Eyyübî’nin Devleti, Çev:
Abdulhadi Timurtaş, Kent Yay, İstanbul 2005, ss.224–225.
90 Yınanç, MEB İslam Ansiklopedisi, c.III s.611.
91 Şehir Merkezinde Akkoyunlu Cami’nde de, (Peygamber Cami ve Nebi Cami olarak
bilinir) Şafii ve Hanefi mezheplerine ait iki bölüm bulunmaktaydı. Hanefi mezhebine ait
olan yer, yol genişletme nedeniyle yıktırılmış, minaresinin yeri de değiştirilmiştir.
92 Ahmet Taşğın’dan naklen http://www.aleviforum.com/showthread.php?t=25361 (Tarih:
07/10/2010-Saat: 09:25)
58
KAYNAKÇA
1. Kitab-ı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1997
2. AKYÜZ, P. Gabriel, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve
Özellikleri Tarihte Süryaniler”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri
Kongresi Bildirileri, Türksev Yayınları, Ankara 2004
3. .., Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3 Yüzyıl, 1.
Basım, İstanbul 2000
4. ALİ EMİRÎ EFENDİ, Osmanlı Doğu Vilayetleri - Osmanlı Vilayat-ı
Şarkiyyesi - Hazırlayanlar ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet Halaçoğlu,
Babıali Kültür Yayıncılığı, 1. Baskı, İstanbul 2008
5. ARSLAN Rıfkı, “Diyarbakır Kentinin Tarihi ve Bugünkü Konumu”,
Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999
6. ATİYA, Aziz Suryal, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Mezopotamya’da İlk
Doğu ve Batı Süryani Kiliseleri Tarihi, Yakubi, Nasturi, Maruni, Çev. Belirtilmemiş,
Bet-Prasa Nsibin, 1995
7. BALİ, Rıfat N., “Diyarbakır Yahudileri”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 1999
8. BEYSANOĞLU, Şevket, “Yezidîlîk ve Yezîdîler”, Müzeşehir Diyarbakır,
Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999
9. ..., “Süryanîler”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999
10. BEYYÛMİ, Ali, Kuruluş Devrinde Eyyübîler (Selahaddin Eyyübî’nin
Devleti), Çev: Abdulhadi Timurtaş, Kent Yayınları, İstanbul 2005
11. BİLGE, Mahmut, Yezidiler Tarih-İbadet-Örf ve Adetler, Yayına
Hazırlayan: Ahmet Taşğın, Kalan Yayınları, 1. Basım, Ankara 2002
12. ÇAKAR, Mehmet Sait, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça
Nüshalar, Vadi Yayınları, Ankara 2007
13. ÇAYIR, Celal; YILDIZ, M. Cengiz; GÖNENÇ, “İsmail, Kaybolmaya
Yüz Tutan Bir Anadolu Dini Topluluğu: Şemsiler/ Harrânîler”, Makalelerle Mardin
IV Önemli Simalar-Dini Topluluklar, Haz. İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yay, İstanbul 2007
14. ÇELİK, Mehmet, Antakya Süryani Kilisesi (Kuruluş Dönemi), c.I,
İstanbul 1987
15. ÇORUHLU, Yaşar, Türk Mitolojisinin Anahatları, Kabalcı Yayınevi, 1.
Basım, İstanbul 2002
16. DANACIOĞLU, Esra, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Müze
Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999
59
17. DİKEN, Şeyhmus, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, İletişim Yayınları,
5. Baskı, İstanbul 2004
18. Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869-1905) I-V, Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999
19. ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı Meal- Tefsir I-III, Türkçeye Çev:
Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, 5. Basım, 1999
20. EYUBOĞLU, İsmet Zeki, Anadolu İnançları- Anadolu Mitologisi–
İnanç-Söylence Bağlantısı, Geçit Kitabevi, İstanbul 1987
21. GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbakır”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.IX,
İstanbul 1994
22. GUEST John S, Yezidilerin Tarihi, Çev: İbrahim Bingöl, Avesta Yayınları,
2. Baskı, İstanbul 2007
23. GÜNDÜZ Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1998
24. …, “Mecusilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2007
25. …, “Atargatis Kült Merkezi Edessa (Urfa)”, Uluslar arası Türk Dünyası
İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Tüksev Yayınları, Ankara 2004.
26. ..., “Şeyh Adi ve Yezidilikte Gnostik Unsurlar”, Uluslar arası Türk Dünyası
İnanç Önderleri Kongresi, Türksev Yayınları, Ankara 2002
27. GÜNEL, Horepiskopos Aziz, Türk Süryanileri Tarihi, Diyarbakır 1970
28. GÜRKAN, Salime Leyla, “Yahudi Mistisizmi Sabetaycılık ve Anadolu
Yahudileri”, Yaşayan Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1. Baskı,
Ankara 2007
29. İBNİ HALLİKAN, Vefeyatu’l-A’yan ve Enbau Ebnai’z-zaman, c.III,
Daru Sadr, Beyrut 1978
30. İBN İMAD, Şezeratu’z-Zeheb Fi Ahbari Men Zeheb, c.VI, Thk:
Abdulkadir el-Arnut ve Mahmud el-Arnut, Daru İbni Kesir, 1. Tab’, Beyrut 1991
31. İBNİ KESİR, İmam Hafız Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidaye ve’n- Nihaye, c.
XI-XII, Daru’l-Marife, 2. Baskı, Beyrut 1997
Yok
32. İBNU’L-ESİR, el-Kamil Fi’t-Tarih, c.XI, Daru Sadr, Beyrut, Baskı Tarihi
33. KALAFAT, Yaşar, “Türkiye’de Halk İnançları ve Alevilik”, Hacı Bektaş
Veli Araştırma Dergisi, say 9, 1999
34. KARDAŞ, Nimet, “Diyarbakır Halk Kültüründe Bazı Gelenek ve
İnanmalar”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999.
60
35. KESLER, Fatih, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar “Kur’an-ı
Kerim’de Ehli Kitap”, TDV Yay, 3.Bsk, Ankara 2001.
36. KORKUSUZ, M. Şefik, Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay, 1. Bs,
İstanbul 2003
37. LESCOT, Roger, Yezidîler Din Tarih ve Toplumsal Hayat Cebel Sincar
ve Suriye Yezidîleri, Çev: Ayşe Meral, Avesta Yay, 1. Bsk, İstanbul 2001.
38. MENZEL, Theodor, “Adi b. Musafir”, MEB İslam Ansiklopedisi, c. I.
39. .., “Yezidîler” (tadil ve ikmal İhsan Süreyya Sırma), MEB İslam
Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986
40. Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi 1608–1609, Hazırlayan: Hrand D.
Andreasyan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Baha Matbaası,
İstanbul 1964
41. RASAİĞ, Matran Süleyman, Tarihu Musul, c. I, Yayınevi, Baskı tarihi
ve yeri yok
42. ROUX, Jean- Paul Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Çev Aykut
Kazancıgil, İşaret Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998
1996
43. SAMİ, Şemseddin, Kamusu’l-A’lam, Kaşgar Neşriyat, c.IV- VI, Ankara
44. SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte
Kitabevi, Isparta 2002
45. ŞİMŞEK, Esma, Anadolu’da Yağmus Duasına Bağlı Olarak Oynanan Bir
Oyun: “Çömçeli Gelin”, Milli Folklor, Kış 2003, Yıl 15, sayı 60
46. ŞİMŞEK, Mehmet, Süryaniler Ve Diyarbakır, Chiviyazıları Yayınevi, 1.
Basım, İstanbul 2003 TAŞĞIN, Ahmet, Yezidiler, Aziz Andaç Yayınları, Ankara
2005
47 …, “Yezidiler, Becirmaniler, Karaçiler”, Makalelerle Mardin IV Önemli
Simalar- Dini Topluluklar, Hazırlayan: İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas
Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2007
48. ..., “Şemsiler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır, II. Uluslar arası
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, c. III, Yayıncı: Diyarbakır
Valiliği ve Türk Külütürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008
49. TEMO, Azad Said, el-Yezidiyye Min Hilali Nususiha’l-Mukaddese, elMektebetu’l-İslami, Birinci Tab’, Beyrut 2001
50. TEYMUR, Ahmet, el-Yezidiyye ve Menşeu Nihletihim, el-Matbaatu’sSelefiyye ve Mektebetuha, Kahire 1347
61
51. TEZOKUR, M. Hadi, “19. Yüzyıl Diyarbakır’ında Süryaniler”,
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır- II. Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
Diyarbakır Sembozyumu, c. III, Yayıncı: Diyarbakır Valiliği ve Türk Külütürünü
Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008.
52. ..., “Diyarbakır’da Ayakta Duran Üç Kilise”, Nebiler, Sahabiler, Azizler ve
Krallar Kenti Diyarbakır, Ankara 2010
53. TÜMER, Günay, KÜÇÜK, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yay, 3.
Baskı, Ankara 1997
54. YILMAZÇELİK, İbrahim, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır
(1790-1840), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995
55. YINANÇ, Mükrimin Halil, “Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi,
c.III, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963
56. EZ- ZEHEBÎ, İmam Şemseddin Muhammed b. Osman, Siyeru A’lami’nNubela, c.XX, Thk: Şuayb el-Arnut ve Muhammed el-Iraksûsî, Müessesetu’r-Risale,
11. Baskı, 1996
Internet Siteleri
57. CAMPANİLE, Guiseppe http://www.aleviweb.com/forum/archive/
index.php?t-1964.html
58. http://sor.cua.edu/Intro/index.html
5 9 . h t t p : / / w w w. d e y r u l z a f a r a n . o rg / t u r k c e / m a n a s t i r / h a b e r d e t a y.
asp?id=105&kategori=TANITIM
60.http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=766322&title=yorum-bejanmatur-diyarbakirin-son-ermenisi&haberSayfa=0
61. KALAFAT, Yaşar, Halaç Türklerinde Halk İnançları,
62. http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=77
63. ....., Tacikistan’da Türk Halk Kültürü,
64. http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=273
65. http://www.hurriyet.com.tr/pazar/6891240.asp?m=1
66. AKSOY, Mustafa “Türkiye’de Kirveliğin Kültür Sosyolojisi Açısından
Tahlili”
67. http://www.turansam.org/makale.php?id=222
68. http://www.aleviforum.com/showthread.php?t=25361
62
TÜRK SANAT MUSİKİSİNE HİZMET EDEN DİYARBAKIRLI
BESTEKARLAR, GÜFTEKARLAR VE KULLANILAN MAKAMLAR İLE
EŞLİK ÇALGILAR
VEDAT GÜLDOĞAN*
Yukarı Mezopotamya’nın kültür merkezi konumunda olan Diyarbakır 13
ve 14. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Artuklu sarayı zamanın ilim, kültür ve müzik
merkezi idi.
“Sultanu’l âdil” (adalet sahibi sultan)1 olarak da tanınan Akkoyunlu
hükümdarı Uzun Hasan da musikiye önem vermiştir. Akkoyunlu sarayında haftanın
belli günleri musiki fasılları yapılmış ve bu fasıl geceleri, şair ve edebiyatçıların da
katılmasıyla bazen sabaha kadar devam etmiştir.
Uzun Hasan sefere çıktığı zaman “Ehl-i tarab” denilen 98 kişiden oluşan saz
heyetini de beraberinde götürür idi.
Uzun Hasan’ın oğlu Sultan Yakup babasının izinden giderek bilim ve sanat
adamlarını korumayı sürdürmüştür. Mevlana Hürremi, Emiri-i Hümâyyın,
Harzemli Mevlana Enisi, Habibi-i Şarki, Derviş Dihki bu dönemde varlıklarını
göstermiş şairlerdendir2.
Yine bu dönemde (1401–1507) Diyarbakır’da yetişen ve eserleri günümüze
kadar gelen Diyarbakırlı Halilî, Al bardaklı Şeyh Ahmed, Şair Cemili ve
İbrahimGülşeni dönemin önde gelen şairlerindendir.
16 ve 17. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Rufai, Kadiri, Nakşibendî ve Gülşeni
tekkelerindeki müzik yaşamının çok canlı olduğu ve bunun da Diyarbakır’daki
müzik yaşamını derinden etkilediği biliniyor3.
Bu dönemin önde gelen iki musiki üstadı olan bestekâr ve güftekâr Hacı
Eftal Efendi ve Asıl ismi Ali olup Ahu Baba mahlasını kullanan ve Karaoğlu
olarak bilinen saz şairidir. Yaş Destanı’nı yazan ve besteleyen Hacı Eftal Efendi Bu
eserini Şeyh Aziz Mahmut Urmevi hazretlerinin yaptırdığı Dicle kenarında, Kırklar
Dağı’nın eteğindeki Kavs (Çar bağ) köşkünün Cihannüma bölümünde Bağdat
seferinden dönen IV. Murat’ın huzurunda okumuştur.
Ahu Baba XVII. yüzyıl saz şairlerinden olup ayni zamanda şöhret kazanmış
musikişinaslardandır. Hammer’in Osmanlı Şairleri adlı eserinde Ahu Baba için
*Araştırmacı-Yazar
1 Faruk Sümer, Akkoyunlular, Türk Dünyası Araştırmaları sayı: 40, Şubat 1986, s.1-38
2 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, TTK.
Yayını, 3. Baskı, Ankara 1984, s.225-226
3 Martin Van Bruinessen-HendrikBoeschoten, Evliya Çelebi’nin Diyarbakır’ı, İstanbul
1997 s.96-101
63
“Sahibi mecmua-i şarkiyat ve şeyh-u şuara” diye bahseder.
tezkiresinde de bazı malumatlar vardır4.
Ali Emiri’nin
Bu kayıtlara göre musikinin ilmi ve amelinde de başarılar göstermiş, şöhret
kazanmış birçok kimselere musiki üstatlığı yapmıştır. IV. Murad devrinden IV.
Mahmut devrine kadar yetişen musikişinaslar arasında mümtaz bir mevkie sahiptir.
Onun bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler, nefesler vardır.
İlk kültürünü Diyarbakır’da alan şairimiz sonraları İstanbul’a gitmiş ve
devrin padişahı IV. Murad onu büyük bir takdirle karşılayarak kendi hanendeleri
arasına almıştır. Şairimizi sonradan IV. Mehmed’in hanendeleri arasında görüyoruz.
Hammer’in verdiği bilgiye göre onun tespit edilmiş bir de şarkı mecmuası vardır.
İhtiyarlığında “Baba Ahu” diye anılmıştır. Aşağıdaki eser ona aittir:
Dilim kalem kalbim defter yazarım
Mahebbet bahrine dalaldan beri
Leylâm deyüp kan ağlayup gezerim
Mecnûn olup aşka uyaldan beri
Çıkınca mi’raca hazret-i sultan
Diledi ümmetin Hudâ’dan heman
Nûr ile gark oldu cümle bu cihan
Hak ana resûlüm diyelden beri
Gel ey zahid atma kendini dâma
Kerâmet bizdedir şükür Hudâ’ma
Velekad kerremnâ beni âdeme
Saâdet tacını giyelden beri
Mahlasım AHÛ’dur ismim Ali’dir
Sanma derûnumda dünya malıdır
Şükür kalbim iman ile doludur
Kendi noksanımı bilelden beri
Evliya Çelebi Seyahatnamesinin İstanbul’u anlatan ilk cildinde Hanende
Cevşenî, Hanende Yahya Çelebi ve onun talebesi Karaoğlan gibi birkaç tane
İstanbul’da yaşayan ve Diyarbakır kökenli oldukları belirtilen müzisyenin adı geçer.
4 Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Bölümü, manzum eserler nu: 849 kayıtlı bir hayli şiirleri
vardır, İstanbul Ünv. Kütüphanesi nu: 273.
64
1685-1753 tarihleri arasında yaşayan Osmanlı Şeyhülislâmı şair ve bestekâr
Mehmed Esad Efendi, tam adı “Atrabül Asar Fi Tezkiret-i Urefa- yi Edvâr” olan
ve kısaca Atrabül Âsâr olarak bilinen “Musiki Kurallarını, İlmini Bilenlerin
Tezkeresi” isimli alanında tek kaynak olan eserinde 17 yüzyıl ve 18 yüzyıl başlarında
Osmanlı coğrafyasında Türk musiki geleneğinde beste, güfte ve icralarıyla üstat
mertebesinde olan 98 bestekâr ve güftekarın doğum yerlerini belirterek kısaca
yaşamlarından bahsediyor.
Esad Efendi’nin tespitine göre:
İstanbul-63
Edirne-5
Bursa-1
Selanik-2
Rusçuk-1
Filibe-1
Gelibolu-1
Antep-1
Kilis-1
Mardin-1
Halep-1
Şam-1
Bağdat-1
Trablus-1
“Acem” İran-2
Kahire-1
Manisa-1
“Anadolu”-1
“Rum”-1
“Amid” Diyarbakır-8
Bu tespite göre İstanbul 63 kişiyle birinci sırada, Diyarbakır 8 kişiyle ikinci
sırada bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki Diyarbakır sadece ilim ve kültür merkezi
değil, ayni zamanda musiki ilminde de kültür merkezi idi.
Klasik Türk Musikisi
Klasik musiki bestekârlarının eserleri, mahallileşme akımının etkisi altında
kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler, Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, nadiren
keman daha sonraları ud, keman ve kanun eşliğinde klasik müzik ve türküler aynı
enstrümanlarla icra edilirdi.
Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde toplanarak musiki âlemleri yapıldığı,
bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve bestekârlarının da katıldığı, hatta halk
65
sanatkârlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır.
Bu toplantılara “Velme” (veya velime) denilirdi.
Ali Emiri Efendi Tezkire’sinde bu musiki meclislerini anlatmakta ve geniş
bilgiler vermektedir. XVIII. yüzyıl şairlerinden Ahmet Raif Efendi, Şehrengiz’inde
Diyarbakır’da sanatta, musikide ve şiir alanında ün salmış şair, bestekâr,
hanendelerden söz etmekte, örnekler vermektedir.
XVII. yüzyıldan itibaren başlayan mahallileşme akımı Diyarbakır’da da
tesirini göstermiş, kuvvetli bir divan şairi olan İskender Paşazade Ahmet Paşa,
Raif ve Hami ile Şaban Kami’nin türkü tarzında şiirler yazarak gazel, kaside ve
şarkılarında mahalli deyimler kullanmalarına sebep olmuştur.
Sosyal hayatın yaşam gereği olarak aydın ile halkın iç içe olmaları klasik
musikisi bestekârlarını halk türküleri tarzında şarkılar bestelemelerine sevk etmiştir.
Diyarbakır’a has olan şarkılar klasik musiki ustalarının eserleri olup, bunların
bestekârları saz şairleri değildir
Diyarbakırlı Klasik Türk Musikisi bestekâr ve güftekarlarından tespit
edebildiğim musiki ustadları şunlardır:
REMZÎ
Asıl adı Muhammed olan Remzi 1756 tarihinde Diyarbakır’da doğmuştur.
Ali Emiri Remzi’yi şöyle tarif etmektedir: “Uzun boylu, esmer çehreli, çatık kaşlı,
edvarı kibarâne, sohbeti zarifane bir zattır” 1227 (M. 1812) yılında vefat etmiştir.
Mezarı Urfa kapısındadır.
Remzi’nin bazı gazelleri bestelenmiş olup halen Diyarbakır’da söylenmektedir.
Aşağıdaki üç eserinden biri olan “VECH-İ PAKİN” isimli gazeli ibrahimi
makamında çok sevilerek okunmaktadır.
Vech-i pakin seyr eden âşıkların hayrân olur
Gamze-i hûnriz ucundan günde yüz bin kan olur
Gayrilerle sinesin biminnet ol üryân eder
Bana geldikte sanırsın dame-i leylan olur
Ben nasihat eyledikçe yâre pendim dinlemez
Uyma ağyâra dedikçe çün bana düşman olur
Belki dönmez vakf-i kâm üzre felek varım deyü
Bağrımız endişe-i devr-i felekten kan olur
Çok da REMZî gam yeme yârım ele gelmez deyü
Belki koynunda senin bir gün o mah üryân olur
66
Şimdilik Ey Dil
Şimdilik ey dil vatan oldu yine dağlar bana
Yâr içün ben ağlarım hasretle yâr ağlar bana
Mihr-i hüsnü rûşen etdi zulmet-i endûhumu
Gör ne hûb oldu gönül şimdengerü çağlar bana
Sine kim sad-pâredir aşkı ucundan yaradır.
Kimse sarmaz yaramı dilber gelür bağlar bana
İstemem dağlardaki baykuş gibi virâneyi
Mesken olmak hoş gelür bülbül gibi bağlar bana
Dil o Mecnûndur gezer sahraları Leyla içün
REMZÎ’ya esmer dilersen râst gelür ağlar bana
Dil Verildi
Dil verildi sen peri-rû kâküli Leylalara
Baş açık Mecnûn gibi düşsem nola sahrâlara
Ol gözü âhû Çehh-i Babil’den almış dersini
Ey dirigaa çekdigim hâsiyyet-i esmâlara
Dâne-çin-i hırmen-i vaslın gören murg-i dilân
Baş eğer mi şâhbâzım kaaf olan ankalara
Gördüğüm hâl-i ruhûn bâşdan çıkarılmış kâkülün
Piç ü tâba düşdü dil girdi yine sedâlara
Didelerden eşk-i hasret REMZÎ’yâ bârân olur
Ra’d-i âhım kalb alınca kubbe-i minâlara
İSMAİL ÇELEBİ
(H.1020 M.1611) yılında Diyarbakır’da doğan İsmail Çelebi 1638’de Sultan
Muradın Diyarbakır’da idam ettirdiği çok nüfuslu Nakşibendî Şeyhi Aziz Mahmut
Urmevî’nin oğludur. Şer’i ilimleri dönemin âlimlerinden, tasavvufî sülûkunu ise
babasından öğrenmiştir. Babasının vefatından sonra da yerine postnişin olmuştur.
Babasına gösterilen ilgi ve alâka kendisine de gösterilmiş, birçok paşa ve serdar
onun müritleri arasına girmişlerdir.
Babasının nüfuzunu tevarüs ederek gayet itibarlı ve zengin bir hayat süren
İsmail Çelebi, devlet ricalinin her hangi bir endişesini mûcib olmamıştır. Aynı
zamanda mütevazı ve cömert bir insan olarak hayat sürmüştür. Oğlu Ahmed Çelebi
67
kendisinden sonra tekkenin postnişinliğini üstlenmiştir. Döneminde gerek nazarî
gerekse pratik musiki bilgisiyle meşhur olmuş, Türkçe ve Farsça şiirler yazarak,
besteler de yapmıştır.
Musiki ilminde ve icrasında çok üstat olduğunu Şeyhülislâm Esad Efendi’nin
“Atrab-ül Asar fi Marifetü Ürefâ ül-Edvar” adlı kitabında güfte ve bestelerinin
olduğunu söyleyen Ali Emiri Efendi ayni zamanda bu zatın Türkçeden başka Farsça
şiirler yazdığını da söylemektedir.
İrşâd faaliyetlerini devam ettirmekte iken 1080/1669 senesinde vefat etmiştir.
Diğer aile fertleri gibi Rum Kapısı (Urfa Kapısı) dışında bulunan kabristana
defnedilmiştir.
MAHMUD ÇELEBİ
XVII. yüzyılın sonunda, XVIII. yüzyılın başlarında yaşamış olan Mahmut
Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında Diyarbakır’ın ve bölgenin önemli
ciltçilerindendir. Bu mesleğin ustalarından biri olmasına rağmen musiki alanına da
ilgisini yoğunlaştırmıştır. Meyanda ve dilde çok güzel, uzzal makamında Devr-i
revan usulünde eserler vermiştir. Diyarbakır’ın önemli hanende ve bestekârlarından
olan Mahmud Çelebi “Diyarbekiri” mahlasını kullanmıştır. 30 kadar bestesi olduğu
belirtilmektedir. Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Manzum eserler, Nu: 736’da kayıtlı
bulunan XVIII. yüzyıla ait Hasan Gülşeni güfte mecmuasında da4 bestesi vardır.
Meşhur olan eserlerinden bazıları şunlardır;
Hicaz makamında Muhammes usulünde:
Kûyim demi ki derd-i dili der meyân nuhem
Bâri ki âsumân nigeşt der meyân nuhem
Uzzâl makamında; usûl-i Devr-i Revan’da:
Ruh-i âlin sanemâ reşk-i şarâb olmuşdur
Dil-i pür süzüm ol ateşte kebâb olmuşdur
Rehâvi Nakış yürük semâi;
Ger siyâh-i çünin büved,çeşm-i tü ber-helâk-i mâ
Uşşak Nakış yürük semâi;
Dilâ çûnem, dilâ çün
Maye makamında ağır aksak semâi şarkı;
Püser adın “Memişé imiş
Gerdânın ham gümüş imiş
Âşıkların emmiş imiş
68
Gerdâneden gerdâneye
Def-i gan için gezerim
Meyhaneden meyhaneye
Kirpiklerin elmâs imiş
Yâresi onulmaz imiş
Aşk ateşi mirâs imiş
Canâneden canâneye
Def-i gan için gezerim
Meyhaneden meyhaneye
ÇUVALDIZZÂDE İSMAİL
Diyarbakır’da doğmuş olan Çuvaldızzâde İsmail Sultan Mehmet Han
zamanında yaşamıştır. Döneminin önde gelen müzik adamlarından biri olarak kabul
görmüştür. Atrabü’l-Âsâr’da Çuvaldızzâde İsmail Efendi hakkında şunlar yazılıdır:
“Beldesinin okuyuculukta ve üstatlıkta orta derecede olan musikiyle uğraşan
kimseleriyle aynı anlayışta ve eşdeğerde idi”
Eserlerini musiki kurallarına uygun olarak yapan Çuvaldızzâde İsmail’in
tespit edebildiğimiz bir eseri şöyledir:
Makâm-ı Kürdi’de usül-i Hafif’de:
Kasdın eğerçi cân ü dilin birisidir
İkisi de fedâ yoluna birisi nedir
AHMED VERDİ ÇELEBİ
Diyarbakırlı Şeyh İsmail Çelebi’nin oğlu olan Şeyzade Ahmed Efendi Sultan
Mehmed Han döneminde yaşamış olup Nakşibendî tarikatının şeydi idi. Asıl mesleği
kuyumculuk olan Ahmed Çelebi Diyarbakır’da kuyumcular loncasının kethüdasıdır.
Bir süre öğrenim gördükten sonra ustalık almış, çok latif bir dil kullanmakla beraber
çoğu maariften daha marifetli bir kişi idi.
Es’ad Efendi’nin zikrettiği Diyarbakırlı sekiz besteciden biridir.“Verdi”
mahlasını kullanmış olan Ahmed Çelebi IV. Sultan Mehmet (1648-1687) devinin
meşhur bestekârlarındandır. Şarkı mecmualarında Şeyhzade Ahmet Efendi olarak
ismi geçer. Birçok besteleri vardır
On kadar dinlencelik eseri duyulmuştur ki, Hüseyni aşıran makamında zincirde
beyitleri bulunmuştur. Zevk verici neşelendiren eserleri yanı sıra hüzünlendiren
eserleri de olan usta bir keman zadedir.
III. Sultan Ahmed (1703-1730) devrinin önemli bestekârlarındandır. 1717
yılında vefat etmiştir. 10 tane eser bestelemiştir. Bunlardan 6 tanesi şunlardır
69
Aşıran makamında usûl-i Zincir’de
Alıp gene eline cam-ı zernigârın gül
Sefa ile geçirir mevsim-ibehârın gül
Hezâr-ı zâr, zâr okur, puş-i gül alışmıştır
Zeman olur işitir nalesin hezârın gül
Baba tahir makamında usûl-i Çenber’de
Nesm-i bülheva geysû-yi cananımdan el çeksun
Çeker bir gün nedâmet ah-u efganımdan el çeksun
İşittim dermiş bad-ı sabâya söyle vali ye
Perişan eylerim zülf-i perişanımdan el çeksun
Hicaz makamında;
Seni tebride benden olsa a’dâ ittifak üzre
Ne bakim var hulüs elbette galiptir nifak üzre
Gubar-ı vahşen olmaz dâmen-i sahrây-ı vahdette
Selam eyler bu deştin kebki bâza iştiyak üzre
Eviç makamında “Devri Revan” usulünde ki;
Nice demdir ki seyr-i mahrû-yi yârdan dûruz
Düşüp tarik-i hicre pertev-i envârdan dürüz
Nişâbur makamında usûl-ı Devr-i kebîr’de
Aceb çok cevrini çektim ben ol hal-i siyah karın
Dirigaa kim barışmadı benimle yıldızı yârin.
Arak makamında, usûl-i nim devrindeki;
Sevda-i mümkinât asar-ı sun-i bi suhan söyler
Kitab-ı kainât esrar-ı hakkı bi-dehan söyler
Senin gûşunda istidad yok idrakine yoksa
Leb-i cuda kemal-i sun-ı her berk-i semen söyler
ÇEMEN-ZADE MEHMET ÇELEBİ
XVII. yüzyılda, Sultan Mehmed Han döneminde yaşamış olan Çemenzade
Mehmed Çelebi döneminin önde gelen şahsiyetlerindendir. Dönemin önde gelen
bestekârlarından olup musikide dili çok ince ve kibar kullanmıştır.
Zamanının musiki üstatlarının tevvecühünü kazanmış olan Uzzâl makamında
muhammes usulündeki bestesinin sözleri şöyledir:
70
Uzzal makamında muhammes usulünde:
Ey gönül gayrıya meyl eyleme cânân bir olut
Birinin aşkı derûnunda yeter cân bir olur
YAHYA ÇELEBİ
XVII. yüzyılın sonları ile XVIII. Yüzyılın başlarında yaşamış olan Diyarbakırlı
Yahya Çelebinin asıl mesleği ciltçilik olmakla beraber musiki ilmi ile çok ilgilenmiş
ve üstat mertebesine erişmiştir.
Yahya Çelebi’nin 15 kadar eseri olduğu bilinmektedir. Bunlardan Kürdi ve
Acemaşiran makamında, Usul-i Nim- devir’de ki eserinin sözleri şöyledir:
Kürdi makamında:
Murg-i dilimim kârını heg nâleler etti
Bana o güt-i bağ-ı melahat neler etti
Acemiaşran makamında, usûl-i Nim-devir’de:
Yaşım ki gözden ‘aks-i ‘ârız-ı cânâna düşmüşdür
O şebnemdir seher berg-i gül-i handâna düşmüşdür
ŞAHLA MUSTAFA ÇELEBİ
Diyarbakır doğumlu olan Şahla Mustafa Çelebi III. Sultan Ahmed devrinde
(1703-1730) yaşamış, ciltçilik ile uğraşmıştır. Daha sonra musikiye gönül vermiş,
tahsilini tamamlayarak devrin önde gelenlerinden biri olmuştur. Eserlerinde çok
ince bir ustalıkla farsça kullanılmış, dil zarafeti ile dikkat çekmiştir. Şahla Mustafa
Çelebi’nin hal tercümesi ile ilgili Atrabü’l-Âsâr’daşöyle denilmektedir: “...diyârının
esâtiz-i maarif-âmizi ile rütbe-i üstâdiyyetde hem-inan idi...”
Türk musikisine kıymetli eserler armağan etmiş bestekârımızın 10 kadar
bestesi vardır. Bu bestelerinden birisi Ali Emiri Kütüphanesi Manzum Eserler Nu:
736 da kayıtlı bulunan Hasan Gülşeni’nin güfte mecmuasında mevcuttur. Tespit
Edebildiğim eserleri şunlardır.
Segâh makamında; usul-i Semai’de:
Âdem bu bezmgâh-ı dilarâya bir gelir
Bil kadr-i ömrünü kişi dünyaya bir gelir
Dünya için vücudun sarf etme yok yere
Nakd-i hayât medüm-i dünyaya bir gelir
İsfehan makamında:
Yarın bilirüz bezmimize rağbeti vardır
Ammâ ki zaman gözedir saati vardır
Çok mu suhran-ı Nâbi’ye bu neşve-i tesir
Rindan-ı harabat ile çok sohbeti vardır
71
İsfehan makamında darbeyn usulüne:
Feryad ederim zülf-i siyahkarın elinden
Alsan sini ol düşmen-i gaddarın elinden
Bu hal-i perişanıma bir gez nazar eyle
Mecnûn- sıfat oldum ben o dildarın elinden
SEYİT NUH
17. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Diyarbakırlı Seyit Nuh’un doğum tarihi
bilinmemekle beraber 1714 yılında öldüğü bilinmektedir. Diyarbakır’da düzenli bir
öğretim gördükten sonra, genç yaşında İstanbul’a giderek bilgisini artırır.
Şeyhul İslam Esad Efendi, bizzat dinlediği Seyyid Nuh hakkında “At- rabul
Asar” isimli eserinde şu bilgileri vermektedir:
“Amid doğumlu Seyyid Nuh, Sultan Mehmed Han ve Sultan Ahmed
Han dönemlerinde yaşamış, dönemin en önemli bestekârlarından olup, tımar
erbabındandır. Dili çok usta bir şekilde kullanır idi. Baba Tahir makamında Havide
usulünde eserler vermiştir ki bunlardan otuz kadarı gerçekten takdire şayandır. 1126
tarihinde hayatı son bulmuştur”.
Osmanlı sarayının yüksek sanat ve bilim merkezi olan Enderûn-i Hümâyûn’da
baş hanende (okuyucu) olmuştur Kendisine tımar verilerek emekli olmuş ve
Diyarbakır’a dönmüştür.
Şeyhülislâm Es’ad Efndi 30’dan fazla beste semâî ve şarkı bestelediğini
yazıyorsa da, bu sayı Es’ad Efendi’nin bizzat bildiği veya dinlediği eserlerin sayısıdır.
Klasik Türk musikisinde mümtaz bir yeri olan Seyit Nuh’un günümüze sadece
15 kadarı eseri ulaşmıştır. Bestekârımızın bugün unutulan makamlar arasında olan
“Tahir” makamında eserleri olduğu gibi, Şehnaz bestesi Türk Musiki klasiklerinin
şaheserlerindendir.
Seyid Nuh’un eski güfte mecmualarında yüzden fazla eserinin güftesi yazılı
olup bunlardan, Millet Kütüphanesi Ali Emiri Manzum Eserler, Nu: 732 ve ayrıca
Nu: 736’da kayıtlı bulunan XVIII yüzyıla ait Hasan Gülşenî’nin güfte mecmuasında
11 eseri mevcuttur. Seyid Nuh Efendi’nin günümüze kadar gelen eserlerinden tespit
ettiklerim şunlardır 5.
1. Neva Peşrevi “Dil-güşay” (Hamparsum- Mardoli, 224)
2. Saz semâîsi (Hamp. 225)
3. Seng- Endaz Peşrevi (Hamp. 571)
4. Saz Semaâîsi (Hamp. 571)
5 ŞeyhlîslamEs’ad Efendi, Atrabu’l-Âsâr, madde; Mecmû’a Konya Mevlânâ Müzesi, Küt.
no: 2.193; Mecmû’a (güfte cöngü), Mevlânâ Küt: nu: 1.661; SeyyidMehmedNûh, İkdâm
gazetesi, nu 1.497, 29.8.1341 (1898) ; Arel Kütüphanesi, nota koleksiyonları; Ali Emiri
Kütüphanesi Manzum Eserler no: 732-736
72
5. Tahir Ağır Remel I. Beste (Meyl- etdi gönül bir meh-i hurşîd- tırâze)
6. Tahir Çember II. Beste (Nesîm-î bül-heves, gîsûy-i cânânımdan el-çeksin)
7. Tâhir Aksak Semâî (Hevây-i aşka uyup, kûy-i yâre-dek gideriz)
8. Tâhir Yörük Semâî (Ne hevây-î bâğ-ı ruhsar, nê esîr-î zülf-i yârim)
9. Hümâyûn Hafîf Beste (Ol kaaşı kemânımla hemen bâyıla kaldım)
10. Hümâyûn Nakış Sengîn Semâî (Şeb-cûnûn-‘ı dil, dîmâğımrâ perîşan kerde)
11. Hümâyûn Nakış Yürûk Semâî (Kâmîlu’l-mâ’nâ vasla nasıybî, Arapça)
12. Şehnâz Ağır Çenber Beste (Bezm-i meyde sâkıyâ, devr-eylesîn mül,
gül gibi)
13. Şehnâz EvsatDâğî Şarkı (Nice sevmiyeyim dostlar, bîracâib dili var)
14. Nühüft Darb-ı Fetih Beste (Tâ kim hatın-ey mah-cebîmin yüze çıkdı)
15. Arazbâr- Buselik Muhammes Peşrev
Notalarına ulaştığım Seyit Nuh’un eserlerinden bazılarının güfteleri şunlardır:
Şehnaz makamında:
Bezm-i meyde sakıyâdevreylesûnmül gül gibi
Bülbül etsin sadhezârân nağmesin gül gül gibi
Bertaraf kıl ruhlerindenturre-i müşkinini
Gülistanda olmaya rağbette sümbül gül gibi
Nişabur makamında:
Çemende cüyveş bu cüst ü cülar hep seninçündür
Miyan-ı bülbülânedepüft ü gülar hep seninçündür
Reg-i tâk-i hafâdancoşâ gel ey bade-i tahrik
Kadehler şişeler humlarsebular hep seninçündür
Tahir makamında:
Ne hevâ-yi bağ-ı ruhsân, men esir-i zülf-i yârim
Nice olayım hevâdâr ben esir-i zülf-i yârim
Ne çemen ne saye-i gül, ne seba, ne bu-yi sümbül
Neler etti bana bülbül men esir-i zülf-i yârim
Nühüft makamında Darb-Fetih usulünde:
Ta kim hatin ey mah-ı cebinim yüze çıktı
73
Esrâr-ı dil-i kalb-i hazinim yüze çıktı
Ruhsârına hat geldi deyu ağlamam amma
Baht-ı siyah-ı serbekenim yüze çıktı
Baba Tahir makamında usûl-i Hâvide:
Aşkın yolunda menzil-i maksuda yetmişem
Kûh-ı belâ vü derdi bana mesken etmişem
Murabba’ı ve makamı hüseynîde usûl-, Nim-fahterde:
Mushaf demek hatâdır ser safa-i cemâle
Bu bir kitab-ı sûzdurfehm eden ehl-i hâle
Mehmet Akif “Eski Musikimiz” adlı şiirinin 2. dörtlüğünde Seyit Nuh’tan
şöyle bahseder
Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden
Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını
Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını
Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten rûh
Peşinde dalgalanır bestesiyle SeyyidNûh
O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost
Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post
HAFİT PAŞA
Şeyh Yusuf Veli’nin hafidi olduğu için Hafîd Paşa diye anılan ve Şeyh-zâde
Seyyid İsmail Ağa’nın oğlu olan Hafid Paşa’nın asıl adı İbrahim’dir.
1160 (M.1746) yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Diyarbakır’da valilik yapmış
olan İbrahim Hafid Paşa 1128 (M. 1813) tarihinde vefat etmiş olup mezarı Fatih
Paşa Camii bitişiğindeki kabristandadır. Şevket Beysanoğlu bir “Divan”ı olduğunu
ve kendi kütüphanesinde bulunduğunu belirtmektedir. Hafid Paşa’nın aşağıdaki üç
gazelibu divandan alınmıştır.
Yar gelmeyince meclise mey nûş olur mu hiç
Nûş olmayınca bâde de serhüş olur mu hiç
74
Gonçe dehânı haddi gül ve murg-i dil hezâr
Tâ haşrolunca bir dahi hâmûş olur mu hiç
Han-i veslinde lenger-i hûsnücemâline
Perçem gibi cihânda ser-pûş olur mu hiç
Görmüş sihâm-i çeşminiyâ tığ-i gamzesin
Bihûde müptelâları bihûş olur mu hiç
Her bir mahalde ettiğimiz zevk u işreti
Ey nâzenin seninle ferâmûş olur mu hiç
Pendin eser eder mi HAFİD ol peri-veşe
Gûşünenushgüherimengûş olur mu hiç
Kapılmış murg-i dil bir dilbere üftâdekalmışdır
Uçurmuş aklını başdan gönül sevdâdakalmışdır
Düçeşm-i pür-füsûnun aldı aklım ey kamer-çehre
Giriftâr-i dilim ol nergis-i şehlâda kalmışdır
Varın ol bülbül-i şûrideye söylen ki el çeksün
Figaa ü nâile şimdi bu dil-i şeydâdakalmışdır
Sakın pür-gûluk etme mutribâ bu bezm-i işretde
Çıkar peşminessingûş et sadâminâdakalmışdır
Sevin ey bülbül-i şeydâ ki gonçe oldu neşküfte
Hicâb perdesin ref’e eser bir bâde kalmışdır
HAFÎD’e eylemiş te’sirzülf-i amberin-fâmı
Hayâl-i zikr ü fikri kâkül-izibâdakalmışdır.
Derdim ol gonçehezârgülzâra söyler söylese
Subha dek gelmez kesel yekpâre söyler söylese
Oda yansa söylemez pervâneveşizhâr-i aşk
75
Hâl-i zârın dil yine dildâra söyler söylese
Çeşm-i hâb-âlûdeyeefsâne olsa söylemez
Olsa bin efsâne-hân hüşyâra söyler söylese
Söylemez derd-i dilin arz eylemez bir kimseye
Gâhice Mecnûn gibi kûhsâra söyler söylese
Söylemez derdin HAFÎD bin pâre olsa sinesi
Zahm-i tiğinle meğer ol yara söyler söylese
MES’UD LÛTÎ EFENDİ
Ziya Gökalp’in anneannesi Haci Fatma Hanım’ın babası olan Mes’ûdLûtfî
Efendi, halk arasında “Hoca-Mes’ûdEfendî” adıyla tanınmıştır.
“FatînTezkiresi”nde (1271 İstanbul, s. 361) aşağıdaki gazeli örnek alınarak
hakkında şöyle denilmiştir:
Hat-i anber-feşânın mâni’-i bûy-i ‘izâr olmaz
Müsellemdür bu da’vâ kim hutûtaİ’tibâr olmaz.
Cefây-i çerh ile olmaz mükedder hâtr-i âşık
Ruh-i vâsi mir’at-ı sâf-tıynetdegubâr olmaz.
Niyâz-i vaslmümkin mi o meh-ruhsârıgördükte
Hücûm-i şevkdengüftâratâb ü iktîdâr olmaz.
Görüp ruhsâr-i pür-tâbında ol khâl-i cihân-sûzun
Acebkimdür gam-ı aşkınla cânâdâğdâr olmaz?
Şikest-i tişe-i cevr ü cefây-i yâr olmuşdur
Nihal-i maksadunminba’d LÛTFÎ meyvedâr olmaz.
“Nazım-i mûmâ-ileyhLûtfî Efendi, DiyarbekirMüftisi müteveffa Ali
Efendi’nin veled-i sulbi olup, ulûm-i ‘âliyye ve tekmîl-i nüsüh-i ilmiyye ile
mu’ahharen bir müddet DiyarbekirEyâletiNüfûsNezâretihidmetindeistihdâm olunup
neşr-i ulûm-i ‘âliyye ile imrâr-ı subh ü şâm etmekte iken, bin ikiyüz altmış üç senesi
(1847) âzim-i Dârüsselâmolmuşdur”.
76
Ali Emiri Efendi “Esâmî-i Şu’arây-i Amid” de Mes’ûdLûtfî Efendi hakkında
şu bilgileri vermektedir 6:
“Lûtfî. İsm-i âlileri Mes’ud’dur. Serâmedân’iulemâ ve fuzelây-i memleketden
olup, Müftî-i esbak Ali Efendi’nin mahdûmudur. Bir müddet neşr-, ilm-i ‘âliyye ile
meşhul olmuş ve 1252 (1836) senesinde Kürdistan Islâhatına memur Sadri-esbak
Reşid Paşa’nın Arabî Kitabeti’ne ve badehu teşkîl olunan Nüfus Nezâreti’ne tayin
olunmuş idi. Memuriyyet-i mezkûre ile imrâr-i evkaat eylediği talde 1263 (1847)
senesinde vefat eylemiştir. Fazl ü kemâl ve şi’r ü irfanı müstağnî-i tavsifdir. Şu iki
beyit bir gazel-i âlilerindendir:
“Bülbül-i hasret keşüm bilmem gül-i âmâlimi
Kangı berk içre acep kangınihalüstündedür?
LÛTFÎ’yâdârüy-i sıhhat haste-i hicrânına
Nûş-i cân-bahş-i mey-i lâ’l-ı zülal üstündedür”
Abdülgani Fahri Bulduk “Diyarbekir Tarihi” isimli eserinin (s. 283) Şu’arâ
bahsinde 21. şâir olarak anılan “Mes’ûdLûtfîEfendi”nin “üç lisânüzre (Türkçe,
Arapça, Farsça) şiir inşâdınakaadir âlim, fâzıl bir zâtdır. İsmi geçen MüftiHazrolu
Ali Efendi’nin oğludur”, diyerek aşağıdaki iki beyiti birer gazelinden alınma olarak
örnek gösteriliyor:
“Bûy-i vahdet almışambûs-i leb-i peymâneden
Kangı kâfir men’eder meyden beni meyhaneden?”
“Hûn-feşânlıkdan verir mi çeşmi nevbet hançere
Kimse mâilolmasun böyle belâlı dilbere”
Bu iki beyitten birincisi olan, “Bûy-i vahdet almışambûs-i leb-i peymâneden”
isimli eserini Celal Güzelses taş plağa okumuştur.
LEON BOĞOSYAN GÖZENOĞLU
Diyarbakır’da 1900 yılında doğmuştur. Küçük yaşta musikiye merak sarmış,
Diyarbakır’dan İstanbul’a gittikten sonra musikiye olan merakını babalığı olan
KirkorKahya’dan öğrendiği ud ve keman yapmayı Beyazıt Uzun Çarşı Caddesi’nde
kiraladığı 20 numaralı dükkânında devam ettiren bu büyük usta 1979 yılında vefat
etmiştir.
6 Ali Emiri “Esâmî-i Şu’arây-i Amid” Millet Kütüphanesi-sayı: 781, s.90
77
DİKRAN NİŞAN
1911 yılında Diyarbakır’ın Eğil kazasında dünyaya gelen Dikran Nişan, 12
yaşlarında iken Diyarbakırlı Maybali adında kendisi gibi bir Ermeni olan ustadan
ağaç torna da zurna, çeşitli kavallar, dilli düdük, dilsiz düdük (çığırtma), mey
yapımını öğrenmiş; daha sonraları ustalaşarak bu müzik aletlerini “Çırık” denilen
motorsuz el torna tezgahında yapmaya başlamış ve ilerleyen yaşından dolayı
çalışmayı 1973 yılında bırakarak İstanbul›daki Surphaç Ermeni Lisesi Müdürü olan
oğlu HayıkNişan›ın yanına dönmüştür. Bu değerli usta 1999 yılında vefat etmiştir.
HAFIZ MELEK EFEND
Diyarbakır’ın yetiştirdiği makam ve usul ustalarının önde gelenlerindendir.
İstanbul’da Sultanahmet Cami’nde müezzinlik yapmıştır. Burada dost meclislerinde
kendisinden devamlı Diyarbakır makam ve usulleri ile eserler okumasının istenmesi
de makam ve usullerde ne kadar bilgili olduğunun bir göstergesidir.
Hafız Melek Efendi İstanbul’da Sultan Ahmet Caminde önce müezzinlik sonra
imamlık yapan Hafız Sadettin Kaynak’ın da makam ve usul hocalığını yapmış, ona
dini musiki ve ilahiler öğretmiştir.
Hafız Melek Efendi daha sonraları memleketi Diyarbakır’a gelerek burada
Ulu Camii müezzinliği görevinde bulunmuştur. Burada arkadaşları kendisine
“Sivrisinek” lakabını takmışlardır.
Balkan Harbi sıralarında Darülfünun Ulûm-i Şer’iyye Şubesi imtihanına giren
Sadettin Kaynak bu okulu bitirmeden askere gider ve ihtiyat zâbiti (yedek subay)
olarak Diyarbakır’da göreve başlar, daha sonra Mardin ve Harput (Elazığ)’da bulunur.
Diyarbakır’da eski hocası Hafız Melek Efendi ile karşılaşınca çok mutlu olur.
Eski hocasından Diyarbakır halk musikisi ve klasik Türk sanat musikisi eserleri ile
makam ve usullerini öğrenir. Hatta birçok Diyarbakır eserini daha sonraları plağa
okuyan Sadettin Kaynak, “Buralarda halk musikisini esas kaynaklarından tetkik
ettim” der.
“Ay doğdu batmadı mı” isimli eseri hocası Hafız Melek Efendi’den almış
fakat güftelerini değiştirmiştir. (Detaylı bilgi yayınlamış olduğum, “Diyarbakır
Tarihi, Diyarbakır Kültürü, Diyarbakır Müziği ve Folkloru” isimli üç ciltlik eserimde
mevcuttur).
Hafız Melek Efendi’ye neden “Sivrisinek” lakabı takıldığını 1997 yılında
Ankara’da oğlu Selahattin’e sorduğumda babasının sesinin çok ince oluşundan
arkadaşlarının bu lakabı taktıklarını belirtmiştir.
FUAT EDİP BAKSI
1912 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelen şairimiz ilkokulu Diyarbakır’da
okumuş, 1930 yılında Elazığ Öğretmen Okulu’ndan mezun olarak değişik yerlerde
öğretmenlik yapmış, 1937 yılında fark imtihanını vererek İzmir Erkek Lisesi
78
edebiyat öğretmenliğine atanmış ve İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nde edebiyat
hocalığı yapmış, 1963 yılında emekli olmuştur.
İlk şiirlerini Diyarbakır’da dayısının evinde yapılan velme/velime gecelerinde
halk şairlerini dinleyerek bunlardan etkilenip yazmaya başlamıştır. Basılmış eserleri
ve yirminin üzerinde şiiri bestelenen şairimiz, 1974 yılında İzmir’de vefat etmiştir.
Bestelenen eserlerinden bazıları şunlardır:
Eserin Adı
Rüzgar kırdı dalımı ellerin günahı ne Bestekar
Selahattin Erköse
Makamı
Buselik
Bu akşam yine neden bakışların derindeAlaeddin Yavaşça
Hicaz
Üzülme yılların gelse de kışı
Alaeddin Yavaşça
Hicaz
Sana inansam da inanmasam da Alaeddin Yavaşça Hisar Buselik
Dinle bahar türküsünü çiçek yaprakla konuşur Alaeddin Yavaşça
Hüseyni
Her gün bir yeni düşteyiz kucaklamış dağlar bizi Alaeddin Yavaşça Kürdili Hicazkar
Sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır
Alaeddin Yavaşça
Muhayyer Kürdi
Ne bahar belli ne de kış bu dünya böyledir işte Alaeddin Yavaşça
Nihavend
Unuttuk dostu yoldaşı vefamız artık dildedir
Alaeddin Yavaşça
Uşşak
Gel sevgilim son ümit yalnız sendedir artık
Arif Sami Toker
Hicaz
Aşkımın ilkbaharı ilk heyecanım benim Arif Sami Toker
Nihavend
Yüzün penbe güllerden sesin bülbülden güzel
Arif Sami Toker
Nihavend
Nazında senin özlediğim eski cefa yok
Emin Ongan
Çeşm-i nazın süzülüp neş’eden olsa handan
Fahri Kopuz
Nazında senin özlediğim eski cefa yok
Muzaffer İlkar
Gündüzüm karanlık gecem uykusuz
Nuri Halil Poyraz
Hicaz
Nazında senin özlediğim eski cefa yok
Rakım Elkutlu
Ferahfeza
Gündüzüm karanlık gecem uykusuz
Rakım Elkutlu
Hicaz
Her gün yeni bir naz yaratan yardan usandık
Rakım Elkutlu
Sevdi gönlüm daha ilk gün o hayal esmerini
Rüştü Şardağ
Kürdili Hicazkar
Uşşak
Kürdili Hicazkar
Muhayyer
Hicaz
Nedir bu dünyanın hali gölgeli bir dal kalmamış Rüştü Şardağ
Hicazkar
Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı
Rüştü Şardağ
Hüzzam
Senden kesmedim henüz ümıdimi büsbütün
Rüştü Şardağ
Rast
79
Ak saçlarıma değil gönlüme bak sevgilim Nihavend
Selahattin Erköse
Niye dargın gibisin söyle niye
Selahattin İnal
Hüseyni
Bir bahar akşamı rastladım size Selahattin Pınar
Hicaz
Dile düştüm senin yüzünden yine Selahattin Pınar
Karcığar
Bakışı çağırır beni uzaktan Selahattin Pınar Muhayyer Kürdi
Yüklüyüm dertlerden yana
Yusuf Nalkesen
Bayati
Bahtım gibi bak gözlerinin rengide esmer
Yusuf Nalkesen
Uşşak
CAHİT SITKI TARANCI
2 Ekim 1910 yılında Diyarbakır’da Sur içi Cami Kebir Mahallesi üç numaralı
evde dünyaya gelmiştir. Babası Bekir Sıtkı, annesi Arife hanımdır.
İlk tahsilini Diyarbakır’da, orta öğrenimini İstanbul’da Kadıköy Fransız Saint
Joseph Lisesinde tamamladıktan sonra Galatasaray Lisesinden 1931 yılında mezun
oldu.1931-1935 yılları arasında İstanbul Mülkiye Mektebi’nde ve Yüksek Ticaret
Okulu’nda okudu. 1938-1940 yıllarında Paris’te SciencesPolitigues’teyüksek
öğrenimini tamamladı. Bu sırada Paris Radyosunda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı.
1944 yılında Türkiye2ye dönerek Ankara’da Anadolu Ajansı, Toprak
Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı’nda çevirmen olarak çalıştı.
Sade bir üslupla yazdığı birçok şiiri vardır ve bu şiirlerinden bazıları
bestelenmiştir.
1954 yılında yakalandığı ağır hastalık sırasında felç geçirdi. Tedavisi için
Viyana’ya götürüldü. 13 Ekim 1965 yılında orada hastanede vefat etti Cenazesi
Türkiye’ye getirilerek Ankara’da defnedildi. Şairimizin, “Ziya’ya Mektuplar”,
Düşten Güzel”, “Ömrümde Sükut” ve “Otuz beş Yaş” isimli eserleri olan Cahit Sıtkı
Tarancı’nın güftesi kendisine ait olan bestelenmiş eserleri şunlardır:
Eserin Adı
Besteleyen
Makamı
Bu tatsız akşam saatinde
Alâeddin Yavaşça Segah
Buldum Yıllardır Kaybettiğim aynayı Nalân Aksoy
Zirgüleli Hicaz
Ne doğan güne hükmüm geçer
80
Dünya gözüyle görsek murada ermek
Ahmet Hatipoğlu
Ne doğan güne hükmüm geçer
M. Nurettin Selçuk
KürdiliHicazkar
Mahur
Gitti gelmez bahar yeli
Segah
Hatıralar
Hüzzam
FAİK ALİ OZANSOY
Diyarbakırlı Saîd Paşanın küçük oğlu olarak 1875 yılında Diyarbakır’da
dünyaya gelen Faik Ali Ozansoymilli şairimiz Süleyman Nazif’in kardeşidir.
İlköğrenimini Diyarbakır’da tamamladıktan sonra İstanbul’da Mekteb-i
Mülkiye’ye girdi. Askeri Rüştiye ve Mekteb-i Mülkiye’yi 1901 yılında bitirdi.
Birçok yerde kaymakamlık görevinde bulunduktan sonra Diyarbakır’da valilik
yaptı. Ebubekir Hazım Tepeyaran’ın dâhiliye nâzırlığı sırasında müsteşarlığa atandı.
Bu görevde iki aylık iken hükümetin düşmesi sonucu istifa etti.
1931 yılında Dahiliye Müsteşarlığında emekliye ayrıldı. 1 Ekim 1950 yılında
Ankara’da vefat eden bu değerli devlet adamı ve şairimizin, Fani Teselliler (1900),
Mithat Paşa (19119, Temâsil (Timsaller, 1912), Elhân-ı Vatan (1915) şiir kitapları
ve Payitahtın Kapısında (1918), Nedim ve Lâle Devri (1950-1969) isimli piyesleri
vardır. Güftesi kendisine ait olan bestelenmiş eserleri şunlardır.
Eserin Adı
Benden ey nâşukanenzarın
H. Sadeddin Arel
Gel harâb-ı hasretim bilmez misin hicran eder
Yüreğim çarpar
Zaman olur ki
Besteleyen
Rıdvan Lale
Zaman olur ki ânın hacle-i visâlinde
Ferahnümâ
Sûz-i Dil
NezahatSoysev Kürdili Hicazkar
Lemi Atlı
Sahilden uzaklaştık elin şimdi elimde Münir Nurettin Selçuk Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey
Makam
Sadi Hoşses
Lemi Atlı
Hüseyni
Hüzzam
Kürdili Hicazkar
Hüseyni
SÜLEYMAN NAZİF
1870 Diyarbakır doğumlu olan Süleyman Nazif, Servet-i Fünun dönemi
yazarlarındandır. Fransızca ve Arapçayı özel eğitim alarak öğrendi. Vatan, millet ve
özgürlük konularına ilgi duydu. II. Abdülhamit dönemine karşı çıkarak Paris’e gitti
ve sekiz ay kaldı.
Meşveret adlı gazetede yazılar yazdı. Dönüşünde vilâyet mektupçusu olarak
sürgüne gönderildi.
81
II. Meşrutiyet döneminden sonra Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve
Bağdat valiliklerinde bulundu. İstanbul’a dönünce İstanbul’un işgaline karşı yaptığı
konuşmalar ve Kara Bir Gün başlıklı makalesi nedeniyle kurşuna dizilmekten son
anda kurtuldu.
Ateşli, sert konuşmaları yüzünden işgal kuvvetlerince Malta’ya sürüldü.
Sürgünden dönünce yeniden gazeteciliğe başladı ve ölünceye dek Resmî Gazete’de
yazdı. Gizli
Toplumsal ve ulusal davaları savunan düşüncelerini ve duygularını çarpıcı,
vurgulu ve uyumlu bir biçimde açıkladı. Şiirlerinden çok iyi bir düz yazı ustası
olarak ünlendi. Bestelenmiş şiirlerinden bazıları şunlardır:
Eserin Adı
Besteleyen
Makamı
Bahar olsa çemenzarolsââlem handeler olsa
Fahri Kopuz
Hicaz
Ağy.âr ile sen geşt-ü güzar eyle çemende
Bimen Şen
Hicaz
Derdimi ummana döktüm âsumâna inledim
Şerif İçli
Hicaz
MUNİS FAİK OZANSO
Faik Ali Ozansoy’un oğludur. Aynı zamanda Süleyman Nazif’in de yeğeni
olan Münis Faik Ozansoy Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Hukuk
Fakültesi’nden mezun oldu. Bürokratlığı yanı sıra babası gibi iyi bir şaridir.
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Başbakanlık Müsteşarlığı görevlerinde
bulundu.
İlk şiirini 1930 yılında lise talebesiyken yazdı. Şark, Çığır, Millet, Bayrak,
Hisar dergilerinde şiirleri yayınlandı. 1911 yılında doğup, 1975 yılında vefat eden
şairimizin bestelenmiş eserlerinden bazıları şunlardır:
82
Eserin Adı
Besteleyen
Makamı
Bir mevsim o yollardan
Muzaffer İlkar
Nihâvend
Gezerken yağmurda
Münir Nureddin Selçuk
Nihâvend
Güller
NezahatSoysev
Nihâvend
Gün doğmada bak tan yeri rüya gibi süzgün
Bilge Özen
Nihavend
Her şey yabancı hissime yalnız sen âşina
NezahatSoysev
Körfez
NezahatSoysev
Neveser
Ne çabuk geçti baharın unutulmaz seheri
Gültekin Çeki
Sûznâk
Acem Aşîrân
DİYARBAKIR MUSİKİSİNDE EŞLİK ÇALGILAR
Kökü çok eskilere dayanan Diyarbakır musikisinde kullanılan eşlik çalgılar
hakkında Evliya Çelebi şu bilgileri vermektedir:
Ud: Ortadoğu’da ve günümüzde de yaygın olarak kullanılan bir sazdır.
Tambur: Sekiz telli çok uzun saplı çalgıdır. Klasik Türk musikisinin gözde
sazıdır.
Rebab: Yaylı bir saz olup, bu sazın bazı türleri mızrapla çalınır.
Kanun ve Santur: Çok telli çalgılardandır.
Çeng: Basit bir arptır.
Musikar: Bir tür mızıkadır.
Nefir: Perdesiz, madeni, bir nefesli çalgıdır.
Ney: Bilinen klasik çalgıdır.
Dehenk/Dühenk: Çift borulu nefesli bir çalgıdır.
Düzelle: Küçük bir klarnete benzeyen çift borulu üflemeli çalgıdır.
Mizmar: Nefesli sazdır.
Diyarbakır’da gerek Halk Musikisi ve gerekse Türk Sanat Musikisi icra
edilirken şu eşlik çalgılar kullanılır:
Cümbüş: Bumusiki aletini icat eden Zeynel Abidin Bey’dir. Atatürk bir
sohbetinde “Her alanda yeniliği başardık, musiki hariç” diye yakınır, 14 Ocak 1930
günü Atatürk’ün huzuruna çıkan Zeynel Abidin Bey yaptığı bu yeni çalgıyı Atatürk’e
tanıtır7. Aleti beğenen Atatürk, Zeynel Abidin Bey’e “Bu çalgı hangi meclise girse
etrafa neşe saçar. Adı Cümbüş olsun”8 der. Soyadı kanunu çıktığında Zeynel Abidin
Bey, cümbüşçü soyadını seçer9. Bu çalgı aletinin teknesi alüminyum, göğsü deri
olup sapı ahşaptır. 1932 yılından sonra kullanımı yaygınlaşmıştır. Diyarbakır’da sık
kullanılmasının sebebi meydan sazı olmasıdır.
Çığırtma: Üflemeli bir halk çalgısıdır. Kemik, ağaç, kamış veya demir borudan
yapılan dilsiz düdüktür.
Davul: Enli ve büyük bir kasnağın iki tarafına deri geçirilerek yapılır. Deriden
yapılan bir askıyla boyna asılarak sarkıtılır. Tokmak ve ince bir çubuk ile çalınan
gür sesli vurmalı bir alettir. Bilhassa Diyarbakır‘da düğünlerde, bayramlarda zurna
eşliğinde çalınır.
7 Enis Berberoğlu, 3 Ekim 2003 tarihli Hürriyet gazetesi ilavesi, s.5
8 Enis Berberoğlu, agg., s. 5
9 Enis Berberoğlu, agg., s. 5
83
Dümbelek (Darbuka): Usul vurma aleti olan dümbeleğin madeni olanlarına
(darbuka) denilmektedir. Ağız kısmı deri kaplı olup daire şeklindedir. Halk
musikisinin vazgeçilmez eşlik çalgısı olan dümbelek diz üzerine konularak çalınır.
Kanun: İlk olarak Farâbi tarafından icat edildiği söylenen kanun dikdörtgen
şeklinde tahta bir tabela üzerinde olup, sol ucu kıvrık ve uzundur. Üzerindeki teller
sekiz grup halinde bağırsaktan yapılmaktadır ve 72 tanedir. Elin işaret parmağına
takılan yüksüklere tutturulmuş mızraplarla çalınır. Celal Güzelses’in kurucusu ve
başkanı olduğu Halk Musiki Cemiyeti’nde Gazi Gurbet, Abdulhaluk Ocak ve Naci
Balıkçı, Diyarbakır’ın kanun çalanları arasında ilk akla gelenlerdendir.
Kaval: Nefesli çalgılardan olup dilli ve dilsiz olarak ikiye ayrılan kaval 40-80
cm uzunluğunda, önde 7 ve arkada 1 perde deliğinden oluşmaktadır. Şimşir, gürgen
ve meşe gibi sert olan ağaçlardan yapılanlarının yanı sıra pirinç gibi madeni olanları
da vardır.
Keman: Yaylı sazlar içersinde en çok sevilerek dinlenen çalgılardan biridir.
75 cm’lik bir yay ile çalınır. Öğrenilmesi çok zor olan bir musiki aletidir. Cümbüş
çalarak musikiye başlayan Diyarbakır musikisine büyük hizmetleri olan Hüsnü
İpekçi, kemanı Celal Güzelses’ in tavsiyesi ile 6–7 ayda günde en az 6 saat çalışarak
öğrenmiştir. 1949 yılından 1959 yılına kadar Celal Güzelses’ e eşlik etmiştir.
Kudüm: Tasavvuf musikisinde yaygın olarak kullanılan usul vurma aletidir.
Bilhassa Diyarbakır‘da Gülşeni tekkesinde kullanılmıştır. Kudüme bu tekkede
‘kudüm–i şerif” denilmiştir. Nakkareden büyük, kösten küçük olan kudümün
kendine has güzel bir sesi vardır.
Nakkare: Bir çeşit davula benzeyen ve vurmalı sazlardan olan nakkare, iki
basit dümbeleğin yan yana ve birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Elle veya iki
küçük değnekle çalınır.
Ney: Nefesli sazlardan olup üflenerek çalınır. Bilhassa tekke (tasavvuf)
musikisinde çok kullanılan ney, Diyarbakır’da Gülşenî ve Rufaî tekkelerinin
vazgeçilmez sazı olmuştur. İnsanda derin hisler uyandıran etkili bir çalgıdır.
Santur: Telli çalgılardan olup bir dönem Diyarbakır’ın en çok kullanılan
sazlarındandır. “Diyarbakır düğünleri sazlı, sözlü, santurlu olur” tekerlemesi de
bunu teyit etmektedir. Bugün pek kullanılmayan santur, kanun şeklindedir. Tellerine
iki küçük tokmakla vurularak icra edilir. Bu tokmaklar ucu topuzlu iki değnektir.
Santurun ucu kanunun gibi kıvrık değildir. Tahtası dikdörtgen şeklindedir. Sesi
incedir. 72 telli olup, teller üçer üçer bir arada olduğundan 24 perdelidir.
Tambur: Mızraplı sazların en güzelidir. Halk musikisinde ve tasavvuf
musikisinde kullanılmıştır. Diyarbakır‘da bir dönem kullanılan tambur günümüzde
pek kullanılmamaktadır.
84
Tef: Vurmalı çalgılardan olup bir kasnağa geçirilen deriden yapılır. Zilli veya
zilsiz olanları vardır.
Ud: Mızraplı çalgılardan olup Diyarbakır’da bir dönem hemen hemen her
evde bulunur idi.
Zurna: Üflemeli bir halk sazı olup gür sesi vardır. Diyarbakır’da genellikle
davul eşliğinde çalınır.
Zilli Maşa: Türk halk musikisinde kullanılan bu usul tutma aleti Diyarbakır’da
sık kullanılmaktadır.
GÜFTE, MAKAM VE USULLER
İpekçiler, demirciler, kazancılar, kuyumcular gibi zanaatçıların mesleklerini
icra ederken söyledikleri eserlerin güfteleri genellikle Diyarbakırlı şairlere ait olup
makam ve usuller bu zanaatçıların ağzında, yaptıkları işler ile uyum sağlamıştır.
Konu ile ilgili bilgileri Evliya Çelebi şöyle nakletmektedir:
“Demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri
çıkarırlar. Âhenkli bir şekilde Kâr (Dindışı söz musikisinin en büyük eserlerine
verilen isimdir. Güftesi genellikle gazel olan Kâr, bir fasılda peşrevin hemen ardından
söylenir) ve Nakş (Her beyitten sonra ilave olunan terennümler), Zecel (Mağrib’e ait
bir şarkı formudur) ve doğu şarkıları çalarken hem kâr ederler (iş yaparlar) hem de
şarkı (kâr) okurlar. Hizmetçileri çekiç vururken yirmi dört tür usûl ile ‘tır taka tırtâk
tırtır tâk’, diyerek ‘çift düyek’ usûlünde çekiç vururlar. Körüklerini yine Sofiyâneusûl
ile çekerler.
Özellikle hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden Segâh
makamı, (Doğu ve Güneydoğu Anadolu da sık kullanılan bir makamdır) kimilerinden
ise Dügâh ve Yegâh makamı duyulur ve usulü yay çemberi veya sakil usulüdür.
Hallaçlar ‘tır taka tır taka, taka’, ‘tır taka tırtırtâk’, ‘tırtâktâk’, ‘tır taka tırtır tak’,
‘tırtâktırtırtâk’ diye sakil usulüyle tokmak vururlar.
Kazancılar da örs üzerinde kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘tântânetântâne’
diye Sofiyâne usulüyle çekiç vurdukları zaman, Hüseyni (Halk müziğinin en çok
kullanılan makamıdır) makamındaki sesi duyan ve usullerini gören maarif sahipleri
hayran kalır. Sanat sahipleri her yönden bu derece yetkin ustalardır”10.
14. yüzyılda yaşayan ve divan edebiyatımızın önde gelen şairlerinden, asıl adı
İmadettin olan Diyarbakırlı Nesimî’nin aşağıdaki gazeli Diyarbakır ve yöresinde
kullanılan makamların bazılarını belirtmektedir:
Hasret yaşı her lâhza kılur benzimizi saz
10 Nakleden Martin Van Bruinessen, HendrikBoeschoten, Evliya Çelebi Diyarbekir’de,
2003,. İstanbul, s.268
85
Bu perde de bir yâr bize olmadı demsaz
UŞŞAK meyinden kılalım işret-i NEVRUZ
Ta RAST gele ceng-i HÜSEYNİ’deserefaz
Bir ÇARGÂH’ılûtf kıla hasn-ı bazargi
Küçük dehen’inden bize ey dilber-i ŞEHNAZ
ZENGÛLE sıfat nâle kılalım zâr-ı SEGÂH’e
Çünazm-i HİCAZ eyleye mahbûb-i hoş âvaz
Aheng-i İSFEHAN kılurolnây-i IRAK’ı
REHABİ yolunda yine canın kıla pervaz
Gönlüme HİSAR eyledi ol rûy-i MÜBERKA
Gel olma MUHALİF bize ey dilber-i tennaz
ÇünŞÛ’e gelip aşk sözün dese NESİMİ
Zevkinden onun cuşa gelir sai’
KULLANILAN MAKAMLAR
Genellikle Diyarbakır’da hüseyni, uşşak (ibrahimi), hicaz (şirvani), muhalif
(segah), saba, muhayyer, kürdi, hüzzam, mahur (beşiri), rast, şirvani, nevruz, arazbar,
kesik makamları sık kullanılan makamlardır.
Arazbar: Türk musikisinde kullanılan eski makamlardan olup, bir dönem
Diyarbakır’da yaygın olarak söylenilmiştir. Şanlıurfa ve Elazığ’da bu makama
Elezber denilmektedir.
Aşiran: “Hüseyni- Aşîrân perdesinin (mi) ve makamının kısaltılmış şekli”11.
Bu makama Diyarbakırlı Yahya Çelebi’nin “Yaşım ki gözde aksi ârız-ı canâna
düşmüştür” eserini örnek verebiliriz.
Beşiri: Mahur makamının uzunhava şeklinde söylenmesidir. Rahmetli
Garabet (Bube) Menekşe, Diyarbakır’da bu makamı çok güzel icra edenlerden
biriydi. Genellikle bu makamda hoyratlar söylenmektedir.
11 Yılmaz Öztuna, Türk Mûsikîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Atatürk Kültür
Merkezi Yayını, Ankara 2000, s. 22
86
Divan: Halk edebiyatında bir şiir biçimi olup, saz şairlerinin kullandıkları
hece ölçüsünün on beşli kalıbıyla söyledikleri veya aruz vezninin belli kalıplarından
oluşan divan şiirine verilen addır. Halk musikisinde türküden fazla, şekil düzgünlüğü
ve söyleniş bakımından daha çok şarkıya benzerler. Divan, uzunhava gibi serbest ve
usulsüz olarak söylenebilindigi gibi usullü ve hareketli olarak da söylenmektedir.
Diyarbakır divanı üç hane olup her hanenin kendine has ara nağmesi mevcuttur.
Diyarbakır divanı olarak “Buy-i vahdet almışambûs-i lebi peymaneden” adlı eseri
örnek verebiliriz.
Evc (Eviç): Türk musikisinde bir makam olup bir dönem Diyarbakır’da sık
kullanılmıştır. Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Nakşibendi’nin, “Nice demdir ki seyr-i
marû-yiyârdandûruz” eseri bu makamda olup “Devri Revan” usulündedir.
Garib Hicaz (Hicâz-ı Garib): 20. yüzyıl başlarında sıkça kullanılan bu
makam bugün pek kullanılmamaktadır. 1860 yıllarında vefat eden Diyarbakırlı
Nigahî Baba’nın ”Aşıkı Sadık Menem” adlı eseri yine Diyarbakırlı olan Mevlithan
Mustafa Beybur tarafından bu makamda okunmuş olup görüntülü video ses kaseti
arşivimdedir.
Hüseyni: Türk musikisinde kullanılan en eski makamlardan biri olup halk
musikisinde de çok kullanılan bu makam, Diyarbakır‘da sevilerek söylenip dinlenir.
Örnek olarak “Karpuz Kestim Sulandı” eserini verebiliriz.
Hüzzam: Adından da anlaşılacağı gibi hüzzam ifade eden bir makamdır.
Bu makamın segâh makamından ilham alınarak yapıldığı tahmin edilmektedir.
Hüzzam gazel olarak “Visalinle bu şeb ey yari canım şâduman oldum” adlı eserle
Diyarbakır’da okunmaktadır.
Hicazkâr: Bu makam, zengûle makamının bir ton peste, rast (sol) perdesine
nakledilmiş şeddidir12. Sözü ve müziği Celal Güzelses’e ait olan “Ne Güzelsin
Diyarbakır” isimli eser bu makamda olup rahmetli bu eserini plağa okuyamadan
vefat etmiştir. Bu eseri Celal Güzelses’in talebelerinden olan Suphi Martağan’dan
derledim.
Hicaz: Diyarbakır’da sevilerek söylenip dinlenir. “Aldı zihr-i tigine bir nim
nigâhle âlemi” ile Diyarbakırlı Ahmet Verdi Çelebi’nin “Seni terbide benden olsa
a’dâ ittifak üzere” adlı eseri bu makamdadır.
Irak: Çok eski makamlardan biri olup şimdi pek fazla kullanılmamaktadır. Bu
makamın inici bir şekli olan eviç makamı bunun yerini almıştır. Bu makam segah
dörtlüsünün ırak perdesindeki şeddi ile uşşak dörtlüsünün birleşmesinden meydana
gelmektedir13. Türk Musikisinin fikrimizce en büyük eseri, şaheseri olan Itri’nin
tekbiri bu makamdandır.Örnek olarak Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Nakşibendi’nin,
usûl-i nim devrindeki “Sevda-i mümkinât asar-ı sun-i bisuhan söyler” adlı eserini
verebiliriz.
12 Yılmaz Öztuna, age, C.1,s.264
13 Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi MEB Yayınları Ankara 1969, C.1 s.280
87
İsfehân: Yedi asırlık bir makam olan isfehân, ismini İran’daki ünlü İsfahan
şehrinden almıştır. Türk musikisinde bir dönem çok kullanılmıştır. Diyarbakırlı
büyük üstat Seyit Nuh’un “Feryad ederim zülf-i siyahkarım elinden” ile “Yarın
bilirüzbezmimize rağbeti vardır” adlı bu iki eseri isfehan makamındandır. Buselik
beşlisi, dugâh (lâ) üzerinde rast dörtlüsü ve bayati makamından yapılmıştır14.
İbrahimi: Tahir makamının bir dalı olan ibrahimi Diyarbakır’da sık söylenen
ve sevilen bir makamdır. ”Silmedin göz yaşını aşkın ile ağlayanın” bu makamdadır.
Kesik: Diyarbakır’da ibrahimi olarak bilinen “Kara gözler”e yakın bir ezgi
ile söylenen bir makamdır. “bahar olup yeşillenir bu bağlar” bu makamdadır.
Kürdi: Bugünkü bayati makamına tekabül eden bu makam Diyarbakır’da
sık kullanılmaktadır. Hüseyni makamının özelliklerini taşır. Örnek olarak “Yavrum
bögün kalemi kaşta koydun” adlı eser ile yine Diyarbakırlı Yahya Çelebi’nin
“Murg-i dilimim kârını gegnâleler etti” eserini verebiliriz.
Muhalif Hoyrat: Segâh makamının muhalif dalında okunanına verilen addır.
Mahur: Halk musikisinde oldukça sık kullanılan bu makam çargah makamının
rast perdesindeki şeddidir. Diyarbakır’da halen sık kullanılan bir makamdır. Örnek
olarak “Benim yarim yaramazdır yaramaz” ile “Bağdadın Hamamları”nı
verebiliriz.
Maya: Türk halk musikisinde sık söylenir. Mayalar genellikle tek dörtlüklerdir.
Kendine has ara nağmesiyle icra edilen Diyarbakır mayası güveyi gezdirmelerinde
çok okunur idi. Diyarbakır’da söylenen yüzlerce maya dörtlükleri mevcuttur. Tespit
ettiğim bu dörtlükler kitabın mayalar bölümünde verilmiştir.
Muhalif: Eski bir Türk sanat musikisi makamı olup, halk musikisinde hüzzam
makamına tekabül eden bu makam, Diyarbakır’da sıkça kullanılmaktadır.
Muhayyer: Türk musikinde hüseyni makamının inici şekline verilen adıdır.
En eski nazariyat kitaplarında adı “Muhayyeru‘l– Hüseyni” şeklinde geçmektedir15.
Bu makam, halk musikisinde de çok kullanılmaktadır. Diyarbakır‘da çeşitli
uzunhavalar, bu makamda söylenmektedir. Bu makama Diyarbakır’da söylenen “İki
de keklik bir derede imanım da ötüyor” eserini örnek verebiliriz.
Nevruz: İsmini nevruz gününden alan çok güzel bir makamdır. Celal Güzelses
İstanbul’a plak doldurmaya gittiğinin bir defasında kendisine kemanıyla eşlik eden
Nubar Tekyay’a “Bana bir Nevruz yap” der. Nubar Tekyay hemen elindeki kemanı
dizinin üzerine bırakarak der ki: “Ben Udi Arşak’ın oğluyum. Ben ki musikide
bilmediğim makam yok derdim. Böyle bir makam da mı var?” Celal Bey de “Evet
böyle bir makam var ve bu Diyarbakır makamıdır.” der ve Nubar Tekyay’a bu
makamı daha sonra öğretir.
14 Yılmaz Öztuna, age, C.1, s.283
15 Yılmaz Öztuna age, c.2, s.35
88
Nişabur: Adını Horasan’daki bir şehirden alan bu makam 1700–1800 yılları
arasında yaygın olarak kullanılmıştır. Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Çemende cüyveş
bu cüst ü cülar hep seninçündür” eseri bu makamdadır.
Nihavend: Bu makam da Diyarbakır’da sevilerek icra edilir.
Nühüft : Şimdilerde pek kullanılmayan bu makam da bir dönem Diyarbakır’da
sık kullanılan makamlardan biri olup Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Ta kim hatin ey
mah-ı cebinim yüze çıktı” eseri bu makamdadır
Sabâ: Hüzün, elem, neşe ve bilhassa dini musikide yaygın olan ve çok sevilen
bu makam bir dönem Diyarbakır şarkı ve türkülerinde kullanıldığı gibi, camilerin
minarelerinde okunan sabah ezanı da muhakkak surette sabâ makamında okunur
idi. “Bir dalda iki kiraz” ile “Hangi bağın bağbanısangülüsen” adlı bu iki eseri
Diyarbakır’da okunan sabâ makamına örnek olarak verebiliriz. Sabâ gazel olarak da
“Derman araman derdime gözyaşımı silemem” adlı eseri örnek verebiliriz.
Sümbüle: 19. yüzyıldan önce bu makama “muhayyer sümbüle” denildiği
bilinmektedir. Bu makam acem-aşirân, sabâ dizisinden birkaç sesin eklenmesiyle
yapılmıştır.
Segâh: Bu makam Diyarbakır’da genellikle tasavvuf musikisinde yaygın
olarak kullanılmıştır. Diyarbakırlı Şahla Mustafa Çelebi’nin “Adem bu bezmigâh-ı
dilarâya bir gelir” eseri bu makamdadır.
Şehnaz: Eski makamlardan biri olup hicazkâr makamının biraz yumuşağıdır.
Uşşak: Tasavvufî duygularla dolu olan bu güzel makam da Diyarbakır’da sık
icra edilen makamlardandır.
Uzzâl: Bu makamaDiyarbakırlı Mahmut Çelebi’nin “Ruh-i alin sanemâreşk-i
şarab olmuştur” eseri ile yine Diyarbakırlı olan Çemen-zade Mehmet Çelebi’nin
“Ey gönül gayriye meyil eyleme cânân bir olur” eserini örnek verebiliriz.
Tahir: Halk musikisinde türkü söylemek için çok uygun bir makamdır.
Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Ne hevâ-yi bağ-ı ruhsân, men esir-i zülf-i yârim” eseri
bu makamdadır.
KULLANILAN USULLER
Diyarbakır ezgileri incelendiğinde Türk musikisinin usullerinin hemen hemen
çoğunu bulmak mümkündür. Usul olarak genellikle 2/4, 4/4, 6/4/, 6/8, 7/4, 8/8, 9/8,
10/8, 12/8 usuller fazlaca kullanılmaktadır,
89
TARİHTEN GÜNÜMÜZE DİYARBAKIR VE KIRSALINDA
MUSİKİ ALETLERİ, MUSİKİ VE EĞLENCELER
Kenan Haspolat*
1. BÖLÜM
Müzik evrensel bir olgudur.Medeniyetin beşiği olan Diyarbakır’da bu alanda
adaöncülüğü görmek ve günümüze kadar bu sanatın kendisini göstermesi doğaldır.
Bu makalede özellikle kırsal bölgede olmak üzere geçmişten bu güne
Diyarbakır’daki musiki aletlerine bakacağız.
NEOLİTİK DÖNEMDE DİYARBAKIR’DA MUSİKİ ALETLERİ
M.Ö. 6000 yıllarında Ergani Grikihaciyan özellikle Bakır dönemi medeniyetine
beşiklik etmiştir.Bu dönem halkının müziğe düşkünlüğü de söz konusudur
Kemiklerin üzerine sertçe bir madde ile sürtülerek ses elde edilen raspa
çentikli kemik sırtı Griki haciyanda elde edilmiştir.
Raspa (çentikli kemik) (1)
ARTUKLULAR DÖNEMİ DİYARBAKIR MUSİKİ ALETLERİ
El-Cezerî’nin Yaşadığı Dönem ve Ünlü Eserinde müzik aletleri
El-Cezerî (1136-1206), Diyarbakır yöresinde yaşamış, Artuklu sarayında “reis
el-âmal” (başmühendis) olarak 32 yıl (1174-1206 arasında) hizmet etmiş bir bilim
adamıdır. El-Kitabın bölümlerinin içerikleri olarak4.Bölümde: müzik otomatları
konusunda 10 şekil var.
El-Cezerî’nin heykelciklerle bezeli otomat su saati, sanatsal dans hareketleri
yapmakta ve müzik sesi vermektedir Şeklin üst kısmında, burçları gösteren ve
dönebilen bir disk, onun altında günün her bir saatine karşılık gelen on iki hücre (içi
boş bölme) vardır. İlk hücrede görülen figür, her saat geçtikçe sağa doğru adım adım
*Prof. Dr. Kenan Haspolat
90
kaymaktadır. Bunun altında, sağda ve soldaki kuşlar (doğan ya da şahin!) her
saat başı birer metal küreyi gagaları yardımıyla alt kısımdaki kâsenin içine düşürerek
ses oluşturmakta, 6 saat sonra da orkestradaki tüm çalgılar hep birlikte çalmaya
başlamaktadır. Buradaki yapay müzisyenler [iki borazan, nakkare (büyük davul),
uzun davul, zil], ahşaptan yapılmıştır ve iç kısımdaki bir su çarkı yardımıyla hareket
ederek oynatılan kollara sahiptir. Üflemeli çalgılar hidrolik kontrollü hava basınçlı
bir kapla bağlantılı olarak çalışmaktadır.
Şekil 1. El-Cezerî’nin, müzisyenli su saati: Yukarıda zodyak işaretleri,
altında on iki hücreli bölme; ilkinde görülen figür her saat başı bir yandaki bölmeye
geçiyor. Onun altındaki metal toplar, şahinlerin gagasından pirinç kâselerin içine
düşürülürken müzik sesi çıkıyor; en altta ise beş müzisyenli orkestra müzik yapıyor.
Şekil 2. El-Cezerî’nin, müzisyenli su saatinin başka bir değişkesi.
91
Onun ilginç kurgulamalarına son görsel örnekler olarak sürekli biçimde flüt
sesi çıkaran terazili bir düzenek (Şekil ).
Şekil 3. El-Cezeri’den: Sürekli çalan bir flüt için terazili araç.
Şekil 3. Ebül İz cezeri’nin çizimlerinden MS. 1200 yıllar
AKKOYUNLULAR DÖNEMİ DİYARBAKIR’DA MUSİKİ VE ALETLERİ
Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Diyarbakır’ı başkent edinmişti.
Uzun Hasan musikiyi çok severdi.Sefere çıktığı zamanlarda ‘Ehl-i
Tarab’denilen ve 98 kişiden oluşan saz heyetini beraberinde götürürdü (3).
16. YÜZYIL OSMANLI DÖNEMİ DİYARBAKIR’INDA MUSİKİ ALETLERİ
Bu noktada 16. yüzyılda Diyarbakır’ı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin
izlenimlerini dinleyeceğiz Evliya çelebi,erbabı zanaatın ne denli musikişinas
olduğunu bakın hangi sözlerle anlatır.’Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp
körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar.Ahenkli bir şekilde Kar ve nakş,
92
zecel ve doğu şarkıları çalarken hem iş yaparlar hem de şarkı okurlar.Çekiç vururken
yirmi dört usul ile ‘tırlaka tırlak tırırlak’diyerek ‘çifte duyek’usulünde çekiç vururlar.
Körüklerini yine sofyan usul ile çekerler. Hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda
yaylarının kirişinden segah makamı,kimilerinden ise Dügah ve yegah makamı
duyulur. Ve usulü Yay çemberi veya Sakil usuludür.Kazancılar da örs üzerine kızıl
renkli bakıra on kişi olarak ‘Tan tane tan tane’diye Sofyan usulüyle çekiç vurdukları
zaman,Hüseyni sesini duyan ve usullerini gören maarif sahipleri hayran kalır (4).
1656 yılında bölgemizi gezen Evliya Çelebi Diyarbakır’da, Dicle kıyılarındaki
eğlenceleri’ne bizzat tanık olur ve bunu ayrıntılı bir biçimde çok da akıcı bir dille
anlatır.
“.....El-hasıl, ehali-yi Diyarbekrün bu Şatt-ül Arab kenarında 7-8 ay zevq-ü
sefalarına halq-i cihan reşk ederler, zira geceleri Qadir, rüzları İd-i Azha olub,
Hüseyn Bayqara fasılları idüp “Fani cihandan sehel kam aldıq” zann iderler. Her
şeb sahil-i Şatt qanadil ve fanüs ve şem-i rih meş’aleler ile çerağan olub Şatt üzere
nice bin san’atlar ile şem-i revgan ve şem-i aselleri tahtalar üzre zeyn edüp bir
tarafdan bir tarafa çerağlar cereyan edüp şeb-i muzlimleri güya ruz-i rüşen olup
her külbede khanende vü sazende vü qaşmeran-ü mütriban-ü meddahan ve avvad
ve çartayi ve şeştari ve berbuti ve qanuni ve çengi ve rebabi ve müsiqari ve tanburi
ve şenturi ve nefiri ve belabani ve neyzen ve dehenkzen; Hülasa-i kelam cem’i
sazendegan ve mizmaregan cümlesi ta vaqt-i şafi’iye dek fasl-i Bayqara edip, badehü
müezzinan’i müsliman aşvat-i hazinlerile temcid-ü temhidler tilavet edüp cümle ehli
tariq ve aşiqan-i şadigan Fişagöraş-i tevhidi ederler...”.
19. YÜZYIL DİYARBAKIR’INDA MUSİKİ 1869-1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine baktığımızda
Askeri birliklerde Mızıka bölüğü olduğunu gözlüyoruz. Örneğin Mızıka bölük
komutanları Yüzbaşı Mustafa Efendi, Mülazım-ı sani Ebuzer ağadır. (Diyarbakır
salnameleri. V/,44).
Bu memlekette musiki ile uğraşan üç zümre vardı.
1. Tekke, 2. Halk, 3. Ermeniler.
Ladini musiki ile doğrudan doğruya Ermeniler meşgul olmuşlardır. Son
zamanlara kadar musiki faaliyetini «çalgıcı» adı ile Ermeni vatandaşları devam
ettirmişlerdir. Türkü, koşma, mani v.s. gibi folklor malı olan musiki onların
repertuvarmda yer almakta idi. Divan, gazel, hoyrat daha çok dinî musiki alanında,
yer almış, sonraları beliren mahallîleşme akımı sonucunda yukarda belirttiğimiz
durumu kazanmış tır. Diyarbakır’da musiki faaliyeti genellikle ve bilhassa düğünlerde
Ermeniler tarafından icra olunmuşturYukarda ladinî musiki ile sadece Ermenilerin
uğraştığına değinmiştik. Bu hal 1908 meşrutiyetine kadar devam etmiş, daha sonraları
Müslüman halk arasından da bu gruplara katılanlar olmuştur. Meşrutiyetten sonra
93
hemen her evde hiç olmazsa bir def, bir dümbelek (dar buka) yer almış, yaz günleri
Dicle Nehri kıyılarında meydana gelen bos tan âlemlerinde o eğlencenin başlıca
esasını teşkil etmiştir Diyarbakır›da musiki son zamanlara kadar sadece darbuka
ile icra olunurdu. Saz, cur’a, bağlama v.s. gibi aletler buralarda kullanılmamıştır.
Yalnız hariçten gelen saz şairleri beraberinde saz getirmişler, fakat burada bunların
yayılmasına yardım edememişlerdir. Tekkelerde daha ziyade arabana, kudüm ve zil
kullanılmıştır. Köylerde gezen dervişler beraberlerinde sadece arabana taşımışlar,
dinî musikiyi Türkçe ve Kürtçe olarak icra etmişlerdir. Yalnız 19. yüzyıl ortalarına
kadar Diyarbakır›da sürekli olarak dinî ayınlarını icra eden Mevleviler, tekkelerinde,
Kadiri, Nakşibendi, Rufai, Gülşeniye tarikatı mensuplarından ayrı ola-rak ney,
nekkare, sine, tanbur ve rubab kullanmışlardır. Ladinî musiki alanındaki aletlere
gelince: bunu da iki şekilde mütalaa etmek lâzımdır. Klasik musiki bestekârlarının
eserleri örnek alınarak mahallîleşme akımı sonucu şarkı tarzında bestelenen eserler
1908’e kadar ud, nadiren keman, ondan sonra ud, keman ve kanun eşliğinde icra
edilirdi. Folklor malı olan türküler de aynı aletleıin eşliğinde söylenmiştir. Bundan
ayrı olarak kaval da bu alanda önemli rol oynamıştır. Bazan kavalı çalan şarkıyı ayrı
olarak okuyup saz kısmını kavalla geçmiş, bazan da kavalının yanında hanende yer
alarak musiki sahasındaki eserler icra olunmuştur. Yalnız bazı Türkmen (Kızılbaş)
köylerinde bağlamaya tesadüf edilmiştir. Bunun ya dışardan gelme, yahut yavaş
yavaş kaybolan saz şairi ve âşıkların bir kalıntısı olması hususu hatıra gelmektedir.
Bağlamaya halk arasında «tanbura» denilmekte ve buralarda ud, kemandan daha fazla
ilgi görmektedir Diyarbakır›da bağlama yoktur. Diyaıbakır›da santur, saz çığırtma
ve kaval kullanılırdı. Bu sazlar bütün eğlence meclislerinde olduğu gibi, düğün ve
nişan merasimlerinde enginliğine göre her birinden ikişer, üçer adet bulundurulurdu.
Sazlara iştirak eden tempo âletleri ise zilli maşa ve deften ibaretti. Darbuka ve diğer
çalgılar sonradan bunlara katılmıştır (19).
CUMHURİYET DÖNEMİ MUSİKİ ALETLERİ
Abdüssettar hayati Avşar ,yatsı namazından sonra konaklardaki musiki
gecelerini ve endtrümanları şöyle anlatır.
Ud, kanun, keman,tanbur,santur,kemençe, rebab, ney, kaval, zilli maşa, zilli
def, darbuka, çarpara, zil bu eğlencelerde müzik aletlerinden bazılarıydı (5).
Diyarbakır musikisinde sazlar: İki çubukla çalınan Kanunun benzeri Santur,
Kanun (sonradan), ud, keman, cümbüş, darbuka, tef ve zillimaşadır. (Zillimaşa
kadın gruplarında bulunurdu). Ud oda sazı, cümbüş açık hava sazı aynı zamanda
bağlamanın yerine ses frekansının yüksekliği nedeniyle bağlama klavyesine
sahip olan metal tanbur, (Mızraplı) manyetiğin yaygınlaşmasına kadar düğünlerde
kullanıldı. Manyetik yaygınlaştıktan sonra tanburun yerini bağlama aldı. Hatta halk
arasında bağlamaya da kısa bir süre tanbur denildi. O dönemde komşu iller ise şu
sazlar ile biliniyorlardı, Şanlıurfa’da bağlama; Mardinde ud, keman, kanun, rebap
(yaylı); Elazığda klarnet, Erzurumda mey, balaban; Bingölde davul zurna (6).
94
Evlerde mutena köşelerde sazı görebilirsiniz
Diyarbakır musikisinde kadınlar ve musiki aletleri
Bilhassa erkeklerin dışarıda olduğu gündüz misafirliklerinde memleket
insanının musikişinaslığından dolayı bilhassa kadim ailelerin kız veya hanımlarının
bir çoğu ud ve tanbur çalardı (7).
Gündüz misafirliğinde ikramların yanı sıra müzik ziyafeti de olurdu
Kenan Aksu Diyarbakırlı kadınların eskiden müzikle daha çok uğraştığını
anlattı. Eskiden evlenen genç kadınların çeyizlerine müzik aletleri ve ud konulduğunu
hatırlatan Aksu, bu geleneğin günümüzde kaybolduğunu söyledi (DİHA).
Şeref Değer, Benim ablam o günlerin Diyarbakır’ında ut çalardı. Karşı
komşu evindeki kadınlar da ut çalardı’ demektedir (8).
TASAVVUF (TEKKE) MUSİKİSİ VE ALETLERİ
Tasavvuf musikisinin temeli dindir. Gayrimüslimler kiliselerde, sinagoglarda
ayinlerini müzik eşliğinde yaparlar. Müslüman kesim ise tekkelerde, mensup
olduklan tarikatların usullerine göre dini ayinlerini genellikle arabana eşliğinde
yaparlar. Mevlütier ve bilhassa minarelerde okunan ezanlar, methiye ve mersiyeler
tasavvuf musikisinin makam ve usul basamakları olmuşlardır. Tekke musikisinde
Divan, Gazel, Hoyrat, Deyiş ve Koşmalar icra edilirdi. Bu eserlerin icrasında
musiki aleti olarak Arabana, Kudüm ve Zil kullanılmıştır. Köylerde gezen dervişler
sadece yanlanrmda bulundurdukları arabana ile dini musikiyi icra etmişlerdir.19.
yy. ortalarına kadar Diyarbakır’da sürekli olarak dini ayinlerini icra eden
Mevleviler tekkelerinde Kadiri, Rufai, Gülşeni tarikatı mensuplarından ayrı olarak
ney, nekkere, sine, tanbur ve rubab kullanmışlardır (3).
95
KLASİK TÜRK MUSİKİSİ VE ALETLERİ
Klasik musiki bestekarlarının eserleri mahallileşme akımının etkisi alünda
kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, keman ve
santur eşliğinde icra edilirdi. Folklor malı olan türkülerde aynı enstrümanların eşliğinde
icra edilirdi. Daha sonraları bu enstrümanlara Kanun, Def, Cumbuş da dahil edilmiştir.
Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde toplanılarak
musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve bestekarlarının da
katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda
açıklanmaktadır. Bu toplantılara “VELME” veya “ HAREFENE” denilirdi (3).
DİYARBAKIR TÜRKÜLERİ VE ENSTRÜMANLARI
Diyarbakır’daki musiki turupları daima zilli def, zilli maşa, darbuka son
zamanlarda buna ilaveten ud, keman, kanun gibi musiki aletlerine yer vermişlerdir.
Bazan sazlar olmadan da zilli def ve zilli maşa ile ye-tinilmiştir. Zilli def Diyarbakır
türkülerinin baş ayırıcısı durumundadır. Ona vurulan fiskeler, zilli defin sallanışı
türkünün karakterini ortaya koymakta (9).
ERMENİ MUSİKİSİ
Diyarbakırlı Ermeni müzisyenler (10).
DİKRAN NİŞAN (1911-1999)
Diyarbakır Egil kazasında doğmuştur. Ermeni asıllıdır. Henüz 12 yaşlarında
iken Diyarbakırlı Maybali adında bir Ermeni ustadan ağaç torna da zurna, çeşitli
kavallar, dillli düdük, dilsiz düdük (çığırtma), mey yapımım öğrenmeye başlamış ve
sonradan ustalaşmıştır. Yaptığı çalgıları motorsuz “Çırık” denen el tornası ile yapar.
96
Kendisi ile konuştuğum 1968 yılında, o zamana kadar 40 bin kadar çalgı yaptığım
söylemiştir. Yaşlılık nedeniyle 1973 yılında çalışmayı bırakarak İstanbul’daki
Surphaç Ermeni Lisesi müdürü oğlu Hayik Nişan’ın yanına dönmüştür.
LEVON BOĞOSYAN GÖZENOĞLU (1900-1979)
Diyarbakır’da doğmuştur. Ermeni asıllıdır. Ud ve keman yapmıştır. Dükkanı,
Beyazıt Uzunçarşı cd. No. 20. Lütiyeliği; babalığı Kirkor Kahya’dan öğrenmiştir (11).
Diyarbakırlı Bir Ermeni Udi Yervant Bostancı:
Buralarda Birileri Vardı… (12)
Yervant Bostancı, ama onu herkes Udi Yervant olarak biliyor. Diyarbakır
Xançepekte, Gâvur Mahallesinde doğmuş. Puşici Kekê Yakonun oğlu, yanık sesli
Xaçadur Temo’nun torunu. İlk ve ortaokulu Diyarbakır’da okumuş. İlk müzik
öğrenimine babası, Kekê Yakonun içli hüzünlü sesini dinleyerek dört yaşında
Diyarbakır’da düğünlerde darbuka çalarak başlamış. 70’li yılların başında hocası
Âşık Zülfi’den bağlama dersleri almış. İlk cümbüş derslerini hocası Bedros
Başak ve dökümcü Siraç Ustadan almış. İlk nota derslerini Celal Güzelses’in
başkemancısı Üstat Hüsnü İpekçi’den, nazariyat ve nota derslerini ise hocası
Zaven Özatmaciyan’dan almış… 1976’nın Aralığının 3’ünde İstanbul’a ağlayarak
göç ettiklerinde babası Kekê Yako’nun ayağında şalvarı, belinde kuşağı ve yıllar
yılı Diyarbekir’linin başını süsleyen puşisini geride bırakarak. İstanbul’a varır
varmaz, 1976’da Üsküdar Musiki Cemiyetine korist olarak girmiş. Üç yıl üniversite
korosunda ud çalmış. 1976’dan, 1992’ye kadar, girdiği Üsküdar Musiki Cemiyetinde
1982’den itibaren ud ile meşklere iştirak etmiş ve hâlâ Üsküdar Musiki Cemiyeti
için “benim ikinci yuvam” diyor. 1992 Mayısının 15’inde, “beynimin her hücresi
Diyarbekirle dolu olarak” ver elini Amerika demiş. Şimdilerde; “Diyarbakır’da
yediğim meftunenin tadını, Diyarbakırlının mertliğini, Babam Kekê Yakonun, Cemil
Paşa Konağında dokuduğu puşinin özelliklerini, müziğimle anlatmaya çalışıyorum.
97
SÜRYANİ MUSİKİSİ
1914 yılı Diyarbakır Süryani Kadim bandosu (15)
Din dışı müziklerinde de genel olarak bölgeye ait enstrümanların zengin
biçimde kullanıldığını görüyoruz: Ud, cümbüş, kanun, darbuka, bağlama, keman,
davul, zurna (16).
KÜRT MÜZİĞİ ÜZERİNE
Hemen belirtmek gerekir ki Kürt müziğinin tarihsel-geleneksel kaynakları
Dengbêjlerdir. Kürt müziğinin temel unsurları Dengbêjler, Stranbêj, Lawikbêj ve
Çîrokbêjlerdir.
Dengbêjler daha çok def (erbane- arbana) kullanırlarken, alevi bölgelerde
balğama kullanılmaktadır. Bu da Kürt Müziğinin zenginliğini ortaya koymaktadır.
Bu noktada Kürt müziği enstrümanlarına da değinmeden geçemeyeceğim.
Enstrümanların çoğu bilimsel olarak yeterince incelenmemiştir; bazıları hakkında ise
tarihçelerine ilişkin en basit bilgiler bile yoktur. Bu duruma yukarda da değinmiştik,
Kürt’lerin günümüzdeki siyasal durumu bu konuda belirleyici olmuştur maalesef.
Kürt müziğinde kullanılan belli başlı enstrümanlar şunlardır: Bilûr (kaval), Dûdûk
(mey), Zirne (zurna), Tembûr (bisk), Santûr, Dembilk (dombak), Def (erbanearbana), Dahol (davul), Rebab, Keman, Qirnata (klarinet), Cûmbûş, Bağlama.
Burada da görüleceği üzere Kürt müziği geniş bir sese ve birikime sahiptir. Belirtmek
istediğim diğer bir konu ise; bugün bağlama enstrümanında kullanılan Bb2 (si bemol
2) sesi Avrupalı müzisyenleri oldukça şaşırtmıştır. Çünkü bu nota sadece bağlama
enstrümanına ait bir ses özelliği taşımaktadır, bunu batı enstrümanlarının hiçbirinde
karşılığı yoktur. Bu yönüyle de çok özel bir durumu vardır. Bugün Kürt müziği,
içinde bulunduğu koşullardan kaynaklı ulusal bilinci ön plana çıkartma yönünde
eserler ortaya koymuştur. Bu şüphesiz olması gereken durumdur. Çünkü her alanda
olduğu gibi müzik alanında da Kürt’lerin kendisini ifade edebilmesi, değerlerine
sahip çıkabilmesi ancak ve ancak hiçbir otoritenin boyunduruğu altına girmemesi
ve bağımsız olabilmesiyle mümkündür. Bu anlamda Kürt müzisyenleri bu misyonu
98
sahiplenmelidirler. Aksi halde bugün TRT’nin arşivinde bulunan yaklaşık 5 bin adet
Kürt eseri Türk Halk Müziği’dir sonucundan kendini kurtaramaz (17). 1949 yılında
Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde
yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır
Diyarbakır’da bundan altmış sene evvel halk arasında terennüm vasıtası olarak 1)
Santur 2) Saz 3) Bağlama 4) Çığırtma 5) Kaval kullanılırmış Bu sazlar bütün eğlence
meclislerinde olduğu gibi düğün ve nişan merasimlerinde zenginliğine göre her
birinden ikişer,üçer de bulunuyordu. Bir düğünün ihtişamını ifade etmek içinv (sazlı,
santurlu, udlu, gülaplı) bir düğün diye söylenirdi Eskiden saza iştirak eden tempo
aleti ise zilli maşa,deften ibaret imiş. Darbuka,saz arasında yer almıştır.
Diyarbakır’ın kendine mahsus musiki icra tarzı:
Herhangi bir toplantıda aşağıdaki sırayı takip etmek bir kaide sayılır:
Diyarbakır’lı Celal Güzelses’in ifadesine göre:
1. Diyarbakır peşrevi 2) Divan 3) Muhalif 4) Kürdi 5) Maya 6) Hoyrat 7)
Beşiri 8) Şirvani 9) Kesik Bundan 60-70 Sene öncelerine kadar halk arasında çalgı
aleti olarak santur, saz, bağlama, kaval, çağırtma, zil, maşa ve tef kullanılırdı. Darbuka
ve zilli tel sonradan bunlara katılmıştır. Bir düğünün ihtişamını ifade ederken “sazlı,
sunturlu, ödlü gülablı bir toy (düğün) “ diye anlatılırdı. Bugün, bu çalgılardan çoğu
artık bilinmemektedir (14).
DİYARBAKIRDA YEREL MUSİKİ ALETLERİ YAPIMI
Aşık Zülfü Yoldaş gençliğinde aktif müzikle uğraşmış, İbrahim Tatlıses’e yol
göstermiş bir ozandır.
Günümüzde şiirle uğraşmakta,Hasan Paşa hanının yanındaki Fevzi Çakmak
işhanında yerel musiki aletleri imal etmektedir.Kendi telaffuzuyla ‘Erbana’, ’Hullo’,
’Davul’ imal etmektedir.
Zülfü yoldaş’ın çalışmaları.
Erbane yapımı
Erbane hem deriden hem de naylondan yani polyesterden yapılır ;bunun diğer
isimleri ‘def’’ veya ‘ bendir’dir
Batıda ‘def’, Orta Anadolu’da ‘bendir’, Güneydoğu Anadolu bölgesinde
‘erbane’ olarak isimlendirilmektedir.
Erbane için önce çemberi 45, 50 veya 60 santimetreye göre ayarlanır, çivi ile
çakıldıktan sonra halka için çengelleri monte edilip halkaları takılır.Ondan sonra derisi
suya koyulur. İyice yumuşadıktan sonra ölçülü şekilde çembere gerilir ve raptiyelerle
etrafına vurulur. 1 saat bekledikten sonra kurur. Kuruduktan sonra etrafına şerit
çekilir. Bu şekilde erbane çalınmak için hazır olur. Bu benim 30 yıllık uygulamamdır.
99
Arabana (Erbana) atölyesi
Arabanalar
Davul yapımı
100
Önce 48 veya 50 santim eni ile iki tarafı bir araya getirilip çivi ile çakılır
.Ondan sonra ince zımpara ile her tarafı düzeltilir. Düzeltildikten sonra vernik
vurulur. Davul kasnağı iyice parlatıldıktan sonra davulun iki tarafına çember takılır.
Davulun bir tarafına güm olarak oğlak derisi diğer tek tarafına ince koyun derisi
çekilir.Bir saat gibi bir zamanda 14 metre davul ipi kullanılır ve biter.Davulun
derileri kuruması için bir yere bırakılır.
Kuruduktan sonra çalınmaya hazır olur.
Çocuk davulları
Hullo yapımı
Hullo deften daha küçük olup eni 30 ve 40 santimetredir .Hullo’da halka
kullanılmadığı gibi derisinin de kalın olma zorunluluğu vardır. Hullo çemberi güzel
bir şekilde vernik ile parlatıldıktan sonra üzerine kalın bir oğlak derisi çekilir. 2 saat
içinde kurur. Derisi kalın olduğundan çabuk kurumaz.Kuruduktan sonra çalınmaya
hazır olur. Bu enstrüman Türk sanat müziği,halk müziği,klasik ve hemen her dalda
çalın.
ARABANA MUSİKİSİ
Arabana ve Bir Musiki örneği
101
Diyarbakırda musikinin bir şekli ilahi okuma ve arabana
ser hivde- silvan- fot. nejat satici (Silvan’da bir sahabeyi anma töreni)
Eğil’de musiki
102
DAVUL VE ZURNA
Eğil ilçesinde esnaf kendi arasında folklor grubu kurmuştur. Davul ve zurna
Halk musikisinde Davul ve zurna (1975- Adil Tekin)
Günümüzde davul ve zurna
103
Kocaköy musiki aletleri (18)
Kavallar
Zurna ve parçaları
Davul
104
Celal Güzelses ve ekibi enstrümanları
105
KAYNAKLAR
1. Devrim Sönmez. Prof. Hasan Bahar Antik Dönemde anadoluda Müzik ve
Müzik aletleri Selçuk Ün. Sosyal Bilimler enstitüsü.Yüksek Lisans tezi. s. 21
2. Prof. Dr. Zeki Tez. El- Cezeri’nin Teknoloji Tarihindeki Yeri Diyarbakır 2.
Nebiler sahabiler Azizler Krallar Kenti Sempozyumu. 2011
3. Vedat Güldoğan: Dünden Bugüne Diyarbakır Musiki Folkloru. 1. Bütün
Yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 2000. s 374,378
4. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır. Diyarbakır 1. Uluslar
arası Suriçi sempozyumu. 20-22 Nisan. 2006. s. 117
5. Tuba Cengiz: Diyarbakır eski suriçi ve surdışı evlerinde çevresel etmenler..
D.Ü. Mimarlık AD. Diyarbakır. 1993. s. 193
6. Hayri Yoldaş. celal Güzelses. Diyarbakır. 2005. s. 9-10
7. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yayİst. 2007.
s. 28,32
8. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay.İst.
2003. s. 246
9. Suphi Martağan Diyarbakır Türküleri Şevket Beysanoğluna 70. yaş
armağanı. San matb. Ank. 1991. S. 361
10. http://team-aow.discuforum.info/t685-Cermug-Cermik-Kazas.htm
11. http://www.bulentsavas.com/html/althtml/calgi.htm
12. 15 Kasım 2009 Şeyhmus Diken Birgün gazetesi
13. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949.
14. http://www.diyarbekir.com/kulturvesanat/edebi/folklorik_yapi.asp
15. Mehmet Şimşek. Süryaniler ve Diyarbakır. 2 Baskı Kent yay. 2006. s.178
16. Şeyhmus Diken / Süryanilerin Müzikal Çığlığı. Radikal 11-8-2002
17. Berkant Coşkun. Kürt Müziği Üzerinehttp://www.mesop.net/osd/?app=i
zctrl&archiv=195&izseq=izartikel&artid=668
18. Naci Akdemir. Kocaköy (Karaz). Kocaköy Kaymakamlığı yay. 2008 s.
414-419
19. Suphi Martağan Diyarbakır TürküleriŞevket Beysanoğluna 70. Yaş
Armağanı. San Matb. Ank. 1991. S. 361
106
DİYARBAKIR EĞLENCELERİ
2. BÖLÜM
Kenan Haspolat*
Dicle kenarında halay
“ARİFANE” SIRA GECELERİMİZ
Bu satırların yazıldığı günler inanır mısınız “ne yaptığını bilmeyen” insanların
haleti ruhiyesi içindeyim.. Bu halimi sizlerin de fark ettiğini bilir gibiyim.. Kah
“hatıralar” deyip bir şeyler karalıyorum, kah “tarih” in içine dalıyor, kendimce
“orijinal” ya da anlatılabilir bulduğum bilgileri aktarıyorum.
“Ünlü” kişilerinden bazı isimleri anarken, “tarihi” yapılarını zikrederken,
“efsane” lerine dokunurken tek bir amacım var, ki, onu daha evvel belirtmiş olmama
rağmen yineleyelim, “Diyarbakır’ın içinde yitik şehir Diyarbekir’i aramak”.
“Sıra gecelerimiz” konusuna da. bu amaçla dokunmak istiyorum. Ayrıca
bu anlatacaklarım Diyarbakır’ın “gündelik hayatından” bir “enstantane” dir
fotoğrafçıların deyimiyle.. Televizyon başta olmak üzere günümüz eğlence
araçlarının olmadığı geçmiş zamanlara dönüp baktığımızda her köyün, her nahiyenin,
her kasabanın ve her ilin bir “sıra gecesi” kültürü, an’anesi vardır.. İsimler değişik
olsa bile bu kültür yaşanan bir güzelliktir..
“Sıra geceleri” o mahallin ediplerini, alimlerini, musikişinaslarını, şairlerini
ve bunları sevenleri bir araya getiren bir olaydır.. Her mahallin kendince yemeği,
türküsü, efsanesi, oyunu vardır. Bunların sergilendiği zamanlardır sıra geceleri.. Ve
Diyarbakır’ımızda da «sıra geceleri» yaşanmıştır..
*Prof. Dr. Kenan Haspolat
107
Günümüzde ise Diyarbakır’ımızın yaşanmayan bu gecelerini anmak, yeni
nesle tanıtmak amacıyla geçtiğimiz zaman içinde «velime gecesi» adı altında «sıra
gecesi» şöleni düzenlendi.. Düzenleyenlerin bu ismi neden vermiş olduklarını bir
türlü anlayabilmiş değilim. Zira «velime» bir düğün yemeğidir ve ancak düğün
merasimlerinde davetlilere sunulan bir yemektir. Bu da çoğunlukla geceleri yenmez,
gündüzleri ikram edilir. Esma Ocak hanımefendiye elbetteki saygıda kusur etmeyiz,
ancak kendileri ısrarla «Velime Gecesi» erkeklerin» dir derken, «harfana» yi kadınlar
için kullanır.. Harfananm ne anlam taşıdığı da tarafımdan bilinmemektedir. Bildiğim
«Arifane» nin güzelliği ve Diyarbekir›e yakıştığıdır.
Bu geçmiş dönemlerin hep yaşanılan gecesine hemen her yerde «sıra gecesi»
dense de Diyarbakır›daki adı «Arifane» dir. Neden arifanedir? Çünkü Diyarbakır
şairlerin, ediplerin, mutasavvıfların, alimlerin şehridir de ondan!.. Arifler diyarıdır ki
“Belde-i nur” diye de anılmıştır bir zamanlar..
“Arifane” sözcüğü bir çok kelime gibi, Diyarbakırlının ağzında bazen
tam telaffuz edilse bile, mutfağa “mutbak” dediğimiz gibi, avukata “abukat”
yakıştırmasını yaptığımız gibi arifaneye “anafene” demişiz.. Ve üç beş genç bir
araya geldiğinde hemen “bu akşam bir anefene yapalım mı?” diye son zamanlara
kadar bu geleneği sürdürmüştür..
Burada merhume annemin anlattıklarını anlatmadan geçemeyeceğim.. Derdi
ki: “biz ahar başındaki evde kiracı olarak otururken görürdük.. Evimizin çok büyük
olan havuşunda bazı akşamlar ev sahibimizin misafirleri gelir otururlar, yemek
yedikten sonra eğlenirlerdi. O zamanlar “Şeyh Mehemet” diye bir genç vardı sesi
çok güzeldi, biz oturduğumuz odanın penceresini açar o genci dinlerdik. O gencin
sonradan “Celal Güzelses” olduğunu öğrendik.. Merhume annemin bu anlattıkları
onun çocukluk dönemlerinde hatırında kalan bir “Arifane gecesinden” başka bir şey
değildir..
“Çiğ köfte” yoktur Diyarbakır’ın “arifane” gecelerinde.. Bu kentin kendine
özgü “dolması” vardır, “terbiyeli kebabı” “mangalda ciğeri” vardır..”Kaymaklı”
kadayıfının tadı unutulur gibi değildir.. “Perşembe ve düşembe” geceleri
Diyarbakır’da “Ariflerin” toplandığı gecelerdir..”Düşembe” pazarı pazartesiye
bağlayan gecenin adıdır..
Yakın zamanlara kadar, acizane on bir arkadaşla bu “geceleri” yaşadığımızı ve
hala o geceleri unutamadığımızı itiraf etmeliyim. Ve şimdilerde Diyarbakır’ımızın
bu güzel gecesinin unutulmaya yüz tuttuğunu görüyor ve feryat ediyorum..
Velime geceleri ile ilgili Abdüssettar Hayati Avşar’ın görüşlerini öğreneceğiz (2).
Diyarbekir’in Velime Geceleri
“Velime Geceleri” çocukluk anılarının en unutulmaz dilimini kapsardı.
Velime geceleri, haftada ya da onbeş günde bir, bir evde toplanılır, Diyarbekir’e
özgü yemekler yapılır, İbrahim Bey Mahallesi’nde oturanlardan Yusuf Azizoğlu’nun
108
amcası Mehmet Ağa, ağabeyinin hanımı Gülistan Bacı ve çocukları, Abdullah
Pirinççi, Şeyhmus Hayati Bey gibi şahsiyetlerin katılımıyla bu gecelerde edebiyattarih- dini sohbetler yapılırdı. Mağrip namazından sonra iki sofra kurulurdu, sofralar
gelenlerin getirdiği yemeklerden oluşan- kaburga dolması, duvaklı pilav, içli köfte,
çeşit çeşit tatlılar, çok renkli, çok tatlı yiyecek ve içeceklerle donatılırdı. Büyükler
ve gençler için kurulan sofralarda kuralı yine bozan Abdüssettar olurdu. Babasının
olurunu alarak daima büyüklerin sofrasında oturur, onların ilim dolu sohbetlerini
dikkatli bir şekilde dinlerdi. Çocuklar akşamın ilerleyen saatlerinde ısrarla hekât
(hikâye) isterlerdi, onları eğlendiren bir hikâye vermeden geçmek olmaz:
Bir Pîre’nin (nene) evde yalnız olduğu günlerden birinde eve hırsızlar
girer. Hırsızlar eşyaları toplamaya başlarlar, Pîre yüksek bir sesle: Sepet altındaki
incirden isterem!!!!! /Sepet altındaki incirden isterem!!!!! / Sepet altındaki incirden
isterem!!!!! diye bağırır. Hırsızlardan biri: “Ona incir verip, sesini keselim” der.
Pîre inciri çiğnemeye başlamış. Bu sefer başka bir nakaratla, yine çok yüksek
bir sesle: Kuridir islanmiiiii!!!!! / Kuridir islanmiiiii!!!!! / Kuridir islanmiiiii!!!!!
...diye bağırmaya başlamış. Hırsızlardan biri ötekine: “Ulan! Çıkar bu inciri pirenin
ağzından.” Demiş ve inciri çıkarmışlar. Kadın bu sefer yine çok yüksek sesle:
İslanmişdi neye çıxardız!!!!! / İslanmişdi neye çıxardiz!! ! ! ! / İslanmişdi neye
çızardız!!!!! diye bağırmaya başlamış, hırsızbaşı ötekine: “Ulan! Al bunu sırtına
çıkar, bizi yakalatacak.” der. Hırsız onu bir çuvala koyup sırtına alır. Kadın bu
sefer yine çok yüksek bir sesle: Xırxız bizi top eyledi!! ! ! ! / Arkasına hop eyledi!!!!!
Komşular dualar sizi!!!!! / Xırxız apanyor bizi!!!!! diye yaygarayı basmaya başlar.
Hırsızlar yaşlı kadını ve eşyaları sokakta bırakıp kaçarlar.
Çocuklar hekâtlara doyar mı? Tabiki hayır. Israrla, arka arkaya hekât isteyince:
Bir degırmançiii varmışşş / Degırmanı dönermişşş / Bir degırmançiii varmışşş /
Degırmanı dönermişşş / Bir degırmançiii varmışşş / Degırmanı dönermişşş...
Bu kısım sıksık tekrar edilir böylelikle hekât anlatmaktan kurtulunurmuş (2).
ŞA’RE GÜNLERİ…
Eski Diyarbakır’ın sosyal yaşamı içinde ŞA’RE KESME (Şehriye dökme)
geleneğinin önemli yeri vardır.
Evlerde, “ŞA’RE KESME” zamanı genellikle ekim ve kasım aylarıdır.
Yani kışa hazırlıkların yoğun olduğu sonbahar mevsimi.
ŞA’RE KESME günlerinde yakın komşular, akrabalar bir araya gelir, güzel
bir yardımlaşma örneği sergilerler. Bir başka ifade ile Diyarbakır’da İMECE’nin en
güzel uygulandığı gelenektir “Şe’re günleri…”.
Şa’re kesmeye gelen kadınlar, kızlar, evin geniş odasının ortasına serilen
büyükçe bir örtünün etrafında, örtü dizlerinin örtecek şekilde bağdaş kurarak
otururlar.
109
Ve elbette baş tarafa yaşlılar geçer.
Yaşlı hanımların bazen baş köşedeki sedire oturdukları da olur…
Hanımlar arasında sohbetin en koyusu Şa’re günlerinde olur.
Ellerine sardıkları hamuru makine çabukluğunda kesen hanımlar hem sohbet
eder, hem de maniler, türküler söylerler.
Bu sırada doğaçlama maniler de söylenir.
Yarışmalar, atışmalar da yapılır. Yarışmacılar, mahalledeki, sevdalılar üzerine,
kentte meydana gelmiş önemli olaylar üzerine maniler yakar, şarkılar, türküler
söylerler.
Denilebilir ki Şa’re kesme günleri Diyarbakır manilerinin, türkülerinin
doğduğu ortamlardır..
Kadınların sohbetinde; her türlü haber ve dedikodu vardır.
Gelin-kaynana kavgasından, karı-koca ilişkilerine, eltilerin, kumaların
kıskançlıklarına, gençlerin kaçamaklarına kadar her şey. ..
Karısına kim ne almış, hangi kadın, nerede ne giymiş, hangi takıyı takmış,
kim kime sevdalı, hangi kadın pasaklı, kim daha nekes, yani cimri, kim daha cömert,
bu sohbetlerde ortaya serilir…
…………..
Şa’re için özel hazırlanmış hamurun içinde bulunduğu TEŞT (Bakır leğen) evin
hanımının, ya da aileden birinin yanında durur. Onun görevi bir yanda şehriyesini
keserken. ir yandan da leğenin içindeki hamurdan kestiği yumruk büyüklüğündeki
hamuru örtünün etrafında sıralanmış kadınlara, kızlara uygun biçimde atmaktır.
Kendisine hamur fırlatılan kadın veya kız bunu düşürmemeye gayret eder.
Hamuru düşürmek kusurdur.
Bazen hanımlar bunun için kendi aralarında CEZA bile uygularlar…
Hamuru biten hanım el çırparak TEŞT’in başında oturana SINYAL verir ve
HAMUR ister… (3).
ÇAYDA ÇIRA
Ecz İrfan Rıza YAZICIOĞLU anlatıyor Diyarbakır’a ait bir eğlence türüdür. Günümüzde çay olmayan bazı illerimizde
halk oyunu olarak oynanmaktaysa da köken olarak Diyarbakır’a aittir. Yaz aylarında
sıcaktan bunalan Diyarbakırlılar ve bostan sahipleri Dicle kıyısında kamış ve
ağaçlardan yapılmış bir tarafı Dicle’nin içinde diğer tarafı kumlara gömülü yerden
yaklaşık 1-2 metre yükseklikte küçük hüllelerde vakit geçirirlerdi. Gündüz herkes
işine gider akşam ezanından önce herkes yiyeceğini alır at, eşek, deve ve faytonlarla
hüllelerin yolunu tutarlardı. Akşam hüllelerde yemekler yendikten sonra eğlenceler
başlardı. Hüllelerden şarkı nidaları yükselir, maniler söylenir, fıkralar, efsaneler
110
anlatılır, bilmeceler sorulur, çümbüşler, akordiyonlar, kanunlar, bağlamalar,
mızıkalar, tambur ve udlar çalınır, halaylar, delilolar oynanırdı. Gecenin ilerleyen
saatlerinde Dicle kıyısındaki bostanlardan toplanan kocaman Diyarbakır karpuzları
yenir kabuklarına kül konup yağ veya gazyağı dökülüp yakıldıktan sonra yanan
karpuz kabukları dicleye salınırdı. Her hüllenin önünden Dicleye bırakılan yanan
karpuz kabukları Diclede sıra sıra olur akıntıyla yavaş yavaş ilerler hüllelerin
önünden geçerken o hülleden şarkılar yükselirdi. Yine yanan karpuz kabukları
yarıştırılır Dicle sahilinde halk oyunları oynanırdı. Dicle kıyısındaki hüllerlerde
yapılan bu eğlenceler gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam ederdi. Yine bu
gecelerin vazgeçilmezlerinden karpuz ve kavun çekirdeği vardı,peynir suyunda
kavrulmuş kavun çekirdeği ve kül ile pişmiş siyah beyaz karpuz çekirdeği herkes
tarafından bolca yenirdi.Gecelerin başka vazgeçilmezi külde pişmiş kakuleli dibek
kahvesi ve çiğköfteydi. Çaydaki çıraların ışığında ve eşliğinde oynanan oyunlar
zamanla çayda çıra oyununa dönüşmüştür. Çayda çıra oyunu bu şekide ortaya çıkmış
ve sadece Diyarbakır’a ait bir oyundur. 1656 yılında bölgemizi gezen Evliya Çelebi Diyarbakır’da, Dicle kıyılarındaki
ÇAYDA ÇIRA EĞLENCELERİ’ne bizzat tanık olur ve bunu ayrıntılı bir biçimde
çok da akıcı ve abartılı bir dille anlatır.
“.....El-hasıl, ehali-yi Diyarbekrün bu Şatt-ül Arab kenarında 7-8 ay zevq-ü
sefalarına halq-i cihan reşk ederler, zira geceleri Qadir, rüzları İd-i Azha olub,
Hüseyn Bayqara fasılları idüp “Fani cihandan sehel kam aldıq” zann iderler.
Her şeb sahil-i Şatt qanadil ve fanüs ve şem-i rih meş’aleler ile çerağan olub
Şatt üzere nice bin san’atlar ile şem-i revgan ve şem-i aselleri tahtalar üzre zeyn
edüp bir tarafdan bir tarafa çerağlar cereyan edüp şeb-i muzlimleri güya ruz-i rüşen
olup her külbede khanende vü sazende vü qaşmeran-ü mütriban-ü meddahan ve
avvad ve çartayi ve şeştari ve berbuti ve qanuni ve çengi ve rebabi ve müsiqari ve
tanburi ve şenturi ve nefiri ve belabani ve neyzen ve dehenkzen; Hülasa-i kelam
cem’i sazendegan ve mizmaregan cümlesi ta vaqt-i şafi’iye dek fasl-i Bayqara edip,
badehü müezzinan’i müsliman aşvat-i hazinlerile temcid-ü temhidler tilavet edüp
cümle ehli tariq ve aşiqan-i şadigan Fişagöraş-i tevhidi ederler...”
Evliya Çelebi,günümüz türkçesiyle Dicle kıyısındaki eğleceleri şöyle anlatır;
“Diyarbakır halkı 7/8 ay boyunca Dicle kıyısındaki kulübelerde, özellikle
geceleri sazlı sözlü eğlenirler. Her gece Dicle kıyılarını fanuslarla, kandillerle,
meşalelerle donatırlar.
Maharetle süsledikleri yağ kandillerini ve balmumu ile hazırlanmış meşaleleri
suya bırakır bir taraftan bir tarafa akışını seyrederler. Bu arada meddahlar,
komedyenler ve oyuncular şovlar yaparken sazendeler ve hanendeler, kanun, tambur,
ney ve darbuka eşliğinde Fasl-i Baykara’dan müzik icra ederler.
Bu eğlenceler sabah ezanına kadar sürer...”
111
ALİ PINAR PANAYIRI
Kentte eski yıllarda, uzak diyarlardan ticaret için gelen bezirganların,
tüccarların katıldığı serbest pazarlar da kuruluyordu. Buralardan alınan mallar,
Buhara’ya, Semerkand’a, Bağdat’a, Musul’a, Haleb’e, Basra’ya, Bursa’ya, İstanbul’a
oradan da Avrupa’nın çeşitli kentlerine götürülüyordu.
Bu Pazar ve panayırlar sonraki yıllarda, türlü eğlencelerin de yapıldığı
uluslararası etkinliklere dönüşmüştü.
Yılda bir yada birkaç kez kurulan panayırlara çevre illerden, uzak ülkelerden
gelen aşıklar, meddahlar, dengbejler, cambazlar, katılıyor birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu panayırlar arasında ilk ciddi organizasyon “Diyarbekir Salnameleri”nde
de (Diyarbakır Yıllığı) yer alan “Ali Pınar Panayırı”dır. Salname’deki kayıtları
incelediğimizde bu panayırın İlkinin 15 Nisan 1870’te kurulduğunu görüyoruz.
Sonraki yıllarda değişik tarihlerde, ama en çok Mayıs ayında kurulan panayırı, o yıllarda yaşamış ünlü AMİD’li Halk Ozanı Hacı CİVAN’ın sayesinde bir AŞIKLAR
BAYRAMI’nı dönüşüyordu.
O yıllarda 60 yaşlarında olduğu tahmin edilen Aşık Hacı CİVAN, kendisine
ait Alipınar Köyü’ndeki kahvehanesinin baş köşesinde oturur, uzun çubuğunu
tüttürerek, çeşitli yerlerden gelmiş aşıkların atışmalarını dinler, zaman zaman kendisi
de eşlik eder, izleyicilere doyumsuz saatler yaşatırdı.
Hakkında çok az şey bilinen ancak eldeki mevcut kayıtlara göre 1894 yılında
öldüğü anlaşılan Aşık Hacı CİVAN mani, maya ve koşma tarzında eserleri var.
Ancak, usta halk ozanlarının becerebildiği MUAMMA ve LÛGAZ ÇÖZME’de
(Bilmece çözme) çok ilerde olduğu bilinen Hacı CİVAN için ünlü Diyarbakırlı
Ali Emiri Efendi, “Tezkire-i Şuara-i Amid” (Amidli Şairler Ansiklopedisi) adlı
eserinde “saz şairlerinin ustası” sıfatını kullanır. Ali Emiri Efendi ayni eserinde Hacı CİVAN ve Ali Pınar Panayırı için de şunları yazar;
HACI CİVAN
“Ali Pınar Panayırı Şehre yarım saat mesafedeki yerde kurulur ve her sene
15 gün kadar sürerdi. Bu süre içinde şehirdeki tüm dükkanlar kapanır, Panayır
mahşeri bir yer olurdu. Burada etraftan gelen saz şairleri toplanır baş tarafa Hacı
Civan geçerdi. Büyük lüleli çubuğunu doldurup içen Hacı Civan atışan aşıkları,
dengbejleri dinlerdi. Kendisi de şiirlerini ezbere okurdu. Sohbetinde ve şiirlerinde
sık sık ünlü halk ozanlarından Aşık Ömer ve Gevheri’yi anardı…”
Ali Pınar Panayırı Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar
sürdüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Diyarbakır ticaretinde görülen gerileme
sanat ve kültür gelişimini de olumsuz yönde etkiler. Cumhuriyetin kuruluşundan
sonra ise zaman zaman küçük çapta organize edilen etkinlikler kısa ömürlü olmuş,
özellikle sanat ve kültür hareketleri okulların dışına taşırılamamıştır (3).
112
Alipınar civarındaki bahçelerde düzenlenen ve her yıl 15-31 Mayıs
arasında devam eden panayırların yapılmasına izin verilen belge (4)
SİLVAN’DAKİ KÜLTÜREL ETKİNLİKLER (5)
Nejat satıcı ANLATIYOR:
GÜLAN ŞENLİKLERİ
(Sere Gülane)
Her yıl 14 Mayısta Bölge halkı en büyük geleneklerinden biri olarak gördüğü
Gülan’ı kutlar. Geçmişi Mervani’lere dayandığı söylenen ve 1000 yılı aşkın bir
süredir kutlanan Sere Gülan’e bölge halkının 3. bayramı gibidir.
Ramazan ve Kurban bayramında konuklarını evinde bekleyip ağırlayan bölge
halkını Sere Gülan’da doğa kucaklar, onları ağırlar. Silvan ve bölge halkı Gülan’da
doğanın misafiri olur ve o gün herkes doğayla bütünleşir. Şehir boşalır adeta. İnsanlar
günlerce Gülan çoşkusunu konuşur, Gülan bayramına hazırlanır.
Akşamdan evinde yemeğini (özellikle ekşili dolma) pişirenler ile ızgaralarını,
demliklerini, kilimlerini hazırlayan büyüklerin yanında çocukların oyuncaklarını
alma coşkusu ayrı bir heyecan katar Gülan’a. Herkes piknik hazırlığındadır. Günü
kutlamanın heyecanı her yeri sarar.
Şehrin mesire alanları dolar taşar. Genelde yer sıkıntısı yaşansa da halk buna
alışkındır. Dinleneceği bir yer bulunur mutlaka.
Izgara kokuları sarar her yanı ve yemek tabakları elden ele dolaşır, ikramların
ardından şenlikler başlar. Davullar, zurnalar eşliğinde çekilir halaylar. Doğa o gün
Tililiye doyar.
Gün Dengbej’lerin günüdür.
Panayır havasında geçen Sere Gülane aynı zamanda bir bahar bayramıdır. Gün
boyunca halk oyunları oynanır, geleneksel ezgiler seslendirilir.
113
Gidilen yerlerin başında Kaniya Navin ve Ziraat bahçeleri gelir. Dini mekanların
yanında; Gürpınar (Bezwan), Çataköprü (Malabadi), Baraj çevresi, Hasuni Mağara
Şehri, Kulfa, Eskiocak, Zeveterk ve Minara Kot en çok bilinen yerlerdir.
MURAT ŞENLİKLERİ ( Ser Hıvde)
İslam ordusunun ünlü komutanlarından Muaz Bin Cebel’e Silvan ve
çevresinin fetih görevi verilir. Ordudaki sahabe komutanlarla bölgeye hareket edilir.
Silvan’ın 30 km. kadar kuzey doğusunda bulunan Kumgölü (Emerka) yakınındaki
Murat ovasında, Bizans’lılar tarafından pusuya düşürülen İslam ordusundaki sahabe
komutanlardan biri şehit olur.
Annesinden ve nişanlısından helallik isteyerek bölgeye gelen sahabe
komutanın annesi rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Kendisine oğlunun şehitlik
mertebesine erdiğini, onun için her yıl bir hafta sürecek anma şenliklerinin ihsan
edildiğini ve bir şehit annesi olarak sevinmesi gerektiğini müjdeler.
M.S. 639 yılından beri kutlanan Murat şenlikleri bir panayır havasında
geçmektedir. Bu şenlikler Anadolu’nun en eski etkinliklerinden biridir.
Resimler murat şenlikleridir
Silvan’a bağlı Kumgölü köyü Susamış Mezrasında kurulan çadır kente
başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye’nin değişik kentlerinden
on binlerce ziyaretçi gelir. Şenlik boyunca pazarlar kurulur. At yarışları yapılır,
kına gecesi düzenlenir, halaylar çekilir, tefler eşliğinde zikir yapılır. Erbaneler
114
eşliğinde Dengbejler ezgileriyle müzik ziyafeti sunar. Ziyaretçiler sahabe
türbesinde dua eder, mum yakar ve dileklerde bulunur. Kadınlar hastalıklardan
korunmak için Türbede bulunan taş ve bezleri çocukların başına ve vucuduna
sürer. Şenliğin son gününde kınalar yakılır ve dilek ağacına bezler bağlanır.
SER HIVDE - MURAT ŞENLİKLERİ - SİLVAN
İslam ordusunun ünlü komutanlarından Muaz Bin Cebel’e Silvan
ve çevresinin fetih görevi verilir. Ordudaki sahabe komutanlarla bölgeye
hareket edilir. Silvan’ın 30 km. kadar kuzey doğusunda bulunan Kumgölü
(Emerka) yakınındaki Murat ovasında, Bizans’lılar tarafından pusuya
düşürülen İslam ordusundaki sahabe komutanlardan biri şehit olur.
Annesinden ve nişanlısından helallik isteyerek bölgeye gelen sahabe komutanın
annesi rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Kendisine oğlunun şehitlik
mertebesine erdiğini, onun için her yıl bir hafta sürecek anma şenliklerinin
ihsan edildiğini ve bir şehit annesi olarak sevinmesi gerektiğini müjdeler.
M.S. 639 yılından beri kutlanan Murat şenlikleri bir panayır havasında
geçmektedir. Serhivde etkinlikleri Anadolu’nun en eski etkinliklerinden biridir.
Silvan’a bağlı Kumgölü köyü Susamış Mezrasında kurulan çadır kente başta
Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye’nin değişik kentlerinden on
binlerce ziyaretçi gelir. Şenlik boyunca pazarlar kurulur. At yarışları yapılır, kına
gecesi düzenlenir, halaylar çekilir, tefler eşliğinde zikir yapılır. Erbaneler eşliğinde
Dengbejler ezgileriyle müzik ziyafeti sunar. Ziyaretçiler sahabe türbesinde dua eder,
mum yakar ve dileklerde bulunur. Kadınlar hastalıklardan korunmak için Türbede
bulunan taş ve bezleri çocukların başına ve vucuduna sürer. Şenliğin son gününde
kınalar yakılır ve dilek ağacına bezler bağlanır.
Nejat SATICI
__._,_.___
115
KAYNAKLAR
2009.
1. Mevlüt Mergen. Bibi’nin Diyarbekir feryadı. Doğuş matb. Diyarbakır.
2. Zübeyde Kırmızı. Diyarbekir’in Velime Geceleri Anid-i Nur. Diyarbakır
Büyükşehir belediye yay. İst. 2009..
3. Mehmet Mercan. Diyarbakır mail grup.
4. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı
Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011.
5. Attachment (s) from [email protected]
116
MUSİKİ KENTİ DİYARBAKIR
3. BÖLÜM
Kenan Haspolat*
Yukarı Mezopotamya’nın kültür merkezi konumunda olan Diyarbakır 13
ve 14. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Artuklu sarayı zamanın ilim, kültür ve müzik
merkezi idi.
“Sultanu’l âdil” (adalet sahibi sultan) olarak da tanınan Akkoyunlu hükümdarı
Uzun Hasan da musikiye önem vermiştir. Akkoyunlu sarayında haftanın belli günleri
musiki fasılları yapılmış ve bu fasıl geceleri, şair ve edebiyatçıların da katılmasıyla
bazen sabaha kadar devam etmiştir.
Uzun Hasan sefere çıktığı zaman “Ehl-i tarab” denilen 98 kişiden oluşan saz
heyetini de beraberinde götürür idi.
Uzun Hasan’ın oğlu Sultan Yakup babasının izinden giderek bilim ve sanat
adamlarını korumayı sürdürmüştür. Mevlana Hürremi, Emiri-i Hümâyyın, Harzemli
Mevlana Enisi, Habibi-i Şarki, Derviş Dihki bu dönemde varlıklarını göstermiş
şairlerdendir.
Yine bu dönemde (1401–1507) Diyarbakır’da yetişen ve eserleri günümüze
kadar gelen Diyarbakırlı Halilî, Albardaklı Şeyh Ahmed, Şair Cemili ve İbrahim
Gülşeni dönemin önde gelen şairlerindendir.
16 ve 17. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Rufai, Kadiri, Nakşibendî ve Gülşeni
tekkelerindeki müzik yaşamının çok canlı olduğu ve bunun da Diyarbakır’daki
müzik yaşamını derinden etkilediği biliniyor.
Bu dönemin önde gelen iki musiki üstadı olan bestekâr ve güftekâr Hacı Eftal
Efendi ve Asıl ismi Ali olup Ahu Baba mahlasını kullanan ve Karaoğlu olarak bilinen
saz şairidir. Yaş Destanı’nı yazan ve besteleyen Hacı Eftal Efendi bu eserini Şeyh
Aziz Mahmut Urmevi hazretlerinin yaptırdığı Dicle kenarında, Kırklar Dağı’nın
eteğindeki Kavs (Çar bağ) köşkünün Cihannüma bölümünde Bağdat seferinden
dönen IV. Murat’ın huzurunda okumuştur (1).
12. yüzyıl’da Artuklar döneminde musikinin ileri olduğunu o tarihin
mühendislerinden El Cezeri’nin çizimlerinden anlıyoruz.
Ebül İz cezeri’nin çizimlerinden MS. 1200 yılları
*Prof. Dr. Kenan Haspolat
117
16. yüzyıldaki musikinin durumuna bakalım:
Evliya çelebi, erbabı zanaatın ne denli musikişinas olduğunu bakın hangi
sözlerle anlatır’. Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki
nağmeleri çıkarırlar. Ahenkli bir şekilde Kar ve nakş, zecel ve doğu şarkıları çalarken
hem iş yaparlar hem de şarkı okurlar. Çekiç vuruken yirmi dört usul ile ‘tırlaka tırlak
tırırlak’diyerek ‘çifte duyek’usulünde çekiç vururlar. Körüklerini yine sofyan usul ile
çekerler.
Hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden segah makamı,
kimilerinden ise Dügah ve yegah makamı duyulur. Ve usulü Yay çemberi veya Sakil
usuludür. Kazancılar da örs üzerine kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘Tan tane tan
tane’diye Sofyan usulüyle çekiç vurdukları zaman, Hüseyni sesini duyan ve usullerini
gören maarif sahipleri hayran kalır (2).
XVII. yüzyıla kadar klâsik kültür ve sanat sahasında ayrı özelliklerle devam
eden aydın ve halk hayatı bu yüzyılda ileri fikir ve hamlelerle birleşmiş, ayni sistem
içinde sosyal bayatın manevî değerlerini müşterek bir ifade içinde ortaya koymuştur.
Bu yüzyıllarda kültür faaliyetinin bir hayli ileri olduğunu o devrin tarih, tezkire ve bu
ili gören seyyahların seyahatnamelerinden öğreniyoruz. Yalnız XVII. yüzyıl sonu ve
XVIII. yüzyıl başlarında Diyarbakır’da yetmişi aşkın divan şairi, otuza varan bilgin
ve elliyi aşan bestekâr hanendenin bulunduğunu düşünürsek bu ilimiz için kültür
sahasının genişliğini ispat ve halkının ekserisinin aydın kişiler olduğunu ortaya
koymuş oluruz.
XVII. yüzyıldan itibaren başlayan mahallîleşme akımı XVIII. ve XIX.
yüzyıllarda kemalini bulmuş, yaşamlan hayat müşterek sanat içinde ifade edilmiştir.
Bu yüzyıllarda halkla aydın zümre arasında genel bir kaynaşma başlamış, birbirilerinin
sanat ve sanatkârlarım takdir, hattâ bu yolda eserler meydana getirmişlerdir. Kuvvetli
bir divan şairi olan İskender Paşazade Ahmet Paşa, Raif ve Hami ile Şaban Kâmi’-nin
türkü tarzında şiirler kaleme almaları, gazel, kaside ve şarkılarında mahallî deyimler
kullanmaları, onların sanat ve yaşayış hayatında mahallîleşme akımına uyduklarını
göstermektedir.
XVIII. yüzyıl şairlerinden Diyarbakırlı Ahmed Raif Efendi şehrengizinde,
Diyarbakır’da sosyal hayat, sanat faaliyetleri, musiki ve şiir alanında ün salmış şair,
bestekâr, hanende ve sazendelerden söz etmekte, örnekler vermekte, yapılan musiki
alemlerini, toplantıları geniş bir şekilde anlatmaktadır. Sosyal hayatta oluşan ahenk ve
dayanışma iki zümreyi başka bir ifade ile halk ve aydınları, sanatkârları birleştirmiş
ve bunun sonucu olarak klâsik musiki bestekârlarının halk türküleri tarzında şarkılar
bestelemesini meydana getirmiştir.
Diyarbakır türkülerinde melodi bakımından mahallîleşme cereyanı karakteri
gösterirken güfte bakımından divan özelliği gösterenler yanında bir de güfte itibariyle
halk şiirleri özelliği taşıyanlar vardır. Bunların folklor malı oldukları su götürmez
bir gerçektir. Bunların hece vezniyle yazılmış, bazen tam, bazen kafiyeli oluşları,
118
onların halkın ürünleri olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan başka yedi heceli olup
mani edası vermeleri de folklor sahasına girmelerini gerektirmektedir. Bu türkülerin
en belirgin özellikleri, melodilerindeki bütünlüktür. Çoğunlukla «Hüseyni» ve
«Uşşak» makamına bağlanan bu türküler, dizelerinde bir inhiraf, bir noksanlık
göstermemektedirler. Yalnız nakaratlarının muntazam oluşu, hattâ bazılarında çifte
melodili nakarat bulun mâsı, ayni zamanda melodilerindeki yaygınlık, diklik ve usuller,
bu türkülerin de yukarda işaret ettiğimiz türküler gibi klâsik musiki tesirleri taşıdıklarını
ortaya koymaktadır. Yalnız bunların ekserisi curcuna, bir kısmı da sofyan ve evfer
usullerinde bestelenmişlerdir. Bunlardaki önemli karakterlerden biri de güftelerinin
mahallî renklere, düşünce ve ifadelere uymalarıdır. Klâsik Türk musikisinde,
bilhassa XVIII. yüzyılda mahallî hayatın ifadesini bulduğumuzu, bestekârların halk
melodilerini örnek alarak eserler meydana getirmekle yetinmediklerini, ayni zamanda
halk sanatkârlarına da yöneldiklerini, onları takdir ettiklerini o döneme ait belgelere
dayanarak söyleyebiliriz. Evliye Çelebi, Seyahatnâme’sinde 4. Murad’ın Diyarbakır
ağzı ile yazılan şiirleri dinlediğini; yine Enderun Tarihi ve Sicilli OsmanîJdeın
Osmanlı saraylarında Diyarbakırlı şair ve hanendelerin önemli yer aldıklarını, hattâ
bunlardan bazılarının «müezzin Başı »lığa kadar yükseldiğini, musiki meclislerinde
eserlerinin okunduğunu, bizzat kendilerinin okuduğunu; musiki meclislerine bazen
padişahın katılıp bu bestekârların eserlerinden okuduğunu, bazen de bunların baş
hanendelik ettiklerini öğrenmekteyiz. Bu arada Seyyid Nuh, Sabri, Şakir, Halil,
Çakerî Müezzin Başı İbrahim gibi Diyarbakırlı hanende ve bestekârları zikrediyorlar
. Bu devrin sanatkârları ayni zamanda halk tarzı yazılan şiirleri de bestelemekten
geri durmuyorlardı. Dede Efendi’nin rast makamında olan «Karlı dağı aştım geldim»
gibi, Seyyid Nuh›un kütüphanemizde mahfuz olan el yazma notası ile tesbit edilmiş
şarkı notalarının arasında bu türlü eserlere rastlanmaktadır.
Diyarbakır Bestekârları saz şairleri değil, klâsik musiki ustalarıdır.
Ladinî musiki eserlerinde güfteler daima Divan Edebiyatı gazellerinden
seçilmektedir. Aşağıdaki beyit divan okunurken verilen gazelin ilk beytidir. XVII.
yüzyıl şairlerinden Rasih’indir. Diyarbakır’daki musiki gurupları daima zilli def, zilli
maşa, darbuka son zamanlarda buna ilaveten ud, keman, kanun gibi musiki aletlerine
yer vermişlerdir. Bazan sazlar olmadan da zilli def ve zilli maşa ile yetinilmiştir. Zilli
def Diyarbakır türkülerinin baş ayırıcısı durumundadır. Ona vurulan fiskeler, zilli
defin sallanışı türkünün karakterini ortaya koymaktadır.
Diyarbakır›da musiki meclislerinde söylenen şarkılar, türküler bir nizama
tabidir. Diyebiliriz ki bu nizam hemen.hemen bu havaliye özgü bir şeydir. Lalettayin
eserler, gelişi güzel bir icra burada yoktur. Tam anlamıyla bir ahenk içinde, bir sıra
dahilinde devam eden musiki, fasıllar, bir divan musikisi vasfını verir. Klâsik Türk
müziği ile yakından ilgilenenler pek âlâ bilirler ki bu sahadaki eserler makamlara,
makamlar da fasıllara bağlıdır. İcra bu sırayı takip etmek durumundadır. Karma müzik
hiçbir zaman mevcut değildir. İcraya başlayanlar önce bir peşrev, sonra beste- semai
ağır şarkılar, şarkılar- curcunalar, semai ve saz semaileri ile fasıllara son verirler (3).
119
Tarihte önemli bestekarlarımız
18. Yüzyıl başlarında Diyarbakır’da yetmişi aşkın divan şairi,elliyi aşan
bestekar hanende vardı Enderun Tarihi ve Sicili Osmaniden Osmanlı saraylarında
Diyarbakırlı şair ve hanendelerin önemli yer aldıklarını,hatta bunlatrdan bazılarının
Müezzinbaşılığa kadar yükseldiğini, musiki meclisler inde eserlerinin okunduğunu,
bizzat kendilerinin okuduğunu, musiki meclislerine bazen padişahın katılıp bu
bestekarların esetrlerinden okuduğunu, bazen de bunların baş hanendelik ettiklerini
öğrenmekteyiz. Bu arada Seyyid Nuh, Sabri, Şakir, Halil, Çakeri Müezzin başı
İbrahim gibi Diyarbakırlı hanende ve bestekarları zikrediyorlar (4).
Şeyh Ahmed-i Nakşbendi:
IV. Sultan Mehmet (1648-1687) devrinin meşhur bestekarlarındandır. Şeyh
İsmail Çelebi’nin oğludur. Şarkı mecmualarında Şeyhzade Ahmet Efendi olarak ismi
geçer. Bir çok bestesi vardır.
Seyyid Nuh.
Klasik Türk müziğinde mümtaz bir mevkii olan Diyarbakırlı bestekardır.
1714 ‘de ölmüştür.Şeyhülislam Esad efendi’nin ‘Atrabül-asar fiz tezkire-i urefail edvar isimli eserinde Seyyid Nuh’un 30 kadar bestesi olduğu ifade edilir (5).
18.nci yüzyılın ünlü bestekarlarından olan Seyyid Nuh büyük üstaddı 1714 yılında
Diyarbekir’de cereyan eden bir çatışmada ölen Seyyid Nuh’un Tımar sahiplerinden
olduğu biliniyor. Şeyh-ül İslam Esad Efendinin «Atrabül›asar fi tezkire-i urefâ-il
edvar» isimli eserinde otuz kadar değerli bestesinin olduğu yazılıdır. Bu gün bile
Şahnaz Faslının en güzel besteleri olarak çalınır ve okunur, eserleri, çoğu radyo
proğramlarında ve konserlerde. yine onun Tahir Makamında, Nişabur Makamında,
ve Nühüft makamında değerli eserleri olduğu bilinir (6).
Ahmed verdi Çelebi:
III. Sultan Ahmed devrinin şöhretli bestekarlarındandır. 1717’de ölmüştür.
Aynı zamanda şairdir. On kadar bestesi vardır (5).
18. nci asırın ünlü bestekarlarıından olan Ahmed Verdi Çelebi’nin, Şehla
Mustafa Çelebi’nin, Yahya Çelebi’nin, Çemenzade Mehmed Çelebi’nin, Mahmud
Çelebi’nin, Diyarbekir’li olduğunu biliyor muydunuz? Çemenzade Mehmed Çelebi›nin bilhassa Uzzâl makamında yaptığı eserler: «Ey gönül gayriye meyl eyleme cânân bir olur
Birinin aşkı derunun yeter, can bir olur....» zamanının en dikkati çeken
besteleri arasındadır.
Asıl mesleği mücellitlik olan Mahmud Çelebi›de Uzzâl ve Acem makamında
tanınmış eserlere imza atmıştır. 120
Musikide Üstad mertebesine eren Yahya çalebi›ninde Kürdi ve Aşiran
makamlarında eserleri var. Aynı zamanda ünlü bir şairde olan Ahmed Verdi Çelebi, Aşiran ve Baba Tahir
makamında tanınmış eserlerin sahibidir.
Şehla Mustafa Çelebi›nin de Segah ve İsfehan makamında dillerden düşmeyen
eserleri vardır (6).
Divan Şairlerinin ünlüleri arasında sayılan Hami›nin Diyarbekir’li olduğunu
biliyor muydunuz? Asıl adı Ahmed ve Mahlası Hami olan ünlü şairimiz 1679 yılında Amid’de
(Diyarbekir’de) doğmuştur. Şehrimizde yetişen Divan Şairlerinden 17.nci asırda yetişenler içinde en
ünlüsü olan Hami, 1709 yılında İstanbul›a giderek, zamanın Sadaret Kethudası
Muhsinzade Abdullah Paşa’nın desteği ile Davan-i Sultani Katipleri arasına katıldı.
1747 yılında şehrimizde ölen şairimiz Urfa Kapı’sındaki mezarlığa
gömülmüştür (6).
Ahu
XVII. yüzyıl saz şairidir. Kara Oğlu ünvaniyle tanınmıştır IV murad- IV.
Mehmed devrine kadar yetişen musikişinaslar arasında mümtaz bir mevkii vardır.
Bir şarkı mecmuası mevcuttur. Bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler ve nefesler
vardır
.XVII nci asırın ünlü saz şairlerinden ÂHÛ’nun Diyarbekirli olduğunu biliyor
muydunuz? XVII. nci asırın ünlü saz şairlerinden olan ve ÂHÛ lakabıyla anılan, esas ismi
Ali olan, şair ve Musikişinas olduğu kadar bir çok kimselere de zamanında musiki
üstadlığı yapmıştır. İlk eğitimini Diyarbekir’de aldıktan sonra, Dikkatini çektiği IV. Murad
tarafından hanedanına alınmak süretiyle yaşamının kalan kısmına İstanbul’da devam
etmiştir. ÂHÛ’nun bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler, nefesleri olduğu gibi Çeşitli
Üniversitelerin arşivlerinde bulunan şiirlerine de rastlamaktayız.
«Dilim kalem kalbim defter yazarım
Mahabbet bahrine dalaldan beri
Laylam deyüp kan ağlayup gezerim
Mecnûn olup aşka uyaldan beri....» (7).
121
Hicazi
Diyarbakırlıdır, asıl adı Ahmedir. Çok dokunaklı ilahiler ve murabbalar
yazmıştır.
Mahmud Çelebi
XVII yüzyıl sonları Diyarbakırlı bestekarlardandır. Uzzal ve Acem makamı
besteleri dikkat çekicidir.
Şehla Mustafa Çelebi
III. Sultan Ahmed (1703-1730) devrinde Türk musikisine kıymetli eserler
armağan etmiş Diyarbakırlı Şehla Mustafa Çelebi’nin on kadar bestesi vardır. Bunlar
arasında Segah makamında.
‘Adem bu bezmgah-ı dilaraya bir gelir’ ve.
değer.
İsfehan makamında’Feryad ederim zülf- isiyehkarın’elinden besteleri kayda
Yahya Çelebi
XVII. yüzyılın sonlarında XVIII. yüzyıl başlarında yaşamış Diyarbakır’da
doğup ve buraya yerleşen bestekarın 15 kadar bestesi vardır.
Kürdi ve Aşiran makamlarından olna murabbalarından ikişer mısraları
şunlardır:
‘Murg-i dilimin karını hep naleler etti
Bana o gül-i bağ-ı Melahat neler etti
Ve Yaşım ki gözde aksi arız-ı canana düşmüştür
O şebnemdir seher berk-i gül-i handane düşmüştür
Çermenzade Mehmed Çelebi
Aynı zamanda yetişmiş bestekarlardandır. Uzzal makamında bestesi musiki
üstadlarınca çok takdir edilmiştir
‘Ey gönül gayriye meyl eyleme canan bir olur’ (8).
18. yüzyıl Şeyhülislamı Esat efendi aynı zamanda üstat bir müzisyendir’
Musikide üstat olanlarla ilgili kısa tezkire’ isimli eserinde Osmanlı’da üstat
müzisyen sayısını 98 olarak verir ve İstanbul’dan sonra en fazla musiki üstadı olan
yerin Diyarbakır olduğunu ifade eder (1).
19. yüzyılda müzik askeri alanda da kendini gösteriyordu
1869-1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine baktığımızda
Askeri birliklerde Mızıka bölüğü olduğunu gözlüyoruz. Örneğin Mızıka bölük
komutanları Yüzbaşı Mustafa Efendi, Mülazım-ı sani Ebuzer ağadır (9).
Musiki Diyarbakır’da toplumun değişik mekanlarında kendine yer bulmaktadır
Eğitimle ilgili mekanlardaki yerini eski albümlerde görüyoruz
Diyarbakır Albümü: D. 224-No: 27. Müslüm Üzülmez. Cumhuriyetin ilk yılları
122
Diyarbakır Erkek muallim müsamere salonu.
Türkiye Cumhuriyeti Diyarbakır 1340 Erkek Muallim musıki salonu
1937 yılına ait bir kitapta Şehir bandosu anlatılıyor
Diyarbekir Urayının bir şehir bandosu vardır.Bando her akşam Halkevi
bahçesinde ve parkında çalar,ayrıca süle bando da vardır.Orduevi bahçesinde çalar (10).
Ergani’de bando
1967 yıllarına uzanalım folklorcuları seyredelim:
Diyarbekirli Folklorcular (Ş. Diken) DYB Folklorcular 1967
1973 senedindeki il yıllığına da bakalım:
123
1973 il yıllı folklor grubu
Diyarbakır’da musiki belli gecelerde ifa edilirdi:
Velme (Sıra- Eyvan) Geceleri
Diyarbakır’da haftanın belirli günlerinde evlerde toplanılarak musiki alemleri
yapıldığını; bu alemlere dönemin tanınmış şair bestekarlarının da katıldığını, hatta halk
sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettiklerini bazı kaynaklardan öğreniyoruz.
Bu hususta rahmetli Ali Emiri efendi tezkiresinde bir musiki meclisini anlatmakta
ve geniş bilgiler vermektedir. Bundan başka XVIII. yüzyıl şairlerinden Diyarbakırlı
Ahmed raif şehrengizinde, Diyarbakır’da sosyal hayat, sanat faaliyetleri, musiki ve
şiir alanında ün salmış şair, bestekar, hanende ve sazendelerden söz etmekte, örnek
vermekte yapılan musiki alemlerini, toplantıları geniş bir şekilde anlatmaktadır (11).
Yavuz Donat köşesinden şöyle anlatıyor:
Eyvan geceleri Şanlıurfa›da «sıra gecesi» adeti var. Diyarbakır›da «eyvan
gecesi». Gazi Köşkü’nün bahçesindeki «Şark evinde» eyvan gecesine gittik.
Nargile isteyene nargile. Çay, kahve isteyene çay, kahve. Çevremiz kalabalık. Gece
uzun. Eyvan gecesinin «öteki müşterileri» de bizleri dinlemek için çevremizdeler.
Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde
toplanılarak musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin şair ve bestekarlarının
da katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı
kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara Velme veya Harefene denilirdi (12).
Abdüssettar hayati Avşar ,yatsı namazından sonra konaklardaki musiki
gecelerini şöyle anlatır.
124
Muhammedi
güllerinin,top
reyhanların,ıtırların,katmer
kadifelerin,
menekşelerin, lalelerin,zanbakların, şebboyların, kılıflarının, nergizlerin, sümbüllerin,
yaseminlerin, zerleylakların ve diğer bir çok çiçeklerin birbirine karışmış kokularını
almak için havayı koklar, teneffüs eder, fıskiyelerden dökülen suların şırıltılarını
dinler ve kandillerin ,avizelerin,fanusların etrafında daireler çizerek dönen çeşitli
şekiller meydana getiren, aleve atılıp yanan pervaneleri seyrederdik. Şair, bestekar
ve icrakarlar havuz başındaki tahtalara,sazendelenlerle yanlarındaki kanepe ve
koltuklara eyvana karşı oturup yerlerini alıp eğlenceyi başlatırlatrdı.Kanunla; Kurdi,
Aşiran, Beşiri, Şirvani, Uşşak, İbrahimi, Seba da bir taksim yapılır. Hicazda karar
kılınırdı. Bu taksim 20-30 dakika sürer. Sonrada gazeller okunurdu. Ud,kanun,
keman, tanbur, santur, kemençe, rebab, ney, kaval, zilli maşa, zilli def, darbuka,
çarpara, zil bu eğlencelerde müzik aletlerinden bazılarıydı (13).
Diyarbakır musikisinde kadınlar
Bilhassa erkeklerin dışarıda olduğu gündüz misafirliklerinde memleket
insanının musikişinaslığından dolayı bilhassa kadim ailelerin kız veya hanımlarının
bir çoğu ud ve tanbur çalardı (14).
Gündüz misafirliğinde ikramların yanı sıra müzik ziyafeti de olurdu.
Kenan Aksu Diyarbakırlı kadınların eskiden müzikle daha çok uğraştığını
anlattı. Eskiden evlenen genç kadınların çeyizlerine müzik aletleri ve ud konulduğunu
hatırlatan Aksu, bu geleneğin günümüzde kaybolduğunu söyledi.
Şeref değer’ Benim ablam o günlerin Diyarbakır’ında ut çalardı.Karşı komşu
evindeki kadınlar da ut çalardı’demektedir (15). Kadınlara ait olan türküler çok çeşitli
ve daha orijinaldir. Diğer türkülerin bazılarında civar illerin etkisi görüldüğü halde
kadın türküleri saflığını koruyabilmiştir. Kadınların söylediği türküler düğünlerde
ve gelinin kınaya çıkarışlında söylenir. Mübareki, damada, annesine, görümcelerine
ve diğer akrabalarına çalınan saz ve söylenen türkülerin gerek melodileri ve gerekse
güftleleri değişiktir (16).
Diyarbakır musikisinde Türküler
Genellikle klasik sazlarla icra edilen Diyarbakır türküleri 2/4, 4/4 ve 10/8’lik
usullerden oluşur. 2/4 ve 4/4’lük usuller genellikle halaylarda 10/8’lik usuller ise
kadın kına gecelerinde icra edilir.Bu usullerde türküler repertuvarda oldukça fazladır.
6/8’lik olan ‘Çay içinde Kum çeker’, Bitlisin Yolları, 9/8’lik olarak ‘Sürme Beni
Vech-i Arazbarı’,7/4’lük olarak da ‘Vardım Yarin Bahçesine ‘dışında bu usullere
pek rastlanmaz.
Hüseyni makamı repertuvarda sıkçadır,adeta Diyarbakırla özdeşleşmiştir
diyebiliriz. Ninnilerimizden gelmiş olsa gerek bizi en duygulandıran makamdır,bir
hüseyni maya veya türküde hemen akla Diyarbakır gelir.Bazı yöreler tavır veya
ağızlarıyla bilinirler. Diyarbakır ağzının yanı sıra TSM-THM arası yoğrulmuş bir
125
makamsal ağırlıklı musiki folkloruna sahiptir.Buna örnek olarak ‘Diyarbakır Esmer
şarkısı’ve ‘Ateşi Ruhların Yaktı Şu Gönlümü’ eserlerini verebiliriz.
Sözlü oyun havaları:
Diyarbakırın 2/4 ve 4/4’lük hareketli usulleri ise genellikle kadın kına
gecelerinde okunur.’Saza Niye Gelmisen’ ve ‘Mubarek Mubarek’ gibi.
Uzun havalar(Ritmik ayaklı):
a) Giriş ve ara nağmesi bir olanlara: Yaş destanı,Daldalanım, Kar mı yağmış
Diyarbakırın Dağına, Adil efendi, Ben de Yetim, Yar içerden’ gibi.
b) Her hane için ayrı saz bölümü olanlar’Diyarbakır Divanı Buy-i Vahdet
almışam, İbrahimi Divan, Sürme beni vech-i arazbarı’.
c) Sözsüz olarak çalınanlar:’Diyarbakır Divan peşrevi (TSM’deki gibi eser
öncesi çalınır).
Uzun havalar (Serbest ayaklı):
a) Coşkun sular,Karşıki dağlar dumanından bükülür, Evseli duman almış,
Eminem oturmuş çorap örüyor).
b) Ağıtlar:’ Abdonun mezarı, Evlerinin önü kavak, Oğul kalemi kaşta kodun,
gözümü yaşta kodun’.
Serbest ayaklarda makama uygun olarak gezinti yapılıp,makamı çok iyi
işleyerek belirgin göstermek gerekir.
Diyarbakır Musikisinde İcra Edilen makamlar
İbrahimi
Şirvani
Uşşak-Hüseyni Beyati Hicaz(Hicaz ailesi)
Muhayyer-Vech-i arazbar Arazbar
Kesik
Nikriz
Minare uşşağı
Uşşak
(Değişen seyirde)
Beşiri
Mahur Rast
Kelenderi
Cembelli
Saba
Hüseyni
Muhalif
Hüzzam
Segah
Nevruz
Karcığar
(Değişen seyirde) (Değişen seyirde)
Diyarbakır türkülerinde önemli özelliklerden biri nakaratın hemen hemen ayrı
güftleredn meydana gelmiş olmasıdır. Bu husu Diyarbakır türkülerinin karekteristik
noktasıdır. Ayrı bir nokta da esas melodiyi teşkil eden husus güftelerin nağmeleri ile
nakaratı teşkil eden güftelerin nağmelerinin ayrı olmasıdır.
Diyarbakır’da umumi konuşma daima hançerinin tiz perdelerindedir. Yavaş
konuşma burada mevcut değildir. Yüksek sesle konuşulur. Buna sebep evlerin inşa
tarzındadır. Avlu sistemi bu memleketin esas inşasını teşkil eder. Avlular geniştir.
126
Eyvan ve odalar avluya açılır. Bu mimari tarz yüksek sesle konuşmayı bir alışkanlık
haline getirmiştir.. Bu türkülerin dik sesle meydana gelmesini intac etmiştir (18).
Kırık havalar
a) Peşrev: Diyarbakır repertuarı içerisinde bir örneği olan bu eser için
Diyarbakır’da.
‘Divan peşrevi’ tabiri kullanılmıştır. Ancak Türkiye genelinde klasik ve halk
musikisi repertuarının incelediğimizde ‘Divan peşrevi’ diye bir adlandırmaya tesadüf
etmiyoruz.
Klasik musikimizde makam ismine göre Rast, Peşrev, Hüseyni peşrev vb.Bu
sözsüz eserin doğru adı Diyarbakır Peşrevi’dir.
b) Türküler: Her türlü aşk, sevda, tabiat, sevinç, hüzün temalarını işleyene
türkülerin sayısı Ş. Beysanoğlu ve ark: Diyarbakır Musiki Folkloru isimli kitapta 103
adettir. Tespit edilenler sadece bu kadar. Usul olarak 4/4, 10/8, 2/4 usuller oldukça
fazladır.
c) Sözlü oyun havaları: Bu eserler tabii ortamında çeşitli kadın, erkek ya da
kadın ve erkeklerin çeşitli vesilelerle birlikte icra ettikleri halk oyunu eşliği olarak
okunmaktadır.
Oyun ve türküye icra anında duruma ve mekana göre ya davul,zurna ya da tef,
darbuka, keman, kanun, ud, cümbüş eşlik etmektedir.
Söz,ritm ve ezgileri daha ziyade sevinç ve coşkuya yöneliktir.Tespit edilenlerin
sayısı varyantları ile birlikte 25 adettir.
d) sözsüz oyun havaları. Mahallinde davul, zurna ile daha ziyade halk
oyunu eşliği olarak icra edilen bu ezgiler çeşitli çalgılarla oyundan bağımsız
olarak enstrümental icra şeklinde değerlendirilmektedir. 4/4, 2/4 ve 6/8’lik ritm
kullanılmıştır.
Uzun havalar
a) Ritmik ayaklı uzun havalar: Usullü-ritmik ölçülü ezgiler eşliğinde okunan,
ancak şan-ses bölümü serbest ölçülü havalardır. Buy-i vahdet almışam (Diyarbakır
divanı), Silmedin göz yaşımı aşkın ile ağlıyanın (İbrahimi divanı), Kar mı yağmış
Diyarbakır’ın dağına (Maya), Dedim ay efendim gel kıyma bana, Koşma-yaş destanı,
Daldalanım (muhalif hoyrat-II), Yar içerden (Muhalif hoyrat-I) bu tasnif ve tarife
uygun havalardır.
Söz konusu ritmik ayaklı uzun havalar,baş ve sonundaki usullü ezgiler
herhangi bir şekilde çalınmadan da okunabilir.
Buradaki usullü ezgiler isteğe bağlı olarak bir ya da birden fazla çalınır
,ağırlaştırma yaparak durulur.Ya kararda kalınır ya da bir enstrüman sıradaki
127
mertebeyi serbest olarak çok kısa bir açış- taksimle işaret ederek okuyucuya teslim
eder. Diyarbakır’da tespit edilenlerin sayısı 8 adettir.
b) Serbest ayaklı uzun havalar. Bunlar gerek baş ve aralarında çalınan ezgileri,
gerekse şan-ses bölümü serbest olarak icra edilen eserlerdir.Sayıları otuz adettir.
Uygun ortam ve zeminlerde herhangi bir saz eşliği olmadan da okunabilir. sayıları
varyantları ile otuz bir adettir.
Uzun havalar daha ziyade erkekler tarafından icra edilir.Ancak ağıt, maya ve
ses alanı dar olan bir kısım uzun havalar hanımlar tarafından da okunmaktadır.
Ses aralığı olarak 6 sesten başlamak üzere 12 sese kadar genişleyen uzun
havalar mevcuttur.
Güfte olarak halk edebiyatı ve ve divan edebiyatı nazım türleri ile birlikte
kullanılmıştır.Bu güftelerde işlenen tema aşk, tabiat, sevda, ölüm ve ayrılıktır.
Makam konusuna gelince tüm Diyarbakır Türkülerinde olduğu gibi değişik
makamlar kullanılmış, ancak ağırlık Hüseyni ve Uşak üzerinedir (19).
1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini
Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini
detaylandırmıştır.
Diyarbakır’da bundan altmış sene evvel halk arasında terennüm vasıtası
olarak 1) Santur 2) Saz 3) Bağlama 4) Çığırtma 5) Kaval kullanılırmış.
Bu sazlar bütün eğlence meclislerinde olduğu gibi düğün ve nişan
merasimlerinde zenginliğine göre her birinden ikişer, üçer de bulunuyordu.
Bir düğünün ihtişamını ifade etmek için (sazlı, santurlu, udlu, gülaplı) bir
düğün diye söylenirdi.
Eskiden saza iştirak eden tempo aleti ise zilli maşa,deften ibaret imiş.Darbuka,
saz arasında yer almıştır.
Diyarbakır’ın kendine mahsus musiki icra tarzı:
Herhangi bir toplantıda aşağıdaki sırayı takip etmek bir kaide sayılır:
Diyarbakır’lı Celal Güzelses’in ifadesine göre:
1. Diyarbakır peşrevi 2) Divan 3) Muhalif 4) Kürdi 5) Maya 6) Hoyrat 7)
Beşiri 8) Şirvani 9) Kesik (20).
Diyarbakır mani ve hoyrat yönünden çok zengindir Anadolu Dernekleri Birliği
Başkanı Vedat Güldoğan, yaptığı açıklamada, sanatçıların Doğu ve Güneydoğu
Anadolu illerinin yöresel türkülerinin aslını değiştirerek okuduklarını öne sürdü.
İlk etapta Diyarbakır yöresinin 600 eserini derleme çalışması yürüttüklerini belirten
Güldoğan, . Bazı sanatçılar, bu eserlerden bazılarının sözlerini, makamlarını,
128
usullerini ünlü olmak uğruna değiştirip, yozlaştırıyorlar. Biz şimdi, bu eserleri eski
orijinal hallerine göre düzenliyoruz’’ diye konuştu. Diyarbakır yöresine ait 700’e
yakın mani, 600’e yakın hoyratı derlediklerini ifade eden Güldoğan, türküleri
tamamladıktan sonra mani ve hoyratları da bir kitapta toplayarak, kalıcı hale
getireceklerini söyledi (21).
Klasik Türk musikisi
Klasik musiki bestekarlarının eserleri mahallileşme akımının etkisi alünda
kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, keman
ve santur eşliğinde icra edilirdi. Folklor malı olan türkülerde aynı enstrümanların
eşliğinde icra edilirdi. Daha sonraları bu enstrümanlara Kanun, Def, Cumbuş da
dahil edilmiştir.
Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde
toplanılarak musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve
bestekarlarının da katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak
ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara “VELME” veya
“HAREFENE” denilirdi.
Ali Emiri, Tezkiresinde bu musiki meclislerini anlatmakta ve geniş bilgiler
vermektedir. XVIII yy. şairlerinden AHMET RAİF’ EFENDİ Şehrengizinde,
Diyarbakır’da sanatta, musikide ve şiir alanında ün salmış şair, bestekar,
hanendelerden söz etmekte ve örnekler verilmektedir.
Sosyal hayatın yaşam gereği olarak, aydın ile halkın iç içe olmaları klasik
musiki bestekarlarını halk türküleri tarzında şarkılar bestelenmesi hususunda tesir
altında bırakmıştır (12).
Diyarbakır folkloründen bir kesit isimli esere baktığımızda.
Daha önce Diyarbakır Halk Musikîsi ile ilgili irili ufaklı özel çalışmaları ve
TRT kurumunca tescil edilen eserleri değerlendirdiğimizde toplam (Kırık Hava, Uzun
Hava) sayısı 75-80 civarında bir repertuara sahipti. İncelendiğinde görülecektir ki bu
sayı 179’a Çıkarılmış; genelde bilinenlerin üzerine 100 civarında ilave yapılmıştır.
Bu sayı bir ilin Halk Müziği külliyatı açısından oldukça önemli bir rakkamdır (22).
Cumhuriyet dönemi önemli müzisyenlerimiz
Celâl Güzelses kimdir....
İbrahim Evirgen anlatıyor
Diyarbakır Halk kültürünün en önemli dallarından birini oluşturan halk
musikisinin yayılmasında; Coşkun Sabah, Bedri Ayseli, Yusuf Tapan, Recep Kaymak
gibi birçok sanatkârın yetişmesinde öncü olmuş büyük sanatkâr Celâl Güzelses,
1900 yılında Diyarbakır’da doğdu.
129
Emekli olunca, kendini tamamen folklor çalışmalarına verdi. Dürüst, çalışkan
ve fedakâr bir zattı. Paraya değer vermezdi. Ankara ve istanbul üniversitelerinde
okuyan Diyarbakırlı gençlerin her yıl düzenlemeyi gelenek haline getirdikleri
“Diyarbakır Gecesi” toplantılarına katılır, verdiği konserlerde dinleyicileri coşturur,
geceye neş’e ve renk katardı. Bu konserler için zorunlu masraflar dışında hiçbir para
almazdı.
Her yılın yaz ve sonbahar aylarında Halkevi bahçesinde “Hafta Sonu
Konserleri” verir, bahçede toplanan insanlara müzik zevk ve kültürünün aşılanmasına
hizmet ederdi. Sohbetine doyum olmazdı. Çok sevdiği arkadaşları bile, birlikte
çıktıkları piknik gezilerinde ona şarkı söylemeyi teklif etmekten çekinirlerdi. Çünkü
böyle bir teklifi mutlaka red ve orayı terk edeceğini bilirlerdi. Ama o sohbet sırasında,
kendiliğinden bir müzik ziyafetiyle arkadaşlarının isteyip açıklayamadıkları
arzularını yerine getirirdi.
Celâl Bey’in Mûsıki Çalışmaları.
Hayri Yoldaş anlatıyor
22 Haziran 1943 22 yılında şimdiki altıncılar çarşısı’nda Diyarbakır Halk
Mûsıki Cemiyeti’ni kurarak başına geçti ve mûsıki çalışmalarına musıkiseverleri
etrafına toplayarak başladı. ‘Şehir Halk Konserleri’ ‘Cıvar İllere Konser’ve Dicle
Talebe Yurdu yararına ‘Ankara Konserleri’ gibi etkinliklere başladı. Her konseri
büyük bir ilgi ve izdihamlarla izlendi. Ankara ve İstanbul’da radyo proğramlarına
konuk edildi, Diyarbakır mûsıkîsinden örnekler sergiledi.
1930 yılına kadar aynı zamanda Halkevi Mûsıki Şefliği’ ni de büyük bir
başarı ile yürüttü. 12 Haziran 1939 Pazartesi günü verdiği Halk Müziği konserine
o zamanın nüfusu göz önünde bulundurulursa 1159 izleyici toplamasıyla adeta bir
rekora imza attı, gittikçe izleyicileri artıyor ve Celâl GÜZELSES sevgisi tüm yurda
yayılıyordu. Sivas, Elazığ, Malatya, Şanlıurfa illerinde plakları adeta kapışılıyordu.
Sınır komşularımız Suriye ve Irak’ta bir plâğı 1 ile 5 altına alıcı buluyordu ve
tabiri caizse yok satıyordu, böylece Celâl GÜZELSES’in ünü yurt dışına taşmaya
başlamıştı. Iraklı sanatçı Hasan CEZRAVİ, Celâl Bey’i görmek için Diyarbakır’a
gelir ve üç gün meşk ederler daha sonra Celâl Bey’i konser vermesi için Irak’a
davet eder. Celal GÜZELSES Suriye veIrak konserlerine yalnız katılmıştır ve Halep
treniyle direk İstanbul’a gidişini anlatır.
Dicle Talebe Yurdu yararına yaptığı Ankara konseri son konseri olmuştur.
Celâl GÜZELSES terli şekilde sıcak vucutla çıktığı konserden Ankara’nın
soğuk ve sert havasına dayanamaz orda feci şekilde üşütür. Zamanın ulaşım şartları
da eklenince Diyarbakır’a hayli bitap düşmüş olarak döner. Doktorların uğraşı çare
olmaz çünkü hastalık ilerlemiş ve ateş sonucu menenjite çevirmiştir. Üstadın keman
sanatçısı Hüsnü İPEKÇİ’ nin yurt dışından getirttiği ilaçlarda tesir etmez ve Şark
Bülbülü 1 Şubat’ı 2 Şubat’a bağlayan gece 1959 tarihinde Diyarbakır’daki evinde
130
hakkın rahmetine kavuşur. Cenazesi Müezzinlik yaptığı Ulu Camiî’ den defnedileceği
Mardinkapı mezar-lığına, bir insan seli eşliğinde saatlerce omuzlarda taşınarak
götürülür. Mezarı Diyarbakır Mardinkapı mezarlığı girişinin sol tarafındadır.
Celal Güzelses’in Mardinkapı’da kabri
Şerif Kayran
1970 Lice doğumludur. Söz yazarı ve bestekardır.Yüzü aşkın esri ses
sanatçıları tarafından icra edilmiştir.İstanbul Opera ve Güzel sanatlar akademisi
Piyano ve Solpe bölüm mezunudur.
Eserlerine örnekler ve seslendiren sanatçılar
Ne Gezer: Seher Dilovan
Keje: İzzet Yıldızhan
Türkü: Alişan
Deli Fırat: Ceylan ve Yusuf Harputlu
Dağlara: Kader
Ben sana yandım: Ayhan Aşan ve Nur Ertürk
Yaralım: Ayhan Aşan ve Alişan
Nerdesin: Küçük Onur (23)
Tarık Çıkıntaş. (1924-1979)
(Bilgi kaynağı: Kenan Aksu-Feyza Serçe)
Diyarbakır’ın simge isimlerinden olan Tarık Çıkıntaş,köklü bir ailenin tek
oğlu olarak 1924 yılında Diyarbakır’da doğdu. İki yaşlarında iken geçirdiği ateşli
bir hastalık sonucu görme yeteneğini kaybetti. O yıllardaki bütün tıbbi imkanlar
denenmesine rağmen başarılı olunamadı.
131
1930’lu yıllarda Diyarbakır’a tayin olan ve 3 yıl müddetle evlerinde kiracı
olan Nuruosmaniye camii hocası sayın hafız Akkuş’tan Kur’an ve Mevlit öğrendi.
Kulağı sesleri çok iyi algılıyordu,duyduğu birinin sesini yıllar sonra işittiğinde
hemen tanıyordu. Müziğe karşı ilgisi hissedildiğinde evdeki orgla çalışması sağlandı.
Radyodan işittiklerini orgla çalmağa çalıştı. Kendisi gibi görmeyen çocukluk
arkadaşı Celal Sevimli ile çok uzun sürecek dostlukları ile birlikte müzik hayatlarına
başladılar. Kendi kendine cümbüş çalmayı öğrendi. Duyduğu bir şarkıyı kısa sürede
hem çalıyor, hem de güzel sesi ile söylüyordu. Ünlü sanatçı şark bülbülü Celal
Güzelses’in öğrencisi oldu.
1950’li yıllarda Anadolu’yu dolaşıp türkü derleyen ünlü sanatçı, hoca Muzaffer
Sarısözen’le tanışma fırsatı bulud.TRT arşivlerinde Tarık Çıkıntaş’tan alınan ‘Çay
içinde düğme taş’diye adlı bir türkü bulunmaktadır
1955-1970 arası Diyarbakır’da müzik alanında önemli isimlerden biri
olmuştur. İki evlilik yapmış 4 kız, 2 erkek çocuğu olmuştur.Son yıllarını hastalıkla
geçirmiş, 1979’da 55 yaşında hayata veda etmiştir.
Ahmet Geniş
Kocaköy’de Mahalli sazlarımızdan dilsiz kavalın yaşayan en büyük
ustalarındandır. Ortopedik özürlü olup ilerlemiş yaşına rağmen geçimini rençperlikle
sağlamaya çalışmaktadır.
(Kocaköy kaymakamlığı)
Yusuf Tapan
Diyarbakır halk kültürünün önemli bir dalını oluşturan türkülerimizin derlenip
tanıtılmasında önemli katkıları bulunan Yusuf Tapan 1927’de doğdu.Diyarbakır
Halk Musiki cemiyetinde çalışmış, nota, şan ve usul derslerini burada alarak bilgisini
artırmıştır. On kadar Diyarbakır türküsünün gün ışığına çıkarılmasına katkıda
bulundu. 1985’te vefat etti.
Ramazan Şenses
1928’de Çermikte doğdu. 1954’de İstanbul radyosuna geçti, İstanbul belediye
konservatuvarından mezun oldu. Sanatçının okuduğu Diyarbakır türkülerinden
bazıları:
Su içemem destiden, Hangi bağın bağbanısan, Kundurama kum doldu, Kar
etmez ahım, Şeftaliyi şitil eyledim, Buradan bir atlı geçti (24).
Mardinkapı mezarlığında Celal Güzelses ekibinden bir abimiz
132
Bir Musikişinas HÜSNÜ İPEKÇİ
Amerikada yaşamını sürdüren Zaven Özatmacıyan ağabeye, birileri
Hüsnü İpekçinin ölüm haberini ilettimi bilemiyorum. Zaven Ağabey bu acı
haberi duyduğunda, dudaklarınının arasından mutlaka şöyle bir nida çıkacaktır
Belki: Diyarbakırdan birlikte götürdüğü sapı narin çümbüşünü çıkaracak ve
cümbüşün sesinin Amerikalı komşularını rahatsız etmemesi için çümbüşünün
köprü arkasına küçük bir tarak takacak Saba makamında bir taksimin arkasından «
Diyarbakır Etrafında Bağlar Var « türküsünü içli sesi ile söylemeye başlayacaktır.
Önce Mehmet Cemil Turgut sonra Hüsnü İpekçi Arka arkaya iki mümtaz şahsiyeti, iki
güzel insanı kaybettik. Yoklukları hep kendini belli edecek. 1932 yılında Diyarbakırda
doğmuş, Cumhuriyet ilk okulunu bitirdikten sonra tahsile devam etmemiş.
Sanat altın bileziktir özdeyişinin etkisi altında 1954 yılına kadar İpekçilik yapmış.
Zaten baba- dede zanaatı olduğu için, soyadı kanunu çıktığında İpekçi soyadını tercih
etmişler. İpekçilik yaptığı bu zaman dilimi içersinde ise hep musiki ile iştigal etmiş.
İlk musiki derslerini, Halep›de ikamet eden ama yılın üç ayını Diyarbakırda
geçirmek üzere kente misafir olan ve sonbaharda Halep’e dönen Halepli Yumma’dan
almış. Daha sonra, Diyarbakırda Su Fotoğrafı diye tabir edilen fotoğraf işi ile uğraşan,
hani o önünde büyük ve ayaklı kutu gibi duran ve kafasını siyah perdenin içine sokup
resim çeken fotoğrafçılardan Ermeni Hayık Ustadan, Hayık Aşçı’dan çümbüş dersleri
almaya başlamış.
1943 yılında Diyarbakırlı Celal Güzelses tarafından kurulan Diyarbakır Halk
Musiki Cemiyetininin kurulduğunu duyar duymaz bu cemiyetin çalışmalarına iştirak
etmiş. Celal Güzelsesin teşvikleri ile keman çalmaya karar vermiş ve o yıllarda Dicle
Gazinosunda çalışan Kemani Sadık Tokay dan keman dersleri alarak cemiyetin
meşklerine kemanı ile iştirak etmiş. Celal Güzelsesin önderliğinde,Kanuni Siverekli
Gazi,Garabet Menekşe, Naci Balıkçı, Antranik,Hayık Aşçı ve o yıllarda Cemiyette
Klasik okuyan yani Türk sanat Müziği icra eden Sami Hazinses ile birlikte tüm
Diyarbakırın beğenisini toplayan güzel bir birliktelik oluşmuş.
Celal Güzelsesin 1959 yılında vefatına kadar bu beraberlikleri devam etmiş.
Musikide Diyarbakıra özgü makamlardan olan Nevruz, Beşiri, İbrahimi,
Şirvani makamlarını bütün ara nağmeleri ile birlike çümbüşle çok güzel icra ederdi.
Hatta Diyarbakır Tanıtma Kültür Vakfı şubemizde bir söyleşisinde bu makamların
bizzat Celal Güzelses tarafından Cemiyette öğrencisi olan Sami Hazinsesede
öğretildiğini ifade etmişti. Daha sonraki yıllarda Sinema aşkı ile İstanbula yerleşen
ve beyaz perdede ünlü olan Sami Hazinses,Diyarbakırda edindiği bu musiki kültürü
ve bilgileri ile bir çok beste yapmış ve bu besteleri o yılların ünlü sanatçıları olan
Zeki Müren, Sevim Tanürek tarafından taş plaklara okunmuştur. (Derdimi Kimlere
desem- Söyleyemem Derdimi-Bir Dilbere müpteladır Deli Gönül- Şöför NebahatYeter Ağlatma beni ) Vakıftaki söyleşi sırasında Şeyhmus Diken dostumuz sormuştu
Hüsnü İpekçiye- Şimdi geriye dönüp baktığınızda........ -Şimdi geriye dönüp
133
baktığımda, keşke profesyonel olarak musikiyi meslek edinseydim diye kendi
kendime hayıflanıyorum.... Diye cevap vermişti rahmetli. Oysaki.. bir çok profesyonel
sanatçıdan daha fazla profesyoneldi, Musikiye aşıktı, Bir Çümbüş ve keman ustasıydı
İpekçilik sanatını iyi bilirdi İyi bir baba İyi bir dost Ve .. İyi bir Muhtardı (26).
Ahmet Yüksekses
1868 yılında Diyarbakır’da Lala Bey Mahallesi Lala Bey Sokak Nu: 28’de
dünyaya gelen Ahmet Yüksekses (Ahmike) geçimini çobanlık yaparak sağlayan
İbrahim Efendi ve Zeliha hanımın oğullarıdır.
“Gülşenî Tarikatı“nı Diyarbakır’da kuran ve bu tarikatın piri sayılan İbrahim
Gülşenî’nin ahfadından olan Ahmet Gülşenî’nin postnişin olduğu ve İsmini İbrahim
Gülşeni’den alan, vali konağının bulunduğu yerdeki (Anıt parkın karşısı) Gülşeni
Tekkesi, 19 yüzyılda Diyarbakır’da önemli bir yere sahip idi. Bu tekkeye intisap
eden Ahmike burada musiki ile tanışır.
Gülşeni tekkesinde sazlı ve sözlü yapılan zikirlerde genellikle Ney üflenir,
def ve kudüm gibi usul aletleri kullanmıştır. Ahmike de burada ney üflemeyi
öğrenmiştir. Sesinin güzel olması ile de Tapuğ adı verilen bu tarikata bağlı şairlerin
134
ayinler sırasında okudukları makam ve usullü şiirler okuyanların arasına girer cuma
ve pazar günleri tekke de yapılan toplantılarda kaside, naat ve gazeller okur.
İbrahim Gülşeni’nin oğlu ve onun ilk halifesi olan Ahmed Hayali’nin bir divan
oluşturacak kadar yazdığı şiirlerinden bazılarını Gülşeni bülbüllerinden öğrenerek
okumuştur.
Atatürk ile tanışmaları ve soyadını alması
1937 yılında demiryolu açılışı için Diyarbakır’a gelen Atatürk’e Halkevi’nde
konser verilir. Bu konserde Ahmike bir kaç eser okur. Gecenin anısına;
“Halk evi sekülidir
Top reyhan ekilidir
Bu türküyü çıkaran
Diyarbekirli Ahmike’dir “
olan;
Sözü ve müziği kendisine ait olan bu eseri okur ve ardından Diyarbakır Divanı
“Buy-i vahdet almışam bûs–i lebi peymâneden
Hangi zalim men eder meyden beni meyhaneden“
Adlı eseri okur. Programı Atatürk kendisine ayrılan locadan izledikten
sonra ordu evine geçer. Sahne arkasında Ahmike, Hasta Sait, Sait Şenses ve diğer
müzisyenler toplu halde bulundukları sırada bir subay gelerek Ahmike’ye; “Seni
Atatürk istiyor” der. Atatürk’ün Ahmike’yi çağırttığını duyan Hasta Sait; “Yahu
hale Ahmet “Buy-i vahdet’i niye okudun babam başımıza iş açacaksın” diyince bir
tedirginlik yaşanır.
Herkes ne olduğunu merak ederken oğlu Kamil Ahmike’nin koluna girer ve
gelen subayı takip ederek ordu evine giderler.
Atatürk ordu evinin bahçesinde havuzun kenarında oturmaktadır. Subay
Ahmike’yi oğlunun kolundan çıkararak Atatürk’ün huzuruna getirir ve gözleri pek
az gören Ahmike’nin kulağına eğilerek; “Karşında oturan Atatürk’tür” der. Atatürk
Ahmike’ye sorular sorar biraz sohbet ettikten sonra Ahmike yüksek sesle irticalen;
“Bu tiren dağları aştı
Benim gönlüm sana düştü
Kirpiklerin ok oldu
Sinemi deldi geçti “
135
Dörtlüğünü okur. “Seni gördüm çok şükür Allah’ıma” der. Atatürk Ahmike’ye
soyadının ne olduğunu sorunca Ahmike “Benim soyadım yoktur” der. Bunun üzerine
Atatürk; “Senin soyadın “Yüksekses olsun” der. Atatürk’ün yanında olan Diyarbakır
Belediye Başkanı Nazım Önen, Atatürk’ün bu isteğini defterine not olarak yazar.
Atatürk ayrıca Ahmike’ye 35 lira aylık bağlatır. 4-5 metre uzakta duran Ahmike’nin
oğlu Kamil bu konuşmaları duyar ve daha sonra babasının koluna girerek Halkevi’ne
dönerler.
Ahmike’nin etrafına toplanan kalabalık Atatürk’ün ne söylediğini öğrenmek
isterler. Bu sırada Müftüzade Hüseyin Efendinin oğlu yanlarına gelerek; “Hale
Ahmet bundan sonra senin soyadın Yüksekses oldu. Atatürk emir verdi bir de sana
aylık bağlandı. Belediye de sana yiyecek ve yakacak yardımı yapacak” der. Böylece
Ahmike’nin soyadı Yüksekses olur.
1938 yılında Diyarbakır’da Hacettepe Üniversitesi adına yapılan derleme
çalışmalarında Diyarbakır’dan 24 eser derlenmiş olup bu derlenen eserlerin
birçoğunu Ahmike okumuş ve o zaman 70 yaşında imiş.
Bu derlemelerin ses bantları ve Ahmike’nin okuduğu eserler kendi sesinden
mum plaklardan banda aktarılmış olup arşivimde mevcuttur. Diyarbakır musikisinin
bugünlere gelmesinde büyük katkıları olan Ahmet (Ahmike) Yüksekses’in birçok
eseri TRT repertuarında mevcuttur fakat kayda alınmayan birçok eser de maalesef
kaybolmuştur. Bu büyük makam ve usul üstadı 1966 yılında 98 yaşında vefat
etmiştir (1). Diyarbakırlı meşhur müzisyenlere örnek verelim Ayşe Şan, Eşref Atay,
Hüsnü İpekçi,Ramazan şenses, Cemil Değer, Celal Aycan, Recep Kaymak, İzzet
Altınmeşe, Bedri Ayseli, Mustafa Canan, Celal Sevimli, Emin Turgay, Azize Gürses,
Emin Taşın, Kadir İpek, Coşkun Sabah, Mahsun Kırmızıgül, Emrah İpek (Küçük
Emrah) İbrahim Macit, Kenan Menekşe, Eşref Atay, Şeref Değer, Azize Gürses,
Yaşar Özel, Güler Basuşen, Fatma Aktaş, Sami Hazinses’in de aktör olmadan önce
Diyarbakır musiki cemiyetinde çalıştığını, klasik Türk sanata musikisi icra ettiğini
öğreniyoruz(15).
136
Atattürk’ün şark bülbülü ünvanını verdigi
Atatürk’ün
sark bülbülü ünvanini verdigi Celal
Celal GÜZELSES
Güzelses-
Celal
Celal GÜZELSES
Güzel ses
At atürk’ün
Yüksekses
soyadi
ni verdigi
maas
bagladigi
Atatürk’ün
yüksekses
soyadını
verdidigi,
30,30
liralira
maaş
bağladığı
Türkite’nin il k devlet sanatçi si Ahmet Yüksekses
Türkiye’nin ilk devlet sanatçısı Ahmet Yükseksestir
Recep Kaymak-Bedri ayseli-Ayse San -Sami Hazinses-Azize Gürses
137
• Udi yervant- Diyarbakirli Ermeni m üzisyenler
Sü
üryani
ryani Bandosu
1900 yili nda dünyaya gelen Mülkiye Mektebi
üüüüüüü
irli “Sair ve Devlet adami”
Cemal YESIL'in bestelenen MÜLKIYE MARSI
• Baska bir ask istemez, askinla çüüüüüüü
Ey Vatan! Gözyaslarin dinsin, yetistik çünkü biz,
Gül ki sen, nes'enle gülsün ay, günes, toprak, deniz,
Ey Vatan! Gözyaslarin dinsin yetistik çünkü biz.
138
Diyarbekır Yöresi Tüm şarkılar
Adil Efendi
Ağla Gönül (Kekliğim)
Ağlama Yar Ağlama
Ağzın Dilleri (Kırılır Kalemler)
Ak Çuha Kara Çuha
Amman Ey (Kar Yağar Kar Üstüne)
Arkadaşlar Benim Derdim Yeğindir
Arpa Durağa Geldi
Arpa Orağa Geldi
Asiyam (Çağırdım Ben Uy Ana)
Aşk Bağrımda Yar Açtı
Ay Dıl Ay Dıl Dılım Yar
Ay Doğar Sini Sini
Ayvanda Yatan Oğlan
Az Kaldı Bayram Ola (Ninalar)
Baba Bugün Dağda
Bahçada Yeşil Çınar
Başındaki Puşu Mudur
Başındaki Tellere
Ben De Gidem Paytahta
Benim Yarim Yaramazdır
Benüsene Gideyim
Biner Paytona Gider Seyrana
Bir Anadan Bir Babadan
Bir Ceket İsterem Kolu Dar Ola
Bir Çift Bilbil Geldi Kondu Kamışa
Bir Güzel Ki On Yaşına Girince
Bir Mumdur İki Mumdur
Böyle Bağlar
Bu Dere Baştan Başa
Bugün Ben Yari Gördüm
Bülbülün Kanadı Sarı
Buy-i Vahdet Almışam
Cahar Attım Dubara
Çarşıda Bal Var
Çay İçinde Döğme Taş
Ceylan (Sararıp Morarmış)
Çıktım Saray Köşküne
Celal Güzelses
Mehmet Ali Erdem
Celal Güzelses
Kadir Tanrıkulu
Bekir Karakaş
İzzet Altınmeşe
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
İzzet Altınmeşe
Yusuf Tapan
Ayşe Şan
Tarık Çıkıntaş
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Yöre Ekibi
Zehra Bilir
İzzet Altınmeşe
Tarık Çıkıntaş
Cemil Değer
Celal Güzelses
Kenziya
Selahattin Mazlumoğlu
Fethullah Erkan
Celal Güzelses
Tarık Çıkıntaş
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Ramazan Şenses
Selahattin Mazlumoğlu
Tarık Çıkıntaş
Kadir Tanrıkulu
Ramazan Şenses
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
139
Dağda Duman Yeri Var
Dağdan Kestim Değenek
Dağlar Dağımdır Benim
Dağlara Lale Düştü
Dedim Ey Efendim Gel Kıyma Bana
Derelerde Kum Savrulur
Derman Aramam Derdime
Dermanın Biter
Diyarbekir Şad Akar
Dumanlı Yaylalar (Soğuk Pınar)
Düş Müdür Hayal Mıdır
Elinde Süt Küleği
Elinden Olsun (Köle Diye)
Es Kişer Hampartsum E
Esmer Bugün Ağlamış
Esmerim Biçim Biçim
Esti Baharın Nesimi
Etme Bari (Gayrı Sevdiceğim)
Eydim Kavak Dalını
Eyvanda Yatan Oğlan
Fincanın Etrafı Yeşil
Garibim Bu Vatanda
Gel Efendim
Geyik Avı (Üç Kardeştik)
Hamaylı Boynundayım
Hangi Bağın Bağbanısan
Hani Davulunuz (Bir Mumdur)
Hanım Kızlar
Hanımey (Ben De Gidem)
Haramsu’dan Atladım
Haydi Gidak Toyuna
Hele Yar Zalim Yar
İnciyem Üzülmüşem
Kalemi Kaşta Koydun
Kar Mı Yağmış Diyarbakır’ın Dağına
Kara Gözler
Karanfil Eken Bilir Malamın
Karanfilsin Tarçınsın
Karpuz Kestim Yiyeyim
Karşıda Fırat Gördüm
140
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Aycan
Celal Güzelses
Kadir Tanrıkulu
Cemil Cankat
İzzet Altınmeşe
Celal Güzelses
Yavru Mehmet Efendi
Kadir Tanrıkulu
Anonim
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Kadir Tanrıkulu
Ramazan Şenses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Kadir Tanrıkulu
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Ramazan Şenses
Gıyas Coşkun
İzzet Altınmeşe
İzzet Altınmeşe
Cemil Değer
Cemil Değer
Celal Güzelses
İzzet Altınmeşe
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Ahmet Yüksekses
Ramazan Şenses
İzzet Altınmeşe
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Karşıda Görünürsün
Karşıda Kuzu Gördüm
Karşıki Dağlar Beyazlara Bürünmüş
Karşıki Dağlar Dumanından
Kerpiç Kerpiç Üstüne
Kıratım
Kırklar Dağının Düzü
Lorke
Makaram Sarı Bağlar
Mardin Kapı Şen Olur
Mavi Bağlar Başına
Mavi Yüzük Firuze
Mevlam Bir Adama Çocuk Verince
Mihrican (Saçların Sarı Yarım)
Mübarek Mübarek
Muradı Böyle
Muratgil’in Damından Atlayamadım
Nare Esvap Yıkıyor
Naze Naze (Diyarbekir Bedende)
O Yarimin Damından
Odasına Girdim Fincan Elinde
Öl Dedi Bana
Olsun Mu Gönül
Saçaklıkta Kilim Var
Saza Niye Gelmedin
Saza Niye Gelmesen
Saza Niye Gelmezsen
Sen Gideli Üç Gün Kaldı
Silmedin Göz Yaşını
Sinen Beni Yandırır
Sıra Sıralı Konaklar
Su İçemem Testiden
Suzan Suzi
Vardım Yarin Bahçesine
Yalana Döndü
Yayık Yaydım Kolum Şişti
Yazsam Üstadımın Mezar Taşını
Yemenim Turalıdır (Gülizar)
Zülüfünü Taramadım
Celal Güzelses
Yöre Ekibi
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Yusuf Tapan
İzzet Altınmeşe
Bedri Ayseli
Yöre Ekibi
Selahaddin Mazlumoğlu
Celal Güzelses
Cemil Değer
Celal Güzelses
Diyarbakırlı Aşık Hasan
İzzet Altınmeşe
Şakire Kalaycı
Ahmet Cankat
Osman Efe
Celal Güzelses
İzzet Altınmeşe
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Kadir Tanrıkulu
Kadir Tanrıkulu
Yöre Ekibi
Lamia Benek
İzzet Altınmeşe
Lamia Benek
Celal Güzelses
Celal Güzelses
Bedri Ayseli
İzzet Altınmeşe
Ramazan Şenses
Celal Sevimli
Kadir Tanrıkulu
Bedri Ayseli
Yusuf Tapan
İzzet Altınmeşe
Yusuf Tapan
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
Diyarbakır
141
KAYNAKLAR
1. Vedat Güldoğan 18. Yüzyılda Kılasik Türk Musikisinde Diyarbakırlı
Bestekârlar Güftekarlar Ve Diyarbakır Musiki Folklorunda Ahmet (Ahmike)
Yüksekses. 2. Diyarbakır sempozyumu. DİTAV. Ankara. 2011
2. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır. Diyarbakır 1. Uluslar
arası Suriçi sempozyumu. 20-22 Nisan. 2006. s.117
3. Suphi Martağan Diyarbakır TürküleriŞevket Beysanoğluna 70. Yaş
Armağanı. San Matb. Ank. 1991. S. 361
4. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb.
Ankara.1997. s. 203,206
5. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği.1995. s 210
6. ergun ([email protected]) adına [email protected]
7. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat adamları-Şevket Beysanoğlu
7. Ergun ([email protected]) adına [email protected]
8. Diyarbakır İl Yıllığı-1967. s. 267,269,270
9. Ömer Tellioğlı (ed) Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır büyükşehir belediye
yayV/,44
10. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s. 79
11. Şevket Beysanoğlu.Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları.San matb.
Ankara. 1997. s. 204
12. Vedat Güldoğan Dünden Bugüne Diyarbakır Musiki Folkloru. 1. Bütün
yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 27-28 Ekim 2000. Ankara. s. 378
13. Tuba Cengiz: Diyarbakır eski suriçi ve surdışı evlerinde çevresel etmenler..
D.Ü. Mimarlık AD. Diyarbakır. 1993. s. 193
14. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay İst. 2007.
s. 28,32
15. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay. İst.
2003. s. 246 ,186
16. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb.
Ankara. 1997. s. 211
17. Hayri Yoldaş. celal Güzelses. Diyarbakır. 2005. s. 9-10
18. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb.
Ankara. 1997. s. 219,212
142
19. Ş.Beysanoğlu, S.Tarhan, K Dökmetaş: Diyarbakır Musiki Folkloru
Diyarbakır Büyükşehir yay. 1996. s. IX- XII
20. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949.
21. Y mesaj. 30. 1. 2007
22. Beysanoğlu Şevket; Salih Turhan, Kubilay Dökmetaş Diyarbakır
folkloründen bir kesit Ankara: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat
Yayınları, 1996, XIV + 205
23. Zeki Dilek. Lice. Diyarbakır. 2002. s. 242
24. Şevket beysanoğlu. Diyarbakır’lı Fikir ve sanat adamları. san mat.Ank.
1997c. 3. s. 223,309
25. Şevket Beysanoğlu Anıtlarıyla ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi- ergun
([email protected]) adına [email protected]
26. Halit Ötük şehir mektupları -19 /www.hancepek.com
143
KÜRT MUSİKİSİ VE EDEBİYATI
DİYARBAKIRDA DENGBEJ KÜLTÜRÜ
Kenan Haspolat*
“Dengbejlik sanatı bu bölgenin en eski ve en önemli sanatıdır.
Yunanlılar için Homeros neyse, İranlılar için Firdevsi (Ebül Kasım) neyse
bu bölge halkı için de dengbejlik odur. Dengbejler bu halkın hafızasıdır,
vicdanıdır. Tarihten günümüze kadar geçmişte meydana gelmiş olayları
türkülere, stranlara, klamlara dökerek bu halkın duygularına tercüman
olmuşlardır. Ancak üzülerek söyleyelim ki dengbejlik ve dengbejlerin kıymeti
anlaşılamamış yeterince önemsenmemiş ve birçoğu yoksulluk içerisinde hayatını
idame ettirmişlerdir. Oysa bunlar Kürt edebiyatının sözlü gönüllü erleridir, Kürtçe
yazıp okuma yasak olduğu için genellikle aşkları kavgaları sosyal olayları dengbejler
türkü yaparak nesilden nesile kuşaktan kuşağa aktarmışlardır. Onlar bizim tarihimizin
canlı birer örnekleridir (1). Kürtçe’de ‘Sese hayat veren’ anlamına gelen ‘Dengbêj’,
Kürt kültürüne ait destanları, aşk hikayelerini, isyanları, tarihi olayları herhangi
bir enstrüman kullanmadan, sesleri ile canlandıran Kürt ozanlarına verilen isimdir.
Denbêjlerin seslerini kullanarak yarattıkları yapıtlara “kilam” denir. Dengbêjler,
yüzyıllar boyunca köy köy, şehir şehir gezerek anlattıkları hikayelerle, sözlü Kürt
Edebiyatının yaşamasına aracılık etti (2).
Dengbej, Anadolu ekininde çok önemli bir yer tutmasına karşın günümüzde ne
olduğu fazla bilinmeyen bir ekinsel örgedir (motif). Nedir dengbej? Kürtçede “deng”
ses, “bej’ ise sese biçim veren, ruh kazandıran, canlandıran, sesi söze dönüştüren,
söyleyen demektir. Bengbej, sesi, sözü iş ve uğraş edinmiş, mekanı ses ve söz olmuş
kişidir. Dengbejler, halk ekini ürünlerinin, Anadolu yaşam biçiminin, en önemli
tanıkları ve derlemecileridir. Anadolu insanının çeşitliliği ve bu çeşitlilikten doğan
varsıllık, Anadolu halkının ekinsel yapısına, ürünlerine de büyük bir çeşitlilik ve
varsıııık kazandırmıştır. Kürt halk yazınının ve folklorunun önemli bir dalı olan
dengbejlik, bir anlamda Kürt halk ozanliğıdır. Ekinsel örgelerin dilden dile, ilden ile,
kuşaktan kuşağa ulaşmasını sağiayan kişilerdir dengbejler.
Dengbejler, giyimleri ile özgün bir yapı oluştururlar. Başlarında elle örülmüş,
*Prof. Dr. Kenan Haspolat
144
canlı renklerden oluşan nakışlarla süslenmiş yün bir börk, ayaklarında da
olabildiğince yalın ve yalınç, çarığa benzeyen ayakkabılar vardır. Giysileri ise yöre
halkının giyimlerine benzer, gösterişsiz giysilerdir. Görünüşleri ve davranışlarıyla
tam bir eski zaman insanını, eski dönemlerin anlatıcılarını temsil ederler. Denbejler,
değişik zamanlarda başka başka evlerde toplanan yöre halkına, geçmiş zamanların
ve dönemlerin duygu dünyasından ve yaşam biçiminden oluşturdukları öyküleri
aktararak, insanların eğlenirken bilgilenmelerini de sağlarlar. çoğu kez düğünlerde
ve özel günlerde, açık alanlarda yaptıkları gösterilerle köy seyirlik oyunu geleneğini
yaşatırlar. Erkek deng- bejler zaman zaman kadın kılığına girerek taşlama ve
atışma içeren yöntemlerle aşk öykülerini, masalları, destanları, türküleri aktarır ve
canlandırırlar. Destanlardaki, masallardaki, türkülerdeki kahramanların seslerini,
davranışlarını taklit ederek yaptıkları gösterilere tiyatro canlılığı kazandırırlar (3)
(4) (5).
Kürt müziğinin tarihsel- geleneksel kaynakları Dengbêjlerdir. Kürt Müziğinin
temel unsurları Dengbêjler,Stranbêj,Lawikbêj ve Çîrokbêjlerdir. Dengbêjler
öncelikle çok güçlü hafıza ve sese sahiptirler.
Kilamlar, stranlar, lawiklar Kürdistan’da onlarca nedenden dolayı yazılı
iletişimin tıkandığı noktalarda Kürt kültürünün, sanatının, tarihinin, günlük
yaşamının ve sosyal yapısının kodlandığı birer kara kutu olagelmiş ve dengbêjler
aracılığı ile bu kodları günümüze ulaştırılmıştır.
Kürtlerde müziği yaşatan dengbêjler dışındaki iki unsur daha vardır. Biri
anneler, diğeri ise medreselerde dini müzik eğitimi almış, dini müzik icracıları olan
feqîlerdir. İlk müziğin dinî müzik olduğunu unutmamak gerekir.
Kürtlerde yazılı edebiyatın çok yaygın olmaması buna karşın sözlü edebiyatın
geliştiği ve bu gelişimin kuşaktan kuşağa müzik yoluyla aktarıldığı görülmektedir.
Bu rolü ‘Dengbêj’ dediğimiz ozanlar üstlenmiştir ve bu çaba ‹dengbejlik’ geleneğini
doğurmuştur. Kürt tarihinde dengbejler, çirokbejler (hikaye anlatıcıları) ve
stranbejler (halk sanatçıları) halkın sesi ve belleği olmuşlardır.
Kürt müziği bu temel yapısını yüzyıllarca çok fazla değişme uğramadan
muhafaza etmiştir.
Geleneksel Kürt müziğinde birçok stil ve komşu halkların müziğini oldukça
etkilemiş makamlar mevcuttur. Geleneksel Kürt müziğinde ki sitilleri şu şekilde
sıralayabiliriz; ‘Dengbêjlik, Lawje, Heyranok, Pirepayizok, Lawike Siwaran,
Destan, Berite/belite, Dilok, Sersso, Narink, Stiranen Kar, Sesbendi, Lorik, Stiranen
Merasiman, Katar, Mediha ve Mewlud’ (6).
Dengbejler lawık “lavej” denilen aşk, sevda ve kahramanlık şiirlerini basit
bir ritim ile serbest şekilde, hece ölçülerine bağlı kalmaksızın okur. Eğlencelerde,
düğünlerde, şenliklerde söylenen yöresel dans ve eğlence şarkıları olan stranén
dilane, halaylarda (govend) söylenen şarkılar (dılok), iş türküleri ve ninniler (lori)
145
de mevcut olup, bunları sanat musikisi olarak nitelemek mümkün değildir. Bunlar
tamamen halk musikisi olup anonimdirler.
Dengbejler insanları coşturan, duygulandıran, kimi zaman da hüzünlendiren o
güzelim eserleri genellikle nevruz, çargah, rast, kürdi, hicaz ve uşşak makamlarında
eşlik çalgılarla okurlar.
Enstrüman olarak üflemeli çalgılardan billur veya çoban kavalı kullanıldığı
gibi bunların yanında telli çalgılar da kullanılır. Diyarbakır yöresinde kaval, cümbüş,
darbuka, erbane (arabana) kullanılır. Arabana bilhassa zikirlerin vazgeçilmez eşlik
çalgısıdır.
Diyarbakır’da her aşiret reisinin bir dengbeji olduğu gibi serbest dengbejler
de vardı. Bunlardan Abdulhadi, Faki Süleyman (Sülo), Muhammede Ayşe, Saleh
Beynati, Hacı Mustafa Firdevsi ile Erganili Zülküf Ağan’ın Nuri Polat isimli dengbeji
meşhur olanlardandır (8).
Diyarbakır musikisinde önemli bir mihenk taşı Kürt ozanları diyebileceğimiz
dengbejlerdir.
Diyarbakırlı dengbejlere göz atalım:
Adil Timur i: 1941 doğumlıdır. Suriye Amude kenti Tilbeşe köyünde doğdu.
Doğmadan önce Silvan ilçesinden Amudeye gitmiş,12 yaşında dönüp Bismil’e
yerleşmiştir.
Behçet Uysal. 155 Silvan ilçesi Meliksaray köyünde doğdu12 yaşında stran
söylemektedir. 40 stran bilir. Diyarbakır’da yaşamaktadır.
Ekrem İçli.1954-2005. Ergani ilçesi Yakacık köyünde doğduDengbejliği
önceki dengbejşeri dinleyerek öğrendi.
Ali Tugal: 1929 doğumludur. Lice Çavundar köyünde doğdu
Eliye Qerejdaxi.1963 Diyarbakır Şadiye köyünde doğdu. Bir çok kaseti verdır.
Abdullah İpek. 1957 Kocaköy Suçıktı doğumludur.
Abdurrahman Pehlivan.1932 Lice, Serince köyünde doğdu
Fesihe Pasuri.1968 Silvan doğumludur.
Mehmet Talas. 1929 Lice Firdevsi köyü doğumludur.
Mustafa Kalkan. 1920 Lice,Uçarlı köyünde doğdu1990 yılında vefat etti.
Hasan Ekinci. 1966 Hazro ilçesi Varınca köyünde doğdu. Diyarbakır
Büyükşehir Belediye Müzik korosunda yer aldı.
Hasan Bilici. 1958 Hazro ilçesi Gözebaşında doğdu.
146
Hüseyin Tural (1939-2000). Diyarbakır merkez Güzelköy doğumludur.15
yaşında stran söylemeye başladı. 1970’li yıllarda ilk plağını çıkardı. Bir çok kast ve
plağa imza attı.
Kamil Tektaş. 1928-1975. Lice doğumludur.
İbrahim Almas. 1958 Lice ilçesi Serince köyünde doğdu. Bandrollü 4 albümü
vardır.
Salih Baykurty. 1938-1984. Silvan ilçesi Beynay köyü doğumludur. 3
bandrollü kaseti vardır.
Mehmet Çelik. 1978 Lice Sarınse köyünde doğdu.
Mehmet tanrıverdi. 1947 doğumludur. Lice Ortaç köyünde doğdu
Mahmet Alkoç. 1955’de Eğil Sivritepe köyünde doğdu.
Mehmud Kızıl. 1939 Diyarbakır Fatihpaşa doğumludur. 1965’de ilk plağını
çıkardıSonraki yıllarda 53 plak çıkardı. 300 stran bilir.
Nergiz Açıkgöz 1955 Kocaköy Suçıktı doğumludur.
Kutbeddin Kayaalp. 1951 Diyarbakır’a bağlı Başköy’de doğdu.
Ramazan Demirer. 1963 Lice Kahyalı köyünde doğdu. Bir çok kaseti vardır
Ramazan Şeker. 1949 Bismil Işıklar köyünde doğdu.
Remezane Ahmed. 1943 Kocaköy Günalan köyünde doğdu. 1960’danberi
dengbejlik yapar.
Süleyman Koç. Pasur Karaorman köyü doğumludur.
Sait gezici. 1933 Silvan Zengilo köyünde doğdu.Bir çok kaseti vardır.
Seydo Şimşek. 1936 Ergani legeri köyünde doğdu
İsmail tek.1956 Merkez Günendi köy doğumludur.
Sıdık Eryılmaz. 1964 Silvan İcesu doğumludur.
Şakir Tura. 1961 Silvan mezrik doğumludur.
Tahsin Türk. 1946 Kulp ilçesi Temıran köy doğumludur
Yusuf Tutal. 1954 merkez Güzelköy doğumludur
Yemlihan Yüksel. 1954. Lice Serince köy doğumludur
Zahir Koç. 1950 Silvan Alibey köy doğumludur
Zeyat Şeker. 1976 Bismil Işıklar köy doğumludur.
Zübeyir Çakır. 1956 Lice Çağdaş köy doğumludur (7).
147
Diyarbakır’da dengbej’ler tükeniyor toplam 25 tane dengbej kaldı.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından tahsis edilen Dengbej Evi’nde
görüştüğümüz, “Diyarbakır Bülbülü” olarak anılan Seydoyı Boyacı, “Diyarbakır’da
25 dengbej kaldı. Hepimiz köylerimizden koptuk, yeni bir çevre oluşturana kadar
epey bir zaman geçti. Bu kültür yavaş yavaş yok olmaya başladıİnşallah yakın
zamanda barış kilamları (sesli yapıtlar) söyleyeceğiz..
Muhamedi Derik’i olarak bilinen Mehmet İnce ise, “Biz divânımızda masallar,
yaşanmış olaylar anlatıyoruz. Çok fazla acı çekildiği için son zamanlarda sürekli bu
acıları anlattık. Artık biz de barışı, mutluluğu, huzuru anlatmak istiyoruz.
Kürtçe’de “sese hayat veren” anlamına gelen “dengbêj”, Kürt kültürüne ait
destanları, aşk hikâyelerini, isyanları, masalları, tarihi olayları herhangi bir enstrüman
kullanmadan, sesleri ile canlandıran Kürt ozanlarına verilen isim. Dengbejler, bir
hikâyeyi 12 saat aralıksız anlatabiliyor.
Dengbej Anlatımına Bir Örnek: Huso İle Naze
Huso ile Naze severek evlenmişlerdir. Huso ölümcül bir hastalığa yakalanır.
Bedeni çürümeye başlar ve kokar. Abisinin karısı, eşine “Ya bu kardeşini evden
atacaksın ya da ben çekip giderim” der. Bunun üzerine abisi Hüso’yu, Hesen Evdal
Nehri’nin yanına atar. Naze ise çok güzeldir. Bunu kıskanan kadın, Naze’yi de
babasının evine gönderir. Babası da Naze’yi zengin bir adama verir. Naze, yeni
eşinin evine giderken, “Madem beni götürüyorsunuz izin verin de Huso’dan helallik
isteyeyim” der. İzin verirler. Naze, Hüso’ya “Dilini emeyim, hastalığın bana da
geçsin” der. Hastalığın kendisine bulaşmasını sağlayan Naze, Hüso’nun ardından
ölür.www.diyarinsesi.org
DENGBEJLİK DIŞI DİYARBAKIR KÜRT MUSİKİSİ
alındı.
Diyarbakır’da düzenlenen Kürt Müzik Konferansı’nda konu birçok açıdan ele
Columbia Üniversitesi Etnomüzikoloji Merkezi yöneticilerinden Profesör
Dieter Christensen, “Geleneksel Kürt müziğinin biçimsel karakteristikleri ve
Kürtlerin müziği hakkında Kürdi olan nedir?” konularında sunumda bulundu. Kürt
müziği konusunda Kürtlerin yaşadığı çeşitli yerlerde araştırma yaptığını dile getiren
Christensen, Kürt müziğinin melodik ve ritmik özellikler taşıdığını belirtti. Yaptığı
araştırmalarda Kürt bölgelerinin tamamında 2 grup insanın kısa melodileri karşılıklı
sırayla söylediğini belirten Christensen, “Daha demokratik şarkı söyleme biçimi.
Enstrüman olmadan, vokal kullanılarak söylenen bir tarz” diyerek dengbejliğin
Kürtlerin yaşadığı her bölgede olduğunu söyledi. Bölgedeki bütün akımları
izlediğini dile getiren Christensen, Kürt bölgelerinin sadece bir bölümünde ortaya
çıkan fonlar olduğunu belirtti. Davul-Zurna’nın Kürt düğünlerinde kullanıldığını
148
söyleyen Christensen, “Kürtlerin olduğu tüm parçalarda var. Ama sadece Kürtlere
ait değil. Afganistan, Makedonya, Hindistan, Meksika gibi ülkelerde de davul-zurna
kullanılıyor” dedi.
Müzisyen Birhat, müziğin Kürt toplumsal yaşamındaki yeri konusunda
sunumda bulundu. Birhat, müzik yapmanın bir amaca hizmet etmek olmadığını ancak
toplum içerisinde zamanla amaç olarak şekillenebildiğine dikkat çekti. Kürtlerin
bilinçli ya da bilinçsiz Kürt kültürünün taşıyıcısı olduğunu dile getiren Birhat, “Kürt
müziğinde birçok müzik dalına rastlamak mümkün. Ağıt, düğün, lirik, epik, dini aşk
şarkıları var” dedi. Ağıtları daha çok kadınların yaktığını dile getiren Birhat, yakılan
ağıtlarda ölen kişilerin ölüm nedenlerinin anlatıldığını ifade etti. (Diyarbakır/DİHA) Hayri Yoldaş Diyarbakır mûsıkîsi üzerinde Kürtçenin yerini araştırmıştır.
Araştırmaya göre Kürt ve Ermeni mûsıkısi Diyarbakır Mûsıkîsinin ana kaynağı
olup melodi motiflerini ve folklor oyunlarını oluşturan şahdamarıdır. 10/8’liklerin
nerdeyse büyük bölümü ermeni kökenlidir. 4/4 – 2/4 ve 6/8 lik usüllü mevcut
türkülerin yanı sıra ‘Cembelli ve ‘Xelil’e Gazi’ maya motifleri birçok Diyarbakır
maya’sında kullanılmıştır.
Örnek: 1-‘Cembelli’ adlı Kürtçe eserden yola çıkılarak yapılan:Kan Akıyor
Yaradan ve Ayrıldım Gülüm Senden (Celal GÜZELSES) ayrıca 2-‘Xelile Gazi’
adlı Kürtçe eserden Oğul Bögün Gözümü Yaşta Kodun ve Gül Ektim Evlek Evlek
olarak Türkçe söz yazılıp Celal GÜZELSES tarafından plâğa okunmuştur. Bunun
gibi birçok halay havalarına da Kürtçe yasak olduğu için Türkçe sözler yazılarak
plaklara okunmuştur. 1995 yılına kadar Diyarbakırlı Sanatçılar tarafından birçok
Kürtçe esere Türkçe sözler yazılarak repertuara alınmıştır.
Örnek:
1. Aydıl dılêmın (Aydıl Dılım Yar)
2. Leyla Leyla Buhare (Güzellerin Sultanısın Leyla)
3. Amman Amman Koçerê (Heyriyem)
4. Batmane Batmane (Halaybaşı Kızları)
5-Zozan Zozan (Dumanlı Yayla Başı Yaylalar)
6. Lo Berde Lavo Destemı Berde (Bırak Be Zalim Bırak)
7. Ali Şemi Malêxı Roto (MadenDağı)
8. Keçê Ez Bımrım lo (Kurbanım Kurbanım
9. Ez Heyranım Meyremmê (Evleri Kayalıkta)
10. Le Le Hıpşê (Diyarbakır Küçeleri)
11. Kar Yağar Kar Üstüne (Ammane Ammane Apo Hatye Batmane)
12. Seyrane yar Seyrane herê ninna (Yola Düşmüş Gidiyor)
13. Narine Narine (Seyrantepe Bağlıktır)
149
14. Delilê Delilamın (Bahçalarda Biberim)
15. Ki Dıbê Kurd Nızane (Gule Çıkmış Eyvana)
16. Emman Emman Zeriye (Beden Ayrıldı Candan)
17. Batmane Batmane Leble Gule (Halaybaşı Kızları)
18. Çıya Berfu Barane (Yemenim Allı İdi)
19. (Ayle Naze Tû Nazi Le- (Diyarbakır Yoluna) 20-Kevokım Le (Hele Yar
Zalim Yar).
Bu eserleri Türkçe’ye çeviren tümüyle Diyarbakır’lı Sanatçılarımızdır.
Kürt Sanatçılar
1- Aram Tîkran 2- Armanç 3- Ali Baran 4- Ahmet Kaya
5- Abbas Ahmed 6- Ali Şekerci 7- Adil Feqe 8- Agire Jiyan
9- Ahmet Aslan 10- Ahmet Xelil 11- Alan Botan 12- Ali Döre
13- Ali Haydar Can 14- Aliser 15- Aso 16- Ayşe Şan 17- Ayhan 18- Aydın
19- Aynur Doğan 20- Adnan Dılxwaz 21- Ahmede Xursi 22- Amare Feyzo
23- Aslika Qadir
24- Ali Rezan Rezdar 25- Adil Hiznî 26- Alîn 27- Azad Feqe
B
24- Bedil 25- Berfina Besta 26- Beser Şahin 27- Brindar
Salih
28- Brader Muhsin 29- Bülent Turan 30- Bangın 31- Bawercan 32- Baxtiyar
33- Bedrettin Coşkun 34- Bengin 35- Besir Kaya 36- Beyto Can
37- Burhan Berke 38- Bahremo 39- Bekes 40- Bismilli Zeko
Sabri
41- Bave Delil Û Bave Rojin 42- Behaa Şêxo 43- Bilind Ibrahîm 44- Besam
C
41- Caco 42- Cegerxwin
43- Cewad Merwani 44- Ciwan Haco 45- Cömert 46- Canê 47- Cejno
48- Cemil Kocgun 49- Cengiz Açar 50- Cesim Bager 51- Cihan Çelik 52Chopy
53- Celal Evindar 54- Cumali Rezan 55- Cemal Seedun 56- Ciwan Xelîl
150
Ç
55- Çar Newa 56- Çeçan
D
56- Dılgeş 57- Dılovan 58- Diyar
Xidir
59- Dr Rodi Demir Kapı 60- Dedo 61- Delal 62- Delil Dilanar 63- Delil
64- Denge Dinan 65- Denge Jinen Kurd 66- Denge Rojin 67- Deniz Deman
68- Deron Kurdi Iran 69- Dersim Havaları 70- Dersim Muhabbeti
71- Derwes Serhedi 72- Destan 73- Dıjwar Sılevaney 74- Deniz Deman
75- Dino 76- Dilşad 77- Diyare Kurd 78- Dodan Project 79- Dursun Acar
80- Def U Zurneya Diyarbekir 81- Delilo 82- Dersim Halaylari 83- Dilana
Rengin
Aziz
84- Diyarbakir Oyun Havaları 85- Doğubeyazıtlı Adem Kaya 86- Dengbej
87- Dengbej Huseyine Muş E 88- Dengbej Mahmut Kızıl 89- Dengbej Şakıro
90- Dengbej Zahıro91- Dewrese Evdi 92- Dilana Rengin 93- Dengbej Farıs
94- Dengbej Gulizera Qachax 95- Dengbej Kazo 96- Dengbej Kawis Ağa
97- Dengbej Iran Xan 98- Dengbej Hesen Nergis 99- Dengbej Hemido U
Nasir 100- Dengbej Hanune Kor
101- Dengbej Halil 102- Dengbej Grabeta Xeco 103- Dengbej M Arıf Cizrawi
104- Dengbej Maruf 105- Dengbej Meyrem Xan 106- Dengbej Mihemed Şexo
107- Dengbej Sait Gabari 108- Dengbej Sakiro 109- Dengbej Salıhe Qubini
110- Dengbej Seid Yusuf 111- Dengbej Seydaye Bahra 112- Dengbej Sıdıqe
Karlove
113- Dengbej Zıfkarê Gulo114- Dengbej Zadına Şakir
115- Dengbej Xıdıro Ve Hüseyne Ömere116- Dengbej Tahsin Taha
117- Dengbej Şeroyê Bıra 118- Dengbej Şakıro 119- Delîl Silêman
120- Dilşad Dilêr 121- Dilxwaz Behlewi 122- Dlniya Rezzazi
E
1- Emekçi 2- Elîf Biyanî 3- Elınd Doski
4- Enver Celik 5- Esker Demirbas 6- Eylem 7- Eyub Dêreşi 8- Ekremo
9- Emin Arbani10- Egidê Cimo 11- Ebdilbasit Darî 12- Ebdilkerîm Şêxo 13Ebdilqadir Silêman
14- Ebdilqahar Zaxoyî 15- Ehmede Silo 16- Ekrem Derwesh
151
17- Ednan Seîd 18- Elî Sofî 19- Emîn Nadir 20- Emîn Sebrî 21- Ey Dil
F
11- Firat Baskale 12- Farman Shafiq Ali 13- Ferhat Tunç
14- Fate 15- Feleknaz 16- Fevzi Kilic 17- Fevzi Kurtuluş 18- Feyzo
19- Faris Bavê Fîraz 20- Ferhan 21- Fewaz Hesen 22- Feyruşa Resul
G
Dem
19- Gani Nar 20- Gulên Mezrabotan 21- Gazın 22- Grup Canlar 23- Grup
24- Grup Karwan 25- Grup Roj 26- Grup Seyran 27- Gula Serhede
28- Gule 29- Gultekin Cicek 30- Gülbahar 31- Gülistan Perver
32- Gülistan Sobari 33- Grup Sinemililer 34- Güla Batmane 35- Guldesteyek
H
36- Hemê 37- Hekim Sefqan 38- Heval
39- Hozan Sercan 40- Hozan Serdar 41- Hozan Serhat
42- Haji Abasi 43- Hakan Can 44- Hardî Salah 45- Haval
46- Hawin 47- Heme Heci 48- Hesen Şerif 49- Hevi 50- Hidir
51- Hidir Kutan 52- Hıkayetén Klamén Kurdi 53- Hogır
54- Hozan - Seyda Perinçek 55- Hozan Dervişi 56- Hozan Rençber
57- Hozan Selam 58- Hozan ***O 59- Hunermend Mihemed Emin Cemil
60- Halay
61- Haymanalı Zelixa 62- Hemide Amede 63- Hozan Muzaffer
64- Hozan Remzi 65- Hüseyin 66- Hüseyne Ömerê
67- Hemê Bavê Zêdo 68- Hemîd (Omîd) Silêman 69- Hesen Yûsiv
70- Hesen Zîrek 71- Hisên Salih 72- Hisên Şakir 73- Hiznî 74- Halo
I
67- Imad Selim68- Issa Hassan
İ
69- İbrahim Rojhelat 70- İlena Elina 71- İsmet Dağ 72- İsmaîl Cuma 73Îmadê Kakilo
J
72- Jan Axin 73- Jiyan 74- Jıbo Biraninan Sevasê 75- Jora
K
1- Kawa 2- Kel Hasan 3- Koma Agıri
4- Koma Berxwedan 5- Koma Gelyê Zilan 6- Koma Gowenda Kurdi
152
7- Koma Sefqan 8- Koma Şemal 9- Koma Serhıldan
10- Koma Botan 11- Koma Sterka Kurdistan 12- Koma Denge Gerilla
13- Koma Rızgari 14- Koma Cudi 15- Kadri Zana 16- Kamkars
17- Kardeş Türküler 18- Kemale Amed 19- Kenan Sacik 20- Kısmet Yıldız
21- Klamen Hakkari
22- Klamen Anatoliya Navin 23- Koçer 24- Koma Amed
25- Koma Arin 26- Koma Asmin 27- Koma Azad
28- Koma Çiya 29- Koma Denge Azadı 30- Koma Denge Brati
Kato
31- Koma Gülen Xerzan 32- Koma Hemdem 33- Koma Hezen 34- Koma
35- Koma Kevoka Aşiti 36- Koma Mazlum 37- Koma Medeni 38- Koma
Xerzan
39- Koma Nıştıman 40- Koma Melek 41- Koma Mizgin
42- Koma Nujen 43- Koma Orkesh 44- Koma Pira
45- Koma Rewşen 46- Koma Rojhilat 47- Koma Sor
48- Koma Şirwan 49- Koma Vetan 50- Koma Wengê Sodiri
Botan
51- Koma Xelikan 52- Koma Zerdeste Kal 53- Koma Zozan 54- Konsera
55- Kürt Remzi 56- Klamedin Şexani 57- Koma Azadi
58- Koma Berfin 59- Koma Dawet 60- Koma Dilan & Heval Remzi 61- Koma
Dıljiyan
62- Koma Gula Norşin 63- Koma Huner 64- Koma Melek 65- Koma Rozerin
66- Koma Volkan 67- Koma Denge Jinan
68- Kanîwar 69- Koma Cotyar 70- Koma Dilyar
71- Koma Orkêş (Sefqan - Dijwar Naso - Şeyda) 72- Koma Pîr Miço
L
68- Leyla İsxan 69- Lilith 70- Liloz 71- Loqman Musa
72- Luqman Cemîl 73- Lorîn Berzincî 74- Leyla Ferîqî 75- Laleş Arî
M
72- Mehmet Salih Alptekin 73- Mem U Zin 74- Mahmud Boubi
75- Mehmet Atlı 76- Mehmet Ekmen
77- Mehmet Özcan 78- Mehmet Şah 79- Melek 80- Mem 81- Memed & Şevin
82- Memo
83- Mercan Dede 84- Mesude Eser 85- Metin Kemal Kahraman 86- Mevlüt
Celik 87- Mikail Aslan
153
88- Mizgin 89- Murat Bektaş 90- Mustafa Ozan 91- Memet Sipan
92- Murado 93- Mehmud Ezîz 94- Merwan Sebrî 95- Mesud Silêma 96Mesud Yunis
97- Mihemed Kakilo 98- Mihemed Emîn Cemîl 99- Mehemed Şêxo
100- Mihemed Omerî 101- Mistefa Xalid Û Hisên Şakir
102- Mistefa Hesen103- Mizgîn Lezgîn
N
93- Nizamettin Arıç 94- Nûzan 95- Nasir Razzazi 96- Natalya 97- Naze &
Newroz 98- Nazo
99- Neco 100- Nilüfer Akbal 101- Nûbun
102- Nudem 103- Nuray Sen 104- Nurettin Çiçek
105- Natalia 106- Narîn Feqe 107- Nûhat Yûsiv
O
105- Osman Yilmaz106- Omer Gondi
107- Orhan U Mehemd Omeri 108- Osman Faris Bave Firaz
Ö
107- Ömer İpek 108- Önder Deniz
P
109- Peywan Arjîn - Berbang
R
110- Rotinda111- Rozerin
112- Rençber Aziz 113- Reşo 114- Rewan 115- Rezgar
116- Rezgar Renjero 117- Rojda
118- Rojhan Beken 119- Rojin 120- Roni
121- Ronican 122- Rubar Sino 123- Rustem 124- Rodi
125- Rawan 126- Reber Wehid 127- Rezan Ose
128- Rezan Hesen 129- Rifete Dare 130- Ronican 131- Roni Cizrawi
132- Rubar Hıso 133- Rubar Şano 134- Rezan Rezdar
S
1- Seyit Xan 2- Sabahattin Ocay 3- Saye Bedo 4- Selo 5- Semir Ebdullah 6Sena 7- Serbülent Kanat
154
8- Serdar&Lewnd 9- Servat Kocakaya 10- Shams 11- Sidar Beritan 12Simar 13- Sipan Xelate
14- Siyaben 15- Sosın 16- Sozdar 17- Suzan Barmani 18- Sümeyra 19Sadettin Mevlüde
20- Sasonlu Hüseyin 21- Siirt & Batman Oyun Havaları
22- Strane Davedi Sorani
23- Süleyman 24- Sıtranen Galeri 25- Stranen Erivane
26- Stranen Klasik 27- Sadiq Dilyar 28- Sefqan
29- Selah Osê 30- Selah Resul 31- Serbest
32- Serbest Xelîl 33- Siyamend Berazi 34- Silêman Ezîz
Ş
27- Şıwan Perver 28- Şehriban
29- Şerin Dıldar 30- Şervan 31- Şev Hat 32- Şiyar U Şirin 33- Şiyar Munzur
34- Şemdin 35- Şehmus Kaya 36- Şoresh Bekır 37- Şerif Kayran
38- Şener Yildiz 39- Şevin 40- Şoreş
41- Şiyar 42- Şemame 43- Şevbiherka Dengbejan
44- Şahiya Stranan 45- Şewger 46- Şeyda 47- Şêro Betê 48- Şêrzad Haco
T
45- Tirêj 46- Tara Jaff 47- Temo 48- Tırej 49- Tacê Xidir 50- Teyar
U
49- Umud Nivan 50- Umut Altincag
V
51- Veysi Güney
W
52- Welate Roje 53- Wehbi Sediq
X
54- Xanemir 55- Xelil Xemgin
56- Xemgin Birhat 57- Xelil Derbas 58- Xelile Urfaye 59- Xerib
60- Xero Abbas 61- Xero Mele 62- Xezal U Delal 63- Xosnaw Tilli 64Xalid Musa
65- Xedban Resul 66- Xesan Eseed 67- Xidirke Omeri68- Xweşnav
155
Y
64- Yasin Şekerci 65- Yezidi Dj Cejs 66- Yılmaz Çelik 67- Yekbun
68- Yusuf Roman 69- Yörelerimize Göre Oyun Havaları
Z
70- Zakaria 71- Zadına Şakir
72- Zadına Sakır U Hemıde Mecıd 73- Zana Barzani
74- Zaza Andalevi Songs 75- Zele Mele 76- Zilan
77- Zian U Derman 78- Zınar Sozdar 79- Zıwar Zaxoyi 80- Zozan Welat
81- Zozan 82- Zewan 83- Zoro Seîd Yûsiv
84- Zoya 85- Zuber Salih 86- Zuhêr Cemîl (13).
KÜRT EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI VE
KÜRT KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ
Kürtler, 1920’lere kadar kendi kültür ve edebiyatları üzerine araştırma yapma
olanağı bulamamıştır. Bu konudaki araştırmalar, hep Avrupalı doğubilimciler
tarafından yapılıp sürdürüldü. Araştırmacıların hemen hepsi, işe Kürt folklorunu
(zargotın) inceleyerek başladılar.
Kürt dili ve kültürü üzerine araştırma yapan ilk kişi italyan misyoner Maurizio
Garzoni’dir. Kayıp ülke Amadia’da 18 yıl geçiren Garzoni, derlediği sözlü edebiyat
(zargotın) testlerine dayanarak, latin alfabesiyle ilk “Kürtçe Gramer”i hazırlayıp
1787 yılında Roma’da yayımladı.* Bu nedenle ona “Kürdolojinin Babası” unvanı
verilmiştir.
Garzoni’den sonra en ciddi araştırmalar Rus doğubilimcileri tarafından
gerçekleştirildi. Bu da, Rus çariçesi Büyük Katerina’nın 1787 yılında “çarlık Rusyası
Bilim Akademisi”ne, “Bütün Dillerin Karşılaştırmalı Sözlüğü”nü hazırlaması için
verdiği direktif üzerine başladı. Ondan sonra, Akademi üyesi Pallas’ın hazırlayıp
yayımladığı “Karşılaştırmalı Sözlük”te Kürtçe de yer aldı. Sözlükte 276 Kürtçe
sözcük vardı.
1828 Rus-ğran savaşı sırasında Erdebil kenti Rusların eline geçtiğinde, Rus
komutan kentteki ünlü “Safevi Kütüphanesi”ni ele geçirip savaş ganimeti olarak S.
Petersburg’a gönderdi. Bu ganimet arasında Şerefname’nin, 1599’da bizzat yazarı
tarafından gözden geçirilmiş, imzalı bir nüshası da vardı. Rus Akademisi, önce
Şerefname’nin Farsça metnini yayımladı, daha sonra, 1868-1875 yılları arasında
da Fransızca çevirisini dört cilt halinde çıkardı. Bazil Nikitin, Akademi üyesi F.
Charmo’un hemen hemen bütün hayatını bu çeviriye verdiğini yazar.
156
Rus araştırmacı Piyotır Lerch, Mukri Kürtleri üzerine araştırma yaparken
1855 yılındaki Osmanlı- Rus savaşı patlak vermişti. Bu savaşta esir düşen Osmanlı
askerleri Rusya’ya götürülmüştü. Esir askerler arasında çok sayıda Kürt bulunduğunu
öğrenen Akademi, Lerch’i bu askerler arasında araştırma yapmakla görevlendirdi.
Kürt esirlerin hemen hepsi Serhat yöresindendi. ğran Kürtleri üzerindeki çalışmalar
daha önce yayımlanmış olan Lerch’in, Kürt esirlerden derlediği Kürtçe metinler,
1856-58 yılları arasında S. Petersburg’da basıldı.
Rusya Bilimler Akademisi’nin genç üyesi Aleksandır Jaba’nın 1850 yılında
Rusya’nın Erzurum Konsolosu olarak atanması, adeta Kürdoloji araştırmalarının
dönüm noktası oldu. Jaba İngilizce, Fransızca ve Farsça’nın yanı sıra Türkçe de
biliyordu. Rus Akademisi Jaba’ya Kürtler üzerine araştırma yapma görevi verince
o, hemen yöredeki Kürt ileri gelenleri ve aydınlarıyla ilişki kurarak, kısa zamanda
Kürtçe öğrenip Kürt folklorunu (zargotın) araştırmaya girişti. çok sayıda halk
hikayesi, darbımesel ve türkü derleyen Jaba, bir yandan da Kürt klasiklerini araştırdı.
Tanıdık ve dostları vasıtasıyla eski Kürt yazarlarının elyazması eserlerini elde ederek,
diğer metinlerle birlikte Rusya’ya gönderdi.
A. Jaba’nın bu çalışmaları 1858-1860 yılları arasında S. Petersburg’da
yayımlandı. Bu çalışmalardan en dikkate değer olanı, Klasik Kürt Yazarlarından
Seçmeler adlı kitabıdır. Bunda, ilk sekiz büyük Kürt şairinin eserleri hakkında
detaylı bilgiler verilmektedir.
Jaba’nın “Sekiz Büyükleri” olarak da adlandırılanların ilki, 1010-1078 yılları
arasında yaşamış olan Eli Heriri’dir. ikincisi, doğum tarihi tespit edilemeyen ve
1160-61 yıllarında vefat etmiş olan Melayi Cüzeyri; üçüncüsü, 1375-76 yıllarında
doğmuş olan ve ölüm tarihi bilinmeyen Feqyi Teyran; dördüncüsü, 1417-1491 yılları
arasında yaşamış olan Melayi Bati; beşincisi, doğum ve ölüm yılları belli olmayan,
ama eserlerinin yazıldığı yıllar bilinen Ehmedi Xani’dir. örneğin ünlü eseri “Mem û
Zin”in yazıldığı tarih 1695’tir. Altıncı şair, o da Xani gibi Bayazitli ve onun şagirti
olan ve 1689-1748 yılları arasında yaşamış olan Mela ğsmaili Bayazidi’dir. Yedinci,
1689-1748 yılları arasında yaşamış olan ünlü Şerefname’nin yazarı Bitlisli Şerefhan;
sekizinci de 1740 yılında doğan ve fakat ölüm tarihi bilinmeyen Bayazitli Murad
Xan’dır.
Rusların dışında, H. Makaş, Oskar Mann, Soanne, Justi, Prym (prim), A. Fon
Lekok, Socin, P. Keppen, B. Dorn ve daha başka Avrupalı birçok doğubilimci de
19. yüzyıl boyunca Kürt kültürü üzerine önemli çalışmalar yaptı. Ama sonunda S.
Petersburg bütün Kürdolojinin ana merkezi haline geldi ve Kürtler hakkında yazılmış
olan belli başlı bütün eserler orada yayımlanmış oldu.
Burada Jaba’nın “sekiz büyük”ünden üçüne kısaca değinmek istiyorum.
Bunlar, Kürt kültürü ve toplumsal yaşamını derinden etkilemiş olan Feqyi Teyran,
Ehmedi Xani ve Melayi Bati’dır.
157
Halk arasında, Sultan Süleyman gibi kuşlarla konuşup anlaştığına inanılan F.
Teyran, hem çok güzel şiirler yazmış olan bir şair hem de ünlü bir dengbijdir (halk
ozanı). Yine halk arasındaki inanışa göre o, yeryüzünde hareket eden karıncalardan
akan suya, gökte parıldayan güneşten esen rüzgâra kadar hemen her şeyle konuşup
türküler söyleyen ve onlara sözünü dinleten sevdalı bir ışıktır.
Kürtler, 1920’lerde bizzat kendi kültürleri üzerine araştırma yapma
olanağına kavuştular. Ekim Devrimi’nden sonra Rus ve Ermeni doğubilimcilerinin
öncülüğünde başlayan bu araştırmalar, o zamana kadar Petersburg’da toplanmış olan
zengin arşivden de yararlanılarak yürütüldü. Erivan ve Leningrad üniversitelerinin
Kürdoloji bölümlerinden pek çok Kürt araştırmacı ve akademisyen yetişti. Daha sonra
1931’de Heciyi Cındi, Emini Evdal, Casimi Celil ve daha başka Kürt yazarlarının da
yer aldığı “Kürt Kültürünü Araştırma Komisyonu” kuruldu. Bu komisyon 1936’da
600 sayfalık bir derleme yayımladı. Kürt sözlü edebiyatının (zargotın) türkü, destan,
destansı türkü, masal, ağıt, lawıc, darbımesel ve bunlar gibi pek çok değişik türlerini
ihtiva eden bu derleme, daha sonraki çalışmalar için çok değerli bir temel oluşturdu.
O arada Prof. Asatur Haçaturyan ve Kano Zahayan gibi kompozitörlerin
önderliğinde pek çok müzisyen bir araya getirilip yüzlerce Kürtçe türkü
notalandırılarak, piyano, mey, klarnet, akordeon ve diğer modern enstrümanlar Kürt
müziğine adapte edildi.
1955’ten itibaren Kürtçe yayınını başlatan Erivan Radyosu, Ahmi çolo, Werda
Şemo, Hami Memed, Etari Şiro, Soska Sımo, Şeroyi Bıro, Mecidi Hemid, Eslika
Kadir, Efoyi Eset, Karapeti Xaço, Arami Tikran, Zadina Şekır ve daha pek çok ses
sanatçısının güzel türkülerini geniş Kürt kitlelerine ulaştırarak, Kürt kültüne değerli
hizmetlerde bulunmuş oldu.
Yine o süreçte Sovyet Kürtleri arasından çok değerli yazar, araştırmacı,
müzisyen, dilbilimci, şair ve akademisyen de yetişti.
Sovyetlerdeki çalışmaların da gösterdiği gibi, sözlü edebiyat (zargotın) bütün
kültürel aktivitelerin temelini oluşturmaktadır. Bu husus, özellikle Kürtler için
yaşamsal bir öneme sahiptir. Kürtler, hem emsalsiz bir sözlü edebiyat hazinesine
sahiptir, hem de tarih boyunca bütün yaptıklarını, yaşadıklarını sözlü edebiyat
kanalıyla kuşaktan kuşağa geçirip ulusal bir arşiv oluşturmuşlardır. Sözlü edebiyat
bize, yalnız geçmişte yaşanmış olan olayları değil, aynı zamanda Kürtlerin geçmişteki
yaşam biçimlerini ve mantalitesini de yansıtmaktadır.
Kürtler üzerine araştırma yapmış olan bütün batılı yazarlar, Kürt sözlü
edebiyatının zenginliği konusunda fikir birliği içindedirler.
Rus araştırmacı Vilçevski, “Kürt edebiyatına eğilen araştırmacıya en çarpıcı
gelen şey, aşırı folklor zenginliğidir” diyor.
158
Yine geçen yüzyılda Kürtler üzerine araştırma yapan çok sayıdaki
doğubilimcinin dikkatini çeken husus, Kürtçe türkülerin (stran) güçlü ve etkili lirik
özelliğinin Ermenilerle Türkleri derinden etkilemiş olduğu gerçeğidir. B. Nikitin,
“Bu nedenle Ermeniler Kürt türkülerini benimseyip olduğu gibi söylemekte, Türkler
de Kürtçe türküleri çevirip aynı ezgi ve içerikle icra etmektedirler” diyor.
Kürt sözlü edebiyatı (zargotın) bilinmeden ne modern roman yazılabilir,
ne doğru dürüst Kürtçe müzik yapılabilir, ne de Kürtler adına doğru bir siyaset
yürütülebilir.
Bu nedenle Kürt edebiyatında, Ehmedi Xani, Feqyi Teyran, Xaris Bıdlisi,
Ereb Şemo ve daha başka pek çok değerli eserler yaratmış olan yazarların hemen
hepsi, eserlerinin konusunu sözlü edebiyattan almışlardır.
örneğin Celadet Bedirxan’ın yazdığı Kürtçe Gramer kitabının en önemli
Kürt dili çalışmalarından biri olarak kabul görmesinin nedeni, onun çok sayıda
dengbij (türkücü) ve dastanbiji (destancı) dinleyerek, onlardan yararlanarak eserini
hazırlamasıdır.
Son yıllarda Kürt kültüründen ve klasik Kürt müziğinden (stranlardan)
habersiz kimselerin yaptığı sözde modern müzik, tek kelimeyle Kürt müziğini
dejenere edip gülünç bir hale getirmektedir. Bunlara “Kürdibes” diyeceğim, ama o
da değil, daha kötüsü.
iki yıl önce, bir gerillanın ölümü için yakılmış bir ağıtın (Megri-megri, dâye
megri) bir halay (govend) türküsü şeklinde söylenip halay çekildiğini gördüğümde
gerçekten şoke oldum.
Bilindiği gibi Kürt türküsü kabaca iki biçimde söylenir: “Kılamin edeti”
(klasik türkü) ve “Kılamin govendi” (halay türküsü).
Klasik türküler, aşk, sevgi, kahramanlık, hüzün, acı, vs. temaları işlerler. Buna
karşılık govend (halay) türküleri, yalnızca aşk, sevgi, neşe ve sevinç temalarını işler.
Onun için neşelenen, sevgiden aşka gelen ve coşan insanlar neşeli türküler söyleyip
oynayabilir, halay çekebilir. Normal insanlar acıklı bir olayın ağıtıyla oynayıp halay
çekemez. Aksine bu, ancak Şopin’in cenaze marşını çaldırıp raks etmeye benzer.
Bu yazıyı bitirirken Suriye’deki çalışmalara da kısaca değinmekte yarar
var. Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşlerle Cigerhun, Osman Sebri, Kadri
Can, Nuredin Zaza ve daha başka aydınlar, 1930-1944 yılları arasında çıkardıkları
“Hewar”, “Ronahi” ve “Roja Nû” dergilerinde, Kürt dili ve edebiyatıyla ilgili
değişik konuları işleyerek değerli hizmetler verdiler. Bu çalışmalar içinde Celadet
Bedirxan’ın Kürtçe Gramer eseri özel bir yere sahiptir. Cigerhun’un şiirleri de bütün
Kürt kesimlerinde geniş yankılar uyandırdı (9).
159
Sözlü ve Yazılı Kürt Edebiyatı
Başlangıcından I. Dünya Savaşı’na Kadar Yazılı Aydın Edebiyatı
Sözlü edebiyatın bolluğu ve zenginliği, yazılı edebiyatı gözden kaçırmamıza
sebep olmamalı. Yazılı edebiyat, ilk kez Erzurum’da Rus konsolosu olarak vazife
yapan Polonyalı A. Jaba tarafından günışığına çıkarılmıştır. O zamandan beri
araştırmalar devam etmiş, bilgimiz genişlemiştir. Bu konuda Moskova’da yazılmış bir
eser hakkında henüz bilgi sahibi oldum; fakat ondan önce basılmış olan en kapsamlı
kitap, Bağdat’da 1933 senesinde Kürtçe olarak basılan olan Aladdin Secadi’nin
Kürt Edebiyatı Tarihi dir. Bu kitap 634 sayfalık geniş bir eserdir. Yazar, edebiyatı ve
üslupların gelişimini safha safha incelemektedir. Ardından, 24 şairi geniş bir şekilde
tanıtır ve Irak ile İran’ın tüm yaşamayan 212 şairin eserlerinden örnekler verir. Nesir
yazarlarına yer verilmemiş, bu konu daha sonraki bir cilde bırakılmıştır.
Burada tüm örnekleri nakletmek gibi bir işe girişmek mümkün değil. Ancak,
okurların tüm edebiyatçılar yelpazesinde din adamlarının geniş bir yer tutuğunu
öğrenmekle hayrete düşmeyeceğinden eminiz. Bu tabiidir ve kadim zamanlardan beri
ve her yerde “ulema” arasında öğrenim ve şiirin elele gittiği bilinen bir gerçektir. Bu
uzun listede şairlerin dini mensubiyetleri her zaman belirtilmemiş olmakla beraber,
50 molla, 31 şeyh, 5 mevlana ve 4 feqinin isimleri dikkat çeker. Bunların arasında 9
han, 3 emir, 11 bey ve kadın ismi de vardır.
Kürt edebiyatının kökenleri belirsizdir ve kesinliğe kavuşmamıştır. Bazı
şairlerin yaşıdıkları dönem konusunda da tarihçiler her zaman aynı fikirde değildirler.
Genel olarak, Kürt yazarlar, eserlere dair çok eski tarihler vermekle birlikte, bu
kronoloji daima kanıtlanamaz. Bazı şiirler hakkındaki tarihlerde de aynı sorun
karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Bay Socin’e göre Dımdım Destanı’nın şairi Mele
Ehmedi Batê’dir (1417-1495). Oysa destana ilham olan olayın tarihi 1608 olduğuna
göre, bu mümkün değildir. Benzer şekilde, 1481’de ölmüş olan üstadı Melayê Cızıri
için bir mersiye yazmış olduğuna göre, Feqiyê Teyran’ın (1307-1375) yazmış olması
mümkün değildir. Aynı şekilde Kürt Ronsardi Eli Vermuki’nin 11. asırda yaşamış
olduğunu kabul etmek hayli zordur. Bu, pek çok tarihçi için meçhuldur ve ondan
bahsedenler birbirlerini tekrar eder. Şairin kullandığı kelimeler ve üslubu üzerinde
ciddi bir çalışma yapılacak olursa, mesele çözülebilir. Ancak, özgün metinler, Berlin
bombardımanı sırasında kaybolmuştur. Bazı Kürt editörleri, eski edebiyatçıların
metinlerini, modern okuyucu için daha anlaşılabilir kılmak maksadıyla hiç
çekinmeden asrileştirebilmektedir. Ama bu başarıları, eleştirel incelemelere mani
olmaktadır. Hemedan’lı Baba Tahir’in dört tasavvufi rubaisi karışık ve arkaik bir
lisanla yazılmış olmakla beraber, Kürtler, bunları kendi edebiyatının bir örneği olarak
kabul etmektedirler. Bu Gestes Şarkıları’nın, Fransız edebiyatına mal olmasına
benzer. Fakat bunlardan yararlanmak için okunması bile gerçek bir öğrenimi
gerektirmektedir. Kesin olan şu ki, Şeyh Ahmet Tekhti (1640 dolayları) ve Şeyh
Mustafa Besarani (1641-1702) gibi bazı Gorani şairleri onu takip etmişlerdir.
160
Müphem kalan hususlar bir yana, Kürt edebiyatının klasik çağı 15. asırda
başlar; bu dönemde mükemmel şairlerden oluşan bir galaksi ile karşılaşırız. Hepsinin
üstünde ve hepsini geride bırakan isim, daha çok Cizreli Molla olarak bilinen
Şeyh Ahmet Nişani’dir (1407-1481). Tasavvufi divan’ı, konuya yabancı olanlarca
anlaşılması zor bir eserdir. İran tasavvuf geleneğine ait temaları işler. Sık sık yeniden
yayınlanan Mevlûd’uyla ünlü Mela Ehmedê Batê, Eli Heriri (1426-1495), Mukuslu
Mir Muhammed veya “Sinna Şeyhi’nin Tarihi” ve “Kara Süvari Tarihi” ile meşhur
Feqiyê Teyran da onu ve ekolünü takib etmişlerdir.
Bir asırdan fala süren bir duraklamadan sonra, Kürt edebiyatının simalarında
yeni bir yıldız doğmuştur: Hakkari kökenli Ehmedê Xani (1650-1706). Pekala
Kürt milli tarihi olarak vasıflandırılabilecek Mem û Zin’in yazarıdır. Memê Alan
destanının işlendiği bu eserde, destan klasik edebi kurallara ve İslami geleneğe
uyarlanmıştır. Öğrencisi Beyazidli İsmail (1654-1709), pekçok gazelin yanısıra
Gülzer adlı Kürtçe-Arapça-Farsça manzum bir lugat hazırlamıştır. Siyapuş, aynı
dönemde yaşamış diğer bir şairin mahlasıdır.
17. asır pek parlak olmamakla beraber, Çölemerikli Şerif Han (1688-1748),
Beyazidli Murad (1736-1778) ve Kürt dilinde bir benzeri daha olmayan tıbbi bir
risale yazmış olan Erivaslı Molla zikredilebilir. Aynı dönemde, Hana-ê Abadi (17001750) ve Selevatname adlı eser ve lirik şair Mahzuni (1783) ile başlayan, Gorani
dilinde dini nazım geleneği hızla yayıldı.
19. asırdan I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde çok sayıda şair yetişti.
Bu dönemde iki akım tespit edilebilir. İlki: Dini ve tasavvufi gelenek, pekçok
tekrar ve taklidiyle tasavvuf öğretilerini, Divanların beyitleriyle yaymaya çalışan
şeyh ve mollaların yazılarında sürmekteydi. Bu akım, klasik İran şairlerinden çok
açık bir şekilde etkilenmiştir. Nakşibendi Tarikatı’nı Kürdistan’da yayan Mevlana
Halid (1777-1821), dini eserleri 20 cildi bulan Şeyh Maruf Nuri (1755-1837), Siirtli
Molla Halil (1830’a doğru), Molla Yahya Mizuri, dava vekili Revanduzlu Mir Kor
(1826-1889), Nureddin Bifirki (ölümü 1846) ve Xani’yi taklid ederek, Peygamber
ve Kürdistan’ı metheden eserler veren Evdereham Aktepi özellikle zikredilmelidir.
Süleymaniye şeyhleri de anılmalı. Bunlar; bu dünyanın azaplarına ağlayan Selim
(1845-1909), Herik veya Molla Salih’i (1851-1904) taklid ederek sofi teorilerini
savunan eserler veren Nakşibendi Mehri’dir (1830-1904). İran’da ise şairler daha
verimlidir, örneğin; Sefi Vako (1808-1881) 20.000 beyit yazmıştır; Fatih Jibaru (18061876), Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazmıştır. Mevlevi olarak anılan,
Molla Rehim Tevagozi (1806-1852) bir yenilikçidir, pekçok yeni fikrin babasıdır ve
kafiyeleri farklı olan kıtalar yazmıştır. Nihayet, Ehli-hak mutasavvıfların defter ve
kaleminden de sözedilebilir: 1852’de ölen Timur Kuli ve mirasçısı olan ve 1875’lere
doğru yaşanmış olan Teyfur ve Derviş Newruz. Leyla ve Mecnun üzerine Kürtçe
bir destanı Molla Velev Han’a (1876-1885 civarında) ve karısının ölümü üzerine
yazdığı hareketli bir mersiyeyi Ahmed Bey Komasi’ye (1795-1876) borçluyuz.
161
İkinci bir cereyan ise, 19. asırda ortaya çıkmıştır. Lirizm hızla yayılmış ve
vatanseverlik nihayet ve sürekli olarak şiirde yerini almıştır. Kısaca, Hakkarili
Şah Pirto (1810), aynı dönemde yaşayan ve “Aşk ve Dostluk Kasidesi” ile meşhur
Muhammed Ağa Caf; Kurdi (Mustafa Sahibkıran, 1809-1849); Salim (Abdurrahman
Sahibkıran 1800-1866), pekçok türde usta olan Mufti Zehavi (1792-1890), Vefayi
(Mirza Rahim 1836-1912) ve maharetli Edeb (Evdellah Bey Mizbah 1859-1912),
hem lirik hem de tasavvufi ve vatanseverlik şiirleriyle ün kazanmışlardır. Şehrizor’lu
Nadi (Mela Hizer 1797-1855), anavatanı Kürdistan’ı övmüş; uzlaşmaz Hacı Kadir
Koyi (1815-1892) ise, bilimsel ilerlemenin verdiği ilhamla, molla ve şeyhlerin zihni
uyuşukluğuna veryansın etmiş, şeyhlerin modern yaşama uyum sağlayamayacağını
iddia etmiştir. Din adamlarını bencillik ve fikir hürriyetine mani olacak şekilde
zihni tembellikle suçlamıştır. Şiirleri hala gençleri heyecanlandırmakta, ayağa
kaldırmakla, materyalist felsefesine rağmen (veya bu sebeple), bugünkü şairleri bile
etkilemektedir. Şeyh Rıza Talabani’den (1835-1910) ayrıca sözetmeli; Talabani, tuhaf
bir şahsiyet, tuhaf olmakla beraber, bir agnostiktir. Yalnızca Kürtçe değil, Farsça ve
Türkçede irticalen şiir söyleme kaabiliyetine sahipti. Kısa hicivlerin kendine has bir
tadı ve cazibesi vardır. Genellikle derin bilgisini sergiler, bazen öğreticidir; fakat
zaman zaman kabalığa ve alaycılığa kayar. Ancak, hala Iraklı Kürt şairlerinin en iyi
bilinenlerindendir.
Yeni Dönem: 1920’den Günümüze
Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinden sonra, yeni devletlerin
kurulmasıyla Orta Doğu’ya hayli değişiklik getirmiş olan I. Dünya Savaşı,
Kürt edebiyatını da etkiledi. Önceleri İstanbul, Kürt münevverlerinin biraraya
geldiği ve eserlerini neşrettikleri bir merkezdi. Bugün ise, Kürt edebiyatının odak
noktası Irak’a ve özellikle başkent Bağdat’a kaymıştır. Ancak tek merkez burası
değildir. Lakin Kürt edebiyatına ivme verebilecek olanlar, sadece Kürt dergilerini
yayınlayanların çabalarıdır; eski şairlerin eserleri ve yeni yazarların ürünleri, bu
dergilerde sergilenmektedir. Düşmanlıkların sona ermesi ile birlikte, Kürt yayıncılığı
ve dergiciliği, Irak’ta, başta merkezleri olan Bağdat, Kürt miliyetçiliğinin ocağı
Süleymaniye, Revanduz ve Erbil olmak üzere, serbestçe gelişmeye başladı. Çoğu
kısa süreli olduğundan hepsini sıralamak gereksiz. Fakat, edebi ve sosyal değerlerini
gözönünde tutarak bazıların kısaca tanıtalım. Süleymaniye’de çıkan Jin adlı haftalık
dergi, 1924’den beri aksamadan yayınlanmıştır; 1939-1949 arasında Bağdat’da
Gelawej; 1954’ten beri Erbil’de Hetaw yayınlanmıştır. Sovyet Ermenistan’ında,
1929’dan beri Erivan’da Rêya Teze; İran’da 1959-1963 arasında Kurdistan
yayınlanmıştır. Bedirhan kardeşler Şam’da 1932-1935 ve 1941-1943 yıllarında
Hawar’ı (57 sayı), 1942-1945’de Ronahi’yi (28 sayı); Beyrut’da 1943-1946’da
Roja Nû’yu (73 sayı) yayınladılar. Kürt Demokrat Partisi, 1958’den beri Xebat’ı
yayınlıyor. Bugün, Kürt edebiyatı sadece Sovyetler Birliği ve Irak’ta kazasız, belasız
yaşayabilmektedir. Şimdi bu dönemi inceleyebiliriz.
162
Nesir
Nesir, uzun zamandır hayli fakir bir alandı; ancak I. Dünya Savaşı’ndan
beri yabancı edebiyatla ilişki sayesinde gelişebildi. Bu gelişme, Kürtçeye yapılan
tercümelerden kaynaklanmıştır. Tercüme gayreti, kelime haznesinin yenilenmesini,
çağdaşlaşmasını ve zenginleşmesini sağladı. Kürt okuyucular bu yolda, Kürdistan’a
yabancıların yaptığı seyahatlerle ilgili değerlendirmeleri okuma fırsatı buldular.
Özellikle Rich, Milingen, Hobbard, Lord Curzon, Freya Jtark ve benzerlerinin
gözlemlerini okudular. Özellikle tıbbi alanda bilimsel makaleler ve dünya
edebiyatından örnekler tercüme edildi. Sovyetler Birliği’nde Rusça ve Ermeniceden
yapılan tercümeler, Marks, Lenin ve Stalin sözkonusu olduğunda bile, sadece
nisbeten önemli alıntılarla sınırlıdır. Burada, Puşkin, Lermontov, Tolstoy, Gorki,
Taumaninan ve diğer Rus, Sovyet yazarlarından pek az sayfa tercüme edilmiştir.
Lübnan’da Victor Hugo, Daudet ve Lamennais’den pek az pasaj tercüme edilmiştir.
Irak’ta ise Arapça ve İngilizceden bazı metinler tercüme edilmiştir; ancak burada,
mütercimler daha cesur, daha ehliyetlidirler ve kısa pasajlarla tatmin olmazlar.
Gerçekten de, Shakespeare’nin “Fırtına”, Voltaire’in “Zadig”, Gorki’nin “Palto” ve
Corcis Zeydan’ın “Selahaddin’in Hayatı” gibi eserleri tamamen tercüme etmekten
kaçınmamışlardır. Bu kuşkusuz daha ilginç ve daha öğretici olmaktadır.
Kürtlerin kendilerini daima rahat hissettikleri bir alan ise tarihtir. Cizreli ibn
Athir (1160-1234), Erbilli ibn Xalikan (1209-1282) ve Selahaddin ailesinden Abdul
Fida (1273-1331) gibi Kürt tarihçilerinin, umumi tarih sahasındaki eserlerini Arapça
olarak kaleme aldıkları doğrudur. Diğer taraftan Şerefhan Bidlisi ise, Şerefname
(Kürtlerin Tarihi 1596) adlı eserini Farsça kaleme almıştır. Bu temel kitap, yakın
zamanlara kadar Arapçaya çevrilmemişti. İlk kez M. J. B. Rojbeyani tarafından
yapılan tercüme 1953’te Bağdat’ta ve M. Eli Evni (1892-1961) tarafından yapılan
diğer bir tercüme ise 1958-1960’da Kahire’de basıldı. Evni, Arapça’ya başka Kürtçe
tarih kitaplarını da tercüme etti. Bu tarih yazıcılığı mirası, Kürtler tarafından ihmal
edilmemiştir. Yaptıkları önemli çalışmalarla Kürt ve Kürdistan tarihine hayli ışık
tutmuş üç Iraklı Kürt yazarının ismini zikretmek yeterlidir. Hüseyin Hüsni Mukriyani
(1886-1947), M. Emin Zeki (1880-1948) ve Refik Hilmi (1961). R. Hilmi, Şeyh
Mahmut isyanları üzerine bir çalışma yapmıştır. Dr. Nuri Dersimi ve Albay A.
Yamulki ise, Dersim tarihi ve Kürt isyanları üzerine Türkçe eserler vermişlerdir
(1957). M. Brifkani (1953), M Ciyawok (1954) ve Hasan Mustafa (1963) ise
Barzani hareketleri üzerine Arapça eserler vermişlerdir. İran’da ise Kürt yazarlar
Raşid Yasimi (1940), İhsan Nuri (1955) ve Muhammed Marduhi Kürdistani tarih
çalışmalarını Farsça kaleme almışlardır. Bu kitaplar yakın dönemde, ilk ikisi Dr. A.
Müftizade tarafından Kürtçe’ye ve üçüncüsü M. Fida tarafından kısmen Arapça’ya
tercüme edilmiştir (1958). Tezat bir şekilde, Ermenistan’da yaşayan N. Mahmudov,
Kürt halkı üzerine yazdığı Kürtçe kitabını 1959’da, Erivan’da yayınlamıştır. Kürt
yazar, Muhammed Mukri’nin Ehli Hak üzerine Fransızca kaleme aldığı dini ve
sosyolojik çalışmalar da zikredilebilir.
163
Pek az Kürt, Kürdistan’ın içlerine yolculuk yapmış, gezi ve gözlemlerini
kaleme almıştır. Elimizde, Ali Seydo’nun 1939’da Arapça ve E. Sacadi’nin 1956’da
Kürtçe olarak kaleme aldığı gezi notları bulunuyor. Goran’ın Hevraman’a yaptığı
seyahatın notları, Kürtçe ve manzumdur (1933).
Sovyet Ermenistan’ında iki yazar, propaganda unsurlarıyla dolu olmasına
rağmen canlılık ve renklilikten mahrum olmayan, hayat hikayelerinı yayınlamış
bulunuyorlar.
Kürt Çoban’ın (1935) yazarı Ereb Şemo, 1958’de Berbang (Şafak) başlığını
taşıyan bir kitap yazdı. Aynı yazar, yalnızca başlangıcını Sovyetler’de yazdığı Mutlu
Hayat adlı eserini ise 1959’da yayınladı. 1947’de ölen Vezir Nadir ise, Sefaletle
Öğrendik adlı aynı türde bir eser verdi. E. Avdal’ın “Transkafkasya Kürtleri’nin
Tarzları ve Adetleri” ise maalesef Ermenice kaleme alınmıştır.
Edebiyat eleştirisi, edebiyat tarihi ile yakın ilişki içindedir. Genellikle makale
ve notlar üzerine ürün verilmekteyse de, bu, Celadet Bedirhan (1893-1951), Yunus
Rauf (1917-1943) ve Cemil Bendi Rojbeyani gibi, özellikle Zengene, Kelhur
ve komşu aşiretlerin yazar ve şairlerine eğilmiş otoritelerin dahice eserleri için
söylenemez. M. Haznedar, çeşitli şiir antolojilerine önsöz yazarak katkıda bulunmuş
ve Kürt şiiri üzerine bir inceleme yayınlamıştır. Sovyet Ermenistan’ında iki genç
münekkid dikkat çekmektedir; Emerik Serdar ve Ordihan. Fakat bu sahanın yıldızı,
Iraklı Kürt Alaaddin Secdi’dir; Kürt Edebiyatı Tarihi (1952) adlı eseri, akademik ve
kültürel bir abidedir. Kuşkusuz bu eser hata ve noksanlıklar içermektedir. Ancak bir
bilgi hazinesi olduğu da kesindir. Ele aldığı yazar üzerine şiirsel bir nesirle yazdığı
bir medhiye ile başlamakta, kısaca hayatını anlatırken, kronolojiye ve zaman-mekan
ayrıntılarına özel bir dikkat sarfetmektedir. Ardından, özellikle hala yayınlanmamış
olan eserlerinden geniş alıntılar yapmakta, daha sonra yorum yapmaktadır. Eğer eser,
Irak’ta kullanılmayan bir lehçeyle, mesela, Goranice yazılmışsa, tam bir tercüme
yapar. Gerektiğinde sunulan eserin baskılarını da verir.
Nesir olarak yazılmış edebiyat harikalarına geçebiliriz. Masallar ve kısa
hikayeler. Bunlar çok sayıdadır ve çoğunluğu, gençlerin maharetlerini sergilediği
dergilerde yayınlanmıştır. Kısa hikaye ve masal konularında harikalar yaratan
Kürtler’in kökeninden, tamamen tabii bir şekilde akmaktadır. Bu sahada sivrilmiş
yazarların bir listesini vermek niyetinde değiliz; kaldı ki, pekçok ismi de biliyoruz.
Ancak, Irak’lı Kürtler arasında M. M. Emin, M. J. Wurdi, K. G. Baban ve aynı
zamanda çok iyi bir mütercim olan J. A. Nebez anılmalıdır. Ortadoğu’da yayınlanan
Kürtçe dergilere geçmişte katkıda bulunmuş yazarlar hakkında daha fazla
bilgiye sahibiz; ahlaki dersler veya güzel hayvan masallarının yazarı M. E. Boti,
okuyucuların zihninde yeni fikirler açan Kadri Can; Lausanne’da Momier’min
şahsiyetçiliği üzerine bir doktora tezi yazmış olan ve hikayelerinde daima vatansever
bir koku yeralan Dr. Nureddin Yusuf Zaza. Osman Sabri’den ayrıca sözetmek
gerekir. Daha ziyade maceralı ilişkilerden ve yurttaşlarının adetlerini naklederken
164
haz duyan Sabri, Selahaddin ve Napolyon üzerine tarihi makaleler yazmıştır. Av
hikayeleri, kendine has bir renk taşır. Basit ve dolaysız tarzı, geniş hayat gücüyle
gözümüzün önüne yaşam dolu sahneler getirir. Kendisini günümüzün en büyük nesir
yazarı olarak selamlıyoruz. Daha sonra bir yazar olarak değineceğimiz Cigerxwin,
1946’da, Cim ve Gülperi adında genç bir çiftin sıradan maceralarını anlattığı uzun
bir hikaye yayınladı; kendisi bunu roman olarak değerlendirmede hatalıdır. Sovyet
Ermenistan’ının pek nesirci yetiştirmemiş olması üzücüdür. Ancak, Yeni Bir Sabah
(1947) ve Kürt Halk Hikayeleri (1959) yazarı H. Cındi ve Damê Xatê (1959) ile
Uyanış (1960) yazarı Evderehman zikredilebilir. Gerçekten de çok üretken bir yazar
olan ve edebiyat tahlilleri, masallar, felsefe, fikir ve tarihin harmanlandığı kısa
hikayeler içeren, üç ciltlik Makale ve Yazılar’ın (1957-1958) yazarı E Secadi’nin
“İnci Dizisi”, kendi türünde eşsiz bir eserdir.
Tüm bunlar bir gerçeği ortaya koymaktadır; bazı önemsiz denemelere
karşın, Kürt edebiyatında roman yoktur. Aynı şekilde, tiyatro eserlerinin de mevcud
olmadığı söylenebilir. Bazı hamilerin yardımıyla bazı girişimler yapılmışsa da, bu
fazlailerlemedi. Oysa, roman ve dram için konu yokluğu sözkonusu değildir. Kürt
halkının tarihi, efsane ve destanları, feodal imtiyazlar ve başlık parası gibi eski adetler
ve hatta modern psikolojik ve toplumsal durumların yarattığı duygusal, bilinçsel ve
ahlaki çatışmalar pekala malzeme olabilir. Lakin, bu hakiki veya efsanevi olguların,
sanatsal hayal gücüne dayalı yaratıcılık sahasında işlenmesi ve rasyonel olarak bu
sahaya uyarlanması, bir kaç kıta yaratmak için gerekli olandan daha fazla çabaya
ihtiyaç duymaktadır. Bugüne kadar eksikliği çekilen de budur. Fakat aynı husus,
Araplarda dram sanatı için de söylenebilir.
Nazım
Kürt edebiyatında nesir yazarlarının artış göstermesi nedeniyle, şiirin
kaybolmakta olduğu sanılmasın. Bu gerçekten hayli uzaktır. Şeyhler, tasavvufi
şiirsel kaygı ve tasarımlara yönelerek dengeyi tekrar tesis etmişlerdir. Özellikle
Irak’ta, büyük bir kısmı elyazmaları halinde bir köşede kalmış bulunan 19. asır şiiri
1920-1939 senelerinde yayınlandı. Mehvi’nin şiirleri 1922’de, Nali, Kurdi ve Hacı
Kadir Koyi’nin 1931’de, Salim’in 1933’de, Talabani’ın 1935’de, Edeb’in, 1936 ve
1938’de Herik ve Mevlevi’nin 1938 ve 1940’da yayınlandı. Kürt şairlerinin hayli
açıklayıcı müstear isimler kullanmakta oldukları dikkat çekicidir. Aynı dönemde,
Emin Fevzi (1920), Eli Hemal Bakir (1938), Mela Ebdılkerim (1938) ve Refik Hilmi
(1941-1956) sayesinde, eski şairlerin antolojileri de günışığına çıktı.
Fakat herşey gibi Kürt şiiri de değişmektedir. M. A. Haznedar, 1962’de kafiye
ve vezin üzerinde özellikle durduğu ve münevver Arap ve Fars şiirinin karışık
kurallarını izleyen kadim veya klasik şiirle, ölçü ve biçim açısından daha serbest
olan modern şiiri mukayese ettiği harika bir inceleme yayınladı. Genç kuşak, yeni
tarzı yeğlemektedir.
165
Tamamen tasavvufi eserlere gittikçe daha nadiren rastlasak da, bunlar
bütünüyle kaybolmamışlardır; Kake Heme Nari (1874-1944), hala Allah aşkı
ve yalnızlık üzerine şarkılar söylemektedir. Dahası Iraklı, Suriye veya Sovyet
ülkelerinin vatandaşı olsun, hiçbir şair tek telden çalmaz; havaya girdiklerinde,
bazen lirik, bazen adanmış, bazen vatansever şairler olarak karşımıza çıkarlar. Bu
nedenle, bunları kategorik olarak sınıflandırmak bir hayli zordur.
Öğretmenlerden henüz sözettik. Pekçoğu hemen her zaman fabl türünde
didaktik eserler vermişlerdir. Osman Sabri’nin (kendisi öğretmen değildir) Suriye’de
yaptığı ve genç Sovyet yazarlarının yapmakta olduğu budur. Yazarken zihinleri
öğrenciyle meşguldür ve eserlerinde ahlaki dersleri veren tınıları algılamamak
mümkün değildir. Bu her zaman büyük şiir değildir; ancak, genellikle basitlikten ve
canlılıktan kaynaklanan bir kalite sergiler.
Gerçek şairler, lirik eserler verir; aşk, aile, tabiat ve harikalarını, çalışma ve
gündelik hayatın şarkılarını söylerler. Irak›ta şair-i azam, Kürt toprağının güzelliklerine
ve tarihine duyduğu aşkı, genç kalplere aktarmayı bilmiş olan Piremerd (ihtiyar)
Hacı Tevfik’tir (1867-1950). Ziver olarak tanınan Evdellah Muhammed (1875-1748)
de, gençlerle ilgilenmektedir; tabiatı ve memleketinin cazibelerini şiirleştirdiğinde
derin hisleri ayağa kalkar ve okurun hislerini de ayağa kaldırır. 1900›de doğmuş
olan Kani veya Muhammed Şeyh Evdal Kadir, yurdun çeşitli mest edici sahnelerini,
bir kısa cüzler dizisi aracılığıyla tasvir etmektedir; bu cüzlerin isimleri de gönlü ve
ruhu okşayan ıtırlar gibidir: Mervan’ın Gülbahçesi (1951), Germiyan Ovası (1955).
Bêkes, Faik Evdelah’tan (1905-1948) hayli farklı bir şahsiyettir. Bêkes, Verlaine gibi
sadece şiir için yaşamış, fizik ve moral bedbahtlığına rağmen genç kuşakları adalet,
iyilik ve vatan için mücadeleye sevketme uğraşını asla bırakmamış, çok eza görmüş,
talihsiz bir hayat sürmüştür. Şahkir Fatar, 1924’de Kufri›de doğmuş olan Neriman
(Mustafa Seyid Ahmed) ve 1926›da Kameran’da doğmuş olan Resul Bizar Gerdi
gibi genç şairler, saleflerinin izinden gitmektedirler.
Sovyet Ermenistan›ında ise, eski efsaneleri derlemeye ve daha kişisel eserleri
derlemeye girşmeden önce, akademisyenler için yazmaya yönelmiş, kıymetli
bir grup mevcuttur. 1906 doğumlu H. Cındi ve 1910 doğumlu Eminê Evdal’ın
kendileri de öğretmendir ve şiirlerinde akademik bir tad sezilir. Mikail Raşid, daha
genç görünmektedir ve Kalbim (1960) adlı hayli ustalıklı bir şiir örneği vermiştir.
Gerçekten de, mısralarında çeşitli teknikleri sergilemekte ve sekizlik kıtalarından
sıcak duygular taşmaktadır. Fakat, bütün olarak bakıldığında, şiiri ideolojik ve
komünist idealizmini yansıtmaya yöneliktir. Yine de, 1908 doğumlu Casımê Celil
gibi, o da parlak bir şairdir. Celil, yıllık Sovyet Kürt yazarları antolojilerinin resmi
editörüdür. Doğal olarak, kendi eserleri de bu antolojide yeralmaktadır. Kendi
şiirlerini topladığı eserleri de vardır; Alagöz, (1954) ve Günlerim (1960). Farklı
baskıları karşılaştırmak ilginç olacaktır, zira, her biri geniş bir şekilde yeniden
işlenmiştir. Sanatsal bilincinin bir işareti olarak, eserlerini neredeyse yirmi defa
166
yeniden dokumuştur. Bu iki cilt, şiirsel ve ustalık bakımından daima mükemmel
olmasa da, sıradanlıktan ustaca kaçış denemesini sergilemektedir. Bir sevgilinin, şu
meydan okumasında da bu görülmektedir:
Ben vahşi bir gül goncası;
Parlaklığını verir bana güneş,
Parlaklığını yağdırır çiy damlaları.
Dokunmazsan bana,
Çiçeklenemem ya;
Dokunmazsan bana,
Mahrum kalırsın kokumdan.
Ben bir yaban gülü, dağların gülü...
Senden uzaklardasın sen.
Çiçekler sevda okşayışlarında.
Aşkla yumuşasın, köklerimi saran toprak
Dokunmazsan bana,
Çiçeklenemem ya;
Dokunmazsan bana,
Mahrum kalırsın kokumdan.
Ben bir yaban gülü, dağların gülü...
Senden uzaklardasın sen.
Ey hassas bahçevan, gülden anlayan... Gel kopar beni, aşır beni dağlardan.
Dokunmazsan bana,
Çiçeklenemem ya;
Dokunmazsan bana,
Mahrum kalırsın kokumdan.
Cesursan, aparırsın beni uzaklara;
Hoş edersin gönlümü,
Bir taze gelin gibi.
Dokunmazsan bana,
Çiçeklenemem ya;
Dokunmazsan bana,
Mahrum kalırsın kokumdan.
167
Emir Kamuran Bedirhan da, dilbilimsel ve siyasi faaliyetleri dışında, güzel
şiirler yazmıştır. Çok sayıda derleme yayınlamıştır. Okul çocukları için Çocuklarımın
Kalbi (1932), Fransızca ve Almancaya tercüme edilen Işık ve Kar (1935) ile mizahi
Hayyam Rubaileri (1938). Aşk temasını işleyen bu lirik mısralar, büyük bir duygu
inceliği, kendine has bir hayal gücü ve etkileyici bir ifade usülü sergilemektedir.
Temelde lirik olan bu şiirlerin yanısıra, toplumsal içerikli, “adanmış” eserlerle
de karşılaşmak şaşırtıcı olmamalı. Çünkü, şairler daima yeniden doğuşu vaazdeden,
geçmişteki istismarı eleştiren ve gelecekteki mutluluk ihtimallerini sezen peygamberler
olagelmişlerdir. Sovyet şairlerinde sıklıkla tekrarlanan temalar, önce kadının
özgürleşmesi, feodal sömürüye son verilmesi, dini ibadet ve inançların kökünden
sökülüp atılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Yazarın bu temaları vurgulamadığı bir
derleme bulmak mükün değildir. Etar Şero, dörtlüklerinin hemen hemen tamamında,
Kürtlerin eski devirlerdeki halini işlemektedir; cehalet, sefalet, baskı ve tekrar tekrar
kaldırılması gereken bir kölelik kalıntısı olarak gördüğü başlık parası ödeme adetine
döner. Bu, diğer şairlerin de sıklıkla işlediği bir nakarattır adeta. Öyle ki, bu adetin
kökünün kazınmasının hayli zor olduğu anlaşılır. Usıv Seko, “Sihid” adlı şiirinde,
zenginlerin ve tacirlerin zorbalığı karşısında, fakirin daima kurban olduğu toplumsal
çöküş halini tasvir etmektedir. H. Cındi ise, feodalizmin sınır tanımaz adaletsizliğine
karşı, sınıf mücadelesini desteklemektedir; mazlumların safında heyecanlı bir tepki
oluşturmayı da başarmaktadır. Uzun şiiri “Gülizar”ın konusu budur. Sonuçta aşk,
feodal istismar, aşiretsel kan davası, kaba başlık karşısında aşk, milli savaş, hürriyet
mücadelesi sayesinde üstünlük sağlar. Vezir’in, Nado ve Gülazır’ın maceralarını
anlattığı eserinde de aynı olgu takdis edilmektedir (10).
Kürt edebiyatı
Kürt edebiyatı, (Kürtçe: Wêjeya Kurdî), Kürtçe ile yaratılmış sözlü ve
yazılı edebi eserleri kapsayan edebiyat. Kürt edebiyatı aynı bölgede gelişen diğer
edebiyatlar (Türk edebiyatı ve Fars edebiyatı) kadar güçlü gelişmemiştir. Kürt
anlatılarının büyük bir kısmı sözlü şekilde yayılmış ve bu sözlü edebiyat bugün
de sürmektedir. 20. yüzyılın başına kadar olan yazılı edebiyat ise şiir şeklindedir.
Nesirin gelişmesi ise daha çok politik ve sosyal gelişmeler sayesinde olmuştur. Kürt
edebiyatı 20. yüzyılda onyıllar süren sınırlamalar ve yasaklamalarla karşılaşmıştır.
Avrupa ülkelerine göçün artmasıyla birlikte yüzü kendi topraklarındaki gelişmelere
dönük olan yeni bir tür sürgün edebiyatının da geliştiği görülmektedir. Edebi Türler
20. yüzyıla kadar Kürtçe edebiyatı şiire dayanmaktaydı ve diğer müslüman
halklara benzer şekilde Arap vezin ve ifade biçimlerine bağlı kalmıştır. Edebi
ürünler daha çok dini kesimler ve sufi tarikatlarıyla sınırlı kalmıştır. Ancak 1920
sonrasında bu klasik şiir biçimine ek olarak değişik edebi türler ortaya çıkmaya
başlamıştır. 1920’lerin başında, şiirde klasik biçimi koruyan, fakat politik ve sosyla
temaları işleyen klasisizm akımı doğdu. 1930’dan sonra ise Arapça vezin, pençe
(beşli) denilen ve o ana kadar sözlü edebiyatta kullanılan vezinle değiştirildi. Aynı
dönemde serbest vezin de ortaya çıktı.
168
Hikaye Kürt edebiyatında 1920’lerin ortalarında ortaya çıktı ve önemli
bir adım oldu. Kürt edebiyatında hikayenin ortaya çıkmasının ilişkin iki hipotez
ileri sürülmüştür. Birinci hipoteze hikaye, göre halk masallarının yeni bir türe
evrilmesidir.İkinci hipotez ise 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan yazın türlerinin
etkisi olduğu şeklindedir.[Sözlü geleneğe referansta bulunmayan ilk hikayeler, daha
çok sosyal ve politik durumun eleştirisi niteliğindedir. Irak’ta yayınlanan ilk hikaye
Cemil Saib’in Le Xewma (Rüyamda) adlı hikayesidir. Bu hikaye Şeyh Mahmud’un
iktidarı sırasındaki (1922) sosyal hayatı anlatır. Hikaye 26.6.1925 tarihli Jiyaname
dergisinde yayınlandı. İkinci hikaye ise 1926’da A. Muhtar Caff’la yazılan ve
1970’te yayınlanan, şehir kurumlarının yozlaşmasının bir eleştirisi olan Meseleyi
Wijdan (Vicdan Meselesi)’dir.
Buna karşılık 1930’lu yıllarda yazılan hikayeler, kaynaklarını genellikle
folklorik temalarda aramaktaydı. Hem folklorik temaların çekiciliği hem de Arap
vezninin bırakılıp gelenksel Kürt veznine geçilmesi bu dönemde gelişen Kürt
milliyetçi düşüncesinin bir yansıması olarak değerlendirilmiştir[
Genel Tarihçe
En iyi bilinen ve yaygın destanlar Meme Alan’ın[ürküleri ve epik şiirleri ile
Siyabend ile Xecê destanıdır. Bu destan ve öyküler dengbejler ve çirokbejler (öykü
anlatıcıları) tarafından destanlar, kılamlar, stranlar gibi sözlü ürünlerle bugüne kadar
aktarıla gelmiştir.[6] Bilinen ilk Kürt şairleri Ali Hariri, Molla Ahmed-i Cezirî,
Faki Tayran, Ahmed-i Hani ve Melleye Bate’dir. Bu şairler 15. ve 18. yüzyıl
arasında yaşamış ve Kırmançi lehçesiyle yazmışlardır. Bu dönemde Kürtlerin edebi
merkezi Botan emirliği ve başkenti Cizre idi. Cizre’nin yanında Süleymaniye ve
Senendec şehirleri diğer önemli edebi merkezlerdi. Baban emirliğinin başkenti olan
Süleymaniye’de ise Irak Kırmançisi pek gelişmezken, bugün Irak’ta resmi dil olan
Sorani lehçesi gelişti. Diğer önemli bir edebiyat dili de Gorani’dir. Gorani, Kürtçe
olmamasına karşın, Kürt edebiyatı içinde sayılabilir. Gorani’nin hamiliğini Ardalan
emirliği ve Senendec yapmıştı. Goran edebiyatı zamanla etkisini yitirdi. Bu edebiyat
İran’a çok yakın olması sayesinde Kırmançi etkisinden çok Pers edebi tarzına yakındı.
Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile Kürtlerin yaşadığı bölgeler birden
çok devlet (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) arasında paylaşıldı. Kürt edebiyatının
gelişmesi Kürdistan’ın her parçasında farklı oldu. Farklı lehçeler konuşulduğu ve
farklı alfabeler kullanıldığı için ortak bir dil ve edebiyat gelişmedi. Kürt edebiyatı
buna rağmen Avrupa’daki göçmenlerin sınırlı mali desteği ile düzenli şekilde gelişti.
Irak’ta dil ve kültürün gelişebilmesi için daha uygun koşullar bulunduğu için ,
Kürt edebiyatı bu bölgede daha çok gelişme olanağı buldu. Türkiye Cumhuriyetinin
kurulmasından ve yeni Türk politikasından sonra birçok Kürt aydını Irak’a kaçtı. Bu
aydınlara Refîk Hilmî, Tewfîk Wehbî, Pîremêrd ve M. Emîn Zekî gibi örnekler
verilebilir. Burda 1939 yılında Gelawêj adında bir gazete ortaya çıktı ve modern
Kürt nesirinin temelleri atıldı. Gelawêj’in önemli isimleri Aladdin Seccadi, İbrahim
169
Ahmed ve Äakir Fattah’dir. Bugün Güney Kürdistan’daki üniversitelerde Kürt dili
ve edebiyatı eğitimi yapılmaktadır.
Sovyetler Birliği’nde yaşayan Kürt yazarlar ise 1930 yılında Erivan’da SSCB
hükümetinin desteği ile latin alfabesinde yayınlanan Riya Teze adında bir gazete
çıkardılar.[7] Bu listeye Emînê Evdal, Erebê Şemo ve Hecîyê Cindî’nin kitaplarını da
dahil etmek gerekir. Kürt edebiyatı 1960’larda Fêrîkê Ûsiv, Emerîkê Serdar, Wezîrê
Eşo, Sîma Semend, Tosnê Reşîd, Ahmedê Hepo ve Ezîzê Îsko gibi yazarlarla en
yüksek noktasına ulaşmıştır.
Kürtlerin büyük çoğunluğunun yaşadığı Türkiye’de, onyıllar boyunca süren
sınırlamalar ve yasaklar Kürt edebiyatına damga vurdu. Bu yüzden Kürt yazarlar ancak
yurtdışında Kürtçe yazabildiler. Fakat Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yakınlaşmasıyla
birlikte bu durum belirgin şekilde değişti ve rahatladı. Buna rağmen Türkiye’deki
Kürt edebiyatı hala Irak’taki kadar gelişmiş değildir.
Bunların dışında Kürt kökenli olup nesir tarzı ürünleriyle ünlü olan ve Kürtçe
değil Arapça, Türkçe ve Farsça yazan yazarlar da vardır. Örneğin Muhittin Zengane,
Mahmud Taymur ve Salim Barakat Arapça, Nezir Bülbül Almanca, Ali Eşref Derwişan
ve Mansur Yakutî Farsça, Yaşar Kemal ve Bekir Yıldız ise Türkçe eserler vermiştir.
15. ve 18. yüzyıl arası
Kürt tarihine ilişkin en önemli kaynaklardan Bitlisli Şeref Han’ın Şerefname
adlı eserinde hiçbir Kürt şairine rastlanmaz. 17. yüzyılda yaşamış olan tanınmış
Kürt şairi Ahmed-i Hani ise eserlerinde Ali Hariri (1425–1490?), Molla Ahmed-i
Cezirî (1570-1640) ve Faki Tayran’dan (1590-1660) bahseder. Sufi olan Ahmed
Cezirî ismini memleketi olan Cizre’den almaktadır; nitekim yıllarca Cizre’deki Kızıl
Medrese’de (Medresa Sor) ders vermiştir.[Divanı, Dîwanî Melayê Cezîrî, bugün
hâlâ okunmaktadır ve 100’den fazla şiir, birkaç tane de rubai barındırır. Bugüne
ulaşmış tek eseri olan divanı, yoğun Sufi imgeler taşır ve oldukça metafiziksel bir
şiir örneği sunar ki şiirleri bu tür (metafiziksel konulu) yazında ünlü olan İranlı
şair Hafız’ın eserleriyle karşılaştırılmıştır.[ Ahmed-i Hani’nin zikrettiği bir diğer
isim olan Faki Tayran Ahmed Cezirî ile aynı dönemde yaşamıştır ki bu iki şairin
birbirleriyle tanıştığı bilinmekte, Hakkarili olan Faki Tayran’ın Cizre’de Ahmed
Cezirî’den ders aldığı düşünülmektedir.[Eserlerinde özellikle Kürt folkloründen
öğeler ağırlıkta olan Faki Tayran’ın Qewlê Hespê Reş (Siyah Atın Ölümü), Şêxê
Senan (Senan Şeyhi) ve Qiseya Bersiyayî (Bersiyay’ın Öyküsü) adındaki eserleri
en önemli yapıtlarıdır. Faki Tayran’ın 17. yüzyılda Kürtler ile Safeviler arasında
gerçekleşmiş olan Dimdim Savaşı’na dair eseri ise birçoğuna göre bu savaşın ilk
edebî anlatısıdır ve bugün hâlen okunan epik bir eserdir.[ Ahmed Hariri, Cezirî ve
Tayran gibi isimleri, Kürt edebiyatının en ünlü eserlerinden olan,[Mem ü Zîn (“Mem
ve Zin”) isimli klasik, epik şiirinin önsözünde zikreden Ahmed-i Hani veya Ehmedê
Xanî, Kürt edebiyatı açısından çok önemli bir rol oynamış ve genel kanıya göre
eserlerinde Kürt bağımsızlığından bahseden ilk Kürt şairi olmuştur.[13] Şairin ünlü
170
eseri Mem ü Zîn, Mem ile Zîn isimlerindeki iki aşığı konu eden bir mesnevidir ki
Sufi öğeler de taşır.
Bunların dışında, dinî bir akım olan Ehl-i Hakk tarafından tercih edilen Gorani
dilinde (Goranicede) Kürt edebiyatı açısından önemli birçok eser kaleme alınmıştır.
Özellikle bugünkü İran Kürdistanı’nda kalan bölgede etkin olmuş bağımsız Kürt
liderleri Goraniceyi öncelemiştirler ki bu da bu dilde edebî eserlerin verilmesine
ve bu dilde yazmayı tercih eden şairlerin türemesi yardımcı olmuştur; örnek olarak
14. yüzyılda yaşamış ve bu dilde eserler vermiş Molla Perişan (Mele Perîşan)
zikredilebilir.[14] Nitekim bu dil etkinliğini uzun bir süre devam ettirmiş ve örneğin
19. yüzyılda yaşamış olan bir başka şair Molla Abdürrahim Mevlevi (1806–1881)
de bu dilde eserler vermiştir. Ayrıca, Batı’da Süleymaniye ve çevresinde de 18.
yüzyılla birlikte bölgedeki egemen Kürt siyasi isimlerin teşvikiyle Sorani dilinde
edebî bir gelişim ortaya çıkmıştır.
19. ve 20. Yüzyıl
19. ve 20. yüzyıllarda Kürt edebiyatı, Kürt dili ile birlikte, özellikle yazılı
Kürt edebiyatı, çok büyük bir ilgi ve gelişmeye sahne olmuştur. Bunda 19. yüzyılda
temelleri atılan Kürt basınının önemli bir payı vardır.[lk Kürt basın yayını, dergisi,
Kürdistan Kahire’de 1898 yılında yayımlanmıştır.[Birinci Dünya Savaşı sonrasında
Kürtlerin yaşadığı toprakların Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları içerisinde
kalmasıyla birlikte Kürt dili ve edebiyatı farklı bir döneme girmiş ve her Kürt
topluluğu içinde bulunduğu ülkedeki eğilimlerden etkilenmiş ve bu etkileşim dile
ve edebiyata da yansımıştır. Örneğin Kürtçenin yazımında 1920’lere kadar Arap
harfleri tercih edilmişken, 1920’lerle birlikte bölgedeki ülkeler Batıcı politikaları
benimsemeye başlayınca, birçok Kürt topluluğu Latin harfleriyle Kürtçeyi yazmaya
başlamışlardır.Buna verilebilecek bir örnek ise, Celadet Ali Bedirhan tarafından
yayımlanmış ve 1932 yılından 1943 yılına kadar toplam 57 adet basılmış olan basılı
ilk Kürtçe edebiyat dergisi olarak görülen Hawar dergisinin ilk 23 sayısının hem
Latin, hem Arapça harflerle basılıp daha sonra sadece Latin harflerle basılmasıdır[ Ek
olarak, Kürt edebiyatının bu topraklardaki gelişim süreci ve Kürt edebî eserlerinin
ortaya çıkması sıklıkla bu ülkelerdeki azınlık politikalarıyla doğrudan ilgili olmuş;
örneğin zaman zaman bu ülkelerde Kürtçenin yasaklanmasıyla birlikte Kürt
edebiyatının yavaşladığı, bu tip yasaklamaların kalktığı veya rahatladığı zamanlarda
ise hızlı bir şekilde geliştiği ve yeni eserlerin ortaya çıktığı gözlemlenmiştir.
20. yüzyılda Irak’ta Abdullah Süleyman (1904-1962) ve İbrahim Ahmed
gibi isimler öne çıkarken, Suriye’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye’nin
bağımsızlığını almasına dek, başta Emir Celadet Bedirhan ve kardeşi Emir
Kâmuran’ın gayretlerinin etkisiyle Kürt edebî faaliyetleri yoğunluğunu korumuştur.[14]
İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye’de Kürtlerin haklarının birçoğunu kaybetmesiyle
edebî faaliyetler de durma noktasına gelmiştir.Türkiye’de Kürtçe yasağı sebebiyle
uzun yıllar Kürt edebiyatında fazla çalışma yapılamamış olsa da, özellikle 90’larda
171
siyasi iradenin Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırması ve Kürtçe yayıncılığın
rahatlamasıyla birlikte Kürt edebiyatı hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Ayrıca
çeşitli baskılar ve ihtilaflar sebebiyle Kürdistan bölgesinden ayrılıp başta Avrupa
olmak üzere farklı yerlere göç eden Kürtlerden oluşan Kürt diasporası Kürt edebiyatı
açısından 20. yüzyılda birçok önemli başarıya imza atmıştır[Başta devletin azınlıklara
basın ve yayın alanında maddi yardımlarda bulunduğu İsveç olmak üzere birçok
Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yaşayan Kürt toplulukları kendi basın yayın
kuruluşlarını kurmuşlardır. Zaroken Ihsan (“İhsan’ın Çocukları”), Helin (“Yuva”),
Gundike Dono (“Dono Köyü”) gibi eserleriyle tanınan Mahmut Baksi ve Tu
(“Sen”), Mirina Kaleki Rind (“Yaşlı Rind’in Ölümü”), Siya Evine (“Yitik Bir Aşkın
Gölgesinde”) gibi eserleriyle tanınan Mehmed Uzun gibi tanınmış Kürt yazarları
ortaya çıkmış ve örneğin bu iki yazar da İsveç Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu’nda
yer almışlardır[Çağdaş dönemdeki diğer bazı Kürt yazarlar ise şunlardır: Pîremêrd,
Abdulla Goran, Osman Sabri, Şêrko Bêkes, Şeyhmus Dağtekin.
Bazı Kürt Yazarları
Kırmançi
•
Baba Tahir (1000-1060)[17]
•
Ali Hariri (1425–1490?)
•
Molla Ahmed-i Cezirî (1417–1494) Hakkari, Mevlüt’ün yazarı
•
Salim Selman (16. yüzyıl) 1586’da Yusuf ve Züleyha mesnevisinin yazarı
•
Molla Ahmed-i Cezirî (1570–1640) Botan bölgesinden. Kürtçe divanı
ile tanınır.
•
Faki Tayran (1590–1660) Melayê Cezîrî’nin öğrencisi. 1609–1610
arasında Kürtler ve Safaviler arasındaki Dimdim savaşını anlatmıştır.
•
Ahmed-i Hani (1651–1707) Mem û Zîn’in yazarı
Sorani
•
Nali (1800–1873)
•
Hacî Qadir Koî (1817–1897)
•
Şeyh Rıza Talabanî (1835–1910)
•
Wefayi (1844–1902)
Gorani
172
•
Perîşan Dînewerî (14. yüzyıl)
•
Mustefa Bêsaranî (1642-1701)
•
Muhemmed Kendulaî (l7. yüzyıl)
•
Khana Qubadi (Xana Qubadî) (1700-1759)
•
Muhemmed Zengene Xemnakî Kerkûkî (18. yüzyıl)
•
Mîrza Şafî Dînewerî (18 yüzyıl)
•
Şeyda Hewramî (1784-1852)
•
Ehmed Beg Kumsî (1796-1889)
•
Mastura Ardalan (Mestûrey Erdelan) (1805-1848)
•
Mawlawi Tawagozi (Mewlewî Tawegozî) (1806-1882)
•
Muhammad Welî Kirmanşahî (ca. 1901)
20. yüzyıl
•
Pîremêrd (Tewfîq Beg Mehmûd Axa) (1868–1950)
•
Celadet Ali Bedirhan (1893 [1897?]-1951)
•
Ereb Şemo/Ereb Shamilov (1897–1978) Ermenistan
•
Cigerxwîn (Sheikmous Hasan) (1903–1984) Mardin doğumlu, İsveç’te
öldü
•
Abdulla Goran (1904–1962)
•
Osman Sabri (1905–1993)
•
Nûredîn Zara (1919, Maden- 1988, Maden)
•
Qedrî Can (1911, Derik- 1972, Şam)
•
Hesenê Qizlcî (1911, Batı Azerbaycan, - 1984 Şubatında tutuklandıktan
sonra habersiz)
•
Hemin Mukriyani (1920–1986)
•
Hejar (1920–1990)
•
Husên Arif (1926, Süleymaniye -
•
Cemal Nebez (1933-)
•
Şêrko Bêkes (1940-)
•
Tosinê Reşît (1941, Kûrekend, Ermenistan - )
•
Letîf Helmet (1947-)
•
Ebdulah Peşêw/Abdullah Pashew (1947-)
•
Refîq Sabir (1950-)
•
Hesenê Metê (1957, Ergani
•
Fawaz Husên (1953, Suriye -
•
Fırat Cewerî (1959, Derik - )
•
Ferhad Shakely (1951, Kerkük -
•
Mehmed Uzun (1953-2007)
•
Ferhad Pîrbal (1961, Erbil -
173
•
M. Alî K (1964, Nusaybin -
•
Helîm Yûsiv (1967, Amudê -
•
Nezir Bülbül (1970-)
•
Abdusamet Yigit (1978-)
•
Şahînê Bekirê Soreklî
•
Şêrzad Hesen (11)
Kürt Klasik Edebiyatının İz Bırakanları
Uzun zamandır yazma konusunda sıkıntı yaşadım. Doğrusu işin kolayına kaçıp
birçoklarının yaptığı gibi güncel siyasi değerlendirmelerde de bulunmak istemedim.
Evet, çok nazik bir dönemden geçtiğimiz doğru. Şiddetin tekrar ön plana çıkması,
beraberinde Kürt sorununun yeniden yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanması, hatta
bazılarının kendi niyetinden menkul bir şekilde ellerini ovuşturarak sinsice gülmeye
başlaması, diğer bir anlatımla bu niyeti menkullerin yeni OHAL’lerle kendi rantlarını
pekiştirme çabaları, elbet çok önemli ve üzerinde durulması gereken konular.
Ama maşallah bu konuda ciddi bir sıkıntı çekmediğimizi görüyorum. Hemen
her gün onlarca makale, bir o kadar da tartışma programı bu konuyla ilgili yapılıyor.
Tüm bunlar içinde oturup bu yazanlara bir de ben mi katılmalıyım, yoksa
başkalarının görmezden geldiğini mi görmeliyim, diye düşündüm. En nihayetinde
görmezden gelinenleri yazmak, bildiğim konuda ahkam kesmek bana daha gerçekçi
geldi.
Evet, bu tür yazıların sıkıcı olduğunu biliyorum. Kısa, birkaç paragraf ile
biten, günceli-aktüeli yorumlayan yazılar daha dikkat çekici. Ama şu da bir gerçek,
bu yazdıklarımız bilinmezse aktüelin de bir anlamı
yoktur.
Bugün eğer Kürtler ayakta ise, hiç kuşku
yok bundan yüzyıllar önce Kürt diline, edebiyatına,
eğitimine katkıda bulunan bu edebiyatçılarımızın,
Ediplerimizin de ciddi bir payı vardır.
Bu yazım da, öyle ders notu edasında, Kürt
klasik edebiyatının iz bırakanları olsun.
Bu Ediplerimizi iki yazıda anlatmaya
çalışacağım.
İlk bölümde Melayê Cizîrî ile Feqiyê Teyran
var. Önümüzdeki yazıda ise Melayê Batê ile
Ehmedê Xanî’yî yazacağım.
174
Melayê Cizîrî (1570-1640)
Kendisinden sonra gelen edebiyatçıların birçoğu üzerinde ciddi etkiler bırakan,
klasik kürt edebiyatının yeri sarsılmaz ekollerinden biri olan Melayê Cizîrî, Cizre
ilçesinde doğmuştur. Doğum ve ölüm tarihi ile ilgili birçok farklı yaklaşımlar var.
Alexander Jaba, “Recueil De Noticeset Recits Kourds” adı ile 1860 yılında Rusya’da
yayınladığı kitabında Melayê Cizîrî’nin 11. ve 12. yüzyıllarda yaşadığını belirtir. Kürt
edebiyatçı Alaaddîn Seccadî ise “Mêjuy Edebî Kurdî” (Kürt Edebiyat Tarihi) adlı
kitabında Melayê Cizîrî’nin 1407 ile 1481 yılları arasında yaşadığını açıklar. İngiliz
Kürdolog David Neil MacKenzie “Mala-e Ciziri and Feqiye Teyran” adlı eserinde,
Melayê Cizîrî’nin 1570 ile 1640 yılları arasında yaşadığını yazar. Prof. Qanatê kurdo,
M.B. Rudenko ile Minorski gibi yazarlar ise Kürtler üzerine incelemelerin yer aldığı
eserlerinde Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yıllar yerine 12. yüzyılda yaşadığını yazmayı
tercih ederler.
Melayê Cizîrî’nin farklı yıllarda yaşadığını belirten yazarların, araştırmacıların
her birinin dayandığı farklı nedenler var. Birçoğu Melayê Cizîrî’nin şiirlerinde atıfta
bulunduğu diğer edebiyatçılardan yola çıkarak Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yılları
yorumlarlar. Bazıları ise Cizîrî’nin şiirlerindeki tarihsel tanıklıklardan yola çıkarak
doğum ve ölüm tarihi belirtirler. Ama en önemli nedenlerden birisinin Melayê
Cizîrî’nin asıl adından ve yaşadığı yöreden kaynaklandığı belirtilir. Cizîr bölgesi, Kürt
coğrafyasında bugünkü Cizre’den Harran’a, oradan da Diyarbakır’a uzanan bir bölgeyi
karşılar. ‘ada’ anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Bölgenin özelliğinden dolayı bu
bölgede yaşayan birçok edebiyatçı, şair mahlas olarak ‘Cizîrî’ lakabını kullanmıştır.
Asıl adı Şêx Ahmed el-Cizîrî olan Melayê Cizîrî de şiirlerinde yer yer Mela, yer yer
de Melayê Cizîrî mahlasını kullanmıştır. 11. yüzyıldan sonraki dönemlerde bu bölgede
adı Şêx Ahmed olan veya Melayê Cizîrî, Şêx Ahmedê Cizîrî gibi mahlasları kullanan
çokça edebiyatçı olduğu sanılmaktadır. Tarih karmaşasının birçoğunun da bundan
kaynaklandığı varsayılır. Ama Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yıllar açısından günümüz
araştırmacılarının büyük çoğunluğu 1570-1640 tarihlerini, en gerçekçi yıllar olarak
tanımlarlar.
Melayê Cizîrî’nin şiirlerinin çoğunluğunda tasavvuf önemli bir yer tutar. Bunun
yanı sıra dünyevi aşkı irdelediği şiirler de Melayê Cizîrî’nin eserlerinde önemli bir
yer tutar. Şimdiye kadar bilinen Divan’ının yanı sıra başka eserlerine rastlanmamıştır.
Melayê Cizîrî’nin Divan adlı eserini ilk olarak Martin Von Hartman 1904 yılında
Birlin’de bastırmıştır. Bu ilk baskıdan günümüze Qamışlı müftüsü Ahmedê
Zivîngî’den İstanbul Kürt Enstitüsü’ne ve Nubihar yayınlarına kadar birçok kurum ve
kişi tarafından Melayê Cizîrî’nin Divan’ının çokça baskısı yapıldı.
Şiirlerinde sufist bir anlayışı öne çıkaran Cizîrî, şiirlerinde güzelliği Allah
ile bütünleştirir; evrenin Allah’ın güzelliğini yansıtan bir ayna olduğunu ifade eder.
Şiirlerinde güzellik ve aşkı birlikte yorumlayan Cizîrî, başat temalarından biri olan
Selma’ya duyduğu aşkı içindeki öz ile bütünleştirmiştir. Birçok araştırmacı bu
yönüyle Cizîrî’yi Mevlana ve Hafız gibi tasavvuf edebiyatının önemli şairlerine
175
benzetir. Melayê Cizîrî yaşamının neredeyse tümünü, Cizre’de Medresa Sor’da
öğrencilerini eğiterek geçirmiştir. Şiirlerinde, Medresa Sor temasını da işleyen Cizîrî
ile bu medrese arasında özel bir ilişki olduğu görülür. Melayê Cizîrî’nin çağdaşı II.
Mîr Şeref tarafından inşa edilen bu medrese, son yıllarda yapılan restorasyonla bir kez
daha yaşam buldu. İddiaya göre uzun yıllar Cizre dışında sürgün hayatı yaşadıktan
sonra Cizre’yi ele geçirmek üzere yola çıkan II. Mîr Şeref, şehri ele geçirdikten sonra
şehre ilk giriş yaptığı noktada bu zaferin anısına bir cami inşa eder. Medresa Sor, bu
camiyle birlikte inşa edilerek Melayê Cizîrî’nin hizmetine sunuldu.
Feqiyê Teyran (1590-1660)
Klasik Kürt edebiyatının önde gelen şairlerinden
olan Feqiyê Teyran, Hakkari’ye bağlı Mûks (günümüzde
Van’a bağlı Bahçesaray) kasabasında doğmuş. Asıl adı
Mihemed’dir. Şiirlerinin bazılarında Feqiyê Teyran adının
yanı sıra ‘Mîr Mihê, Feqê Têra, Feqê Hêşetê, Feqiyê Gerok,
Meksî’ ve ‘Xoce’ adlarını da kullanır. Feqiyê Teyran adının
kuşlarla olan yakınlığından, hatta kuşlarla konuştuğundan
dolayı kendisine verildiğine inanılır.
Feqiyê Teyran, yörenin önde gelen ailelerindendir.
Büyük dedesinin Osmanlı Devletinden Mirlik (Beylik) Fermanı aldığı anlatılır.
Feqiyê Teyran 16 ve 17. yüzyıllar arasında yaşamıştır. Diğer klasik
edebiyatçılardan farklı olarak şiirlerinin yanı sıra manzum eserler de yazmıştır.
Birçok şiiri, medreselerde korunarak günümüze ulaşan divanları aracılığıyla, bugün
de biliniyor. Bunun yanı sıra dengbêjlerin anlatımıyla Kürt folklorunun bir parçasına
dönüşerek farklı varyasyonlarıyla da olsa günümüze ulaşmış eserleri vardır.
Feqiyê Teyran ile Melayê Cizîrî’nin aynı dönemde yaşadığı ve Feqiyê Teyran’ın
yaşamının bir döneminde Cizre’de bulunan Medresa Sor’da (Kızıl Medrese) Melayê
Cizîrî’den ders aldığı belirtilir. Feqiyê Teyran, “Feqî û Mele” adlı şiirinde Melayê Cizîrî
ile yaşadıklarını anlatır. Feqî’nin uzun şiirinde anlattıklarının bir bölümü şöyledir:
“Suala min heqirî
Sedefek divê têkin
Îro li Cizîrê
Heqe li Mele kin
Hilak in ji derba tîrê
Çi derman heye lê kin”
Feqiyê Teyran’ın halkın bugün bile rahatlıkla anlayabildiği sade bir dili var.
Medreselerde köklü bir eğitim almasına ve Arapça ile Farsçayı çok iyi bilmesine
karşın, şiirlerinde ısrarla Kürtçenin kurmancî lehçesinin en sade biçimini kullanır.
Elbet, Tüm klasik yazarlar gibi Feqiyê Teyran da Arapça ve Farsça’dan etkilenmiş ve
176
yer yer şiirlerinde bu dillerden sözcüklere yer vermiştir. Bunun temel nedenlerinden
biri İslamiyetin eğitim, dil ve kültür üzerindeki etkisidir. Kuran’ın dili olması
nedeniyle kutsal olarak görülen Arapça, medreselerin birçoğunda Allah’ın dili
olarak da benimsenmiş ve bu dilde de eserler verilmiştir. Farsça ise neredeyse bölge
halklarının tamamının kültür ve bilim dilidir. Her iki dilin etkisini Feqiyê Teyran’da
da görmek mümkün. Ancak Feqî, tüm eserlerini Kürtçenin kurmancî lehçesi ile
yazmış, şiirlerinde bu dilden sözcükleri özenle kullanmıştır.
Feqiyê Teyran’ın Kürt klasik edebiyatçılarından bir diğer önemli farkı da
sürekli halkla iç içe olması, onların acılarını da şiirleştirmiş olmasıdır. Zengin ve
tanınmış bir ailenin ferdi olmasına karşın, şiirlerinde halkın acılarını kendi acısı
bilmiş, onların çaresizliğini dizelerine dökmüştür.
Feqiyê Teyran’ın şiirlerinde Allah ve din temaları da önemli bir yer tutar.
Şiirlerinin birçoğunda Allah’a ve peygambere övgü vardır. Aynı zamanda Allah ile
kulları, özellikle de bir kul olarak kendisini karşılaştırır. Bu karşılaştırmaların önemli
bir çoğunluğunda Allah’a ulaşmak isteği vardır.
Feqiyê Teyran’ın şiirlerinin bir bölümünde de sevgi ve aşk vardır. Allah’a
olan inancını aşkla dile getirdiği gibi gerçek sevgiliye olan aşk da şiirlerinde kendini
gösterir. Sevgililerin hiçbirinin adı şiirlerde geçmez. Ancak bu şiirleri okuyanlar
onun kime aşk ile bağlandığını anlayabilir.
Feqiyê Teyran’ın günümüze ulaşmış eserleri şunlardır: Qewlê Hepsê Reş, Bersîsê
Abîd, Şêxê Sen’an, Kela Dimdim (Dimdim). Bunların yanı sıra her biri kendi başına
birer eser olan şiir ve destanları da vardır. Onları da şu şekilde sıralayabiliriz: Ay dilê
min, Bi çar kerîman, Çiya anî li deştê kir, Dengbêjê jaran î, Dewran, Dilber, Dilo rabe,
Ê bên, Ellah çi zatek ehsen e, Ey av û av, Ez çi bêjim, Feqe û bilbil, Feqe û Mela, Feqiyê
Teyran û dîlber, Feqiyê Teyran û evîna dila, Feqiyê Teyran û quling, Feqiyê Teyran û
roj, Îro Ji dest hunsa hebîb, Melayê Batê kanê, Mihacir, Qewî îro zeîfhal im, Yar tu yî.
Resimler: Nevin Güngör Reşan
177
KAYNAKLAR
1. Av. M. Baki Aksoy Dengbejlik “www.diyarinsesi.org
2. http://www.radyobakur.com/dengbej.asp
3. Mehmet Uzun “Dengbejlerim” Belge Yaymlan
4. Evrensel Gazetesi- 26 aralık 2004
5. Nuri KAYMAZ Anadolu Ekininde Dengbejler
6. http://www.haberdiyarbakir.com/Serhat B. renas
7. Cevahir Sadak Düzgün. Dengbej Antolojisi. Büyükşehir Belediye yay. 2007
8. Vedat Güldoğan Diyarbakır kültürü. Kripto yay. 2011 S. 30.
9. Ahmet Aras. http://www.bydigi.net/makaleler/54219- kurt- edebiyatiarastirma lari-ve-kurt-kulturunun-temelleri.html
10. Mehmet Bayrak Kürdoloji Belgeleri. Özge yay. Ank. 2004
11. Vikipedi, özgür ansiklopedi
12. Fehmi Işık. Kürt edebiyatını iz bırakanları 03 Temmuz 2010. İlke haber
13. http://www.forum47.org/forum/sanatci-dunyasi/48708-butun-kurt-sanatcilarisimleri
178
DİYARBAKIR KÜLTÜR SANAT DÜNYASINDAN PORTRELER
Mehmet Ali ABAKAY*
Günümüzde şehir konulu araştırmalarda İstanbul’dan sonra gelen şehir
araştırmalarında ikinci sırayı muhtemelen Diyarbakır almaktadır. Son on yıldır
Diyarbakır konulu kitap çalışmalarının yoğunlaştığı ortamda elbette şehri bugüne
taşıyan belirgin isimler bulunmaktadır.
Diyarbakır kültür ve sanat dünyasında iismleri bir araya getiren ve bunu
kitaplaştıran Şevket BEYSANOĞLU, her alanda çalışma sunan, yayınlayan isimleri
dört cilt tutan biyografi eserinde yüzlerce ismi tanıtmaktadır: Diyarbakırlı Fikir ve
Sanat Adamları.
Bu makalemizde alanında seçkin eserler sunan Hattat Hamid AYTAÇ, Ahmed
ARİF, Sezai KARAKOÇ, Cahit Sıtkı TARANCI, Celâl GÜZELSES hakkında
yaptığımız beş araştırma ve inceleme yazısını bir arada sunuyoruz.
Çizidiğimiz çerçevede bu beş isim, hat, şiir, düşünce, araştırma ve musıkî
alanını kapsamaktadır. Yüzlerce ismi belirtebilir, onları zikredebilirdik. Sayın Şevket
BEYSANOĞLU’nun kapsamlı eseri ortada iken, ilgilenmek isteyenlerin bu esere
baş vurması ve şehrimizin yetiştirdiği alanındaki yetkin-uzman isimleri bu hacimli
çalışmadan öğrenmesi mümkün olduğu için, bu beş ismi eksen alan çalışmamız, bu
amaçla sınırlandırılmıştır.
HAT SANATI VE HATTAT HAMİD AYTAÇ
“Harflerin bestekârı” demişti, kendisi için bir talebesi.
Hasretine dayanamadığını belirtmişti, tanıma şerefine nail olduğum öğrencileri.
Diyarbakır’da doğduğu eve kendilerini götürürken, Üstadlarının memleketinde
bulunmaktan sevinen ve doğduğu evi, çocukluğunun geçtiği evi işaret edince
kendinden geçen, kendisinden icazetname alarak hattatlıkları tescillenen isimler.
O, dünyanın birçok yerinden kendi sanatına âşık, çağrısız öğrenci kabul
etmişti.
Tanımadığı, gitmediği ülkelerden, dilini bilmediği insanlardan, kadın-erkek
ayrımı yapmadan, Hat sanatına sadakatle bağlılığını şagirdine öğretmeden, rahat
etmeyen mümtaz şahsiyet…
Yazdığı, her biri bir sanat şaheseri olan çalışmaları, sanatının meraklılarınca
paha biçilmez kabul edilirken, küçük bir han odasında hasta haliyle çalışmaya devam
etmiş, vefâya yabancı kalmamış bir-iki talebesinin yardımıyla yatırıldığı hastanede
ömrünü doksanın üzerinde tamamlamış bir pir-i fanî.
Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected]
179
Hat Sanatının son yüzyıldaki en büyük ismi ve son büyük temsilcisi Hattat
Hâmid AYTAÇ’ı bu bildirimizle tanıtmak istiyoruz. Biz, kendisini “Şeyh Musa
Azmî” olarak biliyoruz, imzasını “el-Âmidî “ olarak atar, “Hâmid” imzasını sonradan
kullanmaya başlamış, isim değişikliğiyle daha bir tanınmış, gerçekten harflerin
bestekârı bir üstad!...
Elbette kendisini layıkıyla ele alamayız, biz bu işten uzağız. Hat Sanatı
oldukça emek isteyen, sahibinin sabrını sınayan, meşakkatli bir iştir. Hat Sanatı,
harflerin musıkîsidir, raksıdır. O, elindeki kamışla ressamdan daha öte, sınırlı alanda
uyanıkken yapamadığını, rüyada görür görmez, uyanıp aharlı kâğıda aktaran ustadır.
Hattat Hâmid- Şeyh Musa Azmî, ömrünü Hat Sanatı ile geçirmiş, bunu
meslekten öte, bu iş için kendisinin dünyaya geldiğini fısıldayan, çalışmalarıyla
adeta bu sırrı işin bilenlerine ifşâ eden, hayatında yazdığı Kur’an-ı Kerimlerle artık
ölümü kabul etmekte zorlanmayan, yazdığı her levhada Hakk’ı üstün tutan, sanatının
hakkını vermedikçe uykuları haram bilen, şehrimizin bağrından çıkmış, alanının
dehâ ismi.
Bu satırların arasında gezinirken hayalimde yazdığı eşsiz çalışmalarını
düşünüyor, çalışmalarının bulunduğu mekânları gözümde canlandırıyor, kelimelere
bir canlılık katamadığımdan dolayı, kendisini görme bahtiyarlığına ulaşamadığım
için hayıflanıyorum.
Bu şehrin öz evladı, ismini daima “Diyarbekir” olarak belirten, imzasını
“el-Amidî” olarak çalışmalarına yansıtmaktan zevk alan, çocukluk yaşta terk ettiği
şehrine bir daha dönemeyen, bu hasretle yanıp tutuşan, İstanbul’da bir hemşehrisini
görünce memleket kokusunu duymuş gibi çocuklaşan, terk-i diyar ettiği şehrini
merakla soran Hattat Hamid!..
Hakkında âcizane bir kitap yazma uğraşısı içinde iken, tanıştığım
talebelerinden, adeta kendisinin yolundan şaşmayan İsmail Yazıcı Beyefendi, bu işle
meşgul olduğunu belirttikten sonra, onlarca kendisine ait özel mektuplar, yaptığı
hatlar, topladığım dergi, gazete haberleri, makaleleri, dergi özel sayıları, bir kitap
için yeterli olan doküman, kitaplaşmadı. “Talebesi varken, hak onundur” prensibine
saygılı biçimde çalışmamı tamamlayamadım. Talebesi İsmail Yazıcı Beyefendinin
mütevazı biçimde hazırladığı, bir kısmından haberdar olma imkânından uzak
olduğum belgeleri görünce, elimdeki dokumanın Hattat Hamid’i anlatmaktan ve
tanıtmaktan yana bir mana taşımadığının farkına varmama vesile oldu.
O’nu tanıyan anlatabilir, O’nunla meşk eden, O’nunla diz dize oturan, O’ndan
icazetname almış olan tanır, kendisini. Benim yapabileceğim, sadece anlatılanları
hikâye etmek, bir başkasına ait düşünceleri harmanlamak ve çalışmalarıyla gözü
aldatacak ölçüde, bir kitap sahibi olduğumu, sevenlerine kabul ettirmek… Bu
riyakârlıktı, Hat Sanatı’nın usta ismine hürmetsizlikti, yapamadım ve kitabı
yayınlamaktan uzak bıraktım, kalemimi. Ta ki Hat Sanatı’nda bir vav çizebileyim,
180
bir elifi nakşedebileyim gönlüme. Belki yazacağımız kitap, bize bu sanatı sevdirene
teşekkür mesajıdır, O’nun sanatkâr yönünü, samimî dünyasını aralama açısından bir
girizgâha vesile olur, sevenlerinin yüreğinde.
Birçok sempozyuma katıldım, birçok konferans verdim. Konularım hep
Diyarbakır oldu, çalışmalarımın tümü Diyarbakır’ın tarihine, kültürüne, sanatına
dair araştırmalarımızı içine aldı. İlk kez, bu denli kısa ve uzun olmayan bir bildiriyi,
tebliği sunuyorum; Ustam, hemşehrim, Harflerin Bestekârı Şeyh Musa Azmî- Hattat
Hâmidu’l-Âmidî hakkında.
Bilmekteyim, ne hayat hikâyesini anlattım ne dünya hayatına hazin
şekilde veda etmesini. Lakin merak edenler için yazmamak olmaz, kamış, hokka,
mürekkep dostluğunun ustalıkla, inançla bütünleştiği sanatından örnekler vermesek,
belirttiklerimiz sadece süslü cümleler olarak kalır ve unutulmaya mahkûm satırlara
dönüşür.
Hamidu’l-Âmidî’nin Hayat Hikâyesi:
Yaptığımız araştırmada adeta unutulan görüşmelerinden ikisi şudur: Selamet
Dergisi sayı 40 YIL: 1948 Hattat Hâmidle Mülakat. Ömer Rıza Doğrul’un yaptığı
bu görüşme fazla bilinmemektedir. İbnü’l-Emin Mahmud Kemal’in “Son Hattatlar”
adlı eserinde Hâmid’in kaleminden çıkan hayat hikâyesi bulunmaktadır.
Elbette İstanbul gibi büyük şehirde yapılan görüşmeleri tespit etmek,
onlardan haberdar olmak, ancak konunun uzmanı olabilmekten geçmektedir. Bizim
Diyarbekirli Hemşehrimiz Hattat Hâmid için yaptığımız araştırma hacimli olmasına
rağmen, bildirimizde sadece Hâmid’i tanıtma ve bu alanda dünyaca tanınmış olması
üzerinde durarak, hatta meraklı gönülleri bu sanata ısındırmaktır. Talebesi olmaktan
haz alan ve bunu daima dile getirmekte olan İsmail Yazıcı Bey’in yaptığı görüşme,
hazırladığı kitabında yer aldığı için, bildirimizde kolaylıkla temin edilebilen kitap
yerine bir dergide kalmış son görüşmelerden birine yer vereceğiz.
Talebesi İsmail Yazıcı Bey’in Köprü Dergisi’nde yayınlanan ve “Harflerin
Bestekârı Kendisini Anlatıyor” başlıklı görüşme, Hâmidle ilgili en son yapılan
görüşmedir. Bu görüşmeyi değerli kılan en önemli husus, yanı başından ayrılmamış,
ona sadakatle bağlı bir talebesi tarafından yapılmış olmasıdır: Nisan 1982 Sayı 61
sayfa 8-15.
Bu görüşme dışında Hattat Hâmid’e dair son dönem görüşmeler, farklı yayın
organlarında yayınlanmıştır. Bunlardan biri de Metin ERARABACI’nın Meydan
Dergisi’nin Haziran 1982 sayısında yayınlanan, ölümünden on beş gün önce yapılan
röportajdır (Meydan sayfa 34-35).
Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan “Hattat Hâmid Hayatını Anlatıyor” başlıklı
Mart 1986’da yayınlanan görüşmede Hattat Hâmid, vefatından çok önce yapılan bu
görüşmede hayatına dair birçok hususu anlatmaktadır:
181
Kendi Dili’nden Hattat Hâmid
1309 (1897) yılında Diyarbakır’da doğdum. 1324 (1908) tarihinde İstanbul’a
geldim. Diyarbakır’da bulunduğum zaman ilk tahsilimi Ulu Cami Hazîresi’nde
“Sibyan Mektebi” denilen yerde yaptım. Millî Mücadeleden sonra 2. intihabde
(seçimde) Diyarbekir Meb’usu Mustafa Akif Tütenk, o zaman ilk mektebin
hocasıydı, diyebilirim ki; ilk tahsilimde en büyük feyzi ondan aldım. Hala onun tesiri
altından kurtulamamışımdır. İçime öyle bir tedris usulüyle yer etmiş ki o şahsiyyet.
ilk mektep sıralarında ondan yazı dersi alırdım. Gayet güzel İstanbul usulüyle rika›sı
vardı. Yani yazı aşkımın en birinci misalini teşkil eder. Hiç unutmam, Kur›an-ı
Kerim’i okuduğumuz zaman ayetlerin uzunluk hızına göre bir taş tahtaya yazdırırdı.
Kâğıda yazarsak, yere atmış olmak korkusu vardı. Bu taş üzerine ilk sahifesi ne
kadar sığarsa, taş kalemle (tebeşirle) yazardık. Biz öğrenmiş miyiz diye bizi kaldırtır
tahtaya, ezberden söylerdi. Kur›an-ı Kerim’i yazardık tahtaya...
Tebeşirle yazardık tahtaya. Diyebilirim ki, ilk tedris devrimde bu zat bana
beş defa Kur›an-ı Kerim›i yazdırmıştır. Malüm-u âliniz bir şeyi insan okurken
başka yazarken başka, yazdığı zaman onu on defa okumuş gibi olur, değil mi? Hatta
hiç unutmam, Şekercizade’nin Kur›an-ı Kerim›i elinde numune olarak dururdu.
Bunun güzel bir yazısı vardır. Ben yazıya merakımdan iki sahifesinin kenarında ona
benzetmeye çalışmışımdır. Ondan sonra Askeri Rüşdiye’ye geçtim. Diyarbakır›ın
Mardin Kapısı’nda Askerî Rüşdiye Mektebi vardır. Oraya geçtik. Burada bize yazı
dersi veren Vahid Efendi namında bir zat, hattattı aynı zamanda. Gayet güzel rikası
vardı, Ondan meşkettim.
Derken, bize Fransızca ve Resim dersine gelen Yüzbaşı Hilmi Efendi namında
bir zat geldi. Ressam Ali Rıza Bey ekolünden gelme. Ondan Resim dersi ve Fransız
usulü yazı dersini öğrendim. Mektebi bitirdikten sonra idadiye geçtim. Benim
arkadaşlarım Harbiye’ye girdiler .Onların her biri paşa oldular, idadî mektebinde
yazı hocam Abdüsselam Efendi ki, meşhur şair Süleyman Nazif Efendi›nin sınıf
arkadaşıdır. Akrabamdan bir zattı. Ondan meşk ettim, Sülüs yazısını ve aynı zamanda
mektebi bitirdikten sonra mekteb idaresi bana yazı hocalığı vermek istedi, ben kabul
etmedim. İstanbul›a gideceğim, ihtarı üzerine. O da ayrı bir keyfiyet.
Babam beni İstanbul›a göndermek istemiyordu. Göndermezseniz kaçarım
demiştim ve beni burada kader bekliyormuş. Buraya geldim, İstanbul’a. Şimdi o
esnada Kavaszade İmam-ı Hoca Said Efendi’den meşk ettim. Sonra, Diyarbekir’li
Yüzbaşı Yazıcızade Hilmi Bey’den sülüs meşk ettim.
Bir gün, ben yazı ile meşgulken, peder bana:
-Oğlum al şu parayı git karpuz al» dedi. Ben de içimden:
«-Babam da tam zamanını buldu» dedim. Çünkü aklım yazmakta olduğum
yazıda kaldı. Parayı aldım yolun yansında, para elimde olduğu halde, zihnim yazıyla
meşgul olduğundan parayı kaybettim zannıyla geri döndüm. Tam evin kapısı önünde
182
paranın avucumda olduğunu hatırladım. Tekrar dönüp, karpuzu alıp eve geldiğimde,
peder bana çıkışarak.
-Niçin bu kadar geç kaldın» dedi. Ben de:
-Efendim, parayı düşürdüm de, aramak için geri döndüm ve yarı yolda parayı
buldum, bunun için geç kaldım» dedim.
Yazıya olan aşkımdan derslerimi ihmale başladım ve o sene sınıfta kaldım.
Peder beni yeminle men etti.
Nihayet bir gün, cennet mekan Sultan II. Abdülhamid Han zamanı idi,
belediyede padişah cülusu için bez üzerine yazı yazılıyordu. Ben de o zaman 13-14
yaşlarında idim;
Bir tatil zamanı idi. Amucazadem de orada belediye memuru idi. Ben de kolalı
büyük tahta çerçeveli bir bez üzerine II. Abdülhamid Han›ın tuğrasını yazdım. Buna
mukabil bana bir altun lira hediye ettiler. Ben sevinçle eve geldim, pedere gösterdim,
«Baba, ben yazı yazdım ve bunu bana verdiler.» dedim, «İnanmam» dedi. «Nerde
buldun bu parayı?», «Bulmadım.» Dedim, “Akşam amucazademe sorarsınız.”
Amucazadem geldi, ondan sordu peder, «Bizim çocuk yazı yazmış ve bir altun lira
vermişler doğru mu?» O da «evet doğrudur» dedi. Bunu gören peder, sakallarını
sıvazlayarak.
«Ben yeminimin kefaretini veririm, sen yazıya devam et» dedi. Beni yazıdan
men eden peder bir altun lirayı alınca bu işi hallettik.
Artık yazıya başladım, nihayet İstanbul’a geldim, 1324 tarihinde. Tabii o
zaman 17 yaşındaydım. Çemberlitaş›ın arkasında Mahmud Bey namında bir handa
oda tuttum. Talebe Yurdu olarak kullanılıyordu, orası. Orada mektebe, devam
ediyordum. Mektep bittikten sonra Darülfünûn›da Hukuk’a devam etmeye başladım.
Bir gün Maarif Nezareti tarafından “İlk mektep yazı hocalığı münhâldir” ilanı
üzerine imtihana iştirak ettim. Kazanmışım. Evrak-ı lazımeyi götürdüm Bana bakan
Heyet Reisi, «Oğlum, mevzuat icabı 20 yaşını bitirmiş olanlar muallim olabilirler,
yaşın küçük, büyütürseniz hocalığa alırız» dediler. Ben de dedim ki: «Beyefendi
yaşımı büyütsem bile yine on yedi yaşındayım ki, sizi resmen aldatıyorum demektir.
Benden yaşlı olanlar kazanamadıkları halde ben kazanmışım, demek ki, akıl yaşta
değil baştadır.» Bu zat da, Samipaşazade Süreyya Bey, Abdulhamid›in hocası
Süreyya Bey idi.
Bizim bu halimizi gören zat, oradaki bir memur ‹›Şu kâğıdı al, yarın
Haseki›deki Gülşen-i Maarif Mektebi’ne gel» dedi. Gittim, hususi mekteb için
yazma zorluğundan dolayı elverir ki insanlara yazı dersi verebilmek hakkına haiz
olsun.
Askerî Rüşdiye’de görmüş olduğum usul-u tedris’i aynen tatbik ettim.
Talebeler arasında bir gelişme oldu. Benden evvel gelen yazı hocaları benim kadar
183
müessir olamamıştı. Bunu gören Mektebin Müdürü, «Hâmid Bey, Erkan-ı Harbiye
Harita Dairesi’nde Hattat Hacı Mehmed Nazif Efendi vardır. O, benim dostumdur.
Git, ondan yazı dersi al» dedi. Hacı Nazif Bey’e gittim, yazı dersi almağa başladım.
Bu devre esnasında “Mektebi Harbiye Matbaası Hattatlığı münhaldir.” dediler. Ben
de imtihanına iştirak ettim. Oraya hattat oldum. O zamanda orada Ressam Ziya Bey,
müdür imiş. Nihayet bir zaman oldu ki, Erkan-ı Harbiye Harita Dairesi’nden bir
mektup geldi. Mektupta “Hacı Mehmed Nazif Efendi›nin vefatı üzerine boşalan
yerine hattat alınacaktır, siz de imtihana iştirak ediniz» deniyordu. İmtihana iştirak
ettim, kazanmışım. Benden daha evvel daha kıymetli hattatlar da varmış. Nihayet
bu esnada bana bir tezkere geldi... «Becayişiniz için Erkan-ı Harbiye Matbaası’na
tezkire yazılmıştır.» 1329 tarihinde Erkan-ı Harbiye Matbaası Hattatlığına tain
oldum. Bu sekiz senelik hizmetim esnasında I. Cihan Harbi sıralarında Almanya›ya
Erkan-ı Harbiye Harita Dairesi’nde hattatlık yaptım. Sonra İstanbul’a döndüm.
Bilahere, askeri hizmet esnasında Kütahya›ya gittim. Kütahya›da kaldım. Erkan-ı
Harbiye Hattatlığı’nı idare etmek için I.Cihan Harbi sıralarındaydı, bu. Bundan sonra
İstanbul’a döndüm. Harb bitmişti. Harbin sonlarında baktım maaşımda bir terakki
yok, nihayet İstifaya karar verdim. İstifa edip çekildim ve serbest mesleğe atıldım.
O devrede meslekdaşlarımdan Hattat Halim, Hasan Rıza Efendinin oğlu
Süreyya, Elmalılı Müfessir Hamdi Yazır’ın kardeşi Mahmud Bedreddin Yazır, Hattat
Macid hepsi mesleği terk ettiler, ben terk etmedim ve burada sebat ettim. Bu devre
intibak etmek için Avrupa›dan etiket makinesi getirdim, etiket bastım. Müşterilerim
olan Irak›dan, Şam’dan gelenlere yazılar yazdım. Bana hiç kimse ‘Niye yazı
yazıyorsun?’ diye dokunmadı. Mesleğime devam ettim.
Bir gün dostlarımdan birisine (Necmeddin Okyay Hoca›ya): «Hocam mürekkebi
nasıl yapıyorsunuz?» diye sordum. Bana söylemedi. Yeni harfler çıktığında, ben o
zaman Akademi’de (Güzel Sanatlar) bulunuyordum. İki sene de orada hizmetim vardır.
Şişli Camii Mimarı Vasfi Egeli benim mektep arkadaşımdır, Mimar Çetintaş, mekteb
arkadaşımdır. Yeni Postahanenin Mimarı Vedat Bey, benim mekteb arkadaşımdır. Bu
Vedat Bey, Sırrı Paşa›nın oğludur. Ben o zaman etiketçilik yapıyordum, gravürcülük
yapıyordum. Resminizi bana verseniz, çelik üzerîne aynen hakk ederim. Hakkak›ım
aynı zamanda. Mısır›da bir şirketin etiketlerini basıyordum o sırada. Etiket için,
mürekkep sipariş ettiğim Almanya’daki fabrikadan yalnız siyah mürekkep tozu (isini)
istedim. Bunu zamk-ı arabî ile ezdim, fevkalade bir mürekkep oldu. O zaman. Tuğrakeş
İsmail Hakkı Altunbezer, ölüm yatağında bulunuyordu. Buna, bir ümit ve teselli için
yapmış olduğum mürekkepten bir miktar hediye olarak götürdüm. Allah rahmet etsin,
ömrü vefa etmedi, mürekkebi Necmeddin Okyay Hoca merak etmiş, bakmış ki, benim
yapmış olduğum mürekkep onunkinden daha iyi, ilk karşılaştığımızda:
«Hamidciğim mürekkebi nasıl yaptın?” diye sordu.
Ben de «zekamla yaptım» dedim. Mensebete nebete (sebat) eden münafıkını
görür. Şeref’ül mekani bil mekin.
184
Şişli Camii’nin yazılarını ben yazdım. Ankara Kocatepe Camii’nin yazılarını
yazdım. Sonra, Kastamonu’da ismini hatırlayamadığım bir camii’nin yazılarını
yazdım. İstanbul’da Kadıköy›ünde Sögütlüçeşme Camii›nin yazılarını yazdım.
Bahariye›de bir camiin yazılarını yazdım.
Paşabahçe Cam Fabrikası›nda tabakların üzerine yazı yazmak için
vazifelendirilmiştim. Bir askerî heyet geldi, içlerinden bir Albay bana yaklaştı ve
dedi ki:
-Hocam, bu yeni harfleri eski harflerin üslubuna sokamaz mıyız? dedim ki:
-Benim ömrüm kâfi gelmez, şu gördüğünüz yazılar benim yazım değildir.
Bunun koca bir tarihi var, taa Devr-i Saadet›den bugüne kadar binlerce zek, bunun
üzerine emek vermiştir, tekemmül ede ede bugüne gelmiştir. Bunun üzerinden bu
şekil bir tarih geçerse o zaman olabilir.» Cevap vermeyip gitti. Öyle değil mi, hakikat
bu. Buna bir ömür kâfi gelmez.
En çok beğendiğim, takdir ettiğim eserim de, Mucizeli Kur’an-ı Kerim›dir.
Bu yazıyı Araplar’dan aldığımız halde, onlara takaddüm etmişlerdir. Bugün
Arap Dünyası ve bilhassa Irak, benden yazı talep ediyor. Men olunan yerden, men
olmayan yere icazet veriyorum.
Adana’da, Kerkük›te, Irak’ta, Bağdad’ta, Şam’da, Mekke’de, Medine’de,
Fas, Tunus, Cezayir’de, Konya’da, Erzincan’da, Japonya’da, Fransa’da, Almanya,
Amerika ve İngiltere’de, İstanbul’da velhasıl dünyanın her yerinde talebelerim vardır.
Hatırlayabildiğim ve en çok beğenip takdir ettiğim, Mustafa Halim, Hasan
Çelebi, Bağdatlı Haşim, Hekimoğlu Ali Paşa Camii İmamı Hüseyin Kutlu,
Adana’dan Ahmed Fatih, Konya’dan Hüseyin Öksüz, Erzincan’dan Rafet Kavukçu
ve Japonya›dan Maçiko Nagata adında bir hanım. İstanbul›dan da, halen talebem
olan Yusuf Ergün takdir ettiğim talebelerimdendir.
Yazıya yeni başlayan hattatlarımıza sülüsü tavsiye ederim, çünkü sülüs
yazıların babasıdır. Sülüsü yazan diğer bütün yazıları da yazar. Çünkü onda öyle bir
mana var ki. hiç bir yazıya benzemez.
Sonra Nesih, talik divanî, rık’a, celi divanî, kufi tavsiye ederim.
Talik’de; Mehmed Esad Yesari, O’nun oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi,
Hattat Sami Efendi, Necmeddin Okyay ve samimi arkadaşlarımdan Kemal Batanay,
Hattat Hulusi Efendi, talebem Hattat Mustafa Halim Özyazıcı.
Sülüs›de; Hat dehamız Mustafa Rakım Efendi, Sami Efendi, Bakkal Hacı Arif
Bey, Mehmet Şevki Bey, Çarşambalı Arif Bey, Hacı Kamil Akdik, Tuğrakeş İsmail
Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim.
Nesih’de; bu yazının mucidi Şeyh Hamdullah Amasi (Amasyalı), Hacı Kamil
Akdik, Kayışzade Hafız Osman Efendi, Hasan Rıza Efendi, Yedikuleli Abdullah
185
Efendi ve Mustafa Rakım Efendi›nin ağabeyi İsmail Zühdî (Katib-ı Saray-ı Sultanî).
Bunlar hat sanatında mektep olmuş üstadlardır.
Ben Sülüs›ü Hacı Nazif Efendi’den, celi sülüs’ü Hacı Kamil Akdik’ten,
tuğrayı Tuğrakeş İ. Hakkı Altunbezer’den, talik’i biraz kendi gayretim ve biraz da
Hattat Hulusi Efendi’den meşk ettim.
Hepsi bir emek mahsulü olduğu için birini diğerine tercih edemem. Mesela
İranlıların İmad-ül Haseni’nin talik yazısını biz yazamayız. Onlar da bizim celi
talik yazımızı yazamazlar. Hiç unutmam, Hattat Mektebi açık olduğu bir devrede
idi. Oraya gittiğim bir gün İ. Hakkı Altunbezer birisine anlatıyordu: Bu, İran
başkonsolosu bir yazı vermiş, verirken bir yazı hakkında konuşma oluyor. İran
konsolosu şöyle diyordu:
«-Men özümü bilirem ki, Türkler bu yazıyı İranlılardan öğrendiler. Fakat,
Kapalı Çarşı’nın sahaflara bakan kapısı üzerinde bir yazı vardı: El kasibü Habibullah,
Sami Efendi’ye aitdir. Bugün İran’da yazamazlar».
Biz onların ince taliklerini yazamayız, onlar da bizim celi taliklerimizi
yazamazlar.
Evet, Hattat Hâmid, böyle bir sanatkâr… Hakkında yazılanlara baktığımızda
kendisine hürmet söz konusudur, Dünyaya tanıttığı Hatt Sanatı’nın yüzyılımızın en
büyük ismidir”.
Bu Büyük Sanatkâr’ın düzenli biçimde bir aile hayatının olmayışı, bir hanın
10 metrelik işyerini hem atölye hem ev biçiminde kullanması, hastalanmadıkça
hatırlanmaması, yokluklar içinde ömrünü noktalaması, affedilir bir durum değildir.
Hakkında yazılanlara, talebelerinin açıklamasına baktığımızda bu derbeder yaşantı
içinde bu denli önemli eser veren Sanatkârın ardından söylenenlere baktığımızda,
ülkemizde sanata kıymetin ölçüsü net görülmektedir. Hâmid’in yaşantısı, çektiği
zorluklar ve yaşlılık döneminde yalnızlığı, insana “Böyle de olmaz” dedirtir, bir
manzara ortaya koymaktadır.
Hakkında talebeleri, ondan etkilenen isimler, birçok konuşmalarında,
yazılarında Hâmid’i bitirememektedir. Diyarbakır’da yapılan bir panelde
Öğrencilerinden ve vasiyetnamesinde yerine vekil bıraktığı Hasan Çelebi, İsmail
Yazıcı, Fuat Başar, Husrev Subaşı, M. Uğur Derman, Muhammed Temimi ile
görüşme fırsatı buldum. (Hattat Hâmid Aytaç (Amidî) Anma Paneli Eylül 1986
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Ağustos 1997).
Hattat Hâmid Aytaç’ın özet biçimindeki hayat hikâyesini ve hakkındaki özet
bibliyografyayı, konuya dair araştırmak isteyenler için Klasik Türk Sanatları Vakfı
Resmî Sitesi’den iktibas ediyoruz:
O zamanki adı Âmid olan Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Şeyh Mûsâ Azmi’dir.
Babası, Müstakimzâde’nin Tuhfe’sinde adı geçen hattat Âdem-i Âmidî’nin
186
torunlarından Zülfikar Ağa, annesi Müntehâ Hanım›dır. Diyarbakır’da Sıbyan
Mektebini, Askeri Rüşdiye’yi ve idâdî’yi bitirdikten sonra 1908’de yüksek tahsil
için İstanbul’a gitti. Bir yıl Mekteb-i Nüvvâb’a (19 10’dan sonraki adıyla Mekteb-i
Kudât) devam ettikten sonra sanata karşı kabiliyetini gören hocalarının tesiriyle
Sanâyi-i Nefise Mektebi›ne kaydoldu. Fakat babasının ölümü üzerine geçimini
sağlamak için çalışmak zorunda kaldığından tahsilini tamamlayamadı. Haseki›de
Gülşen-i Maârif Mektebi’nde hat ve resim hocası olarak çalışmaya başladı; bu arada
özel şekilde matbaa işleriyle de uğraştı. Rüsûmat (Gümrük) Matbaası, Mekteb-i
Harbiyye Matbaası ve sonra da hocası Mehmed Nazif Efendi›nin vefatı üzerine
tayin edildiği Erkan-ı Harbiyye-i Umûmiyye Matbaası’nda Mehmed Emin Efendi
ile beraber hattat olarak çalıştı. Bir yıl kadar da Almanya›da haritacılık ihtisası yapan
Mûsâ Azmi Bey, döndüğünde memuriyeti yanında geçim sıkıntısı sebebiyle Bâb-ı
Âli›de Hattat Hâmid Yazı Yurdu›nu açarak “Hâmid” müstear imzası ile piyasaya
yazılar yazmaya başladı. Bir süre sonra da resmî görevinden ayrılıp kendini tamamen
bu işe verdi. 1928 harf inkılâbından sonra atölyesini matbaa haline getirerek
klişecilik, çinkografi, pantografi, mamul maddeler için lüks etiket ve kartvizit basımı
gibi işlerle meşgul oldu. Bunların yanı sıra hat ile de ilgisini kesmeyerek yurt içinden
ve yurt dışından gelen özel istekleri karşılamaya devam etti. 1960 yılında Paşabahçe
Cam Fabrikası›na girdi. Burada imâl edilen cam eşya üzerine çeşitli yazılar yazdı.
1975’te emekliye ayrıldı; ömrünün geri kalan kısmını yazı yazmakla geçirdi. 19
Mayıs 1982’ de vefat etti. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’nda Şeyh Hamdullah’ın
mezarının yakınındadır.
Hamit Aytaç yazı «sevgisini ve ilkyazı derslerini, yetişmesinde büyük roIü
olan Sıbyan Mektebindeki hocası sonradan Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem
Diyarbakır Mebusu olan Mustafa Âkif (Tütenk) Bey’den aldı. Askeri Rüşdiye’de,
aynı zamanda Ali Rıza Bey ekolüne bağlı bir ressam olan Yüzbaşı Hilmi Bey’ den
sülüs, Vâhid Efendi›den de rik›a meşketti.
Bu iki sanatkârdan Romen ve Gotik yazılarını da öğrendi. Ayrıca Hoca Esad
Efendi ile Kolağası Ahmed Hilmi Efendi’den de sülüs ve nesih dersleri aldı. Yazıya
olan merakı sebebiyle mektepte bir yılını kaybedince babası yazıyla uğraşmasını
menetti. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in cülûs yıl dönümünde yazdığı bir tuğra
sebebiyle aldığı ödül, tekrar yazıyla meşgul olmaya başlamasını sağladı. İdâdî
yıllarında, Mustafa Râkım yolunda bir hattat olan akrabası Abdüsselâm Efendi’den
sülüs ve celîsini ilerletti, şahsiyeti ve sanat anlayışı büyük ölçüde bu zatın etkisinde
gelişti. İmam Said Efendi’den de istifade etti. Ayrıca resimle de ilgilenerek ressam
Ali Rızâ Bey tarzında eserler verdi ve daha çok peyzaj ile meşgul oldu. İstanbul›a
geldiğinde Gülşen-i Maârif›teki öğretmenliği sırasında mektebin müdürü Süreyyâ
Bey vasıtası ile tanıştığı Hacı Nazif Bey’,den celî-sülüs, Reîsülhattâtîn Kâmil
(Akdik) ile Neyzen, Emin (Yazıcı) efendilerden sülüs ve nesih yazılarında faydalandı.
Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer) Bey’in yanında tuğra çekme tekniğini geliştirdi.
187
Ta’likte bir müddet Hulûsi (Yazgan) Efendi’ye devam ettiyse de daha çok Mehmed
Esad Yesârî›nin yazı örneklerinin etkisinde kaldı ve onun yolunu benimsedi.
1916’ya kadar yazılarında «Şeyh Mûsâ Azmî», «Mûsâ Azmî» veya sadece
«Azmî», bu tarihten sonra ise Diyarbakırlı oluşuna telmihen «Hâmidü’l-Âmidî»
ya da yalnız «Hâmid» imzasını kullandı ve daha çok bununla tanındı. Celî-sülüste
Mustafa Râkım ve Sâmi efendiler yolunda mükemmel bir sanat çizgisi ortaya koydu.
Yetmiş beş yıllık sanat hayatının en parlak devresi 1920-1965 yılları arasına rastlar.
Bu sürede ve sonrasında sayısız eser veren ve hayatını hattalıkla kazanan Hamit
Aytaç’a, Türk sanatı ve kültürüne üç çeyrek asra varan hizmeti ve katkıları sebebiyle
İstanbul’ da 1982 yılında Aydınlar Ocağı Bilim ve Sanat Kurulu tarafından «Üstün
Hizmet Armağanı» verildi.
Hattat Hamit’in sanatını geliştirmede şahsî gayreti ve çabası ön planda gelir.
O eski usulde bir hattatın yanında yetişmiş olmayıp daha çok hat otoriteleriyle
mütalaa ve müzakerelerde bulunarak ve eski hattatların yazı örneklerini sabırla’ ve
titizlikle inceleyerek ilerlemiş ve başta celî- sülüs olmak üzere sülüs, nesih, celî,
ta’lik ve diğer yazı çeşitlerinde, hatta Latin yazılarında hemen hemen aynı kudrette
kalem kullanan bir sanatkâr şahsiyetiyle kendisini sanat çevrelerine kabul ettirmiştir.
Hamit Aytaç, İslâm yazı sanatlarına yön veren ve İslâm dünyasının dikkatlerini
İstanbul üzerinde toplamayı başaran büyük Türk hattatlarının sonuncusudur.
En önemli eserlerinden biri, satırlarda «Allah» lafızlarını alt alta getirerek,
diğeri de Hasan Rıza Efendi’nin Mushaf-ı Şerifini esas alarak yazdığı Kur’ân-ı
Kerîm’lerdir. Bunların ilki 1974’te ve daha sonraki yıllarda İstanbul, Almanya ve
Beyrut’ta, diğeri ise 1986 yılında İstanbul’da basılmıştır. « Kur’an Cüzü, En’âm-ı
şerif, Yâsîn-i Şerif, Dua ve Evrâd Mecmuası, Elifbâ türünde yayımlanmış eserleri
yanında hilye, kıta, murakka’ vb. levha boyutlarında sayısız eseri olup bunların pek
çoğu Türk ve dünya koleksiyonlarına girmiştir. Eski harflerle yayımlanmış yüzlerce
kitap, dergi, gazete ve mecmuanın kapak yazıları ile yeni harflerle neşredilmiş dinî
ve edebî eserlerin Arapça metinlerinin pek çoğu onun kaleminden çıkmıştır. Son
yazılarından oluşan Kırk Hadis, Abdülkadir Karahan’ın açıklamalarıyla birlikte
Kültür Bakanlığı’nca bastırılmıştır (İstanbul 1977; Ankara 1985).
Şişli ve Söğütlü Çeşme Camileri ile Sirkeci Hobyar Mescidi’ndeki yazıları,
İstanbul Eyüp Camii’nin kubbe yazıları, Ankara Kocatepe Camii’nin mihrap üstü ve
ana kubbe göbeği yazıları, Kasımpaşa Camii dış revakları üzerindeki Nebe’süresi,
Kadıköy Moda, Kartal, Pendik, Paşabahçe, Fındıklı, Hacıküçük, Çanakkale Çan,
Denizli Tavas camileri yazıları, mezar taşlarına hakkedilmiş hatları onun celî
yazıdaki dehasını ve kudretini gösterir. Özellikle Şişli Camii kapısı üzerindeki celîsülüs aynalı istifi dünyaca ünlüdür. İstanbul Belediyesi Şehir Müzesi’nde 4603,
4604, 4605, 4626, 4651,4658, 4661 numaralarda kayıtlı celî-sülüs, celî-ta’lik ve
celî-divanî yazıları da onun en güzel eserlerindendir. İslâm Konferansı Teşkilâtı›na
bağlı Milletlerarası İslâm Kültür Mirasını Koruma Komisyonu tarafından 1986
yılında İstanbul’da düzenlenen milletlerarası ilk hat müsabakasına onun adı verildi.
188
Hayatının son yıllarında yurt içinde ve yurt dışında pek çok talebenin yetişmesine
sebep olmuş ve icâzet vermiştir. Hattat Halim Özyazıcı ve Iraklı Hâşim Muhammed
el- Bağdâdî kendisinden faydalananların başında gelir.
HAKKINDA SÖYLENİLENLER
Hasan Çelebi: Hâmid Bey’in hayatı hep hüzünlü geçti. Hâmid, Bey’in sanatını
hiçbir şey engelleyemedi. Hâmid Bey, yazı sanatında bir dâhi idi. Ondan boşalan
yeri doldurmak kolay olmayacaktır. Öldüğü günün sabah ki hüüzn hepsini bastırdı.
Morgdan alıp dayıkama tahtasına koymak için üçüncü bir adama ihtiyaç oldu da
bulamadım. Götürdüğüm imam arkadaşla tuttuk.
M. Uğur Derman: Hâmid Bey’in son yılları, hemşehrisi olan Süleyman
Nazif’i(1870-1927) vefatı dolayısıyla Müderris Ferid Kam’ım(1864-1944) söylediği
şu kıt’ayı hatırlatır:
Sağlığında nice ehl-i hünerin
Bir tutam tuz bile yoktur aşına
Öldürüp evvel onu, açlıktan,
Sonra bir türbe dikerler başına.
Alâkasız; mazisine ve temsilcilerine lâkayt kimselerden Hâmid Aytaç için de
ne beklenirdi? Üstelik türbe değil d, kabir taşı bile uzun yıllardan sonra dikilebildi.
Prof. Dr. Ali Alpaslan: XX. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da iki büyük
hattat vardı: Biri Necmeddin Okyay, diğeri Hâmid Aytaç. Bu iki büyük sanatkâr,
İslâm dünyasında hattın ne büyük temsilcileriydi“.
Emin Barın: Hattat Hâmid Hoca’nın diğer hattatlardan farklı olan tarafı
şudur: Hattatlar genel olarak sevdikleri ve daha çok başarılı oldukları yazı
nevîlerinde sanatlarını devam ettirmişlerdir. Meselâ sülüs yazan tâlik yazmaya pek
heves etmemiştir. Hâmid, hat sanatının bütün nevîlerinde başarıya ulaşmış nâdir
sanatkârlardandır. Her cinse yazıyı her isteyene kolayca yazabilirdi. Bence Hâmid’in
büyüklüğü de işte buradadır. Belki de o yüzden şöhreti memleketimizin hudutlarını
aşarak bütün İslâm âlemi’ne yayılmıştır.”
Turan Sevgili: Hat sanatında müstesna bir yere sahip olan Hâmid Bey,
binbir müşkilatala hayatını ve hat sanatını ahir ömrüne kadar devam ettirmiş, her
şeye rağmen bize ve bizden sonraki nesillere hocalık yapacak, eşsiz eserler vermiş;
velût, dehâ sahibi,.. şöhreti, çalışmaları ve hizmetleri yurt dışına taşmış, son döneme
damgasını vurmuş, yeri doldurulamaz bir sanatkâr; hoşgörülü, yardımsever, nazik
bir insandı”.
Savaş Çevik: Hoca’ya çok hayrandım ama çok acırdım. Bu sanatkârın hayatı
böyle olmamalı derdim. .
189
Talip Mert: Bu odanın kışın ısınması için benim gördüğüm zamanlar küçük
LPG tüpleriyle dolu olurdu. 1973’ten öncesini bilmiyorum. İşte Hüsn-i hat tarihinin
meşhur üstadı Hâmidü’l- Âmidî’nin (Aytaç) yazıhanesi kendi ifadesiyle “Hattat Hâmid
Yazı Yurdu” böyleydi. Ve bilinen dev eserlerini burada yazıyordu.
Ali Husrevoğlu: Cumhuriyet Döneminde ülke birçok alanda değişim geçirirken,
harf inkılâbından sonra birçok hattat: “Artık, bugünden sonra bize bu memlekette
iş bulunmaz” diyerek iş yerlerini kapatıyorlar. Hattat Hâmid Üstadımız diyor ki:
“Sirkeci’den Cağaloğlu’na kadar sağ kolda yüz elli, sol kolda da yüz elli hattat dükkânı
vardı. (Yani çok geniş olmayan bir yerde üç yüz kadar hattat, gece gündüz, harıl harıl
çalışıyor). Hepsi dükkânlarını kapattılar, bir tek ben kapatmadım. Allah bana yardım
etti, muhafaza etti ve Osmanlı’dan kalan bu sanatı Cumhuriyet’e taşıma vazifesini bana
yükledi; ömür boyu kendim, hem sanatımı icrâ etmeye, hem öğretmeye devam ettim”
diyor. Biz bu fedakârlığı gösterir miyiz? Bir dünya tamamen değişecek ve siz hayatın ilgi
alanı dışına iteleceksiniz ve bu işi bırakmayacaksınız… Burada bir şey ortaya çıkıyor:
Bu sanata gönül veren insanlar, âşık olarak gönül verirler ve kendilerini fedâ ederler.
Hattat Hâmid de bunlardan bir tanesidir ve en güçlülerinden, en büyüklerindendir. O
dönemde bu güzel sanatı terk edilmeye bırakmamış, memleketimizi güzel eserleriyle
zenginleştirmiş ve sayısız talebe yetiştirmiştir.
Dünyanın her yerinde Hattat Hâmid üstadımızın talebesi vardır. Amerika’da,
Japonya’da, Fransa’da, her yerde. Hattat Hâmid’in özelliklerinden bir tanesi de,
bütün yazı türlerini mükemmel derece yazabilmesidir; istisnasız bütün yazı türlerini.
Şu anda bu kapasitede hattat yetişmiyor. Bu özellikle hattat sayısı tarihimizde de
az. Hattatlarımız ya “sülüs, nesih” türünde yetiştirmişler kendilerini, ya “tâ’lik”
türünde… Bazısı sadece “celî dîvanî” yazmış… Bütün yazı türlerini mükemmel
yazanlardan birisi Hattat Hâmid’dir. İkinci isim Hattat Halim’dir (Özyazıcı). Bir de
Kâmil Akdik’tir. Başka yoktur demiyorum kesinlikle,, ama şu anda hatırıma gelenler
bunlar. Zaman zaman giderdik ziyaretine. Cağaloğlu’nda bulunan handaki odasında
çalışırdı gece gündüz. Bizim zamanımız yaşlılığına rastladı.
Hattat Hâmid’in şu menkıbesini çok duyardık: Bir ara Hattat Hâmid’in odasının
bulunduğu han büyük bir yangın geçiriyor. Eğer Hattat Hâmid’in odasına da yangın
gelecek olursa ki eski İstanbul yangınlarını düşünelim, mevcut olan bütün eserler
yanıp kül olacak. Hancı geliyor: “Üstad!” diyor, “Çabuk davran, toparlan, yangın
geliyor, yanıyorsun! ”Hattat Hâmid hiç istifini bozmadan çalışmasına devam ederek
diyor ki: “Biz ‘Allah’ yazıyoruz kardeşim, yanmayız; siz başınızın çaresine bakın” ve
hakikaten bunu nasıl güçlü bir imanla söylediyse, ateş Hattat Hâmid’in kapısına kadar
geliyor ve kapısında sönüyor. Bunu ben daima anarım. Hattat Hâmid’le irtibatımız
böyle oldu. Yangının yılını tam hatırlamıyorum. Ancak Hâmid Aytaç’la tanışmamız
1980 öncesi oldu. (Yeni Dünya Dergisi)
Mevlüt MERGEN: 1974’ten önce veya sonra idi, pek hatırlayamıyorum.
Rahmetli dostum Hacı Sedat Pamukçu ile bir İstanbul seyahatımız olmuştu. Bir gün
“seninle bir Diyarbakır’lı Hattatı ziyaret edelim var mısın?” dedi.
190
Adını duymuştum fakat kendisini görmemiş ve tanımamıştım Hattat Hamid
Aytaç’ın, Pamukçu’ya: “bu da sorulur mu tabii ki varım?” dedim ve Cağaloğlu’na
yöneldik. O zamanlar Cağaloğlu, İstanbul’da hem gazetelerin ve hem de matbaaların
merkezi durumunda idi.
Bir matbaaya gittik, sorduk bir oda gösterdiler ve “burada” dediler. Odasından
içeri girdiğimizde, gayet yaşlı bir zatla karşılaştım, bu Hamid Bey’di.
Bize “kimsiniz, ne istiyorsunuz?” kabilinden sorular sorunca Sedat Pamukçu
kendisinin akrabası olduğunu söyledi. Yine sordu “kimlerdensin?” Aldığı cevap
karşısında: “Doğrudur” dedi.
İki akraba biraz sohbet ettiler, bu arada ben de gerek masasının üzerindeki ve
gerekse etraftaki yazılara bakıyordum. Bir “Besmele” vardı, istedim “sipariştir ve
sen bilir misin o ne kadar paradır?” dedi.
Hattat Hamid Aytaç’ın esas ismi ‘Musa Azmi’dir ve Diyarbakır’lı Seyyid
Adem efendi torunlarından Zülfikar Ağa’nın oğludur.
Süleyman BERK: 1980 yılının ilkbaharında Yusuf Sezer beni yanına alarak
hocaya götürdü. O günkü heyecanımı unutamam. Reşid Efendi hanının kemerli
kapısından içeri girince karşımıza çıkan genişçe bir avlunun sağ tarafında sekiz-on
basamaklı bir merdivenden çıkıp içeri girince, sol tarafta bulunan bir kapıyı çalarak
içeri girdik. Tek pencereli on metrekarelik bir oda… Odanın sağ tarafında hocanın
istirahat ettiği bir divan, pencerenin önünde hafif eğik genişçe çalışma masası, ısınma
için başına basit bir başlık takılmış ufak tüp, toplam üç kişinin sığabileceği ve asla
güneş görmeyen bir oda. Hocayı, resimlerde de görülen siyah kalın çerçeveli gözlük,
kamburca masaya eğilmiş, soğuğun tesiriyle palto ile çalışma masasında oturmakta
olduğu halde bulduk. İçeri girdiğimizde hafifçe başını kaldırıp dönerek bize baktı.
Evvelâ Yusuf Bey daha sonra ise ben elini öptük, Yusuf Bey’i kahvaltı yapmak
için bir şeyler almak üzere pastahaneye gönderdi. Hoca ‘yı ziyaret ettiğimizde bir
tuğranın dış beyzesi üzerinde çalışmakta idi. Kamış kalemin cızırtılı ilerleyişini ilk
defa onun kaleminde görmüştüm. Kamış kalem bir usta hattat elinde ne de güzel
yürümekteydi. Tarih konan odayı, az da olsa duvarda asılı birkaç yazı levhasını
dikkatli ve meraklı gözlerle seyretmiştim. Beş-on dakikalık ziyaretten sonra tekrar
hürmetlerimizi arz ederek ayrılmıştık. (…) İkinci ve üçüncü defa hocayı yine Yusuf
Sezer’in delâletiyle, rahatsızlığı dolayısıyla yatmakta olduğu Haydarpaşa Numûne
Hastanesi’nde ziyaret etmiştim. Hoca, Yusuf Bey’e birtakım isimler vererek onları
aramasını ve hastahanede bulunduğunun haber verilmesini istedi ve insanların
vefasızlığından şikâyet etti. Rahmetliyi bir daha ziyaret etmek nasip olmadı. 19 Mayıs
1982 günü belediye otobüsüyle okula giderken karşılaştığım bir sınıf arkadaşım acı
haberi vermişti.
Dr. Mehmet Refii Kileci: Gönül isterdi ki, dünya çapındaki bu müstesna
üstadımıza devlet sahip çıksın, metrukatı, eşyaları, eserleri muhafaza edilsin, adına
müze kurulsun. Hayatında devletten alaka görmeyen, tarihte eşi az görülen bu
191
muhterem sanatkâr, bari vefatından sonra alaka görsün. Ama heyhat… Maalesef,
geçen sene büyük hattat Hâlim Özyazıcı merhumun metrukatının tarumar olduğu
gibi, onun da metrukatı tarumar oldu, dağıldı. Keşke Arap aleminin büyük hattatı
ve Hâmid Bey›in talebesi olan Iraklı Haşim Bağdadi›nin evinin müzeye çevrildiği
gibi Hoca›nın eserleri de kendi adına kurulan bir müzede toplansaydı ve metrukatı
korunsaydı. Kendi önündeki hazineyi görmeyen, hatta bilmeyen ve anlamayan bir
nesilden ve milletten ne beklenebilir.
Arif AKÇALI: Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir’ cümlesinde
bekleyen iltifat, üstad Hattat Hâmid için devlet katında hiçbir zaman karşılık görmedi.
Öyle ki, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde aç biilaç gözlerini fani âleme yumduğu
vakit, çevresinde talebelerinden başka kimse yoktu. Cumhuriyet Türkiyesi’nde
harf inkılâbı (darbesi) ile birlikte hat sanatı, dolayısıyla hattatçılık da gözden düşen
meslekler arasına girdi. (Gerçi matbaa faslı olarak uzun bir menakıp sunmaya hiç
gerek yoktur) Fakat üstadın gençliğinde Musa Azmi imzası ile neşrettiği, kırk küsur
sayfa tutan ilmihalinin mevcudiyetinden çok az kimse haberdardır.
Batıcılık endişesinin yeni inkılâplarla gerçekleştirmeye çalıştığı sözde
bilimsellik, bugün Doğu’nun medeniyet bağlamında ortaya koyduğu eserleri yine
de gölgelemeye yetmiyor. Her ne kadar bizim nazarımızda gözden düştüğü söylenen
hattatçılık, bir başkası için fevkalade bir ayrıcalık arz edebiliyor. Örneğin, Üstad
Hattat Hâmid’in eserleri dolayısıyla, Ortadoğu’da tanınmış al-Umme dergisinde
yayınlanan bir makalenin başlığı ‘Şeyh-ul Hattatin fı’lkarnil işrin’dir ve manası, ‘20.
Asırdaki Hattatların Piri’ olarak Türkçeye çevrilmektedir.
Hattat-ı maderzad olarak Üstad Hâmid, ciddi bir eğitim görmediği halde,
kendisine Yesarî, Rakım ve Sami Efendilerin eserlerini yol gösterici olarak kabul
etmiştir. Kazım Karabekir, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Enver Paşa, Eşref
Edip, Süleyman Nazif, kartvizitini yazdığı isimlerden sadece birkaçıdır. Eserlerinin
sayısı beş binin üzerinde olduğu söylendiği halde, geçmişle bağını koparmaya bu
denli istekli bir zihniyete ‘Hattat Hamid Aytaç Müzesi Niçin Yok?’ diye sormak
abesle iştigal olmasa gerek..
“Hattat Hâmid Aytaç Kitabı” yazarı, hazırlayıcısı Sayın İsmail Yazıcı ile konu
hakkında yazışmalarımız oldu. Hâmid’in birçok matbû kartvizit, diğer çalışmalarını
Sayın Yazıcı bize kadirşinaslığını gösterip verdi. Hâmid’i tanımak, anlamak isteyenlerin
elinde başlı başına bir kaynak olan bu eser, meraklısı tarafından okunmalıdır. Kendi
alanında yetkin isimlerin hatıralarını, Hâmid’e ilişkin düşüncelerini içine alan
çalışmalar yanında Hattat Hâmid’e ait birçok belgenin, hat örneğinin yer aldığı eser,
Hâmid’e değer verenlerin, vefa gösterenlerin bir borcudur. ( Kitabevi İstanbul Mayıs
2002).
192
Sonuç:
Diyarbakır’da yerel bir gazetede yayınlanan makalelerimizde birçok defa
Hâmid konusuna değindik. Panel öncesi bu çalışmalarımız yayınlandı. İsmi, bu
çalışmaların etkisiyle Bağlarda bir mahalleye verildi, bir ilköğretim okulu “Hattat
Hâmid” ismini taşıdı. Ne yazık ki halen Diyarbakır’da, kendi memleketinde Hâmid
tanınmıyorsa bu bizim için büyük eksikliktir.
Amacım bu boş, mana taşımayan satırlar yerine her biri insana ürperti veren,
insanı sanatın coşkunluğuna yönlendiren, ilahî duyguları terennümü levhalara bildiri
kitabında daha fazla yer ayırmak olduğu için, susuyorum, harflerin konuşmasının
daha uygun olduğuna inanıyorum.
Biliyoruz ki kendisi de az konuştu, konuşmasını sevmedi. Lakin çalışmalarıyla
sanatını konuşturdu. Bu konuşmasının mirasçısı olan bizler, hat alanındaki
etkinliğinin, etkilerinin hala devam ettiğini, devam edeceğini bildiğimiz için kendisi
sanatını konuştururken, bizim susmamamız, hürmetsizlik addedilmez mi? Bırakalım,
eserleri konuşsun, Hattat Şeyh Musa Azmî’nin, Hattat Hamidü’l-Amidî’nin… Ben
susuyorum, eserleri konuşuyor!...
193
HAT ESERLERİNDEN
194
195
196
197
BİBLİYOGRAFYA:
1. İNAL İbnülemin Mahmud Kemal. Son Hattatlar. s. 119• 124
2. Habîbullah Fezâilî, AtIas-ı Hat, İsfahan 1391, s. 379,380, 649, 650
3. Mahmûd ‘Şükr el- Cebûrî, Neş’etü’I-Hatti’l ‘Arabî ve Tetavvüruh, Bağdad
1974, s. 171 • 173
4. Nâci Zeyneddin, Musavverü’I-hatti’l ‘Arabî, Beyrut 1974, s. 133, 150, 188,
194,263, 352, 361.
5. Bedâ’i’u’I- Hatti’l- Arabî, Bağdad 1981, s. 193, 196, 252, 253, 293,
294,302, 335
6. M. Uğur Derınan, «Hamid Aytaç», Türk Hat Sanatının Şaheserleri, İstanbul
1982, s. 65.67
7. «Hamid Bey», Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 18.19
8. Kâmil el -Baba. Rûhu›l hatti’l- Arabî, Beyrut 1983, s. 102.103, 134.136,
201, 221, 230, 246.251
9. RADO Şevket Türk Hattatları, İstanbul 1984, s. 267.269;.
10. RADOŞevket “Kaybettiğimiz Büyük Sanatkâr Hattat Hamid Aytaç»,
Türkiyemiz, sy. 39, İstanbul 1983, s. 1•4
1985
11. Milletlerarası Hattat Hamid Aytaç Hat Yarışması (nşr. IRCICA), İstanbul
12. YENİSEY İsmet Kerim , «Hattat Hamid’le Mülakat», SeIâmet. nr. 40,
İstanbul 20 Şubat1948, s. 12• 13;
13. ALPASLAN Ali, «Hamid Aytaç», Hayat Tarih Mecmuası, sy. ll, İstanbul
1972, s. 16•20; a.mlf .14-.
15. «Hattat Hamid›in Kaybının Düşündürdükleri», Milliyet, İstanbul 04
Temmuz 1982; a.mlf
16. «Hattat Hamid», Kaynaklar. sy. 1, İstanbul 1983, s. 48•53;
17. ŞAHİNER Necmeddin «Hat Ustası Hamid Aytaç», Yeni Nesil, İstanbul
14 Şubat 1975;
18. «Illüminating The Quran», Arabia, London 1981, s. 74 ~ 75 ;
19. Dr. Muhammed Harb. «Hâmid: âhirü’I- hattâtîni›l-‘izâm», el•’Arabî,
Küveyt 1982, s. 76•81 ;
20. «Harflerin Bestekârı Kendisini Anlatıyor», İlme İrfana Umrana Köprü, sy.
61, İstanbul 1982, s. 8•15;
198
21. YAZICI İsmail, ‘Hattat Hamid’le Hastanede Yapılan Son Mülakat», Sanat
ve Kültürde Kök, XVI, İstanbul 1982, s. 10•26;
22. BARIN Emin, ‘İslâm Âlemi Hattat Hâmid’i Çok İyi Tanır» , Yeni Nesil,
İstanbul 31 Temmuz 1982;
23. EREZ Selçuk «Bir Kültür Ustasının Ölümü», Güneş, İstanbul 1 Haziran
1982; ‘Regard sur la Calligraphie Islamieue: Calligraphe Hamid
24. YAZICI İsmail Hattat Hâmid Aytaç Kitabı Kitabecvi Yayını İstanbul.
Mayıs 2002
25. Hattat Hâmid Aytaç (Âmidî) Anma Paneli Eylül 1996 Diyarbakır
Büyükşehir Belediyesi Yayınları Ağustos 1997
26. BEYSANOĞLU Şevket Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları 2. Cilt sayfa
429 vd. San Matbaası Ankara 1997
27. Suffe Yıllığı Hazırlayan Mustafa MİYASOĞLU Hattat Hâmid Özel
Bölümü
28. Hattat Hâmid Aytaç Adına Düzenlenen Hat Yarışması Sonuçlandı Antika
Dergisi Yıl 2 Sayı 24
29. Devrin Büyük Hattatı Hâmd Aytaç 8 Musa Azmî) Vefat Etti Metin
Erarabacı Meydan Dergisi Haziran 1982
30. GÖREN İbrahim Ethem Hâmidin Seng-i Kabri Kalmadıysa Namı
Kalmıştır! Yeni Şafak Gazetesi 23 Mayıs 1996
31. Hâmit Aytaç: Bir Yalnız Üstad Yeni Şafak Gazetesi 20 Mayıs 1997
32. Merhum Hattat Hâmid Bey ve IRCICA Kültür Sayfası İmzasız Zaman
Gazetesi 17 Haziran 1195
33. SUBAŞI Doç. Dr. Hüsrev Vefayı Ne Zaman Öğreneceğiz Vefatının 13.
Yıldönümünde Üstad Hâmid Aytaç’ı Anarken Zaman Gazetesi 21 Mayıs 1995
34. Harflerle Yaratılan Mistik Eserler Türk Hat Sanatı ART- DECOR Temmuz
- Ağustos 1996 Sayfa 224 vd
35. Sanat ve Kültürde Kök “Hattat Hâmid” Özel Sayısı Cilt 2 Sayı 16
Haziran 1982 ; * Son Devrin En Büyük Hattatı Hâmid Aytaç’ı Kaybettik /Ömer
Ziya BELVİRANLI /* Hâmid Aytaçla Hastanede Yapılan Son Mülâkat /İsmail
YAZICI /*Deryada Bir Katre/ H. Hasan ÇELEBİ/* ÜSTÂDIN Ardından/Hüseyin
KUTLU/*Hat Sanatının Müesseseleşmesi/ Ziya AYDIN
36. “Hattat Hâmid Hayatını Anlatıyor” Altınoluk Dergisi Mart 1986
37. www.kalemguzeli.net/hattat-hamid-aytac.html
199
38. AKÇALI Arif Hattat Hâmid Müzesi Olsa www.dunyabizim.com/?aType
=haberYazdir&ArticleID=7314
39. Diyarbakır’da yayınlanan Diyarbakır Olay ve Güneydoğu Mesaj
Gazetesinde “Hattat Hâmid Aytaç” Konulu Makalelerimiz
40. Değişik Sitelerden alınan Hattat Hâmid’e ait Hat Örnekleri
41. http://www.klasikturksanatlarivakfi.com/indexalt.php?sayfa=sanatcigost
er&id=117&sno=2
42. “İslâm Yazı Çeşitleri” , Sanat Dünyamız, sy. 32, İstanbul 1985, s. 35; sy.
33 (1985). s. 33; sy. 35 (1986), s.
43. Hattat Hâmidle Mülakat, Selamet Dergisi sayı 40 YIL: 1948
AHMED ARİFİN ŞİİRİNE FARKLI BAKIŞLAR
Giriş: Diyarbakırlı Ahmed Arif… Çoğunlukla ezberlenen şiirleri,
konferanslarda, toplantılarda okunmuş, kartpostallarda yer almış, makalelerde
atıflardan pay kazanmış. Türk Şiiri’nde politik görüşü yansıtan, ustalıklı şiirler,
denilebilir ki Cumhuriyet döneminde alanının bir kaç şairinden biri olan Ahmed Arif
tarafından da yazılmıştır. Belki bu birkaç şairden biri de Ahmed Arif’tir.
Kimseyi taklide yetinmeyen, az ve öz yazan, kendi dünyasının insanı olan,
namus ve şeref kelimelerine yüklediği kavramın manasının dışına çıkmayan,
coğrafyasının dertli bu şairi, fikren kendisine katılmayan şairlerden de ilgi görmüştür.
Hayatta kandırılmayı, hafife alınmayı affetmeyen, dostuna dost, düşmanına
düşman kesilen Ahmed Arif, şiir dünyasına farklı bakış açıları getirmiş, çoğu
etkilendiği musıkî eserlerinin kendince unutulmayacak kelimelerini dizelerinde
eritmiştir.
Niçin Soyadını Kullanmadı?
Ahmed Arif’in ismini bile “Ahmed” olarak yazması ve telaffuz etmesi,
geleneğe- kültüre ne kadar bağlı olduğunu gösterir.
İsmi, “Ahmed” ise “Ahmed” olarak kalacaktır. Belki de bu, Türkçeleştirilmek
istenen isimlerin sonu “d” ile bitenlerinin t’ye dönüştürülmesine tepkidir.
Hiçbir zaman soyadı olan Ünal’ı da kullanmamıştır, bunu böyle bilmekteyiz.
İmzasında da “d” harfini özellikle kullanır.
Şiirlerine Bakışlar
Ahmed Arif’in şiirlerinde çarpıcı olan bir özellik tekrarların olmamasıdır. Az
şiir yazma, yazdıklarıyla yetinme, istediğini vurgulama, kendisini çok yazmaktan
alıkoymuştur. Şiirleri kadar Cemal Süreyya’nın vefatı sonrası yazdığı mektuplarının
yayınlanması, Arif’in üçüncü eseri olarak yorumlanabilir.
200
Çalıştığı Ankara gazetelerinde yazılarının yayınlanıp yayınlanmadığını
bilmemekteyiz. Oldukça az yazan Şair’in gazetelerde yazı yazmasının kendisi için
yorucu bir iş olarak görülebileceğini sanmaktayız.
Dostlarının kimilerinin dürüst davranmaması, kendi iç dünyasında yalnızlığı
seçmesi, medyatik olmaktan uzak duruşu, kendisini fikir işçisi olarak görmesi ve
geçirdiği dönemler, daima insana kuşkulu bakmasına sebep olmuş, mesafeli duruşlar
sergilemesine neden olmuştur. Son döneminde evden çıkmaması bunun göstergesi
olarak yorumlanabilir.
“Kalbim Dinamit Kuyusu” adı altında yayımlanan kitapta yer alan açıklamaları
şairin kimi zaman haklılığını ortaya koymaktadır, mesafeli duruş şekliyle Biz,
Ahmed Arif’i yeni yorumlamıyoruz, bu makalemizde. Yorumdan öte şiirlerine farklı
yaklaşımlar getirmek istiyoruz.
Şairin vefatından sonra eleştirilmesini, kimilerinin kendisini beğenmemesini
şekillendirilmek istenen kalıplara girmek istemeyişine bağlamaktayız. O, kendisini
Anadolulu olarak görür, bu toprakların kadîm insanı biçiminde yansıtır.
Mehmet Akif’ten Aldığı Mısra
Mehmed Akif’ten alınan dizenin şiirinde kullanıldığı Vay Kurban şiirinden;
“Dağların, dağların ardı,
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu’dur ol hikâyet,
Ol kara sevda”
Ahmed Arif’in şiirine bakıldığında yerli şairlerden bir dize almadığı görülür.
Bunun dışında belirgin olan”To be or not to be” ile “Cogıto ergo sum” ifadeleri
yabancı şairlerdendir.
201
W. Shakespeare’nin ünlü “Olmak ya da olmamak” mısraı ie “Cogıto ergo
sum” ifadesi, Ahmed Arif’in şiirinde kullandığı başkasına ait alıntılardır, isimsiz
kullanılıp, tırnak içinde gösterilen.
Şiirinde Musıkîden Etkilenmeler.
Diyarbakır’daki halk musıkîsinden oldukça etkilenmeler içinde olduğu
görülür ve bunu kendisi de reddetmez. Arif’in şiiri, bu etkilenmeler olmasaydı, belki
günümüze dek bu tarzda gelmez, şiirleri bu denli tutulmazdı.
Ahmed Arif’in Cemal Süreyya’ya yazdığı mektuplarda halk musıkîsinden ne
derecede etkilendiğini belirten ifadeleri:
“Beş altı yaşında iken bazı türküler daha doğrusu türkülerde bazı mısralar
beni sarhoş edecek kadar sardı.”Bacısı güzele kardaş olaydım”, “Çayın öte
yüzünde- Ceylan oynar düzünde”, “Ben seni gizli sevdim- Bilmedim âlem duyar!”
Ses, çarpan, sarhoş eden, yüreğimi alıp götüren ses, olarak Diyarbekirli Celâl
Güzelses, Cizreli Hasan ve Meyrem’in sesi oldu. (Celâl Abi, bütün Diyarbekir’in
abisi, öldü. Cizreli Hasan’ın iki gözü kördü, vatanımda dilenecek halde sürünüyordu.
Irak’a gitti, baş artist oldu. Meryem de öyle. Hamamlarda natırlık yapar sürünürdü.
O da Irak’a gitti. Radyoda en yüksek baremde devlet sanatçısı oldu.” (7/Eylül/1969
Tarihli Mektup’tan Kaynak Yayınları Sh 72).
Leylim- Leylim Şiirinden:
“Leylim- leylim
Ayvalar, nar olanda
Sen bana yâr olanda
Belâlı başımıza
Dünyalar dar olanda”
Bu mısralarda etkisinde çok kaldığı Diyarbekirli Celâl Güzelses’in söylediği
”Ağlama Yâr Ağlama” isimli eserin yansımaları oldukça belirgindir. Ahmed Arif, bu
dizeleri biraz kırarak şiiriyle bütünleştirmiştir.
Bu mısraların Diyarbakır’da söylenegelen müzik eserinde yeri şu şekildedir:
“Elmalar al olanda gel (anam)
Ayvalar nar olanda gel
Heste düştüm gelmedin (anam)
Bari can verende gel”
Bu mısralara cevap olabilecek dizeler, Kara Şiirinde geçer gibidir:
202
“Künyen çizileli kaç yıldız uçtu,
Kaç ayva saradı, kaç kız sevişti,
Gelmemiş kimselerin…”
Mektubunda belirttiğinden yola çıkarsak, kendisi aynı zamanda iyi bir
dinleyicidir, iyi kulağa sahiptir.
“Uy Havar!” şiirinde adeta söylenegelen musıkî eserlerinin sesi vardır:
“Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!/Oy sevmişem ben seni…./He canım…/
Yaran derine gitmiş/Fitil tutmaz bilirim.”
“Diyarbekir etrafında bağlar var/Fitil işler yüreğimde yaram var” seslenişi ile
“Yaran erine gitmiş/Fitil tutmaz bilirim” arasında büyük bir benzerlik vardır.
Vay Kurban’da ”Gün ola devran döne, umut yetişe” mısraı, “Gün ola devran
döne/Yine sararım yari” ifadesinden beslenmiştir.
Şairin Yoksulluğa Dair Dizeleri
Şairin en çok çektiği sıkıntı da maddî açıdan karşılaştığı zorluklardır. Gerek
bilinen mektuplarında gerek şiirlerinde bunu saklamaktan çekinmez. Sevdan Beni
şiirinde ”Terk etmedi sevdan beni/Aç kaldım, susuz kaldım” şeklinde görülen
yoksulluğun Anadolu‘daki yansıması:
“Utanırım
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak…
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?”
Yalnız Değiliz’de Çukurova insanını ön plânda görmekteyiz:
“Tütün işçileri yoksul,
Tütün işçileri yorgun,
203
Ama yiğit,
Pırıl- pırıl namuslu.
Namı gitmiş deryaların ardına
Vatanımın bir umudu…”
Vay Kurban’da ölüm karşısında yoksulluğun çekilmez ıstırabı dillendirilir:
“Ölüm bu,
Fıkara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta, Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardı umutsuz,
Hasreti uykularda,
Hasreti soğuk sularda.”
Mektuplarının bazıları sitemlerle doludur. Hasretinden Prangalar Eskittim’i
yayınlayan yayıncının kendisine telif ücreti ödememek için gizli basımlar yaptığını,
ikinci basım için aracı yolladığını anlatır.
Kendisinden antoloji için şiir ve yazı isteyen bir eleştirmenin ısrarlı isteminden
şikâyetçidir.
03/Ocak71969 Tarihli mektuptan:“Çok şeyler yazmak istiyorum ama, aklım
başka sorunlarda. Mesela henüz ocak aylıklarını alamadık. Benim kooperatiften
edindiğim daire 4 aydır boş. Banka taksitleri de cabası! Yani tam anlamıyla” itten aç,
yılandan çıplak haldeyim.”(age sh 32).
“İtten aç/Yılandan çıplak” dizeleri, “Ay Karanlık” şiirinde geçer:
“İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve belâ
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
204
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
Ne olur gel,
Ay karanlık…”
Şairin bu tarzda yoksulluk çekmesi ve hayatı boyunca kendi çabası ile ayakta
durması, onun doğulu kişiliğinden kaynaklanır. Ankara’daki gazetelerde çalışırken
halinden şikâyetçi değildir. İstese yazdığı diğer şiirlerinden de birkaç kitap oluşturur,
geçim sıkıntılarını en aza indirgeyebilirdi. Nihayetinde O, bunu istememiş, sanatını
düşünmüş, işin ucuzluğuna itibar etmemiştir.
Ahmed Arif’in Yazıları Var Mı?
Acaba Ahmed Arif, sadece şiir mi yazmıştır? Çalıştığı gazetelerde düz
yazılarını yayınlamamış mı? Bu açıklığa kavuşmamış sorunun cevabı, ancak çalıştığı
gazete arşivlerinin taranması ile mümkündür, dergilerin incelenmesiyle mümkündür.
Belki Ahmed Arif’in düzyazıları bulunur, şiirleriyle karşılaştırılabilme imkânı elde
etmiş oluruz, böylelikle. Merak ettiğimiz bu husus bu güne kadar araştırılmış mı?
Bilmiyoruz.
Ahmed Arif’den Şiirler
Kara Sevda
Bir uzak rüyada yorgun ıhlamur,
İkindiler sonu inen ıssızlık,Ve Araf kokulu uzak bir yağmur,
Halâ düşüncemde sonsuz yalnızlık.
Yemyeşil saltanat minarelerde,
Dualar ki ıslak, meçhul ve derin.
Ağıtla içilir pencerelerde,
Uzak hatırası sevilenlerin.
Haşin bir uzlettir kurşun sonbahar,
Hummalı alınlar serin camlarda.
Ve kara sevdalı delikanlılar,
Bekleşir…Bekleşir bu akşamlarda.
205
Sevdan Beni
Terk etmedi sevdan beni
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerim, kelepçede
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terk etmedi sevdan beni
İçeride
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi
I.
Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanmazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal…
Kara ferman çıkadursun yollara,
206
Yârin bahçesi târumar,
Kan eder perçem
Olancası bir tutam can,
Kadasına, belâsına sunduğum,
Ben öleydim loooy…
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne âfat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi…
2.
Açar,
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan…
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı…
3.
Hamravat suyu dondu,
Dicle’de dört parmak buz,
207
Biz kuyudan işliyoruz kaba-kacağa,
Çayı, kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
“Yel” der, “Baharın geçer”,
Bacım iki canlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin,
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış,
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Sefa gelir,
Ahmed Arif’in yeğeni…
4.
Doğdun,
Üç gün aç tuttuk,
Üç gün meme vermedik sana,
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü…
5.
Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
208
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…
Bu namustur
Künyemize kazılmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü…
Hasretinden Prangalar Eskittim
Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni, anlatabilmek seni,
Namussuza, haldan bilmez,
Kahpe yalana.
Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarıda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana,
Bir bu yana…
Seni, bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
209
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en sesiz dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp giden de,
Seni, anlatabilmek seni…
Yokluğun Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…
Açıklama: Şairin Diyarbakır’ı şiirine konu edindiği dizelerine “Şairin Dilinde
Diyarbakır” isimli çalışmamızda yer vermiştik. Bu farklı çalışmamızda Şairin
değişik yönlerine değinerek, bilinen bilgileri tekrara düşmeden farklı açılımlarda
bulunmak istedik. Elbette Ahmed Arif, geliştirdiği kendine özgü anlatım biçimi ve
şiirine kazandırdığı ses musıkîsı ile önemlidir. Ahmed Arif konusunda sanal ortamda
yer alan bilgilere isteyen okur başvurabilir. Farklılık arz eden bu çalışmamız, umarız
ki yeni açılımlar geliştirecektir. (Mehmet Ali ABAKAY).
SEZAİ KARAKOÇUN YAZILARINDA ŞİİRLERİNDE
ŞİİR- ŞAİR İKİLEMİ
Giriş: 1993’te yayımlanan bir makalede, Karakoç’un Şiirlerinde Şiir-Şair
İkilemi’ni ele almıştık, Yedi İklim’in Sezai Karakoç Özel Sayısı’nda. Bunu şiirinde
ele alırken yazılarında da bu ikileme dair kimi karşılaştırmaları hazırlamıştık. Zaman
içinde insan yazı yayınlamaktan uzak düşüyor, bazen. Yıllar önce hazırladığımız bu
araştırma ve incelemeyi, üzerinden 15 yıl geçerken ilk kez bir arada yayınlıyoruz.
Umarız, denenmemiş bir biçimde Karakoç’un şiir-şair hakkında düşüncelerine
yabancılığınız ortadan kalkar (*).
Diyarbakır’a daima sevdalı olan Şairi, Düşünürü, Fikir Çilekârını şehrimizde
ağırlamak isteği yıllardır olmasına rağmen bunu bir türlü gerçekleştiremediğimizden
dolayı üzgünüz. İkinci Yeni Kuşağı’ndan bu güne bir çok şairle birlikte ismi anılan,
Nuri Pakdil-Necip Fazıl Kısakürek beraberinde sac ayağı oluşturan Karakoç, Necip
Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu okumuş, Diriliş’i yayınlamış, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ı
ile İslâmî anlayışın etkin üçlüsünü tamamlar.
210
Karakoç’un şaire ve şiire bakışına dair tespitlerin iyice anlaşılması için üç
isim hakkında toplu değerlendirme yapmak istiyoruz.
Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu aylık-haftalık-günlük yayınlamışken kendisi de
aynı biçimde Diriliş’i yayına hazırlamıştır.
Her iki şair ve yazar, fırsat buldukça sadece kendi kitaplarını yayınlayabilmiştir.
Bu Nuri Pakdil için geçerli değildir. Pakdil, Edebiyat çevresinin de eserlerini
yayınlar. Bu yönüyle sadece kendi eserleriyle yayıncılık yapmaz. Pakdil, etrafına
toplanan gençler, okumuş, aynı çevreden gelen isimlerdir. Onlar, daha önce Büyük
Doğu ile tanışmış isimlerdir.
Diriliş için bu böyle değildir. Karakoç’un etrafında Diyarbakırlı olanın dışında
başkasına rastlanmaz, ilk zamanda. İslamî Edebiyat’ın elit kesiminde, entelektüel
bazda ele alınışında Maraşlı sayısının çok oluşu karşısında Kısakürek’le Pakdil’i
daha fazla ön plâna çıkartmıştır. Karakoç, okuyanı çok olmasına rağmen çevresinde
insan sayısı az olan biridir.
Kısakürek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında karşı çıkış olarak görülen yönüyle
herkes tarafından bilinmiş, bu tarz ifade ile Kısakürek Büyük Doğu ekolü ile yerini
alan ilk isimdir.
Kısakürek’in çizgisinde aynı izleri taşımakla birlikte anlatımda ve dilde farklı
olan, fikirde birliği değişik olmayan Pakdil, entelektüel ortama ısrarla yeni bir ekolü
taşımıştır.
Edebiyat çevresi daha çok okumuş olanlara felsefî ve edebî manada dünü ve
bu günü karşılaştırarak kültürel alanda inancın sanat boyutuyla ele alınması yoluyla,
“aydın” tabir edilen kesime seslenmek istemiştir.
Sezai Karakoç, bu iki ismin beraberinde geliştirmiş olduğu çizgide
benzerliklerden uzak değildir. Onun da bir süreli yayını vardır, onun da edebiyatın
her alanında eserleri vardır. Kendisine has oluşturduğu çevresi bulunmaktadır.
Kısakürek, Büyük Doğu idealini partileştirmek istemiş ise de bu çabası Fikir
Kulübünde kalmıştır. Pakdil, Edebiyat’ı dar bir çerçevede öğrencileriyle birlikte
yaymaya çalışmıştır. Onun partileşme gibi bir endişesi ve çabası yoktur. Karakoç ise
Diriliş’i partileştirmiştir: DİRİP.
Karakoç’un diğer iki isimden ayrılan yönü, Parti kurmasıdır. İki kez seçime
katılmadığı gerekçesiyle DİRİP, kapatılmıştır. Tekrar partileşme ideali söz konusu
olmuştur. Diriliş Partisi yine öğrencilerinin etrafında ortaya çıkar: Yüce Diriliş Partisi.
Şakir Diclehan, Karakoç’un en büyük yardımcısı olarak görünür. Kısakürek’te bu
isim daima değişkendir. Pakdil’de ise Necip Evlice (İdris Hamza)’dır.
Kısakürek ve Karakoç’ta dil, Arapça ve Farsça kelimeleri dışlamayan bir
dildir. Pakdil’de dil, sol kesimin ısrarla savunduğu Öz Türkçecilikten bir adım
211
ileride görülür. Lakin İslamî duyarlılık, ısrarlı dil anlayışında yerini korumuştur. Bu
tarz, sanki entelektüel kesim içinde İslamî alanda sanatçıların da var olduğu esasına
dayalı gibi görünür.
Bu üç ekolün beraberinde Mavera, her ne kadar 14 yıllık bir yayına sahip ise
de Kısakürek ve Pakdil gibi çoğu Maraşlı olan topluluk, Ahmet Cahit Zarifoğlu,
Alaaddin-Rasim Özdenören Kardeşler, Mehmet Akif İnan, Adil Erdem Bayazıt gibi
isimlerden oluşmuştur. Mavera’nın bir bölümü Edebiyat’tan kopmuş, bir bölümü de
Büyük Doğu’dan gelmiştir. İçlerinde Diriliş’e mensup isimler olmamasına rağmen,
kendileri Karakoç’a yabancı değildir. Özellikle şiir alanında Zarifoğlu, Diriliş’e çok
şey borçludur. Çünkü şiirleri Karakoç etkisindedir.
1980 sonrasında çeşitlenen bu alandaki ayrışmalar, “aylık dergi” olmak üzere
bir çok yayın çevresini oluşturmuş ise de çabaların kişilere endeksli oluşu, bu alanda
isim yapmış olanların gölgelenmemesi adına gelenek tavrı, uzun dergilerin çıkmasını
engellemiştir. Bu eksikliğin nedenlerinden biri de seslenilen çevrenin sanattan ve
edebiyattan daima soğuk duruşudur.
Şehirleşmede ön plânda olan elit kesim, beraberinde aldığı destek esintileriyle
bu tarz çıkışları, fikir akımlarını daima engellemek istemiştir, gazetelerin işi
başka mecralara çekmesi, verilen konferanslar, dinamo isimlerin maddî açıdan
desteklenmemesi, mevcut olanla barışma ve böylelikle ayakta durma isteğinin
olmaması, seslenmenin bir çerçevede aksini bulmamasına sebep olmuştur.
Bu alandaki isimler, kendilerinin varlıkları etrafında kitleleri sürüklemek
istemişlerdir. Bu da elbette bir noktaya kadardır. Kemikleşmiş bir yapının olmayışı,
seslenilen kesimin daha çok kırsal alanda oluşu, yılların birikimi ile ortaya
çıkanların aynı zamanda dinî ritüelleri de beraberinde taşıması, zaman içinde isim
yokluğu sebebiyle alternatifsiz oluş, edebiyatçıların edebiyat dışındaki alanlarla da
uğraşmasına sebep olmuştur.
Kısakürek, bazen fikrinin ideoloğu olarak sahnededir, tiyatro eseri kaleme
alır, şairdir, felsefecidir, öykücüdür, tarihçidir, politikacıdır, gazetecidir, yayıncıdır,
akademisyendir. Tek başına bu kadar alanla uğraşan başka bir isim bulmak zordur,
belirttiğimiz çerçevede. Bazen dinî alanlarda kitaplar yazan âlimdir.
Pakdil’de dergicilik, tiyatro eseri, şiir, tercüme, deneme, notlar, öykü etrafında
derli-toplu bir görüntü vardır. Bu daha çok, ileride kıymeti anlaşılabilecek bir akımdır.
Karakoç aynen Kısakürek gibi dinî alanlar (Fikrî eserler) dahil olmak üzere
biraz daha itinalı görüntü çizer. Onun eserleri, ne kavgacı yapısı ile NFK benzeridir,
ne de fikirden çok işi sanata yönelten Pakdil’e benzer. Karakoç, Anadolu’da tek
başına düşündüğünü gerçekleştirmek ister. Onun düşüncesi her yerleşim alanında
bir Diriliş insanı yetiştirmektir.
212
Bu üç isimden konumuz olan Karakoç, ne yazık ki “Mona Roza” denilince
hakkı teslim edilen şair olarak bilinir; Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar Şairi” olarak
tanıtılması gibi. Fakat şaire yapılan haksızlık, adeta cevap bekleyen bir tarzda
yoğunlaşsa da Karakoç, daima suskunluğunu bozmamıştır.
Karakoç, kimilerince yok bilinmiş, kimilerince satır aralarında ismen
hatırlatılmış, bazılarınca kendi çerçevelerine alınmamıştır. Coşkun nehirler, hiçbir
zaman sed kabul etmez. Önlerine vurulmak istenen engeller, sonuçta ortadan kalkar.
Karakoç, bu yapıda bir isimdir.
Bu üç ismin beslendiği kaynak, -kabul edilir veya edilmez- Mehmet Akif’tir.
Her üç şair-yazar-fikir adamı, Mehmet Akif çizgisinde gelişen yolda yetişmiştir.
Mehmet Akif, Osmanlı Dönemi’nde oluşturduğu intiba ve geliştirdiği çizgi ile
dergicilik yönü, polemik anlayışı, hitabet yönü, İslamî çerçevede bilgisi, şairlik
cephesi, makale yazma, olayları hikâye etme ve tüm bunları fikirle bir arada verme
tavrıyla üç isme zemin hazırlamıştır: Kısakürek, Pakdil, Karakoç.
Bunu öne sürmemiz belki başkası için iddia olabilir. Lakin doğrusu da budur.
Bunu yaşayan Pakdil de Karakoç ta reddetmez.
Kısakürek polemikçi iken Karakoç ve Pakdil, polemikten uzak durmuştur;
Edebiyat’ta Pakdil’in bir-iki polemiği hariç.
Kısakürek, Borazan, Ağaç ve Büyük Doğu’da yazmak isteyen bir çok isme
sayfalarını açar. Aziz Nesin’den Oktay Akbal’a uzayan çizgide bir çok imzayı tanıtır,
yayıncı çevresine. Karakoç, İslamî çevre dışında başka şairlerle yazarlarla bir arada
bulunmuştur. Cemal Süreyya olmak üzere birçok arkadaşı vardır. Karakoç’un şiirleri
Diriliş öncesinde yer yer yayınlanmıştır. Yine de Diriliş’te imza sayısında azlık vardır
ve imza sahipleri aynı çizgidedirler.
Pakdil, etrafındaki isimleri seçer, kendi kozasını kendisi örer. Edebiyat’ta
farklı çizgiden isimler bulunmaz. Bu bazen ”Birkaç imza ile dergi çıkartılıyor.”
eleştirisini gündeme getirir. Edebiyat, bu tarz çizgisini kesinlikle terk etmez.
Her üç isim için de dergiler özel sayılar çıkartmıştır. Hatta Yedi İklim Dergisi
Sezai Karakoç için iki özel sayı çıkartmıştır.
Aynı biçimde Necip Fazıl ile Nuri Pakdil için özel sayı çıkmıştır. Türk Edebiyatı,
Kısakürek ve Karakoç için özel dosyalar hazırlamıştır. İsmini zikretmediğimiz birçok
dergi benzer dosyaları yayınlamıştır.
Nuri Pakdil, daha çok kıyıda kalmayı amaçlamış, kalabalıklar içinde görünmek
istememiştir. Fakat www.edebiyatdergisi.com ile uzun zaman önce yayınlanan
Edebiyat’ın devamı niteliğinde olan bu çaba, Pakdil’in yeni kitaplarının vitrini
misalidir. Karakoç, sanal âlemde Diriliş’i tanıtma uğraşı içine girmemiştir.
213
Karakoç ile Pakdil, hiçbir zaman fotoğraflarının çekilmesinden hazzetmez.
Onların fotoğraflarının bilinen sayısı onu geçmez. Bu fotoğraflar da rızalarının dışında
çekilmiş gibidir. Kim bilir, belki Ali Emirî Efendi gibi fotoğraftan hoşlanmama
sebepleri vardır. Yüzlerinin tanınmaması, fikirleriyle bilinme isteğidir, bu iki ismi
fotoğraftan uzaklaştıran sâik.
Karakoç, Diyarbakır’a gittiğinden beri gelmemiştir. Ergani’ye birkaç kez gelip
gittiği bilinir. Karakoç’a Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verilen ödül bile şairlerin
kalabalıklar karşısına geçmesini sağlamamıştır.
Bu ödül için tören istememiş olması, kendi iç dünyasında önemlidir. İsminin
Diyarbakır’da bir liseye bir bulvara verilmesi bile şairinin ilk esnada haberdar
olmadığı bir durumdur.
Karakoç, eserlerinde (şiir ve hatıralarında) Diyarbakır ve Ergani’den
bahseder. Ergani Halk Kütüphanesi’ne çıkan her eserini muntazam olarak gönderir.
Erganili olması sebebiyle Makam Dağı, onun için ayrı bir önem taşır. Müstearlarında
“Zülküf” adı geçer. Zülkifl Nebî, bir çok kitabında yerini alır.
2000’li yıllarda oluşum içinde olan “Uzak Ülke” adıyla çıkan bir dergide Şairi
Diyarbakır’a getirmeyi konu alan yazımız, dergide hayatiyet bulmadı. En azından
bu yazının yer almasını çok isterdik, bu gün bu makalemizi ele alışımı zengin kılma
adına da olsa. Yakın zamanda Diyarbakır’da yaptığımız panele de Üstad katılamadı.
Memleketi Ergani’de ismine yapılan bir sempozyumda da bulunmadı. İsmine
biri Diyarbakır’da Anadolu Lisesi biri Ergani’de ilköğretim olarak iki okula ismi
verilmiş, Diyarbakır’da da ismi, bir bulvara verilmiştir.
Bir makalemizde şehri dünya gözüyle görmeden giden Hattat Hamidü’l-Amdî
ile Ahmed Arif’ten bahsederek, Sezai Karakoç’un davet edilmesi gerektiğinden söz
etmiştik.
Günümüzde kimi yazarlar ve şairler, davet edilmedikleri için gelememiştir,
şehirlerine.
Gelseler bile kimsenin duymasını istemez. Biz Sezai Karakoç’u şehrine,
Diyarbakır’a ya davet etmesini bilmiyoruz ya da davete ön ayak olacak isimler
bulamıyoruz. Yakın zamanda şehrimize gelen Malatyalı bir şair ile konuşmamızda
çıkarttığı dergi ve kitaplar hususunda konuşma imkânı bulduk. Çıkardığı dergisinden
yana kimi açıklamalar yaptıktan sonra gece yarısına ulaşan sohbet, ertesi güne yerini
bırakmıştı.
Şair-Yazar-Fikir Adamı Sezai Karakoç’a ilişkin bu uzun açıklamaları
vermemizin sebebi, Diriliş Ekolü’nün çıkış sebeplerinin ve çıkışından günümüze
uzayan çizgisinin anlaşılması içindi.
Karakoç konusunda kimi zaman çalışmalar yaptık. Bu çalışmaları zaman
içinde sizinle paylaşmaya çalışacağız, şimdi. Kitaplaşma aşamasına doğru bu
214
makaleleri, www.diyarbekirim.com’da da tartışmaya açıyoruz. Yazdığımız fakat
yayınlamadığımız kimi eleştiriler de bulunmaktadır. Üzerinden zaman geçmesine
rağmen bu eleştirilerin önemli olduğunu gördüğümüz için aynı tat ile okuyacağınızdan
eminim.
Sezai Karakoç’un Düzyazılarında ve Şiirlerinde Diyarbakır
“Diyarbekir” denince akla gelen isimlerden biri de Sezai Karakoç’tur. Çünkü
bir çok şairin ve yazarın eserlerinden şehrimize ilişkin bilgileri bir araya getirdik,
bir dönem. Şehri az görmesine rağmen, şehirde fazla kalmamasına rağmen Karakoç,
hatıralarında ve eserlerinde gereği gibi Diyarbekir’e ve doğduğu ilçe olan Ergani’ye
hak ettiği manada özel bir yer ayırmıştır.
Şairlerin memleketlerine duyduğu ilgi, oldukça önemlidir. Bu sebeple bir
şairin şiirine veya yazarın düz yazılarına bakarak memleketine verdiği önemle
orantılı olarak, kendisini değerlendirebilirsiniz.
Hızırla Kırk Saat Şiiri’nde Diyarbekir’i anlatışı, beklediği neslin getireceği
medeniyetin adeta habercisidir:
“Diyarbekir’de
Kemerler kırılmış sıcaktan
Gündüzde bile
Bir toz var yaz yarasalarında
Bir akreb kabartması surlarda Asur’dan
Güneşi bir taş gibi fırlatan
Dicle’nin köpüklü dudaklarından
Dicle saralarından
Aslan başlı çeşmelerden
Taçlı güneşli aslan heykellerinden
Lâtin harfleriyle yazılmış
Kaç kitap gelmişse Bizans’tan
Eriyecektir bakır gibi mahzenlerde
Yükselen bir duman zamanı bodrumlardan
Karartacaktır yapraklarını”
215
Sezai Karakoç’un Yazılarında Şiir- Şair İkilemi
“İslamın Şiir Anıtlarından” Karakoç’un İslâm Şairleri’nden bazı şiirleri
tercüme ettiği Diriliş Ekolü’nün Şiir Cephesi’nin beslendiği kaynaklara dikkat çeken
bir eseri. “Birkaç Söz” başlıklı makalede yer alan açıklamaları:
“Bu ülkede her anlamda kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır. Geçmişle ilgi
kesilmiş, dünyanın en basit taklitçi şairleri büyük şair diye ilan edilmiş, bunların
sonucu olarak da şiire karşı büyük bir ilgisizlik doğmuştur. Bir toplumun kalbini
tazeleyen başlıca ruhî gıdalardan biri olan şiir böyle bir ……..uğratılınca, toplumun
ölü hale gelmesi, bu açıdan da uygarlığımızın düşmanları tarafından gerçekleştirilmiş
oldu.” (Sh. 9).
Şiire önem verilmeyişin sebeplerini sorgular, Şair. Bu karamsarlık, Karakoç’a
göre geçicidir. Çünkü Şair, bunun cevabının er geç verileceğini, hesabının
görüleceğini belirtir:
”Tekniği amacına uyduran yeni bir şiir gelecektir. Yeni yöntemlerle gelecektir
geleceğin şairi. Gelecektir ve toplumu yeniden kendine döndürecektir.”
Şair’in toplumu değiştirme gücünü ima ederek, “Bu çalışmalarımız buraya
varmak içindir.” Biçiminde kesin bir yargıya, hükme varır:
”Umutsuzluğun en belirdiği yerde umut belirir. Sınır aşıldığında tersine
dönüşülür. İnsanlık komedyası sona erer ve perde yeniden açılır. Hakikat yeniden
sahneye koyar kendini.” (Çağ ve İlham– III Sh. 10).
Sezai Karakoç, “Bu ülkede her anlama kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır.”
diyerek kıyılan anlamlara yüklediği mesajı şu şekilde açıklığa kavuşturur:
” İslâm bugün, Batı Medeniyet ve Kültürünün insanlığı büsbütün yok etmememsi
için direniyor. Bu direnişi dile getiren güçlü romancı, şair ve düşünürlerimiz yok. Batılı
kadar habbeyi kubbe yapamadığımız için ne medeniyet ve kültürümüzün yüceliğini
tam anlatabiliyor, ne de şerefli direnişimizin destanını yazabiliyoruz.” (Sur Sh.30)
Dirilişi gerçekleştirme anlamında yaşadığı ülkenin yüklenmesi gereken sorumluluğu
yerine getiremediğini ve bunda şairlerle edebiyatçıların ihmali olduğunu vurgulayan
Karakoç, sanat ve sanatçı arasındaki ilişkinin yeterince sorgulanmadığını bilmektedir.
Diriliş ismini sembol olarak seçen ve böyle bir eksende fikrî mücadelesini veren
Yazar, kalemini her alanda eser vermekle mükellef tutar. O, inandığı davanın sadık
savunucusudur. Ne olursa olsun Diriliş ile düşüncelerini açıklar, düzyazılarında bunu
dile getirir, şiirlerinde bunu şairane tarzda ifade eder.
Edebiyat Yazıları’nda Şairi “Sanat Adamı “biçiminde isimlendirir.
Edebiyat Yazıları’nda ”Şair de bir sanat adamı, has bir sanat adamı olarak
duygularını, izlenimlerini, anılarını, umutlarını, öfkesini, sevincini, sevgisini,
acısını, duyarlığını kimi kez bir kazma, kimi kez bir çekiç gibi ve daha nice
araçlar gibi kullanarak, dilden kullanılabilir kütleler koparır, onda soyutlamalar
216
yaparak, kelimeleri bazen tüm bağlarından sıyırarak, bazen tüm bağlantılarını
bir noktada yoğunlaştırarak, bazen da en ihmal edilmiş ya da unutulmuş bir
bağıntısını kabartmalaştırarak ve sonunda önüne serilmiş bu sırat köprüsü sarhoşu
unsurlar bütününe ruhundan diriliş soluğunu üfleyerek, eserini ortaya kor.” diyen
Karakoç, “Bütün bu işlemleri bir sıra dahilinde yapabileceği gibi, düzen sıra ve
anahtarı kendinde olmak üzere, bütün sıraları altüst ederek de yapabilir. Uzun
bir sürede de birdenbire de doğabilir, eser onun ruhunda ve kalbinde.” (sh 18-19)
Sanatçıyı şöyle tanımlar:” Sanatçı, adeta, bilemediğimiz bir dünyadan, bir kaza
sonucu, dünyamıza düşmüş bir yaratıktır.” (sh. 20). Bu orijinal bir tanımlamadır. Bu
tanımlamada sanatçının farklılıkları da ön plândadır.
Sanatçının olaylara ve durumlara bakış açısı oldukça farklıdır. Sanatçının
duyarlılığı, elbette sıradan duyarlılık değildir:” Bazılarının sandığı ya da iddia ettiği
gibi, o, yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştır. Düpedüz yabancıdır, o. Yabancı
gelmiştir ve yabancıdır. Ona düşen, bu yabancılığı ortadan kaldırmak, şu dünyaya
alışmaktır. Dünyayı tanımalıdır, ilkin. Ona seslenmeli, dost olduğunu söylemelidir.
Onun gönlünü kazanmalıdır“ (sh 20).
Sanatçıya yaklaşımı farklıdır. Sanatçının gözlem yapması değişiktir: “O, bir
yorum dehası, bir açıklama furyasıdır. Anlatacak, anlatacak, bin ayrıntıyla görüşe
aldanmamalarını dünya yurttaşlarına söyleyecektir” (sh 21).
Bu yorum, Şairi” Sanat, kaçsa da inkar etse de ‘Tanrıya doğru’dur hep” fikrine
götürür (sh 23).
Sezai Karakoç, sanatçıda ilahî duyumlar olduğunu kabul eder. Çünkü
sanatçı, “Peygamberler de gelmişlerdir; ama onlar ‘dosdoğru’ gelmişlerdir.
‘Gönderilmişler’dir. Gelmenin, gönderilmenin bilincindedirler. Oysa, sanatçı,
çoğu kez geldiğini bile bilmez. Ya da çok sonraları onun farkına varır. Bazen da ta
gidinceye kadar bu ‘geliş’ten haberli olmaz” (sh 21).
Şair’i inancından dolayı metafizikle fazla ilgilenir bulanlara adeta verilen
cevap:”Şairler, hiçbir çağda, metafiziğe yabancı, fizikötesinden vareste olmadılar.
Onda müstağni kalamazlar, ne yapsalar…” (sh 26).
Karakoç’un İslamın Dirilişi adlı eserinde şehirlere seslenişi vardır:” Ey Dicle,
Ey Bağdat, Ey Şam, Ey Fırat, Ey İstanbul, Ey Diyarbakır, Ey Nil, Ey Mısır, Ey
aydınlık şehir Medine nerde senin kelimeleriyle, ürpertili sesleriyle, insanlığı, bal
rengi bir insanüstüler bölgesine, ilhamın yüce dünyasına çeken şairlerin?” (sh 52).
Karakoç’un düzyazılarındaki gezintide şiir ve şair hakkındaki düşünceleri
netleşmiştir, sanırım. Şair, daima inanç, kültür ve medeniyet üçgeninde şiiri ve
şairi aramanın gerekliliğini ifade eder. Kendi köklerine yabancı olmanın, şairine
ve şiirine bir şey kazandırmayacağı ortadadır. Bu sebeple sanatçının misyonunun
önemli olduğunu vurgular ve sanatçıyı görevlendirilmiş insan olarak tahayyül eder,
kişi farkında olmaksızın. Karakoç’un düzyazılarında alıntıları çoğaltmanın ne gereği
vardır? Zaten, şaire ve şiire yüklediği anlam, yeterince açık değil midir?
217
(*) Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Şiir-Şair İkilemi “İki dünya
Cin ve Melek beyi
Şairlerin örtüsüne özendiği
Gölgesiz peygamber” (1)
İlk şiir kitabı, Hızırla Kırk Saat’te geçer, bu dizeler. Sezai Karakoç’un tüm şiir
kitaplarında mutlaka şiir’e ve şair’e ilişkin mana dolu ifadeler vardır.
Şiirin tarifi, amacı, şairin görevi, şiirde duygu ve fikir… Şairin ikinci şiir kitabı
Taha’nın Kitabı- Gül Muştusu’ndan:
“Evet yine de şiirdir beni ara sıra dinlendiren
Acıma aralıklar veren” (2)
Şiir, acıya aralıklar veren bir iç dökmedir, insanın yalnızlığını giderme aracıdır.
Sadece şiir bu mudur?
“Şiir içimizdeki zindanların mahkûmudur” (3)
Evet, şiir içimizdeki zindanların mahkûmudur. Söylenemeyenlerin
sembolleştirildiği kelimelerden oluşan şiir, içimizdeki zindanların mahkûmudur.
Taha’yı Asım’casına günümüz insanına sunar:
“Bir şiir halinde gelen
Bir bilgi halinde gelen
O ses olmasa
Kapıdan ne umar ne bekler Taha
Kapı ki dostun yüzünde açılır” (4)
Taha kapıdan bir şey ummaz. Kapı, ancak dost yüze açılır. Lakin Taha bir şiir,
bir bilgi halinde gelen o sese aşinadır.
Fuzulî’nin dediği gibi:
“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabadan gayrı”
Sezai Karakoç’un bu konu hakkında bir başka açılımı:
“Sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin
Ölüm ki tabiat üstü hayatların meneceri
En yeni buluşu intihardır” (5).
218
Sezai Karakoç’un “Kapalı Çarşı” adlı şiiri, şairanelikten öte son yetmiş yıla
ayna tutar:
Kar Şiiri
Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış kan görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın
Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını önüne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın
Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın
Ben bu şiiri yazdım aşık çeşiti
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ısıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın (6).
“Kar içinde yanan kar”, “Allahın kar gibi gökten yağması”, “Her affın içinde
gelip giden bir intikam”, “Kar yağarken elin üşümesi”, “ve hele hele “Her şeyi beni
anlayınca anlayacaksın” ifadesi şiirin karla ilgili olmadığını, şiirin fikir işçiliğini
ortaya koyar.
Dördüncü şiir kitabında şairin inançsız olması halinde etkisizliğini şöyle
belirtir, Sezai Karakoç:
“Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve Batı’nın ruhunu sezdi
219
Büyük şiirle tasarladı trajik ve ağır
Batı’nın uçarılığına ve Doğu’nun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda (7).
Şairin kum gibi eriyip yollarda gitmesi, hissettiğini yaşamamasındandır.
Hissettiğini yaşayan şairler, söylediklerini yaşamadıkları için olsa gerek unutulup
gitmeye mahkûmdur. Doğu-Batı çekişmesini içine alan bu şiirin bütünü, insanımızın
dramını tüm çıplaklığı ile içerir.
Yapı ustasının titiz işçiliği vardır, dizelerinde Sezai Karakoç’un. O, kelimelerle
şiiri binasını kurarken kesinlikle kendini geçmişten soyutlamaz. Geçmişi bu güne
taşıyarak geleceğe yönelik önemli ifşaatlarda bulunur:
Gülle başla şiire atalara uyarak
Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle
Sezai Karakoç, un şiirinin dikkat çeken bir yanı da hemen hemen bütün
şiirlerinde imla kurallarına ve noktalama işaretlerine yer vermemesidir. Bunu şu
şekilde dile getirir:
“Ne noktayla ilgin var ne ünlem ne virgülle
Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle” (8).
Şairin asırlarca beklenen ve asrın gebe olduğu hasreti, onu şiirlerinde soyuttan
somuta doğru yönlendirir:
“Ayın çekimine uğradım Dicle’nin kuruyan dudağında
Çalkalandım durdum senin albeninle şiirin sıcağında”
Beşinci şiir kitabında şiir ve şairle ilgili Çeşmeler şiirinden:
Şimdi anlıyorum niçin
Eski şairler onların
Yapımına
Tarih düşerlerdi
..
Bilirlerdi çeşmelerin de
Kendileri gibi
Toplumun ortasında
220
Çağıldayıp durduğunu şairler
O insanlara susuzluğunu giderir
Arıtır ellerini ayaklarını
Şair de giderir ruh susayışını
Yıkar çirkefe batmış insan ruhunu
Ama ikisinin de alınyazısı en son
Unutulmak terk edilmek
Sırr olmak
Ait sayılmak eski uygarlıklara”
Çeşmeler II’de şair-çeşme, şiir-su arasında alaka kuran şair, Çeşmeler III’te
şairlerin ve çeşmelerin toplumdan soyutlanmalarının getireceği tehlikeyi haber
vermek ister:
“Taşını kırarsınız çeşmelerin
Başını kırdığınız gibi şairlerin
Ama onlar
Yağmurla alır abadırlar
Yer konuğudurlar göklerin
Çeşmeler VII’de kara mizahı belagatleştirmek vardır:
Kimi zaman çeşmeler
Karagözü bile şairleştirirler
Ve Karagöz söz arasına sıkıştırır
“Acemi sakaların elinden neler çeker Horhor Çeşmeleri”
Şiiri toplumda en büyük güçlerden biri olarak gören şair, şiire toplumdaki
yanlışları ayıklayıp doğruları belletme görevi yükler:
“Ölümden baldan ayaklarıyla yürüyen şiirimle
Şehrin kılıcı sanki suda bir ay gibi kırılıyor şiirimle” (9).
221
Altıncı şiir kitabında şairle ilgili başlı başına birşaheser…Adeta şiirle ilgili
bugüne dek söylenmiş tüm sözler, yazılmış yazılar, yayınlanan kitaplar bir kenara
itilmeli ve her şiir kitabının ilk sayfasına bu iki dize yazılmalı:
“Şairler yaşamadıklarını yazarlar
Ama o yazılacak olanı yaşarlarsa susarlar” (10).
Şairin toplum içinde saygın yerinin olduğunu belirtmek isteyen Sezai Karakoç,
şaire Hızır’ı arkadaş seçer:
“Ve şair Hızıra arkadaş
Ab-ı hayat yolculuğuna çıkan” (11).
Yedinci şiir kitabında “ve sen şairsin kelimeler ülkesinde bilge” diyen Sezai
Karakoç, hayatını şiirle bütünleştirir:
“Açtım bir fal gibi dün gece kitabımı
Kader meşaleli şiirlerle donandım” (12).
Şiirlerin kader meşaleli olanlarıyla donanan şairin, okuduklarının etkisinde
kalmadığını ve yazdıklarını da bir daha okumadığını belirtirken, sürekli yenilme
kaygısı içinde olduğu görülür:
“Ben her şiir okudum
Kendi şiirim hariç
Okuduğum şiiri yazmam
Yazdığım şiiri okuyamam” (13).
Şairin geride bıraktığı eserin şiirleri olduğunu belirten Sezai Karakoç, Mehmet
Akif’i çağrıştırır.
Mehmet Akif’in “Safahat Üstüne” adlı dörtlüğü:
“Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın”
Derdim, sana baktıkça, a biçâre kitâbım!.
Kim derdi ki: Sen çök de senin arkana kalsın,
Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?” (14).
Sezai Karakoç’un ifadesiyle şair ve eseri:
“Önüne çıkar hayat yol kesen gibi
Soyulur çırçıplak gider şair
Bir deri bir kemik öteye geçtiğinde
Arkasında kalır şiir tomarı defteri” (15).
222
“Alın Yazısı Saati” adını taşıyan sekizinci kitabında Cenab-ı Hakk’a niyazda
bulunur, dua eder:
“Onu koru Tanrım
Ona acı, Ona yardım elini uzat
Senin halkındır onun halkı
Onu uyandır onu şuurlandır
Ona bilgi ve güç ver
İleriyi görüş gücü ver
O, yeşilin şiiridir
Yeşil şiirdir onun ruhu
Hızırdır öncüsü artçısı halkın.”
Yeşil, İslâmî Medeniyet’in renkteki yansımasıdır. “Yeşilin Şiiri” derken
“İslâmî Şiiri” ön plâna çıkartmak ister, Şair. Sezai Karakoç, “Ve Şair Hızıra arkadaş/
Ab-ı hayat yolculuğuna çıkan” derken Hızır’a arkadaş olarak şairi seçiyordu. Burada
da Yeşil Şiiri ruhunda özümsemiş bulunan şairin (: kendisinin) öncüsünün Hızır,
destekçisinin halk olduğunu belirtir. Tabii ki bu da Diriliş’tir.
Gönül ister ki Sezai Karakoç, bir bu kadar şiir kitabı kazandırsın okurlarına.
Şiir ve Şair arasında alakanın kesik olduğu bu dönemde gerçekten şiir alanında
Diriliş Erleri’ne ihtiyaç vardır. Diriliş Şairleri’nin Ustası’ndan şiir meydanında bir
daha gür sesli şiirler bekleme de okurun hakkıdır.
Dipnotlar:
1. Şiirler 1 Hızırla Kırk saat S. 107
2. Şiirler II Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu s 41
3. Şiirler II s 41
4. Şiirler II s 47
5. Şiirler III Körfez/Şahdamar/Sesler s 57
6. Şiirler IV Zamana Adanmış Sözler s17
7. Şiirler IV s 31
8. Şiirler s 31
9. Şiirler IV s 41
10. Şiirler VI Leyla ve Mecnun s 58
11. Şiirler VI s 56
223
12. Şiirler VII Ateş Dansı s 25
13. Şiirler VII s 32
14. Mehmet Akif Ersoy Safahat DİB Yayını s 418
15. Şiirler VII s 33
Sezai KARAKOÇ’tan Örnek ŞiirlerEY SEVGİLİ
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği
Bütün törenlerim şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
224
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salomenin Belkısın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili,
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıcada Emirganda
Kandillinin kurşun şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
225
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinde yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili,
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir yar vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende bir anahtar vardır
226
Gögsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili,
En sevgili
MONA ROZA
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Mona Roza siyah güller, ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi
227
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları
Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
228
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım sığmaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten
Mona Roza siyah güller, ak güller
Geyve›nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Mona Roza siyah güller, ak güller
229
MONA ROSA II-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Gece kar yağacak sabaha kadar.
Toprakta et, kemik çıtırtıları...
Yarı ölüleri bir korku tutar
Değince bir taşa kafatasları.
-Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Açıyor elini göğe bir kadın.
Uzuyor, uzuyor altın saçları
Uğrunda ölünen güzel kızların...
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Esmer delikanlı, hatıra ve kan.
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları
Sızıyor bir kapı aralığından;
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Çocuklara açar mağaraları
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.
İlân-ı aşk eden dil balıkları
Aşina suları çabuk terkeder..
230
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalar kanaryaları,
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Ta içinde duyar ani bir ağrı,
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı;
Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.
Bir neşe şarkısı tutturur gider
Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;
Kurşunlar sıkılır göklere doğru,
Serçe yavruları yuvada titrer.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı...
231
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları...
İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı.
Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı,
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...
Cahit Sıtkı ve Şiiri Üzerine
“Doğumunun 100. Yılı Münasebetiyle”
Giriş: “Yaş Otuz Beş ” denince akla gelen Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğumunun
100. Yılı’nda şair kendi memleketi olan Diyarbakır’da farklı etkinliklerle anılmaktadır.
Bu yazımıza eksen seçtiğimiz Cahit Sıtkı’nın hayatına, eserlerine değinmeden,
eserlerinin merkezinde duran hayat ile ölüm temasına değinmek istiyoruz.
232
Şair Cahit Sıtkı için yazılan birkaç eser ve kendi alanında seçkin olan isimlerin
çalışmaları bulunmaktaysa da makalemizde çalışmalara atıfta bulunulmayacak,
sadece Cahit Sıtkı’nın hakkında “hemşehrisi” sıfatıyla penceremizden bakışlar yer
alacaktır. Oldukça uzun olan bu çalışmayı bölümlere ayırarak istifadeye sunarken,
olası kimi tespitlerimizdeki yanlışlıkların da hoş görülmesini bekleriz. Nihayetinde
“Cahit Sıtkı ve Şiiri” isimli çalışmamız, şairi tanıtmaktan çok şiirlerindeki hayat ve
ölüm ikilemine kendimizce kapı aralamaktır.
Ömrün nihayetinde kapıda bekleyen misafire ruhun teslimiyeti söz konusudur,
dünya hayatı boyunca insanı tedirgin eden baş mesele. İnsanın dünya hayatı ne
kadar uzun olursa olsun, beklenen ana yaklaşıldığında biraz daha dünya hayatı
istenir, açıkçası. Goethe’nin “Işık biraz daha ışık” demesi misali, “Hayat biraz daha
hayat” diyen insanoğlu, ömrün nihayetinde kendisiyle giriştiği muhasebede daima
zararda olduğunun şuuruyla, kendi benliğindeki eksiklikleri kabul etse bile, dünya
hayatında ölümü biraz daha tehir isteği söz konusudur. Bu açıdan bakıldığı zaman,
kişinin nefsinin sesine kulak verdiğini inkar edemeyiz ve dünya hayatının lezzetine
doyumsuz olan nefsin bunda ısrarlı olduğunu görmekteyiz.
Hayat ve ölüm arasındaki med-cezirlerde ferdin maneviyat yönü ağır
basmadığında içine düşeceği son, mutlaka intihardır. “Ölüm güzel şey, budur perde
ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü PEYGAMBER?” diyen Necip
Fazıl’ın dikkatini çeken Cahit Sıtkı, ilk döneminde Üstad bildiği isimler arasında
Fuzulî, Şeyh Galib, Yahya Kemal, Peyami Safa, Ahmed Haşim, Ahmed Hamdi ve
özellikle Necip Fazıl yer alır. Şair, Ziya Osman Saba ile mektuplaşmalarında kendi
ruh halini oldukça net yansıtır.
Kendi memleketi olan Diyarbakır’da fazla kalmamış, öğrencilik yılları daha
çok İstanbul’da ve yurt dışında geçmiş şairin bohem hayatı, yalnızlığı sevmiş olması,
evlilikten kaçması, edindiği ünün kendisini sürüklediği yaşam girdabının hayatında
onulmaz yaralar açmış olmasıyla şiire sığınışı, benliğini kimi zaman dönemin
gerektirdiği gizli maneviyata sürüklemiş, bunun ismini de ısrarla “ölüm” olarak
nitelemiştir, Ömer Hayyam’ın rubaîlerinde eksik olmayan şarab’a mecazen sığınışı
misali. Kimi zaman sığındığı öte dünyayı yok saymış, yaşadığı ortamın-yaşantının
hayatında derin izler bırakması sebebiyle rüzgar önüne düşen kuru yaprağa benzer
sürüklenişleri söz konusudur.
Bir yanda varlığı kabulleniş ve bu kabullenişten duyduğu ölümden kaçışın
imkânsızlığı karşısında içkiyi teselli biliş… Mükemmeliyete varan çizgide bir şiir
ve bu şiirle taçlanması gereken hayatında istikrardan uzak bir yaşantı arasında kalan
şair…
Şiirinde insanı ürperten mısralar söz konusu iken, yaşamındaki şiiriyle at başı
gitmeyen çelişkiler yumağında Cahit Sıtkı, maharetli kalemiyle kimseyle ünsiyet
kuramamış olmanın ezikliğini daima ruhunda yaşamış, “Yaş otuz beş, yolun yarısı
eder” derken dünya hayatını kırk altı yaşın içinde tamamlamıştır.
233
Hakkında bir çok kalemin düşüncesini dile getirdiği ve sanatının ulvî olduğunu
belirttiği şairin Avrupa’da kaldığı yıllarda etkilendiği şairlerden de kimi ilhamları
şiirine aksettirdiği bilinir. Baudelaire ve Verlaine, örnek aldığı şairler arasındadır.
Şairin Doğu Kültürü’nden aldığı bilgi kazanımı ile okuduğu yabancı okullar
arasındaki tezada da dikkat çekmek gerekir. Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi
ve Galatasaray Lisesi’nde geçen yıllar beraberinde Paris Sciences Politiques’te
bulunması, kendisini yaşantı olarak batılı, fikir olarak doğulu olma arasında
bırakmıştır. “Doğu’dan kopamayan zekâ ve batıdan kendisini alamayan yaşantı tarzı,
Şairi içinden çıkılamaz bir kimlik buhranına sevk etmiştir. Bu güne kadar yapıldığını
görmediğimiz bu tespit, irdelenirse şiirinin anlaşılma yolunda bir basamak olabilir”
kanaatindeyiz.
Açıklayacağımız şairin mistik anlayış ve metafizik yaklaşımlarının da
şiir tahlilleri adı altında yapılan çalışmalarda göz ardı edilmek istendiğine dikkat
çekiyoruz. Bu denli metafizik yoğunluğa sahip Cahit Sıtkı’nın, sadece “İnanç” söz
konusu olabilir endişesi (!) ile şiirinin açıklamalarında öte dünyadan soyutlanması,
vicdanla bağdaşan bir hareket midir? Adeta 1940’ların sistematik anlayışının egemen
olduğu bir yaşam ve sanat tarzının devamı olarak 2000’li yılların başında da bunu
yaşar gibiyiz.
Paris’ten kaçış olarak bilinen Türkiye’ye dönüşünden sonra çalıştığı kurumlar,
Anadolu Ajansı, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı Çevirmenliği’dir. Bu
üç kurumdaki görevi, şairlik yönüyle bağdaştırılacak görevler olarak kabul edilemez.
Hiç parası bitmeyecek denli harcama yapması ve âilesinden babası ile kopuk
bağları, annesine daha yakın oluşu, evliliğe sıcak bakmayan şairlik cephesi sebebiyle
Orhan Veli gibi yaşam, kendisini bekleyen sonu belirlemiştir.
Elbette Otuz Beş Yaş Şairi’nin hususî hayatını eleştirmek, Kendisini bu
yönüyle tenkid etmek ve gözden düşürmek gibi bir amacımız söz konusu değildir.
Amacımız, topluma mal olmuş şairlerin hususî hayatındaki tezada dikkat çekerek,
bundan sonra gelen şairlere olması gerekeni ifadedir.
Edebiyat Dünyası’nda Alihegri Dante’yi Türkiye’ye taşıyan da Cahit Sıtkı’dır.
Otuz Beş Yaş Şiiri’nde “Dante gibi ortasındayız ömrün” diyen Şair’in bu isimle
ilgisini de bu makalemizde daha önce yaptığımız bir tespit olarak vereceğiz.
1910’da dünya hayatına gözünü açıp, 13 Ekim 1956’da Viyana’da dünya
hayatını tamamlayan Cahit Sıtkı’nın yaşamıyla değil, şairlik yönüyle edebiyatımızın
vaz geçilmez değerlerinden biri olarak, genç kuşaklara tanıtılmasının önemine dikkat
çekmek istiyoruz. Çünkü şairimiz, şiirlerinde geçmişin hayata dair yaşantılardan
edindiği tecrübe ve okuduğu kitaplardan aldığı bilgiyi sentezlemesi, ömrün daha
güzel yaşanabilmesinde bir lokomotiftir. “Keşke Cahit Sıtkı misalî hayatı ve ölümü
bir arada sunan, insanlığa bu yönüyle yol gösterici birkaç şairimiz daha olsaydı”
diyoruz, edebiyat dünyasına bakıp, dururken.
234
Cahit Sıtkı’nın Şiiri Üzerine
İnsan ve hayat…Bir zaman sonra birbirini terk eden ikili. Hayatın tüm
basamaklarında şairlere, yazarlara konu olan ölüm teması, sanat dünyasında en
çok ele alınan konulardandır. İnsanoğlu yaşamak ister, yaşlılık kapıyı çalıncaya
kadar. Herşeyin değeri azaldıkça artmakta. Hayatın anlam kazanması, bitişe doğru
başlamakta. Bitmeye yüz tutan hayat ve gittikçe artan yaşama bağlılık.
Cahit Sıtkı, tabiatı ayna gibi yansıtarak kimi zaman bir ağacın yeşilliğini konu
alır, kimi zaman kurumuşluğundan duyduğu ıstırabı dile getirir. O, insanın dünyaya
gelişini ve dünyadan gidişini konu alır.
Filozofî bakışı vardır, şiirine konu seçtiği isimlerle. Şiirindeki isimleri bir
araya getirmeye kalkıştığımızda karşımıza çıkan tablo, doğuş ve ölüm arasındaki
zamanı güzel değerlendirme, olumsuzluklardan kaçınma, çirkinliklerden uzaklaşıp,
erdeme varmadır.
Cahit Sıtkı şiirlerinde yaşayamamanın, hayatı doyasıya özümseyememenin
vermiş olduğu hüzün vardır, yaşama sevincine insanları davet ederken ölümü
unutmamaları şartıyla.“Cahit Sıtkı” denince akla gelen ölümdür, ölümden duyulan
acının ruha yansımasıdır. Fakat bu yaklaşım, hayatı güzel kılmak için vardır. Şair,
adeta ruc’u sanatını her şiirinde gerçekleştirir:
Bir köşeye mahzun çekilen için,
Yemekten içmekten kesilen için
Sensiz uykuyu haram bilen için
Ayrılık ölümün diğer ismidir.
Kara Sevda şiirinde ayrılıkla ölümü aynı mana potasında bilen şairde ölüm
teması adeta şiirin mayasıdır. Bu duygu, şiirin yankısını, coşkusunu, ritmini artırır.
Hayatın beraberinde bu endişe, şairin mısralarını sarar sarmalarken, şairin endişesi
içini kemirir durur:
Ve böylece bu ömür, her dakika
Bir buz parçası gibi kendinde eriyecek
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğünü kimse bilmeyecek.
Talihten yana dertli olan şair, bir türlü rahat yüzü görmemekten muzdariptir.
Muzdarip olma hali, şiirinde egemendir, dikkatli bir biçimde okunduğu zaman:
Karanlıklarla kardeş
Bahtım bir türlü ateş
Almayan çakmak gibi.
235
Şairin evlilikten kaçışı, gençlik şiirlerinde kendisini gösterir. Sonuçta
hayalindeki genç kıza açılamamanın, kendisi ile görüşememenin ruha yansıyan iz
düşümlerini görüyoruz, şiirinde ve kimi hikâyesinde.
Karanlık, her insanın dünyasında yer vermek istemediği husustur. Şairde de
karanlık, şairin korktuğu kelimedir. Hele ölümle yan yana gelince hafakanlar içinde,
durumdan kurtulmak isteği ağır basar. Bu istek sadece teselliye isim olur:
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş bu bahçe bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki
Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden
Günün pencereden eksilmemesi, insanın dünya gözüyle yaşamak isteyişidir.
Fakat, “pencere motifi”, şairin başka bir şiirinde ölüme açılan kapıdır:
Öldü; ne rüzgarlar girdi içeri
Ne bir kuş havalandı pencereden
Öldü; kimse görmedi melekleri;
Sonra nasıl habersiz gitti giden.
Giden görür melekleri, görmeyenler hayatı hala yaşayanlardır, dünya gözüyle.
Habersiz giden, geride kalanları haberdar etmek istercesine… Şair, ölümden nasibini
alanın adeta yaşarken kendisi olduğunu ima eder, dizelerinde. Çok az şair, yaşarken
ölüm sonrasına ait duygularını dile getirmiştir, Cahit Sıtkı gibi. Şairin korktuğu bu
duygunun şiirlerinde yer alışı, onu batının “metafizik” olarak isimlendirdiği mana
âlemine yöneltir. Dünyadaki arayışında bulamadığı mutluluğu, ömrünün geçen
kısmındaki son diliminde bulur gibi olmuşsa da yakalandığı amansız hastalık, bu
gidişatı durdurtmuştur. Hayatı istediği gibi yaşayamama, pişmanlığa davetiyedir,
kimi zaman dizelerinde şairin:
Gitti gelmez bahar yeli;
Şarkılar yarıda kaldı
Bütün bahçeler kilitli
Anahtar Tanrı’da kaldı.
236
Ölüme çare bulamadı, Lokman-ı Hekim. Ölümsüzlük sırrının kapısını
aralamadı, kimse. O, efsanevî suyu içen olmadı, dünden bu güne. İslam Peygamberi,
Hûd Sûresi’nin inişiyle ihtiyarladığını belirtir. Bu Sûre’de her canlının mutlaka
ölümü tadacağı, her canlının ölümlü olduğu yer alır.
“Senden geldik, Dönüşümüz Sanadır.” Âyet-i Kerimesi’nin açılımını akla
getirir, ”Bütün bahçeler kilitli/Anahtar Tanrı’da kaldı ” dizeleri.
Geldi çattı en son ölmek
Ne bir yemiş ne bir çiçek
Yanıyor güneşte petek
Bütün bal arıda kaldı
Şiirin devamında insanın çaresizliğini bu şekilde belirtir, Cahit Sıtkı: ”Bütün
bal arıda kaldı.” Gerçekten, insan istediğinin tümünü gerçekleştirmeye zaman
bulamaz, hayallerinin tümünün gerçekleştiğini görmekten uzaktır. Buna ne imkân el
verir ne de ömür… Ölmenin en son gelip çattığını belirten şairin dünyasını saran bu
korku, bu endişe giden günlerin ardından hüznün artışıdır. Bu atmosfer içinde ruh,
genç kalsa da beden gittikçe yaşlanır, ölüme doğru sürükleyerek hayatı:
Ağaçta bülbülün sesi değişti
Gölgeler yerleşiyor pencereme;
Çağınız başlıyor ey hatıralar
Hatıralar, yaşanan güzel günlere ayna gibidir, baş iki el arasına alındığında,
gençliğe özlem duyulduğunda:
İçimi titreten bir sestir her gün
Saat her çalışında tekrar eder
Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın?
Elin boş mu gireceksin geceye
Bir düşünsen! Yarıyı buldu ömrün.
Şairin bu dizeleri, öte dünyaya dair bazı işaretler verir, gibidir: Ne yaptın tarlanı,
nerde hasadın? İnsanın eli boş oluşu, çoluk -çocuğa karışmayış mıdır yoksa ömrün
yarısını beyhude geçirmenin adı mıdır? Şairin her günün eskimesi ile ürkekliğini
belirttiği şiirinden çıkarılması gereken ölümden korku değil, yaşamı güzel biçimde
geçirmeyi okura yansıtmadır, bizce.
Her ne kadar Şairin ölümden yana duyduğu çekinceyi belirtirsek bile esas ruh
halinin altında yatan mesaj, yaşamı güzel geçirme arzusudur.
237
Bir ölünün duygularına tercüman olan mısralar, şairinin penceresinden
gölgelere bakışıyla dile gelir, adeta. Bu gölgeler, gözaltındaki mor halkalardır, saça
düşen aktır, insanı yıllar sonrasında gençlik halinin sona ermesidir. Ölmeden önce
ölüm sonrası ahvali ifadeye yansıtma, sanki Cahit Sıtkı’ya mahsustur:
Öldük, ölümden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü
Nasıl hatırlamazsın o türküyü
Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.
Az önce belirttiğimiz tespitin anahtar dizesi:”Alıştığımız bir şeydi yaşamak”
Şair, dünyadayken ayrılmışcasına söylemini dile getirir bir sonraki mısralarda:
Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok
Yok bizi arayan soran kimsemiz
Öylesine karanlık ki gecemiz
Ha olmuş ha olmamış penceremiz
Akan suda aksimizden eser yok.
Gençliğini yeni baştan yaşamak isteyen şair için dünya, Mecnun’un çile
çektiği yerdir, çağ içinde. Leyla’sı için halden hale geçen şair, muradına kavuşmamış
Kays gibidir:
Bir kere sevdaya tutulmaya gör;
Ateşlere yandığının resmidir
Âşık dediğin Mecnun misali kör
Ne bilsin alemde ne mevsimidir.
Evet, âşık olanın mevsimden yana haberi olduğu düşünülemez. Muma âşık
olan pervaneyi yakan, yaktıkça ömrü harap eden tutkunluktur, adına “sevda“ denilen.
Dünya bir yana o hayal bir yana
Bir meşaledir pervaneyim ona
Altında bir ömür döne dolana
Ağladığım yer penceresi midir?
Pencere’yi oldukça kullanan şairin, pencere’den bu dizede kastı bulunduğu
mekândır. Ya karanlıktaki ışıksız pencerelerde tüneyen gölgeler!...Cahit Sıtkı’nın
238
penceresine tuttuğu ayna, geçmişi tüm çıplaklığıyla yansıtır. Gölgeler, aynada
görününce aynalara sitem ayyuka çıkar, hayatta olması gerekenlerle yapılmayanların
pişmanlığının muhasebesidir, ortaya konan:
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar.
Şairin hayata dair tespitleri, kendisinin inanca dair birçok kitabı
okuduğunu, hikmet sahibi olduğunu gösterir, gibidir. “Benim bildiğimi
bilseydiniz az güler çok ağlardınız” diyen Hazreti Muhammed (a)’ın hadislerinin
birer açılımı gibidir, çoğu mısralar. Yaşlanmadıkça gençliğin, hastalanmadıkça
sağlığın, fakir düşmedikçe zenginliğin, dara düşmedikçe genişliğin değerinin
anlaşılmayacağını doğrular, mısraların çoğu.
Gençlik günlerindeki heyecan gidince kendi resimlerine yabancı, artan
yalnızlığın yumağında hüznü elemle mayalamış, bu hali ile münzevî yaşamak isteyen
şair, kabullenilmeyen gençlik çağındaki tecrübesizliklerinden yana pişmandır:
Gökyüzünün başka rengi de varmış:
Geç fark ettim taşın sert olduğunu
Su insanı boğar, ateş yakarmış
Her doğan günün dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Her canlının yaratılış gereği yaşamak zorunda olduğu ve ölümü sonunda
tattığı dünyanın farkında olan, yaşarken bunu tadan şair, aynalara önem verir, dize
aralarında:
Bir ayna parçasından başka beni kim anlar
Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde?
Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar,
Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?
Otuz Beş Yaş Şiiri’nde yıllar yılı dost bildiği aynaların düşman hali, bu şiirde
kardeş tesellisi verir olmuştur”: Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde?
Yirmi yaşın tecrübesizliğinde,”Aynalar da olmasa” iyen şair, Yalnızlık şiirinde
ahvalden yana şikâyetçidir. Kendince kimsesizliğini, yalnızlığını Mevlana’nın Şeb-i
239
Arus’una yorar gibidir. Bu bitmeyen düğünde şiirle genç yaşta tanışanlar, yalnızlığı
sanki varlık sebebi gibi bilir:
Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü,
Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı?
Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüzünü
Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı.
Rüzgârın önüne katılan yaprak misali, kendisini boşlukta hisseden şair,
kalabalıklarda kimsesizliğin kendine açılan kollarındadır, ömrünü dizelerle
törpülerken. Kaldırımlar Şairi’ni bir zaman örnek alan şair, belki Sessiz Gemi’ye
gıpta eder, bu dörtlüğü ile.
Gidiyorum’da bu ruh hali, daha keskin hatlar taşımaktadır:
Bir kış güneşi gibi bulutların esiri,
Görünüp gidiyorum.
Ne belli yerim var ne de sevdiğim biri,
Sürünüp gidiyorum.
Belki Garipçileri andıran söyleyiş tarzıdır, bu. Kimsenin el uzatmadığı, kendi
halinde yaşayan, evlenmemiş, aile sıcaklığından yoksun, mutluluğu tatmamış,
yüzünü bile çirkin görünür hale gelmiş ruh hali ile şiir limanına sığınan şair, erdemli
görev üstlenir, içinde olduğu durumlara bir başkasının düşmemesi için.
Cahit Sıtkı, yalnızlığı ifade ederken, geçen zamanın endişesi içindedir. “Ömür”
denilen sayılı zaman sermayesinde yalnızlık, Ömrümde Sûkut’ta bir başka tad taşır,
bunu ruhunda duyanların nazarında. Ömründe sûkut’u ifade etmenin şaire verdiği
acı derstir, hayatı güzel yaşayamama.
Ömre biçilen zamanın, yaşanan anla beraber gittikçe azalır, farkında
olunmadan. Sanki çıkılan yolculukta varılacak menzille biter, yaşam. Her sene, bu
yaklaşımın diğer adıdır:
Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika
Bir buz parçası bibi kendinden eriyecek
Şair, yalnızlığını Ömrümde Sûkut’tun son mısralarında tekrarlayarak, iç
âlemde duyduğu ıstırabı dile getirir:
Semada yıldızlardan yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğümü kimse bilmeyecek
Şair, aynı zamanda mütevazı bir kişilik sergiler, kendisince. O da
bilmektedir ki Otuz Beş yaş Şiiri, ilk yayınlandığı dönem sonrası herkesin
240
dilinde olduğunu. Lakin bunu ifade edemez; mutsuzdur, yalnızdır, kimsesiz
hissetmektedir, kendisini kalabalıklarda. “Bir Kapı Açıp Gitsem”, yalnızlıkla iç içe olan yaşayışın verdiği elemle
gittikçe tükenen biçimidir. Bu şiirde elemli hayat, gittikçe ıstırap yüklüdür:
Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben,
Ben öyle her insandan o kadar uzağım ben,
Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar,
Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var.
Uyanır gibi bir korkulu rüyadan,
O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan
Bir ses bana ”Gel!” dese, ben o sesi işitsem
Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem
Açılacak kapıya gerek yoktur, aslında. Öte dünyaya açılmaya iman etmiş şair,
sevilenden uzak yaşamayı artık kaldıramaz, bu yaşamanın yükünü omuzlayamayacak
derecede bitkin bir ruh atmosferi içindedir. Törpülenen ömür, her gün aşınınca çıkar
yol, bu ruhu karartan karamsarlığı dile getirerek insanla kucaklaşmanın anahtarını
şiirde vermektir. Şair, yalnızlığa karşı elindeki şiir bayrağını hüzünle renkleştirir
gibidir:
Renkler çekildi işte simsiyah bir saraya;
Birbirine müsavi artık her şeyi gecedir.
Geldi minarelerle kuyular bir hizaya;
Ya her şey dev gibidir, yahut her şey cücedir.
1932’de yayımlanan “Gece Bir Neticedir” şiirinde daha çok çile hâkimdir:
Bu sular hücumdur ansızın hafızaya;
Bu başlaya belki de biten bir işkencedir.
Kafalar ayna gibi şimdi bir muammaya;
Bu içinden çıkılmaz bir müthiş bilmecedir.
Zihni, müthiş bilmeceyle baş başa kalan şairin karşısında yerinden
oynamayacak kaya gibi duran yalnızlık, gençliğin beraberinde kendisini gösteren
arayışından kaynaklanır. Müthiş bilmeceyi çözmek, insanın yeryüzü üzerindeki
uğraşısıdır. Herkes bazı hususlara kafa yormuş, baş ağartmış, ömrünü yalnızlığın
verdiği sıkıntıyla geçirtmiştir.
241
Kuşlar ve Gemiler’de şair, yalnızlığın içinde hayal dünyasını canlı tutmaya
çalışır:
Kaçmanın zevkini içim bana söyler,
Kuşlar ve gemiler yaşıyor hülyamda
Hülyam gemilerle kuşlarla beraber.
Uzak Bir İklimde, yine hülyayı sevilenlerle paylaşmak vardır. Lakin şair,
camlar arkasında bulunmaktadır. Bu camlar, sevilene ulaşmayı engelleyecek kadar
keskindir:
Uzak bir iklimin ılık havasında
Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır
Bense camlar, camlar arkasında!
Camlar arkasında yaşamı seyre dalmak!.. Camlar engeldir, hayatla insan
arasında sanki. Uzak Bir İklimde, camlardan yana şikayet eden şair, Güneşe Aşık
Çocuk’ta gündelik yaşamda camların ortadan kaldırılmasını ister:
Camlar arkasında görünen çocuk,
Eliyle güneşi gösterir durur,
Camlar arkasında düşünen çocuk,
Hırsından, camlara yumruk savurur.
Şair, camları insanlarla konuşma, anlaşma, tartışma bağlamında engel olarak
görür, tecrit edilmeye tahammülü olmayan şairin Ziya Osman Saba’ya ithaf ettiği
Kuyu’daki şikâyeti yine yalnızlıktandır:
Bitsin bu yalnızlık;
Kuyuda açılmaz yelken,
Kuyunun ağzı açıkken,
Çık, tekrar aydınlığa çık!
Hatıralar’da kuyuyu tekzip etmeyen mısralar:
Bu tatsız akşam saatinde
Başımda pervaneler gibi
Dönüp durmayın hatıralar…
Yalnızlık, eşyada eşya ile konuşmaya kadar varır. İnsanın yanı başında
bulunan eşya, aslında insanla vardır, yaşamın her alanında. Nedense varlıkları daima
canlı olarak düşünen insan, eşyaya bir kıymet vermez. Giyilen, ancak kullanılırsa bir
anlam taşır, oturulan sandalye kırılmadıkça, deforme olmadıkça adıyla anılır. Şair,
242
cansız olan eşyayı canlandırır, gözünde ve onlarla sohbete girişir. Cevap alıyor mu?
O, eşyaya cevap bulamadığı soruları sorarken, yalnızlığın ne denli zor olduğunu
bilmekte ve bu acısını hafifletmeye çalışırken, kalabalıklar içinde tek başına olmanın
güçlüğünü, hemcinsleri tararından anlaşılamamanın sıkıntısını açığa vurur, gibidir:
Donmuş kımıldamayan
Birer rüzgar mısınız?
Bencileyin düşünür,
Birer rüzgar mısınız?
Ben sizi var sanırım,
Dalar ağlar mısınız?
Ben sizi var sanırım,
Sahiden var mısınız?
O da bilir, eşyanın konuşmadığını, düşünme yeteneğinin olmadığını. Görünen,
kimseyi acılarına ortak bulamayıştır, sıkıntılarını kimseye açamayıştır, absurd
görünüp, aslında var olan durumu yansıtan bu kısa dizeler:” Ben sizi var bilirim /
Sahiden var mısınız?”
İsmi karanlığa dönüşen yalnızlık, zamanı yaşanılamaz hale getirirken, şair
zamana “Kara Kedi” benzetmesini uygun bulur, ömre verilen isim olarak Havuz’da:
Eskiden ne vakit baksam ışıldayan
O dünya ne oldu, nedir bu karanlık?
Bir kara kedi mi aramızda zaman?
Yalnızım havuzu doldurdu karanlık.
Havuz, yaşanan zamanın ismi midir? Şair, şikâyetçi olduğu bazı noktaları,
sembollerle belirtirken, Ahmed Haşim’i çağrıştırır, yer yer. Zaman biçtiği gömleği,
içinde bulunduğu acıların ruha verdiği ızdırapla bütünleştiren şair, Harp Baharı’nda,
Bahar ile Harb’i yan yana getirmek ister. Bilindiği şekli ile bahardan sonra çağrışım
yapan kelime kıştır. Kış, dolayısıyla ölüme varışın basamağıdır. Şair, bilerek “kış”
yerine “harb” kelimesini kullanır. Çünkü insan, ölümü kolay kolay arzulamaz, daha
çok yaşamak ister. Cahit Sıtkı, bundan olsa gerek, yaşama direncini kaybetmek
istemediğini, her olumsuzluğa karşın içinde umut kırpıntıları vardır. Fakat görünen
yeni gelen bahar değildir, bahar eski baharlar içinden gelir. O, artık bekleyişin kendisi
için fayda vermekten çok, eski hatıralarla avunmanın tesellisi içindedir:
Ne bahardır çıkagelir
Bir yolun dönemecinden!
243
Bahar bile başka gelir
Eski baharlar içinden.
İnsan, kış sonrası baharı dirilmenin hayata yansıyan belirtirli içinde canlı
hisseder, kendini. Şair, baharı beklerken beklenen bahar ile karşılamaz. Bu yeni
bahar, acaba Cumhuriyet’le beraber geçmişte kalan savaşa telmih midir? Bu
şiir, İkinci Cihan Harbi’nin baharları körelttiğini mi ima eder? Elbette şairin ruh
haline göre biçim ve mana kazanan şiir, yazıldığı dönemin şartları göz önünde
bulundurulduğunda ilk akla gelen açılım, belirttiklerimizle sınırlıdır, ne kadar yorum
getirsek bile. Çünkü, meydana gelen olaylardan kendini soyutlayamaz, şairler.
Onlar, dile getirileni, dizelerdeki başlıca kelimelerin ikinci-üçüncü manalarına
yükletir, çoğunlukla. Dönemin karakteristik özelliklerinden biri de şairlerin savaşlar
sebebiyle yaşam coşkusunu istedikleri biçimde yansıtmamalarıdır, şiire.
Batı’da bulunan Cahit Sıtkı, savaşa karşı şiirin değişimine tanıklık etmiştir.
Etkilenmesi de belki savaşın canlı tanığı olmasıdır, öğrencilik yıllarında.
Yüksek öğrenim için bulunduğu Avrupa’da Almanya ile Fransa arasındaki
savaş, kendisine etkilerini taşıdığı Anadolu’daki yıkımları bir daha yaşatmıştır.
İtalya’da bulunduğu zaman içinde savaşın zararını görmemek için, mecburen
ülkesine döner.
Savaşlarda en çok mağdur olan çocuklardır. Çocuk sahibi olamamanın
acısını yüreğinde duyan ve bunu şiirlerinde dolaylı olarak seslendiren Cahit Sıtkı,
Diyarbakır’da geçen çocukluğundan da kesitlere kapıyı aralar. Evleri, Diyarbakır’ın
en büyük camiî olan Cami-i Kebir’e komşudur. O, küçük yaşta cami avlusunda
bulunan musalla taşında kaldırılan cenazeleri oldukça görmüştür. Baş eserinde de
musalla taşı bulunmaktadır.
Okulda anlaştığı yegâne arkadaşı ve aynı doğrultuda şiirler yazan sırdaşı Ziya
Osman Saba’ya yazdığı bir mektubunda aile ortamında bulamadığı sıcaklığa değinir:
Sevsen beni çocuğum!
Geçen güne yazılır.
Bugün var yarın yoğum,
İşim bir şarkılıktır.
Bu şiirin ardından Saba’ya gönderilen Okşamaya Vakit Kalmadı’da yine
çocuk motifi egemendir:
Okşamaya vakit kalmadı
Arabasında gülümseyen çocuğu
Bir cenaze geçiyordu caddeden
244
Cenazenin peşinden.
Daha önce de “Ölmeden ölüm sonrası ahvali ifadeye yansıtma, Cahit Sıtkı’ya
mahsustur” tespitinde bulunmuştuk. Bu şiirin devamında bu saptamanın farklı bir
açılımı şu şekildedir:
Ölenle beraber öldüm;
Bir buçuk metre boyunda,
Elli santim genişliğinde
Bir çukura gömüldüm
Gerisini kabristandan dönenlere sor.
Sormaya gerek var mıdır, bundan sonra? Mutlaka, küçük bir çocuğun defninde
bulunmuştur, şair. Mezar ölçüleri, küçük bir çocuğun ölçülerine sahiptir.
Şairin tüm sıkıntısı, aslında hayatı güzel yaşama kaygısından kaynaklanır.
Hayatın farkına varılmayan yönü, bir gün biteceği biline biline ölümün akla
getirilmeyişidir. İnsan, yaşamının sürekli olmadığını hissettirir, yaptıkları ile
düşündükleri ile. Bu satırların yazarının da Cahit Sıtkı ile tanışması, hayatın bir gün
noktalanacağını bilmesine yol açmıştır, her yaşanan günde. Çünkü, hayatta ölümün
olduğunu unutmama, yaşamı güzel olan, faydalı olan ile süslemeye sevk eder, insanı.
Ben Ölecek Adam Değilim’de ısrarla ayrılmaz istemez, dünyadan şair:
Kapımı çalma ölüm
Açmam;
Ben ölecek adam değilim.
Öleceğini bile bile bunu tekrar eden bir insanın vereceği mesaj, yaşamı güzel
biçimde süsleme manasını vermiyor mu? Ölümü, insanoğlu arzulamasa da davetsiz
misafirdir, hayatının son deminde, kapısında:
Alıştım bir kere gökyüzüne;
Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar.
Şair, şiirinde insanın yaşama dört elle sarılmasını ister. Yaşam güzeldir, insan
her güzel olana layık yaratılmamış mı? İnsanın çevresi ile kopmaz bağlarla bağlandığı
bilinmiyor mu? Nasıl olur da bu güzelliklerden kopulur, bir dönem sonra, vakitsiz?
Sıkılırım,
Kuşlar cıvıldamasa dallarında,
Yemişlerine doymadığım ağaçların.
Yağmur mu yağıyor?
245
Güneş mi var?
Fark etmeliyim,
Baktığım pencereden.
Tabiata bu şekilde bakar, şair penceresinde. İnsan, hayatını doğa şartlarına
uyarlayarak, sürdürür yaşamını. Bulunduğu mekânı da isteğine göre düzenlemek
ister, uyarlamaya çalışır çok şeyi:
Karlı dağlar, sürülmüş tarlalar,
Ekmekten olamam doğrusu,
Nimet bildiğim;
Sudan vazgeçemem;
Tuzludur teneffüs ettiğim hava.
Yaşamı mevsimlere uyarlamanın adı haline gelen hayat, acılar beraberinde
mutluluklarla doludur. Bu sebeple ahval, ne kadar kötü olsa bile hayat yaşanacaktır,
insanın suyu ve ekmeği dünyada oldukça.
Ya nasıl dururum olduğum yerde,
Öyle upuzun yatmış,
İki elim yanıma getirilmiş,
Hareketsiz,
Sükuta ram olmuş;
Sanki devrilmiş bir heykel?
Ellerim ne der sonra bana?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm?
Utanmaz mıyım ayaklarımdan?
Ne kadar samimi ifadelerdir, bunlar; oldukça sade ve içten… Şairin yalnızlığa
itildiği noktada beliren karamsarlık, akla kendisini,”Ölüm Şairi” olarak getirse
de Cahit Sıtkı, bizce insana insan olmayı hatırlatan şairdir, yaşamın güzelce
sürdürülmesi adına durmadan yazan, düşünen bir tefekkür adamıdır.
Kalkmalıyım,
Dolaşmalıyım,
Sokaklarda, parklarda.
El sallamalıyım,
Giden trenlere,
246
Giden vapurlara.
Yaşama bu denli gönülden bağlı olan hangi şair vardır, Cahit Sıtkı’dan başka?
Hasta yatağından yazdığı anlaşılan bu şiiri, bedenen hasta olanlara okutulması
gereken şiirlerden biri olmalıdır, kanaatimizce.
Bilmeliyim,
Gölgelerin boyundan,
Saatin kaç olduğunu.
Islık çalmalıyım,
Türkü söylemeliyim,
Yol boyunca,
Keyfimden ya hüznümden.
Geçmişin aynasına bir pencere aralayan, çaresiz olanlara yaşama sevinci
aşılayan şair, gençliğin güzel hatıralarına imrenir, durur:
Geçmiş günleri hatırlamalıyım,
Dalıp dalıp akarsuya,
Hayaller kurmalıyım,
Güzel geleceğe dair.
Yanımda geçenler olmalı,
Selam almalıyım;
Robenson’u düşünmeliyim,
Garipliğini;
Şükretmeliyim,
İnsanlar arasında olduğuma.
Şairin yaşama azmine davetkâr mısraları, şahsının ölümü ön plânda göstererek
hayata sımsıkı sarılmanın gereğini ifade etmiyor mu?
Nedir eninde sonunda ölüm?
Ayrı düşmek değil mi aşinalardan?
Şiirin ilk bölümü şiirin sonunda tekrar ediliyor. Bu şiir bizce şair için düşünülen
“Ölüm Şairi”, “Ölümden Korkan Şair” yargısını, isimlendirmesini değiştirmesi
gereken bir manifestodur.
Cahit Sıtkı’ya ilişkin şiirine bakışlar, elbette belirttiklerimizle sınırlı sayılamaz.
Bu incelememize, baş eseri olan Otuz Beş Yaş Şiiri hakkındaki tespitlerimizle
devam edelim.,Yıllar yılı bu şiir okunurken Dante ile kurulan ilinti, şiiri tahlil eden
247
herkesçe belirtilmiştir. Bu ilinti, aynı zamanda şiirin otuz beş yaşında Dante’ye olan
hayranlıkla yazıldığına götürmüştür, çok ismi.
Şairin İtalya’da bulunuşu da iddiaya kaynaklık etmiştir, şiirin yazılışından
bu güne. Alihegri Dante’nin yazdığı İlahî Komedya-Divinia Commedia, Cahit
Sıtkı’nın yabancısı olduğu eser değildir.
Katolik Kilisesi’ne karşı çıkışın tezlerini içeren bu eserde geçen;”Nel mezzo
del camin di nostra vita/ Mi ritrovai per una silva oscura/ Chela diritta via
era smarrit” dizeleri, “Yaşam yolculuğumuzun yarısında, karanlık bir ormanda
buldum kendimi, doğru yolu yitirmiştim.” anlamındadır. (Akşit Aktürk çevirisi)
Dante, Kilise’nin katı kurallarının yaşamı karanlık ormana çevirdiği ve bu
ortamda bir çok yanlışın doğru olarak kavratıldığından doğru yolu (Akıl yolu ile
kavramayı) yitirdiğini, Kilise’nin kurallarını kabul etmediğini açıkça belirtirken
“Dante gibi ortasındayız ömrün” dizesiyle bir bağlantı kurmamız mümkün müdür?
Şair, Diyarbakır’da söylenegelen Yaş Destanı’nı Dayısı Fevzi Pirinççioğlu’nun
misafiri olarak bulunan Celal Güzelses’in plâğından dinlemiştir. Daha sonra
etkilendiğini bildiğimiz Cahit Sıtkı, bunu bir mektubunda belirtir.
Yaş Destanı, yüz yaşına kadar süren yapıya sahiptir. Plağa okunması on- yetmiş
yaş arasıdır. Tek plâkta yüz yaşına kadar destana yer vermek teknik olarak mümkün
değildir. Ses Sanatkârı Diyarbakırlı Celal Güzelses, plâklarının doldurulmasına
katkıda bulunan Pirinççioğlu’na Yaş Destanı’nı hediye eder. Cahit Sıtkı, bu plâğı
dinler.
Dönemin Tek Partisi CHP, bir şiir yarışması düzenler. Şair, otuz beş yaşındadır.
İsmi fazla duyulmuş biri olma arzusundadır. Şiirini yazarken, plaktaki yetmiş yaşını
göz önüne alır. Kendi yaşı da otuz beştir. Böylece şiiri ortaya yaşı ile paralel biçimde
otuz beş dizeden çıkar.
Dante’den aldığı dizeler ile örtüştürmek istediği şiiriyle yarışmaya katılır.
Şair’in bu uyanışı ile Dante’nin uyanışı (!) arasında benzerlik öne sürülemez. Çünkü
ikisinin ne ülkesi ne inancı birbiri ile benzerlik taşır. Dante, Kilise’ye karşı çıkışını
ömrünün ortasında gerçekleştirirken, Cahit Sıtkı, meyyal olduğu ölümü içeren, insan
hayatını anlatan Yaş Destanı’nı dinleyerek, bulunduğu yaşıyla bağ kurar.
Dile geçen “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” dizesinin plağa yetmiş yaşına
kadar okunan Yaş Destanı’ndan kaynaklandığı böylece ortaya çıkar. “Yaş yetmiş, iş
bitmiş” deyimi de kanaatimizce bu Yaş Destanı’ndan kaynaklanmaktadır. Yaş Destanı
ile Otuz Beş Yaş Şiiri arasındaki bilinmeyen bağı bu vesile ile okurların dikkatine
sunuyoruz, çoğumuzun Cahit Sıtkı’nın Şiirine Bakışlar’ını değiştirir kanaatindeyiz.
Sonuç: Makalemizde yer verdiğimiz bu tespitlerden yola çıkarken Bir Necip
Fazıl Ekolü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken Cahit Sıtkı, görüşleriyle mistikmetafizik yoğunluğu kuvvetli bir şairdir. Necip Fazıl ile devam eden bu mistizmin,
248
metafizik yönün devamı, Cahit Sıtkı ile hemşehri olan Sezai Karakoç’ta görülür.
Cahit Sıtkı, iki isim arasında bir köprü gibidir. Karakoç ve Cahit Sıtkı arasındaki
etkileşimin ne derece de olduğu bilinmezse de Cahit Sıtkı, mistik-metafizik yönüyle
Cumhuriyet Dönemi’nin önemli bir ismidir. Buna Ziya Osman Saba, Asaf Halet
Çelebi gibi sıklıkla hatırlanmak istemeyen şairler de dahîldir.
Cahit Sıtkı’yı mistisizmden, metafizikten ayrı düşünenlerin, kendisini âhiret
hayatından kopuk bilenlerin artık saklayamayacağı, saklamaktan kaçamayacağı
tespitlerle yüzleşmesinin zamanı gelmiştir.
Doğumunun 100. Yıl Dönümünde edebiyatımızın bu remz, nev’î şahsına
münhasır ismi olan Cahit Sıtkı’nın daha bir anlaşılmasını istiyor, kendisini rahmetle
anıyoruz.
Bilgi Notu: Cahit Sıtkı Tarancı’nın Dante ile ilişkisini ele aldığımız hususta,
bu güne kadar kimseden olumsuz bir eleştiri almadım. Şiir tahlillerinde bulunan
kimi eleştirmenlerin bu önemli noktayı göz ardı etmesine de bir anlam vermemiz
mümkün değildir. Daha önce yayınlanan “Diyarbakır Folklorundan Kesitler /
Celal Güzelses / Diyarbakır Halk Musıkîsi Üzerine inceleme” adlı 1995 Yılında
yayınlanan kitap çalışmamız ile Türk Edebiyatı Dergisi’nin Şubat 2000 sayısında
yer alan İncelememizde bulunan Yaş Destanı’nın Hikâyesi’nden Otuz Beş Yaş Şiiri
ve Yaş Destanı hakkında ayrıntılı bilgi edinebilir. ( M. Ali Abakay).
CELÂL GÜZELSES ve DİYARBEKİR MUSIKÎSİ
Sunuş: Diyarbekir, bulunmuş olduğu konum gereği, mimarî’de musıkî’de ve
diğer alanlarda olduğu üzere her taraftan gelen düşüncelerin şekillendiği şehirdir.
Zamanında birçok beyliğin, devletin ve imparatorluğun mirasının varisçisi olan
Diyarbekir, musıkî alanında da bu üstünlüğünü sürdürmüştür. Celâl Güzelses,
bu mirası Osmanlı Döneminde fark etmiş ve Cumhuriyet Dönemi’nde mirasa
sahip çıkmış ender isimlerdendir. Bu panel konuşmamda bilinenleri tekrar etmek
istemiyorum. Ben size Güzelses’i bülbüllerin bile dinlediğini anlatmak istemiyorum.
Anlatıla gelen rivayet zincirleriyle Güzelses›in efsane olarak gösterilmesine gerek
yoktur. O, bizim gibi bir insandır. Şahsına olağanüstülük katmak, bilimsellikten
uzaktır. Hayatında değişik dönemlerde inişler ve çıkışlar yaşamış biri olarak, musıkî
alanında sesiyle ender isimlerdendir. Kendisi hakkında yaptığım çalışmalardan
edindiğim ve çoğunu yayınlanan biyografisine almadığım yönleriyle tanıtmak
istiyorum. Bu tespitlerim, kimilerince kabul edilmeyebilir. Fakat, ben bu belirttiğim
tespitleri kaynaklara dayandırırken, kendisi hakkında efsaneler uydurtanlara birşey
demekten uzağım. Kendisiyle birlikte olanlarla görüştüğümüz, onunla arkadaşlık
yapan, beraber musıkî icra eden arkadaşlarının açıklamalarından yola çıkarak
belirttiğim tespitler, elbette bu güne kadar kısmen bilinmektedir. Güzelses›in
bilinmeyen yönlerini kapsayan bu konuşmamda, bildirimde belirttiğim hususlar
hakkında isteyenler araştırma yapabilir.
249
Güzelsesin Yaşadığı Atmosfer
Esas ismi Muhammed Celâleddin olan Güzelses, tekke terbiyesi içinde büyür.
Ailesi fakir olan Güzelses, babasının devamlı gittiği Şeyh Zeki Efendi Tekkesi’nin
müdavimîdir.
Tekke’de dinî terbiye alan Güzelses, Camiî Kebir’de müezzinlik yapar.
İdealinde asker olma vardır. Kendisi müezzinlik yapmaya devam eder. İnsanoğlu’nun
kaderini belirleyen kimi çizgiler vardır.
Sem›anoğlu Köşkü’ne yakın bir yerde arkadaşlarıyla bir arada iken parçaları
seslendirirken, Köşkü karargah olarak kullanan Mustafa Kemal Paşa’nın yükselen
nağmelere dikkat kesilmesi, kendisinin karşısına çıkmasına sebep olur. Paşa ile
tanışması, kendisinin Özel İdare’de iş sahibi olmasına zemin hazırlar.
Yaş Destanı ve Otuz Beş Yaş Şiiri.
Diyarbekir’de Veteriner hekim olarak görev yapan Asker kökenli Mahmut
Karındaş’ın halkın konuşmasını alaya alan plâğına tepki olarak deniz yoluyla
Halep’ten İstanbul’a gider. Burada sekiz plâk doldurur.
Dönemin bakanlarından Fevzi Pirinççioğlu (Cahit Sıtkı’nın dayısı) vasıtasıyla
Dolmabahçe’de saatler süren bir konser verir. Mustafa Kemal Atatürk’ün iltifatına
mazhar olur. Kendisi de milletvekili olmak istemez. Bu arada “Yaş Destanı” isimli
plâğı da Cahit Sıtkı tarafından dinlenilir. Otuz Beş Yaş Şiiri’nin çıkış noktası, Yaş
Destanı’dır. Bunu kitabımızda ve bir dergi makalesinde ayrıntılı açıklamıştık.
Halkevi Çalışmaları.
Vilayet ve Özel İdare’de “Memur” olarak çalışırken CHP Halkevleri kurulur.
Ar Şubesi (Müzik Bölümü) Başkanlığı kendisine verilir. Halkevleri’nin halkla
yakınlaşması ve Cumhuriyetin tanıtımı, yapılmış olan ve yapılacak olan inkılâpların
benimsetilmesi esastır. Her konserine binlerce kişi katılır. O, tekke Musıkîsini
bırakmamış, halk arasında söylenegelen manileri, türküleri derlemiş, Kürtçe söylenen
eserleri de Türkçeye uyarlayarak, repertuarını genişletmiştir. Güzelses›in Diyarbakır
Halk Musıkî Cemiyeti, 1943 senesinde açılır. Kendisi Derneğin başkanıdır.
Beraberinde öğrencileri vardır. Her dönem şehir dışında da konserler verir.
Tanıtım Çalışmalarımız.
Kitap çalışmamızla “Doğum Tarihi” ve “Vefat Tarihi” tarafımızdan düzeltildi.
İsmini doğru biçimde ilk kez, duyuran biz olduk. İsminin bir yeraltı çarşısına,
ilköğretim okuluna ve sonradan yıktırılan bir parka verilmesine yayınladığımız
kitabın vesile olduğunu belirtmek istiyorum.
Güzelses’in vefat haberi, kendisine ait el yazma defteri, ilk kez yerel bir
gazeteye verdiği ropörtaj, yayınlanmamış fotoğrafları, plâkları kendisi için belirtilen
250
görüşler olmak üzere geniş bir arşiv oluşturduk. Kitap yayınlandıktan sonra bu
yayınlanan malzemenin bir bölümü izinsiz biçimde başka kitaplarda hayat buldu.
Gerek yerel gerek ulusal basında çıkan haberlerin ve ropörtajların, isminin
geçtiği kitapların çoğunu bir araya getirdim. Bunları bir araya getirdiğimizde bile
çok ilginç bir kitap ortaya çıkacaktır. Vefatından önce Urfa’da Gazelhan Kazancı
Bedih Yolluk’u ziyaret ettim Kendisiyle konuştum. Kendi aktarımı ile “Celâl
Güzelses, Diyarbekir’i ve çevre illeri musıkî ile tanıtmada ilktir.”Ne yazık ki “Halk
Musikîsi” denilince bir yolla sivrilen isimler ön plâna çıkmaktadır. Diğerleri sadece
dünle bugün arasında köprü oluyor.
Anlayacağınız musikî, destek görmeyince gelişemiyor, devinim sağlayamıyor,
çalışmalar desteklenmeyince sadece dünden bu güne gelinen korunmaya çalışılıyor.
Yazdığı Kitaplar.
Celâl Güzelses’in yazdığı kitapları hep merak ettim.Yanımda kendi el
yazısıyla yazdığı bir özel defteri-keşkül- bulunmaktadır. Bunu daha yayınlamış
değilim.İleride yayınlandığında seslendirdiği eserlerin kendi kalemindeki ilk biçimi ortaya çıkacaktır.
Sevenlerinden temin edemediğimiz iki kitabına İstanbul’da ulaşma imkânına
sahip olduk. Bu kitaplardan biri ismini taşımakta, biri de isimsiz yayınlanmıştır.
Kendisine ait üçüncü kitap ise bildiğimiz kitaptır. Bu kitaptan ilk kez bahis,
Diyarbekir Halkevi Yayın Organı Karacadağ’da geçer.
Daha sonra Veysel Arseven’in Açıklamalı Türk Halk Müziği Kitap ve
Makaleler Bibliyografyası’nda geçer. Kitap 220 Sayfalı, 1937 Tarihli, Diyarbakır’da
yayınlanmıştır.
Maniler, atasözleri, hoyrat ve türkülerin söz ve notalarının yer aldığı eser, bu
güne kadar araştırma konusu edilmemiştir.
Beysanoğlu, bu kitabın önemli bölümünü Diyarbakır Folkloru Birinci Kitaba
almış, 1943’te Diyarbakır’da yayınlamıştır. Beysanoğlu’na bu konuda bilgi verdiğim
zaman geçmişte kalanı kurcalamanın faydasız olduğunu belirtmişti. Her ikisinin aziz
hatırasına saygısızlık etmeden bu konunun akademik anlamda bilinmesini istediğim
için bunu belirtiyorum.
Güzelses’in Farklı Yönleri- Tespitler.
Farklı yönleri vardır. Yıllar içinde hazırladığımız kitap için bazı noktalara
açıklık getirmek istiyorum. Bu tespitler, elbette tartışılabilir. Kabul edilip edilmemesi
ayrı bir konudur. 20 Senedir yaptığımız araştırmalarımızda ulaştığımız sonuçları
kısmen sizinle paylaşmak istiyorum:
a. Müezzinlik: Ezan Türkçe’ye çevrildiği zaman müezzinliği bırakacaksınız,
Ezan Arapça aslına dönüştürülünce tekrar müezzinliğe başlayacaksınız. Memuriyet
251
öncesi Fesle dolaşan Güzelses, memuriyet ile birlikte şapkanın kabulü sonrasında
fotür şapkadan ayrı düşmemiştir. Bu, o dönemin çarpıcı bir yansımasıdır.
b. Dört Dille Okuması: Kendisinin bulunmuş olduğu coğrafyadan çıkmak
istemeyişi, büyük şehirlere gitmemesi söz konusudur. Güzelses, sadece Türkçe icra
etmemiştir, sanatını. O gerektiğinde Arapça, Farsça da okumuştur. Mem u Zinn’i
okumuştur.
c. Döneme Ters Düşmesi: Güzelses’in dönemin Belediye Başkanı ile
arasının iyi olmamasının bir sebebi de “O dağın ensesine/ Ağlama ağlama gülüm
ağlama” ile başlayan eserinde yaptığı değişikliktir. “Sağda değil soldayım/Aç gözün
karşındayım” yerine “Orda değil burdayım/ Aç gözün karşındayım» demesi, iplerin
kopmasına sebep olmuştur. Güzelses, dönemin şartlarına karşı tepkisini koymuştur.
Musıkî Cemiyeti›nin kapatılmasında ve tek başına bırakılmasında bu ve bu tarz
özellikleri etkendir. Güzelses›in dönemin kırmızı çizgisi olarak nitelendirilebilecek
tek partili hayat sonrası, kimi alanlarda farklı düşünmesi Belediyeden aldığı
yardımların kesilmesine sebep olmuştur.
d. Tassavufî Yönü: O, musıkî anlayışında tasavvuftan ayrı düşmemiştir.
Gazinolara çıkmaması, plâk dışında sadece konserlerle yetinmesi anlamlıdır.
e. Öğrenci Yurtlarına Yardımı: Konserlerden elde ettiği gelirin önemli
kısmını Dicle ve Fırat Talebe Yurdu’na bırakmış olması, yılın belirli günlerinde
Ankara’ya, İstanbul’a giderek konserler vermesi ve hastalığının ilerlediği dönemde
bile bundan vazgeçmemiş olması, kimilerince göz ardı edilmiştir. Güzelses, üzerine
düşeni yapmıştır, yaptıkları ortadadır. O, Öğrenci Yurtlarında kalan talebelerin
ihtiyaçlarının önemli bir kısmını üstlenmiştir. Konserlerinden elde ettiği gelirin
önemli bölümünü bağışlamıştır. Her yıl konserlerinden elde ettiği kazancı, yurtlarda
kalan öğrencilerin giderleri için bağışlamıştır. Buna tanıklık edenler de vardır.
Bir yıllık maaşını, bir geceye çıkarak alabilirken bunu reddetmiştir. O,
gazinolarda sahneye çıkmamıştır, teklifleri geri çevirmiştir. Bunun da sebepleri
vardır. Müezzin oluşu tasavvufî terbiyeyle büyümüş olması ve bazı diğer hususiyetler
vardır. Yayınlanan hatıratında Sayın Canip Yıldırım, kendisinin bilinmeyen
yönlerine değinir.
f. Ahmed Arif’in Etkilenmesi: Ahmed Arif’in Güzelses’e olan hayranlığı
söz konusudur. Ahmed Arif ki kolay kolay kimseyi beğenmeyen bir fıtrata sahiptir.
Celâl Beyin vefatında kendisinden “Celâl Abi” diye bahseder, onun “Diyarbekirin
Abisi” olduğunu belirtir. Aynı zamanda Ahmed Arif’in şiirine renk veren bir
özelliğin de halk musikîsinden aldığı motifler olduğunu belirtelim. Ahmed Arif,
Celâl Güzelses beraberinde Meryem Han’ın ve Hasané Cezrawî’nin ismine de yer
verir. Hasané Cezrawî ile Meryem Han’ın Türkiye’de iken çektiği maddî sıkıntılara
değinir. Ahmed Arif’in kaleminde şekillenen bu saygı, şiirinde halk musikîsinin yer
alışında da etkili olmuştur.
252
g. Mevlidî Nebî: Nihayetinde tasavvuf ehli birisidir. elimizdeki defterde
virdler vardır, gazeller vardır, naatlar vardır. Mevlid-i Nebî, onun dilinde ilk kez
plâklaşmıştır. Bunu düşündüğünüz zaman, okuduğu diğer eserlerini dinlediğiniz
zaman tasavvufa aşinalığı ortaya çıkar.
h. Selâsını Okuması: Vefatı öncesinde selâsını kendisi okumuştur.Hayatta
iken selâsını-vefatı öncesi- okuyan bilinen tek isim Celâl Güzelses olmuştur.
Cahit Sıtkı’nın ölmeden kendini mezarda düşleyerek yazdığı şiirler misali, hayatta
iken ölümü kabullenmiş bir isimdir, Celâl Güzelses. Ölümün o soğuk yüzünden
korkmaması, kendisinin tasavvuf ehli olmasından kaynaklanmaktadır. Defnedileceği
yeri kendisi belirlemiştir. Defin yeri Tarikat Şeyhi Şeyh Zeki Efendi’nin ayak
dibinde sayılır. Çocuğu olmayan Şeyh Zeki Efendi’nin manevî evladıdır, bir bakıma.
Onun İzinden Gidenler
Bizce en sadık ve vefalı okuyucu, son döneminde kendisine öğrenci olan
Eşref Atay’dır. Kendisi 24 Mayıs 2008’de vefat etti. Şahsıyla en son ropörtajı yapan
da ben oldum. Sesine en yakın ses onundu. “Diyarbakır’da Eşref Atay ile Celal
Güzelses ekolü son buldu.” denilebilir.
Sonra Elazığ’dan çıkanlar oldu. Enver Demirbağ takipçisi oldu, onu bir
başkası Zülküf Altan izledi. Zülküf Altan, Diyarbakır dışında Güzelses’i yorumlayan
ve hemen hemen eserlerinin tümünü okuyabilen tek isimdir.
Bu gün Mevlûdhan Mustafa Beybur, tasavvufî eserler alanında şehrin en
seçkin ismidir ve yaşayan sayılı sanatkârlardan biridir. Güzelses’e en yakın olan
seslerden biridir. Bu usta isimden maalesef yararlanılmamıştır.
Okuyucu olarak Ali Aktaş, Güzelses’in kimi eserlerini güzel biçimde
yorumlamaktadır. Kendisi aldığı medrese eğitimi sonrası tasavvufa aşinalığı
musikîye yansıtabilmiştir. İbrahim Macit, bu doğrultuda sayılabilir. Macit, sesiyle
halk musikîsinden çok sanat musikîsine yatkındır. Macit, aynı zamanda musıkî
enstrumanları da çalmaktadır.
Diyarbekir’de musıkî’ye dair diğer isimleri, kitap çalışmamızda ayrıntılı
biçimde sunduğumuz için ele alma, panel ortamında zaman açısından oldukça zordur.
Güzelsesin Yalnızlığı
Celâl Güzelses’i üzenler yok muydu? Güzelses’i yalnız bırakanlar, kendisini
köreltmeye kalkışmış. Şimdi de bazıları niçin öğrenci yetiştirmediğini söyler durur.
Sanatkârın içinde olduğu konumdan habersiz olanlar, kulaktan duyma
bilgilerle hareket ederken, kendilerinin çerçevesinde Güzelses’i eleştirmeleri
anlamsız kalmaktadır.
Kendisinin Türkçe okumasını eleştirenler, Dicle ve Fırat Talebe Yurdu’nda
kalan öğrencilerin giderlerini karşılamayı akıl etmemiştir.
253
Ulus Gazetesi’nde yayınlanan Yaşar Kemal’in 23-24 Ekim 1953 tarihli Ulus
gazetesinde “Doğudan Geliyorum-Din İstismarcıları” başlıklı yayınlanan yazıya
olan tepkisi bilinmektedir.
Kendisini yalnız bırakanların başında gelenler, Celâl Bey’in duyduğu
rahatsızlık belirginleştiğinde saf değiştirenlerdir. Özellikle önemini kaybeden
Halkevleri, 1950 sonrasında derlenmek, toparlanmak istenmiştir.
Bu sebeple Celâl Güzelses’in dik duruşuna karşı kendisini yalnız bırakmak
isteyişleri söz konusudur. İlk yapılan etrafında kenetlenen isimleri çekmektir.
Bunda da başarılı olunmuştur. Geri gelen arkadaşları, öğrencileri meseleyi bir türlü
anlamamışlardır. Kırgınlığın esas sebebi budur.
Sadık Özbek, ayrılma işini organize eder ve Hayık Aşçı, Sami Hazinses
ile Hüsnü İpekçi’yi kendi yanına çeker. Celâl Güzelses, Sadık Özbek’in amacını
çok iyi bilir ve kendisinden kopartılan diğer gençlere, sitemde bulunmaz. Çünkü O,
kendisinden kopartılanların kopartılış sebebini iyi bilmektedir.
Ayşe Şan da aynı yalnızlık içinde dünya değiştirdi. Örnekleri çoğaltmamız
mümkündür. Mahmud Kızıl, yaşı yetmişi aşkın bir sanatkâr, halen gençliğindeki sese
yakın söylüyor. En son çıkardığı “Lé Cühaniyé” isimli eseri de Celâl Güzelses’in
Yaş Destanı’nın farklı bir söylenişi olduğu üzerinde tespitlerimiz söz konusudur.
Güzelses’e el uzatıp, kendisini sıkıntıdan kurtaran kimse yok, çevresinde.
Belediye yardımı kesiyor, cemiyette yalnız bırakılıyor, Onun tecrid edilmesi söz
konusu. Ne yapsın?
Kazancının bir bölümü olan plâkların telif hakları eksik ödeniyor. Uzun
yolculuklara çıkarken araç bulamıyor. Trenle üç-dört günlük Ankara yolculukları
var.
O dönem şartları çok zor. Siz, bu insandan daha ne beklersiniz?
Güzelses, dengbejlik yapmadı. Fakat, kendi arkadaş grubuyla gözlerden
ırak özellikle Cizrelioğlu ile köy ortamında bazen iki-üç gün bulunmuştur. Şehir
hayatından uzak, icra yönü ağır basan, özel misafirlerine, misafirlere gereken itinayı
göstermiştir.
Velme Geceleri
Esnaftan ve sözü itibarı yerinde olanlar, haftada, on beş günde bir toplanırdı.
Bu isimler, dinî konularda konuşur, bir önceki toplantıdan geçen süreye kadar olan
biteni sorgulardı. Yemeklerini yer, kahvelerini içer, dinî sohbetler ile diğer konularda
eserler dile getirirdi. Genelde ehl-i tarîk olanlardı, bu isimler.
Şimdi “Sıra Geceleri” dedikleri, “Eyvan Geceleri” adını verdikleri geceler tertip
ediliyor. Bu Diyarbekir Geleneği’nde yeri olmayan bir durumdur. Musıkî sadece dinî
sohbetler arasında icra edilir. O dönem şartları içinde tekkeler kapatılmış, tarikatler
254
yasaklanmış, dinî motifli birçok çalışma insanı zor durumlara düşürtecek derecedir.
Ondan dolayı meslek gruplarının gece toplantıları, bu tarzda kılıf değiştirmiştir.
Elbette Dicle›ye nazır köşklerde içkili eğlenceler düzenlenir, insanlar eğlenirdi.
Kimi Diyarbekir adına düzenlenen gecelerde derneklerin ve vakıfların
yaptıklarının Velme-Velime ile alakası söz konusu olamaz, olmamalıdır...
Siz kalkıp inançlı insanları bir araya getireceksiniz ve ortaya içkili eğlenceler
çıkacak... Bu mümkün değildir. Özellikle «Şehriye Geceleri» ismi altında ortaya
konan çalışmalar, özüyle bağdaşmamaktadır.
«Öziyle» diyorum, çünkü Diyarbekirli olanlar «Öziyle» kelimesiyle ifade
olunan manayı çok iyi bilir. Celal Güzelses, bu yönünü daima saklamıştır, saklamaya
devam etmiştir. Söylenenlere göre plâğa okuduğu çoğu parça, kendisinin bu yönünü
gizlemesi içindir.
Bunu dile getiren bir ara Belediye Reisliği yapan Merhum Dr. Vehbi Muhlis
Dabakoğlu’nun bana anlattıklarıdır. Kendisini İzmit’te, evinde ziyaret ederken bize
söylediği bilgilerden özetlenmiştir, anlattıklarım...
Ulu Camiî’de Anma Gecesi
Mezarı başında anılmayan bir insan için fatiha okumayı unutan insanlar
vardır. Bir ara Ulu Camiî avlusunda anma gecesi düşündük. Bu anma gecesinde
yapılabilecek olanların ne olabileceğine dair bir çalışma yaptık. Müezzinlik, sermüezzinlik yapan birinin yıllarını verdiği Ulu Camiî içinde anılmamış olması, anma
gecelerini düzenleyenler için düşündürtücü olmalıdır.
Celâl Güzelses›i bu şekilde halen tanıtamamış olmanın sıkıntısı içindeyiz.
Celâl Güzelses, hiç bir zaman tasavvufî yönüyle ön plâna çıkartılmadı, çıkartılmak
istenmedi. Bunun sorgulanması gerekir. «Ben şehidî badeyim dostlar beni yad
eyleyin» olmak üzere bir çok seslendirdiği eser, tasavvuf deryasından birer katre
gibidir.
Söyleyiş Özellikleri
Celâl Güzelses’in eserlerini okurken yaptığı, kendine özgü bazı değişiklikler
vardır. Kimse kendisi gibi bu eserleri okuyamaz. “Arpa Durağa Geldi” eseri,
bakıyorsunuz ki “Arpa Orağa Geldi” şeklinde söyleniyor. Şimdi ben, ne diyebilirim
ki!... Sözü doğru bilmeyenlerin doğru okumaları beklenemez...
Yıllardır plâğın üzerinde de yer alan “Arpa Durağa geldi” ifadesi varken ve
Celâl Güzelses, icrasında “Arpa Durağa geldi” derken, bunun “Arpa Orağa Geldi”
şeklinde söylenmesi, bana ilmî olarak kabullenmez gelmektedir.
Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Bizde musikî ile ilgilenenler, “O
Yarimin Damından Hoplayamadım” isimli ağıt söylenirken tempoyla alkış tutuyorsa
255
ne demeli? “Vurmayın arkadaşlar ben yaraliyam/ El-âlem al geymiş ben karaliyam”
diyen sese, kalkıp alkış tutmak, oyuna durmak hangi mantıkla izah edilebilir?
“Ben şehidi badeyim dostlar demim yad eyleyin” ile başlayan eserde
belirtilenleri izah etmek, bizim en azından iki saatimizi alacaktır. Bu eserin manasını
bilmeden dinlemenin insana kazandıracağı ne olabilir?
Sözlerinde zaman içinde yaptığı değişiklilerin farkında olan isim sadece Eşref
ATAY’dı. Geride kalanların bir kısım halen bu yanlışlıklar içinde eserleri icra eder,
durur.
Ayrıca repertuara girmiş birçok eserde Celâl Güzelses’in okuyuşunun dışında
“Plâktan derlenmiş” ibaresiyle ortaya konan sözlerin Güzelses’in okuyuşuyla bir
ilgisi olmadığını tespit ettik. Gerektiğinde bu tespitlerimiz ilgililere sunulacaktır.
Kimi repertuarlarda bu şehre ait olan eserlerin sözleri değiştirilerek başka
yerlere mal edilmiş ise bu hatadan ne kadar erken dönülse o kadar iyidir. Çünkü
varyantlara sığınılarak bir şehre, yöreye ait olan eser ya da eserler başka bir yere
mal edilemez. Bu eseri ilk kez Güzelses okumuş ve bestesi kendisine ait ise kişi, ilk
derleyenin kendisi olduğunu tescil ederek, etik dışı yola başvurmamalıdır.
Derlemeler
Anma Geceleri yerine bu işi Üniversite ve işin ehli olan bir komisyon
üstlenmelidir. Celâl Güzelses ile yetinilmeden en azından on isim tespit edilerek,
eserleriyle, hayat hikâyeleriyle yarına taşınmalıdır.
Sadece Güzelses ile yetinilmesi, birçok sanatkâra kucak açmış bu şehre
vefasızlık sayılır. Celâl Güzelses’in çalışmaları elbette önemlidir. Fakat diğer
sanatkârların bu arada unutulması söz konusudur.
Birçok isim bilmekteyiz ki günümüzde tanınmamaktadır. Celâl Güzelses
gereği gibi tanınmamışken bu diğer isimlerin de gereği gibi tanıtılabileceğine kaniî
değiliz.
Diyarbakır’da son on yılda kurulan derneklere baktığımızda ortak noktalarda
uzlaşmama, dernek oluşumlarında kırılma noktalarının artması, destekten yoksun
bırakılma, zaman içinde köklü bir geçmişi bulunan Halk Musıkîsi’nin gittikçe kan
kaybettiğini ortaya koymaktadır.
Ben, bir araştırmacı olarak gözlemlerimi sunuyorum. Bu camîa içinde değilim,
kendimi de dışında hissetmedim. Festivallarde, etkinliklerde görebildiğim kadarıyla
araştırma cihetinde emeği olanların göz ardı edildiğini görmekteyim.
Musıkî ile uğraşımız araştırma boyutunda iken, bu şehrin musıkî tarihi
üzerinde uğraşırken bilinmemezlik içinde bırakılmak, bence musıkî için eksikliktir.
256
Bunun aksini iddia etmek, mümkün değildir. Müzik ile uğraşan öncekilerin
bir meslek sahibi olmaları söz konusuydu. Bu gün müzik ile uğraşanların müzikten
başka uğraş alanı yoktur.
Bu Diyarbekir’de olduğu gibi diğer illerde de aynıdır. Bu işte hem alaylı hem
mektepli şarttır. Alaylısı daima işi en iyi bilen olarak ortaya çıkarsa mekteplisi de
alaylıya yardımcı olmaz. Bu işte alaylı ve mektepli birbirini tamamlamalıdır.
Musikî Merkezimiz Niçin Yok?
Diyarbakır’a dair bu alanda hizmeti geçenlerin eserleri, plâkları, fotoğrafları,
belgeleri olmak üzere ne varsa bir araya getirilmelidir, bir dokumantasyon merkezi
oluşturulmalıdır. Vaktiyle 2000 Senesinde bahsettiğimiz “Diyarbakır Tarih Kültür
Folklor Araştırmaları Merkezi “kurulmuş olsaydı son on yılda oldukça mesafe
almış olurduk. Çünkü bu şehrin artık karpuz motifi ile kale motifi ile tanıtılması,
çağın gerisinde kalmıştır.
Bu zamanda yeni şeyler düşünmek lazımdır ve bu şehrin tanıtımı için gereklidir.
Şayet çok kapsamlı olan Diyarbakır Tarih Kültür Folklor Araştırmaları Merkezi
ismini verdiğimiz projemiz gerçekleştirilse beş senede son yüzyılın yayınlanmış
eserleri, fotoğrafları ve birçok alandaki değerler bir araya getirilirdi.
Arşivi oluşturulmamış Diyarbekir Halk Musikîsi için söylenecek neyimiz
vardır? Biz, merkez söz konusu olsaydı, eminim ki seçkin bir topluluk olan sizlere
bu tarz sitem dolu açıklamalarda bulunmaz ve içine düşülen çıkmaz için yol bulmaya
fazla zaman ayırmazdık, farklı konularda görüşler sunmaya çalışırdık.
Mevlana’nın deyimiyle «Artık, yeni şeyler söylemenin zamanıdır». Gelişen
teknolojiye, olanaklara sahip iken daha farklı araştırmalar yapmak gerekir. Bizim
imkânımız olsaydı, tarih-kültür-sanat-folklor kapsamında musıkîyi sorgulayacak
geniş bir araştırma yapardık.
Bu araştırmayı mezradan köye, köyden ilçeye, ilçeden şehre doğru getirir,
derlemeleri karşılaştırır, iki yıl içinde geniş bir arşiv oluşturur, beş yıl içinde her
neslin faydalanacağı bir dokumanter merkezi oluştururduk.
Bir dönem Halk Müziği yasaklanmış, radyoda. Bunun sebebini sormak bile
zor. Niçin ve neden? Halk Müziği yerine Batı Müziği konulmak istenmiş.
Bakın Doğu Müziği’ni çekin, geride Halk Müziği cılız kalır. Tasavvufî
kollardan beslenen müziği çekin, ortada kalana müzik diyemezsiniz.
Bizim Doğu Müziği’nde hüzün esastır, eğlenmeye kayan yönü fazla değildir.
Doğu İnsanı, musikîde sevincini fazlaca yansıtmaz.
Egemen olan hüzün daha baskındır. Sanat Müziği, sadece şehir merkezi ile
sınırlıdır, Diyarbekir’de. Bunu kabul etmemiz lazımdır.
257
Bizde Türkçe Müzik de dinlenirken daha çok yayın saatleri belli olan, yurt
dışından yayın yapan radyolar dinlenirdi. Celâl Güzelses›in plâkları da o denli Irak
ve Suriye’de dinleniyor. Çünkü Osmanlı’nın mirası olan bağlar vardır, orada da
dinleyici bulabiliyor. Hatta İran’a ve özellikle Azerbaycan’a giden plâklar vardır.
Müziğin evrensel oluşu göze çarpar, belirttiğim ifadelerde. Ki müzik
evrenseldir. Bu gün birçok yabancı parçayı dinleyebiliyoruz. Hatta yabancı dillerde
hazırlanan eserlerle ülkeyi temsil etme alışkanlığı kökleşti. En son bunun örneğini
yaşadık. Yalnız araştırmacılar, gittikçe özelliğini, aslını kaybeden ortamda otantiği
yaşatmak ve korumak zorundadır.
Diyarbekir›de musikînin eskisi gibi olamayacağı ortadadır. Diyarbekir›de
Ustalar vardı, onların gidişiyle musıkî geriledi. İşinin erbabı olan ve çoğu puşici,
esnaf olan isimler, zamanın şartları gereği şehirden ayrıldı. Çok iyi bir sese sahip olan
Okuyucu Sami Uluç›u Yeşilçam Sineması’nda «komedyen» olarak görüyoruz. Bu
isim gibi birçok kişiyi sıralayabiliriz. Fakat, dediğimiz gibi sözün de noktalanması
gerektiği bir cümle olmalıdır.
Son Sözümüz
Bu panel ilk kez bu denli musikînın etrafında şekillenmiş ve Celâl Güzelses
merkezlidir. Umarız ki diğer zamanlarda da bu tarz paneller düzenlenir. Anma
Geceleri de bu tarz panellerle günlere dönüşür.
Bizim kozasını etrafına ören ipekböceği misali, kendi halimizdeki
çalışmalarımız sebebiyle davet edildiğimiz bu panelde bu güne değin bilinmezler
içinde olan Celâl Güzelses’in hayatına dair kimi açılımlara yöneldik, yeni tespitleri
sunmaya çalıştık.
Biz, Güzelses’i sadece bir müzisyen olarak değil, aynı zamanda tasavvuf
erbabı olarak görmeliyiz, kendisini ikinci plâna atan ve fikirlerinden çok sanatıyla
gündeme yerleşen Güzelses için istenilen şartlar olgunlaşırsa yeni çalışmalarda
bulunmamız mümkündür.
Bizim yayınlanan kitabımızın üzerinden on beş yıllık zaman geçti. Elbette
çalışmalarımız iki kitabı çoktan geçti. Fakat piyasada mevcut olan çalışmaları
görünce bu kitabın ertelenmesi gerektiği düşüncesi daha ağır bastı. İleride diğer
kitaplarımızla beraber yayınlanacağını umarım. Ayrıca bu alanda Diyarbakır Halk
Musıkîsi için bir çalışma yapılacak ise bizde mevcut olan arşivin bir kopyasını da
vermeye hazır olduğumuzu, bize düşen diğer görevlerle yerine getireceğimizi ifade
etmek istiyoruz.
Biz, Halk Musikîsinin sadece Güzelses ile sınırlı tutulmamasını da temenni
ediyoruz. Çünkü Güzelses, ortaya koyduğu ürünlerini bu şehirden almıştır. Diğer
sanatkârları da hesaba katmak gerekir. «Artık, yeni şeyler söylemenin zamanıdır.»
sözünü yinelerken, Organizasyonu sağlayan TRT Bölge Müdürlüğü’ne, panele katılan
258
Sizlere ve şehir dışından gelen Misafirlere, Güzelses’i hala severek dinleyenlere
teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.
Açıklama: Bu metin 17-Haziran-2009 Tarihinde saat 10.00’da Diyarbakır
Kültür Sarayı Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda Diyarbakır TRT Müdürlüğü’nün
düzenlediği, TRT 1 ve açılışı yeni yapılan TRT 5 kanalında dönüşümlü olarak canlı
yayınlanan Celâl Güzelses Paneli’nde Birinci Oturum’da yaptığımız konuşma
metnidir.
259
DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN MANİLER,
HOYRATLAR, NİNNİLER, HALK DEYİMLERİ,
ATASÖZLERİ, DUALAR, BEDDUALAR
VEDAT GÜLDOĞAN
(Araştırmacı-Yazar)
Diyarbakır halk kültüründe maniler, hoyratlar, ninniler, halk deyimleri,
atasözleri, dualar ve beddualar, dab-ı meseller (tekerlemeler) önemli bir yer
tutmaktadırlar. Diyarbakır ile ilgili yazmış olduğum Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır
Kültürü, Diyarbakır Müzigi ve Folkloru adı altında üç ciltlik kitabımın birinci
cildinde çok geniş olarak yer verdim. Bu makalemde kısa örneklerle iktifa edeceğim.
DİYARBAKIR MANİLERİ
Maniler sözlü manzum dörtlüklerdir. Hece vezniyle yazılır. Maniler anonim
olup Türk halk edebiyatının bir türüdür.
Manilerin 1-2 ve 4. mısraları birbirleriyle kafiyelidir. 3. mısra serbesttir.
Maniler tek dörtlükten oluşmaktadır, 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 ve 14 mısralı maniler de
vardır. Kafiye düzeni a - a - x - a biçimindedir.
-------------------------------a
------------------------------ a
-------------------------------x
------------------------------ a
Maniler konularına göre iş, askerlik, bekçilik, davulculuk, atışma, kahvelerde
söylenen cinaslı maniler, ayrılık, düğün, gurbet temalarını işler. Manilerin çoğu
bestelenerek söylenir. Manilerin en çok bestelendiği yer Kerkük’tür. Ayrıca
Güneydoğu Anadolu’da da canlılık taşır.
Aşk, ölüm, düğün, tabiat, yiğitlik, bayram ve ayrılık üzerine olan maniler
çoğunluktadır. Maniler Diyarbakır’da velme gecelerinde, toplu kadın gezintilerinde,
mangal sohbetlerinde, yüzük oyunlarında, şehriye kesme gecelerinde, düğün ve
nişan törenlerinde sıkça söylenir. Diyarbakır’da tespit edebildiğimiz manilerden
bazıları şunlardır:
Abam orada kaldi
260
Ağam sen kakh gidelim
Fitil yarada kaldi
Çubuğu yakh gidelim
O benim güzel yarim
Güzele doymağ olmi
Acep nerede kaldi
Yüzüne bakh gidelim
A benim bakhtiyarım
Akşam oldu vaht oldu
Göynümde takhti yarim
Sinem yare takht oldu
Yüzünde göz izi var
Çevirin sitareyi
Sahan kim bakhtı yarim
Yar gelecek vaht oldu
Adilem bile geldi
Akşam olur karalar
Sevdigim dile geldi
Çekilir sitaralar
Ben sahan yalvarırken
Yarsız yatağa girmem
Eşikler dile geldi
Yatağ beni paralar
Ağaç üstünde butum
Akşam sari güneşi
Eğil zülüfün tutum
Yokhtır yârımın eşi
Ahtliyam âari görüm
Heç söner mi söyleyin
Altmış gün oruç tutum
Yâr yakhtıği ateşi
Akşam arada kaldi
Ak üzüm parmak gibi
Khençer yarada kaldi
Sevdiğim kaymak gibi
Benim hep aklım fikrim
Beni yardan ayiran
Karşi odada kaldi
Devrilsin kavak gibi
Akşam oldi bize gel
Ak çukha boydan artar
Gözlerini süze gel
Kollari altun tartar
Bir elinde bâdeler
Bir gece sarıp yatsam
Bir elinde meze gel
Bin yıllık ömrüm artar
Akşam güni aşiyor
Ak kağıdi götür sat
Gözlerim kamaşiyor
Ağliyam saat, saat
Yedi dağın ardından
Yâr orda ben burada
Yâr perçemin kaşiyor
Nasıl olsun can rahat
Al almanın beşini
Al geydim alsın diye
Tut zübunun peşini
Mor giydim sarsın diye
Gece yalnız yatamam
İstediler varmadım
Gönder benim eşimi
Sevdiğim alsın diye
261
262
Al çukha mavi çukha
Alma attım nar geldi
Çukha kenarı yukha
Dar sokaktan yar geldi
Üç gündür görmemişem
Bir öptüm bir dişledim
Az kaldi canım çıkha
O da bana ar geldi
Al eline kalemi
Almayi biçakladım
Yaz başına geleni
Peşkiri saçakladım
Hepi senin yüzünden
Yâri koynumda sandım
Oldum gönül veremi
Yastıği kucakladım
Alli yelekli yârim
Almalar dalda kaldi
Gögsi ilikli yârim
Gözlerim yolda kaldi
Beni bırakhıp gitme
Bilmiyem nazli yârim
Demir yürekli yârim
Bu gece nerde kaldi
Al gömleğim dört enden
Altun idim paslandım
Ne tez usandın benden
Cehal idim uslandım
Bileydim böle oli
Yâri gördüğüm yerde
Hayfım alırdım senden
Perçemine yaslandım
Altun yüzük parmağta
Armut dalda dal yerde
Çifte ben var yanağta
Bülbül gezer her yerde
Benim bir sevdiğim var
Felek yurdum dağıtti
Şu karşiki sokağta
Her birimiz bir yerde
Altun yüzük dar parmağ
Ay doğar ayan ayan
Muradım seni almağ
Yollara düştim yayan
Eller derin uykuda
Uzun boylum güzelim
Benim işim yalvarmağ
Koynan girmişem uyan
Altundan oklaviyam
Ay doğar kamerinden
Ayağın toprağiyam
İnce bel kemerinden
Cennette bir gül açmiş
Susamişam bir su ver
Ben onun yaprağiyam
Ak gerdan damarından
Altun tasi el tutar
Ay doğar elvan için
Altun niye pas tutar
Yol çıkhar kervan için
Nazlısından ayrılan
Ben bu cani besliyem
Gizli, gizli yas tutar
Bir azep oğlan için
Altun tabakta dari
Ay görindi meşeden
Ben bugün gördüm yâri
Avci bekli köşeden
Keşke görmez olaydım
Kokhiyi gülden almiş
Benzini gördüm sari
Yanakhlar menekşeden
Altun yüzük kafesi
Ay getti batar şimdi
Gül kokhiyor nefesi
Yar getti yatar şimdi
Acep nerede vardır
Leylâ pazara varmış
Yâr sevmenin sefasi
Mecnun can atar şimdi
Altun tabağ olaydım
Ay gidiyor durmadan
Yar ögüne konaydım
Şeker aldım oymadan
Yara esvap biçilmiş
Ne tez usandın benden
Terzisi ben olaydım
Ben de sahan doymadan
Anbarın yapısına
Ay buluti açiyor
Gün vurmuş kapısına
Yana ışığ saçiyor
Adam aşık olır mi
Gece sardığım kızlar
Kapi bir komşusuna
Gündüz benden kaçiyor
Ayvana serdim kilim
Ayvanda yatan oğlan
Gel otur benim gülüm
Gömlegi keten oğlan
Niye benden darıldın
Nişanlın eller aldı
Lâl olsun benim dilim
Habersiz yatan oğlan
Ayvana serdim keçe
Almayı atan bilir
Yâr gele burdan geçe
Şeftali satan bilir
Benim o nazli yârim
Bu uzun gecelerde
Korkhiyam benden geçe
Yalanız yatan bilir
263
264
Ayva sari nar sari
Arpada kara kılçık
Ayvaya konar ari
Dama çıkma bel açık
Kızın göyni olunca
Eğer meramın varsa
Ne yapar koca kari
Al çarşafı yola çık
Ayağında kundura
Ayağında yemeni
Yar gelir dura dura
Niçin almazsın beni
Öliyem ben derdinden
Bu dünyada ölüm var
Sineme vura vura
Ne seni kor ne beni
Ateş koydum mankala
Alma idim ezildim
Zülüf değdi çankala
Ben raflara düzüldüm
Sen orada ben burada
El ne söyler söylesin
Nasıl bende can kala
Kaderimdi yazıldım
Ay doğdu karşımıza
Ayvana serdim hali
Ne geldi başımıza
Boyundur rihan dalı
Koymadı zalım felek
Gören maşallah desin
Yanalım ataşımıza
Kimin var böyle yarı
Ay doğar elvan, elvan
Arpa biçtim çiğ iken
Halebe işler kervan
İçinde çakıl diken
Sevdiğime ömürler
Ben seni o çağ sevdim
Bir zaman sürah devran
Sen oğlan ben kız iken
Ayrıldım özlerinden
Almada al olaydın
O şirin sözlerinden
Selvide dal olaydın
Bileydim ayrılık var
Bana göre yar mı yok
Öperdim gözlerinden
Ben dedim sen olaydın
Arpalar hasil oldu
Alçak yüksek tepeler
Muratlar vasil oldu
Kuşağımda küpeler
Herkesin yari geldi
Çamlı bele dayanmış
Ya benim nasıl oldu
Mavizerli çeteler
Akşamın sarı güneşi
Akşam serdim nohudu
Yoktur yarımın eşi
Ben yazdım kim okudu
Hiç söner mi söyleyin
Dünyayı devreyledim
Yar yaktığı ateşi
Yarıma benzer yokudu
Ak gülüm uyan da gel
Almada al olasın
Beklerim bahçeye gel
Umarım lal olasın
Arkamızda düşman var
Sana beddua etmem
Mevla’ya dayan da gel
Çirkine mal olasın
Ay doğar sini sini
Al eline kalemi
Yayılır selvi gibi
Yaz başıma geleni
Yarımın kokusu gelir
Hepi senin elinden
Mısırın gülü gibi
Oldum döşek veremi
Ay doğar asumandan
Ay doğar bu dağlardan
Gün doğar gülistandan
Adü kalkmaz aradan
Yara karpuz gönderdim
Sen benim muradım ver
Yetmiş iki bostandan
Yeri gögi yaradan
Ay doğar ayan ayan
Ay doğar sini sini
Yollarda kaldım yayan
Sevmişem birisini
Uzun boylu ter bıyıklı
Katlime ferman gelse
Koynuna girdim uyan
Söylemem doğrusuni
Altundan oklaviyam
Ay doğar bedir Allah
Ayağın toprağiyam
Bu sevda nedir Allah
Cennette bir gül açmış
Ya benim muradım ver
Ben onun yaprağıyam
Ya bana sabır Allah
Altundan topum
Akşam olur karalar
Gümüşten okum
Kurulur sıtaralar
Allah’tır arkam
Sensiz yatağa girmem
Ben kimden korkum
Yatak beni paralar
265
266
Alma al olanda gel
Ay gitti yüce kaldı
Ayva nar olanda gel
Gözüm ardınca kaldı
Hasta düştüm gelmedin
Taş gönlüm polat kalbim
Bari can verende gel
Eridi azca kaldı
Armut dalı almalı
Ata bindim piyade
Meyvasına dalmalı
Aşkım bugün ziyade
Komşu kızı dururken
Evlilerin sevgisi
Kime boyun kırmalı
Bekârlardan ziyade
Ay doğar yerli yurtlu
Akşam oldu bize gel
Âleme vurdu nuru
Gözlerini süze gel
Eski yar sana destur
Bir elinde badeler
Yeni yar gözüm nuru
Bir elinde meze gel
Ay aydındır burası
Ay aynadır gelemem
Yarımın kundurası
Dile destan olamam
Mendil getir gül götür
Ay buluta girerse
Halvettir bağ arası
Bağlasalar duramam
Altın tabak mor vişne
Alma attım ezildi
Sararup aşka düşme
Tabur yola dizildi
Benden sana fayda yok
Benim o kara bahtım
Nafile dile düşme
Garip ele yazıldı
Almanın alına bak
Akşamın vakti geçti
Eğilmiş dalına bak
Bir güzel baktı geçti
Yana yana kül oldum
Zülfünü kement etti
Dolan bir halime bak
Boynuma taktı geçti
Arpa orağa geldi
Avlusunda sarı gül
Zülüf darağa geldi
Zatı gonca yarı gül
Kalkın selama durun
Geç açılır tez solar
Nazlım odama geldi
Açmasaydı barı gül
Ay doğar gediğinden
Doğar bir nisandır
Tanırım geydiğinden
Kâküller perişandır
Benim yarim sadıktır
Giden yar benden gitti
Hiç dönmez dediğinden
El niye perişandır
Aç sinen yar beyazdır
Armut dalda dal yerde
Karşımda duran aydır
Dal boynunu eğende
Ben böyle keyfeder
Öyle ahtım aht olsun
Dünyada ölüm vardır
Elim elen değende
Armudum dalda kaldı
Ağlama naçar ağlama
Gözlerim yolda kaldı
Gündür geçer ağlama
Meyhaneler kapandı
Bu kapıyı kapatan
Sarhoşum nerde kaldı
Bir gün açar ağlama
Asmadan gel asmadan
Alma attım denize
Fistan giyer basmadan
Battı çıkmadı yüze
Gel alım seni kaçım
Nazlıma haber edin
Komşuların acığına
Gelsin bu gece bize
Altuna bak altuna
Al almayı deleydim
Takmış gerdan altına
Beyaz gülle sileydim
Dün gecenin kusurun
Yara giden dilimin
Al ayağın altına
Arasına gireydim
Arakçın yaşmak olmaz
Almaydın aldım seni
Daima dolaşmak olmaz
Dillere saldım seni
Kırmışsın şişe gönlüm
Sarraf marraf halt etmiş
Daha barışmak olmaz
Beğendim aldım seni
Alma attım nar geldi
Ağaçlar yeşillendi
Dar sokaktan yar geldi
Dalları çiçeklendi
Bir öptüm bir dişledim
Merak etme sevgilim
O da bana ar geldi
Kavuşma gerçeklendi
267
268
Adilem bize geldi
Aslın kara dağlıdır
Bülbüller dile geldi
Başım yara bağlıdır
Ben sana yalvarırken
Tabip yaram elleme
Eşikler dile geldi
Yar eliyle bağlıdır
Ay doğar bedirlenir
Akşam oldu neyleyim
Aşk içerde gizlenir
Çıkım seyran eyleyim
Öyle bir yar sevmişem
Yıkılsın böyle akşam
Cihanda bir tanedir
Yarsız uyku neyleyim
Ay doğar bedir bedir
Ay doğdu yıldızlıdır
Benim bu derdim nedir
Sevdiğim pek nazlıdır
Herkesin bir derdi var
Bir derde müptelayım
Benimki dağ kadardır
Derunumda saklıdır
Ayvana serdim kilim
Almaya al değende
Gel otur benim gülüm
Alma dalı eğende
Ne dedim neden küstün
Koçu kurban keserim
Lal olsun benim dilim
Elim elen değende
Adımız ayvanlıdır
Ay doğar duru duru
Yine gönlüm dumanlıdır
Vuruldu âleme nuru
El sever terk eder
Eski yâre çok sabır
Biz ki şirin canlıdır
Yeni gözümün nuru
Ay doğar yıldız ile
Arpalar ekilirken
Yaram sızlar tuz ile
Harmana dökülürken
Beni koyun kabire
Saçından bir tel gönder
İstediğim kız ile
Kefenim dikilirken
Ay doğar ayazlanır
Ay doğar açmak ister
Gün doğar beyazlanır
Top zülüf yaşmak ister
Gelin olacak kızlar
Şu benim deli gönlüm lo
Hem gider hem nazlanır
Yara kavuşmak ister
Ay çıktı dağa düştü
Açıldı gülün bülbül
Hızma dudağa düştü
Şakısın dilin bülbül
Hızman kaldır bir öpüm
Gül yanına çağırsa
Yolum uzağa düştü
Yetişmez elin bülbül
Baharın havası gelir
Bağdunusun kurusu
Bülbülün sesi gelir
Anasının kuzusu
Kız senin memen arasında
Yedi yıl sevda çektim
Menekşe kokusu gelir
Dayanamam doğrusu
Bahçelerde zerinşah
Bahçelerde şeftalı
Özü küçük aklı şah
Meyvalarda nar tatlı
Bir can bir canı sevse
Anam babam sağ olsun
Ayıramaz padişah
Hepisinden yar tatlı
Bizim bağ burasıdır
Bağa indim üzüme
Gülü sıra sıradır
Diken battı dizime
Saran murad almasın
Ne dedim neden küstün
Gözüm ardı sıradır
Eğri bakın yüzüme
Bülbülem bağ gezerim
Ben garip eşim garip
Mecnunam dağ gezerim
Mezarda taşım garip
Seksen yerde yaram var
Korkarım düşüm ölüm
El bilir sağ gezerim
Kala yoldaşım garip
Bülbüller düğün eyler
Bahçelerde kereviz
Bilmenem ne gün eyler
Yaprağını deleriz
Dünya böyle kalırsa
Bize çelebi derler
Yar bizi sürgün eyler
Güzelleri severiz
Bicek, bicek al olur
Bade fincanda olur
İçi dolu mal olur
Rakı meydanda olur
Bicekte oturanın
Güzellik hak vergisi
Dileği kabul olur
Çirkin bir yanda olur
269
270
Bahçelerde beşlice
Bağa gel bostana gel
Buyur bize bu gece
Zülfünü destele gel
Şeker ile beslerim
Eğer anan koymazsa
Bize geldiğin gece
Sen seni hastala gel
Bahçe bar verende gel
Başında keşan senin
Ayva nar verende gel
Yüzünde kirşan senin
Sağlığımda gelmedin
Bana çok cevretme
Bari can verende gel
Dönerim başan senin
Bahçeler barsız güller
Bağdada gemi geldi
Ayvalar narsız güller
Şat gönlüm gami geldi
Gülüm karalar geymiş
Ağla gözlerim ağla
Yüzüm arsızdır güler
Ayrılık demi geldi
Bahçelerde dalım yok
Bağdada akar kelek
Genç yiğidim yarim yok
İçinde huri melek
Yarımı eller almış
Koymadı murat alım
Ben cahil haberim yok
Ayırdı zalım felek
Bahçeye gel seni görüm
Bağdada giden olsa
El uzat bir gül verim
Halimden bilen olsa
Aramız dağlar aldı
Yazım bir parmak kağıt
Ben seni nasıl görüm
Yarıma veren olsa
Bu dağlar meşe dağlar
Bu bağ bizim olaydı
Çiçeği taze dağlar
Koruk üzüm olaydı
Tutaydım yar elini
Ortaklık malı neylim
Gezeydim seni dağlar
Hepsi bizim olaydı
Bu dağlar karalıdır
Bu dağlar kavuşturur
Şu gelen kanatlıdır
Yel vurur savuşturur
Yiğit senden sorarım
Yusuf Zeliha gibi
Acep yarim sağ mıdır
Hak bizi kavuşturur
Bu dağlar meşelidir
Bu dağlar olmasaydı
Kırağı döşelidir
Sararıp solmasaydı
Nazlı yarin kokusu
Ölüm Allah’ın emri
Menekşe ıtır mıdır
Ayrılık olmasaydı
Bu çaylar akma ile
Bu dağlar ulu dağlar
Taş kaya yıkma ile
Etrafı sulu dağlar
Çirkin güzel olur mu
Ben derdimi söylesem
Altınlar takma ile
Gök durur bulut ağla
Bu dağın adı nedir
Bu küçe baş aşağı
Yar yoktur tadı nedir
Belinde şal kuşağı
O yar benden ayrılmış
Her gün gel burdan savuş
Bilmem meramı nedir
Çatlasın el uşağı
Bu dağlar duman oldu
Bugün sept yarın pazar
Halim pek yaman oldu
Gözlerimden yaş sızar
Üç gündür görmemişem
Elinde divit kalem
Gözlerim duman oldu
Ben derim özü yazar
Bugün hava bulanık
Bugün ayın üçüdür
Yüreğim başı yanık
Girme bostan içidir
Bu ne şekil sevdadır
Dudakların bal şeker
El yatar ben uyanık
Dilin badem içidir
Bu dağların alucu
Bir ah çektim derinden
Kınalı parmak ucu
Himler oynar yerinden
Ramazanda yar seven
Felek bir yara vurdu
Kabul olmaz orucu
Fitil işler derinden
Bu dere buz bağlasın
Bu dağın ensesine
Dibi nergis bağlasın
Uyandım yar sesine
Beni bir gelin vurdu
Nazlım keklik ben avcı
Yaramı kız bağlasın
Düşmüşem ensesine
271
272
Bu küçe uzun küçe
Bu dağı aşam dedim
Küçeye serdim keçe
Aşam dolaşam dedim
Hak yoluna üç kurban
Hepsi senin elinden
Yar gele burdan geçe
Düşmana paşam dedim
Bir ay doğdu karşıdan
Bu haber ne haberdir
Aklım aldı başımdan
Bağrım kabar kabardır
Ne sen küçeden eksil
Bir yanım kurt kuş yemiş
Ne de ben dam başından
Bir yanım bihaberdir
Bir tutam biberim
Bağdanus nişanesi
Serpe serpe giderim
Nedir bunun çaresi
Eğil gözlerin öpüm
Geç buldum tez itirdim
Ben gurbete giderim
Nedir bunun çaresi
Bugün ben yarı gördüm
Bir ah çeksem derinden
Yatakta yatı gördüm
Dağlar oynar yerinden
Keşke görmez olaydım
Felek bir yara vurdu
Benzini sarı gördüm
Yaram işler derinden
Ben ayrıldım yarımdan
Bugün ben yari gördüm
Uykum gelmez tasamdan
Gönlümün varı gördüm
Gözümün nuru gibi
Tanrı ömürler vere
Gaip ettim canımdan
Sedir sultanı gördüm
Bahçe har aldı gitti
Bahçede barsız adam
Hayva nar aldı gitti
Hayvada narsız adam
Azacık aklım vardı
Kalaysız kaba benzer
Onu da yar aldı gitti
Dünyada yarsız adam
Bülbülün yüzü gülmez
Bağa gel küçük hanım
Gülün açtığı görmez
Sahan kaynadi canım
Gine bülbül asildir
Mah cemalin görende
Gülün terkini vermez
Sağalır heste canım
Bağa indim budanmış
Bahçaya kuzu girdi
Bülbül güle dadanmış
Bağrıma sızı girdi
Ben yari benim sandım
Bacisini ararken
Yar ellere aldanmış
Koynuma özi girdi
Bahçalarda şeftali
Bu dağın adı nedir
Meyvalardan nar tatlı
Yar yoktur dadı nedir
Anam babam sağ olsun
O yar benden darılmış
Cümlesinden yar tatli
Bilmem meramı nedir
Bahçede kuzi gördüm
Bu dağlar meşelidir
Tüyü kırmızi gördüm
Kırağı döşelidir
Benusen dutluğunda
Nazlı yarın kokusu
Sevdiğim kızi gördüm
Sanki menekşelidir
Bahçelerde enginar
Bu dağlar duman oldu
Enginarın dengi var
Halim pek yaman oldu
Ben yarimi tanırım
Üç gündür görmemişem
Sol yüzünde beni var
Gözlerim duman oldi
Bahçalarda beşlice
Bu gelen yara benzer
Buyur bize gizlice
Elinde nara benzer
Şeker ile beslerim
İçmiş aşkın şarabın
Bize geldiğin gece
Gözler humara benzer
Bahçede gezme güzel
Bu gece buraliyam
Yüreğim ezme güzel
Ne bahti karaliyam
Mevlâ’m bizi ayırdı
El beni âşık sanar
Mektubun kesme güzel
Ciğerden yaraliyam
Beter oldu beter oldu
Bu haber ne haberdir
Dertlerim beter oldu
Sinem kabar kabardır
Senin bana ettiğin
Bir yanım kurt kuş yemiş
Ölümden beter oldu
Bir yanım bihaberdir
273
274
Camiler medreseler
Çay içinde adalar
Yar geliyor deseler
Saki doldur badeler
Kuş kadarcık canım var
Şirin canıma gelsin
Veririm isteseler
Sana gelen kadalar
Cebin ağzi dar mıdır
Çay içinde haliyam
Elindeki nar mıdır
Halinin halhaliyam
Bana ettiklerinden
Oğlan bana karılma
Heç haberin var mıdır
Ben bir güzel maliyam
Çağırdım sesime gel
Çadır kurdum düzlere
Helal mirasıma gel
Diken oldum gözlere
Bana ettiklerinden
Ben burdan gidiyorum
Heç haberin var mıdır
Diyarbekir sizlere
Çağırdım yarim, yarim
Çay içinde kamışam
Rahmeyle sinen sarım
Acı sözden doymuşam
Söyle aşinam kimdir
Yardan bir dolu bade
Gidim ona yalvarım
İçip sarhoş olmuşam
Çağırdım bağ içinde
Çay etrafı gezerim
Kavruldum yağ içinde
Her ne yapsan sezerim
Eller seyrana çıkmış
Gördüm itirdim yari
Benimki yok içinde
Ardı sıra gezerim
Çarşı başında durdum
Çay içinde dökme taş
Tabancamı doldurdum
Gönlüm kanlı gözüm yaş
Diyarbekir içinde
Aklımı baştan aldı
Bir güzele vuruldum
Orta boylu kalem kaş
Çay içtim dilim yandı
Çiğ sütün kaymağıyam
Döküldü kilim yandı
Gonca gül yaprağıyam
Ben kilimi kayırmam
O yar bana söz vermiş
Bahçada gülüm yandı
Ben onun kurbanıyam
Çay öğünde kırk atlı
Çorap ördüm dizleme
Kırkı da Arap atı
Ciğerimi közleme
Ben nazlımı tanırım
Beni senden aldılar
Orta boylu kır atlı
Yol ıraktır gözleme
Çitin ucu cengâri
Çay içinde tazım var
Cenk ile aldım yari
Sağ yanımda sancım var
Gören maşallah desin
İlahi sen kavuştur
Kimin var böyle yâri
Garip elde yolcum var
Çitin ucu dört olur
Çay önünde bostanlar
Akan sular göl olur
Nazlım geymiş fistanlar
Yeni bir yar sevmişem
Diz dize oturalım
Eskisine dert olur
Söyliyelim destanlar
Çaya indim ağlarım
Çakı koydum koynuma
Gülü deste bağlarım
Ucu girdi yanıma
Deseler yarin geli
Sen ki beni sevmezdin
Teneşirden kalkarım
Niçin girdin kanıma
Çay içinde kalmışam
Çağırdım sesime gel
Acı sözden doymuşam
Ölmişem yasıma gel
Git yara selam söyle
Sağlığımda gelmedin
Minnetten kurtulmuşam
Helal mirasıma gel
Çay içinde çamhana
Ciğarami yandırdım
İçinde güllaphana
Pencereye kondurdum
Dökme güllap suyunu
Sen ki beni sevmezdin
Nazlım gele yıkana
Niçin beni kandırdın
Çay içinde nargile
Çayı hopladın geçtin
Doldur ver güle güle
Etek topladın geçtin
Ona canım sıkıldı
Ben oraya gelmezdim
Kalkım gidim yargile
Yâri yokladım geçtim
275
276
Çayın öte yüzünde
Çek atımın başını
Ceylan oynar düzünde
Yükliyem kumaşını
Ben yarımı tanırım
Gidersem tez gelirim
Çifte ben var yüzünde
Tökme gözün yaşını
Dağ başına çevrildi
Dağlara lâle düştü
Kül yüzüne serpildi
Güle velvele düştü
Ellerin yari geldi
Yazığım ona geli
Benim boynum büküldü
Elden ele düştü
Dağlarda sürü koyun
Dağda ektim ekini
Tutun kafese koyun
Uçurdum eldekini
Yarım benden ayrıldı
Soran benzimi sorar
Adımı deli koyun
Sormaz gönlümdekini
Dağlar dağladı beni
Dama çıkmış el eder
Gören ağladı beni
Küpesi gel gel eder
Ben feleğe neyledim
Senin o kaşın gözün
Çapraz bağladı beni
Beni derbeder eder
Dervişem dağ gezerim
Dut ağacı boyunca
Bülbülem bağ gezerim
Dut yemedim doyunca
Seksen yerde yaram var
Ağzım dilim tutuldu
El bilir sağ gezerim
Konuşmadım doyunca
Dağlarda olur aluç
Dağlarda olur keklik
Su içtim avuç avuç
Kızlar giyer eteklik
Dün gece anasından
Sen beni sevmiyorsan
Yedim tersine papuç
Ben de vermem metelik
Defimi çala çala
Daşın altında ırmak
Çıktım bir ince dala
Dökülür parmak parmak
Korkaram düşüm ölüm
Her yiğidin kârımı
Yârimi eller ala
Kazanıp ta kız almak
Dağda geçirdim yazı
Değirmen üstü çiçek
Kaybettim kırık sazı
Orak getirin biçek
Ben senin hayranınam
Var yara selâm söyle
Etme artık bu nazı
Gelsin beraber içek
Dağlar siz ne dağlarsız
Derdim çok anlatamam
Kardan kemer bağlarsız
Alan yoktur satamam
Gül sizde lale sizde
Yardan küsüp ayrıldığ
Derdiz nedir ağlarsız
Canına can katamam
Dağlar dağladı beni
Değirmenin bendine
Gören ağladı beni
Döner kendi kendine
Neyledi zalim felek
Hakikatlı yar olsa
Derde bağladı beni
Gelir kendi kendine
Dağı duman olanın
Dicle etrafı bostan
Hali yaman olanın
Bir ziyan gelmez dosttan
Gece uykusu gelmez
Aklım başımdan gider
Yâri yaman olanın
Yâri düşündüğüm an
Dicle içinde kaya
Dicle gibi akh güzel
Eğildim baktım suya
Gül menekşe takh güzel
Cahil ömrüm çürüdü
Ben sokaktan geçerken
Günleri saya saya
Pencereden bakh güzel
Dicle ötesi bağlar
Dicle gibi akhamam
Bu dert kalbimi dağlar
Her çiçeği takhamam
Bu hasrete dayanmaz
Babam görse öldürür
Ne yiğitler ne sağlar
Pencereden bakhamam
Dicle’nin içinde ben
Dicle suyu bulanık
Gördüm seni geçerken
Yüzüme bakma alık
Söyle vefasız kadın
Beni aldatacaksan
Ne aldattın beni sen
Sana koymiya khalık
277
278
Dicle yanında diken
Diyarbekir dört yoldur
Yaktın konca gül iken
Suyu güzel ve boldur
Tanrım sana koymiya
Senden ricam bize gel
Üç günlük gelin iken
Ben içeyim sen doldur
Dicle suyu taşıyor
Diyarbekir şehrini
Dere tepe aşıyor
Sevdim bütün yerini
Yarap çok şükür sana
Bildim bana mal olmaz
Yar bana kavuşuyor
Boşuna çetim kahrıni
Diyarbekir dört kapı
Diyarbekir dört köşe
Get bakh o yar ne yapi
İçinde bellor (billur) şüşe
Beni gördüğü zaman
Allah saburlar versin
Başka sokağa sapi
Yarından ayrılmişe
Diyarbekir elini
Düşümde yari gördüm
Saram ince belini
Göynümün vari gördüm
Küstünse gel barışağ
Keşke görmez olaydım
Naz etme ver elini
Benzini sari gördüm
Diyarbekir diyarım
Doldur ver içem bade
Hülyamı koma yarım
Sırrımı vermem yâde
Bilmem nettim darıldın
Gönül perizat olsa
Gel de barışağ yarım
Yârimi vermem yâde
Ekme bitmeyen yere
Elmastır alay değil
Sarf et itmeyen yere
Gümüştür kalay değil
Ayaklar nece gitsin
Kınamayın ahbaplar
Gönül gitmeyen yere
Sevdadır kolay değil
Ekin ektim gül bitti
Elim altun tas tutar
Dağlarda bülbül ötti
Altun neden pas tutar
Ötme bülbülüm ötme
Yüzde güler oynaram
O yar elimden gitti
Kalbim gizli yas tutar
Elmas yüzük yan olur
Entarisi pembeden
Görenler hayran olur
Ne tez usandın benden
A kız senin aşkından
Bir gün yalnız görürsem
Kavga değil kan olur
Hayfım alırım senden
Elmas yüzük toz olur
Entarini satayım
Yere düşer söz olur
Canına can katayım
Güzel yarin koynunda
Sen gurbete gidince
Niye sabah tez olur
Yalnız nasıl yatayım
Entarisi mavuştur
Evleri yol üstidir
Çek yakanı kavuştur
Kemeri bel üstidir
Aramızda engel var
Her gün gel burdan savuş
Gözün benden savuştur
Ko desinler dostidir
Entarisi al gibi
Evin öği takhta cağ
Ne bakarsın el gibi
Etrafi gül yani bağ
Ben de sahan güvendim
Yâr seni nerde görüm
Kazanılmış mal gibi
Khortlak bibin henem sağ
Entarisi dar mıdır
Elinde sedef çaki
Senden güzel var mıdır
Gözleri bahan bakhi
Eğer var ise söyle
Mevlâ’m oni bahan ver
Sevilecek yâr mıdır
Neyleyim evi barkhi
Entarisi pembeden
Evi sari boyali
Leke etmiş geymeden
İçi bülbül yuvali
Yaktın yandırdın beni
Böle ataş görmedim
On beşine girmeden
Ben anamdan doğali
Entarisi al basma
Evine tahta çakhtım
Alıp duvara asma
Çakhtım damına bakhtım
Sen benimsin ben senin
Yârim geliyor diye
Her söze kulak asma
Çifte fanoslar yakhtım
279
Evleri öte başta
Fırın üstünde kürek
Konduram kaldı taşta
Ne yanarsın ey yürek
Bıraktı da gidiyor
Her derde katlanırsın
Akıl kalmadı başta
Buna da katlan yürek
Esmer bu gün bizdedir
Evleri toralıdır
Altun kemer dizdedir
Sevdiğim buralıdır
Cilvesi beni yaktı
Geçme kapım önünden
Dili âlem aldatır
Yüreğim yaralıdır
Ey benim bakhtiyarim
El attım dalda kaldı
Gönlümün tahti yârim
Sevdiğim yolda kaldı
Yüzünde göz izi var
İki gözüm yol oldu
Kim sana bakhti âarim
Gözlerim yolda kaldı
280
Esmerler beyaz olur
Elmasta koku olmaz
Gül açılır yaz olur
Aşıkta uyku olmaz
Bu yarıma gül demem
Alacaksan al beni
Gülün ömrü az olur
Bu kadar korku olmaz
Esmer bağlamış oya
Esmer bu gün ağlamış
Bezenmiş gider toya
Ciğerimi dağlamış
Esmer hayranın olum
Kâra kaşın üstüne
Ne geyse uyar boya
Siyah puşi bağlamış
Evleri musandara
Esmer bu gün toydadır
Mektup gönderdim yara
Kesimi ne boydadır
Haberin hiç olmadı mı
Ne kadar esmer varsa
Allah canımı ala
Hepsi bizim soydadır
Evi bedenin üstü
Esmerim biçim biçim
Mendilim suya düştü
Ölürem senin için
Eğildim kaldırmaya
Âlem bana düşmandır
Yarım fikrime düştü
Seni sevdiğim için
Evleri şimalıdır
Ekin ektim çöllere
Ne başi belalıdır
Biçtirmedim ellere
Öyle bir yara düştüm
On beşinde yar sevdim
Ne bakhtım karalıdır
Ondan düştüm dillere
Geceler yarım oldu
Giden beni yandırır
Ağlamak kârım oldu
Söz verir inandırır
Benim o sonsuz yarım
İçerden aşk ateşi
Gittikçe zalim oldu
Dışardan el yandırır
Gül ektim gül bitti mi
Gidersen beni apar
Yara haber gitti mi
Yoksa kıyamet kopar
Yar üstüne yar sevmiş
Ardın sıra gözyaşı
Başı göğe yetti mi
Arkan sıra sel kopar
Gel beni bir hal eyle
Gökte yıldız yüz altmış
Müşkülümü lal eyle
Gönlüm uykuya yatmış
İşte ben gidiyorum
Uyku değil meramı
Emeğin helal eyle
Sevda onu bunaltmış
Gidersin bize uğra
Gölgelerde yatıldım
Kebabı köze doğra
Ben sıcaktan bayıldım
Benden gayri yar sevsen
Vazgeçin benden dostlar
Dermansız derde uğra
Sevgilimden ayrıldım
Gül kopardım daş ile
Güzelim uyan da gel
Gözüm doldi yaş ile
Güllere boyan da gel
Nerelere gideyim
Anan izin vermezse
Bu sevdalı baş ile
Allah’a dayan da gel
Gökte yıldız kırk elli
Gönül senindir yârim
Elâ gözden yaş geli
Beni sevindir yârim
Kör oldum gönül verdim
Hasretli gözlerimin
Elinden oldum deli
Yaşini sildir yarim
281
282
Hayva attım nar geldi
Hayva yere mıhladım
İpek kömlek dar geldi
Gittim geldim kohladım
Kapiya kölge basti
Yârimin sözlerini
Öyle sandım yar geldi
Can evimde sahladım
Hayva attım nar geldi
İkindi oldi gene
Melez gömlek dar geldi
Karanlık doldi gene
Kapiya gölge basti
Senden ayrıldığımdan
Öyle sandım yar geldi
Hayatım soldi gene
Irmak susuz olur mi
İğneyi urdum çizdi
Dibi kumsuz olur mi
Gece düşmenler azdi
Hele bir kez düşünün
Tanimidim bilmidim
Yiğit yarsız olur mi
Mevla’m alnıma yazdi
Isırğanın dallari
İncim yok ki sereyim
Serpim sari ballari
Sana haber vereyim
Gece gündüz yalvardım
Gel seni alam kaçam
Çıkarmadi şalvari
Her şeye göğüs gereyim
İnci mercan yeleğim
İnce geyme üşürsen
Ahu gözlü meleğim
Güzellere meşhursen
Bir de yüzün göreyim
Köti huyun var ise
Budur haktan dileğim
Herkesle öpüşürsen
İnci serdim güneşe
İpliği biçtim ince
Bakan gözler kamaşe
Duydum düştüm sevince
Sen bir deste gül isen
Sahan bir ricam vardır
Ben bir deste menekşe
Bize gelsen bir gece
İğnenin sapi kara
İndiler çaya bunlar
Bize gel ara sıra
Benzi di aya bunlar
Sevdiğim aldattın beni
Benim bu süd göynüme
Ele oldum maskara
Vurdilar maya bunlar
İğnenin sapi kırık
İki güzel kuşun var
Gezerem boynu buruk
Ne de hoş duruşun var
Hak kimseye vermiye
Nettim sahan darıldın
Böle aci ayrılık
Söyle ey sevdiğim yâr
Kahve piştiği yerde
Karanfilem kararım yokh
Pişip taştığı yerde
Zencefilem zararın yokh
Güzel çirkin aranmaz
Ben seni çoktan sevmişem
Gönül düştüğü yerde Senin benden khaberin yokh
Kalenin bedenleri
Karanfil eken bilir
Çevirin gidenleri
Bu aşkı çeken bilir
Acep nere koyilar
İkimizin gönlünü
Sevdadan ölenleri
Ancak yaradan bilir
Kaleden attın beni
Karanfil açtı gene
Kumlara kattın beni
Kokusun saçtı gene
Ağam bezirgan olmiş Beni görünce o yar
Götürün satın beni Kapudan kaçtı gene
Kaleden inerem ben
Karanfil benek olur
Çağırsan dönerem ben
Aşka düşen denk olur
Derdinden çöpe döndüm
Bir gün başan gelirse
Dokunsan yanaram ben
Görürsen ne renk olur
Karanfil eker misin
Karpuz getir dileyim
Bal mısın şeker misin
Aç yorgani gireyim
Senin bana yaptığın
Oyan oyan sar beni
Sen olsan çeker misin
Yar olduğun bileyim
Karanfil oyum oyum
Karpuzlar yenmez oldi
Güle benzettim boyun
Sicaktan her yer soldi
Yağmur yağar yer doymaz
Bir yar sevdim o dahi
Ben senden nasıl doyum
Bir gidip gelmez oldi
283
Karpuzun al dilimi
Karşida karaçılar
Nettin benim gülümü
Oturmuş fal açilar
Gülümü koklayanlar
Dediler yarin geli
Göze alsın ölümi
Hani ya yalancilar
Karşidan iki kardaş
Karşımda gezen oğlan
Geliyor yavaş yavaş
Yüreğim ezen oğlan
Böyügü benim olsun
Sevdim sevmedin beni
Küçüğü sana yoldaş
Başkayla gezen oğlan
284
Karşidan bakma güzel
Kapımızdan geçersin
Kalbimde çakma güzel
Gözlerini süzersin
Ya beni sev kucakla
Benim güzel sevgilim
Ya böle bakma güzel
Beni niçin üzersin
Karşida Kürd evleri
Kağız yazdım bilesen
Kürd değil bek evleri
Okuyasan gülesen
Oturmiş koyin sağar
Kağız elen degende
Terlemiş memeleri
Durmiyasan gelesen
Karşida oturanlar
Kağız yazdırdım size
Az derdim artıranlar
Sizde yazdırın bize
Başına çelenk taksın
Allah kısmet ederse
Bu dertten kurtulanlar
Otururuz diz dize
Karşidan yar geliyor
Kâkül başta tığlanır
Fistani dar geliyor
Aşk içerde buğlanır
Ben sevdim eller aldi
El sözü gelir geçer
O bana ar geliyor
Yar sözü sandıklanır
Kebabı köz öldürür
Köşkün önünde çeper
Sürmeyi göz öldürür
Bu yol evine gider
Yiğidi kılıç kesmez
Gel gidağ boşa beni
Bir acı söz öldürür
Sevmiyor isen eğer
Kekliğim öter gelir
Köşkünün ögi çayır
Boynunu büker gelir
Gülü dikenden ayır
İki gönül bir olsa
Senin aşkan düşeli
Dağları söker gelir
Yaniyam cayır cayır
Kış gider bahar gelir
Köşeden bakhan güzel
Dünya bana dar gelir Kalbimi yakhan güzel
Kırma gönül dalını
Başkasiyle sevişip
Belki görür yar gelir
Beni birakhan güzel
Kayalıkta bir kuş var
Karanfilem kufa ile
Kanadında gümüş var
Bir yar sevdim cefa ile
Anom getti gelmedi
Baş koyum yar dizine
Helbet bunda bir iş var
Can vereyim sefa ile
Köşkün köşküme karşi
Kala kapısı maya
Atma köşküme taşi
Eğildim baktım aya
Sevip sevip ayrılmak
Cahil ömrüm çürüttüm
Ne çetindir ataşi
Günleri saya, saya
Köşkün önünde çınar
Kaleden inerim ben
Dalına bülbül konar
Çağırsan dönerim ben
Geç buldum tez itirdim
Derdinden kibrit oldum
Yüreğim ona yanar
Dokunsan yanarım ben
Kaşların karasına
Kimsesiz kimse olmaz
Har düşmüş arasına
Var kimsenin kimsesi
Seni merhem demişler
Yetiş imdadına ey
Yüreğim yarasına
Kimsesizler kimsesi
Kaş kara kirpik oklar
Kekliğim öter gelir
Derdinden öldü çoklar
Boynunu büker gelir
Dünya güzel kesilse
İki gönül bir olsa
Gönül sevdiğin yoklar
Dağları söker gelir
285
286
Karpuz kestim yiyeyim
Kahve fincan gezdirir
Halim nedir diyeyim
Lale mercan gezdirir
Vuslat gününde sana
Aklım fikrim sendedir
Gözün aydın diyeyim
Beni bir can gezdirir
Kaşın kara mil gibi
Kaşların kalem çarkı
Yüzün taze gül gibi
Gözlerin mısır çarkı
Ardın sıra gelirim
Seni bana verseler
Satın alma kul gibi
Neylerim evi barkı
Kahve pişmiş taşmaz mı
Kayadan kum döküldü
Karşidan yol şaşmaz mı
Keten gömleğim söküldü
Ağla gözlerim ağla
Kurban olam o memeye
Ağlayan kavuşmaz mı
Kırmızı güller döküldü
Kaşlarının kalemi
Lengeri de düz olam
Bütün yaktın alemi
Büyük evde kız olam
Sen ki doktor değildin
Yârim gelip geçende
Niye açtın yarami
Evde yalanız olam
Mektup yazdım dört köşe
Minare taşsız olmaz
İçine nişan düşe
Böyle ince kaş olmaz
Mektup elen değende
Böyle ince kaş olsa
Sevgimiz fikren düşe
Kainatta boş kalmaz
Mavi zubun asılı
Merdivenim kırk ayak
Koltukları kasılı
Kırkına bastım ayak
Ben o yara ne dedim
Deseler yarin geli
O yar benden küsülü
Koşarım yalın ayak
Mendilim turalıdır
Malım var melalım var
Sevdiğim buralıdır
Derdime dermanım var
Geçme kapım önünden
Ne gece uykum gelir
Yüreğim yaralıdır
Ne gündüz kararım var
Mendilim yele yele
Maniciyam manici
Düşmüşem gurbet ele
Gerdan altında inci
On beş yıl can çürüttüm
Eğer baban verirse
Gözlerim sile sile
Alıciyam alıci
Menekşe destesiyim
Mani maniyi açar
O yârin sersemiyim
Mani bilmeyen kaçar
Yârim buradan gideli
Gel sahan mani deyim
Nere sağım ne hastayım
Gurbette gönlüm açar
Mercimek kilelendi
Mani bilmem ne deyim
Ölçüldü silelendi
Hangi yola gideyim
Sen bu elden gideli
Ağam bahan darılmış
Yüzüme kül elendi
Ben ağama ne deyim
Mavi kofi başında
Mendilim benek benek
Yesir oldum karşında
Etrafi çarhi felek
Sahan gönül verenin
Yazı beraber ettik
Akıl yoktur başında Kışı komadı felek
Mektup yazdım kış idi
Minarenin âlemi
Kalemim gümüş idi
Kaşlar kudret kalemi
Daha çok yazacaktım
Sahan dedim güzel ol
Parmaklarım üşüdi
Demedim yakh âlemi
Mektup yazdım sonbahar
Mendilimde kara var
Acep orada ne var
Yüreğimde yara var
Gece yalnızlık beni
Ne öliyem kurtulam
Gündüz hasretin yakar
Ne derdime çare var
Mendilim sende kalsın
Ne bakarsın pacadan
Katla koynunda kalsın
Haber var mı amcadan
Ben murat almamışam
Ne korkarsın a güzel
Mendilim murat alsın
Aslan gibi kocadan
287
288
Ocakta duman olur
Parmağım beştir benim
Gün olur zaman olur
Yaşım on beştir benim
Diyarbekir karpuzu
Can verdim emek verdim
Her yerden yaman olur
Emeğim heçtir benim
Ocak başında kaldım
Penceresi şişeli
Gene hülyaya daldım
Odaları döşeli
Haçan kapı çalınsa
Elim işe varmıyor
Yâri geliyor sandım
Yâr fikrime düşeli
Ocak başı karınca
Pencereden bakhıyor
Elim girdi pirince
Eli çorap dokiyor
Khüda bahan bir yâr ver
Şu kızın güzelliği
Kalbimin uyarınca
Beni candan yakıyor
Ocak başında minder
Pınarın taşına bakh
Yüzüni bahan dönder
Gözümün yaşına bakh
Heg yüzin döndermisen
Kimi sevsen yar olmaz
Bari bir selam gönder
Talihsiz başıma bakh
Odamın camı kırık
Portakal leymun topla
Gezerem boyni buruk
Gül destesi ayıkla
Yarab kimseye verme
Sen benim olacaksın
Böyle aci ayrılık
Gece gündüz sayıkla
O güller ah o güller
Pembe gülün daliyam
Bülbüller düğün eyler
Altındaki hariyam
Aşık maşukun görse
Çayır çimen üstünde
Düğünü o gün eyler
Bir ufacık ariyam
Ohtalandi, ohtalandi
Pınarbaşı beklerim
Ok değil yaram oktalandı
Vah benim emeklerim
Yetiş kabrim üstüne
Eş dost, yar yar diyende
Örtüldü tahtalandi
Sızıldar kemiklerim
Parmağımda hatem var
Pacalardan kuş uçti
Atma beni tutan var
Mendilim suya düşti
Kırk arşın yer dibinde
Ağlama yar ağlama
Aşk yüzünden yatan var
Ayrılık bize düşti
Pacalari tül perde
Rihanım ekilidir
Uci sürtünsün yerde
Odam dört sekilidir
Azalarım titriyor
İki gönül bir olsa
Yâri gördüğüm yerde
Kim kimin vekilidir
Rihan ektim bitti mi
Rihan kokladın yeter
Yara haber gitti mi
Aşkın beni mest eder
Eşittim yar evlenmiş
Bir gececik yatarsam
Başı göğe yetti mi
Dünya malına değer
Sararmişam solmişam
Seher sabahtır gülüm
Sor ki neden olmişam
Gamzen kadehtir gülüm
Vefasız bir yâr için
Bülbüller figan eyler
Bin derd ile dolmişam
Uyan sabahtır gülüm
Sari sandalım sari
Semaver taşa geldi
Dağlara saldım yari
Kaynayıp coşa geldi
Dağlar köleniz olum
Şu benim deli gönlüm
İlime salın yari
Gittikçe coşa geldi
Sarı lale sararım
Su gelir akar gider
Yar itirdim ararım
Bağrımı yakar gider
Sanma ki unutmişam
Yıkılsın böyle bağlar
Her gelenden sorarım
Her gelen ağlar gider
Sandık üstünde sandık
Su olup taşabilsem
Baştan aşağı yandık
Dağları aşabilsem
Kör olduk gönül verdik
Ne kadar sevinirdim
Yâri vefalı sandık
Sana kavuşabilsem
289
290
Su daştan daşa değer
Şu dağliyam, dağliyam
Kirpikler kaşa değer
Yâr yitirdim ağliyam
Gam çekme deli gönül
Derdim çokh dermanım yok
Bir gün baş başa değer
Her yanımdan dağliyam
Sütüne su kat da gel
Şu dağın başındayım
Get çarşida sat da gel
On iki yaşındayım
İçeriye aldığın
On iki yaştan beri
Get odandan at da gel
Yâr senin peşindeyim
Şeftali çiçeklendi
Şu dağın ardı ekin
Bal verdi böceklendi
Aldırdın elimdekin
Ağla gözlerim ağa
Her gören benzim sori
Ayrılık gerçeklendi
Bilmezler kalbimdekin
Şehrin dört yani beden
Şu dağın yazısına
Söyle sevgilim neden
Kuş konmuş mazısına
Mademki sevmiyordun
Ne deyip ağliyayım
Ne aldattın beni sen
Anlımın yazısına
Severim ahım seni
Şu dağlar bizim olsa
Zülfü siyahım seni
Meyvesi üzüm olsa
Zannetme sana kalır
Yar yatmiş uykhudadı
Kül eder ahım seni
Yastığı yüzüm olsa
Su gelir buldur buldur
Şu dağın yoluna bakh
Mendilim doli güldür
Çiçeğin moruna bakh
Havada uçan kuşlar
Üzülme deli gönül
Halım yarıma bildir
Sen işin sonuna bakh
Şu dağlar kıştan ağlar
Şu gidene eş olam
Kebaplar şişten ağlar
Entarine peş olam
Belini kemer sıkmiş
Ciğaranın üstüne
Al yanağ dişten ağlar
Bir kırtik ateş olam
Şu dağ gevenim olsa
Şu dağdan inenleri
Geven dövenin olsa
Çevirin gidenleri
Allah’ım ne oli di
Kıyma kıyma çekseler
Seven sevenin olsa
Sevip terk edenleri
Şu dağlar morardi gel
Şu karşıda ak dağlar
Gül benzim sarardi gel
Gölgesi sulak dağlar
Akşam oldi gün batti
Yâr aklıma gelince
Samanlık karardı gel
Yakın oli uzaklar
Tane tane üzümsün
Tepebaşı beklerim
Benim iki gözümsün
Vay benim emeklerim
Sanma ki unutmuşam
Yâr aklıma gelende
Gece gündüz sözümsün
Sızlıyor kemiklerim
Tüfeğim doli saçma
Tepside üzüme bakh
Sevgilim benden kaçma
Ağlarım gözüme bakh
Yedi yerde yaram var
Eller ne derse desin
Bir yara sen de açma
Sen benim sözüme bakh
Tabağa koydum bir nar
Tuzu serdim kiliseye
Altın bıçakla soyar
Kâkül düşmüş enseye
ikimiz bir çift keklük
Vallahi meyil vermem
Ayırmağa kim kıyar
Senden gayri kimseye
Tabağa koydum kaymağ
Tüfengim doli saçma
Yiyelim parmağ parmağ
Sevgilim benden kaçma
Vali beg emir vermiş
Yedi yerde yaram var
Çarşaflı gezmek yasağ
Bir yara da sen açma
Tabakasi karadan
Tüfek içi saçmalı
Ne bakhisan aradan
Kılıfını açmalı
Yusuf Züleyha gibi
Eğer baban vermezse
Kavuştursun yaradan
Seni alıp kaçmalı
291
292
Taş üstüne taş koydum
Tereke fincan koydum
Bir yastığa baş koydum
İçine mercan koydum
Yârım gelecek diye
Benim yârim geliyor
Sağ yanımı boş koydum
Yoluna bir can koydum
Tarlasi kara yanık
Tel ağacı men değilem
Yar uyur ben uyanık
El vurmazdan men eğilem
Benim gibi var mıdir
Aç girem hoş koynuna
Küçükten bağri yanık
Can alıcı men değilem
Ufacık kuş üzümü
Uzaklarda sarmaşığ
Görsem yârın yüzünü
Ben yâra oldum aşığ
Omuz omuza versem
Aşıklık ne zor imiş
Öpsem elâ gözünü
Elimden düştü kaşığ
Ufacıktır örgüsi
Urfa Mardin’e bakar
Yürektedir sevgisi
Kayadan sular akar
Aradım bulamadım
Yeni gelmiş bayanlar
O da Allah vergisi
Ne güzeldir can yakar
Ufacık sinesine
Uykum geldi esmerim
Bayıldım cilvesine
Yâr sinemde beslerim
Ben yârime kavuştum
Yedi türlü meyveyi
Darısı cümlesine
Bir manide isterim
Ufacık payam içi
Üzümü dağlardan al
Yârimin siyah saçi
Gözyaşın çağlardan al
Yâr derdinden öliyem
İşte ben gidiyorum
Nedir bunun ilâci
Haberim bağlardan al
Uzun kavak uzun dar
Uzundur parmakların
Dallarında üzüm var
Sedeftir tırnakların
Evde yârın dururken
Aklımı baştan almış
Niçin elde gözün var
Hoş kırmızı yanakların
Yandı canım yandı canım
Yazık oldu bu damlar
Tutuştu yandı canım
Bu saraylar bu damlar
Desem el beni kınar
Gözyaşım pınar olmuş
Demesem yandı canım
Ben neyleyim o damlar
Yaralarım göz gözdir
Yağmur yağar yerlere
İçerim doli sözdir
Birikir su göllere
Dilim deyi gel vazgeç
Allah nasip etmesin
Gönlüm der bu ne sözdir
Kaynanalı evlere
Yağmurda aştı geldi
Yâri gönderdim yola
Dereler taştı geldi
Gözlerim dola dola
Ayrılığ çetin oldu
Mevla’m bir bulut gönder
Kışladan kaçtı geldi
Yârıma gölge ola
Yaralarım göz gözdür
Yarımın ocağında
Hekim gel elin gezdir
Mum yanar bucağında
Dilim der gel vazgeçmişem
Allah canımı alsın
Kalbim der bu ne sözdür
Yârimin kucağında
Yârım yâr ise gelsin
Yazıya yaban derler
Dağlar kar ise gelsin
Ökçeye taban derler
Bana yâr mı bulunmaz
Kız nene güvenirsin
Aklı var ise gelsin
Kocana çoban derler
Yan pencerem yan verir
Yel durdu gene esti
Elmas küpem şan verir
Yârım mektubun kesti
Beni gören yiğitler
On gündür heç khaber yokh
Ayaküstü can verir
Kara yel gene esti
Yanındaki nar mıdır
Yemenim turalıdır
Koynundaki yâr mıdır
Sevdiğim buralıdır
Doğru söyle sevdiğim
Geçme kapım önünden
Başka dostun var mıdır
Yüreğim yaralıdır
293
294
Yaseminin kurusu
Yemenimin biçimi
Anasının kuzusu
Kızlar takın incimi
Can ile gönül verdim
Kaç gecedir nerdesin
Ayrılamam doğrusu
Koynumun güvercini
Yaylaların yoğurdu
Yemenimi yel aldı
Seni kimler doğurdu
Dört yanımı sel aldı
Seni doğuran ana
Gözüm bakıp dururken
Bal ile mi yoğurdu
Nazlı yârı el aldı
Yayladan gel yayladan
Yemenimin uçları
Yollar çamur olmadan
Çıkamam yokuşları
Eğil eğil öpeyim
Beni baştan çıkaran
Gül yanağın solmadan
Yedi dağın kuşları
Yazı yazdım yaz idi
Yemenim allı idi
Kalemim kiraz idi
Ortası dallı idi
Daha çok yazacaktım
Senin yar olmadığın
Mürekkebim az idi
Evvelden belli idi
Yazı yazdım kış idi
Yeleği basma yarım
Kalemim kamış idi
Kendisi yosma yarım
Daha çok yazacaktım
Eller bizi ayırdı
Barmaklarım üşidi
Selamı kesme yarım
Yemenimin yeşili
Yılan çıkhtı kamışa
Bulamadım eşimi
Su ne yapi yanmışa
Al mendili belimden
Allah sabırlar versin
Sil gözümün yaşini
Yarından ayrılmışa
Yeşil ipek bükeyim
Yoğurt koydum ye de git
Derdim kime dökeyim
Kolay gelsin de de git
Yardan gelen mektubu
A benim nazlı yarım
Kefenime dikeyim
Kalbindekin de de git
Yeşil ipek yüz direm
Yoldan giden develer
Gözlerini süzdiren
Çalı çırpı geveler
Senin sevdan değil mi
Bir çift kekliğe benzer
Beni böyle gezdiren
Koynundaki memeler
Yeşil sandığ açaram
Yol kenarı serindir
Gömlekleri biçerem
Vurma çaya derindir
Beş yüz güzel içinde
Karşıda güzeller var
Ben yârımı seçerem
En güzeli benimdir
Yıldıza bakh aya bakh
Yol üstünde haliyam
Dışarı çıkh çaya bakh
Halinin halhaliyam
Güzeller tabur olmuş
Oğlan bana sataşma
Bize düşen paya bakh
Ben bir yiğit maliyam
Yolda yeşil ot bitmiş
Yüreğimde yara var
Felek bana ne etmiş
Mendilimde kara var
Kumrular doğru deyin
Gettim tabib yanına
Beni nasıl unutmiş
Dedi var get yara var
Yumurtanın sarısi
Yük dibinde unum var
Tere düştü yarısi
Allah’tan umudum var
Benim sevdiğim güzel
Seni bana vereseler
Olmuş zabit karısi
Camilere mumum var
Yumurtayı pişirdim
Yüzük yüzük yüz olsun
İçine yağ düşürdüm
Yüzük koyan kız olsun
Dün yâra rastlayınca
Yüzük koyan kızların
Yapacağım şaşırdım
Gecesi gündüz olsun
Yüksek yüksek pencereler
Yine aldı gam beni
Gönlüm seni heceler
Öldürem mi ben beni
Aklına hiç gelmez mi
Gam için mi yarattın
Konuştuğumuz geceler
Yaradanım sen beni
295
Yüzük nerdeymiş neymiş
Kaderim böyle imiş
Yârdan bir şey istedim
Bana dedi görmemiş
Zeytunun irisine
Daş vurdum birisine
Ben bu canı besliyem
Keleşin birisine
Zeytun yaprağın dökmez
Sevgin gönlümden gitmez
İki gözüm seni gördi
Başkasından haz etmez
Zülfün uçu bağlıdır
Gönlüm yarla dağlıdır
Gönül sevdiği güzel
Benimki de dağlıdır
Zindan cihan gözüme
Ah inanmi sözüme
Öldüğüme yanmazdım
Bir baksaydı yüzüme
Zülfün uci darama
Her gün beni arama
Zülfünden bir tel versen
Merhem olur yarama
Zübuni kara yârım
Saçını tara yârım
Beni evde bulmazsan
Tarlada ara yârım
Zülfünü yana bırak
Ucunu tara bırak
Ataşin beni yakti
Dolan bir halime bak
Zübuni nar filizi
Kim bilir kalbimizi
Esti bir hafif ruzgar
Ayırdı ikimizi
Zülfünü dara yârim
Bağrımda yara yârim
Ben buradan gidiyem
Gel beni ara yârim
DİYARBAKIR HOYRATLARI
Aci maya
Bağda dara,
Kör olasi zâlim yâr
Zülfünü bağda dara
Yedirdi aci maya
Nazlımı bir gül için
Avuç avuç kan kustum
Çektiler bağda dara
Başladi acımaya
Aç beni
Ben de yetim
Derdim çokhtır aç beni
Sen öksüz ben de yetim
296
Anan bizi görende
Binmişsen aşk atına
Ört göğsünü aç beni
Yavaş get ben de yetim
Almadan
Ben denize
Kokun alım almadan
Rahm eyle bendenize
Bir de yüzün göreyim
Bir karaya çıkmadım
Tanri ruhum almadan
Düşeli ben denize
Alma yani
Ben güzel
Kızarmış alma yani
Yârım güzel ben güzel
Ben gönlümü vermişem
Görenler böle deyi
Kör olsun almayani
Yanağdaki ben güzel
Araya
Ben de yanam
Yâr bahan darılırsa
Aç sinen ben dayanam
Kimse girmez araya
Aşkın yaktı kalbimi
Benim gibi âkiti
Buna nasıl dayanam
Omum yakıp araya
Kerem bu dertle yandi
Korkhiyam ben de yanam
Bağda duvar
Beni senden
Ahtliyam gül koklamam
Su akar ben ü senden
Üstünde bağ adı var
Allah ona koymiya
Bağbanci kavi olsa
Ayırdı beni senden
Ne lazım bağa duvar
Bir taneler
Bunca derdi
Oturmuş nar taneler
Çekemem bunca derdi
Ölürse çoklar ölsün
Ya ben nece dayanım
Ölmesin bir taneler
Bu cana bunca derdi
Bir de ben
Bülbül öter
Herkesle sevişisen
Gül açar bülbül öter
Geleyim mi birde ben
O bir ay dili laldır
Güzellik şurda dursun
Gülende bülbül öter
Al yanakhta bir de ben
297
298
Böyle bağlar
Çimen yerde
Yar başın böyle bağlar
Su akar çimen yerde
Gül açmaz bülbül ötmez
Yâre peştimal olam
Yıkılsın böyle bağlar Soyunup çimen yerde
Bu khandan
Dağ yılani
Kervan işler bu khandan
Mor olur dağ yılani
Kes zülfün mezat eyle
Ben zülfün çobaniyam
Kurtar beni bu khandan
Toplarım dağılani
Bu khandan
Dağıdır
Kervan çıkhtı bu khandan
Ötme bülbül yar dağıdır
Kes zülfün mezat eyle
Bu gönlümün gamını
Kurtar beni bu khandan
Ancak o yar dağıdır
Dağa vurdum
Dağ damarıI
Yolda aradım durdum
Eridir dağ damarı
Bir türlü bulamadım
Aslı ham olanın
Yolumu dağa vurdum
Çürükdür sağ damarı
Daldalanım
Diken güle
Dalım yok daldalanım
Sarılmış diken güle
Felek gözün kör olsun
Âlem gözünü dikmiş
Komadın daldalanım
Sevdiğim diken güle
Derdi bile
Dertliyem
Mihneti derdi bile
Dertliyem yaralıyam
Korhiyam düşüm ölüm
Başımda gam askeri
Götürüm derdi bile
Sanarsın beratlıyam
Derde kerem
Eski yaram
Derdim çok derd ekerem
Sızıldar eski yaram
Çitim polat yerim khan
Sanma ki vazgeçmişem
Sürdükçe derd ekerem
Gene ben eski yaram
Dertli koyun
Eski yara
Toy kasabın elinden
Sağalmaz eski yara
Ne çeker dertli koyun
Yeni yâr daha güzel
Ben bu dertten ölürsem
Get söyle eski yâra
Adımı dertli koyun
Dola yâr
El divana
Sana fındık yedirdim
Takılmış el divana
Memelerin dola yâr
Gönül bir perizattır
Zülfünü kemend eyle
Dönmez her gün divana
Tak boynuma dola yâr
Gülmenem
Gül senindir
Bülbül benem gülmenem
Bağ senin gül senindir
Gönlü şad olan gülsün
Kendin gül adın çiçek
Ben dertliyem gülmenem
Korkma gönül senindir
Gül eser
Gül yerin
Ruzgar eser gül eser
Çiçek yerin gül yerin
Bağbancı hayranınam
Yüz bin çiçek toplansa
Yâr yatağın güle ser
Gene tutmaz gül yerin
Gülerken
Gülde ben
Bilmem ki yaz mı gelmiş
Gölgede sen günde ben
Niye açmış gül erken
Sen otur dal başına
Aklım başımdan gider
Ko yanayın günde ben
Gül memenden
Güven gez
Gül kokar gül memenden
Bahçalarda güven gez
Can evi viran olur
Ne gençliğen mağrur ol
Kaş çatıp gül memenden
Ne ününe güven gez
Gül demedi
Gül demedi
Elinde gül demedi
Bülbül menem gül menem
Ya ben nasıl güleyim
Göynü şat olan gülsün
Yâr bana gül demedi
Ben dertliyem gülmenem
299
300
Gül nakili
Kara gözler
Elimde gül nakili
Karadır kara gözler
Yar beni kabul etse
Ben o yârı gözlerim
Verirem gül nakili
Bilmem o yar kimi gözler
Gece yaz
Kaçam ben
Gündüz oku gece yaz
Bilmem nere kaçam ben
Hasan Hüseyin aşkına
Derdim bir sofra degil
Beni bir güzele yaz
Her gelene açam ben
Gülfidanı
Karacadağ
Dikmişem gülfidanı
Yanardağ Karacadağ
Yarım bu ilden getse
Yârin mekanı olmuş
Koparırım fiğanı
Diyarbakır Karacadağ
Gelen ayda
İçerim
Gül kokar gelen ayda
Yâr doldursa içerim
Yar ile konuşaydık
Arsız yüzüm gülüyor
Güllükte gelen ayda
Kan ağlıyor içerim
İnci menem
Mezelensin
Cevahir inci menem
Dolansın mezelensin
Yâr baş dizime koymuş
Ne gözüm yari görsün
Yıl geçse inicimenem
Ne yaram tazelensin
İnen gün
Mendiline
Yayılan gün inen gün
Gül koymuş mendiline
Çifte kurban bağlaram
Felek fiskesin vurmuş
O yar bize inen gün
Gönlümün kandiline
İnce gün
Nere gidim
Yayılan gün ince gün
Nerem var nere gidim
Ölüm bana farz olsun
Bu derdi hudam vermiş
Ben senden ayrılan gün
Dermana kime gidim
Nece yaram
O yara
Bilmiyem nece yaram
Sızlar gene o yara
Bir kez sına gör beni
Sevdim aldattı beni
Anlarsan nece yaram
Bilmem nedim o yâra
Nem alır
Oda bensiz
Ben bir aşık garibem
Od düştü oda bensiz
Hırsız benim nem alır
Ne ben onsuz olurum
Oturma taşa yârım
Ne olur o da bensiz
Nazik tenin nem alır
Ne mestem
Oku yara
Ne şirazam ne mestem
Aç kitap oku yara
İçmişem aşk şarabın
Sinemde yer kalmadı
Seni görende mestem
Meğer ok oku yara
Nece yaram
Oda senin
Sızıldar nece yaram
Serilmiş oda senin
Kalb de inayet olsa
Bir kuru kemik kaldı
Sızıldar nece yaram
Gelirsem o da senin
Mey titrer
O yanmaz
Keman titrer mey titrer
Çağırıram oyanmaz
Gözüm yari görende
İkimiz bir ateşte
Vücudum yaman titrer
Ben yanaram oyanmaz
Öz yağinan
Sarı gül
Mum yanar öz yağinan
Kat katı gül sarı gül
Canım o yâra kurban
Hep ellere gülersin
Gelir öz ayağinan
Bir de bizden sarı gül
Oda yandı
Sına beni
Od düştü o da yandı
Bir gül ver sına beni
Eğildim su serpmeğe
Eller sardı sınadı
Serptiğim su da yandı
Sende sar sına beni
301
Oklıyam
Şişe gönlüm
Yaralıyam oklıyam
Düşmüş teftişe gönlüm
Yaram derin yaradır
Seher yıldızı gibi
Yar elinden oklıyam
İster kavuşa gönlüm
Sürme meni
Şir azdır
Al yanan sür memeni
İsfehandır şirazdır
Çocuk ağlar dad eyler
Çocuk ağlar dad eyler
Ağzına sür memeni
Memem büyük şir azdır
Senin yeren
Senet al
Gül serdim senin yeren
Bülbül konar süne dal
Sen ölme canan yazıkh
Yar bilir ben seninem
Ben ölem senin yeren
Tut elinden senet al
Serin eser
Veremem
Yel eser serin eser
Hastayam ben veremem
Bulmadım bir sadık yâr
Bana yârdan geç derler
Ser koyum serine ser
Her şeyimden geçerem
Ben yârımı veremem
302
Sinesine
Yanaram
Gül takmış sinesine
Tutuşuram yanaram
Ne elim ele değdi
Erbabına düşmedim
Ne sinem sinesine
Hâlâ ona yanaram
Yaram az
Yara yandım
Yara derin merhem az
Yanmıyan yara yandım
Benim yaram küçüktür
Kör oldum gönül verdim
Adın koyum yarama
Yari vefalı sandım
Sürme beni
Yara var
Çek gözen sürme beni
Ciğer sızlar yara var
Kapında kul olayım
İstedim ki yâr olum
Ne olur sürme beni
Dedi başka yara var
Yara beni
Yüz yerde
Öldürür yara beni
Yüz yaram var yüz yerde
Dermansız derde düştüm
Felek kervanım vurdu
Götürün yara beni
Beni kodu yüz yerde
Aç sinemi seyir eyle
Yan azdır
Her türlü yaradan var
Tutuş azdır yan azdır
Zalim bana rahm eyle
Yana yana kül oldum
Beni de yaradan var
Henüz derler yan azdır
Yarım aydır
Yüz yara
On beş gün yarım aydır
Elli yara yüz yara
Gök ayını neyleyim
Bir tüyünden vazgeçemem
Karşımda yarımaydır
Düşman vursa yüz yara
Yana yana
Yazan ağlar
Kül oldum yana yana
Okuyan yazan ağlar
Nice bir yalvarayım
Şu gençlikte ölürsem
Canından olmayana
Mezarı kazan ağlar
Yara yandım
Yaram az
Tutuştum yara yandım
Yara derin merhem az
Yazık şu genç ömrüme
Benim yarim küçüktür
Yanmıyan yara yandım
Adın koyun yaramaz
Ya halık
Alma beni
Ver muradım ya halık
Cebiye sarma beni
Gülden gömlek biçtirdim
Apar sarrafa göster
Menekşeden yakalık
Kötüsem alma beni
Yar dağıdır
Yaram derin
Bu sinem yar dağıdır
Ok değmiş yaram derin
Yüz bin efkârım olsa
Her yara bende vardı
O yar gelir dağıdır
Yar yarası ne derin
303
NİNNİLER (NENNİLER)
Ninniler genellikle anonim olup manilere benzerler. Yapı bakımından
dörtlüklerden meydana gelirler. Ninniler, çocukları uyutmak için söylenen manzum
veya mensur sözlü türküler olarak tanımlanırlar
Annelerin küçük bebeklerini uyutmak için salıncakta, beşikte, bacakları üzerine
yatırarak sallayıp uyutmak için söyledikleri dizilerdir. Ninnilere Diyarbakır’da
“Nenni veya Lori-Luri” denir.
1
Beşiğe koydum seni
Baban dövüptür beni
Baban çabuk gelse de
O zaman görsem seni
Ninni, ninni, ninni, ninni
Kuzuma da benim ninni
Beşiğini belerdim
Höllüğünü* elerdim
Baban eve geleydi
Beyler konar eşiğine
Baban zengin olsa da bir
Altın taksam beşiğine
Ninni, ninni, ninni, ninni
Yavruma da benim ninni
2
Beşiğim beştir benim
Ben derdimi söylerdim
Yaram on beştir benim
Ninni, ninni, ninni, ninni
Emeğim hiçtir benim
Yavruma da benim ninni
Nice yollar bent oldu
Gidenler gelmez oldu
Yolla sağlık kağıdın
Gönlüm eğlenmez oldu
Ninni, ninni, ninni, ninni
Yavruma da benim ninni
304
Beşiğine, beşiğine
Ev ettim emek ettim
Ninni, ninni, ninni, ninni
Kuzum da uyusun ninni
Dağda doğdu güneşler
Yarama fitil işler
Gelmeye yavrum başına
Başıma gelen işler
Ninni, ninni, ninni, ninni
Yavrum da uyusun ninni
Yavrum uyuya benim
Çabuk büyüye benim
Ninni, ninni, ninni, ninni
Yiğit olup gezende
Hadi yavrum uyusun ninni
Gönlüm yürüye benim
4
Ninni, ninni, ninni, ninni
De uyu de uyu de uyu
Oğlum da uyusun ninni
De uyu benim Ömer’im uyu
Ömer’i de sever ninesi
3
Uzaklara gitti dedesi
Ninni çaldım yatasın
Uykulara batasın
De uyu de uyu de uyu
Bu uyku senin değil
De uyu benim babam uyu
Gidip satın alasın
Ömer’e kırmızı papuç geydirecek
Ninni, ninni, ninni, ninni
Ömer de giyecek büyüyecek
Hadi kuzum uyusun ninni
De uyu de uyu de uyu
Kovam düştü kuyuya
De uyu de uyu de uyu
Kurban olam huyuna
De uyu benim babam uyu
Bebeğe ninni çal ki
Ninnilerimi Ömer hiç duymuyor
O da çabuk uyuya
Ben uyu diyorum o uyumuyor
Ninni, ninni, ninni, ninni
De uyu de uyu de uyu
Hadi yavrum uyusun ninni
De uyu Ömer de uyu
Uzak yoldan gelirim
5
Kuzu gibi melerim
Ninni oy, oy ninni oy, oy
Eğer sen yoruldunsa
Ninni, ninni, ninni oy, oy
Bırak ben de belerim
Yüreğime düştü ağı
Ninni, ninni, ninni, ninni
Taşa değmesin ayağı
Hadi kuzum uyusun ninni
Kimsesiz kaldın sen yavrum
Yüreğimin dayanağı
Ninni derim uyusun
Uyusun da büyüsün
Ninni oy, oy ninni oy, oy
Anan çok yorgun oğul
Ninni, ninni, ninni oy, oy
Uyu ki o uyusun
305
Yoksulum bakamam ona
İsti sünnetin görsün
Göndersem mi dayısına
Oğlum çabuk büyüsün
Bakamaz ki kör yengesi
Uyu yavrum nenni
Yok koruyan gözeteni
8
Ninni oy, oy ninni oy, oy
Helkânı* atlas oğlum
Ninni, ninni, ninni oy, oy
Gel sineme bas oğlum
Sallayım da uyusun
Göndersem mi amcasına
Tıpış tıpış yürüsün
Amcası da bakmaz ona
E... E, e, e, e, ey…
Bir evi var köy dışında
Evi ateşe tutuşa
9
Uyu kızıma nenni
Ninni oy, oy ninni oy, oy
Büyü kızıma nenni
Ninni, ninni, ninni oy, oy
Uyusun da büyüsün
Gönül sızıma nenni
Kimse ona destek vermez
U... U... U... U... Uy…
Elinden bir tutan olmaz
Yiğidim çaresiz kaldı
10
Büyüyüp adam olamaz
Uyu kızım can kızım
Uyu afacan kızım
6
Yoruldu bakh kollarım
Ey oğlum Murat oğlum
Yazıktır anan kızım
Büyü puşu sat oğlum
U... U... U... U... Uy…
Kızlar mantin dokusun
11
Sen üstünde yat oğlum
Hu, hu derem bir Allah
Sen uykular ver Allah
Nenni, nenni de nenni
Uyusun da büyüsün
Güzel yavrum nenni
Herkes desin maşallah
Nenni yavrum nenni
7
306
Dağ kapısı taşlıdır
12
Oğlum hilal kaşlıdır
Beşiğin sallar ağlarım
Uyusun da büyüsün
Oğluma bel bağlarım
Nenesi çok yaşlıdır
Babası getti gelmez
Üregimi (yüreğimi) dağlarım
16
Uyu yavrum nenni
E deyem eyin gele
Büyü yavrum nenni
Köylerden tayin gele
Uzak uzak yollardan
13
Efendi dayin gele
Ninni çalam (söyleyem)
Ağlama uyu nenni
ninnisi gelsin
Uyu da büyü nenni
Yatsın uykusu gelsin
Ağaların içinde
17
Güzel babası gelsin
Nenni deyim ben sahan
Gidersen uğur olsun
Uyu yavrum sen bahan
Dört yanın çığır olsun
Allah sabırlar versin
Bizde uykun gelirse
Hem sahan hem de bahan
Sinem yastığın olsun
Luri, luri, luri, luri
Beşiğine koydum seni
18
Baban sevüptür beni
Dandini, dandini dan ister
Umaram baban zengin olsun
Bey dayısından don ister
Şekerlen besleyem seni
Keten bezi beğenmez
Atlastan olsun ister
14
Uyu yavrum nenni
Nenni deyem ağlayam
Büyü yavrum nenni
Ciğerimi dağlayam
Büyü hayfımı al babandan
Dandini, dandini dan olsun
Sahan ben bel bağliyam
Oğlum pek yaman olsun
Baban duysa öldürür
15
Sevdiği canan olsun
Uyu ey canım uyu
Uyu yavrum nenni
Uyu sultanım uyu
Büyü yavrum nenni
Ağlarsan baban döğer
Derde dermanım uyu
19
Uyu yavrum nenni
Uyu oğlum can oğlum
Büyü yavrum nenni
Kırmızı mercan oğlum
Baban duysa öldürür
Uyu afacan oğlum
307
Nenni yavruma nenni
24
Baban sevi (seviyor) birini
Oğlum, oğlum yüridi
Uy, uy, uy uyu nenni
Tumanını süridi
Uyu da büyü nenni
Tez büyü âğit oğlum
Tarlayı tiken bürüdü
20
Uyusun büyüsün nenni
Dandini, dandini dan olmuş
Tıpış tıpış yürüsün nenni
Oğlum pek yaman olmuş
Gören maşallah desin
25
Sevimli bir can olmuş
O dağ o dağ o dağlar
Nenni güzelime nenni
Bin derd kalbimi dağlar
21
Bu hasrete dayanmaz
Kızım, kızım kızana
Ne hesteler ne sağlar
Kızımı vermem khızana*
Kızımın bir poto eşeği** var
Uyu yavrum nenni
Bine gide zozana***
Büyü yavrum nenni
Lori, lori, lori, lori
26
22
Nenni deyim yatasın
Dandin, dandin dan iki
Çabucağ boy atasın
Çok güzeldir benimki
Baban beni dögende
Oldu gece yarısı
Sen de ona çatasın
Gel kızımın dayısı
Uyu da yavruma nenni
Uyu oğluma nenni
Büyü de yavruma nenni
Büyü oğluma nenni
23
27
Kurban olam o başa
Ninni, ninni, ninni, ninni
O baş gidi tıraşa
Cembeli’me ninni
Berber deyi keçeldir
Cembeli’min beşiği nar ağacından
Keçeli berbere reçeldir
Dokundukça inler gönül dağından
Uyi oğlum can oğlum
Yarın kavga kopacak hep arkamızdan
Büyi yavrum nenni
Ninni, ninni, ninni, ninni
Cembeli’me ninni
Ben kuzumu yatırıp uyutacağım
308
Küçük Cembeli’yi büyüğüne
adayacağım
Ninni, ninni, ninni, ninni
Anan sahan kurban ninni
Uyu Cembeli uyu
Uyu ki hemen büyü
Seni seklavi altına birinci yapsınlar
Güzel yüzünü gören kadınlar
Kocalarını bırakıp sana kaçsınlar
Ninni, ninni, ninni, ninni
Anan yüzündeki bene kurban ninni
Uyu Cembeli uyu
Uyu ki hemen büyü
Adın meclislerin çiçeği olsun
Cirit meydanları dayının atıyla dolsun
Ninni, ninni, ninni, ninni
Anan sahan kurban ninni
Atının üzengisi gemi bakırdan
Emirlere paşalara damat ol yakından
Ninni Cembeli uyu
Uyu ki hemen büyü
Tavuz kuşunun tüyleri görünsün cebinde
Hizmetçiler koştursunlar emrinde
Ninni,ninni, ninni, ninni
Uyu Cembeli uyu
Uyu ki hemen büyü
309
28
Havar, havar, havar, havar
Havar yavrum ninni havar
Uyku çocuğuma yarar
Yiğidim büyüse ne var
Havar kuzum havar, havar
Havar oğlum ninni havar
Yavrum gözünde uyku var
Hasret de anana zarar
Havar kuzum havar, havar
Havar yavrum ninni havar
Babası yanında olsa
Oğul büyütmeye ne var
Havar oğul havar, havar
Yiğidim büyüse ne var
29
Hopa, hopa hopala
Yat ki baban top ala
Topıni ver sahliyam
Belki çocuhlar çala
Uyusun büyüsün nenni
Tıpış, tıpış yürüsün nenni
Dandin, dandin dan olur
Oğlum pek yaman olur
Çıhma canım küçeye
Kızlar görür kan olur
Uyusun büyüsün nenni
Tıpış, tıpış yürüsün neni
310
DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN ATASÖZLERİ
Abanın kadri yağmurda belli olur.
Acı acıyı su sancıyı…
Açan da pişman, açmayan da.
Aç bırahma hırsız olur, çoh söyletme yüzsüz olur.
Açma kutiyi, söyletme kötiyi.
Aç durulur, susuz durulmaz.
Aç yeri başka, acı yeri başka…
Ad Ali’nin şan Veli’nin…
Adamın eyisi, alışverişte belli olur.
Adam ölsün de söz anlayanın eşiğinde ölsün.
Ağa kardaşım olacağına, külhançı gişım olsın.
Ahmak odur dünya için gam çeker, mevlâm bilir kim kazanır kim yer.
Al haberi zurnadan.
Alan almış satan başından savmış.
Allah öğmiş yaratmiş.
Allah insanı eyi gördüğünden ayırmasın.
Allah her adamı çift yaratmış.
Al malın eyisini, çekmiyesen kaygusıni.
Al asili ser hasırı, alırsan bedasili olursun dert vesiri.
Altun leğenin kan kusana ne faidesi var?
Altun beşiğimle babam evine dönmeyeyim.
Ana derdime yana
Ana analıh olırsa, baba da babalıh olur.
Anasını gör kızını al, kenarını gör bezini al.
Anasız kızlar, kaynanasız gelinler yularsız at gibidir.
Arap talanı sandım.
Arıyan bulur, inleyen ölır.
Arı bal yapacah çiçeği bilir.
Arif olan sözü aş gibi tadar.
Arkana atlı düşmüş.
Aksırdı aklı başına geldi.
Arkasından Sivas’ın bağları görünüyor.
Ak gün ağartır, karagün karartır.
Akarsu murdar olmaz.
311
Arslanlar yerine keçel kerkesler konmuş.
Arsız neden arlanır, çul da giyer sallanır.
Aslini sahliyan haramzadedir.
Asil azmaz bal acımaz.
Askerin parası bol, karısı dul.
Aşk muhabbet yoludur; seven sevilenin kuludur.
Ataş ataşla söndırılmez.
Atlı atını çekip oraya bakacak değil ya…
At dediğin ne bezirgan getirir ne atta satar.
Attan düşenden korkulmaz, eşekten düşenden korkulur.
Attan yendıh eşege bindıh.
Atla katır dögüşür arada eşek ezilir.
Avradını boşıyan, toppığına bahmaz.
Avrada gelen herife gelsin, herif ölecağına avrat ölsün.
Avrat malı kapı mandalıdır, girer çarpar çıhar çarpar.
Arvattan erkeğin torpağı bi yerden olmassa idara olmaz
Ayi urulmadan derisi satılmaz.
Aynayı yapan neye yapmış?
Ayranına eşkidir diyen olmaz.
Ayağı yanmış tazi kimi ne dolanisan.
Ayağına kara su indi.
Az söyliyen çoh yorulmaz.
Azığı olan yorulmaz.
Az zarar çok kazanç getirir.
Az ver, çok yalvar
Baba mirası yanan mum kimidir.
Baba mali tez tükenir.
Balsız kovanda ari durmaz.
Bal kohmaz, asil azmaz.
Barut ile ataş yan yana gelmez.
Başın sağlığı, dünya varlıği.
Beş paran varsa bes düğüm ur.
Bezi herkesin arşununa göre vermezler.
Bir ağızdan çıhan bin ağızda dolaşır.
Bin sözi bir söz keser.
312
Bir elin nesi var, iki elin sesi var.
Bir dost kırh yılda kazanılır.
Biri yer biri bahar, kıyamet bundan kopar.
Borcın eyisi vermah, derdin eyisi ölmah.
Boş çuval ayahta durmaz.
Büyük döker, küçük döşürür.
Büyük hikmetler küçük sözlerde olur.
Büyük lokma ye, büyük söz söyleme.
Cahallar vakitsiz horoz kimidir.
Cani aciyan eşek atı geçer.
Cömert demişler maldan etmişler,
Yiğit demişler candan etmişler.
Çalişanı Allah sever.
Çoh yaşiyan çoh bilmez,
çoh gezen çoh bilir.
Çürük merdivanla dama çıhılmaz.
Dağ ne kadar üskek olsa gene geçit verir.
Dağ adami, öldırır sağ adami.
Desti kırılsa da kulpi elinde kalır.
Deveden büyük fil var.
Doğri yolda düşen çabuh kahlar.
Dost yüzünden, düşman gözınden bellidir.
Dökme su ile degirman dönmez.
Dilden gelen elden gelse herkes beg olur.
Ekmeği ekmekçiye ver, bi ekmek te ziyada ver.
Emmi kızı kerirse, emmi oğlının boynınadır.
Ergene avrat dögmah, yohsıla sırfa açmah kolaydır.
Evlât gerek kazana.
Fakir elen bakarsa sen kesen bah.
Fazla aş, ya karın ağrıtır, ya baş.
Gelin atta, nesibi Hek’ta.
Gelin bıldığını işler, kaynanadilini dişler.
Gelin kürsi getirmiş, gendi çıhmış otırmış.
Gişim it olsun, getırdığı et olsın.
Güvenme varlıga düşersen darlığa.
313
Hain olan korhah olur.
Heya imanın nuridır.
Herkese kendi huyi hoş gelir.
Hünersiz adam, meyvesiz ağaca benzer.
İhtiyar genç alırsa, el alır.
İnsana ne gelse dilinden gelir.
İşten artmaz, dişten artar.
Kal kala kal oldum, herkese misal oldum.
Karpuz kökinden büyür.
Karaçı kızı hatın olmaz, dilenmesse karnı doymaz.
Keçelin aybını tâkke örter.
Kardaşım ölse cigerim yanar, herifim ölse etegim yanar.
Kaz kaznan, baz bazdan; kel tavıh, kel horızdan...
Konşı adamı var ister, adam arvadı sağ ister.
Kohmiş ete sinek çoh konar.
Köpeğin artığıni aslan yemez.
Kölge düştiği yeri belli eder.
Köpek ekmek veren eli tanır.
Kurt kocalınca köpeğin maskarsi olır.
Kuşi kuşnan avlarlar.
Küheylan ata çul giydirsen de bellidir.
Leglegin ömri laklaknan geçer.
Lokma çiğnemeyince yutulmaz.
Mal can kazanmaz, can mal kazanır.
Merdiven ayah ayah çıkılır.
Meyvesiz ağaca kimse taş atmaz.
Mum yanmayınca pervane yanmaz.
Nankör yemeğini yiyer kabına pisler.
Ne doğrisan aşan, o gelir karşan.
Ne sert ol asıl, ne yumuşah ol basıl.
Necasete taş atarsan üsten sıçrar.
Olan dört bağlar, olmiyan dert bağlar.
Ortak çoh olınca zarar azalır.
Ödinç güle güle gider, ağliya ağliya gelir.
Öğidi ver alana, kulağında kalana.
314
Parasız adamın rağbeti olmaz.
Parali yaşar, parasız gevşer.
Parmağın bağla çıh küçeye herkes bişe söyler.
Pehlivanlıh kılıh kıyafetle olmaz.
Pıçah kendi kılıfını kesmez.
Sabır acidır, meyvesi tatlidir.
Sade pirinç zerde olmaz.
Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa?
Serçeden korhan dari ekmez.
Su aha aha yolıni bulur.
Tahta tahtıya uymassa mıh çahılmaz.
Taşhınlığın soni şaşhınlıh.
Terzinin tuhti var, her şeyin bir vahti var.
Tüfir (tükür) elime, urayım yüzen.
Tuzın azi da bir, çohi da.
Ulu ağacın gürültüsü da ona göredir.
Urursan acıt, yedirirsen doyırt.
Utananın oğlı kızı olmaz.
Uyuz divara sürinir.
Ürkitme tavşani aslan edersin.
Ruzgara tüküren kendi yüzüne tükrür.
Ruzgar esmedıhçe yaprah kıpırdamaz.
Var evi kerem evi yoh evi elem evi.
Varındır, dünya âlem yârındır, yohındır külhan dibi yolındır.
Yağ yoh, yumurta yoh, ha tava ha tava…
Yalannan iman bir yerde durmaz.
Yarından tezi bugündür.
Yavri kuşun ağzi büyük olur.
Yel kimi gelen, sel kimi gider.
Yetim mali ataştan kömlektir, giyen yanar.
Yetimin şeytanı yeddidir, avradınki yetmişyeddi
Yırtıcı kuşun ömri az olur.
Zelzeleyi gören, yangına razi olur.
Zügırtlıh zadeliği bozar.
315
DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN DİLEKLER (DUALAR)
Ağbet başan ola.
Allah analı babalı büyüte.
Allah bahtın güldüre.
Allah birin bin ede.
Allah ele ayağa düşürmiye,
Allah evlat acısı göstermeye.
Allah heli rızık vere.
Allah herli evlat vere.
Allah herli kazanç vere.
Allah herli ömür vere.
Allah herli şifa vere.
Allah işin gücün rast getire.
Allah işlerin asan ede.
Allah kimsesiz bırakmıya.
Allah namerde muhtaç etmeye.
Allah razi ola.
Allah seni var ede.
Allahın eli belinde ola
Allah yardımçın olsun.
Allah kalbinde hasret bırakmasın.
Allah sahan Eyyüp Peygamber sabri versin.
Allah seni bagisliya elma kibi naxisliya
Allah ayaxtan etmiye
Allah sonuni eyi getire
Allah mal vere yedire
Ayahların kıbleye erişe.
Ayah ucin puvar (pınar), başucun göl ola.
Ayağın taşa değmiye.
Bastığın yerde güller bite.
Bir istiyesen Allah bin vere.
Elin avcın daima doli olsun.
Evlad acısı görmiyesen.
Evlat vere güvendire
Gözlerin yaşarmiye.
316
Hayırlı günlere eriş.
Hızır imdadan yetişe.
İki cihanda yüzün ak ola.
Kabren nurlar ine.
Kabir azabi görmeyesen.
Kapın daima açıh ola.
Karanlıh gün görmeyesen.
Rebbi evlatların sana bağışlaya.
Rebbi seni evlatlaran bağışlaya
Rabbim seni utandırmiya.
Rabbim kazadan, beladan, kem nazarlardan sahliya.
Rabbim kimseye el açtırmasın.
Rabbim elen, kolan kuvvet; kesene bereket versin.
Su gibi aziz ol.
Yeri cennet ola.
DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN İLENÇLER (BEDDUALAR)
Allah’ından bulasan.
Allah belâni versin, köpek selani ohusun.
Ah diyesen oh demiyesen
Atların kuyruğunda gidesen.
Biri ala seni, biri itler kimi parçalaya seni.
Başın yastıh görmiye.
Boynun altında kala.
Boyun pot ola.
Cebin para görmiye
Cigerin agzindan gele
Ciğerinden yanasın
Ciğerin sızlaya.
Dermansız derde tutulasan.
Ettıhların bulasan, jan tutasan
Elin hınali üzün, duvahli ölesen.
Gidisin ola gelisin olmiya
Gorinda dik oturasan
Gören gözlerden olasan.
317
Gözleren hebbe çöke.
DİYARBAKIR’DA ANLATILAN
İtten aç yılandan çıplak kalasan,
DARBI-MESELLER
Kan kusasan.
(TEKERLEMELER)
Kara yazın kilidi ite.
1
Karnaksi (karın ağrısı).
Çın, çın, çın akça
Kabrin sıha.
Ben bilemem Arapça
Kanan somun doğrana.
Arap beni okuttu
Kanın koynan dola.
Karga saçımı tokuttu
Kanlı göynegin kara haberin gele.
Karga değil kamıştır
Kel murad olasan.
On parmağı gümüştür
Kül halan.
Gümüşümü aldılar
Kefenin elimle biçeyim,
Beni yola saldılar
Kızılkurt yiyesen.
Yolda bir alma buldum
Kotik ye.
Apardım tada verdim
Kor olasan kor bahasan
Tad bana darı verdi
Kusul ömür olasan
Darıyı kuşa verdim
Memen doli beşiğin boş kala.
Kuş bana kanat verdi
Murad almiyasan
Kanatlandım uçmağa
O boyda gidesen,
Hak kapıyı açmağa
Pepuk olasın.
Hak, hak, hak taşı
Sen seni yiyesen
Altın bilezik kaşı
Sesin soluğun kesile geberesen,
Benim babam beğbaşı
Sütüm sahan haram it kanı ola.
Senin baban subaşı
Şitil kırılasan.
Subaşının kızları
Toprah başan ola.
Eteğinde kozları
Yuvan dağıla.
Kırdım yedim kozunu
Yüzün örtili kala.
Öptüm elâ gözünü
Yorgan altında yiyesen.
Öpe, öpe küstürdüm
Zukkumun kökünü yiyesen.
Bir çalıya astırdım
Bir çalı benim olsun
Bir çalı senin olsun
Mehmet paşa leyleği
Geymiş keten gömleği
Keten gömlek dizinde
Gönlüm vezir kızında
318
Veziri pıçaklarım
Çay öğünde Hülleler
Kızını kucaklarım
Daha neler var neler
Minare pıçak pıçak
Geze geze yoruldum
İçinde demir ocak
Bir güzele uruldum
Demir ocağın kilidi
Kapıma gelen kim idi?
Emmim oğlu Musacık
Kolu budu kısacık
Güle güle ölürsün
3
Seydim, seydim, Seyyid Ahmed
Seydin oğlu Muhammed
Ak mezar kalkar iken
Ak mektup yazar iken
2
Gökten Cebrail indi
Hop, hop, hop dedim
Altun beşik indirdi
Bu ne güzel top dedim
Muhammed’i bindirdi
Aldım attım havaya
Nenni dedi uyuttu
Düştü girdi tavaya
Allah dedi büyüttü
Bibim beni korkhutti
Cennette bir pınar var
Kulaklarım kırp etti
İçi dolu dervişler
Âkko sivikte gak dedi
Hak abdeste kalkmışlar
Çıkh küçeye bakh dedi
Hak namazı kılmışlar
Çıktım kapi ögüne
Altında gümüş hali
Bakhtım gelip gidene
Üstünde hurma dalı
“Şeftaliyi soyda ye
Ya Muhammed, ya Ali
Çekirdeğini toyda ye”
İki cihan serveri
Diye bağırdı biri
Bağışlayan oğlu mi
Karahöbürci diğeri
Kabul edin duvami
Sarıkız’ı beğendim
Amin, amin, amin
Alipar’da eğlendim
Ya Rabbül âlemin
Güzeldir Cinobaşı
Get gör Sıyırcaktaşı
4
Göksü güzel, Benusen
Evvel zaman içinde
Ne şirindir bir bilsen
Halbur saman içinde
Ya esfel bahçaları
Deve telleglıh eder
Güzellikler diyarı
Eski hemam içinde
Topaltemo Cinali
Hemamcinin tasi yoh
Dutluklar Alibali
Külhancinin fesi yoh
319
Natura peştimal getiri
Peştimalın ortasi yoh
O zamanda bir zaman imiş
Karınca pehlivan imiş
Pire bezirgan imiş
Çıhtım çarşiya bahtım
Bir tazi gezi
Boynunda haltasi yoh
Dedim usta Ebülheyat
Buna bir halta yap
Dedi kerestem yoh
5
Biz idıh bizler idıh
Dört kardaş idıh
Birimiz kör
Birimiz topal
Birimiz çolah
Birimiz çıplah
Babamız öldi
Bize öle külliyetli mal kaldi ki
Kırh tene katip tuttuh
Kırh günde yazdilar, çizdiler
Dördımıze düşti uç ahça
Dedıh buni nereye verah,
nereye vermiyah
Gettih bahtıh (ispayi) da
yedi tene tüfenk asılı
Altısı kırıh birinin çakmaği yoh
İki ahça verdıh çakmahsız
tüfengi aldıh
Bir ahça da barut, saçma aldıh
Çıhtıh Urfa kapısından çıhari
320
Kör dedi, ha, ha, ha,
Çolah atti rak urdi
Topal getti çapa, çapa bir kaz getirdi
Çıplah koynına koydi
Az gettıh, uz gettih
Dere tepe düz gettih
Derelerde yel kimi
Tepelerde sel kimi
Hamzai pehlivan kimi
Gide gide bir igne deligi kadar yol gettih
Geldıh kırh evli bir köye
Bahtıh otız dokızi yıhıh
Birisinin heç duvari yoh
Duvarsız eve girdıh
Bahtıh yedi tene analıh yati
Altisi yati, birisinin heç ruhi yoh
Ruhsuz analığa dedıh:
“Analıh burda heç çömlek var?”
Dedi:
“Oğıl öbır yanda yedi tene çömlek var.”
Gettıh bahtıh altısi kırıh, birisinin heç dibi yoh. Analıhtan suyi sorduh, dedi:
“Öbür yanda yedi tene çay ahi”
Gettıh bahtıh altısi kuri, birinin heç suyi yoh. Susuz çayda kazımızi yıkadıh,
pakladıh dipsiz çömleğe koydıh astıh ataş üstüne.
Kör dedi:
“Altına urdum alavi
Üstına çıhti kıravi
Yedim kırh nakra piriç pilavi
Oni da yedim doymadım
Hesteydim midem almadi”
Çolah dedi:
“Havada urdum doğani
Yere düşti al kani
321
Yedim kırh tarla aci soğani
Oni da yedim doymadım
Hesteydim midem almadi”
Topal dedi:
“Sabahtan kalhtım çapa çapa
Allah mâdemizi aça
Yedim kırh nakra ekşili paça
Oni da yedim doymadım
Hesteydim midem almadi”
Çiplah dedi:
“Kırhlar daği pilav olsa
Minareler kaşıh olsa
Ahan çaylar hoşaf olsa
Çakıl daşlari ekmek olsa
Oni da yedim doymadım
Hesteydim midem almadi”
Çömlegin ağzıni açtıh. Kaz öle pişmiş ki gemigi darmadağın olmiş. Etinden
heç haber yoh. O yani ekmek, bu yani ekmek dedıh. Ekmek yoh birimizin babadan
kalmiş bir ölçek buğdayi, birimizin bir çuvali, birimizin bir horozi vardi. Çiplah
dedi:
“Ben götırırem degirmana.”
Boğdayi doldurduh çuvala, horozın beline yükledıh. Çıplahta götırdı. Ama
degirmanın öginde bir su vardi horoz geçemedi. Çıplağın uşaklığından kalmiş bir
sapani vardi. Boğdaları birer tane sapana koydi, degirmana atti. Boğda bittıhtan
sonra bahtıh çuval horozın belinde bir yara açmiş. Uşahlıhta bir Hindistan kozi yemiş
bir kırtik dişlerinin arasında kalmiş. Buni çıhardi horozın beline sürdi. Öle oldi bir
koz ağaci, öle oldi bir koz ağaci ki kozlarının en ifaği bu dam kadar. Birkaç tene
daş atti. Yere düşen kavun karpuz oldi. Degirmancidan piçahi isti. Karpuzi keserken
piçah içeri gidi, bir daha edi eli gidi, koli, başi sonunda üzi hepi giri karpuzun içine.
Gözlerini açi bahi köpri gözünde: Bahi bir analıh sori:
“Analıh adın ne?”
“Emine”
Egildim bahtim yanıne. Bir tarafi sazlıh samanlıh, bir tarafi tozlıh dumanlıh,
Bir tarafda demirciler demir döger dengile. Bir tarafda boyacillar boyar rengile. Bir
tarafında Rus unan Capon top topa süngi süngiye.
322
Bahi karni aç olmiş. Gidi bir paçaci dükkanına, deyi:
“Paçaci bahan güzel bir sahan paça yap,”
Paçayi yeyiken bahi padişahın dellâli çağıri:
“Padişahın kırh tene cevahir yükinen devesi itmiş. Kim bulursa ögdeki peşenk
üzine olacah.”
Deyi, paçami yerem, sonra giderem develeri araram.
Paça yerken çıhi bir kıl. Kıli çeki oli iplik, ipligi çeki oli ip, ipi çeki oli kendir,
kendiri çeki, oli zencir, zenciri çeki padişahın kırh cevahir yükli devesi boğazından
çıhi. Paçacının camıni kırilar, dükkanıni yıhilar. Paçaci yahasına yapışi. Deyi:
“Dur padişahın develerini teslim edem. Peşengi alıram. Senin zararın verirem.”
Develeri götiri teslim etmağa, deyiler:
“Hani ögdeki devenin palani?”
O yani palan, bu yani palan, paçacıya urdıh palan. Yedi yerde çıhti kolan. Fili
yutti bir ilan. Söylediğim hepsi yalan.
323
DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN HALK DEYİMLERİ
324
Abayi yahti
Baba ocaği
Açıh kapi çalar
Bağrına daş basti
Ağzi pozuh
Bağrı yanıh
Ağzi var dili yoh
Bağrı açıh
Ağzi havada
Bağri bar
Ağzi süt kohi
Bahan göre hava hoş Ağzini piçah açmi
Ağzının suyi ahti
Bahan nesi
Başi bozıh
Al gülüm ver gülüm
Başiboş
Aldi fitili
Başi küllahli
Ali kıran baş kesen
Başdan aşti
Alni açıh
Başi kabah
Alni kara
Başi böyük
Alnı yere değmiş
Başi dik
Alnının damari çatlamiş
Başi eğik
Ana baba güni
Balta oli
Ana kuzisi
Baltaya sap
Anasi ağladi
Baltayi asti
Anasına bah kızıni al
Baklayi çıhar ağzından
Apdest tezeliyen
Beglih laf
Abdesti bozuh
Bezi darağına koydi
Aralarında su sızmi
Bir ayaği çuhurda
Ari kovani kimi
Bir sahız çiğnedi
Atliyi atından indirir
Bostan bekçisi
Atıp tutar
Bomba kimi
Ataştan kömlek
Boşboğaz
Ataş pahasına
Boğazi yağli
Ayaği üzengide
Bori değil
Ayaği duya yerişti
Borisi öti
Ayahli kütüphane
Boyunun ölçisini aldi
Ayah yapma
Boyaci küpi
Ayaği bili
Boynozlari tahti
Ayahçinin biri
Boynozlari çıhti
Burni böyük
Çilesi doldi
Burni kaf dağında
Çorbaci
Boyni bükük
Çöpçatan
Bağlam ati
Çuli eksik
Bağlamçi
Çürük yumurta
Baldırı çiplah
Çürük tahtaya basmaz
Bahan göre hava hoş
Dala basan
Basmakalıp
Dokuz körin bir değnegi
Baş belasi
Demir leblebi
Can pazari
Dört köşe oldi
Cani cehenneme
Denize su götiri
Cani çıhti
Derd ortaği
Cingöz
Devede kulah
Cin kimi
Deveye hendek atlatti
Cebi delik
Cehennem azabi
Devlet düşkini
Cevahir taşi
Dört köşe oldi
Cehaneyi bitirdi
Cenaze memuri
Cim karnında bir nokta
Cin tutar
Çali dibinde davşan yuvasi
Canli cenaze
Çalımına bah
Çalım satar
Çalım yutmanam
Çam devirdi
Çaylah
Çenesi bozuh
Çekiye gelmez
Çenesi düşüh
Çeneci
Çençene
Çil yavrusi kimi Çikündür
Demir atti
Dört köşe oldi
Demir kimi
Deli fişek
Deve kuşi
Dilli düdük
Dlini eşek arısi sohmiş
Dileçi değenegine dönmüş
Dirsek çeviren
Dört döndi
Dirsek çeviren
Dumani doğri çıhsın
Düdüği çaldi
Düşeş atti
Düzdaban
Düze Çıhti
Düzdi
Dişini saydım
Dipsiz kuyi
325
Diş biler
Dişine
Dizgini ele almiş
Dolaba koymah
Dolabı dönderi
Dost düşman içinde
Dört gözle bekler
Dört elle sarıldi
Damdan düşer kimi
Falso yapar Fazlasi heram
Felege küsmüş
Felek düşkini Fesat haynaği Fetvasını almiş
Fidan boyli Eşek arısi Fili yutar Fitili aldi Fındıh kurdi Fırıldah kimi Eşek cenneti Fireni kesti Ez suyunu iç Fındıkçının biri Eksik etek
Fıkara babasi
Eli açık
Geceler gebedir
Eli kulağında
Geliş güzel Eli uzun
Geniş yürekli
Eli boş
Gögis geçirmah Ensesi kalın
Gök kandili Ensecini bidir
Gönlü toh Eski tas eski tarah
Göreyim seni Eski pahır tası
Göz boyar Etekleri zil çali
Etegen düştüm
Eski göz ağrısı
Eski kurt
Eskici
Eski köye yeni imam
Etekleri tutuşti
Etekleri zil çali
Etegen düştüm
Eşek arısi Eşek cenneti Ez suyunu iç 326
Faka basti
Göz kulah olmah
Gözden sürmeyi çalar
Göz açtırmaz
Göz yumdi
Gözü aç
Gözüm ısırdi
Gözüm tutmadi
Gözüni seveyim
Gözünü yiyeyim
Güni doğdi
Gün görmez
Gün oğli
Gününi sayi
Günü gününe
Gün gördi
İki eli kandadır Gönül meyvasi
İki lakırdıyı bir araya getirmez
Gönül yarasi
Göge daş ati
Göge bahan
Gögis geçirdi
Hanım iğnesi
Hanım evlâdi
Ham evrah
Hava hoş
Hazıra kondi
Hazırlop
Hem suçli hem güçli
Her sakala bir darah
Her telden çalar
Her şeyde elini çekmiş
Heçe satti
Hille hurda bilmez
Hindi kimi kabari
Hızır kimi yetişti
Hoşafın yaği kesildi
Haci yatmaz
Haci fişfiş
Habi utti gönül meyvasi
Hemam sırıği
Helvaci kağıdi
Haciağa
İçli dışli İçine ali İçi küfli İfrit kesildi İki yüzli İlk göz ağrısi İliğine işledi İşini bilir İş işler
İt sürüsü İt uyumaz İyi gün dosti Irz namus tertemiz Isırğan oti kimi
Iskartaya çıhti Islak kaza dönmiş
Ismarlama iş
İmam suyi
İmam bayıldi
İmansızın biri
İpe un serdi
İpsizin teki
İpsizin gezmez
İpsizin biri
İpsiz sapsız
İpin ucuni kaçırdi
İpini kopardi
İpini satmiş
İpliği pazara çıkmiş
İşin içinde iş var
İş ölisi
İşten anlar
İğneli peçe
İğnelemah
327
Kabına sığmaz
Külaği delik
Kabak başına patladi Kulp tahar
Kabak tadi verdi Kuri kafa
Kabir azabi
Kuyruhli yalan
Kadir gecesi doğmiş Kuyruh salliyan
Kadi yoran Külah geydirdi
Kağıt uçırır Küpe binen
Kaldırım mühendisi
Küpini doldırdi
Kani sicah
Kitapsız adam
Kanım kaynadi Laf ebesi
Kanım ısındi Leş karğasi
Kani savuh Mantara basti Meymun iştahli Kanli piçah Kantari belinde Kapali kuti Kapaği atti
Kapisi açıh Kara cahil
Karanlığa kurşun atar
Kaşoh düşmani
Kavuh salliyan Kıyamet cücesi
Kohisi çıhti
Koli kanadı kırıldi
Kor ocah
Kölgesiz kavah
Köpek ağzına kemik atti
Kör kütük
Kör kandil
Kör dögişi
Köstek
Kös dinler
Kösteği kırdi
Köşeyi kırdi
Külah asmah
328
Mekik dohur Meydan ohi Mezar kaçkıni Mezhebi geniş Minder çüriten Miras yedi Mostırasi meydanda Mutfah kedisi Mum kimi Mürekkep yalamış
Mahalle karısi
Mal meydanda
Nallari dikti Nazar boncuği Ne çiçektir biliriz
Ne oldum delisi Niyeti bozuh Nuh deyi peygamber demi Numara yapma
Ocağına incir dikti Ocağına düştim Ocağı üter
Ok yaydan çıhti Su götürür yeri yoh
Omuz silkmah Suli götürür susuz getirir
Orman kibari Suli götürür susuz getirir
Öfke topuğuna çıhti Sudan cevap
Ömür törpisi
Suya düşmah
Paçalari sıvadi Suyi çekilmiş
Papuci kaptırdi
Suyini buldi
Papuci ters geydirdi Suyın üstine çıhti
Parmah sohmah Süt kuzisi
Patlah verdi Şefak atti
Perdesi sıyrıh Şap demeden şapa oturdi
Pişmiş kelle Şaşhın tavoh
Piçah kemiğe dayandi Şeytanın ayağıni kırdi
Pot kırmah Şifayi buldi
Pusulayi şaşırdi
Şıllığın biri
Renk vermedi Topal eşek
Rengi bozuh Topın ağzında
Renkten renğe girdi Tozi dumana katti
Rengi solmiş Turp ektim şalgam çıhti Rengi kaçti Tüy dikti
Remil atti
Tuzli oturdi
Saği soli yoh
Tabani kaldırdi
Sakali ele verdi
Tadıni kaçırdi
Sakız kimi yapışır
Tası tarağı topladı
Saman altında su yürütür
Sazı sözi yerinde
Taş atmah
Selâm sabah yoh
Taziye tut davşana kaç der
Sermayeyi kediye yükledi
Sesi heç sıtma görmemiş
Sinek avlar
Sinek avlar
Sabun köpüği
Silik para Sinek avlar
Sofrada hazır
Sonradan görme
Tatsız tuzsuz
Teli kırmah
Tilki uyhusi
Timarhane kaçğıni
Tırmıh atma
Tıraş etmah
Tırnah geçirmah
329
Ucuni kaçırdi Ur abaliya
Üstine toz kondurmaz
Üstüne almah
Uzun kulah
Uğur açan
Üç aşaği beş yukari
Vardan yohtan anlamaz
Vidası gevşek
Yüz çevirdi
Yağli müşteri
Yahasi açılmamiş söz
Yaha silkmah
Yahayi ele verdi
Yalançi pehlivan
Yanlış kapi çali
Yaşi ne başi ne
Yerinde yeller esi
Yere gir
Yüreği yandi
Yüz suyi
Yüze gülmah
Yüküni tutti
Zillendi
Zil tahti oynadi
Zil Zurna kör kandil
330
DİYARBAKIR’DA MEMLEKET SEVGİSİ
Kenan Haspolat*
ÖZET
Diyarbakırlıların memleketlerini ne kadar çok sevdiğinin değişik kategorilerde
ele aldık.Makalede Askerin bölgeye bakışı,Diyarbakırlının asker olumlu bakışı
incelendi. Diyarbakır’da bayrak sevgisi,kamuya verilen destek incelendi.
Diyarbakırlının sadece ülkesine değil İslam alemine ne kadar fedakarca yaklaştığı
örneklerle ele alındı.
Bu sevgiye ülkenin verdiği olumlu yanıt örneklerle sergilendi. Ülke
bütünlüğüne karşı Diyarbakır’ın verdiği katkı tarihi perspektiften değerlendirildi.
ASKERİN BÖLGEYE BAKIŞI
Asker tarihten günümüze Diyarbakır’ın gözdesi olmuş; sevmiş ve sevilmiştir.
Asker Diyarbakır’da manevi değerler çok saygılı olmuştur.
Hz. Süleyman ve 27 sahabi için çok edepli davranmışlar,paşalar ve aileleri
sahabelere komşu olmuştur. Esat Paşa, Murtaza paşa ve ailesi, Köprülü Mustafa paşa
evladı, bu hazirede yatmaktadır.
Türbeye bakan pencerenin yanında 20 mısralık bir manzume vardır. İlk iki
mısrayı verelim.
Ey Şehidanın Süleyman-ı muazzam mefhari.
Hazret-i Seyf-i Huda’nın necl-i azam serveri.
Şiiri 1916 yılında yazan Diyarbekir Jandarma alayı İdare emini Mustafa Asım
beydir (1).
Hz. Süleyman camiinde gömülü Murtaza paşa ve ailesi (bahçede)
*Prof.Dr.Kenan Haspolat Dicle Üniversitesi. [email protected]
331
Hanımlar mescidinde
Esat paşa
Köprülü Mustafa
paşanın kızı Lübabe hanım
Reşit iskenderoğluyla yaptığım bir röportajda bana anısını anlattı: 1948 yılında
harabe halindeki İskenderpaşa camiine 7. Kolordu komutanı merhum korgeneral
Yümnü Üresin paşa el atmış,tamiri için külliyetli miktarda para vermiştir.
İskenderpaşa camii
Asker Diyarbakır’lının en kötü gününde yanında olmuştur
6 Eylül 1975 Lice depreminde Asker
Konuyu Liceli Zeki Dilek’ten dinleyelim:
Deprem duyulur duyulmaz harekete geçen Askerler büyük bir gayretle
kurtarma çalışmalarına yardımcı oluyorlar. Tute köyüne intikal eden keşif taburu i,
le ilçe merkezinde oluşturulan garnizonda seyyar hastane,seyyar aş ocağı kurulmuş.
Askerler ekipler halinde bir yanda vatandaşa enkaz kaldırma işinde yardım ederken
bir yandan da çapulculuğu önlemeye çalışıyorlar. Molla mahallesinde kurtarma
çalışmalarına katılan askerler 6 yaşındaki Nursen kaya’yı, depremden 8 saat sonra
canlı çıkarmışlardı.Küçük Nursen’i kurtaran Top. Yzb. Nihai Coşkuner ,çocuğu
sürekii kucağında taşıyıp teselli ediyor. Askerler, çocuğun yakınlarını arıyorlar.
332
Deprem sonrasında Lice’ye her kesimden yardım yağıyordu. Hava kuvvetleri
komutanlığı subay ve astsubay eşleri yardım seferberliği ile Lice’ye bir okul yapımını
üstlendi (Havacılar ilköğretim okulu) (2).
Lice depremi Caminin depremde
yıkılan yeri
Vakıf Ahmet camii
Depremde yıkılan okul kalıntısı
Asker günlük yaşamda Diyarbakır’lıya her alanda yardıma koşmuştur
Okul tamiri
Askerler eğitime birçok alanda katkıda bulunmaktadır.Biz sadece birkaç
örnek vereceğiz. Diyarbakır’ın Ergani İlçe Jandarma Komutanlığı, Kömürtaş Köyü
İlköğretim Okulu’na ‘Mehmetçik Çeşmesi’ yaparak, okulun yapım işlerini de
tamamladıktan sonra okulu törenle hizmete açtı (aa).
Mehmetçik, yardım elini bu kez de Diyarbakır’da eğitim yuvalarına uzattı.
Hantepe Köyü İlköğretim Okulu’nu boyayan Mehmetçik’in en büyük desteği
333
ise köylüler. En büyük destekçileri olan köylülerle koordineli olarak çalışan
Mehmetçikler, okulu bir an önce bitirmek için uğraş veriyor.
Vatandaş ile el ele
Hantepe köylülerinden Ramazan Aktaş, harabe haline dönen okullarını
Mehmetçik’in onardığını ifade ederek, “Milli Eğitim Müdürlüğü’ne birkaç kez
başvurdum, ancak bir sonuç alamadım. Biz de köylüler olarak, Diyarbakır İl
Jandarma Komutanlığı’na giderek, Mehmetçik’ten yardım istedik. Onlar da bu
isteğimize her zamanki gibi olumlu yanıt verdi. Şu an Mehmetçikler tarafından
okulumuzun onarımı yapılmaktadır. Komutanlarımızdan Allah razı olsun. Biz de
okulun sıralarını askerlerimizle birlikte taşıyoruz. Mehmetçiklerimiz ile birlikte el
ele çalışıyoruz. Jandarma sayesinde okulumuzun onarımı yapılmaktadır” dedi.
Okulun onarımı yapıldı
Mehmet Ali Dalmızrak ise, okulu onaran Mehmetçiklere minnettar olduklarını
belirterek, “Köy okulumuz çoktan beri onarımsızdı, adeta dökülmek üzereydi.
Köylüler olarak toplanarak durumu İl Jandarma Komutanı’na ilettik. Bunun üzerine
askerler, hemen okulumuzu bakım ve onarıma aldı. Bizler de Mehmetçiklerimize
yardım ediyoruz ve onlarla birlikte sıra ve masaları taşıyoruz. Onlara gerekli
kolaylıkları sağlamak için elimizden geleni yapıyoruz” şeklinde konuştu. Dsöz
Lice ve Hani ilçelerine Mehmetçik Dershanesi Lice ve Hani ilçelerinde
Mehmetçik Dershanesi açıldı.Lice 2. Motorlu Piyade Tugay Komutanlığınca
ÖSS’ye hazırlanan öğrencilere eğitim desteği verilmesi amacıyla açılan Mehmetçik
Dershanesi törenle ders başı yaptı.
Saraykapıda askerlerimiz
Dağkapı’da Mehmetçik
1904 osmanlı subayı surlarda
1936 yılında askerlerimiz
334
Paşalar Diyarbakırspor’un yanında
DİYARBAKIR’LININ ASKERE BAKIŞI
1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini
Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini
detaylandırmıştır.
Diyarbakır’ın askere sevgisini şu izlenimlerde görmek mümkün.’beş
altı yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra daha önemli bir vazifeye tayin edilen
Korgeneral Yümnü Üresin’in Diyarbakır’dan ne muazzam bir sevgi tezahüratı ile
uğurlandığını gözlerimle gördüm. Diyarbakır tarihinde bu derecede candan bir teşyi
merasimi hatırlanmadığını,bizzat Diyarbakırlılardan işittim.Korgeneral şerefine
verilen ziyafetlerde söylenen hararetli nutuklarda gösterilen takdir ve bağlılık
tezahüratı,Yümnü Üresin gibi, yüksek bir Türk komutanı şahsına ve şahsiyetine
olduğu kadar Yüce Türk ordusuna karşı idi. Bu kitapta bulacağınız ‘Bir yolcuya
‘başlıklı şiir,o ziyafetlerden birinde söylenmiştir.
Bir Yolcuya
Yümnü Üresin alnın açık,bahtın da açık olsun
Diktin ne büyük abideler o güzel hatırana
Bu vatan yolculuğu dilerim sık sık olsun
Kalsın açık bu temiz bölgenin ağuşu sana
335
Diyarbakır Belediyesinin de asker sevgisi oldukça fazladır:
Belediye 500 kadar asker ailesine maaş vermektedir. (Nüfus: 43.000) (3).
Diyarbakır Eski Belediye binası
Diyarbakır’da askere uğurlama çok saygındır ve görkemlidir
Çınar’da askere uğurlama: askerlik çağına gelen gençlerin babaları, asker
ocağına gidecek bir genç yetiştirmenin gururu ve onurunu yaşamaktan ötürü kurban
keser ve tüm ahaliyi yemeğe davet eder, öte yandan yakınları ve komşuları da birkaç
gün öncesinden genci yemeğe davet ederler. yemek sonrasında büyükler kendi
askerlik anılarını anlatarak örnekler verirler. askere gidilecek günün sabahı bütün
köy dolaşılarak büyüklerin elleri öpülür ve hayır duaları alınır. askere sağ salim gidip
dönsün diye, imam tarafından iki muska yapılarak bir tanesi askere gidecek genç’e,
diğeri de gencin evine verilir. yola çıkarken uğurlamaya gelenlerce gence harçlık
verilir ve bazen davullu- zurnalı, bazen de sade bir şekilde uğurlanarak askere yolcu
edilir ( 44 ).
1949 Diyarbakır doğumlu Saliha İşoğlu oğlu haci’nin askere gidişini anlatıyor
Olayı mahalli aksanla dinleyelim
Haci bi bahtım bi gün di askere gedecagam. Bu geldi babasına dedi, baba
beni İsparta’ya şeye vermişler,komando birligine.Gettıh Seyrantepeye yolculamaga.
Baktıh arkadaşlari belki beş yüz gişi. Bi süri olmiştıh hepimiz. Babasi da kızdi,biz de
kızdıh. Dedıh niye geliler? Dedi vıy gelecahlar ki beni yolciliyalar. Gelenler paket,
eşya, hediye. Bi bahtıh geldiler heppisi oturdilar, düzüldiler orda… Bu oğlan getti
İsparta’ya. Amca yanına getti. İsparta’ya Egirdir’e. Gidi bahi ki deyi, yegenim aslan
kibi komando birliginin elbisesini geymiş, koşa koşa yanıma geldi. Amcasi da almiş
üç beş kilo pasta,kuri pasta. Deti götürsün askerlıh arkadaşkarinan yesin (4).
Diyarbakır´da yoklama kaçağı azaldı
336
Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi´nde operasyonlar devam ederken,
Diyarbakır´da binlerce genç silah altına alınmak için Askerlik Şubesi´ne başvurdu
(45).
Kulp’ta ilk!
Daha önce adını sürekli terör olayları ve çatışmalar ile duyuran Diyarbakır’ın
Kulp ilçesinde ilk kez davullu zurnalı asker uğurlama töreni düzenlendi.
Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde dün tarihi bir gün yaşandı. Davullu zurnalı asker
uğurlama töreni düzenlendi.
Muş, Bingöl ve Batman üçgeninde bulunan Kulp ilçesinde ilk kez davullu
zurnalı asker uğurlama töreni düzenlendi. Renkli görüntülere sahne olan Kulp
ilçesinde Kaymakamlık bahçesinde toplanan yüzlerce aile Komutanlar ile birlikte
halaylar çekip çocuklarını askere uğurladılar.
Ana kuzuları uğurlandı
Kulp ilçesinde düzenlenen asker uğurlama törenine, Lice Tugay Komutanı
Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün, Kaymakam Numan Tahir Şimşek, İlçe Jandarma
Komutanı Binbaşı Murat Çetinkaya, İlçe Askerlik Şube Başkanı Kıdemli Başçavuş
Turgay Ertiryaki, Kurum Müdürleri ile çok sayıda aile katıldı.
Kaymakam Numan Tahir Şimşek, askere gidecek olan kınalı kuzulara
hayırlı teskereler dileyerek, “Sizler vatani görevinizi yapmaya gittiğinizde geride
bıraktığınız aileleriniz bize emanettir. Onların en ufak sıkıntılarında biz yanında
olacağız. Yolunuz ve bahtınız açık olsun, hepinize hayırlı teskereler diliyorum” dedi.
Komutan halay çekti
Lice Tugay Komutanı Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün, Kulp Kaymakamı
Numan Tahir Şimşek, İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Murat Çetinkaya ile İlçe
Askerlik Şube Başkanı Kıdemli Başçavuş Turgay Ertiryaki askere gidecek olan
Mehmetçikleri tebrik edip tokalaşırlarken Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün askerlere
tek tek, “Gittiğiniz yerde bir sorununuz olursa direk beni arayın. Ben sizin bir
337
ağabeyinizim. Elimden gelen her şeyi yaparım” ifadelerini kullandı. 80 Ana kuzusu
sırtlarına astıkları Türk bayrakları eşliğinde halay çektiler. Asker ve aileleri ile birlikte
halay çeken Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün’ün başından aşağı asker yakınları
tarafından para saçıldı. Mehmetçikler daha sonra arabalara bindirilirken ailelerde
ise bir hüzün oluştu. Oğlunu askere gönderen bir baba gözyaşları içerisinde ağlarken
Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün babayı teselli etti. Ailenin tek oğlu olan ve vatani
görevini yapmak için askere giden Zahir Elli ise “Yıllardır bu anı bekliyordum.
Gidip de askerliğimi yapayım diye. Gidip vatani görevimizi yapalım başka da bir
şey istemiyorum” diye konuştu (46).
Diyarbakırlının askerliğe bakışı çok sevimlidir.
Bir asker sevgisine bakalım
Bir mareşalimize olan sevgi
Askerle diyaloğu
338
Hazro ilçesinde bir cadde
Güneydoğunun asker sevgisi aşağıdaki levhalardan belli değil mi
Diyarbakır’da eskiden olup, şu an olmadığı halde tarihi hatırasına
binaen sokak isimlerinde askeri isimler kullanılıyor
Asker sevgisi çocuklara aşılanmış. Ben ü Sen’e gidiyoruz.
339
Güneydoğuda asker sevgisine bir örnek de askerlikteki rütbesini
esnaf levhasına yansıtanlardır
Güneydoğunun askere bakışını yansıtan bir olay da Diyarbakır halkının
misafir askerlerin masraflarını kendi karşılamasıdır
1629 tarihli bir not (845 a.b.), Diyarbakır’da 4 gün kalmış olan askerlerin
geçimi için ödenmiş paranın Diyarbakır’dan Halil ağa tarafından karşılanmasıdır (5).
CUMHURİYET VE DİYARBAKIR
Cumhuriyetin ilanında Diyarbakır
İçkale’den atılan 101 pare topla kutlandı. Vali Ahmet Mithat Bey, 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa, Belediye Başkanı Hüseyin (Uluğ). ve birçok kuruluş başkanları, halkın ileri gelenleri Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telleri çektiler. Resmi daireler tatil edildi. Şehir bayraklarla süslendi.
Halkın, mülki ve askeri erkanın, dernek ve esnaf kuruluşlarının katıldığı muazzam bir tören yapıldı. Vali tebrikleri kabul etti. Yazarı: İsmail
Aybal (Kaynak: Diyarinsesi).
Halk ve esnaf destekli eski Cumhuriyet bayramları
Temiz giyimli seçilmiş lise öğrencilerinin geçişinden sonra sıra
esnaf konvoyuna gelirdi. Esnafın geçişi bayrama renk katardı. Esnaf
temsilcilerinin bandonun ritmine uyarak uygun adım geçişinin ardından her
esnafın temsil edildiği kamyonlar geçerdi sırayla.
Açık kamyonlara monte edilen tezgahlar üzerinde, berberler traş yaparken,
kazancılar bakır, demirciler demir döverdi. Lokantacılar yemek pişiriyor, garsonlar
masalarda oturmuş temsili müşterilere servis yapıyordu. Puşucular, dokumacılar
yine kamyonlara monte edilmiş tezgahlarda puşu ve kilim dokurdu.
Tören boyunca Topçu Alayı’ndan havalanan uçaklar geçerdi tören kıtasının
üzerinden zaman zaman alçaktan uçan uçaklar büyük heyecan yaratırdı.
340
Törenleri kolay ve ön sıralarda seyredebilmek için sabahın erken saatlerinde
tüm mahallelerden insanlar Dağ Kapı’ya akın ederdi. Biz çocuklar da bayram sabahı
erken kalkar, bayramlık elbiselerimizi giyer, mahalle bakkalından alınmış üzerinde
ay yıldız ve bir yanında Atatürk, diğer yanında İsmet İnönü resimleri bulunan küçük
bayrakları sallaya sallaya büyüklerimizle birlikte Dağ Kapı’ya giderdik.
Dağ kapıdaki kaldırımlarda mahşeri kalabalık oluşurdu.
Büyüklerimiz törenleri daha rahat görebilelim diye bizi zaman zaman
omuzlarına alırlardı.
Biz çocuklar için asıl bayram tören yerinden mahalleye döndüğümüzde
başlardı.
Mahallede tören yerinde gördüğümüz askerlere ve subaylara özenir, tahtadan
yontulmuş kılıçlarımızı belimize iple bağlar sonra da peşimize taktığımız diğer
bizden küçük çocuklarla sokaklarda resmi geçit yapar, askercilik oynardık.
İşte böylesine coşku içinde yaşardık cumhuriyet bayramını..(47).
TERÖRE KARŞI DİYARBAKIR
Diyarbakır ülke bütünlüğüne ihtimam göstermiş, her türlü, isyan, eşkiyalık ve
teröre karşı durmuştur.
1526 yılında Kalenderoğulları açık isyana girdi. Ağustos, Eylül aylarında
Adana sancakbeyinisonra Karaman beylerbeyinive en son Rumeli beylerbeyini açık
alanda yendiler.Bunları cezalandırmak için Diyarbekir’den acilen birliklerin gelmesi
gerekti. Neticede muharebede Kalender Çelebi öldürülerek isyan sonlandırıldı
1600 yılında Tokat’ta deli Hasan isyanı oldu ..Sokolluzade Hasanpaşa süratle
o tarafa yöneldi ve Diyarbekir’den Hüsrevpaşa, Maraş ve Halep Kürtleri ve sipahiler
buraya yönlendirildi. Hasanpaşa burada hayatını kaybetti (6).
1607 yıllarında isyan çıkaran celali Canbuladoğluna karşı Zülfikar paşaya
Diyarbakır’dan Topal Yusuf komutasında 1000 asker
yardıma geldi.
Bağdat’ta
Ülyanoğlu
İsyanını
İskenderpaşa Diyarbakır valisidir.
bastıran
Diyarbakır halkı teröre karşıdır.
Sultan Abdülhamit, Ahmet cemil Paşa’yı (18371902) Yemen isyanlarını bastırmak üzere gönderir.
Cemil Paşa bu işi yapmak üzere Diyarbekir’den has
adamlarını ve ordudan askerlerini yanında beraber
götürerek İsyanı bastırır (7).
Cemil Paşa
341
Daltaban Mustafa Paşa, Diyarbekir ve diğer il tımarlı sipahileri ve Kürt
beylerinin birlikleriyle 1701’de Basra isyanını bastırdı (98).
Diyarbakır’lı askere finans yönünden de destek çıkmıştır. Bir Osmanlı
belgesine göz atalım:
Diyarbekir yöresindeki ahali, eşkıya ve haramzadeleri temizleyip güvenliği
sağlamaya çalışan askerlere İmdadiyye parası topluyor.
Kime: Âmid (Diyarbakır) Mollası’na (büyük kadı), Diyarbakır ilçesindeki
kadılara, a’yanlara
Kimden: Padişah’tan
HÜKÜM
Belge:
BOA- İbnülemin tasnifi, Dahiliye No 2934 (8)
BÖLGENİN ÜLKEYE BAKIŞI
Bölgenin ülkeye bakışını anlamak için İsmet İnönü’nün 31 Mart 1969 tarihli
Ulus gazetesine verdiği demece bakalım:
‘..Kürtler genel olarak Türk camiasında bulundular ve ülke birliğini korumak,
ulusal hükümeti güçlü kılmak için istekle yardımcı oldular…. Sevr müdahalesi
ile Kürtler, Türkler gibi vatanı tehlikeye maruz gördüler. Milli mücadelenin
yürütülmesinde canla başla birliktelik gösterdiler.. Lozan müdahalesi yapılırken
de Kürtler vatansever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler
gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozandaki konuşmalarımızda ‘biz
Türkler ve Kürtler’ diye bir ulus olarak savunduk ve kabul ettirdik’ der (9).
Mustafa Kemal’in, Sivas’tan 24 Eylül 1919 fünü ABD inceleme kurulu başkanı
General Harbord’a gönderdiği ayrıntılı rapordan’ ‘İmparatorluğu bölmek ve Türkler
342
ile Kürtler arasında bir kardeş kavgası çıkarmak ve bağımsız bir Kürdistan kurma
planlarına ortak etmek üzere Kürtleri kışkırttılar. İleri sürdükleri tez,imparatorluğun
nasıl olsa dağılacağıdır.Bu düşüncelerini gerçekleştirmek üzere Kürtleri kışkırttılar.
İleri sürdükleri tez, imparatorluğun nasıl olsa dağılacağıdır. Bu düşüncelerini
gerçekleştirmek için büyük paralar harcadılar. Her türlü casusluğa başvurdular. Noil
adında bir İngiliz subayı, uzun süre Diyarbakır’da bu yolda çaba gösterdi ve her türlü
yalan ve aldatmaya başvurdu. Ama bizim Kürt yurttaşlarımız düzenlenen oyunun
farkına vararak, O’nu ve yüreklerini para ile satan bir grup haini bölgeden kovdular’
(10) (11).
Lozan barış konferansında nelerin savunması gerektiği üzerine bölge
milletvekillerinin Riyaseti sunulan 3 Teşrinisani (Kasım) 1338 tarihli önerge.
‘Türk, Kürt bir kütlei vahidedir. Kürtler hiçbir vakit Türkiye camiasından
ayrılmaz ve bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin tesiri yoktur.
Diyarbekir mebusu: Hakkı, Bitlis: Arif- Derviş,Van: Hakkı, Mardin: Esad,
Siird: Necmeddin….
DEVLETİN BÖLGEYE BAKIŞI
Celal Bayar’ın Doğu raporu:
‘Türk-Kürt ayırımı yapılmamalıdır
Kürtler okutulmalı, devlet işlerinde çalışabilmelidirler. Hükümet daireleri
muntazam olmalı. Memurlara oturacakları lojmanlar inşa etmeli. Devlet otoritesi
sağlanmalı.
Toprak dağıtımı köylüyü hükümete bağlayacak unsurdur.Yalnız toprak
dağıtımı değil, yanında kredi vasıtalarını, istihsal imkanlarını da beraberinde
vermelidir.
Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı
şahlanmıştır. İsyandan sonra fark gözetmeksizin idare etmek de bundan ayrı ve
mutedil bir sistemdi.
Atatürk raporu okuduğunda heyecanlanmış ve hemen iktisat vekilini tebrik
etmişti.
10 kasım 1937’de Mecliste kürsüye gelmiş,açıkça Celal Bayar’ı övmüş, Şark
raporuna atıflarda bulunmuştur (12).
DİYARBAKIR’DA BAYRAK SEVGİSİ
Bayrak milli birlik ve beraberliğimizin simgesi kutsal bir unsur. Diyarbakır’da
bayrağa karşı sonsuz bir sevgi ve saygı var. Günlük yaşamdan örnekler verelim.
Bayrak taşımayı şeref sayarak levhasına işlemiş bir esnaf. Bayrak sevgisini
yüreğinde ve levhasında hisseden bir esnaf.
343
Bayrak sevgisi evin içine kapıdan başlayarak giriyor
Eski bir Diyarbakır ev kapısında Türk bayrağı
Hanımlar ruh dünyalarındaki sevgiyi takılarına yansıtmış
70 yıl önceye ait gümüş takıda ay yıldız
Mezar taşlarında ay yıldız
Bayrak sevgisini 1922 doğumlu Vedia
Aksu’nun bir hatırasından mahalli aksanla dinleyelim:
Nuran hastedi, hastanede yatidi. Ben de yanında
refakatçidim:bazar güni olacah,bayrak asacahlar.
Pacanın yanında oturıyam.Canım sıhıli,kızım gelinlıh
kız,yataga sıgmi,ne yeyi ne içi. Kahtım şir düzdim.
Okumah yazmah bilmiyem.Ahlımi toparliyana kadar
odaçiya dedim ki hastahaaın hademesine tez ban bi
kat kalem getir. Bayrah çekilirken o Kızılay bayragi
da beyazdır, yanında duri.Ben de böle bahtım bahtım,
344
gözlerim doli doli oldi.İşte o sırada bahan bi ilham geldi, kahtım şir yazdım. E sabahe
kader de askerlerin biri gidi, biri geli. Nöbet bekliler. Dedim:
Köşe başinda bi asker
Sabahe kader nöbet bekler
Bayragıni inceler
Gücini Allah’tan ister
Dinimle imanım
Bayragımdır canım
Bayragımi çok severem
Kızılayın yanında
Güzellıh verdi ona
Gecelerin kanarıgında
İşıhların altında
Dünyanın dör bucagında
Dalgalansın bayragım
Kahtım böle bi şir yazdım.x
Neyse çohti,hademe tabi,acele yazdırayım deye.. (4).
Diyarbakır’da her kesimde bu sevgi zirvededir.
Diyarbakırlı bir zihinsel özürlü ve bayrak sevgisi
Ahmet Sana, 1974 Kıbrıs çıkarması zamanında Bol Küçe dediğimiz biraz
geniş olan sokağımızın ortasında büyük birTürk bayrağını bir damdan aşağı
sarkıtmı ve eline Cenah (Başı topuzlu sopa) alaraksokakta nöbet tutup,gelen geçene
selam verdiriyordu. Durumu soranlara da, Bu günnamus günüdür, selam vermiyen
Rumların ajanıdır, öldirmağ lazım diyordu. Bizim Ahmet Sana ağabeymiz meğerse
geceleri de nöbet tutuyormuş, ola ki bir Yunan ajanı çıkıp bayrağa zarar verir diye.
Nihayet Kıbrıs çıkarması zaferle sonuçlanıncaya kadar, o bayrak damdan inmedi ve
gelen geçen de selam vermek mecburiyetinde idi.
Ofis semtinde bir teyzede bayrak sevgisi
Mehmet Şafi ya da “bayraklı adam
345
Diyarbakır’ın caddelerinde, her gün karşımıza çıkabilen, aylak aylak dolaşan,
orta boylu zayıf bir adam görürsünüz. Üzerinde hangi giysi olursa olsun, yalnız
giysisinde değil, kışın kabanının yakasında, kaşkolunda, anahtarlığında, yazın
şapkasında mutlaka Türk bayrağı bulunan bu adam; yani Mehmet Şafi Çalışıcı Onu
bütün ulusal bayramlarda maçlarda, bütün sportif yarışmalarda elinde Türk bayrağı
ile ya koşarken ya da tribünlerde amigoluk yaparken görmek mümkün. 1958,
Diyarbakır Silvan ilçesi Onbaşılar ( Boğaz) köyü doğumlu. Ulu Camii yakınlarında,
izbe bir otelde (Çam Palas’ta) kalıyor. “Benim tek dostum Yüce Allah’tır” diyor
Alpaslan,
Bölgenin ülkeye bakışını yansıtan önemli bir nokta Diyarbakır’lının yaşam
biçimidir.Bu yaşam biçimi samimi bir bayrak sevgisini içerir. Bu açıdan kapı üstlerine
göz attı.
Evlerin kapılarında ve duvarında hilali görüyoruz
El sanatları sergisi
346
Diyarbakır’da iftar ve bayrak
İftar saatinde önce Ulu Cami’nin minaresinde bulunan tahta kepenkler açılır,
müezzin önce bir Türk Bayrağı sallar, sonra minarenin ışıklarını yakar ve ezanı
okurdu. Ezanla birlikte yine İçkaledeki top atılırdı.
KAMU HALK ELELE
Diyarbakır’lı memleket sevgisini kamuya yardım ederek göstermiş, kamu
binalarının yapımını kendi üstelnmiştir. Örneklere göz atalım:
•
347
•
Ergani Maden sancağı dahilinde inşa edilecek hükümet konağı
için ahalinin yaptığı yardımı gösterir defter. 13 Temmuz 1879
•
Eğil nahiyesinde masrafının bir kısmı ahali ve kalanı devletçe karşılanmak
üzere bir hükümet konağı inşa edilmesi hakkında mazbata.14 Ekim 1879
•
Eğil’de bölgenin zenginleri ve hazinenin işbirliği ile nahiye müdürüne
bir konak inşa edilmesi hakkında irade. 8 Kasım 1879 (13).
Cemilpaşazade Ziya bey bir uçak satın alarak Türk ordusuna hediye eder.
Hediye edilen bu uçak dolayısıyle Türk Tayyare cemiyeti, 1927’de Ziya bey’e bir
‘Tayyare Madalyası’verir.
Belge:
Diyarbekirli Cemilpaşazade Ziya Bey’e
Aziz ve sevgili vatanımızın müdafaası ve inkişaf ve terakkisi makasad-ı
aliyesiyle teşekkül eden Tayyare cemiyeti için buyurduğunuz hamiyet ve
mürüvvetin bir nişane-i iftiharı olmak üzre zat-ı alilerine bir kıta murassa Tayyare
madalyası takdim ile kesb-i şeref eyler.
24 Mayıs 1927/1341
Türk Tayyare Cem’iyyeti Reisi
Rize mebusu
(imza)
Türk Tayyare Cemiyetine bir uçak
hediye eden Cemilpaşazade Ziya bey’e Tayyare
madalyesi verildiğini belirten belge (7).
Eğitime Vatandaş Katkısı
1895’te Vali olan Halit bey halktan toplanan bağışlarla sur dışında bir bina
yaptırarak (Süleyman Nazif Ortaokulu olarak kullanılan bina) tedrisata başlandı
(14).
Kamuya bu destek tarihte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir
Silvan’da polis ve halk dayanışması
Diyarbakır’ın Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne ilçe esnafı ve işadamları
tarafından yeni makam aracı alındı
Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne Silvan Huzur ve Güven Derneği üyesi
esnaf ve işadamları tarafından 1 adet 2009 model otomobil hibe edildi (48).
348
POLİSİN BÖLGEYE BAKIŞI
Polisin Diyarbakır’a yaklaşımı olumlu hizmetlerinde görüyoruz. Şimdi
Bunlara örnekler verelim:
Emniyet’ten Bilgisayar Kursu
2003 Yılında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü tarafından, İlköğretim okulları
6. ve 7. sınıfta öğrenim gören öğrencilere yönelik başlatılan bilgisayar kursu, 48
kişilik bir katılımla tekrar başlatıldı.
Diyarbakır Emniyet Müdürülğü’nden yapılan açıklamada, kent merkezinde
değişik ilköğretim okullarında okuyan 6. ve 7. sınıftaki öğrencilerin bilgisayar
öğrenmelerine katkıda bulunmak amacıyla Emniyet Müdürlüğü Bilgi İşlem Şube
Müdürlüğü ve Çocuk Şube Müdürlüğünün ortak çalışmalarıyla 2003 yılında
başlayan uygulama ile bugüne kadar 18. dönem halinde 332 öğrenciye Windows,
World ve Excel programları ve internet kullanımı üzerine bilgisayar eğitimi verildiği
bildirildi. dsöz
Yüzme eğitimi
Diyarbaklır emniyet müdürlüğü 150 sokak çocuğuna yüzme öğretmiş ve
emniyet müdürlüğü havuzundan istifade etmelerini sağlamıştır.
Diyarbakır emniyet müdürlüğü ve Dicle üniversitesi işbirliği
Sokak Çocuklarına Buz Hokeyi Eğitimi Verildi
349
Polis’ten Eğitim Desteği
03.01.2009
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nce, Sur İlçesi’ndeki 4 okulda öğrenim gören
500 yoksul.
Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nce, Sur İlçesi’ndeki 4 İlköğretim okulunda
öğrenim gören 500 yoksul öğrenciye SBS soru bankası kitabı yardımı yapıldı.
Yaklaşık 2 ay önce Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya’yı ziyaret eden Süleyman Nazif
İlköğretim Okulu öğrenci ve öğretmenler, SBS kitabı istemişlerdi. Ziyaret sonrası
Süleyman Nazif, Alipaşa, Cumhuriyet ve Mardinkapı İlköğretim okulu kardeş okul
olarak ilan edildi. Emniyet Müdürü Çatalkaya’nın talimatları üzerine 4 okulda
öğrenim gören 500 öğrenciye SBS kitabı, gıda ve kırtasiye yardımı yapıldı.
Kom Müdürü Kitapları Teslim Etti
Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube Müdürü Halil Dağ,
Süleyman Nazif İlköğretim Okulu’nda kitapları tesliminde yaptığı açıklamada,
zaman zaman yoksul ve dar gelirli ailelerin öğrencilerine gıda ve kitap kırtasiye
yardımı yaptıklarını söyledi. Dsöz
Diyarbakır Polisin’den Hediye
- Diyarbakır’da toplumsal şiddet olaylarının
sıklıkla yaşandığı merkez Bağlar ilçesinde çevik kuvvet
polisleri çocuklarla bir araya geldi (49).
Diyarbakır Polisin’den Öğrencilere Karne Hediyesi
Diyarbakır’da toplumsal şiddet olaylarının
sıklıkla yaşandığı merkez Bağlar ilçesinde çevik
kuvvet polisleri çocuklarla bir araya geldi. Polis
memurları çocuklarla top oynadıktan sonra karne
hediyesi olarak ayakkabı dağıttı. Diyarbakır Emniyet
Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şubesi’nde görevli polis
memurları toplumsal şiddet olaylarının sıklıkla
350
yaşandığı ve provokatörlerin, güvenlik güçlerinin karşısına çocukları çıkardığı
bölgelerden biri olan Bağlar ilçesindeki Hürriyet İlköğretim Okulu’nu ziyaret
etti. Ailelerinin maddi durumu elverişsiz olan yaklaşık bin öğrenciye karne günü
nedeniyle yardım dağıtmak amacıyla Hürriyet İlköğretim Okulu’na giden polis
memurları önce bahçede çocuklar ile futbol oynadılar ardından da voleybol oynayıp
hediye dağıttılar. Çocukların karneleriyle de ilgilenen polisler, ‘Teşekkür belgesi’
getiren kız çocuklarını da tebrik ederken sınıflarda 210 öğrenciye ayakkabı dağıtıldı.
Öğrencilere ayakkabıları bizzat giydiren polisler ayrıca bin öğrenciye kırtasiye
yardımı yaptı.
HAYALİ GERÇEK OLDU
Diyarbakır’da ilköğretim okulu öğrencisi 12 yaşındaki Bahar Oğuz, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’daki toplu açılış töreninde, sessizce kurduğu
bisiklet hayaline, Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya sayesinde kavuştu.
Hayaline kavuştu
Fatih İlköğretim Okulu 5. sınıf öğrencisi Bahar Oğuz’a hayalindeki bisikleti
alarak teslim eden Diyarbakır Emniyet Müdürü Çatalkaya, AA muhabirine yaptığı
açıklamada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti sırasında Ziya
Gökalp Spor Salonu’nda toplu açılış töreni yapıldığını hatırlattı. Spor salonu önünde
gördüğü Bahar Oğuz’un kendi kendine birşeyler mırıldandığını gördüğünü ve
yanına yaklaştığını belirten Çatalkaya, kız çocuğunun ‘’Keşke Başbakana söylesem
bir bisikletim olsa’’ dediğini duyduğunu ifade etti.
Çatalkaya desteği
Çatalkaya, şunları kaydetti: ‘’Ben de kendisi ile konuşarak ne istediğini
sordum. O da (Keşke Başbakana söylesem bir bisikletim olsa) dedi. Ben de ona
hayalindeki bisikleti alacağımı söyledim. Çok sevindi. Bisiklet aldım. Bir çocuğun
hayalini gerçekleştirmek beni mutlu etti. Derslerinde başarılı bir öğrenci, kendisine
eğitiminde de yardımcı olacağım. Çocuklar bizim geleceğimizdir. Onların geleceğine
ışık tutmamız gerektiğini düşünüyorum.’’
Bisikleti artık var
Diyarbakır Emniyet Müdürü Zeki
Çatalkaya sayesinde bisikletine kavuşan
Bahar Oğuz, bir bisikleti olmasını çok
istediğini söyledi. Başbakan Erdoğan’ın
geldiği gün, kendisinin de önce miting
alanına, ardından Ziya Gökalp Spor
Salonu’na gittiğini ifade eden Bahar
Oğuz, ‘’Başbakanımıza sesimi duyurmak
ve bir bisiklet istemeyi düşünüyordum.
Kendi kendime konuşurken, Emniyet
351
Müdürü bana ne istediğimi sordu. Ben de bisiklet isteyeceğimi söyledim. Emniyet
Müdürümüz bana bisiklet alacağını söyledi. Hayalimdi ve hayalime kavuştuğum için
çok mutluyum’’ diye konuştu. Çatalkaya, daha sonra annesi Sultan Oğuz ile birlikte
Emniyet Müdürlüğündeki makamına gelen Bahar Oğuz’a bisikletini teslim etti (50).
MUTLU GÜNLERİ!
Diyarbakır’daki Yuva çocukları, Polis okulu öğrencilerinin organize ettiği
“Doğum Günüyle” mutlu oldular (51).
Ocak, Şubat ve Mart aylarında dünyaya gelen Yenişehir Çocuk Yuvası’ndan
18, Diyarbakır Çocuk Yuvası ve Kız Yetiştirme Yurdu’ndan 0-6 yaş grubundan 6.
13-18 yaş grubundan 8 olmak üzere toplam 32 çocuğa doğum günü pastası kesildi.
Doğum günü kutlandı
Doğum Günü partisine, İl Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun eşi Gül Mutlu,
Adalet Komisyonu Başkanı eşi Türkan Kavun, Bölge İdaresi Başkanı’nın eşi Gülten
Engin, Vali Yardımcılarının eşleri, Arzu Aydın, Ayşegül Akça, Ülker Seyitoğlu,
Sakine Yeşilbaş ve Nihal Bayrak, Bağlar Kaymakamı’nıneşi Arife Yücedağ, Emniyet
Müdürü’nün eşi Bahar Çatalkaya, Polis Okulu Müdürünün eşi Aysun Karagöz,
Kurum Müdürlerinin eşleri ve Sivil tohlum kuruluş temsilcilerinin eşleri katıldı.
Yetiştirme yurdu çocukları
Partide, yetiştirme Yurdu’ndan gelen çocukların bu günlerinde ilüzyonist
tarafından yapılan gösteri büyük beğeni topladı. İlüziyonist gösterisinin ardından
Polis okulu öğrencileri, Kolbastı ve Zeybek oyunu oynadı.
Polis haftası kutlamaları
352
Keçiburcu’nda Polis sergisi
Polis günü gösterileri:
Diyarbakır’da Polislerimiz büyülediler
353
Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü Diyarbakır’da törenlerle
kutlandı. Olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı tören renkli geçti. Kutlamalarda
Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterle alandan geçişi nefes kesti.
11 Nisan 2009
Silvan’da Polislerden Ramazan Yardımı
Diyarbakır’ın Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polislik Büro
Amirliği, Ramazan dolayısıyla fakir vatandaşlara yönelik gıda yardımı yaptı.
Silvan Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polislik Büro Amirliği Ramazan
münasebetiyle başlatılan “Ramazan’da yanınızdayız” projesi kapsamında yardıma
354
muhtaç ailelere yardım paketi ulaştırmaya başladı. Polisler ailelere yardımları
kapılarına kadar giderek teslim ederken her zaman yanlarında olduklarını dile getirdi.
Emniyet Müdürlüğü ve Kaymakamlığın katkılarıyla hazırlanan yardım paketlerinin
150 aileye ulaştırıldığı bildirildi.
Polisleri ellerindeki yardım paketleriyle karşılarında gören vatandaşların yüzü
gülerken, aileler polis memurlarına teşekkür etti (52).
Ergani Polisi’nden 80 Aileye Yardım (53)
Diyarbakır’ın Ergani Emniyet
Müdürlüğü, ilçe genelinde tek tek
inceleme yaparak belirlediği 80 muhtaç
aileye gıda paketi dağıtırken 30 çocuğa
da giyim ve ayakkabı yardımı yaptı.
Tespit edilen aileler için gideri
Emniyet Müdürlüğü personeli tarafından
karşılanan gıda paketleri, polisler
tarafından gizlilik içinde dağıtıldı.
Mercimek, pirinç, nohut, fasulye, çay
ve yağ gibi ana ihtiyaçları içeren gıda ürünlerinden oluşan yardım paketleri, 80
aileye tek tek teslim edildi. Emniyet Teşkilatı’nın her zaman yoksulun ve muhtaç
insanların yanında olduğunu ifade eden Emniyet Müdürü İsa Şen, “Emniyet Teşkilatı
vatandaşların güvenliğini sağlarken aynı zamanda onların yardımına da koşmakta.
Bu nedenle belirlenen yaklaşık 80 aileye gıda, 30 çocuğumuza ise giyim ve
ayakkabı yardımı yaptık. Polis arkadaşlarımız insanlarımızı rencide etmeden ve
gizlilik içinde muhtaç insanların ihtiyacını giderirken, aynı zamanda polis ile halkın
iletişiminin daha da gelişmesini sağlıyor” dedi (53).
Diyarbakır’lılar kendilerini seven şehit emniyet müdürünü unutmadı (6)
355
Şampiyon olunca da onu unutmadı
Diyarbakır halkı vefalıdır. Daha önceleri şehit edilen emniyet müdürü Gaffar
Okan’ı hiç unutmadı. Evlerinin penceresine onun bayrağını asmışlardır
101 tane “Ali Gaffar” Hendek’e gidiyor
Hendek
Belediyesi
Gönül
Yolculuğu projesi ve Şehit Ali Gaffar
Okkan Bir Kardeşlik Hikâyesi projesi
kapsamında,
Diyarbakır’dan
‘Ali
Gaffar’ isimli 101 çocuk, Şehit Emniyet
Müdürü Ali Gaffar Okkan’ın ölüm yıl
dönümünde Sakarya Hendek’te misafir
edilecek.
Proje kapsamında gerçekleştirilmiş
olan Şehit Ali Gaffar Okkan Bir Kardeşlik
Hikâyesi Sempozyum Kitabı’nın da
tanıtılacağı programa, Diyarbakır’dan
ismi Ali Gaffar olan 101 çocuk, 21
idareci ve 37 öğrenci velisi katılacak.
23 Ocak Pazar günü sabah saat 07.00’de
Diyarbakır’dan uçakla İstanbul Atatürk
Havalimanı’na gelecek olan 160 kişilik
grup, Hendek Belediye Başkanı Ali İnci
ve beraberindekilerle karşılandıktan
sonra Türk Hava Yolları’nın misafiri
olarak sabah kahvaltısını THY Genel
Müdürlük binasında yapacak.
356
Eski Diyarbakır Valisi olan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’yu makamında
ziyaret edecek olan Ali Gaffarlar, daha sonra Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı,
Minyatürk’ü gezecek ve Boğaz turu yapacak. Şehit Ali Gaffar Okkan’ın ölüm
yıl dönümü olan 24 Ocak Pazartesi günü mezarı başında yapılacak olan anma
programına katılacak Diyarbakırlı Ali Gaffarlar, Hendek gezisinin ardından, 25 Ocak
Salı günü Ankara’da Anıtkabir’i, TBMM’yi ve Cumhurbaşkanlığı’nı ziyaret edecek.
Diyarbakırlı heyet Esenboğa Havalimanı’ndan ‘Hendek’ isimli uçakla Diyarbakır’a
dönecek (54).
Polislerimiz Büyülediler Muhteşem Kutlamalar
- Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü Diyarbakır’da törenlerle
kutlandı. Olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı tören renkli geçti. Kutlamalarda
Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterle alandan geçişi nefes kesti.
Yapılan konuşmaların ardından resmi geçit töreni yapılırken, motorize ekipler
ve Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterli geçişleri izleyenleri büyüledi. .www.
diyarinsesi.org
Lice’de Polis Haftası Etkinlikleri Devam Ediyor
- Diyarbakır’ın Lice İlçe Emniyet Müdürü Hüsnü Cengiz ve beraberindeki
heyet Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü kutlama etkinlikleri
vesilesiyle Kaymakam Ömer Kalaylı’yı makamında ziyaret etti.
Ayrıca, Emniyet Müdürü Cengiz ve polis memurları 10 Nisan Polis Haftası
etkinlikleri kapsamında ilçe merkezindeki okulları ziyaret ederek öğrencilere çeşitli
hediyeler verdiler.www.diyarinsesi.org
Polis okulunda Kürtçe parçalar eşliğinde eğlence.
Diyarbakır’da SODES Spor Yarışmaları’nın Ali Gaffar Okkan Polis Meslek
Yüksek Okulu’ndaki kapanış töreninde öğrenciler Kürtçe şarkılar eşliğinde eğlendi.
Gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmak, spora alıştırmak ve sosyal
dayanışmayı artırmak hedefleriyle Diyarbakır Ali Gaffar Okkan Polis Meslek
Yüksek Okulu’nun düzenlediği Sosyal Destek (SODES) Projesi “Haydi Gençler
Spora’’ etkinliği tamamlandı. Etkinliğin kapanış töreninde, mahalli sanatçı Ali Aktaş
Kürtçe şarkı ve türküler seslendirdi. Söylenen hareketli şarkılara eşlik eden gençler
ise polis okulu öğrencileri ile birlikte halay çekip oynadı (55).
DİYARBAKIR’LILARIN İSLAM DÜNYASINA BAKIŞI
Diyarbakır’lılar tüm ülkeyi sevmesini yanı sıra İslam alemine karşı büyük
bir teveccüh içerisindedir. Onların acılarıyla acı duymakta,onlara eziyet edenleri
kınamakta, zor durumda olan Müslüman kardeşlerinin yardımına koşmaktadırlar.
Bu konu basının çalışmalarına göz attık.
357
1 ) Pakistan Depreminde Diyarbakır.
Pakistan depremine Diyarbakır’dan UMKE ekibinde 1 doktor,2 hemşire
yardıma gitti,orada 20 gün kalarak bölge halkına yardım etti (56).
2 ) Dicle Üniversitesi, Pakistan’ a yardım elini uzattı.
Türkiye Halkbank Voleybol Bayanlar 1. Ligi’nde Diyarbakır Dicle Üniversitesi,
kendi sahasında TED Kolejliler maçının tüm hasılatını Pakistanlı depremzelere
bağışlıyor.
3 ) Siyonist Vahşete Lanet Yağıyor!
İsrail’in Gazze’de yaptığı katliam Diyarbakır başta olmak üzere bölge
illerinde
düzenlenen
gösterilerle
protesto edilirken, İsrail’e ve vahşete
sesiz kalanlara lanetler yağdırıldı (57).
4 ) Mitinge 50 Bin Kişi Katıldı
Diyarbakır
Gazze
Girişimi
Sekretaryası’nın
öncülüğünde
düzenlenen ve sivil toplum kuruluşlarının
destek verdiği “İsrail’i telin” mitingine on
binlerce kişi katıldı. (www.diyarinsesi.
org).
5 ) Diyarbakır’dan Filistin’e Kampanya
Diyarbakır’daki Sivil Toplum
Kuruluşları (Stk), İsrail Saldırısı
Altındaki Filistinliler İçin Yardım
Kampanyası Başlattı. Diyarbakır Baro
Başkanı Mehmet Emin Aktar, Herkesi
Filistin’e Yardım Etmeye Çağırdı (58).
6 ) Diyarbakır’da İsrail’e lanet yağdı (59)
İsrail’in Filistin’de Gazze
Şeridi’ne yönelik saldırıları devam
ederken Diyarbakır’da İsaril’e yönelik
tepkiler büyüyerek artıyor.
358
7 ) Diyarbakır’da Filistin için 4 gün yas
Anadolu
Gençlik
Derneği
Diyarbakır Şubesi öncülüğünde yas ilan edildi. Bayındırlık civarında yeşil kart
bürosu bitişiğindeki Hanililer Yasevi’nde 4 gün sürecek yasa Diyarbakırlılar akın
ediyor. Yasevine gelen Diyarbakırlılar, İsrail saldırıları sonucunda vefat eden
Gazzeliler için Fatih’a okudu ve dua etti (60).
8 ) Gazze’ye Yardım Kermesi
Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir-Sen Diyarbakır
Komisyonu’nca, Gazze’ye yardım kermesi düzenlendi (61).
Şubesi
Bayanlar
359
9 ) Filistin Sergisi Açıldı (62)
Diyarbakır’da Umut Kapısı
Derneği tarafından ‘Filistin’ sergisi
açıldı. İsrail’in Filistin’de neden
olduğu vahşetin fotoğraflarının yer
aldığı sergi, 2 Şubat’a kadar açık
kalacak.
10 ) Gazze için ölen iki Güneydoğulu (63)
Mehmet Altan-Star.
11 ) Onbinler Uğurladı (64)
Gazze şehidimiz Ali Haydar Bengi’yi
son yolculuğuna onbinler uğurladı. İlahilerin
okunduğu, tekbirlerin getirildiği cenazede,
Siyonist İsraile lanetler yağdırıldı (64).
12 ) Bismil’den Filistin’e Yardım Edildi
Diyarbakır a.a - Bismil ilçesinde
Filistin’e yardım kampanyası kapsamında
31 bin 300 lira toplandığı bildirildi.
28 Ocak 2009
360
13 ) İsrail İlçemizde (Silvan) kınandı
İsrail’in Gazze Şeridi’nde Filistinlilere yönelik düzenlediği hava saldırısı
İlçemizde protesto edildi.
İlçemiz Selahattini Eyubbi Cami’nde kılınan Cuma namazından sonra,
İsrail’in düzenlediği hava saldırısında hayatını kaybeden Gazzeliler için gıyabi
cenaze namazı kılındı (65).
14 ) Silvan’dan Filistin’e yardım yağdı
Büyük bir soykırım ve insanlık dramının yaşandığı Gazze’ye Türkiye’nin her
tarafından yardım yağarken Diyarbakır’ın Silvan ilçesinden de 20 ton tun gönderildi.
(66).
361
15 ) Ergani’de israili kınama mitingi yapıldı
Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde yapılan mitingde İsrail’in Gazze saldırısı
kınandı (67).
16 ) Diyarbakır’da “Dünya Kudüs Günü” etkinliğinde vatandaşlar İsrail’e lanet getirdi (68).
17 ) Diyarbakır tüm İslam aleminin sorunlarına duyarlıdır
362
Yılbaşını misafirhane’de karşıladılar
Kutsal topraklara hac görevini yerine getirmek için giden Dağıstanlı hacılar
dönüşte Diyarbakır-Silvan karayolu üzerinde araçlarının bozulması üzerine Valilik
tarafından misafirhaneye yerleştirildi. Aracın sürücüsü ve beraberindeki bir kişi ise
dondurucu havaya rağmen yeni yıla araçlarının başında girdiler (69).
18 ) Diyarbakır’da Pakistan selzedeleri için yardım toplandı.
ÜLKENİN BÖLGEYE BAKIŞI
Türkiye tüm vatandaşlarıyla bir bütündür.Kaynağını tarihten alan bir kardeşlik
ve yardımlaşma söz konudur. Batı’daki vatandaşlarımız, Doğu ve Güneydoğulu
kardeşlerini sevmekte, sıkıntılı günlerinde yardımına koşmaktadır.Bunun için
basından bu yaklaşımı izlemeye çalıştık.
1. Kimse Yok Mu Derneği’nin organize ettiği büyük yardımlaşma organizasyonuna batı illerinden katılan yüzlerce hayırsever işadamı Güneydoğu’daki yoksul
ailelerle buluşuyor.
Doğu’da 60 bin kurbanı yoksullara dağıtacak olan dernek, çalışmalarına
bayram namazından sonra başladı. Diyarbakır Özel Nil İlköğretim Okulu’nda
gruplar halinde kesim merkezlerine giden işadamı ve hayırseverler aldıkları etleri
başta Bağlar semti olmak üzere yoksulların yaşadığı kenar mahallelerde dağıtıyor.
363
Batı illerinden gelen hayırseverlere Diyarbakırlı işadamları da eşlik ediyor.
Bağlar’da yoksulları ziyaret ederek bayramlarını kutlayan Diyarbakır Girişimci
İşadamları Derneği Aziz Nart ise batı illerinden yüzlerce işadamının bugün bölgede
olmasının kendilerini etkilediğini dile getirdi. Diğer işadamlarının da bölgeye gelmesi
gerektiğini anlatan Nart, “Bugün gelip gitmeler dostluğun, birlik ve beraberliğin
gelişmesi demektir. Biz bayram gününü yoksul, evine bir kilo şeker bile alamayan
kardeşlerimizle geçiriyoruz. Duygulu anlar yaşanıyor.” dedi (70).
2. Kimse Yok Mu derneği aracılığıyla Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde 600
aileye kurban eti dağıtıldı www.diyarinsesi.org
3. Okula Üşümeden Gidecekler
Diyarbakır’ın Hani ilçesindeki 1000 öğrenciye,
Demirören Şirketler Grubunca mont yardımı yapıldı (71).
4. İstanbul’dan Silvan’a
eğitim yardımı.
Diyarbakır’ın
Silvan
ilçesine İstanbul’dan gönderilen
giyim ve kırtasiye yardımı, 6 köy
okulu öğrencilerine dağıtıldı (72).
364
5. Köy okuluna kardeş okullardan kitap
Afyon Dinar Yeniyol İlköğretim Okulu ile Kayseri Büyükşehir Belediyesi
Eğitim Kültür Evi, Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Kortaş İlköğretim Okulu’nu
kardeş okul seçerek kitap yardımı yaptı. 01 Nisan 2010
6. Kulp'a Gönül Köprüsü!
Bursa Ali Hadi Türkay İlköğretim Okulu velileri düzenledikleri kampanya ile
Diyarbakır’ın Kulp ilçesindeki Akçasır İlköğretim Okulu öğrencilerine ihtiyaçlarını
giderecek 90 kolilik paketle gönül köprüsü kurdu (73).
7. Kimse Yok Mu Derneği 250 selzede ailenin evini döşeyecek Dernek, tespit
ettiği 300 aileye (2 bin 500 insan) yardım yapacak. Selden evleri yıkılan ve büyük
zarar gören ailelere giyecek, temizlik malzemesi ve beyaz eşya yardımı yapılacak.
(74).
365
8. Acıyı paylaştılar Diyarbakır’a yatırım sözü verdiler
Diyarbakır Girişimci İşadamları Derneği’nin (DİGİAD) organizasyonuyla
Diyarbakır’a dün gelen 800 işadamının ardından bugün de 400 işadamı geldi.
DİGİAD Başkanı Aziz Nart’ın Diyarbakır Askeri Havaalanı’nda karşıladığı işadamı
grubu, Diyarbakırlıların acılarını paylaştı (75).
9. TÜSİAD: Diyarbakırlıyı yalnız bırakmayacağız.
Diyarbakır’da yılın ilk yönetim kurulu toplantısını yapan TÜSİAD, bölge
halkına “yalnız değilsiniz” mesajı verdi. TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan
Yalçındağ, “Birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularını bir kez daha söylemeye
geldik” derken, “Buradaki vatandaşlarımızı ve iş dünyası mensuplarını hiçbir zaman
yalnız bırakmayacağız” diye konuştu (76).
10. Gönül Meyvesi
Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım için seferber olan TUSKON, sonuç almaya
başladı. ‘Kardeşlik köprüsü’nün meyvesi olan ilk fabrika dün Diyarbakır’da açıldı.
İlk etapta 75 kişiyi istihdam eden tesis, üç yıl içinde 300 kişiye ekmek kapısı olacak.
düzenlediği Güneydoğu gezisine katılarak yatırım sözü veren işadamı Necdet Tuğrul,
Diyarbakır’da terlik fabrikası kurdu. İlk etapta 75 kişiye iş imkanı sağlayan tesis, 4
milyon yeni liraya mal oldu. TUSKON’un geçen yıl Kurban Bayramı’nda yoksul
ailelere kurban eti dağıtmasıyla başlayan ‘Kardeşlik Köprüsü’, iş görüşmeleri olarak
devam etmişti. Görüşmeler sonrası Necdet ve Ümit Tuğrul kardeşler, İstanbul’daki
yatırımlarının bir kısmını Diyarbakır’a kaydırmaya karar vermişti Dsöz.
366
11. Adana’dan Silvan’a Kardeşlik Köprüsü Kuruldu
Adana’dan gönüllü gelen işadamları, İlçemize 3 ton gıda yardımında bulundu.
İlçemize gönüllü gelen Adanalı işadamları, Eğitim ve Halkla İlişkileri
Geliştirme Derneği (EHİDER) ile işbirliği yaparak yardıma muhtaç yaklaşık 200
aileye gıda yardımında bulundu (77).
12. Akut’tan Silvanlı Öğrencilere Kitap Yardımı
Arama Kurtarma Derneği’nin (AKUT) “Anadolu Elele” kampanyası
çerçevesinde Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki öğrencilere bin adet hikaye kitabı
gönderildi (77).
13. İstanbul’dan Ergani’ye Gönül Köprüsü Kuruldu
İstanbul’da yaşayan birkaç hayırsever işadamı, aralarında topladıkları giyim
malzemelerinden oluşan yardımları Diyarbakır’ın Ergani ilçesine gönderdiler.
Yaklaşık 300 adet giyim malzemesi ilçe esnafı Emin Sarı tarafından yoksul
vatandaşlara dağıtıldı.
14. Diyarbakır’da 22 kamyon eşya dağıtıldı
Diyarbakır’da şubesi bulunmayan Uluslararası Yardımlaşma ve Dayanışma
Derneği (İSRA) Diyarbakır’da bir düğün salonunda düzenlenen ve Diyarbakır valisi
Hüseyin Avni Mutlu’nun da katıldığı resmi nikah töreninde şanslı çiftlere beyaz eşya
dağıtıldı (78).
15. Kocaeli’nden
Yardım Eli
Diyarbakır’a
Kocaeli’nde yaşayan bir grup
hayırsever,
Diyarbakır’daki
yoksul
vatandaşlara yardım elini uzattı.
Kocaelili hayırseverler, Kimse Yok
mu Derneği aracılığıyla Diyarbakır’da
maddi durumu iyi olmayan vatandaşlara
gıda, giyecek ve nakdi yardımda bulundu.
Diyarbakır’daki yardıma muhtaç aileleri ziyaret eden hayırseverler, onların
durumlarını görme imkânı buldu. Kimse Yok mu Derneği Kocaeli Şubesi Başkanı
Şengül Yentürk, amaçlarının Diyarbakırlılarla kaynaşmak ve arada gönül köprüsü
oluşturmak olduğunu belirtti (79).
367
16. Diyarbakır’a istanbul’dan kırtasiye yardımı (80).
Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesine bağlı Atalar Köyü İlköğretim Okulu ile İstanbul
Ataşehir Özel Adıgüzel İlköğretim Okulu 2008-2009 eğitim-öğretim yılı içerisinde
başlatılan “Kardeş Okul Uygulaması” çerçevesinde kardeş okullar olarak seçildi.
17. Diyar’a araba bağışı
Turkcell Süper ligi takımlarından
Diyarbakırspor’a
Karadenizli
iş
adamından 1999 model otobüs hediye
edilmesi kentte ve Yeşil- kırmızılı
yönetimde sevinç ile karşılandı.
18. İTÜ’den Kulp’a Kütüphane
İstanbul Teknik Üniversitesinin
(İTÜ) farklı fakültelerinde okuyan 10
öğrenci, Diyarbakır’ın Kulp ilçesi
Kayahan köyüne kütüphane yaptırdı (82).
19. Balıkesir Genç Sanayici ve
İşadamları Derneği (GESİAD) üyesi
15 işadamı ile Kimse Yok mu Derneği
gönüllüleri, Diyarbakır’da ihtiyaç sahibi
Diyarbakır’da 5 bin yoksula Ramazanda
gıda, giyim ve eşya yardımında bulundu
(83).
368
20. Ülkemiz tüm Kürt vatandaşlarına karşı insanlık görevini yapmıştır.
Ülkemiz tüm Kürt vatandaşlarına karşı insanlık görevini yapmıştır.
1990 yılında Saddam’ın zulmünden kaçan peşmergelere Diyarbakır’da da
sahip çıkılmıştır. Peşmergeler 450 evlerde misafir edilmişlerdi.
1990 yılında Saddam’ın zulmünden kaçan peşmergelere Diyarbakır’da da
sahip çıkılmıştır.
Örnek bir ev sahipliği yapılmıştır. Örneğin bir memur Sağlık ocağı- Devlet
hastanesi- zinciriyle Üniversite hastanesi gelirken, peşmergeler doğrudan Üniversite
hastanesine geliyorlardı.
Benzer durum 1930’da da oldu.Barzanilerle,Irak ve İngilizler arasında
çatışmalar başladı. Barzaniler, savaş malzemeleri olmadığı için Türkiye’ye çekildiler.
Ama sonradan Irak ordusu ve İngilizler, Barzaniler için genel af çıkardılar. Türkler
de Barzanilerin Irak’a dönmelerini kabul ettiler (15).
ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜNDE DİYARBAKIR
Kurtuluş savaşında Diyarbakır
Diyarbakır Kurtuluş savaşına katkının başlangıcında Sivas kongresinde
kendini gösterir.
369
Sivas kongresine katılımıyla ilgili olarak İhsan Hamdi bey şunları nakleder’…
Mustafa Kemal paşa beni çok iyi karşıladı ve Heyet-i Temsiliye çalışmalarına
kattı.M.Kemal Paşa beni Diyarbakır ve havalisinin temsilcisi olarak Heyet-i
Temsiliye almıştı. İstanbul’a da böyle takdim etti. Sivasta birkaç gün kaldıktan
sonra Diyarbakır’a döndüm. Yolda Ergani mutasarrıflığına uğradım ve Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin şubesini kurdum (16).
11. Şubat 1920’de Ergani Müdafaai Hukuk cemiyetince işgalcilere karşı bir
protesto telgrafı çekilmiştir (17).
27 Kasım 1919 tarihli Albayrak gazetesinde ‘Diyarbakır vilayetinde kamilen
silahlı aşiretler arasında büyük bir heyecan ve galeyan meydana geldiği ve şayet
Fransızlar Diyarbakır hududuna girecek olurlarsa silahla mukabelede bulunacakları
bildirilmektedir (18).
Meclis Diyarbakırlıların fedakarlıklarına hayran kalmış,onların sadece İstiklal
madalyası ile ödüllendirilmesini eksik görmüştür.Meclis tutanaklarına bakalım:
1923-1926’da çıkarılan kanunlardan c.2. ve .s81’e göz atalım:
‘Diyarbekir mebusu Zülfü beyin hamil olduğu İstiklal madalyası şeridinin
kırmızı yeşle tebdili hakkında’ (19).
Diyarbakırlının Cesareti
“Zemini kayalıktır, iklimi serttir
İnsanları cesurdur, merttir, erkektir.” Cesaret mert insanların, korkaklık ise hain kişilerin kârıdır.
Cesur kişi, tanıdığı veya tanımadığı kimselerin haklı davaları için
mücadeleden kaçmayandır. Bütün kahramanlar cesurlardan çıkmıştır. Bunlardan biri
de Diyarbakır’ın cesur evladı Süleyman Nazif’tir.
“Karagün” başlıklı yazısıyla 1918 de işgal altındaki İstanbul ufuklarını çınlatan
ve işgal kuvvetlerinin kumandanlarını çileden çıkaran Süleyman Nazif, kurşuna
dizilmek üzere aranırken, bastonunu sallayarak pervasızca işgal kuvvetlerinin
kumandanına gidip “Beni arıyormuşsunuz işte karşınızdayım!” diyebilmiştir. Bu
medeni cesareti gösteren Diyarbakır’ın mert evladı Süleyman Nazif, doğduğu
memleketin hüviyetini dünyaya ilan ederek, Mustafa Kemal’in de takdirlerine
mazhar olmuştur.
“Konuşan cesaret” diye adlandırılan, sözünü kimselerden esirgemiyen,
sevilmeye layık olmayanları eline, diline ve kalemine doladı mı yerden yere vuran,
sevilmeye layık olanları ise azizlerin azizi kılan Süleyman Nazif: (84)
Diyarbakırlı’nın Vatan Sevgisi
1900 yılında dünyaya gelen Mülkiye Mektebi mezunu Diyarbakırlı “Şair ve
Devlet adamı” Cemal YEŞİL’in bestelenerek MÜLKİYE MARŞI olarak da ünlenen
370
şiiri Diyarbakır insanının kalbindeki vatan sevgisinin mısralara yansımış en güzel
ifadesidir:
Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan! Gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz,
Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz,
Ey Vatan! Gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz.
Kurtuluş savaşında Güneydoğulu şehit sayısı
(20).
Siirt: 153 Ş. Urfa: 710 Şırnak: 8 D. Bakır: 497 Mardin: 182 Adıyaman: 193
Kürtlerin ülke bütünlüğüne bağlı olduğunu gösteren belgeler
Belge- 1
Belge- 2
Belge- 1: kürt milletinin asırlardan beri osmanlı saltanatı ve hilafetine bağlı
olarak yaşadığı ve ayrılmayı hiç düşünmedikleri gibi bu hareketleri onaylamadıklarına
dair diyarbakır’da belediye başkanlığı, ulema, eşraf ve ahali tarafından çekilen
telgraf. 13 aralık. 1919 (13).
Belge- 2: Bölge batıda olan acılara hemen reaksiyon göstermiştir
Ergani Maden halkı tarafından, Fransızların kışkırtmasıyla Maraş’ta meydana
gelen Ermeni olaylarını protesto için başta Fransız olmak üzere bütün Avrupa
toplumlarına gönderilen telgraf. 9 Şubat 19202. uluslarası Diyarbakır sempozyumu.
Osmanlı belgelerinde Diyarbakır).
Belge- 3: 14 Mayıs 1919’da İzmir ve havalisi Yunan ilhak ediliyor. Bunun
üzerine Diyarbakır’da 22 Mayıs 1919’da belediye salonunda toplantı yapıldı,İzmirin
işgalini protesto için miting ve çekilecek telgraflar konuşuldu Belediye önünde
miting yapıldı (13).
371
Eski belediye binası
•
Riyasete sunulan 3 Teşrinisani (Kasım) 1338 tarihli önerge.
•
Türk, Kürt bir kütlei vahidedir. Kürtler hiçbir vakit Türkiye camiasından
ayrılmaz.
•
Diyarbekir mebusu Hakkı.
•
İsmet İnönü: ’Aynı amaçla aynı dileğe ulaşma yolunda Kürtler gerek
dünya savaşında gerekse ulusal kurtuluş savaşında büyük bir sadakatle
savaşmışlardır’’ (51).
İkinci İnönü savaşında kürt süvarilerin cesur ve fedakar hamleleri o günkü
Vahdet gazetesinde yazılıdır.
(21).
Vahdet gazetesi’Cephedeki Kürt aşiret süvarileri düşmana soluk aldırmıyor
09 Eylül 1922... “Türk Ordusu” Izmir’de...
Pasaporttaki binadan Yunan bayrağı indirildi, Türk bayrağı asıldı.Asan kişi de
Ergani’li Reşo çavuş.
İZMİR’de 9 Eylül 1922’deki Büyük Taaruz sırasında Yunan Bayrağını indirip
Türk Bayrağı’nı göndere çeken Diyarbakırlı Süvari Çavuş Kürt Reşo’nun İstiklal
Madalyası, 40 yıl sonra Ergani İlçesi’nde yaşayan oğlu Zülküf Nazlı’ya verildi.
372
İstiklal Madalyası sahibi ‘Kürt Reşo‘ lakaplı Süvari Çavuş Mehmet Reşat
Nazlı, (Kalpaklı).
Mustafa kemal’in Anadolu’ya geçmesini sağlayan Diyarbakır’lı Kazım
İnançtır.Kendisi de müteakiben 7. kolordunun başına geçmiştir.
Genelkurmay belgesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Tayininde
Osmanlı Genelkurmayının Rolü.
Doç. Dr. Salim Koca* Yrd. Doç. Dr. E. SEMİH YALÇIN
•
Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye İkinci Reisi Diyarbekirli Kâzım (İnanç) Paşa
gibi büyük devlet erkânı,
•
Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlik görevi ile ilgili işlemlerini görülmemiş
bir sürat ve çabuklukla.
•
tamamlamışlar ve Paşa’yı 15 gün içinde Samsun’a uğurlamışlardır. Eğer
adlarını zikrettiğimiz.
373
•
büyük devlet erkânından biri veya birkaçı Paşa’ya karşı menfi bir tavır
alsaydı veya en azından.
•
bu işe ilgisiz kalsaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesi
tehlikeye düşebilirdi.
•
Çünkü zaman aleyhimize işliyordu. 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e
çıkmışlardı.
•
İşgal sınırlarını nerelere kadar genişletecekleri insaflarına kalmıştı.
Kolordu Komutanı Şanar Yurdatapan’ın babası Danyal Yurdatapan.
Ben bir Kürt dostuyum. Neden diyeceksin. Sakarya Savaşında ben süvari
üsteğmeniydim. Seyisim de Kürt’tü. Savaşta yaralandım. Seyisim seyyar hastaneye
kadar beni sırtında taşıdı. Hastane kapısında kanlar içinde yıkıldı. Meğer o da
yaralıymış. Kimse Kürtlere olan sevgimi, saygımı benden alamaz.
Kürtleri ancak savaşta tanıyabildim.”
Bölge halkı savaşta Mustafa Kemal’in başdestekçisiydi. Mustafa Kemal’in
başta Budak’lar olmak üzere bölge halkına çektiği telgraflar.
Mustafa Kemal’in bölge esrafina çektigi telgraflar
Bölge halki Mustafa Kemal’in en büyük destekçisiydi
Kocatepe’de Atatürk yaralanınca onun düşman eline düşmesini önleyen Çermik ilçesi Artuk köyünden Abbas oğlu Zülfikar Ersöz isimli bir erdir
Yrd. Doç. Dr. M. Salih Erpolat Abbas isimli erin torunlarıyla görüşmüş,
madalyasını görmüştür. Abbas oğlu Zülfikar ismi Mustafa Kemal’in not defterinde
bulununca Kenan Evren aileyi bulduruyor, maaşa bağlıyor ve istiklal madalyası
veriyor. Ödül olarak da Çermik ilçesinde ilk olarak Artuk köyüne elektrik veriliyor.
İzmir’in kurtuluşunda Diyarbakır.
Diyarbakır’da çıkan Küçük Mecmua sayı 15,11 Eylül 1922 ‘deki sayıdan
özetle:‘Bu zafer Diyarbakır’dada büyük şenlik ve törenle kutlandı.Ordumuzun sevgili
İzmir’imize girdiği, sabah erkenden toplarla ilan edildi. Şehir şevkten,sevinçten derhal
harekete geçti Minarelerden tekbir nidaları, salavat-ı şerife sesleri gök kubbesine
374
doğru yükselmeye başladı.Caddelerde bütün dükkanlar,resmi daireler,hususi evler
milli bayraklarla, şarkın güzel halılarıyla, gelin odaları gibi donatılmıştı yaparız’ (22)
Bir Diyarbakırlı gazi örneği: Mehmet Oğuz (Başo Mehemet)* 1899-1986
Alman generallerin Osmanlı ordusu
başında olduğu o dönemde bir Alman
generalinden eğitim aldıktan sonra Çanakkale’ye
gönderildi.
İstiklal Harbine katılmak için cepheye
gitti. Sakarya ve Afyon’da savaştı. Afyon’da bir
bacağını delip geçen bir kurşun yarasıyla “Gazi”
unvanını ve İstiklal Savaşı Gazisi madalyası aldı.
Kıbrıs’ta Diyarbakır’lılar.
Kıbrıs harekatı sırasında4 Ocak
1964’de saat 14.30’da.
Diyarbakır Belediye meydanında çok
muhteşem.
Kıbrıs Mitingi yapılmıştır
Diyarbakırlılar
Kıbrıs
anısına
caddelerine.
Kıbrıs ismi koymuştur.
Kıbrıs savaşı sırasında Türkiye’de askerlik şubesi önünde sıraya giren en çok
gönüllü sayısı Diyarbakır’dandı.
Kıbrıs gazilerine örnekler
375
Kıbrıs sevgisi
Rus savaşlarında Diyarbakır
93 harbi lojistiğinde Diyarbakır
Diyarbekir. cihetlerinden zahire temin ve
sevki lazım gelecektir
2 Teşrinisani sene 93 (14 Kasım 1877)
Gazi Ahmed Muhtar
Seraskerlik makamına cevap:
Yüz altmış bin kürk, çizmeler, çoraplar
2 Ağustos 93 tarhli ve şifreli telgrafhane-i hidivleri alındı
Koyun derisinden altmış bin kürk ile belde adeti üzere yine bu miktar çizme
veya postal ve yüzaltmış bin çorabın lüzümu.
…Diyarbekir
livasına yazıldı.
vilayetleriyle
Harput
93 harbinde Diyarbekir askeri
Bazı düşman süvarilerinin Bardiz yolunda
gezinmekte oldukları haberi geldi.
...Diyarıbekir vilayetleri gibi civar
vilayetleri gibi civar vilayetlerden ve Adana’dan
muavine asker ve süvarileri ve bu vilayetlerin
süvari zaptiyelerinin toplanarak peyderpey
gönderilmekte olduğu öğrenildi (43).
Tümgeneral Hans Guhr. Türklerle
Omuz omuza: Rus savaşında Diyarbakır
lojistiği: 70. piyade alay komutanı Yarbay Hamdi bey Diyarbakır tarafına
gitti.Diyarbakır pirinç,un, buğday ve kuru üzüm yardımında bulundu.
376
Kulp’taki Rus’a karşı müdafaa
Rusların Diyarbakırı ele geçirmek için üç yol seçeneği vardı a) Bitlis yolu b)
Bingöl yolu c) Kulp yolu
En önemlisi Kulp yolu idi.Buradan geçilirse Diyarbakır ele geçmiş demekti.Bu
açıdan Ahmet İzzet paşa ve M.Kemal düşmanı kulp boğazına çekmeyi planladı. 8.
Fırkamız hazırlanmıştı. 14 yaşından büyüklerin çatışmaya alındığı 7 aşiret Konuklu
Şeyh Muhammed Emin komutanlığında savaşa katıldı Boğazın iki yakasına siperler
kazıldı.
Kulp
Ruslar Pomak mevkiine
gelince ateş başladı. Ruslar büyük
zayiat vererek çekildi. 16.000 esir
alındı. Kulpta 6500 şehit verdik. Bu
noktada buraya bir anıt çok yakışır.
M. Kemal üç yerde çadır kurdu:
Kulp, Şenyayla ve M. Kemal
çeşmesi denen mevkide. M. Kemal
paşa ordusunun ikmalini yapmak
üzere Kulp- Şenyayla yolunu yaptırdı. 3 ayda Kulp ve köylülerin yardımıyla yol
bitti. Erzurumda Ruslara karşı kazanılan zaferle Aziziye tabyasında şehitlerimize
gösterilen anıt ve saygıyı Kulp’ta da bekliyoruz.
Rus savaşlarında Kulp bilinmez.Erzurum Aziziye hafızalardadır.
Aziziyede Nene hatunlu Erzurumlu karşısında Moskof ordusu, baltalı- tırpanlı,
taşlı- sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof
öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi (23) (24).Ruslarla
başka cephelerde de savaşıldı.
Kulp şehitliği
377
Ocak 1915 Newyork Times
Kafkaslarda Ruslara karşı savaşan Türk ordusu içinde Kürt süvariler (42).
Hazro’lu Kürtler-1890 (107).
378
1827- Diyarbakır yakınlarında Dicle nehrini geçen süvariler (107)
Nizip savaşında Mısır Valisi İbrahim Paşa’ya karşı Diyarbakır’dan
gelen savaşçılar- 1835 yılı (107).
379
1877 Kırım Savaşına Katılan Bir Kürt Yardımcı (107)
M. Kemal ve Hazro:
16. Kolordu komutanı olarak Silvanda görev yapan M.Kemal askerin iaşesini
düşünüyordu. Paşa birgün Hazroda Mehmet Budak’a karargah subayları ile misafir
olur. Öğle yemeği çok mükemmeldi. Ancak paşa asker açken sofraya oturamam
dedi. Mehmet Budak bey sofraya
oturun,askerin 1 aylık ekmek ihtiyacı
benden dedi. Mehmet Budak bey 240
ton buğday, Hatip bey 120 ton buğday
ve halk da 150 ton buğday hibe etti.
1936 yılında tüm Diyarbekir buğday
mahsülünün 7235 ton olduğunu
hatırlarsak bu verilen buğday miktarının
çok önemli olduğu görülür.
Hazro (22) (23) (24)
Atatürk’ü Diyarbakırlılar korumuş
Hazro Zirkan aşiret lideri Mehmet Nuri Efendi’nin yaşayan oğlu Avni Budak
(88) milli mücadelenin temelinin Diyarbakır’da atıldığını söyledi.
Atatürk’ün bir keresinde babasına şu talepte bulunduğunu söyledi:
“Mehmet Nuri Beyefendi; memleketimizin dört bir yanı yabancı devletler
tarafından işgal edilmiştir, önce onlarla cihada kalkışacak sonra inkılap yapacağım,
şayet muvaffak olamazsam beni bu Hazro dağlarında muhafaza edeceğinizi namus
380
sözü verir misiniz” demesi üzerine babam Mehmet Nuri Bey ise “Paşam Zirkan
aşiretinin son ferdi şehit oluncaya kadar seni koruyacağız.
Ankara’nın başkent oluş kanunu ve Diyarbakır milletvekili önergesi
Devletin idare merkezinin yeni bir şekilde tesis ve gelişmesine bir an önce
başlamak iç ve dış tereddütlere son vermek için alttaki kanun maddesinin kabulünü
arz ve teklif ederiz.
Kanun maddesi: Türkiye Devleti’nin idare merkezi Ankara şehridir. 9 Ekim 1923
Malatya: İsmet İnönü
Çorum: Ferit Törümküney
Diyarbakır: Zülfü Tiğrel
Ertuğrul (Bilecik): Dr. Fikret Onuralp
Kütahya: Seyfi Aydın
Malatya: Hilmi Oytaç
Kastamonu: M. Mahir
Erzurum: Rüştü
Erzincan: Sabit
Sivas: Rahmi
Bursa: Necati Kurtuluş
Bursa: Refet (Canıtez)
Konya: Kazım Hüsnü Bey
İstanbul: Ali Rıza Bebe
381
Yemen’de Diyarbakırlılar
Yanda Yemende bir Diyarbakırlı yüzbaşı….
Arabistan bölgesinde Diyarbakır askerleri hizmet vermiştir.
2 Aralık 1847 tarihli, 352 no’lu Diyarbakır Şeriyyesicili’ne göre Diyarbekir
eyaletinden Arabistan Orduyu humayununa 2196 nefer gönderilmesiile ilgili
sened mevcuttur. 29 Ocak 1842 tarihli belgede Arabistan ordusu müşiri Mehmed
Mahmud’dan gelen mektup’Arabistan ordusunun Haleb mevkiinde olan 3. alay2.
tabur 4. bölüğü neferatından Diyarbekir’de Molla Bahaeddin mahallesi sakinlerinden
Ali b.Hıdır’ın 21 Mayıs1845’te vefat ettiği.
Yemen cephesinde Diyarbakır- Erganilileri görüyoruz Beşiktaşlı Serbest
Ali (Yerlikaya) ve Hüseyin yerlikaya Yemende uzun yıllar savaşmışlardır. Hamit
Çavuş (Eski belediye başkanı Cemal Gülbahar’ın babası) yedi yıl Yemende savaşıp
dönebilenlerdendir.
Yemende Diyarbakırlı yüzbaşı
Bağdat çöllerinde şehit Cemilpaşazade Şemseddin
Alparslan ve Diyarbakır
Malazgirtte Diyarbakırlılar
Bu konu çok tartışılan ve polemik olan bir konudur.Ben sadece literatürü
sunup değerlendirmeyi okuyucuya bırakıyorum.
Genel olarak Bizans ordusu 100.000,Alpaslanın ordusu 4000, Diyarbakır
(Mervani ) ordusu ise 10.000-14.000-26.000-27.000 şeklinde geçer. Mısırlı tarihçi Rüvadari’nin ‘ed-Dürretül-Mudiyye fi Ahbari’d Devleti
Fatimiye adlı kitabında 1071’de Selçuklu Alparslana .10.000 kürt savaşçı katılmıştır
demektedir.
382
Malazgirte Mervanoğulları emirliğinden (Diyarbakır’dan) 10.000
gönüllü asker katılmıştır (85).
-Alparslan’ın ordusunda Kürtler mi vardı?
Kürtler Selçuklulara yardım olsun diye 14 bin askeri Türk ordusuna veriyorlar.
Bunlar birlikte savaşıp Malazgirt’te kazanıyorlar. Anadolu’nun kapılarını Kürtler ve
Türkler birlikte açıyor. Bu, İbnu’l Ezrak’ın Mervani Kürtleri Tarihi’nde yazılıdır.
Merak edenler gidip bunu okusun. Orijinali Londra Müzesi’ndedir. Bu tarihte
Kürtlerin geleceği ve geçmişi var. O dönemde 14 bin asker çok büyük bir rakam
demektir. Ordunun neredeyse yarısına tekabül etmektedir.
Alparslanın ise 100.000 kişilik Bizans ordusuna karşılık yanında 4000. asker
kalmıştı (86) (87).
Bir kaynakta Bizans ordusu 200.000, Alpaslan’ın techizatlı ordusu 10.000
olarak geçer (88).
Prof. Dr. Faruk Sümer ve Prof. Dr. Ali Sevim Alpaslan’ın 4000 askeri olduğunu
ifade eder (89).
Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağda Diyarbekir isimli doktora tezinde Alpaslan’ın
askerini 4000, Diyarbakır’li Mervanoğullarının 10.000 kişi olduğunu belirtir (90).
Malazgirt savaşı ile ilgili olarak Fransız Bilimler Akademisi üyesi Rene
Grousset. Ermenilerin tarihi isimli eserinde Sultan Alparslan,Arap Mirdasi ailesinin
elinden Halep’i almak için Suriye’de savaştığı sırada Bizanslıların rmenistan’a
geldiğini öğrendi. Yanında pek az birlik kalmıştı.. Toplayabildiği kadar adamla
(14.000 Türk ve Kürt) basileusla karşılaşmak üzere derhal yola çıktı’ der.
(91).
Fransız yazar burada Türk ve Kürt askerlerinin yekününü 14.000 olarak verir
Diğer litarürlere baktığımızda bu 14.000 rakamının 4.000’inin Alpaslan’ın
has ordusu, 10.000’inin Diyarbakırlılardan olduğunu öğreniyoruz.
Dengeleri değiştiren Diyarbakırlılardır. 40.000 kişilik gücü aşınca Bizans
yanındaki Oğuzlar Alpaslanın yanına geçmştir.
İran savaşladında bölge insanını ön cephede görüyoruz:Mc
Dowall,1630’ların ortalarında İran’a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari
ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını,Bitlis’den gelen
piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor’ (92).
Malazgirt savaşından önce de Diyarbakırlılar malazgirtte Selçuklulara yardım
etmiştir. Mervanoğullarından Nasruddevle 1055’de Tuğrul bey Rumlar elindeki
Malazgirt’i kuşattığı sırada Selçuklu ordusuna yardım etmişti.
(93).
1071’de ise 4000 kişilik Alpaslan ordusuna 10.000 mervanoğlu yardım etti.
383
Malazgirt savaş net bilançosunu şöyle özetliyelim.Bizans ordusu en az olarak
100.000,
Alpaslan’ın has ordusu 4000 (dört bin), genel literatür olarak Diyarbakırlılar
10.000-14.000 ’dir.
Ancak bu iki ordu toplamı da büyük rakama ulaşmıyor. Tori Diyarbakır’lıların
27.000 olduğunu yazmaktadır (94).
Malazgirt’te, 100.000 kişilik Bizans Ordusunun karşına çıkan Alpaslan’ın
Ordusu, başlangıçta 4.000 kişi idi.
Orduya daha sonra katılan askerlerin 26.000’ni, Molla Ali Yahya Manzuri
komutasında Diyarbakır ve civarından katılmıştı (95).
27.000 Diyarbakırlı rakamı daha mantıklı geliyor. Buna Alpaslanın dört bin
kişilik ordusunu ilave ettiğinizde 31.000 kişi eder.
1070 yılında Alpaslan Diyarbakır›a gelir,surlardan etkilenir, elini dağkapı
burcuna sürerek göğsüne sürer. Diyarbakır›da Halep›in fethi için 100.000 altın
yardımında bulunur.
Alpaslanın sıvazladığı, hayran kaldığı Dağkapı burcu.
Çaldıran savaşı ve Diyarbakır
Safevi ordusu daha ziyade hareketli süvari
birliklerinden oluşuyordu.
Osmanlı ordusu ise ağır toplar taşıyan piyadenin
ağırlıkta olduğu bir orduydu. Onların taşıdığı yük ister
istemez onların hareket kabiliyetini azaltıyordu. Zorlu
bir yolculuktan sonra nihayet iki ordu Çaldıran’da23 Ağustos 1514 tarihinde karşı karşıya geldi.
Kürtler de bu savaşta süvari birlikleriyle yer
almışlardı.Kürt ordusunun başında İdrisi Bitlisi,
Eğilde Lala Kasım, Palu’dan Cemşit bey, Silvan’daki
Ahmet bey, Sasondan Muhammet bey olmak üzere bir
çok aşiret ileri geleni katılmıştı.Kürtlerden oluşan bu ordu Osmanlı ordusunun en
384
sağında bulunan Anadolu sipahilerinin sağında yer alıyordu.Anadolu sipahilerinin
başında Anadolu beylerbeyi Sinan paşa vardı. Ordunun son sol ucunda Rumeli
sipahilerinin başında Rumeli beylerbeyi Hasan paşa vardı. Ortada ise Yeniçeriler,
önlerinde onları koruyan orbalar ve develer vardı. Yavuz ise yeniçerilerin arkasında
yerini almış bulunuyordu.
Şah İsmail ordusunun Yavuz’un ordusundan aşağı bir tarafı yoktu. Atlı olarak
hemen hemen aynı seviyedeydiler.
İlk önce Şah İsmailin atlıları sol kolda bulunan Rumeli Sipahilerine saldırdı.
Safevi ordusu, Osmanlı ordusunun Rumeli sipahilerini dağıttı. Başlarında bulunan
Rumeli beylerbeyi Hasan paşa öldürüldü.
Osmanlı ordusunun en sağında bulunan Kürt süvarileri ise, çok hareketli
ve kıvrak oldukları için, ani bir hücumla İran ordusunun tam ortasına saldırıp İran
ordusunu yardı. Bu beklenmedik durum İran ordusunda panik yaptı ve bundan
faydalanan sağ koldaki Anadolu sipahileri de geri çekilmeden sonra İran ordusuna
karşı saldırıya geçti. Çok yoğun çatışmalar oldu. Ortada yeniçerilerin ilerlemesiyle
İran ordusu iyice panikledi.Şah İsmail tahtını savaş alanında bırakıp kaçtı. Böylece
savaşta kahramanca savaşan Kürtlerin yanında Osmanlı ordusu savaşı kazanmış oldu.
Çaldıran’da Yavuz’un yanında 16 kürt beyi yer almıştır (27) (28).
Diyarbakırlı Kore şehitleri (29)
En son birliği
Şehit
olduğu
tarih
Evli,iki
çocuk
babası
Kore
tugayı
18 Mayıs
1951
1929
Evli
1.Kore tugayı
30 Ocak
1951
Lice
1928
Evli,bir
çocuk
babası
1.Kore tugayı
11.Mart
1951
Mehmet
Çermik
1929
Bekar
1.Kore tugayı
Er
Hasan
Çermik
1928
Bekar
1.Kore tugayı
Kemal
Karacadağ
Er
Kasım
Diyarbakır
1928
Evli,iki
çocuk
babası
1.Kore tugayı
Selahattin
Burçoğlu
Abdüllatif
Çelik
Mehmet
Sabri Olcay
Topçu
onbaşı
Piyade
er
Topçu
er
Abdülkerim
Diyarbakır
1930
Bekar
2.Kore tugayı
İsmail
Bismil
1924
Bekar
2.Kore tugayı
Haydar
Kulp
1930
Evli
2.Kore tugayı
Adı soyadı
Sınıfı ve
Baba adı
rütbesi
Memleketi
Doğum Medeni
tarihi
durumu
Miktat
Uluünlü
Piyade
binbaşı
İbrahim
Diyarbakır
1909
Cevat Alan
Er
Hasan
Çermik
Mehmet
Er
Resul Erdaş Er
M.Ali
Gündüzeli
Cuma
Güzel
31 ocak
1951
29 Kasım
1950
20 Mayıs
1951
19 kasım
1951
16 Kasım
1951
22 mayıs
1952
385
Kore Devlet başkanı Diyarbakırlı Kore gazilerine teşekkür belgesi göndermiştir.
Örnek verelim: Kore devlet başkanının Diyarbakırlı Şehmus Erdem’e yazdığı
mektup yukarıdaki bilgileri teyidetmektedir.
Diyarbakır’lı Kore gazilerine örnekler
Bir Diyarbakır’lı Kore şehidinin türküsü
. Trene bindim tren sallandı
. Kore’ye gittim duramadı
. Nişanlım güzeldir, kardeşim alsın
. Kardeşim almasa, eyilere kalsın
. Babamın oğlu var beni neylesin
. Trene bindim koptu kıyamet
. Askere gittim başım selamet
. Benim Hacece anam kime emanet
386
(Kore Türküsü)
Haçlı savaşları ve Diyarbakır
1098’de Haçlılara karşı yapılan büyük savaşta Sultan Kerbuka’nın maiyetinde
Diyarbakır emirleri de katıldı. Ayrıca 1118’de Mardin emiri Artukoğlu İlgazi ve
yeğeni Belek emrinde Diyarbakır emirler Haçlı seferlerine katıldı.
1187’de Diyarbekir, El- Cezire, Musul, Şam tabileri Kudüs’ün fethi için
Selahattinin emrine asker gönderdi (25). Hıttin zaferi kazanıldı (30) (31) (32).
Çanakkale şehitleri
Mehmet bahadır ve Salih Güven’in kitaplarından Diyarbakırlı Çanakkale ve
Sarıkamış şehitlerine birkaç örnek verelim.
Çanakkalede Diyarbakılıların mezarları
Çanakkale şehidi Cemiloğlu ailesi
387
Cemilpasa konagi ve Çanakkale sehidi Cemiloglu
Besim bey
Atatürk’ün yaveri , sonra karargah kumandan yrd.E Cemil pasa
Kemal Bey-Semseddin bey -Mehmet Naim Efendi
Çanakkale sehidi
Cemilpasazade Naim BeyKadri Cemilpasa
(1.Dünya savasi sirasinda)
Çanakkale’de başkomutan yardımcısı.Diyarbakır’lı Kazım İnanç Paşa (33)
388
Hans Kannengıesser
Çanakkaledeki Türk gruplarını
şöyle şemalaştırıyordu.
• Merkez
• 5.Ordu Komutanı:Mareşal Otto Viktor Liman
von Sanders
• Kurmay başkanı:Kazım İnanç
• Anafartalar grubu
• Albay Hans Kannengıesser
• Albay Mustafa Kemal
• Albay Ali Rıza
• Kuzey Grubu:
• Tümgeneral Esat Bülkat
• Albay Rüştü
• Güney Grubu
• Tuğgeneral Mehmet Vehip paşa
Albay Kazım (İnanç) Paşa, Kurmaybaşkanı olduğu 5. Ordu Komutanı Liman
von Sanders ve emir subayı Bnb. E.R. Prigge ile..
389
•
Kurtuluş savaşının temelinde Mustafa kemal’in Anadoluya geçişinde
görev belgesini imzalayarak olayı başlatan Diyarbakırlı Kazım İnançtır.
•
Zaten Kazim Inanç daha sonra Anadolu’ya geçti. Baskomutanlik Meydan
Savasi’na 6. Kolordu Komutani olarak katıldı
•
Fahrettin Altay paşa anlatıyor.
•
Çanakkale bölgesi 5. ordu yapılmış,komutanlığına Alman mareşal Lyman
von sanders atanmıştır. Kurmay başkanı Diyarbakırlı Kazım, Enver
paşanın sınıf arkadaşıdır, çalışkan, intizam sever, bir lisan bilir. Bu yüzden
mareşal sanders kendisini sevmiş, yanından ayırmamıştır, mareşalin
büyük hatalar yapmasını önlemiştir.
Diyarbakır’lı Kazım İnanç Paşa (1881 – 1938)
Alman albay Hans Kannengıesser Çanakkalede’ki hatırasını anlatıyor:
390
•
Mareşal Otto Viktor Karl Liman von Sanders beni yemeğe çağırdı.
Mümtaz bir şahsiyeti olan 5. Ordu Kurmay başkanı Kazım İnanç ise
tamamen mükemmel bir etki yapmaktaydı. Dış görünüşü sakin ve açık,
figürtleri küçük ve hareketli, herkese yukarıdan bakar ve insanı, küçük
ayrıntılara kadar fevkalede mükemmel olarak yönlendirirdi. O, Mareşal
Otto Viktor Karl Liman von Sanders’e mutlak bir dayanaktı ve elzemdi.
Onsuz olunamazdı’.
•
Kazım İnanç cephede çok aktifdi. Hans Kannengıesser şöyle anlatıyor
‘5.O rdu Kurmay Başkanı Kazım İnanç’a rastladım.O,ağır baraj ateşi
nedeniyle, şimdilik geri çekilemiyordu ve Kuzey Grubunu arka araziden
kapatarak kontrol altına alıyordu’.
Çanakkale DİYARBAKIR İli Şehitleri
ADI
1
ALİ
2
ALİ
3
4
5
BABA
ADI
HU
CEMAL NUMAN
7
CUMA
9
ADİLCEVAZ
MUHACİRLERİNDEN
MEHMET
MEHALİ
MET
BAYABDUL- ACEM OĞULRAM
LAH
LARI
BAYCEMAL
RAM
6
8
LAKAP
CUMA
ALİ
FERHAT
AĞA
RESVAN
OSMAN
DOĞUM
YILI
KOŞAN
OSMAN
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
ÇERMİK
22.04.1915
HANİ
06.03.1915
HANİ
19.05.1915
1305
DİYARBAKIR
ÇERMİK
26.05.1915
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
1298
1301
1308
1309
1295
11
HAKKI HASAN
1311
12
HALİT
1308
14
15
16
17
18
19
20
21
22
AHMET
MAHHASAN MUT
HASAN
MEHHASAN
MET
MEHHASAN
MET
HASAN RASUL
HÜSEYİN
HÜSEYİN
HÜSEYİN
İBRAHİM
İBRAHİM
İBRAHİM
1310
1309
1285
ÇOLAK OĞULLARI
ÖLÜM
TARİHİ
20.05.1916
GALİP
13
KÖYÜ
SİLVAN
10
AHMET
İLÇE- BUCASİ
ĞI
DİYARBAKIR
1300
1303
ZARACI OĞULLARI
İLİ
1299
ALİ
1305
DAVUT
1298
HASAN
1298
ALİ
1307
DAHİL
1308
ETHEM
1308
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
ÇERMİK
BİSMİL
29.03.1915
MERKEZ
ÇÖLAĞAN
06.03.1915
18.02.1915
ÇÜNGÜŞ
MERKEZ
YAYGIN26.02.1915
KONAK
01.02.1915
25.06.1917
17.04.1915
HAZRO
MERKEZ
ÇİTLİBAHÇE
24.04.1915
19.02.1915
SİLVAN
16.04.1915
HANİ
19.05.1915
ÇÜNGÜŞ
05.11.1915
05.10.1915
ÇÜNGÜŞ
06.03.1915
05.03.1915
ÇINAR
ÇÜNGÜŞ
OVABAĞ
ALATOSUN B.
09.05.1915
10.03.1915
391
23
24
25
26
27
28
29
30
31
32
33
34
35
36
37
38
39
40
41
42
İBRAHİM
İBRAHİM
İBRAHİM
EFENDİ
İSMAİL
KAZIM
EFENDİ
MAHMUT
MAHMUT
MAHMUT
MAHMUT
MEHMET
MEHMET
MEHMET
ALİ
MEHMET
NAİM
EFENDİ
MEHMET
SABRİ
MEHMET
ZİYA
MEMDUH
EFENDİ
MUSTAFA
MUSTAFA
MUSTAFA
RAMAZAN
43
SALİH
44
ŞAMEDDİN
392
MUSTAFA
1300
RESUL
1291
CEMİL
PAŞA
ÇERMİK
29.05.1915
26.05.1915
DİYARBAKIR
MEHMET
1301
MUSA
HASAN
İSMAİL
KASIM
MUSA
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
1295
ŞEYH
1291
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
16.05.1915
HANİ
06.03.1915
28.05.1915
31.05.1915
HANİ
23.04.1915
07.03.1915
06.03.1915
AHMET
1292
RESUL
1291
MEHMET
1302
DİYARBAKIR
CEMİL
PAŞA
1298
DİYARBAKIR
18.02.1915
HACI
İSMAİL
1285
DİYARBAKIR
28.02.1915
İSMAİL
1285
DİYARBAKIR
28.02.1915
DİYARBAKIR
15.09.1915
HALİL
HULUSİ
HÜSEYİN
MEHMET ALİ
1310
1303
NUMAN
SÜLEYMAN
CEBRAİL
MUSA
1301
1294
1300
LİCE
29.09.1915
HANİ
(belirsiz)
ÇÜNGÜŞ
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
ÇERMİK
ÇÜNGÜŞ
DİYARBAKIR
ÇERMİK
MERKEZ
AVUT
ÇERMİK
18.02.1915
08.09.1915
07.03.1915
19.02.1915
04.08.1915
MERKEZ
KARAKAYA
30.04.1915
27.11.1915
45
ŞERİF
OSMAN
1296
46
ŞEYHO İSMAİL
1307
47
TAHİR
ALİ
1295
48
TATAR
FARİSİ
1305
49
ZİYA
MEHMET
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
DİYARBAKIR
ERGANİ
MERKEZ
01.05.1916
MERMER
DERVİŞ19.05.1915
HASAN
LİCE
21.10.1915
LİCE
12.11.1915
18.02.1915
www.geltag.com/
Birinci dünya savaşına gidip dönmiyen muaalim mektebinin 700 öğrencisi
1882’de Diyarbekir’de darül muallimin iptidaileri açıldı. 1885 Diyarbekir
salnamesinde adı darulmuallimin olarak geçer. Sibyan mektepleri için mualim
yetiştirilmektedir. 1. dünya savaşında öğrenciler silah altına alınmıştır (34).
Birinci Dünya savaşında Diyarbakırlı subaylar
393
Sarıkamışta Diyarbakırlılar
Sarıkamışta tüm ülke şehitlerine ağladığı gibi Diyarbakırlılar da ağlamıştır.
Örnek olarak 5 şehidi vereceğim
Diyarbakır’ın ayrıca Sarıkamış cephesine önemli lojistik desteği vardır.
Diyarbakır valisi Hamit beyin başkanlığında ‘Tekalif-i Harbiye Komisyonu’
Diyarbakır’dan sarıkamış cephesine malzeme teminiyle faal olarak çalışmıştır (96).
David McDowall, Birinci Dünya Savaşı’na dair şunu yazar:
•
Kürtler Osmanlı ordusuna kayda değer bir insan gücü sağladılar. Binlerce
Kürt asker, Sarıkamış’taki Üçüncü Ordu’da ve diğer cephelerde hayatını
kaybetti. Bölgedeki (doğu Anadolu’daki) Osmanlı kuvvetlerinin büyük
bölümü Kürtlerden oluşuyordu”.
•
(A Modern History of the Kurds, s. 105)
Sarıkamış’ta şehit olan Cemilpaşazade Besim bey
394
Seferlerde Diyarbakır
16. yüzyıl ortalarında Karaman ile Diyarbekir beylerbeyliğinin her biri sefere
15.000 sipahi, gönderirken Amasya beylerbeyi 10.000 sipahi, daha yüksek rütbeli
Anadolu beylerbeyliği 8000 sipahi gönderiyordu (105).
Balkan savaşında Diyarbakır
Osmanlı belgelerinde ve Diyarbakır Şer’iyye sicillerinde Diyarbakır’dan 1785
sonlarında Sofya üzerine, Nisan 1800- Ağustos 1802 tarihlerinde Mısır ve Rumeli
üzerine göndermek için asker istenmektedir. 1785 tarihinde Diyarbakır’dan Sofya
canibine gönderilmek üzere 200 asker istenmektedir (35).
Diyarbakır Ergani kazasından Sezai Karakoç’un dedesi plevne savaşına
katılmıştır (36).
Diyarbakır’daki komutanlarımızın Balkan savaşlarında üstün başarı gösterip
madalya aldığını görüyoruz.
Plevne madalyası
15. Fırka Hümayun Kumandanlığından Redif 60. alaydan Yüzbaşı Mehmed
Nazmi efendi Plevne ve Girid madalyası 3. Bölükten Yüzbaşı Hasan Tahsin efendi
Plevne iane madalyası 1. Bölükten Mülazım-ı Evvel Mehmet ağa ve Mülazım-ı
evvel Mahmud Ağa altın İmtiyazlı Plevne madalyası almışlardır.
Hafif Süvari 43.alay Kaymakam Server Bey Plevne madalyası almışlardır.
Diyarbakır salnameleri. IV/321,323,324,232
Yunan Muharebe madalyası
Kumandan Kaymakam Cemal bey Kumandan kaymakam Mehmed Ali bey
Kumandan Kaymakam Şakir efendi Mülazım-ı evvel Hasan efendi Kumandan
kolağası Neşet efendi Yunan muharebe madalyası almışlardır. Diyarbakır salnameleri
V/253,256,257,356
Bir tarihin tanığı olan Ayşan isimli teyzemizin Diyarbakır’ın milli savaşlarla
ilgili hatıralarını veriyorum.
•
Gencecik bir kadın ocakta bir şeyler kaynatıyor. Dizine yaslanmış iki
küçük çocuk, habire inler bir şekilde.
•
Ses çıkararak ‘ana ana açım açım,ne zaman pişecek diyordu. Ana da
cevap olarak ‘Az kaldı, hele biraz uyuyun, uyanıncaya kadar pişer’deyip
çocukları sakinleştirmeye çalışıyordu. Kadın tencerede kavak ağaçlarının
kabuklarını kaynatıyordu. Eve koşarak yiyecek getirdim. Çocuklar
torbaya saldırdılar. Yumuşak buldukları her şeyi, hiç bakmadan yemeğe
başladılar .
•
Ya çocukların babası diye sordum. İki yıl önceydi. Büyük oğlum bir
yaşında,diğerine ise yüklüydüm.Götürdüler kocamı.Balkanlarda savaş
varmış. Gidiş o gidiş, bir daha da dönmedi (37).
395
Belgrat kuşatmasında Diyarbakır
Diyarbakır beylerbeyi; 10 sancakbeyi ve 15 bin atlı sipahiyi yönetmekteydi. 1
Ağustos’da Sultan Süleyman Belgrad önlerine geldi. Ancak Belgrad alınamıyordu.
26 ve 27 Ağustos’da Diyarbekir ve Dulkadiroğulları katıldığı ordu çok yüksek kayp
verdi 28 Ağustos’da ise düşman teslim olmayı kabul etti.
Yani Belgrad, Diyarbakır ve Marşlıların şehitleri üzerine alındı (6).
Mısır savaşlarında Diyarbakırlılar
26 Mayıs 1789 tarihli bir takrirde Mısır için Diyarbakır’dan 2000 süvari
istendiği görülmektedir. Osmanlı belgelerinde ve Diyarbakır Şer’iyye sicillerinde
Diyarbakır’dan Nisan 1800- Ağustos 1802 tarihlerinde Mısır üzerine göndermek
için asker istenmektedir (35).
İbrahim Hafid paşa
1746’da Diyarbakır’da doğdu,tahsilini tamamladıktan sonra Kapucubaşılık
rütbesiyle Diyarbakır voyvodası oldu. 1799’da Diyarbakır valisi oldu. Napolyon’un
Mısır’ı istilaya kalkışması üzerine ordu toplayarak oranın savunmasına
katıldı.1813’de Diyarbakır’da öldü.Aynı zamanda kıymetli bir şair olup mürettep
divanı vardır (38).
İran savaşlarında Diyarbakırlılar
Çaldırandaki sağ kolun ucunda bulunan hemşerilerimiz katkılarına sonraki
seferlerde de devam etmişlerdir. Kulp beyi Ali bey 1573’te ölünce Hüseyin bey
Kulp beyi oldu. III. Murat Azerbeycanı feth için veziri azam Osman paşayı gönderdi.
Hüseyin bey de diğer kürt beyleriyle orduya katıldı. 1585’te Tebrizde şehit oldu.
Oğlu Seyyid Ahmet bey esir düştü. Esaretten kurtulduktan sonra oğlu Seyid Ahmet
bey Kulp ve Batman yöneticisi oldu.
Sultan III. Murad, Vezir-i azam Osman paşa komutasında bir orduyu
Azerbeycana gönderdiğinde, Hüseyin bey de diğer Kürt beyleri gibi, kuvvetleriyle
bu orduya katıldı. M. 1585’de Tebriz civarında yapılan savaşta Hüseyin bey şehit
düştü.
Çaldıran savaşı sonrası Kulp Besyan aşiretinden Ali Firi, Silvan kalesini
İran’lılardan aldı.
Tercil (Hazronun eski bölgesi) hakimi Haydar bey Çıldır savaşında şehit düştü.
Çermik beylerinden Muhammed bey, Çermik bölgesini İranlılardan
kurtarmış, Yavuz ona buranın emirliğini vermiştir. 1506’da Tercil beyi Ahmed bey,
Şah İsmail’in Diyarbakır’ı istila ettiği bir savaşta şehit düştü.Yerine geçen kardeşi
şemsi bey çaldıran’da safevilere karşı savaştıAhmet paşa 1526 yılında Diyarbakırda
doğdu, İskenderpaşanın büyük oğludur. Lahsa eyalet valisi olmuştur. 1577’de zuhur
eden İran savaşlarında bulundu.
396
Tifliste Acem ordularını yendi. 1585’te Veziriazam Özdemiroğlu Osman Paşa
yönetiminde Tebriz Seferine çıkan Osmanlı ordusu, Zeynel Bey›i de alarak Hakkari
askerleri ile birlikte İran üzerine yürüdü. Merden denilen yerde yapılan savaşta
Zeynel Bey öldü Diyarbakır valisi Ahmed paşa, Tiflis ve Revan canibi Ser askeri
olarak görevde bulundu (35) (39).
Ülke savunmasında Diyarbakırlı gayrimüslimler
Ermeniler geçmeişte sadık tebaa olarak kabul edilmişlerdir. Rus ve Fransızlar
kandırıncaya kadar Osmanlının başka bölgelerinde olduğu gibi Diyarbakır’da da
sadakatlerini göstermiştir.Bunu teyiden O zamanki gazetelere bakalım.
Diyarbekir Vilayet Gazetesi, 12 Temmuz 1877, Nr. 402.
Diyarbekir Vilayet Gazetesi, 13 Şubat 1878, Nr. 430
Her kampanyada Ermenilerin de önemli yardımlar yaptıkları görülmektedir.
1877-1878 Rus harbinde Osmanlı askerinin giyim- kuşam ihtiyaçlarının karşılanması
için yapılan bağış kampanyasında, yine aynı savaş sonrasında yaralanan askerler
için toplanan nakit bağış listeleri Ermenilerden de çeşitli yardımların geldiğini
göstermektedir.
Süryani’lerin Osmanlı savaşlarında Osmanlıya bağlı kalması söz konusudur.
1914 yılı Ağustos ayında Süryani patriği Mar Shimoun ile Van valisi irtibata
geçmiş, Süryanilerin savaş sırasında yansız kalmalarına karşılık olarak; mali, idari
ve dini sorunlarına çözüm getirileceği sözü verilmiş, Patrik de, bütün şartları kabul
etmiştir. Adı geçen patrik, Osmanlıyla çok iyi ilişkiler içinde olan birisidir. Öyle
ki,1910’lu yıllarda Patrik Shimoun’a ikinci ve üçüncü dereceden Mecidiye nişanı
verilmiştir.
1914’te Mardin’i ziyaret eden Enver Paşa’ya,Patrik III İlyas, şu sözleri
söylemiştir.’Efendim, biz Süryani Kadimler Osmanlıyız. Devletimize bağlıyız.
Devletten yardım bekliyoruz. 1918 yılında Mardin’i işgal planları yapan İngilizlere
karşı, bütün bölge tek vücut olmuş, bu arada kendisiyle görüşülen Patrik 3. İlyas Şakir
Efendi, şu görüşü beyan etmiştir. ’Biz Türk’üz. Türk idaresinden başka bir idareyi
istemiyoruz. Aksi halde, yek vücut olarak canen ve malen mücadeleye hazırız’.
Kurtuluş savaşından sonraAtatürk, Ankaraya ilk geldiğinde garda karşılayanlar
içinde Patrik 3. İlyas da bulunmuştur. Atatürk de her hal ü karda, Süryanilere
sahip çıkmıştır. Atatürk Süryanilerin savaş yıllarında gösterdikleri sadakatle ilgili
olarak şu ifadeleri kullanmıştır.Süryani patriği 3. İlyas’ın Milli mücadele yıllarında
müstevlilere karşı bu yurdun evladı olarak takındığı mücadeleci tavır, Milli Mücadele
kahramanlarından olduğunu göstermiştir (99).
397
Süryaniler gerçekten de Türk kurtuluş savaşına hem askerlik yaparak hem
de maddiyat olarak önemli yardımlarda bulunmuşlardır.Patrik İlyas Şakir efendi,
Süryani cemaatinin Türk Milli mücadelesini desteklemesi için bizzat emir vermiştir.
Bu talimat üzerine Milli mücadeleye katılan Süryani kadim erkeklerin aileleri
tarafından askere çamaşır ve giysi dikilmesi için Diyarbakır’da bir kilisede dikimevi
açılmış ve 70-75 kişilik bir Süryani kadın grubu da dikiş yaparak Kurtuluş savaşına
katkıda bulunmuştur (100).
1918 yılında galip devletler adına İngiliz siyasi hakimi Nuel, Mardin
şehrini savaşsız almak için eşraf ile konuşmaya gelmiş.Eşraf karar bildirmemiş.
Süryani patriği 3. İlyas Şakir Efend’ye danışmışlar, Türk idaresinde başka bir idare
istemiyoruz demişler.Patriğin önerisini Mardin eşrafı oybirliği ile kabul etmiştir
(104).
Kıbrıs savaşında Diyarbakırlı süryaniler.
398
•
Süryani cemaatinin dini lideri Aziz efendiydi. Aziz Günel.
•
Sık sık gazetemizin İnönü caddesindeki bürosuna da gelirdi. Hemen her
konuda sohbet ederdik.
•
Önemli olaylarda, özellikle Kıbrıs’ta 1960’larda şiddetlenen EOKA
cinayetlerini kınayan açıklamalar yapardı.
•
1963 yılı Aralık ayında saldırılarını yoğunlaştıran Rum EOKA’cıların
21 Aralık günü, Dr. Binbaşı Nihat İlhan’ın evini basarak, eşini ve 3
çocuğunu banyoda katletmeleri Diyarbakır’da da geniş yankı bulmuştu.
•
Bu olay bilindiği gibi Kıbrıs için bardağı taşıran damla oldu. Katliamın
tüyler ürperten fotoğrafları tüm dünyada lanetlendiği günlerde gazetemize
gelip “Cemaat olarak Makarios’u AFOROZ etme kararı aldık” demişti...
•
Bu elbette, dünya çapında çok önemli bir karardı. Bir Hıristiyan cemaati,
bir diğer Hıristiyan cemaatinin, Rum Ortodoks dünyasının önemli bir dini
liderini AFOROZ ediyordu.
•
Bu haberi gazetelerimize geçtik. Dünya çapında yankı yaptı…
•
Haberle ilgili özel sohbetimizde “Bu önemli kararda, Türkiye’de yaşayan
Süryani cemaatini koruma içgüdüsünün etkisinin olup olmadığını”
sorduğumda şöyle demişti Aziz Günel efendi; “Hayır, kesinlikle hayır.
Evet biz Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde azınlık olarak yaşıyoruz.
Ama hiçbir zaman kendimizi yabancı görmedik. Kaldı ki Hıristiyanlıkta da
tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi, şiddet günahtır. Hele kadın ve çocuklara
şiddet uygulamak, onları katletmek kesinlikle affedilemez… Biz bu kararı
bu duygularla aldık…” (101).
Osmanlı ordusunda Diyarbakır’da gayrimüslimler özellikle sağlık alanında
kendini göstermişlerdir.
Askeri garnizonlardaki sağlık kadrolarında da görev alan gayrimüslimler
1292/1875 tarihli salnamede;
•
Birinci alay birinci tabur; Eczacı Panayot Efendi .
•
Birinci alay üçüncü tabur; Sertabip Rozen Tavani Efendi, Eczacı Pavlovi
Efendi.
•
Dördüncü alay birinci tabur; Eczacı Arşin Efendi, Tabip Cankonato
Efendi” şeklinde bir ifade bulunmaktadır. 1308/1890 tarihihde, Belediye
Eczahanesi’nde görevli olanlar; Agop Efendi ve muavini Osib Efendi’dir.
Memleket tabipleri; Bedros, Kirkor, Türbanciyan Mığırdiç Efendilerdir.
Diyarbakır Gureba Hastanesi (ki bu salnamelerde adı geçen tek sağlık
kuruluşudur) Reis-i İdare Azası olan Ohannes Efendi, 4. derecede Osmani
ve 3. derecede Mecidi Nişanları’na da sahiptir (102).
Osmanlı ordusunda Diyarbakırlı gayrimüslimler.
•
1855 yılında ve 1875yılında cizyeleri bedel-i askeriye olarak mahsup
edilerek Diyarbakırlı gayrimüslimler askere alındı.
•
5 Temmuz 1897’de 144 Diyarbakırlı gayrimüslim jandarma olarak kendi
istekleri doğrultusunda göreve alındı (103).
Cumhuriyet dönemi gayrimüslimler
Osman Köker sergisi- Zeki Kasapoğlu albümü
İkinci kere askere alınan Diyarbakırlı Süryaniler
5 Eylül 1942 Manisa– Akhisar demiryolunda çalışan Diyarbakırlı bir grup
Süryani.
399
KAYNAKLAR
1. Değer M, Beysanoğlu: Ş. Diyarbakır Folklorunda Halk Hekimliği. San
matb. Ankara. 1992. s. 63
2. Dilek Z. Lice. Diyarbakır. 2002. s 94,100
3. Beğenç C: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. s. 6,18,4
4. Erten M: Diyarbakır Ağzı. TDK yay. Ankara. 1994. s. 122,113
5. Draganova S: Diyarbakır ve yöresi için Bulgaristan’daki Osmanlı evrakı.
Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır. 2008. s. 80
6. Jorga N. Osmanlı imparatorluğu tarihi 2005. 2/304, 3/351, 2/300, 328
7. Malmisanj. Diyarbekirli Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği. Avesta
yay. İst. 2004. s. 23,184
39
8. Hezarfen A. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır Tarihi. Etik yay. İst. 2003. s.
9. Öz B. Belgelerle Koçgiri Olayı. Can yay. 1999. s. 72
10. Arsan N’Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri. s :74-84
11. Öznur F. Atatürk’ün Kürtleri. Karakutu yay. İt. 2009. s. 51
12. Bayramoğlu N. Celal Bayar Şark raporu. Kaynak yay. İst. 2006.
s. 17,24,25,49
13. Ekici C (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md.
2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006.
14. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995.
15. Pısyan. N. Kanlı Mahabad’dan Aras Kıyılarına. Avesta yay. 2001. s. 26
16. Erdeha K: Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler. İst. 1975. s: 143-155
17. Üzülmez M: Çayönünden Erganiye. 2005 s.126
18. Özçelik İ: İşgal yıllarında Mardin I. Uluslararası Mardin Tarihi
Sempozyumu Bildirileri. Özcoşar İ, Güneş HH (ed). İst. 2006. s: 675
19. Türk Parlemento Tarihi. TBMM. yay. 1923-1927. II/644
20. http://www.kuvvaimilliye.net/
21. Sarıhan. Z. Kurtuluş savaşı günlüğü. III. s. 474-475
22. KaraAmid Dergisi. 1981. Atatürk sayısı. s. 87,53
23. Sarısu. A. Mustafa Kemal paşa Kulpta. Kara Amid dergisi. Atatürk Yılında
Diyarbakır. s52,54
24. Beysanoğlu Ş: M. kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas cephesi
Komutanlığı. Atatürk Araştırma merkezi dergisi. c. II. Mart 1986. sayı. 5 s. 496
400
25. Beysanoğlu Ş. (ed) Müze Şehir Diyarbakır. s: 70,61
26. Beysanoğlu Ş: M. Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas Cephesi
Komutanlığı. Atatürk Araştrma Merkezi Dergisi. c. II. Sayı 5. Mart. 1986. s. 496
27. Epözdemir Ş: 1514 Amasya Antlaşması. Peri yay. İst. 2005. s. 14)
86,92
28. Aydın N. Diyarbakır- Eğil Hükümdarları tarihi. İst. Avesta yay. 2000. s.
29. Genel Kurmay Başkanlığı: Kore Savaşı Şehitlerinin Biyografileri.
Ankara. 1992
30. Şeşen R: Selahattin Devri Eyyubiler devleti.
31. İlhan M. Artuklular ve siyasi faaliyetleri. 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır
Sempozyumu. 27 Ekim 2000. s. 123.
32. Pıçak. M. Artuklular döneminde Diyarbakır’ın sosyoekeonomik durumu.
Artuklular. 2008Mardin valiliği yay2/505
33. Kannengıesser H. Çanakkalede Türklerle Beraber. Bir Alman Albayın
Güzünden Çanakkale. Timaş yay. 2009. İst. s. 193,203,285
34. Şimşek M. Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi. Kent yay. İst. 2006. s. 71
35. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s. 1,16,115,108
36. http://www.turkedebiyat.net/
37. Efe L: Bir devrin Tanığı Ayşan. Mizgin derg yay. 2006. s. 149,151
38. Diyarbakır İl yıllığı-1967. s. 276
39. Beysanoğlu. Ş. Diyarbakır Tarihi. II/640
40. Çiçek. Z. A. Diyarbakır’ın Fethi, Tarihi ve Kültürü. Diyarbakır Söz yay.
2007. s .179,180
41. Ateşoğlu. İ. Yeşil Kırmızı Şarkın Yıldızı. 2 Baskı. 2008. s. 205
42. Balcı. Osmanlının Doğu Siyaseti. Hazine yay. İzmir. 2010. s 29.
43. Mehmet Arif Bey. Başımıza Gelenler. 93 Harbinde Anadolu CephesiRuslarla Savaş. İz yay. İst. 2006. s. 664,392,599
44. www.vikipedi.org
45. http://www.oz diyarbakirgazete.com. 2/21/2008
46. www.diyarbakirsoz.com. 16.09.2010
47. Mehmet Mercan. Diyarbakıryahoogrup
48. www.diyarinsesi.org. 18 Mart 2009
49. 23 Ocak 2009 -İHA
50. 12.03.2009 Dsöz
401
51. D. söz. 23.03.2009
52. www.diyarinsesi.org. 03 Eylül 2010
53. www.diyarinsesi.org. 16 Eylül 2010
54. www.diyarinsesi.org19 Ocak 2011
55. www.diyarinesi.org. 08 Nisan 2010
56. http://www.dsm.gov.tr/page.php?id=105
57. D. söz 01.01.2009
58. 06 Ocak 2009 (www.diyarinsesi.org)
59. www.diyarinsesi.org. 16 Ocak 2009
60. 16 Ocak 2009 www.diyarinsesi.org
61. D. söz.21.01.2009
62. 26.01.2009 D. söz.
63. Mehmet Altan-Star 3-6-2010
64. D. söz.. 05.06.2010
65. Silvan Malabadi gzt. Haber: İhsan YILMAZ
66.21 Ocak 2009 (İHA)
67. 02 Ocak 2009 Diyarinsesi.org
68. 04.09.2010 D. söz.
69. Ocak 2009 D. söz.
70. Cihan Haber Ajansı 20.12.2007
71..D. söz.. 18.12.2009
72. www.diyarinsesi.org. 17 Mart 2010
73. D. söz. 30.04.2010
74. http://blackroser.blogcu.com/ 4/11/2006
75. 12 Ocak 2008 Cihan
76. Ramazan Yavuz-Ferit Aslan - Ümit Kozan/Diyarbakır, (Dha)
77. Silvan Malabadi gzt
78. Hürriyet 08 Mart 2009
79. D. söz.. 20.03.2009
80. www.diyarinsesi.org. 03 Nisan 2009
81. D. söz.. 24.09.2009
82. D. söz. 03.10.2009
83. 26 Ağustos 2010 .zaman
402
84. Kadri Göral Cevahir çıkını.Ank.2010
85. Yrd. Doç. Dr. Bahaddin Keleş. Selçuklu Mervanoğlu ilişkisi. Diyarbakır
örneği. I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır. 2004 s: 213
86. Haşim Söylemez - Aksiyon- Sayı: 643 - 02.04.2007
87.Keleş B: Selçuklu-Mervanoğulları ilişkisi. 1.Uluslararası Oğuzlardan
Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu. 2004. Diyarbakır s.209)
88. Ali Çimen: Tarihi değiştiren Askerler. Timaş yayiİst. 20007. s. 84
89. Prof. Dr. Faruk Sümer Prof. Dr. Ali Sevim.Malazgirt Savaşı.TTK yay.1988. s. 38
90. Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağda Diyarbekir Aça yayAnk. 2005.s.110
91. Rene Grousset. Ermenilerin tarihi. Aras yay. İst. 2005. s. 612
92. M. Akyol. Köprü. sayı: 98 s: 35,2007
93. Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağ’da Diyarbekir. Aça yay. Ank. 2005.
s.21,110
94. Tori: Tarihte Türk Kürt İlişkileri. Peri yay. İst. 2002. s. 9,34
95. Prof. A. Özer. Türkler ve Kürtler. 2009. s. 64
96. Halit Eken.Kapancızade Hamit Bey.Halit Eken.Kapancızade Hamit Bey.
editepe yay. İst. 2008. s. 26.
97. M. Cemil Bilsel. Lozan. sosyal yay. c. 2. s. 221.
98. Johann Wılhelm Zınkeısen. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. Yeditepe yay.
İst.2011. 5/230
99. M. Cengiz Yıldız. Fethullah Hamidi. Makalelerle Mardin. IV İbrahim
Özcoşar (ed). İst. 2007. s. 104108
100. Mustafa Oral: Mardin’in son Süryani kadim patriği. Makalelerle Mardin.
IV İbrahim Özcoşar (ed). İst.2007.s.278,293
com
101. Mehmet Mercan. Diyarbakır’ı anlatmak-31 diyarbakir@yahoogroups.
102. (www.suryanilik.com)
103. Gülsoy U. Osmanlı’nın gayrimüslim askerleri.Timaş yay.İst. 2010. S.94.
96.136
104. Ramazan Ergin. Reşo Nuri. Do yay. 2007. s. 99
105. Johann Wılhelm Zınkeısen. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. Yeditepe
yay.İst.2011.3/98
106. Adil ALAN. Diyarbakır’da atçılık. Diyarbakır’da Tarım Doğa Çevre
sempozyumu. 2011
107. Mehmet Bayrak. Gravürlerle Kürtler. Özge yay. Ank. 2002
403
Diyarbakırda Fotoğrafçılık ve Şehir Araştırmaları Merkezi Hakkında
Mehmet Ali ABAKAY* Ayşegül Ümran ABAKAY **
Giriş: Diyarbakır’da Şehir Araştırmaları Merkezi kapsamında fotoğrafçılık,
şehrin araştırılması ve dünle bugünün karşılaştırılması hususunda oldukça önemlidir. Düşünülen Şehir Araştırmaları Merkezi’nde bugüne kadar yayınlanmış çalışmalarla, şehir merkezi ve ilçe-köy toplamında elli bin üzerinde fotoğrafı, sabırla-sebatla
bir araya getirirken, bizim çekimimiz dışında olan binlercce siyah-beyaz fotoğraf
için bir arşiv oluşturduk, kimisinin hiç yayınlanmamış olduğunu tespit ettik.
Diyarbakır’a dair bunca zahmetli iş, ekip gerektiren bir durum olmasına rağmen, çekim konusunda en zengin arşivi oluştururken, fotoğrafçılığın halen gereken
ilgiye ve alakaya sahip olmadığını müşahede etmekteyiz. Amacımız, Şehir Araştırmaları Merkezi kapsamında bu eksikliği gidermek ve fotoğrafın önemine dikkat
çekmektir. Şehir hakkında bir çok çalışmanın ortaya çıktığı son yirmi senede halen
fotoğraf çekimleri için şehir dışından fotoğrafçı getirilmesi, işin ehli olarak profesyonellik sıfatına sahip isimlerin tercih sebebini anlamaktan uzağız.
Yerel anlamda bu işle uğraşan, bu işe emek veren, fotoğrafların dünü ile bu
günü arasında bağlantı kuran, bunu belgeleyen, çalışmalarıyla bu alanda emek harcamış iisimlerin unutulmasına gönlümüz razı gelmediği için, öncelikle yerelde, ulusalda ve uluslararası alanda şehri fotoğraflayan isimleri anmak istediğimiz bu çalışma, belki son bir yılı 2013 tarihi itibariyle kapsamayabilir.
Şehrin dününü bugüne taşıyan ve yarına miras bırakan isimlere bir vefa borcu olarak, yaptığımız araştırmayı sunarken, ileride daha kapsamlı bir çalışmanın
yapılmasına zemin hazırlayabilmiş isek, kendimizi bu güne kadar yapılmamış bir
hizmette katkı payına sahip bilmenin gönül rahatlığı içinde biliriz.
Umuyor ve bekliyoruz ki şehrin dünü ve bugünü, diğer dokumanla bir arada geniş bir arşiv halinde, hizmet vermesini düşündüğümüz Şehir Araştırmaları
Merkezi’nde şehre dair bir hizmet olarak yakın zamanda araştırmacılara, meraklılara sunulur. Çünkü bugüne gelmemiş bir çok yapının tarihi bu fotoğraflarla mana
kazanmakta, ne amaçla kurulduğu muallakta bırakılmış kimi yapılar, ancak böyle
bir merkezle ortaya çıkmaktadır. Daha önce araştırmalarımızda fotoğraflarla belgelenen İslamın ilk şehir valisi Sultan Sa’sa’a’nın Mescidi, Medresesi, Kabri, Mervanî
Mescidi, Hz. Süleyman Camii karşısındaki Akkoyunlu Mescidi olmak üzere birçok
mekân, fotoğraf tekniği ve bilginin bir araya getirilmesiyle yapıların dününe ışık
tutmuştur.
*Araştırmacı-Yazar
** Arkeolog
404
19. Yüzyılın ilginç buluşu olan fotoğrafçılık, şehrimize yüzyılın ikinci yarısından, çok sonra gelmiştir. Şehirde araştırmalarda bulunan oryantalistlerin çektiği
fotoğraflar, yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bu hususta ilk çarpıcı örnek, Fransız General L.de Beillie’nin çektiği-çektirdiği fotoğraflarla aldığı plan ve krokiler, Fransız
Enstitüsünden Prof. Max Van Berchem ve Josef Striygowski tarafından ele alınarak
işlenip “Amida” adıyla yayımlanan kitaptaki karelerdir.. (1910 Heidelberg-Paris)
Bu eserdeki fotoğraflar şehrin tarihi açısından birer belge niteliğindedir. Uzun
uğraşlar sonrası, bu eserde yer alan fotoğrafların çekildiği döneme ait ikisi orijinal,
birisi kopya üç karesini temin etme imkânı bulabildim. Eserin aslını da temin ederek,
hem fotokopisini çektim hem de fotoğrafların kopyasını ve taramasını yaptırdım.
1907’de çekilen fotoğrafların kitaptaki baskı kalitesi karşısında da şaşırmamak elde
değil. O dönemdeki baskı tekniğine bugün ulaşamamış olmamız ve konunun ehemmiyetini aradan yüz yıl-bir asır- geçtikten sonra idrak etmememiz, içinde olduğumuz manzaranın içler acısı halini ortaya çıkartır.
Amida, yayınlandıktan sonra Diyarbekir’de yayınlanan dönemin tek gazetesi
olan “Diyarbekir”, konuya yer vermiş midir? Bunu gazetenin koleksiyonunun tümüne ulaşamadığım için bilmiyorum. Fakat, dönemin CHP Yayın Organı olan şehrin
yayınlanan tek süreli yayını olan Karacadağ Mecmuasında yer alan tenkitler, eserin
bilgi açısından birçok yanlışlıklar içerdiğini göstermektedir.
Dönemin Vilayet Mektupçusu Basri KONYAR’ın Diyarbekir bölümünü kısmen tercüme ettirmesi söz konusu ise de bu tercümede tercüme edilen metin ile
yapılan açıklamalar iç içe olduğu için eserde yer alan görüşlerin anlaşılması, oldukça
zordur. Bu denli önemli olan eserin Diyarbekir kısmının halen tercüme edilmemiş
olması, büyük bir eksikliktir.
Ali Emirî Efendi’nin itirazına sebebiyet veren ve şehrin entellektuellerinden
Süleyman SAVCI ile Kazım BAYKAL’ın sert eleştirileri, fotoğrafları Diyarbekir’den
temin edilen karelerde yer alan şehir burçları ile surları üzerindeki kitabelerin yanlış
okunması, kimi camii ve müştemilatının kilise olarak gösterilmesi olmak üzere telafisi mümkün olmayan hataları ortaya çıkartmıştır.
Bilgi yanlışlıklarını göz önünde bulundurarak, bu eserin önem arz eden yönünün Amida’da şehrin mimari yapıları ve yapılarda yer alan kitabelerin büyük çoğunlukla yer almış olması olduğunu belirtelim. Çünkü günümüzde birçok fotoğraf, bu
kaynaktan alınmaktadır. Bu sebeple Diyarbekir’i ele alan akademik eserlerin hepsinde bu eserin kullanılmasının bir zorunluluk olduğunu ifade etmek istiyoruz.
Bu eserin “Amida” olarak isimlendirilmesinde Romalıların bölgeye verdikleri
ad, etken olmuştur. Şehrin birkaç isimle anılması söz konusu ise de bunu başka bir
makalede ele alacağımızı ifade etmek isteriz.
Şehre ilişkin Oryantalist Bakış’ı yansıtan “Voyage Archéolojiques Dans La
Turguie Orientale” adlı eserin yazarı Fransız Arkeolog Prof. Dr. Albert Louis Gabriel,
405
1932’de şehirde yaptığı araştırmalarında çektiği fotoğrafları 2. Cildin 310-345 sayfaları arasında Silvan’la birlikte yayımlamıştır. Bu eser, Amida’nın ekseninde kaynak açısından daha zengin bir çalışmadır. Amida’da yer alan bilgilerin beraberinde
yazarın gördüğü ve incelediği eserler hakkında yaptığı çizimler, önem taşımaktadır.
İlk bakışta yazarın sadece üç ay gibi bölgede bulunduğu sanılmaktaysa da
GABRIEL, Türkiye’de elli yıla varan bir sürede bulunmuş ve İstanbul’da yaşamıştır.
Bursa ve diğer şehirler hakkına yaptığı çalışmalar, kendi alanında ilklerdendir. Yazarın zor şartlar altında çalıştığını, yaptığı açıklamalarından anlamaktayız.
Diyarbekir Kalesi’nin yıkımdan kurtarılmasını adeta borçlu olduğumuz
GABRIEL’in eserinin eleştirisi de yine KARACADAĞ’da görmekteyiz. Yazarın
1515 Yılı’nda yapımına başlanan ve kısa sürede tamamlanan Fatih Paşa Cami hakkında “kilise” ibaresini kullanması, yıllarca Fatih Paşa Cami (Kurşunlu Cami) hakkında kilise söylentilerine sebep olmuştur. Yakın zamanda elde edilen bir fotoğraf
karesinde kilisenin camiden uzakta bir alanda olduğu saptanmıştır. GABRIEL, kendi
mezhebine ait kiliselerle yapılara özenle yer vermiş ve diğer mezheplere ait yapıları
çoğunlukla yok saymıştır. Hatta GABRIEL, bu eserinde yer alan Müslüman mezarlıklarının ortadan kaldırılarak, bir nev’î bu mezarlıkları şehrin kirlilikten arındırması
olarak gösterir. DİTAV’ın kısmen yaptığı tercümede bu hususta açıklamalar vardır.
Diyarbakır’a dar araştırma yapmak isteyen araştırmacılara eserin bizde mevcut nüshası takdim edilebilir. Bu eserde ayrıca tercüme edilmemiş birçok husus vardır ki
yazarın kendi keyfî görüşlerine de rastlanır. Yine de objektif olmayan düşünceleri
bir yana GABRIEL’in çektirdiği, çektiği fotoğraflar, şehir için oldukça önemli birer
vesikadır ve çizimleri yanında kalenin yıkımdan kurtarılmasında emeği vardır.
Kalenin kısmen yıktırılmasının şehrin havadar olmasını engelleyen surlarına dair itiraz, Osmanlılar dönemindedir. Bulaşıcı birçok hastalığın bazen nüfusun
üçte ikisini ortadan kaldırdığını düşünürsek, tifüs-kolera-veba gibi hastalıkların o
dönemde salgın halinde olması söz konusudur. Osmanlı belgelerinde ve o dönemin
seyyahlarının eserlerinde bulaşıcı hastalıklara dair bilgilere bakılabilir. Bu hususta
en önemli adımı, Karslı Hatinoğlu İsmail Hakkı Paşa, valilik yaptığı şehirde yeni
yerleşim alanını şehrin kalesinin dışında yaptırması söz konusu olmuşsa da tayininin
çıkmasından sonra resmî daireler, tekrar şehir içine-İç Kale’ye- taşınmış ve yeni
yerleşim alanı kurulmakla beraber eskiye dönüşle tamamlanmamıştır.
Diyarbekir İl Yıllığı’nda Basri KONYAR’ın verdiği bilgiler, o dönemin tek
yayınlanmış kaynağıdır. Eskiye olan bakışın, yorumun neticesinde yıktırılan yapılarla birlikte kale de nasibini almıştır. Bunun dönemin Şehremini (Belediye Başkanı)
Nazım ÖNEN tarafından gerçekleştirildiği bilinmekteyse de kimilerince dönemin
valileri tarafından kalenin yıktırıldığı belirtilir. O dönemi yaşamış isimlerle yaptığımız görüşmelerde Şehremini tarafından kalenin birçok kısmında yıktırmaların
yapılmış olduğu düşünceleri ağır basmaktadır. GABRIEL’in eserinde de bu konu
detaylı biçimde anlatılır. Yedi Kardeş ve Ulu Beden (Evli Beden) Burcu’nun birer taş
ocağına dönüştürüldüğü kendi ifadesidir.
406
Diyarbakır’da yayımlanan kitapların hacimli olanlarından bir çalışma, Basri
Konyar’ın Vilayet adına yayımladığı’’ Diyarbekir Tarihi’’, ‘’Diyarbekir Kitabeleri’’
ve ‘’Diyarbekir Yıllığı’’dır. Bu üçlemede Amida’da yer alan fotoğrafların bir bölümüyle yeni fotoğraflar yer almaktadır. Ulus Basımevi’nde gerçekleştirilen eserlerin
tabedilmesinde fotoğraflara özen gösterilmediği görülmektedir. Belki de o dönemin
tekniği, buna el vermemiştir. Bu üçlemede şehre dair fotoğraflar, derlemelerle büyük
bir yekûn tutmaktadır.
Bedri GÜNKUT’un Diyarbekir Halkevi yayını ‘’Diyarbekir Tarihi’’ çalışmasında on dokuz fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraflar, fazla bir öneme sahip değildir, basılmış eserlerden alınmıştır.
1930’lu yıllardan 1960’lara kadar şehirle ilgili yayınlarda fazla bir hareketlilik
görülmez. Halkevi Mecmuası ve Diyarbekir (Diyarbakır) Gazetesi başlıca yayınlardır. 1960’lardan sonra şehirle ilgili araştırmalarda ivme görülür. Fotoğrafçılık da bu
tarihte önem kazanır.
Diyarbakır Halkevinin işlevsizliği, yerini Diyarbakır Tanıtma ve Turizm
Derneği’ne bırakır. Dernek önceleri “Kültür Derneği”, sonradan “Tanıtım Derneği”
olarak faaliyet göstermiş , 30 Nisan 1964’te “Diyarbakır Tanıtma ve Kültür Derneği”
adını almıştır.
Yapılan Karpuz Festivali fotoğrafları şehre beklenen ilgiyi getirse de festivalin üçüncüsünden sonra dernek faaliyetlerini yayıncılığa yöneltir. Bunda A.Şevket
Kavut’un (Şevket BEYSANOĞLU) oldukça emeği vardır. Arkadaş çevresi olarak
Adil TEKİN, Şevket BEYSANOĞLU, Dr. Selahattin YAZICIOĞLU olmak üzere
birkaç isim, şehrin tanıtılması için, kendilerine tanınan çerçevede dernek olarak faaliyetlerini yürütür.
Diyarbakır Fotoğrafçılığı’nda 1930’lardan 1990’a kadar Adil TEKİN’in
önemli bir yeri vardır. Dernek mensubu olarak, meslek seçtiği fotoğrafçılıkla şehri,
ilçeleri ve köyleri fotoğraflamaya çalışmış, şehirde aranan ve yetkin olan isimlerin
başında gelmiştir. İsminden çok işyeri ismiyle anılan Foto Dicle’nin sergileri art arda
yayımlanan kitaplar, kartpostallar şehrin tanıtımındaki boşluğu doldurur gibidir. Denilebilir ki kendisinden önceki ustaları olarak görülen isimlerden bir adım önde olan
Adil TEKİN, şehrin fotoğrafçılığında tek isimdir.
1980’lerde artan fotoğrafçı sayısı makinelerin rahatça bulunması üniversitenin yaygın konumu fotoğrafçılık alanında çok sayıda ismin Diyarbakır’la ilgilenmesine zemin hazırlamıştır. Diyarbakır’da fotoğraf sanatına emek vermiş tespit edilen
sanatçılar hakkında yaptığımız araştırmalarda birçok genç ismin çalışmalarının yer
aldığı Diyarbakır Güzel Sanatlar Galerisi’nde yılda ortalama üç dört fotoğraf sergisini açıldığı belirtilmiştir.
Adil TEKİN’den önce Mehmet Danyal TUNCER’in çektirdiği fotoğraflar da
büyük öneme sahiptir ki çoğu Adil TEKİN’in arşivinde yer almaktadır. Oğlu Orhan
407
Cezmi TUNCER, babasına ait kimi fotoğrafları, kitap çalışmalarında yayınlamaktadır. 1950 Yıllarına kadar “HULAGU” imzalı fotoğraflara da rastlamaktayız.
Diyarbakır Fotoğrafçılığı’na emeği geçen başlıca isimleri şu şekilde sıralamak
mümkündür, kısa biyografileriyle:
Süleyman SEZGİN : Diyarbakır’da stüdyo kuran ilk isimlerden biri olan Sezgin, Ziya Gökalp Lisesi resim öğretmeni olarak bilinir. Fotoğrafları ilk kez 1936’da
Diyarbakır yıllığında yer alır. Vefatı sonrası arşivinin bir bölümü Foto Dicle’de korunmuş Sezgin’in fotoğraflarından 1948’de oluşturduğu bir albüm öğrencisi Prof.
Dr. Selahattin Yazıcıoğlu tarafından 1995’te yayımlanan “Dünden Bugüne Fotoğraflarıyla Diyarbakır” araştırmamızda yer almıştır. M . Şefik Korkusuz yayımladığımız
Sezgin’e ait fotoğrafları şehrin diğer fotoğraflarıyla bir arada “Bir Zamanlar Diyarbekir” adıyla yayımlamıştır. Oğlu Mehmet SEZGİN’de bulunan arşivinin kısmen
fotoğraf albümü haline dönüştürülmekte olduğunu, basında yer alan haberlerden
öğrenmiş bulunuyoruz.
Mehmet Danyal TUNCER : “Foto Yıldız” olarak bilinir. Şehrin ilk stüdyo fotoğrafçısı olan Tuncer’in şehre ilişkin fotoğraflarının bir kısmı 1936 Diyarbakır Yıllığında, 1937’de Atatürk Diyarbakır’da ve Karacadağ Mecmuasının 1950’lere kadar
gelen sayılarında kısmen yer almıştır. Şehir mimarisine ait kitapları bulunan oğlu,
Prof. Dr. O. Cezmi Tuncer’in zaman zaman çalışmalarında babasının fotoğrafları yer
almaktadır. M. Danyal Tuncer’in fotoğrafları albümleştirilmemiştir.
Adil TEKİN: (22 Ağustos 1910 – 17 Aralık 1997) : Fotoğraf sanatına 60 yılını adayan şehri kare kare fotoğraflayan, ismi hayırla anılanlar arasında bulunan
TEKİN, 1920’lerde Kulptan şehre yerleşen ailesinin maddî imkânları el vermediği
için okula devam etmemiştir. Fotoğraf alanında Foto Yıldız’ın Süleyman Sezgin’in
tecrübelerinden yararlanarak çıraklık döneminde mesleğin inceliklerini kavramış,
birikim kazanınca 1935’te Foto Dicle stüdyosunu kurup profesyonelliğe adım atmıştır. Kendisi ile birçok kez görüştüğüm Adil TEKİN, vefatından önce “Tarihin Taşlara
Yazıldığı Kent” isimli son fotoğraf albümünü yayınlamıştır.
Cabbar HULAGU: Hakkında yazılı bilgiye rastlamadığımız sanatçı açtığı
fotoğraf stüdyosunda uzun zaman çalışmıştır. Karacadağ Mecmuası’nda ve şehirle
ilgili araştırma kitaplarında fotoğrafları bulunmaktadır.
Abdülkadir AKGÜNDÜZ: “Foto Çetin” adıyla anılan sanatçı, son dönem fotoğrafçıları arasında yer alır. 1950’li yıllardan sonra şehri fotoğraflayan sanatçının
fotoğrafları albümleştirilmemiştir. Arşivimizde yayınlanmamış kimi fotoğrafları bulunmaktadır.
Bu isimlerin dışında zaman içinde fotoğrafçılığı yürüten isimler stüdyo fotoğrafçılığı ile uğraşmış, şehre ait fotoğraf çekimlerinde bulunmamıştır.
Bunun beraberinde İngiliz G. BELL, yaptığı seyahatlerde şehre dair oldukça
fotoğraf çekmiştir. “İngiltere” adına 1900’lerde bölgede araştırma yapan, misyoner
ve devlet görevlisi BELL’in fotoğraf arşivi sanal ortamda yer almaktadır.
408
Her ne kadar yabancı kaynaklarda rastlanan şehir fotoğrafları bulunmakta ise
de Diyarbakır’da bir merkez olmadığı için şehre dair fotoğrafların zengin bir arşivi oluşturulmamıştır. Kurulmasını arzuladığımız “Diyarbakır Tarih Kültür Folklor
Araştırmaları Merkezi” gerçekleştirilirse, biz elimizdeki arşivimizle bu alanda katkı
sunmaya hazırız. Çünkü bu sanat dalı, dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan bir sanattır ve biz, halen şehir araştırmacıları, bunun önemini kavramamışız.
Sonuç: Sadece Diyarbakır eksenli yaptığımız kısa bir araştırmada sonuç,
şehirlerle ilgili önemli olan bu tarz çalışmaların gerekliliğidir. Geçtiğimiz Kasım
2010’da Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliği’nin gerçekleştirdiği Milletlerarası
1. Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’nde de ele alınan bu husus, üzerinde önemle
durulması gereken konudur. Şehirlerin tarihi yazılırken, dünle bugün arsında
köprü olan “Fotoğrafçılık Sanatı” oldukça önemlidir. Bazen bir fotoğraf, tarihî akışı
değiştirebilecek öneme sahip olabilmektedir. Elbette yazılı belgeler, yazma eserler
de aynı öneme haizdir. Gelin anlatın ki bazıları anlamaya çalışsın!...
Biz şehir araştırmacıları, ömrünü tamamladığı vakit, geride bırakacağımız
malzemenin heba olmamasını istiyoruz. İmkânlar el verse zaten siteme gerek olmaz.
Fakat, şehirlerin yetkilileri bu çağrımıza duyarsız kaldığı zaman, bize düşen de yazmak olur.
Biz, Diyarbekir’i kaleme alırken bir başkası Ankara’yı, öbürü Manisa’yı,
bir diğeri Trabzon’u ele alır. Sitemler aynı olsa da yetkililer farklıdır. Belki çağrımızı duyan olur:” Bu çağda bu imkânı kullanmayanlar, festivallere, resitallere, sergilere, açılışlara kimin parasını harcıyor? Bu millete ait olana sahip
çıkmayan anlayış, hangi kültürden yanadır? Hangi şehirde o şehri hakkıyla
tanıtan, bilen beş kişiye rahat çalışma zemini hazırlanmış da eserler ortaya çıkmamıştır?”
Üniversiteler bazında üniversitenin bulunduğu şehirde, mutlaka bu alanla uğraşan en az iki isim, o şehrin fotoğraflarını bir araya getirecek çalışma
içine girmelidir. Acaba var da biz mi göremiyoruz? Keşke yanılıyor, olabilsek!...
Bu temennimizle oldukça önemli olan bu konuda çalışmalara merak duyan isimlerle şehrin fotoğraf arşivini yüz bine çıkarmayı hedeflerken, bu tarz
çalışmalara ilgiyi ve alakayı göstermekten uzak ilgili kurumları ve kuruluşları
da üzerlerine bir görev olan bu tür çalışmalara destek olmaya çağırıyoruz. Bu
destek sağlanırsa ve Şehir Araştrmaları Merkezi kurulursa, kazanan Diyarbakır olur, bir başkası değil.
409
TARİHTE DİYARBAKIRDA EĞİTİM
Aygül Doru
MEDRESELER
Medrese kelimesi, İslâm tarihinde orta ve yüksek dereceli öğretim kurumlarının
genel adı olarak kullanılmıştır.
Sur ilçe merkezinde Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemine ait Nasuh Paşa,
Hacı İsmail b. Ali, Latifiye, Bakır, Hüsreviyye, Şucaciye, Hâce Ahmed, Şeyh Rumî,
Ali Paşa, Behram Paşa, Melek Ahmed Paşa, Rağibiye, Kadiriyye, Nebi Camii
(Seyfeddin), İmadiye, Mesûdiye, Zinciriye, İpariye ve Ulu Cami medreselerinin
bulunduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır.
Eski bir bilim ve kültür merkezi olan Sur’da medrese mimarisinin güzel
örneklerine rastlamak mümkündür. Zincîriye Medresesi, Mesûdiye Medresesi,
Ali Paşa Medresesi, Muslihüddîn-i Lârî Medresesi ayakta kalan en güzel örnek
eserlerdendir.
1. Ali paşa medresesi: Ali Paşa Medresesi, Sur İlçesi’nde bulunan Ali
Paşa Camii’nin batısında bulunmaktadır. Mimar Sinan’ın eserleri arasında sayılan
medrese, Diyarbakır’ın 6. Osmanlı Valisi Hadım Ali Paşa tarafından 1534–1537
yılları arasında yaptırılmıştır. Medrese, günümüzde kullanılmamakla birlikte, yakın
zamanda onarım görmüş ve sağlam bir haldedir. Son dönemde medresenin hemen
yanına inşa edilen iki katlı bina Sur İlçe Müftülüğüne bağlı Ali Paşa Kız Kur’an
Kursu olarak hizmet vermektedir.
2. Hüsreviye medresesi: Sur İlçesi Mardin Kapı semtinde yer alan Hüsreviye
Medresesi, Diyarbakır’ın 2. Osmanlı Valisi Hüsrev Paşa tarafından 1521–1528
tarihleri arasında yaptırılmıştır. Kuzeydeki medrese portalinden yapıya girilmekte,
sağ ve sol taraflarda 14 adet medrese odaları yer almaktadır. Ana girişin tam
karşısında ise caminin giriş kapısı yer almaktadır. Medresenin mescid kısmına, 1728
yılında minare eklenerek cami haline getirilmiştir. 1561’de Diyarbakır valiliğine
atanan İskender Paşa’nın davetini kabul ederek Diyarbakır’a gelip yerleşen ünlü
bilgin Musihüddîn Lârî uzun süre bu medresede baş müderrislik görevi yapmıştır
3. Latifiye medresesi: Latifiye medresesi, Sur İlçesi’nde bulunan Fatih Paşa
Camii’nin kuzeydoğusunda bulunmaktadır. Burası aslında Fatih Paşa Camii’nin
Şafiîler bölümü olmakla birlikte 19. yüzyılda aynı zamanda Latifiye adı ile medrese
olarak kullanıldığı bilinmektedir. İki sahınlı medrese, uzun süre âtıl olarak kalmış
ise de 2004 yılında onarılarak SHÇEK Kadın ve Çocuk Eğitim Merkezi olarak
kullanılmaya başlanmıştır (1):
4. Mesûdiye medresesi: Ulu Camii’nin kuzeyinde ve camiye bitişik olan
Mesudiye Medresesi. Diyarbakır’da yapılan ilk büyük medresedir. Medresenin
yazıtından öğrenildiğine göre 1198-ll99 yılında Artuklu Meliki Mesud Kutbeddin
Ebu Muzaffer Sökman zamanında yapılmaya başlanmış, Sökmen II.nin ölümünden
410
sonra yerine geçen Mesud zamanında yapım çalışmaları devam etmiş, Mevdud
zamanında 1223’de tamamlanmıştır. Medrese üzerinde farklı dönemlere ait beş
kitabe bulunmaktadır.
Eyvan üzerindeki kitabe yapının dört mezhep için yapıldığını belirterek 11931194 (H.590) tarihini içermektedir. Bu tarih Artuklu sultanı II. Sökmen’in hakimiyet
yıllarına (1185-1200) denk gelmektedir. Avludaki kitabede yine II.Sökmen’in adı,
1198, 1199 (H.595) tarihi ile birlikte geçmektedir.
Taçkapı üzerindeki 1200 (H.596) tarihli kitabe kapının bitis tarihi olarak
kabul edilmektedir. Dördüncü kitabe ortadaki mihrabın sağındaki pencere üzerinde
yer almaktadır. 1224-1225 (H.620) tarihli kitabe yapının Halep’li Mahmut oğlu
Üstad Cafer’in planlarına dayanarak Mesut tarafından yaptırıldığını belirtmektedir.
M. Akok ise yapının Artuklu Sultanı Mesut tarafından 1180-1181 (H. 576-579) ile
1183-1184’te inşa edildiğini söylemektedir.
Beşinci kitabe batıdaki mihrap üzerindedir. Bir tamir esnasında ters olarak
yerleştirilen kitabenin içeriği anlaşılamamıştır. Bununla birlikte mihrabın M. 1223
yılındaki inşa dönemine ait olduğu düşünülmektedir.
Yapının degişik bölümleri üzerinde yer alan bu kitabelere göre medresenin
yapımına Artuklu hükümdarı II. Sökmen tarafından baslanmış, II. Sökmen’in 1200
yılında ölümü üzerine yapıma, Artuklu hükümdarı Mahmut tarafından devam
edilmiştir. Mahmut’un da 1222 yılında ölümüyle Mevdud zamanında 1223 yılında
tekrar gözden geçirilerek bugünkü seklini almıştır.
Bu kitabelerin dışında giriş kapısı üzerine cas harcı ile islenen 1811 (H.1226) ve
1910 (H.1328) tarihleri, Osmanlı dönemine ait onarım ve ilavelere işaret etmektedir.
1962 yılına kadar büyük kısmı harap durumda olan medrese bu tarihte Ulu Cami
onarımları ile birlikte onarılmıştır. Yapının Melik’ül-Mesud unvanını taşıyan II.
Sökmen’den dolayı Mesudiye ismi ile anıldığı belirtilmektedir.
Kare bir alanı kaplayan medrese iki katlıdır. Düzgün bir planlama
göstermektedir. Kuzeydeki eyvan seklindeki kapıdan geçilen avlu revaklarla
çevrilmiştir. Doguda iki kat boyunca devam eden ana eyvan yer almaktadır. Diğer
kenarlarda revakların gerisinde medrese odalarına yer verilmiştir. Batıda mescit
bölümü bulunmaktadır (15).
5. Muslihüddîn lârî medresesi: Safa Cami Külliyesi içinde yer alan bu
medresenin diğer adı da İpâriye’dir. 15. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Akkoyunlu
hükümdarı Uzun Hasan tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Çok sayıda
eserin yanı sıra Mir’atü’l-Edvar ve Mirkatü’l-Ahbar isimli tarihinde yazarı olan ünlü
bilgin Muslihüddîn-i Lârî’nin, Diyarbakır Müftüsü olduğu dönemde bu medresede
ders verdiği ve bu nedenle medresenin onun ismi ile de anıldığı bilinmektedir.
Lârî, 16. yüzyılın tanınmış bilim adamlarındandır. İran›ın Lâr kentinde doğmuş, bu
nedenle kendisine, Lârî-i Acemî de denilmiştir. 1561’de Diyarbakır valiliğine atanan
İskender Paşa’nın davetini kabul ederek Diyarbakır’a gelip yerleşen Lârî’ye Hüsrev
Paşa Medresesi’nde müderrislik ile Diyarbakır müftülüğü görevleri verilmiştir
411
6. Zincîriye medresesi
Bazı kaynaklarda Sincariye ya da Mercaniye adları ile anılan medresenin inşa
tarihini belirten kesin bir kayıt mevcut değildir. Bazı araştırmacılar yapının Eyyubi
ve Akkoyunlu dönemlerine ait olabileceğini düşünmüşlerdir. Ancak avlu revakları
üzerindeki kitabede adı geçen İsa Ebu Dirhem adı, yapının tarihlendirilmesine
yardımcı olmaktadır.
Diyarbakır kalesi surlarında da adı geçen ve Artuklu döneminde yaşadığı
bilinen Mimar_ sa Ebu Dirhem’den dolayı Zinciriye Medresesi’ni I. Sökmen
döneminde 1199 (H. 595) yılına tarihlendirmek mümkündür.
Yapının mimari ve süsleme özellikleri bakımından Artuklu dönemine ait
Mesudiye Medresesi ile taşıdığı benzerlik Zinciriye Medresesi’nin de aynı döneme
ait olduğu ihtimalini güçlendirmektedir.
M. Akok yapıyı herhangi bir kaynak göstermeksizin medreseyi 1236–1237
(H.634) yılına tarihlendirmektedir.
Birinci Dünya Savası’na kadar medrese olarak kullanılan yapı, 1934’te
onarılarak Arkeoloji Müzesi haline getirilmiştir 306. Günümüzde Diyanet İsleri
Başkanlıgı tarafından kullanılmaktadır.
Kare planlı yapı, açık avlulu ve tek katlıdır. kare bir avlu etrafına sıralanmış
bölümlerden meydana gelen medresede avlunun her kenarında üç gözlü revakların
gerisine güneyde büyük boyutlu bir eyvan, diğer kenarlarda odalar yerleştirilmistir
(15).
7. Hatuniye Medresesi
H. Basri Konyar, 1932 senesinde araştırmalarda bulunduğu Hani Medresesi
için “Diyarbekir Yıllığı’nda şu bilgileri verir:“: Hani’de en şayanı dikkat bir eser
olan bu medrese görülmeğe değer bir san’at mahsûlüdür. Beyaz bir taştan kubbeli
yapılmış ve biraz eksamı yıkılmış olmasına rağmen mimarı henüz içinden çıkmışa
benzemektedir. Alınan fotoğraflar iç kısmın büyük eyvanını ve diğer aksamı
göstermektedir. 1292 Tarihli bir kayıtta Hani kasabasının Hatuniye medresesile
merbutatından olup Mardin sancağına tabi Hasankeyf’te bulunan Zeynebiye
zaviyesinden bahsedilmektedir.Mardin’e bağlı (Kızıltepe)den ileride Hatuniye
kalesi vardır ki Sancar şahın validesi tarafından bina edilmiştir. Buna (Suri Hatuniye)
denilmektedir. Şu halde hani’deki bu emsalsiz eser de kıymetli nümunelerindendir.”
(2). Taş içiliği harikadır.
Hatuniye medresesi
412
Şu an Mevcut Olmayanlar
8. İskender Paşa Camii Medresesi: Diyarbakır valilerinden İskender Paşa
tarafından yaptırılmış olan caminin külliye içerisinde yer almaktaydı. 27 Rebiulevvel
973/22 Ekim 1565 tarihli vakfiyesine göre bu cami vakıf gelirleri bakımından son
derece zengindi. Vakıf gelirleriyle müderris, hatîp, imam, müezzin, hafız, kârî, talebe
ve ferrâş’ın maaşları rahatlıkla karşılanıyordu. Bu medrese, XIX. yy’da Diyarbakır’ın
önemli medreselerinden idi.
9. Behram Paşa Camii Medresesi: Diyarbakır valilerinden Behram Paşa
(1564-1572) tarafından yaptmlmıştır. Vakfiyesine göre, inşası 1569 senesinde
bitmiştir. Aynı tarihte caminin bitişiğine bir de medrese inşa edildiği vakfiye kaydından
anlaşılmaktadır.Behram Paşa, cami ve medrese için Amid’de bulunan bütün emlâkinin
yanı sıra Malatya’daki emlâk ve arazisini de vakfetmiştir. Medresenin XIX. yy’da da
faal olduğu kaydedilmektedir.
10. Nasuh Paşa Camii (Selvinaz Hatun ) Medresesi: İçkaleye yakın olup 160611 senelerinde inşa edilmiştir. Ocak 1792 tarihinde Amid naibine veDiyarbakır
mütesellimine gönderilen fermandan Nasuh Paşa Camii’nin yanında yine Servinaz
Hanım tarafından bu medresenin yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Nasuh Paşa Camii
avlusunda ayrıca, XIX. yy’da faaliyette bulunan Hacı ismail b. Ali medresesi vardı.
11. Aziziye (Şeyh Rûmî) Medresesi: Aziziye (bugünkü Süleyman Nazif)
mahallesinde bulunan cami, adını Şeyh Aziz Mahmud Urmevî’den almıştır.Caminin
1591-1620 yılları arasında inşa edildiği tahmin edilmektedir.Caminin külliyesi
içerisinde bulunan medreseye 1774 tarihli bir beratlamüderris tayin edilmiştir. 1818
tarihli bir vakıf hüccetinden medresenin yıkıkolan damının bu tarihte tamir edildiği
anlaşılmaktadır. Merkeze bağlı KabiKöyü arazisi yakın zamana kadar bu caminin
vakfı idi. Medresenin XIX.yüzyıla kadar faaliyetini sürdürdüğü tahmin edilmektedir.
12. Veli Kethüda Camii Medresesi: Aynı adla anılan cami, İç Kale kapısının
kuzeydoğusunda olup 1830 senesine kadar ibadete açık idi. Caminin hemen yanında bir
medrese olduğu 1772 tarihli bir berattan anlaşılmaktadır. 1785 senesinde caminin mütevellisi
es- Seyyid İsmail Efendi’nin arzı ile Dersiâmlığa es-Seyyid Mustafa getirilmiştir.
13. Kâdiriyye Medresesi: Çobyan mahallesinde Ocak 1799 tarihinde inşa
ettirilmiştir. Diyarbakır müderrislerinden olan Hacı Abdulkadir Efendi,”... yedi adet
hücre ve yedi kemer üzerine mebnî eyvan ve su kuyusunu ihtiva eden ...” bu medreseyi
müderrisliği evlâdiyet olmak şartıyla vakfetmiştir. Diyarbakır’daki bütün emlakini bu
medreseye vakfeden Abdulkadir Efendi 1799 senesinde medresenin müderrisi ve vakfin
mütevellisi idi. Mütevelliye 60, müderrise 14- ve nazıra 4 akçı yevmiye verilmesi de yine
vakfiye şartlanndandır.
14. Sülûkiye Mescidi Medresesi: Behram Paşa Camii batısındaki sokağın
sonunda idi. Medrese olarak da kullanılan mescidin kimin tarafından ve ne zaman
inşa edildiği belli değildir. Ali Emîrî Efendi, bu medresenin son öğrencileri arasında yer
almaktadır. Bu mescid, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda tahrip olmuştur(4).
413
Mesudiye medresesi
Zinciriye medresesi
Ali Paşa Medresesi
Muslihiddin Lari medresesi
Latifiye medresesi
Abdullah Paşa Medresesi (Çermik İlçesi)
Çeteci Abdullah Paşa Medresesi adı ile de bilinen medrese, Çermik ilçesi’nde,
çarşı içinde
Ulu Cami`ye giden yol üzerinde bulunmaktadır Medresenin 1756 tarihinde
Çeteci Abdullah Paşa tarafından yaptırıldığı kitabesinden anlaşılmaktadır Çeteci
Abdullah Paşa aslen Çermikli’dir Diyarbakır’da beş kez valilik yapmıştır Hattat, şair,
âlim, fazıl ve cömert biri olarak nitelenen Abdullah Paşa 1760 yılında vefat etmiş,
Dağ Kapı dışındaki mezarlığa defnedilmiştir Bu mezarlık kaldırıldığı için bugün tam
414
olarak nerede medfûn olduğu bilinmemektedir Abdullah Paşa’ya “Çeteci” lakabının
Emîrü’l-Hac görevi sırasında urbân eşkıyasına karşı başarılı mücadelesinden dolayı
verildiği tahmin edilmektedir
Abdullah Paşa Medresesi
Rahmi Hüseyin Ünal, Çeteci Abdullah Paşa Medresesi’nin mimarisi hakkında
şu bilgileri vermektedir: “Medrese, genel hatlarıyla dikdörtgen bir plana sahiptir
Revaklar ve bunlar gerisinde yer alan hücreler, merkezi avlunun üç kenarına
sıralanmış, avlunun kuzey kenarı boş bırakılmıştır Revakların avluya bakan yüzleri
koyu gri renkli bazalt ve bej renkli kesme taşlarla örülmüş almaşık duvar düzenindedir
Avluya bakan revak kemerlerinin araları camlı bölmelerle kapatılmıştır Revaklar
sekiz taş pâye üzerine oturmaktadır Avlunun güneydoğu ve güneybatı köşelerindeki
pâyeler haç kesitli, diğerleri T şekillidir.
Kapı aralığının üst kısmına, tunç bir levha üzerine kazınmış üç satırlık bir
inşa kitabesi yerleştirilmiştir Buna göre medrese Abdullah Paşa’nın yardımıyla
1170/1756 yılında inşa edilmiştir Bu kapı ve iki yanındaki pencereler birer basık
kemerle örtülüdür Mescidin kuzey cephe duvarı, revakların avluya bakan yüzleri
gibi almaşık düzende kesme taşlarla kaplanmıştır Mescid, farklı şekilde örtülmüş
iki hacimden oluşmaktadır Kuzeyde yer alan dikdörtgen hacim, pandantifler üzerine
oturan bir kubbe ile örtülüdür Mescidin iki yanındaki hücrelerin bu kubbeli mekânla
bağlantıları sağlanmıştır Güneyde yer alan mekân, yarım sekizgeni andıran bir
plana sahiptir ve dilimli bir çeyrek küre ile örtülüdür Bu mekân medresenin güney
duvarında bir çıkıntı teşkil etmekte, yarım sekizgen profilli mihrab da bu mekân
içinde yer almaktadır Mihrap nişi mukarnas bir çerçeve içine alınmış ve
mukarnas bir kavsara ile örtülmüştür Üç dilimli bir sağır kemer kavsarayı
ihata etmektedir Nişin iki yanındaki silindirik profilli gömme sütuncukların basit
mukarnaslarla süslü birer başlığı vardır Mihrap nişi ve çerçevesi sonradan badana
edilmiştir Avlunun üç kenarını dolanan hücreler ve dışa doğru köşeli bir çıkıntı teşkil
eden mescit-dershane hücresi, medresenin belirgin özelliklerini teşkil etmektedir” (1).
Çeteci Abdullah camii (medresesi)
415
Çeteci Abdullah camii (medresesi)
Medrese müfredatı:
Medreselerde dini eğitim verildiği gibi fenni ilimler de verilmektedir. 12.
yüzyıla uğrayarak konuyu öğrenmeye çalışalım.
Tarihte şehir, bilim, kültür, sanat ve ticaret merkezi olmuştur. Ortadoğunun
her yerinden öğrenciler,ders görmek için Amid medreselerine gelmeye başlıyorlar.
Mesudiye medresesi çağının en ileri bilimlerinin okutulduğu bir bilim yuvası oluyor.
(5).
Diyarbakır’da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete
sahipti (6).
Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrislerin bazılarına Mevliyet
payesi verilmiştir. Bu dönemde Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrisler
oldukça yüksek payeye sahipti. Müderrisler günlük 20-40 akçe gibi yüksek ücret
alırlardı (6).
Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde’ medresede okuyan
talebeye verilen önem anlatılmakta ve sıhhat ve sağlıkları için yapılan tadilattan
bahsedilmektedir (1).
Diyarbakır’da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete
sahipti (6) (17).
Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrislerin bazılarına Mevliyet
payesi verilmiştir. Bu dönemde Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrisler
oldukça yüksek payeye sahipti. Müderrisler günlük 20-40 akçe gibi yüksek ücret
alırlardı (18).
Tarihte şehir, bilim, kültür, sanat ve ticaret merkezi olmuştur. Ortadoğunun
her yerinden öğrenciler, ders görmek için Amid medreselerine gelmeye başlıyorlar.
Mesudiye medresesi çağının en ileri bilimlerinin okutulduğu bir bilim yuvası oluyor.
(16).
Medreselerde din eğitim üst düzeydeydi. Bunu hocaların maaşından
anladığımız gibi verdiği hizmetlerden de anlıyoruz.
Medreselerde ünü ülke dışına taşmış hocalar ders verirdi.
Ali bin Muhammed Amidi Hadis ve fıkıh alimidir. M.1074’de Diyarbakır’da
vefat etti Vefatına kadar Amid camiinde ders ve fetva verdi. Çok talebe yetiştirdi.
416
Yetiştirdiği talebelerden Ebul-hasen bin Gazi de çok meşhur oldu.Bağdat’tan
öğrenciler ona eğitim için gelirdi.Yine öğrencilerinden ebu’l Hasen Ali Amidi’nin
Hanbeli fıkhına dair yazdığı ‘Umdet-ül hadır ve kifayet-il misafir kitabı meşhurdur.
(19).
Selçuklular döneminde Melikşahın veziri Nizamülmülk Bağdatta Nizamiye
medresesini kurdu (1137) Bugünün anlamı ile Dünyanın ilk üniversitesidir. Nizamiye
medresesinde hukuk, astronomi,matematik, din ve filoloji gibi bilim dalları mevcut
idi. Aynı eğitim modeli Diyarbakır’’da Mesudiye medresesinde uygulandı (20).
Mesudiye Medresesi, çeşitli ilimlerin öğretildiği Anadolu’nun en eski ve
ilk üniversitesidir. Bu medresede astronomi, tıp, fizik, matematik, biyoloji, kimya,
ilahiyat, edebiyat ve felsefe gibi dersler öğretilmiştir. Ayrıca bilim adamları burada
çeşitli konularda birbirleri ile tartışmışlardır (3).
“Artuklu Medreselerinde İslami ilimler dışında tıp, riyaziye geometri ve felsefe
dersleri de......verilirdi. Bu dönemde önemli hekimler yetiştiği gibi, tıp sahasında
bazı eserler tercüme ve telif edilmiştir. Ayrıca tıp eğitimi için Meyyâfârîkîn’de bir
Darü’ş- Şifa kurulmuştur.”
“Örgün amaçlı bu yapılar, şehir merkezinde ve çevresinde inşa edilen tekkeler,
zaviyeler, hastahaneler, bimaristanlar, sıbyan mektepleri, ve yerleşim birimlerinin
genel imarı ve kurumları ayakta tutacak olan zengin vakıflar, kültürel hayatın daha
düzenli ve nitelik açısından daha verimli bir hale gelmesini sağlamıştır.......
.Ebu’l- Kasım Hibetullah, İbn Saleme, Zahiruddin, Ebu’l Mekarimin
Muhammed, Abdulvahid Amidi, Ebu’l- Fedail Amidi, İbn Muhammed Ali, İsmail elSeybani, Ortaçağ İslam Tarihçilerinin en büyüğü sayılan Zehebi, hep bu devirlerde,
bu coğrafyada yetişmişlerdir.
Yine bu dönemde, Diyarbakır›da (doğup) yetişmiş olan Seyfeddini amidi
Kelam ilminin en son ve en güçlü temsilcilerinden biridir....Seyfeddini amidi,
akli ilimlerde, felsefe ve mantık üzerine yazdığı eserleriyle büyük şöhrete sahip
olmuştur....» (21).
Medreselerde fizik ve mühendislik eğitimi
Diyarbakır’da yaşamış meşhurların bilgilerini öğrencileriyle paylaştığından
şüphemiz yoktur.
Ebul İz El Cezeri
XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 32 yıl başmühendislik
görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama
kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan
ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “Kitab-el Hiyal” adlı kitabın yazarıdır.
Eserindeki otomatlara örnekler aşağıda gösterilmiştir
El-Cezerî’nin Yaşadığı Dönem ve Ünlü Eseri
El-Cezerî (1136-1206), Diyarbakır yöresinde yaşamış, Artuklu sarayında
“reis el-âmal”(başmühendis) olarak 32 yıl (1174-1206 arasında) hizmet etmiş bir
417
bilim adamıdır.(6) Artuklular Diyarbakır’da 1183-1232 tarihleri arasında hükümran
olmuşlardır. Artukoğullarının, Hısnkeyfa / Hasankeyf Artukluları (1101-1232),
Mardin Artukluları (1108-1408) ve Harput Artukluları (1185-1203) olmak üzere üç
kolu vardı. Hısnkeyfa Artukluları, Artuk’un oğlu Muineddin Sökmen (yön. 11011105) eliyle kurulmuş olup Diyarbakır yöresi, buraya bağlı olmuştur. Beldenin
adı Osmanlıda Hasankeyf, Süryanilerde “Hesna Kepha”; Abbasi, Hamdani ve
Mervanilerde ise “Hısn Keyfa” şeklinde idi. İslâm öncesi dönemde “Cepha” adıyla
Süryani piskoposluk merkezi olmuş, 131 yıl boyunca Artukoğullarına başkentlik
yapmış, ardından Eyyûbi egemenliğine girmiş, 1260 yılında Moğol istilâsına
uğramış, 1516’da Osmanlılara geçmiştir. Mardin Artukluları 1108’de Necmeddin
İlgazi (yön. 1108-1122), Harput Artukluları ise 1185 yılında Nureddin Muhammed
bin Karaarslan (yön. 1175-1185) ve İmadeddin Ebubekir bin Karaarslan (yön.
1185-1203) eliyle kurulmuştur. Artuklu emîrlerinin bilime ve resim sanatına destek
verdikleri anlaşılmaktadır. Artuklu dönemi Diyarbakır‘ının (Âmid) maden işleme
merkezi, zengin ve hareketli bir ticaret kenti olduğu, 12. yüzyılın sonlarında kentte
140 bin cilt kitap bulunduğu bilinmektedir. Artuklular Doğu Anadolu ve Kuzey
Suriye’de Haçlılara karşı yaptıkları karşı koymalar ve oluşturdukları eserlerle
tanınmışlardır. El-Cezerî bu dönemde, Hısnkeyfa Artuklu sarayında hizmete
başlamıştı. Hısnkeyfa Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed, Selahaddin Eyyûbî
(1138-1193) ile dayanışma içinde Diyarbakır’ı Nisanoğulları‘nın elinden alıp kente
sahip olmuştur. Diyarbakır surlarının Urfa Kapısı üzerindeki 1183 tarihli kitabe, bu
olayı belirtmektedir. 1232-1234 yıllarında Anadolu Selçukluları tarafından ortadan
kaldırılan Artuklular, mimarî süslemede ve sikkelerde insan figürü kullanan sayılı
Türk-İslâm beyliklerindendir.
Batı dünyasında adı kısaca “al-Jazari” ya da “al-Gazari” diye bilinen elCezerî, su saatleri, otomatlar, su kaldırma düzenekleri, fıskiyeler, şifreli anahtarlar ve
daha pek çok pratik ya da estetik mekanizmanın tasarım ve gerçekleştirimini anlatan
Kitab el-Câmi’ Beyn el-İlm ve’l-Amel el-Nâfi’ fî Sınaat el-Hiyel (Olağanüstü Makine
Yapımı Üzerine Bilim ve Teknik Arasında Yararlı Bir Kitap) adlı ünlü eserin yazarının
tam namı “Bedî’ûz- Zamân Ebu’l-İzz İsmail ibn el-Rezzâz el-Cezerî”dir. Burada,
“bedî’ûz-zamân”, çağının harikası; “ibn el-rezzâz”, bir pirinç tüccarının oğlu; “elCezerî” ise “El-Cezîre’li” ya da Ceziret-i ibn Ömer’li (günümüzde Mardin’in Cizre
ilçesi) anlamına gelir ve Fırat ile Dicle arasındaki Yukarı Mezopotamya bölgesine,
Arapça’da “ada” anlamına “El-Cezîre” denir. Bu kitabın kimi nüshalarının adı
değişik olup bunlarda Kitab fî Ma’rifet el-Hiyel el-Hendesiyye (Usta İşi Mekanik
Aletler Bilgisi Kitabı) diye geçer, kısaca Kitab el-Hiyel adıyla bilinir. El-Cezerî,
Artuklu Sarayı’na 1174’te girmiş, Nureddin Muhammed (yön. 1175-1185) ve
oğulları Kutbeddin Sökmen (yön. 1185-1200) ile Nâsireddin Ebu’l-Feth Mahmud
Karaaslan (yön. 1200-1222) dönemlerinde saray mühendisi olarak çalışmıştır. Bu
bilimsel kitap, Hısnkeyfa Artuklularına bağlı olan Âmid’deki (Diyarbakır) Artuklu
sarayında 1206 yılında yazılmıştır. Dili, zamanının bilim dili olan Arapça’dır.
Eser, ününü çağlar boyu yitirmemiş, pek çok kez kopya edilmiş ve çeşitli dillere
çevrilmiştir. Bugün İstanbul Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde bulunan
418
3472 kayıtlı yazma, Hicri 602 (Miladi 1206) tarihlidir. Mevcut el-Cezerî yazmalarının
en eskisi olan bu nüsha, kayıp orijinal eserin bir ikinci el kopyası olarak en önemli
nüshasıdır ve Muhammed ibn Yusuf ibn Osman el-Haskefî (Hısnkeyfa’lı) tarafından
kopyalanmıştır. Arslan Terzioğlu’nun belirttiğine göre el- Cezerî’nin eserinin, dördü
Topkapı Sarayı Müzesi’nde (III. Ahmed Nr. 3472, Nr. 3461, Nr. 3350 ve Hazine Nr.
414) ve biri Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Ayasofya Nr. 3606) olmak üzere beş
elyazma nüshası Türkiye’de bulunmaktadır. Atilla Bir’in bildirdiğine göre bu yapıtın
yurtdışında Dublin Chester- Beatty Kütüphanesi’nde bir, Oxford Bodleian’da iki,
Leiden Üniversitesi’nde iki, Paris Bibliothèque Nationale’de üç kopyası daha
bulunmaktadır. Ayrıca ABD’nin çeşitli koleksiyonlarında farklı yazmalardan
koparılmış minyatürlü sayfalar sergilenmektedir. Terzioğlu’na göre St. Petersburg’da
da bir nüshası vardır. Makinelerin resim ve planlarını da kendisi çizdiği için elCezerî, aynı zamanda iyi bir ressamdı.
El-Cezerî’nin Otomatlarından Örnekler
El-Cezerî, birinci bölümde “finkân”, “binkam” vb. terimlerle adlandırılan
su saatlerinden (Şekil 5); ikincisinde şarap meclislerinde kullanılan otomatik
kaplardan, insan ve hayvan biçimindeki makinelerden; üçüncüsünde ibriktarlık
rolünü oynayan hayvan ve insan figürlü otomatlardan; dördüncüsünde kesilip akan
çeşitli fıskiyelerden, kendi kendine saz ve düdük çalan makinelerden; beşincisinde
kuyu ve ırmaklardan su çıkaran tulumbalardan; altıncısında ise saray hizmeti gören
çeşitli makine, şifreli kilit vb.den söz eder. Eserde toplam 50 dolayında ilginç buluş
yer almaktadır (10).
419
Diyarbakır’da astronomi eğitimi
Hz.Enuş ve İdris (AS)’den gelen astronomi ilk Diyarbakır topraklarında
neşvünema bulur ve ileri nesillerde de kendini gösterir. Diyarbakır ulu camiinde
güneş saatine bakmamız bu konuda fikir verir.
Diyarbakır Ulu camide güneş saati
Ezan için güneş saati hem ibadet hem de eğitim aracıdır
Diyarbakır Ulu Camii’nin avlusundaki en ilginç özelliği avlunun sağ tarafında
dikilen bir taş üzerine monte edilmiş güneş saatidir. Taş’ın ortasında bıçak ağzı
büyüklüğünde bir demir parçası monte edilirken, demirin her iki tarafında ise yarım
ay şeklinde biri kıbleye diğeri kuzeye doğru çizilen iki çizgi bulunmaktadır. Yarım
ay şeklindeki her iki çizgiden 6’şar çizgi olmak üzere toplam 12 çizgi bulunmaktadır.
Güneşin doğuşunda taşın ortasına dikilen demirin gölgesi hangi çizginin üstüne
vurursa saat o gölgeye göre belirlenip cami imamı tarafından ezan okunduğu ve
cemaatin namazlarını kıldıkları belirtilmektedir (11). El Cezeri’ye ait olduğu ifade
edilir.
Diyarbakır’da astronomi ile ilgili bilim adamlarının yetiştiğini görüyoruz
.Bunların öğrencilerine bu eğitimi verdiğinden de şüphemiz yoktur.
420
Al bardaklı şeyh Ahmed.
Diyarbakır’da saraykapıya yakın bardaklı mahallesimde M.1446’da doğdu.
500 sayfalık eseri İstanbul’da Millet kütüphanesinde, Lugat bölümü. No.39’dadır.
Eserinde.
Rumi ve Farsca ile celali takvimlerindeki ay adlarını,bunlardan her birinin
başlangıç ve kullanış usullerini, zamanını, kebise yıllarını, her takvimdeki ay
ve günlerde geçen bayramlar ile meşhur günleri anlatır.Ayrıca gökyüzündeki
gezegenlerin adlarını, bunların burçları ile hareketlerini ve bunlara verilen adların
nden ileri geldiğini, Arabi ayların birinci günlerini bilip bulma usullerini anlatır.
Seydaye Lice Muhammed Hadi.
1852 Lice doğumludur. Lice müfülüğü yapmıştır. Astronomi ilminde üstadı.
Kullandığı aletler mevcuttur.
Muslihiddin-i Lari
İranda Laristan’da doğdu. Hindistan, Halep’te bulundu.İstanbul’da Ebussud
efendiyle beraber oldu. Sonra Diyarbakıra geldi. İskender paşa çocuklarına onu hoca
tayin etti. Hüsrev paşa medrese müderrisliğini verdi1591’de vefat etti.
Palu (Parlı) Camii ismi de verilen yapı batısında büyük Hekim Muslihiddin-i
Lari›nin mezarı vardır.
29 eseri vardır. 2 astronomi eseri vardır. Bu eserler Kandilli ve Süleymaniye
kütüphanesindedir.
Sait paşa
Sait paşa, Diyarbakırda doğup büyüdü. Diyarbakıra bağlı bir ile mutasarrıf
oldu. Astronomi ve coğrafya kitabı yazdı.
Şeyh Abdurrahman aktepi ve astronomi eserleri ve eğitimi.
Hasankaleli İbrahim Hakkı Hazretleri ve Marifetname eseri çok meşhurdur.
Gerek tasavvuf ve dini ilimler ve gerek astronomi ve tıpla ilgili konuları kendi
döneminde ele alışı enteresandır.Bugün Tillo bölgesi de İbrahim Hakkı hazretleriyle
inanç turizmine önemli renk katmaktadır.
Ancak Diyarbakır›da Çınar ilçesinde aynı özellikleri taşıyan Şeyh Abdurrahman
Aktepi hazretlerini ne yazık ki Türkiye ve İslam alemi fazla tanımamaktadır. Bu
mübarek zatı elden geldiğince tanıtmak bir vefa gereğidir.
Diyarbakır Çınar’da Alatosun köyü türbesi, Aktepe Şeyh Hasan-i Nürani
türbesi,Altınaakar köyünde bir türbe (Şeyh Kasım) dini mekanlardır.
Çınar Aktepe geçen asırda İslami bir üniversite hükmündeydi. Burada bir
cami minaresi ve medrese kalıntısı ile medrese öğrencilerinin (80 öğrenci) mezarı
bulunmaktadır. Minare 850 yılında yapılmıştır. Öğrenciler veba salgını sonucu vefat
etmişlerdir.
Şeyh Abdurahman Aktepi hicri 1270 (miladi1854) yılında Diyarbakır ili çınar
ilçesi aktepe köyünde doğmuştur Eserlerinden başlıcaları “Revdül Neim” Divana
Ruhi, Kitabül Ebriz, Keşfül Zelam, Diyarbakıra Özgü Takvim, Astronomi, (bir diğer
astronomi eserinde çevrimliğini yapmıştır) Fıkıh, Arapça Gramer, Hastalıklar İçin
Şifa Kitabı.
421
Eserlerinde öne çıkan Revdül Neim eserinde peygamberimizin özellikleri ile
onun miraca çıkışı konu edinmektedir. Manzum dizeler halinde kaleme alınan kitap
360 sayfadır, Hicri 1302 yılında kaleme alınmıştır. Diğer Kürtçe eseri ise Divana
Ruhi’dir. Bu eser Şeyh Abdurrahmanın şiirlerinden oluşmaktadır. Tüm bunların
yanında Keşfül Zelam 35, Kitabül Ebris ise 81 sayfadan oluşmaktadır.
Ayrıca astronomi ile ilgili eseri hazırlarken ceviz ağacından dünya şeklinde
bir küre hazırlamış ve bu küre halen sağlam olarak durmaktadır.
Bunlara ilave olarak Şeyh Abdurrahmana ait kütüphanesindeki yüzlerce el
yazma kitap Aktepeli’nin sahip olduğu bilgi birikimini güsterir niteliktedir. Aktepeli
ile ilgili her türlü bilgiyi Aktepeli’nin yatırını inşa eden ve şu anda da yatırın ve
ziyaretçilerin her türlü ihtiyacını kendi imkanları ile karşılayan Aktepe Köyü
ikametgahlı Şeyhin torunu Şafii Işık tarafından temin edilinebilinmektedir. (Torunu
Mehmet Işık).
Eserleriyle ilgili yorum
1. Divan: 471 beyittir, 70 sayfadır
2. Kitab-u Ravd’un Naiym: Konusu Hz. Muhammed’in (SAV) miracı ve
hayatı hakkındadır. 4531 beyitli olup 306 sayfadır.
3. Kitab’ul İbriz. Arapça yazılmıştır 81 sayfadır. Kur’anın Kelamullah
olduğunu anlatır.
4. Kiştab-u Keşf Zulam fi akaid-i fark-el İslam: Konusu mezhebler arasındaki
farklardır. 25 sayfadır. Arapça yazılmıştır.
5 .Minhac-ul Usul: Konusu fıkıhtır. Arapça yazılmıştır ve 50 sayfadır.
6. Astronomi ile ilgili yazılmış eser.
7. Aktepe köyü ve civarı için 1 yıllık namaz vakitlerini belirtir bir
takvim.18 sayfalık mükemmel bir eserdir.
8. Sarf ve nahiv hakkında yazılmış bir eser.
9. Tıb hakkında bir eser.
10. 1894 tarihli ayrı bir manzumesi ve 17. yüzyıl Osmanlı şairlarinden Nabi’nin
yazdığı bir Gazel’e üç mısra ekleyerek yazdığı Türkçe bir Muhannes’i vardır.
Şimdi Aktepe hazretlerinin, Zeynel Abdin Çiçek tarafından günümüze
güncellenen Rumi takvim isimli eserinden numune olarak iki sayfa alalım.
422
1800’lü yıllara ait Diyarbakır Çınar - Aktepe köyü -A. Aktepe’nin
mücessem küreleri
1899’lü yıllara ait Abdurrahman Aktepi’nin Astronomi kitabından alıntılar
Tarihte Diyarbakırın astronomiye katkısına el yazmalarının katkıda
bulunduğunu gözlüyoruz.Diyarbakır İl halk kütüphanesinde
Saatname- Heybetullah Gözcü bin İbrahim.
587’de kayıtlı; 195 sayfa
1644’de kayutlı; 303 sayfa
Mi’yarül- Evkat. İsmail Fehim bin Seyyid İbrahim Hakkı. 883’de kayıtlı
Bize bu alanda fikir vermektedir (13).
Seyyid Ömer Camidi
423
XVIII. yüzyıl Diyarbakır alimlerindendir. Şeyh Berzencaninin soyundandır.
M.1715’de doğdu. 15 yıl müftülük yaptı.Verdiği fetvaları füsül üzerine tertip ett
iM.1782’de vefat etti. 4000 kitabı Mesudiye medresesine bağışlanmış,birinci cihan
harbinde kütüphane’de işgal edilmiş, savaş sonrası kitap sayısı 1800’e inmiştir.
Kitaplar diyarbakır halk kütüphanesine sonra 1955’te Umumi kütüphaneye
devredildi.Astronomi ilminde de ileridir.1800.Yapmış olduğu Zaiç evladlarından
Hüseyin Uluğ’dadır
Molla Muhammed Çelebi-1656) Diyarbakılıdır. Matematik, astronomi
alanında derin bilgiye sahiptir.IV.Murad’ın Bağdat dönüşünde,sultanla birlikte
İstanbul’a geldi.Sultan Murad’ın emriyle Es’ile adlı eser yazdı.Eser İslam alimleri
arasında büyük takdir topladı.Eserde matematik, geometri, astronomi, tefsir, hadis,
fıkıh bilgileri vardı (14).
MEKTEPLER
19 yüzyıl salnamelerine göre Diyarbakır’ın eğitim durumunu öğrenelim:
Mektepler
Diyarbakır merkez sancağında maarif idaresine ait 323 mekteb mevcud olup ikisi
idadi, 1 darülmuallimin, 1 Kız Rüşdiyesi, 10 mekâtib-i rüşdiye, 230 dahi mekâtib-i
ibtidaiyedir. Maarif idaresi bu mektebler için senede 264510 kuruş sarf eder.
a- Müslim Mektepleri
Diyarbakır sancağında 1287 H. yılında 1 Rüşdiye Mektebi, 11 İslâm mektebi, 6
medrese vardır. 1300 H. yılına kadar geçen zaman zarfında ise bu rakamlar şöyle
olmuştur: 1 rüşdiye, 4 medrese, 4 mekteb, 5 mekteb, 3 mekteb, 1 mektebi rüşdiye, 1
medrese, 4 medrese, birer rüşdiye askeriye mektebi, mülkiye mektebi ve yeni açılmış
birer kız mektebinin haricinde 35 ilk mektep vardır. Bu mekteblere devam eden
Müslüman öğrenci sayısı 5771 civarındadır.
Diyarbakır’da 1 idadi mülkiye ile bir rüşdiye-i askeriye okulu ve bütün vilayette
rüşdiye-i mülkiye ile Müslümanlara ait 1560 erkek, 2 kız Sıbyan okulu ve 7 medrese
eğitim vermektedir. Vilayette toplam okul ve medreselerin adedi 1805 olup 61511
öğrencive 1876 öğretmeni bulunur.
Diyarbakır Rüşdiye Askeriye mektebine kabul edilen öğrencinin oniki yaşını
geçmemiş olması gerekmektedir. Ekseriya bu okula gelen öğrencinin Türkçe okuyup
yazması şarttı aranmaktadır. Herhangi bir sebep olmaksızın bu okuldan ayrılan
öğrenci bir daha okula geri alınmazdı.
Diyarbakır merkez sancağına bağlı Ergani Madeni kasabasında; 1 mektebi
Rüşdiye, 1 bâb Rüşdiye ve 1301 H. yılında yeni küşad olunmuş 2 bâb muntazam
ibtidâdiye mektepleri vardır. Siverek kasabasında 1 mektebi Rüşdiye, 5 mekteb, 1
medrese vardır. Daha sonraki yıllarda bu rakamlar; 2 medrese, 1 mekteb-i Rüşdi,
3 mekteb-i ibtidâi olarak kaydedilmiştir. Lice kasabasında bu rakamlar şöyledir.
Rüşdiye Mektebi; bu mektebde bir öğretmen görev almıştır. Öğrenci sayısı; 20’dir.
Bu okulda diğer yıllarda da bir öğretmen görev almıştır. 1292, 1293 ve 1294 H.
vilayet salnamelerine göre bu okulda öğrenci sayısında yıllara göre farklılıklar göze
424
çapmaktadır. Silvan kazasında ise 1290 H. yılında 2 mekteb-i Sıbyan, 1317-1319
senesinde ise 8 medrese, 1 mektebi Sıbyan vardır.
Salnâme-İ Maarif’e Göre H. 1315-1316 Tarihinde iyarbakır Vilayetinde
Bulunan Gayri MüslimOkulları:
Diyarbekir kazasına dair malumat: Diyarbekir kazasında, 3 kütüphane (Sarı
Abdurrahman Paşa, Hamid Beyzade Ömer Efendi, Ragıbiye), 1 medrese, 1 rüşdiye-i
askeriye, 1 rüşdiye-i mülkiye, 1 inas rüşdiyesi, 1 darulmuallimin 5 mekteb-i ibtidai,
10 mekteb-i sıbyan, 9 Hıristiyan mektebi, 2 ecnebi mektebi, 1 Yahudi mektebi vardır.
Silvan kazasına dair malumat: Silvan kazasında 1 medrese, 1 mekteb-i
rüşdi, 1 sıbyan 5 Hıristiyan mektebi, vardır.
Beşiri kazasına dair malumat: Beşiri kazasında, vaktiyle merkez-i kazada
mekteb namına bir bina bile mevcud değil iken saye-i marif-vaye-i hazreti padişahide
ahiren 5 aded mekteb-i ibtidai inşa ve tesis olunmuştur.
Lice kazasına dair malumat: Lice kazasında 2 medrese, 1 İslâm, 3 Hristiyan
mektebi, 27 mekteb-i sıbyan vardır.
Ergani kazasına dair malumat: Ergani kazasında, 1 ibtidai, 4 sıbyan, 3
Hıristiyan mektebi mevcuttur
Çermik kazasına dair malumat: Çermik kazasında, 1 medrese, 1 rüşdi, 2
ibtidai, 3 hıristiyan mektebi mevcuttur (23). Osman Köker Sergisi- Dikran Mgunt
-Amidayi Artsakankner-1893
Ermeni öğrenciler öğretmenleri Hovhannes Nacaryan
425
Osman Köker sergisi Diyarbakır Ermeni okulu öğrencileri, öğretmenleri ve
okul yöneticileri.
1911- Dikran Mgunt, Amidayı Artsakankner
Osman Köker sergisi
Burhan Özdemirci- Adnan Palakoğlu Albümü
1950 yılında Meryemana kilisesinde Süryani öğrenciler
426
Diyarbakır’da gayrimüslimler ve bilim
Diyarbakır’da tarihte gayri Müslimlerle ilgili bir sorun yoktu.
Şimdiye kadar yapılan araştırmalardan elde edilen rakamlara göre Diyarbakır’da
20. yüzyılın başında 22 adet protestan okulunun varlığından bahsedilmektedir (23).
1869 tarihli, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin yayınlanmasından hemen
sonraki uygulamaları, resmi kayıtlardan ta-kip etmek mümkündür. 1287 (1870)
tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesi’nde, cemaatler bazında, eğitim kurumlarının
sayıları ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır.
Ermeni
Protestan
Rum
Rum Katolik
:
:
:
:
3
1
1
1
Keldani
Süryani
Yahudi
:
:
:
1
1
1
Toplam olarak, dokuz adet okulun varlığından bahsedilmektedir. Ancak, bu
okulların öğrenim kademesi belirtilmeyip, sadece “mektep” ifadesi kullanılmıştır.
Burada ortaya konul- maya çalışılan konu, genelde Diyarbakır’daki gayrimüslim
cemaatlerin eğitim durumları hakkında, tespitlerde bulunmak ve buradan hareketle,
Süryani eğitim kurumları hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmaktır.
Mevcut bulunan 5 döneme ait, Diyarbekir vilayetiyle ilgili Maarif Salnameleri
esas alınarak, konuya açıklık getirilmeye çalışılacaktır.
1898 (1316) tarihli Maarif Salnamesinin, 1052. ve 1053. sayfalarında,
Diyarbekir merkez kazasında bulunan ve “mekâtib-i gayrimüslim” başlığı altında
verilen bilgiler şöyledir:
Aşağıdaki dağılımda gözlendiği kadarıyla, Süryani Kadim cemaatine
ait okul 1297 (Miladi 1879) tarihinde açılmıştır. Bu tarih, Maarif-i Umumiye
Nizamnamesi’nin yayınlandığı tarih-ten 10 yıl sonrasına tekabül etmektedir. Okulun
adı, “Süryani Mektebi”dir. Nizamname ile birlikte getirilen ruhsatname alma
zorunluluğunu 8 Mayıs 309 (1891) tarihinde yerine getirmiştir. Rüştiye derecesindeki
bu okulun sorumlu idarecisi Naum Efendi’dir. Maarif Salnamesinde yıllara göre
öğrenci sayısı şöyledir:
1316 (1898) – 85
1317 (1899) – 61
1319 (1901) – 51
Yörede geçerli olan, kız çocuklarını okula göndermeme anlayışı, Süryani
cemaati için de geçerliliğini korumaktadır. Bunun yanında, daha modernist bir
yaklaşımı savunan Protestan cemaati, kız çocuklarının eğitim görmeleri konusunda
herhangi bir kısıtlamaya gitmemiştir. Tabloda da görüleceği gibi, mevcut gayrimüslim
cemaatlerine ait okullarda kız öğrenci bulunmamaktadır. Sadece, Protestan mektebinde
kız öğrenci mevcuttur. Kız öğrencilerin sayıları, zamanına göre oldukça yüksektir:
Süryani mektebi, Lalebey Mahallesi’nde bulunan Süryani Kadim Meryem Ana
Kilisesi kompleksi içinde, Kuzey yönünde bulunan ve halen ayakta duran odalarda,
427
eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu okulların öğretim kadrosu geniş
olmayıp, faaliyetlerin bir veya iki öğretmen tarafından sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
Bu okullarda, tüm öğretim faaliyetleri, cemaatin sahip olduğu dilde
(Süryanice, Ermenice vs.) yerine getirilmekteydi. Sadece, okutulması zorunlu olan
Osmanlıca dersleri için, dışarıdan gelen Müslüman öğretmenler mevcuttu. 1905
tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesi’nde, Süryani mektebinde, Osmanlıca derslerine
Hüseyin Sadık Efendi’nin girdiğini görmekteyiz.
Karma eğitimin verildiği Diyarbekir İdadisi’ndeki Müslim ve gayrimüslim
öğrenci sayısı aşağıda verilmektedir:
Öğretim Yılı
1895-1896
1896-1897
1897-1898
1898-1899
1900-1901
(24)
Müslüman Öğrenci
45
70
80
52
51
Gayrimüslim Öğrenci
6
%14
11
%16
21
%27
6
%13
3
%7
KÜTÜPHANELER
Diyarbakır kitap zenginliği bakımından dünyada sözü geçecek bi şehrimizdi.
Çeşitli dönemlerde bu zenginliğe göz atalım:
Nisanoğlu dönemi
SelahattinEyyubi Diyarbakır’ı Nisanoğullarından aldığında Nisanoğlunun
kütüphanesini Kadı Fazıl’a hediye etti.Bu kitaplar Ulucami maksureleri ile Zinciriye
medresine giden eskiden kalma kemerlerin bulunduğu yerde nuhafaza ediliyordu.
(25).
Bu kütüphanede 1.040.000 kitap vardı. Fazıl bu kitapları seçerek 70 deve
ile Kahire’ye’ götürdü O devirde Kahirede’ki kitap sayısı sadece 125.000 idi.O
devrin en büyük kütüphaneleri Diyarbakır (Amid), Mardin, Musul ve Bağdattaydı.
Sultan Selahaddin zamanında ilk kez Mısır’da medreseler açılmıştır. Kadı Fazıl
aldığı kitaplarla Kahire’de el-medresetül Fadiliyye medresesini açmıştır (26) (27)
(28) (29).
Selahattin’in temelini attığı medreselerle kurulan Ezher üniversitesinin
bilimsel temelinde bu kitaplar vardır.
Akkoyunlu dönemi
Uzun Hasan’ın kütüphanesi
Bugün bir kütüphanenin büyüklüğü hakkında fikir edinmek için içinde görevli
personel sayısına bakılabilir. Akkoyunlu Hükümdarı Ergani doğumlu Uzun Hasan’ın
kendi özel kütüphanesinde görevli personel sayısının 58 olduğu dikkate alınırsa,
bilimin o tarihlerde Diyarbakırda ne kadar ileri olduğu anlaşılır (30).
428
19. yüzyıl
19. yüzyılda Kitapçılar çarşısına rastlıyoruz
Yiğit Ahmed mahallesinde birde Kitapçılar çarşısı olduğunu öğreniyoruz. Ali
Emiri efendi ayrıca Ulu caminin güneyinde de bir kitapçılar çarşısı olduğunu belirtir
(31).
Salnâme-i maarif’e göre h.1315-1316 tarihinde
Diyarbakır vilayetinde Diyarbekir’de, 3 kütüphane (Sarı Abdurrahman Paşa,
Hamid Beyzade Ömer Efendi, Ragıbiye), ismi geçiyor:
a) Sarı Abdurrahman Paşa: H.1178 yılında belirtilen kişi tarafından yaptırıldı.
Vali cevat paşa ise kütüphaneyi ihya etmiştir.İçinde 564 kitap vardır. Ulu caminin
kuzey bölümünde faaliyette bulunmuştur.
b) Hamid Beyzade Ömer Efendi.MS. 1785 tarihinde yaptırıldı. 104 el yazması,
206 matbu ve.
1248 yeni kitap vardı. Ulu caminin avlusunda yer aldığı 1826 tarihli bir vakıf
hüccetinde belirtilir. Fazıl Abdurrahman ailesinin bağışıyla kitap sayısı 4000’e kadar
çıkmıştır.
c) Ragıbiye: 1833’de yaptırıldı. 330 el yazısı, 9 matbu, 344 yeni kitap
içeriyordu (21).
Diyarbakır merkez sancağında 7 kütüphane vardı. Bu rakam 1317-1319 H.
yılında SarıAbdurrahman Paşa, Hâmid Beyzâde, Ömer Efendi Ragıbiye, olmak üzere 3
kütüphaneye düşmüştür (8).
Sarı Abdurrahmanpaşa kütüphanesi
Kütüphanenin içi
M. Ali Abakay bu dönem kütüphaneleriyle ilgili detay bilgi verir, ekte detay
makalesi bulunmaktadır.
Şevket Beysanoğlu, “1886 ( H. 1302 ) tarihli Diyarbakır salnamesi (yıllığı)
şehrimizde 7 kütüphane olduğunu yazar. 1901 (h. 1317) tarihli salnamede bu adedin
üçe indiğini görüyoruz: Rağıbiye Kütüphanesi, Sarı Abdurrahman Paşa Kütüphanesi,
Camidi Kütüphanesi” şeklinde bilgi verir.
429
14. defa yayımlanan H.1312 Tarihli Salnamede «Dahil-i vilayette mevcut
umumî kütüphaneler» başlığı altında Diyarbakır›da dört kütüphane, mevcut
kitaplarla yer almaktadır.
Bu Kütüphaneler Hakkında Verilen Bilgiler
Müessisi ve Kütüphanenin Bulunduğu mahal: Trabzon Vali-i Esbakı
Sarı Abdurrahman Paşa merhum- Diyarbekir›de Kain Cami-i Kebirin cihet-i
şarkiyesindeki daire-i mahsusa.
Tarih-i Tesis ( Kuruluş Tarihi ) : 1178 ( Miladi )
Kütüb-i Mevcude ( Mevcut Kitaplar )
Na matbu ( El yazması ): 507, Matbu: 57 Yekun ( Toplam ) : 564
Müessisi ve kütüphanenin bulunduğu mahal: El-Merhum Ömer Efendi elAmidi eş-şehir bi-camidi -cami-i şerif-i mezkurun cihet-i şekiyesindeki daire-i
mahsusa.
Tarih-i tesis: 1200 M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de
Maarif. Kent Işıkları. İstanbul. 2009.
Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 matbu 206 yekun 1248.
Müessisi ve kütüphanenin Bulunduğu Mahal: R-I Hac Ragıb Bey Merhum
Müessis-i kütüphanenin bina- kerdesi olan Ragibiye Medresesi dahilinde
Tarih-i Tesis: 1249
Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 Matbu: 9 Yekün 344
«Resmi Diyarbekir Mekteb-i İdadi-i Mülkisi dahilinde meçhul» olarak yer
alan kütüphanenin kuruluşu tarihi «1311», mevcud basılı kitap sayısı «167 «olarak
yer almıştır.
Ayrıca «Mardin›de kain cami-i Kebir dahilînde›› gösterilen kütüphanede de
39 elyazması kitap olduğu, kurucusunun da bilinmediği bu kütüphanenin tarih-i tesis
hanesinde «Na-malum›› ibaresi yer almıştır.
18. Defa yayımlanan Hicri 1319 (miladi 1901 -1902) Tarihli salnamede yine
aynı kütüphane isimleri yer almaktadır.
İbnü’l Ezrak, Tarih-i Meyafarikin ve Amid’de Mervan Hükümdarı
Nasıruddevle Ahmed’e sığınan Ebu’l Kasım Hüseyin bin Ali el-Mağribin’nin Katibi
Şeyh ebu Nasr el-Menazi’nin elçi sıfatıyla birçok kez gittiği Konstantineye›den
dönüşte getirdiği kitapları Meyyafarikin ve Amid’de birer camiye vakf ettiğini
belirtir. Kitaplar o dönem ‘‘Menazi Kitapları›› olarak bilinmektedir.
Mustafa Akif Tütenk’in ‘‘Mahsul-i Leyali-i Hayatım››ile ‘‘Görüş ve
Seziş›› adını verdiği dört defteri okuyan oğlu Hasan Kadri Tütenk’in babasından
naklettiği husus: ‘‘Diyarbakır’da birçok kitap, Birinci Dünya Savaşı döneminde
çalındı. Halk, açlığını kitap satarak gidermeye çalışıyordu. Ama uzun vakit,
Amid çevresinde kalan yabancılar bunu ganimet biliyordu. Babam, Hadım-i
Terakki’de muallim ve aynı vakitte mektebin kurucusuydu. O günleri bize
hikâye ederken Saray Kapı’da birçok kitabın talanından söz ederdi. Bence
Diyarbakırlının kütüphaneleri hengâmede zir u zeber olmuştur (33).
430
Cumhuriyetin ilk yıllarında kitap aşkı vardı
Ulusal kitapsaray ile ilgili bir bilgiye tarihi kitaplarda rastlıyoruz
1937 tarihli bir kitapta şunlar yazılıdır.Ulu cami yanındadır.1932 yılında
General Ceval tarafından kurulmuştur.Beşbin ciltten fazla kitap vardır.Kültür
bakanlığı, eskiden yine kütüphane olan camiin bu cephesini tamir ettirerek ulusal
kitapsaraya tahsise karar vermiştir (34).
Sözün burasında, “Peki bu kütüphanelere ne oldu” diye bir soru akla
gelebilir.
Ne yazık ki, bu zengin kütüphanelerin ömrü de ancak Birinci Dünya Savaşı
yıllarına kadar sürmüş… Harp patlak verince gencecik öğrencileri cephelere
gönderilen kentteki okullar gibi bu kütüphaneler de kapatılmış. Kalan da cumhuriyet
yıllarına gelinceye kadar zaman zaman yağmalanmış, bazen yakılmış, tahrip ve
talan edilmiş…
Cumhuriyet döneminde, kala kala bir tek kütüphane kalmış Diyarbakır’da
“Umumi Halk Kütüphanesi”…
Şimdilerde Ordu Evi’nin bir bölümü olarak kullanılan Dağkapı’daki Halkevi
binasında uzun yıllar açık kalan kütüphane, bu kurumların kapatılması sırasında bir
kez daha talana uğradı.
Bilinçsizce çuvallara doldurularak depolara atılan kitaplar, dergiler, gazete
arşivleri uzunca süre depolarda bekletilerek hem zarar gördüler, hem talana
uğradılar…
Kalanlar da 1950’li yılların sonlarına doğru Ulucami’nin doğu cephesindeki
bölüme taşındı.
Bu kütüphane de son olarak 1955 yılında, bitişiğindeki Yıldız Gençlik
Kulübü’nün çay ocağında çıkan yangın sırasında itfaiyenin bilinçsizce sıktığı
sularla, kütüphanedeki yüzlerce değerli el yazması kitap telef oldu.
Dahası, bu yangın sırasında yağmacılar da kurtarma bahanesiyle kucak kucak
kitabı kaçırdılar…(35).
1973 yılı kütüphaneleri İl halk kütüphanesi
431
Çocuk kütüphanesi
Diyarbekirli kitap sever bir halktır. Mevlüt Mergen bu noktada hatıralarını
nakleder.
Diyarbakır evlerinin müştemilatındandır “kitap rafları”...
Hemen her evde bulunurdu bu raflardan.
Diyarbakır’lı okumayı ve okutmayı seven bir ruh yapısına sahiptir.
Eğer öyle olmasa idi, binlerce şair, bilgin ve ilim adamı bu kentten yetişir
miydi?
Ali Emiri adını andık ama, onun kitap hakkında verdiği bilgileri anmadık.
Şöyle diyor o güzel insan, yüreği Diyarbakır sevdasıyla yanıp tutuşan ilim
adamı: ‘Dünyaya geldiğim zaman Diyarbakır, adeta bir ilim kütüphanesi şeklinde
idi. Diyarbakır eşrafından Müftü Derviş Efendi merhumun çocuklarının evine gider,
3.000 – 4.000 cilt kitap görürdüm.
Yine Diyarbakır’lı merhum Said Paşa’nın köşküne gider orada da bir hayli
kitap bulurdum. Diğer İslam eşrafının evleri de böyle idi. Bizim evlere gelince, bizde
dayımlarla, büyük amcam Şaban Kamil Efendi’de abartmaksızın 10.000 cilt değerli
kitap vardı (1).
Demek ki, kitap sevgisi Ali Emir Efendi’yi kast ederek «kişiye özel» değildi
diyebilir ve bunun bütün bir şehir halkını kuşattığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bir de şu hususu bilmemiz gerekir ki, o zamanlar böylesine basılı eserler pek
yoktu, çoğunlukla el yazması kitaplardı ve kolay kolay temin edilip kitaplıktaki
rafına yerleştirilemezdi.
432
«Diyarbakır’lı kitap severdi» derken de bugünden ziyade dünü, yani geçmişi
kast etmek durumundayız. Bakınız bir misal vermek gerekirse, Said Paşa’nın adı
yukarıda geçmişti, Süleyman Nazif ve Faik Ali Beyler bu paşanın iki oğludur ve
babalarına ait yine yukarıda sözü edilen kitapları sandıklara doldurup, Diyarbakır’dan
İstanbul’a götürüp Topkapı sarayına bağışlamışlardır.
Bunu yaparken de şöyle bir hassasiyeti göz önünde tutmuşlardır, yüce
kitabımız Kur’an-ı Kerim’in İnsan Suresi dokuzuncu Ayeti’nde geçen:
«Sizden ne bir hediye ve ne de bir teşekkür isteriz» şeklindeki yüce hükmünü
düşünerek, o günkü yayın organlarına dahi bilgi vermemişlerdir.
Ali Emiri Efendi’nin kurucusu olduğu İstanbul Millet Kütüphanesine
kendisine ait 13.000 ktaba ek olarak 87.000 kitap daha ekleyerek sayıyı yüz bine
tamamlamak ve yüz bin cilt kitabı da batı dünyasından tedarik ederek 200.000 e
çıkarmayı planladığını biliyoruz.
Tam yirmi beş yıl Ali Emiri Efendi bir tek kitabı elde etmek uğraşmış, bunun
için ne fedakarlıklar yapmıştır ki, sonunda elde edemeyişinin üzüntüsünü yaşamıştır.
O kitap, «İbnü-l Erzak Tarihi» adını taşır ki Ali Emiri Efendi bu kitabın Haydaranlı
Hüseyin Efendi’de olduğunu öğrenir ve onunla temasa geçip elde ekmeye çalışır
ki, yirmi beş yıl aradan geçer, ama ne yazıktır ki muradına eremez bu kitap sever
Diyarbakır’lı...
Tek, tek isim vermek gerekmiyor, kitap sever Diyarbakır’lıyı anlatırken, ancak
örnek olsun diye sadece bir isim üzerinde durduk ve o günlerin Diyarbakır’ında
yaşayan hemen her kesin evinde böylesi bir kitap hazinesi bulunduğunu ifadeye
çalıştık..
Ve bugünlere geldik.
Kötümser olmak, negatif bir hava estirmek yaratılışımıza ters gelir, biz iyiyi,
güzeli, doğruyu iletmeye gayret ederiz, ne kadar başarılı oluruz, yada olmayız o ayrı
bir konu olması hasebiyle üzerinde durmayız.
Ancak şu gerçeği dile getirmek durumundayız ki dünkü Diyarbakır evlerinin
en kıymetle mutfak eşyası hep bakırdan idi ve bugün bu bakır eşyalar maalesef
hurdacılara nasıl satılmış ise o tarihi el yazması kitaplar böylesine basitliklerle elden
çıkarılmıştır yeni nesil tarafından.
Bir misal ve bir hatırayı anlatmadan geçemeyeceğim, rahmetli kitapçı Kemal
Acet anlatmıştı: «Bir gün evden çıkmış, dükkâna geliyordum, küçeden geçerken bir
kapının önünde çöp tenekesi ve bu tenekenin üzerinde bulunan üç adet kitap gözüme
ilişti. Belli idi ki bu kitapları çöpe atmışlardı, ben eski yazıyı okumayı bilmezdim
ama, dükkânıma bilenler gelirdi.
Onlara okutayım bakayım bu kitaplar ne yazar diyerek o kitapları oradan
aldım ve dükkâna getirdim. Aradan biraz zaman geçmişti ki bir gün birisi geldi ve
o kitapları gördü. Alırken bana o kadar çok para verdi ki dükkânımdaki kitapların
değeri kadar vardı o paralar».
433
Günümüzde kitap sevgisi ne acıdır ki, ihanete uğrayan sevgilerin başında gelir.
Kitapçılarda on binlerce değişik imzalı kitaplar raflarda beklerken evlerimiz,
kitaba özlem duyar hale geldi: «Zamanım yok, okuyamıyorum» gibi basit bahanelerin
arkasına sığınır olduk. Ama, bütün bunlara rağmen iddiamız hâlâ geçerlidir
«Diyarbakır’lı kitap sever» ama, eskisi kadar alıp okuyamaz (36).
EĞİTİMDE FİNANS
Osmanlının Diyarbakır’daki ilk dönemlerinde Eğitime Vakıf Katkısı öncelikli
olarak görüyoruz.
Diyarbakır Mektep, Hücerat Ve Kurra Vakıfları na örnek verelim
1. Nasuh Paşa Camii Şerifi ittisalinde elhac İsmail bini Alinin mektep ve
hücerat vakfı
2. Mustafa Paşa Camii ittisalinde üç adet hücerat vakfı
3. Fatih Mehmet Paşa Camii Şerifinde talebe-i ulum için Ömer efendinin bina
etmiş olduğu altı bab hücerat vakfı
4. Veli kethüda camii ittisalinde Ahmed-i esseyit el- Hacı İsmail efendinin
hücerat ve dekakini vakfı.
5. Diyarbakır’da vezir-i azam merhum Dilaver Paşanın darulkurrası vakfı
6. Amit Vilayetinin kurras vakfı (57).
Valilik bütçesi de ayrı bir destek kaynağıydı.
Bu noktada Osmanlı belgelerine göz atalım:
2 Mayıs 1762
Vaktinin öğrencilere ilim vermekle geçiren Diyarbakır ulemasından Mahmut
efendiye buğday verilmesi için Diyarbakır voyvodalığı fermanı.
(40)
434
26 Eylül 1782
Vaktinin öğrencilere ilim vermekle geçiren Diyarbakır ulemasından Seyyid
Şeyh Abdurrahman ve Seyyid Şeyh Abdullah efendiye buğday verilmesi için
Diyarbakır voyvodalığı fermanı
(40)
Şeriyye sicillerine göre medresedeki öğrencilere büyük ihtimam gösteriliyordu
Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde’ medresede okuyan
talebeye verilen önem anlatılmakta ve sıhhat ve sağlıkları için yapılan tadilattan
bahsedilmektedir (58).
Eğitime Vatandaş Katkısı da olmaktaydı.
1895’te Vali olan Halit bey halktan toplanan bağışlarla sur dışında bir bina
yaptırarak (Süleyman Nazif Ortaokulu olarak kullanılan bina) tedrisata başlandı (59).
TANZİMATLA FİNANS SİSTEMİ DAHA MODERN BİR METOLOJİYE
KAVUŞTU
DİYARBEKİR VİLAYETİ MAARİF MASRAF BÜTÇELERİ
(1870–1920)
Vilayet Maarif Geliri
Medrese ve sıbyan mekteplerinin temel ekonomik dayanağı olan vakıfların
zamanla önemini.
yitirmesi ve Tanzimat’la birlikte çok sayıda yeni okulun açılması, devletin
ekonomisini ciddi anlamdaolumsuz etkilemiştir. II.Abdülhamid devrinin ilk
yıllarından itibaren, devlet hazinesinden MaarifNezareti’ne ayrılan tahsisatın miktarı
uzun yıllar 50.000 ila 100.000 lira arasında değişmiştir. Çeşitlimali sıkıntılardan
dolayı maarife fazla para ayıramayan hükümetler, sadece maarif giderlerine
435
karşılıkolacak mali kaynaklar oluşturmak için bazı kanunlar çıkarmış ve yeni
uygulamalar benimsenmiştir.
Mesela, Diyarbekir Valiliğine gönderilen 21 Aralık 1879 (9 Kânunuevvel
1295) tarihli bir yazıya göre, vakıf gelirlerinin tahsis edildiği kişi veya
cihetlerden eser kalmaması durumunda bu vakıfların gelirleri Evkaf Hazinesi’ne
aktarılmayacak; maarifin yaygınlaştırılması yolunda sarf edilecektir.
Sözü edilen bu emirlerin ileriki tarihlerde Diyarbekir’de uygulamaya
konulduğu görülmektedir. Örneğin, Dilaver Paşa Vakıflarına bağlı olan ve buraya
gelir sağlayan mallar veyapılar, 1894 (R. 1310) yılında Vilayet Maarif idaresi
tarafından zapt edilmiştir. Bu nedenle, 1894yılından 1901 yılı sonuna kadarki
vergisinin, Vilayet Maarif idaresince ödenmesi kararlaştırılmıştır.
Maarifin malî kaynaklarından biri de gayrimenkullerden elde edilen gelirlerdi.
Diyarbekir Maarif İdaresi, Diyarbekir Maarif Komisyonu’na ait gayrimenkullerin
isim, adres ve eski kira bedellerini belirterek, kiraya verilmek üzere resmi ilânla
duyurmaktaydı. Mesela, 1912(R. 1328)Martı’nın başından itibaren bir sene müddetle
kiralanmak için dokuz adet gayrimenkulün toplam eskikira bedeli 380 kuruş olarak
belirtilmiş ve vilayet resmi gazetesinde ilân edilmiştir. Talip olan kişiler Maarif
İdaresi’ne müracaat edecektir.
Maarif hizmetleri için ihtiyaç duyulan kaynak, vakıf gelirlerinin ve
gayrimenkul vergisi maarif hissesinin yanı sıra, halktan toplanan öşür maarif yardım
hissesi ve hamiyetli ahaliden alınanyardım paraları ile finanse edilmiştir.
Masraf Bütçeleri
Diyarbekir Vilayeti’nin maarif gelir bütçesini oluşturan ve yukarıda sözü
edilen mali kaynaklar, XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hazırlanan düzenli ve
ayrıntılı maarif masraf bütçeleriyle eğitim kurumları ve eğitim çalışanlarının masraf
ve maaşlarına tahsis edilmiştir.
Sadrazamlık makamının 6 Şubat 1896 (25 Kânunusani 1311) tarihli tezkiresi
doğrultusunda, Diyarbekir dâhil olmak üzere altı doğu vilayetinin 1896 (R. 1312)
yılı umumi maarif bütçe özetleri, Maarif Nezareti tarafından ayrı ayrı hazırlanarak
25 Mart 1896 (13 Mart 1312) tarihli tezkireyle Babıâli’ye takdim edilmiştir.
Diyarbekir vilayetinin 1896 yılı bütçesinde maarif için ayrılan ödenek 388.976
kuruştur. Bu paradan 46.560 kuruş maarif müdürü ve hademesine, 214.040 kuruş
İdadî mektebine, 101.240 kuruş Kız Rüşdîyesi muallimesi ile Dârülmuallimin’e
ve 1.800 kuruş Ermeni mektebi Lisan-ı Osmanî muallimine tahsis edilmiştir. Bu
harcamalar dikkate alındığında 25.336 kuruş fazlalık kalmaktadır.
Ancak, 20 Osmanlıca mualliminin tayin edilmesiyle maaş harcamalarına
36.000 kuruş daha ilave edilmiş ve bütçe açık vermiştir.
436
Diyarbekir vilayetinin 1913 (R. 1329) yılı hususi bütçesinde vilayetin toplam
geliri 2.576.850 kuruş, toplam gider ise 2.634.119 kuruş olarak tayin edilmiştir. Söz
konusu gelirden Vilayet Maarif Dairesi’ne tahsis edilen miktar 1.082.942 kuruştur.
Diyarbekir Vilayeti 1913 (R.1329) Yılı Maarif Masraf Bütçesi
Maarif Nezareti’nin 1914 (R. 1330) senesi genel maarif bütçesinde bütün
vilayetlerin maarifharcamaları için 15.000.000 kuruş tahsis edilirken, Diyarbekir
vilayetine 348.700 kuruş ayrılmıştır.
Osmanlı hükümeti, Diyarbekir vilayetinin maarife ve mektebe olan ihtiyacını
gerektiği kadarnazara aldığı için “Vilayet Maarif Dairesi”nin 1914 (R. 1330) yılı
hususi masraf bütçesinin bütün fasıl ve maddelerinde, bir önceki yıla nispetle,
büyük oranda artış yapılmasını teklif etmiştir. Bu hakiki ihtiyacı gerçekten takdir
eden Encümen ve Heyet-i Umumiye de maarif masrafında artış yapılmasını kabul
etmiş ise de, vilayet bütçesi hükümetin teklifini tamamıyla karşılayacak bir gelire
sahip değildir. Bu nedenle, hükümetin teklifinin bazı kısımlarında tasarruf ve indirim
yapmaya ister istemez mecbur kalmıştır.
Bununla beraber, memleketin şiddetle muhtaç olduğu bir “Ana Mektebi”
ihdas etmek, Dârülmuallimin mektebine bir “Sanayi-i Nefise Muallimi” ilave
eylemek, ibtidaî mektepleri muallimlerinin maaşlarına Tedrisat-ı İbtidaîye kanunu
doğrultusunda aylık 50’şer kuruş zam yapmak gibi lüzumlu masraflara katlanmaktan
çekinmemiştir. Fakat maarif müfettişlerinin sayısının arttırılmasından bir fayda
sağlanmadığı tecrübeyle sabit olduğu için, mesela, tamamı farklı cemaatlere mensup
9 mektebi bulunan Siverek sancağına bir müfettiş tayin ve istihdam etmek israf
olarak görülmüştür. Bu sebeple, bütün vilayete mahsus olmak üzere biri aylık 1000
kuruş, diğeri aylık 600 kuruş maaşlı iki müfettişin görevlendirilmesi kabul edilmiştir.
Hükümet adına vilayet ve maarif müdürü tarafından müfettişlerin lüzum ve icabı
ve Maarif Nezaret’inin bu husustaki maksadı şiddetle müdafaa ve izah olunmasına
rağmen, bu maddeye ne bu adet müfettişten ve ne de bu miktar masraftan fazla bir
şey eklenmesine Heyet-i Umumiye ikna edilememiştir.
Vilayetin 1914 yılı toplam hususi geliri 3.053.783 kuruş iken, toplam hususi
masrafı 3.052.183 kuruş olarak tayin edilmiştir. Bu umumi masraf içinde, Maarifin
harcama miktarı 1.349.330 kuruş olarak ayarlanmıştır.
1913 yılında, hususi mekteplerde görev yapan Lisan-ı Osmanî muallimlerinin
maaşı umumibütçeden karşılandığı için 1914 yılı vilayet hususi bütçesinde yer
almamıştır. Ancak, Maarif Nezareti’nin, söz konusu maaş meblağını umumi bütçeden
çıkarması bu muallimlerin mağduriyetine neden olmuştur. 1914 yılının başından
itibaren istihdam edildikleri halde maaş alamamışlardır. Bu nedenle, 6 Eylül 1914
(15 Şevval 1332) tarihli iradeyle Diyarbekir vilayetinin 1914 senesi hususi bütçesinin
maarif kısmında “Mekâtib-i Hususiye Lisan-ı Osmanî Muallimlikleri Maaşatı”
437
adıyla yeni bir madde oluşturularak, maarife ait diğer fasıl ve maddelerden buraya
24.000 kuruş nakledilmesine müsaade edilmiştir.
17 Eylül 1914 (26 Şevval 1332) tarihli iradeyle, vilayetin 1914 yılı hususi
bütçesinin maarif kısmında “Mekteb-i Sultani Leylî ve Meccani Talebe Masarifi”
adıyla başka bir maddenin açılarak, fazla gelirden 13.200 kuruşun buraya eklenmesine
izin verilmiştir.
7 Kasım 1914 (18 Zilhicce 1332) tarihli iradeyle, bedeli fazla gelirden
karşılanmak üzere, vilayetin 1914 senesi hususi bütçesinin maarif kısmının altıncı
faslının birinci maddesineüçüncü faslın üçüncü maddesine 65.000 ve on beşinci
faslın birinci maddesine 25.000 kuruşun ilavesine müsaade edilmiştir.
geliri.
Diyarbekir Vilayeti’nin 1916(R. 1332) yılı hususi bütçesinde, vilayetin toplam
3.340.778 kuruş ve toplam gideri 2.808.476 kuruş olarak belirtilmiştir. Maarif
harcamaları için ayrılan tahsisatın toplamı ise 1.628.656 kuruş olup, maarif kurumları
arasında aşağıdaki şekilde dağıtılmıştır:
Diyarbekir Vilayeti’nin 1917 (R. 1333) yılı hususi gelir bütçesinde, vilayetin
toplam hususi geliri 4.070.870 kuruş olarak belirtilmiştir. Bu gelirin 1.264.260
kuruşluk kısmı, doğrudan doğruya resmi kanunlarla tespit edilmiş maarif ekonomik
kaynaklarından elde edilmektedir. Mesela, aşar vergisi maarif hissesi bedeli olarak
hazineden alınacak para 440.000,19 Müsakkafat (gayrimenkul) vergisi maarif hissesi
34.680, mekâtib geliri 9.100 ve Tedrisat-ı İbtidaîye Tekâlif-i Mecburesi 780.480
kuruş olarak kaydedilmiştir.
Vilayetin 1917 yılı toplam hususi masrafı ise 3.589.692 kuruş olup, maarif
için 1.559.211 kuruş tahsis edilmiştir. Bu ödenek, vilayet maarif kurumları arasında
aşağıdaki şekilde paylaşılmıştır.
Diyarbekir Vilayeti’nin 1917 yılı hususi bütçesine “Avrupa’ya gönderilecek
talebe masrafı” adıyla 30.000 kuruşluk bir tahsisat konulmuştur. Ancak, devam
etmekte olan I. Dünya savaşı dolayısıyla, Avrupa’ya talebe gönderilmesine ve bu
paranın bunun için sarfına imkân yoktu. Bu nedenle, söz konusu tahsisatın vilayetçe
Halep Darülmuallimatı’na gönderilecek 10 kız talebenin yatılılık masraflarına sarfı
encümen kararıyla gerekli görüldü ve Dâhiliye Nezareti’nden müsaade istendi. Bu
teklif, 1 Aralık 1917 (16 Safer 1336) tarihli iradeyle onaylanarak bütçenin sözü
edilen maddesinin, “Halep Darülmuallimatı’na gönderilecek talibat masarifi” adıyla
değiştirilmesi uygun görüldü.
Zor sancağına bağlı olan Resulayn kazasının Diyarbekir vilayetine bağlanması
sebebiyle, Vilayet’in 1917 senesi hususi bütçesinin maarif kısmına ilave yapıldı.
Buna göre, “Mekâtib-i İbtidaiye Maaşatı” maddesine 12.481 kuruş, “Mekâtib-i
İbtidaiye Masarifi” maddesine 1.400 kuruş ve “Mekâtib İcaratı” (Mektep kiraları)
maddesine 3.360 kuruş tahsisat eklenmesi kararlaştırıldı.
438
Diyarbekir Vilayeti’nin 1918 (R. 1334) yılı hususi bütçesinde; vilayetin
toplam hususi geliri 5. 354. 214 kuruş ve toplam hususi gideri 5.243.302 kuruş
olarak belirtilmiştir. Maarif harcamaları için ayrılan tahsisatın toplamı ise 2.062.406
kuruştur.
Diyarbekir vilayetinin 1918 yılı hususi gelir bütçesinde, doğrudan doğruya
resmi kanunlarla tespit edilmiş maarif ekonomik kaynaklarından elde edilecek gelir
oranları hükümetçe ayrı ayrı teklif edilmiştir. Fakat bu oranlar, Meclis-i Umumi-i
Vilayetçe, vilayetin içinde bulunduğu durum dikkate alınarak büyük ölçüde
değiştirilmiştir. Buna göre, aşar vergisi maarif hissesi muadili olarak hazineden
alınacak miktar 680.000 kuruştan 1.518.666 kuruşa, Tedrisat-ı İbtidaîye Tekâlif-i
Mecburesi 961. 060 kuruştan 1.104.500 kuruşa çıkarılmış; Müsakkafat vergisi
maarif hissesi 34.680 ve Mekâtib geliri 9.100 kuruş olarak bir önceki yılda olduğu
gibi sabit tutulmuştur.
Vilayetin 1918 yılı maarif hususi masraf bütçesi, her düzeydeki mektebin aylık
ve yıllık maaş ve masrafı ayrı ayrı gösterilmek suretiyle çok detaylı hazırlanmıştır.
Ancak, burada çok fazla ayrıntıya girmeden, mekteplerin maaş ve masraf durumları
“Ortaöğretim” ve “İlköğretim” ana başlıkları altında kazalar bazında incelenecektir
Vilayetin 1918 yılı maarif maaş ve masraflarının toplamı dikkate alındığında,
1917 yılına göre yaklaşık 500.000 kuruş artış göstererek 1.559.211 kuruştan
2.045.006 kuruşa yükseldiği tespit edilmektedir. Kütüphaneler kısmına aktarılan
17.400 kuruşluk “Milli Kütüphaneler Masrafı” da eklendiğinde bu miktar 2.062.406
kuruşa çıkmaktadır.
I. Dünya Savaşı yıllarında, maaşı düşük bazı memurlara olağanüstü ek aylık
ücret verilmek üzere, vilayetlerin hususi bütçelerinin çeşitli fasıl ve maddelerinden
tasarruf yoluyla bir miktar fazla gelir elde edilerek bütçelerde ayrı bir madde
oluşturulmuştur. Bu doğrultuda, Diyarbekir vilayetinde bütçeye ilave edilen gelirin
büyük bir kısmının maarif harcamaları ile mektep maddelerinden kısılarak sağlandığı
görülmektedir.
Yine I. Dünya Savaşı yıllarında, Diyarbekir başta olmak üzere bütün
vilayetlerdeki özel idare memurları ile mektep muallimlerine de ekmek bedeli
verilmesi planlanmıştır. Buna göre, mahalli gelir müsait olduğu taktirde bütçeye
“Tahsisat-ı Lazime” (ihtiyaç ödeneği) maddesi konularak muallim ve memurlara
buradan ekmek bedeli verilecektir.
1919 yılında, Diyarbekir Maarif Müdürlüğü ekonomik açıdan büyük bir
sıkıntı çekmekteydi.
Nitekim Maarif Müdürlüğü’nden Maarif Nezareti’ne gönderilen
telgrafnamede; “ 1917 (R. 1333) senesinde emanete kalan aşar yardım hissesi olarak
3.527.400 kuruşun 1918 (R. 1334) senesi zarfında hususi bütçeye aktarılması lazım
geldiği halde henüz havalesinin gelmediği; parasızlık ve maaşsızlık yüzünden
439
muallimler elim bir sefalet içinde bulunduklarından mekteplerin ekserisi kapanmaya
mahkûm bulunduğu” ifade edilmekte ve maârifin içinde bulunduğu durum açıkça
gözler önüne serilmekteydi (60).
Eğitim için değişik finans kaynakları aranıyordu.Bu hususta bir belgeye
bakalım.
Diyarbakır Senayi mektebinin geliştirilmesi için dışarıdan gelecek ticari
mallardan arabalarından,deve,beygir,yük katırı ve eşeklerden ve şehirde kesilecek
koyun, keçi, kuzu ve sığırlardan vergi alınmasıyla ilgili dahiliye nezaret kararı 14
Eylül 1903
(40)
Kurumlar idarecilerin katkılarıyla hayat bulmaktadır. Bazı valileri bu noktada
çok başarılı görüyoruz.
Vali Mehmed Halid Bey, Kıbrıslı olup 1851 yılında Lefkoşa’da doğdu. Babası
Hacı Mustafa Necati Efendi’dir Eğitim Kurumlarının Onarımı ve İnşasına çok ciddi
katkısı olmuştur.
Mesudiye Medresesi: Yıkılmaya yüz tutmuş olan medrese eyvanı ve 16 adet
hücresimasrafları vakıf gelirinden karşılanmak üzere mükemmel bir surette onarıldı.
Hücrelerin kapı ve pencereleri yenilenerek talebelerin sağlığı muhafaza ve rahatı
temin edildi. Ayrıca, geliri medreseye ait olan Kuşdili değirmeni yeniden inşa ve altı
adet dükkân da tamir edildi.
Siverek Rüştiye Mektebi: Hayır sahiplerinden toplanan yardımlar ve Vali
Halid Bey’in katkılarıyla bu okul onarıldı.
Mardin Rüştiye Mektebi: Mardin’de çocukların sağlığı için pek elverişli
olmayan bir ev, rüştiye mektebi olarak kiralanmıştı. Halid Bey, Mardin›i gezerken
durumu fark etmiş ve halkı yardıma teşvik etmişti. Devlet memurlarından ve halktan
toplanan paralar 200.000 kuruşu buldu. Mevcut parayla yeniden gayet sağlam,
440
gösterişli ve idadi olabilecek özellikte mükemmel bir okul yaptırıldı. Nitekim sözü
edilen bina, Sultan II. Abdulhamid›in tahta çıkışının 25. senesi olan 31Ağustos
Perşembe günü «İdadi mektebi» ne dönüştürüldü ve eğitim öğretime başladı.
Cizre Rüştiye Mektebi: Halid Bey›in zamanına kadar Cizre’de Rüştiye
mektebi yoktu. Halkın yardımları ve Halid Bey’in katkılarıyla burada bir Rüştiye
mektebi inşa edildi.
Avine Rüştiye Mektebi ve Hükümet Konağı: Avine kazasının hükümet
merkezi olan Savur kasabasında da şimdiye kadar Rüştiye mektebi ve hükümet
konağı yoktu. Halid Bey’in teşvikiyle memurlardan ve hamiyetli kişilerden 120 lira
yardım toplandı. Bu parayla her iki bina da yeniden inşa edildi. Mektebin açılış
töreni Ağustos 1316’da gerçekleştirilerek eğitime başlandı.
Çermik Rüştiye Mektebi, Telgrafhane ve Hükümet Konağı: Çermik
kasabasında bulunan hükümet konağı memurlar için yetersizdi. Rüştiye mektebi
olarak kullanılan yıkık bir mescid de okula elverişli değildi. Telgrafhane ise henüz
kasaba da yoktu. Bunun üzerine, yine Halid Bey’in teşvikiyle halktan yardım
toplandı. Hükümet konağı bitişiğinde, 81 liraya büyük bir ev satın alınarak dört
odası Telgrafhane, beş odası Rüştiye mektebi olarak tahsis edildi ve bahçe tarafı da
hükümet konağına eklendi.
Ayrıca, Derik ve Beşiri kazalarında birer hükümet konağı ve telgrafhane;
Avine kazasında bir telgrafhane ve Palu kazasında bir hükümet konağı inşa edildi.
Ergani Rüştiye Mektebi: Mektebin tamire muhtaç olan yerleri onarıldı
Hadim-i Terakki Mektebi: Yıkılmaya yüz tutmuş olan bu ilköğretim okulunun
genişletilmesi ve idaresi için birkaç yıl önce vasiyet ve yardım pa- ralanndan 15.000
kuruş ayrılmıştı. Bu parayla okul mükemmel bir şekilde onarıldığı gibi, bitişiğinde,
geliri okula ait olmak üzere bir lokanta ve misafirhane inşa edildi. Ayrıca, okula ait
bir kütüphane yaptırıldı. Sözü edilen kütüphane ve okulun açılış töreni, Sultan II.
Abdulhamid›in doğum günü yıldönümü olan 21 Eylül 1901 tarihinde gerçekleştirildi.
Yukarıda sözü edilen okulların dışında, Anadolu ıslahatı çerçevesinde
oluşturulan nahiye müdürlüklerinden Diyarbakır sancağında Şark ve Baharlı; Beşiri
kazasında Tepe; Derik kazasında Mazıdağı; Silvan kazasında Hazro; Lice kazasında
Hani, Karaz; Siverek kazasında Yenişehir, Hoşin, Hazro; Mardin sancağında
Koçhisar; Avine kazasında Ömerkan-i Fevkani ve Tahtani, Şeyhan; Midyat kazasında
Hasankeyf, Kerboran, Habzbeni; Maden sancağında Midye, Ancevz, Abdalan, Piran,
Perdenç, Bermaz, Ergani, Güran, Kalliş; Palu kazasında Karaçor; Çermik kazasında
Rutan, Konağı, Mansuran nahiyeleri merkezlerinde birer ibtidai mektep bina ve tesis
edildi. İhtiyaç duyulan öğretmenleri de vilayet merkezince seçildi ve tayin edildi.
Vali Halid Bey’in ifadesine göre; memuriyetinden önce Diyarbakır
vilayetindeki sıbyan ve ibtidai mekteplerin sayısı 236 iken, onun valiliği zamanında
441
bu sayı 406’ya çıkmıştır.Böylece 170 kadar daha sıbyan ve ibtidai mektebi bu
dönemde hizmete açılmıştır.
Sarı Abdurrahman Paşa Vakfı Kütüphanesi: Kütüphane onarıldı ve
kütüphaneye bağlı olan vakıflardan bir pirinç dingi ile iki adet dükkânın inşaatı
tamamlandı (9).
TARİHTE DİYARBAKIRDA SON DÖNEMLERDE EĞİTİM
1873 yılında
Ergani’de 5 mektep,N Çermik’te 5 mektep,1 rüştiye
Hani’de 2 mektep,1 medrese, Hazro’da , 2 medrese,2 mektep
Eğil’de 1 medrese vardı. (51)
19.yüzyıl Valilik yıllığı salnamelere bakalım
salnâme-i maarif’e göre h.1315-1316 tarihinde Diyarbakır vilayetinde
Diyarbekir kazasına dair malumat: Diyarbekir kazasında, 3 kütüphane (Sarı
Abdurrahman Paşa, Hamid Beyzade Ömer Efendi,Ragıbiye),1 medrese, 1 rüşdiye-i
askeriye, 1 rüşdiye-i mülkiye, 1 inas rüşdiyesi, 1 darulmuallimin 5 mekteb-i ibtidai,
10 mekteb-i sıbyan, 9 Hıristiyan mektebi, 2 ecnebi mektebi, 1 Yahudi mektebi vardır.
Silvan kazasına dair malumat: Silvan kazasında 1 medrese, 1 ??? vardı( 50)
Sıbyan Mekteplerı
Ilk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuyup yazma, bazi
dinî bilgiler ve dört islemden ibaret olan matematik derslerini verirdi.Bu alanda
önemli çalışmalar yapıldığını Osmanlı belgelerinden öğreniyoruzBu alanda
Diyarbakır’da ciddi bir eğitim kampanyasının olduğunu Osmanlı belgelerinden
öğreniyoruz.
Diyarbakır Ve Köylerinde 95 Sıbyan Mektebi İnşası Hakkında Mazbata
.11 Kasım 1870 (36).
442
Diyarbakır Rüştiye okulları
1876’da Diyarbekir vilayetinde 18 rüşdiye okulu bulunmaktaydı.Bu okullarda
785 öğrenci eğitim görüyordu.Diyarbakır’da Mülkiye ve askeriye olmak üzere iki
rüştiye vardı. Mülkiye rüştiyesi Ulu caminin Doğu yönüne bakan ve günümüzde
suriçi halk kütüphanesinin bulunduğu odalarda faaliyette bulunmuştur. Askeri
rüştiye ise Şeyh matar camii mahallesinde kiralık bir binada eğitim görmüştür (53).
MEKTEBİ İDADİ
Mektebi İdadi-Maarif koleji,sonra Tıp fakültesi ve sonra Milli Eğitim
müdürlüğü olan tarihi bina
443
(49)
Mektebi İdadi talebeleri
YAPININ ADI : Diyarbakır İdadi Mektebi
BULUNDUGU YER : Diyarbakır merkez, Hastaneler Caddesi Fis
Kayasımevkii.
Tarihçesi
Osmanlı döneminde idadi okulları, rüşdiyeyi bitirmiş olan İslam ve diğer
Müslüman olmayan sınıfların çocuklarını alan bir arada eğitim veren kuruluşlardır.
Bu çerçevede Diyarbakır’da açılan Diyarbakır İdadi mektebinin inşasına
1305 (M.1888) yılında 223 Vali Hasan Pasa zamanında başlanmış 1890 yılında
tamamlanmıştır. 1890-1932 yılları arasında, birkaç kez ortaokul- lise seviyesinde farklı
programlarda hizmet vermiştir. İdadi Binası’nın bütün masrafları devlet tarafından 12
Rebiyül-evvel 1312 (1894) ’de leyli kısmı açılarak en muntazam mektepler seviyesine
getirilmiştir. H. 1312 (1894) senesinde 100 öğrenci nehari (gündüzlü) 35 öğrenci leyli
(gececi) olmak üzere toplam öğrenci sayısı 135’tir. Yine aynı sene kayıtlarına göre
Mülkiye İdadi Mektebi adını almış ve geniş bir öğretmen ve idareci kadrosuna sahip
olmuştur Bina uzun yıllar Tıp Fakültesine bağlı bir birim olarak kullanıldıktan sonra,
2006 yılına kadar Milli Eğitim Ana Binası olarak kullanılmıştır.
Yapının İncelenmesi
Diyarbakır idadisi sur dışında, Hastaneler Caddesinde, Fis Kayası denilen
mevkide bulunmaktadır. Diyarbakır surlarının dışında güneye yapılmıştır. Dicle
Nehri’nin sağ kıyısında ve Dicle vadisine hakim bir konumdadır .
444
Yapı’nın güneyinde yer alan Darü’l-Muallim binası ile karşılıklı olarak
yapılmıştır (Aralarından Dicle Üniversitesine giden yol geçmektedir) Kuzey
tarafında hastaneler bulunmaktadır. Doğusunda ise Dicle vadisi yer almaktadır.
Malzeme ve Teknik
Yapının beden duvarları dört yönde de 1.10 cm. dir. İçten duvar kalınlıkları
1.00 m. dir. Malzeme olarak kesme taş kullanılmıştır. Diyarbakır’a mahsus siyah
bazalt tası ve kalker tası özellikle doğu cephesinde birlikte kullanılmıştır. Yapının
giriş cephesi, cephe duvarlarının köseleri ve pencere etrafları siyah bazalt tası ile
yapılmıştır. Bunun gerisinde kalan kısımlar kalker kesme tasla yapılmış ve buralar
sıvanmıştır. İç kısımlar da siyah bazalt tası çok az kullanılmıştır (38).
FİSKAYADA ÖNCE ISLAHANE SONRA SANAYİ MEKTEBİ VE SONRA
DARUL MUALLİNİN OLAN BİNA
Tarihte Sokak çocukları sorununa çözüm
Önce Hasanpaşa hanında 60 öğrenci ve yetmeyince Fiskaya’da bugün Ticaret
ve Sanayi Odası olan mekanda 700 öğrenci eğitim gördü
1870 yılında Diyarbakır valisi Kurt İsmail paşa sur dışında kimsesiz çocukları
barındırmak ve onlara bazı sanatları öğretmek için bir ıslahhane inşa ettirir.700
öğrencisi için üç yıllık bir ilkokul düzeyinde öğrenim uygulandıktan sonra
dökümcülük, boyacılık, marangozluk öğretilir Bu ıslahhane sonra Diyarbekir Sanayi
mektebine dönüştürülür. Okulda kullanılan malzemeler ile görevli bulunan usta
öğretici ve öğretmenler Avrupa’dan getirilir. Okulu iyi derecede bitirenlere sermaye
verilerek işyeri açmaları sağlanırdı (53).
445
ISLAHHANE DÖNEMİ
Islahhane: 1868 yılında Diyarbakır valiliği yapan Kurt İsmail paşa sokak
çocukları için önce Hasan paşa hanının üst katını kiralar, burayı yatılı okul yapar,
aşağı katlarda meslek atölyeleri açar. Önce 60 çocuk alınır. Bu hususla ilgili 24
Rebiülahir 1286/3 Ağustos 1869 tarih ve 1 nolu Diyarbekir gazetesinden alıntı
yapalaım:
‘Memlekette dilencilik etmekte bulunan 60 kadar İslam ve Hristiyan çocuk
çocuğu bu ıslahhaneye alınmış ve her birine gündelik olarak ikişer kat elbise ,ashabı
hamiyet taraflarından iane sureti ile yaptırılmış olduğu gibi, bunlara ta’limat’a
tevfikan her gün ibtida, Sıbyan dersi okutturularak tahsis olunan sa’natlara
çalıştırılmak için münasib yevmiye ile hoca ve terzi ve kunduracı ve sobacı ve şalcı
ve usta ve halifeleri dahi tayin edilmiştir.
Bu 60 talebe 5 aydan beri epeyce sanat öğrenmeye başlayıp vilayet askeri
zabtiyesinin elbise ve kunduralarını dikmeye ve İran şalına benzer şallar ve diğer
mensucat dokumağa da başlamışlardır.’
Daha sonra öğrenci sayısı 110’a çıkarılmış,sıbyan tedrisatının yanında yazı,
hesap ve hendese dersleri, terzi, kunduracı, marangoz, şalcı, abacı, dökümcü, boyacı
gibi sanatlar öğretildi. Daha sonra ıslahhane Fiskayaya taşındı.
Okul nizamnamesi:
1. Alınacak çocuklar fakir ve kimsezi çocuklardan olacaktır.
2. Okula alınacak çocuklar doktor tarafından muayene edilecek,ilim ve sanat
öğrenmesine mani durum araştırılacak.
3. Eğitim süresi 5 yıldır.
4. Talebeye günde iki defa yemek verilecek.
5. Yılda bir armalı kalpak,iki yılda bir kaput, 6 ayda bir ceket, yelek, pantolon,
bir çift ayakkabı, ikişer kat don, gömlek, entari, dörder mendil ve çorap yapılacak ve
bunlardan kaput ile kışın verilecek ceket, yelek, pantolon; siyah şayaktan ve yazın
verilecek ceket, yelek, pantolon; mavi boyalı yerli bezden olarak cümlesi mektebte
imal edilecektir.
6. Haftada bir kere elbiseleri yıkattırılacak,tırnakları kesilecek, temizliğe
dikkat edilecektir (49).
Sokak Çocukları İçin Başarılmış Bir Proje: Diyarbekir Islahhanesi (54).
Gelirler: Islahhane’nin kurulmasında en önemli destek şehirde bulunan
memurlardan gelmişti. Kısa sürede memurlara Müslüman ve Gayrimüslim halktan
Diyarbekirli hayırseverler de katıldı. Hayırseverlerin katkılanyla öncelikle her bir
çocuğa gündelik ve özel kullanım için olmak üzere ikişer kat elbise yaptınldı. Ardından
446
Islahhane’ye sürekliliği olan akarlar oluşturulması teşebbüsü sonucunda kiralan
Islahhane’ye bağışlanmak üzere 6 adet dükkan yaptınldı. Yine hasılatı Islahhane’ye
bırakılmak üzere Diyarbekirli hayırseverler tarafından hububat ekimi yapıldı.
Bunlara ek olarak Islahhane’nin gelirinin arttınlabilmesi için başka ne tür yatırımların
yapılabileceği üzerinde de fikir alışverişleri sürdü. Başlangıçta Islahhane’ye yardım
için yalnızca Diyarbekir sancak merkezi sakinleri değil, kazalarda yaşayan MüslimGayrimüslim hayır- severler de seferber oldularÖğrenci Profili.
Islahhane’nin ilk öğrencileri şehir içinde dilencilik etmekteyken Diyarbekir
sokaklarından toplanmış altmış kadar İslam ve Hıristiyan çocuktu.Islahhanede üretim
arttıkça ve genişleme için yeterli sermaye bulundukça kabul edilen çocuk sayısının
arttırılması, en baştan düşünülmüştü. Hedef daha çok yetim ve kimsesiz çocuğun
barındırılması ve meslek sahibi yapılarak üretken, örnek bireyler olarak topluma
kazandınlmasıydı. Nitekim Islahhane’nin kuruluşunun ilk altı ayı sonlarında, yeni
öğrenciler alınması konusunda çeşitli gelişmeler oldu. Artık Islahhane’de barınan ve
eğitim gören altmış çocuğa yenilerinin eklenmesi için gerekli şartlar oluşmuştu. Bu
amaçla Mamuratülaziz, Siirt ve Mardin Sancaklanyla Resülayn’da meskun bulunan
Çerkez muhacirlerinden onar yetim çocuğun Diyarbekir’e getirilmesi için işlemler
başlatıldı. Diyarbekir’den eklenecek on çaresiz yeni çocukla birlikte Islahhane’deki
mevcut öğrenci sayısının yüz ona yükseltilmesi kararlaştırıldı. Karann uygulanması
için liva mutasarnflıklanna gerekli tebligat yapıldı. Aslında asıl hedef vilayete bağlı
livalarda da Islahhaneler kurulması yoluyla sanayinin geliştirilmesi ve çoğaltılmasıydı.
Ancak Islahhane idaresi ve mevcut çocuklann durumlanndan duyulan memnuniyet
livalarda yeni ıslahhaneler kuruluncaya kadar oralardan yetim çocuklann Diyarbekir
Islah-hanesi’ne getirilerek eğitilmeleriydi. Gerçekten de Islahhane’ye alınan
çocuklann bir kaça ay gibi kısa bir sürede sanat öğreniminde gösterdikleri başarı,
vilayete bağlı güvenlik güçlerinin elbise ve kunduralarının onlara imal ettirilmesini
sağlayacak kadar göz kamaştırıcıydı. Bu durum yeni sanat dallarının da öğretiminin
yapılması, dolayısıyla daha fazla öğrenci alınabilmesi imkanı oluşturulmasını teşvik etti.
Valilik, Resulayn’da yerleştirilmiş Çerkez muhacirlerinden yirmi altı yetim çocuğun
daha Islahhane’ye alınmasını sağladı.
Öğretim Programı ve Öğretim Kadrosu
Islahhaneye alman öğrenciler hem ilköğretim düzeyinde örgün öğretim
programına devam etmekte, hem de asıl işleri olan mesleki öğretim programına tabi
tutulmaktaydılar. Klasik program yanında öğrencilerin temel mühendislik bilgisi
edinmelerini sağlamak amacıyla yeni bir ek program üzerinde de çalışılmaktaydı.
Diyarbekir Vilayet Gazetesi’nde ifade edildiği gibi, bu yeni programda çocuklara
“yazı, hesap, hendese ve tersim-i hutut gibi maarifin dahi talim ettirilmesi gerekliydi.
Islahhane’nin amacına uygun olarak usta yetiştirilmesi hedeflenen meslekler,
öncelikle Diyarbekir’de öğretici ustası bulunanlardı. Bu nedenle, Diyarbekir
Islahhanesi’nde Terzilik, Kunduracılık, Abacılık ve Salcılık öğretimi yapılması
447
gereken meslekler olarak belirlendi. Bu mesleklerde öğretim yaptırabilecek yeterliliği
olan kişiler arasından aylık ücretle öğretici usta ve kalfalar tutuldu.29 Başlangıçta
uygulanan eğitim-öğretim ıslahhanede çalıştırılan çocuklann epeyce gayretli ve
yetenekli olduklarını ortaya koydu. Ancak aynı zamanda “Diyarbekir’de hakkıyla
sanat bilir mahir ustalar olmadığını, bu son derece önemli kurumun ileri gitmesinin
ise mutlaka maharetli ustalara bağlı olduğunu, usta öğreticiler konusunda ciddi bir
çözüm arayışına gidilmesinin ve bu amaçla çeşitli sanat dallarının çocuklara iyi bir
şekilde öğretilebilecek sanatında mahir ustaların başka mahallerden getirilmesinin
gerekliliğini ve bu yöndeki eksiklerin giderilmesinde ortaya konulan güçlü arzuyu” da
ortaya koydu. Eldeki veriler, bu güçlü arzunun eyleme geçirildiğini ve çok geçmeden
somut sonuçlar verdiğini göstermektedir. Çünkü eldeki veriler, Islahhane’nin üçüncü
yılında, öğrencilerin başlangıçta belirlenen mesleklerin yanında yeni mesleklerden düzey
sınavına girdiklerini göstermektedir. Kayıtlar, Islahhane öğrencilerinin Debbağlık,
Saraçlık, Mücellitlik, Kunduracılık, Dökmecilik, Mürettiplik, Litoğrafyacılık, Acem
Salcılığı, Abacılık, Boyacılık, Terzilik ve Demircilik sanatlarında öğrenim görmekte
olan yetmiş dokuz öğrencinin Vali Paşa, vilayet erkanı, diğer memurlar ve Gayrimüslim
milletleri reislerinin de hazır bulundukları Islahhane binasında smava alındıklarını
ortaya koymaktadır.
Üretim
Islahhane’de öğrenim gören öğrenciler; ustaları nezaretinde beş ay gibi oldukça
kısa bir süre öğrenim gördükten sonra, Vilayette bulunan askeri zaptiyenin ihtiyacı olan
elbise ve kunduraları dikmeye, îran şalına benzer şallar ve çeşitli mensucat ürünleri
dokumaya başladılar. Yani öğretimi yapılan bütün mesleklerde; Terzilik, Kunduracılık,
Abacılık ve Salcılıkta kısa sürede üretime geçildiği anlaşılmaktadır.
Islahhane’nin en önemli katkılarından birisi de Diyarbekir›de geçmişte üretilen
ürün kalitesinin arttırılması konusunda oldu. Özellikle iyi kalite olmayan Diyarbekir
kumaşları, Islahhane’nin açılmasından sonra hem sağlamlık, hem de kalite açısından
oldukça gelişti.
Diyarbekir mensucatı, Şam, Halep ve Bağdad mensucatı gibi sağlam ve güzel
değildi. Ancak Islahhane’de iyi yetiştirilen ve yeterli tezgahla çalışan ustalar sağlamlık
ve güzellik açısından üstün nitelikli dokuma ürünleri dokudular. Dahası yeni denenen,
kendi icatlan renklerde ve nitelikte kumaşlar üretmeye başladılar. Çok beğenilen bu
ürünler, Diyarbekir’den de, dış pazarlardan da ciddi talep buldu. Islahhane’den yetişen
çeşitli mesleklerden ustalar yalnızca rutin üretimle yetinmemekte, yeni ürünler icat
etmeyi de denemekte ve başarılı olmaktaydılar. Çeşitli sanatlarda üretilen ve icat edilen
ürünler her yıl yapılan Diyarbakır-Alipmar Panayın’nda alıcılara arz edilmekteydi.
Talep açısından başlangıçtan itibaren Islahhane ürünlerine en ciddi talep, Vilayet’te
bulunan askeri kurumlardan geldi. Zaptiye Nezareti’nden gönderilen numuneye
uygun olarak, askerler için elbise, çizme, kundura ve diğer ihtiyaçlar Islahhane’de
imal olundu. Kurulduğunda desteksiz ayakta durması mümkün olmayan Islahhane,
448
kısa bir süre sonra, çeşitli alanlarda yapılan üretim ve bunların satışından elde edilen
gelirlerin kuruma dönmesiyle kendine yeter hale geldİ.
Konuyla ilgili Osmanlı belgeleri (40)
İ.DH.591/41114(A)
7 Nisan 1869
Diyarbakır İl Meclisi kararınca 60.000 kuruş harcanarak bir ıslahhane açılması.
Bunun için önce Hasan paşa hanında 500 kuruş ile bir yer kiralanması,buraya gerekli
malzeme ve kalfalar alınması.Sokakta dilencilik yapan 60 müslüman ve hristiyan
çocuğun buraya alınması.Burada terzilik, kunduracılık,abacı,şalculık sanatı
öğretilmesi kararı
Kısa zamanda ayakkabI ve terzilik mesleğini öğrenen bu çocukların
jandarmanın ayakkabı ve elbiselerinin imaline katkı sağlaması nedeniyle çocuk
sayısının artırılması kararı.Bunun için halkın desteğiyle Diyarbakır hükümet konağı
yanındaki harabenin onarılması, 6 adet dükkanın bu ıslahhaneye tahsisi ile ilgili İl
meclis kararı.
LDH.591/41114
1869
Diyarbakır ıslahhanesine yardım
eden kişilerin isim listesi.
449
BOA. DH. ŞFR. 506/105 26 Ocak 1916
Diyarbakır darüleyatmında bulunan 600 kadar çocuğun bir senelik masrafı
olan 3600 liranın 1200 lirasının yardımlarla karşılanması, 2400 lirasının hükümet
tarafından karşılanması için Diyarbakır valiliği talebi
SANAYİ MEKTEBİ DÖNEMİ
Mektebi Sanayi Matbaa Atölyesi
Mektebi Sanayi Terzi Atölyesi
450
Mektebi sanayi marangoz atölyesi (49)
Diyarbakır Hamidiye Sanayi mektebinde Çataracı Talebeleri (37)
Diyarbakır Hamidiye Sanayi Mektebinde Havlucu talebeleri (31)
1870 yılında Diyarbakır valisi Kurt İsmail paşa sur dışında kimsesiz
çocukları barındırmak ve onlara bazı sanatları öğretmek için bir ıslahhane inşa
ettirir.700 öğrencisi için üç yıllık bir ilkokul düzeyinde öğrenim uygulandıktan
sonra dökümcülük, boyacılık, marangozluk öğretilir Bu ıslahhane sonra Diyarbekir
Sanayi mektebine dönüştürülür. Okulda kullanılan malzemeler ile görevli bulunan
usta öğretici ve öğretmenler Avrupa’dan getirilir.
Okulu iyi derecede bitirenlere sermaye verilerek işyeri açmaları sağlanırdı.
Okul daha sonra bakımsız hale geldi. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılında halid
bey tarafından Fiskkaya’da güzel bir bina yaptırılarak eğitime tekrar başladı ve adı
‘Hamidiye Sanatlar Mekteb-i alisi’ ismini aldı (53).
451
Yapı inşa edildiği zaman yanında bir çesme ve namazgâh da yapılmıştır.
Bugün çeşme ve namazgâhtan herhangi bir iz kalmamıştır. Sanat Mektebi olarak
kullanıldığı dönemlerde öğrencilerin yapmış olduğu eserlerin sergilendiği sergiler
düzenlenmiştir.
Sanatkar yetiştirmek üzere düzenlenen okul faaliyetlerine 1908 tarihine kadar
devam etmistir. Bu tarihte sanat okulu, Urfa Kapısında bulunan ve Askeri Rüştiye
olarak kullanılan binaya taşınarak kendi binası da Dar-ül Muallimin’e verilmiş ve bu
adla anılmaya başlamıştır.
1970 yılında bu bina Tıp Fakültesine bağlı olarak hizmet vermiştir (38).
19. yüzyılda Sanayi mektebine ait tarihi fotoğraflar
452
Sultan 2. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılında Mekteb-i sanayi (40)
Diyarbakır’da mekteb-i sanayi ve Hamidiye çeşmesinin açılışı (40)
453
(37)
Hamidiye çeşmesi (40)
Mektebi Sanayi öğrencileri (49)
454
Sanayi mektebi sergi eserleri ( 40)
yukarıdaki eserler yetim ve sokak çocuklarının yatılı alınıp yetiştirlmesiyle
yaptıkları ürünlerdir
DARÜLMUALLİMİN DÖNEMİ
1908 tarihte sanat okulu, Urfa Kapısında bulunan ve Askeri Rüştiye olarak
kullanılan binaya taşınarak kendi binası da Dar-ül Muallimin’e verilmiş ve bu adla
anılmaya başlamıştır. 1970 yılında bu bina Tıp Fakültesine bağlı olarak hizmet
vermiştir (38).
1. dünya savaşında öğrenciler silah altına alınmıştır (53).
Bu ülkenin belki de hiçbirinin dönmediği bu Diyarbakırlı öğrencilere
vefa borcu vardır.
Halen Ticaret odası tarafından kullanılan, halk arasında “Yanan sanat okulu”
olarak bilinen Fiskayası üzerindeki eski Erkek Sanat Okulu binası, 1930’lu yıllara
kadar “Dar-ül Muallimin” yanı Öğretmen Okulu olarak kullanıldı. Yukarıdaki
fotoğraf 1919 yılında çekilmiştir.
455
Okul Müdürü Babası Fazıl Haluk Göksu’dur ve ön sırada öğretmenler
arasında oturmaktadır. (Ortada sarıklı ve sakallı zatın sağında oturan).
Bina Fiskayası üzerindeki eski Sanat Okulu’dur. Ve üzerindeki tabela da “Darül Muallimin” yani Öğretmen Okulu tabelası...
Tabelanın üzerinde yazılı tarihe göre, okul, yani “Dar-ül Muallimin 1328
(1910) yılında açılmış... (55).
Tarihte Darülmuallimin mektebinden görüntüler (41).
456
MEKTEBİ İNAS (Kız mektebi)
Tarihte Kız eğitimi
Tarihte kız eğitimi ciddiye alınmış,İstanbul’la paralel olarak bir eğitim
çalışması yapılmıştır.İlk defa1862’de İnas (=Kız) rüşdiyelerinin açılmasına karar
verilir.İlk uygulama 1862’de İstanbul Sultanahmedde gerçekleştirilr. Bu tarihten
yaklaşık olarak 23 yıl sonra 1885 tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesinde İnas
Rüşdiye Okulu ile ilgili bilgiler görmekteyiz.
Okulun açılış tarihi muhtemelen 1880-1885 yılları arasındadır.1885 tarihinde
okulun öğrenci sayısı 63 olup öğretim kadrosunda:
Muallime-i Evvel: Ziyned hanım
Muallime-i Sani: Esma Hanım
Mübasire: Mevlüde hanım
1886 tarihinde öğrenci sayısı 55 olup öğretim kadrosu aynıdır
1896 tarihinde öğrenci sayısı 95
Muallime-i Evvel: Servet hanım
Muallime-i sani: Hadice hanım
Nakış muallimesi: Fatma hanım
Mübasire: Esma hanım
457
Bevvab: Hafız Ahmed efendi
1900tarihinde öğrenci sayısı 121
Muallime-i Evvel: Naciye hanım
Muallime-i sani: Hadice hanım
Nakış muallimesi: Boş
1902 tarihinde öğrenci sayısı 163
Muallime-ievvel: Boş
Muallime-i sani: Hadice hanım
Nakış muallimesi: Şefika hanım
Mubasire: Esma hanım
Hat muallimi: Fetullah efendi
Bevvab:Rebişe hanım (48)
Konuyla ilgili bir Osmanlı belgesi
26 Ekim 1900
Diyarbakır Kız Rüşdiye mektebi diploma ödül töreni vesilesiyle padişaha
hayır duada bulunmayı içeren Diyarbakır Maarif idare yazısı.
(40)
458
Diyarbakır Merkez İnas Mekteb-i rüşdiyesi (Diyarbakır Kız Ortaokulu) tarihi
foto: (49).
Bugün Nebi camiinin karşısından Cahit Sıtkı müzesine giden yolun başındaki
tarihi Ziya Gökalp ilk öğretim okulu Mektebi İnasdır.
Ziya Gökalp ilköğretim okulu (Eski mekteb-i inas=kız mektebi)
Mektebin inşasına 1910 yılında başlandığı ifade edilir
459
Kız Muallim mektebi sergisiyle ilgili tarihi belgeler
Diyarbakır Albümü: D. 224-No: 35
Açıklaması: Diyarbakır kız Muallim Mektebi el işleri sergisi “Diyarbakır Kız
Mualim Mektebi mualim sınıflarına ait el işleri sergisi fotografıdır
Tarih: 8.6 .[1]926
Mühür: Türkiye Cumhuriyeti Diyarbakır Kız Muallim Mektebi Müdürlüğü
Boyut: 14x9
__._,_.___
(Kaynak: Müslüm Üzülmez)
DİYARBAKIR’DA OKULLARIN KRONOLOJİSİ
1869 ilk ıslahhanenin kurulması
1892 ilk idadinin açılması
1928 Diyarbakır Erkek sanat okulu açıldı
1 Şubat 1932 Z.Gökalp lisesi açıldı
1936 Akşam kız sanat okulu öğrenime başladı
1944 Diyarbakır kız enstitüsü açıldı
1944 Dicle ilçesi öğretmen okulu açıldı
1948 çermik ilçesi yatılı bölge okulu açıldı
1949 Erkek ilköğretmen okulu açıldı
1954 Çocuk kütüphanesi açıldı
1956 sağırlar okulu açıldı
460
1959 Akşam ticaret lisesi açıldı
1961 Sağlık koleji açıldı
1 kasım 1962 Diyarbakır Eğitim enstitüsü açıldı
1963 Diyarbakır ticaret lisesi açıldı
20 Eylül 1964 Hani ve Kulp ilçeleri ortaokulları açıldı
20 Aralık 1964 Silvan yatılı bölge okulu açıldı
25 Eylül 1965 Çüngüş ilçesi ortaokulu açıldı
1966 Ergani lisesi açıldı
17 ocak 1969 Tıp Fakültesi açıldı
14 Kasım 1974 Fen fakültesi açıldı
1981 D.Ü. kampüsü ve Tıp Fakültesi yeni binalarına taşındı (43).
SON DÖNEM EĞİTİMİNE KISA BİR BAKIŞ
Tarihte ilk öğretim
Cumhuriyetten önce Diyarbakır il merkezinde 6 ilkokul vardı:Bunlar Hadım-ı
Terakki mekteb-i idadisi,Şule-i terakki mekteb-i idadisi,Fevz-i terakki mekteb-i
idadisi,Burahn-ı terakki mekteb-i idadisi,Numune-i terakki mekteb-i idadisi,Enas
mekteb-i idadisi idi.
Orta öğretim
Vali Hasan paşa zamanında (1889)temeli atılan ve 1892 yılında öğretime
başlayan idadi mektebi 1898 yılına kadar 5 sınıflı idi,bu tarihten sonra 7 yıla
dönüştü.1913 yılında idadi teşkilatının kaldırılmasıyla tyam devreli sultani haline
getirilen okul,Birinci dünya savaşı srasında öğrencilerin askere alınması nedeniyle
ikinci devre (lise bölümü) kaldırıldı.1921-1922 yılında lise bölümü yeniden
açıldı,1925 yılında Lise bölümü kapatıldı.1932 yılında Ziya Gökalp Lisesi işeklinde
açıldı.Eski yeri Bugün Süleyman Nazif Ortaokulu olarak hizmet vermektedir.yeni
binası Yenişehir Lise caddesindedir.
1894 yılında Diyarbakır’da İdad-ı Mülkiye,Rüştiye-i Askeriye,İnas
rüştiyesi gibi orta dereceli okullar arasında bir de Darü-l Muallimin-i Sıbyan
bulunuyordu,eğitim 2 yıldı1905 yılında bu süre 4’e,1910 yılında 6 yıla çıkarıldı.İlk
üç yılı iptidai,son üç yılı rüştiye kısmı idi.1918 yılında bu okul kapatıldı.1923-24
yılında yeniden açıldı,1930’da tekrar kapatıldı.Yerine Darül Muallimat(Kız
İlköğretim okulu) bu günkü Ziya Gökalp ilkokulu binasında faaliyete geçmiştir.4
Aralık 1949 yılında erkek öğretmen okulu yeniden açıldı (52).
461
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim
1936 yılında Diyarbakır’da 1 Lise,1 erkek sanat okulu,1 kız sanat okulu,23
ilkokul,bir ipek böcekçilik okulu,iki biçki dikiş yurdu olduğu,önümüzdeki yıl
Erganide yatılı okul yapılacağı ifade edilmektedir
Lise: Dağ kapısı dışında ve Dicleye bakan set üzerindedir. Bu binaya 1888’de
eski valilerden Hacı Hasan paşa zamanında başlanmış ve 1890 yılında bitirilmiştir.
Yapıldığı gündenberi okul olarak kullanılmaktadır. 1932’de Lise olmuştur. Türkiyenin
en kalabalık liselerinden biridir.yatılı ve muhtelittir. 22 öğretmen ve 760 öğrencisi
vardır. Bina bugünkü mevcudu alamadığından bu yıl yeni bir pavyon yapılmaktadır
Erkek san’at okulu:
Lisenin karşısındadır.1895’de vali Halid paşa tarafından yaptırılmıştır. 935’de
yanına modern bir atölye ilave edilmiştir. Yatılıdır. 12 öğretmeni ve 103 öğrencisi
vardır.
Akşam Kız san’at okulu:
936 yılında açılmıştır. Bu okul için Urfa kapıdaki eski sanat okulu binası yeniden
tamir ve ıslah edilmektedir. Yeni ders yılında okul yeni binada derslere başlıyacaktır.
2 öğretmen ve 100’den fazla öğrencisi vardır.İpek böcekçilik okuluKendi sahasında
muntazaman çalışmaktadır.İstasyon boyunda yeni bir böcekçilik okulu ile yanında
bir flatör fabrikasının yapılması için hazırlıklar vardır (34).
1935’te Diyarbakır Lisesi (61) :
462
Cumhuriyetin ilk mektebi Mardinkapıda Hüsrev paşa camiine giderken
(Deliller hanı yanındaki) Koca Osep beyin eviydi ( 61)
Mehmet Mercan ağabeyimiz geçmiş yıllardaki eğitimle ilgili hatıralarını
anlatıyor
1600’lü yıllarda Diyarbakır’da bu günkü üniversite düzeyinde eğitim veren
20’den fazla medrese bulunduğunu bölgemizi gezen yabancı gezginler anlatırlar…
Ne çare, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında uzunca yıllar okulların
kapalı tutulması yüzünden Diyarbakır’daki eğitim geriledi…
Ama yine de insanlarımızın eğitim özlemi körelmedi…
Büyüklerimiz, en sıkıntılı yıllarında bile “Biz okuyamadık, çocuklarımız
okusun, adam olsun” dediler, bizleri okullara gönderdiler…
1940’larda, savaşın ağır koşullarının hüküm sürdüğü yıllarda, babalarımız
işten yorgun, argın eve döndüklerinde yemeklerini yer yemez mahallede açılmış
olan Gece Okulu’na koştuklarını hatırlarım…
Bizi de beraberlerinde götürürlerdi gece okuluna.
Bu sayede daha okula gitmemişken okuma yazmayı sökmüştüm…
…………..
Diyarbakır’da, 60-65 yıl öncesinde okul sayısı çok azdı, 3-4 mahalleye ancak
bir ilk okul düşüyordu.
Ayrıca da koca şehirde bir orta okul, bir de lise vardı…
Evleri ne kadar uzakta olursa olsun tüm çocuklar bu okullara gitmek
zorundaydılar.
1940’li yıllarda, ikinci dünya savaşının en sıkıntılı günlerinde dahi aileler kızerkek ayırımı yapmadan çocuklarını okullara göndermeyi ihmal etmediler.
!940’lı yıllarda Diyarbakır kent merkezinde toplam 6 ilkokul vardı.
Fatihpaşa mahallesinde Süleyman Nazif İlkokulu, Dağkapı mahallesinde
Ziya Gökalp İlkokulu,
Urfakapı semtinde Melikahmet Paşa Camii karşısında bir ara Askeri Rüştiye
olarak da eğitim veren Gazi İlkokulu, Alipaşa ve Behrampaşa mahallelerinde İnkılap
İlkokulu, Husrevpaşa mahallesinde Cumhuriyet İlkokulu. Ayrıca Behrampaşa
Mahallesinde Cemilpaşa Konağı olarak bilinen binada İsmet Paşa İlkokulu
vardı. Bu okula sadece trahomlu öğrenciler alınırdı. Kentin hangi semtinde olursa
olsun trahomlu olduğu saptanan öğrenci bu okula gelmek zorundaydı. Trahomlu
öğrenciler bu okulda sürekli tedavi altında tutuluyor, hastalığı geçenler diğer okullara
gönderiliyordu.
463
Melikahmet Camii’nin bitişiğindeki binada da Kız Sanat Okulu vardı.
Bu okul 1940’lı yıllarda bir ara Dağkapı’da Vali Konağı karşısındaki binaya,
ardından da 1949 yılında Yenişehir semtinde, Zafer Anıtı güneyinde halen Vali
Konağı olarak kullanılan binaya taşındı.
Bu bina daha önceki yıllarda Umumi Müfettişlik olarak kullanılıyordu.
Koca kentte yalnızca bir orta okul ve bir lise vardı.
Orta okul, Fiskayası üzerinde bir ara Maarif Koleji, sonrasında da Tıp Fakültesi
olarak kullanılan binadaydı.
Bu bina ilk 1890’lı yıllarda Vali Hasan tarafından “Diyarbakır İdadisi” yani
Lise olarak inşa edilmişti.
Günümüzdeki Ziya Gökalp Lisesi binası ise 1940’lı yıllarda inşa edildi ve
“Diyarbakır Lisesi” adıyla açıldı.
İlkokulu bitirenler, evleri hangi mahallede olursa olsun yaz-kış demeden
buralara gelmez zorundaydılar…
………….
Cumhuriyet öncesinde de Diyarbakır’da okullar vardı elbette:
Diyarbakır’da bilinen en eski ilkokul, Dağkapı’da, Dörtyol semtindeki sokakta
bulunan Ziyagökalp İlköğretim Okulu’dur. Bu bina Enas Mektebi İptidaisi, yani
KIZ İLKOKULU olarak öğretime açılmıştı.
Yine Fiskayası üzerinde günümüzde Milli Eğitim Müdürlüğü’nce kullanılan
eski Erkek Sanat Okulu binası 1870’li yıllarda Vali Kurt İsmail Hakkı Paşa
tarafından kentteki kimsesiz çocukları barındırmak ve meslek sahibi yapmak
amacıyla Dar-üs Sanayi, yanı sanat okulu olarak açılmıştı.
Dağkapı ile Fiskayası arasındaki su bendinden sökülen taşlarla inşa edilen
okulda kimsesiz çocuklara hem eğitim veriliyor hem de dökümcülük, marangozluk,
boyacılık gibi sanatlar öğretiliyordu. Burada üç yıllık eğitimden sonra iyi derece ile
mezun olan gençlere bir miktar sermaye de verilerek işyeri açmaları sağlanıyordu.
Bu bina 1910-yılından 1920 yılına kadar “Dar-ül Muallimin” yanı Öğretmen
okulu olarak faaliyet gösterdikten sonra Cumhuriyet döneminde yeniden Erkek
Sanat Okulu’na dönüştürüldü.
Cumhuriyet öncesinde, Diyarbakır’da 6 Sübyan Mektebi vardı. Günümüzdeki
ana sınıfları gibi.
“Mekteb-i İptidai” adı da verilen bu okullara çocuklar daha 5-6 yaşında iken
alınır eğitilirdi…
464
Halen Balıkçılarbaşı Postanesi olarak kullanılan bina da 1930’lu yıllara kadar
Sübyan Mektebi olarak kullanılıyordu. Ünlü şairimiz Ahmed Arif de ilk eğitimini
burada yapmıştır.’ (62 1970 yıllarını da Şehmuz Diken anlatıyor.
1970’de Lise
Ben 1971-1972 yılı Diyarbakır lisesi ilk mezunlarındanım. 5 yıl ZGL de
okuduktan sonra yeni kurulan d Dyarbakır lisesine Ziya Gökalp Lisesi 5/fen B sınıfını
geçen hemen hemen tüm arkadaşlar egititm yılının açıldığı 1971 yılında Diyarbakır
lisesine 6 cı sınıfta geçiş yaptık ki ZGL deki sınıfımız bayağı çalışkan bir sınıftı, bizim
sınıfın mevcudu yanlış hatırlamıyorsam 42 kişiydi ve hemen hemen tüm arkadaşlar
bir şekilde olsa ünüversiteye,askeri okullara veya polis akedemilerine girirş yaptı.
bizim sınıftan 5 doktor, 3 mimar, 4 eczacı, 6 mühendis, 7ögretmen, 3 kimyager veya
kimya mühendisi çıktığı göz önüne alındığında başarı oranını siz tahmin edin ki o
zamanlar diyarbakırda dersane falan yoktu,dersaneler ankara,istanbul ve izmir gibi
büyük kentlerde bulunuyor üniversite sınavlarıda büyük illerdeyapılıyordu.. (63).
Şeyhmus Diken türkülere konu olmuş Ziya Gökalp Lisesini anlatıyor
Destan gibi romanlar yazan kalem erbapları derler ki; “İnsanların ömrünü
belirleyen andır, mekânların ise devran!”.
Geriye dönüp baktığımızda fark ediyoruz ki koca bir asırdan çeyrek fazla, 120
yıl geçmiş Diyarbakır’ımızın son elli senedir adı Ziya Gökalp Lisesi olan kuruluşunun
üzerinden. Bütün bir doğu coğrafyasında bugün irili ufaklı en az 20 şehirde, hatta
Orta Anadolu’nun dahi şimdinin kimi büyük şehirlerinde lise yokken, o zamanların
Dîyarıbekir’i, 1939’dan sonrasında ise Diyarbakır’ında, Ziya Gökalp Lisesi varmış.
Ziya Gökalp Lisesi dedikse adı elbette kuruluşundan beri bu değil. 1892’de
Dîyarbekir Îdadisi olarak kurulmuş. 1913’te İdadi kuruluşları lağvedilince tam
devreli Sultanî olmuş lisemiz. Bugünün Türkiye’sinde (başta da Mektebi Mülkiye
olmak üzere) okul tarihleri ile övünç duyan kimi okullar, birinci dünya savaşında
öğrencilerinin silâh altına alınmasından nasıl “milli” gurur duyuyorlarsa haberleri
olsun, Dîyarbekir Sultanisinin öğrencileri de “cihan harbi umumisinde” askere
alındıklarından lise kısmı devre dışı kalmış. İlk yapıldığı yıllarda Dicle nehrine
nazır Fiskaya’da tedrisat yapan lise, 1948-49 öğretim yılında şimdilerde adı “Lise
Caddesi” olan bölgede, binası tamamlanarak yeni yerine taşınmış. 1953 yılında da
adı Diyarbakır Lisesinden Ziya Gökalp Lisesine dönüştürülmüş.
Uzak şehirler, yolu izi olmayan köylerden, kasabalardan ebeveynler, lise tahsili
yapsınlar diye çocuklarını Diyarbakır’a getirirlermiş. Sur içinin yoksul mahallelerindeki
eski bazalt taşlı evlerde, ya da han türü küçük otel odalarında birkaç köy / kasaba çocuğu,
köyden gelen erzak ve birkaç kuruşla gaz lambasının ışığında ders çalışıp lise tahsili
yaparlarmış. Bunları bugünlerin sözlü ve yerel tarih çalışmalarından, bir de imbikle
süzülmüş anılardan öğreniyoruz.
465
Kimlere ev sahipliği yapmamış ki bu koca ilim irfan yuvası. Şöyle bir sıradan
geçip birkaç isim sayarsak; Orhan Asena, Yılmaz Karakoyunlu, İhsan Fikret Biçici, Esma
Ocak, Reşit İskenderoğlu, Remzi İnanç, Felat Cemiloğlu, Hikmet Çetin, Abdülkadir
Aksu, Osman Baydemir ve daha niceleri…
1920’li yılların İstanbul’unda, İstanbullu entelektüeller aralarındaki sohbetlerinde
“Diyarbekir Ekolü”nden söz ediyorlarsa anlamlıdır. “Acaba Dîyarbekir ne diyor?”
diye sorular sormuşlarsa, okula ad olmuş şahsiyetin Diyarbakır’da çıkardığı Peyman,
Küçük Mecmua gibi yayınlarının yanında Ermenice Angah Dikris, Süryanice Şifuro
ve Kevkeb dı Medinho, Kürtçe Gazî dergileri ile zaman içinde Dîyarbekir İdadisi,
Dîyarbekir Sultanisi, Dîyarbekir Lisesi ve Ziya Gökalp Lisesi adlarını alan şehrin
kurumlarının yetiştirdiği ve yarattığı değerler sayesindedir.
Çoğumuzun bir “Muş Türküsü” olarak bildiği “Mektebin Bacaları” aslında
bir Diyarbakır ve Ziya Gökalp Lisesi Türküsüdür bilir misiniz? Türkünün yakıldığı
1940’lı yıllarda Muş’ta lise ne arasın! Sadece Muş’ta değil diğer doğu illerinde de
yoktur lise. Diyarbakır Valisinin kızı Dikmen’e âşık olan bir liseli gencin yaktığı
türküdür: Mektebin Bacaları. Sevgili Dostum, Şair İhsan Fikret Biçici Ağabeyim
paylaşmıştı. Türkü o yıllarda daha ağır bir perdeden ve aşağıdaki gibi iki kıta, arada
da birkaç tekrardan oluşan “Uy yadê” olarak nakarat bölümü ile okunurmuş…
“Mektepten gelir Dikmen
Kurdelesi ipekten
Gel seni alım, kaçım
Kurtulasan mektepten
Mektebin bacaları
Ders verir hocaları
Allah canımı alsın
İmtihan geceleri.”
Daha çok yazılacak hikâye, yapılacak edebiyat varken sadede gelmek en iyisi.
İşte bu 120 senelik geçmişi olan birçok bürokrat, yazar, şair ve bilim şahsiyeti
yetiştirmiş bölgenin en eski Lise’si, 2010-2011 eğitim ve öğretim yılı itibariyle Ziya
Gökalp Sosyal Bilimler Lisesi oluyor. Bir eğitim kurumunun hayat hikâyesini yeni
kimliğiyle bir kez daha anımsarken ilk ağızda bunları paylaşayım istedim (64).
Mehmet Ali Abakay ise bu konuda şu makalesini yayınlıyor
CUMHURİYET SONRASI EĞİTİM VE ÖĞRETİM KURUMLARI:
466
Cumhuriyetin ilanıyla birlikte durağan hale gelen eğitim ve öğretim
kurumlarında yeniden yapılanma görülür. Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik
alanda görülen çöküş, eğitim ve öğretim kurumlarının açık olsa da tam manasıyla
işlemediğini göstermektedir.
Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığında ”Maarif- Kültür Durumu’’bölümünde
Diyarbakır’daki eğitim kurumlarını şu şekilde belirtir:
‘’Diyarbakır, öteden beri irfan hayatına müştak bir şehirdir. Bu memleket irfan
yolundaki yüksek kabiliyetini ezeli zeka ve istidadını Süleyman Nazif, Ziya Gökalp,
Ali Emiri ve İshak Sukuti gibi yetiştirdiği büyük ilim ve fikir adamları ile ispat
edebilir.’’( 1 ) Konyar, Cumhuriyet’le birlikte meydana gelen gelişmeyi açıklar:
“Bu memleketin öz evladı, irfan hayatına ebedi bir aşkla koşmaktadır. Bunu
yakından bilen Cumhuriyet Hükümetimiz, çok büyük bir isabetle Diyarbekir’de
bir lise açtı. Geçen seneden beri faaliyete geçen lisemiz gittikçe büyüyen bir hızla
tekamüle doğru ilerlemektedir.’’
Okulun yayın organı Dicle Kaynağı Diyarbakır Sesi Mecmuası’nda yer alan ‘’
Lisemizin Tarihçesi ‘ yazısında verilen bilgiler : ‘ Memleket irfan hayatına kıymetli
elemanlar yetiştiren mektep binasının inşasına 1305’te başlamıştır. Vali Hasan Paşa
zamanında temeli atılan binanın ilk mali inşaatı iki sene kadar sürmüş ve 1308
senesinde sona ermiştir. Bütün masraf devletçe görülmüştür. İnşaatı biter bitmez
faaliyete başlamıştır.” Lisenin Tarihçe’sinde 1310 -1311 ders yılında ilk mezunlarını
veren okulda Nafıa Vekili Feyzi (Pirinççioğlu), Diyarbakır Mebusu Zülfü’nün
(Tigrel) ilk mezunlar arasında olduğu belirtilerek, Ziya Gökalp’ın da 1308-13091310 yıllarında lisede olduğu belirtilmektedir.
Hasan Ali Yücel’in, Diyarbakır Lisesi hakkında verdiği yapı bilgileri: ‘Surlarla
çevrili Diyarbakır şehrinin mahsur havasından gündüzleri olsun gençleri korumak
amacıyla Hacı Hasan Paşa, Dicle’ye hakim sırtların en güzelinde ve şehir haricinde
intihap ettiği arsa üzerine 1891’de bugünkü lise binasını başlattırmış, inşaatı bir sene
sonra ikmal ettirmiştir.( ... ) ‘’ ücel’den , Diyarbakır Lisesi’nin yıllara göre gelişimi
hakkında bilgiler :“ Okul öğrencileri arşivi: 5 yeni : 5
‘Bu binada 1892’den 1898’e kadar beş sınıfı idadi; 1898’den 1903’e kadar
yedi sınıflı idadi; 1903’ten 1910’a kadar beş sınıflı idadi; 1910’dan 1913’e kadar
yedi sınıflı idadi; 1913’ten 1915’e kadar tam devreli sultani; 1915’ten 1921’e kadar
bir devreli sultani; 1921’den 1925’e kadar tam devreli lise; 1925’ten 1933’e kadar
orta mektep; 1933’ten itibaren de tam devreli lise açılmıştır.’’
Dicle Kaynağı Diyarbakır Sesi Mecmuası’nda yer alan lisenin on iki senelik
istatistik bilgileri :
467
Ders Yılı Dershane Adedi
Talebe Mevcudu Mezun Olan
Kız Erkek
Talebe
Yekun
1923-1924
4
-
39
39
6
1924-1925
4
-
60
60
5
1925-1926
4
-
114
114
14
1926-1927
4
-
123
123
12
1927-1928
4
12
144
156
21
1928-1929
5
31
183
244
28
1929-1930
6
29
190
228
34
1930-1931
5
-
197
197
33
1931-1932
6
31
214
245
33
1932-1933
7
30
256
286
25
1933-1934
8
36
332
368
40
1934-1935
10
42
495
537
?
Tablo Bir: Lise’nin Yıllara Göre Sınıf Sayısı ve Öğrenci sayısı
Basri Konyar, “Talebe miktarı büyük bir farkla artmaktadır. Memleketi
münevver unsurunu hazırlanmak gibi nurlu bir hayat kaynağı olan lise, Diyarbekir’in
irfan hayatında yükselen bir mihrap halini almıştır.” demektir. Aynı yıllıkta “Sanatlar
Mektebi” başlığı altında verilen bilgi:”Kurt İsmail Paşa zamanında ıslahhane olarak
açılan ve geçirdiği bir çok istihalelerden sonra bugün Sanatlar Mektebi adıyla
yaşamakta bulunan bu müessese de marangoz, doğramacı, duvarcı ve tuğlacı
şubelerinde ibaret beş sınıfı ve yüz talebesi vardır. Geçen seneden beri esaslı bir
program dahilinde faaliyete geçmiş ve dağ kapısı haricinde eski sanatlar mektebi
binasına nakleden bu mektup verimli bir varlık göstermeye başlamıştır.”
Yazar “İlk Mektepler” bölümünde Diyarbakır da yer alan okulları özelliklerine
göre sıralar:”Beşi vilayet merkezinde beşi kaza merkezinde, yedisi merkez merbut
nahiye ve köylerde,beşi kazalara bağlı nahiye ve köylerde olmak üzere vilayet
mıntıkası dahilinde 22 ilk mektep vardır.Merkez ve kazalardaki mektepler tam
teşkilatlı,mahiye ve köy mektepleri de üçer sınıflıdır.”
Diyarbakır’da 1932’de mevcut öğrenci sayısı 2320’dir.Kız öğrenci sayısı 950
erkek öğrenci sayısı 1370.
Diyarbakır merkezinde Gazi, İsmet Paşa, Cumhuriyet , Ziya Gökalp ve
Süleyman Nazif ilkokulları beraberinde merkeze bağlı Dicle Nahiye Mektebi, Eğil,
468
Tepe, Bismil, Kadıköy, Seyit Hasan, Osmaniye’ye bağlı Balahar, Çermiğe bağlı Alos
Köy Mektebi vardır.
Diyarbakır’ın Osmaniye (Ergani) ve Çermik İlçe merkezlerinde İlkokul
bulunmaktadır. Konyar, Koza ve İpek Böcekçiliği Mektebi beraberinde ikisi dikiş ve
biçki yurdu ile bir ana mektebi olmak üzere dört okulu da belirtir.
1937 yılında Diyarbakır’daki Eğitim ve Öğretim istatistiğine baktığımızda
eğitim ve öğretim düzeyinin arttığı görülür:
OKUL Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Kız Öğrenci Erkek Öğrenci Toplam
Öğrenci sayısı.
Lise 1 22 113 674 787
Kız Sanat Okulu 1 2 100 - 100
Erk Sanat Okulu 1 12 - 108 108
İlkokul 23 93 745 2384 3229
Mevcut 26 129 958 3116 4224
Tablo İki: 1937 yılında Okul-Öğretmen-Öğrenci sayısı
İbrahim Tokay’ın Ülke Mecmuası’nın Diyarbakır sayısında verdiği bu
bilgilere tüm okullar dahildir.
Lise hakkında ülkede yer alan açıklamada “Dicle’ye bakan sed üzerinde,
Dağkapı dışındadır. 1888 senesi Vali Hacı Hasan Paşa himmetiyle başlanılan bu
kültür yuvası, iki senelik bir gayretle bitirilmiş ve o günden beri okul, himmetini
kaybetmemiş; 1932’de derecesi yükseltilerek lise olmuştur. Bu okul, hem yatılı hem
de muhtelittir. 22 öğretmeni ile 787 öğrencisini çatısı altında barındıramadığından
bu sene bir pavyon daha eklenecek ve her şey ona göre büyütülecektir.” İfadelerine
yer verilmiştir.
Ülke’de “Akşam Kız Sanat Okulu’’ ve “Erkek Sanat Okulu” başlığı altında
yapılan değerlendirmede Ergani’ye yatılı bir okul yapılacağı yer almaktadır (11).
Eğitim ve öğretimi konu alan bir inceleme de “ Diyarbakır’da Milli Eğitim”
başlığını taşımaktadır (12). Yedi sayfalık inceleme, Cumhuriyetin İlanı’ndan 1996’ya
kadar olan sürede Milli Eğitim Kurumlarını ele almaktadır.
1966’daki istatistikte il ve ilçelerdeki ilkokulların sayısı 269’dur. 2.800 kız
ve 19.800 erkek öğrencinin devam ettiği ilkokullarda öğretmen mevcudu 700’dür.
(13) Çermik Kız Yatılı Bölge Okulu 1944 -1950 öğretim yılında açılmış olup ilk
defa Dicle Köy Enstitüsü’ne bağlı bir uygulama okulu statüsündedir. 1952’den sonra
Çermik Kız Yatılı Bölge Okulunun öğrenci sayısı artmıştır. 1962 -1963 öğretim
yılında öğretmen sayısı 9 öğrenci sayısı 250’dir. 1967 -1968 öğretim yılında 11
öğretmen 300 öğrenci vardır.
469
Sağırlar okulu, 1956 yılında özel eğitime tabi olarak açılmış, 14 kız ve 75
erkek öğrenci eğitime alınmıştır.
222 sayılı kanun hükümleri uyarınca 1961 -1962 yılında açılan ana sınıfları
1966’da 2 öğretmen 50 öğrencisi bulunmaktadır. 6972 sayılı kanuna istinaden bölge
içinde olan Bitlis, Hakkari, Muş, Siirt ve Van’dan gelen Öğrenciler için 1960’da
açılan yurtta 1962 yılında korumaya alınan Çocuk sayısı, çevre illerin toplamıyla
100’dür.
“Diyarbakır’da Milli Eğitim” incelemesinde “Beslenme Eğitimi” başlığı
altında verilen bilgiler: “İlkokula devam eden öğrenciler, 1956’da kurulan Beslenme
Eğitimi.
Teşkilatı kapsamında beslenme eğitimine alınmıştır.
İlk yıllarda süt ve vitamin komprimeleri diğer yıllarda süt ile yapılmış besinlerle
son dönemde meyve, zeytin, yumurta verilerek eğitim alanı genişletilmiştir. 19621963 yılında beslenmeye alınan okul sayısı, İl merkezinde 266 ve öğrenci sayısı da
27.837’dir.
Halk Eğitimi, 1961-1962 yılında kurulan büro ile hizmete başlamış, günümüze
kadar farklı alanlarda açılan kurslarla etkinliklerini sürdürmektedir.
1966’da Diyarbakır’daki orta öğretim kurumları şu şekildedir: Ziya Gökalp
Lisesi, Ali Emiri Ortaokulu, kolej, İlköğretim okulu, İmam Hatip Okulu, Kız Sanat
Enstitüsü, Erkek Sanat Enstitüsü, Akşam Ticaret lisesi, Akşam Tekniker Okulu.
Bununla birlikte Bismil, Ergani, Dicle ve Silvan ilçesinde birer ortaokulla Ergani’de
6 sınıflı Dicle öğretmen okulu ve Silvan Akşam Kız Sanat okulu bulunmaktadır.
Ziya Gökalp Lisesi’nin “Bölge Lisesi” konumundan çıkmasıyla çevre illerde
açılan liseler sonrasında öğrenci sayısı 1800,öğretmen sayısı da 1996 yılında 20’dir.
Ali Emirî Ortaokulu 1959 yılında açılmış, öğretmen sayısı 16,dır.
1966’daki öğrenci sayısı 1200’dür.
1962-1963 Eğitim- Öğretim yılında ilçe okullarında devam eden öğrenci
sayısı 12.000 civarındadır. Okullardaki öğretmen sayısı vekil hariç 16’dır.
Selahattin Özcan’ın ilköğretim okulu hakkındaki Müteallası:” Öğretmen
okulu, Diyarbakır’da eski bir tarihe maliktir. 1894 yılında, İdadi-i Mülkiye,
Rüştiye-i Askeriye ve İnas Rüştiyesi gibi orta dereceli okullar arasında bir de Dar’ülMuallimin-i Sübyan bulunmaktaydı. Öğrenim süresi (2) yıl olan bu okul 1905 yılına
kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra okulun öğrenim süresi 4 yıla çıkarılmıştır.
1918 yılına kadar (4) yıllık öğrenim süresi ile öğretime devam etmiştir. Bir
aralık, 1. Dünya Harbi sırasında öğrencisinin büyük bir kısmı silah altında alınmış,
okul 22 öğrenci ile sur içinde bir binaya taşınmıştır. Okul binası da Askeri Hastane
olmuştur. 1918 yılından sonra okul kapanmıştır.
470
Cumhuriyet hükümetinin maarif programında bütün öğretim müesseselerinin
yeniden teşkilatlanmasının kabul edilmesi üzerine 1923 -1924 öğretim yılında
öğretmen okulu ikinci defa kurulmuştur.”
Öğretime yedi yıl devam etmiş olan okul 1930’da kapanmıştır. Ziya Gökalp
İlkokulu binasında Dar’ul-Muallimat (Kız Öğretmen Okulu) bu devrede faaliyet
göstermiş, Diyarbakır’da kapanan öğretmen okulu 3803 ve 4274 sayılı kanunların
uygulama alanı bulmasıyla Dicle ilköğretim okulu 6 sınıflı 25’i gündüzlü kız
öğrencisiyle 800’ü bulan öğrenci mevcuduyla 23 öğretmen kadrosuyla öğretime
başlamıştır.
Öğretmen okulu uygulamasına 4 Aralık 1949 tarihinde üçüncü kez
dönülmüştür. Ortaokula dayalı 3 yıllık öğrenim süreli öğretmen okulu yeni yapılmış
olan Atatürk ilkokulunda eğitime başlamıştır. 1949’dan 1966’ya kadarki zaman
diliminde 10.200 öğretmen yetiştirilmiştir.
Hayır Cemiyeti’nin katkılarıyla 1954’te açılan İmam Hatip Okulu’nun bir
özelliği de çevre ilçelerden gelen öğrencilerin yatılı kabul edildiği bir pansiyona
sahip oluşudur. İmam hatip lisesi daha sonra ilköğretimin kabulüyle sadece lise
öğrencilerine eğitim ve öğretim vermektedir.
1955 yılında kabul edilen kanunla İngilizce öğretim yapan Eskişehir, Konya,
İstanbul, Samsun ve İzmir illeriyle birlikte Diyarbakır’da da kolej çalışması uygun
görülmüştür.
Lisenin pansiyon binası olarak kullanılan ve 1892 yılında padişah Sultan
Abdülhamit tarafından yaptırılan idadi, sultani ve bilahare lise olarak kullanılan bina
tadil ve restore edilerek kolej’e tahsis edilen bina, 1955-1956 yılında eğitime ve
öğretime açılmıştır
1928 Ziya Gökalp ilk Kız mektebi
Diploma örneği (65)
471
DİCLE ÜNİVERSİTESİ
Mehmet Mercan ağabeyimiz Dicle Üniversitesinin kuruluş aşamalarını
anlatıyor
Kolay kurulmadı elbette üniversite. Yıllar ve yıllarca bu uğurda büyük uğraş
verdi Diyarbakırlılar… Mardinlilerin, Siirtlilerin, Urfalıların, Bitlislilerin desteği de
oldu elbette… Çünkü bu konuda hepimizin, herkesin büyük umutları vardı.
En önemlisi, üniversitenin kurulmasıyla; okumak için İstanbul’lara gidemeyen
dar gelirli esnaf ve memur çocukları burada, evlerinin yakınında okuma olanağı
bulacaklardı.
Sonrasında; Tüm bölgenin sosyal ve kültürel yaşamında olumlu değişimler
olacaktı.
Bölgenin sanayisi, tarımı, sağlık koşulları, üniversitede görevli bilim
adamlarının yol göstericiliğinde daha bir gelişecek, büyüyecek. ticari hayatı
canlanacak, ekonomisi büyüyecekti.
472
Dicle’nin karşı yakasındaki 30 bin dönüm arazi üzerinde kurulacak kampüste
yaşayacak en az 30 bin eğitimli insanın etkisiyle kentte kültürel ve sanatsal etkinlikler
artacak. Mevcut sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve kamu kuruluşları ile
üniversite arasında kurulacak işbirliği sayesinde bilgi alışverişi hızlanacak, hizmetler
bilimsel donanımla daha bir koordineli sunulacaktı.
Bölgemizdeki çiftçi artık dededen, babadan kalma yöntemlerle değil, daha bir
bilinçli üretime yönelecek, nereye ne ekeceğini bilecekti.
Bölgede hemen her konuda başlatılacak bilimsel araştırmalarla her alanda
yaşam daha bir anlam kazanacak, kentteki dinamikler üniversite sayesinde daha bir
canlanacaktı.
Bu özlem ve umutla doluydu herkes…
…………
Gönüllerdeki üniversite özlemi ilk 1950’lerde ateşlenmişti.
Diyarbakır’da o yıllarda okur yaza sayısı yok denecek kadardı. Lise mezunu,
hele de üniversite bitirmişlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı… Bunun
yanında okumaya hasret bir kuşak da vardı bölgemizde…
Çünkü, 2’nci dünya savaşı yeni sona ermiş ama ekonomik sıkıntılar henüz
aşılamamıştı. Bu yüzden de esnaf ve dar gelirli aileler çocuklarını İstanbul’a
gönderemiyordu.
İstanbul’a gidebilenlerin çoğu varlıklı ailelerin, az sayıda da kentte görevli
bürokrat çocuklarıydı…
Bu sırada Diyarbakır’da görülen lise mezunu sayısındaki artış, İstanbul’da,
Ankara’da, üniversite öğrenimlerini tamamladıktan sonra Diyarbakır’a gelip
yerleşen genç aydınların çoğalması, yeni arayışları da beraberinde getirmişti. Bu
ortam üniversite özlemini körüklüyordu.
……….
1950 yılı başlarında iktidara gelen Demokrat Parti’nin gündeminde
“Doğu’da bir üniversite kurulması” düşüncesinin yer alması Diyarbakır’da bu
konuda eyleme geçişi de hızlandırmış oldu.
Yeni yeni gelişmekte olan Türk-Amerikan işbirliğinin sonucu olarak
doğu illerinin birinde kurulacak üniversitenin Nebrasca Üniversitesi’nce
destekleneceği de açıklanmıştı…
Bu arada bu üniversiteden araştırmalar yapmak üzere heyetler de Türkiye’ye
gelip gitmeye başladı.
Bu gelişme bir anda tüm bölgeyi harekete geçirdi. Özellikle Erzurum, Van,
Elazığ ve Diyarbakır illeri arasında üniversiteyi kapma yarışı başladı.
İllerde oluşturulan komiteler Ankara’yı etkileyebilmek için, politikacıların
ve yerel yönetimlerin desteğinde bölgede geniş kampanyalar yürütüyorlardı.
Toplantılar yapılıyor, mitingler düzenleniyordu…
Bu konuda Diyarbakır’da da etkili bir komite oluşturulmuştu.
Edebiyatçı Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Müftü Halil Özaydın,
Gazeteci Tahsin Cahit Çubukçu, Araştırmacı-Yazar Av. Şevket Beysanoğlu,
Eğitimci Halil Turgut, Eğitimci-Edebiyatçı Kazım Vehbi Oral, Yük .İnş. Müh.
473
Şark Postası Gazetesi sahibi Ahmet Ketencigil, Av. Cahit Gürkaş ile Ankara
ve İstanbul’daki üniversitelerde okuyan Diyarbakırlı öğrenciler adına Behzat
Eğilli’den oluşan komite yalnız Diyarbakır’da değil çevre illerde de yoğun bir
kampanya yürütüyordu.. .
Kurulan komite Diyarbakır’ın, tarihi, coğrafi, kültürel ve ekonomik yapısı
ile bir üniversiteyi barındırabilecek özelliklere sahip olduğunu kanıtlamak üzere
bilimsel çalışmalar yapıyor, raporlar hazırlıyor, bu raporları cumhurbaşkanına,
başbakana, bakanlara, parlamenterlere ve ilgili akademik kurumlara sunuyordu.
Komite bölgede geziler de düzenleyerek çevredeki kentlerin desteğini
almaya, bölgenin tüm dinamiklerini, özellikle de politik güçlerini harekete geçirerek
Diyarbakır lehine Ankara’yı etkileyecek baskı grupları oluşturmaya çabalıyordu.
Komitenin bu tür çalışmaları, hazırlanan raporlar ve girişimler geniş yankı buldu.
5 Ağustos 1951 Pazar günü uçakla Diyarbakır’a gelen NEBRASCA
Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Lambert başkanlığındaki kurulun
olumlu izlenimleri, ayrıca Ankara’da toplanan bakanlar kurulunca üniversitenin
Diyarbakır’a kurulmasının kararlaştırıldığı haberleri kentte ve çevrede bayram
sevinci yarattı.
Ne var ki kısa süre sonra duyulan bir başka haber bu sevinci üzüntüye
dönüştürdü.
Haberde, “Son anda Erzurum ve komşu illerin milletvekillerinin baskısından
etkilenen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın devreye girerek, bakanlar kurulu
kararını değiştirdiği ve üniversitenin Erzurum’a alındığı” belirtiliyordu.
Gerçekten de bir süre sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kuruluş
hazırlıkları başlatıldı.
Ancak, Diyarbakırlılar işin peşini bırakmadılar.
Diyarbakır’a mutlaka bir üniversite kazandırmanın mücadelesini yıllarca
sürdürdüler.
Bu arada askeri ihtilal olmuş, Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında Milli
Birlik Komitesi kurulmuştu.
İşte, bu sırada üniversite mücadelesini sürekli kılmak için 20 Aralık 1960
günü o yıllarda Ulucami bitişiğinde bulunan Yıldız Gençlik Kulübü salonunda kent
aydınlarının katımlıyla “Ziyagökalp Üniversitesini Gerçekleştirme Derneği”
kuruldu.
Sonradan Sağlık Bakanı da olan Dr. Yusuf Azizoğlu, yine sonradan hukukçu
olduğu halde sağlık bakanı olan Av. Dr. Selahattin Cizrelioğlu, Dr. Selahattin
Yazıcıoğlu, Av. Recai İskenderoğlu, eğitimci Vehbi Dabakoğlu, Vehip Sayın,
Av. Edip Güzel, Av. Natık Gültekin, Av. Behzat Eğilli, Av. Hilmi Güldoğan ve
Av. Ruhi Nedimoğlu derneğin kurucuları oldular.
Kurucu yönetim kurulu başkanlığına ise eski belediye başkanı, eğitimci
Vehbi Dabakoğlu getirildi.
Böylece çalışmaların daha örgütlü yürütülmesi sağlanmış oldu.
Ve sonunda bu özlem 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilanı ile mutluluğa
dönüştü.
474
Türkiye’de yeni 5 fakültenin kurulmasının planda yer almasının ardından
2 Temmuz 1964 günü toplanan Milli Eğitim Bakanlığı İlim Kurulu’nca bu
fakültelerden birinin Diyarbakır’da açılması kararlaştırıldı.
Kentte büyük coşku yaratan bu kararı hayata geçirmek gecikmeli de olsa
Ankara Üniversitesi Senatosu’na nasıp oldu.
Ankara Üniversitesi bünyesinde Diyarbakır adına 1966 yılanda açılan tıp
fakültesine alınan öğrenciler üç yıl Ankara’da okuduktan sonra 17 Ocak 1969
günü yapılan görkemli bir törenle Diyarbakır’a geldiler.
Fakültenin Diyarbakır’a taşınmasıyla üniversitenin gerçekleşmesinin ilk
adımı da atılmış oldu.
Ama asıl mutlu son, Diyarbakır Üniversitesi Kuruluş Kanunu’nun 21
Kasım 1973’te TBMM’de kabul edilmesi ve ardından 14 Kasım 1974 günü de
düzenlenen ÜNİVERSİTE’NİN AÇILIŞI töreniyle gerçekleşmiş oldu…
Evet. İşte Dicle Üniversitemizin kısa öz geçmişi… (66)
Tıp Fakültesi ilk zamanlarında Fiskaya’da Sanayi ve Ticaret odası, Eski Milli
eğitim müdürlüğü ve Devlet hastanesinin binalarına taşınmıştır.
Bugünkü Sanayi odası daha önce kütüphane, Farmakaloji, Fizyoloji, patoloji,
histoloji ve anatomi anabilim dallarının bulunduğu yerdi.
Eski Milli eğitim ise Tıp fakültesi dekanlığı, öğrenci işleri, Halk sağlığı,
parazitoloji, Mikrobiyoloji anabilimdallarıydı.
Eski DGM, Dahiliye, Psikiyatri ve Nörolojiydi
DGM yanı 2.taş bina Ameliyathane,Genel Cerrahi,Göğüs Cerrahi ve
Ortopediydi.
Ana Çocuk Sağlığı: Doğumevi ve Çocuk kliniği
Acil binası ise Poliklinikler, başhekimlik, yemekhane, 1 dersaneydi
Önceleri Diyarbakır Üniversitesi olarak faaliyet gösteren Üniversitemiz
bünyesinde 1976 yılında Dış Hekimliği Fakültesi, 1981 yılında da Şanlıurfa Ziraat
Fakültesi kurularak hizmete girmistir. 2547 sayili Yüksekögretim Kanunu’nun
yürürlüğe girmesinden sonra 20.7.1982 tarihinde çikartilan 41 sayili Kanun Hükmünde
Kararnamenin 32. maddesi uyarinca Diyarbakır Üniversitesinin adı Dicle Üniversitesi
olarak değistirilmiştir. Aynı Kanun Hükmünde Kararnameyle Hukuk Fakültesi ile
Mühendislik-Mimarlik Fakültesi kurulmuş ve Milli Egitim Bakanlığından devralınan
Yüksekokullar Dicle Üniversitesine bağlanmıştır. Dicle Üniversitesi bünyesinde
daha sonra 1988-1989 ögretim yılında Mardin Meslek Yüksekokulu, 1990-1991
ögretim yilinda Saglik Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, 1992-1993 ögretim yılında
da Atatürk Saglik Hizmetleri Meslek Yüksekokulu hizmete girmistir. Hizmete
giren bu birimlere ilave olarak Şırnak, Bismil, Batman ve Çermik’te birer Meslek
Yüksekokulunun daha kurulmasi uygun görülmüstür.11.7.1992 tarih ve 21281 sayili
Resmi Gazetede yayinlanan 3837 sayili kanunla yapılan değişiklikle Şanlıurfa Ziraat
Fakültesi ve Şanlıurfa Meslek Yüksekokulu Harran Üniversitesine bağlanmis ve
Üniversitemiz bünyesinde Veteriner Fakültesi, İlahiyat Fakültesi ve Ziraat Fakültesi
adı altında üç yeni Fakültenin kurulmasi kararlaştırılmıştır. Sözkonusu Fakültelerle
475
birlikte Bismil Meslek Yüksekokulu, Çermik Meslek Yüksekokulu ve Batman
Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu 1993-1994 öğretim yılında, Şırnak Meslek
Yüksekokulu ise 1995-1996 öğretim yılında hizmete girmiştir. Mevcut Fakülte ve
Yüksekokullarımıza ilave olarak Ergani Ve Çüngüş’te birer meslek yüksekokulu,
Diyarbakır Siirt ve Mardin’de birer Sağlık Yüksekokulunun öğretime açılması
için başlatılan çalışmalar sonuçlanmış olup,1997-98 öğretim yılında hizmete
girmişlerdir. Ayrıca Üniversitemize bağlı olarak Batman’da Teknik Eğitim Fakültesi,
Diyarbakır’da Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu ile Sivil Havacılık
Yüksekokulu kurulmuş olup, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu 1998-1999
öğretim yılında hizmete girmiştir. (2006 Dicle Ün.Faaliyet raporu)
Batman ve Şanlıurfa,;Siirt Mardin üniversitelerinin kurulmasıyla bazı
fakülteler, bu üniversitelere bağlandılar. Üniversitemizde ise yeni fakülteler açıldı.
Dicle Üniversitesi, 1966 yılında Ankara Üniversitesi’ ne bağlı olarak
Diyarbakır Tıp Fakültesi’nin açılmasıyla ilk temellerini atmış, 1974 yılında ise Fen
Fakültesi’nin açılışı ile kuruluşunu tamamlamıştır. Diyarbakır kentinin doğusunda
27 bin dekar alan üzerine kurulan Dicle Üniversitesi; bünyesinde 14 fakülte, 4 yüksekokul, 10 meslek yüksekokulu ve 4 enstitüsü, merkezi kütüphane,merkez araştırma
laboratuvarı, teknokent, 22 Araştırma ve Uygulama Merkezi ve örneği nadir kongre
merkezi ile 27 bin öğrenciye modern ve çağdaş eğitim olanakları sunmaktadır.
Köklü bir üniversite olan Dicle Üniversitesi, adını Mezopotamya ovalarını
sulayan Dicle Nehri’nden almıştır. Toplam kullanılabilir kapalı alanı ise 553.052metrekaredir. Merkez kampüsün yer aldığı Diyarbakır dışında, Diyarbakır’ın Ergani,
Çermik, Çüngüş, Bismil ve Silvan ve Kulp ilçelerinde de Yüksekokulları mevcuttur
Dicle Üniversitesi’nin bugün 27 bin 500 öğrenci, 3600 civarında kadrolu
akademik ve idari elemanı mevcuttur. Üniversite, sunmakta olduğu öğretim
hizmetleri dışında1200 yataklı Araştırma Hastanesiyle, mevcut hastane kompleksiyle aynı zamanda bölgenin sağlık merkezi konumundadır
(Dicle üniversitesi)
476
KAYNAKLAR
1. Melek A, Demir A, Dini Değerleri İle Diyarbakır, Diyarbakır İl Müftülüğü
Yayınları, Ankara 2009
2. Abakay M. Hani. Diyarbakır’da Tarım Doğa ve Çevre sempozyumu.1-3
Haziran 2010
3. Yalçınkaya H. Mesudiye medresesi. DÜTF. Derg. 13(1-4).1534. Acar A. Diyarbakır medreseleri. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır.
Diyarbakır valiliği. Ank. 2008. s. 110
5. Güney. E. Diyarbakır ve yöresinde Doğa - Kültür Turizmi. Diyarbakır.
1991. s. 32
6. Yılmazçelik. İ. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara.
1995. s 341,241,242,335
7. Nasuhioğlu İ: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara. 2.
baskı. s 1975. s. 125
8. Şengül Baydur Yrd. Doç. Dr. Davut Kiliç. Salnamelere Gore Diyarbakir
Vilayeti’nde DiniVe Sosyal Yapi (Yüksek Lisans Tezi) Elaziğ-2007
9. Hatip Yıldız, Diyarbakır Valisi Mehmed Halid Bey’in Beş Yıllıkİcraatı ve
Hazırladığı Rapor Editörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal Osmanlı›dan
Cumhuriyet’e Diyarbakır. Ank. 2008. 3/387
10. Prof. Dr. Zeki tez. el-cezeri’nin teknoloji tarihindeki yeri
2. Uluslararası Diyarbakır Nebiler Sahabiler Azizler Krallar kenti
sempozyumu. 2011
11. http://diyarbekirli.blogcu.com/
12. M Şefik Korkusuz: Diyarbekir Velileri. I- II. Kent yay. İst. 2004.s..57,159
13. Prof. Dr .Saadettin Özçelik: Diyarbakır İl Halk Kütüphanesindeki
Türkçe Yazmalar kataloğu. Türk Dünyası İncelemelri Dergisi.2005. V(2): 247-255
14. Mahmut Karakaş. Müslüman Bilim Adamları. Mostar yay. İst. 2009 s.
214,445
15. Gülsen Baş Danısman Doç. Dr. Kadir Pektaşvan. Diyarbakır’daki_İslam
Dönemi_Mimarisinde Süsleme Van T.C. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.Sanat Tarihi Anabilimdalı 2006: Doktora Tezi
16. Dr. Emrullah Güney. Diyarbakır ve yöresinde Doğa-Kültür Turizmi.
Diyarbakır. 1991. s. 32
17. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s 341
18. Yrd. DoçDr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s 241,242,335
477
19. İslam Alimleri Ansiklopedisi. Türkiye gazetesi yay. 4/333,6/3
20. Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb.
Ankara. 2. baskı. s 1975.s.125
21. Mehmet Şimşek Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi-Kent
Yayınlarıİst. 2006. s. 95
22. Şefik Korkusuz: Diyarbakır Velileri. s: 48
23. Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ. 20. Yüzyılın Başında Güneydoğu Anadolu’daki
Azınlık / Ermeni Okulları BArD Eylül 2005, Sayı 6, sh. 627 – 636
24. http://www.suryanilik.com/suryanikaynakdbakir.htm
25. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği. s.185
26. Mehmet Yalar. Eyyubilerde ilim ve ulema.Uluslararası Selahaddin
Eyyubi sempozyumu. Diyarbakır. 1996. s .269-270 (R.Şeşen: Selahattin Devri
Eyyubiler devleti) 267
27. Efe Dumuş: XII. yüzyılda Diyarbakırda bir Türk beyliği Diyarbakır
valiliği I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır. 2004 .s: 221.
28. Prof. Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi. İst.
29. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakır Tarihi. 2003. 1/299
30. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998. s11
31. Yrd. Doç Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s. 97
32. M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif.Kent
Işıkları. İstanbul. 2009
33. http://diyarbekirim.com/
34. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s.75
35. Attachment(s) from [email protected]
2011,
36. Mevlüt Mergen Diyarbakırlı Kitap Sever!.. Yeniyurt Gazetesi. 12 Ocak
37. Ekici C. (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel
md. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006.
38. Dr. Özden Gökhan Baydaş. Diyarbakırdaki kamu yapıları. Diyarbakır
mimarisi. Diyarbakır valiliği. 20011s. 479
40. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı
Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011.
41. Şefik Korkusuz. Bir Zamanlar Diyarbekir. Kent yay. 2003
42. Prof. Dr. Turhan Baytop. Türk Eczacılık Tarihi. İ.Ü. yay. İst. 1985. s.131
478
43. İbrahim Sarı: Şehrimiz Diyarbakır. Büyükşehir belediye yay. 1999. s..
130,127
44. Diyarbakır İl Yıllığı-1967. s. 2
45. Şevket Beysanoğlu. Bütün Cepheleriyle Diyarbakır İst.1963. S. 62
46. H. Basri Konyar 1936 Diyarbakır Yıllığı
47. www.ddh.gov.tr/
48. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998.
s25,73,69,66
49. M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif.Kent
Işıkları. İstanbul. 2009
50. Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ. 20. yüzyılın başında güneydoğu anadolu’daki
azınlık / ermeni okulları. SBArD. 2005. sayı. 6. sh: 627-636
51. Diyarbakır İl Yıllığı-1 967. s. XIX
52. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995. s.182
53. Mehmet Şimşek. Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi.Kent yay. İst.
2006. s. 54
54. Talip Atalay Sokak Çocukları İçin Başarılmış Bir Proje: Diyarbekir
Islahhanesi.
II. Uluslar Aras osmanlı’dan Cumhuriyete Diyarbakır sempozyumu.2009
Diyarbakır ValiliğiTOBB ETÜ Fen-Edebiyat Fakültesi
55. [email protected]
56. http://www.tyb.org.tr/
57. Yrd. Doç. Dr. Cahit Aydemir Diyarbakır´Da Bulunan Vakıfların Envanteri
Http://Www.E-Sosder.Com/Dergidetay.Php?İd=110
58. Ömer tellioğlu (ed). Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir
Belediyesi. İstanbul Acar matb. 1999. 5/93
59. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği.1995.
60. Diyarbekir Vilayeti Maarif Masraf Bütçeleri (1870–1920)Şarkiyat İlmi
Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: I Nisan 2009
61. Z. Kırmızı. Amid-i Nur. 2009
62. Mehmet [email protected]
63. Şeyhmus Diken [email protected].
64. Şeyhmus Diken Mektebin pacaları 10 Ağustos 2010 http://www.
ilkehaber.com/yazi/mektebin-pacalari-951.htm
65. Diyarbakır MEB. Diyarbakır’da Eğitim.1 998.s.27,46
66. MehmetMercan@Diyarbekirgroub Diyarbakır’ı Anlatmak; 13
479
DİYARBAKIR SALNAMELERİNDE
EĞİTİM-ÖĞRETİM KURUMLARI
Mehmet Ali Abakay*
Diyarbakır salnamelerinde eğitim öğretim kurumları oldukça önemli bir yer
tutmaktadır. Yayımlanan yirmi salnamenin incelenmesinden oluşan araştırmada
tekrarlanan bilgilere gerekmedikçe yer verilmemiştir. Bugünkü şehir sınırları göz
önünde bulundurulacak okullara yer verilmiştir.
1. Salname, 1286 (1869-1970) tarihlidir. Bu salnamede eğitim ve öğretim
kurumları ele alınmıştır.
2. Salname, 1287 (1870-1871) tarihlidir. Diyarbekir Rüşdiye Mektebi
hakkında yer alan bilgi:
Aded-i Şakirdan: 150
Muallim-i Evvel Mahmut Hamdi Efendi ve Sanisi Ali Efendi ve Salisi
Hüseyin Efendi olup Rik’a hocaları Mektebi-i Vilayet Muavini Feyzullah Efendi ile
hulefadan Osman Zeki Bey ve Ali Necip Efendi’dir.
Diyarbekir Protestan Rüştiye Mektebinin öğrenci sayısının 30 olarak yer alan
salnamede öğretmen tayini yapılmadığı için ‘’Tomas Efendi himmetiyle tedrisleri
icra olunmaktadır.’’ ibaresi yer almaktadır.
3. Salname, 1288 (1871-1872) tarihlidir. Bu salnamede Diyarbakır’da yeni
açılan okulları görüyoruz.
Diyarbekir Rüştiye Mektebinin öğretmen ve öğrenci sayısında değişiklik
yoktur. Protestan Rüştiye Mektebine resmi öğretmen atanmamıştır. Çermik Rüştiye
Mektebine Hasan Efendi bakarken Ergani Madeni ve Lice Rüştiye Mektebi faaliyete
geçmemiştir.
4. Salname, 1289 (1872-1873) tarihlidir. Bu salnamede ‘’Dahil-i Vilayette
bulunan Mekatıb-i Rüştiye ‘’ başlığı altında Diyarbakır’la ilgi verilen bilgiler.
Diyarbekir Rüştiye Mektebi...Muallim-i Üla Mahmud Hamdi ve Sanisi Ali
İlmi ve Salisi Hüseyin Efendilerdir.
Ergani Madeni Rüştiye Mektebi...Muallim-i Sanisi Şükrü Efendi
Çermik Rüştiye Mektebi...Muallim-i Sanisi Hasan Efendi
Lice Rüştiye Mektebi...Şeyh Mehmed Efendi
Çüngüş Rüştiye Mektebi ... Mualim-i Sanisi Mustafa Efendi
Hani Rüştiye Mektebi... Mualim-i Sanisi Ali Efendi
5. Salname, 1920 (1873-1874) tarihlidir. Bu salnamede 4. salnamede yer alan
okulların beraberinde Protestan Rüştiye Mektebine atanan öğretmenlerin isimleri
yer almaktadır. Muallim-i Sanisi Mustafa Naci Efendi ve Muallim-i Sanisi Serkis
Efendilerdir. Türkçe Muallim-i Mığırdıç Efendi.
*Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected]
480
6. Salname, 1291 (1874-1875) tarihlidir. Salnamenin ‘’Dahil-i Vilayette
bulunan Mekatıb-i Rüştiye ‘’bölümünde yeni Rüştiyelerin açıldığını görüyoruz:
Palu Rüştiye Mektebi, Eğil Rüştiye Mektebi. Diyarbekir Protestan Rüştiye
Mektebinin Muallim-i Evveline Dağlıyan Tomas getirilmiştir. Böylece Protestan
Rüştiye Mektebi bir cemaat okulu hüviyetine bürünmüş olur.
7. Salname, 1292 (1875) tarihlidir. Diyarbakır merkez ve ilçe kapsamında yer
alan okulların öğrenci mevcutları düzenli olarak 7. salnamede yer alır.
Rüşdiye Öğretmen Öğrenci Sayısı Diyarbekir Mahmut Hamdi, Ali İlmi, Hüseyin Efendi 125-----125
Çermik Hasan Efendi 25-------25
Ergani Tevfik Efendi 30-------21
Lice Şeyh Muhammed Efendi 23-------25
Palu Hüseyin Efendi 20-------25
Eğil Mustafa Efendi 18-------30
Çüngüş Hasan Efendi 21-------15
Hani Mustafa Efendi 10-------25
Diyarbekir Protestan Dağlıyan Tomas, Serki ve Mığırtıç Efendi ?--------?
8. Salname, 1293 (1876) tarihlidir. Bu salnameyle bir önceki salname
karşılaştırıldığında hem görevli hem de öğrenci sayısında farklılık görülür.
Rüşdiye Öğretmen Görevli Öğrenci Sayısı
Diyarbekir Mahmut Hamdi, Ali İlmi, Hüseyin Efendi- Mubasır ŞakirAğa 125
Çermik Hüseyin Efendi Bevvab Said Ağa 25
Ergani Tevfik Efendi 30
Lice Fethullah Efendi 25
Palu Hüseyin Efendi 25
Eğil Ali Efendi Bevvab Mahmud Efendi 30
Çüngüş Mustafa Efendi 15
Diyerbekir Protestan Dağlıyan Tomas, Serkis ve Mığıdıç Efendi ?
9. Salname, 1294 (1877) tarihlidir. Bu salnamede sadece Diyarbekir Rüştiye
Mektebi, Lice Hani ve Diyarbekir Protestan Rüştiye Mektebi hakkında bilgi yer
almaktadır.
Diyarbekir Rüştiye Mektebinde yazı muallimi Vahid Efendinin atandığını
görüyoruz. Lice Rüştiye Mektebiyle Hani Rüştiye Mektebi’nde değişen bir durum
yoktur (1).
10. Salname, 1300 (1882-1883) tarihlidir. Bu salnamede Diyarbekir, Hani ve
Lice Rüştiye Mektebi hakkında bilgiler yer almaktadır.
Diyarbekir Rüştiye mektebinde Muallim-i Evvel Mahmud Hamdi Efendi,
Müderris Muallim-i Sani Ali Efendi, Muallim-i Salis diğer Ali Efendi ve Rika hocası
Vahid efendi öğretim kadrosunda bulunmaktadır.
481
Lice Rüştiye mektebinde Muallim-i Sani Mehmed Efendidir. Hani Rüştiye
Mektebinde yer almasına rağmen Muallim ismi yer almamaktadır.
Rüştiye Askeri Mektebinin derdest-i ikmal, Darü’l-Muallimin’in Derdest-i
Küşade, Mekatıb-i sıbyanın Derdest-i tanzim ve ıslah kayıtlarıyla göründüğü
salnamede başka kayıt yoktur (2).
11. Salname, 1301 (1883-1884) tarihlidir. ‘’Mektepler’’başlıklı bölümde
verilen bilgiler:
Darül- Muallimin Talib aded 6
Rüştiye –i Mülkiye Mektebi (Öğretim kadrosu aynıdır) Aded-i Şakirdan: 68
İnas Mektebi: Birinci muallime Zübeyde Hanım ikinci Muallime Esma
Hanım, Mubassıra Mevlude Kadın Aded-i Şakirdan: 62
Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında verilen ayrıntılı bilgiler:
Müdür: Kolağası Hakkı Efendi
Resim Muallimi: Yüzbaşı Şevket Efendi
Arabi Muallimi : Subhi Efendi
Dahiliye Yüzbaşı: Rifat Efendi
Hüsn-i Hatt-ı Türki Muallimi:Vahid Efendi
Riyaziye Muallimi Mulazım-ı Evvel: Hulusi Efendi
Farisi Muallimi Hafız Necip Efendi
Rüştiye-i Askeriye Mektebinde yer alan Aded-i Şakirdan (öğrenci sayısı)
Hıristiyan İslam
- 18 Üçüncü sene
4 34 İkinci sene
4 59 Birinci sene
8 111 Yekün
Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında verilen diğer bilgiler: Mekteb-i Mezbur
dört sınıf üzerine müretteb olup şimdilik dördüncü sene teşkil olunamamıştır.
Mekteb-i Mezbur da tedris olunan Dürüsber-vech-i atidir:
Türkçe İbare Kıraatı, imla tahriri, İlmihal, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Sarf-ı Arabi,
Gevher-i Sencide, Hesab-ı Mükemmel, Fransızca, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi, Resim,
Nahv-i Arabi, Gülistan, Coğrafya-yı Muhtasar ve Mükemmel, Kava’id-i Osmaniye,
Usul Defteri, Mantık ve Tatbikat-ı Arabiyye, Hendese.
On yedi dersin okutulduğu Rüşdiye-i Askeriye Mektebi, Darü’l-Muallimin,
İnas Mektebi yeni açılmış okullar olmasına rağmen Aded-i Şakirdan (öğrenci sayısı)
diğer okullara göre oldukça fazladır.
Ergani Madeni Sancağındaki Rüştiye Mektebinde Muallim-i Evvel Mustafa
Efendi ve Muallim-i Sani İbrahim Efendi bulunmakta olup öğrenci sayısı 58’dir.
Sübyan Mektepleri’nin durumu şu şekildedir :
Okul sayısı- Öğrenci sayısı- Öğrencilerin Tabiyeti
482
2 30 Müslim
1 45 Rum
1 30 Ermeni
4 105 Yekün
Çermik kazası Rüşdiye Mektebi Muallim-i Evvel’i Rıza Efendi’nin 20
öğrencisi Çüngüş Rüşdiye Mektebi Muallim-i Sani Mustafa Efendi’nin de 25
öğrencisi bulunmaktadır.
Palu Rüşdiye Mektebinde Muallim olarak Hüseyin Efendi’yle Rik’a Muallimi
Mehmed Efendi bulunmaktadır.öğrenci sayısı 36’dır.
12. Salname, (hicri) 1302 (1884-1885) tarihlidir. ‘’Mektebler’’ bölümünde
yer alan bilgiler:
Darü’l- Muallimin: Talib Aded 6
Rüşdiye-i Mülkiye Mektebi: Muallim-i Evvel Mahmud Hamdi Efendi,
Müderris Muallim-i Sani Efendi Ali Efendi Muallim-i Salis Ali Efendi, Muallim-i
Hat Şevket Bey.
Aded-i Şakirdan: 68
İnas Mektebi: Birinci Muallime Zübeyde Hanım; İkinci Muallime Esma
Hanım, Mubassıra Mevlude Kadın.
Aded-i Şakirdan: 55
Sıbyan Mektebi için salnamede yer alan bilgi Diyabekir’de sıbyan mektebi
bulunup 500 şakirdan okutturulmakta ve bir taraftan ibtidai mektebleri açılmaktadır.
Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında oldukça ayrıntılı bilgi vardır:
Müdür: Kolağası Hakkı Bey
Resim Muallimi: Kolağası Şevket Efendi
Arabi Hocası: Subhi Efendi Müderris
Farisi Hocası: Hafız Necip Efendi
Dahiliye Mülazım-ı Sanisi :Fehim Efendi
Riyaziye Muallimi: Yüzbaşı Hulusi Efendi
İmla-yı Türki Muallimi: Mülazım-ı Sani Şükrü Efendi
Mantık ve tatbikat-ı Arabiye Hocası: Abdulkadir Efendi
Hüsn-i Hatt-ı Türki Hocası: Vahid Efendi
Dahiliye Mulazım-ı Sanisi: Ahmet Efendi
Mevcut öğrenci sayısının sınıflara göre dağılımı şu şekildedir.
Dördüncü sene: 11 Üçüncü sene: 27 İkinci sene: 67 Birinci sene: 50
Toplam 155 öğrencinin okuduğu Rüştiye-i Askeriye Mektebine alınacak
öğrenciler için aranan şartlara da yer verilmiştir. Mektebe kabul olunacak şakirdan
bila-fark-ı mezhep her sınıf etfal-i vatandan olabilirse de sinlerinin on ikiyi tecavüz
etmemesi ve mehma– emken Türkçe okuyup yazabilmesi şarttır. Şakirdanın duhul
ve hurucda muhtariyeti var ise de bir mani’a-i meşru’aya müstenit olmaksızın
mektebden çıkan şakirdan bir daha kabul olunamaz.
483
Yıllara göre sınıflarda işlenilen ders isimleri sırasıyla verilmiştir:
Birinci sene dersleri; İlmihal, İmla-yı Türki, Esma-i Türkiye, Hikayat-ı
Müntehabe, Hüsn-i Hatt-ı Türki.
İkinci Sene Dersleri; Sarf-ı Arabi, Kava’id-i Farisi, ilm-i Hesab, Fransızca,
İmla-yı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi Resm-i Hatti.
Üçüncü sene dersleri; Nahv-ı Arabi, ilm-i Hesab, Muhtasar Coğrafya,
Gülistan, Fransızca, İmla-yı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi, Hüsn-i Hatt-ı Türki,
Resm-i Adi.
Dördüncü sene dersleri; Mantık, Tatbikat-ı Kava’id-i Arabiye, Mufassal
Coğrafya, İlm-i Hesab, Usul-i Defteri, Hendese, Fransızca, Kava’id-i Osmaniye,
İmla-yı Türki, Hüsni Hatt-ı Fransevi, Resm-i Mücessem .
Lice Rüşdiye Mektebi Muallimi Mehmed Efendi, Hani Rüştiye Mektebi
Muallimi Adem Efendi’dir.
Ergani Madeni Sancağı Rüşdiye mektebinde Muallim-i Evvel Mustafa
Efendi, Muallim-i Sani İbrahim Rıfkı Efendi’dir. Mevcut Aded-i Şakirdan 58’dir.
Mekteb-i İbtidai sayısı iki olup birinin Muallimi Hafız Kamil Efendi olup diğerinin
Muallimi derdest-i tayindir. Ergani Madeni sancağında dört sıbyan mektebi vardır:
Bab Aded-i Şakirdan
2 Müslim 20
1 Rum 25
1 Ermeni 20
4…………………65
Palu kazası Rüşdiye Mektebi’nin Muallim-i Sanisi Hüseyin Efendiyle Rik’a
Hocası Tevfik Efendi’dir. Aded-i şakirdan 36’dır.
Çermik Rüştiye Mektebi Muallim-i Evveli Rıza Efendi’nin şakirdan sayısı
20’dir. Sıbyan mektebi iki olup şakirdanı 70’tir.
Çüngüş Rüştiye Mektebi Muallim-i Sani Mustafa Efendinin Aded-i şakirdanı
25’tir.
‘’Livanın Mevkii-Hal-i Hazırı ‘’ bahsinde Eğil de Rüştiye Mektebi hakkında
bilgi yoktur.
13. Salname, 1308 (1890-1891) tarihlidir. ‘’Erkan ve Me’murin-i Vilayet
bölümünde maarifle ilgili bilgiler:
Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye
Müdür Vekili: Yüzbaşı Kasım Efendi
Dahiliye Mülazımı: Halil Efendi
Dahiliye Mülazımı: Ali Efendi
Resim Muallimi: Mülazım-ı Evvel Kerami Efendi
Arabi Muallimi: Subhi Efendi
Farisi Muallimi: Hasan Efendi
Hüsn-i Hatt-ı Türki Muallimi: Vahid Efendi
484
Lisan Muallimi: Mülazım-ı Evvel Hakkı Efendi
Riyazi Muallimi: Mülazım-ı sani Abdurrahman Efendi
Kava’id-i Osmaniye Muallimi: Abdulkadir Efendi
İmla Muallimi: Baki Efendi
Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyede öğrenci mevcudu 146’dır.
Aded-i şakirdan
Hıristiyan İslam
1 29 Dördüncü Sene mevcudu
3 37 Üçüncü sene mevcudu.
- 51 İkinci sene mevcudu.
- 25 Birinci sene mevcudu.
4 142 Yekün
Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye de görev yapan hizmetliler de özellikle
belirtilmiştir: Ser hademe Hasan Ağa, Kapıcı Mustafa Ağa, Hademe de Hüseyin
Ağa, Abdullah Ağa, Öner Ağa ve Bogos.
Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye’de okutulan dersler: Türkçe, İbare Kıraatı,
İmla Tahriri, İlmihal, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Sarf-ı Arabi, Gevher-i Sencide, Hesab-ı
Mükemmel, Fransızca, Resim, Nahv-ı Arabi, Gülistan, Muhtasar ve Mükemmel
Coğrafya, Kava’id-i Osmaniye, Usul-i Defteri, Mantık ve Tatbikat-ı Arabiye, Tarih-i
İslam, Hendese. Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’de görev alanlar: Muallim-i Evvel
Mahmud Hamdi Efendi, Muallim-i Sani Ali Şevki Efendi, Muallim-i Salis Ali İlmi
Efendi, Hüsn-i Hatt Muallim-i yaver Efendi, Bevvab Hacı Abdullah Ağa.
Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’nin Öğretim süresi dört yıldır. Öğrenci sayısı ilk
üç sınıftaki mevcut, Birinci sınıftan 9,11,21 olmak üzere 56’dır.
Mekteb-i İbtidaiye’de görevliler, Muallim Abdullah Lütfi Efendi, Hüsn-i
Hatt Muallimi Fahrisi Hüseyin Efendi, Mubassır Mehmed Efendi ve Bevvab Reşid
Ağa’dır.
135 öğrencinin sınıflara göre dağılımı birinci sınıftan itibaren 101, 16, 18’dir.
Maden Sancağı Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’de Muallim-i Evvel Ahmet
Efendi, Muallim-i Sani Mustafa Efendi, Rik’a Yazısı Muallim-i Efendi görevli
olarak bulunmuştur.
Eğil Nahiyesi Mekteb-i Rüşdiye-i Muallim-i Sanisi Ali Efendi’dir. Çüngüş
Nahiyesi Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye Muallimi de Mustafa Efendi’dir.
Palu kazası Mekteb-i Rüştiye-i Mülkiyede Muallim-i Sani Hüseyin Efendi ve
Rik’a yazı Muallimi Mehmet Efendi görev almıştır.
Dipnotlar:
(1) Salnamelerde esas aldığımız DBB çevrisidir. 9. Salnamenin bu bölümde
çevriden ya da basımdan kaynaklanan bir eksiklik görülmektedir. (İkinci Cilt sh.73)
(2) 10. Salnamede basımdan kaynaklanan eksiklik görülmektedir.
485
CUMHURİYETE GEÇİŞ YILLARINDAN
BUGÜNE DİYARBAKIR KÜTÜPHANELERİ
Mehmet Ali ABAKAY*
“Ali Emirî Efendi’ye”
Giriş: Bu makalemizde Dünyanın en büyük kütüphanelerinden birine sahip
olmuş ve bu zenginliği koruyamamış Diyarbakır’da kütüphaneciliğin dününü ve bu
gününü bilgiler ve belgeler ışığında ele alıyoruz. 2000’li yılların başında yaptığımız
bu araştırma, son yılların istatistik bilgilerini kapsamamaktadır. Araştırmamızın
ikinci bölümünde günümüz kütüphaneciliğine değineceğiz. Birkaç hafta yoğun
olan gündemimiz eğitim konuludur. Belki, okurumuz, bu tarz bilgilere ilk kez
ulaşmaktadır. İlgi çekmesini umduğumuz bu tarz yazılarımızın akademisyenlere
kolaylık sağlayacağını umuyoruz.
Mısır İskenderiye’de, Endülüs Gırnata’da zengin kütüphaneler tarih
kitaplarında yerini almıştır. Diyarbakır’da da İslam döneminde “Eğil”,
“Meyyafarıkın” ve “Amida” kütüphanesinin zengin olduğunu günümüze kadar
ulaşan eserlerden anlıyoruz.
Diyarbakır’ın kütüphanelerinin zenginliğini ibnü’l-Ezrak Tarih-i Meyyafarıkin
ve Amid’de belirtir. Nisanoğullarının egemen olduğu 1143-1183 yılları arasında
Diyarbakır’daki kütüphane, dünyanın sayılı kütüphaneleri arasındadır.
Nisanoğulları’nın egemenliğine son veren Selahaddin-i Eyyubi, şehrin
tesliminde ganimet olarak 1.040.000 cilt eseri içeren kütüphaneyi Danışmanı alKazi’l-Fazıl’a vermiştir. Danışman al-Kazi’l- -Fazıl, kütüphaneden yetmiş deve
yükü kitabı, Mısır’daki kütüphanesine götürmüştür (1).
Nisanoğlu Bahaüddin Mes’ud, Diyarbakır’ı terk ederken ‘’Bunlar arasında
altın ve gümüş kablar, altınlı dokumalar, mücevherat ve madeni elbiseler vardı.
Verilen mühlet zarfında malların pek azını taşıyabildi.’’diyen İmad al-Din al-Katip alİsfahani, Nureddin Bin Kara Aslanın isteği üzerine El-Bark uş-Şami’de Selahaddin-i
Eyyubi’nin Amid’e gidişlerini şu şekilde belirtir:’’Biz Hazrem’de iken Amid’in fethi
ve temliki hususunda halifeden menşur geldi. Menşurun gelmesi üzerine kararımız
katileşti. Lakin, bilindiği gibi, bu şehri fethedip Nureddin Bin Kara Aslan’a teslime
söz vermiştik. Sultan ona verdiği bu sözü yerine getirmeye karar verdi. Zaten Amid
halkı da bizi tutuyor ve şehrin bizim tarafımızdan fethedilmesini bekliyor, kendilerini
İbn Nisan’ın boyunduruğundan kurtarmamızı istiyordu. Hududu korumaları için
büyük kumandalarımızdan bazılarını Şam’ a gönderdikten sonra, kurban bayramı
günlerinde Amid’ e hareket ettik‘’ (2).
Amid’ in alınışında Nisanoğlu Bahaüddün Mesud ile Al Kazi’ l Fazıl arasındaki
anlaşma, şehrin daha fazla harap olmasını önlemiştir. 1 Muharrem 579 ( Miladi 26
Nisan 1183 ) tarihinde şehrin alınışı ile 1.040.000 kitabı içine alan kütüphane, al
Kazi’l – Fazil’ a verilmiştir.
*Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected]
486
Ali Emiri Efendi’ nin Amid-i Sevda’ da yer verdiği “1.040.000 ciltlik
kütüphanenin varlığı” ifadesi bazı araştırmacılar tarafından 140.000 olarak
algılanmıştır.
Şevket Beysanoğlu ‘’ XII. Yüzyılda şehrimizde bir milyon kırk bin ciltlik
muazzam bir kütüphanenin bulunduğu bazı kaynaklarda belirtilmekte, Selahadin-i
Eyyubi tarafından 1183 tarihinde zapt edildiği sırada bu kütüphaneden yalnız Kadı
Fadıl’ın hissesine 140.000 kitap düştüğü yazılmaktadır. Bu rakamları mübalağlı
kabul etsek bile, o çağın en zengin kütüphanelerinden birinin şehrimizde olduğunu
kesinlikle söyleyebiliriz.’’ şeklinde görüş belirtir (3).
Ali Emiri Efendi’nin Amid-i Sevda’ da verdiği bu sayı, yaptığımız araştırmada
mübalağlı bir sayı olarak görülmemektedir (4).
Ali Emiri Efendinin kitaba olan düşkünlüğü kendisini evlenmekten alıkoymuş,
bu merak zaman içinde millet kütüphanesini oluşturmada en büyük amil olmuştur (5).
1.040.000 kitabın alan olarak bulunduğu mekan Ulu Cami, Mesudiye ve Sincariye
medresesidir. Ulu Cami’ de halen doğu bölümünün ikinci kısmı kütüphane olarak
kullanılmaktadır (6).
Şehrin alınışıyla yetmiş deve yükü kitabın pay olarak al-Kazi’l- Fazil’ a
verilmesi, Ali Emiri Efendinin 1.040.000 kitabın varlığının büyük işaretidir. Eyaletin
sınırlarının oldukça geniş olması, şehri bir kültür- sanat- edebiyat merkezi yapmıştır.
Osmanlı döneminde her medresenin aynı zamanda bir kütüphane olduğu göz
önünde bulundurulursa, Diyarbakır’ daki kütüphane sayısı medrese sayısıyla orantılı
olacaktır.
Evliya Çelebi Seyahat-name’ de Diyarbakır camilerini belirttikten sonra
medreselere yer verir: “Medreselerin ön bahsinde ‘’yukarıda yazdığımız camilerin
her birinin birer müderrisi, ikişer de medreseleri vardır.’’ der. İki medresesi bulunan
camiler olarak ‘’Cami-i Kebir– Mercaniye Medresesi‘’, ‘’İpariye Medresesi‘’,
‘’Hüsrevi Medresesi‘’, ‘’Sarolizade Medresesi’’, ‘’Şeyh Rumi Medresesi‘’ , ele
alınmıştır (7).
Evliya Çelebi’nin Ulu Camide gösterdiği Mercaniye Medresesi, Ulu Cami
batısına düşen Sincariye Medresesidir. Bu medrese hakkında ‘’ Bilginler arasında
payesi vardır. Müderrisi orada molla olur. Müderrisi ve öğrencileri vardır. Vakıfları
kuvvetlidir.’’ ifadesinde bulunur.
Şevket Beysanoğlu ‘’1886 ( H. 1302 ) tarihli Diyarbakır salnamesi (yıllığı)
şehrimizde 7 kütüphane olduğunu yazar. 1901 (h. 1317) tarihli salnamede bu adedin
üçe indiğini görüyoruz: Rağıbiye kütüphanesi, Sarı Abdurrahman Paşa kütüphanesi,
Camidi kütüphanesi” şeklinde bilgi verir (8).
14. defa yayımlanan H.1312 Tarihli Salnamede “Dahil-i vilayette mevcut
umumi kütüphaneler” başlığı altında Diyarbakır’da dört kütüphane, mevcut
kitaplarla yer almaktadır.
Bu kütüphaneler hakkında verilen bilgiler:
Müessisi ve Kütüphanenin Bulunduğu mahal: Trabzon Vali-i Esbakı
Sarı Abdurrahman Paşa merhum– Diyarbekir’de Kain Cami-i Kebirin cihet-i
şarkiyesindeki daire-i mahsusa.
487
Tarih-i Tesis (Kuruluş Tarihi): 1178 (Miladi)
Kütüb-i Mevcude (Mevcut Kitaplar)
Na matbu (El yazması): 507 , Matbu: 57 Yekun (Toplam): 564
Müessisi ve kütüphanenin bulunduğu mahal: El-Merhum Ömer efendi elAmidieş-şehir bi-camidi– cami-i şerif-i mezkurun cihet-i şekiyesindeki daire-i
mahsusa.
Tarih-i tesis: 1200
Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 matbu 206 yekun 1248
Müessisi ve kütüphanenin Bulunduğu Mahal: R-I Hac Ragıb Bey Merhum
Müessis-i kütüphanenin bina-kerdesi olan Ragibiye Medresesi dahilinde
Tarih-i Tesis: 1249
Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 Matbu: 9 Yekün 344
“Resmi Diyarbekir Mekteb-i idadi-i Mülkisi dahilinde meçhul” olarak yer
alan kütüphanenin kuruluşu tarihi “1311”, mevcud basılı kitap sayısı “167 “olarak
yer almıştır.
Ayrıca “Mardin’de kain cami-i Kebir dahilinde’’ gösterilen kütüphanede de 39
elyazması kitap olduğu, kurucusunun da bilinmediği bu kütüphanenin tarih-i tesis
hanesinde “Na-malum’’ ibaresi yer almıştır.
18. Defa yayımlanan Hicri 1319 (miladi 1901-1902) Tarihli salnamede yine
aynı kütüphane isimleri yer almaktadır.
İbnü’l Ezrak, Tarih-i Meyafarikin ve Amid’de Mervan Hükümdarı
Nasıruddevle Ahmed’e sığınan Ebu’l Kasım Hüseyin bin Ali el-Mağribin’nin Katibi
Şeyh ebu Nasr el-Menazi’nin elçi sıfatıyla birçok kez gittiği Konstantineye’den
dönüşte getirdiği kitapları Meyyafarikin ve Amid’de birer camiye vakf ettiğini
belirtir. Kitaplar o dönem ‘’Menazi Kitapları’’ olarak bilinmektedir (9).
İbnü’l Ezrak’ın belirtiği Menazî Kitapları, muhakkak felsefi ve tıbbi kitaplar
olmalıdır.
Ali Emiri Efendi, Kütüphanesi ve Çıkardığı Mecmua’’ başlığını taşıyan
Dr. Müjgan Cumhur’un 21 mart 1988’de Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi
Konferans salonunda yaptığı konuşma’da önemli hususlar yer almaktadır. Dr.
Müjgan Cumhur’un bu konuşmasından bölümleri Ali Emiri Efendi Kütüphanesi,
daha doğrusu kurucusunun ısrar edip koyduğu adıyla Millet Kütüphanesi yalnız
Diyarbakır kültür tarihi için değil,bütün memleketin kültürel geçmişi bakımından
önemlidir, değerlidir; Türk kütüphane tarihinde kendine has yeri vardır.
Önce bu değerli kültür kuruluşunun meydana gelişinde ilk amil olan Ali Emiri
Efendi’nin, bu kitap merakı üzerinde duralım:
Ali Emiri Efendi, bu kitap merakını sonradan Tarih ve Edebiyat adını verdiği
mecmuasında şöyle anlatır:
“Bende kitap merakı dokuz yaşında hasıl olmuştur. Bu gün tam altmış senedir
ne gecem, ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kamilan bu merak arkasında koşmuştur.
488
Şöyle ki: Diyarbekir’de bundan beş altı yüz sene evvel tamam 1,040,000 cildi havi
bir kütüphane bulunduğunu pederim ve akrabalarım bana hikaye ederlerdi. Çocukluk
buya; böyle milyonluk bir kütüphane meydana getiremezsem bile karınca kaderince
hiç olmazsa on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane meydana getirebilirim ya, diyerek
dokuz yaşından şimdiye kadar tam altmış sene oluyor elime ne kadar para geçerse
kamilen kitap almaya hasr a tahsis etmeyi Cenab-ı hak ile ahd u misak eyledim. İşte
o tarihten beri kitap almaya başladım (...)”
Tarih ve Edebiyat dergisinin ikinci sayısında (s. 23-27) yer alan “Diyarbekir
‘Amid’ Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir
Kütüphane” adlı yazısında Millet Kütüphanesinin kuruluş sebebi açıkça anlaşılır.
Tarih ve Edebiyat Dergisi’nin ikinci sayısında “İşte benim ta zamanı sabavetim
den beri memleketimi kitap uğruna sarf ettiren şu (1,040,000) cildi havi kütüphanenin
mümkün mertebe ihyası iştiyakıdır.” ifadesine yine yer verir.
Ali Emiri Efendi’nin Millet Kütüphanesinde oluşturacağı kitaplar iki
bölümdür: İlk yüz bin kitap Doğu ikinci yüz bin kitap batı kaynaklı eserler.
Ali Emiri Efendi, Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nın 31 teşrin-i evvel 1338
(1922) tarihli üçüncü sayısında “Millet Kütüphanesi Ne suretle Teşekkül Etti”
başlıklı makalesinde kütüphane ile ilgili çalışmalarını ayrıntılı şekilde açıklar.
Dr. Müjgan Cunbur “Ali Emiri Efendi Kütüphanesi çok nadir yazmaları
ile Türk kültür tarihi için gerçekten değerli ve pek önemli bir birikim, bir
hazinedir.”tanımlamasında bulunur (10).
Dr. Müjgan Cunbur, Ali Emiri Efendi’ye bazı kişilerin ısrarla kütüphaneye
kendi ismini ya da “ Amid Kütüphanesi “adını vermesi tekliflerini karşılıksız
bıraktığını, bunun sebebinin de 1871 Münif Paşa’nın yazdığı layiha’da ve bu
lahiya’ya eklemlerde bulunan Ali Paşa’nın “Asrın ihtiyaçlarına cevap verecek
kitapların yer alacağı bir Millet Kütüphanesi’nin İnşa’ı “fikrine dayandığını
belirterek “Direnmenin altında yatan sebep, vaktiyle ‘Millet Kütüphanesi’ni bizzat
gerçekleştirmiş olmak çoğu zaman imkansızlıklar içinde yıllarca topladığı kitapları
millete mal etmektir.” biçimde kütüphanenin isim kaynağına açıklık getirir.
Ali Emiri Efendi Kütüphanesi’nde Meşa’irü’ş Şuara Kitabu Cerahiyeti’lHaniye, Divanü Lügati’t Türk, gibi bir çok kıymetli yazma vardır. Osmanlı
padişahlarına ve şehzadelerine ait divanlarla birlikte Ebu’l-İzz İbn-i İsmail
İbn’ir-Rüzaz’ın “ Kitab-ül-cami-i beyn-el ilm-ivel-amel En-nafi-i fi sınaat-ilhiyel” ismli mihanik kitabı da yer almaktadır (11).
Diyarbakır’a egemen olan Selahaddin-i Eyyübi’yi konu alan makalede
İbrahim Artuk, “Amid şehrinde, dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmıyacak
derecede çok harp mühimatı, eşya ve bu arada pek kıymetli yazma kitaplarla
dolu bir kütüphane buldular. Sultan, bu değerli kitapları, veziri olan Kadi
Abdurrahman Fazıl’a bağışladı. O da bu Kütüphane’den istediğini aldı.”
açıklamasında bulunur (12).
İbrahim Artuk, Arap coğrafyacısı İbn-Havkal’a zeyl yazmış bulunan anonim
bir müelif Amid’in 44 yıl önceki haliyle Artuklulara geçişini anlattığı bölüme
489
yer vererek, makale devamında Diyarbakır’ı konu alan “Amida” ile “Voyage
Archeologique Dans la Turquie Oriental” kitabının eleştirisinde Nisanoğullarına
ait bölümünü tenkit eder.
Ebu’l-İzz’in eserinin üç adet nüshasını bildiren Konyalı, Ali Emiri Efendinin
Kütüphanesi’ndeki örneğin farkına varmamıştır. Bu eser üzerinde durmamızın bir
sebebi de yazılış yerinin Diyarbakır oluşudur. Dünyada su ile çalışan ilk robotların
mucidi Ebu’l – İzz , Selahadin-i Eyyubî’nin şehri kendisine verdiği Artuklu Melik
Nureddin Mahmud’un sarayında bu çalışmaları yapmıştır.
Ebu’l- İzz, Topkapı Kütüphanesindeki nüshanın ellinci sayfasında bu eserinin
yazılış sebebini şu cümlelerle açıklar:
“ Ben bu kitabı Artukoğullarından Diyarbekir hükümdarı Ebu’l-feth Mahmut
İbn-i Mehmet İbn-i Karaaslan adına yazdım. ben bu değerli hükümdarın babasına
ve kardeşine 570 hicret yıından beri tam yirmi beş sene hizmet etmiştim. Bir
gün yaptığım makinelerden birini göstermiştim. O, bu işimi büyük bir alakayla
tetkik etti ve Dünyada eşi bulunmayan bir şey yaptın, emeğim boşa gitmeyecektir.
Bana bütün yaptıklarını gösteren ve içine alan bir kitap yaz!.. dedi... Ben de bütün
enerjimi toplayarak gücüm yettiği kadar çalıştım, bu kitabı yaparak kendisine
sundum. Kitabımı bir mukaddime 50 şekil ve 6 nev’î üzerinde hazırladım.’’
Konyalı’nın tercümesiyle verdiğimiz bu açıklama adı geçen makalesinden
aynen alınmıştır. Kitabın altı nev’i olarak adlandırılan bölümlerini Konyalı şu
şekilde özetlemektedir: ‘’Ebu’l-İzz , altı nev’in birincisinde ‘’pingan’’ denilen
su saatlerinden, ikincisinde şarap meclislerinde kullanılan otomatik kablardan,
insan ve hayvan şekillerindeki makinelerden, üçüncüsünde İbrikdarlık rolünü
oynayan makine hayvan ve insanlardan, dördüncüsünde binbir çeşit daimi
mütekatı’ül- cereyan kesilip akan fiskiyelerden, kendi kendine düdük , saz çalan
makinelerden, beşincisinde kuyu ve ırmaklardan su çıkaran tulumbalardan,
altıncısında da beş şekil halinde muhttelif saray hizmeti gören makinelerden,
şifreli kilitlerden ve oymacılıktan bahsetmektedir”.
Yine Konyalı, Ebu’l-İzz’in kitabının 70. sayfasında yaptığı bir açıklamayı
verir: “Bir gün hükümdar Ebu’l-feth beni imtihan etti. Bana‘’ zincirsiz, topsuz,
fındıksız (yuvarlaksız) bir makine yap ki ben hem seferde hem hazerde
kullanabileyim. Aynı zamanda da şekil itibariyle göz ve gönül alıcı olsun dedi.
Ben de yaptım; çok beğendi’’.
Diyarbakır’daki Artuklu sarayında bulunan bu kitapla kopyalarının zaman
içinde İstanbul’a ulaşımı hangi yıllarda olmuştur, bilinmez fakat birinci dünya
savaşı esnasında Diyarbakır’daki kütüphanelerden oldukça kitap alınmıştır.
18 Ağustos 1914’te meydana gelen büyük yangında 1200 dükkan ve birçok
han tamamıyla yanmıştı. Ali Emiri Efendi, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi’nde
“Cihan Harbıyla beraber büyük bir kıtlık ve pahalılık başladı. Bu yangın daha sona
Muş, Van, Bitlis işgal bölgelerinden göç eden aç ve perişan halkın şehre dolması,
bu açlık ve sefaleti arttırdı. Ayrıca harp sebebiyle Diyarbakır ikinci ordu merkezi
oldu. Bütün camiler zorunlu olarak askerlerce işgal edildi. Başta Nebi Camii olmak
490
üzere, camilerdeki çeşitli İran halıları ayaklar altında ezildi. Bir kısmı çalındı veya
götürüldü. Cami mihrab ve duvarlarını süsleyen renkli ve çok eskiden kalma
çinilerin çoğu tahrip edildi’’demektedir (13).
Mustafa Akif Tütenk, o dönemin pahalılığını şu şekilde açıklar: ‘’1 mart
sene 336 (1920), 335 (199) senesi kışının soğuk aylarında kesretile kar yağmış
idi. Esasen et ve yağ gibi mevad, hemen her seneye nisbetle pek pahalı idi. Yağın
kıyyesi otuza (3/10 altında) et’in de yirmi guruş-i madeniye alınması mümkün idi.
Kanunîsani (ocak ayı) evvelahirinde bir metreden ziyade sath-i arzı kaplayan (ve
Dicle ırmağını donduran) berf (kar) dolayısıyla amed ü şüd (geliş gidiş) munkati
olmuş; bir kıyye et ile yağ kırk ve seksan guruşu bulmuştur’’ (14).
Şiddetli geçen kışta ‘’balığın kıyyesini yirmi guruşa sattılar’’ diyen Tütenk,
29 Mart 336 (1920) tarihli notunda halkın geçim sıkıntısını ve çektiği yokluğu
ayrıntılarıyla anlatır. 1916’daki tifüs ve kolera salgını ile şehir nüfusunun yarısının
azaldığı, o dönemde açlıktan ne yapacağını bilmeyen halkın, perişan olduğunu
halen de çok yemek yiyene “ Kıtlıktan mı geldin? ’’ sözünün söylendiği Diyarbakır
da zamanın şartlarına göre kütüphanelerin nasıl koruna bileceği hakkında bir
kanaat sahibi olabilmek mümkündür.
Özellikle devlete ait evrakın saklandığı iç kaledeki burçlarda ve adliye
binalarında meydana gelen karışıklıklar; kütüphaneleri de etkilemiştir.
Konu hakkında daha önce yayımlana bir araştırmamızda yer verdiğimiz
tespitler: “Birinci Dünya Savaşı esnasında Diyarbakır’daki kütüphanelerden
oldukça kitap azalması olmuştur. Bu kitapların bir çoğu müsteşrikler tarafından
yurt dışına götürülmüştür. Cezerinin ilk suyla çalışan robotları ele alan çalışmasının
yer aldığı kütüphane, mutlak suretle ulu cami kütüphanesi olmalıdır. Artuklu
sarayında kalan Cezerî dönemine ait kitapların akıbeti bilinmemektedir’’ (15).
Mustafa Akif Tütenk’in ‘’Mahsul-i Leyali-i Hayatım’’ile ‘’Görüş ve
Seziş’’ adını verdiği dört defteri okuyan oğlu Hasan Kadri Tütenk’in babasından
naklettiği husus: ‘’Diyarbakır’da birçok kitap, Birinci Dünya Savaşı döneminde
çalındı. Halk, açlığını kitap satarak gidermeye çalışıyordu. Ama uzun vakit,
Amid çevresinde kalan yabancılar bunu ganimet biliyordu. Babam Hadım-i
Terakki’de muallim ve aynı vakitte mektebin kurucusuydu. O günleri bize hikâye
ederken Saraykapı’da birçok kitabın talanından söz ederdi. Bence Diyarbakırlının
kütüphaneleri hengamede zir u zeber olmuştur’’ (16).
Hasan Kadri Tütenk’in bu açıklamaları kendisiyle yaptığımız görüşmeden
alınmıştır. Aynı görüşmede Mustafa Akif Bey’in kurucusu olduğu Hadım-i
Terakk-i Mekteb-i İptidai’nin bu dönemde kapandığını mektebin kütüphanesinin
bir bölümünün çalındığını belirtmiştir (17).
Cumhuriyet’e geçişle birlikte Diyarbakır kütüphanelerinin sayı olarak
bir’le sınırlı olduğunu görüyoruz. 1. Dünya Savaşı, Diyarbakır’da yaptığı
tahribattan sonra bu kütüphanelerde nasibini almıştır. Ziya Gökalp, Diyarbakır’a
geldiğinde her üç kütüphane de kapalı, binaları harap, kitapları kısmen yağma
edilmiş bir durumda bulunuyordu. Gökalp, hemen teşebbüse geçerek Cevat
491
Paşa’nın yardım ve desteğiyle şehrin kütüphanesini oluşturmaya çalışmıştır.
Şevket Beysanoğlu’ndan düzeltmelerle naklettiğimiz açıklamanın devamı: “Ulu
Camii’n Doğu cephesinin kuzey bölümünde yeni eklemeler ve onarımlarla
hazırlanan kütüphaneye, kitaplar getirilip aydınlardan da bir hayli kitap bağışı
sağlanarak 1922 yılında ’’Milli Kütüphane’’ adıyla hizmete açıldı. Bugünkü İl
Halk Kütüphanesi, bu kütüphanenin bir devamından ibarettir” (18).
Dönemin Diyarbekir Gazetesi koleksiyonunu inceleme imkanı bulamadığımız
için kütüphanelerle ilgili açıklamalar söz konusu olmamakla beraber Diyarbekir
Halk Evi’nin kuruluşu ile Diyarbakır’da kütüphane oluşumu hızlanmıştır.
Bedri Günkut, Diyarbekir Tarihi’nde “ 1747’de vali bulunan Köprülüzade
Abdullah Paşa, Peygamber Camii yanındaki Darül-Kurra’yı 1764’te
Sarı Abdurrahman Paşa zamanında kurulan bu kütüphane bu güne kadar
yaşamaktadır.’’der (19).
Günkut’un belirttiği Darü’l-Kurra hakkında ‘’XIX. Yüzyılın İlk Yarısında
Diyarbakır’’ eserini hazırlayan İbrahim Yılmazçelik, şu bilgiyi vermektedir:
” 1717-1719 tarihleri arasında Diyarbakır’da arasında valilik yapan Abdullah
Paşa tarafından yaptırılan ve Nebi Camiinin yanında bulunan türbenin karşısında
idi. 1721 tarihli Abdullah Paşa vakfiyesinde, Haleb’de kurulan vakfın bir kısım
gelirinin buraya bağlandığı görülmektedir’’ (20).
Yılmazçelik ‘’XIX. Yüzyılda faal olduğunu tesbit ettiğimiz Darü’l-Kurra’nın
tevliyeti 12 Temmuz 1851 tarihinde İsmail Akif Bey üzerine idi.’’diyerek üç kubbeli
ve kurşunlu Darü’l-Kurra’nın 1. Dünya Harbi sırasında yıktırıldığını belirtir (21).
Günkut’un verdiği tarihin yanlış olduğunu görüyoruz. Ayrıca Günkut,’’Bugün
belediye binası yanında ‘Milli Kütüphane’ diye anılan kütüphane işte bu
kütüphanenin adının değişmesinden meydana gelmiştir.’’ diyerek Ziya Gökalp’in
düzenlediği Sarı Abdurrahman Paşa Kütüphanesi hakkında açıklamalarda
bulunur.’’Bu kütüphane tesisi zamanlarında zengin bir halde idi fakat bilahare
ihmallere uğramış olduğundan derununa Milli Kütüphane’nin iptidasına kadar
hemen hiçbir eser girmemiş gibi illerde göreceğimiz gibi memlekette bir çok
müfit umran hayatı uyandıran cephe kumandanı ve vali vekili Cevat Paşa, bu
kütüphanenin de ihyasına son derece çalışmıştır’’ (22).
Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca yayınlanmış kitap, gazete dergiler
içeren Milli Kütüphane hakkında Basri Konyar şu bilgileri verir: ‘’Artukoğulları
zamanında bir milyon dört yüz bin cildi muhtevi muazzam kütüphanenin Ulu
camide bulunduğu bazı eserlerde görülmüştür. Bugün umumi bir kütüphane olup
buradaki kitap adedi 3522’dir. Bunun 295’i yeni, 3227’si de eski yazı ileridir” (23).
İbrahim Tokay’ın çıkardığı Ülke Mecmuası’nın Diyarbakır’ın sayısında
umumi kütüphane, ‘’Genel Kitap Sarayı ‘’başlığı etrafında tanıtılır.:”Ulu Cami
yanında 1932 yılında General Cevat tarafından açılan bu ocak, her an halka
açık bulundurulmaktaydı. İçinde 5000 cilt her nevi asar, gazete ve mecmualarla
şehrin kültürlü kafalarını hiçbir vakit koynundan ayırmıyor, aranılan her şey
492
muntazam fihristler ve düzgün yerleştirilmelerle buranın bakıcıları tarafından
derhal bulunup veriliyor” (24).
Halkevi’nde 1932’de açılan ikinci kitaplık, zamanla halk kütüphanesiyle
birleştirilerek ‘’Halkevi Kütüphanesi’’ismini almıştır. 1938’den 1951’e kadar
faaliyet gösteren Diyarbakır Halkevi Kütüphanesi, Halkevleri’nin kapatılarak
lağvedilmesiyle 31 Aralık 1954 tarihine kadar kapalı kalan kütüphaneden yazma
eselerin çoğu çalındı, satıldı (25).
Araştırmacı yazar Abdussettar Hayati Avşar’ın, Şevket Beysanoğlu’nun,
Şair İhsan Fikret Biçici’nin kütüphaneleri günümüz özel kütüphanelerini oluşturur.
Diyarbakır’da birçok özel kütüphane, sahiplerinin vefatıyla birlikte ya satılmış ya
da miras olarak bölüştürüldüğünden zaman içinde ortadan kaldırılmıştır.
Şevket Beysanoğlu, kütüphanesinin bir bölümünü Dicle Üniversitesi
Kütüphanesi’ne bağışlamıştır. İhsan Fikret Biçici ise kütüphanesinin
önemli kısmını Büyükşehir Belediyesi’nce satın alınmak istenmiş ise de bu
gerçekleşmemiştir (26). Abdüsettar Hayati Avşar’ın Kütüphanesi’nin bir bölümü,
İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır (27). Ayrıca Abdüsettar Hayati Avşar’la
yaptığımız mülakatın yer aldığı ilk çalışmamızda kütüphanesindeki kitap sayısı
17000 olarak yer almaktadır (28).
Bugün Diyarbakır’da Halk Kütüphanesi Ofis semtinde yer almaktadır. Esas
kütüphane binası “Suriçi Halk Kütüphanesi”olarak kullanılmaktaydı.
Günümüz diğer kütüphaneleri arasında D.Ü Eğitim Fakültesi ile Ziya Gökalp
Lisesinin Fakültesi, Büyükşehir Belediyesi Mehmet Uzun Kütüphanesi kayda
değer kütüphanelerdir. Bunun beraberinde Hukuk, İlahiyat, Mimarlık Fakültesi
Kütüphaneleri de zamanla gelişmiştir. Ziya Gökalp İhtisas Kütüphanesi de yazma
ve Osmanlıca matbu eserler açısından önemli kütüphanelerden biridir.
Dicle Üniversitesi Kütüphanesi 1985 yılında Tıp Fakültesi içinde kütüphane
olarak kullanılmak üzere tahsis edilen bölümde ‘’Merkez Kütüphane’’olarak
hizmet vermeye başlamıştı (29). Dört kattan oluşan 500 m genişliğindeki
kütüphane, geçmiş yıllara ait süreli yayın-kitap-nadide eser bölümüyle alt, zemin
katta okuma salonu üst katta ise son iki yıla ait süreli yayın danışma kaynakları, tez,
ek hizmetler ile üniversitenin Tıp ve Diş Hekimliği Fakültesi öğretim görevlileri
ile öğrencilerine ait kaynak eserleri kapsamaktadır. Kütüphanede 72000’i aşkın
kitap 6000 ciltli süreli yayın, 1350 tez, 3 çeşit CD veri tabanı ve Hukuk Fakültesi
için mevzuat disketleri bulunmakta olup 1999 yılından beri internet bağlantısı
ile TUBİTAK Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezine ulaşılabilmektedir.
Otomasyona geçilme aşamasında olan kütüphaneye Türkçe ve Yabancı Dil süreli
yayın düzenli olarak ulaştırılmaktadır.
493
İl Halk Kütüphanesi Kitap-Okur sayısı (1923-1972)
Yıllar
Kitap Sayısı
Okuyucu Sayısı
1923-1927
8.562
3.013
1927-1935
9.146
10.898
1935-1940
10.261
16.179
1940-1945
10.998
19.874
1945-1950
12.642
21.354
1950-1955
13.882
21.625
1955-1960
14.553
28.162
1960-1965
17.375
31.271
1965-1970
20.548
60.378
1970-1972
22.297
34.978
1954 yılında kurulan çocuk kütüphanesinin 1950-1972 kitap ve okur sayısı:
Yıllar
Kitap Sayısı
Okuyucu Sayısı
1955
1.315
1780
1955-1960
1.788
2989
1960-1965
2.256
5300
1965-1970
2.774
9121
1970-1972
2.986
7628
1987-1999 yılları arasında Diyarbakır İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğünden
alınan Merkez kütüphane ile Şubelerdeki kitap-okuyucu Sayısı:
Yıl
Kitap Sayısı
Okuyucu Sayısı
1987
33.852
137.794
1988
35.197
127.222
1989
36.819
114.394
1990
37.789
126.500
1991
41.329
130.324
1992
42.709
110.893
1993
45.377
91.401
1994
46.689
98.878
1995
48.369
97.011
1996
49.486
80.914
1997
51.565
100.997
1998
?
?
1999
?
?
2000
110.000
110.000
Üye sayısı: 5000’e yakın
494
İl Halk Kütüphanesi’nin Bölge Cilt Atölyesi faaliyette değildir. Zemin kat
çocuk okuma salonu-kitaplığı-konferans salonu, ödünç kitap verme servisi, birinci
katta süreli yayınlar, Gazete-Dergi okuma salonu bulunmaktadır.
Dipnotlar:
(1) İbnü’l-Ezrak Tarih-i Meyyafarıkın ve Amid
(2) Şeşen, Dr. Ramazan imad al-din al Katib al-isfahani’nin eserlerindeki
Anadolu tarihiyle ilgili bahisler. Selçuklu Araştırmaları Dergisi S. IIIsh. 293 vd.
(3) Baysanoğlu Şevket Diyarbakır ilYıllığı 1973 Kültür bölümü sh..391.
(4) Diyarbakır’ı tarihi, kültürel, edebi olarak yorumlayan, konu hakkında
araştırmaları bulunan Abdusettar Hayati Avşar, Ali Emiri Efendi’nin 10.40.000
ciltlik kitaphane iddiası hakkında açıklamayı yaptı.
(5) Abdusettar Hayati Avşar ile yaptığımız görüşme de bu konu hakkında
edindiğimiz bilgi ‘’Abdurrahman Şehabeddin Ebu Şame’nin bir kitabı vardır; KitabürRevdeteyn Fi Anbarü’d-Devleteyn. Bu eserde Selahaddin-i Eyyubi Ümmadü’d-din-i
isfahani, Tarihi Kebir sahibi Ebu Rey ve kadısı Ebu Fadıl’dan bahsedilir. Cami-i
Kebir’in medrese yanından Zinciriyye Medresesi’ne giden kemerlerde kütüphane
olduğu belirtilmiştir. Oradaki ifade aynen şöyledir: Fiha fi hazainu küttüb elfe elfe
ve erbaune elf küttüp (kitap hazinesinde 1040000 cilt kitap vardır.
Kitap sayısı yazıyla yazıldığı için bir sıfır yanlışlıkla yazılmıştır. 140.000 kitap
bulunduğunu iddia edenler yanılıyorlar. Kur’an-ı Kerim’de bir sonraki sayfanın ilk
kelimesi ondan evvelki sayfanın altına yazılır. Nokta (sıfır) fazla konmuş diyenlerin
hafsalaları bunu almıyor. Fatih Sultan Mehmet der ki ‘’Benim yaptığım şeyleri
tahayyül bile edemezler ‘’ Bunların yaptıkları da böyle. Onlar tahayyül edemezler.”
(Görüşme tarihi: 13. 01.2000).
(6 ) Suriçi Halk Kütüphanesi.
(7) Evliya Çelebi- Seyahatname Diyarbakır Bölümü . 442-443 Üçdal Neşriyat
(8) Beysanoğlu Şevket age . sh.391.
(9) Beysanoğlu, Şevket ‘’ Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi ‘’ cilt 1
sh. 198’den özetlenerek.
(10) Eraslan, Prof. Dr. Kemal Ali Emiri Efendi / Cumbur, Dr. Müjgan ‘’ Ali
Emiri Efendi, Kütüphanesi ve Çıkarttığı Mecmua ’’ Erdem sayı 16 (Bu hususta Sayın
Cumbur’un açıklamaları özetlenerek verilmiştir. M. Ali Abakay).
(11) Ebu’l İzz’in bu eseri hakkında bilgi edinmek için Merhum İbrahim
Hakkı Konyalı’nın Tarih Hazinesi dergisinden alınan ‘’8 asır Evvel Türk Sarayları
Makineleşmişti’’ başlıklı Kara-Amid dergisinde yer alan araştırma inceleme yazısına
bakınız. Sayı :5 Cilt 2 Nisan 1969.
495
(12) Artuk, İbrahim, Amid’in Eyyuplu Selahaddin Tarafından Fethi ve Son
Nisanoğlu’nun Akıbeti Kara-Amid sayı: 1 sh. 252-257.
(13) Ali Emiri Efendi, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyesi, sh.34 vd. (Şevket
Baysanoğlu’ndan naklen. Diyarbakır Tarihi cild: 2 sh.762).
(14) Tütenk, Mustafa Akif, Diyarbekir’in son 60 yıllık (1892 -1952) Vak’aları
I. Kara-Amid sayı: 4 sh.333,
(15) Abakay, Mehmet Ali, Mehmet Şimşek Cumhuriyet öncesi ve sonrası
Diyarbakır’da Eğitim (Cumhuriyete Geçiş Yıllarından Bugüne Diyarbakır
Kütüphaneleri) sh. 81 Diyarbakır 1988.
(16) Abakay-Mehmet Ali a.g.e sh.8. (Kara-Amid’den aktardığımız Mustafa
Akif Tütenk’e ait defterler, Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği’ne verilmiş, daha sonra
geri alınmamıştır. Bkn. Güneydoğu Mesaj Gazetesi 1995).
(17) Görüşme tarihi 27 Mayıs 1994.
(18) Beysanoğlu Şevket Diyarbakır Tarihi cilt 2 sh. 836 (Dizgi hatalarından
dolayı bu açıklamalar aslına sadık kalınarak düzenlenip verilmiştir. M. Ali Abakay).
(19) Günkut Bedri Diyarbakır tarihi sh.125.
(20) Yılmazçelik Yrd. Doç. Dr. İbrahim a.g.e. sh.78.
(21) Yılmazçelik Yrd. Doç. Dr. İbrahim a.g.e. sh. 78.
(22) Günkut Bedri, a.g.e. sh. 125.
(23) Konyar, Basri Diyarbakır yıllığı sh. 176.
(24) Tokay, İbrahim a.g.d. İstanbul 1937.
(25) Beysanoğlu Şevket Diyarbakır İl Yıllığı 1973 sh. 391.
(26) Yeni Yurt Gazetesi 18 Mart 2000.
(27) Konu hakkında cumhuriyet öncesi ve sonrası Diyarbakır’da eğitim
araştırma kitabı beraberinde Abdusettar Hayati Avşar’la yaptığımız mülakat ve
şahsının biyografisini içeren çalışmalara bakılabilir. (Uçurtma Dergisi Ocak- Şubat
2000 sayısı, Diyarbakır Kültür-Sanat Bülteni Mart- Nisan 2000 sayısı).
(28) Abakay M. Ali Diyarbakır Folklorundan Kesitler Celal Güzelses ...
(29) Dicle Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı
verileri internet ulaşımı: http://www.dicle.edu.tr. Dicle Üniversitesi’ndeki kampus
alanında yapılan yenil Kütüphane ve Kongre Merkezi, Ortadoğu’nun sayılı
kütüphane ve kongre merkezidir.
496