İndir - Diyarbakır Kitapları
Transkript
İndir - Diyarbakır Kitapları
DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİH 1 T.C. DİCLE ÜNİVERSİTESİ DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1 Siyasi ve Kültür Tarihi Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat Koordinatör DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1 Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT (Koordinatör) Katkılarından dolayı Müh. Murat TOMAR’ a teşekkür ederiz. T. C. Dicle Üniversitesi Dicle Üniversitesi Rektörlügü SUR / DİYARBAKIR Prf. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT T. C. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi SUR / DİYARBAKIR 1 DİYARBAKIR SOSYOKÜLTÜREL TARİHİ 1 Editörler Prof. Dr. Kenan Haspolat Yrd. Doç. Dr. Nizamettin Hamidi ISBN: 978-975-7635-48-2 KASIM 2013 1. BASKI Grafik & Tasarım Eda Esra ÇELİK ve Seda ÇELİK Kapak Tasarım Edip Çelik Baskı UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME Kadir TÜRKMEN Davutpaşa Cad. Güven Sanaii sitesi B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL Tel: (O212) 565 23 00 Gsm: 0555 616 17 21 Yayınların Bilimsel ve Hukuki sorumluluğu Yazarlara aittir. Kaynak gösterilerek kısa alıntı yapılabilir. Kısmen ya da tamamen çoğaltılamaz. 2 DİYARBAKIR’IN SİYASI VE SOSYAL TARİHİ Bölüm editörü: Yrd. Doç. Dr. M. Sali̇h Erpolat 1. Kisa Si̇yasi̇ Di̇yarbakir Tar Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl ( Sayfa 4 - 14 ) 2. . Osmanlı Hakimiyeti Süresince Diyarbekir Eyaleti’nin Sosyal Durumu Prof. Dr. İbrahim Yılmazçelik ( Sayfa 15 - 39 ) DİYARBAKIR VE DİN TARİHİ Bölüm editörü. Arş Gör. Mehmet Yanmış 1. Dini tarih .Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl ( Sayfa 40 - 62 ) KÜLTÜR VE MUSİKİ TARİHİ Bölüm editörü: Prof. Dr. Kemal Güven 1. Türk Sanat Musikisine Hizmet Eden Diyarbakırlı Bestekarlar, Güftekarlar ve Kullanılan Makamlar İle Eşlik Çalgılar Vedat Gündoğan ( Sayfa 63 -89) 2. Tarihten Günümüze Diyarbakır ve Kırsalında Musiki Aletleri, müziği ve eğlenceleri Prof. Dr. Kenan Haspolat ( Sayfa 90 - 143 ) 3. Diyarbakır’da Kürt müzik ve edebiyatı Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 144 -178 ) 4. Diyarbakır kültür ve sanat dünyasından portreler. M. Ali Abakay (Sayfa 179 -259 ) 5. Diyarbakır’da Söylenen Maniler, Hoyratlar, Ninniler, Halk Deyimleri, Atasözleri, Dualar, Beddualar. Vedat Gündoğan ( Sayfa 260 - 330 ) 6. Diyarbakır’da tarihte memleket sevgisi. Prof. Dr. Kenan Haspolat (Sayfa 331 -403 ) 7-Diyarbakır’da fotoğrafçılık. M. Ali Abakay ( Sayfa 404 - 409 ) EĞİTİM TARİHİ Bölüm editörü: Öğ. Gör. Aysel Yılmaz 1. Diyarbakır Eğitim tarihi. Aygül Doru ( Sayfa 410 - 479 ) 2. Diyarbakır salnamelerinde eğitim-öğretim kurumları Mehmet Ali Abakay ( Sayfa 480 - 485 ) 3. Cumhuriyete Geçiş Yıllarından Bugüne Diyarbakır Kütüphaneleri Mehmet Ali Abakay ( Sayfa 486 - 496 ) 3 DİYARBAKIR ŞEHİR MERKEZİNİN KISA BİR TARİHÇESİ Hayreddin KIZIL* Giriş Mezopotamya’nın en eski şehirlerinden biri olan Diyarbakır, coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Güneydoğu Toros Dağları’nın güneyinde, Yukarı Dicle Havzasında, Dicle Nehri’nin sağ kıyısında denizden 650 m yükseklikte bulunan Diyarbakır, batısındaki sönmüş volkanik Karacadağ’dan akan lavların oluşturduğu kalın bir tabaka üzerine kurulmuştur. Şehrin kurulduğu bölge, kuzeyindeki dağlık yaylalarla güneydeki step düzlük ler arasında yerleşmeye elverişli bir geçiş alanında bulunmaktadır. Diyarbakır, bir yandan Akdeniz ve Basra Körfezi’ne, bir yandan Harput-Sivas-Samsun yoluyla Karadeniz’e, bir yandan da Bitlis ve Van Gölü havzası üzerinden Azerbaycan ve İran’a uzanan ana yolların kavşak noktasında bulunmanın avantajlarını tarih boyunca taşımıştır. Bu durum şehrin çeşitli dönemlerde savunma, ticaret yollarını denetleme, gümrük kapısı, bir uç savunma üssü, hububat stoklama ve dağıtma merkezi ile kervanlar için barınak işlevlerini üstlenmesini sağlamıştır. Özellikle ekonomik ve ticari faaliyetler kentin gelişmesinde ve kültürel değişiminde önemli rol oynamıştır. Askerî üs işlevine sahip olması ise kentin zaman zaman tahrip edilmesine, şu an bazı yerlerin yıkılmasıyla beraber şehrin etrafını saran ve bir kalkan balığına benzetilen surların tarih boyunca sık sık onarılmasına, genişletilmesine ve yeni işlev alanla rının açılmasına neden olmuştur.1 Diyarbakır’ın ilk adı, Asur Kralı Niran’a ait (M.Ö. 1310–1281) bir kılıç kabzasında “Amidi” veya “Amedi” olarak geçer. Aynı ad, M.Ö. 800, 726, 705 yıllarından kalma Asur valilerinin isimlerini bildiren belgelerde de vardır. Bu adın, bölgenin ve şehrin ilk hâkimleri olan Hurrilerden (Subaru) kaldığı kabul edilmektedir.2 IV. asra ait Yunan ve Latin kaynaklarında “Amid”, “Amida”, Süryanice belgelerde “O’mid (beşik), Emit, Amide” şeklinde geçmekte3 olan bu isim *Yrd. Doç. Dr. Hayreddin KIZIL, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi 1. Rıfkı Arslan, “Diyarbakır Kentinin Tarihi Ve Bugünkü Konumu”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999, s.82. İçkale ve Dış Kale olmak üzere ikiye ayrılan Diyarbakır surları, şehrin coğrafi konumu nedeniyle tarihin her döneminde önemini korumuştur. Diyarbakır’ın ilk yerleşim yeri olan ve doğu yönündeki doğal uçurumuyla çok uygun bir savunma ortamına sahip olan İç Kale, Romalılar tarafından Dış Kale yapıldıktan sonra da önemini korumaya devam etmiş, her dönem şehrin yönetim merkezi olmuştur. Tarihin çeşitli dönemlerinde yıkılmış, onarılmış ve genişletilmiş olan bu surların uzunluğu yaklaşık 5 km kadar olup eni doğudan batıya 1400 m, güneyden kuzeye 1040 m civarındadır. Bkz. http://kygm.kulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFFFFB2CB2A D591CE261D9DD78D03148A6E (Tarih:06/10/2010; Saat: 08:59) 2 “Diyarbakır”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bs, Ankara 1966, c.XIII, s.378. 3 Gabriel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3. Yüzyıl, 1.Bs, İstanbul 2000, ss.41–42. 4 Diyarbakır’ın M.S 639 yılında Hz. Ömer döneminde fethedilmesinden sonra Arapça kaynaklarda “Amid” şeklinde kullanılmıştır.4 Hz. Osman döneminde, Müslüman coğrafyacılar tarafından el- Cezire olarak adlandırılan Yukarı Mezopotamya,5 buralara yerleşen Arap kabilelerinin isimlerine göre “Diyar-ı Mudar, Diyar-ı Rabia, Diyar-ı Bekr” olmak üzere üç komutanlık haline getirilmiştir.6 “Diyarbekir” ismi de Rebia Araplarının iki büyük kabilesinden biri olup Dicle kenarlarında yaşayan Bekir b. Vail kabilesinin yayıldığı topraklara verilen Diyâr Bekr veya Diyâr-ı Bekr adına dayanır. Bu bölge için ne zamandan beri kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte VIII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda geçtiği tespit edilen “Diyar-ı Bekr” Osmanlı hâkimiyeti döneminde “Diyarbekir” şeklini alarak “Amid” şehri sancağı, merkez olmak üzere teşkil edilen beylerbeyliğin adı olmuş, XVII. yüzyıldan sonra ise şehir merkezi için kullanılmıştır.7 Şehir, etrafını saran surlarda kullanılan bazalt taşlarının siyah olmasından dolayı “Kara Âmid” veya Arapça “el- Amid el- Sevda” olarak da anılmıştır.8 VIII. yüzyıldan sonra bazı belgelerde “Kara Amid, Kara Hamid”, Dede Korkut’ta “Hamid”, Divan-ı Lugati’t-Türk’te, “Hamir (Emir)” olarak, Timur’un başarılarını öven Zafername’de ise, “Karacakale veya Karakale” olarak geçer.9 XVI. yy sonuna kadar bütün eserlerde ve kitaplarda yalnızca Âmid şeklinde görülen şehrin adı, Osmanlılar döneminde, XVII. yüzyıldan itibaren, merkezi bulunduğu eyaletin adına, yani Diyarbekir’e dönüşmesine rağmen bu dönemde bazen “Âmid” bazen de “Diyarbekir” olarak kayıtlara geçmiştir.10 XX. yy başlarından itibaren “Diyarbekir” ismi şehre de verilerek Amid ismi terk 4 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.378. Yakut el-Hamevi, Amid isminin Rumca (Yunanca) olduğunu söylemekte fakat Arapça anlamları üzerinde de durmaktadır. Bkz. Yakut elHamevi, Mucemu’l-Buldan, Daru’l-Kutubu’l-İlmiyye, 1.Bsk, Beyrut 1990, c.I, s.76. 5 Bkz. Ramazan Şeşen, “Cezire”, DİA, İstanbul 1993, c.VII, s.509. 6 Diyarbekir’e bağlı yerler için bkz. Ahmet Demir, İslam’ın Anadolu’ya Gelişi (Doğu ve Güneydoğu İlleri), Kent Yay, 1. Bsk, İstanbul, Nisan 2004, ss.99–100; Abdurrahman Acar, Amid (Diyarbakır) Şehri’nin Fethi, (Vakidi’ye Göre), Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Diyarbakır 1999, c.I, ss.195–196; Adnan Çevik, XI-XIII. Yüzyıllarda Diyar-ı Bekr Bölgesi Tarihi, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Orta Çağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul 2002, ss.-63–70. 7 Nejat Göyünç, “Diyarbakır”, DİA, İstanbul 1994, c.IX, ss.464–465. “Amid”, bu dönemde Diyar-ı Bekr’in merkezi olmuştur. Ayrıca konu hakkında bkz Mükrimin Halil Yınanç, “Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963, c.III, s.606. Diyar-ı Bekir, Diyar-ı Mudar ile Diyar-ı Rebia ve buralardaki yerleşim yerleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Adnan Çevik, ss.44–170 ve “Diyarbakır”, Türk Ansiklopedisi, c.XIII, ss.385–388. 8 Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999, c.V, s.195. 9 Orhan Cezmi Tuncer, Diyarbakır Kiliseleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yay, Ankara 2002, s.9; Türk Ansiklopedisi, c. XIII, s.378. 10 Yınanç, c.III, s.625. Osmanlı arşivlerindeki belgelerde günümüz Diyarbakır’ından bahsederken; “Nefsi Amid’de…” diye başlanıldığı görülür. Bkz. M. Şefik Korkusuz, Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, Kent Yay, 1.Bsk, İstanbul 2007, s.9. Diyarbakır Salnameleri’nde ise Diyarbakır Merkezden bahsedilirken “Nefs-i Diyarbekir” tabiri kullanılır. 1877 tarihinde yapılan nüfus sayımından bahseden bölümde Diyarbakır Merkez için “Nefs-i Diyarbekir” tabiri kullanılmıştır. Bkz. Diyarbakır Salnameleri, c.III, s.81. 5 edilmişse de tam olarak unutulmamıştır.11 15 Kasım 1937 tarihinde Diyarbakır’a gelen Mustafa Kemal Atatürk’ün “Diyarbakır” ismini kullanması üzerine ertesi gün şehrin adı Diyarbakır’a çevrilmiş, daha sonra 10 Aralık 1937 gün ve 7789 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile bu ad resmileşmiştir.12 1. İlk Çağdan İslam Fethine Kadar Diyarbakır Diyarbakır’ın ne zaman kurulduğu, kentin ilk sahiplerinin kimler olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber şehrin doğusunu sınırlandıran ve Dicle Nehri’nin yatağından yüz metre kadar yükseklikte bulunan Fiskayası isimli sarp kayalığın İçkale kesiminde, bakımsızlıktan ötürü “Viran Tepe” adı verilen yerin ilk yerleşme yeri olduğu sanılmaktadır.13 Sümer ve Akad uygarlıklarından kalma belgelerden, M.Ö. 3500 yıllarında Dicle- Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye Subartu, buralara yerleşmiş kabilelere de Subaru denildiği, anlaşılmaktadır. Diyarbakır’a yerleşen ilk medeni halkın da Subarular’dan kabul edilen Hurriler olduğu kabul edilmektedir.14 Hurriler’in Diyarbakır kent merkezine egemen olmaları hakkındaki bilgilere, HurriHitit ilişkilerini anlatan belgelerde rastlanmaktadır. Hurrilerin, Ari ırktan bir kavim oldukları ve doğudan muhtemelen İran yaylasından gelip yerleştikleri tahmin edilmektedir.15 Daha sonraları Güneybatıda Filistin’e, Güneydoğuda Kerkük’e kadar olan bir bölgeyi hem siyasal hem ekonomik hem de kültürel açıdan etki altına alan16 ve uzun müddet Hurri adı altında yaşayan boylar M.Ö. II. binin ortalarında Hurri ve Mitanni adı altında iki konfederasyona ayrıldılar. İlk zamanlarda Hurri Krallığı daha büyük ve kuvvetli iken sonraları Mitanni Krallığı yavaş yavaş Hurri Krallığı aleyhine genişledi ve M.Ö. XVI. yy sonlarında Hurri Krallığını ortadan kaldırarak Hurrilere ait toprakları ele geçirdi. Böylece Diyarbakır bölgesinin kuzeybatı, batı ve güneybatı bölümü de Mitanni ülkesinin sınırları içinde kaldı.17 Hurri ve Mitannilerden18 sonra Asurlular M.Ö. 1260- M.Ö. 653 tarihleri arasında farklı 11 Diyarbakır Salnameleri, c.V, s.195; Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.378; Şevket Beysanoğlu, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yay, Ankara 2003, c.I, ss.4–5; Yınanç, c.III, s.606; Nejat Göyünç, “Diyarbakır”, DİA, İstanbul 1994, c.IX, ss.464–465; Arslan, s.81. 12 A.Bilal Altunboğa, Diyarbakır Folklorundan Kesitler, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay, İstanbul 1999, s.14. 13 Beysa,noğlu, c.I, s.2; Tuncer, s.7; Arslan, s.81; Yınanç, c.III, s.602. Albert Gabriel’e göre İçkale, Amida’nın en eski yerine ve ilk tahkimatına tekabül etmektedir. Bizans devrinde, şehri kuşatan dış surlar inşa edildikten sonra burası İç Kale görevi görmüştür. Bkz Yınanç, c.III, s.602 14 “Hurriler”, Türk Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bs, Ankara 1971, c.XIX, s.388; T. Yılmaz Öztuna, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Tarihi, Hayat Yay, İstanbul 1963, c.I, s.27; Ayşe Demirtaş, İslam Fethine Kadar Diyarbakır, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ 2007, ss.35–36. 15 Öztuna, c.I, s.27. 16 Arslan, ss.81-82. 17 Beysanoğlu, c.I, ss.56–57; Demirtaş, s.36. 18 Şevket Beysanoğlu, Huri-Mitanni dönemlerinden günümüze aynı adı taşıyan bazı yer adları kaldığını ifade etmiştir. Günümüzde Karacadağ’ın güney tarafına verilen “Mahal Mitanan” veya “Metinan” ismi, yine Çınar ve Hani ilçelerinde Huri, Hurrik, Hur-Hurık adını taşıyan köyler ve Dicle ilçesinde bulunan Mitanan Kalesi (şimdiki Metinan/Sağlam köyü) Mitanniler döneminden kaldığını belirtmiştir. Bu dönemden kaldığı belirtilmiş olan yer isimleri için Bkz Beysanoğlu, c.I, s.60. 6 dönemlerde Diyarbakır’a hâkim oldular. Asurluların zayıf düştükleri dönemlerde Diyarbakır, doğu ve güneydoğu bölgelerinde kurulan Kummuh, Nirbi ve Kirhi gibi yerel prenslikler tarafından yönetilmesine rağmen Asurlular güçlendiklerinde bu yerlerin yönetimini tekrar ele geçirmişlerdir. Asurluların zayıf düştükleri ilk dönem M.Ö. 1190–1116 yılları arasına tekabül eder. M.Ö. 1116 yılında Asurluların başına geçen I. Tiglatpileser, Asurlularla bağı olan ülkeleri yeniden istila etmiş aynı yıl bütün Diyarbakır bölgesi Asurluların eline geçmiştir. I. Tiglatpileser bu zaferlerini anlatan steli Diyarbakır’ın Lice ilçesinde bulunan Bırkleyn mağaralarından birine yaptırmıştır.19 M.Ö. 900–825 yılları arasında Asurluların tekrar gerilemeye başlamasından sonra bir Arami kabilesinden gelen ve Diyarbakır’ı merkez yaparak kurulan ilk devlet, Bit-Zamanî krallığı kurulmuştur. Diyarbakır, bu dönemde krallığın merkezi olarak seçilmesinden dolayı çok gelişmiş, bayındır, zengin bir belde durumuna gelmiş,20 Hurriler’den kalma sur yeniden onarılmış, kent büyüyüp zenginleşmiştir.21 M.Ö. 825’te Asur hükümdarı III. Salmanassar’ın bu krallığa son vermesinden sonra Üçüncü Asur egemenliği başlamış ve M.Ö. 775 yılına kadar, yani Diyarbakır ve çevresinin Urartular tarafından ele geçirilmesine kadar devam etmiştir.22 Van Gölü ve çevresinde M.Ö. 859–612 yılları arasında bir krallık kuran Urartuların,23 Diyarbakır’daki egemenliği M.Ö. 775–736 yılları arasındadır. M.Ö. 775 yıllarında yapılan savaşlar sırasında Diyarbakır, Urartu kralı I.Argistis tarafından Asurluların elinden alınmıştır. Üçüncü kez Diyarbakır’da egemenliklerine son verilmesine rağmen Asurlular, M.Ö. 736 yılında Diyarbakır’ı tekrar ele geçirmişler ve M.Ö. 653 yılına kadar buraya hâkim olmuşlardır.24 Asurlulardan sonra İskitler, M.Ö. 653–625 yılları arasında Diyarbakır ve çevresinde 28 yıl egemenliklerini sürdürmüşler ve Medler tarafından yıkılmışlardır. M.Ö. 625–550 yıllarında hüküm süren Med İmparatorluğu, Persler tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 550 yılında Pers Kralı II. Kuraş, Med İmparatoru Keyaksar’ın ölümünden sonra başa geçen Astiyag’ın zayıf biri olmasından faydalanarak Med İmparatorluğunu yıktı ve toprakları üzerinde büyük bir imparatorluk kurdu. Bu tarihten itibaren Diyarbakır ve çevresi de Pers idaresine girmiş oldu.25 Pers imparatorluğu, İskender tarafından yıkılmadan önce bütün Anadolu’ya hâkim oldu. Boğazlara kadar ilerlemiş olan bu imparatorluğu, İskenderun yakınlarındaki İssos yaylasında M.Ö. 330 yılında Pers kralı III. Darius’la yaptığı bir savaşta yenen İskender, imparatorluğun bütün topraklarınasahip oldu.26 M.Ö. 330 yılında III. Darius’u yenerek Pers İmparatorluğunun bütün topraklarına sahip olan İskender, 33 yaşında iken ölmüştür. İskender’in hâkimiyeti M.Ö. 331’den M.Ö. 323 yılında ölümüne kadar sekiz yıl sürmüştür. İskender’den sonra kurduğu imparatorluk dağılmış, Tuna boylarından İndus nehrine, Aral Gölü’nden Afrika’nın 19 Beysanoğlu, c.I, ss.62. 20 Beysanoğlu, c.I, ss.62–63. 21 Arslan, s.82. 22 Beysanoğlu, c.I, s.64. 23 Öztuna, c.I, s.30. 24 Beysanoğlu, c.I, s.68. 25 Beysanoğlu, c.I, ss.84–85. 26 Öztuna, c.I s.46. 7 büyük sahrasına kadar uzanan imparatorluk, beş kısma ayrılmıştır. Bu dönemde Selevkos adlı komutana İran ve Mezopotamya (Diyarbakır bölgesi dâhil) ile Doğu illerinin (Güney Batı Asya ve Hindistan) idaresi verildi. Selevkoslar, M.Ö. 323–140 yılları arasında Diyarbakır’a egemen oldular.27 M.Ö. 140 yılında Diyarbakır ve çevresini ele geçiren Partlar, M.Ö. 85 yıllarına kadar buralara hâkim oldu. M.Ö. I. yy başlarında Ermenistan Kralı II. Tigran (M.Ö. 95–55), Yukarı Mezopotamya ve Suriye’ye doğru yayıldı ve egemenliğini bugünkü Lübnan’ın güneyine dek genişletti. Büyük Tigran, M.Ö. 85 yıllarında Diyarbakır’ı da ele geçirdi. Ancak Doğu Akdeniz’de güçler dengesinin bozulmasından rahatsız olan Roma İmparatorluğu’nun müdahalesi üzerine, Tigran M.Ö. 69 yılında Roma kuvvetlerine yenildi ve ele geçirdiği toprakları terk etti. Bu savaş sonucunda Diyarbakır, Roma İmparatorluğu’nun idaresine geçti.28 M.Ö. 69 yılından M.S. 395 yılına kadar Diyarbakır’da egemenlik kuran Romalılar, çeşitli tarihlerde şehirde garnizonlar oluşturdular. IV. yy ortalarından itibaren Diyarbakır, Roma Mezopotamyası’nın baş şehri haline getirildi. Bu dönemde Romalılar ile Sasaniler, ardından Bizanslılar ile Sasaniler arasındaki savaşlara tanık olan şehir bu devletlerarasında sık sık el değiştirdi. Romalılar ile Sasaniler arasındaki savaşlardan birine tanık olan Antakyalı Tarihçi Ammianus Marcellinus, M.S. 359’da, Diyarbakır, Sasani Hükümdarı II. Şapur tarafından kuşatıldığı sırada şehirdeydi. 73 günlük kuşatmada yaşananları, “Rerum Gestarum Libri” adlı kitabında kaydeden Marcellinus’a göre şehrin o dönemdeki nüfusu 20000 kadardı. Marcellinus, kitabında kentin surlar yapılmadan önce küçük bir kale olduğunu yazar. Bu kale, Romalılar Dönemi’nde M.S. 349 yılında genişletilmiştir. Şehrin adı bu dönemde “Augusta” olarak değiştirilmişse de bir süre sonra bu isim unutulmuştur.29 Sasani İmparatoru II. Şapur, bu kuşatmada (M.S. 359) Diyarbakır’ı ele geçirmesine rağmen dört yıl sonra yani M.S. 363 yılında şehir tekrar Romalıların eline geçti ve aynı yıl iki imparatorluk arasında bir barış antlaşması yapıldı. Barış antlaşmasına göre Sasanilere kalan yerlerde bulunan Hıristiyanlar, Diyarbakır’a göç edecekti. Antlaşma sonucunda, Sasanilerin eline geçen Nisibis’in (Nusaybin) Hıristiyan halkı da, Diyarbakır’a göç etti. Nusaybin’den gelenler bugünkü Dağ Kapısı ile Mardin Kapısı çizgisinin batısına yerleştirildiler. M.S. 367–375 yılları arasında I. Valentinian ve saltanat ortağı kardeşi Valenti döne minde Nusaybin’den göç eden halkı da içine alacak şekilde şimdiki Dağ Kapı-Urfa Kapı-Mardin kapı arasındaki surlar yapıldı. Şehrin ortasında kalan ve kenti ikiye 27 Beysanoğlu, c.I, ss.88–92. İskender’in ölümünden sonra imparatorluk içerisinde anlaşmazlıklar ve iç kargaşalıklar devam edince Selevkos bütün ülkeleri hâkimiyeti altına aldı. M.Ö. 280 yılında o da hançerlenerek öldürülünce imparatorluk tekrar parçalandı. Fakat Diyarbakır çevresindeki hâkimiyetleri uzun yıllar devam etmiştir. 28 Beysanoğlu, c.I, ss.96–97. 29 Beysanoğlu, c.I, s.110. Albert Gabriel’e göre, Romalılar Döneminde Constantinus tarafından inşa edilen sur, şimdiki surun yalnız Doğu Bölümünü oluşturan, başka bir deyişle Mardin Kapısı’ndan Yeni Kapı’ya ve buradan Dağ Kapısı’na kadar uzanan, kısımdır. Constantinus, coğrafi konumunu ve stratejik önemini göz önüne alarak şehrin etrafını sağlam surlar ve kulelerle çevreleyip genişletti. Bkz. Yınanç, c.III, s.603. 8 bölen Dağ Kapısı ile Mardin Kapısı arasındaki eski batı surları ise yıktırıldı.30 Roma İmparatoru I. Teodosyus 395 yılında ölünce, imparatorluk Batı ve Doğu Roma olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Diyarbakır, 395–639 yılları arasında Doğu Roma’nın hâkimiyetinde kalmıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun Bizans’a dönüşmesi, Ak Hunların bölgeye saldırması, Sasanilerle Bizans’ın uzun yıllar süren savaşları31; Diyarbakır’ın sık sık el değiştirmesine neden olmuştur.32 İslamiyet’in ortaya çıkışından sonra ise Müslümanlarla Bizans İmparatorluğu arasındaki savaşlara sahne olan Diyarbakır, II. Halife Hz. Ömer döneminde (M.S. 634–644), 639 yılında, içinde sahabelerin de bulunduğu bir orduyla beş aylık bir kuşatmadan sonra fethedildi.33 2. Fetihten Osmanlılara Kadar Diyarbakır Fethedilişinden itibaren günümüze kadar hep Müslüman devletlerin idaresinde kalan Diyarbakır, Iyaz b. Ganm34 komutasındaki İslam ordusu tarafından fethedilmiştir. Fetihten sonra bir süre şehirde kalan Iyaz b. Ganm, daha sonra Hz Sa’sa’yı Diyarbakır’a yönetici olarak tayin etmiş, beraberinde 500 kişiden oluşan atlı birlik de bırakarak seferlerine devam etmiştir.35 Diyarbakır, Dört Halife döneminden sonra Emevilerin (661–750) idaresine geçti. Emevi Halifesi Abdülmelik zamanında Haricilerden bir grup el- Cezire’ye gelerek, kendi akide ve inançlarını bu bölge Müslümanlarının çoğunluğunu teşkil eden Bekr ile yeni Müslüman olan Tağlib kabileleri arasında yaymağa başladı.36 Abbasiler devrinde, belli bir güç kazanmış olan Hariciler isyan edince bölge karıştı fakat Halife el-Mütevekkil döneminde Haricilerin isyanı bastırıldı.37 Şehir, 869–899 yılları arasında, Diyarbakır ile Musul arasında 30 Arslan, s.83. 31 Süryani Mar Yeşua, kitabında M.S. 494–507 yılları arasında yaşanan olayları, Bizans ve Sasaniler arasında yaşanan savaşları, Amid’in bu iki imparatorluk arasında el değiştirmesini anlatıyor. Bkz. Mar Yeşua, Urfa ve Diyarbakır’ın Felaket Çağı, Çev: Mualla Yılmaz, Sad. Candan Turhan, Yeryüzü Yay, Basım yeri ve tarihi yok. 32 Arslan, s.85. 33 Muhammed b. Ömer Vakıdî, Tarihu Futuhi’l-Cezire ve’l-Habur ve Diyar-ı Bekr, ve’lIrak, Thk: Abdulaziz Feyyad Harfuş, Dımaşk 1996/1417, ss.182–184; Belazuri, Amid’in, er-Ruha (Urfa) antlaşmasına göre savaşsız olarak fethedildiğini söylemektedir. Bkz. Ahmed b. Yahya b. Cabir b. Davud el-Belazuri, Fütuhu’l- Buldan, Çev. Mustafa Fayda, Kültür Bakanlığı Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Bsk, Ankara 2002, s.252. Belazuri, bu kitabında er-Ruha antlaşmasının maddelerini vermiştir. Bkz. ss.248–249. 34 Iyaz b. Ganm, Hudeybiye Antlaşmasından önce Müslüman olmuş bir sahabedir. Bedir, Uhud, Hendek başta olmak üzere Hz Peygamber’in bütün gazvelerine katılmıştır. Hz. Ebu Bekir tarafından kumandan olarak Irak’a gönderilmiştir. Bizans topraklarına geçiş yolunu ilk defa onun açtığı kabul edilir. Hz. Ömer tarafından Humus ve el-Cezire valiliğine getirilerek bölgenin fethiyle görevlendirilmiştir. Hicri 17–20 (638–641) yılları arasında gerçekleştirdiği seferlerle el-Cezire bölgesinin hemen hemen tamamını İslam topraklarına katmıştır. Hicri 20 yılında (m 641) Humus’ta vefat etmiştir. Bkz. Asri Çubukçu, “İyaz b. Ganm”, DİA, İstanbul 2001, c.XXIII, s.498–499. 35 Said Paşa Vilayetin Tarihçesi, Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul 1999, c.III, s.382; Ahmet Demir, s.118. 36 Yınanç, c.III, s.606. 37 Yınanç, c.III, s.607. 9 yaşayan Şeybanî kabilesinden olan Şeyhoğullarının yönetimine geçti.38 Bu dönemde bütün Diyarbekir bölgesi, gerek el- Cezire emirlerinin birbirleri ile ve gerekse Hariciler ile yaptıkları savaşlara ve çatışmalara sahne oldu.39 Şeyhoğullarından sonra 899–930 yılları arasında şehir tekrar Abbasiler’in yönetimine geçti. Abbasilerden sonra 930– 980 yılları arasında Hamdaniler şehre hâkim oldu. Bizanslılar, bu dönemde birçok defa (936, 942, 950, 966 ve 973 yıllarında) Diyarbakır’ı kuşattılarsa da alamadılar.40 Hamdanilerden sonra Büveyhoğulları (980–984) ve ardından Mervaniler (984– 1085) Diyarbakır’a hâkim oldu. Hamdaniler ve Mervaniler döneminde Diyarbakır devletin merkezi yapıldı. Mervanîler dönemine kadar Diyarbakır’ı ele geçirmek, dolayısıyla El- Cezire veya Kuzey Mezopotamya’yı kontrol etme mücadelesi Abbasî, Emevî ve diğer beylikler arasında geçmiş; zaman zaman Bizans’ın bölgeyi kontrol etme çabaları Diyarbakır üzerinde yoğunlaşmıştır. Fakat Mervanî Devletinin, 948 yılında kenti ele geçirmesiyle yaklaşık yüz yıl sürekli bir barış ve refah dönemi ya şanmıştır. Mervanîler döneminden günümüze kalan yapılar şimdi onarılarak sanat galerisi haline getirilen ve yapım tarihi 1056 olan bir mescit ile Ongözlü Köprü de denilen Dicle Köprüsü’dür. Surlardaki burçlar üzerinde de Mervanilere ait çeşitli kitabeler vardır. Mervanîler döneminde özellikle ilim ve edebiyat alanında gelişen şehir, İslam kentleri arasında önemli bir merkez niteliğini kazandı.Kentte o dönemde zengin bir kitaplıktan söz edilmektedir.41 Mervaniler devrinde 1046 yılında şehri gezen ve şehir hakkında önemli bilgiler veren Nasır-ı Hüsrev, o dönem Diyarbakır’ı hakkında önemli bilgiler vermekte ve Diyarbakır surlarının iç ve dış surlar olmak üzere iki sıra olduğunu kaydetmektedir.42 Diyarbakır, Mervanilerden sonra sırasıyla, Büyük Selçuklu İmparatorluğunun (1085–1093), Suriye Selçuklularının (1093– 1097) ve İnaloğullarının (1097–1142) yönetimine geçti. İnaloğulları döneminde, Hz. Süleyman Camii’si yapılmıştır.43 İnaloğulları’ndan sonra Nisanoğulları (1142–1183 yılları arası) Diyarbakır’a hâkim oldu. 1183 yılında Selahattin 38 Ali Emirî Efendi, Osmanlı Doğu Vilayetleri -Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi-, Hazırlayanlar ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet Halaçoğlu, Babıali Kültür Yay, 1.Bsk, İstanbul 2008, s.73. 39 Yınanç, c.III, s.607. 40 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.384. 41 Arslan, ss.85-86. 42 Nasır-ı Hüsrev, Sefername, Çev. Abdülvehap Terzi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1967, ss.12–13. Ayrıca Bkz. M.Şefik Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay, 1.Bs, İstanbul 2003, s.11; Bu iki sur arasında içi su dolu bir çukur bulunurdu. Bu çukura “Ölüm Çukuru” ismi verilirdi. İlk küçük suru aşan bu çukurun içine düşerdi. Burada da ya boğulmakta veya gizlenecek yer olmadığından yüksek surdan atılan ok veya mızraklarla öldürülmekteydi. Bkz. Korkusuz, Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, s.11. 43 Diyarbakır’ın sahabeler tarafından fethedildiği sırada şehit düşen bazı sahabelerin, İç Kale’de defnedildikleri yerde Diyarbakır’ın ilk camisinin yapıldığı kaydedilir. Bkz. Ali Melek- Abdullah Demir, Dini Değerleri İle Diyarbakır, Diyarbakır İl Müftülüğü Yayınları, Ankara 2009, s.177. Hz Süleyman cami, sahabelerin önemli bir kısmının defnedildiği meşhedi de barındırmaktadır. Bkz. Beysanoğlu, c.I, s.157; Hz Süleyman Cami, 1631–1633 tarihleri arasında Murtaza Paşa tarafından meşhedle beraber esaslı bir şekilde onarılmıştır. Bkz. Beysanoğlu, c.I, s.270. 10 Eyyûbi, Nisanoğulları’ndan Diyarbakır’ı aldı ve Hasankeyf Artuklularına verdi. Diyarbakır’da bu dönemde 1040000 cild kitap ihtiva eden bir kütüphane olduğu, Selahattin Eyyûbi’nin bu kitapları Kadı el-Fadıl’a verdiği, onun da bunlardan 70 deve yükü kadarını seçip Kahire’ye kendi kütüphanesine götürdüğü nakledilir.44 Artuklular Dönemi’nde “Bediüzzaman İsmail İbn Rezzaz Ebu’l- İzz el- Cezeri” isimli bilim adamı, Dünya’nın ilk robotu sayılabilecek makineler yapmıştır. Ebu’l-İzz’in bu makineleri nasıl yaptığını anlatmak için yazdığı “Kitab Fi Ma’rifet el-Hiyel elHendesiyye” (Hünerlik Ürünü Mekanik Aletler Hakkında Bilgi) adlı kitabı günümüze ulaşmıştır.45 Şehir, 1232 yılında tekrar Eyyûbilerin yönetimine geçti. 1 Ekim 1232 tarihinde, Diyarbakır’ı alan Eyyûbilerden el-Melik el-Kamil, şehrin dış surlarını yıktırarak, surların bugünkü şeklini almasını sağlamıştır.46 Moğollar, 1259 yılında şehri Eyyûbiler’den almış böylece Diyarbakır’da Moğol hâkimiyeti başlamıştır. Moğolların istilası sırasında kent yağmaya ve yıkıma maruz kalmıştır. Şehir daha sonraları Hulagu (d.1217-ö.1265) tarafından, Moğolların hâkimiyetine girmiş olan Anadolu Selçuklularına verilmiştir.47 Moğollar, 1303’te Diyarbakır’ı Anadolu Selçuklularının elinden alıp kendi himayelerini kabul eden Mardin Artuklularına verdi. Uzun bir süre toparlanamayan ve istikrarsız bir hayat süren Diyarbakır, 1318 yılında çekirge istilası ve kuraklık, ardından da veba salgınına maruz kaldı. Kent nüfusu önemli kayıplar verdi.48 Mükrimin Halil Yınanç’a göre, XII. yüzyılda birçok İslam âlimi, XIII. yüzyılda İslam dünyasının büyük âlim ve mütefekkirlerinden Seyfüddin el- Amidî ve daha başkalarını yetiştiren Amid şehrinin, XIV. yüzyılda zikre değer bir kimse yetiştirmemiş olması, uğramış olduğu felaketlerin neticesidir. Bu felaketler, birçok insanın ölümüne veya başka yerlere göç etmesine neden olmuş ve şehrin maddi-manevi kıymetini hiçe indirmiştir.49 1394 yılında Amid şehri, bu sefer Timur tarafından alındı ve yine yağma edildi. Şehir, 1401’de Karayülük Osman Bey’e verildi.50 Böylece şehirde Akkoyunlu hâkimiyeti başladı. Diyarbakır, Akkoyunlular zamanında bilim, kültür ve sanat alanında gelişmeler kaydetmiş, geçen asırların kötü izlerini silmeye başlamıştır. Uzun Hasan (1453–1478) ve oğullarından Sultan Yakub (1478–1490) zamanında bilim ve sanat adamları korunmuş, bilim, kültür ve sanatın gelişmesine önem verilmiştir.51 Yüzyıldan fazla süren Akkoyunlu hâkimiyetinden sonra Şah İsmail 1507 yılında Diyarbakır’ı ele geçirdi. Sekiz yıllık 44 Ali Emiri Efendi, s. 77; Beysanoğlu, c.I, s.299. 45 Seyyid Hüseyin Nasr, İslâm ve Bilim İslam Medeniyetinde Pozitif Bilimlerin Tarihi ve Esasları, İnsan Yayınları, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul 2006, ss.145–147; Abdullah Uzun, Cizreli Ebu’l-İzz ve Otomatik Makinaları, Esra Yayınları, İstanbul 1997, ss.27–44. 46 Beysanoğlu, c.I, s.141 ve 353; Yınanç, c.III, s.616. 47 Türk Ansiklopedisi, c.XIII, s.384. 48 Arslan, s.87. 49 Yınanç, c.III, s.619; Ali Emiri Efendi de Moğolların hüküm sürdüğü 1258–1335 yılları arası için benzer şeyler söylemekte Silvanlı tarihçi Şemseddin Zehebi’ye dayanarak o dönemi anlatmaktadır. Bkz. Ali Emiri, ss.79–80. 50 Göyünç, c.IX, s.466. 51 Beysanoğlu, c.II, s.494. 11 Safevi egemenliğinden sonra Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlılar, şehre hâkim oldu. 52 3. Osmanlılar Devrinde Diyarbakır Osmanlılar Dönemine kadar yirmiden fazla medeniyete ev sahipliği yapmış olan Diyarbakır, Osmanlılar döneminde büyük bir gelişme göstermiştir. Akkoyunlular döneminde başlayan ilerleme Osmanlılar döneminde de devam etmiş hatta daha ileriye gitmiştir. Diyarbakır, Osmanlılar yönetiminde uzun bir sükûnet dönemi yaşamıştır. Dört asırdan fazla süren Osmanlı hâkimiyeti zamanında, şehrin istila ve harplerden masun kalması, kaybettiği umran ve irfanı yeniden kazanmasına neden olmuştur. Diyarbakır (Amid), bu dönemde en büyük ve önemli eyaletlerden birinin (Diyarbekir) merkezi ve İran’a sefer eden orduların hareket üssü olmuştur. Osmanlılar tarafından önem verilen ve imar edilen şehir, kültür bakımından da önemli bir merkez ve Doğu Anadolu’nun büyük bir ilim beldesi haline gelmiştir. Şehir bu dönemde kütüphaneler, medreseler ve tekkelerin yanı sıra, müzik ve edebiyat alanında da zengin bir birikime sahip olmuştur. Divan edebiyatının önemli kadın şairleri arasında sayılan Sırrî Hanım, Şair Lebib, Said Paşa ve çocukları Süleyman Nazif ve Faik Ali Beyler, Millet Kütüphanesi’nin kurucusu Ali Emiri Efendi gibi önemli kişiler bu dönemde yetişmiştir.53 Osmanlı şehirleri arasında nüfusuna oranla en fazla şair yetiştiren şehirlerden biri olan Diyarbakır’da 1890–1894 yılları arasında valilik yapmış olan Giritli Sırrı Paşa54 şunları söyler: “Diyarbekirlilerden müctemi’ bir cemaatte gözlerimi bağlayıp otursam ve elimi atsam, tuttuğum muhakkak ya şair, ya münşi’dir.”55 52 Diyarbakır’ın Osmanlıların eline geçiş süreci ve Safevilerle yapılan savaş için bkz. Ali Emiri, ss.82–95. 53 Yınanç, c.III, ss.623–624. Akkoyunlular ve Osmanlılar döneminde yaşayan şairler için bkz. Güneş Ekmekçi, XVI. Yüzyıl Diyarbakır Şairleri, Diyarbakır Valiliği Hizmet Vakfı Başkanlığı, İstanbul 2009. 54 Giritli Sırrı Paşa’nın yazmış olduğu kendi eserleri de vardır. Hakkında bilgi edinmek için bkz. Abdulgani Fahri Bulduk, Diyarbakır Valileri, Haz. Eyyüp Tanrıverdi-Ahmet Taşğın, Medrese Yay, İstanbul 2007, ss.182–183. 55 Korkusuz, Eski Diyarbekirde Gündelik Hayat, s.103. Münşi, Üslubu güzel olan, nesir, düz yazı yazan demektir; Diyarbakır ve şairler hakkında benzer sözleri İbnü’l-Emin Mahmut Kemal, Diyarbakırlı bir şairin hayatını anlatırken söyler: “Herhangi bir namaz vakti, Ulu Cami’nin önüne gelip iki kolunuzu açın. Kucaklayabileceğiniz kadar kalabalığı kuşatın. Gözlerinizi kapayıp içlerinden birini çekip çıkarın. Bu tuttuğunuz adam ya şairdir ya da müş’ir.” Bkz. Şeyhmus Diken, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İletişim Yay, 2.Bsk, İstanbul 2004, s.201. Müş’ir, haber veren, yazı ile bildiren, şiire yeni başlayan demektir. Münşi ve Müş’ir sözcükleri için bkz. Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 13.Bsk, Ankara 1996, Münşi s.731 Müş’ir s.755. 12 KAYNAKÇA 1. ACAR, Abdurrahman, “Amid (Diyarbakır) Şehri’nin Fethi, (Vakidi’ye Göre)”, Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.I, Diyarbakır 1999 2. AKYÜZ, P. Gabriel, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3 Yüzyıl, 1.Basım, İstanbul 2000 3. ALİ EMİRÎ EFENDİ, Osmanlı Doğu Vilayetleri- Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi-, Hazırlayanlar ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet Halaçoğlu, Babıali Kültür Yayıncılığı, 1. Baskı, İstanbul 2008 4. ALTUNBOĞA, A. Bilal, Diyarbakır Folklorundan Kesitler, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul 1999 5. ARSLAN, Rıfkı, “Diyarbakır Kentinin Tarihi ve Bugünkü Konumu”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999 6. EL- BELAZURİ, Ahmed b. Yahya b. Cabir b. Davud, Fütuhu’l- Buldan, Çev. Mustafa Fayda, Kültür Bakanlığı Yayınları Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2. Baskı Ankara 2002 7. BEYSANOĞLU, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri İle Diyarbakır Tarihi I-III, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara 2003 8. BULDUK, Abdulgani Fahri, Diyarbakır Valileri, Haz. Eyyüp TanrıverdiAhmet Taşğın, Medrese Yay, İstanbul 2007 9. ÇEVİK, Adnan, “XI-XIII. Yüzyıllarda Diyar-ı Bekr Bölgesi Tarihi”, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Orta Çağ Tarihi Bilim Dalı, İstanbul 2002 10. ÇUBUKÇU, Asri, “İyaz b. Ganm”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c. XXIII, İstanbul 2001 11. DEMİR, Ahmet, İslam’ın Anadolu’ya Gelişi (Doğu ve Güneydoğu İlleri), Kent Yayınları, Birinci Baskı, İstanbul 2004 12. DEMİRTAŞ, Ayşe, “İslam Fethine Kadar Diyarbakır”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı, Elazığ 2007 13. DEVELİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, 13. Baskı, Ankara 1996 14. DİKEN, Şeyhmus, Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2004 15. Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869-1905) I-V, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999 16. EKMEKÇİ, Güneş, XVI. Yüzyıl Diyarbakır Şairleri, Diyarbakır Valiliği Hizmet Vakfı Başkanlığı, İstanbul 2009 13 17. GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbakır”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.IX, İstanbul 1994 18. EL- HAMEVİ, Yakut, Mucemu’l-Buldan, Daru’l-Kutubu’l- İlmiyye, 1. Bsk, Beyrut 1990, c.I. 19. KORKUSUZ, M. Şefik, Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat, Kent Yay, 1.Bsk, İstanbul 2007. 20. Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay, 1. Bs, İstanbul 2003 21. MAR YEŞUA, Urfa ve Diyarbakır’ın Felaket Çağı, Çev: Mualla Yılmaz, Sad. Candan Turhan, Yeryüzü Yay, Basım yeri ve tarihi yok 22. MELEK, Ali- Abdullah DEMİR, Dini Değerleri İle Diyarbakır, Diyarbakır İl Müftülüğü Yayınları, Ankara 2009 23. NASIR- I HÜSREV, Sefername, Çev. Abdülvehap Terzi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1967 24. NASR, SEYYİD HÜSEYİN, İslâm ve Bilim İslam Medeniyetinde Pozitif Bilimlerin Tarihi ve Esasları, İnsan Yayınları, Yeni Şafak Kültür Armağanı, İstanbul 2006 25. ÖZTUNA, T. Yılmaz, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Tarihi, c.I, Hayat Yayınları, İstanbul 1963 26. SAİD PAŞA, “Vilayetin Tarihçesi”, Diyarbakır Salnameleri, c.III, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul 1999 1993 27. ŞEŞEN, Ramazan, “Cezire”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.VII, İstanbul 28. TUNCER, Orhan Cezmi, Diyarbakır Kiliseleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, Ankara 2002 29. UZUN, Abdullah, Cizreli Ebu’l-İzz ve Otomatik Makineleri, Esra Yayınları, İstanbul 1997 30. MEB Türk Ansiklopedisi, c.XIII 1966, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 31. VAKIDÎ, Muhammed b. Ömer, Tarihu Futuhi’l-Cezire ve’l-Habur ve Diyar-ı Bekr, ve’l-Irak, Thk: Abdulaziz Feyyad Harfuş, Dımeşk, 1996/1417 32. YINANÇ, Mükrimin Halil, “Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi, c.III, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963 33. http://kygm.kulturturizm.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F889243 3CFFFFB2CB2AD591CE261D9DD78D03148A6E 14 OSMANLI HAKİMİYETİ SÜRESİNCE DİYARBEKİR EYALETİ’NİN SOSYAL DURUMU İbrahim YILMAZÇELİK* Sosyal tabakalaşma, “belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak, yani sosyal manâda üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması” şeklinde tarif edilebilir1. Günümüzde olduğu gibi, geçmiş dönemlerde de, sosyal tabakalaşmaya tesir eden en önemli faktörlerin başında, kişilerin bulundukları görevler yani yaptıkları işler ve sahip oldukları iktisadi güç gelmektedir. Osmanlı devletinde şehirlerde yaşayan insan toplulukları, genellikle değişik gruplardan meydana gelmekteydi. Osmanlı şehirlerindeki insan topluluklarını, özellikle yaptıkları işler veya iktisadi durumlarına ve tahsillerine göre sıralamak mümkündür. Diğer Osmanlı şehirlerinde olduğu gibi, Diyarbakır şehri ve eyaletindeki sosyal tabakaları şu gruplar oluşturmaktaydı. I. SOSYAL TABAKALAŞMA 1. Yönetici Zümre (Ehl-i Örf) Padişah tarafından tayin edilen ve bulundukları yerlerde devleti temsil eden Ümera sınıfı, diğer şehirlerde olduğu gibi, Diyarbakır’da sosyal tabakanın en üstünde yer almaktaydı. Diyarbakır şehri Osmanlı devletine geçtikten sonra eyalet merkezi haline getirilmiş ve 1515 tarihinden sonra vezir rütbeli paşalar tarafından yönetilmiştir. Diyarbakır eyaleti valileri aynı zamanda Diyarbakır şehrinin de en önde gelen yöneticisi durumunda idi. Bazı durumlarda ise kendisine Diyarbakır eyaleti tevcih etmekte idiler 2. Eyalet valileri veya mutasarrıf adına eyalet işlerini yürüten mütesellimler görev yaptıkları şehrin en yüksek idari ve malî emirleri olup, eyaleti alâkadar eden bütün işlerin yanı sıra şehir ile ilgili meseleler de, bunlar tarafından halledilmekteydi 3. Vali şehirdeki Ümera sınıfının en önde gelen kişisi durumunda idi. Eyalet valileri, Diyarbakır şehrinde kendilerine tahsis edilen “Saray” da otururlar ve görevde kaldıkları süre içerisinde “Kapu Halkı” adı verilen maiyetlerinde bulunan kişiler de, bu görevlerinde onlara yardımcı olurlardı. Diyarbakır eyaletinin büyük bir eyalet olması sebebiyle, valilerin maiyetinde bulunan “ Kapu Halkının” da oldukça kalabalık olduğu ve üç yüz kadar kapu halkının Diyarbakır Valilerinin maiyetlerinde görev yaptıkları görülmektedir. Ancak bu sayının fazlalığı zaman zaman şikayetlere yol açmış ise de, devlet tarafından herhangi bir azaltılmaya gidilmemiştir 4. Diyarbakır Valilerinin maiyetlerinde yer alan Divan Efendisi, Voyvoda, Mütesellim, * Prof.Dr.İbrahim Yılmazçelik Fırat Üniversitesi,Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Öğretim Üyesi, ELAZIĞ 1 Amiran Kurtkan, Genel Sosyoloji, İstanbul 1976, s.149. 2 Ayrıntılı bilgi için Bkz. İbrahim YILMAZÇELİK, XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Ankara, 1995, s.173-184. 3 Ayrıntılı bilgi için XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır,s.185-192. 4 BA., Cevdet Dahiliye, No: 2011.; Milli Kütüphane , Diyarbakır Şer. Sic., No:356, s.45. 15 Tütüncü Ağası, Kapıcılar Kethüdası, Şamdan Ağası, Baş Çavuş Ağa, İç Çukadar Ağa, Kaftan Ağası, Silahdar Ağa, Alemdar Ağa, Hazinedar Ağa, Miftah Ağa, Peşkir Ağa, İbrikdar Ağa, Kahya, İmam Efendi, Delilbaşı, Haytabaşı, Baş Çukadar Ağa, İkinci Kavvas ve Mühürbaşı gibi kişiler de Diyarbakır şehrinde ümera sınıfının en önde gelen kişileri arasında idiler5. Diyarbakır eyaleti valileri eyalet idaresinde bulundukları süre içerisinde, “İmdâd-ı Hazariye” adı verilen ve senede iki taksit halinde toplanan 20 bin kuruşluk bir gelire sahiptirler 6. Bu da, döneme göre oldukça iyi bir para idi. Valinin kapu halkının gelir düzeyi de, şehir de bulunan diğer grupların gelir düzeyinin üzerindeydi. Diyarbakır şehrinde valiler eyalet idaresini bizzat yürütmedikleri durumunda ise Ümera sınıfının en önde gelen kişisi mütesellim oluyordu. Bundan başka Voyvoda, Yeniçeri Serdarı, Kethüda Yeri, Kale Dizdarı, Şehir Kethüdası, İhtisab Nazırı, Defter önde gelen kişileri olarak saymak gerekir. Yukarıda saydığımız bu görevliler vali veya mütesellimle birlikte şehir idaresini yürütmekte olup, bir çok bakımdan diğer sosyal sınıflarla farklılık göstermektedirler. Bu grubu diğerlerinden ayıran en önemli faktör bunların görev yaptıkları yerlerde devleti temsil etmeleri idi. İktisadi güç bakımından da, şehrin zengin kişileri hariç tutulaca olursa, ehli örfe mensup bu görevlilerin diğer gruplardan daha iyi imkanlara sahip oldukları söylenebilir 7. 2. Ehl-i İlim Zümresi Diğer şehirlerde olduğu gibi Diyarbakır şehrinde de, sosyal grupların ikincisini, genellikle medrese kökenli olup, şehir yöneticilerine yani “Ehl-i örf” zümresine yardımcı durumunda olan “Ehl-i ilim” zümresi oluşturmaktaydı. Osmanlı devletinde yargı yani “kaza” görevi kadılar tarafından yürütülmekteydi. Bununla XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı Devletinin genelindeki uygulamaya paralel olarak, Diyarbakır şehirindeki mahkemede de haklaştırma işlemi, kadılar adına, bu görevi yürüten “naib”ler vasıtası ile yürütülmüştür. Naibler başta olmak üzere bâb naibi, başkâtip, kâtip, mukayyid, muhzırbaşı, nöbetçi ve tercüman gibi görevlilerin bulunduğu Diyarbakır Mahkemesinde, toplum içerisinde ortaya çıkan her türlü mesele görüşülerek karara bağlanmaktaydı8. Başta naibler olmak üzere mahkemede görev yapan bütün görevliler padişahın “beratı” ile bu göreve atanmakta olup, şehirdeki halklaştırma görevinin yanı sıra, şehir yöneticilerinin en önde gelen yardımcılar idiler. Mahkeme görevlilerinin yanı sıra medreselerde görev yapan müdderisler, naibin pek çok konuda yardımcısı olan müftüler, şehirde bulunan seyyid ve şeriflerin haklarını koruma görevini yürüten nakibü’l- eşraf kaim- makamları, cami, mescid, tekke gibi dini kurumlarda görev yapan din görevlilerini de, yine bu grup içerisinde saymak icap eder9. Şehirde yaşayan halkın kültür düzeyinin yükseltilmesi ve dinî 5 Diyarbakır Şeriye. Sicili., No: 229, s.5; No: 590, s.36; No: 631, s.21. 6 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.40, No: 356, s.59; No: 313, s.7. 7 Ayrıntılı bilgi için bkz.İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır, Ankara, 1995, s.123-247. 8 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır s.223243 9 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır s.223243 16 ihtiyaçlarının karşılanması gibi hizmetleri yerine getiren bu sınıfta yer alan kişilerin gelir düzeyleri şehir halkına göre yüksek ise de, yönetici sınıfın gelir düzeyinden oldukça aşağıda idi. Naib ve müftü gibi görevliler daha ziyade yerli ailelere mensup olup, yönetici sınıfa göre şehir halkı üzerindeki tesirleri daha fazla idi. Nitekim incelediğimiz dönemde bu görevlilerden bazıları, zaman zaman memleket işlerine müdahale ettiklerinden veya halkı şehir yöneticilerine karşı isyana teşvik ettiklerinden dolayı devlet tarafından sürgün edilmiştir 10. Ehl-i ilim zümresine mensup kişiler de, haklaştırma işleri ile halkın dini ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanması görevini bir devlet görevlisi olarak yürüttüklerinden, şehrin ikinci sosyal grubunu oluşturmaktaydılar. Ancak çoğunun iktisadî durumunun şehrin zengin ailelerine göre aşağı olduğu da bir gerçektir. Özellikle medrese ve cami gibi dini ve sosyal kurumlarda görevli bazı kişilerin gelir düzeyleri, şehirde bulunan tüccar ve esnaftan iyi değildi. Bununla birlikte- cami imamı örneğinde olduğu gibi- şehrin sözüne itibar edilen kişileri arasında idiler11. 3. Yöneticilerle Halk Arasındaki Aracı Zümre Şehirde görevli bulunan Ümera ve ûlema ile halk arasındaki aracı zümreyi ise kendilerine ayân ve eşrâf denilen ve şehrin yerli ailelerinden gelen kişiler oluşturmaktaydı. Şehri alâkadar eden meselelerde bunların da görüşü alınırdı. Meselâ 1802 yılında Diyarbakır’da meydana gelen hadiseler üzerine 1803 tarihinde toplanan şehir divanına bunlar da iştirak etmişlerdir12. Bunun yanı sıra şehri alâkadar eden konularda devlet merkezinden gönderilen emir ve fermanlarla şehir yöneticilerinden sonra “Ayan- Eşraf ve Vucûh-ı ahâli” nin de ismi zikredilir ve bunlardan da yardım istenirdi13. Bu da Osmanlı yönetiminde, yönetimin tabana yaygınlaştırılmasını gösteren önemli bir uygulamadır. İncelediğimiz dönem içerisinde Diyarbakır şehrinde bulunan ve başlangıçta ayân ve eşrâf arasında yer alan bazı aileler zamanla şehir yönetiminde de söz sahibi olmuşlardır. Mesela bu dönemde başta Şeyhzâde ailesi olmak üzere Gevranlı- zâde ailesine mensup olan kişilerin uzun bir süre şehir yönetiminde önemli bir yer sahibi oldukları görülmektedir14. Öte yandan yine bu zümreye mensup olan bazı kişilerin şehirde halkın yararlanacağı büyük vakıflar kurdukları ve şehir halkına önemli yardımlar yaptıkları da bilinmektedir. Meselâ 1819 yılında Diyarbakır’da Vali Behram Paşa’ya karşı girişilen isyanda önemli bir rol oynayan Diyarbakır Müftüsü Mesut Efendi’nin oğlu Hacı Mehmet Ragıp Efendi 1833-1834 (H.1249) tarihinde Defterdar Mahellesinde ve Deftardar Camii yanında, “... 50 zirâ-i ve necarî ve arzen 30 zirâ irsen ve iştiraken...” mülkü olan bir arsa 10 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.247-256. 11 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.241-244. 12 Diyarbakır Şer. Sic., No: 356, s.36-79. 13 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s.14; No: 356, s.75; No: 299, s.25. 14 Ayrıca bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.192-197. 17 üzerinde bir medrese inşa ettirmişti15. Bütün malını bu medrese için vakfetmesinin yanı sıra sahibi olduğu Hasan Paşa Hanı’nın yarı hasılatını da, yine bu vakfa bağlamıştı16. Bundan başka yine ayândan Hacı İbrahim ve Hacı Ömer Efendiler 1807 tarihinde, Fatih Paşa Camii avlusunda 6 odalık bir medrese yaptırmışlardır17. 1799 tarihinde ise Hacı Abdulkadir Efendi, Çopyan Mahallesinde yine bir medrese inşa ettirmişti18. Bu zümreye mensup olan kişiler şehrin en varlıklı kişileri arasında idiler. XIX. yüzyıl Diyarbakır şehrinde şehir yöneticilerinden başka sadece “ Ayân ve Eşrâf “ denilen varlıklı kişiler köle veya cariye sahibi olabilmekteydi19. Meselâ 1829 tarihinde Mardin’den getirilen Meryem adlı bir cariye, mahkemede “Yezidi” olduğu tasdik edildikten sonra, 450 kuruşa şehir ayânından Derviş Ağa’ya satılmıştı20. Bunun yanı sıra Diyarbakır’da bulundukları mahallelerin eşrâfından sayılan kişilerin tereke toplamlarına bakıldığı zaman da, bu kişilerin şehir halkından oldukça iyi durumda olduklarını tesbit etmek mümkün olmaktadır. Meselâ 5 Mayıs 1788 tarihinde ölen Penbeci Hacı Yusuf Ağa’nın bıraktığı servet 24200 kuruş21, 6 Nisan 1792 de ölen Tüccar Hayrettin Ağa’nın 14123 kuruş22, 9 Temmuz 1800 tarihinde ölen tüccar Hacı Yasin Ağa’nın ise bıraktığı servet 262280 kuruş olup23, bu servet zamanın şartlarına göre oldukça fazla bir miktarı ihtiva etmekteydi. 4. Eyalet Halkı Diyarbakır’da yaşayan şehir halkının başta İslamiyet olmak üzere Yahudilik ve Hıristiyanlığın çeşitli mezheplerine mensup insanlar meydana getirmekteydi. Nüfus bakımından en kalabalık zümre bu olup, şehirde yaşayan gayr-i müslimler bu nüfus içerisinde beşte birlik bir orana sahiptirler 24. Diyarbakır şehrinde yaşayan halk hakkında bilgi vermeden önce, sosyal tabakalaşma içerisinde bölgede varlığını Anadolu’nun Türkleşmesinden itibaren hissettiren ve bölge nüfusu içerisinde önemli bir paya sahip aşiretler hakkında da kısa bir bilgi vermek gerekmektedir. Selçuklu döneminden başlayarak özelikle Urfa, Mardin ve Diyarbakır bölgesine çok fazla sayıda aşiretin yerleştiği bilinmektedir25. Bölge bu yapısını Osmanlı döneminde de devam ettirmiştir. Mesela XVI. yüzyılda Boz - Ulus Aşireti, Diyarbakır bölgesinde yaşamakta olup, 7500 hane ve 2 milyon küçükbaş hayvana 15 VA., Evkaf, No: 2354, s.55. 16 BA., Cevdet İktisat, No: 1083. 17 VA., Evkaf, No: 579, s.135. 18 VA., Evkaf, No: 579, s.135. 19 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.65. 20 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.63. 21 Diyarbakır Şer. Sic., No: 364, s.2 22 Diyarbakır Şer. Sic., No: 588, s.3. 23 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.30. 24 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Diyarbakır.,s.115-122 25 M. AKDAĞ; Türkiye’nin İktisadî ve İctimaî Tarihi, Ankara, 1979, C.I, s.24-89. 18 Yarısında sahiptiler26. Yine bu dönemde Kara- Ulus Aşireti de Diyarbakır Eyaleti sınırları içerisinde yaşamaktaydı. XVI. asırda aşiretler yerleşik halka zarar vermeye başlayınca bunlar Rakka ve Halep Eyaletleri dahilinde iskan edilmek istenmiş, ancak bundan bir sonuç alınamamıştır27. Diyarbakır bölgesindeki aşiretler XVI ve XVII. yüzyılda Anadolu’da meydana gelen Celalî İsyanları sırasında bölgede büyük tahribat yapmışlardır 28. XVIII. yüzyılda aşiretlerin en yoğun olarak yaşadıkları bölge yine Diyarbakır bölgesiydi. Bu dönemde de bazı aşiretler Rakka’ya iskan edilmek istenmişse de bundan da bir sonuç alınamamıştır29. XVIII ve XIX. yüzyılda aşiretlerin en yoğun oldukları yerler Diyarbakır, Nusaybin, Urfa, Antep ve Mardin’dir. Mesela 1747 yılında Mardin yöresinde yaşayan aşiret sayısı otuzüçtür. 1790-1840 yılları arasında Diyarbakır Eyaleti’nde varlığı tespit edilen aşiret sayısı otuzdur. Bölgede yaşayan aşiretlerin iskanı için yapılan çalışmalara XIX. yüzyılda da devam edilmiş ve bu çabalardan ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında bir ölçüde netice alınmıştır30. Diyarbakır şehrinde yaşayan halkın büyük bir bölümü ticaret, zanaat ve çiftçilik ile uğraşıyordu. Bunun yanı sıra hiçbir iş yapmayan kimselerle, kadın ve çocukları da yine bu zümre içerisinde saymak icap eder. Diyarbakır’da köyler dışında ziraat daha ziyade, Dicle kenarında ve şehrin batısında yapılmaktaydı. Şehirdeki esnaf gruplarını ise Bezzaz Cullah, Debbağ, Kasab, Habbaz, Haffaf, Attar, Tütüncü, Sabuncu, Bakkal, Allaf, Kazancı, Palancı, Berber, Boyacı ve benzeri esnaflar teşkil etmekteydi31. Bunun yanı sıra eldeki tereke ve hüccetlerden Sirkeci, Şerbetçi, Tereci, Tuzcu, Mumcu, Mazucu, Lüleci, Bozacı ve Camcı esnafının da incelenen dönem içerisinde, Diyarbakır’da faaliyette bulunduğunu tespit etmek mümkün olmaktadır. Şehir halkından pek çok kişinin terekelerine bakılacak olursa, bunların diğer sınıflardan daha aşağı bir gelir düzeyine sahip oldukları görülecektir32. Bununla birlikte halkın çok kötü bir durumda olduğunu söylemek de mümkün değildir. Meselâ Ekim sonları 1824 tarihinde bir Duvarcı ustasının gündeliği 120 para (3 kuruş), bir marangoz ustasının gündeliği yine 120 para (3 kuruş) ve bir reçberin gündeliği ise 60 para (1.5 kuruş) idi33. Ocak ortaları 1829 tarihinde Duvarcı ve Marangoz ustasının gündeliği 160 paraya (4 kuruş), ve rençperin gündeliği ise 80 paraya (2 kuruş) yükselmişti34. 26 M. V. Bruinessen; “The Ottoman Conquest of Diyarbekir and Administrative Organisation of The Province in The 16 th. and 17 th.”, Evliya Çelebi in Diyarbekir, Leiden, 1988, s.27, Cengiz ORHONLU; Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretleri İskan Teşebbüsü, İstanbul, 1987, s.17. 27 C. ORHONLU; a.g.e., s.90-95. 28 M. AKDAĞ; a.g.e. s.463-470. 29 Yusuf HALAÇOĞLU; XVIII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun İskan Siyaseti ve Aşiretlerin Yerleştirilmesi, Ankara, 1988, s.52-78-137-140. 30 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.312-320. 31 Diyarbakır Şer. Sic., No: 6001, s.37; No: 356, s. 10; No: 346, s.16. 32 Diyarbakır Şer. Sic., No: 327-364-588-600-317-319-346-347-377. (Sadece Defter numaraları verilmiştir). 33 BA., D.BŞM.BNE., No: 16311, s.11 34 BA., D.BŞM,BNE., No: 16355, s.11. 19 1840 yılında ise iyi mimar ustası gündelik 10 kuruş, iyi sıvacı ustası 7 kuruş, iyi marangoz ustası 9.5 kuruş, Orta Marangoz Ustası 7 kuruşluk köt Marangoz ustası ise 5 kuruş almaktaydı35. 1840 tarihinde 9 kuruşluk gündelik alan iyi bir marangoz ustası, kıyyesi 17 paradan 21.17 kıyye ekmek ve kıyyesi 80 paradan 4.5 kıyye et alabilmekteydi36. Aynı usta 1840 yılında 22 ayarında ve 3.27 gram vezninde ve tanesi 36 kuruş fındık altınını 4 gün çalışarak alabilmekteydi37. Bu hesaptan da anlaşılacağı üzere, halkın diğer üç grupla mukayese edildiği zaman aşağıda kalan ancak devrin şartları içerisinde düşünülecek olursa, normal bir hayat tarzına sahip olduğu söylenebilir. Bununla birlikte XVIII. ve XIX. yüzyıllarda gerek Diyarbakır bölgesinde meydana gelen tabii afetler ve salgın hastalıklar, gerekse eşkıyalık olayları sebebiyle halkın bu dönemde oldukça, güç bir duruma düştüğünü de, burada hatırlatmak durumundayız38. Sosyal tabakalaşma içerisinde yer verilen bu guruplar içerisinde yer alanlardan birinci ve ikinci gurupta yer alan kişilerin iktisadî yönden daha kuvvetli oldukları bir gerçektir. Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak vali ve kadı gibi yöneticilerin görev yerlerine gitmeyerek buraları vekilleri vasıtasıyla idare etmeleri bölge halkını oldukça zor bir durumda bırakmıştır39. XVIII. yüzyıldan itibaren mirî mukataaların malikane olarak tevcih edilmesi taşrada ayan- eşraf zümresinin doğmasına ve devletin buralar üzerindeki kontrolünün bir ölçüde kalkmasına sebep olmuştur40. Bütün Osmanlı ülkesi genelinde olduğu gibi Diyarbakır Eyaleti’nde de bu dönemde ortaya çıkan kişiler, bölgenin sosyal yapısı içerisinde varlıklarını Ağa ve Beğ olarak günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Mesela XVIII ve XIX. yüzyıllarda Diyarbakır Eyaleti Mütesellimliğinin daha ziyade yerli ailelerce yürütüldüğü (Şehzade ve Gevranlızadeler) ve bunların görevlerini kötüye kullanmaları ile halkın oldukça zor durumlara düştüğü tesbit edilmiştir41. Dolayısıyla bu tarihlerde meydana gelen bir kısım hadiseler, devlete karşı bir hareket olmaktan ziyade, yöneticilerin keyfi uygulamalarına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Diyarbakır Eyaleti’nde Osmanlı döneminde meydana gelen hadiselerin siyasî, dinî veya etnik bir mahiyetinin olmaması bu sözlerimizi doğrulamaktadır42. Bununla birlikte devletin halkın refahı için gerekli tedbirleri almaya devam ettiği de bilinmektedir. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Diyarbakır Eyaleti’nde hem Hanefî hem 35 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s.17-22; No: 352, s.27. 36 M. Öztürk, “Güney Doğu Anadolu’da Fiyatlar”,V.Milletler Arası Sosyal ve İktisat Tarihi Konğresi, Tebliğler, İstanbul-1989, s.119-120. 37 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s.24. 38 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.109-115.. 39 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.328-480. 40 Yücel ÖZKAYA; Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayanlık, Ankara, 1977, s.58 vd. 41 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.365-367. 42 İbrahim YILMAZÇELİK;”XIX. Yüzyılda Diyarbakır Eyaleti’nde Yönetim Halk Münasebetleri”, Bayram Kodaman’a Armağan, Samsun, 1993, s.371-387. 20 de Şafiî mezhepleri müftülerinin bulunması, devletin bölgedeki dinî durumu gayet iyi bildiğinin ve buna hürmet ettiğinin açık bir göstergesidir43. II. DİYARBAKIR’DA AİLENİN SOSYO-EKONOMİKDURUMU Başta karı-koca olmak üzere çocukların oluşturduğu küçük topluluğu aile olarak tarif etmek mümkündür. Geçmiş dönemlerde olduğu gibi incelediğimiz dönemde de, toplumun temelini aile oluşturmaktaydı. Osmanlı döneminde toplumun en küçük parçasını oluşturan aile, bir yandan eski Türk anlayışı ve bir yandan da, İslâm dininin ortaya koyduğu kaidelere göre şekillenmişti. Eski Türk anlayışına göre aile toplumun temeli olarak kabul edilmekte olup, aileyi oluşturan değerler ve ailenin yapısı doğrudan toplum hayatına da tesir etmekteydi. Orhun kitabelerinde Oğuş kelimesi ile tarif edilen Eski Türk ailesinde, baba hakimiyetinin kabul edildiği görülmektedir. Bununla birlikte o dönemde aile içerisinde kadın ve çocukların hiçbir haklarının olmadığı, hatta eşya gibi alınıp satıldığı ve babanın sınırsız yetkilere sahip olduğu, Roma ve cahilliye devri Arap anlayışına göre baba ailenin reisi olmakla birlikte, diğer toplumlarda olduğu gibi sınırsız yetkilere sahip değildi. Babanın aile içerisindeki durumu daha ziyade dost ve yardımcı, yani aileyi bir arada tutan ve onların ihtiyaçlarını karşılayarak himaye eden kişi şeklindeydi. Kadının da aile içerisindeki mevkii oldukça önemliydi. Her şeyden önce adın alınıp satılan bir mal durumunda değildi. Esasen Bozkır Kültürü içerisinde asalet kavramı söz konusu olmayıp, eski Türk toplumunun yaşantısı da bunu müsait değildi44. Eski Türk toplumunda oldukça önemli bir mevkie sahip olan aile, Türkler’in İslâmiyeti kabul etmelerinden sonraki dönem içerisinde, İslâm Hukuku çerçevesinde şekillenmiş, her şeyden önce aileyi kutsal bir kurum olarak kabul etmiş ve onda kadın lehine önemli değişiklikler yapmıştır. Eski Türk toplumunda olduğu gibi, baba ailenin reisi olmakla beraber sınırsız yetkilere sahip değildir. Kadının kocası üzerinde maddî ve manevî hakları vardır. Türklerin, İslâmiyeti kabul etmelerinden sonraki dönemde pek çok sahada olduğu gibi aile ile ilgili meselelerde de, Şer’î hukuk ilk sırada gelmekteydi. Bununla birlikte kaynağını Türk teşkilât ve gelenekleriyle fethedilen memleketlerde tesadüf edilen vergi usulleri ve kanunlarından örfi hukukun da, Osmanlı Devlet teşkilâtında önemli bir yeri olduğu bilinmektedir. Ancak Osmanlı devletinde kanunnâmelerle şekillenmiş lan Örfi Hukuk toplumdaki pek çok meselede önemli bir yere sahip iken, medeni hukuk sahası tamamen bunun 43 İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır., s.457-458.. 44 Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul,1984,s. 201-220.; Baheddin Öğel; Türk Kültürünün Gelişme Çağları, II, s.137. vd; Rıfat Özdemir; “Kırşehir’de Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1880-1906)”, Osmanlı Araştırmaları, IX,1989, s.101-108. 21 dışında tutulmuştur. Osmanlı devletinde büyük bir çoğunlukla aileyi alâkadar eden meseleler Şer’i Hukuk içerisinde halledilmiştir45. 1- Diyarbakır’da Bulunan Müslim ve Zımmî Gruplar Osmanlı döneminde Diyarbakır şehrinde başta İslamiyet olmak üzere, Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine inanan insanlar yaşamaktaydı. XVI. yüzyıldan itibaren şehir nüfusunun beşte dört gibi çok önemli bir bölümünü Müslüman Türkler, beşte birlik bölümünü ise Ermeni, Ermeni Katoliği, Protestan, İsavî Katoliği, Keldani, Süryanî, Yakubî, Nasturilerin oluşturduğu Hıristiyan gruplar ve Museviler teşkil etmekteydi46. Bu oran köylerde yani taşrada ise Müslüman nüfus lehine daha da fazlalaşmaktadır. Diyarbakır şehir nüfusunu oluşturan bu gruplar, Diyarbakır’da bazı mahallelerde ayrı ayrı olarak ve bazılarında ise bir arada yaşamakta idiler. Diyarbakır şehrinde bulunan mahallelerin büyük bir bölümü, Müslim mahalleleri idi. XIX. yüzyılda, Diyarbakır şehrinde 65 Müslim ve 13 Zimmî mahallesi vardı. Bu arada 42 mahallede ise Müslimlerle, zimmîler bir arada karışık yaşamakta idiler. Ancak bu karışık mahallelerin bazıları Müslim-Zimmî şeklinde ayrılmış olup, bu gibi mahallelerde söz konusu gruplar bir yerde yine ayrı olarak hayatlarını sürdürmekte idiler. Bazı mahalleler ise gerçekten de bu grupların karışık olarak bir arada yaşadıkları mahalleler idi. Bu gibi mahallelerde Müslümanlarla gayr-i müslimlerin evleri veya iş yerleri biri birine bitişik olup, birbirlerinin işlerine müdahale etmeksizin hayatlarını sürdürüyorlardı47. Diyarbakır şehrinde yaşayan gayr-i müslim nüfusunun, müslüman halk ile genelde münasebetleri oldukça iyi olup, herhangi haksız bir uygulamada gayr-i müslimler de, dava hakkına sahiptiler48. Osmanlı devletinin topraklarında yaşayan bu unsurlara geniş bir dinî müsamaha gösterdiği bilinmektedir. Diyarbakır şehrinde yaşayan gayr-i müslim unsur da, bu müsamahadan istifade etmek sureti ile kilise veya manastırlarında dinî ibadetlerini tam bir serbestiyet içerisinde yerine getirmekte olup, bazen bunların dinî ibadet ve âyinlerine karşıladığında devlet duruma hemen müdahale ediyordu49. Müslüman olmayan unsurlar üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirerek kendi işleri ile meşgul oluyorlar ve bazen müslümanlarla ortaklık dahi yapıyorlardı50. 45 Ayrıntılı bilgi için bkz. Rıfat Özdemir, Tokat’ta Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1771-1810)” Türk Tarihinde ve Kültüründe Tokat Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 1987, s. 98-100. Ömer Lütfü Barkan; XV. ve XVI. inci Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Zıraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, Kanunlar, C.I, İstanbul,1943. 46 Ayrıntılı bilgi için İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.115-122. 47 Ayrıntılı bilgi için İbrahim YILMAZÇELİK; XIX.Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.,s.44-50. 48 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 14-18; No: 594, s. 11-27; No: 631, s.22. 49 Diyarbakır Şer. Sic., No: 607, s. 6-7-30; No: 352, s.76-77; No: 356, s.77. 50 Nisan 1834 tarihli bir hücceten söz konusu tarihte Mustafa adında Müslim ile Kurî adında bir zimminin ortaklaşa pamuk ve çeltik ziraati yaptıkları anlaşılmaktadır (bkz. Diyarbakır Şer.Sic., No: 594, s.10). 22 Bu arada gerek kendi aralarındaki anlaşmazlıklar ve gerekse müslimlerle olan anlaşmazlıklarda mahkemeye müracaat ederek haklarını arayabiliyorlardı. Meselâ 19 Mayıs 1802 tarihinde Çarıkçı Malkon, Arakil adlı bir diğer zimmiyi evini fuzuli olarak işgal ettiği için şikayet etmiş, Seyyid Zülfükar adlı birinin şehadeti ile söz konusu evin Arakil’e ait olduğu anlaşıldığından davası kabul edilmemişti51. Aralık başları 1826 tarihinde ise Diyarbakır demirci esnafından üç zımmî Resul b. Ali adlı bir müslimin aldığı demirin parasını vermediği için şikâyet etmişler ve görülen dava sonucunda 600 kuruşa sulh olmuşlardı52. 20 Mart 1848 tarihinde ise Diyarbakır’da İzzettin mahallesinde oturan Hüseyin Ağa-zâde Hafız Mehmet yine aynı mahallede oturan Mihan’dan 8995 kuruş alacağı olduğu iddiasıyla mahkemeye müracaat etmiş. Mihan bunu kabul etmemiş ve görülen dava sonucunda Molla Mehmed b. Sait ile Hüseyin b. Ali adlı müslimler, Mihan’ı doğruladıklarından, Hafız Mehmed’in davası reddedilmişti53. Bu örnekleri daha çoğaltmak mümkündür. Ancak yukarıda sıralanan belgelerden de anlaşılacağı üzere, gayr-i müslim unsurlar tam bir eşitlik içinde hayatlarını sürdürmekteydiler. Bu arada gayr-i müslimler sadece çeşitli anlaşmazlıklarda değil, ev satışı, tereke taksimi gibi konularda da mahkemeye müracaat etmek suretiyle, işlerini Müslümanlara sağlanan haklardan istifade ederek sürdürüyorlardı 54. Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde yer alan terekelerden anlaşıldığı üzere, incelenen dönem içerisinde ekonomik yönden de, gayr-i müslim unsurlar oldukça iyi bir durumdaydı. Daha ziyade ticaretle uğraşan ve bu arada Diyarbakır’da bulunan kuyumcu esnafı içerisinde oldukça fazla sayıda faaliyet gösteren gayr-i müslim unsurların hayat seviyeleri, Müslüman halkın pek çoğundan iyi bir durumdaydı55. Mesela 13 Temmuz 1800 tarihinde ölen Manim’in bıraktığı servet 21496 kuruştu56. Bu ise o zamanın şartlarına göre oldukça iyi bir paraydı. Diyarbakır’da tıpkı müslim halk gibi, gayr-i müslimler de birinin ölmesi durumunda mahemeye haber vermek zorunda idiler. Miras işlemi de İslam hukukuna göre yapılmaktaydı. Ağustos ortaları 1836 tarihinde “Amid Naibine” hitaben gönderilen bir fermanda, Diyarbakır’da yaşayan gayr-i müslim halktan birinin ölmesi durumunda, terekesinin yazılması ve mirasının paylaştırılması sırasında fazla resm alındığı belirtilmiş, “... binde 15 akçe kalemiye ve ikişer akçe kâtibiye ve hüddâmiye ki ceman 25 akçe olub... “ bundan bir akçe dahi fazla alınmaması gerektiği bildirilmişti57. 51 Diyarbakır Şer. Sic., No: 299, s.54. Ayrıca bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.70., No: 594, s.31; No: 603, s. 39-40. 52 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.7. 53 Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.108. 54 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.29; No: 352, s.99.; No: 376, s.14. 55 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.23; No: 285, s.22. 56 Diyarbakır Şer. Sic., No: 600, s.28. 57 Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s.135-136. 23 Osmanlı dönemde Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim ve gayr-i müslim unsurların terekeleri karşılaştırılacak olursa, müslim ve gayr-i müslim terekelerinde geçen giyim, kuşam, oturma odası eşyası, yatak odası eşyası, mutfak eşyası, aydınlatma, silah, bıçak ve benzeri malzemelere verilen adların ve kullanım amaçlarının aynı olduğu görülecektir58. Yani bir müslimin evinde hangi eşya bulunuyorsa bir zımmînin evinde de, aynısını bulmak mümkün olmaktadır. Bu ise şehirde yaşayan halkın bazı küçük farklılıklar dışında etnografik açıdan kaynamış olduklarının bir göstergesi olmalıdır. Bu durum gayr-i müslim unsurlarının uzun bir dönem Türk kültürü içerisinde yaşamış olduklarından, bu kültürü ne kadar fazla benimsemiş olduklarını göstermektedir. Bu arada bu tesirin bir sonucu olarak, Diyarbakır’da yaşayan zımmî halktan bazı kişilerin zaman zaman kendi istekleri ve İslâm dinini kabul etmekte oldukları ve mahkemede İslam dinine geçtiklerini tescil ettiren bu kişilerin Yahudi, Ermeni ve Rum gibi değişik milletlere mensup oldukları görülmektedir59. Bir bölgede yaşayan grupların, sosyal hayatlarının bir göstergesi de, ailelerin çocuklarına isim olarak verdiği, inandığı zevk aldığı isimler olsa gerektir. Bu sebeple Osmanlı döneminde, Diyarbakır şehrinde kullanılan isimler ve lakaplar da ayrı bir değerlendirmeye tabi tutulmuştur60 . Müslim ailelerin en fazla kullandıkları isimler; Mehmet, Mustafa, İbrahim, İsmail, Bekir, Ali, Hasan, Hüseyin, Yusuf, Salih, Abdullah, Osman, Feyzullah, Halil, Kasım, Ömer, Veli, Abdurrahman, Ahmed, Hıdır, Şeyhmuz, Zülfükar, Süleyman, Yasin, Emine, Fatma, Hatice, Ayşe, Halise, Nebile, Şerife, Zeynep gibi isimlerdir. Bunların daha ziyade İslam büyüklerinin veya Peygamberlerin, peygamber kızları ve hanımlarının isimleri kullandıkları görülmektedir. Bunun yanısıra öz Türkçe isimlerinin de oldukça fazla olduğu söylenebilir. Meselâ Şahin, Kaya, Murad, Hanım, Gazele, Sabuhan, Kahraman, Kutlu, Toğmuş, Tanrıverdi ve benzeri adlara oldukça fazla rastlanmaktadır. Öte yandan bu bölgeye mahsus olarak bazı isimlerin de Abo - Abdullah, Alo - Ali, Simo İsmail, Memo - Memi, Mehmet, Silo - Süleyman, Şiho - Şehmuz şeklinde kısaltıldığı görülmektedir. Diyarbakır’da yaşayan müslümanlar arasında en çok kullanılan 58 Bu konuda Diyarbakır Şer’iyye Sicillerine oldukça fazla belge bulunmaktadır. Özellikle bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 600-377-285-328-363-346-319-347-317-588-364-327. Bununla birlikte bir mukayese yapma imkanı vermek için burada sadece 4 Tereke kaydının künyesi verilecektir. 13 Haziran 1805 tarihli el-Hâc Mehmet Emin Ağa’nın terekesi ile 1 Mayıs 1805 tarihli Malkan veled-i Serkiz’in terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 317, s.8-7.; Haziran ortaları 1827 tarihli Ömer b. Osman’ın terekesi ile Eylül ortaları 1827 tarihli Mazucu Tuman’ın terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 347, s.24-37.; Ekim başları 1831 tarihli Sirkeci Mehmet’in terekesi ile Temmuz başları 1832 tarihli Maksi Ohannes’in terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 346, s.36-51; 4 Nisan 1836 tarihli Ali b. İbrahim’in terekesi ile 4 Nisan 1836 tarihli Hafan Veled-i Ohannes’in terekesi için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 363, s.2-4. 59 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.21; No: 607, s.1-3; No: 351, s.39; No: 626, s.1. 60 Bu değerlendirme Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinin hemen hemen tamamı gözönünde bulundurularak yapılmıştır.. 24 lakaplar ise Zâde, Efendi, Molla, Şeyh, Paşa, Oğlu, Çavuş, Çolak, Topal, Kel, Demirci, Debbağ, Katırcı, Öksüz, Leblebici, Değirmenci, Alemdar, Çelebi gibi ya kişilerin aile ünvanlarını, ya fiziki durumlarını veya yaptıkları işleri belirleyen lakaplardır. Diyarbakır bölgesinde yaşayan gayr-i müslim ailelerin ise en çok kullandıkları isimler Ohan, Ohannes, Serkiz, Manok, Kirkor, Karabet, Bedros, Agop, Meryem, Vartan, Erakil, Esber, Tama, Haço, Bağos, Makdis, Maksi, Eko, Lusi ve Asdos gibi isimlerdir. Gayr-i müslim aileler de tıpkı müslim aileler gibi daha ziyade dinî mahiyetli isimler kullanmış olup, çocuklarına inandıkları dinlerin, büyüklerinin ve azizlerinin isimlerini koymuşlardır. Bunun yanı sıra Diyarbakır’da yaşayan gayr-i müslim ailelerden bazılarının çocuklarına Sultan, İbrahim, Sadakad, Durmuş, Altın, Murad ve benzeri vermeleri de oldukça dikkat çekmektedir. Şehirde yaşayan müslimlerde olduğu gibi, gayr-i müslimlerde de, kullanılan lakaplar mensup oldukları meslek ve sosyal grupları ile fiziki özelliklerini belirten lakaplardır. Mesela Mazucu, İnce, Değirmenci, Altuncu, Meyhaneci, Oturakçı, Katırcıoğlu, Hallaç, Bezzaz, Kocabaş, Keşiş ve benzeri lakaplar buna örnek olarak verilebilir. Sonuç olarak ise Diyarbakır’da yaşayan müslim ve gayr-i müslim ailelerin kullanmış oldukları kadın ve erkek isimleri daha ziyade dini mahiyetli olup, bu toplumların kendi kültürlerin bir sonucu olduğu gibi aralarındaki kültür alış verişini de göstermektedir, denilebilir61. Böylece Osmanlı dönemde ailenin çeşitli yönlerini incelemeden önce, Diyarbakır’da yaşayan halk değişik açılardan incelenmiştir. Bu bölümde olduğu gibi daha sonraki konularda da, aile konusunda Diyarbakır’da yaşayan Müslim ve gayr-i Müslim unsurlar bir bütün halinde ele alınıp, incelenen dönemde toplumun temelini oluşturan aile çeşitli yönleri ile incelenmiştir. 2- DİYARBAKIR’DA AİLE VE EVLİLİK GELENEKLERİ A- Nikah Akdi ve Ailenin Teşekkülü İslâm hukukunda, önemli bir engel olmadığı taktirde bekar kız ile bekar bir erkeğin evlenmeleri dinî bir vecibe olarak kabul edilmiş olup, aile kutsal bir kurum olarak telâkkî edilmiştir. Türk toplum yapısı da, bundan farklı olmayıp, Osmanlı mahkemesinin başı olan kadı da, bu kutsallığı korumuştur62. Osmanlı devleti de, aileye büyük bir önem vermiş ve aile kurumunun kurulması için uygun şartların oluşmasına büyük bir dikkat göstermiştir. Meselâ 1845 tarihinde Diyarbakır eyaleti Müşiri İsmail Paşa’ya gönderilen bir fermanda, 61 XVI. yüzyılda da, Diyarbakır’da yaşayan Müslim ve zımmî grupların kullandıkları isimler daha ziyade dinî mahiyetli isimlerdir. Bunun yanı sıra Türkçe isimlerin de (Satılmış, Bulmuş, Oğlan Okan, Kutlu Toğmuş vb.) yörede yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Yukarıda XIX. yüzyıl için şahıs adları konusunda verilen bilgilerin XVI. yüzyıl ile karşılaştırılması için bkz. Mehmet Mehdi İlhan, “Onaltıncı Yüzyıl Başlarında Amid Sancağı Yer ve Şahıs Adları Hakkıda Bazı Notlar” Belleten, LIV. s.221-222. 62 Rıfat Özdemir, “Harput ve Çemişgezek’te Askeri Ailelerin Sosyo-Ekonomik Yapısı (1890-1919)”. Tarih İncelemeleri Dergisi, V, s.52-53. 25 memlekete bulunan bakire kızların ve dulların evlendirilmelerinin velileri tarafından çeşitli vesilerle engellendiği belirtilerek, bunun da nüfusun azalmasına sebep olduğu ve bundan dolayı bu gibilerin evlendirilmelerinin teşvik edilmesi istemekteydi. 1845 tarihli bu fermanda bu husus “... rü’yet olunduğuna memâlik-i mahrûsâ-yı şahânemin ba’zı kasabât ve kurâsında bâkire kızların babaları ve akrabaları otuz yaşına tezviç itmeyüb zevci fevt olmuş olan hatunların dahi bila muceb-i muharrer durmakda ve bu keyfiyet taklil-i tenasül ü mü’eddi olmakta bulunmuş olarak hatta bu keyfiyet bu def’a kocaili meclisinden bâ-mazbata beyan ve inha olunmuş olunduğuna behemehal bu uygunsuzluğun def’i lazım gelmiş..” şeklinde açıklanmakta ve “... bundan böyle mani’-i şer’isi yoğiken teçviç tasrih ve beyan kılınmış olub ol misillû bâkire ve sayyibe hâtunların nezd-i sicillerine akraba ve müte’allikâtının bi-veçh-i şer’i mâni olmaları hilâf-ı şer’-i şerîf olduğun ba’d-ezin ol misillu kız ve hatunların teçvicine veli va akrabası tarafından mümâneât olduğu hâlde ma’rifet-i şer-î şerîf ve meclis ma’rifetiyle kendileri celb olunarak sebeb-i muhâlefetleri...” nin sorulması istenmekteydi63. Bu fermanın söz konusu tarihte diğer Anadolu vilayetlerine de gönderilmiş olduğu kesindir. İslâm hukukuna göre nikâh akdînin açık olması şarttı. Diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı devletinde de nikâh akdi Kâdı’nın huzurunda yapılmakta olup, bu işleme ait hüccet, Şer’iyye Sicillerine kaydedilmekteydi. İslâm hukukuna göre her şeyden önce evlenecek olan kişilerin hür iradelerini kullanarak evlenmeleri gerekmekteydi. Evlenecek olan kişiler bu durumda mahkemeye gelerek, şahitler huzurunda nikah akidlerini yaparlar ve bu da sicile kaydedilirdi. Bazı durumlarda ise evlenecek olan kişiler mahkemeye yakın akrabalarından birini vekil olarak gönderdikleri gibi, bazı durumlarda ise nikâh evde yapılır, ancak her iki durumda da nikâh işlemi sicile kaydedilirdi64. Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde de bu tür evlilik hüccetlerine sık sık rastlanmaktadır. Meselâ 29 Haziran 1822 tarihinde Diyarbakır’da yaşayan Hanife ve Yusuf mahkemeye müracaat etmişler ve kendi rızalarıyla şahitler huzurunda nikahlar yapılmıştı65. Osmanlı dönemde müslimler gibi gayr-i müslimler de nikah akdini mahkemede yapabiliyorlardı. Gayr-i müslimler din, dil ve gelenekleri yönünden tamamen serbest olup, kilisede kendi ayinleri üzerine nikahlandıktan sonra, nikah akidlerini mahkemede tescil ettiriyorlardı. Mesela 19 Ocak 1826 tarihinde Menoş veled-i Karabet ile Serkiz veled-i ile Ohannes kendi rızaları ile evlenmişler ve bu evlilik hücceti sicile kaydedilmişti. Bu arada kadının Mehr-i muacceli 100 kuruş ve Mehr-i müecceli de 100 kuruş olarak tesbit edilmiş olup, bu da sicile işlenmiş idi66. 1826 tarihli bir başka hüccette ise bu sefer iki müslimin nikahlandıkları görülmektedir. 11 Mart 1826 tarihinde Diyarbakır sakinlerinden 63 Diyarbakır Şer. Sic., No: 392, s.8. 64 Rıfat Özdemir, “Kırşehir’de Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı”. s.111. 65 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s.39. Ayrıca bkz. M.Akif Aydın, “İslâm-Osmanlı Aile Hukuku” , Osmanlı Araştırmaları,III,1982, s.85-101. 66 “... Amid sakinlerinden zımmiyye Menoş veled-i karabet nam bikrin mani-i şer’isi yoğ ise Serkiz veled-i Ohannes tarafeyn rızaları ve velisi iziniyle lede’ş-şühüd tesmiye-i mihr ve akd-i nikah-ı şer’i edesiz ve’s-sellam ....” bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22. 26 Hatice ile Abddurrahman kendi istekleri ile mahkemeye müracaat etmişler ve şahitler huzurunda nikah akdi yapılmış mihr-i müeccel ve muaccel ise 200 kuruş olarak tesbit edilmişti67. Nikah akdinin geçerli sayılması iki tarafın isteğine bağlı olduğundan 1830 tarihinde Fatma adlı bir kadın, kocası Halef üzerine açtığı davada amcası olan Ali’nin kocasının kız kız kardeşini kaçırdığını ve bunun üzerine amcası Ali’nin de kensini zorla Halef’e verdiğini bildirmiş, bunun üzerine nikah geçersiz sayılmıştı68. 27 Aralık 1829 tarihinde ise Mola Halis karısı Cumhure üzerine açtığı davada, 4 sene önce nikah, yaptığını ancak karısının kaçarak, Develi köyünde bir başkası ile evlendiğini belirterek kendisine teslimini istemi, kadının Molla Halil’in kendisini zorla kaçırdığını bildirmesi üzerine nikahları bozulmuştu69. 1830 tarihinde yine buna benzer bir davada Mehmed b. Ömer, Bakkaloğlu Mehmed’in karısını zorla kaçırarak nikah kıydığı için dava etmiş, ancak görülen davada Mehmed b. Ömer’in karısını boşadığı anlaşılmış ve davası reddedilmişti70. 1829 tarihli bir hücceten anlaşıldığına göre, bu tarihte Ali karısı Zeyneb’in kendisini terkettiğini bildirerek teslimini istemiş, ancak kadının zorla kaçırıldığını ve nikah yapıldığını bildirmesi üzerine Ali’nin de davası reddedilmişti71. Aynı dinden iken evlenen iki kişiden biri sonradan dinini değiştirirse, onların da nikahları geçersiz sayılıyordu. Mesela 30 Kasım 1826 tarihinde Elşer adlı Yahudi bir kadın, İslam dinini kabul ederek Esma adını almış olduğundan “... İslam evladı olduğu dahi takririnden nümayan ve kelime-i şahadet getirüb fasih-i eda eylediği...” için kocası Yakop ile olan nikahları geçersiz sayılmıştı72. Bu arada kocası ölen bir kadın ölen kocasından çocuk beklemediğinin anlaşılmasına kadar bir başkası ile evlenemez, ancak bu durumu belli olduktan sonra yeniden evlenmesine izin verilirdi73. Bu bekleme süresine ise “ iddet müddeti “ denilirdi. Diyarbakır şehrinde müslim aileler arasında akraba evliliğine ilişkin bir kayda rastlamamak mümkün olmamıştır. Orta Asya Türklerinde kan bağı evliliğine engel olduğundan, daha ziyade dıştan evlilik usulünün yaygın olduğu bilinmektedir. Aynı durum İslam dini içinde söz konusudur74. Bununla birlikte bu konuda herhangi bir belgeye rastlanmadığı için, Diyarbakır şehiri için bu konuda herhangi bir yorum yapılmamıştır. 67 “... Amid sakinlerinden Hatice bint-i Mehmed nam bikrin mani-i şer’isi yoğ ise Hamid b. Abdurrahman tarafyn rızaları ve velisi izniyle lede’ş-şühüd tesmiye-i mihr ve akd-i nikah-ı şer’i ide...” bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22. 68 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376 s.15. 69 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.26. 70 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.37. 71 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.57. 72 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.21. 73 Ocak ortaları 1818 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre, Şerife adlı bir kadın kayıp olan kacısından ayrılmak istediğini bildirmiş ve “hayiz” gördüğünü belirtmesi üzerine başkası ile evlenmesine izin verilmişti. bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s.34. 74 Rifat Özdemir, “Tokat’da Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı, 1771-1810”, s.104. 27 B- Müslimlerde Evlilik Gelenekleri ve Evlilik Kurumu XIX. yüzyılda Ankara, Çankırı, Konya ve Tokat gibi bazı şehirlerde bazı anne ve babaların küçük yaştakı kızlarını birisine vererek, belirli bir para aldıkları, kızın büyümesi ile parayı veren kişi ile evlendirildiği ve bu uygulamaya da “ namzet “ adı verildiği görülmektedir75. Böyle bir uygulamaya aynı dönemde Diyarbakır şehrinde rastlanamadı. Bunu mukabil, XIX. yüzyılın ilk yarısında başlık usulunun, Diyarbakır’da devam ettiği ve bu uygulamada ödemenin nakdi veya ayni olarak da yapılabildiği anlaşılmaktadır. Mesela 1830 tarihli bir hüccette yer alan “.... sağirin babası Hasan anası Fatma’yı akd-ı nikah idende başlığı mukabili mezkur ahur ile ve bir re’s inek verüb...” ifadesi başlığın ayni olarak ödendiği konusunda sadece bir örnektir76. 1830 tarihli bir diğer hüccette ise Ümmü Hatun’un annesi, Ümmü Hatun’un kocası olan Ahmed’i nikah etmeden önce verdiği eşya sözünü yerine getirmediği için dava etmiştir. Bunun üzerine Ahmed ise cevabında kendisinin “... 150 gurûş başlık nâmiyle verdiğini...” ve eşya sözü vermediğini bildirmiştir77. Konu ile ilgili örnek olarak verebileceğimiz 1834 tarihli iki hüccet daha bulunmaktadır. Bunlardan ilkinde Ayşe adlı bir kadın erkek kardeşinin “başlık” olarak aldığı “... bir zincir ve bir kuşak ve def’a bir simli zincir doksan adet koyun ve kuzu ve 16000 guruşu...” kendisine verilmesi için kardeşini dava etmiştir78. Yine 1834 tarihli diğer bir hüccette ise Resul adlı bir Hacı Süleyman adında birisinin karısı Ayşe’yi kendisini bir başka yere gittiğinde nikah ettiği için dava etmiştir. Hacı Süleyman ise kadının babasının rızasıyla ve “... bir fes, bir re’s inek ve 230 guruş sağ para...” karşılığında kadınla nikah ettiğini söylemiş ve dava fetvaya havale edilmiştir79. Bu belgelerden de anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır şehrinde başlık usulü devam etmekteydi. Başlık, gelin adayının ailesine verilen bir paradır. Güvey adayı tarafından gelin adayına verilen paraya ise “ Mehir “ denilmekteydi. İslam hukukuna göre bu para üzerinde gelinden başka hiç kimsenin hakkı yoktu. Evlenmeden, nikah akdinden önce veya nikah akdi sırasında şahitler huzurunda gelin adayına verilmesi gereken Mehir, Mehr-i Muaccel ve Mehr-i Müeccel adını taşımaktaydı. Günün şartlarına, ailelerin zengin veya fakir oluşlarına ve evlenece kızın güzel, çirkin, maharetli oluşuna göre bunun miktarı değişmekteydi80. Mehirin, Mehr-i Muaccel ve Mehr-i Müeccel olarak nikah sırasında şahitler huzurunda tesbit edilmesi gerekmekteydi. Mesela 11 Mart 1826 tarihinde Hatice ile Abdurrahman’ın şahitler huzurunda nikah akdi yapılırken gelinin Mehr-i Muaccel 75 Rıfat Özdemir, “Kırşehir’de Aile’nin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s.115. 76 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.10. 77 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.38. 78 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.29. 79 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.114. 80 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s. 112, vd. 28 ve Mehr-i Müeccel’i 200 kuruş olarak tesbit edilmişti 81. 1829 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre ise, bu tarihte nikah yapan Bekir ve Zaide evlendikten sonra 600 kuruş olarak tesbit edilen Mehir bedelini, Bekir karısına ödemediği için, Zaide’nin annesi tarafından dava edilmişti82. Yine 1829 tarihli bir başka hüccette, Ali’nin karısı Ayşe’ye 250 guruş Mehir verdiği ve nikah yaptığı, ancak karısının kaçtığı için kendisine teslim edilmesini istediği görülmektedir83. Kocanın ölmesi veya boşanma durumunda, kadın eğer mehrini almamışsa bunu talep edebilmekteydi. Mesela 1844 Mayıs sonlarında ölen Hafız Hüseyin Efendi’nin karısının mehir bedeli olan 500 kuruş terekesinden düşülerek, kadına ödenmişti84. Yine boşanma sonucunda da kadının mehri mutlaka ödenir, eğer ödenmezse kadın mahkemeye müracaat ederek hakkı olan parayı alırdı. Mesela 1829 tarihinde Fatma Hatun adlı bir kadın, kocası Hacı Süleyman’ın kendisini boşadığını bildirerek mehrini talep etmiş ve görülen dava sonucunda kadına 250 kuruş Mehr-i Muaccel ve 250 kuruş Mehr-i Müeccel olmak üzere toplam 500 kuruş kocası tarafından ödenmişti85. XVIII. ve XIX. yüzyılda Diyarbakır şehrinde kadının hakı olan Mehr-i Muaccel ve Mehr-i Müeccelin miktarı 140-200-250-300-400-500-600 kuruş arasında değişmekteydi86. Kadın ve erkek arasında bazı anlaşmazlıklar olduğu zaman ise önce bunu iyilikle halletmeleri istenir ve boşanma son çare olarak düşünülürdü87. Bununla birlikte kadın kocasından boşanmadan da herhangi bir haksızlık durumunda hakkını arayabiliyordu. Diyarbakır Şer’iyye Sicillerinde bu konu ile ilgili oldukça fazla belge bulunmaktadır. Meselâ 1830 tarihinde Şefika Hatun kocası Hacı Ali’yi kendisinden ev almak üzere 400 kuruş aldığı ve teskeresini kendi üzerine yazdırdığı için dava etmişti88. Bu gibi örnekler kadının gerektiğinde kocasını dava ederek hakkını arayabildiğini göstermektedir89. Kadın kocasının ölümü durumunda ise kocasının terekesinden, İslam hukukunun tayin ettiği ölçüde bir pay almaktaydı90. Eğer kendilerine verilen parada eksiklik olursa mahkemeye müracaat ederek, haklarını arayabiliyorlardı 91. 81 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.22. 82 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.30. 83 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.59. 84 Diyarbakır Şer. Sic., No: 377, s.6. 85 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.4. Ayrıca bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 9-49; No: 376, s. 6-44-45; No: 351., s.44. 86 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 6-30-32-44-45; No: 351, s.44; No: 631, s.1-9-22. 87 R. Özdemir, a.g.e., s.114. 88 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.25. 89 1830 Tarihinde Rahile Hatun’un kocası üzerine açtığı alacak davası için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.2. Ayrıca 1829 tarihinde Esma Hatun’un kocası üzerine açtığı alacak davası için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s.33. 90 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s.129 vd. 91 Nisan 1834 tarihinden Diyarbakır’ın Derviş Hüseyin Mahellesinde oturan Havva adlı bir kadın, ölen kocasının terekesinden hissesine düşeni alamadığı için eski Diyarbakır naibini dava etmişti. bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 30. 29 Boşanmalarda yaygın olan usul ise “ talak” olup, bu da bâin ve ric’î şeklinde ikiye ayrılmakta idi. Talâk-ı bâin, kocaya, boşadığı eşine ancak yeni bir nikahla dönme imkanı veren boşanma şeklidir. Telak-ı ric’î ise “kocaya, yeni bir nikâha ihtiyaç duymaksızın boşadığı eşine dönme imkânı veren boşanma şeklidir”. Diyarbakır şehrinde de boşanmalarda yaygın usul talâk usulu idi. Bu gibi durumlarda kadın mahkemeye müracaat ederek kocasından boşanmak içinr dava açabilmekte, mehir bedelini ve nafaka talep edebilmekte idi92. Meselâ 1826 Mart ortalarında Esma Hatun kocası Bezzaz Molla İsmail’den boşanmak için mahkemeye müracaat etmiş ve kocası da, bu isteğini kabul ederek boşanmışlardı. Görülen dava sonunda kocası zimmetinde olan 400 kuruş Mehr-i Müeccelesini ödemeyi ve ayrıca 3 ay 10 gün nafaka ve giyim parası vermeyi kabul etmişti. İsmail’den çocuğu olur ise bunun 7 yaşına kadar bakımını da babası üzerine alacaktı93. Mayıs 1834 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre ise, Hay Hatun kocası Abbas’ın kendisini dövdüğünü ve kötü muamele yaptığını bildirmesi üzerine boşanmalarına karar verilmiştir94. 1826 Ağustosu başlarında ise Süleyha bint-i Hâcı Hasan kocası Sinan üzerine açtığı davada, “... Sinan Ramazân-ı şerifin ikinci gecesi kumar oynarsam benden talak-ı selase ile benden boş olsun diyü şart ve talik itmekle el-haleti’l-hazihi merkûm Sinan kumar oynayub...” şartını yerine getirdiğinden kocasından boşanmak istemiştir. Kocasının inkar etmesine rağmen, şahitler doğrulayınca, mehir parasını ve 3 ay 10 gün nafaka vermek kaydıyla boşanmalarına karar verilmişti95. Buna benzer bir boşanma olayı da 24 Şubat 1830 tarihinde olmuş. Câmiü’s-Sefa mahellesinde oturan Emine adlı bir kadın kocası üzerine açtığı boşanma davasında kocasının “... işbu Ramazân-ı Şerifde somun ekl eylediğinde Müslüman değilmisin somun ekl ediyorsun deyü söylediğinde merkûm dahî müslüman değilüm diyü...” cevap verdiği için boşanmak istediğini bildirmiştir. Görülen dava sonunda şahitlerin kadını doğrulaması üzerine “... tarafeyn rızalariyle tecdid-i iman ve nikah olunub....” daha sonra, kadın kocası için bir başka yere gidip birbuçuk sene geri dönmezse boşanma şartı koymuştur96. Bunun gibi oldukça ilginç boşanma davalarına iki örnek daha vermek istiyoruz: Meselâ 1830 tarihinde Rahile Hatun kocası Hasan üzerine açtığı boşanma davasında, “... merkûm Hasan beni nikâh eylemek murad eylediğinde eğer beni şehirde saklarsan seni alurum köyde saklar isen almam dediğimden merkûm Hasan eğer seni köyde saklar isem benden boş olasın deyü nikâh yapub 12 seneden beru köyde sakladuğundan....” boşanmak istemiş ve davası fetvaya havele edilmiştir97. Nisan 1834 tarihinde ise Ümmî bint-i Mehmed, kocası Hasan üzerine açtığı davasında 92 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 1; No: 351, S. 44; No: 376, s.44-45. 93 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s.9. 94 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s.2. 95 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 49. 96 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 32. 97 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 10. 30 kendisinin Diyarbakır’da oturmak şartı ile evlendiğini ancak Ergani’de iskân edildiğini söyleyerek, boşanmak istemiş ve davası yine fetvaya havale edilmişti98. Yukarıdaki belgelerden de anlaşılacağı üzere, kadın kocası ile anlaşamadığı durumlarda boşanmak için mahkemeye müracaat edebilmekteydi. Kocaları tarafından terk edilen kadınların boşanma istekleri de hemen kabul edilmekteydi99. Talâk ile boşanmadan başka, erkeklerin de çeşitli durumlarda, kadınlardan boşanmak için mahkemeye müracaat ettikleri görülmektedir. Meselâ 1829 tarihinde Molla Ömer adlı birisi karısı hamile iken deşt kaldırıp çocuğunu düşürdüğü için boşanma davası açmış ve davası fetvaya havele edilmişti100. Kadınlar boşanma durumunda nafaka aldıkları gibi, kocalarının kendilerini terkedip başka bir yere gitmelerinde de nafaka alabilmekte idiler101. Evli bir kadının zina yaptığı anlaşılır ise tabiî olarak bu haktan mahrum kalmaktaydı. Zina “... bir akd-i şer’iyeye müstenid olmaksızın bi’l-ihtiyâr yapılan haram bir cimâ...” olup, İslâm dininde şiddetle yasaklanmıştır. İslâm hukukuna göre zina olayının hiç bir şüpheye gerek kalmadan isbat edilmesi ve dört erkek şahidirin bunu hakim huzurunda şehadetleri ile tasdik etmeleri gerekmekteydi. Osmanlı şehirlerinde zina suçları ile ilgili davalara sicillerde oldukça fazla sayıda rastlanılmasına rağmen, mahkemeye intikal eden davalarda “recm ve hadd” cezasına pek rastlanmamaktadır. Bu da söz konusu olayın isbatının zorluğu ile ilgili bir durum olmalıdır 102. Mesela 1818 Nisan ortalarında Derviş Hüseyin mahallesi sakinlerinden Züleyha bint-i Ömer, Hüseyin üzerine açtığı davasında küçük oğlu Mehmed’in, Hüseyin’in kendisine cebren sahip olması ve zina sonucu doğduğunu belirterek gereğinin yapılmasını istemişti. Fakat bu iddiasını ispatlayacak bir şahit gösteremediği için davası reddedilmişti103. Nisan 1834 tarihinde ise Osman b. Mehmed, zimmî İnce Kiryaakos üzerine açtığı davada Süleyman Efendi’nin, zevcesi ile İnce Kiryakos’un zina ettiklerini ve bunun anlaşılması üzerine Süleyman Efendi’nin öldürüldüğünü bildirerek, suçluların cezalarının verilmesini istemişti. Davalılar suçlamayı kabul etmemişler ve dava bunun üzerine fetvaya havele edilmiştir. Bunun üzerine davayı doğrulayacak şahit olmadığından, Osman b. Mehmed’in davasının reddedilmesine karar verilmiştir104. Yukarıda kadınların boşanma veya eşlerinin uzak bir yere gitmeleri durumunda, kadın ve çocuklara belirli bir miktarda nafaka bağlandığı açıklanmıştı. Meselâ 1818 Nisanı başlarında Emine adlı bir kadın boşanmış olduğu kocası Ahmed 98 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 25. 99 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 42. 100 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 44. 101 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 42. 102 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir a.g.m., s. 116-117. 103 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 33. 104 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 33. 31 üzerine açtığı dava sonucunda küçük oğlu Mahmud’a günlük 24 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmiş olup, babası da bunu kabul etmişti105. 3 ocak 1826 tarihli bir hüccette ise söz konusu tarihte kocasından boşanan bir kadına 3 ay için 30 kuruş nafaka bağlandığı görülmektedir106. Nisan 1834 tarihli bir başka hüccette ise Fatma adlı bir kadının küçük oğluna Aylık 15 kuruş nafaka bağlandığı anlaşılmaktadır107. Nafaka sadece boşanma durumunda değil, kocanın evi terk etmesi durumunda da bağlanmaktaydı108. Osmanlı toplumunda anne veya babası vefat eden ve kimsesi olmayan çocukların gelecekleri için de, bir kısım tedbirler alındığı görülmektedir. Bu gibi durumlarda çocukların işlerini yürütmek ve mallarını idare etmek zere küçük çocuklara vasi tayin edilmekteydi109. Çocukların mallarını idare etmek üzere tayin edilen “vasi”ler yakın akrabalar olabileceği gibi, hakimin tayin edeceği akraba olmayan birisi de vasi olabilmekteydi110. Osmanlı devletinde, İslam hukukunun prensiplerine uygun olarak yetim kalan çocuklara vasi ve nazır (Vasinin yapacağı tasarruflara nezarette bulunmak üzere tayin olunan kişi) tayin edilmekte olup bu kişiler çocuklara kalan malları istedikleri gibi tasarruf edemezlerdi. Çocuklara vasi olarak tayin edilen kişi öncelikle mahkemeye müracaat ederek, çocuklara “nafaka ve kisve baha” adı altında belirli bir paranın takdir edilmesini ve bu parayı kullanmak için izin istemek zorundaydı. Meselâ Aralık 1817 ortalarında babaları ölen Zeyneb ve Ümmiye adlı kızların vasisi olan anneleri mahkemeye müracaat ederek, çocukların her birine günlük 16 akçe nafaka ve kisve baha takdir ettirmişti111. Çocuklara bağlanan nafaka miktarı ailenin ekonomik durumuna göre değişmekteydi. Meselâ Nisan 1818 sonlarına ait bir hüccete, bu tarihte babaları ölen iki erkek çocuğun her birine 50 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişken112, Mart 1824 başlarında babaları ölen çocuklara 20 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişti113. Çocukların mallarını idare etmek üzere vasi tayin edilen kişilerin, dürüst kimseler olmasına özen gösterilmekle birlikte, herhangi bir yolsuzluk durumunda vasi olan kişiler derhal azledilirdi114. Meselâ 17 Haziran 1802 tarihinde vefat eden 105 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 29. 106 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 1. 107 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 11. 108 Mayıs ortaları 1823 tarihinde kocası “diyar-ı ahara” giden Mesude adlı bir kadın, kocası üzerine açtığı nafaka ve kisve baha davası sonucunda kendisine 192 akçe çocuklarına 48 akçe günlük nafaka bağlatmıştı (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 51). Mayıs ortaları 1824 tarihinde ise annesi vefat eden bir çocuğun kayblan babası üzerine açtığı nafaka ve kisve baha davası sonucunda, çocuğa 40 akçe nafaka bağlanmıştı (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 44.) 109 Ayrıntılı bilgi için bkz. R. Özdemir, a.g.m., s. 121. 110 1829 tarihinde ölen Hacı Osman’ın iki karısı ve iki çocuğuna emmi-zâdeleri Molla Abdulaziz vasi tayin olunmuştu (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 34). Bununla birlikte babası vefat eden çocuklara umumiyetle anneleri vasi tayin edilmekteydi (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 6; No: 352, s. 90). Bazı durumlarda ise akraba olmayan kişiler de vasi tayin edilebiliyordu (bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 356, s.3). 111 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 26. 112 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 32. 113 Diyarbakır Şer. Sic., No: 351, s. 52. 114 Diyarbakır Şer. Sic., No: 594, s. 3-32. 32 Çavuşî Osman b. Abdullah’ın küçük oğlu İbrahim’e vasi tayin olunan el-Hâc Esat Efendi “... Vesâyet-i merkûmenin idâresinden âciziyeti izhâr eylediğinden başka sağir-i mezbûrun mâlını emvâline hıfz etmekte...” olduğundan vasilikten azledilmiş ve yerine Mehmed b. Osman vasi olarak tayin edilmişti115. Vasiyet altında bulunan çocuklar belirli yaşa geldikten sonra, mahkemeye müracaat etmek suretiyle, vâsiliğin kaldırılmasını talep ederler ve böylece vasilik kalkardı116. Bazı durumlarda ise hayatta olup olmadığı bilinmeyen kişilere mallarını idare etmek üzere bir kayyım atanır ve çocukların buluğa erişmesi ile bunun da vazifesi sona ererdi117. Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere, İslâm hukuku çerçevesinde aile kutsal bir kurum olarak değerlendirilmiş ve bunun devamı için çeşitli tedbirler alınmıştı. Boşanma veya vefat gibi durumlarda ise çocukların mağdur olmaması için zamanın sosyal güvenlik kurumları olarak değerlendirebileceğimiz bir kısım uygulamalarda gerekli tedbirler alınmıştı. C- Zimmîlerde Evlilik Gelenekleri ve Evlilik Kurumu Osmanlı devleti idaresinde yaşayan zimmîler dil, din ve gelenekleri yönünden tamamen serbest olup, aile hukuku ile ilgili pek çok meselelerini kendi cemaatleri arasında hallediyorlardı118. Bununla birlikte , bazı meselelerini mahkemeye müracaat etmek suretiyle çözümlüyorlardı. Meselâ 19 Ocak 1826 tarihinde Menoş veledet-i Karabet ile Serkiz velet-i Ohannes kendi rızaları ile mahkemeye müracaat ederek evlenmek istediklerini bildirmişler ve şahitler huzurunda nikâhları kıyılmıştı. Bunun yanı sıra Mehr-i Muaccel 100 kuruş ve Mehr-i Müeccel de 100 kuruş olarak tespit edilmiş olup, nikâh akdi sicile işlenmişti119. Müslimlerde görülen evlilik öncesi evlenecek kızla erkeğin “Nişanlılık” dönemine, bu dönemde zimmîler arasında da rastlanmaktaydı. Meselâ 1830 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre, Oseb adlı bir zimmînin Sadakat adlı zimmî bir kadın üzerine açtığı davada “... patrik ve keşişleri marifetiyle nişan dahî verilüb ayînleri üzerine patrik-i mersûm tarafından memhûr kâğıd verilmesinden sonra...” kadının nişandan vazgeçtiğini bildirmiş ve kadınla evlenmesi için gerekli işlemlerin yapılmasını istemişti120. Bu dava fetvaya havale edilmiş olup, sonucu hakkında bilgimiz olmamakla birlikte incelenen dönemde nişan âdetinin zimmîler arasında da olduğunu göstermesi açısından önem taşımaktadır. Diyarbakır eyaletinde de zimmî unsurlar evlilik akdinin yapılması ve diğer konularda Müslimlere sağlanan bazı kolaylıklardan istifade etmekteydiler. Bu dönemde zımmî unsurlar da, tıpkı müslimler gibi evlendikleri zaman “resm-i gerdek” adıyla belirli bir para ödemekteydiler. Diyarbakır şehrinde müslimlerin evlendikleri zaman ne kadar “resm-i gerdek” ödediklerini tesbit etmek mümkün olmamış ise de, 115 Diyarbakır Şer. Sic., No: 299, s. 56. 116 20 Nisan 1818 tarihinde Şeyhzâde İbrahim Paşa’nın oğlu mahkemeye müracaat ederek rüşd ve buluğa eriştiğini bildirmiş ve vasisi olan Muhammed Beğ’in vasiyetinin sona erdiğini mahkemede tescil edilerek sicile işlenmişti. bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 22. 117 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 3. 118 R. Özdemir, “Tokat’ta Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s. 107. 119 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 22. 120 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 5. 33 zimmîlerin ödedikleri paranın miktarını tespit etmiş bulunmaktayız. 1845 tarihinde Harput Siciline işlenen bir buyrulduda, “... Ermeni re’âyâsının gerdekleri vukû’unda resm-i gerdek ve arûsâneliri te’diyede kusurları...” olmadığı belirtilerek, “... ziyâde talebi ile rencide oldukları beyâniyle ...” bunun önlenmesi istenmekteydi. Yine bu buyruldudan “... ihtisâb vaz’olunan mahellerde Ermeni re’âyâsı gerdeği vukû’unda âlâ kâğıd alanlardan otuz ve evsât kâğıd alanlardan yirmi ve ednâ takımından onar gurûş...” Resm-i gerdek alındığı anlaşılmaktadır121. Diyarbakır şehri de dahil olmak üzere, Anadolu’daki diğer şehirlerde yaşam zımmî grupların evlilikleri durumunda “resm-i gerdek” adıyla ödedikleri bu paranın 1846-1847 (H. 1263) tarihinde bütün vilâyetlere gönderilen fermanlarla, millet-i re’âyâdan alınan gerdek vergisinin kaldırıldığı bildirilmiştir122. Müslimlerden anne ve babanın ölmesi durumunda yetim kalan çocuklara vasi tayin edilmesi, çocuklara vasilerin mahkemeye müracaat ederek nafaka takdir ettirmesi gibi, İslâm Hukuku prensiplerinden, bu dönemde Diyarbakır şehrinde yaşayan zımmî grupların da istifade ettikleri bilinmektedir123. Meselâ 1817 Kasım ortalarında Diyarbakır’ın Şeyh Matar mahellesinde ölen bir zimminin çocukları küçük olduğundan, Marin veled-i İko adlı bir zımmî bunlara vasi olarak tayin edilmişti124. 1826 Ekim başlarında ise yine Şeyh Matar mahellesinde ölen Entoş adlı bir zimminin küçük kızının açtığı nafaka ve kisve baha davasında, küçük kıza günlük 60 akçe nafaka ve kisve baha takdir edilmişti125. Yukarıda verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, Diyarbakır şehrinde yaşayan zimmiler bir yandan kendi geleneklerini sürdürürken diğer yandan da, İslâm hukukunun kendilerine sağladığı imkânlardan istifade etmek idiler. Bu dönemde evlenme, mehir, vasî tayini ve nafaka gibi konularda, islâm hukuku içerisinde, müslimlere sağlanan haklardan istifade ettiklerini tesbit ettiğimiz zimmî unsurların, boşanma ve başlık gibi konulardaki uygulamalarını ortaya koyan herhangi bir belgeye rastlayamadık. D- Diyarbakır’da Müslim ve Zımmî Ailelerin Evlilik Durumları ve Çocuk Sayıları İslâm hukukuna göre, baba ailenin reisi olmakla beraber, aile içerisinde başta kadının koca üzerinde hakkı olduğu gibi, çocukların da baba üzerinde hakları 121 Harput Şer. Sic., No: 392, s. 9. Bu buyrulduda bazı yerlerde resmi gerdek’in bir kuruşa kadar alındığı belirtilerek “... ber müceb-i kanun alınması lazım gelen onbeş ve otuz akçe resm-i arusane zaman-ı atik icabınca müretteb-i devlet-i râic-i vakte nazaran pâre-dûn idüğü ve bir guruş ahzı dahi mugayir-i ma’adelet-i seniyye olacağına binâen kânûnda muharrer onbeş ve otuz akçeye mukâbil onbeş ve otuz guruş resm...” alınmasının uygun olduğu ve bundan fazla alınmaması istenmekteydi. 122 Harput Şer. Sic., No: 392, s. 47. Harput Naibine hitaben gönderilen bu buyrulduda. “... bundan âkdem kâffe-i millet-i re’âyâ gerdek nâmiyle alınmakta olan mebalig haklarında gadri mücib olacağından iş bu atmış üç senesi (1846-1847) itibariyle külliyen lağv olunub bundan böyle gerdek namiyle bir akçe ve bir habbe...” alınmaması gerekdiği bildirilmekteydi. 123 Zımmî ailelerde vâsi tayini için bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 55. 124 Diyarbakır Şer. Sic., No: 590, s. 24. 125 Diyarbakır Şer. Sic., No: 631, s. 55. 34 bulunmaktadır. Bilindiği üzere, İslâm dinî, kız ve oğlan çocuğu ayrımını yasaklamış olup, bu husus belirli hukukî prensiplere bağlanmıştır. Öte yandan islâm dinin bazı hükümlerinde müminlerin çoğalması için doğum olayı teşvik edilirken, bazı hükümlerinde ise plânlı gelişen bir aile yapısına cevaz verilmektedir126. Bu arada islâm hukukuna göre, geçerli bir mazeretin yanında, adaletin mutlaka sağlanması şartıyla dört kadına kadar evlenmeye müsade edilmektedir. Ancak evlenilecek olan kadınla arasında adaletin sağlanması şartının konulması ile bu husus oldukça sıkı bir kaideye bağlanmış olup, daha ziyade tek kadınla evlenme usulünün kabul edilmiş olduğu görülmektedir. Bu arada açık bir hüküm olmamakla beraber zımmî gruplarının din azizleri tarafından iki evlilik pek hoş karşılanmadığı için, zımmîler arasında da iki kadınla evli olanlara pek rastlanmaktadır127. Yukarıda söz konusu edilen hususların çeşitli yerlerin şartlarına göre değiştiği de bilinen bir gerçektir. Dolayısı ile Osmanlı dönemi Diyarbakır şehrinde yaşayan ailelerin kaç çocukları vardı? Bunların kız ve erkek çocuk olarak dağılımı nasıldı? Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim veya zımmî gruplar arasında çok kadınla evlilik mi, yoksa tek kadınla evlilik mi yaygındı? Bu sorulara verilecek cevaplar, incelenen dönemde Diyarbakır şehrindeki müslim ve zımmî ailelerin bir yönünü daha ortaya koyacak ve böylece bu dönemde Diyarbakır şehrinde yaşayan zimmi ve müslim aileler konusunda karşılaşılan meselelere daha isabetli bir şekilde yaklaşma imkanı verecektir. Osmanlı dönemi, Diyarbakır şehrinde yaşayan müslim ve zimmî ailelerin gerek çocuk sayıları ve gerekse evlilik durumlarını ortaya koyabilecek yegâne kaynak ise Şer’iyye sicillerinde yer alan “tereke” kayıtlarıdır. Bilindiği üzere tereke kayıtları, bir kişinin ölümünden sonra tutulan kayıtlarıdır. Bunun için kadı veya naib ölen kişinin evine gider, varisleri veya varisleri yoksa vekillerini çağırır menkul ve gayrî menkul mallardan ne varsa her birini ayrı ayrı ve kıymetleri ile birlikte sicile yazardı. Bu arada varsa ölen kişinin borcu ve alacakları da kaydedilirdi. Borçlar vesair harçlar tereke tutarından çıkartıldıktan sonra, kalan miktar mirascıları arasında paylaştırılırdı. Küçüklere mâlûl ve hastaların hisseleri vasilere teslim edilir, vasi mevcut mevcut değilse, verese içindeki aklı başında itimat edilebilen kişilerden bir vasi tayin edilirdi. Ölen kimsenin mirascısı yok ise malları Beytü’l-mal intikal ederdi. Yukarıda açıklandığı üzere, terekeler ölen bir şahsın mal varlığının şeri esaslara göre tevzîi ve taksim edildiği belgelerdir. Terekeler kaydedildiği tarihdeki durumu tesbit eder. Mal paylaşılması söz konusu olduğundan dolayı varislerin ortaya çıkmaması söz konusu değildir. Aynı şekilde mal varlığının, alacakların ve borçların da gizlenmesi söz konusu değildir. Yalnız terekeler o bölgenin bütününe ait olmayıp resmiyete intikal eden belgelerdir. Dolayısıyle bir şehirde bir yıl içerisinde tereke defterlerine bakarak, bunu o yılki bütün şehre teşmil etmek, nüfus ve evlilik durumu da aynı şekilde genelleştirmek doğru değildir. 126 R. Özdemir, “Kırşehir’de Ailenin Sosyo-Ekonomik Yapısı”, s. 120-122. 127 R. Özdemir, a.g.m., s. 119. 35 Diyarbakır şehrinde yaşayan zımmî ve müslim ailelerin çocuk sayıları ve evlilik durumlarını ortaya koyabilmek için esas alınan terekelerin seçilmesinde belli bir ölçü olmayıp, Sondaj yoluyla bütün terekeler içerisinden belirli oranda tereke seçilmiş,tir. Seçilen bu terekeler değerlendirmeye tabii tutulmuş ve umumî sonuçlara gidilmeye çalışılmıştır. Meselâ 1826-1827 yıllarını ihtiva eden 319 Envanter numaralı Diyarbakır numaralı Diyarbakır Şer’iyye sicilinden 11 Müslim ve 6 zimmî terekesi esas alınmıştır128. Terekelerin müslimler için fazla seçilmesinin sebebi, kassam defterlerinde müslim terekelerinin, zimmî terekelerine göre oldukça fazla olmasıdır. Bununla birlikte Müslim ve zimmî gruplar ayrı ayrı değerlendirmeye tabi tutulduğundan, terekelerin eşit sayıda seçilmemesinin fazla bir önem taşımadığı da söylenebilir. Ancak gerek müslim ve gerekse zimmî terekelerinin seçilmesinde herhangi bir ölçü alınmadığı ve bu terekelerinin sondaj yoluyla seçildiğini yeniden hatırlatmak gerekir. 1787-1845 tarihleri arasında Diyarbakır şehrinde yaşayan Müslim ve zımmî ailelerin gerek çocuk sayıları, gerekse evlilik durumlarını belirlemek için 80 Müslim ve 40 zımmî terekesi örnek olarak seçilmiştir. Konuyla ilgili 13 Diyarbakır Şer’iyye sicili taranmış ve bu sicillerde yer alan terekelerde, Müslimlerin tereke sayılarının zımmîlerin tereke sayılarından çok fazla olduğu ve bir yerde sicillerde yer alan terekelerin dörtte üçünün Müslimlere ait olduğu görülmüştür. Bu dönemde Diyarbakır’da yaşayan Müslim nüfus, toplam nüfusunun durumları göz önüne alınmayarak, yarı yarıya bir oran tesbit edilmiş ve bundan dolayı 80 Müslim 40 zimmî terekesi esas alınmıştır. Bu arada terekelerin seçilmesinde belirli bir tarih sırası da takip edilmiştir. Buna göre 1787-1792 için 1 Müslim ve 1 zımmî129, 17901791 için 2 Müslim130, 1791-1792 için Müslim131, 1799-1800 için 10 Müslim ve 8 zımmî132, 1804-1807 için 11 müslim ve 7 zımmî133, 1821-1823 için 2 müslim ve 6 zımmî134, 1824-1825 için 13 müslim ve 6 zımmî, 1826-1827 için 11 müslim ve 6 zımmî135, 1830-1832 için 12 müslim ve 4 zımmî136, 1835-1836 için 5 müslim ve 4 zımmî137, 1836-1837 için 2 müslim ve 1 zımmî138, 1840-1841 için 5 müslim 139, 1844-1845 için 3 müslim ve 2 zımmî terekesi 140 esas olarak alınmıştır. 1787-1845 128 Diyarbakır Şer. Sic., No: 319, Müslim aileler için bkz. s. 4-14-15-16-22-24-26-32-36-44-61. Zimmî aileler için bkz. s. 18-20-37-39-41-52. 129 Diyarbakır Şer. Sic., No : 364, Müslimler için bkz. s.2, Zimmiler için bkz. s. 4. 130 Diyarbakır Şer. Sic., No : 327, s. 54-149. 131 Diyarbakır Şer. Sic., No : 588, s. 2-3-23. 132 Diyarbakır Şer. Sic., No : 600, Müslim; s. 2-7-13-16-17-18-20-25-30-33. Zımmî: s. 14-16-2327-28-31-35. 133 Diyarbakır Şer. Sic., No : 317, Müslim s. 8-11-17-19-29-54-74-77-82-88-90. Zımmî: s. 7-2527-48-50-69-81. 134 Diyarbakır Şer. Sic., No : 285. Müslim : s. 7-14-18-20-24-28-34-39-50-55-60-61-68. Zımmî, s. 5-22-42-45-59-65. 135 Diyarbakır Şer. Sic., No : 319. Müslim, s. 4-14-15-16-22-24-26-32-36-44-62. Zımmî, s. 18-2037-39-41-52. 136 Diyarbakır Şer. Sic., No : 346, Müslim, s. 4-5-6-23-27-34-36-39-40-44-50. Zımmî, s. 25-3947-49. 137 Diyarbakır Şer. Sic., No : 363. Müslim, s. 2-3-21-30-32, Zımmî, s. 4-7-10. 138 Diyarbakır Şer. Sic., No : 328, s.6-13, Zımmî, s. 21. 139 Diyarbakır Şer. Sic., No : 3-3-8-38-80. 140 Diyarbakır Şer. Sic., No : 377, Müslim, s. 5-68-96, Zımmî, s. 2-9. 36 tarihleri arasında Diyarbakır şehrinde Müslim ve zımmî ailelerin çocuk sayıları ve evlilik durumları yukarıda açıklandığı üzere, 80 Müslim ve 40 zımmî terekesine göre aşağıdaki tablolarda verilmiştir. Tablo I 1787-1845 Tarihleri Arasında Diyarbakır Şehirde Müslim Ailelerinin Çocuk Sayıları ve Çocukların Cinsiyetleri Bir Çocuklu Aile İki Çocuklu Aile Üç Çocuklu Aile Dört Çocuklu Aile Beş Çocuklu Aile Altı Çocuklu Aile Yedi Çocuklu Aile Aile toplamı 7 9 29 19 10 3 2 Erkek 5 12 50 37 33 7 8 Kız 2 6 37 39 17 11 6 Toplam Çocuk 7 18 87 76 50 18 14 Sekiz Çocuklu 1 5 3 8 TOPLAM 80 157 121 278 Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, 1787-1845 tarihleri arasında Diyarbakır’da müslim ailelerin ortalama olarak 3 veya 5 çocuk sahibi oldukları görülmektedir. Toplam çocuk sayısı, aile toplamına bölündüğü zaman 3.475 sayısı çıkmaktadır ki, bu da ortalama çocuk sayısının 3 veya 5 arasında değiştiğini ispatlamaktadır. Diyarbakır şehrinde Müslim aileleri arasında kız veya erkek çocuk sayısı bakımından bir denge söz konusu olduğu söylenebilir. Örnek olarak alınan 80 Müslim ailesinden 16 aile sadece erkek çocuk, 7 aile ise sadece kız çocuk sahibidir. Erkek çocuk sayısının kız çocuk syısına göre biraz fazla olduğu görülmekle beraber bunun fazla bir fark olmadığı söylenebilir. Diyarbakır şehrinde zımmî ailelerinin çocuk sayıları ve cinsiyetleri ise örnek olarak seçilen 40 aileye göre aşağıdaki tabloda görüldüğü gibidir. Tablo II 1787-1845 Tarihleri Arasında Diyarbakır Şehrinde Zimmî Ailelerin Çocuk Sayıları ve Çocukların Cinsiyetleri Çocuğu olmayan aile Bir Çocuklu Aile İki Çocuklu Aile Üç Çocuklu Aile Dört Çocuklu Aile TOPLAM Aile Toplamı 5 11 17 5 2 40 Erkek 5 15 10 5 35 Kız 6 19 5 3 33 Toplam Çocuk 11 34 15 8 68 37 Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır Şehrinde yaşayan zımmî aileler ortalama olarak bir veya iki çocuk sahibi idiler. Örnek olarak alınan 40 ailenin toplam çocuk sayısına bölünmesi ile 1.7 sayısı çıkmaktadır ki, bu da zımmî ailelerinin ortalama 1 veya 2 çocuğa sahip olduklarını ispatlamaktadır. Bu arada Diyarbakır Şehrinde yaşayan müslim aileler için örnek olarak seçilen terekelerde, hiç çocuğu olmayan ailelerde az da olsa altı, yedi ve sekiz çocuk sahibi ailelere rastlanmamakla birlikte, aynı dönemde zımmî aileler arasında hiç çocuğu olmayan 5 aileye rastlanmamıştır. Bunun yanı sıra müslim ailelerde az da olsa altı, yedi ve sekiz çocuk sahibi ailelere rastlanmaktadır. Oysa Zimmî ailelerde dört çocuktan fazlasına rastlanmamıştır. Zımmî ailelerin çocuk sayıları ve cinsiyetlerine bakıldığında, müslim ailelerdeki gibi kız ve erkek çocukların sayısında bir denge olduğu söylenebilir. Zımmî aileler için örnek olarak alınan 40 aileden, 7 aile sadece kız çocuk sahibi, 8 aile de sadece erkek çocuk sahibi idi. Bununla birlikte çocukların cinsiyetleri konusunda müslim aileler arasında erkek çocuklar biraz fazla ise de, zimmî aileler arasında kız ve erkek çocuk sayıları arasında tam bir denge olduğu söylenebilir. İncelenen dönem içerisinde şehirde yaşayan müslim ve zimmi ailelerin çcuk sayıları ve cinsiyetleri konusu böylece açıklandıktan sonra evlilik durumları hakkındaki bilgilere geçebiliriz. 1787-1845 tarihleri arasında müslim aileler için örnek olarak seçilen 80 zımmî aileler için örnek olarak seçilen 40 terekeye göre, incelenen dönemde bu grupların evlilik durumları tablo III te verilmiştir. Tablo III 1787-1845 Yılları Arasında Diyarbakır’da Ailelerin Evlilik Durumları Müslim % Zımmi % Bir kadınla evli erkek sayısı 63 78.58 40 100 İki kadınla evli erkek sayısı 17 21.25 - - Yukarıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere, bu dönemde Diyarbakır şehrinde müslim ve zımmî gruplar arasında ziyade tek kadınla evlilik daha yaygındı. Bu dönemde zımmî gruplar arasında iki kadınla evli olan hiç bir erkeğe rastlamamıştır. Bu ise söz konusu grupların dinî inanç veya gelenekleri ile alâkalı olmalıdır. Bununla birlikte bu dönemde müslimler arasında daha ziyade tek kadınla evlilik yaygın olmakla beraber, iki, hatta üç kadınla evli olan kişilere de rastlanmaktadır. Meselâ 1830 tarihli bir hüccetten anlaşıldığına göre, bu tarihte ölen, Barut-zâde Tatar Ramazan adlı bir müslim Amış Hatun, Ayşe ve Esma Hatun adl üç kadınla evli olup, Tatar Ramazan’ın ölümü üzerine mirasçıları mahkemeye müracaat ederek, kocalarının mirasından fazla para alan Tatar Ramazan’ın kardeşi Hacı Mehmed Ağa’yı dava etmişlerdir141. Bu belgeden de anlaşılacağı üzere, Diyarbakır şehrinde 141 Diyarbakır Şer. Sic., No: 376, s. 21. İki kadınla evli olan Müslimler için Ayrıca bkz. Diyarbakır Şer. Sic., No: 352, s. 108; No: 376, s. 34. 38 müslimler arasında üç kadınla evli olanlar da bulunmaktaydı. Ancak bu durum fazla yaygın olmayıp, yukarıdaki tabloda da görüldüğü üzere, tek kadınla evli olanlar büyük bir ekseriyeti oluturmaktaydı. Dolayısı ile Anadolu’nun diğer şehirlerinde olduğu gibi, Diyarbakır şehrinde yaşayan Türkler de, sanılanın aksine tek kadınla evliliği tercih etmiştir. Orta Asya Türkleri arasında bazı istisnaları olmakla birlikte görülen tek evlilik geleneğinin, Türkler’in İslamiyeti kabülünden sonraki dönem içerisinde de devam ettiği söylenebilir. Bunun yanı sıra Doğu Anadolu bölgesinde, Osmanlı döneminde çok kadınla evliliğin yaygın olduğu görüşü hayli yaygın bir fikir olarak ileri sürülemekle beraber, Osmanlı dönemi kayıtları bu görüşün yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönem içerisinde, Diyarbakır şehrinde yaşaşan Müslim gruplar arasında çift kadınla evlilik görülmekle beraber, bu fazla yaygın olmayıp daha ziyade tek kadınla evlilik yaygındı. Zimmî gruplar arasında ise çift kadınla evliliğe hiç rastlanmamaktadır. Sonuç olarak incelediğimiz dönemde müslim ailelerin ortaalama 3 veya 5 çocuk sahibi oldukları gözlenirken, bu sayının zimmî aileler için 1 veya 2 arasında değiştiği ve her iki grup için de tek kanıdla evliliğin geçerli olduğu söylenebilir. Osmanlı döneminde, Diyarbakır şehrinde Müslim ve zimmî gruplar aralarında fazla bir anlaşmazlık olmadan hayatlarını sürdürüyorlardı. Zimmîler uzun dönem bir arada yaşadıkları Türk ailelerin tesiri ile, Türk kültürünün derin tesirinde kalmışlar ve çocuklarına onların kullandıkları isimleri vermek, benzer eşyaları kendi evlerinde kullanmak suretiyle bu dönemde Türk kültürünü büyük ölçüde benimsediklerini göstermişlerdir. 39 DİYARBAKIR’IN DİNİ TARİHİ Hayreddin KIZIL* Giriş Din, insanlık tarihi boyunca önemini her zaman korumuştur. Yapılan arkeolojik kazılar bize inançsız bir toplum olmadığını göstermekte. Diyarbakır ve çevresinde de aynı durum görülmektedir. Bu coğrafyada kurulmuş olan her medeniyetin kendine ait bir inanç sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Diyarbakır’da yerleşen ilk topluluk olarak bilinen Subarular, Hurri Mitanniler, Asurlular ve onlardan sonra kurulan medeniyetlerin kendilerine ait inanç sistemlerinin olduğu görülmektedir. Bu medeniyetleri, inançlarını ve bu inançların diğer topluluklar üzerindeki etkilerini incelemek geniş bir çalışmayı gerektireceğinden kısaca şunları söyleyebiliriz: Ari bir topluluk olan Hurriler’in, Aryan toplumlarının mitolojik inançlarını benimsedikleri kabul edilmektedir. Hurrilerin, Anadolu kültürü üzerinde büyük etkileri olmuştur. Bu etkiler, Hitit dini ve mitolojisinde karşımıza çıkmaktadır.1 Anadolu’da Kizzuwatta’nın (Adana ve civarı) zaptı Hurri Tanrıları’nın kitle halinde Hitit Panteonu’na girmesine yol açmış, Hitit tabletlerinde Hurrilerin törenleri dile getirilmiştir.2 Hurriler döneminde Mitraizm inancının da olduğu, bu dönemden kalan belgelerden anlaşılmaktadır. Mitraizm, bir dönem Hindistan, İran, Anadolu ve Roma’da etkili olmuş, Hıristiyanlığa rakip olmuş bir inanç sistemidir. Anadolu’da Mitra ile ilgili yazılı belgeler ilk kez Boğazköy’de Hurri-Mitanniler’in Hititler ile yapmış olduğu anlaşmada karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Hurri-Mitanni kültürünün etkisinde kalan bölgelere Hititler egemen olunca, Hurri-Mitanni tanrıları Hitit belgelerinde daha çok görülmeye başlamıştır. M.Ö. XV. yüzyıla tarihlenmiş bir Hitit yazıtında geçen Miidraashsriill adlı tanrının Mitanniler’in baş tanrısı Mithra/ Mitra olduğu belirtilmiştir 3. Hurriler’den sonra Diyarbakır’da etkili olmuş başka bir topluluk Asurlulardır. Asurlular’ın dini çok tanrılı bir dindi. Önceleri yüzlerce tanrıları vardı. Sonraları bu *Yrd. Doç. Dr. Hayreddin Kızıl, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi 1 Beysanoğlu, c.I, s.56. 2 Kürşat Demirci, Dinlerin Dejenerasyonu, İnsan Yay, 2.Bsk, İstanbul, Eylül 1996. Kürşat Demirci, bu çalışmada, Hurrilerin Anadolu inançlarındaki etkilerine örnekler veriyor bkz. ss.65–76. Hurriler’e ait Kumarbi Theogonia’sı, Antik Yunan Theogonia’sından daha eskidir. Kumarbi Theogonia’sı için bkz. İsmet Zeki Eyuboğlu, Anadolu İnançları -Anadolu Mitologisi- İnanç Söylence Bağlantısı, Geçit Kitabevi, İstanbul 1987, ss. 414–415. 3 Erkan İznik, “Anadolu’daki Gizemli Işık: Mithra”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Ankara 2004, s.636; Mithra, yüce varlık –Asura Varuna- ile yakından ilintili, antik bir Ari tanrısıydı. Varuna her şeyi kucaklayan gökleri temsil ederdi. Mitra, göksel ışıktı, güneş değildi, güneş onun maddi aracıydı. Bu inançta, Mitra’ya her şeyin babası Varuna ile birlikte yakarılırdı. Ayrıntılı bilgi için bkz. Irach J.I Taraporewala, Zerdüşt Dini- Zerdüşt’ün Gathaları- Üç Unutulmuş Din: Mitraizm, Maniheizm, Mazdakizm, Çev: Nice Damar, Avesta Basın Yayın, 1.Bsk, İstanbul, 2002, s.186 vd. 40 tanrılar hâkim şehrin koruyucu ilâhları olarak kabul edildiler. En büyük tanrılarının ismi “Aşur” idi. Tanrı Aşur, Asurluların yaratılış mitolojisinin anlatımında bahar ve ekinoksta4 başlayan yeni yıl bayramının başkahramanıydı. İnanışlarına göre Asur hükümdarlarının mutluluğunu sağlayan, ülkelerinin genişlemesini temin eden, bütün isteklerini yerine getiren bu ilahtı. Asur’dan sonra Şamaş ve Adad gelirdi 5. Diyarbakır’da bir dönem hüküm sürmüş olan Urartular’ın dini ise Hurri ve Hititler ile benzerlik göstermektedir. Khaldi, taptıkları üç büyük tanrının başta geleniydi. Urartular, milli ilahları olan bu tanrıya nispetle Khaldi adıyla da anılmışlardır. İkinci büyük tanrıları fırtına tanrısı “Teseba” (Hurrilerde Teşub) idi. Üçüncü büyük tanrıları olan Güneş ilahının adı “Ardini” olup Hititlerin Arina ve Asurluların savaş tanrıları ile bir sayılırdı. Bunlardan ilk ikisi erkek, üçüncüsü “Ardini” dişi sayılmakta idi. Urartular, ön planda gelen bu üç tanrıdan başka tanrılara da inanıyorlardı 6. Med ve Perslerin Anadolu’ya hâkim olduğu dönemlerde bu iki topluluğun dini olan Zerdüştilik de, Diyarbakır ve çevresinde görülmüştür. Zerdüştiliğe, Zoraastrianizm veya bu dindeki tanrı için kullanılan Ahura- Mazda ismine istinaden, “Mazdaizm” veya ülkeye atfen “Parsizm” de denilir. İbadetlerinde kullandıkları ateş yakma âdetinden dolayı, “Ateşperest” olarak da isimlendirilmişlerdir. Zerdüşt dini, Sasaniler döneminde yönetici sınıfla da yakından irtibatlı olan rahip sınıfı Mecî’den (Mecûş) hareketle İslâm kaynaklarında Mecusîlik olarak adlandırılmıştır. Eski Farsçadaki biçiminden Arapçaya geçen “Mecûsî” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de, Hacc, 22/17 “Mecûsîler” anlamına gelen “Mecûs” şeklinde geçmektedir 7. İlk dönemlerde evrensel boyutta yayılma temayülü göstermiş olan Zerdüştilik, ortaya çıktığı yer olan İran sınırları dışında Anadolu ve Avrupa’ya kadar yayılmıştır 8 . Zerdüşt, tektanrılı bir inanç telkin ettiği için onu bir peygamber olarak kabul edenler bulunduğu gibi, ona bir hâkim veya şaman olarak bakanlar da vardır. Taraporewala, bu adı taşıyan farklı kişilerin bulunduğunu ve bilinen Zerdüşt’ün bu adı taşıyanların sonuncusu olduğunu söyleyen rivayetlerin olduğunu belirtmektedir. Taraporewala’ya göre “Zerdüşt Peygamber’in kişisel adı Spitama’ydı. ‘Zerdüşt’, onun mesajını ilettikten sonra aldığı ünvanıdır. Zarathustra, “Zaratha” “altın” ve ışıldamak anlamındaki “uş” kökünden gelen “Uştra”dan (ışık) türemiştir. Taraporewala’ya göre, Spitama Peygamber’in bu sıfatı, “Altın Işığın Adamı” anlamına gelir 9. Zerdüşt’ün kişiliği, ancak 1700’lerden sonra ilmi araştırmalara konu olabilmiştir. Fransız müsteşriklerinden Anquetil 4 Gece ve gündüzün birbirine eşit olduğu günler. 5 Geniş bilgi için bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2002, ss.23–25. Adı geçen tanrıların isimlerine Diyarbakır ve çevresinde tespit edilen Asurlulara ait kitabelerde de rastlanmaktadır. Bkz. Beysanoğlu, c.I, ss. 75–76. 6 Beysanoğlu, c.I, ss.70–71. 7 Bkz. Şinasi Gündüz, “Mecusilik”, DİA, Ankara 2003, c.XXVIII, s.280. 8 Gündüz, c.XXVIII, s.280; Kapadokya’da tespit edilen ve Medler döneminden kaldığı söylenen bir ateş sunağı için bkz. Şevket Dönmez, “Kapadokya’da Ateş Kültü”, Uluslararası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, ss.473– 487. 9 Taraporewala, ss.27–28. 41 Duperron, 1755 senesinde Hindistan’daki Gucurat yarımadasına giderek orada Kadim İranilerin dini inançlarını taşıyan “Gabr”larla görüşmüş ve Pehlevi lisanını öğrendikten sonra Zerdüşt dinini incelemiş, 1763 tarihinde Fransa’ya dönerken beraberinde Pehlevi lisanı üzere yazılmış altı kitap götürmüştür10. Zerdüşt’ün doğumu hakkında birçok tarih verilmektedir. Bu tarihler M.Ö. 1000 yılları ile M.Ö. VII. yüzyılları arasındadır11. Şehirde görülen medeniyetlerin değişmesine bağlı olarak şehirde görülen dini inançlar da değişmiştir. Roma ve Bizans dönemlerinde Hıristiyanlık inancı şehirde görülmüştür. İslamiyet’ten önce de Diyarbakır ve çevresinde en yaygın dinin Hıristiyanlık olduğu anlaşılmaktadır. Hıristiyanlıkla beraber merkezde ve bazı ilçelerde Yahudiler de mevcuttu. Şemsilerin de bir dönem şehir merkezinde olduğu bilinmektedir. İslamiyet’ten sonra ortaya çıkan Yezidîlik inancı da şehirde görülmüştür. İlk dönemler hakkında ayrıntılı bilgiler olmamasına rağmen Konu hakkında yazılan kitaplarda, farklı dönemlerde Diyarbakır’ı ziyaret eden gezginlerin seyahatnamelerinde, özellikle Osmanlı Döneminden günümüze kalan salnamelerde din müntesiplerinin sayısı, oturdukları mahalleler ve sahip oldukları mabedler hakkında birçok bilgi verilmiştir12. Bunlardan Yahudilik, Cumhuriyet’ten sonra da varlığını sürdürmüştür. Fakat 1948’de İsrail devletinin kurulması üzerine şehirde yaşayan Yahudiler, İsrail’e göç etmişlerdir. Yahudiler ve Şemsiler şu an şehirde bulunmamaktadır. Polonyalı Simeon’un verdiği bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla XVII. yüzyılın başlarından beri Şemsilik inancı, Diyarbakır’da görülmemektedir13. Şemsîler’e ait olduğu bilinen bir tapınağın kalıntıları Mardin Kapı civarında Şemsîler yamacının başlangıcında son dönemlere kadar kalmış fakat yolun genişletilmesi nedeniyle günümüzde bu tapınaktan bir eser kalmamıştır. Şu an tapınağın bulunduğu bölgede bir mahalle kurulmuş ve Şemsiler Mahallesi adını almıştır. Yezidîlik ve Hıristiyanlığa mensup kişilerin sayısı azalmakla beraber, bu iki inanç günümüzde de şehirde varlığını sürdürmektedir. Diyarbakır’da yaşamış Hıristiyanlar geçmişte kendi içlerinde, Gregoryenler (Ermeniler), Yakubiler (Süryani Kadim), Ortodokslar (Rumlar), Melkitler (Melikiler), Ortodoks Süryanîler, Asurîler (Nesturî) ve Keldaniler şeklinde mezheplere ayrılmışken günümüzde bu mezheplerin birçoğuna Diyarbakır’da rastlanmamaktadır. Diyarbakır’ın ilçe ve köylerinde Hıristiyan kalmamış, kent merkezinde ise sayıları çok az kalan Süryaniler, Ermeniler, 10 M. Şemseddin, “Kadim İran’da Din”, Dinleri Tarihleriyle Okumak, Çev: Fuat Aydın, Ensar Neş, İstanbul 2007, s.176. 11 Bkz. Taraporewala, s.27. 12 Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869–1905) I-V, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999; İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790–1840), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Türk Tarih Kurumu Yay, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995, Kitapta Mahalleler için bkz. ss.46–50, Mabedler için bkz. ss.80–81, Nüfus için bkz. ss.99–121; Ali Emirî, ss.55–58; Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, ss. 48, 56–60, 161. 13 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi 1608–1609, Hazırlayan: Hrand D. Andreasyan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul 1964, s.100– 101; Ayrıca bkz. Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, s.16. 42 Keldaniler ve 1994 yılından itibaren toplanmaya başlayan, daha sonraları Meryem Ana Kilisesi karşısında kendilerine ait Diyarbakır İncil Kilisesi adlı bir kilise inşa eden Protestanlar mevcuttur14. 1816’da Diyarbakır’a gelen Buckingham’ın yazdıklarından, Hıristiyan nüfus arasında, Ermenilerin ilk sırada yer aldığı anlaşılmaktadır. Ermenilerin yarısının da (500 aile) Katolikliği kabul ettiğini belirten Buckingham, Süryanilerin 400 aile kadar olduğunu, Yahudilerin, Bağdat, Halep ve İstanbul’a göç ettiklerini ve onlardan ancak birkaç düzine ev kaldığını, az sayıda da Rum’un bulunduğunu belirtir. Buckingham, şehirde yirmi beş cami, iki Ermeni kilisesi, içerisinde iki İtalyan rahibin oturduğu bir Katolik kilisesi, birer Süryanî ve Rum kilisesiyle bir küçük sinagogun mevcut olduğundan bahseder15. O dönemde şehri oluşturan dini gruplar, bazen ayrı mahallelerde, bazen de karışık olarak bir arada ikamet etmişlerdir. Sur içinde bulunan mahalleler; 65’i Müslüman, 13’ü gayrimüslim ve 42’si karışık olmak üzere 120 taneydi. Müslüman mahallelerin dışındaki mahallelerde oturanların, Hıristiyan (Ortodoks, Katolik, Protestan, Süryani, Nasturi ve Keldani) ve Musevi oldukları belirtilmektedir. 1785–1850 tarihleri arasında, Diyarbakır merkezde, Müslümanlarla Müslüman olmayanların bir arada yaşadıkları 42 adet mahallede, dini grupların kesin sınırlarla birbirinden ayrılmadıkları görülmektedir. Genellikle mahallenin bir bölümünde Müslümanlar, diğer bölümünde ise başka dini gruplar ikamet etmiştir 16. 1870 tarihli ilk resmî sayıma göre; Diyarbakır şehir merkezinde yerli kütüğe kayıtlı nüfus 21372 kişi olup; bunun 9814’ü İslam, 11508’i gayr-i müslimdir 17. 1877 tarihli salnamede ise, şehir merkezi nüfusu 6793’ü gayr-i müslim, 5258’i Müslüman olmak üzere 12051 olarak veriliyor 18. 1894 yılına ait nüfus verilerinde ise Diyarbakır ve merkez köyleri dâhil, nüfus 66117 olarak görülmektedir. Bunun 45038’i Müslüman, 21079’u gayr-i müslimlerdir 19. Ali Emiri de 1912 yılında yapılmış nüfus sayımına göre Diyarbakır vilayetinin genelinde tespit edilen rakamları vermektedir. Bu sayıma göre Müslümanlar, nüfusun %80’ini, gayri Müslimler ise nüfusun %20’sini oluşturmaktadır. Bu yüzde yirmilik oran Hıristiyan, Yahudi, Yezidî gibi unsurların tamamının toplamıdır. Ali Emiri, aynı yerde köylerin dinlere göre dağılımını da vermektedir. Buna göre 3350 köyün 296’sında Gayri Müslim ve Müslümanlar bir 14 Mehmet Hadi Tezokur, “Diyarbakır’da Ayakta Duran Üç Kilise”, Nebiler, Sahabiler, Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır, Ankara 2010, ss.191–192. 15 Korkusuz, Seyahatnamelerde Diyarbekir, s.97; Göyünç, c.IX, s.466. 16 Mehmet Şimşek, Süryaniler Ve Diyarbakır, Chiviyazıları Yay, 1.Bs İstanbul 2003, s.133; Ayrıca bkz. Yılmazçelik, ss. 46–48. 17 Diyarbakır Salnameleri, c.I, s.135. Salnamelerde nüfus kayıtları din mensuplarına göre ayrıntılı olarak verilmiştir. Konunun uzamaması için burada Müslim ve gayr-i Müslim olmak üzere iki grup olarak verilmiştir. 18 Diyarbakır Salnameleri, c.III, s.81. 19 Diyarbakır Salnameleri, c.IV, s.166. 43 arada yaşamaktayken 183’ünde sadece gayri Müslimler yaşamakta, geriye kalan köylerde ise Müslümanlar yaşamaktadır 20. 1. Şemsilik: Diyarbakır’da geçmişte mevcut olan inançlar arasında Şemsilik inancının da olduğu daha önce belirtildi. Fakat Şemsilerle ilgili yapılan çalışmaların azlığı ve bu inancın günümüzde kalmamış olmasından dolayı Şemsilik ile ilgili doyurucu bilgilere rastlanmaz. Aksine yazılan eserlerde birbirinden çok farklı bilgiler vardır. XVII. yüzyılın başlarında Diyarbakır’a gelen Polonyalı Simeon seyahatnamesinde, Şemsiler hakkında şu bilgileri vermektedir: “Mardin Kapısı’nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının Şemsilerin ibadetgâhı olduğunu anladık. Şemsiler evvelce her cumartesi günü orada toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani bir surette birbirine sarılıp baba kızı, kardeş hemşiresi, anneler de çocukları ile cinsi münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası da Şemsilerin merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına çağırarak kendi ibadetgâhlarına devamı menetmiş, bilâhare de bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiç birine merbut olmadıklarını ve yalnız Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince, beylerbeyi: “Öyle ise ya Ermeni kilisesine veya camiye devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm” diye tehditte bulunmuştur. Şemsiler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni Kilisesi’ne gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler; fakat emre itaat etmeyenin malları müsadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle Şemsilerin tapınağı boş kalmış, kendileri de İran’a, Süryani memleketine, Tokat’a, Merzifon’a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise, korkularından, kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeğe, bazıları da gayr-ı ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeğe başlamışlar” 21. Polonyalı Simeon’un seyahatnamesini yayına hazırlayan Hrand D. Andreasyan, dipnotta Şemsiler hakkında şu bilgileri vermiştir: “XV. asır Ermeni müelliflerinden Mezoflu Toma, Timur ve haleflerine âid eserinde, Timur’un, Şemsi denilen tarikatçılarla meskûn Şol, Şımaraklı, Safari ve Maraşi adlı Mardin köylerini yerle bir ettiğini, fakat “bu putperest tarikatların, bilahare, şeytani bir surette Mardin’de ve Amid’de tekrar çoğaldıklarını” yazar. Ermeni müelliflerinin Arevortik (güneş- oğulları) tabiriyle zikrettikleri bu tarikat, V. asırdan beri Ermeniler arasında görünen Arlikvan, Borborit, Tondraklı vs. adlarla bilinen tarikatların bir nevi devamıdır. Eski İran menşeli olup zahiren Hıristiyanlığa bağlı bulunan bu tarikatlara karşı V. asırdan beri şiddetli mücadele yapılmasına rağmen, VIII, XI, XII. asırlarda muhtelif adlar altında ve nihayet XIV. asırda “Arevortik” 20 Ali Emiri, ss.56–57. 21 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, ss.100–101. 44 ismiyle tekrar ortaya çıkmıştır, Patrik M. Ormanyan’a nazaran, zamanımızdaki Yezidî tarikatının Arevortiklerin bir devamı olduğu zannedilmektedir ”22. İtalyan misyoner Guiseppe Campanile’nin, Mardin’de yaşayan Şemsiler hakkındaki görüşleri ise şöyledir23: “Bu tarikat (Şemsilik), Mardin’de bulunmakla birlikte buraya nasıl geldiği bilinmemektedir. Bazıları, bir kaç ailenin Hindistan’dan geldiğini, göç etmiş olduğunu söylerler. Başka bir iddiaya göre de Şemsilerin, Mardin’e bağlı çevre köylerde dağınık yaşadıkları iddia edilmektedir. Kesin olarak bilinen Sultan Mustafa devrinden beri Mardin’de yaşadıklarıdır. Sultan Mustafa, kendi imparatorluğu sınırlarında yaşayan Hıristiyanların, Yahudilerin ya İslam’ı kabul etmelerini ya da ülkeyi terk etmelerini emretmiştir. Ancak Şeyhülislamlar ve müftüler buna karşı çıkmıştır. Hz. Muhammed döneminde bile Yahudilere, Hıristiyanlara bu tarz bir şey uygulanmadığını, eğer ki böyle ülkeyi terk etmesi gerekenler varsa bunların bu tarz büyük ve kitaplı dinler değil, küçük boyutlu kitapsız dinlerin mensupları olmalarını gerektiklerini savunmuşlardır. Şemsiler ise Yezidîler, Dürzîler ve Nusayriler gibi dağlık bölgelere çekilmemişler ve Osmanlı topraklarını da terk etmemişlerdir. Şemsiler ya da şems sözcüğü, “şemsi” kelimesinden, anlam olarak da “güneş” kelimesinden gelmektedir. Şemsiler, güneşe taparlar. Güneş doğarken önünde 3 kez eğilirler. Evlerinin kapıları doğuya bakar, bundan başka öküze ve ineğe saygı duyarlar. Çocukları, Yakubi papazları tarafından vaftiz edilir ve batıl gelenekleri yüzünden günah çıkarmaya mecbur edilirler. Yine Şemsi düğünlerine bir Yakubi papazı katılır, evlenenleri kutsar. Bilinen tek şey, herhangi bir dini kitaplarının bulunmamasıdır. Ona karşılık türküler, şarkılar söylemeyi çok severler. Günahlarının saçlarında toplandığına inanırlar o yüzden birisi ölüme yaklaştığı zaman, saçlarını, sakallarını, kıllarını koparırlar. Aslında ölümü böylelikle barbarca hızlandırırlar. Ölecek kişinin boğazından biraz likör dökmekle ölüme daha çabuk ulaşacağına inanırlar. Ayrıca ölünün cennete girebilmesi için gerekli miktarda parayı ödemesi için de avuçlarına bir miktar altın koyarlar. Ondan sonra ölü, Yakubi papazı tarafından gömülür fakat ölü, sarılıp tabuta konulana kadar Yakubi papazını yaklaştırmazlar. Bu tarikatın üye sayısı çok azdır. 50 civarında aile oldukları düşünülmektedir. Hepsi Mardin çevresinde çok fakir bir durumda yaşamaktadırlar. Şemsi kadınlarını diğer kadınlardan ayıran özellik beyaz bir aba giymeleridir. Onlar hakkında daha fazla bilgi bulmak çok zordur. Putperestlikle suçlanmaktan korktukları için ortaya çıkmazlar”24. Niebuhr ise, Mardin’deki Şemsilerin birçoğunun Hıristiyanlığa geçtiğini, geri kalanlarının da Yezidî ve Alevilerle karışmış olduğunu belirtmektedir. Niebuhr, 22 Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi, ss.100–101. 23 Konu Diyarbakır ile sınırlı olmasına rağmen Şemsilik ile ilgili bir fikir sahibi olabilmek için Diyarbakır’ın yanı sıra geçmişte Mardin’de de yaşayan Şemsiler hakkında buraları gezen gezginlerin verdikleri bilgilerden faydalanıldı. 24 Guiseppe Campanile’den naklen, http://www.aleviweb.com/forum/showthread. php?t=1964 (Tarih: 06/10/2010; Saat: 09:07) 45 Şemsîler’in, mahalli paganizmin son bakiyelerini oluşturduğunu söyler. XVIII. yüzyılın ortalarına doğru kendilerini Ya’kubî Hıristiyan olarak göstermiş olsalar da, bu bağlılıklarının zahiri olduğunu kaydeder 25. Şemsilerle ilgili bir iddia da onların Harraniler olduklarıdır. Bu iddiaya göre “Şemsî” ve “Harranî” kavramları aynı inancı ifade etmektedir. Şemsiler genel anlamda Mezopotamya bölgesinde yaşayan toplulukların Güneş (Şems, Şemes) ve diğer gezegenlere olan inançlarını belirten bir isimdir. Özelde ise, Harran ve civarında yaşayan topluluğun dini inançları için kullanılmaktadır. Şemsî ya da Şemsîler, kelimenin taşıdığı anlama nispetle güneşe tapanlar anlamına gelmektedir 26. Gabriel Akyüz, yerleşim yerine nispetle Harranîler adını alan bu inanç sahiplerinin, Harran’da yaşayan ve XII. yüzyıla kadar varlıklarını sürdüren, Hıristiyanlığı kabul etmemiş ve putperest kalmış Süryaniler olduklarını söylemektedir 27. Bunun yanında Harrânilerle Sabiiler’in de birbirleriyle karıştırıldığı görülmektedir. Bunun nedeni önceki kaynaklarda “Putperestler”, “Keldâniler”, “Nıbtiler” veya basitçe “Harranîler” olarak adlandırılan bu inanç sahiplerinin, sonraki dönemlerde çeşitli nedenlerle -muhtemelen zımmî statüsünü kazanmak içinSâbiî ismini adapte etmelerinde yatmaktadır 28. 25 Celal Çayır, M. Cengiz Yıldız, İsmail Gönenç, “Kaybolmaya Yüz Tutan Bir Anadolu Dini Topluluğu: Şemsiler / Harrânîler”, Makalelerle Mardin IV Önemli Simalar-Dini Topluluklar, Haz. İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay, İstanbul 2007, s.166. 26 Çayır-Yıldız-Gönenç, s.163. 27 Gabriel Akyüz, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve Özellikleri Tarihte Süryaniler”, Uluslararası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, ss.79–80. Harran şehrinde, M.S XIII. yüzyıldaki Moğol saldırısında, şehrin son Pagan tapınağının yerle bir edilişine ve şehrin diğer halkıyla birlikte son pagan sakinlerinin Mardin ve civarına sürülmesine kadar, ay tanrısı Sin liderliğindeki yıldız ve gezegen kültüne dayalı paganist dini yapısı devam ettirilmiştir. Bkz. Şinasi Gündüz, “Atargatis Kült Merkezi Edessa (Urfa)”, Uluslar arası Türk Dünyası İnaç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, s.611. 28 Halife Me’mun’un da M.S. 830 yılında Diyarbakır bölgesinde, kendilerinin Sabiiler olduklarını söyleyen bir grup insanla karşılaştığını anlatan rivayette geçen Sabiiler de Şemsiler/Harraniler olmalıdır. Bkz. Fatih Kesler, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar “Kur’an-ı Kerim’de Ehli Kitap”, TDV Yay, 3.Bsk, Ankara 2001, s.60. Muhammed Esed de, meal-tefsirinde konu hakkında benzer ifadeler kullanmakta, Sabiiler ve Harranîlerin birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğini belirtmektedir. Bkz. Muhammed Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir I-III, Türkçeye Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yay, 5. Bs, 1999, c.I, s.19. Ayrıca Harrani-Sabii karşılaştırması hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Şinasi Gündüz, “Sabiilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB Yayınları, 1.Baskı, Ankara 2007, ss. 476–478. 46 Sonuç olarak Şemsilerden bahseden kaynaklar birbirinden farklı şeyler söylemektedir. Kimileri bunların Harranî, kimi Ermeni, kimi Süryani, kimi de eski İran inançlarının devamı olduklarını ileri sürmektedir 29. Polonyalı Simeon’un, seyahatnamesinde verdiği bilgilere göre Şemsiler, Diyarbakır’ı terk etmişlerdir. Şemsilerin daha sonraki dönemlerde Diyarbakır’da yaşadıklarına dair ne nüfus sayımlarında ne de salnamelerde bir bilgiye rastlanmaktadır. Simeon’un da belirtmiş olduğu gibi Şemsilere ait boş bir tapınak Mardin Kapısı çıkışında bulunmaktaydı. Şemsilere ait bu tapınağın kalıntıları, 1950’lerden sonra Diyarbakır- Mardin yolunun genişletilmesi sırasında ortadan kaldırılmıştır30. Bu tapınak, Diyarbakır surlarının Mardin Kapısı bölümünün çıkışından başlayıp solda Dicle nehri kıyısına kadar devam eden Hevsel Bahçeleri’nin tam karşısında yolun sağında, Mardin Kapısı Mezarlığının doğuya bakan yamaçlarına, “Şemsîler Tepesi”, “Şemsîler Kayalığı”, “Şemsiler” denilen yere ismini vermiştir. Günümüzde o bölgede Mardin Kapı Mezarlığı, Gazi Köşkü ile Hevsel Bahçeleri arasında kurulmuş olan mahalleye Şemsiler Mahallesi denilmektedir. 2. Yahudilik: Musevilik olarak da adlandırılan Yahudilik, İsrailoğulları tarihi içerisinde ortaya çıkmış bir dindir. Yahudilik, Hz. Musa tarafından temsil edilen tevhidi düşünceyle Filistin-Ürdün’ün yerel dini geleneklerinin karıştırılması ve sık sık yaşanan yabancı istilalar ve sürgün olayları nedeniyle çeşitli yabancı inanç sistemlerinden etkilenme sonucunda ortaya çıkmıştır. Günümüz Yahudiliğinin sistematize edilişinde en önemli dönem, M.Ö. VI. yüzyıldaki Kudüs’ün Babillilerce yakılıp yıkılmasını izleyen sürgün sonrası dönemdir 31. Babil ve daha sonraları gerçekleşen Roma sürgünlerinde Dünya’nın farklı yerlerine dağılmış olan Yahudilerin, Anadolu’daki tarihleri çok eskilere dayanır. Tarihçiler, bugünkü Türkiye Yahudilerinin de kökenini oluşturan Anadolu’daki ilk Yahudi varlığını M.Ö. III–IV. yüzyıllara kadar götürür. Büyük İskender’in Filistin’i ele geçirmesi (M.Ö. 322) ve generalleri tarafından Ön Asya ve Anadolu’da çeşitli devletlerin kurulmasıyla birlikte Yahudilerin Anadolu’nun farklı bölgelerine yerleştirildikleri belirtilmektedir32. Diyarbakır’daki Yahudi varlığı da yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Rıfat N. Bali’ye göre Güneydoğu Anadolu’da yaşamış olan Yahudilerin ataları, Hazreti Süleyman’ın ölümünden sonra güneyde Yehuda ve kuzeyde İsrael olarak ikiye bölünmüş olan krallıklardan İsrael krallığına ait Samiriye şehrinden tehcir edilmiş 29 Bkz. Ahmet Taşğın, “Şemsiler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır II. Uluslararası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, Yayınlayanlar: Diyarbakır Valiliği ve Türk Külütürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008, c.III, ss.753–762. 30 Şeyhmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir: Diyarbakır, İletişim Yay, 5.Bsk, İstanbul 2004, s.58. 31 Şinasi Gündüz, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yay, I.Bs Ankara, Ekim 1998, ss.390–391. 32 Salime Leyla Gürkan, “Yahudi Mistisizmi Sabetaycılık ve Anadolu Yahudileri”, Yaşayan Dünya Dinleri, ss.266–267. 47 olan Yahudilerdir. Bunlara, Babil döneminde Kral Nabukadnazar’ın kuzeydeki Yehuda krallığını ele geçirip burada yaşayan Yahudileri tehcir etmesi üzerine göç eden Yahudiler de eklenmiştir. Bu iki grup önce Asur diyarına, daha sonra da Güneydoğu Anadolu’ya yerleşen ilk Yahudiler oldular. Bu bölgede yaşamış olan Yahudilerin Aramîce konuşmaları ve konuşmuş oldukları Aramîcenin Talmud’u derlemiş olanların kullanmış oldukları Aramîce ile aşağı yukarı aynı olması bu yerleşimcilerin Samiriye’den kovulanların soyundan geldiklerinin bir kanıtı olarak öne sürülmektedir33. Yörede yaşamış olan Yahudilerin menşei hakkındaki bu inancın, bölge Yahudilerinin sözlü geleneklerinde de yer ettiği belirtilmektedir. Bölgedeki Yahudiler arasındaki yaygın olan sözlü geleneğe göre, bu Yahudiler, Asur kralları tarafından Israel ve Yahuda krallıklarından sürgün edilmiş olan Yahudilerin çocuklarıdır. Asur ülkesinden sürgün edildikleri günden beri Diyarbakır’da bir Yahudi cemaati mevcut olmuştur34. Diyarbakırlı Yahudiler, Diyarbakır’ın Tevrat’ta bahsi geçen Kalne35 şehri olduğuna inanırlardı36. Diyarbakır Yahudilerinin Türkiye’de bulunan diğer Yahudi cemaatleri kadar bilinmemiş olmasının nedeni buralara ulaşmanın zorlukları ve bu cemaatlerin Batı Anadolu, Trakya ve büyük liman şehirlerinde mevcut olan cemaatler kadar önemli nüfusa sahip olmamaları ve kayda değer önemde ticari ve kültürel faaliyetleri bulunmamasıdır. Diyarbakır’ı ziyaret eden gezginler, seyahatnamelerinde Yahudiler hakkında bilgi vermişlerdir. 1844 yılında Diyarbakır’a gelen seyyah Efraim Neumark ve 1848 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden seyyah Benyamin Haşeni şehrin ayrı bir kesiminde kendi aralarında yaşayan 250 Yahudi aile hakkında bilgi vermektedirler. Rifat N. Bali, Benyamin Haşeni’den şunları nakletmektedir: “Çoğu dinimizi biliyor. Kutsal kitaplarımız ve peygamberlerimiz kalplerinde yer edinmiştir. Sinagogda mevcut olan küçük bir oda daima kapalı tutulmaktadır. Bu oda, Yahudiler ve diğer dinlere mensup kişiler için kutsaldır. İnançlarına göre Hazreti İlyas bu odada peygamberliğini ilân etmiştir. Duvarla çevrili bu odada Aramîce bir Tevrat yazması mevcuttur. Tevrat yılda bir kez Yom Kipur gecesi yerinden alınıp bir masa üzerine konulur ve gün boyunca masanın üstünde kalır. Tanrı sözünden korkan herkes eğilip bu yazmayı öper. Bu yazmanın kâhin yazıcı Ezra tarafından yazıldığına inanılmaktadır” 37. 33 Bali, s.367. Yahudiler arasındaki yaygın sözlü geleneğe göre bu Yahudiler; Hazreti İşaya’nın “Aşur diyarında helak olmak üzere olanlar. İşaya, 27/13”, şeklinde atıfta bulunduğu ve “Hoşeanın dokuzuncu yılında Aşur kıralı Samiriyeyi aldı ve İsrail’i Aşura sürdü ve onları Halahta, ve Gozan ırmağı olan Haborda, ve Medlerin şehirlerinde oturttu. II. Krallar, 17/6” şeklinde ifade edilen, Asur kralları tarafından Israel ve Yahuda krallıklarından tehcir edilmiş olan Yahudilerin çocuklarıdır. Bkz. Bali, s.368. 34 Bali, ss.367–368. 35 Tekvin, 10/10. 36 Bali, s.370. 37 Bali, s 368. 48 Aynı yıllarda Diyarbakır’ı ziyaret eden seyyah J. J. Benjamin haham olduğundan bu Tevrat yazmasını inceleyebilmiştir. Yazma, Hazreti İlyas’ın peygamberliğini ilân ettiği yer olduğuna inanılan bir odada saklı tutuluyordu. Benjamin, yazmanın çok güzel olduğunu, Asurî karakterlerle, çok kalın parşömen kâğıt üzerine kötü bir yazıyla yazıldığını, bazı bölümlerin okunaksız, bazılarının ise eksik ve tahrif edilmiş olduğunu belirtir. J. J. Benjamin, Diyarbakır Yahudilerinin, kendisine bu yazmanın kâhin yazıcı Ezra tarafından yazıldığını ve Mardin Yahudilerine ait olduğunu söylediklerini kaydetmiştir38. Gezginlerden kalan seyahatnamelerde, Diyarbakır hakkında yazılmış eski hatıralarda Yahudilerle ilgili bilgilere rastlamak mümkün olmasına rağmen şehirde şu an Yahudi yaşamamaktadır. Diyarbakır Yahudilerinin sayılarının azalmaya başlaması XX. yüzyılın başlarına rastlar. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Musul ve Bağdat kaybedildikten sonra Diyarbakır’ın bu şehirlerle olan ticarî münasebetlerinin azalması Yahudi göçlerinin başlamasına neden oldu. Filistin’e ilk göç edenler 1916 yılında Urfa ve Siverek Yahudileriyle birlikte giden Çermik Yahudileri oldu. Urfa, Siverek ve Çermik Yahudileri 1916 yılında Kudüs’te kendi adlarına kayıtlı bir sinagog kurdular. Şeyh Sait isyanı sırasında da Diyarbakır Yahudilerinin birçoğu Bağdat, Musul ve diğer şehirlere göç etti. Geri kalan Diyarbakır Yahudileri ise 1948 yılında İsrail devletinin kurulması üzerine İsrail’e göç etti 39. 3. Hıristiyanlık: İlk asırda ortaya çıkan ve Dünya’nın farklı yerlerine yayılmaya başlayan Hıristiyanlık, Osrhoene (Urfa) Kralı V. Abgar zamanında, Şanlıurfa ve çevresine yayılmış ve resmi din olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde Hz. İsa’nın 70 şakirdinden birisi olduğu söylenen Adday’ın öncülüğünde, Hıristiyanlık Diyarbakır’a kadar gelmiştir40. Adday’ın ölümünden sonra şakirdi Aggay vasıtasıyla Harput, Eğil, Lice, Silvan taraflarına ve Mardin yakınlarına kadar yayılmış, Mardin civarlarında bir kilise inşa edilmiştir. İlk asrın sonlarında, Adday’ın öğrencileri Mezopotamya’yı dolaşarak Hıristiyanlığın yayılmasına çalışmışlardır. Bu çalışmaların sonucunda Hıristiyanlık, ilk asırdan başlayarak Mezopotamya’nın geneline yayılmaya başlamış, birçok kilise ve manastır inşa edilmiştir41. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Urfa ve çevresindeki Hıristiyanlar, diğer Hıristiyanlara göre daha rahat yaşamaktaydılar. Çünkü M.Ö. 131- M.S. 256 yılları arasında hüküm sürmüş olan Urfa Kraliyeti, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde bağımsız olarak varlığını devam ettiriyordu. Ancak M.S. 249 yılında Romalılar bu kraliyeti topraklarına katınca o döneme kadar rahat bir yaşam süren bölgedeki Hıristiyanlar, M.S. 313 Milano Fermanı’na kadar diğer Hıristiyanlar gibi baskı ve işkencelere maruz 38 Bali, s.368. 39 Bali, s.379-381. 40 Aziz Günel, Türk Süryanileri Tarihi, Diyarbakır 1970, ss.31–32. 41 Günel, ss.31–32, 104–106, 422; Gabriel Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3. Yüzyıl, 1.Bs, İstanbul 2000, ss.41–42. 49 kaldılar42. Hıristiyanlık tarihinde önemli bir yere sahip olan Diyarbakır ve çevresinde hemen hemen bütün Hıristiyan mezheplerinin müntesipleri yaşamıştır. Ancak Süryani ve Ermeni Hıristiyanlar, tarih ve nüfus bakımından diğer Hıristiyanlardan daha çok bulunmuştur. 3.1. Süryanilik: Aramî kökenli ilk Hıristiyan topluluk olan Süryaniler, M.S. 38’de Hz. İsa’nın ilk havarilerinden Aziz Petrus ve Thomas’ın telkinlerinden etkilenerek bu dini benimsediler. “Hıristiyanlığı havari Petrus, arkadaşı Thomas, onun kardeşi Adday ve onların şakirtleri Aggay ve Mara’dan öğrenen Süryaniler, Hıristiyan olduktan sonra Ârâmî adını kendileri için kullanmayıp bunu putperest kalanlara bıraktılar ve bir mezhebi ifade etmek üzere Süryani adını benimsediler. Süryaniler, kendilerini ilk Hıristiyan ve en eski “Ortodoks” bir cemaat olarak nitelendirir ve ibadetlerini Süryanice olarak yaparlar” 43. Süryani Kilisesi, Hıristiyanlıkta asırlarca devam eden kristolojik tartışmalar sonucu ortaya çıkan ayrılıklara bağlı olarak, kuruluşundan itibaren farklı kiliselere ayrılmıştır. Kilise, kurulduğu ilk dönemde coğrafi konum itibariyle Doğu ve Batı Kilisesi olarak iki kola ayrılmış ancak çeşitli dönemlerde ortaya çıkan tartışmalar nedeniyle farklı mezheplere bölünmeye devam etmiştir. Süryani Kadim, Nesturiler, Keldaniler, Rum Ortodoks Melkitler veya Süryani Melkitler (Suriye ile Lübnan’daki Rum Ortodokslar), Rum Katolik Melkitler, Maroniler, Süryani Katolikler ve Süryani Protestanla 44. gibi pek çok kola ayrılan Süryaniler arasında, Süryani Kadim Kilisesi en kalabalık mezhebi oluşturmaktadır. Türkiye’de yaşayan Süryanilerin büyük çoğunluğu da bu mezhebe mensuptur. “Süryanilik” dendiğinde de bu grup anlaşılır. Türkiye’de ayrıca sayıca daha az olan Süryani Katolik ve Süryani Protestan cemaatleri de vardır. Süryani Kadim Kilisesi, İznik (325), İstanbul (381) ve Efes (431) Konsillerini ve bu konsillerde alınan kararları kabul ederler. Monofizit olmakla beraber bazı konularda Ermenilerden ayrılırlar. “Ermeniler, Halikarnaslı Yulian’ın etkisiyle Aftartodoketizm’i yani, İsa’nın insanî vücudunun diğer insanlarla aynı olmasına rağmen, ebedi ve çürümez olduğu 42 Akyüz, ss.42–43. M.S. 313 yılında yayınlanan Milano Fermanı’na kadar her türlü işkenceye maruz kalan ve dinlerini gizlice yaşayan Hıristiyanlar, bu dönemden itibaren ezilme ve zulümden kurtuldular. Bkz. Arslan, s.83. 43 Tümer-Küçük, s.303. 44 Süryanilerdeki bölünmeler için bkz. Aziz Suryal Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Mezopotamya’da İlk Doğu ve Batı Süryani Kiliseleri Tarihi, Yakubi, Nasturi, Maruni, Çev. Belirtilmemiş, Bet-Prasa Nsibin, 1995; Mehmet Çelik, Antakya Süryani Kilisesi (Kuruluş Dönemi), c.I, İstanbul 1987; http://sor.cua.edu/Intro/index.html (Tarih: 06/10/2010- Saat: 09:13); Gabriel Akyüz, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve Özellikleri Tarihte Süryaniler”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2004, ss.75-85 ; Şevket Beysanoğlu, “Süryaniler”, Müze Şehir Diyarbakır, ss.361-365. 50 görüşünü kabul ederken, Süryaniler, Severius’un temsil ettiği Ptartohtrizm’i, yani İsa’daki insanî tabiatın varlığının geçici ve fani olduğunu savunan görüşü kabul etmişlerdir. 726 yıllarından sonra Ermenilerle Süryaniler arasında bir yakınlaşma oldu ise de, ibadetle ilgili meselelerde de ayrılıkların ortaya çıkması, birleşmelerini engellemiştir”45. Hıristiyanlığı tarihte ilk olarak Urfa Kralı V. Abgar döneminde kabul eden Süryaniler için bir zamanlar önemli merkezlerden olan Güneydoğu Anadolu Bölgesi ve Diyarbakır’da şu an çok az bir Süryani grubu yaşamaktadır. Diyarbakır’da sadece 20, bütün bölgede ise 2010 civarında Süryani’nin yaşadığı belirtilmektedir46. Diyarbakır’da ayinler sıra ile Mor Petyun ve Meryem Ana Kiliselerinde yapılmaktadır. Süryani kaynaklarında Omid veya Amid olarak geçen 47. Diyarbakır, Süryani tarihinde önemli şehirlerden biridir. Bir dönem Patriklik merkezinin olması, Süryani yazarların yazmış olduğu kitaplarda kaydedilen bazı rivayetlerde Diyarbakır isminin kökeni olarak gösterilen Meryem Ana Kilisesi’nin bulunması,48 bu şehrin Süryaniler nezdindeki değerini arttıran unsurlardan biridir. Süryani tarihinde etkin olmuş birçok bilim ve sanat adamı Diyarbakır’da yetişmiştir 49. Meryem Ana Kilisesi, aynı zamanda Süryanîlerin önemli merkezlerinden biridir 50. I. İznik Konsili’ne (325) katılan Diyarbakır metropoliti Mor Şem’un’dan, son metropolit Abdülnur Efendi’ye (ö.1933) kadar metropolitlik merkezi olarak kullanılan 51. Meryem Ana Kilisesi aynı zamanda Süryani meşhur dinbilimcilerin, şairlerin, azizlerin, elçilerin ve bazı patriklerin mezarını barındırmaktadır 52. 3.2. Ermeni Kilisesi: M.Ö. I. yüzyıl başında Suriye’de Selevkoslar Krallığının çöküşü üzerine Ermenistan Kralı II. Tigran (M.Ö. 95–55), Yukarı Mezopotamya ve Suriye’ye doğru yayılma siyaseti izleyerek egemenliğini bugünkü Lübnan’ın güneyine dek genişletmiştir. Ancak Roma İmparatorluğunun müdahalesi üzerine II. Tigran, Roma kuvvetlerine yenilmiş ve ele geçirdiği toprakları terk etmiştir. 45 Sarıkçıoğlu, ss.378–379; Tümer-Küçük, ss.305–306. 46 M.Hadi Tezokur, “19.Yüzyıl Diyarbakır’ında Süryaniler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır- II. Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, Yayınlayanlar: Diyarbakır Valiliği ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008, c.III, s.659. 47 Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, s.8. 48 Günel, s.422. 49 Akyüz, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, ss.20–22; Günel, ss.153– 182, 207–214. 50 Meryem Ana Kilisesi dışında Diyarbakır ve çevresinde geçmişte inşa edilmiş başka manastırlar da vardı. Bkz. Günel, ss.228–241. 5 1 h t t p : / / w w w. d e y r u l z a f a r a n . o r g / t u r k c e / m a n a s t i r / h a b e r d e t a y. asp?id=105&kategori=TANITIM (Tarih: 06/10/2010-Saat: 09:28) 52 Akyüz, Diyarbakır’dakiMeryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi, s.72–78. 51 “367 yılında da Pers’lerin istilasıyla Ermeni Krallığı yıkılmış ve halkının çoğu İran ve Mezopotamya’ya sürülmüştür” 53. Hıristiyanlıktan önce Mecusilik dininin aralarında yaygın olduğu Ermeniler, Süryanilerle aynı dönemde Hıristiyanlığı kabul etmiştir. “Ermeni Kilisesi rivayetlerine göre henüz ilk devirlerde Adday (Thaddeus) ve Bartholomeus’un misyon çalışmalarıyla, Hıristiyanlık, Ermenistan’ın çeşitli bölgelerine girmiştir. Ermeniler, toplu olarak Hıristiyanlığı ilk kabul edenlerden olduklarını ve “Apostolik” (havarilere ait) bir özellik taşıdıklarını ileri sürerler” 54. Ermenilerde de, Süryanilerde olduğu gibi farklı mezhepler mevcuttur. Gregoryen Ermeniler dışında Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde impratorluğun farklı yerlerinde yaşayan Gregoryen Ermeniler arasında yapılan misyonerlik faaliyetleri etkili olmuş, aynı durum Diyarbakır’da da görülmüştür. Diyarbakır’da yapılan misyonerlik faaliyetleri sonucu XIX. yüzyıldan itibaren bölgede yaşayan Ermeniler arasında Protestanlık mezhebi ortaya çıkmıştır. Misyonerler, faaliyetlerinde, Ermeniler arasında Süryanilere oranla daha çok başarılı olmuşlardır. Misyonerlerin, Diyarbakır’da kurduğu okullarda okuyan Ermeniler diğer din mensuplarına göre gelişmiş, yüzyıl içerisinde yaşam standartları yükselmiştir. Pratik ve temel bilgilerin öğretildiği okullardan, değişik alanlardaki lise ve yüksek okullardan zanaat erbabı, Ermeni aydınları, öğretmenleri, girişimcileri mezun olmuş bu çalışmalar şehirde bir Protestan cemaati oluşmasına da neden olmuştur 55. Günümüzde Diyarbakır’da sadece iki Ermeni kalmıştır.56 Bugün Diyarbakır’da Ermeni, Süryani, Keldani tüm Hıristiyan’ların ortak ibadet yeri Meryem Ana Süryani Kilisesidir. Başta Süryaniler ve Ermeniler olmak üzere Hıristiyanlar ve Müslümanlar asırlarca Diyarbakır ve çevresinde bir arada yaşamışlardır. Bunun sonucu olarak nişan, düğün, evlilik, taziye (yas için yapılan hazırlıklar, ölünün arkasından yemek dağıtılması) ile ilgili geleneklerde bu topluluklar arasında benzerlikler olduğu görülür 57. Fakat Diyarbakır’daki dini yaşantıya, Hıristiyanların etkilerinin çok 53 Sarıkçıoğlu, s.381. 54 Küçük-Tümer, s.307; Sarıkçıoğlu, s.380. Tarihi belgeler, Ermenistan’daki ilk Hıristiyan cemaatin kuruluşunu III. yüzyıl olarak gösterir. M.S. 230 ve 301 yıllarında takibata uğradıkları haberleri vardır. Bkz. Sarıkçıoğlu, s.380. 55 Esra Danacıoğlu, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999, ss.165–174. 56 http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=766322&title=yorum-bejan-maturdiyarbakirin-son-ermenisi&haberSayfa=0 (Tarih:03/10/2010-Saat: 16:40) 57 Mehmet Şimşek, Süryanilerin Paskalya Bayramı’nda hazırladıkları; dışı İsa’nın kanını içi bedenini temsil eden yumurtaları dağıtmalarından Müslümanların da etkilendiğini söylemektedir. Müslümanlar da bahar aylarında çocukların ilgisini çekmek için kuru soğan kabuklarıyla haşlanarak elde edilen kırmızı renkli yumurtaları satışa sunarlardı. Bkz. Şimşek, s.236. 52 olmadığı sadece haç ile ilgili inançlarda, yatır ve mezarlarda mum yakılması gibi uygulamalarda etkili oldukları tespit edilmiştir. 4. Yezidîlik: Yezidîlik, kurucusu kabul edilen Adiyy b. Müsafir ile başlatılan senkretik bir akımdır. Ansiklopedilerde, lugatlarda, tarih ve tabakat kitaplarında eşŞeyh Adiy b. Müsafir b. İsmail b. Musa b. Mervan el-Hakkarî’nin, Adaviyye tarikatının kurucusu, salih bir zat, ehl-i sünnetten, meşahir-i meşayihten olduğu ve birçok eser telif ettiği belirtilmektedir. Suriye’de Baalbek civarında Baytfar’da doğmuş, H. 555 veya 557 (1160 veya 1162)’de Musul’un doğusundaki Laleş’te ölmüş ve oraya gömülmüştür. İlim tahsilinden sonra tasavvuf eğitimi almıştır. Hocaları ve arkadaşları arasında Abdülkadir Geylanî gibi tanınmış birçok kişi vardır. Kaynaklara göre tasavvufi eğitimini tamamladıktan sonra irşad için Hakkâri taraflarına gitmiş, etrafına kendisine inanan birçok mürid toplanmış fakat müridlerinin ona olan hüsnü zanlarında aşırıya gitmelerinden dolayı aralarında haddi aşanlar ve şirke düşenler olmuştur 58. Yezidîlerin, “Şeyh Adiy” yerine “Şeyh Hadi” veya “Şehadi” tabirlerini kullandıkları Şeyh Adiy b. Müsafir’in kim olduğu konusunda bir ihtilaf bulunmazken “Yezidî” isminin menşei ve anlamı hakkında farklı iddialar bulunmaktadır. Bu ismin, Yezid b. Muaviye, Yezid b. Selma veya Yezid b. Unaysa ile irtibatının olduğu; Mecusilerin bir mezhebi olan Dasiniyyin mezhebinin İran’daki merkezleri olan Yezd şehri ile ilişkisinin olduğu, “Yezd ve Yezdan” adlı ilahtan türemiş olduğu gibi görüşler ortaya atılmıştır 59. Bunun yanında Yezidî sözcüğünü Yezidîlerin Ezîdî, Izidi, İzdi şeklinde kullanmalarına dayanarak Farsçadaki Ized (melek, Tanrı), Âvesta dilinde Yazata (saygıya, tapınmaya lâyık olmak), Pehlevî dilinde Yazdan, modern Farsçada Yazdan (Tanrı), Avesta’da Yazatanam, Pehlevicede “Yaztan, Yazdan, İzed”den geldiği de ileri sürülmektedir 60. Yezidîliğin kökenine gelince Eski Cizre Müftüsü Mahmut Bilge ve Azad Said, Yezidîlerin kökenini Mecusiliğe dayandırmaktadırlar 61. Azad Said, Yezidîlerin 58 İbn İmad, Şezeratu’z-Zeheb Fi Ahbari Men Zeheb, Thk: Abdulkadir el-Arnut ve Mahmud el-Arnut, Daru İbni Kesir, 1.Tab’, Beyrut, 1991, c.VI, ss.300–301; Zehebi, Siyeru A’lami’nNubela, Thk: Şuayb el-Arnut ve Muhammed el-Iraksûsî, Müessesetu’r-Risale, 11.Bsk, 1996, c.XX, ss.342–344; İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Daru’l-Marife, 2.Bsk, Beyrut, 1997, c.XI-XII, s.707; İbnü’l-Esir, el-Kamil fi’t-Tarih, c.XI, s.289; İbni Hallikan, Vefayatu’l-A’yan ve Enbau Ebnai’z-Zaman, Daru Sadr, Beyrut 1978, c.III, s.254–255; Theodor Menzel, “Adi b. Musafir”, MEB İslam Ansiklopedisi, c.I, ss.137–138; Şemsettin Sami, Kamusu’l-A’lam, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, c.IV, s. 3134. 59 Azad Said Temo, el-Yezidîyye Min Hilali Nususiha’l-Mukaddese, el-Mektebetu’l-İslami, 1.Tab, Beyrut 2001, ss.25–38; Matran Süleyman Rasaiğ, Tarihi Musul, yayınevi, yayın yeri ve tarihi yok, s.295; Ahmet Teymur, el-Yezidîyye ve Menşeu Nihletihim, el-Matbaatu’sSelefiyye ve Mektebetuha, Kahire 1347, ss.10–11; Theodor Menzel-İhsan Süreyya Sırma, “Yezidîler”, MEB İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986, c.XIII, s. 415. 60 Menzel- Sırma, c.XIII, s.415. 61 Mahmut Bilge, Yezidîler Tarih-İbadet-Örf ve Adetler, Haz: Ahmet Taşğın, Kalan Yay, 1.Bs, Ankara 2002, ss.20–21; Temo, s.38. 53 inançlarının bu şekilde değişmesinde tasavvufun büyük bir etkisi olduğunu söylemektedir 62. Şinasi Gündüz de, köken konusunda öne sürülen görüşler arasında diğerlerinden daha tutarlı olan görüşün, “bu akımın Vahdet-i Vücudçu İslam tasavvuf ekolleriyle yakından ilişkili olan, İslam’ın heretik bir uzantısı/yorumu” görüşü olduğunu belirtmektedir 63. Yezidîlik inancı incelendiğinde, birbirinden farklı dinlerle ortak noktalarının olduğu görülmektedir. Yezidîlikte, vaftiz, evlenmelerde Hıristiyan kiliselerini ziyaret, şarap içme müsaadesi, sünnet, oruç, kurban, hac, mezarlar üzerinde İslâmî kitabeler, reenkarnasyon gibi farklı dinlerle benzeşen yönler bulunmaktadır. Yezidîliğin, vahiy olarak kabul edilen Kitabu’l-Cilve ile yaratılışın, emir ve yasakların anlatıldığı Mushaf-ı Reş olmak üzere iki tane kutsal kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplarda verilen bilgilere göre Yezidilikte zaman ve mekân ile sınırlı olmayan, bütün her şeyi yaratan tek Tanrı inancı vardır. Bu Tanrı, yarattığı her şeyi idaresi altında tutar ve yönetir. Tanrının varlığı ve birliği inancı yanında, Tanrının kendi izniyle dünyanın ve insanların işlerini kendilerine teslim ettiği en üstte Melek Tavus olmak üzere Melek Tavus ve Melekler dizisi vardır 64. Melek Tavus inancı nedeniyle, “Şeytana Tapanlar” olarak bilinmelerine rağmen Yezidi inancında Şeytan kelimesi ve “Şeytan’ı çağrıştıran “ş” ve “t” harflerinin yan yana kullanılmaları yasaktır 65. Mushaf-ı Reş’te, şeytan’ın adını veya onu anımsatan “keytan, şer, şat” ve benzeri kelimeler gibi aynı şekilde mel’un, la’net ve na’le gibi sözcükleri ağza almanın yasak olduğu belirtilir 66. Ayrıca, saratan (yengeç), hitan (avlu), bustan (sebze bahçesi), bati (ördek), natt (sıçramak) gibi sözcükleri kullanmak da yasaktır 67. MEB İslam Ansiklopedisi’nde “Yezidîler” maddesini hazırlayan Theodor Menzel ve maddeyi geniş bir şekilde tadil ve ikmal eden 68. İhsan Süreyya Sırma’ya göre daha çok “meleklere tapanlar” olarak adlandırılmaları gerektiği halde, kötülemek için haksız olarak Yezidilere verilen lakap, Şaytan-parast veya abada-i İblis’tir 69. 62 Temo, s.38. 63 Şinasi Gündüz, “Şeyh Adi ve Yezidîlikte Gnostik Unsurlar”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Önderleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yay, Ankara 2002, s.380. 64 Ahmet Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, Makalelerle Mardin IV Önemli Simalar-Dini Topluluklar, Haz: İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay, İstanbul 2007, s.179. 65 John S. Guest, Yezidîlerin Tarihi, Çev: İbrahim Bingöl, Avesta Yay, 2. Bsk, İstanbul 2007, s.66. 66 Mehmet Sait Çakar, “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, Yezidîlik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yay, Ankara, Eylül 2007, s.317. 67 Bilge, ss.57–58; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, Müze Şehir Diyarbakır, ss.398– 399; Roger Lescot, Yezidîler Din Tarih ve Toplumsal Hayat Cebel Sincar ve Suriye Yezidîleri, Çev: Ayşe Meral, Avesta Yay, 1. Bsk, İstanbul 2001, ss.68–69. 68 Menzel- Sırma, c.XIII, s.423. 69 Menzel- Sırma, c.XIII, s.415. Kamusu’l-A’lam müellifi de “Yezidîlerin kudrette ve hilkat-i alemde Cenab-ı Hakk’a haşa şeytanı teşrik ettiklerini” belirtir. Bkz. Şemsettin Sami, Kamusu A’lam, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996, c.VI, s.4799. 54 Ahmet Taşğın, Yezidîlikte, Melek Tavus’a karşı bir saygı, bir ihtiram olduğunu ama bunun sebebinin, onun kötülüğünden emin olmak için değil bizatihi Melek Tavus’un her zaman her yerde Yezidîlere ve bütün insanlara yardım ediyor oluşunun asıl sebep olduğunu ifade eder 70. Hatta ilk insan Âdem’in yaratılışında, Cennetteki durumunda ve dünyaya gelişinde de kendisine Melek Tavus yardımcı olmuştur 71. Yezidîler, bu şekilde isimlendirilmelerine karşı olmalarına rağmen ne bu durum değişmiş ne de Yezidîliğin, Şeytana Tapanlar olarak isimlendirilmesinin nedeni tam olarak ortaya konabilmiştir 72. Yezidîlikte peygamber inancı olmakla beraber Kitabu’l-Cilve’de Tanrı’nın, insanlara elçi göndermeksizin doğrudan bilgi verebileceği ve isterse onları doğru yola iletebileceği belirtilir 73. Bunun yanında Mushaf-ı Reş’te Âdem, Yunus gibi peygamberlerin yanısıra Hasiye gibi kadın peygamber isimleri de geçmektedir 74. Yezidîlerin “Kavl” adını verdikleri ve günlük olarak yaptıkları duaları vardır. Günlük ibadet, Güneş doğarken ve batarken olmak üzere günde iki kez yapılır 75. Yezidîler, ibadetlerinin başka bir dine mensup kimseler tarafından görülmesini istemezler. Şayet yanlarında başka dine mensup biri varsa, o zaman, avucunun içini güneş ışığına tutarak elini gizlice ağzına götürür, yani öper böylece ibadetini yapmış olur. Yezidîlerin, Şemsiler gibi güneşe hatta aya taptıkları iddiası yanlıştır. Bu yanlış düşünce Melek Tavus’un ay ve karanlığın, güneş ve aydınlığın efendisi olarak gösterilmesinden kaynaklanır 76. Yezidilikte, Aralık ayının ilk Salı, Çarşamba ve Perşembe günlerinde oruç tutulur. Oruç, sabahtan akşama kadar hiçbir şey yememek, içmemek ve cinsel ilişkide bulunmamaktan ibarettir. Din adamları ise yazın ve kışın olmak üzere seksen gün oruç tutarlar. Hac için Ekim ayının ilk haftasında Adiy b. Müsafir’in kabrinin bulunduğu Laleş’e gidilir. Din adamı sınıfı dünya ile meşgul 70 Ahmet Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.179. 71 “Ve Rabbi’l-Azim dedi ki: Ey melekler ben Adem ve Havva’yı yaratıp onları insan yapacağım ve Adem’in sırrından da Şehr b. Cebr yaratacağım ve ondan yeryüzünde Millet-i Azazil yani Melek Tavus’un milleti diye adlandırılacak Yezidi milleti türeyecek.” Âdem yaratılır ve cennete yerleştirilir kendisine buğday ağacından başka her meyveden yemesi emredilir. “Melek Tavus, 100 sene bekledikten Allah’a, Âdem’in nesli nerede buğdaydan yemeyecek olursa mürüvveti nasıl olacak? Allah, ona: “Emir ve tedbiri senin eline verdim” dedi. Ardından Melek Tavus, Âdem’e geldi ve ona sordu: “Bu meyveden yedin mi?” diye sorar. Âdem, cevap verir: “Hayır, Allah, bana yasakladı” Bunun üzerine Melek Tavus, şöyle dedi: Sana yarayıncaya kadar ye”. Bkz. “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, s.315. Şinasi Gündüz Mushaf-ı Reş’te geçen “Şehr b. Cebr’in soyu” gibi ifadelere dayanarak Yezidîlerin kutsal bir köken öngördüklerini ifade etmektedir. Bkz. Şinasi Gündüz, “Şeyh Adi ve Yezidîlikte Gnostik Unsurlar”, s.389. 72 Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.179. 73 Çakar, “Kitabu’l-Cilve (Arapça Sincar Nüshası )”, s.306. 74 Çakar, “Mushaf-ı Reş (Arapça Musul Nüshası)”, s.317. 75 Ahmet Taşğın, Yezidîler, Aziz Andaç Yay, Ankara 2005, s.21; Bilge, ss.48–51; Lescot, s.63. 76 Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, s.394; Menzel-Sırma, c.XIII, s.419. 55 olmaz. Bu sınıfın geçimini Müritler, zekât ve sadakalarıyla karşılar 77. Yezidîlikte, Hinduizm’deki kast sistemini andıran dini ve toplumsal tabakalar vardır: Mir, Baba, Şeyh, Fakir, Kavval, Peşimam, Baba Gevan, Baba Çavuş, Pir, Koçek gibi dini sınıflar yanında en alt tabakayı oluşturan Müridler sınıfı vardır. Her sınıfın görev alanı ve sınırları belirlenmiştir. Ayrıca din adamları sınıfı ile müritler arasında evlenme yasağı olduğu gibi din adamları sınıfı içerisinde farklı sorumluluk ve tabakada bulunanlar arasında da evlenme yasağı vardır. Bazı tabakalardaki din adamları, görevleri icabı hiç evlenemezler. Din adamlarının kendilerine has kıyafetleri vardır 78. Yezidîlerde doğum sonrasında yapılması gerekenler arasında önemli bir yer tutan uygulamalardan birisi Mor Kırın adı verilen vaftizdir. Yezidîlikte Mor Kırın mutlaka yerine getirilmelidir. Yezidîlerin Mor Kırın’dan sonra en çok önem verdiği uygulamalardan bir tanesi de sünnettir. Sünnet, İbrahim peygamberin bir uygulaması olarak kabul edilmekte ve uygulanmaktadır. Çocuk vaftiz edildikten bir hafta sonra vaftizi yapan Şeyh veya Pir tarafından sünnet edilir. Yezidîlerde sünnet olmayan bir Yezidînin kestiği hiçbir kurban helal kabul edilmemektedir. Çocuk ölü bile doğsa sünnet ederler. Yezidî çocuğu, komşu veya dost bir Müslüman kirvenin dizine yatırılarak sünnet işlemi gerçekleştirilir. Kirveliğin Yezidîlerde çok önemli bir yeri vardır. Kirvelik geleneğinde kirve kızı alınamadığı için, kendi sınıfları dışında bir kirve seçerler. Bu bakımdan da ya din adamlarından ya da Müslümanlardan kirve seçerler 79. Müslümanlar kirve olabilirken, sünnet olmadıkları için Hıristiyanlar kirve olamamaktadır. Yezidîlerde yerine getirilmesi gereken temel kurallardan bir tanesi de Ahiret Kardeşliği’dir. Yezidî biri ölürse, ahiret kardeşinin huzurunda Yezidî şeyhi tarafından yıkanır. Ahiret Kardeşi olanlar, birbirlerinin her türlü halinden sorumlu olmaktadırlar. Ahiret Kardeşleri kendi aralarında evlenemezler, birbirlerinin cenazelerinin başında bulunmak zorundadırlar. Birbirleriyle evlenememelerinden dolayı da Ahiret Kardeşliği birbiriyle evlenme yasağı bulunan sınıflar arasında yapılmaktadır. Ahiret Kardeşliği iki erkek arasında yapıldığı gibi kadınlar arasında da yapılabilir 80. Yezidîlikte tenasüh inancı da vardır. Kitabu’l-Cilve’de bu konuda şöyle bir ifade bulunmaktadır: “Bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla kalmasına müsamaha göstermem. Ama istersem, onu bu düşük dünyaya ervah-ı tenasüh ile iki kez, üç kez ya da daha fazla geri gönderirim” 81. Yezidîler, iyilik yapan, temiz ve imanlı bir kişinin ruhunun dünyaya ikinci gelişinde, iyi bir kimsenin 77 Taşğın, Yezidîler, ss.22–23. 78 Bu sosyal tabakalar ve görevleri için bkz. Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, ss.181–184; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, ss.395–396; Bilge, ss.46–47; MenzelSırma, c.XIII, ss.420–421. 79 Taşğın, “Yezidîler, Becirmaniler, Karaçiler”, s.185; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, s.397. 80 Yezidîlikte bu tür dini kuralların olması Yezidiler arasında evlenecek şartları taşıyan kimselerin azalmasına neden olmaktadır. Bu da Yezidilerin nüfuslarının azalmasının nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Taşğın, Yezidîler, ss.20–35. 81 “Kitabu’l-Cilve (Arapça Sincar Nüshası)”, s.306. 56 vücuduna gireceği, kötü bir insanın ruhunun ikinci gelişinde köpek yahut eşek gibi hayvanların vücuduna gireceği inancını taşırlar. Ölümün 3, 7 ve 40. günleri ile yıl dönümlerinde anma törenleri düzenlenir, topluca yemek yenilir 82. Törene katılan aileler, kendi yemekleri ile gelirler ve ölü evinin matemini hafifletmek için çaba gösterirler. Yemekler, Yezidî din adamlarının duaları ile başlar ve sona erer. Bu gün Yezidî yoksullarına yiyecek ve sadaka verilir. Yezidîlik’te Mushaf-ı Reş’te belirtilmiş olan yasaklar vardır. Yezidilerde kabak, “Hasiye” adlı peygamberlerinin ismine istinaden has (marul), Nebi Yunan’a83 ihtiramen balık, Yezidi peygamberlerinden birinin bineği olduğu için ceylan ve Yezidîlerin ilahı Tavus’tan dolayı horoz yemek haramdır. Bundan başka, ayakta abdest bozmak, oturmuş haldeyken giyinmek yasaklanmıştır 84. Yezidîlikte lahana, tavuk ve domuz eti de haramdır. Bıyık kesmek haram olduğundan dikkati çekecek şekilde uzatılır. Okumak ve yazmak bazı sınıflara dini yönden haramdır.85 Yezidîlerin Diyarbakır’daki nüfusu şu an yok denecek kadar azalmıştır. 15 Temmuz 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki bir yazıya göre tüm Türkiye’de 377 Yezidî kalmıştır. Bu haberde belirtildiğine göre Sosyolog Azad Barış, 2006 Nisan’ında Türkiye’yi dolaşmış, Yezidî sayısını tespit etmiştir. Almanya Yüksek Mahkemesi’nin vereceği bir karar için çalışma yapan Azad Barış’a göre dünyada yaklaşık 1 milyon Yezidî mevcuttur. En büyük Yezidî nüfusuna sahip olan Irak’ta, 600 bin, Suriye’de ise 25 bin Yezidi vardır. Rusya Federasyonu, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Hindistan, Pakistan’da da Yezidîler yaşamaktadır. Türkiye Yezidîleri ise 12 Eylül sonrasında Avrupa’ya, özellikle Almanya’ya göç ettiler. Almanya’da 40 bin, diğer Avrupa ülkelerinde de 20 bin civarında Yezidî bulunmaktadır. Türkiye’de kalan Yezidîler’in sayısı ise: Batman: 72, Diyarbakır: 11, Mardin: 51 ve Urfa: 243 olmak üzere toplam 377 kişidir 86. 5. İslamiyet: Diyarbakır, 639 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden günümüze kadar hep Müslüman devletlerarasında el değiştirmiştir. Bu devletleri şu şekilde sıralayabiliriz: 4 Halife Döneminden sonra Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulaarı, Büveyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular, Anadolu Selçukluları, Silvan Eyyubileri, İlhanlılar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılardır. Diyarbakır’ın fethinden sonra Emeviler ile Abbasilerin ilk zamanlarında Diyarbakır halkının çoğunluğu, Harici mezhebine bağlıydı. Fakat IX. Asır içinde bu mezhep yavaş yavaş terk edildi. Bu mezhebin yerine siyasi kanaatler dışında, Hariciliğe en yakın ve içtihada yer vermeyen Hanbelî mezhebi daha sonraları ise Malikî mezhebi 82 Yozgat civarında görülen ölüm ile ilgili benzer inançlar için bkz Yaşar Kalafat, Halaç Türklerinde Halk İnançları, http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1 &yid=77(Tarih:13/10/2010- Saat: 22:25) 83 Hz Yunus kastedilmiş olabilir. 84 “Mushaf-ı Reş” (Arapça Musul Nüshası), s.317. 85 Yasaklar için bkz Bilge, ss.57–58; Beysanoğlu, “Yezidîlik ve Yezidîler”, ss.398–399; Lescot, ss.68–69. 86 http://www.hurriyet.com.tr/pazar/6891240.asp?m=1 (Tarih: 06/10/2010-Saat: 09:32) 57 kabul edildi 87. Mervanoğulları döneminde, Nasr el-Devle zamanında Şafii mezhebi yayılmaya başlamış sonraki dönemlerde Hanefi mezhebi de görülmeye başlamıştır. Bu mezheplerin yayılması burada kurulan medreselerde ders veren hocaların mezheplerine göre değişmiştir. Birçok büyük İslam şehirlerinde olduğu gibi, XII. asırda Diyarbakır’da da 4 sünni mezhebi bir arada yaşamaktaydı. Şehrin en büyük camisi olan Ulu Cami’de dört mezhebe ait yerler bulunmakta idi 88. Eyyûbilerin müttefiki olan Artuklular, Mısır’da yaptırılmış olan medreselerde uygulanan medrese modelini Diyarbakır’da da uygulamıştır. Artuklular döneminde II. Sökmen zamanında Mesudiye Medresesi açılmış ve bu medresede 4 mezhebe göre dersler verilmiştir. Bu tarz medrese sistemi Selahaddin Eyyubi döneminde ilk defa Mısır’da uygulanmıştır 89. Diyarbakır’da, XIII. asrın ikinci yarısından itibaren, Maliki ve Hanbelî mezhepleri sönmüş, diğer iki mezhep kalmıştır. Osmanlı idaresinde Hanefi mezhebi, devletin resmi mezhebi olması dolayısıyla, daha ziyade kuvvet kesbetmiş ve bugün Diyarbakır bölgesi halkının, Amid şehri başta olmak üzere, ekserisinin bilhassa Türk halkının, mezhebi olmuştur. Kürtler ise, Şafi mezhebinde kalmışlardır 90 . Şu an şehirde Şafi mezhebine mensup olanlar ağırlıktadır. Bununla birlikte Hanefi mezhebine mensup olanlar da bulunmaktadır. Ulu Cami’de bu iki mezhebe ait bölümler vardır 91. Diyarbakır ve çevresinde Alevi mezhebine bağlı olan Müslümanlar da bulunmaktadır. X. ve XV. yüzyıllarda Diyarbakır ve çevresine yerleşen Aleviler, varlığını günümüze kadar korumuştur. Alevi köyleri, günümüzde daha çok Bismil ilçesinin bir kaç köyünde bulunmaktadırlar. Alevilerin bazıları Sünnileşmişlerdir 92. 87 Yınanç, c.III, s.611. 88 Yınanç, c.III, s.611 89 Bkz. Ali Beyyûmi, Kuruluş Devrinde Eyyübîler Selahaddin Eyyübî’nin Devleti, Çev: Abdulhadi Timurtaş, Kent Yay, İstanbul 2005, ss.224–225. 90 Yınanç, MEB İslam Ansiklopedisi, c.III s.611. 91 Şehir Merkezinde Akkoyunlu Cami’nde de, (Peygamber Cami ve Nebi Cami olarak bilinir) Şafii ve Hanefi mezheplerine ait iki bölüm bulunmaktaydı. Hanefi mezhebine ait olan yer, yol genişletme nedeniyle yıktırılmış, minaresinin yeri de değiştirilmiştir. 92 Ahmet Taşğın’dan naklen http://www.aleviforum.com/showthread.php?t=25361 (Tarih: 07/10/2010-Saat: 09:25) 58 KAYNAKÇA 1. Kitab-ı Mukaddes, Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1997 2. AKYÜZ, P. Gabriel, “Hıristiyanlık Tarihinde Süryanilerin İnancı ve Özellikleri Tarihte Süryaniler”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Türksev Yayınları, Ankara 2004 3. .., Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nin Tarihçesi M.S. 3 Yüzyıl, 1. Basım, İstanbul 2000 4. ALİ EMİRÎ EFENDİ, Osmanlı Doğu Vilayetleri - Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi - Hazırlayanlar ve Sadeleştirenler: Abdülkadir Yuvalı, Ahmet Halaçoğlu, Babıali Kültür Yayıncılığı, 1. Baskı, İstanbul 2008 5. ARSLAN Rıfkı, “Diyarbakır Kentinin Tarihi ve Bugünkü Konumu”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999 6. ATİYA, Aziz Suryal, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Mezopotamya’da İlk Doğu ve Batı Süryani Kiliseleri Tarihi, Yakubi, Nasturi, Maruni, Çev. Belirtilmemiş, Bet-Prasa Nsibin, 1995 7. BALİ, Rıfat N., “Diyarbakır Yahudileri”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999 8. BEYSANOĞLU, Şevket, “Yezidîlîk ve Yezîdîler”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999 9. ..., “Süryanîler”, Müzeşehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999 10. BEYYÛMİ, Ali, Kuruluş Devrinde Eyyübîler (Selahaddin Eyyübî’nin Devleti), Çev: Abdulhadi Timurtaş, Kent Yayınları, İstanbul 2005 11. BİLGE, Mahmut, Yezidiler Tarih-İbadet-Örf ve Adetler, Yayına Hazırlayan: Ahmet Taşğın, Kalan Yayınları, 1. Basım, Ankara 2002 12. ÇAKAR, Mehmet Sait, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yayınları, Ankara 2007 13. ÇAYIR, Celal; YILDIZ, M. Cengiz; GÖNENÇ, “İsmail, Kaybolmaya Yüz Tutan Bir Anadolu Dini Topluluğu: Şemsiler/ Harrânîler”, Makalelerle Mardin IV Önemli Simalar-Dini Topluluklar, Haz. İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yay, İstanbul 2007 14. ÇELİK, Mehmet, Antakya Süryani Kilisesi (Kuruluş Dönemi), c.I, İstanbul 1987 15. ÇORUHLU, Yaşar, Türk Mitolojisinin Anahatları, Kabalcı Yayınevi, 1. Basım, İstanbul 2002 16. DANACIOĞLU, Esra, “Diyarbakır’da Amerikan Misyonerleri”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1999 59 17. DİKEN, Şeyhmus, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, İletişim Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2004 18. Diyarbakır Salnameleri 1286–1323 (1869-1905) I-V, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları, İstanbul 1999 19. ESED, Muhammed, Kur’an Mesajı Meal- Tefsir I-III, Türkçeye Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İşaret Yayınları, 5. Basım, 1999 20. EYUBOĞLU, İsmet Zeki, Anadolu İnançları- Anadolu Mitologisi– İnanç-Söylence Bağlantısı, Geçit Kitabevi, İstanbul 1987 21. GÖYÜNÇ, Nejat, “Diyarbakır”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.IX, İstanbul 1994 22. GUEST John S, Yezidilerin Tarihi, Çev: İbrahim Bingöl, Avesta Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2007 23. GÜNDÜZ Şinasi, Din ve İnanç Sözlüğü, Vadi Yayınları, Ankara 1998 24. …, “Mecusilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2007 25. …, “Atargatis Kült Merkezi Edessa (Urfa)”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Merkezleri Kongresi Bildirileri, Tüksev Yayınları, Ankara 2004. 26. ..., “Şeyh Adi ve Yezidilikte Gnostik Unsurlar”, Uluslar arası Türk Dünyası İnanç Önderleri Kongresi, Türksev Yayınları, Ankara 2002 27. GÜNEL, Horepiskopos Aziz, Türk Süryanileri Tarihi, Diyarbakır 1970 28. GÜRKAN, Salime Leyla, “Yahudi Mistisizmi Sabetaycılık ve Anadolu Yahudileri”, Yaşayan Dünya Dinleri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2007 29. İBNİ HALLİKAN, Vefeyatu’l-A’yan ve Enbau Ebnai’z-zaman, c.III, Daru Sadr, Beyrut 1978 30. İBN İMAD, Şezeratu’z-Zeheb Fi Ahbari Men Zeheb, c.VI, Thk: Abdulkadir el-Arnut ve Mahmud el-Arnut, Daru İbni Kesir, 1. Tab’, Beyrut 1991 31. İBNİ KESİR, İmam Hafız Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidaye ve’n- Nihaye, c. XI-XII, Daru’l-Marife, 2. Baskı, Beyrut 1997 Yok 32. İBNU’L-ESİR, el-Kamil Fi’t-Tarih, c.XI, Daru Sadr, Beyrut, Baskı Tarihi 33. KALAFAT, Yaşar, “Türkiye’de Halk İnançları ve Alevilik”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, say 9, 1999 34. KARDAŞ, Nimet, “Diyarbakır Halk Kültüründe Bazı Gelenek ve İnanmalar”, Müze Şehir Diyarbakır, Yapı Kredi Yay, İstanbul 1999. 60 35. KESLER, Fatih, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler ve Hıristiyanlar “Kur’an-ı Kerim’de Ehli Kitap”, TDV Yay, 3.Bsk, Ankara 2001. 36. KORKUSUZ, M. Şefik, Seyahatnamelerde Diyarbekir, Kent Yay, 1. Bs, İstanbul 2003 37. LESCOT, Roger, Yezidîler Din Tarih ve Toplumsal Hayat Cebel Sincar ve Suriye Yezidîleri, Çev: Ayşe Meral, Avesta Yay, 1. Bsk, İstanbul 2001. 38. MENZEL, Theodor, “Adi b. Musafir”, MEB İslam Ansiklopedisi, c. I. 39. .., “Yezidîler” (tadil ve ikmal İhsan Süreyya Sırma), MEB İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1986 40. Polonyalı Simeon’un Seyahatnamesi 1608–1609, Hazırlayan: Hrand D. Andreasyan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Baha Matbaası, İstanbul 1964 41. RASAİĞ, Matran Süleyman, Tarihu Musul, c. I, Yayınevi, Baskı tarihi ve yeri yok 42. ROUX, Jean- Paul Türklerin ve Moğolların Eski Dini, Çev Aykut Kazancıgil, İşaret Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 1998 1996 43. SAMİ, Şemseddin, Kamusu’l-A’lam, Kaşgar Neşriyat, c.IV- VI, Ankara 44. SARIKÇIOĞLU, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Fakülte Kitabevi, Isparta 2002 45. ŞİMŞEK, Esma, Anadolu’da Yağmus Duasına Bağlı Olarak Oynanan Bir Oyun: “Çömçeli Gelin”, Milli Folklor, Kış 2003, Yıl 15, sayı 60 46. ŞİMŞEK, Mehmet, Süryaniler Ve Diyarbakır, Chiviyazıları Yayınevi, 1. Basım, İstanbul 2003 TAŞĞIN, Ahmet, Yezidiler, Aziz Andaç Yayınları, Ankara 2005 47 …, “Yezidiler, Becirmaniler, Karaçiler”, Makalelerle Mardin IV Önemli Simalar- Dini Topluluklar, Hazırlayan: İbrahim Özcoşar, Mardin Tarihi İhtisas Kütüphanesi Yayınları, İstanbul 2007 48. ..., “Şemsiler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır, II. Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, c. III, Yayıncı: Diyarbakır Valiliği ve Türk Külütürü’nü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008 49. TEMO, Azad Said, el-Yezidiyye Min Hilali Nususiha’l-Mukaddese, elMektebetu’l-İslami, Birinci Tab’, Beyrut 2001 50. TEYMUR, Ahmet, el-Yezidiyye ve Menşeu Nihletihim, el-Matbaatu’sSelefiyye ve Mektebetuha, Kahire 1347 61 51. TEZOKUR, M. Hadi, “19. Yüzyıl Diyarbakır’ında Süryaniler”, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır- II. Uluslar arası Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Sembozyumu, c. III, Yayıncı: Diyarbakır Valiliği ve Türk Külütürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 2008. 52. ..., “Diyarbakır’da Ayakta Duran Üç Kilise”, Nebiler, Sahabiler, Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır, Ankara 2010 53. TÜMER, Günay, KÜÇÜK, Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yay, 3. Baskı, Ankara 1997 54. YILMAZÇELİK, İbrahim, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1995 55. YINANÇ, Mükrimin Halil, “Diyarbakır”, MEB İslam Ansiklopedisi, c.III, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1963 56. EZ- ZEHEBÎ, İmam Şemseddin Muhammed b. Osman, Siyeru A’lami’nNubela, c.XX, Thk: Şuayb el-Arnut ve Muhammed el-Iraksûsî, Müessesetu’r-Risale, 11. Baskı, 1996 Internet Siteleri 57. CAMPANİLE, Guiseppe http://www.aleviweb.com/forum/archive/ index.php?t-1964.html 58. http://sor.cua.edu/Intro/index.html 5 9 . h t t p : / / w w w. d e y r u l z a f a r a n . o rg / t u r k c e / m a n a s t i r / h a b e r d e t a y. asp?id=105&kategori=TANITIM 60.http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=766322&title=yorum-bejanmatur-diyarbakirin-son-ermenisi&haberSayfa=0 61. KALAFAT, Yaşar, Halaç Türklerinde Halk İnançları, 62. http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=77 63. ....., Tacikistan’da Türk Halk Kültürü, 64. http://www.yasarkalafat.info/index.php?ll=newsdetails&w=1&yid=273 65. http://www.hurriyet.com.tr/pazar/6891240.asp?m=1 66. AKSOY, Mustafa “Türkiye’de Kirveliğin Kültür Sosyolojisi Açısından Tahlili” 67. http://www.turansam.org/makale.php?id=222 68. http://www.aleviforum.com/showthread.php?t=25361 62 TÜRK SANAT MUSİKİSİNE HİZMET EDEN DİYARBAKIRLI BESTEKARLAR, GÜFTEKARLAR VE KULLANILAN MAKAMLAR İLE EŞLİK ÇALGILAR VEDAT GÜLDOĞAN* Yukarı Mezopotamya’nın kültür merkezi konumunda olan Diyarbakır 13 ve 14. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Artuklu sarayı zamanın ilim, kültür ve müzik merkezi idi. “Sultanu’l âdil” (adalet sahibi sultan)1 olarak da tanınan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan da musikiye önem vermiştir. Akkoyunlu sarayında haftanın belli günleri musiki fasılları yapılmış ve bu fasıl geceleri, şair ve edebiyatçıların da katılmasıyla bazen sabaha kadar devam etmiştir. Uzun Hasan sefere çıktığı zaman “Ehl-i tarab” denilen 98 kişiden oluşan saz heyetini de beraberinde götürür idi. Uzun Hasan’ın oğlu Sultan Yakup babasının izinden giderek bilim ve sanat adamlarını korumayı sürdürmüştür. Mevlana Hürremi, Emiri-i Hümâyyın, Harzemli Mevlana Enisi, Habibi-i Şarki, Derviş Dihki bu dönemde varlıklarını göstermiş şairlerdendir2. Yine bu dönemde (1401–1507) Diyarbakır’da yetişen ve eserleri günümüze kadar gelen Diyarbakırlı Halilî, Al bardaklı Şeyh Ahmed, Şair Cemili ve İbrahimGülşeni dönemin önde gelen şairlerindendir. 16 ve 17. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Rufai, Kadiri, Nakşibendî ve Gülşeni tekkelerindeki müzik yaşamının çok canlı olduğu ve bunun da Diyarbakır’daki müzik yaşamını derinden etkilediği biliniyor3. Bu dönemin önde gelen iki musiki üstadı olan bestekâr ve güftekâr Hacı Eftal Efendi ve Asıl ismi Ali olup Ahu Baba mahlasını kullanan ve Karaoğlu olarak bilinen saz şairidir. Yaş Destanı’nı yazan ve besteleyen Hacı Eftal Efendi Bu eserini Şeyh Aziz Mahmut Urmevi hazretlerinin yaptırdığı Dicle kenarında, Kırklar Dağı’nın eteğindeki Kavs (Çar bağ) köşkünün Cihannüma bölümünde Bağdat seferinden dönen IV. Murat’ın huzurunda okumuştur. Ahu Baba XVII. yüzyıl saz şairlerinden olup ayni zamanda şöhret kazanmış musikişinaslardandır. Hammer’in Osmanlı Şairleri adlı eserinde Ahu Baba için *Araştırmacı-Yazar 1 Faruk Sümer, Akkoyunlular, Türk Dünyası Araştırmaları sayı: 40, Şubat 1986, s.1-38 2 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu Karakoyunlu Devletleri, TTK. Yayını, 3. Baskı, Ankara 1984, s.225-226 3 Martin Van Bruinessen-HendrikBoeschoten, Evliya Çelebi’nin Diyarbakır’ı, İstanbul 1997 s.96-101 63 “Sahibi mecmua-i şarkiyat ve şeyh-u şuara” diye bahseder. tezkiresinde de bazı malumatlar vardır4. Ali Emiri’nin Bu kayıtlara göre musikinin ilmi ve amelinde de başarılar göstermiş, şöhret kazanmış birçok kimselere musiki üstatlığı yapmıştır. IV. Murad devrinden IV. Mahmut devrine kadar yetişen musikişinaslar arasında mümtaz bir mevkie sahiptir. Onun bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler, nefesler vardır. İlk kültürünü Diyarbakır’da alan şairimiz sonraları İstanbul’a gitmiş ve devrin padişahı IV. Murad onu büyük bir takdirle karşılayarak kendi hanendeleri arasına almıştır. Şairimizi sonradan IV. Mehmed’in hanendeleri arasında görüyoruz. Hammer’in verdiği bilgiye göre onun tespit edilmiş bir de şarkı mecmuası vardır. İhtiyarlığında “Baba Ahu” diye anılmıştır. Aşağıdaki eser ona aittir: Dilim kalem kalbim defter yazarım Mahebbet bahrine dalaldan beri Leylâm deyüp kan ağlayup gezerim Mecnûn olup aşka uyaldan beri Çıkınca mi’raca hazret-i sultan Diledi ümmetin Hudâ’dan heman Nûr ile gark oldu cümle bu cihan Hak ana resûlüm diyelden beri Gel ey zahid atma kendini dâma Kerâmet bizdedir şükür Hudâ’ma Velekad kerremnâ beni âdeme Saâdet tacını giyelden beri Mahlasım AHÛ’dur ismim Ali’dir Sanma derûnumda dünya malıdır Şükür kalbim iman ile doludur Kendi noksanımı bilelden beri Evliya Çelebi Seyahatnamesinin İstanbul’u anlatan ilk cildinde Hanende Cevşenî, Hanende Yahya Çelebi ve onun talebesi Karaoğlan gibi birkaç tane İstanbul’da yaşayan ve Diyarbakır kökenli oldukları belirtilen müzisyenin adı geçer. 4 Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Bölümü, manzum eserler nu: 849 kayıtlı bir hayli şiirleri vardır, İstanbul Ünv. Kütüphanesi nu: 273. 64 1685-1753 tarihleri arasında yaşayan Osmanlı Şeyhülislâmı şair ve bestekâr Mehmed Esad Efendi, tam adı “Atrabül Asar Fi Tezkiret-i Urefa- yi Edvâr” olan ve kısaca Atrabül Âsâr olarak bilinen “Musiki Kurallarını, İlmini Bilenlerin Tezkeresi” isimli alanında tek kaynak olan eserinde 17 yüzyıl ve 18 yüzyıl başlarında Osmanlı coğrafyasında Türk musiki geleneğinde beste, güfte ve icralarıyla üstat mertebesinde olan 98 bestekâr ve güftekarın doğum yerlerini belirterek kısaca yaşamlarından bahsediyor. Esad Efendi’nin tespitine göre: İstanbul-63 Edirne-5 Bursa-1 Selanik-2 Rusçuk-1 Filibe-1 Gelibolu-1 Antep-1 Kilis-1 Mardin-1 Halep-1 Şam-1 Bağdat-1 Trablus-1 “Acem” İran-2 Kahire-1 Manisa-1 “Anadolu”-1 “Rum”-1 “Amid” Diyarbakır-8 Bu tespite göre İstanbul 63 kişiyle birinci sırada, Diyarbakır 8 kişiyle ikinci sırada bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki Diyarbakır sadece ilim ve kültür merkezi değil, ayni zamanda musiki ilminde de kültür merkezi idi. Klasik Türk Musikisi Klasik musiki bestekârlarının eserleri, mahallileşme akımının etkisi altında kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler, Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, nadiren keman daha sonraları ud, keman ve kanun eşliğinde klasik müzik ve türküler aynı enstrümanlarla icra edilirdi. Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde toplanarak musiki âlemleri yapıldığı, bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve bestekârlarının da katıldığı, hatta halk 65 sanatkârlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara “Velme” (veya velime) denilirdi. Ali Emiri Efendi Tezkire’sinde bu musiki meclislerini anlatmakta ve geniş bilgiler vermektedir. XVIII. yüzyıl şairlerinden Ahmet Raif Efendi, Şehrengiz’inde Diyarbakır’da sanatta, musikide ve şiir alanında ün salmış şair, bestekâr, hanendelerden söz etmekte, örnekler vermektedir. XVII. yüzyıldan itibaren başlayan mahallileşme akımı Diyarbakır’da da tesirini göstermiş, kuvvetli bir divan şairi olan İskender Paşazade Ahmet Paşa, Raif ve Hami ile Şaban Kami’nin türkü tarzında şiirler yazarak gazel, kaside ve şarkılarında mahalli deyimler kullanmalarına sebep olmuştur. Sosyal hayatın yaşam gereği olarak aydın ile halkın iç içe olmaları klasik musikisi bestekârlarını halk türküleri tarzında şarkılar bestelemelerine sevk etmiştir. Diyarbakır’a has olan şarkılar klasik musiki ustalarının eserleri olup, bunların bestekârları saz şairleri değildir Diyarbakırlı Klasik Türk Musikisi bestekâr ve güftekarlarından tespit edebildiğim musiki ustadları şunlardır: REMZÎ Asıl adı Muhammed olan Remzi 1756 tarihinde Diyarbakır’da doğmuştur. Ali Emiri Remzi’yi şöyle tarif etmektedir: “Uzun boylu, esmer çehreli, çatık kaşlı, edvarı kibarâne, sohbeti zarifane bir zattır” 1227 (M. 1812) yılında vefat etmiştir. Mezarı Urfa kapısındadır. Remzi’nin bazı gazelleri bestelenmiş olup halen Diyarbakır’da söylenmektedir. Aşağıdaki üç eserinden biri olan “VECH-İ PAKİN” isimli gazeli ibrahimi makamında çok sevilerek okunmaktadır. Vech-i pakin seyr eden âşıkların hayrân olur Gamze-i hûnriz ucundan günde yüz bin kan olur Gayrilerle sinesin biminnet ol üryân eder Bana geldikte sanırsın dame-i leylan olur Ben nasihat eyledikçe yâre pendim dinlemez Uyma ağyâra dedikçe çün bana düşman olur Belki dönmez vakf-i kâm üzre felek varım deyü Bağrımız endişe-i devr-i felekten kan olur Çok da REMZî gam yeme yârım ele gelmez deyü Belki koynunda senin bir gün o mah üryân olur 66 Şimdilik Ey Dil Şimdilik ey dil vatan oldu yine dağlar bana Yâr içün ben ağlarım hasretle yâr ağlar bana Mihr-i hüsnü rûşen etdi zulmet-i endûhumu Gör ne hûb oldu gönül şimdengerü çağlar bana Sine kim sad-pâredir aşkı ucundan yaradır. Kimse sarmaz yaramı dilber gelür bağlar bana İstemem dağlardaki baykuş gibi virâneyi Mesken olmak hoş gelür bülbül gibi bağlar bana Dil o Mecnûndur gezer sahraları Leyla içün REMZÎ’ya esmer dilersen râst gelür ağlar bana Dil Verildi Dil verildi sen peri-rû kâküli Leylalara Baş açık Mecnûn gibi düşsem nola sahrâlara Ol gözü âhû Çehh-i Babil’den almış dersini Ey dirigaa çekdigim hâsiyyet-i esmâlara Dâne-çin-i hırmen-i vaslın gören murg-i dilân Baş eğer mi şâhbâzım kaaf olan ankalara Gördüğüm hâl-i ruhûn bâşdan çıkarılmış kâkülün Piç ü tâba düşdü dil girdi yine sedâlara Didelerden eşk-i hasret REMZÎ’yâ bârân olur Ra’d-i âhım kalb alınca kubbe-i minâlara İSMAİL ÇELEBİ (H.1020 M.1611) yılında Diyarbakır’da doğan İsmail Çelebi 1638’de Sultan Muradın Diyarbakır’da idam ettirdiği çok nüfuslu Nakşibendî Şeyhi Aziz Mahmut Urmevî’nin oğludur. Şer’i ilimleri dönemin âlimlerinden, tasavvufî sülûkunu ise babasından öğrenmiştir. Babasının vefatından sonra da yerine postnişin olmuştur. Babasına gösterilen ilgi ve alâka kendisine de gösterilmiş, birçok paşa ve serdar onun müritleri arasına girmişlerdir. Babasının nüfuzunu tevarüs ederek gayet itibarlı ve zengin bir hayat süren İsmail Çelebi, devlet ricalinin her hangi bir endişesini mûcib olmamıştır. Aynı zamanda mütevazı ve cömert bir insan olarak hayat sürmüştür. Oğlu Ahmed Çelebi 67 kendisinden sonra tekkenin postnişinliğini üstlenmiştir. Döneminde gerek nazarî gerekse pratik musiki bilgisiyle meşhur olmuş, Türkçe ve Farsça şiirler yazarak, besteler de yapmıştır. Musiki ilminde ve icrasında çok üstat olduğunu Şeyhülislâm Esad Efendi’nin “Atrab-ül Asar fi Marifetü Ürefâ ül-Edvar” adlı kitabında güfte ve bestelerinin olduğunu söyleyen Ali Emiri Efendi ayni zamanda bu zatın Türkçeden başka Farsça şiirler yazdığını da söylemektedir. İrşâd faaliyetlerini devam ettirmekte iken 1080/1669 senesinde vefat etmiştir. Diğer aile fertleri gibi Rum Kapısı (Urfa Kapısı) dışında bulunan kabristana defnedilmiştir. MAHMUD ÇELEBİ XVII. yüzyılın sonunda, XVIII. yüzyılın başlarında yaşamış olan Mahmut Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında Diyarbakır’ın ve bölgenin önemli ciltçilerindendir. Bu mesleğin ustalarından biri olmasına rağmen musiki alanına da ilgisini yoğunlaştırmıştır. Meyanda ve dilde çok güzel, uzzal makamında Devr-i revan usulünde eserler vermiştir. Diyarbakır’ın önemli hanende ve bestekârlarından olan Mahmud Çelebi “Diyarbekiri” mahlasını kullanmıştır. 30 kadar bestesi olduğu belirtilmektedir. Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Manzum eserler, Nu: 736’da kayıtlı bulunan XVIII. yüzyıla ait Hasan Gülşeni güfte mecmuasında da4 bestesi vardır. Meşhur olan eserlerinden bazıları şunlardır; Hicaz makamında Muhammes usulünde: Kûyim demi ki derd-i dili der meyân nuhem Bâri ki âsumân nigeşt der meyân nuhem Uzzâl makamında; usûl-i Devr-i Revan’da: Ruh-i âlin sanemâ reşk-i şarâb olmuşdur Dil-i pür süzüm ol ateşte kebâb olmuşdur Rehâvi Nakış yürük semâi; Ger siyâh-i çünin büved,çeşm-i tü ber-helâk-i mâ Uşşak Nakış yürük semâi; Dilâ çûnem, dilâ çün Maye makamında ağır aksak semâi şarkı; Püser adın “Memişé imiş Gerdânın ham gümüş imiş Âşıkların emmiş imiş 68 Gerdâneden gerdâneye Def-i gan için gezerim Meyhaneden meyhaneye Kirpiklerin elmâs imiş Yâresi onulmaz imiş Aşk ateşi mirâs imiş Canâneden canâneye Def-i gan için gezerim Meyhaneden meyhaneye ÇUVALDIZZÂDE İSMAİL Diyarbakır’da doğmuş olan Çuvaldızzâde İsmail Sultan Mehmet Han zamanında yaşamıştır. Döneminin önde gelen müzik adamlarından biri olarak kabul görmüştür. Atrabü’l-Âsâr’da Çuvaldızzâde İsmail Efendi hakkında şunlar yazılıdır: “Beldesinin okuyuculukta ve üstatlıkta orta derecede olan musikiyle uğraşan kimseleriyle aynı anlayışta ve eşdeğerde idi” Eserlerini musiki kurallarına uygun olarak yapan Çuvaldızzâde İsmail’in tespit edebildiğimiz bir eseri şöyledir: Makâm-ı Kürdi’de usül-i Hafif’de: Kasdın eğerçi cân ü dilin birisidir İkisi de fedâ yoluna birisi nedir AHMED VERDİ ÇELEBİ Diyarbakırlı Şeyh İsmail Çelebi’nin oğlu olan Şeyzade Ahmed Efendi Sultan Mehmed Han döneminde yaşamış olup Nakşibendî tarikatının şeydi idi. Asıl mesleği kuyumculuk olan Ahmed Çelebi Diyarbakır’da kuyumcular loncasının kethüdasıdır. Bir süre öğrenim gördükten sonra ustalık almış, çok latif bir dil kullanmakla beraber çoğu maariften daha marifetli bir kişi idi. Es’ad Efendi’nin zikrettiği Diyarbakırlı sekiz besteciden biridir.“Verdi” mahlasını kullanmış olan Ahmed Çelebi IV. Sultan Mehmet (1648-1687) devinin meşhur bestekârlarındandır. Şarkı mecmualarında Şeyhzade Ahmet Efendi olarak ismi geçer. Birçok besteleri vardır On kadar dinlencelik eseri duyulmuştur ki, Hüseyni aşıran makamında zincirde beyitleri bulunmuştur. Zevk verici neşelendiren eserleri yanı sıra hüzünlendiren eserleri de olan usta bir keman zadedir. III. Sultan Ahmed (1703-1730) devrinin önemli bestekârlarındandır. 1717 yılında vefat etmiştir. 10 tane eser bestelemiştir. Bunlardan 6 tanesi şunlardır 69 Aşıran makamında usûl-i Zincir’de Alıp gene eline cam-ı zernigârın gül Sefa ile geçirir mevsim-ibehârın gül Hezâr-ı zâr, zâr okur, puş-i gül alışmıştır Zeman olur işitir nalesin hezârın gül Baba tahir makamında usûl-i Çenber’de Nesm-i bülheva geysû-yi cananımdan el çeksun Çeker bir gün nedâmet ah-u efganımdan el çeksun İşittim dermiş bad-ı sabâya söyle vali ye Perişan eylerim zülf-i perişanımdan el çeksun Hicaz makamında; Seni tebride benden olsa a’dâ ittifak üzre Ne bakim var hulüs elbette galiptir nifak üzre Gubar-ı vahşen olmaz dâmen-i sahrây-ı vahdette Selam eyler bu deştin kebki bâza iştiyak üzre Eviç makamında “Devri Revan” usulünde ki; Nice demdir ki seyr-i mahrû-yi yârdan dûruz Düşüp tarik-i hicre pertev-i envârdan dürüz Nişâbur makamında usûl-ı Devr-i kebîr’de Aceb çok cevrini çektim ben ol hal-i siyah karın Dirigaa kim barışmadı benimle yıldızı yârin. Arak makamında, usûl-i nim devrindeki; Sevda-i mümkinât asar-ı sun-i bi suhan söyler Kitab-ı kainât esrar-ı hakkı bi-dehan söyler Senin gûşunda istidad yok idrakine yoksa Leb-i cuda kemal-i sun-ı her berk-i semen söyler ÇEMEN-ZADE MEHMET ÇELEBİ XVII. yüzyılda, Sultan Mehmed Han döneminde yaşamış olan Çemenzade Mehmed Çelebi döneminin önde gelen şahsiyetlerindendir. Dönemin önde gelen bestekârlarından olup musikide dili çok ince ve kibar kullanmıştır. Zamanının musiki üstatlarının tevvecühünü kazanmış olan Uzzâl makamında muhammes usulündeki bestesinin sözleri şöyledir: 70 Uzzal makamında muhammes usulünde: Ey gönül gayrıya meyl eyleme cânân bir olut Birinin aşkı derûnunda yeter cân bir olur YAHYA ÇELEBİ XVII. yüzyılın sonları ile XVIII. Yüzyılın başlarında yaşamış olan Diyarbakırlı Yahya Çelebinin asıl mesleği ciltçilik olmakla beraber musiki ilmi ile çok ilgilenmiş ve üstat mertebesine erişmiştir. Yahya Çelebi’nin 15 kadar eseri olduğu bilinmektedir. Bunlardan Kürdi ve Acemaşiran makamında, Usul-i Nim- devir’de ki eserinin sözleri şöyledir: Kürdi makamında: Murg-i dilimim kârını heg nâleler etti Bana o güt-i bağ-ı melahat neler etti Acemiaşran makamında, usûl-i Nim-devir’de: Yaşım ki gözden ‘aks-i ‘ârız-ı cânâna düşmüşdür O şebnemdir seher berg-i gül-i handâna düşmüşdür ŞAHLA MUSTAFA ÇELEBİ Diyarbakır doğumlu olan Şahla Mustafa Çelebi III. Sultan Ahmed devrinde (1703-1730) yaşamış, ciltçilik ile uğraşmıştır. Daha sonra musikiye gönül vermiş, tahsilini tamamlayarak devrin önde gelenlerinden biri olmuştur. Eserlerinde çok ince bir ustalıkla farsça kullanılmış, dil zarafeti ile dikkat çekmiştir. Şahla Mustafa Çelebi’nin hal tercümesi ile ilgili Atrabü’l-Âsâr’daşöyle denilmektedir: “...diyârının esâtiz-i maarif-âmizi ile rütbe-i üstâdiyyetde hem-inan idi...” Türk musikisine kıymetli eserler armağan etmiş bestekârımızın 10 kadar bestesi vardır. Bu bestelerinden birisi Ali Emiri Kütüphanesi Manzum Eserler Nu: 736 da kayıtlı bulunan Hasan Gülşeni’nin güfte mecmuasında mevcuttur. Tespit Edebildiğim eserleri şunlardır. Segâh makamında; usul-i Semai’de: Âdem bu bezmgâh-ı dilarâya bir gelir Bil kadr-i ömrünü kişi dünyaya bir gelir Dünya için vücudun sarf etme yok yere Nakd-i hayât medüm-i dünyaya bir gelir İsfehan makamında: Yarın bilirüz bezmimize rağbeti vardır Ammâ ki zaman gözedir saati vardır Çok mu suhran-ı Nâbi’ye bu neşve-i tesir Rindan-ı harabat ile çok sohbeti vardır 71 İsfehan makamında darbeyn usulüne: Feryad ederim zülf-i siyahkarın elinden Alsan sini ol düşmen-i gaddarın elinden Bu hal-i perişanıma bir gez nazar eyle Mecnûn- sıfat oldum ben o dildarın elinden SEYİT NUH 17. yüzyılın sonlarında yaşamış olan Diyarbakırlı Seyit Nuh’un doğum tarihi bilinmemekle beraber 1714 yılında öldüğü bilinmektedir. Diyarbakır’da düzenli bir öğretim gördükten sonra, genç yaşında İstanbul’a giderek bilgisini artırır. Şeyhul İslam Esad Efendi, bizzat dinlediği Seyyid Nuh hakkında “At- rabul Asar” isimli eserinde şu bilgileri vermektedir: “Amid doğumlu Seyyid Nuh, Sultan Mehmed Han ve Sultan Ahmed Han dönemlerinde yaşamış, dönemin en önemli bestekârlarından olup, tımar erbabındandır. Dili çok usta bir şekilde kullanır idi. Baba Tahir makamında Havide usulünde eserler vermiştir ki bunlardan otuz kadarı gerçekten takdire şayandır. 1126 tarihinde hayatı son bulmuştur”. Osmanlı sarayının yüksek sanat ve bilim merkezi olan Enderûn-i Hümâyûn’da baş hanende (okuyucu) olmuştur Kendisine tımar verilerek emekli olmuş ve Diyarbakır’a dönmüştür. Şeyhülislâm Es’ad Efndi 30’dan fazla beste semâî ve şarkı bestelediğini yazıyorsa da, bu sayı Es’ad Efendi’nin bizzat bildiği veya dinlediği eserlerin sayısıdır. Klasik Türk musikisinde mümtaz bir yeri olan Seyit Nuh’un günümüze sadece 15 kadarı eseri ulaşmıştır. Bestekârımızın bugün unutulan makamlar arasında olan “Tahir” makamında eserleri olduğu gibi, Şehnaz bestesi Türk Musiki klasiklerinin şaheserlerindendir. Seyid Nuh’un eski güfte mecmualarında yüzden fazla eserinin güftesi yazılı olup bunlardan, Millet Kütüphanesi Ali Emiri Manzum Eserler, Nu: 732 ve ayrıca Nu: 736’da kayıtlı bulunan XVIII yüzyıla ait Hasan Gülşenî’nin güfte mecmuasında 11 eseri mevcuttur. Seyid Nuh Efendi’nin günümüze kadar gelen eserlerinden tespit ettiklerim şunlardır 5. 1. Neva Peşrevi “Dil-güşay” (Hamparsum- Mardoli, 224) 2. Saz semâîsi (Hamp. 225) 3. Seng- Endaz Peşrevi (Hamp. 571) 4. Saz Semaâîsi (Hamp. 571) 5 ŞeyhlîslamEs’ad Efendi, Atrabu’l-Âsâr, madde; Mecmû’a Konya Mevlânâ Müzesi, Küt. no: 2.193; Mecmû’a (güfte cöngü), Mevlânâ Küt: nu: 1.661; SeyyidMehmedNûh, İkdâm gazetesi, nu 1.497, 29.8.1341 (1898) ; Arel Kütüphanesi, nota koleksiyonları; Ali Emiri Kütüphanesi Manzum Eserler no: 732-736 72 5. Tahir Ağır Remel I. Beste (Meyl- etdi gönül bir meh-i hurşîd- tırâze) 6. Tahir Çember II. Beste (Nesîm-î bül-heves, gîsûy-i cânânımdan el-çeksin) 7. Tâhir Aksak Semâî (Hevây-i aşka uyup, kûy-i yâre-dek gideriz) 8. Tâhir Yörük Semâî (Ne hevây-î bâğ-ı ruhsar, nê esîr-î zülf-i yârim) 9. Hümâyûn Hafîf Beste (Ol kaaşı kemânımla hemen bâyıla kaldım) 10. Hümâyûn Nakış Sengîn Semâî (Şeb-cûnûn-‘ı dil, dîmâğımrâ perîşan kerde) 11. Hümâyûn Nakış Yürûk Semâî (Kâmîlu’l-mâ’nâ vasla nasıybî, Arapça) 12. Şehnâz Ağır Çenber Beste (Bezm-i meyde sâkıyâ, devr-eylesîn mül, gül gibi) 13. Şehnâz EvsatDâğî Şarkı (Nice sevmiyeyim dostlar, bîracâib dili var) 14. Nühüft Darb-ı Fetih Beste (Tâ kim hatın-ey mah-cebîmin yüze çıkdı) 15. Arazbâr- Buselik Muhammes Peşrev Notalarına ulaştığım Seyit Nuh’un eserlerinden bazılarının güfteleri şunlardır: Şehnaz makamında: Bezm-i meyde sakıyâdevreylesûnmül gül gibi Bülbül etsin sadhezârân nağmesin gül gül gibi Bertaraf kıl ruhlerindenturre-i müşkinini Gülistanda olmaya rağbette sümbül gül gibi Nişabur makamında: Çemende cüyveş bu cüst ü cülar hep seninçündür Miyan-ı bülbülânedepüft ü gülar hep seninçündür Reg-i tâk-i hafâdancoşâ gel ey bade-i tahrik Kadehler şişeler humlarsebular hep seninçündür Tahir makamında: Ne hevâ-yi bağ-ı ruhsân, men esir-i zülf-i yârim Nice olayım hevâdâr ben esir-i zülf-i yârim Ne çemen ne saye-i gül, ne seba, ne bu-yi sümbül Neler etti bana bülbül men esir-i zülf-i yârim Nühüft makamında Darb-Fetih usulünde: Ta kim hatin ey mah-ı cebinim yüze çıktı 73 Esrâr-ı dil-i kalb-i hazinim yüze çıktı Ruhsârına hat geldi deyu ağlamam amma Baht-ı siyah-ı serbekenim yüze çıktı Baba Tahir makamında usûl-i Hâvide: Aşkın yolunda menzil-i maksuda yetmişem Kûh-ı belâ vü derdi bana mesken etmişem Murabba’ı ve makamı hüseynîde usûl-, Nim-fahterde: Mushaf demek hatâdır ser safa-i cemâle Bu bir kitab-ı sûzdurfehm eden ehl-i hâle Mehmet Akif “Eski Musikimiz” adlı şiirinin 2. dörtlüğünde Seyit Nuh’tan şöyle bahseder Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden Açar bir altın anahtarla rûh ufuklarını Hemen yayılmaya başlar sadâ ve nûr akını Ve seslenir büyük Itrî, semâyı örten rûh Peşinde dalgalanır bestesiyle SeyyidNûh O mutlu devrede Itrî’ye en yakın bir dost Işıklı danteleler bestekârı Hâfız Post HAFİT PAŞA Şeyh Yusuf Veli’nin hafidi olduğu için Hafîd Paşa diye anılan ve Şeyh-zâde Seyyid İsmail Ağa’nın oğlu olan Hafid Paşa’nın asıl adı İbrahim’dir. 1160 (M.1746) yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Diyarbakır’da valilik yapmış olan İbrahim Hafid Paşa 1128 (M. 1813) tarihinde vefat etmiş olup mezarı Fatih Paşa Camii bitişiğindeki kabristandadır. Şevket Beysanoğlu bir “Divan”ı olduğunu ve kendi kütüphanesinde bulunduğunu belirtmektedir. Hafid Paşa’nın aşağıdaki üç gazelibu divandan alınmıştır. Yar gelmeyince meclise mey nûş olur mu hiç Nûş olmayınca bâde de serhüş olur mu hiç 74 Gonçe dehânı haddi gül ve murg-i dil hezâr Tâ haşrolunca bir dahi hâmûş olur mu hiç Han-i veslinde lenger-i hûsnücemâline Perçem gibi cihânda ser-pûş olur mu hiç Görmüş sihâm-i çeşminiyâ tığ-i gamzesin Bihûde müptelâları bihûş olur mu hiç Her bir mahalde ettiğimiz zevk u işreti Ey nâzenin seninle ferâmûş olur mu hiç Pendin eser eder mi HAFİD ol peri-veşe Gûşünenushgüherimengûş olur mu hiç Kapılmış murg-i dil bir dilbere üftâdekalmışdır Uçurmuş aklını başdan gönül sevdâdakalmışdır Düçeşm-i pür-füsûnun aldı aklım ey kamer-çehre Giriftâr-i dilim ol nergis-i şehlâda kalmışdır Varın ol bülbül-i şûrideye söylen ki el çeksün Figaa ü nâile şimdi bu dil-i şeydâdakalmışdır Sakın pür-gûluk etme mutribâ bu bezm-i işretde Çıkar peşminessingûş et sadâminâdakalmışdır Sevin ey bülbül-i şeydâ ki gonçe oldu neşküfte Hicâb perdesin ref’e eser bir bâde kalmışdır HAFÎD’e eylemiş te’sirzülf-i amberin-fâmı Hayâl-i zikr ü fikri kâkül-izibâdakalmışdır. Derdim ol gonçehezârgülzâra söyler söylese Subha dek gelmez kesel yekpâre söyler söylese Oda yansa söylemez pervâneveşizhâr-i aşk 75 Hâl-i zârın dil yine dildâra söyler söylese Çeşm-i hâb-âlûdeyeefsâne olsa söylemez Olsa bin efsâne-hân hüşyâra söyler söylese Söylemez derd-i dilin arz eylemez bir kimseye Gâhice Mecnûn gibi kûhsâra söyler söylese Söylemez derdin HAFÎD bin pâre olsa sinesi Zahm-i tiğinle meğer ol yara söyler söylese MES’UD LÛTÎ EFENDİ Ziya Gökalp’in anneannesi Haci Fatma Hanım’ın babası olan Mes’ûdLûtfî Efendi, halk arasında “Hoca-Mes’ûdEfendî” adıyla tanınmıştır. “FatînTezkiresi”nde (1271 İstanbul, s. 361) aşağıdaki gazeli örnek alınarak hakkında şöyle denilmiştir: Hat-i anber-feşânın mâni’-i bûy-i ‘izâr olmaz Müsellemdür bu da’vâ kim hutûtaİ’tibâr olmaz. Cefây-i çerh ile olmaz mükedder hâtr-i âşık Ruh-i vâsi mir’at-ı sâf-tıynetdegubâr olmaz. Niyâz-i vaslmümkin mi o meh-ruhsârıgördükte Hücûm-i şevkdengüftâratâb ü iktîdâr olmaz. Görüp ruhsâr-i pür-tâbında ol khâl-i cihân-sûzun Acebkimdür gam-ı aşkınla cânâdâğdâr olmaz? Şikest-i tişe-i cevr ü cefây-i yâr olmuşdur Nihal-i maksadunminba’d LÛTFÎ meyvedâr olmaz. “Nazım-i mûmâ-ileyhLûtfî Efendi, DiyarbekirMüftisi müteveffa Ali Efendi’nin veled-i sulbi olup, ulûm-i ‘âliyye ve tekmîl-i nüsüh-i ilmiyye ile mu’ahharen bir müddet DiyarbekirEyâletiNüfûsNezâretihidmetindeistihdâm olunup neşr-i ulûm-i ‘âliyye ile imrâr-ı subh ü şâm etmekte iken, bin ikiyüz altmış üç senesi (1847) âzim-i Dârüsselâmolmuşdur”. 76 Ali Emiri Efendi “Esâmî-i Şu’arây-i Amid” de Mes’ûdLûtfî Efendi hakkında şu bilgileri vermektedir 6: “Lûtfî. İsm-i âlileri Mes’ud’dur. Serâmedân’iulemâ ve fuzelây-i memleketden olup, Müftî-i esbak Ali Efendi’nin mahdûmudur. Bir müddet neşr-, ilm-i ‘âliyye ile meşhul olmuş ve 1252 (1836) senesinde Kürdistan Islâhatına memur Sadri-esbak Reşid Paşa’nın Arabî Kitabeti’ne ve badehu teşkîl olunan Nüfus Nezâreti’ne tayin olunmuş idi. Memuriyyet-i mezkûre ile imrâr-i evkaat eylediği talde 1263 (1847) senesinde vefat eylemiştir. Fazl ü kemâl ve şi’r ü irfanı müstağnî-i tavsifdir. Şu iki beyit bir gazel-i âlilerindendir: “Bülbül-i hasret keşüm bilmem gül-i âmâlimi Kangı berk içre acep kangınihalüstündedür? LÛTFÎ’yâdârüy-i sıhhat haste-i hicrânına Nûş-i cân-bahş-i mey-i lâ’l-ı zülal üstündedür” Abdülgani Fahri Bulduk “Diyarbekir Tarihi” isimli eserinin (s. 283) Şu’arâ bahsinde 21. şâir olarak anılan “Mes’ûdLûtfîEfendi”nin “üç lisânüzre (Türkçe, Arapça, Farsça) şiir inşâdınakaadir âlim, fâzıl bir zâtdır. İsmi geçen MüftiHazrolu Ali Efendi’nin oğludur”, diyerek aşağıdaki iki beyiti birer gazelinden alınma olarak örnek gösteriliyor: “Bûy-i vahdet almışambûs-i leb-i peymâneden Kangı kâfir men’eder meyden beni meyhaneden?” “Hûn-feşânlıkdan verir mi çeşmi nevbet hançere Kimse mâilolmasun böyle belâlı dilbere” Bu iki beyitten birincisi olan, “Bûy-i vahdet almışambûs-i leb-i peymâneden” isimli eserini Celal Güzelses taş plağa okumuştur. LEON BOĞOSYAN GÖZENOĞLU Diyarbakır’da 1900 yılında doğmuştur. Küçük yaşta musikiye merak sarmış, Diyarbakır’dan İstanbul’a gittikten sonra musikiye olan merakını babalığı olan KirkorKahya’dan öğrendiği ud ve keman yapmayı Beyazıt Uzun Çarşı Caddesi’nde kiraladığı 20 numaralı dükkânında devam ettiren bu büyük usta 1979 yılında vefat etmiştir. 6 Ali Emiri “Esâmî-i Şu’arây-i Amid” Millet Kütüphanesi-sayı: 781, s.90 77 DİKRAN NİŞAN 1911 yılında Diyarbakır’ın Eğil kazasında dünyaya gelen Dikran Nişan, 12 yaşlarında iken Diyarbakırlı Maybali adında kendisi gibi bir Ermeni olan ustadan ağaç torna da zurna, çeşitli kavallar, dilli düdük, dilsiz düdük (çığırtma), mey yapımını öğrenmiş; daha sonraları ustalaşarak bu müzik aletlerini “Çırık” denilen motorsuz el torna tezgahında yapmaya başlamış ve ilerleyen yaşından dolayı çalışmayı 1973 yılında bırakarak İstanbul›daki Surphaç Ermeni Lisesi Müdürü olan oğlu HayıkNişan›ın yanına dönmüştür. Bu değerli usta 1999 yılında vefat etmiştir. HAFIZ MELEK EFEND Diyarbakır’ın yetiştirdiği makam ve usul ustalarının önde gelenlerindendir. İstanbul’da Sultanahmet Cami’nde müezzinlik yapmıştır. Burada dost meclislerinde kendisinden devamlı Diyarbakır makam ve usulleri ile eserler okumasının istenmesi de makam ve usullerde ne kadar bilgili olduğunun bir göstergesidir. Hafız Melek Efendi İstanbul’da Sultan Ahmet Caminde önce müezzinlik sonra imamlık yapan Hafız Sadettin Kaynak’ın da makam ve usul hocalığını yapmış, ona dini musiki ve ilahiler öğretmiştir. Hafız Melek Efendi daha sonraları memleketi Diyarbakır’a gelerek burada Ulu Camii müezzinliği görevinde bulunmuştur. Burada arkadaşları kendisine “Sivrisinek” lakabını takmışlardır. Balkan Harbi sıralarında Darülfünun Ulûm-i Şer’iyye Şubesi imtihanına giren Sadettin Kaynak bu okulu bitirmeden askere gider ve ihtiyat zâbiti (yedek subay) olarak Diyarbakır’da göreve başlar, daha sonra Mardin ve Harput (Elazığ)’da bulunur. Diyarbakır’da eski hocası Hafız Melek Efendi ile karşılaşınca çok mutlu olur. Eski hocasından Diyarbakır halk musikisi ve klasik Türk sanat musikisi eserleri ile makam ve usullerini öğrenir. Hatta birçok Diyarbakır eserini daha sonraları plağa okuyan Sadettin Kaynak, “Buralarda halk musikisini esas kaynaklarından tetkik ettim” der. “Ay doğdu batmadı mı” isimli eseri hocası Hafız Melek Efendi’den almış fakat güftelerini değiştirmiştir. (Detaylı bilgi yayınlamış olduğum, “Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır Kültürü, Diyarbakır Müziği ve Folkloru” isimli üç ciltlik eserimde mevcuttur). Hafız Melek Efendi’ye neden “Sivrisinek” lakabı takıldığını 1997 yılında Ankara’da oğlu Selahattin’e sorduğumda babasının sesinin çok ince oluşundan arkadaşlarının bu lakabı taktıklarını belirtmiştir. FUAT EDİP BAKSI 1912 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelen şairimiz ilkokulu Diyarbakır’da okumuş, 1930 yılında Elazığ Öğretmen Okulu’ndan mezun olarak değişik yerlerde öğretmenlik yapmış, 1937 yılında fark imtihanını vererek İzmir Erkek Lisesi 78 edebiyat öğretmenliğine atanmış ve İzmir Yüksek İslâm Enstitüsü’nde edebiyat hocalığı yapmış, 1963 yılında emekli olmuştur. İlk şiirlerini Diyarbakır’da dayısının evinde yapılan velme/velime gecelerinde halk şairlerini dinleyerek bunlardan etkilenip yazmaya başlamıştır. Basılmış eserleri ve yirminin üzerinde şiiri bestelenen şairimiz, 1974 yılında İzmir’de vefat etmiştir. Bestelenen eserlerinden bazıları şunlardır: Eserin Adı Rüzgar kırdı dalımı ellerin günahı ne Bestekar Selahattin Erköse Makamı Buselik Bu akşam yine neden bakışların derindeAlaeddin Yavaşça Hicaz Üzülme yılların gelse de kışı Alaeddin Yavaşça Hicaz Sana inansam da inanmasam da Alaeddin Yavaşça Hisar Buselik Dinle bahar türküsünü çiçek yaprakla konuşur Alaeddin Yavaşça Hüseyni Her gün bir yeni düşteyiz kucaklamış dağlar bizi Alaeddin Yavaşça Kürdili Hicazkar Sevgi deli gönülden gönüle bir akıştır Alaeddin Yavaşça Muhayyer Kürdi Ne bahar belli ne de kış bu dünya böyledir işte Alaeddin Yavaşça Nihavend Unuttuk dostu yoldaşı vefamız artık dildedir Alaeddin Yavaşça Uşşak Gel sevgilim son ümit yalnız sendedir artık Arif Sami Toker Hicaz Aşkımın ilkbaharı ilk heyecanım benim Arif Sami Toker Nihavend Yüzün penbe güllerden sesin bülbülden güzel Arif Sami Toker Nihavend Nazında senin özlediğim eski cefa yok Emin Ongan Çeşm-i nazın süzülüp neş’eden olsa handan Fahri Kopuz Nazında senin özlediğim eski cefa yok Muzaffer İlkar Gündüzüm karanlık gecem uykusuz Nuri Halil Poyraz Hicaz Nazında senin özlediğim eski cefa yok Rakım Elkutlu Ferahfeza Gündüzüm karanlık gecem uykusuz Rakım Elkutlu Hicaz Her gün yeni bir naz yaratan yardan usandık Rakım Elkutlu Sevdi gönlüm daha ilk gün o hayal esmerini Rüştü Şardağ Kürdili Hicazkar Uşşak Kürdili Hicazkar Muhayyer Hicaz Nedir bu dünyanın hali gölgeli bir dal kalmamış Rüştü Şardağ Hicazkar Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı Rüştü Şardağ Hüzzam Senden kesmedim henüz ümıdimi büsbütün Rüştü Şardağ Rast 79 Ak saçlarıma değil gönlüme bak sevgilim Nihavend Selahattin Erköse Niye dargın gibisin söyle niye Selahattin İnal Hüseyni Bir bahar akşamı rastladım size Selahattin Pınar Hicaz Dile düştüm senin yüzünden yine Selahattin Pınar Karcığar Bakışı çağırır beni uzaktan Selahattin Pınar Muhayyer Kürdi Yüklüyüm dertlerden yana Yusuf Nalkesen Bayati Bahtım gibi bak gözlerinin rengide esmer Yusuf Nalkesen Uşşak CAHİT SITKI TARANCI 2 Ekim 1910 yılında Diyarbakır’da Sur içi Cami Kebir Mahallesi üç numaralı evde dünyaya gelmiştir. Babası Bekir Sıtkı, annesi Arife hanımdır. İlk tahsilini Diyarbakır’da, orta öğrenimini İstanbul’da Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesinde tamamladıktan sonra Galatasaray Lisesinden 1931 yılında mezun oldu.1931-1935 yılları arasında İstanbul Mülkiye Mektebi’nde ve Yüksek Ticaret Okulu’nda okudu. 1938-1940 yıllarında Paris’te SciencesPolitigues’teyüksek öğrenimini tamamladı. Bu sırada Paris Radyosunda Türkçe yayınlar spikerliği yaptı. 1944 yılında Türkiye2ye dönerek Ankara’da Anadolu Ajansı, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı’nda çevirmen olarak çalıştı. Sade bir üslupla yazdığı birçok şiiri vardır ve bu şiirlerinden bazıları bestelenmiştir. 1954 yılında yakalandığı ağır hastalık sırasında felç geçirdi. Tedavisi için Viyana’ya götürüldü. 13 Ekim 1965 yılında orada hastanede vefat etti Cenazesi Türkiye’ye getirilerek Ankara’da defnedildi. Şairimizin, “Ziya’ya Mektuplar”, Düşten Güzel”, “Ömrümde Sükut” ve “Otuz beş Yaş” isimli eserleri olan Cahit Sıtkı Tarancı’nın güftesi kendisine ait olan bestelenmiş eserleri şunlardır: Eserin Adı Besteleyen Makamı Bu tatsız akşam saatinde Alâeddin Yavaşça Segah Buldum Yıllardır Kaybettiğim aynayı Nalân Aksoy Zirgüleli Hicaz Ne doğan güne hükmüm geçer 80 Dünya gözüyle görsek murada ermek Ahmet Hatipoğlu Ne doğan güne hükmüm geçer M. Nurettin Selçuk KürdiliHicazkar Mahur Gitti gelmez bahar yeli Segah Hatıralar Hüzzam FAİK ALİ OZANSOY Diyarbakırlı Saîd Paşanın küçük oğlu olarak 1875 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelen Faik Ali Ozansoymilli şairimiz Süleyman Nazif’in kardeşidir. İlköğrenimini Diyarbakır’da tamamladıktan sonra İstanbul’da Mekteb-i Mülkiye’ye girdi. Askeri Rüştiye ve Mekteb-i Mülkiye’yi 1901 yılında bitirdi. Birçok yerde kaymakamlık görevinde bulunduktan sonra Diyarbakır’da valilik yaptı. Ebubekir Hazım Tepeyaran’ın dâhiliye nâzırlığı sırasında müsteşarlığa atandı. Bu görevde iki aylık iken hükümetin düşmesi sonucu istifa etti. 1931 yılında Dahiliye Müsteşarlığında emekliye ayrıldı. 1 Ekim 1950 yılında Ankara’da vefat eden bu değerli devlet adamı ve şairimizin, Fani Teselliler (1900), Mithat Paşa (19119, Temâsil (Timsaller, 1912), Elhân-ı Vatan (1915) şiir kitapları ve Payitahtın Kapısında (1918), Nedim ve Lâle Devri (1950-1969) isimli piyesleri vardır. Güftesi kendisine ait olan bestelenmiş eserleri şunlardır. Eserin Adı Benden ey nâşukanenzarın H. Sadeddin Arel Gel harâb-ı hasretim bilmez misin hicran eder Yüreğim çarpar Zaman olur ki Besteleyen Rıdvan Lale Zaman olur ki ânın hacle-i visâlinde Ferahnümâ Sûz-i Dil NezahatSoysev Kürdili Hicazkar Lemi Atlı Sahilden uzaklaştık elin şimdi elimde Münir Nurettin Selçuk Yıldızlı semalardaki haşmet ne güzel şey Makam Sadi Hoşses Lemi Atlı Hüseyni Hüzzam Kürdili Hicazkar Hüseyni SÜLEYMAN NAZİF 1870 Diyarbakır doğumlu olan Süleyman Nazif, Servet-i Fünun dönemi yazarlarındandır. Fransızca ve Arapçayı özel eğitim alarak öğrendi. Vatan, millet ve özgürlük konularına ilgi duydu. II. Abdülhamit dönemine karşı çıkarak Paris’e gitti ve sekiz ay kaldı. Meşveret adlı gazetede yazılar yazdı. Dönüşünde vilâyet mektupçusu olarak sürgüne gönderildi. 81 II. Meşrutiyet döneminden sonra Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve Bağdat valiliklerinde bulundu. İstanbul’a dönünce İstanbul’un işgaline karşı yaptığı konuşmalar ve Kara Bir Gün başlıklı makalesi nedeniyle kurşuna dizilmekten son anda kurtuldu. Ateşli, sert konuşmaları yüzünden işgal kuvvetlerince Malta’ya sürüldü. Sürgünden dönünce yeniden gazeteciliğe başladı ve ölünceye dek Resmî Gazete’de yazdı. Gizli Toplumsal ve ulusal davaları savunan düşüncelerini ve duygularını çarpıcı, vurgulu ve uyumlu bir biçimde açıkladı. Şiirlerinden çok iyi bir düz yazı ustası olarak ünlendi. Bestelenmiş şiirlerinden bazıları şunlardır: Eserin Adı Besteleyen Makamı Bahar olsa çemenzarolsââlem handeler olsa Fahri Kopuz Hicaz Ağy.âr ile sen geşt-ü güzar eyle çemende Bimen Şen Hicaz Derdimi ummana döktüm âsumâna inledim Şerif İçli Hicaz MUNİS FAİK OZANSO Faik Ali Ozansoy’un oğludur. Aynı zamanda Süleyman Nazif’in de yeğeni olan Münis Faik Ozansoy Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bürokratlığı yanı sıra babası gibi iyi bir şaridir. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve Başbakanlık Müsteşarlığı görevlerinde bulundu. İlk şiirini 1930 yılında lise talebesiyken yazdı. Şark, Çığır, Millet, Bayrak, Hisar dergilerinde şiirleri yayınlandı. 1911 yılında doğup, 1975 yılında vefat eden şairimizin bestelenmiş eserlerinden bazıları şunlardır: 82 Eserin Adı Besteleyen Makamı Bir mevsim o yollardan Muzaffer İlkar Nihâvend Gezerken yağmurda Münir Nureddin Selçuk Nihâvend Güller NezahatSoysev Nihâvend Gün doğmada bak tan yeri rüya gibi süzgün Bilge Özen Nihavend Her şey yabancı hissime yalnız sen âşina NezahatSoysev Körfez NezahatSoysev Neveser Ne çabuk geçti baharın unutulmaz seheri Gültekin Çeki Sûznâk Acem Aşîrân DİYARBAKIR MUSİKİSİNDE EŞLİK ÇALGILAR Kökü çok eskilere dayanan Diyarbakır musikisinde kullanılan eşlik çalgılar hakkında Evliya Çelebi şu bilgileri vermektedir: Ud: Ortadoğu’da ve günümüzde de yaygın olarak kullanılan bir sazdır. Tambur: Sekiz telli çok uzun saplı çalgıdır. Klasik Türk musikisinin gözde sazıdır. Rebab: Yaylı bir saz olup, bu sazın bazı türleri mızrapla çalınır. Kanun ve Santur: Çok telli çalgılardandır. Çeng: Basit bir arptır. Musikar: Bir tür mızıkadır. Nefir: Perdesiz, madeni, bir nefesli çalgıdır. Ney: Bilinen klasik çalgıdır. Dehenk/Dühenk: Çift borulu nefesli bir çalgıdır. Düzelle: Küçük bir klarnete benzeyen çift borulu üflemeli çalgıdır. Mizmar: Nefesli sazdır. Diyarbakır’da gerek Halk Musikisi ve gerekse Türk Sanat Musikisi icra edilirken şu eşlik çalgılar kullanılır: Cümbüş: Bumusiki aletini icat eden Zeynel Abidin Bey’dir. Atatürk bir sohbetinde “Her alanda yeniliği başardık, musiki hariç” diye yakınır, 14 Ocak 1930 günü Atatürk’ün huzuruna çıkan Zeynel Abidin Bey yaptığı bu yeni çalgıyı Atatürk’e tanıtır7. Aleti beğenen Atatürk, Zeynel Abidin Bey’e “Bu çalgı hangi meclise girse etrafa neşe saçar. Adı Cümbüş olsun”8 der. Soyadı kanunu çıktığında Zeynel Abidin Bey, cümbüşçü soyadını seçer9. Bu çalgı aletinin teknesi alüminyum, göğsü deri olup sapı ahşaptır. 1932 yılından sonra kullanımı yaygınlaşmıştır. Diyarbakır’da sık kullanılmasının sebebi meydan sazı olmasıdır. Çığırtma: Üflemeli bir halk çalgısıdır. Kemik, ağaç, kamış veya demir borudan yapılan dilsiz düdüktür. Davul: Enli ve büyük bir kasnağın iki tarafına deri geçirilerek yapılır. Deriden yapılan bir askıyla boyna asılarak sarkıtılır. Tokmak ve ince bir çubuk ile çalınan gür sesli vurmalı bir alettir. Bilhassa Diyarbakır‘da düğünlerde, bayramlarda zurna eşliğinde çalınır. 7 Enis Berberoğlu, 3 Ekim 2003 tarihli Hürriyet gazetesi ilavesi, s.5 8 Enis Berberoğlu, agg., s. 5 9 Enis Berberoğlu, agg., s. 5 83 Dümbelek (Darbuka): Usul vurma aleti olan dümbeleğin madeni olanlarına (darbuka) denilmektedir. Ağız kısmı deri kaplı olup daire şeklindedir. Halk musikisinin vazgeçilmez eşlik çalgısı olan dümbelek diz üzerine konularak çalınır. Kanun: İlk olarak Farâbi tarafından icat edildiği söylenen kanun dikdörtgen şeklinde tahta bir tabela üzerinde olup, sol ucu kıvrık ve uzundur. Üzerindeki teller sekiz grup halinde bağırsaktan yapılmaktadır ve 72 tanedir. Elin işaret parmağına takılan yüksüklere tutturulmuş mızraplarla çalınır. Celal Güzelses’in kurucusu ve başkanı olduğu Halk Musiki Cemiyeti’nde Gazi Gurbet, Abdulhaluk Ocak ve Naci Balıkçı, Diyarbakır’ın kanun çalanları arasında ilk akla gelenlerdendir. Kaval: Nefesli çalgılardan olup dilli ve dilsiz olarak ikiye ayrılan kaval 40-80 cm uzunluğunda, önde 7 ve arkada 1 perde deliğinden oluşmaktadır. Şimşir, gürgen ve meşe gibi sert olan ağaçlardan yapılanlarının yanı sıra pirinç gibi madeni olanları da vardır. Keman: Yaylı sazlar içersinde en çok sevilerek dinlenen çalgılardan biridir. 75 cm’lik bir yay ile çalınır. Öğrenilmesi çok zor olan bir musiki aletidir. Cümbüş çalarak musikiye başlayan Diyarbakır musikisine büyük hizmetleri olan Hüsnü İpekçi, kemanı Celal Güzelses’ in tavsiyesi ile 6–7 ayda günde en az 6 saat çalışarak öğrenmiştir. 1949 yılından 1959 yılına kadar Celal Güzelses’ e eşlik etmiştir. Kudüm: Tasavvuf musikisinde yaygın olarak kullanılan usul vurma aletidir. Bilhassa Diyarbakır‘da Gülşeni tekkesinde kullanılmıştır. Kudüme bu tekkede ‘kudüm–i şerif” denilmiştir. Nakkareden büyük, kösten küçük olan kudümün kendine has güzel bir sesi vardır. Nakkare: Bir çeşit davula benzeyen ve vurmalı sazlardan olan nakkare, iki basit dümbeleğin yan yana ve birbirine bağlanmasıyla meydana gelir. Elle veya iki küçük değnekle çalınır. Ney: Nefesli sazlardan olup üflenerek çalınır. Bilhassa tekke (tasavvuf) musikisinde çok kullanılan ney, Diyarbakır’da Gülşenî ve Rufaî tekkelerinin vazgeçilmez sazı olmuştur. İnsanda derin hisler uyandıran etkili bir çalgıdır. Santur: Telli çalgılardan olup bir dönem Diyarbakır’ın en çok kullanılan sazlarındandır. “Diyarbakır düğünleri sazlı, sözlü, santurlu olur” tekerlemesi de bunu teyit etmektedir. Bugün pek kullanılmayan santur, kanun şeklindedir. Tellerine iki küçük tokmakla vurularak icra edilir. Bu tokmaklar ucu topuzlu iki değnektir. Santurun ucu kanunun gibi kıvrık değildir. Tahtası dikdörtgen şeklindedir. Sesi incedir. 72 telli olup, teller üçer üçer bir arada olduğundan 24 perdelidir. Tambur: Mızraplı sazların en güzelidir. Halk musikisinde ve tasavvuf musikisinde kullanılmıştır. Diyarbakır‘da bir dönem kullanılan tambur günümüzde pek kullanılmamaktadır. 84 Tef: Vurmalı çalgılardan olup bir kasnağa geçirilen deriden yapılır. Zilli veya zilsiz olanları vardır. Ud: Mızraplı çalgılardan olup Diyarbakır’da bir dönem hemen hemen her evde bulunur idi. Zurna: Üflemeli bir halk sazı olup gür sesi vardır. Diyarbakır’da genellikle davul eşliğinde çalınır. Zilli Maşa: Türk halk musikisinde kullanılan bu usul tutma aleti Diyarbakır’da sık kullanılmaktadır. GÜFTE, MAKAM VE USULLER İpekçiler, demirciler, kazancılar, kuyumcular gibi zanaatçıların mesleklerini icra ederken söyledikleri eserlerin güfteleri genellikle Diyarbakırlı şairlere ait olup makam ve usuller bu zanaatçıların ağzında, yaptıkları işler ile uyum sağlamıştır. Konu ile ilgili bilgileri Evliya Çelebi şöyle nakletmektedir: “Demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar. Âhenkli bir şekilde Kâr (Dindışı söz musikisinin en büyük eserlerine verilen isimdir. Güftesi genellikle gazel olan Kâr, bir fasılda peşrevin hemen ardından söylenir) ve Nakş (Her beyitten sonra ilave olunan terennümler), Zecel (Mağrib’e ait bir şarkı formudur) ve doğu şarkıları çalarken hem kâr ederler (iş yaparlar) hem de şarkı (kâr) okurlar. Hizmetçileri çekiç vururken yirmi dört tür usûl ile ‘tır taka tırtâk tırtır tâk’, diyerek ‘çift düyek’ usûlünde çekiç vururlar. Körüklerini yine Sofiyâneusûl ile çekerler. Özellikle hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden Segâh makamı, (Doğu ve Güneydoğu Anadolu da sık kullanılan bir makamdır) kimilerinden ise Dügâh ve Yegâh makamı duyulur ve usulü yay çemberi veya sakil usulüdür. Hallaçlar ‘tır taka tır taka, taka’, ‘tır taka tırtırtâk’, ‘tırtâktâk’, ‘tır taka tırtır tak’, ‘tırtâktırtırtâk’ diye sakil usulüyle tokmak vururlar. Kazancılar da örs üzerinde kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘tântânetântâne’ diye Sofiyâne usulüyle çekiç vurdukları zaman, Hüseyni (Halk müziğinin en çok kullanılan makamıdır) makamındaki sesi duyan ve usullerini gören maarif sahipleri hayran kalır. Sanat sahipleri her yönden bu derece yetkin ustalardır”10. 14. yüzyılda yaşayan ve divan edebiyatımızın önde gelen şairlerinden, asıl adı İmadettin olan Diyarbakırlı Nesimî’nin aşağıdaki gazeli Diyarbakır ve yöresinde kullanılan makamların bazılarını belirtmektedir: Hasret yaşı her lâhza kılur benzimizi saz 10 Nakleden Martin Van Bruinessen, HendrikBoeschoten, Evliya Çelebi Diyarbekir’de, 2003,. İstanbul, s.268 85 Bu perde de bir yâr bize olmadı demsaz UŞŞAK meyinden kılalım işret-i NEVRUZ Ta RAST gele ceng-i HÜSEYNİ’deserefaz Bir ÇARGÂH’ılûtf kıla hasn-ı bazargi Küçük dehen’inden bize ey dilber-i ŞEHNAZ ZENGÛLE sıfat nâle kılalım zâr-ı SEGÂH’e Çünazm-i HİCAZ eyleye mahbûb-i hoş âvaz Aheng-i İSFEHAN kılurolnây-i IRAK’ı REHABİ yolunda yine canın kıla pervaz Gönlüme HİSAR eyledi ol rûy-i MÜBERKA Gel olma MUHALİF bize ey dilber-i tennaz ÇünŞÛ’e gelip aşk sözün dese NESİMİ Zevkinden onun cuşa gelir sai’ KULLANILAN MAKAMLAR Genellikle Diyarbakır’da hüseyni, uşşak (ibrahimi), hicaz (şirvani), muhalif (segah), saba, muhayyer, kürdi, hüzzam, mahur (beşiri), rast, şirvani, nevruz, arazbar, kesik makamları sık kullanılan makamlardır. Arazbar: Türk musikisinde kullanılan eski makamlardan olup, bir dönem Diyarbakır’da yaygın olarak söylenilmiştir. Şanlıurfa ve Elazığ’da bu makama Elezber denilmektedir. Aşiran: “Hüseyni- Aşîrân perdesinin (mi) ve makamının kısaltılmış şekli”11. Bu makama Diyarbakırlı Yahya Çelebi’nin “Yaşım ki gözde aksi ârız-ı canâna düşmüştür” eserini örnek verebiliriz. Beşiri: Mahur makamının uzunhava şeklinde söylenmesidir. Rahmetli Garabet (Bube) Menekşe, Diyarbakır’da bu makamı çok güzel icra edenlerden biriydi. Genellikle bu makamda hoyratlar söylenmektedir. 11 Yılmaz Öztuna, Türk Mûsikîsi Kavram ve Terimleri Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 2000, s. 22 86 Divan: Halk edebiyatında bir şiir biçimi olup, saz şairlerinin kullandıkları hece ölçüsünün on beşli kalıbıyla söyledikleri veya aruz vezninin belli kalıplarından oluşan divan şiirine verilen addır. Halk musikisinde türküden fazla, şekil düzgünlüğü ve söyleniş bakımından daha çok şarkıya benzerler. Divan, uzunhava gibi serbest ve usulsüz olarak söylenebilindigi gibi usullü ve hareketli olarak da söylenmektedir. Diyarbakır divanı üç hane olup her hanenin kendine has ara nağmesi mevcuttur. Diyarbakır divanı olarak “Buy-i vahdet almışambûs-i lebi peymaneden” adlı eseri örnek verebiliriz. Evc (Eviç): Türk musikisinde bir makam olup bir dönem Diyarbakır’da sık kullanılmıştır. Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Nakşibendi’nin, “Nice demdir ki seyr-i marû-yiyârdandûruz” eseri bu makamda olup “Devri Revan” usulündedir. Garib Hicaz (Hicâz-ı Garib): 20. yüzyıl başlarında sıkça kullanılan bu makam bugün pek kullanılmamaktadır. 1860 yıllarında vefat eden Diyarbakırlı Nigahî Baba’nın ”Aşıkı Sadık Menem” adlı eseri yine Diyarbakırlı olan Mevlithan Mustafa Beybur tarafından bu makamda okunmuş olup görüntülü video ses kaseti arşivimdedir. Hüseyni: Türk musikisinde kullanılan en eski makamlardan biri olup halk musikisinde de çok kullanılan bu makam, Diyarbakır‘da sevilerek söylenip dinlenir. Örnek olarak “Karpuz Kestim Sulandı” eserini verebiliriz. Hüzzam: Adından da anlaşılacağı gibi hüzzam ifade eden bir makamdır. Bu makamın segâh makamından ilham alınarak yapıldığı tahmin edilmektedir. Hüzzam gazel olarak “Visalinle bu şeb ey yari canım şâduman oldum” adlı eserle Diyarbakır’da okunmaktadır. Hicazkâr: Bu makam, zengûle makamının bir ton peste, rast (sol) perdesine nakledilmiş şeddidir12. Sözü ve müziği Celal Güzelses’e ait olan “Ne Güzelsin Diyarbakır” isimli eser bu makamda olup rahmetli bu eserini plağa okuyamadan vefat etmiştir. Bu eseri Celal Güzelses’in talebelerinden olan Suphi Martağan’dan derledim. Hicaz: Diyarbakır’da sevilerek söylenip dinlenir. “Aldı zihr-i tigine bir nim nigâhle âlemi” ile Diyarbakırlı Ahmet Verdi Çelebi’nin “Seni terbide benden olsa a’dâ ittifak üzere” adlı eseri bu makamdadır. Irak: Çok eski makamlardan biri olup şimdi pek fazla kullanılmamaktadır. Bu makamın inici bir şekli olan eviç makamı bunun yerini almıştır. Bu makam segah dörtlüsünün ırak perdesindeki şeddi ile uşşak dörtlüsünün birleşmesinden meydana gelmektedir13. Türk Musikisinin fikrimizce en büyük eseri, şaheseri olan Itri’nin tekbiri bu makamdandır.Örnek olarak Diyarbakırlı Şeyh Ahmed-i Nakşibendi’nin, usûl-i nim devrindeki “Sevda-i mümkinât asar-ı sun-i bisuhan söyler” adlı eserini verebiliriz. 12 Yılmaz Öztuna, age, C.1,s.264 13 Yılmaz Öztuna, Türk Musikisi Ansiklopedisi MEB Yayınları Ankara 1969, C.1 s.280 87 İsfehân: Yedi asırlık bir makam olan isfehân, ismini İran’daki ünlü İsfahan şehrinden almıştır. Türk musikisinde bir dönem çok kullanılmıştır. Diyarbakırlı büyük üstat Seyit Nuh’un “Feryad ederim zülf-i siyahkarım elinden” ile “Yarın bilirüzbezmimize rağbeti vardır” adlı bu iki eseri isfehan makamındandır. Buselik beşlisi, dugâh (lâ) üzerinde rast dörtlüsü ve bayati makamından yapılmıştır14. İbrahimi: Tahir makamının bir dalı olan ibrahimi Diyarbakır’da sık söylenen ve sevilen bir makamdır. ”Silmedin göz yaşını aşkın ile ağlayanın” bu makamdadır. Kesik: Diyarbakır’da ibrahimi olarak bilinen “Kara gözler”e yakın bir ezgi ile söylenen bir makamdır. “bahar olup yeşillenir bu bağlar” bu makamdadır. Kürdi: Bugünkü bayati makamına tekabül eden bu makam Diyarbakır’da sık kullanılmaktadır. Hüseyni makamının özelliklerini taşır. Örnek olarak “Yavrum bögün kalemi kaşta koydun” adlı eser ile yine Diyarbakırlı Yahya Çelebi’nin “Murg-i dilimim kârını gegnâleler etti” eserini verebiliriz. Muhalif Hoyrat: Segâh makamının muhalif dalında okunanına verilen addır. Mahur: Halk musikisinde oldukça sık kullanılan bu makam çargah makamının rast perdesindeki şeddidir. Diyarbakır’da halen sık kullanılan bir makamdır. Örnek olarak “Benim yarim yaramazdır yaramaz” ile “Bağdadın Hamamları”nı verebiliriz. Maya: Türk halk musikisinde sık söylenir. Mayalar genellikle tek dörtlüklerdir. Kendine has ara nağmesiyle icra edilen Diyarbakır mayası güveyi gezdirmelerinde çok okunur idi. Diyarbakır’da söylenen yüzlerce maya dörtlükleri mevcuttur. Tespit ettiğim bu dörtlükler kitabın mayalar bölümünde verilmiştir. Muhalif: Eski bir Türk sanat musikisi makamı olup, halk musikisinde hüzzam makamına tekabül eden bu makam, Diyarbakır’da sıkça kullanılmaktadır. Muhayyer: Türk musikinde hüseyni makamının inici şekline verilen adıdır. En eski nazariyat kitaplarında adı “Muhayyeru‘l– Hüseyni” şeklinde geçmektedir15. Bu makam, halk musikisinde de çok kullanılmaktadır. Diyarbakır‘da çeşitli uzunhavalar, bu makamda söylenmektedir. Bu makama Diyarbakır’da söylenen “İki de keklik bir derede imanım da ötüyor” eserini örnek verebiliriz. Nevruz: İsmini nevruz gününden alan çok güzel bir makamdır. Celal Güzelses İstanbul’a plak doldurmaya gittiğinin bir defasında kendisine kemanıyla eşlik eden Nubar Tekyay’a “Bana bir Nevruz yap” der. Nubar Tekyay hemen elindeki kemanı dizinin üzerine bırakarak der ki: “Ben Udi Arşak’ın oğluyum. Ben ki musikide bilmediğim makam yok derdim. Böyle bir makam da mı var?” Celal Bey de “Evet böyle bir makam var ve bu Diyarbakır makamıdır.” der ve Nubar Tekyay’a bu makamı daha sonra öğretir. 14 Yılmaz Öztuna, age, C.1, s.283 15 Yılmaz Öztuna age, c.2, s.35 88 Nişabur: Adını Horasan’daki bir şehirden alan bu makam 1700–1800 yılları arasında yaygın olarak kullanılmıştır. Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Çemende cüyveş bu cüst ü cülar hep seninçündür” eseri bu makamdadır. Nihavend: Bu makam da Diyarbakır’da sevilerek icra edilir. Nühüft : Şimdilerde pek kullanılmayan bu makam da bir dönem Diyarbakır’da sık kullanılan makamlardan biri olup Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Ta kim hatin ey mah-ı cebinim yüze çıktı” eseri bu makamdadır Sabâ: Hüzün, elem, neşe ve bilhassa dini musikide yaygın olan ve çok sevilen bu makam bir dönem Diyarbakır şarkı ve türkülerinde kullanıldığı gibi, camilerin minarelerinde okunan sabah ezanı da muhakkak surette sabâ makamında okunur idi. “Bir dalda iki kiraz” ile “Hangi bağın bağbanısangülüsen” adlı bu iki eseri Diyarbakır’da okunan sabâ makamına örnek olarak verebiliriz. Sabâ gazel olarak da “Derman araman derdime gözyaşımı silemem” adlı eseri örnek verebiliriz. Sümbüle: 19. yüzyıldan önce bu makama “muhayyer sümbüle” denildiği bilinmektedir. Bu makam acem-aşirân, sabâ dizisinden birkaç sesin eklenmesiyle yapılmıştır. Segâh: Bu makam Diyarbakır’da genellikle tasavvuf musikisinde yaygın olarak kullanılmıştır. Diyarbakırlı Şahla Mustafa Çelebi’nin “Adem bu bezmigâh-ı dilarâya bir gelir” eseri bu makamdadır. Şehnaz: Eski makamlardan biri olup hicazkâr makamının biraz yumuşağıdır. Uşşak: Tasavvufî duygularla dolu olan bu güzel makam da Diyarbakır’da sık icra edilen makamlardandır. Uzzâl: Bu makamaDiyarbakırlı Mahmut Çelebi’nin “Ruh-i alin sanemâreşk-i şarab olmuştur” eseri ile yine Diyarbakırlı olan Çemen-zade Mehmet Çelebi’nin “Ey gönül gayriye meyil eyleme cânân bir olur” eserini örnek verebiliriz. Tahir: Halk musikisinde türkü söylemek için çok uygun bir makamdır. Diyarbakırlı Seyit Nuh’un “Ne hevâ-yi bağ-ı ruhsân, men esir-i zülf-i yârim” eseri bu makamdadır. KULLANILAN USULLER Diyarbakır ezgileri incelendiğinde Türk musikisinin usullerinin hemen hemen çoğunu bulmak mümkündür. Usul olarak genellikle 2/4, 4/4, 6/4/, 6/8, 7/4, 8/8, 9/8, 10/8, 12/8 usuller fazlaca kullanılmaktadır, 89 TARİHTEN GÜNÜMÜZE DİYARBAKIR VE KIRSALINDA MUSİKİ ALETLERİ, MUSİKİ VE EĞLENCELER Kenan Haspolat* 1. BÖLÜM Müzik evrensel bir olgudur.Medeniyetin beşiği olan Diyarbakır’da bu alanda adaöncülüğü görmek ve günümüze kadar bu sanatın kendisini göstermesi doğaldır. Bu makalede özellikle kırsal bölgede olmak üzere geçmişten bu güne Diyarbakır’daki musiki aletlerine bakacağız. NEOLİTİK DÖNEMDE DİYARBAKIR’DA MUSİKİ ALETLERİ M.Ö. 6000 yıllarında Ergani Grikihaciyan özellikle Bakır dönemi medeniyetine beşiklik etmiştir.Bu dönem halkının müziğe düşkünlüğü de söz konusudur Kemiklerin üzerine sertçe bir madde ile sürtülerek ses elde edilen raspa çentikli kemik sırtı Griki haciyanda elde edilmiştir. Raspa (çentikli kemik) (1) ARTUKLULAR DÖNEMİ DİYARBAKIR MUSİKİ ALETLERİ El-Cezerî’nin Yaşadığı Dönem ve Ünlü Eserinde müzik aletleri El-Cezerî (1136-1206), Diyarbakır yöresinde yaşamış, Artuklu sarayında “reis el-âmal” (başmühendis) olarak 32 yıl (1174-1206 arasında) hizmet etmiş bir bilim adamıdır. El-Kitabın bölümlerinin içerikleri olarak4.Bölümde: müzik otomatları konusunda 10 şekil var. El-Cezerî’nin heykelciklerle bezeli otomat su saati, sanatsal dans hareketleri yapmakta ve müzik sesi vermektedir Şeklin üst kısmında, burçları gösteren ve dönebilen bir disk, onun altında günün her bir saatine karşılık gelen on iki hücre (içi boş bölme) vardır. İlk hücrede görülen figür, her saat geçtikçe sağa doğru adım adım *Prof. Dr. Kenan Haspolat 90 kaymaktadır. Bunun altında, sağda ve soldaki kuşlar (doğan ya da şahin!) her saat başı birer metal küreyi gagaları yardımıyla alt kısımdaki kâsenin içine düşürerek ses oluşturmakta, 6 saat sonra da orkestradaki tüm çalgılar hep birlikte çalmaya başlamaktadır. Buradaki yapay müzisyenler [iki borazan, nakkare (büyük davul), uzun davul, zil], ahşaptan yapılmıştır ve iç kısımdaki bir su çarkı yardımıyla hareket ederek oynatılan kollara sahiptir. Üflemeli çalgılar hidrolik kontrollü hava basınçlı bir kapla bağlantılı olarak çalışmaktadır. Şekil 1. El-Cezerî’nin, müzisyenli su saati: Yukarıda zodyak işaretleri, altında on iki hücreli bölme; ilkinde görülen figür her saat başı bir yandaki bölmeye geçiyor. Onun altındaki metal toplar, şahinlerin gagasından pirinç kâselerin içine düşürülürken müzik sesi çıkıyor; en altta ise beş müzisyenli orkestra müzik yapıyor. Şekil 2. El-Cezerî’nin, müzisyenli su saatinin başka bir değişkesi. 91 Onun ilginç kurgulamalarına son görsel örnekler olarak sürekli biçimde flüt sesi çıkaran terazili bir düzenek (Şekil ). Şekil 3. El-Cezeri’den: Sürekli çalan bir flüt için terazili araç. Şekil 3. Ebül İz cezeri’nin çizimlerinden MS. 1200 yıllar AKKOYUNLULAR DÖNEMİ DİYARBAKIR’DA MUSİKİ VE ALETLERİ Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Diyarbakır’ı başkent edinmişti. Uzun Hasan musikiyi çok severdi.Sefere çıktığı zamanlarda ‘Ehl-i Tarab’denilen ve 98 kişiden oluşan saz heyetini beraberinde götürürdü (3). 16. YÜZYIL OSMANLI DÖNEMİ DİYARBAKIR’INDA MUSİKİ ALETLERİ Bu noktada 16. yüzyılda Diyarbakır’ı ziyaret eden Evliya Çelebi’nin izlenimlerini dinleyeceğiz Evliya çelebi,erbabı zanaatın ne denli musikişinas olduğunu bakın hangi sözlerle anlatır.’Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar.Ahenkli bir şekilde Kar ve nakş, 92 zecel ve doğu şarkıları çalarken hem iş yaparlar hem de şarkı okurlar.Çekiç vururken yirmi dört usul ile ‘tırlaka tırlak tırırlak’diyerek ‘çifte duyek’usulünde çekiç vururlar. Körüklerini yine sofyan usul ile çekerler. Hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden segah makamı,kimilerinden ise Dügah ve yegah makamı duyulur. Ve usulü Yay çemberi veya Sakil usuludür.Kazancılar da örs üzerine kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘Tan tane tan tane’diye Sofyan usulüyle çekiç vurdukları zaman,Hüseyni sesini duyan ve usullerini gören maarif sahipleri hayran kalır (4). 1656 yılında bölgemizi gezen Evliya Çelebi Diyarbakır’da, Dicle kıyılarındaki eğlenceleri’ne bizzat tanık olur ve bunu ayrıntılı bir biçimde çok da akıcı bir dille anlatır. “.....El-hasıl, ehali-yi Diyarbekrün bu Şatt-ül Arab kenarında 7-8 ay zevq-ü sefalarına halq-i cihan reşk ederler, zira geceleri Qadir, rüzları İd-i Azha olub, Hüseyn Bayqara fasılları idüp “Fani cihandan sehel kam aldıq” zann iderler. Her şeb sahil-i Şatt qanadil ve fanüs ve şem-i rih meş’aleler ile çerağan olub Şatt üzere nice bin san’atlar ile şem-i revgan ve şem-i aselleri tahtalar üzre zeyn edüp bir tarafdan bir tarafa çerağlar cereyan edüp şeb-i muzlimleri güya ruz-i rüşen olup her külbede khanende vü sazende vü qaşmeran-ü mütriban-ü meddahan ve avvad ve çartayi ve şeştari ve berbuti ve qanuni ve çengi ve rebabi ve müsiqari ve tanburi ve şenturi ve nefiri ve belabani ve neyzen ve dehenkzen; Hülasa-i kelam cem’i sazendegan ve mizmaregan cümlesi ta vaqt-i şafi’iye dek fasl-i Bayqara edip, badehü müezzinan’i müsliman aşvat-i hazinlerile temcid-ü temhidler tilavet edüp cümle ehli tariq ve aşiqan-i şadigan Fişagöraş-i tevhidi ederler...”. 19. YÜZYIL DİYARBAKIR’INDA MUSİKİ 1869-1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine baktığımızda Askeri birliklerde Mızıka bölüğü olduğunu gözlüyoruz. Örneğin Mızıka bölük komutanları Yüzbaşı Mustafa Efendi, Mülazım-ı sani Ebuzer ağadır. (Diyarbakır salnameleri. V/,44). Bu memlekette musiki ile uğraşan üç zümre vardı. 1. Tekke, 2. Halk, 3. Ermeniler. Ladini musiki ile doğrudan doğruya Ermeniler meşgul olmuşlardır. Son zamanlara kadar musiki faaliyetini «çalgıcı» adı ile Ermeni vatandaşları devam ettirmişlerdir. Türkü, koşma, mani v.s. gibi folklor malı olan musiki onların repertuvarmda yer almakta idi. Divan, gazel, hoyrat daha çok dinî musiki alanında, yer almış, sonraları beliren mahallîleşme akımı sonucunda yukarda belirttiğimiz durumu kazanmış tır. Diyarbakır’da musiki faaliyeti genellikle ve bilhassa düğünlerde Ermeniler tarafından icra olunmuşturYukarda ladinî musiki ile sadece Ermenilerin uğraştığına değinmiştik. Bu hal 1908 meşrutiyetine kadar devam etmiş, daha sonraları Müslüman halk arasından da bu gruplara katılanlar olmuştur. Meşrutiyetten sonra 93 hemen her evde hiç olmazsa bir def, bir dümbelek (dar buka) yer almış, yaz günleri Dicle Nehri kıyılarında meydana gelen bos tan âlemlerinde o eğlencenin başlıca esasını teşkil etmiştir Diyarbakır›da musiki son zamanlara kadar sadece darbuka ile icra olunurdu. Saz, cur’a, bağlama v.s. gibi aletler buralarda kullanılmamıştır. Yalnız hariçten gelen saz şairleri beraberinde saz getirmişler, fakat burada bunların yayılmasına yardım edememişlerdir. Tekkelerde daha ziyade arabana, kudüm ve zil kullanılmıştır. Köylerde gezen dervişler beraberlerinde sadece arabana taşımışlar, dinî musikiyi Türkçe ve Kürtçe olarak icra etmişlerdir. Yalnız 19. yüzyıl ortalarına kadar Diyarbakır›da sürekli olarak dinî ayınlarını icra eden Mevleviler, tekkelerinde, Kadiri, Nakşibendi, Rufai, Gülşeniye tarikatı mensuplarından ayrı ola-rak ney, nekkare, sine, tanbur ve rubab kullanmışlardır. Ladinî musiki alanındaki aletlere gelince: bunu da iki şekilde mütalaa etmek lâzımdır. Klasik musiki bestekârlarının eserleri örnek alınarak mahallîleşme akımı sonucu şarkı tarzında bestelenen eserler 1908’e kadar ud, nadiren keman, ondan sonra ud, keman ve kanun eşliğinde icra edilirdi. Folklor malı olan türküler de aynı aletleıin eşliğinde söylenmiştir. Bundan ayrı olarak kaval da bu alanda önemli rol oynamıştır. Bazan kavalı çalan şarkıyı ayrı olarak okuyup saz kısmını kavalla geçmiş, bazan da kavalının yanında hanende yer alarak musiki sahasındaki eserler icra olunmuştur. Yalnız bazı Türkmen (Kızılbaş) köylerinde bağlamaya tesadüf edilmiştir. Bunun ya dışardan gelme, yahut yavaş yavaş kaybolan saz şairi ve âşıkların bir kalıntısı olması hususu hatıra gelmektedir. Bağlamaya halk arasında «tanbura» denilmekte ve buralarda ud, kemandan daha fazla ilgi görmektedir Diyarbakır›da bağlama yoktur. Diyaıbakır›da santur, saz çığırtma ve kaval kullanılırdı. Bu sazlar bütün eğlence meclislerinde olduğu gibi, düğün ve nişan merasimlerinde enginliğine göre her birinden ikişer, üçer adet bulundurulurdu. Sazlara iştirak eden tempo âletleri ise zilli maşa ve deften ibaretti. Darbuka ve diğer çalgılar sonradan bunlara katılmıştır (19). CUMHURİYET DÖNEMİ MUSİKİ ALETLERİ Abdüssettar hayati Avşar ,yatsı namazından sonra konaklardaki musiki gecelerini ve endtrümanları şöyle anlatır. Ud, kanun, keman,tanbur,santur,kemençe, rebab, ney, kaval, zilli maşa, zilli def, darbuka, çarpara, zil bu eğlencelerde müzik aletlerinden bazılarıydı (5). Diyarbakır musikisinde sazlar: İki çubukla çalınan Kanunun benzeri Santur, Kanun (sonradan), ud, keman, cümbüş, darbuka, tef ve zillimaşadır. (Zillimaşa kadın gruplarında bulunurdu). Ud oda sazı, cümbüş açık hava sazı aynı zamanda bağlamanın yerine ses frekansının yüksekliği nedeniyle bağlama klavyesine sahip olan metal tanbur, (Mızraplı) manyetiğin yaygınlaşmasına kadar düğünlerde kullanıldı. Manyetik yaygınlaştıktan sonra tanburun yerini bağlama aldı. Hatta halk arasında bağlamaya da kısa bir süre tanbur denildi. O dönemde komşu iller ise şu sazlar ile biliniyorlardı, Şanlıurfa’da bağlama; Mardinde ud, keman, kanun, rebap (yaylı); Elazığda klarnet, Erzurumda mey, balaban; Bingölde davul zurna (6). 94 Evlerde mutena köşelerde sazı görebilirsiniz Diyarbakır musikisinde kadınlar ve musiki aletleri Bilhassa erkeklerin dışarıda olduğu gündüz misafirliklerinde memleket insanının musikişinaslığından dolayı bilhassa kadim ailelerin kız veya hanımlarının bir çoğu ud ve tanbur çalardı (7). Gündüz misafirliğinde ikramların yanı sıra müzik ziyafeti de olurdu Kenan Aksu Diyarbakırlı kadınların eskiden müzikle daha çok uğraştığını anlattı. Eskiden evlenen genç kadınların çeyizlerine müzik aletleri ve ud konulduğunu hatırlatan Aksu, bu geleneğin günümüzde kaybolduğunu söyledi (DİHA). Şeref Değer, Benim ablam o günlerin Diyarbakır’ında ut çalardı. Karşı komşu evindeki kadınlar da ut çalardı’ demektedir (8). TASAVVUF (TEKKE) MUSİKİSİ VE ALETLERİ Tasavvuf musikisinin temeli dindir. Gayrimüslimler kiliselerde, sinagoglarda ayinlerini müzik eşliğinde yaparlar. Müslüman kesim ise tekkelerde, mensup olduklan tarikatların usullerine göre dini ayinlerini genellikle arabana eşliğinde yaparlar. Mevlütier ve bilhassa minarelerde okunan ezanlar, methiye ve mersiyeler tasavvuf musikisinin makam ve usul basamakları olmuşlardır. Tekke musikisinde Divan, Gazel, Hoyrat, Deyiş ve Koşmalar icra edilirdi. Bu eserlerin icrasında musiki aleti olarak Arabana, Kudüm ve Zil kullanılmıştır. Köylerde gezen dervişler sadece yanlanrmda bulundurdukları arabana ile dini musikiyi icra etmişlerdir.19. yy. ortalarına kadar Diyarbakır’da sürekli olarak dini ayinlerini icra eden Mevleviler tekkelerinde Kadiri, Rufai, Gülşeni tarikatı mensuplarından ayrı olarak ney, nekkere, sine, tanbur ve rubab kullanmışlardır (3). 95 KLASİK TÜRK MUSİKİSİ VE ALETLERİ Klasik musiki bestekarlarının eserleri mahallileşme akımının etkisi alünda kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, keman ve santur eşliğinde icra edilirdi. Folklor malı olan türkülerde aynı enstrümanların eşliğinde icra edilirdi. Daha sonraları bu enstrümanlara Kanun, Def, Cumbuş da dahil edilmiştir. Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde toplanılarak musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve bestekarlarının da katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara “VELME” veya “ HAREFENE” denilirdi (3). DİYARBAKIR TÜRKÜLERİ VE ENSTRÜMANLARI Diyarbakır’daki musiki turupları daima zilli def, zilli maşa, darbuka son zamanlarda buna ilaveten ud, keman, kanun gibi musiki aletlerine yer vermişlerdir. Bazan sazlar olmadan da zilli def ve zilli maşa ile ye-tinilmiştir. Zilli def Diyarbakır türkülerinin baş ayırıcısı durumundadır. Ona vurulan fiskeler, zilli defin sallanışı türkünün karakterini ortaya koymakta (9). ERMENİ MUSİKİSİ Diyarbakırlı Ermeni müzisyenler (10). DİKRAN NİŞAN (1911-1999) Diyarbakır Egil kazasında doğmuştur. Ermeni asıllıdır. Henüz 12 yaşlarında iken Diyarbakırlı Maybali adında bir Ermeni ustadan ağaç torna da zurna, çeşitli kavallar, dillli düdük, dilsiz düdük (çığırtma), mey yapımım öğrenmeye başlamış ve sonradan ustalaşmıştır. Yaptığı çalgıları motorsuz “Çırık” denen el tornası ile yapar. 96 Kendisi ile konuştuğum 1968 yılında, o zamana kadar 40 bin kadar çalgı yaptığım söylemiştir. Yaşlılık nedeniyle 1973 yılında çalışmayı bırakarak İstanbul’daki Surphaç Ermeni Lisesi müdürü oğlu Hayik Nişan’ın yanına dönmüştür. LEVON BOĞOSYAN GÖZENOĞLU (1900-1979) Diyarbakır’da doğmuştur. Ermeni asıllıdır. Ud ve keman yapmıştır. Dükkanı, Beyazıt Uzunçarşı cd. No. 20. Lütiyeliği; babalığı Kirkor Kahya’dan öğrenmiştir (11). Diyarbakırlı Bir Ermeni Udi Yervant Bostancı: Buralarda Birileri Vardı… (12) Yervant Bostancı, ama onu herkes Udi Yervant olarak biliyor. Diyarbakır Xançepekte, Gâvur Mahallesinde doğmuş. Puşici Kekê Yakonun oğlu, yanık sesli Xaçadur Temo’nun torunu. İlk ve ortaokulu Diyarbakır’da okumuş. İlk müzik öğrenimine babası, Kekê Yakonun içli hüzünlü sesini dinleyerek dört yaşında Diyarbakır’da düğünlerde darbuka çalarak başlamış. 70’li yılların başında hocası Âşık Zülfi’den bağlama dersleri almış. İlk cümbüş derslerini hocası Bedros Başak ve dökümcü Siraç Ustadan almış. İlk nota derslerini Celal Güzelses’in başkemancısı Üstat Hüsnü İpekçi’den, nazariyat ve nota derslerini ise hocası Zaven Özatmaciyan’dan almış… 1976’nın Aralığının 3’ünde İstanbul’a ağlayarak göç ettiklerinde babası Kekê Yako’nun ayağında şalvarı, belinde kuşağı ve yıllar yılı Diyarbekir’linin başını süsleyen puşisini geride bırakarak. İstanbul’a varır varmaz, 1976’da Üsküdar Musiki Cemiyetine korist olarak girmiş. Üç yıl üniversite korosunda ud çalmış. 1976’dan, 1992’ye kadar, girdiği Üsküdar Musiki Cemiyetinde 1982’den itibaren ud ile meşklere iştirak etmiş ve hâlâ Üsküdar Musiki Cemiyeti için “benim ikinci yuvam” diyor. 1992 Mayısının 15’inde, “beynimin her hücresi Diyarbekirle dolu olarak” ver elini Amerika demiş. Şimdilerde; “Diyarbakır’da yediğim meftunenin tadını, Diyarbakırlının mertliğini, Babam Kekê Yakonun, Cemil Paşa Konağında dokuduğu puşinin özelliklerini, müziğimle anlatmaya çalışıyorum. 97 SÜRYANİ MUSİKİSİ 1914 yılı Diyarbakır Süryani Kadim bandosu (15) Din dışı müziklerinde de genel olarak bölgeye ait enstrümanların zengin biçimde kullanıldığını görüyoruz: Ud, cümbüş, kanun, darbuka, bağlama, keman, davul, zurna (16). KÜRT MÜZİĞİ ÜZERİNE Hemen belirtmek gerekir ki Kürt müziğinin tarihsel-geleneksel kaynakları Dengbêjlerdir. Kürt müziğinin temel unsurları Dengbêjler, Stranbêj, Lawikbêj ve Çîrokbêjlerdir. Dengbêjler daha çok def (erbane- arbana) kullanırlarken, alevi bölgelerde balğama kullanılmaktadır. Bu da Kürt Müziğinin zenginliğini ortaya koymaktadır. Bu noktada Kürt müziği enstrümanlarına da değinmeden geçemeyeceğim. Enstrümanların çoğu bilimsel olarak yeterince incelenmemiştir; bazıları hakkında ise tarihçelerine ilişkin en basit bilgiler bile yoktur. Bu duruma yukarda da değinmiştik, Kürt’lerin günümüzdeki siyasal durumu bu konuda belirleyici olmuştur maalesef. Kürt müziğinde kullanılan belli başlı enstrümanlar şunlardır: Bilûr (kaval), Dûdûk (mey), Zirne (zurna), Tembûr (bisk), Santûr, Dembilk (dombak), Def (erbanearbana), Dahol (davul), Rebab, Keman, Qirnata (klarinet), Cûmbûş, Bağlama. Burada da görüleceği üzere Kürt müziği geniş bir sese ve birikime sahiptir. Belirtmek istediğim diğer bir konu ise; bugün bağlama enstrümanında kullanılan Bb2 (si bemol 2) sesi Avrupalı müzisyenleri oldukça şaşırtmıştır. Çünkü bu nota sadece bağlama enstrümanına ait bir ses özelliği taşımaktadır, bunu batı enstrümanlarının hiçbirinde karşılığı yoktur. Bu yönüyle de çok özel bir durumu vardır. Bugün Kürt müziği, içinde bulunduğu koşullardan kaynaklı ulusal bilinci ön plana çıkartma yönünde eserler ortaya koymuştur. Bu şüphesiz olması gereken durumdur. Çünkü her alanda olduğu gibi müzik alanında da Kürt’lerin kendisini ifade edebilmesi, değerlerine sahip çıkabilmesi ancak ve ancak hiçbir otoritenin boyunduruğu altına girmemesi ve bağımsız olabilmesiyle mümkündür. Bu anlamda Kürt müzisyenleri bu misyonu 98 sahiplenmelidirler. Aksi halde bugün TRT’nin arşivinde bulunan yaklaşık 5 bin adet Kürt eseri Türk Halk Müziği’dir sonucundan kendini kurtaramaz (17). 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır Diyarbakır’da bundan altmış sene evvel halk arasında terennüm vasıtası olarak 1) Santur 2) Saz 3) Bağlama 4) Çığırtma 5) Kaval kullanılırmış Bu sazlar bütün eğlence meclislerinde olduğu gibi düğün ve nişan merasimlerinde zenginliğine göre her birinden ikişer,üçer de bulunuyordu. Bir düğünün ihtişamını ifade etmek içinv (sazlı, santurlu, udlu, gülaplı) bir düğün diye söylenirdi Eskiden saza iştirak eden tempo aleti ise zilli maşa,deften ibaret imiş. Darbuka,saz arasında yer almıştır. Diyarbakır’ın kendine mahsus musiki icra tarzı: Herhangi bir toplantıda aşağıdaki sırayı takip etmek bir kaide sayılır: Diyarbakır’lı Celal Güzelses’in ifadesine göre: 1. Diyarbakır peşrevi 2) Divan 3) Muhalif 4) Kürdi 5) Maya 6) Hoyrat 7) Beşiri 8) Şirvani 9) Kesik Bundan 60-70 Sene öncelerine kadar halk arasında çalgı aleti olarak santur, saz, bağlama, kaval, çağırtma, zil, maşa ve tef kullanılırdı. Darbuka ve zilli tel sonradan bunlara katılmıştır. Bir düğünün ihtişamını ifade ederken “sazlı, sunturlu, ödlü gülablı bir toy (düğün) “ diye anlatılırdı. Bugün, bu çalgılardan çoğu artık bilinmemektedir (14). DİYARBAKIRDA YEREL MUSİKİ ALETLERİ YAPIMI Aşık Zülfü Yoldaş gençliğinde aktif müzikle uğraşmış, İbrahim Tatlıses’e yol göstermiş bir ozandır. Günümüzde şiirle uğraşmakta,Hasan Paşa hanının yanındaki Fevzi Çakmak işhanında yerel musiki aletleri imal etmektedir.Kendi telaffuzuyla ‘Erbana’, ’Hullo’, ’Davul’ imal etmektedir. Zülfü yoldaş’ın çalışmaları. Erbane yapımı Erbane hem deriden hem de naylondan yani polyesterden yapılır ;bunun diğer isimleri ‘def’’ veya ‘ bendir’dir Batıda ‘def’, Orta Anadolu’da ‘bendir’, Güneydoğu Anadolu bölgesinde ‘erbane’ olarak isimlendirilmektedir. Erbane için önce çemberi 45, 50 veya 60 santimetreye göre ayarlanır, çivi ile çakıldıktan sonra halka için çengelleri monte edilip halkaları takılır.Ondan sonra derisi suya koyulur. İyice yumuşadıktan sonra ölçülü şekilde çembere gerilir ve raptiyelerle etrafına vurulur. 1 saat bekledikten sonra kurur. Kuruduktan sonra etrafına şerit çekilir. Bu şekilde erbane çalınmak için hazır olur. Bu benim 30 yıllık uygulamamdır. 99 Arabana (Erbana) atölyesi Arabanalar Davul yapımı 100 Önce 48 veya 50 santim eni ile iki tarafı bir araya getirilip çivi ile çakılır .Ondan sonra ince zımpara ile her tarafı düzeltilir. Düzeltildikten sonra vernik vurulur. Davul kasnağı iyice parlatıldıktan sonra davulun iki tarafına çember takılır. Davulun bir tarafına güm olarak oğlak derisi diğer tek tarafına ince koyun derisi çekilir.Bir saat gibi bir zamanda 14 metre davul ipi kullanılır ve biter.Davulun derileri kuruması için bir yere bırakılır. Kuruduktan sonra çalınmaya hazır olur. Çocuk davulları Hullo yapımı Hullo deften daha küçük olup eni 30 ve 40 santimetredir .Hullo’da halka kullanılmadığı gibi derisinin de kalın olma zorunluluğu vardır. Hullo çemberi güzel bir şekilde vernik ile parlatıldıktan sonra üzerine kalın bir oğlak derisi çekilir. 2 saat içinde kurur. Derisi kalın olduğundan çabuk kurumaz.Kuruduktan sonra çalınmaya hazır olur. Bu enstrüman Türk sanat müziği,halk müziği,klasik ve hemen her dalda çalın. ARABANA MUSİKİSİ Arabana ve Bir Musiki örneği 101 Diyarbakırda musikinin bir şekli ilahi okuma ve arabana ser hivde- silvan- fot. nejat satici (Silvan’da bir sahabeyi anma töreni) Eğil’de musiki 102 DAVUL VE ZURNA Eğil ilçesinde esnaf kendi arasında folklor grubu kurmuştur. Davul ve zurna Halk musikisinde Davul ve zurna (1975- Adil Tekin) Günümüzde davul ve zurna 103 Kocaköy musiki aletleri (18) Kavallar Zurna ve parçaları Davul 104 Celal Güzelses ve ekibi enstrümanları 105 KAYNAKLAR 1. Devrim Sönmez. Prof. Hasan Bahar Antik Dönemde anadoluda Müzik ve Müzik aletleri Selçuk Ün. Sosyal Bilimler enstitüsü.Yüksek Lisans tezi. s. 21 2. Prof. Dr. Zeki Tez. El- Cezeri’nin Teknoloji Tarihindeki Yeri Diyarbakır 2. Nebiler sahabiler Azizler Krallar Kenti Sempozyumu. 2011 3. Vedat Güldoğan: Dünden Bugüne Diyarbakır Musiki Folkloru. 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 2000. s 374,378 4. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır. Diyarbakır 1. Uluslar arası Suriçi sempozyumu. 20-22 Nisan. 2006. s. 117 5. Tuba Cengiz: Diyarbakır eski suriçi ve surdışı evlerinde çevresel etmenler.. D.Ü. Mimarlık AD. Diyarbakır. 1993. s. 193 6. Hayri Yoldaş. celal Güzelses. Diyarbakır. 2005. s. 9-10 7. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yayİst. 2007. s. 28,32 8. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay.İst. 2003. s. 246 9. Suphi Martağan Diyarbakır Türküleri Şevket Beysanoğluna 70. yaş armağanı. San matb. Ank. 1991. S. 361 10. http://team-aow.discuforum.info/t685-Cermug-Cermik-Kazas.htm 11. http://www.bulentsavas.com/html/althtml/calgi.htm 12. 15 Kasım 2009 Şeyhmus Diken Birgün gazetesi 13. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. 14. http://www.diyarbekir.com/kulturvesanat/edebi/folklorik_yapi.asp 15. Mehmet Şimşek. Süryaniler ve Diyarbakır. 2 Baskı Kent yay. 2006. s.178 16. Şeyhmus Diken / Süryanilerin Müzikal Çığlığı. Radikal 11-8-2002 17. Berkant Coşkun. Kürt Müziği Üzerinehttp://www.mesop.net/osd/?app=i zctrl&archiv=195&izseq=izartikel&artid=668 18. Naci Akdemir. Kocaköy (Karaz). Kocaköy Kaymakamlığı yay. 2008 s. 414-419 19. Suphi Martağan Diyarbakır TürküleriŞevket Beysanoğluna 70. Yaş Armağanı. San Matb. Ank. 1991. S. 361 106 DİYARBAKIR EĞLENCELERİ 2. BÖLÜM Kenan Haspolat* Dicle kenarında halay “ARİFANE” SIRA GECELERİMİZ Bu satırların yazıldığı günler inanır mısınız “ne yaptığını bilmeyen” insanların haleti ruhiyesi içindeyim.. Bu halimi sizlerin de fark ettiğini bilir gibiyim.. Kah “hatıralar” deyip bir şeyler karalıyorum, kah “tarih” in içine dalıyor, kendimce “orijinal” ya da anlatılabilir bulduğum bilgileri aktarıyorum. “Ünlü” kişilerinden bazı isimleri anarken, “tarihi” yapılarını zikrederken, “efsane” lerine dokunurken tek bir amacım var, ki, onu daha evvel belirtmiş olmama rağmen yineleyelim, “Diyarbakır’ın içinde yitik şehir Diyarbekir’i aramak”. “Sıra gecelerimiz” konusuna da. bu amaçla dokunmak istiyorum. Ayrıca bu anlatacaklarım Diyarbakır’ın “gündelik hayatından” bir “enstantane” dir fotoğrafçıların deyimiyle.. Televizyon başta olmak üzere günümüz eğlence araçlarının olmadığı geçmiş zamanlara dönüp baktığımızda her köyün, her nahiyenin, her kasabanın ve her ilin bir “sıra gecesi” kültürü, an’anesi vardır.. İsimler değişik olsa bile bu kültür yaşanan bir güzelliktir.. “Sıra geceleri” o mahallin ediplerini, alimlerini, musikişinaslarını, şairlerini ve bunları sevenleri bir araya getiren bir olaydır.. Her mahallin kendince yemeği, türküsü, efsanesi, oyunu vardır. Bunların sergilendiği zamanlardır sıra geceleri.. Ve Diyarbakır’ımızda da «sıra geceleri» yaşanmıştır.. *Prof. Dr. Kenan Haspolat 107 Günümüzde ise Diyarbakır’ımızın yaşanmayan bu gecelerini anmak, yeni nesle tanıtmak amacıyla geçtiğimiz zaman içinde «velime gecesi» adı altında «sıra gecesi» şöleni düzenlendi.. Düzenleyenlerin bu ismi neden vermiş olduklarını bir türlü anlayabilmiş değilim. Zira «velime» bir düğün yemeğidir ve ancak düğün merasimlerinde davetlilere sunulan bir yemektir. Bu da çoğunlukla geceleri yenmez, gündüzleri ikram edilir. Esma Ocak hanımefendiye elbetteki saygıda kusur etmeyiz, ancak kendileri ısrarla «Velime Gecesi» erkeklerin» dir derken, «harfana» yi kadınlar için kullanır.. Harfananm ne anlam taşıdığı da tarafımdan bilinmemektedir. Bildiğim «Arifane» nin güzelliği ve Diyarbekir›e yakıştığıdır. Bu geçmiş dönemlerin hep yaşanılan gecesine hemen her yerde «sıra gecesi» dense de Diyarbakır›daki adı «Arifane» dir. Neden arifanedir? Çünkü Diyarbakır şairlerin, ediplerin, mutasavvıfların, alimlerin şehridir de ondan!.. Arifler diyarıdır ki “Belde-i nur” diye de anılmıştır bir zamanlar.. “Arifane” sözcüğü bir çok kelime gibi, Diyarbakırlının ağzında bazen tam telaffuz edilse bile, mutfağa “mutbak” dediğimiz gibi, avukata “abukat” yakıştırmasını yaptığımız gibi arifaneye “anafene” demişiz.. Ve üç beş genç bir araya geldiğinde hemen “bu akşam bir anefene yapalım mı?” diye son zamanlara kadar bu geleneği sürdürmüştür.. Burada merhume annemin anlattıklarını anlatmadan geçemeyeceğim.. Derdi ki: “biz ahar başındaki evde kiracı olarak otururken görürdük.. Evimizin çok büyük olan havuşunda bazı akşamlar ev sahibimizin misafirleri gelir otururlar, yemek yedikten sonra eğlenirlerdi. O zamanlar “Şeyh Mehemet” diye bir genç vardı sesi çok güzeldi, biz oturduğumuz odanın penceresini açar o genci dinlerdik. O gencin sonradan “Celal Güzelses” olduğunu öğrendik.. Merhume annemin bu anlattıkları onun çocukluk dönemlerinde hatırında kalan bir “Arifane gecesinden” başka bir şey değildir.. “Çiğ köfte” yoktur Diyarbakır’ın “arifane” gecelerinde.. Bu kentin kendine özgü “dolması” vardır, “terbiyeli kebabı” “mangalda ciğeri” vardır..”Kaymaklı” kadayıfının tadı unutulur gibi değildir.. “Perşembe ve düşembe” geceleri Diyarbakır’da “Ariflerin” toplandığı gecelerdir..”Düşembe” pazarı pazartesiye bağlayan gecenin adıdır.. Yakın zamanlara kadar, acizane on bir arkadaşla bu “geceleri” yaşadığımızı ve hala o geceleri unutamadığımızı itiraf etmeliyim. Ve şimdilerde Diyarbakır’ımızın bu güzel gecesinin unutulmaya yüz tuttuğunu görüyor ve feryat ediyorum.. Velime geceleri ile ilgili Abdüssettar Hayati Avşar’ın görüşlerini öğreneceğiz (2). Diyarbekir’in Velime Geceleri “Velime Geceleri” çocukluk anılarının en unutulmaz dilimini kapsardı. Velime geceleri, haftada ya da onbeş günde bir, bir evde toplanılır, Diyarbekir’e özgü yemekler yapılır, İbrahim Bey Mahallesi’nde oturanlardan Yusuf Azizoğlu’nun 108 amcası Mehmet Ağa, ağabeyinin hanımı Gülistan Bacı ve çocukları, Abdullah Pirinççi, Şeyhmus Hayati Bey gibi şahsiyetlerin katılımıyla bu gecelerde edebiyattarih- dini sohbetler yapılırdı. Mağrip namazından sonra iki sofra kurulurdu, sofralar gelenlerin getirdiği yemeklerden oluşan- kaburga dolması, duvaklı pilav, içli köfte, çeşit çeşit tatlılar, çok renkli, çok tatlı yiyecek ve içeceklerle donatılırdı. Büyükler ve gençler için kurulan sofralarda kuralı yine bozan Abdüssettar olurdu. Babasının olurunu alarak daima büyüklerin sofrasında oturur, onların ilim dolu sohbetlerini dikkatli bir şekilde dinlerdi. Çocuklar akşamın ilerleyen saatlerinde ısrarla hekât (hikâye) isterlerdi, onları eğlendiren bir hikâye vermeden geçmek olmaz: Bir Pîre’nin (nene) evde yalnız olduğu günlerden birinde eve hırsızlar girer. Hırsızlar eşyaları toplamaya başlarlar, Pîre yüksek bir sesle: Sepet altındaki incirden isterem!!!!! /Sepet altındaki incirden isterem!!!!! / Sepet altındaki incirden isterem!!!!! diye bağırır. Hırsızlardan biri: “Ona incir verip, sesini keselim” der. Pîre inciri çiğnemeye başlamış. Bu sefer başka bir nakaratla, yine çok yüksek bir sesle: Kuridir islanmiiiii!!!!! / Kuridir islanmiiiii!!!!! / Kuridir islanmiiiii!!!!! ...diye bağırmaya başlamış. Hırsızlardan biri ötekine: “Ulan! Çıkar bu inciri pirenin ağzından.” Demiş ve inciri çıkarmışlar. Kadın bu sefer yine çok yüksek sesle: İslanmişdi neye çıxardız!!!!! / İslanmişdi neye çıxardiz!! ! ! ! / İslanmişdi neye çızardız!!!!! diye bağırmaya başlamış, hırsızbaşı ötekine: “Ulan! Al bunu sırtına çıkar, bizi yakalatacak.” der. Hırsız onu bir çuvala koyup sırtına alır. Kadın bu sefer yine çok yüksek bir sesle: Xırxız bizi top eyledi!! ! ! ! / Arkasına hop eyledi!!!!! Komşular dualar sizi!!!!! / Xırxız apanyor bizi!!!!! diye yaygarayı basmaya başlar. Hırsızlar yaşlı kadını ve eşyaları sokakta bırakıp kaçarlar. Çocuklar hekâtlara doyar mı? Tabiki hayır. Israrla, arka arkaya hekât isteyince: Bir degırmançiii varmışşş / Degırmanı dönermişşş / Bir degırmançiii varmışşş / Degırmanı dönermişşş / Bir degırmançiii varmışşş / Degırmanı dönermişşş... Bu kısım sıksık tekrar edilir böylelikle hekât anlatmaktan kurtulunurmuş (2). ŞA’RE GÜNLERİ… Eski Diyarbakır’ın sosyal yaşamı içinde ŞA’RE KESME (Şehriye dökme) geleneğinin önemli yeri vardır. Evlerde, “ŞA’RE KESME” zamanı genellikle ekim ve kasım aylarıdır. Yani kışa hazırlıkların yoğun olduğu sonbahar mevsimi. ŞA’RE KESME günlerinde yakın komşular, akrabalar bir araya gelir, güzel bir yardımlaşma örneği sergilerler. Bir başka ifade ile Diyarbakır’da İMECE’nin en güzel uygulandığı gelenektir “Şe’re günleri…”. Şa’re kesmeye gelen kadınlar, kızlar, evin geniş odasının ortasına serilen büyükçe bir örtünün etrafında, örtü dizlerinin örtecek şekilde bağdaş kurarak otururlar. 109 Ve elbette baş tarafa yaşlılar geçer. Yaşlı hanımların bazen baş köşedeki sedire oturdukları da olur… Hanımlar arasında sohbetin en koyusu Şa’re günlerinde olur. Ellerine sardıkları hamuru makine çabukluğunda kesen hanımlar hem sohbet eder, hem de maniler, türküler söylerler. Bu sırada doğaçlama maniler de söylenir. Yarışmalar, atışmalar da yapılır. Yarışmacılar, mahalledeki, sevdalılar üzerine, kentte meydana gelmiş önemli olaylar üzerine maniler yakar, şarkılar, türküler söylerler. Denilebilir ki Şa’re kesme günleri Diyarbakır manilerinin, türkülerinin doğduğu ortamlardır.. Kadınların sohbetinde; her türlü haber ve dedikodu vardır. Gelin-kaynana kavgasından, karı-koca ilişkilerine, eltilerin, kumaların kıskançlıklarına, gençlerin kaçamaklarına kadar her şey. .. Karısına kim ne almış, hangi kadın, nerede ne giymiş, hangi takıyı takmış, kim kime sevdalı, hangi kadın pasaklı, kim daha nekes, yani cimri, kim daha cömert, bu sohbetlerde ortaya serilir… ………….. Şa’re için özel hazırlanmış hamurun içinde bulunduğu TEŞT (Bakır leğen) evin hanımının, ya da aileden birinin yanında durur. Onun görevi bir yanda şehriyesini keserken. ir yandan da leğenin içindeki hamurdan kestiği yumruk büyüklüğündeki hamuru örtünün etrafında sıralanmış kadınlara, kızlara uygun biçimde atmaktır. Kendisine hamur fırlatılan kadın veya kız bunu düşürmemeye gayret eder. Hamuru düşürmek kusurdur. Bazen hanımlar bunun için kendi aralarında CEZA bile uygularlar… Hamuru biten hanım el çırparak TEŞT’in başında oturana SINYAL verir ve HAMUR ister… (3). ÇAYDA ÇIRA Ecz İrfan Rıza YAZICIOĞLU anlatıyor Diyarbakır’a ait bir eğlence türüdür. Günümüzde çay olmayan bazı illerimizde halk oyunu olarak oynanmaktaysa da köken olarak Diyarbakır’a aittir. Yaz aylarında sıcaktan bunalan Diyarbakırlılar ve bostan sahipleri Dicle kıyısında kamış ve ağaçlardan yapılmış bir tarafı Dicle’nin içinde diğer tarafı kumlara gömülü yerden yaklaşık 1-2 metre yükseklikte küçük hüllelerde vakit geçirirlerdi. Gündüz herkes işine gider akşam ezanından önce herkes yiyeceğini alır at, eşek, deve ve faytonlarla hüllelerin yolunu tutarlardı. Akşam hüllelerde yemekler yendikten sonra eğlenceler başlardı. Hüllelerden şarkı nidaları yükselir, maniler söylenir, fıkralar, efsaneler 110 anlatılır, bilmeceler sorulur, çümbüşler, akordiyonlar, kanunlar, bağlamalar, mızıkalar, tambur ve udlar çalınır, halaylar, delilolar oynanırdı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Dicle kıyısındaki bostanlardan toplanan kocaman Diyarbakır karpuzları yenir kabuklarına kül konup yağ veya gazyağı dökülüp yakıldıktan sonra yanan karpuz kabukları dicleye salınırdı. Her hüllenin önünden Dicleye bırakılan yanan karpuz kabukları Diclede sıra sıra olur akıntıyla yavaş yavaş ilerler hüllelerin önünden geçerken o hülleden şarkılar yükselirdi. Yine yanan karpuz kabukları yarıştırılır Dicle sahilinde halk oyunları oynanırdı. Dicle kıyısındaki hüllerlerde yapılan bu eğlenceler gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam ederdi. Yine bu gecelerin vazgeçilmezlerinden karpuz ve kavun çekirdeği vardı,peynir suyunda kavrulmuş kavun çekirdeği ve kül ile pişmiş siyah beyaz karpuz çekirdeği herkes tarafından bolca yenirdi.Gecelerin başka vazgeçilmezi külde pişmiş kakuleli dibek kahvesi ve çiğköfteydi. Çaydaki çıraların ışığında ve eşliğinde oynanan oyunlar zamanla çayda çıra oyununa dönüşmüştür. Çayda çıra oyunu bu şekide ortaya çıkmış ve sadece Diyarbakır’a ait bir oyundur. 1656 yılında bölgemizi gezen Evliya Çelebi Diyarbakır’da, Dicle kıyılarındaki ÇAYDA ÇIRA EĞLENCELERİ’ne bizzat tanık olur ve bunu ayrıntılı bir biçimde çok da akıcı ve abartılı bir dille anlatır. “.....El-hasıl, ehali-yi Diyarbekrün bu Şatt-ül Arab kenarında 7-8 ay zevq-ü sefalarına halq-i cihan reşk ederler, zira geceleri Qadir, rüzları İd-i Azha olub, Hüseyn Bayqara fasılları idüp “Fani cihandan sehel kam aldıq” zann iderler. Her şeb sahil-i Şatt qanadil ve fanüs ve şem-i rih meş’aleler ile çerağan olub Şatt üzere nice bin san’atlar ile şem-i revgan ve şem-i aselleri tahtalar üzre zeyn edüp bir tarafdan bir tarafa çerağlar cereyan edüp şeb-i muzlimleri güya ruz-i rüşen olup her külbede khanende vü sazende vü qaşmeran-ü mütriban-ü meddahan ve avvad ve çartayi ve şeştari ve berbuti ve qanuni ve çengi ve rebabi ve müsiqari ve tanburi ve şenturi ve nefiri ve belabani ve neyzen ve dehenkzen; Hülasa-i kelam cem’i sazendegan ve mizmaregan cümlesi ta vaqt-i şafi’iye dek fasl-i Bayqara edip, badehü müezzinan’i müsliman aşvat-i hazinlerile temcid-ü temhidler tilavet edüp cümle ehli tariq ve aşiqan-i şadigan Fişagöraş-i tevhidi ederler...” Evliya Çelebi,günümüz türkçesiyle Dicle kıyısındaki eğleceleri şöyle anlatır; “Diyarbakır halkı 7/8 ay boyunca Dicle kıyısındaki kulübelerde, özellikle geceleri sazlı sözlü eğlenirler. Her gece Dicle kıyılarını fanuslarla, kandillerle, meşalelerle donatırlar. Maharetle süsledikleri yağ kandillerini ve balmumu ile hazırlanmış meşaleleri suya bırakır bir taraftan bir tarafa akışını seyrederler. Bu arada meddahlar, komedyenler ve oyuncular şovlar yaparken sazendeler ve hanendeler, kanun, tambur, ney ve darbuka eşliğinde Fasl-i Baykara’dan müzik icra ederler. Bu eğlenceler sabah ezanına kadar sürer...” 111 ALİ PINAR PANAYIRI Kentte eski yıllarda, uzak diyarlardan ticaret için gelen bezirganların, tüccarların katıldığı serbest pazarlar da kuruluyordu. Buralardan alınan mallar, Buhara’ya, Semerkand’a, Bağdat’a, Musul’a, Haleb’e, Basra’ya, Bursa’ya, İstanbul’a oradan da Avrupa’nın çeşitli kentlerine götürülüyordu. Bu Pazar ve panayırlar sonraki yıllarda, türlü eğlencelerin de yapıldığı uluslararası etkinliklere dönüşmüştü. Yılda bir yada birkaç kez kurulan panayırlara çevre illerden, uzak ülkelerden gelen aşıklar, meddahlar, dengbejler, cambazlar, katılıyor birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu panayırlar arasında ilk ciddi organizasyon “Diyarbekir Salnameleri”nde de (Diyarbakır Yıllığı) yer alan “Ali Pınar Panayırı”dır. Salname’deki kayıtları incelediğimizde bu panayırın İlkinin 15 Nisan 1870’te kurulduğunu görüyoruz. Sonraki yıllarda değişik tarihlerde, ama en çok Mayıs ayında kurulan panayırı, o yıllarda yaşamış ünlü AMİD’li Halk Ozanı Hacı CİVAN’ın sayesinde bir AŞIKLAR BAYRAMI’nı dönüşüyordu. O yıllarda 60 yaşlarında olduğu tahmin edilen Aşık Hacı CİVAN, kendisine ait Alipınar Köyü’ndeki kahvehanesinin baş köşesinde oturur, uzun çubuğunu tüttürerek, çeşitli yerlerden gelmiş aşıkların atışmalarını dinler, zaman zaman kendisi de eşlik eder, izleyicilere doyumsuz saatler yaşatırdı. Hakkında çok az şey bilinen ancak eldeki mevcut kayıtlara göre 1894 yılında öldüğü anlaşılan Aşık Hacı CİVAN mani, maya ve koşma tarzında eserleri var. Ancak, usta halk ozanlarının becerebildiği MUAMMA ve LÛGAZ ÇÖZME’de (Bilmece çözme) çok ilerde olduğu bilinen Hacı CİVAN için ünlü Diyarbakırlı Ali Emiri Efendi, “Tezkire-i Şuara-i Amid” (Amidli Şairler Ansiklopedisi) adlı eserinde “saz şairlerinin ustası” sıfatını kullanır. Ali Emiri Efendi ayni eserinde Hacı CİVAN ve Ali Pınar Panayırı için de şunları yazar; HACI CİVAN “Ali Pınar Panayırı Şehre yarım saat mesafedeki yerde kurulur ve her sene 15 gün kadar sürerdi. Bu süre içinde şehirdeki tüm dükkanlar kapanır, Panayır mahşeri bir yer olurdu. Burada etraftan gelen saz şairleri toplanır baş tarafa Hacı Civan geçerdi. Büyük lüleli çubuğunu doldurup içen Hacı Civan atışan aşıkları, dengbejleri dinlerdi. Kendisi de şiirlerini ezbere okurdu. Sohbetinde ve şiirlerinde sık sık ünlü halk ozanlarından Aşık Ömer ve Gevheri’yi anardı…” Ali Pınar Panayırı Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına kadar sürdüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Diyarbakır ticaretinde görülen gerileme sanat ve kültür gelişimini de olumsuz yönde etkiler. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise zaman zaman küçük çapta organize edilen etkinlikler kısa ömürlü olmuş, özellikle sanat ve kültür hareketleri okulların dışına taşırılamamıştır (3). 112 Alipınar civarındaki bahçelerde düzenlenen ve her yıl 15-31 Mayıs arasında devam eden panayırların yapılmasına izin verilen belge (4) SİLVAN’DAKİ KÜLTÜREL ETKİNLİKLER (5) Nejat satıcı ANLATIYOR: GÜLAN ŞENLİKLERİ (Sere Gülane) Her yıl 14 Mayısta Bölge halkı en büyük geleneklerinden biri olarak gördüğü Gülan’ı kutlar. Geçmişi Mervani’lere dayandığı söylenen ve 1000 yılı aşkın bir süredir kutlanan Sere Gülan’e bölge halkının 3. bayramı gibidir. Ramazan ve Kurban bayramında konuklarını evinde bekleyip ağırlayan bölge halkını Sere Gülan’da doğa kucaklar, onları ağırlar. Silvan ve bölge halkı Gülan’da doğanın misafiri olur ve o gün herkes doğayla bütünleşir. Şehir boşalır adeta. İnsanlar günlerce Gülan çoşkusunu konuşur, Gülan bayramına hazırlanır. Akşamdan evinde yemeğini (özellikle ekşili dolma) pişirenler ile ızgaralarını, demliklerini, kilimlerini hazırlayan büyüklerin yanında çocukların oyuncaklarını alma coşkusu ayrı bir heyecan katar Gülan’a. Herkes piknik hazırlığındadır. Günü kutlamanın heyecanı her yeri sarar. Şehrin mesire alanları dolar taşar. Genelde yer sıkıntısı yaşansa da halk buna alışkındır. Dinleneceği bir yer bulunur mutlaka. Izgara kokuları sarar her yanı ve yemek tabakları elden ele dolaşır, ikramların ardından şenlikler başlar. Davullar, zurnalar eşliğinde çekilir halaylar. Doğa o gün Tililiye doyar. Gün Dengbej’lerin günüdür. Panayır havasında geçen Sere Gülane aynı zamanda bir bahar bayramıdır. Gün boyunca halk oyunları oynanır, geleneksel ezgiler seslendirilir. 113 Gidilen yerlerin başında Kaniya Navin ve Ziraat bahçeleri gelir. Dini mekanların yanında; Gürpınar (Bezwan), Çataköprü (Malabadi), Baraj çevresi, Hasuni Mağara Şehri, Kulfa, Eskiocak, Zeveterk ve Minara Kot en çok bilinen yerlerdir. MURAT ŞENLİKLERİ ( Ser Hıvde) İslam ordusunun ünlü komutanlarından Muaz Bin Cebel’e Silvan ve çevresinin fetih görevi verilir. Ordudaki sahabe komutanlarla bölgeye hareket edilir. Silvan’ın 30 km. kadar kuzey doğusunda bulunan Kumgölü (Emerka) yakınındaki Murat ovasında, Bizans’lılar tarafından pusuya düşürülen İslam ordusundaki sahabe komutanlardan biri şehit olur. Annesinden ve nişanlısından helallik isteyerek bölgeye gelen sahabe komutanın annesi rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Kendisine oğlunun şehitlik mertebesine erdiğini, onun için her yıl bir hafta sürecek anma şenliklerinin ihsan edildiğini ve bir şehit annesi olarak sevinmesi gerektiğini müjdeler. M.S. 639 yılından beri kutlanan Murat şenlikleri bir panayır havasında geçmektedir. Bu şenlikler Anadolu’nun en eski etkinliklerinden biridir. Resimler murat şenlikleridir Silvan’a bağlı Kumgölü köyü Susamış Mezrasında kurulan çadır kente başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye’nin değişik kentlerinden on binlerce ziyaretçi gelir. Şenlik boyunca pazarlar kurulur. At yarışları yapılır, kına gecesi düzenlenir, halaylar çekilir, tefler eşliğinde zikir yapılır. Erbaneler 114 eşliğinde Dengbejler ezgileriyle müzik ziyafeti sunar. Ziyaretçiler sahabe türbesinde dua eder, mum yakar ve dileklerde bulunur. Kadınlar hastalıklardan korunmak için Türbede bulunan taş ve bezleri çocukların başına ve vucuduna sürer. Şenliğin son gününde kınalar yakılır ve dilek ağacına bezler bağlanır. SER HIVDE - MURAT ŞENLİKLERİ - SİLVAN İslam ordusunun ünlü komutanlarından Muaz Bin Cebel’e Silvan ve çevresinin fetih görevi verilir. Ordudaki sahabe komutanlarla bölgeye hareket edilir. Silvan’ın 30 km. kadar kuzey doğusunda bulunan Kumgölü (Emerka) yakınındaki Murat ovasında, Bizans’lılar tarafından pusuya düşürülen İslam ordusundaki sahabe komutanlardan biri şehit olur. Annesinden ve nişanlısından helallik isteyerek bölgeye gelen sahabe komutanın annesi rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Kendisine oğlunun şehitlik mertebesine erdiğini, onun için her yıl bir hafta sürecek anma şenliklerinin ihsan edildiğini ve bir şehit annesi olarak sevinmesi gerektiğini müjdeler. M.S. 639 yılından beri kutlanan Murat şenlikleri bir panayır havasında geçmektedir. Serhivde etkinlikleri Anadolu’nun en eski etkinliklerinden biridir. Silvan’a bağlı Kumgölü köyü Susamış Mezrasında kurulan çadır kente başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu olmak üzere Türkiye’nin değişik kentlerinden on binlerce ziyaretçi gelir. Şenlik boyunca pazarlar kurulur. At yarışları yapılır, kına gecesi düzenlenir, halaylar çekilir, tefler eşliğinde zikir yapılır. Erbaneler eşliğinde Dengbejler ezgileriyle müzik ziyafeti sunar. Ziyaretçiler sahabe türbesinde dua eder, mum yakar ve dileklerde bulunur. Kadınlar hastalıklardan korunmak için Türbede bulunan taş ve bezleri çocukların başına ve vucuduna sürer. Şenliğin son gününde kınalar yakılır ve dilek ağacına bezler bağlanır. Nejat SATICI __._,_.___ 115 KAYNAKLAR 2009. 1. Mevlüt Mergen. Bibi’nin Diyarbekir feryadı. Doğuş matb. Diyarbakır. 2. Zübeyde Kırmızı. Diyarbekir’in Velime Geceleri Anid-i Nur. Diyarbakır Büyükşehir belediye yay. İst. 2009.. 3. Mehmet Mercan. Diyarbakır mail grup. 4. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011. 5. Attachment (s) from [email protected] 116 MUSİKİ KENTİ DİYARBAKIR 3. BÖLÜM Kenan Haspolat* Yukarı Mezopotamya’nın kültür merkezi konumunda olan Diyarbakır 13 ve 14. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Artuklu sarayı zamanın ilim, kültür ve müzik merkezi idi. “Sultanu’l âdil” (adalet sahibi sultan) olarak da tanınan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan da musikiye önem vermiştir. Akkoyunlu sarayında haftanın belli günleri musiki fasılları yapılmış ve bu fasıl geceleri, şair ve edebiyatçıların da katılmasıyla bazen sabaha kadar devam etmiştir. Uzun Hasan sefere çıktığı zaman “Ehl-i tarab” denilen 98 kişiden oluşan saz heyetini de beraberinde götürür idi. Uzun Hasan’ın oğlu Sultan Yakup babasının izinden giderek bilim ve sanat adamlarını korumayı sürdürmüştür. Mevlana Hürremi, Emiri-i Hümâyyın, Harzemli Mevlana Enisi, Habibi-i Şarki, Derviş Dihki bu dönemde varlıklarını göstermiş şairlerdendir. Yine bu dönemde (1401–1507) Diyarbakır’da yetişen ve eserleri günümüze kadar gelen Diyarbakırlı Halilî, Albardaklı Şeyh Ahmed, Şair Cemili ve İbrahim Gülşeni dönemin önde gelen şairlerindendir. 16 ve 17. yüzyıllarda Diyarbakır’daki Rufai, Kadiri, Nakşibendî ve Gülşeni tekkelerindeki müzik yaşamının çok canlı olduğu ve bunun da Diyarbakır’daki müzik yaşamını derinden etkilediği biliniyor. Bu dönemin önde gelen iki musiki üstadı olan bestekâr ve güftekâr Hacı Eftal Efendi ve Asıl ismi Ali olup Ahu Baba mahlasını kullanan ve Karaoğlu olarak bilinen saz şairidir. Yaş Destanı’nı yazan ve besteleyen Hacı Eftal Efendi bu eserini Şeyh Aziz Mahmut Urmevi hazretlerinin yaptırdığı Dicle kenarında, Kırklar Dağı’nın eteğindeki Kavs (Çar bağ) köşkünün Cihannüma bölümünde Bağdat seferinden dönen IV. Murat’ın huzurunda okumuştur (1). 12. yüzyıl’da Artuklar döneminde musikinin ileri olduğunu o tarihin mühendislerinden El Cezeri’nin çizimlerinden anlıyoruz. Ebül İz cezeri’nin çizimlerinden MS. 1200 yılları *Prof. Dr. Kenan Haspolat 117 16. yüzyıldaki musikinin durumuna bakalım: Evliya çelebi, erbabı zanaatın ne denli musikişinas olduğunu bakın hangi sözlerle anlatır’. Ermeni demircilerin hepsi çekiç çalıp körüklerini çekerken musiki nağmeleri çıkarırlar. Ahenkli bir şekilde Kar ve nakş, zecel ve doğu şarkıları çalarken hem iş yaparlar hem de şarkı okurlar. Çekiç vuruken yirmi dört usul ile ‘tırlaka tırlak tırırlak’diyerek ‘çifte duyek’usulünde çekiç vururlar. Körüklerini yine sofyan usul ile çekerler. Hallaçlar pamuğa tokmak vurduğunda yaylarının kirişinden segah makamı, kimilerinden ise Dügah ve yegah makamı duyulur. Ve usulü Yay çemberi veya Sakil usuludür. Kazancılar da örs üzerine kızıl renkli bakıra on kişi olarak ‘Tan tane tan tane’diye Sofyan usulüyle çekiç vurdukları zaman, Hüseyni sesini duyan ve usullerini gören maarif sahipleri hayran kalır (2). XVII. yüzyıla kadar klâsik kültür ve sanat sahasında ayrı özelliklerle devam eden aydın ve halk hayatı bu yüzyılda ileri fikir ve hamlelerle birleşmiş, ayni sistem içinde sosyal bayatın manevî değerlerini müşterek bir ifade içinde ortaya koymuştur. Bu yüzyıllarda kültür faaliyetinin bir hayli ileri olduğunu o devrin tarih, tezkire ve bu ili gören seyyahların seyahatnamelerinden öğreniyoruz. Yalnız XVII. yüzyıl sonu ve XVIII. yüzyıl başlarında Diyarbakır’da yetmişi aşkın divan şairi, otuza varan bilgin ve elliyi aşan bestekâr hanendenin bulunduğunu düşünürsek bu ilimiz için kültür sahasının genişliğini ispat ve halkının ekserisinin aydın kişiler olduğunu ortaya koymuş oluruz. XVII. yüzyıldan itibaren başlayan mahallîleşme akımı XVIII. ve XIX. yüzyıllarda kemalini bulmuş, yaşamlan hayat müşterek sanat içinde ifade edilmiştir. Bu yüzyıllarda halkla aydın zümre arasında genel bir kaynaşma başlamış, birbirilerinin sanat ve sanatkârlarım takdir, hattâ bu yolda eserler meydana getirmişlerdir. Kuvvetli bir divan şairi olan İskender Paşazade Ahmet Paşa, Raif ve Hami ile Şaban Kâmi’-nin türkü tarzında şiirler kaleme almaları, gazel, kaside ve şarkılarında mahallî deyimler kullanmaları, onların sanat ve yaşayış hayatında mahallîleşme akımına uyduklarını göstermektedir. XVIII. yüzyıl şairlerinden Diyarbakırlı Ahmed Raif Efendi şehrengizinde, Diyarbakır’da sosyal hayat, sanat faaliyetleri, musiki ve şiir alanında ün salmış şair, bestekâr, hanende ve sazendelerden söz etmekte, örnekler vermekte, yapılan musiki alemlerini, toplantıları geniş bir şekilde anlatmaktadır. Sosyal hayatta oluşan ahenk ve dayanışma iki zümreyi başka bir ifade ile halk ve aydınları, sanatkârları birleştirmiş ve bunun sonucu olarak klâsik musiki bestekârlarının halk türküleri tarzında şarkılar bestelemesini meydana getirmiştir. Diyarbakır türkülerinde melodi bakımından mahallîleşme cereyanı karakteri gösterirken güfte bakımından divan özelliği gösterenler yanında bir de güfte itibariyle halk şiirleri özelliği taşıyanlar vardır. Bunların folklor malı oldukları su götürmez bir gerçektir. Bunların hece vezniyle yazılmış, bazen tam, bazen kafiyeli oluşları, 118 onların halkın ürünleri olduğunu ortaya koymaktadır. Bundan başka yedi heceli olup mani edası vermeleri de folklor sahasına girmelerini gerektirmektedir. Bu türkülerin en belirgin özellikleri, melodilerindeki bütünlüktür. Çoğunlukla «Hüseyni» ve «Uşşak» makamına bağlanan bu türküler, dizelerinde bir inhiraf, bir noksanlık göstermemektedirler. Yalnız nakaratlarının muntazam oluşu, hattâ bazılarında çifte melodili nakarat bulun mâsı, ayni zamanda melodilerindeki yaygınlık, diklik ve usuller, bu türkülerin de yukarda işaret ettiğimiz türküler gibi klâsik musiki tesirleri taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Yalnız bunların ekserisi curcuna, bir kısmı da sofyan ve evfer usullerinde bestelenmişlerdir. Bunlardaki önemli karakterlerden biri de güftelerinin mahallî renklere, düşünce ve ifadelere uymalarıdır. Klâsik Türk musikisinde, bilhassa XVIII. yüzyılda mahallî hayatın ifadesini bulduğumuzu, bestekârların halk melodilerini örnek alarak eserler meydana getirmekle yetinmediklerini, ayni zamanda halk sanatkârlarına da yöneldiklerini, onları takdir ettiklerini o döneme ait belgelere dayanarak söyleyebiliriz. Evliye Çelebi, Seyahatnâme’sinde 4. Murad’ın Diyarbakır ağzı ile yazılan şiirleri dinlediğini; yine Enderun Tarihi ve Sicilli OsmanîJdeın Osmanlı saraylarında Diyarbakırlı şair ve hanendelerin önemli yer aldıklarını, hattâ bunlardan bazılarının «müezzin Başı »lığa kadar yükseldiğini, musiki meclislerinde eserlerinin okunduğunu, bizzat kendilerinin okuduğunu; musiki meclislerine bazen padişahın katılıp bu bestekârların eserlerinden okuduğunu, bazen de bunların baş hanendelik ettiklerini öğrenmekteyiz. Bu arada Seyyid Nuh, Sabri, Şakir, Halil, Çakerî Müezzin Başı İbrahim gibi Diyarbakırlı hanende ve bestekârları zikrediyorlar . Bu devrin sanatkârları ayni zamanda halk tarzı yazılan şiirleri de bestelemekten geri durmuyorlardı. Dede Efendi’nin rast makamında olan «Karlı dağı aştım geldim» gibi, Seyyid Nuh›un kütüphanemizde mahfuz olan el yazma notası ile tesbit edilmiş şarkı notalarının arasında bu türlü eserlere rastlanmaktadır. Diyarbakır Bestekârları saz şairleri değil, klâsik musiki ustalarıdır. Ladinî musiki eserlerinde güfteler daima Divan Edebiyatı gazellerinden seçilmektedir. Aşağıdaki beyit divan okunurken verilen gazelin ilk beytidir. XVII. yüzyıl şairlerinden Rasih’indir. Diyarbakır’daki musiki gurupları daima zilli def, zilli maşa, darbuka son zamanlarda buna ilaveten ud, keman, kanun gibi musiki aletlerine yer vermişlerdir. Bazan sazlar olmadan da zilli def ve zilli maşa ile yetinilmiştir. Zilli def Diyarbakır türkülerinin baş ayırıcısı durumundadır. Ona vurulan fiskeler, zilli defin sallanışı türkünün karakterini ortaya koymaktadır. Diyarbakır›da musiki meclislerinde söylenen şarkılar, türküler bir nizama tabidir. Diyebiliriz ki bu nizam hemen.hemen bu havaliye özgü bir şeydir. Lalettayin eserler, gelişi güzel bir icra burada yoktur. Tam anlamıyla bir ahenk içinde, bir sıra dahilinde devam eden musiki, fasıllar, bir divan musikisi vasfını verir. Klâsik Türk müziği ile yakından ilgilenenler pek âlâ bilirler ki bu sahadaki eserler makamlara, makamlar da fasıllara bağlıdır. İcra bu sırayı takip etmek durumundadır. Karma müzik hiçbir zaman mevcut değildir. İcraya başlayanlar önce bir peşrev, sonra beste- semai ağır şarkılar, şarkılar- curcunalar, semai ve saz semaileri ile fasıllara son verirler (3). 119 Tarihte önemli bestekarlarımız 18. Yüzyıl başlarında Diyarbakır’da yetmişi aşkın divan şairi,elliyi aşan bestekar hanende vardı Enderun Tarihi ve Sicili Osmaniden Osmanlı saraylarında Diyarbakırlı şair ve hanendelerin önemli yer aldıklarını,hatta bunlatrdan bazılarının Müezzinbaşılığa kadar yükseldiğini, musiki meclisler inde eserlerinin okunduğunu, bizzat kendilerinin okuduğunu, musiki meclislerine bazen padişahın katılıp bu bestekarların esetrlerinden okuduğunu, bazen de bunların baş hanendelik ettiklerini öğrenmekteyiz. Bu arada Seyyid Nuh, Sabri, Şakir, Halil, Çakeri Müezzin başı İbrahim gibi Diyarbakırlı hanende ve bestekarları zikrediyorlar (4). Şeyh Ahmed-i Nakşbendi: IV. Sultan Mehmet (1648-1687) devrinin meşhur bestekarlarındandır. Şeyh İsmail Çelebi’nin oğludur. Şarkı mecmualarında Şeyhzade Ahmet Efendi olarak ismi geçer. Bir çok bestesi vardır. Seyyid Nuh. Klasik Türk müziğinde mümtaz bir mevkii olan Diyarbakırlı bestekardır. 1714 ‘de ölmüştür.Şeyhülislam Esad efendi’nin ‘Atrabül-asar fiz tezkire-i urefail edvar isimli eserinde Seyyid Nuh’un 30 kadar bestesi olduğu ifade edilir (5). 18.nci yüzyılın ünlü bestekarlarından olan Seyyid Nuh büyük üstaddı 1714 yılında Diyarbekir’de cereyan eden bir çatışmada ölen Seyyid Nuh’un Tımar sahiplerinden olduğu biliniyor. Şeyh-ül İslam Esad Efendinin «Atrabül›asar fi tezkire-i urefâ-il edvar» isimli eserinde otuz kadar değerli bestesinin olduğu yazılıdır. Bu gün bile Şahnaz Faslının en güzel besteleri olarak çalınır ve okunur, eserleri, çoğu radyo proğramlarında ve konserlerde. yine onun Tahir Makamında, Nişabur Makamında, ve Nühüft makamında değerli eserleri olduğu bilinir (6). Ahmed verdi Çelebi: III. Sultan Ahmed devrinin şöhretli bestekarlarındandır. 1717’de ölmüştür. Aynı zamanda şairdir. On kadar bestesi vardır (5). 18. nci asırın ünlü bestekarlarıından olan Ahmed Verdi Çelebi’nin, Şehla Mustafa Çelebi’nin, Yahya Çelebi’nin, Çemenzade Mehmed Çelebi’nin, Mahmud Çelebi’nin, Diyarbekir’li olduğunu biliyor muydunuz? Çemenzade Mehmed Çelebi›nin bilhassa Uzzâl makamında yaptığı eserler: «Ey gönül gayriye meyl eyleme cânân bir olur Birinin aşkı derunun yeter, can bir olur....» zamanının en dikkati çeken besteleri arasındadır. Asıl mesleği mücellitlik olan Mahmud Çelebi›de Uzzâl ve Acem makamında tanınmış eserlere imza atmıştır. 120 Musikide Üstad mertebesine eren Yahya çalebi›ninde Kürdi ve Aşiran makamlarında eserleri var. Aynı zamanda ünlü bir şairde olan Ahmed Verdi Çelebi, Aşiran ve Baba Tahir makamında tanınmış eserlerin sahibidir. Şehla Mustafa Çelebi›nin de Segah ve İsfehan makamında dillerden düşmeyen eserleri vardır (6). Divan Şairlerinin ünlüleri arasında sayılan Hami›nin Diyarbekir’li olduğunu biliyor muydunuz? Asıl adı Ahmed ve Mahlası Hami olan ünlü şairimiz 1679 yılında Amid’de (Diyarbekir’de) doğmuştur. Şehrimizde yetişen Divan Şairlerinden 17.nci asırda yetişenler içinde en ünlüsü olan Hami, 1709 yılında İstanbul›a giderek, zamanın Sadaret Kethudası Muhsinzade Abdullah Paşa’nın desteği ile Davan-i Sultani Katipleri arasına katıldı. 1747 yılında şehrimizde ölen şairimiz Urfa Kapı’sındaki mezarlığa gömülmüştür (6). Ahu XVII. yüzyıl saz şairidir. Kara Oğlu ünvaniyle tanınmıştır IV murad- IV. Mehmed devrine kadar yetişen musikişinaslar arasında mümtaz bir mevkii vardır. Bir şarkı mecmuası mevcuttur. Bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler ve nefesler vardır .XVII nci asırın ünlü saz şairlerinden ÂHÛ’nun Diyarbekirli olduğunu biliyor muydunuz? XVII. nci asırın ünlü saz şairlerinden olan ve ÂHÛ lakabıyla anılan, esas ismi Ali olan, şair ve Musikişinas olduğu kadar bir çok kimselere de zamanında musiki üstadlığı yapmıştır. İlk eğitimini Diyarbekir’de aldıktan sonra, Dikkatini çektiği IV. Murad tarafından hanedanına alınmak süretiyle yaşamının kalan kısmına İstanbul’da devam etmiştir. ÂHÛ’nun bizzat yazdığı ve bestelediği ilahiler, nefesleri olduğu gibi Çeşitli Üniversitelerin arşivlerinde bulunan şiirlerine de rastlamaktayız. «Dilim kalem kalbim defter yazarım Mahabbet bahrine dalaldan beri Laylam deyüp kan ağlayup gezerim Mecnûn olup aşka uyaldan beri....» (7). 121 Hicazi Diyarbakırlıdır, asıl adı Ahmedir. Çok dokunaklı ilahiler ve murabbalar yazmıştır. Mahmud Çelebi XVII yüzyıl sonları Diyarbakırlı bestekarlardandır. Uzzal ve Acem makamı besteleri dikkat çekicidir. Şehla Mustafa Çelebi III. Sultan Ahmed (1703-1730) devrinde Türk musikisine kıymetli eserler armağan etmiş Diyarbakırlı Şehla Mustafa Çelebi’nin on kadar bestesi vardır. Bunlar arasında Segah makamında. ‘Adem bu bezmgah-ı dilaraya bir gelir’ ve. değer. İsfehan makamında’Feryad ederim zülf- isiyehkarın’elinden besteleri kayda Yahya Çelebi XVII. yüzyılın sonlarında XVIII. yüzyıl başlarında yaşamış Diyarbakır’da doğup ve buraya yerleşen bestekarın 15 kadar bestesi vardır. Kürdi ve Aşiran makamlarından olna murabbalarından ikişer mısraları şunlardır: ‘Murg-i dilimin karını hep naleler etti Bana o gül-i bağ-ı Melahat neler etti Ve Yaşım ki gözde aksi arız-ı canana düşmüştür O şebnemdir seher berk-i gül-i handane düşmüştür Çermenzade Mehmed Çelebi Aynı zamanda yetişmiş bestekarlardandır. Uzzal makamında bestesi musiki üstadlarınca çok takdir edilmiştir ‘Ey gönül gayriye meyl eyleme canan bir olur’ (8). 18. yüzyıl Şeyhülislamı Esat efendi aynı zamanda üstat bir müzisyendir’ Musikide üstat olanlarla ilgili kısa tezkire’ isimli eserinde Osmanlı’da üstat müzisyen sayısını 98 olarak verir ve İstanbul’dan sonra en fazla musiki üstadı olan yerin Diyarbakır olduğunu ifade eder (1). 19. yüzyılda müzik askeri alanda da kendini gösteriyordu 1869-1905 tarihli Diyarbakır salnamelerine baktığımızda Askeri birliklerde Mızıka bölüğü olduğunu gözlüyoruz. Örneğin Mızıka bölük komutanları Yüzbaşı Mustafa Efendi, Mülazım-ı sani Ebuzer ağadır (9). Musiki Diyarbakır’da toplumun değişik mekanlarında kendine yer bulmaktadır Eğitimle ilgili mekanlardaki yerini eski albümlerde görüyoruz Diyarbakır Albümü: D. 224-No: 27. Müslüm Üzülmez. Cumhuriyetin ilk yılları 122 Diyarbakır Erkek muallim müsamere salonu. Türkiye Cumhuriyeti Diyarbakır 1340 Erkek Muallim musıki salonu 1937 yılına ait bir kitapta Şehir bandosu anlatılıyor Diyarbekir Urayının bir şehir bandosu vardır.Bando her akşam Halkevi bahçesinde ve parkında çalar,ayrıca süle bando da vardır.Orduevi bahçesinde çalar (10). Ergani’de bando 1967 yıllarına uzanalım folklorcuları seyredelim: Diyarbekirli Folklorcular (Ş. Diken) DYB Folklorcular 1967 1973 senedindeki il yıllığına da bakalım: 123 1973 il yıllı folklor grubu Diyarbakır’da musiki belli gecelerde ifa edilirdi: Velme (Sıra- Eyvan) Geceleri Diyarbakır’da haftanın belirli günlerinde evlerde toplanılarak musiki alemleri yapıldığını; bu alemlere dönemin tanınmış şair bestekarlarının da katıldığını, hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettiklerini bazı kaynaklardan öğreniyoruz. Bu hususta rahmetli Ali Emiri efendi tezkiresinde bir musiki meclisini anlatmakta ve geniş bilgiler vermektedir. Bundan başka XVIII. yüzyıl şairlerinden Diyarbakırlı Ahmed raif şehrengizinde, Diyarbakır’da sosyal hayat, sanat faaliyetleri, musiki ve şiir alanında ün salmış şair, bestekar, hanende ve sazendelerden söz etmekte, örnek vermekte yapılan musiki alemlerini, toplantıları geniş bir şekilde anlatmaktadır (11). Yavuz Donat köşesinden şöyle anlatıyor: Eyvan geceleri Şanlıurfa›da «sıra gecesi» adeti var. Diyarbakır›da «eyvan gecesi». Gazi Köşkü’nün bahçesindeki «Şark evinde» eyvan gecesine gittik. Nargile isteyene nargile. Çay, kahve isteyene çay, kahve. Çevremiz kalabalık. Gece uzun. Eyvan gecesinin «öteki müşterileri» de bizleri dinlemek için çevremizdeler. Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde toplanılarak musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin şair ve bestekarlarının da katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara Velme veya Harefene denilirdi (12). Abdüssettar hayati Avşar ,yatsı namazından sonra konaklardaki musiki gecelerini şöyle anlatır. 124 Muhammedi güllerinin,top reyhanların,ıtırların,katmer kadifelerin, menekşelerin, lalelerin,zanbakların, şebboyların, kılıflarının, nergizlerin, sümbüllerin, yaseminlerin, zerleylakların ve diğer bir çok çiçeklerin birbirine karışmış kokularını almak için havayı koklar, teneffüs eder, fıskiyelerden dökülen suların şırıltılarını dinler ve kandillerin ,avizelerin,fanusların etrafında daireler çizerek dönen çeşitli şekiller meydana getiren, aleve atılıp yanan pervaneleri seyrederdik. Şair, bestekar ve icrakarlar havuz başındaki tahtalara,sazendelenlerle yanlarındaki kanepe ve koltuklara eyvana karşı oturup yerlerini alıp eğlenceyi başlatırlatrdı.Kanunla; Kurdi, Aşiran, Beşiri, Şirvani, Uşşak, İbrahimi, Seba da bir taksim yapılır. Hicazda karar kılınırdı. Bu taksim 20-30 dakika sürer. Sonrada gazeller okunurdu. Ud,kanun, keman, tanbur, santur, kemençe, rebab, ney, kaval, zilli maşa, zilli def, darbuka, çarpara, zil bu eğlencelerde müzik aletlerinden bazılarıydı (13). Diyarbakır musikisinde kadınlar Bilhassa erkeklerin dışarıda olduğu gündüz misafirliklerinde memleket insanının musikişinaslığından dolayı bilhassa kadim ailelerin kız veya hanımlarının bir çoğu ud ve tanbur çalardı (14). Gündüz misafirliğinde ikramların yanı sıra müzik ziyafeti de olurdu. Kenan Aksu Diyarbakırlı kadınların eskiden müzikle daha çok uğraştığını anlattı. Eskiden evlenen genç kadınların çeyizlerine müzik aletleri ve ud konulduğunu hatırlatan Aksu, bu geleneğin günümüzde kaybolduğunu söyledi. Şeref değer’ Benim ablam o günlerin Diyarbakır’ında ut çalardı.Karşı komşu evindeki kadınlar da ut çalardı’demektedir (15). Kadınlara ait olan türküler çok çeşitli ve daha orijinaldir. Diğer türkülerin bazılarında civar illerin etkisi görüldüğü halde kadın türküleri saflığını koruyabilmiştir. Kadınların söylediği türküler düğünlerde ve gelinin kınaya çıkarışlında söylenir. Mübareki, damada, annesine, görümcelerine ve diğer akrabalarına çalınan saz ve söylenen türkülerin gerek melodileri ve gerekse güftleleri değişiktir (16). Diyarbakır musikisinde Türküler Genellikle klasik sazlarla icra edilen Diyarbakır türküleri 2/4, 4/4 ve 10/8’lik usullerden oluşur. 2/4 ve 4/4’lük usuller genellikle halaylarda 10/8’lik usuller ise kadın kına gecelerinde icra edilir.Bu usullerde türküler repertuvarda oldukça fazladır. 6/8’lik olan ‘Çay içinde Kum çeker’, Bitlisin Yolları, 9/8’lik olarak ‘Sürme Beni Vech-i Arazbarı’,7/4’lük olarak da ‘Vardım Yarin Bahçesine ‘dışında bu usullere pek rastlanmaz. Hüseyni makamı repertuvarda sıkçadır,adeta Diyarbakırla özdeşleşmiştir diyebiliriz. Ninnilerimizden gelmiş olsa gerek bizi en duygulandıran makamdır,bir hüseyni maya veya türküde hemen akla Diyarbakır gelir.Bazı yöreler tavır veya ağızlarıyla bilinirler. Diyarbakır ağzının yanı sıra TSM-THM arası yoğrulmuş bir 125 makamsal ağırlıklı musiki folkloruna sahiptir.Buna örnek olarak ‘Diyarbakır Esmer şarkısı’ve ‘Ateşi Ruhların Yaktı Şu Gönlümü’ eserlerini verebiliriz. Sözlü oyun havaları: Diyarbakırın 2/4 ve 4/4’lük hareketli usulleri ise genellikle kadın kına gecelerinde okunur.’Saza Niye Gelmisen’ ve ‘Mubarek Mubarek’ gibi. Uzun havalar(Ritmik ayaklı): a) Giriş ve ara nağmesi bir olanlara: Yaş destanı,Daldalanım, Kar mı yağmış Diyarbakırın Dağına, Adil efendi, Ben de Yetim, Yar içerden’ gibi. b) Her hane için ayrı saz bölümü olanlar’Diyarbakır Divanı Buy-i Vahdet almışam, İbrahimi Divan, Sürme beni vech-i arazbarı’. c) Sözsüz olarak çalınanlar:’Diyarbakır Divan peşrevi (TSM’deki gibi eser öncesi çalınır). Uzun havalar (Serbest ayaklı): a) Coşkun sular,Karşıki dağlar dumanından bükülür, Evseli duman almış, Eminem oturmuş çorap örüyor). b) Ağıtlar:’ Abdonun mezarı, Evlerinin önü kavak, Oğul kalemi kaşta kodun, gözümü yaşta kodun’. Serbest ayaklarda makama uygun olarak gezinti yapılıp,makamı çok iyi işleyerek belirgin göstermek gerekir. Diyarbakır Musikisinde İcra Edilen makamlar İbrahimi Şirvani Uşşak-Hüseyni Beyati Hicaz(Hicaz ailesi) Muhayyer-Vech-i arazbar Arazbar Kesik Nikriz Minare uşşağı Uşşak (Değişen seyirde) Beşiri Mahur Rast Kelenderi Cembelli Saba Hüseyni Muhalif Hüzzam Segah Nevruz Karcığar (Değişen seyirde) (Değişen seyirde) Diyarbakır türkülerinde önemli özelliklerden biri nakaratın hemen hemen ayrı güftleredn meydana gelmiş olmasıdır. Bu husu Diyarbakır türkülerinin karekteristik noktasıdır. Ayrı bir nokta da esas melodiyi teşkil eden husus güftelerin nağmeleri ile nakaratı teşkil eden güftelerin nağmelerinin ayrı olmasıdır. Diyarbakır’da umumi konuşma daima hançerinin tiz perdelerindedir. Yavaş konuşma burada mevcut değildir. Yüksek sesle konuşulur. Buna sebep evlerin inşa tarzındadır. Avlu sistemi bu memleketin esas inşasını teşkil eder. Avlular geniştir. 126 Eyvan ve odalar avluya açılır. Bu mimari tarz yüksek sesle konuşmayı bir alışkanlık haline getirmiştir.. Bu türkülerin dik sesle meydana gelmesini intac etmiştir (18). Kırık havalar a) Peşrev: Diyarbakır repertuarı içerisinde bir örneği olan bu eser için Diyarbakır’da. ‘Divan peşrevi’ tabiri kullanılmıştır. Ancak Türkiye genelinde klasik ve halk musikisi repertuarının incelediğimizde ‘Divan peşrevi’ diye bir adlandırmaya tesadüf etmiyoruz. Klasik musikimizde makam ismine göre Rast, Peşrev, Hüseyni peşrev vb.Bu sözsüz eserin doğru adı Diyarbakır Peşrevi’dir. b) Türküler: Her türlü aşk, sevda, tabiat, sevinç, hüzün temalarını işleyene türkülerin sayısı Ş. Beysanoğlu ve ark: Diyarbakır Musiki Folkloru isimli kitapta 103 adettir. Tespit edilenler sadece bu kadar. Usul olarak 4/4, 10/8, 2/4 usuller oldukça fazladır. c) Sözlü oyun havaları: Bu eserler tabii ortamında çeşitli kadın, erkek ya da kadın ve erkeklerin çeşitli vesilelerle birlikte icra ettikleri halk oyunu eşliği olarak okunmaktadır. Oyun ve türküye icra anında duruma ve mekana göre ya davul,zurna ya da tef, darbuka, keman, kanun, ud, cümbüş eşlik etmektedir. Söz,ritm ve ezgileri daha ziyade sevinç ve coşkuya yöneliktir.Tespit edilenlerin sayısı varyantları ile birlikte 25 adettir. d) sözsüz oyun havaları. Mahallinde davul, zurna ile daha ziyade halk oyunu eşliği olarak icra edilen bu ezgiler çeşitli çalgılarla oyundan bağımsız olarak enstrümental icra şeklinde değerlendirilmektedir. 4/4, 2/4 ve 6/8’lik ritm kullanılmıştır. Uzun havalar a) Ritmik ayaklı uzun havalar: Usullü-ritmik ölçülü ezgiler eşliğinde okunan, ancak şan-ses bölümü serbest ölçülü havalardır. Buy-i vahdet almışam (Diyarbakır divanı), Silmedin göz yaşımı aşkın ile ağlıyanın (İbrahimi divanı), Kar mı yağmış Diyarbakır’ın dağına (Maya), Dedim ay efendim gel kıyma bana, Koşma-yaş destanı, Daldalanım (muhalif hoyrat-II), Yar içerden (Muhalif hoyrat-I) bu tasnif ve tarife uygun havalardır. Söz konusu ritmik ayaklı uzun havalar,baş ve sonundaki usullü ezgiler herhangi bir şekilde çalınmadan da okunabilir. Buradaki usullü ezgiler isteğe bağlı olarak bir ya da birden fazla çalınır ,ağırlaştırma yaparak durulur.Ya kararda kalınır ya da bir enstrüman sıradaki 127 mertebeyi serbest olarak çok kısa bir açış- taksimle işaret ederek okuyucuya teslim eder. Diyarbakır’da tespit edilenlerin sayısı 8 adettir. b) Serbest ayaklı uzun havalar. Bunlar gerek baş ve aralarında çalınan ezgileri, gerekse şan-ses bölümü serbest olarak icra edilen eserlerdir.Sayıları otuz adettir. Uygun ortam ve zeminlerde herhangi bir saz eşliği olmadan da okunabilir. sayıları varyantları ile otuz bir adettir. Uzun havalar daha ziyade erkekler tarafından icra edilir.Ancak ağıt, maya ve ses alanı dar olan bir kısım uzun havalar hanımlar tarafından da okunmaktadır. Ses aralığı olarak 6 sesten başlamak üzere 12 sese kadar genişleyen uzun havalar mevcuttur. Güfte olarak halk edebiyatı ve ve divan edebiyatı nazım türleri ile birlikte kullanılmıştır.Bu güftelerde işlenen tema aşk, tabiat, sevda, ölüm ve ayrılıktır. Makam konusuna gelince tüm Diyarbakır Türkülerinde olduğu gibi değişik makamlar kullanılmış, ancak ağırlık Hüseyni ve Uşak üzerinedir (19). 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır. Diyarbakır’da bundan altmış sene evvel halk arasında terennüm vasıtası olarak 1) Santur 2) Saz 3) Bağlama 4) Çığırtma 5) Kaval kullanılırmış. Bu sazlar bütün eğlence meclislerinde olduğu gibi düğün ve nişan merasimlerinde zenginliğine göre her birinden ikişer, üçer de bulunuyordu. Bir düğünün ihtişamını ifade etmek için (sazlı, santurlu, udlu, gülaplı) bir düğün diye söylenirdi. Eskiden saza iştirak eden tempo aleti ise zilli maşa,deften ibaret imiş.Darbuka, saz arasında yer almıştır. Diyarbakır’ın kendine mahsus musiki icra tarzı: Herhangi bir toplantıda aşağıdaki sırayı takip etmek bir kaide sayılır: Diyarbakır’lı Celal Güzelses’in ifadesine göre: 1. Diyarbakır peşrevi 2) Divan 3) Muhalif 4) Kürdi 5) Maya 6) Hoyrat 7) Beşiri 8) Şirvani 9) Kesik (20). Diyarbakır mani ve hoyrat yönünden çok zengindir Anadolu Dernekleri Birliği Başkanı Vedat Güldoğan, yaptığı açıklamada, sanatçıların Doğu ve Güneydoğu Anadolu illerinin yöresel türkülerinin aslını değiştirerek okuduklarını öne sürdü. İlk etapta Diyarbakır yöresinin 600 eserini derleme çalışması yürüttüklerini belirten Güldoğan, . Bazı sanatçılar, bu eserlerden bazılarının sözlerini, makamlarını, 128 usullerini ünlü olmak uğruna değiştirip, yozlaştırıyorlar. Biz şimdi, bu eserleri eski orijinal hallerine göre düzenliyoruz’’ diye konuştu. Diyarbakır yöresine ait 700’e yakın mani, 600’e yakın hoyratı derlediklerini ifade eden Güldoğan, türküleri tamamladıktan sonra mani ve hoyratları da bir kitapta toplayarak, kalıcı hale getireceklerini söyledi (21). Klasik Türk musikisi Klasik musiki bestekarlarının eserleri mahallileşme akımının etkisi alünda kalarak şarkı tarzında bestelenen eserler Diyarbakır’da 1908’e kadar ud, keman ve santur eşliğinde icra edilirdi. Folklor malı olan türkülerde aynı enstrümanların eşliğinde icra edilirdi. Daha sonraları bu enstrümanlara Kanun, Def, Cumbuş da dahil edilmiştir. Yakın zamana kadar Diyarbakır’da haftanın belli günlerinde bir evde toplanılarak musiki icra edilirdi. Bu dost meclislerine dönemin tanınmış şair ve bestekarlarının da katıldığını hatta halk sanatkarlarının da bu toplantılara iştirak ettikleri bazı kaynaklarda açıklanmaktadır. Bu toplantılara “VELME” veya “HAREFENE” denilirdi. Ali Emiri, Tezkiresinde bu musiki meclislerini anlatmakta ve geniş bilgiler vermektedir. XVIII yy. şairlerinden AHMET RAİF’ EFENDİ Şehrengizinde, Diyarbakır’da sanatta, musikide ve şiir alanında ün salmış şair, bestekar, hanendelerden söz etmekte ve örnekler verilmektedir. Sosyal hayatın yaşam gereği olarak, aydın ile halkın iç içe olmaları klasik musiki bestekarlarını halk türküleri tarzında şarkılar bestelenmesi hususunda tesir altında bırakmıştır (12). Diyarbakır folkloründen bir kesit isimli esere baktığımızda. Daha önce Diyarbakır Halk Musikîsi ile ilgili irili ufaklı özel çalışmaları ve TRT kurumunca tescil edilen eserleri değerlendirdiğimizde toplam (Kırık Hava, Uzun Hava) sayısı 75-80 civarında bir repertuara sahipti. İncelendiğinde görülecektir ki bu sayı 179’a Çıkarılmış; genelde bilinenlerin üzerine 100 civarında ilave yapılmıştır. Bu sayı bir ilin Halk Müziği külliyatı açısından oldukça önemli bir rakkamdır (22). Cumhuriyet dönemi önemli müzisyenlerimiz Celâl Güzelses kimdir.... İbrahim Evirgen anlatıyor Diyarbakır Halk kültürünün en önemli dallarından birini oluşturan halk musikisinin yayılmasında; Coşkun Sabah, Bedri Ayseli, Yusuf Tapan, Recep Kaymak gibi birçok sanatkârın yetişmesinde öncü olmuş büyük sanatkâr Celâl Güzelses, 1900 yılında Diyarbakır’da doğdu. 129 Emekli olunca, kendini tamamen folklor çalışmalarına verdi. Dürüst, çalışkan ve fedakâr bir zattı. Paraya değer vermezdi. Ankara ve istanbul üniversitelerinde okuyan Diyarbakırlı gençlerin her yıl düzenlemeyi gelenek haline getirdikleri “Diyarbakır Gecesi” toplantılarına katılır, verdiği konserlerde dinleyicileri coşturur, geceye neş’e ve renk katardı. Bu konserler için zorunlu masraflar dışında hiçbir para almazdı. Her yılın yaz ve sonbahar aylarında Halkevi bahçesinde “Hafta Sonu Konserleri” verir, bahçede toplanan insanlara müzik zevk ve kültürünün aşılanmasına hizmet ederdi. Sohbetine doyum olmazdı. Çok sevdiği arkadaşları bile, birlikte çıktıkları piknik gezilerinde ona şarkı söylemeyi teklif etmekten çekinirlerdi. Çünkü böyle bir teklifi mutlaka red ve orayı terk edeceğini bilirlerdi. Ama o sohbet sırasında, kendiliğinden bir müzik ziyafetiyle arkadaşlarının isteyip açıklayamadıkları arzularını yerine getirirdi. Celâl Bey’in Mûsıki Çalışmaları. Hayri Yoldaş anlatıyor 22 Haziran 1943 22 yılında şimdiki altıncılar çarşısı’nda Diyarbakır Halk Mûsıki Cemiyeti’ni kurarak başına geçti ve mûsıki çalışmalarına musıkiseverleri etrafına toplayarak başladı. ‘Şehir Halk Konserleri’ ‘Cıvar İllere Konser’ve Dicle Talebe Yurdu yararına ‘Ankara Konserleri’ gibi etkinliklere başladı. Her konseri büyük bir ilgi ve izdihamlarla izlendi. Ankara ve İstanbul’da radyo proğramlarına konuk edildi, Diyarbakır mûsıkîsinden örnekler sergiledi. 1930 yılına kadar aynı zamanda Halkevi Mûsıki Şefliği’ ni de büyük bir başarı ile yürüttü. 12 Haziran 1939 Pazartesi günü verdiği Halk Müziği konserine o zamanın nüfusu göz önünde bulundurulursa 1159 izleyici toplamasıyla adeta bir rekora imza attı, gittikçe izleyicileri artıyor ve Celâl GÜZELSES sevgisi tüm yurda yayılıyordu. Sivas, Elazığ, Malatya, Şanlıurfa illerinde plakları adeta kapışılıyordu. Sınır komşularımız Suriye ve Irak’ta bir plâğı 1 ile 5 altına alıcı buluyordu ve tabiri caizse yok satıyordu, böylece Celâl GÜZELSES’in ünü yurt dışına taşmaya başlamıştı. Iraklı sanatçı Hasan CEZRAVİ, Celâl Bey’i görmek için Diyarbakır’a gelir ve üç gün meşk ederler daha sonra Celâl Bey’i konser vermesi için Irak’a davet eder. Celal GÜZELSES Suriye veIrak konserlerine yalnız katılmıştır ve Halep treniyle direk İstanbul’a gidişini anlatır. Dicle Talebe Yurdu yararına yaptığı Ankara konseri son konseri olmuştur. Celâl GÜZELSES terli şekilde sıcak vucutla çıktığı konserden Ankara’nın soğuk ve sert havasına dayanamaz orda feci şekilde üşütür. Zamanın ulaşım şartları da eklenince Diyarbakır’a hayli bitap düşmüş olarak döner. Doktorların uğraşı çare olmaz çünkü hastalık ilerlemiş ve ateş sonucu menenjite çevirmiştir. Üstadın keman sanatçısı Hüsnü İPEKÇİ’ nin yurt dışından getirttiği ilaçlarda tesir etmez ve Şark Bülbülü 1 Şubat’ı 2 Şubat’a bağlayan gece 1959 tarihinde Diyarbakır’daki evinde 130 hakkın rahmetine kavuşur. Cenazesi Müezzinlik yaptığı Ulu Camiî’ den defnedileceği Mardinkapı mezar-lığına, bir insan seli eşliğinde saatlerce omuzlarda taşınarak götürülür. Mezarı Diyarbakır Mardinkapı mezarlığı girişinin sol tarafındadır. Celal Güzelses’in Mardinkapı’da kabri Şerif Kayran 1970 Lice doğumludur. Söz yazarı ve bestekardır.Yüzü aşkın esri ses sanatçıları tarafından icra edilmiştir.İstanbul Opera ve Güzel sanatlar akademisi Piyano ve Solpe bölüm mezunudur. Eserlerine örnekler ve seslendiren sanatçılar Ne Gezer: Seher Dilovan Keje: İzzet Yıldızhan Türkü: Alişan Deli Fırat: Ceylan ve Yusuf Harputlu Dağlara: Kader Ben sana yandım: Ayhan Aşan ve Nur Ertürk Yaralım: Ayhan Aşan ve Alişan Nerdesin: Küçük Onur (23) Tarık Çıkıntaş. (1924-1979) (Bilgi kaynağı: Kenan Aksu-Feyza Serçe) Diyarbakır’ın simge isimlerinden olan Tarık Çıkıntaş,köklü bir ailenin tek oğlu olarak 1924 yılında Diyarbakır’da doğdu. İki yaşlarında iken geçirdiği ateşli bir hastalık sonucu görme yeteneğini kaybetti. O yıllardaki bütün tıbbi imkanlar denenmesine rağmen başarılı olunamadı. 131 1930’lu yıllarda Diyarbakır’a tayin olan ve 3 yıl müddetle evlerinde kiracı olan Nuruosmaniye camii hocası sayın hafız Akkuş’tan Kur’an ve Mevlit öğrendi. Kulağı sesleri çok iyi algılıyordu,duyduğu birinin sesini yıllar sonra işittiğinde hemen tanıyordu. Müziğe karşı ilgisi hissedildiğinde evdeki orgla çalışması sağlandı. Radyodan işittiklerini orgla çalmağa çalıştı. Kendisi gibi görmeyen çocukluk arkadaşı Celal Sevimli ile çok uzun sürecek dostlukları ile birlikte müzik hayatlarına başladılar. Kendi kendine cümbüş çalmayı öğrendi. Duyduğu bir şarkıyı kısa sürede hem çalıyor, hem de güzel sesi ile söylüyordu. Ünlü sanatçı şark bülbülü Celal Güzelses’in öğrencisi oldu. 1950’li yıllarda Anadolu’yu dolaşıp türkü derleyen ünlü sanatçı, hoca Muzaffer Sarısözen’le tanışma fırsatı bulud.TRT arşivlerinde Tarık Çıkıntaş’tan alınan ‘Çay içinde düğme taş’diye adlı bir türkü bulunmaktadır 1955-1970 arası Diyarbakır’da müzik alanında önemli isimlerden biri olmuştur. İki evlilik yapmış 4 kız, 2 erkek çocuğu olmuştur.Son yıllarını hastalıkla geçirmiş, 1979’da 55 yaşında hayata veda etmiştir. Ahmet Geniş Kocaköy’de Mahalli sazlarımızdan dilsiz kavalın yaşayan en büyük ustalarındandır. Ortopedik özürlü olup ilerlemiş yaşına rağmen geçimini rençperlikle sağlamaya çalışmaktadır. (Kocaköy kaymakamlığı) Yusuf Tapan Diyarbakır halk kültürünün önemli bir dalını oluşturan türkülerimizin derlenip tanıtılmasında önemli katkıları bulunan Yusuf Tapan 1927’de doğdu.Diyarbakır Halk Musiki cemiyetinde çalışmış, nota, şan ve usul derslerini burada alarak bilgisini artırmıştır. On kadar Diyarbakır türküsünün gün ışığına çıkarılmasına katkıda bulundu. 1985’te vefat etti. Ramazan Şenses 1928’de Çermikte doğdu. 1954’de İstanbul radyosuna geçti, İstanbul belediye konservatuvarından mezun oldu. Sanatçının okuduğu Diyarbakır türkülerinden bazıları: Su içemem destiden, Hangi bağın bağbanısan, Kundurama kum doldu, Kar etmez ahım, Şeftaliyi şitil eyledim, Buradan bir atlı geçti (24). Mardinkapı mezarlığında Celal Güzelses ekibinden bir abimiz 132 Bir Musikişinas HÜSNÜ İPEKÇİ Amerikada yaşamını sürdüren Zaven Özatmacıyan ağabeye, birileri Hüsnü İpekçinin ölüm haberini ilettimi bilemiyorum. Zaven Ağabey bu acı haberi duyduğunda, dudaklarınının arasından mutlaka şöyle bir nida çıkacaktır Belki: Diyarbakırdan birlikte götürdüğü sapı narin çümbüşünü çıkaracak ve cümbüşün sesinin Amerikalı komşularını rahatsız etmemesi için çümbüşünün köprü arkasına küçük bir tarak takacak Saba makamında bir taksimin arkasından « Diyarbakır Etrafında Bağlar Var « türküsünü içli sesi ile söylemeye başlayacaktır. Önce Mehmet Cemil Turgut sonra Hüsnü İpekçi Arka arkaya iki mümtaz şahsiyeti, iki güzel insanı kaybettik. Yoklukları hep kendini belli edecek. 1932 yılında Diyarbakırda doğmuş, Cumhuriyet ilk okulunu bitirdikten sonra tahsile devam etmemiş. Sanat altın bileziktir özdeyişinin etkisi altında 1954 yılına kadar İpekçilik yapmış. Zaten baba- dede zanaatı olduğu için, soyadı kanunu çıktığında İpekçi soyadını tercih etmişler. İpekçilik yaptığı bu zaman dilimi içersinde ise hep musiki ile iştigal etmiş. İlk musiki derslerini, Halep›de ikamet eden ama yılın üç ayını Diyarbakırda geçirmek üzere kente misafir olan ve sonbaharda Halep’e dönen Halepli Yumma’dan almış. Daha sonra, Diyarbakırda Su Fotoğrafı diye tabir edilen fotoğraf işi ile uğraşan, hani o önünde büyük ve ayaklı kutu gibi duran ve kafasını siyah perdenin içine sokup resim çeken fotoğrafçılardan Ermeni Hayık Ustadan, Hayık Aşçı’dan çümbüş dersleri almaya başlamış. 1943 yılında Diyarbakırlı Celal Güzelses tarafından kurulan Diyarbakır Halk Musiki Cemiyetininin kurulduğunu duyar duymaz bu cemiyetin çalışmalarına iştirak etmiş. Celal Güzelsesin teşvikleri ile keman çalmaya karar vermiş ve o yıllarda Dicle Gazinosunda çalışan Kemani Sadık Tokay dan keman dersleri alarak cemiyetin meşklerine kemanı ile iştirak etmiş. Celal Güzelsesin önderliğinde,Kanuni Siverekli Gazi,Garabet Menekşe, Naci Balıkçı, Antranik,Hayık Aşçı ve o yıllarda Cemiyette Klasik okuyan yani Türk sanat Müziği icra eden Sami Hazinses ile birlikte tüm Diyarbakırın beğenisini toplayan güzel bir birliktelik oluşmuş. Celal Güzelsesin 1959 yılında vefatına kadar bu beraberlikleri devam etmiş. Musikide Diyarbakıra özgü makamlardan olan Nevruz, Beşiri, İbrahimi, Şirvani makamlarını bütün ara nağmeleri ile birlike çümbüşle çok güzel icra ederdi. Hatta Diyarbakır Tanıtma Kültür Vakfı şubemizde bir söyleşisinde bu makamların bizzat Celal Güzelses tarafından Cemiyette öğrencisi olan Sami Hazinsesede öğretildiğini ifade etmişti. Daha sonraki yıllarda Sinema aşkı ile İstanbula yerleşen ve beyaz perdede ünlü olan Sami Hazinses,Diyarbakırda edindiği bu musiki kültürü ve bilgileri ile bir çok beste yapmış ve bu besteleri o yılların ünlü sanatçıları olan Zeki Müren, Sevim Tanürek tarafından taş plaklara okunmuştur. (Derdimi Kimlere desem- Söyleyemem Derdimi-Bir Dilbere müpteladır Deli Gönül- Şöför NebahatYeter Ağlatma beni ) Vakıftaki söyleşi sırasında Şeyhmus Diken dostumuz sormuştu Hüsnü İpekçiye- Şimdi geriye dönüp baktığınızda........ -Şimdi geriye dönüp 133 baktığımda, keşke profesyonel olarak musikiyi meslek edinseydim diye kendi kendime hayıflanıyorum.... Diye cevap vermişti rahmetli. Oysaki.. bir çok profesyonel sanatçıdan daha fazla profesyoneldi, Musikiye aşıktı, Bir Çümbüş ve keman ustasıydı İpekçilik sanatını iyi bilirdi İyi bir baba İyi bir dost Ve .. İyi bir Muhtardı (26). Ahmet Yüksekses 1868 yılında Diyarbakır’da Lala Bey Mahallesi Lala Bey Sokak Nu: 28’de dünyaya gelen Ahmet Yüksekses (Ahmike) geçimini çobanlık yaparak sağlayan İbrahim Efendi ve Zeliha hanımın oğullarıdır. “Gülşenî Tarikatı“nı Diyarbakır’da kuran ve bu tarikatın piri sayılan İbrahim Gülşenî’nin ahfadından olan Ahmet Gülşenî’nin postnişin olduğu ve İsmini İbrahim Gülşeni’den alan, vali konağının bulunduğu yerdeki (Anıt parkın karşısı) Gülşeni Tekkesi, 19 yüzyılda Diyarbakır’da önemli bir yere sahip idi. Bu tekkeye intisap eden Ahmike burada musiki ile tanışır. Gülşeni tekkesinde sazlı ve sözlü yapılan zikirlerde genellikle Ney üflenir, def ve kudüm gibi usul aletleri kullanmıştır. Ahmike de burada ney üflemeyi öğrenmiştir. Sesinin güzel olması ile de Tapuğ adı verilen bu tarikata bağlı şairlerin 134 ayinler sırasında okudukları makam ve usullü şiirler okuyanların arasına girer cuma ve pazar günleri tekke de yapılan toplantılarda kaside, naat ve gazeller okur. İbrahim Gülşeni’nin oğlu ve onun ilk halifesi olan Ahmed Hayali’nin bir divan oluşturacak kadar yazdığı şiirlerinden bazılarını Gülşeni bülbüllerinden öğrenerek okumuştur. Atatürk ile tanışmaları ve soyadını alması 1937 yılında demiryolu açılışı için Diyarbakır’a gelen Atatürk’e Halkevi’nde konser verilir. Bu konserde Ahmike bir kaç eser okur. Gecenin anısına; “Halk evi sekülidir Top reyhan ekilidir Bu türküyü çıkaran Diyarbekirli Ahmike’dir “ olan; Sözü ve müziği kendisine ait olan bu eseri okur ve ardından Diyarbakır Divanı “Buy-i vahdet almışam bûs–i lebi peymâneden Hangi zalim men eder meyden beni meyhaneden“ Adlı eseri okur. Programı Atatürk kendisine ayrılan locadan izledikten sonra ordu evine geçer. Sahne arkasında Ahmike, Hasta Sait, Sait Şenses ve diğer müzisyenler toplu halde bulundukları sırada bir subay gelerek Ahmike’ye; “Seni Atatürk istiyor” der. Atatürk’ün Ahmike’yi çağırttığını duyan Hasta Sait; “Yahu hale Ahmet “Buy-i vahdet’i niye okudun babam başımıza iş açacaksın” diyince bir tedirginlik yaşanır. Herkes ne olduğunu merak ederken oğlu Kamil Ahmike’nin koluna girer ve gelen subayı takip ederek ordu evine giderler. Atatürk ordu evinin bahçesinde havuzun kenarında oturmaktadır. Subay Ahmike’yi oğlunun kolundan çıkararak Atatürk’ün huzuruna getirir ve gözleri pek az gören Ahmike’nin kulağına eğilerek; “Karşında oturan Atatürk’tür” der. Atatürk Ahmike’ye sorular sorar biraz sohbet ettikten sonra Ahmike yüksek sesle irticalen; “Bu tiren dağları aştı Benim gönlüm sana düştü Kirpiklerin ok oldu Sinemi deldi geçti “ 135 Dörtlüğünü okur. “Seni gördüm çok şükür Allah’ıma” der. Atatürk Ahmike’ye soyadının ne olduğunu sorunca Ahmike “Benim soyadım yoktur” der. Bunun üzerine Atatürk; “Senin soyadın “Yüksekses olsun” der. Atatürk’ün yanında olan Diyarbakır Belediye Başkanı Nazım Önen, Atatürk’ün bu isteğini defterine not olarak yazar. Atatürk ayrıca Ahmike’ye 35 lira aylık bağlatır. 4-5 metre uzakta duran Ahmike’nin oğlu Kamil bu konuşmaları duyar ve daha sonra babasının koluna girerek Halkevi’ne dönerler. Ahmike’nin etrafına toplanan kalabalık Atatürk’ün ne söylediğini öğrenmek isterler. Bu sırada Müftüzade Hüseyin Efendinin oğlu yanlarına gelerek; “Hale Ahmet bundan sonra senin soyadın Yüksekses oldu. Atatürk emir verdi bir de sana aylık bağlandı. Belediye de sana yiyecek ve yakacak yardımı yapacak” der. Böylece Ahmike’nin soyadı Yüksekses olur. 1938 yılında Diyarbakır’da Hacettepe Üniversitesi adına yapılan derleme çalışmalarında Diyarbakır’dan 24 eser derlenmiş olup bu derlenen eserlerin birçoğunu Ahmike okumuş ve o zaman 70 yaşında imiş. Bu derlemelerin ses bantları ve Ahmike’nin okuduğu eserler kendi sesinden mum plaklardan banda aktarılmış olup arşivimde mevcuttur. Diyarbakır musikisinin bugünlere gelmesinde büyük katkıları olan Ahmet (Ahmike) Yüksekses’in birçok eseri TRT repertuarında mevcuttur fakat kayda alınmayan birçok eser de maalesef kaybolmuştur. Bu büyük makam ve usul üstadı 1966 yılında 98 yaşında vefat etmiştir (1). Diyarbakırlı meşhur müzisyenlere örnek verelim Ayşe Şan, Eşref Atay, Hüsnü İpekçi,Ramazan şenses, Cemil Değer, Celal Aycan, Recep Kaymak, İzzet Altınmeşe, Bedri Ayseli, Mustafa Canan, Celal Sevimli, Emin Turgay, Azize Gürses, Emin Taşın, Kadir İpek, Coşkun Sabah, Mahsun Kırmızıgül, Emrah İpek (Küçük Emrah) İbrahim Macit, Kenan Menekşe, Eşref Atay, Şeref Değer, Azize Gürses, Yaşar Özel, Güler Basuşen, Fatma Aktaş, Sami Hazinses’in de aktör olmadan önce Diyarbakır musiki cemiyetinde çalıştığını, klasik Türk sanata musikisi icra ettiğini öğreniyoruz(15). 136 Atattürk’ün şark bülbülü ünvanını verdigi Atatürk’ün sark bülbülü ünvanini verdigi Celal Celal GÜZELSES Güzelses- Celal Celal GÜZELSES Güzel ses At atürk’ün Yüksekses soyadi ni verdigi maas bagladigi Atatürk’ün yüksekses soyadını verdidigi, 30,30 liralira maaş bağladığı Türkite’nin il k devlet sanatçi si Ahmet Yüksekses Türkiye’nin ilk devlet sanatçısı Ahmet Yükseksestir Recep Kaymak-Bedri ayseli-Ayse San -Sami Hazinses-Azize Gürses 137 • Udi yervant- Diyarbakirli Ermeni m üzisyenler Sü üryani ryani Bandosu 1900 yili nda dünyaya gelen Mülkiye Mektebi üüüüüüü irli “Sair ve Devlet adami” Cemal YESIL'in bestelenen MÜLKIYE MARSI • Baska bir ask istemez, askinla çüüüüüüü Ey Vatan! Gözyaslarin dinsin, yetistik çünkü biz, Gül ki sen, nes'enle gülsün ay, günes, toprak, deniz, Ey Vatan! Gözyaslarin dinsin yetistik çünkü biz. 138 Diyarbekır Yöresi Tüm şarkılar Adil Efendi Ağla Gönül (Kekliğim) Ağlama Yar Ağlama Ağzın Dilleri (Kırılır Kalemler) Ak Çuha Kara Çuha Amman Ey (Kar Yağar Kar Üstüne) Arkadaşlar Benim Derdim Yeğindir Arpa Durağa Geldi Arpa Orağa Geldi Asiyam (Çağırdım Ben Uy Ana) Aşk Bağrımda Yar Açtı Ay Dıl Ay Dıl Dılım Yar Ay Doğar Sini Sini Ayvanda Yatan Oğlan Az Kaldı Bayram Ola (Ninalar) Baba Bugün Dağda Bahçada Yeşil Çınar Başındaki Puşu Mudur Başındaki Tellere Ben De Gidem Paytahta Benim Yarim Yaramazdır Benüsene Gideyim Biner Paytona Gider Seyrana Bir Anadan Bir Babadan Bir Ceket İsterem Kolu Dar Ola Bir Çift Bilbil Geldi Kondu Kamışa Bir Güzel Ki On Yaşına Girince Bir Mumdur İki Mumdur Böyle Bağlar Bu Dere Baştan Başa Bugün Ben Yari Gördüm Bülbülün Kanadı Sarı Buy-i Vahdet Almışam Cahar Attım Dubara Çarşıda Bal Var Çay İçinde Döğme Taş Ceylan (Sararıp Morarmış) Çıktım Saray Köşküne Celal Güzelses Mehmet Ali Erdem Celal Güzelses Kadir Tanrıkulu Bekir Karakaş İzzet Altınmeşe Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses İzzet Altınmeşe Yusuf Tapan Ayşe Şan Tarık Çıkıntaş Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Yöre Ekibi Zehra Bilir İzzet Altınmeşe Tarık Çıkıntaş Cemil Değer Celal Güzelses Kenziya Selahattin Mazlumoğlu Fethullah Erkan Celal Güzelses Tarık Çıkıntaş Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Ramazan Şenses Selahattin Mazlumoğlu Tarık Çıkıntaş Kadir Tanrıkulu Ramazan Şenses Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır 139 Dağda Duman Yeri Var Dağdan Kestim Değenek Dağlar Dağımdır Benim Dağlara Lale Düştü Dedim Ey Efendim Gel Kıyma Bana Derelerde Kum Savrulur Derman Aramam Derdime Dermanın Biter Diyarbekir Şad Akar Dumanlı Yaylalar (Soğuk Pınar) Düş Müdür Hayal Mıdır Elinde Süt Küleği Elinden Olsun (Köle Diye) Es Kişer Hampartsum E Esmer Bugün Ağlamış Esmerim Biçim Biçim Esti Baharın Nesimi Etme Bari (Gayrı Sevdiceğim) Eydim Kavak Dalını Eyvanda Yatan Oğlan Fincanın Etrafı Yeşil Garibim Bu Vatanda Gel Efendim Geyik Avı (Üç Kardeştik) Hamaylı Boynundayım Hangi Bağın Bağbanısan Hani Davulunuz (Bir Mumdur) Hanım Kızlar Hanımey (Ben De Gidem) Haramsu’dan Atladım Haydi Gidak Toyuna Hele Yar Zalim Yar İnciyem Üzülmüşem Kalemi Kaşta Koydun Kar Mı Yağmış Diyarbakır’ın Dağına Kara Gözler Karanfil Eken Bilir Malamın Karanfilsin Tarçınsın Karpuz Kestim Yiyeyim Karşıda Fırat Gördüm 140 Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Aycan Celal Güzelses Kadir Tanrıkulu Cemil Cankat İzzet Altınmeşe Celal Güzelses Yavru Mehmet Efendi Kadir Tanrıkulu Anonim Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Kadir Tanrıkulu Ramazan Şenses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Kadir Tanrıkulu Celal Güzelses Celal Güzelses Ramazan Şenses Gıyas Coşkun İzzet Altınmeşe İzzet Altınmeşe Cemil Değer Cemil Değer Celal Güzelses İzzet Altınmeşe Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Celal Güzelses Ahmet Yüksekses Ramazan Şenses İzzet Altınmeşe Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Karşıda Görünürsün Karşıda Kuzu Gördüm Karşıki Dağlar Beyazlara Bürünmüş Karşıki Dağlar Dumanından Kerpiç Kerpiç Üstüne Kıratım Kırklar Dağının Düzü Lorke Makaram Sarı Bağlar Mardin Kapı Şen Olur Mavi Bağlar Başına Mavi Yüzük Firuze Mevlam Bir Adama Çocuk Verince Mihrican (Saçların Sarı Yarım) Mübarek Mübarek Muradı Böyle Muratgil’in Damından Atlayamadım Nare Esvap Yıkıyor Naze Naze (Diyarbekir Bedende) O Yarimin Damından Odasına Girdim Fincan Elinde Öl Dedi Bana Olsun Mu Gönül Saçaklıkta Kilim Var Saza Niye Gelmedin Saza Niye Gelmesen Saza Niye Gelmezsen Sen Gideli Üç Gün Kaldı Silmedin Göz Yaşını Sinen Beni Yandırır Sıra Sıralı Konaklar Su İçemem Testiden Suzan Suzi Vardım Yarin Bahçesine Yalana Döndü Yayık Yaydım Kolum Şişti Yazsam Üstadımın Mezar Taşını Yemenim Turalıdır (Gülizar) Zülüfünü Taramadım Celal Güzelses Yöre Ekibi Celal Güzelses Celal Güzelses Yusuf Tapan İzzet Altınmeşe Bedri Ayseli Yöre Ekibi Selahaddin Mazlumoğlu Celal Güzelses Cemil Değer Celal Güzelses Diyarbakırlı Aşık Hasan İzzet Altınmeşe Şakire Kalaycı Ahmet Cankat Osman Efe Celal Güzelses İzzet Altınmeşe Celal Güzelses Celal Güzelses Kadir Tanrıkulu Kadir Tanrıkulu Yöre Ekibi Lamia Benek İzzet Altınmeşe Lamia Benek Celal Güzelses Celal Güzelses Bedri Ayseli İzzet Altınmeşe Ramazan Şenses Celal Sevimli Kadir Tanrıkulu Bedri Ayseli Yusuf Tapan İzzet Altınmeşe Yusuf Tapan Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır Diyarbakır 141 KAYNAKLAR 1. Vedat Güldoğan 18. Yüzyılda Kılasik Türk Musikisinde Diyarbakırlı Bestekârlar Güftekarlar Ve Diyarbakır Musiki Folklorunda Ahmet (Ahmike) Yüksekses. 2. Diyarbakır sempozyumu. DİTAV. Ankara. 2011 2. Şehmuz Diken: Gezginlerin güncelerinde Diyarbakır. Diyarbakır 1. Uluslar arası Suriçi sempozyumu. 20-22 Nisan. 2006. s.117 3. Suphi Martağan Diyarbakır TürküleriŞevket Beysanoğluna 70. Yaş Armağanı. San Matb. Ank. 1991. S. 361 4. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb. Ankara.1997. s. 203,206 5. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği.1995. s 210 6. ergun ([email protected]) adına [email protected] 7. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat adamları-Şevket Beysanoğlu 7. Ergun ([email protected]) adına [email protected] 8. Diyarbakır İl Yıllığı-1967. s. 267,269,270 9. Ömer Tellioğlı (ed) Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır büyükşehir belediye yayV/,44 10. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s. 79 11. Şevket Beysanoğlu.Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları.San matb. Ankara. 1997. s. 204 12. Vedat Güldoğan Dünden Bugüne Diyarbakır Musiki Folkloru. 1. Bütün yönleriyle Diyarbakır sempozyumu. 27-28 Ekim 2000. Ankara. s. 378 13. Tuba Cengiz: Diyarbakır eski suriçi ve surdışı evlerinde çevresel etmenler.. D.Ü. Mimarlık AD. Diyarbakır. 1993. s. 193 14. Şefik Korkusuz. Eski Diyarbekir’de Gündelik Hayat. Kent yay İst. 2007. s. 28,32 15. Şehmus Diken. Diyarbekir diyarım, yitirmişem yanarım. İletişim yay. İst. 2003. s. 246 ,186 16. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb. Ankara. 1997. s. 211 17. Hayri Yoldaş. celal Güzelses. Diyarbakır. 2005. s. 9-10 18. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. San matb. Ankara. 1997. s. 219,212 142 19. Ş.Beysanoğlu, S.Tarhan, K Dökmetaş: Diyarbakır Musiki Folkloru Diyarbakır Büyükşehir yay. 1996. s. IX- XII 20. Cahit Beğenç: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. 21. Y mesaj. 30. 1. 2007 22. Beysanoğlu Şevket; Salih Turhan, Kubilay Dökmetaş Diyarbakır folkloründen bir kesit Ankara: Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Yayınları, 1996, XIV + 205 23. Zeki Dilek. Lice. Diyarbakır. 2002. s. 242 24. Şevket beysanoğlu. Diyarbakır’lı Fikir ve sanat adamları. san mat.Ank. 1997c. 3. s. 223,309 25. Şevket Beysanoğlu Anıtlarıyla ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi- ergun ([email protected]) adına [email protected] 26. Halit Ötük şehir mektupları -19 /www.hancepek.com 143 KÜRT MUSİKİSİ VE EDEBİYATI DİYARBAKIRDA DENGBEJ KÜLTÜRÜ Kenan Haspolat* “Dengbejlik sanatı bu bölgenin en eski ve en önemli sanatıdır. Yunanlılar için Homeros neyse, İranlılar için Firdevsi (Ebül Kasım) neyse bu bölge halkı için de dengbejlik odur. Dengbejler bu halkın hafızasıdır, vicdanıdır. Tarihten günümüze kadar geçmişte meydana gelmiş olayları türkülere, stranlara, klamlara dökerek bu halkın duygularına tercüman olmuşlardır. Ancak üzülerek söyleyelim ki dengbejlik ve dengbejlerin kıymeti anlaşılamamış yeterince önemsenmemiş ve birçoğu yoksulluk içerisinde hayatını idame ettirmişlerdir. Oysa bunlar Kürt edebiyatının sözlü gönüllü erleridir, Kürtçe yazıp okuma yasak olduğu için genellikle aşkları kavgaları sosyal olayları dengbejler türkü yaparak nesilden nesile kuşaktan kuşağa aktarmışlardır. Onlar bizim tarihimizin canlı birer örnekleridir (1). Kürtçe’de ‘Sese hayat veren’ anlamına gelen ‘Dengbêj’, Kürt kültürüne ait destanları, aşk hikayelerini, isyanları, tarihi olayları herhangi bir enstrüman kullanmadan, sesleri ile canlandıran Kürt ozanlarına verilen isimdir. Denbêjlerin seslerini kullanarak yarattıkları yapıtlara “kilam” denir. Dengbêjler, yüzyıllar boyunca köy köy, şehir şehir gezerek anlattıkları hikayelerle, sözlü Kürt Edebiyatının yaşamasına aracılık etti (2). Dengbej, Anadolu ekininde çok önemli bir yer tutmasına karşın günümüzde ne olduğu fazla bilinmeyen bir ekinsel örgedir (motif). Nedir dengbej? Kürtçede “deng” ses, “bej’ ise sese biçim veren, ruh kazandıran, canlandıran, sesi söze dönüştüren, söyleyen demektir. Bengbej, sesi, sözü iş ve uğraş edinmiş, mekanı ses ve söz olmuş kişidir. Dengbejler, halk ekini ürünlerinin, Anadolu yaşam biçiminin, en önemli tanıkları ve derlemecileridir. Anadolu insanının çeşitliliği ve bu çeşitlilikten doğan varsıllık, Anadolu halkının ekinsel yapısına, ürünlerine de büyük bir çeşitlilik ve varsıııık kazandırmıştır. Kürt halk yazınının ve folklorunun önemli bir dalı olan dengbejlik, bir anlamda Kürt halk ozanliğıdır. Ekinsel örgelerin dilden dile, ilden ile, kuşaktan kuşağa ulaşmasını sağiayan kişilerdir dengbejler. Dengbejler, giyimleri ile özgün bir yapı oluştururlar. Başlarında elle örülmüş, *Prof. Dr. Kenan Haspolat 144 canlı renklerden oluşan nakışlarla süslenmiş yün bir börk, ayaklarında da olabildiğince yalın ve yalınç, çarığa benzeyen ayakkabılar vardır. Giysileri ise yöre halkının giyimlerine benzer, gösterişsiz giysilerdir. Görünüşleri ve davranışlarıyla tam bir eski zaman insanını, eski dönemlerin anlatıcılarını temsil ederler. Denbejler, değişik zamanlarda başka başka evlerde toplanan yöre halkına, geçmiş zamanların ve dönemlerin duygu dünyasından ve yaşam biçiminden oluşturdukları öyküleri aktararak, insanların eğlenirken bilgilenmelerini de sağlarlar. çoğu kez düğünlerde ve özel günlerde, açık alanlarda yaptıkları gösterilerle köy seyirlik oyunu geleneğini yaşatırlar. Erkek deng- bejler zaman zaman kadın kılığına girerek taşlama ve atışma içeren yöntemlerle aşk öykülerini, masalları, destanları, türküleri aktarır ve canlandırırlar. Destanlardaki, masallardaki, türkülerdeki kahramanların seslerini, davranışlarını taklit ederek yaptıkları gösterilere tiyatro canlılığı kazandırırlar (3) (4) (5). Kürt müziğinin tarihsel- geleneksel kaynakları Dengbêjlerdir. Kürt Müziğinin temel unsurları Dengbêjler,Stranbêj,Lawikbêj ve Çîrokbêjlerdir. Dengbêjler öncelikle çok güçlü hafıza ve sese sahiptirler. Kilamlar, stranlar, lawiklar Kürdistan’da onlarca nedenden dolayı yazılı iletişimin tıkandığı noktalarda Kürt kültürünün, sanatının, tarihinin, günlük yaşamının ve sosyal yapısının kodlandığı birer kara kutu olagelmiş ve dengbêjler aracılığı ile bu kodları günümüze ulaştırılmıştır. Kürtlerde müziği yaşatan dengbêjler dışındaki iki unsur daha vardır. Biri anneler, diğeri ise medreselerde dini müzik eğitimi almış, dini müzik icracıları olan feqîlerdir. İlk müziğin dinî müzik olduğunu unutmamak gerekir. Kürtlerde yazılı edebiyatın çok yaygın olmaması buna karşın sözlü edebiyatın geliştiği ve bu gelişimin kuşaktan kuşağa müzik yoluyla aktarıldığı görülmektedir. Bu rolü ‘Dengbêj’ dediğimiz ozanlar üstlenmiştir ve bu çaba ‹dengbejlik’ geleneğini doğurmuştur. Kürt tarihinde dengbejler, çirokbejler (hikaye anlatıcıları) ve stranbejler (halk sanatçıları) halkın sesi ve belleği olmuşlardır. Kürt müziği bu temel yapısını yüzyıllarca çok fazla değişme uğramadan muhafaza etmiştir. Geleneksel Kürt müziğinde birçok stil ve komşu halkların müziğini oldukça etkilemiş makamlar mevcuttur. Geleneksel Kürt müziğinde ki sitilleri şu şekilde sıralayabiliriz; ‘Dengbêjlik, Lawje, Heyranok, Pirepayizok, Lawike Siwaran, Destan, Berite/belite, Dilok, Sersso, Narink, Stiranen Kar, Sesbendi, Lorik, Stiranen Merasiman, Katar, Mediha ve Mewlud’ (6). Dengbejler lawık “lavej” denilen aşk, sevda ve kahramanlık şiirlerini basit bir ritim ile serbest şekilde, hece ölçülerine bağlı kalmaksızın okur. Eğlencelerde, düğünlerde, şenliklerde söylenen yöresel dans ve eğlence şarkıları olan stranén dilane, halaylarda (govend) söylenen şarkılar (dılok), iş türküleri ve ninniler (lori) 145 de mevcut olup, bunları sanat musikisi olarak nitelemek mümkün değildir. Bunlar tamamen halk musikisi olup anonimdirler. Dengbejler insanları coşturan, duygulandıran, kimi zaman da hüzünlendiren o güzelim eserleri genellikle nevruz, çargah, rast, kürdi, hicaz ve uşşak makamlarında eşlik çalgılarla okurlar. Enstrüman olarak üflemeli çalgılardan billur veya çoban kavalı kullanıldığı gibi bunların yanında telli çalgılar da kullanılır. Diyarbakır yöresinde kaval, cümbüş, darbuka, erbane (arabana) kullanılır. Arabana bilhassa zikirlerin vazgeçilmez eşlik çalgısıdır. Diyarbakır’da her aşiret reisinin bir dengbeji olduğu gibi serbest dengbejler de vardı. Bunlardan Abdulhadi, Faki Süleyman (Sülo), Muhammede Ayşe, Saleh Beynati, Hacı Mustafa Firdevsi ile Erganili Zülküf Ağan’ın Nuri Polat isimli dengbeji meşhur olanlardandır (8). Diyarbakır musikisinde önemli bir mihenk taşı Kürt ozanları diyebileceğimiz dengbejlerdir. Diyarbakırlı dengbejlere göz atalım: Adil Timur i: 1941 doğumlıdır. Suriye Amude kenti Tilbeşe köyünde doğdu. Doğmadan önce Silvan ilçesinden Amudeye gitmiş,12 yaşında dönüp Bismil’e yerleşmiştir. Behçet Uysal. 155 Silvan ilçesi Meliksaray köyünde doğdu12 yaşında stran söylemektedir. 40 stran bilir. Diyarbakır’da yaşamaktadır. Ekrem İçli.1954-2005. Ergani ilçesi Yakacık köyünde doğduDengbejliği önceki dengbejşeri dinleyerek öğrendi. Ali Tugal: 1929 doğumludur. Lice Çavundar köyünde doğdu Eliye Qerejdaxi.1963 Diyarbakır Şadiye köyünde doğdu. Bir çok kaseti verdır. Abdullah İpek. 1957 Kocaköy Suçıktı doğumludur. Abdurrahman Pehlivan.1932 Lice, Serince köyünde doğdu Fesihe Pasuri.1968 Silvan doğumludur. Mehmet Talas. 1929 Lice Firdevsi köyü doğumludur. Mustafa Kalkan. 1920 Lice,Uçarlı köyünde doğdu1990 yılında vefat etti. Hasan Ekinci. 1966 Hazro ilçesi Varınca köyünde doğdu. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Müzik korosunda yer aldı. Hasan Bilici. 1958 Hazro ilçesi Gözebaşında doğdu. 146 Hüseyin Tural (1939-2000). Diyarbakır merkez Güzelköy doğumludur.15 yaşında stran söylemeye başladı. 1970’li yıllarda ilk plağını çıkardı. Bir çok kast ve plağa imza attı. Kamil Tektaş. 1928-1975. Lice doğumludur. İbrahim Almas. 1958 Lice ilçesi Serince köyünde doğdu. Bandrollü 4 albümü vardır. Salih Baykurty. 1938-1984. Silvan ilçesi Beynay köyü doğumludur. 3 bandrollü kaseti vardır. Mehmet Çelik. 1978 Lice Sarınse köyünde doğdu. Mehmet tanrıverdi. 1947 doğumludur. Lice Ortaç köyünde doğdu Mahmet Alkoç. 1955’de Eğil Sivritepe köyünde doğdu. Mehmud Kızıl. 1939 Diyarbakır Fatihpaşa doğumludur. 1965’de ilk plağını çıkardıSonraki yıllarda 53 plak çıkardı. 300 stran bilir. Nergiz Açıkgöz 1955 Kocaköy Suçıktı doğumludur. Kutbeddin Kayaalp. 1951 Diyarbakır’a bağlı Başköy’de doğdu. Ramazan Demirer. 1963 Lice Kahyalı köyünde doğdu. Bir çok kaseti vardır Ramazan Şeker. 1949 Bismil Işıklar köyünde doğdu. Remezane Ahmed. 1943 Kocaköy Günalan köyünde doğdu. 1960’danberi dengbejlik yapar. Süleyman Koç. Pasur Karaorman köyü doğumludur. Sait gezici. 1933 Silvan Zengilo köyünde doğdu.Bir çok kaseti vardır. Seydo Şimşek. 1936 Ergani legeri köyünde doğdu İsmail tek.1956 Merkez Günendi köy doğumludur. Sıdık Eryılmaz. 1964 Silvan İcesu doğumludur. Şakir Tura. 1961 Silvan mezrik doğumludur. Tahsin Türk. 1946 Kulp ilçesi Temıran köy doğumludur Yusuf Tutal. 1954 merkez Güzelköy doğumludur Yemlihan Yüksel. 1954. Lice Serince köy doğumludur Zahir Koç. 1950 Silvan Alibey köy doğumludur Zeyat Şeker. 1976 Bismil Işıklar köy doğumludur. Zübeyir Çakır. 1956 Lice Çağdaş köy doğumludur (7). 147 Diyarbakır’da dengbej’ler tükeniyor toplam 25 tane dengbej kaldı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi tarafından tahsis edilen Dengbej Evi’nde görüştüğümüz, “Diyarbakır Bülbülü” olarak anılan Seydoyı Boyacı, “Diyarbakır’da 25 dengbej kaldı. Hepimiz köylerimizden koptuk, yeni bir çevre oluşturana kadar epey bir zaman geçti. Bu kültür yavaş yavaş yok olmaya başladıİnşallah yakın zamanda barış kilamları (sesli yapıtlar) söyleyeceğiz.. Muhamedi Derik’i olarak bilinen Mehmet İnce ise, “Biz divânımızda masallar, yaşanmış olaylar anlatıyoruz. Çok fazla acı çekildiği için son zamanlarda sürekli bu acıları anlattık. Artık biz de barışı, mutluluğu, huzuru anlatmak istiyoruz. Kürtçe’de “sese hayat veren” anlamına gelen “dengbêj”, Kürt kültürüne ait destanları, aşk hikâyelerini, isyanları, masalları, tarihi olayları herhangi bir enstrüman kullanmadan, sesleri ile canlandıran Kürt ozanlarına verilen isim. Dengbejler, bir hikâyeyi 12 saat aralıksız anlatabiliyor. Dengbej Anlatımına Bir Örnek: Huso İle Naze Huso ile Naze severek evlenmişlerdir. Huso ölümcül bir hastalığa yakalanır. Bedeni çürümeye başlar ve kokar. Abisinin karısı, eşine “Ya bu kardeşini evden atacaksın ya da ben çekip giderim” der. Bunun üzerine abisi Hüso’yu, Hesen Evdal Nehri’nin yanına atar. Naze ise çok güzeldir. Bunu kıskanan kadın, Naze’yi de babasının evine gönderir. Babası da Naze’yi zengin bir adama verir. Naze, yeni eşinin evine giderken, “Madem beni götürüyorsunuz izin verin de Huso’dan helallik isteyeyim” der. İzin verirler. Naze, Hüso’ya “Dilini emeyim, hastalığın bana da geçsin” der. Hastalığın kendisine bulaşmasını sağlayan Naze, Hüso’nun ardından ölür.www.diyarinsesi.org DENGBEJLİK DIŞI DİYARBAKIR KÜRT MUSİKİSİ alındı. Diyarbakır’da düzenlenen Kürt Müzik Konferansı’nda konu birçok açıdan ele Columbia Üniversitesi Etnomüzikoloji Merkezi yöneticilerinden Profesör Dieter Christensen, “Geleneksel Kürt müziğinin biçimsel karakteristikleri ve Kürtlerin müziği hakkında Kürdi olan nedir?” konularında sunumda bulundu. Kürt müziği konusunda Kürtlerin yaşadığı çeşitli yerlerde araştırma yaptığını dile getiren Christensen, Kürt müziğinin melodik ve ritmik özellikler taşıdığını belirtti. Yaptığı araştırmalarda Kürt bölgelerinin tamamında 2 grup insanın kısa melodileri karşılıklı sırayla söylediğini belirten Christensen, “Daha demokratik şarkı söyleme biçimi. Enstrüman olmadan, vokal kullanılarak söylenen bir tarz” diyerek dengbejliğin Kürtlerin yaşadığı her bölgede olduğunu söyledi. Bölgedeki bütün akımları izlediğini dile getiren Christensen, Kürt bölgelerinin sadece bir bölümünde ortaya çıkan fonlar olduğunu belirtti. Davul-Zurna’nın Kürt düğünlerinde kullanıldığını 148 söyleyen Christensen, “Kürtlerin olduğu tüm parçalarda var. Ama sadece Kürtlere ait değil. Afganistan, Makedonya, Hindistan, Meksika gibi ülkelerde de davul-zurna kullanılıyor” dedi. Müzisyen Birhat, müziğin Kürt toplumsal yaşamındaki yeri konusunda sunumda bulundu. Birhat, müzik yapmanın bir amaca hizmet etmek olmadığını ancak toplum içerisinde zamanla amaç olarak şekillenebildiğine dikkat çekti. Kürtlerin bilinçli ya da bilinçsiz Kürt kültürünün taşıyıcısı olduğunu dile getiren Birhat, “Kürt müziğinde birçok müzik dalına rastlamak mümkün. Ağıt, düğün, lirik, epik, dini aşk şarkıları var” dedi. Ağıtları daha çok kadınların yaktığını dile getiren Birhat, yakılan ağıtlarda ölen kişilerin ölüm nedenlerinin anlatıldığını ifade etti. (Diyarbakır/DİHA) Hayri Yoldaş Diyarbakır mûsıkîsi üzerinde Kürtçenin yerini araştırmıştır. Araştırmaya göre Kürt ve Ermeni mûsıkısi Diyarbakır Mûsıkîsinin ana kaynağı olup melodi motiflerini ve folklor oyunlarını oluşturan şahdamarıdır. 10/8’liklerin nerdeyse büyük bölümü ermeni kökenlidir. 4/4 – 2/4 ve 6/8 lik usüllü mevcut türkülerin yanı sıra ‘Cembelli ve ‘Xelil’e Gazi’ maya motifleri birçok Diyarbakır maya’sında kullanılmıştır. Örnek: 1-‘Cembelli’ adlı Kürtçe eserden yola çıkılarak yapılan:Kan Akıyor Yaradan ve Ayrıldım Gülüm Senden (Celal GÜZELSES) ayrıca 2-‘Xelile Gazi’ adlı Kürtçe eserden Oğul Bögün Gözümü Yaşta Kodun ve Gül Ektim Evlek Evlek olarak Türkçe söz yazılıp Celal GÜZELSES tarafından plâğa okunmuştur. Bunun gibi birçok halay havalarına da Kürtçe yasak olduğu için Türkçe sözler yazılarak plaklara okunmuştur. 1995 yılına kadar Diyarbakırlı Sanatçılar tarafından birçok Kürtçe esere Türkçe sözler yazılarak repertuara alınmıştır. Örnek: 1. Aydıl dılêmın (Aydıl Dılım Yar) 2. Leyla Leyla Buhare (Güzellerin Sultanısın Leyla) 3. Amman Amman Koçerê (Heyriyem) 4. Batmane Batmane (Halaybaşı Kızları) 5-Zozan Zozan (Dumanlı Yayla Başı Yaylalar) 6. Lo Berde Lavo Destemı Berde (Bırak Be Zalim Bırak) 7. Ali Şemi Malêxı Roto (MadenDağı) 8. Keçê Ez Bımrım lo (Kurbanım Kurbanım 9. Ez Heyranım Meyremmê (Evleri Kayalıkta) 10. Le Le Hıpşê (Diyarbakır Küçeleri) 11. Kar Yağar Kar Üstüne (Ammane Ammane Apo Hatye Batmane) 12. Seyrane yar Seyrane herê ninna (Yola Düşmüş Gidiyor) 13. Narine Narine (Seyrantepe Bağlıktır) 149 14. Delilê Delilamın (Bahçalarda Biberim) 15. Ki Dıbê Kurd Nızane (Gule Çıkmış Eyvana) 16. Emman Emman Zeriye (Beden Ayrıldı Candan) 17. Batmane Batmane Leble Gule (Halaybaşı Kızları) 18. Çıya Berfu Barane (Yemenim Allı İdi) 19. (Ayle Naze Tû Nazi Le- (Diyarbakır Yoluna) 20-Kevokım Le (Hele Yar Zalim Yar). Bu eserleri Türkçe’ye çeviren tümüyle Diyarbakır’lı Sanatçılarımızdır. Kürt Sanatçılar 1- Aram Tîkran 2- Armanç 3- Ali Baran 4- Ahmet Kaya 5- Abbas Ahmed 6- Ali Şekerci 7- Adil Feqe 8- Agire Jiyan 9- Ahmet Aslan 10- Ahmet Xelil 11- Alan Botan 12- Ali Döre 13- Ali Haydar Can 14- Aliser 15- Aso 16- Ayşe Şan 17- Ayhan 18- Aydın 19- Aynur Doğan 20- Adnan Dılxwaz 21- Ahmede Xursi 22- Amare Feyzo 23- Aslika Qadir 24- Ali Rezan Rezdar 25- Adil Hiznî 26- Alîn 27- Azad Feqe B 24- Bedil 25- Berfina Besta 26- Beser Şahin 27- Brindar Salih 28- Brader Muhsin 29- Bülent Turan 30- Bangın 31- Bawercan 32- Baxtiyar 33- Bedrettin Coşkun 34- Bengin 35- Besir Kaya 36- Beyto Can 37- Burhan Berke 38- Bahremo 39- Bekes 40- Bismilli Zeko Sabri 41- Bave Delil Û Bave Rojin 42- Behaa Şêxo 43- Bilind Ibrahîm 44- Besam C 41- Caco 42- Cegerxwin 43- Cewad Merwani 44- Ciwan Haco 45- Cömert 46- Canê 47- Cejno 48- Cemil Kocgun 49- Cengiz Açar 50- Cesim Bager 51- Cihan Çelik 52Chopy 53- Celal Evindar 54- Cumali Rezan 55- Cemal Seedun 56- Ciwan Xelîl 150 Ç 55- Çar Newa 56- Çeçan D 56- Dılgeş 57- Dılovan 58- Diyar Xidir 59- Dr Rodi Demir Kapı 60- Dedo 61- Delal 62- Delil Dilanar 63- Delil 64- Denge Dinan 65- Denge Jinen Kurd 66- Denge Rojin 67- Deniz Deman 68- Deron Kurdi Iran 69- Dersim Havaları 70- Dersim Muhabbeti 71- Derwes Serhedi 72- Destan 73- Dıjwar Sılevaney 74- Deniz Deman 75- Dino 76- Dilşad 77- Diyare Kurd 78- Dodan Project 79- Dursun Acar 80- Def U Zurneya Diyarbekir 81- Delilo 82- Dersim Halaylari 83- Dilana Rengin Aziz 84- Diyarbakir Oyun Havaları 85- Doğubeyazıtlı Adem Kaya 86- Dengbej 87- Dengbej Huseyine Muş E 88- Dengbej Mahmut Kızıl 89- Dengbej Şakıro 90- Dengbej Zahıro91- Dewrese Evdi 92- Dilana Rengin 93- Dengbej Farıs 94- Dengbej Gulizera Qachax 95- Dengbej Kazo 96- Dengbej Kawis Ağa 97- Dengbej Iran Xan 98- Dengbej Hesen Nergis 99- Dengbej Hemido U Nasir 100- Dengbej Hanune Kor 101- Dengbej Halil 102- Dengbej Grabeta Xeco 103- Dengbej M Arıf Cizrawi 104- Dengbej Maruf 105- Dengbej Meyrem Xan 106- Dengbej Mihemed Şexo 107- Dengbej Sait Gabari 108- Dengbej Sakiro 109- Dengbej Salıhe Qubini 110- Dengbej Seid Yusuf 111- Dengbej Seydaye Bahra 112- Dengbej Sıdıqe Karlove 113- Dengbej Zıfkarê Gulo114- Dengbej Zadına Şakir 115- Dengbej Xıdıro Ve Hüseyne Ömere116- Dengbej Tahsin Taha 117- Dengbej Şeroyê Bıra 118- Dengbej Şakıro 119- Delîl Silêman 120- Dilşad Dilêr 121- Dilxwaz Behlewi 122- Dlniya Rezzazi E 1- Emekçi 2- Elîf Biyanî 3- Elınd Doski 4- Enver Celik 5- Esker Demirbas 6- Eylem 7- Eyub Dêreşi 8- Ekremo 9- Emin Arbani10- Egidê Cimo 11- Ebdilbasit Darî 12- Ebdilkerîm Şêxo 13Ebdilqadir Silêman 14- Ebdilqahar Zaxoyî 15- Ehmede Silo 16- Ekrem Derwesh 151 17- Ednan Seîd 18- Elî Sofî 19- Emîn Nadir 20- Emîn Sebrî 21- Ey Dil F 11- Firat Baskale 12- Farman Shafiq Ali 13- Ferhat Tunç 14- Fate 15- Feleknaz 16- Fevzi Kilic 17- Fevzi Kurtuluş 18- Feyzo 19- Faris Bavê Fîraz 20- Ferhan 21- Fewaz Hesen 22- Feyruşa Resul G Dem 19- Gani Nar 20- Gulên Mezrabotan 21- Gazın 22- Grup Canlar 23- Grup 24- Grup Karwan 25- Grup Roj 26- Grup Seyran 27- Gula Serhede 28- Gule 29- Gultekin Cicek 30- Gülbahar 31- Gülistan Perver 32- Gülistan Sobari 33- Grup Sinemililer 34- Güla Batmane 35- Guldesteyek H 36- Hemê 37- Hekim Sefqan 38- Heval 39- Hozan Sercan 40- Hozan Serdar 41- Hozan Serhat 42- Haji Abasi 43- Hakan Can 44- Hardî Salah 45- Haval 46- Hawin 47- Heme Heci 48- Hesen Şerif 49- Hevi 50- Hidir 51- Hidir Kutan 52- Hıkayetén Klamén Kurdi 53- Hogır 54- Hozan - Seyda Perinçek 55- Hozan Dervişi 56- Hozan Rençber 57- Hozan Selam 58- Hozan ***O 59- Hunermend Mihemed Emin Cemil 60- Halay 61- Haymanalı Zelixa 62- Hemide Amede 63- Hozan Muzaffer 64- Hozan Remzi 65- Hüseyin 66- Hüseyne Ömerê 67- Hemê Bavê Zêdo 68- Hemîd (Omîd) Silêman 69- Hesen Yûsiv 70- Hesen Zîrek 71- Hisên Salih 72- Hisên Şakir 73- Hiznî 74- Halo I 67- Imad Selim68- Issa Hassan İ 69- İbrahim Rojhelat 70- İlena Elina 71- İsmet Dağ 72- İsmaîl Cuma 73Îmadê Kakilo J 72- Jan Axin 73- Jiyan 74- Jıbo Biraninan Sevasê 75- Jora K 1- Kawa 2- Kel Hasan 3- Koma Agıri 4- Koma Berxwedan 5- Koma Gelyê Zilan 6- Koma Gowenda Kurdi 152 7- Koma Sefqan 8- Koma Şemal 9- Koma Serhıldan 10- Koma Botan 11- Koma Sterka Kurdistan 12- Koma Denge Gerilla 13- Koma Rızgari 14- Koma Cudi 15- Kadri Zana 16- Kamkars 17- Kardeş Türküler 18- Kemale Amed 19- Kenan Sacik 20- Kısmet Yıldız 21- Klamen Hakkari 22- Klamen Anatoliya Navin 23- Koçer 24- Koma Amed 25- Koma Arin 26- Koma Asmin 27- Koma Azad 28- Koma Çiya 29- Koma Denge Azadı 30- Koma Denge Brati Kato 31- Koma Gülen Xerzan 32- Koma Hemdem 33- Koma Hezen 34- Koma 35- Koma Kevoka Aşiti 36- Koma Mazlum 37- Koma Medeni 38- Koma Xerzan 39- Koma Nıştıman 40- Koma Melek 41- Koma Mizgin 42- Koma Nujen 43- Koma Orkesh 44- Koma Pira 45- Koma Rewşen 46- Koma Rojhilat 47- Koma Sor 48- Koma Şirwan 49- Koma Vetan 50- Koma Wengê Sodiri Botan 51- Koma Xelikan 52- Koma Zerdeste Kal 53- Koma Zozan 54- Konsera 55- Kürt Remzi 56- Klamedin Şexani 57- Koma Azadi 58- Koma Berfin 59- Koma Dawet 60- Koma Dilan & Heval Remzi 61- Koma Dıljiyan 62- Koma Gula Norşin 63- Koma Huner 64- Koma Melek 65- Koma Rozerin 66- Koma Volkan 67- Koma Denge Jinan 68- Kanîwar 69- Koma Cotyar 70- Koma Dilyar 71- Koma Orkêş (Sefqan - Dijwar Naso - Şeyda) 72- Koma Pîr Miço L 68- Leyla İsxan 69- Lilith 70- Liloz 71- Loqman Musa 72- Luqman Cemîl 73- Lorîn Berzincî 74- Leyla Ferîqî 75- Laleş Arî M 72- Mehmet Salih Alptekin 73- Mem U Zin 74- Mahmud Boubi 75- Mehmet Atlı 76- Mehmet Ekmen 77- Mehmet Özcan 78- Mehmet Şah 79- Melek 80- Mem 81- Memed & Şevin 82- Memo 83- Mercan Dede 84- Mesude Eser 85- Metin Kemal Kahraman 86- Mevlüt Celik 87- Mikail Aslan 153 88- Mizgin 89- Murat Bektaş 90- Mustafa Ozan 91- Memet Sipan 92- Murado 93- Mehmud Ezîz 94- Merwan Sebrî 95- Mesud Silêma 96Mesud Yunis 97- Mihemed Kakilo 98- Mihemed Emîn Cemîl 99- Mehemed Şêxo 100- Mihemed Omerî 101- Mistefa Xalid Û Hisên Şakir 102- Mistefa Hesen103- Mizgîn Lezgîn N 93- Nizamettin Arıç 94- Nûzan 95- Nasir Razzazi 96- Natalya 97- Naze & Newroz 98- Nazo 99- Neco 100- Nilüfer Akbal 101- Nûbun 102- Nudem 103- Nuray Sen 104- Nurettin Çiçek 105- Natalia 106- Narîn Feqe 107- Nûhat Yûsiv O 105- Osman Yilmaz106- Omer Gondi 107- Orhan U Mehemd Omeri 108- Osman Faris Bave Firaz Ö 107- Ömer İpek 108- Önder Deniz P 109- Peywan Arjîn - Berbang R 110- Rotinda111- Rozerin 112- Rençber Aziz 113- Reşo 114- Rewan 115- Rezgar 116- Rezgar Renjero 117- Rojda 118- Rojhan Beken 119- Rojin 120- Roni 121- Ronican 122- Rubar Sino 123- Rustem 124- Rodi 125- Rawan 126- Reber Wehid 127- Rezan Ose 128- Rezan Hesen 129- Rifete Dare 130- Ronican 131- Roni Cizrawi 132- Rubar Hıso 133- Rubar Şano 134- Rezan Rezdar S 1- Seyit Xan 2- Sabahattin Ocay 3- Saye Bedo 4- Selo 5- Semir Ebdullah 6Sena 7- Serbülent Kanat 154 8- Serdar&Lewnd 9- Servat Kocakaya 10- Shams 11- Sidar Beritan 12Simar 13- Sipan Xelate 14- Siyaben 15- Sosın 16- Sozdar 17- Suzan Barmani 18- Sümeyra 19Sadettin Mevlüde 20- Sasonlu Hüseyin 21- Siirt & Batman Oyun Havaları 22- Strane Davedi Sorani 23- Süleyman 24- Sıtranen Galeri 25- Stranen Erivane 26- Stranen Klasik 27- Sadiq Dilyar 28- Sefqan 29- Selah Osê 30- Selah Resul 31- Serbest 32- Serbest Xelîl 33- Siyamend Berazi 34- Silêman Ezîz Ş 27- Şıwan Perver 28- Şehriban 29- Şerin Dıldar 30- Şervan 31- Şev Hat 32- Şiyar U Şirin 33- Şiyar Munzur 34- Şemdin 35- Şehmus Kaya 36- Şoresh Bekır 37- Şerif Kayran 38- Şener Yildiz 39- Şevin 40- Şoreş 41- Şiyar 42- Şemame 43- Şevbiherka Dengbejan 44- Şahiya Stranan 45- Şewger 46- Şeyda 47- Şêro Betê 48- Şêrzad Haco T 45- Tirêj 46- Tara Jaff 47- Temo 48- Tırej 49- Tacê Xidir 50- Teyar U 49- Umud Nivan 50- Umut Altincag V 51- Veysi Güney W 52- Welate Roje 53- Wehbi Sediq X 54- Xanemir 55- Xelil Xemgin 56- Xemgin Birhat 57- Xelil Derbas 58- Xelile Urfaye 59- Xerib 60- Xero Abbas 61- Xero Mele 62- Xezal U Delal 63- Xosnaw Tilli 64Xalid Musa 65- Xedban Resul 66- Xesan Eseed 67- Xidirke Omeri68- Xweşnav 155 Y 64- Yasin Şekerci 65- Yezidi Dj Cejs 66- Yılmaz Çelik 67- Yekbun 68- Yusuf Roman 69- Yörelerimize Göre Oyun Havaları Z 70- Zakaria 71- Zadına Şakir 72- Zadına Sakır U Hemıde Mecıd 73- Zana Barzani 74- Zaza Andalevi Songs 75- Zele Mele 76- Zilan 77- Zian U Derman 78- Zınar Sozdar 79- Zıwar Zaxoyi 80- Zozan Welat 81- Zozan 82- Zewan 83- Zoro Seîd Yûsiv 84- Zoya 85- Zuber Salih 86- Zuhêr Cemîl (13). KÜRT EDEBİYATI ARAŞTIRMALARI VE KÜRT KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ Kürtler, 1920’lere kadar kendi kültür ve edebiyatları üzerine araştırma yapma olanağı bulamamıştır. Bu konudaki araştırmalar, hep Avrupalı doğubilimciler tarafından yapılıp sürdürüldü. Araştırmacıların hemen hepsi, işe Kürt folklorunu (zargotın) inceleyerek başladılar. Kürt dili ve kültürü üzerine araştırma yapan ilk kişi italyan misyoner Maurizio Garzoni’dir. Kayıp ülke Amadia’da 18 yıl geçiren Garzoni, derlediği sözlü edebiyat (zargotın) testlerine dayanarak, latin alfabesiyle ilk “Kürtçe Gramer”i hazırlayıp 1787 yılında Roma’da yayımladı.* Bu nedenle ona “Kürdolojinin Babası” unvanı verilmiştir. Garzoni’den sonra en ciddi araştırmalar Rus doğubilimcileri tarafından gerçekleştirildi. Bu da, Rus çariçesi Büyük Katerina’nın 1787 yılında “çarlık Rusyası Bilim Akademisi”ne, “Bütün Dillerin Karşılaştırmalı Sözlüğü”nü hazırlaması için verdiği direktif üzerine başladı. Ondan sonra, Akademi üyesi Pallas’ın hazırlayıp yayımladığı “Karşılaştırmalı Sözlük”te Kürtçe de yer aldı. Sözlükte 276 Kürtçe sözcük vardı. 1828 Rus-ğran savaşı sırasında Erdebil kenti Rusların eline geçtiğinde, Rus komutan kentteki ünlü “Safevi Kütüphanesi”ni ele geçirip savaş ganimeti olarak S. Petersburg’a gönderdi. Bu ganimet arasında Şerefname’nin, 1599’da bizzat yazarı tarafından gözden geçirilmiş, imzalı bir nüshası da vardı. Rus Akademisi, önce Şerefname’nin Farsça metnini yayımladı, daha sonra, 1868-1875 yılları arasında da Fransızca çevirisini dört cilt halinde çıkardı. Bazil Nikitin, Akademi üyesi F. Charmo’un hemen hemen bütün hayatını bu çeviriye verdiğini yazar. 156 Rus araştırmacı Piyotır Lerch, Mukri Kürtleri üzerine araştırma yaparken 1855 yılındaki Osmanlı- Rus savaşı patlak vermişti. Bu savaşta esir düşen Osmanlı askerleri Rusya’ya götürülmüştü. Esir askerler arasında çok sayıda Kürt bulunduğunu öğrenen Akademi, Lerch’i bu askerler arasında araştırma yapmakla görevlendirdi. Kürt esirlerin hemen hepsi Serhat yöresindendi. ğran Kürtleri üzerindeki çalışmalar daha önce yayımlanmış olan Lerch’in, Kürt esirlerden derlediği Kürtçe metinler, 1856-58 yılları arasında S. Petersburg’da basıldı. Rusya Bilimler Akademisi’nin genç üyesi Aleksandır Jaba’nın 1850 yılında Rusya’nın Erzurum Konsolosu olarak atanması, adeta Kürdoloji araştırmalarının dönüm noktası oldu. Jaba İngilizce, Fransızca ve Farsça’nın yanı sıra Türkçe de biliyordu. Rus Akademisi Jaba’ya Kürtler üzerine araştırma yapma görevi verince o, hemen yöredeki Kürt ileri gelenleri ve aydınlarıyla ilişki kurarak, kısa zamanda Kürtçe öğrenip Kürt folklorunu (zargotın) araştırmaya girişti. çok sayıda halk hikayesi, darbımesel ve türkü derleyen Jaba, bir yandan da Kürt klasiklerini araştırdı. Tanıdık ve dostları vasıtasıyla eski Kürt yazarlarının elyazması eserlerini elde ederek, diğer metinlerle birlikte Rusya’ya gönderdi. A. Jaba’nın bu çalışmaları 1858-1860 yılları arasında S. Petersburg’da yayımlandı. Bu çalışmalardan en dikkate değer olanı, Klasik Kürt Yazarlarından Seçmeler adlı kitabıdır. Bunda, ilk sekiz büyük Kürt şairinin eserleri hakkında detaylı bilgiler verilmektedir. Jaba’nın “Sekiz Büyükleri” olarak da adlandırılanların ilki, 1010-1078 yılları arasında yaşamış olan Eli Heriri’dir. ikincisi, doğum tarihi tespit edilemeyen ve 1160-61 yıllarında vefat etmiş olan Melayi Cüzeyri; üçüncüsü, 1375-76 yıllarında doğmuş olan ve ölüm tarihi bilinmeyen Feqyi Teyran; dördüncüsü, 1417-1491 yılları arasında yaşamış olan Melayi Bati; beşincisi, doğum ve ölüm yılları belli olmayan, ama eserlerinin yazıldığı yıllar bilinen Ehmedi Xani’dir. örneğin ünlü eseri “Mem û Zin”in yazıldığı tarih 1695’tir. Altıncı şair, o da Xani gibi Bayazitli ve onun şagirti olan ve 1689-1748 yılları arasında yaşamış olan Mela ğsmaili Bayazidi’dir. Yedinci, 1689-1748 yılları arasında yaşamış olan ünlü Şerefname’nin yazarı Bitlisli Şerefhan; sekizinci de 1740 yılında doğan ve fakat ölüm tarihi bilinmeyen Bayazitli Murad Xan’dır. Rusların dışında, H. Makaş, Oskar Mann, Soanne, Justi, Prym (prim), A. Fon Lekok, Socin, P. Keppen, B. Dorn ve daha başka Avrupalı birçok doğubilimci de 19. yüzyıl boyunca Kürt kültürü üzerine önemli çalışmalar yaptı. Ama sonunda S. Petersburg bütün Kürdolojinin ana merkezi haline geldi ve Kürtler hakkında yazılmış olan belli başlı bütün eserler orada yayımlanmış oldu. Burada Jaba’nın “sekiz büyük”ünden üçüne kısaca değinmek istiyorum. Bunlar, Kürt kültürü ve toplumsal yaşamını derinden etkilemiş olan Feqyi Teyran, Ehmedi Xani ve Melayi Bati’dır. 157 Halk arasında, Sultan Süleyman gibi kuşlarla konuşup anlaştığına inanılan F. Teyran, hem çok güzel şiirler yazmış olan bir şair hem de ünlü bir dengbijdir (halk ozanı). Yine halk arasındaki inanışa göre o, yeryüzünde hareket eden karıncalardan akan suya, gökte parıldayan güneşten esen rüzgâra kadar hemen her şeyle konuşup türküler söyleyen ve onlara sözünü dinleten sevdalı bir ışıktır. Kürtler, 1920’lerde bizzat kendi kültürleri üzerine araştırma yapma olanağına kavuştular. Ekim Devrimi’nden sonra Rus ve Ermeni doğubilimcilerinin öncülüğünde başlayan bu araştırmalar, o zamana kadar Petersburg’da toplanmış olan zengin arşivden de yararlanılarak yürütüldü. Erivan ve Leningrad üniversitelerinin Kürdoloji bölümlerinden pek çok Kürt araştırmacı ve akademisyen yetişti. Daha sonra 1931’de Heciyi Cındi, Emini Evdal, Casimi Celil ve daha başka Kürt yazarlarının da yer aldığı “Kürt Kültürünü Araştırma Komisyonu” kuruldu. Bu komisyon 1936’da 600 sayfalık bir derleme yayımladı. Kürt sözlü edebiyatının (zargotın) türkü, destan, destansı türkü, masal, ağıt, lawıc, darbımesel ve bunlar gibi pek çok değişik türlerini ihtiva eden bu derleme, daha sonraki çalışmalar için çok değerli bir temel oluşturdu. O arada Prof. Asatur Haçaturyan ve Kano Zahayan gibi kompozitörlerin önderliğinde pek çok müzisyen bir araya getirilip yüzlerce Kürtçe türkü notalandırılarak, piyano, mey, klarnet, akordeon ve diğer modern enstrümanlar Kürt müziğine adapte edildi. 1955’ten itibaren Kürtçe yayınını başlatan Erivan Radyosu, Ahmi çolo, Werda Şemo, Hami Memed, Etari Şiro, Soska Sımo, Şeroyi Bıro, Mecidi Hemid, Eslika Kadir, Efoyi Eset, Karapeti Xaço, Arami Tikran, Zadina Şekır ve daha pek çok ses sanatçısının güzel türkülerini geniş Kürt kitlelerine ulaştırarak, Kürt kültüne değerli hizmetlerde bulunmuş oldu. Yine o süreçte Sovyet Kürtleri arasından çok değerli yazar, araştırmacı, müzisyen, dilbilimci, şair ve akademisyen de yetişti. Sovyetlerdeki çalışmaların da gösterdiği gibi, sözlü edebiyat (zargotın) bütün kültürel aktivitelerin temelini oluşturmaktadır. Bu husus, özellikle Kürtler için yaşamsal bir öneme sahiptir. Kürtler, hem emsalsiz bir sözlü edebiyat hazinesine sahiptir, hem de tarih boyunca bütün yaptıklarını, yaşadıklarını sözlü edebiyat kanalıyla kuşaktan kuşağa geçirip ulusal bir arşiv oluşturmuşlardır. Sözlü edebiyat bize, yalnız geçmişte yaşanmış olan olayları değil, aynı zamanda Kürtlerin geçmişteki yaşam biçimlerini ve mantalitesini de yansıtmaktadır. Kürtler üzerine araştırma yapmış olan bütün batılı yazarlar, Kürt sözlü edebiyatının zenginliği konusunda fikir birliği içindedirler. Rus araştırmacı Vilçevski, “Kürt edebiyatına eğilen araştırmacıya en çarpıcı gelen şey, aşırı folklor zenginliğidir” diyor. 158 Yine geçen yüzyılda Kürtler üzerine araştırma yapan çok sayıdaki doğubilimcinin dikkatini çeken husus, Kürtçe türkülerin (stran) güçlü ve etkili lirik özelliğinin Ermenilerle Türkleri derinden etkilemiş olduğu gerçeğidir. B. Nikitin, “Bu nedenle Ermeniler Kürt türkülerini benimseyip olduğu gibi söylemekte, Türkler de Kürtçe türküleri çevirip aynı ezgi ve içerikle icra etmektedirler” diyor. Kürt sözlü edebiyatı (zargotın) bilinmeden ne modern roman yazılabilir, ne doğru dürüst Kürtçe müzik yapılabilir, ne de Kürtler adına doğru bir siyaset yürütülebilir. Bu nedenle Kürt edebiyatında, Ehmedi Xani, Feqyi Teyran, Xaris Bıdlisi, Ereb Şemo ve daha başka pek çok değerli eserler yaratmış olan yazarların hemen hepsi, eserlerinin konusunu sözlü edebiyattan almışlardır. örneğin Celadet Bedirxan’ın yazdığı Kürtçe Gramer kitabının en önemli Kürt dili çalışmalarından biri olarak kabul görmesinin nedeni, onun çok sayıda dengbij (türkücü) ve dastanbiji (destancı) dinleyerek, onlardan yararlanarak eserini hazırlamasıdır. Son yıllarda Kürt kültüründen ve klasik Kürt müziğinden (stranlardan) habersiz kimselerin yaptığı sözde modern müzik, tek kelimeyle Kürt müziğini dejenere edip gülünç bir hale getirmektedir. Bunlara “Kürdibes” diyeceğim, ama o da değil, daha kötüsü. iki yıl önce, bir gerillanın ölümü için yakılmış bir ağıtın (Megri-megri, dâye megri) bir halay (govend) türküsü şeklinde söylenip halay çekildiğini gördüğümde gerçekten şoke oldum. Bilindiği gibi Kürt türküsü kabaca iki biçimde söylenir: “Kılamin edeti” (klasik türkü) ve “Kılamin govendi” (halay türküsü). Klasik türküler, aşk, sevgi, kahramanlık, hüzün, acı, vs. temaları işlerler. Buna karşılık govend (halay) türküleri, yalnızca aşk, sevgi, neşe ve sevinç temalarını işler. Onun için neşelenen, sevgiden aşka gelen ve coşan insanlar neşeli türküler söyleyip oynayabilir, halay çekebilir. Normal insanlar acıklı bir olayın ağıtıyla oynayıp halay çekemez. Aksine bu, ancak Şopin’in cenaze marşını çaldırıp raks etmeye benzer. Bu yazıyı bitirirken Suriye’deki çalışmalara da kısaca değinmekte yarar var. Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşlerle Cigerhun, Osman Sebri, Kadri Can, Nuredin Zaza ve daha başka aydınlar, 1930-1944 yılları arasında çıkardıkları “Hewar”, “Ronahi” ve “Roja Nû” dergilerinde, Kürt dili ve edebiyatıyla ilgili değişik konuları işleyerek değerli hizmetler verdiler. Bu çalışmalar içinde Celadet Bedirxan’ın Kürtçe Gramer eseri özel bir yere sahiptir. Cigerhun’un şiirleri de bütün Kürt kesimlerinde geniş yankılar uyandırdı (9). 159 Sözlü ve Yazılı Kürt Edebiyatı Başlangıcından I. Dünya Savaşı’na Kadar Yazılı Aydın Edebiyatı Sözlü edebiyatın bolluğu ve zenginliği, yazılı edebiyatı gözden kaçırmamıza sebep olmamalı. Yazılı edebiyat, ilk kez Erzurum’da Rus konsolosu olarak vazife yapan Polonyalı A. Jaba tarafından günışığına çıkarılmıştır. O zamandan beri araştırmalar devam etmiş, bilgimiz genişlemiştir. Bu konuda Moskova’da yazılmış bir eser hakkında henüz bilgi sahibi oldum; fakat ondan önce basılmış olan en kapsamlı kitap, Bağdat’da 1933 senesinde Kürtçe olarak basılan olan Aladdin Secadi’nin Kürt Edebiyatı Tarihi dir. Bu kitap 634 sayfalık geniş bir eserdir. Yazar, edebiyatı ve üslupların gelişimini safha safha incelemektedir. Ardından, 24 şairi geniş bir şekilde tanıtır ve Irak ile İran’ın tüm yaşamayan 212 şairin eserlerinden örnekler verir. Nesir yazarlarına yer verilmemiş, bu konu daha sonraki bir cilde bırakılmıştır. Burada tüm örnekleri nakletmek gibi bir işe girişmek mümkün değil. Ancak, okurların tüm edebiyatçılar yelpazesinde din adamlarının geniş bir yer tutuğunu öğrenmekle hayrete düşmeyeceğinden eminiz. Bu tabiidir ve kadim zamanlardan beri ve her yerde “ulema” arasında öğrenim ve şiirin elele gittiği bilinen bir gerçektir. Bu uzun listede şairlerin dini mensubiyetleri her zaman belirtilmemiş olmakla beraber, 50 molla, 31 şeyh, 5 mevlana ve 4 feqinin isimleri dikkat çeker. Bunların arasında 9 han, 3 emir, 11 bey ve kadın ismi de vardır. Kürt edebiyatının kökenleri belirsizdir ve kesinliğe kavuşmamıştır. Bazı şairlerin yaşıdıkları dönem konusunda da tarihçiler her zaman aynı fikirde değildirler. Genel olarak, Kürt yazarlar, eserlere dair çok eski tarihler vermekle birlikte, bu kronoloji daima kanıtlanamaz. Bazı şiirler hakkındaki tarihlerde de aynı sorun karşımıza çıkmaktadır. Örneğin; Bay Socin’e göre Dımdım Destanı’nın şairi Mele Ehmedi Batê’dir (1417-1495). Oysa destana ilham olan olayın tarihi 1608 olduğuna göre, bu mümkün değildir. Benzer şekilde, 1481’de ölmüş olan üstadı Melayê Cızıri için bir mersiye yazmış olduğuna göre, Feqiyê Teyran’ın (1307-1375) yazmış olması mümkün değildir. Aynı şekilde Kürt Ronsardi Eli Vermuki’nin 11. asırda yaşamış olduğunu kabul etmek hayli zordur. Bu, pek çok tarihçi için meçhuldur ve ondan bahsedenler birbirlerini tekrar eder. Şairin kullandığı kelimeler ve üslubu üzerinde ciddi bir çalışma yapılacak olursa, mesele çözülebilir. Ancak, özgün metinler, Berlin bombardımanı sırasında kaybolmuştur. Bazı Kürt editörleri, eski edebiyatçıların metinlerini, modern okuyucu için daha anlaşılabilir kılmak maksadıyla hiç çekinmeden asrileştirebilmektedir. Ama bu başarıları, eleştirel incelemelere mani olmaktadır. Hemedan’lı Baba Tahir’in dört tasavvufi rubaisi karışık ve arkaik bir lisanla yazılmış olmakla beraber, Kürtler, bunları kendi edebiyatının bir örneği olarak kabul etmektedirler. Bu Gestes Şarkıları’nın, Fransız edebiyatına mal olmasına benzer. Fakat bunlardan yararlanmak için okunması bile gerçek bir öğrenimi gerektirmektedir. Kesin olan şu ki, Şeyh Ahmet Tekhti (1640 dolayları) ve Şeyh Mustafa Besarani (1641-1702) gibi bazı Gorani şairleri onu takip etmişlerdir. 160 Müphem kalan hususlar bir yana, Kürt edebiyatının klasik çağı 15. asırda başlar; bu dönemde mükemmel şairlerden oluşan bir galaksi ile karşılaşırız. Hepsinin üstünde ve hepsini geride bırakan isim, daha çok Cizreli Molla olarak bilinen Şeyh Ahmet Nişani’dir (1407-1481). Tasavvufi divan’ı, konuya yabancı olanlarca anlaşılması zor bir eserdir. İran tasavvuf geleneğine ait temaları işler. Sık sık yeniden yayınlanan Mevlûd’uyla ünlü Mela Ehmedê Batê, Eli Heriri (1426-1495), Mukuslu Mir Muhammed veya “Sinna Şeyhi’nin Tarihi” ve “Kara Süvari Tarihi” ile meşhur Feqiyê Teyran da onu ve ekolünü takib etmişlerdir. Bir asırdan fala süren bir duraklamadan sonra, Kürt edebiyatının simalarında yeni bir yıldız doğmuştur: Hakkari kökenli Ehmedê Xani (1650-1706). Pekala Kürt milli tarihi olarak vasıflandırılabilecek Mem û Zin’in yazarıdır. Memê Alan destanının işlendiği bu eserde, destan klasik edebi kurallara ve İslami geleneğe uyarlanmıştır. Öğrencisi Beyazidli İsmail (1654-1709), pekçok gazelin yanısıra Gülzer adlı Kürtçe-Arapça-Farsça manzum bir lugat hazırlamıştır. Siyapuş, aynı dönemde yaşamış diğer bir şairin mahlasıdır. 17. asır pek parlak olmamakla beraber, Çölemerikli Şerif Han (1688-1748), Beyazidli Murad (1736-1778) ve Kürt dilinde bir benzeri daha olmayan tıbbi bir risale yazmış olan Erivaslı Molla zikredilebilir. Aynı dönemde, Hana-ê Abadi (17001750) ve Selevatname adlı eser ve lirik şair Mahzuni (1783) ile başlayan, Gorani dilinde dini nazım geleneği hızla yayıldı. 19. asırdan I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde çok sayıda şair yetişti. Bu dönemde iki akım tespit edilebilir. İlki: Dini ve tasavvufi gelenek, pekçok tekrar ve taklidiyle tasavvuf öğretilerini, Divanların beyitleriyle yaymaya çalışan şeyh ve mollaların yazılarında sürmekteydi. Bu akım, klasik İran şairlerinden çok açık bir şekilde etkilenmiştir. Nakşibendi Tarikatı’nı Kürdistan’da yayan Mevlana Halid (1777-1821), dini eserleri 20 cildi bulan Şeyh Maruf Nuri (1755-1837), Siirtli Molla Halil (1830’a doğru), Molla Yahya Mizuri, dava vekili Revanduzlu Mir Kor (1826-1889), Nureddin Bifirki (ölümü 1846) ve Xani’yi taklid ederek, Peygamber ve Kürdistan’ı metheden eserler veren Evdereham Aktepi özellikle zikredilmelidir. Süleymaniye şeyhleri de anılmalı. Bunlar; bu dünyanın azaplarına ağlayan Selim (1845-1909), Herik veya Molla Salih’i (1851-1904) taklid ederek sofi teorilerini savunan eserler veren Nakşibendi Mehri’dir (1830-1904). İran’da ise şairler daha verimlidir, örneğin; Sefi Vako (1808-1881) 20.000 beyit yazmıştır; Fatih Jibaru (18061876), Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler yazmıştır. Mevlevi olarak anılan, Molla Rehim Tevagozi (1806-1852) bir yenilikçidir, pekçok yeni fikrin babasıdır ve kafiyeleri farklı olan kıtalar yazmıştır. Nihayet, Ehli-hak mutasavvıfların defter ve kaleminden de sözedilebilir: 1852’de ölen Timur Kuli ve mirasçısı olan ve 1875’lere doğru yaşanmış olan Teyfur ve Derviş Newruz. Leyla ve Mecnun üzerine Kürtçe bir destanı Molla Velev Han’a (1876-1885 civarında) ve karısının ölümü üzerine yazdığı hareketli bir mersiyeyi Ahmed Bey Komasi’ye (1795-1876) borçluyuz. 161 İkinci bir cereyan ise, 19. asırda ortaya çıkmıştır. Lirizm hızla yayılmış ve vatanseverlik nihayet ve sürekli olarak şiirde yerini almıştır. Kısaca, Hakkarili Şah Pirto (1810), aynı dönemde yaşayan ve “Aşk ve Dostluk Kasidesi” ile meşhur Muhammed Ağa Caf; Kurdi (Mustafa Sahibkıran, 1809-1849); Salim (Abdurrahman Sahibkıran 1800-1866), pekçok türde usta olan Mufti Zehavi (1792-1890), Vefayi (Mirza Rahim 1836-1912) ve maharetli Edeb (Evdellah Bey Mizbah 1859-1912), hem lirik hem de tasavvufi ve vatanseverlik şiirleriyle ün kazanmışlardır. Şehrizor’lu Nadi (Mela Hizer 1797-1855), anavatanı Kürdistan’ı övmüş; uzlaşmaz Hacı Kadir Koyi (1815-1892) ise, bilimsel ilerlemenin verdiği ilhamla, molla ve şeyhlerin zihni uyuşukluğuna veryansın etmiş, şeyhlerin modern yaşama uyum sağlayamayacağını iddia etmiştir. Din adamlarını bencillik ve fikir hürriyetine mani olacak şekilde zihni tembellikle suçlamıştır. Şiirleri hala gençleri heyecanlandırmakta, ayağa kaldırmakla, materyalist felsefesine rağmen (veya bu sebeple), bugünkü şairleri bile etkilemektedir. Şeyh Rıza Talabani’den (1835-1910) ayrıca sözetmeli; Talabani, tuhaf bir şahsiyet, tuhaf olmakla beraber, bir agnostiktir. Yalnızca Kürtçe değil, Farsça ve Türkçede irticalen şiir söyleme kaabiliyetine sahipti. Kısa hicivlerin kendine has bir tadı ve cazibesi vardır. Genellikle derin bilgisini sergiler, bazen öğreticidir; fakat zaman zaman kabalığa ve alaycılığa kayar. Ancak, hala Iraklı Kürt şairlerinin en iyi bilinenlerindendir. Yeni Dönem: 1920’den Günümüze Osmanlı İmparatorluğu’nun çözülmesinden sonra, yeni devletlerin kurulmasıyla Orta Doğu’ya hayli değişiklik getirmiş olan I. Dünya Savaşı, Kürt edebiyatını da etkiledi. Önceleri İstanbul, Kürt münevverlerinin biraraya geldiği ve eserlerini neşrettikleri bir merkezdi. Bugün ise, Kürt edebiyatının odak noktası Irak’a ve özellikle başkent Bağdat’a kaymıştır. Ancak tek merkez burası değildir. Lakin Kürt edebiyatına ivme verebilecek olanlar, sadece Kürt dergilerini yayınlayanların çabalarıdır; eski şairlerin eserleri ve yeni yazarların ürünleri, bu dergilerde sergilenmektedir. Düşmanlıkların sona ermesi ile birlikte, Kürt yayıncılığı ve dergiciliği, Irak’ta, başta merkezleri olan Bağdat, Kürt miliyetçiliğinin ocağı Süleymaniye, Revanduz ve Erbil olmak üzere, serbestçe gelişmeye başladı. Çoğu kısa süreli olduğundan hepsini sıralamak gereksiz. Fakat, edebi ve sosyal değerlerini gözönünde tutarak bazıların kısaca tanıtalım. Süleymaniye’de çıkan Jin adlı haftalık dergi, 1924’den beri aksamadan yayınlanmıştır; 1939-1949 arasında Bağdat’da Gelawej; 1954’ten beri Erbil’de Hetaw yayınlanmıştır. Sovyet Ermenistan’ında, 1929’dan beri Erivan’da Rêya Teze; İran’da 1959-1963 arasında Kurdistan yayınlanmıştır. Bedirhan kardeşler Şam’da 1932-1935 ve 1941-1943 yıllarında Hawar’ı (57 sayı), 1942-1945’de Ronahi’yi (28 sayı); Beyrut’da 1943-1946’da Roja Nû’yu (73 sayı) yayınladılar. Kürt Demokrat Partisi, 1958’den beri Xebat’ı yayınlıyor. Bugün, Kürt edebiyatı sadece Sovyetler Birliği ve Irak’ta kazasız, belasız yaşayabilmektedir. Şimdi bu dönemi inceleyebiliriz. 162 Nesir Nesir, uzun zamandır hayli fakir bir alandı; ancak I. Dünya Savaşı’ndan beri yabancı edebiyatla ilişki sayesinde gelişebildi. Bu gelişme, Kürtçeye yapılan tercümelerden kaynaklanmıştır. Tercüme gayreti, kelime haznesinin yenilenmesini, çağdaşlaşmasını ve zenginleşmesini sağladı. Kürt okuyucular bu yolda, Kürdistan’a yabancıların yaptığı seyahatlerle ilgili değerlendirmeleri okuma fırsatı buldular. Özellikle Rich, Milingen, Hobbard, Lord Curzon, Freya Jtark ve benzerlerinin gözlemlerini okudular. Özellikle tıbbi alanda bilimsel makaleler ve dünya edebiyatından örnekler tercüme edildi. Sovyetler Birliği’nde Rusça ve Ermeniceden yapılan tercümeler, Marks, Lenin ve Stalin sözkonusu olduğunda bile, sadece nisbeten önemli alıntılarla sınırlıdır. Burada, Puşkin, Lermontov, Tolstoy, Gorki, Taumaninan ve diğer Rus, Sovyet yazarlarından pek az sayfa tercüme edilmiştir. Lübnan’da Victor Hugo, Daudet ve Lamennais’den pek az pasaj tercüme edilmiştir. Irak’ta ise Arapça ve İngilizceden bazı metinler tercüme edilmiştir; ancak burada, mütercimler daha cesur, daha ehliyetlidirler ve kısa pasajlarla tatmin olmazlar. Gerçekten de, Shakespeare’nin “Fırtına”, Voltaire’in “Zadig”, Gorki’nin “Palto” ve Corcis Zeydan’ın “Selahaddin’in Hayatı” gibi eserleri tamamen tercüme etmekten kaçınmamışlardır. Bu kuşkusuz daha ilginç ve daha öğretici olmaktadır. Kürtlerin kendilerini daima rahat hissettikleri bir alan ise tarihtir. Cizreli ibn Athir (1160-1234), Erbilli ibn Xalikan (1209-1282) ve Selahaddin ailesinden Abdul Fida (1273-1331) gibi Kürt tarihçilerinin, umumi tarih sahasındaki eserlerini Arapça olarak kaleme aldıkları doğrudur. Diğer taraftan Şerefhan Bidlisi ise, Şerefname (Kürtlerin Tarihi 1596) adlı eserini Farsça kaleme almıştır. Bu temel kitap, yakın zamanlara kadar Arapçaya çevrilmemişti. İlk kez M. J. B. Rojbeyani tarafından yapılan tercüme 1953’te Bağdat’ta ve M. Eli Evni (1892-1961) tarafından yapılan diğer bir tercüme ise 1958-1960’da Kahire’de basıldı. Evni, Arapça’ya başka Kürtçe tarih kitaplarını da tercüme etti. Bu tarih yazıcılığı mirası, Kürtler tarafından ihmal edilmemiştir. Yaptıkları önemli çalışmalarla Kürt ve Kürdistan tarihine hayli ışık tutmuş üç Iraklı Kürt yazarının ismini zikretmek yeterlidir. Hüseyin Hüsni Mukriyani (1886-1947), M. Emin Zeki (1880-1948) ve Refik Hilmi (1961). R. Hilmi, Şeyh Mahmut isyanları üzerine bir çalışma yapmıştır. Dr. Nuri Dersimi ve Albay A. Yamulki ise, Dersim tarihi ve Kürt isyanları üzerine Türkçe eserler vermişlerdir (1957). M. Brifkani (1953), M Ciyawok (1954) ve Hasan Mustafa (1963) ise Barzani hareketleri üzerine Arapça eserler vermişlerdir. İran’da ise Kürt yazarlar Raşid Yasimi (1940), İhsan Nuri (1955) ve Muhammed Marduhi Kürdistani tarih çalışmalarını Farsça kaleme almışlardır. Bu kitaplar yakın dönemde, ilk ikisi Dr. A. Müftizade tarafından Kürtçe’ye ve üçüncüsü M. Fida tarafından kısmen Arapça’ya tercüme edilmiştir (1958). Tezat bir şekilde, Ermenistan’da yaşayan N. Mahmudov, Kürt halkı üzerine yazdığı Kürtçe kitabını 1959’da, Erivan’da yayınlamıştır. Kürt yazar, Muhammed Mukri’nin Ehli Hak üzerine Fransızca kaleme aldığı dini ve sosyolojik çalışmalar da zikredilebilir. 163 Pek az Kürt, Kürdistan’ın içlerine yolculuk yapmış, gezi ve gözlemlerini kaleme almıştır. Elimizde, Ali Seydo’nun 1939’da Arapça ve E. Sacadi’nin 1956’da Kürtçe olarak kaleme aldığı gezi notları bulunuyor. Goran’ın Hevraman’a yaptığı seyahatın notları, Kürtçe ve manzumdur (1933). Sovyet Ermenistan’ında iki yazar, propaganda unsurlarıyla dolu olmasına rağmen canlılık ve renklilikten mahrum olmayan, hayat hikayelerinı yayınlamış bulunuyorlar. Kürt Çoban’ın (1935) yazarı Ereb Şemo, 1958’de Berbang (Şafak) başlığını taşıyan bir kitap yazdı. Aynı yazar, yalnızca başlangıcını Sovyetler’de yazdığı Mutlu Hayat adlı eserini ise 1959’da yayınladı. 1947’de ölen Vezir Nadir ise, Sefaletle Öğrendik adlı aynı türde bir eser verdi. E. Avdal’ın “Transkafkasya Kürtleri’nin Tarzları ve Adetleri” ise maalesef Ermenice kaleme alınmıştır. Edebiyat eleştirisi, edebiyat tarihi ile yakın ilişki içindedir. Genellikle makale ve notlar üzerine ürün verilmekteyse de, bu, Celadet Bedirhan (1893-1951), Yunus Rauf (1917-1943) ve Cemil Bendi Rojbeyani gibi, özellikle Zengene, Kelhur ve komşu aşiretlerin yazar ve şairlerine eğilmiş otoritelerin dahice eserleri için söylenemez. M. Haznedar, çeşitli şiir antolojilerine önsöz yazarak katkıda bulunmuş ve Kürt şiiri üzerine bir inceleme yayınlamıştır. Sovyet Ermenistan’ında iki genç münekkid dikkat çekmektedir; Emerik Serdar ve Ordihan. Fakat bu sahanın yıldızı, Iraklı Kürt Alaaddin Secdi’dir; Kürt Edebiyatı Tarihi (1952) adlı eseri, akademik ve kültürel bir abidedir. Kuşkusuz bu eser hata ve noksanlıklar içermektedir. Ancak bir bilgi hazinesi olduğu da kesindir. Ele aldığı yazar üzerine şiirsel bir nesirle yazdığı bir medhiye ile başlamakta, kısaca hayatını anlatırken, kronolojiye ve zaman-mekan ayrıntılarına özel bir dikkat sarfetmektedir. Ardından, özellikle hala yayınlanmamış olan eserlerinden geniş alıntılar yapmakta, daha sonra yorum yapmaktadır. Eğer eser, Irak’ta kullanılmayan bir lehçeyle, mesela, Goranice yazılmışsa, tam bir tercüme yapar. Gerektiğinde sunulan eserin baskılarını da verir. Nesir olarak yazılmış edebiyat harikalarına geçebiliriz. Masallar ve kısa hikayeler. Bunlar çok sayıdadır ve çoğunluğu, gençlerin maharetlerini sergilediği dergilerde yayınlanmıştır. Kısa hikaye ve masal konularında harikalar yaratan Kürtler’in kökeninden, tamamen tabii bir şekilde akmaktadır. Bu sahada sivrilmiş yazarların bir listesini vermek niyetinde değiliz; kaldı ki, pekçok ismi de biliyoruz. Ancak, Irak’lı Kürtler arasında M. M. Emin, M. J. Wurdi, K. G. Baban ve aynı zamanda çok iyi bir mütercim olan J. A. Nebez anılmalıdır. Ortadoğu’da yayınlanan Kürtçe dergilere geçmişte katkıda bulunmuş yazarlar hakkında daha fazla bilgiye sahibiz; ahlaki dersler veya güzel hayvan masallarının yazarı M. E. Boti, okuyucuların zihninde yeni fikirler açan Kadri Can; Lausanne’da Momier’min şahsiyetçiliği üzerine bir doktora tezi yazmış olan ve hikayelerinde daima vatansever bir koku yeralan Dr. Nureddin Yusuf Zaza. Osman Sabri’den ayrıca sözetmek gerekir. Daha ziyade maceralı ilişkilerden ve yurttaşlarının adetlerini naklederken 164 haz duyan Sabri, Selahaddin ve Napolyon üzerine tarihi makaleler yazmıştır. Av hikayeleri, kendine has bir renk taşır. Basit ve dolaysız tarzı, geniş hayat gücüyle gözümüzün önüne yaşam dolu sahneler getirir. Kendisini günümüzün en büyük nesir yazarı olarak selamlıyoruz. Daha sonra bir yazar olarak değineceğimiz Cigerxwin, 1946’da, Cim ve Gülperi adında genç bir çiftin sıradan maceralarını anlattığı uzun bir hikaye yayınladı; kendisi bunu roman olarak değerlendirmede hatalıdır. Sovyet Ermenistan’ının pek nesirci yetiştirmemiş olması üzücüdür. Ancak, Yeni Bir Sabah (1947) ve Kürt Halk Hikayeleri (1959) yazarı H. Cındi ve Damê Xatê (1959) ile Uyanış (1960) yazarı Evderehman zikredilebilir. Gerçekten de çok üretken bir yazar olan ve edebiyat tahlilleri, masallar, felsefe, fikir ve tarihin harmanlandığı kısa hikayeler içeren, üç ciltlik Makale ve Yazılar’ın (1957-1958) yazarı E Secadi’nin “İnci Dizisi”, kendi türünde eşsiz bir eserdir. Tüm bunlar bir gerçeği ortaya koymaktadır; bazı önemsiz denemelere karşın, Kürt edebiyatında roman yoktur. Aynı şekilde, tiyatro eserlerinin de mevcud olmadığı söylenebilir. Bazı hamilerin yardımıyla bazı girişimler yapılmışsa da, bu fazlailerlemedi. Oysa, roman ve dram için konu yokluğu sözkonusu değildir. Kürt halkının tarihi, efsane ve destanları, feodal imtiyazlar ve başlık parası gibi eski adetler ve hatta modern psikolojik ve toplumsal durumların yarattığı duygusal, bilinçsel ve ahlaki çatışmalar pekala malzeme olabilir. Lakin, bu hakiki veya efsanevi olguların, sanatsal hayal gücüne dayalı yaratıcılık sahasında işlenmesi ve rasyonel olarak bu sahaya uyarlanması, bir kaç kıta yaratmak için gerekli olandan daha fazla çabaya ihtiyaç duymaktadır. Bugüne kadar eksikliği çekilen de budur. Fakat aynı husus, Araplarda dram sanatı için de söylenebilir. Nazım Kürt edebiyatında nesir yazarlarının artış göstermesi nedeniyle, şiirin kaybolmakta olduğu sanılmasın. Bu gerçekten hayli uzaktır. Şeyhler, tasavvufi şiirsel kaygı ve tasarımlara yönelerek dengeyi tekrar tesis etmişlerdir. Özellikle Irak’ta, büyük bir kısmı elyazmaları halinde bir köşede kalmış bulunan 19. asır şiiri 1920-1939 senelerinde yayınlandı. Mehvi’nin şiirleri 1922’de, Nali, Kurdi ve Hacı Kadir Koyi’nin 1931’de, Salim’in 1933’de, Talabani’ın 1935’de, Edeb’in, 1936 ve 1938’de Herik ve Mevlevi’nin 1938 ve 1940’da yayınlandı. Kürt şairlerinin hayli açıklayıcı müstear isimler kullanmakta oldukları dikkat çekicidir. Aynı dönemde, Emin Fevzi (1920), Eli Hemal Bakir (1938), Mela Ebdılkerim (1938) ve Refik Hilmi (1941-1956) sayesinde, eski şairlerin antolojileri de günışığına çıktı. Fakat herşey gibi Kürt şiiri de değişmektedir. M. A. Haznedar, 1962’de kafiye ve vezin üzerinde özellikle durduğu ve münevver Arap ve Fars şiirinin karışık kurallarını izleyen kadim veya klasik şiirle, ölçü ve biçim açısından daha serbest olan modern şiiri mukayese ettiği harika bir inceleme yayınladı. Genç kuşak, yeni tarzı yeğlemektedir. 165 Tamamen tasavvufi eserlere gittikçe daha nadiren rastlasak da, bunlar bütünüyle kaybolmamışlardır; Kake Heme Nari (1874-1944), hala Allah aşkı ve yalnızlık üzerine şarkılar söylemektedir. Dahası Iraklı, Suriye veya Sovyet ülkelerinin vatandaşı olsun, hiçbir şair tek telden çalmaz; havaya girdiklerinde, bazen lirik, bazen adanmış, bazen vatansever şairler olarak karşımıza çıkarlar. Bu nedenle, bunları kategorik olarak sınıflandırmak bir hayli zordur. Öğretmenlerden henüz sözettik. Pekçoğu hemen her zaman fabl türünde didaktik eserler vermişlerdir. Osman Sabri’nin (kendisi öğretmen değildir) Suriye’de yaptığı ve genç Sovyet yazarlarının yapmakta olduğu budur. Yazarken zihinleri öğrenciyle meşguldür ve eserlerinde ahlaki dersleri veren tınıları algılamamak mümkün değildir. Bu her zaman büyük şiir değildir; ancak, genellikle basitlikten ve canlılıktan kaynaklanan bir kalite sergiler. Gerçek şairler, lirik eserler verir; aşk, aile, tabiat ve harikalarını, çalışma ve gündelik hayatın şarkılarını söylerler. Irak›ta şair-i azam, Kürt toprağının güzelliklerine ve tarihine duyduğu aşkı, genç kalplere aktarmayı bilmiş olan Piremerd (ihtiyar) Hacı Tevfik’tir (1867-1950). Ziver olarak tanınan Evdellah Muhammed (1875-1748) de, gençlerle ilgilenmektedir; tabiatı ve memleketinin cazibelerini şiirleştirdiğinde derin hisleri ayağa kalkar ve okurun hislerini de ayağa kaldırır. 1900›de doğmuş olan Kani veya Muhammed Şeyh Evdal Kadir, yurdun çeşitli mest edici sahnelerini, bir kısa cüzler dizisi aracılığıyla tasvir etmektedir; bu cüzlerin isimleri de gönlü ve ruhu okşayan ıtırlar gibidir: Mervan’ın Gülbahçesi (1951), Germiyan Ovası (1955). Bêkes, Faik Evdelah’tan (1905-1948) hayli farklı bir şahsiyettir. Bêkes, Verlaine gibi sadece şiir için yaşamış, fizik ve moral bedbahtlığına rağmen genç kuşakları adalet, iyilik ve vatan için mücadeleye sevketme uğraşını asla bırakmamış, çok eza görmüş, talihsiz bir hayat sürmüştür. Şahkir Fatar, 1924’de Kufri›de doğmuş olan Neriman (Mustafa Seyid Ahmed) ve 1926›da Kameran’da doğmuş olan Resul Bizar Gerdi gibi genç şairler, saleflerinin izinden gitmektedirler. Sovyet Ermenistan›ında ise, eski efsaneleri derlemeye ve daha kişisel eserleri derlemeye girşmeden önce, akademisyenler için yazmaya yönelmiş, kıymetli bir grup mevcuttur. 1906 doğumlu H. Cındi ve 1910 doğumlu Eminê Evdal’ın kendileri de öğretmendir ve şiirlerinde akademik bir tad sezilir. Mikail Raşid, daha genç görünmektedir ve Kalbim (1960) adlı hayli ustalıklı bir şiir örneği vermiştir. Gerçekten de, mısralarında çeşitli teknikleri sergilemekte ve sekizlik kıtalarından sıcak duygular taşmaktadır. Fakat, bütün olarak bakıldığında, şiiri ideolojik ve komünist idealizmini yansıtmaya yöneliktir. Yine de, 1908 doğumlu Casımê Celil gibi, o da parlak bir şairdir. Celil, yıllık Sovyet Kürt yazarları antolojilerinin resmi editörüdür. Doğal olarak, kendi eserleri de bu antolojide yeralmaktadır. Kendi şiirlerini topladığı eserleri de vardır; Alagöz, (1954) ve Günlerim (1960). Farklı baskıları karşılaştırmak ilginç olacaktır, zira, her biri geniş bir şekilde yeniden işlenmiştir. Sanatsal bilincinin bir işareti olarak, eserlerini neredeyse yirmi defa 166 yeniden dokumuştur. Bu iki cilt, şiirsel ve ustalık bakımından daima mükemmel olmasa da, sıradanlıktan ustaca kaçış denemesini sergilemektedir. Bir sevgilinin, şu meydan okumasında da bu görülmektedir: Ben vahşi bir gül goncası; Parlaklığını verir bana güneş, Parlaklığını yağdırır çiy damlaları. Dokunmazsan bana, Çiçeklenemem ya; Dokunmazsan bana, Mahrum kalırsın kokumdan. Ben bir yaban gülü, dağların gülü... Senden uzaklardasın sen. Çiçekler sevda okşayışlarında. Aşkla yumuşasın, köklerimi saran toprak Dokunmazsan bana, Çiçeklenemem ya; Dokunmazsan bana, Mahrum kalırsın kokumdan. Ben bir yaban gülü, dağların gülü... Senden uzaklardasın sen. Ey hassas bahçevan, gülden anlayan... Gel kopar beni, aşır beni dağlardan. Dokunmazsan bana, Çiçeklenemem ya; Dokunmazsan bana, Mahrum kalırsın kokumdan. Cesursan, aparırsın beni uzaklara; Hoş edersin gönlümü, Bir taze gelin gibi. Dokunmazsan bana, Çiçeklenemem ya; Dokunmazsan bana, Mahrum kalırsın kokumdan. 167 Emir Kamuran Bedirhan da, dilbilimsel ve siyasi faaliyetleri dışında, güzel şiirler yazmıştır. Çok sayıda derleme yayınlamıştır. Okul çocukları için Çocuklarımın Kalbi (1932), Fransızca ve Almancaya tercüme edilen Işık ve Kar (1935) ile mizahi Hayyam Rubaileri (1938). Aşk temasını işleyen bu lirik mısralar, büyük bir duygu inceliği, kendine has bir hayal gücü ve etkileyici bir ifade usülü sergilemektedir. Temelde lirik olan bu şiirlerin yanısıra, toplumsal içerikli, “adanmış” eserlerle de karşılaşmak şaşırtıcı olmamalı. Çünkü, şairler daima yeniden doğuşu vaazdeden, geçmişteki istismarı eleştiren ve gelecekteki mutluluk ihtimallerini sezen peygamberler olagelmişlerdir. Sovyet şairlerinde sıklıkla tekrarlanan temalar, önce kadının özgürleşmesi, feodal sömürüye son verilmesi, dini ibadet ve inançların kökünden sökülüp atılması gerektiğini hatırlatmaktadır. Yazarın bu temaları vurgulamadığı bir derleme bulmak mükün değildir. Etar Şero, dörtlüklerinin hemen hemen tamamında, Kürtlerin eski devirlerdeki halini işlemektedir; cehalet, sefalet, baskı ve tekrar tekrar kaldırılması gereken bir kölelik kalıntısı olarak gördüğü başlık parası ödeme adetine döner. Bu, diğer şairlerin de sıklıkla işlediği bir nakarattır adeta. Öyle ki, bu adetin kökünün kazınmasının hayli zor olduğu anlaşılır. Usıv Seko, “Sihid” adlı şiirinde, zenginlerin ve tacirlerin zorbalığı karşısında, fakirin daima kurban olduğu toplumsal çöküş halini tasvir etmektedir. H. Cındi ise, feodalizmin sınır tanımaz adaletsizliğine karşı, sınıf mücadelesini desteklemektedir; mazlumların safında heyecanlı bir tepki oluşturmayı da başarmaktadır. Uzun şiiri “Gülizar”ın konusu budur. Sonuçta aşk, feodal istismar, aşiretsel kan davası, kaba başlık karşısında aşk, milli savaş, hürriyet mücadelesi sayesinde üstünlük sağlar. Vezir’in, Nado ve Gülazır’ın maceralarını anlattığı eserinde de aynı olgu takdis edilmektedir (10). Kürt edebiyatı Kürt edebiyatı, (Kürtçe: Wêjeya Kurdî), Kürtçe ile yaratılmış sözlü ve yazılı edebi eserleri kapsayan edebiyat. Kürt edebiyatı aynı bölgede gelişen diğer edebiyatlar (Türk edebiyatı ve Fars edebiyatı) kadar güçlü gelişmemiştir. Kürt anlatılarının büyük bir kısmı sözlü şekilde yayılmış ve bu sözlü edebiyat bugün de sürmektedir. 20. yüzyılın başına kadar olan yazılı edebiyat ise şiir şeklindedir. Nesirin gelişmesi ise daha çok politik ve sosyal gelişmeler sayesinde olmuştur. Kürt edebiyatı 20. yüzyılda onyıllar süren sınırlamalar ve yasaklamalarla karşılaşmıştır. Avrupa ülkelerine göçün artmasıyla birlikte yüzü kendi topraklarındaki gelişmelere dönük olan yeni bir tür sürgün edebiyatının da geliştiği görülmektedir. Edebi Türler 20. yüzyıla kadar Kürtçe edebiyatı şiire dayanmaktaydı ve diğer müslüman halklara benzer şekilde Arap vezin ve ifade biçimlerine bağlı kalmıştır. Edebi ürünler daha çok dini kesimler ve sufi tarikatlarıyla sınırlı kalmıştır. Ancak 1920 sonrasında bu klasik şiir biçimine ek olarak değişik edebi türler ortaya çıkmaya başlamıştır. 1920’lerin başında, şiirde klasik biçimi koruyan, fakat politik ve sosyla temaları işleyen klasisizm akımı doğdu. 1930’dan sonra ise Arapça vezin, pençe (beşli) denilen ve o ana kadar sözlü edebiyatta kullanılan vezinle değiştirildi. Aynı dönemde serbest vezin de ortaya çıktı. 168 Hikaye Kürt edebiyatında 1920’lerin ortalarında ortaya çıktı ve önemli bir adım oldu. Kürt edebiyatında hikayenin ortaya çıkmasının ilişkin iki hipotez ileri sürülmüştür. Birinci hipoteze hikaye, göre halk masallarının yeni bir türe evrilmesidir.İkinci hipotez ise 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan yazın türlerinin etkisi olduğu şeklindedir.[Sözlü geleneğe referansta bulunmayan ilk hikayeler, daha çok sosyal ve politik durumun eleştirisi niteliğindedir. Irak’ta yayınlanan ilk hikaye Cemil Saib’in Le Xewma (Rüyamda) adlı hikayesidir. Bu hikaye Şeyh Mahmud’un iktidarı sırasındaki (1922) sosyal hayatı anlatır. Hikaye 26.6.1925 tarihli Jiyaname dergisinde yayınlandı. İkinci hikaye ise 1926’da A. Muhtar Caff’la yazılan ve 1970’te yayınlanan, şehir kurumlarının yozlaşmasının bir eleştirisi olan Meseleyi Wijdan (Vicdan Meselesi)’dir. Buna karşılık 1930’lu yıllarda yazılan hikayeler, kaynaklarını genellikle folklorik temalarda aramaktaydı. Hem folklorik temaların çekiciliği hem de Arap vezninin bırakılıp gelenksel Kürt veznine geçilmesi bu dönemde gelişen Kürt milliyetçi düşüncesinin bir yansıması olarak değerlendirilmiştir[ Genel Tarihçe En iyi bilinen ve yaygın destanlar Meme Alan’ın[ürküleri ve epik şiirleri ile Siyabend ile Xecê destanıdır. Bu destan ve öyküler dengbejler ve çirokbejler (öykü anlatıcıları) tarafından destanlar, kılamlar, stranlar gibi sözlü ürünlerle bugüne kadar aktarıla gelmiştir.[6] Bilinen ilk Kürt şairleri Ali Hariri, Molla Ahmed-i Cezirî, Faki Tayran, Ahmed-i Hani ve Melleye Bate’dir. Bu şairler 15. ve 18. yüzyıl arasında yaşamış ve Kırmançi lehçesiyle yazmışlardır. Bu dönemde Kürtlerin edebi merkezi Botan emirliği ve başkenti Cizre idi. Cizre’nin yanında Süleymaniye ve Senendec şehirleri diğer önemli edebi merkezlerdi. Baban emirliğinin başkenti olan Süleymaniye’de ise Irak Kırmançisi pek gelişmezken, bugün Irak’ta resmi dil olan Sorani lehçesi gelişti. Diğer önemli bir edebiyat dili de Gorani’dir. Gorani, Kürtçe olmamasına karşın, Kürt edebiyatı içinde sayılabilir. Gorani’nin hamiliğini Ardalan emirliği ve Senendec yapmıştı. Goran edebiyatı zamanla etkisini yitirdi. Bu edebiyat İran’a çok yakın olması sayesinde Kırmançi etkisinden çok Pers edebi tarzına yakındı. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ile Kürtlerin yaşadığı bölgeler birden çok devlet (Türkiye, Irak, İran ve Suriye) arasında paylaşıldı. Kürt edebiyatının gelişmesi Kürdistan’ın her parçasında farklı oldu. Farklı lehçeler konuşulduğu ve farklı alfabeler kullanıldığı için ortak bir dil ve edebiyat gelişmedi. Kürt edebiyatı buna rağmen Avrupa’daki göçmenlerin sınırlı mali desteği ile düzenli şekilde gelişti. Irak’ta dil ve kültürün gelişebilmesi için daha uygun koşullar bulunduğu için , Kürt edebiyatı bu bölgede daha çok gelişme olanağı buldu. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından ve yeni Türk politikasından sonra birçok Kürt aydını Irak’a kaçtı. Bu aydınlara Refîk Hilmî, Tewfîk Wehbî, Pîremêrd ve M. Emîn Zekî gibi örnekler verilebilir. Burda 1939 yılında Gelawêj adında bir gazete ortaya çıktı ve modern Kürt nesirinin temelleri atıldı. Gelawêj’in önemli isimleri Aladdin Seccadi, İbrahim 169 Ahmed ve Äakir Fattah’dir. Bugün Güney Kürdistan’daki üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı eğitimi yapılmaktadır. Sovyetler Birliği’nde yaşayan Kürt yazarlar ise 1930 yılında Erivan’da SSCB hükümetinin desteği ile latin alfabesinde yayınlanan Riya Teze adında bir gazete çıkardılar.[7] Bu listeye Emînê Evdal, Erebê Şemo ve Hecîyê Cindî’nin kitaplarını da dahil etmek gerekir. Kürt edebiyatı 1960’larda Fêrîkê Ûsiv, Emerîkê Serdar, Wezîrê Eşo, Sîma Semend, Tosnê Reşîd, Ahmedê Hepo ve Ezîzê Îsko gibi yazarlarla en yüksek noktasına ulaşmıştır. Kürtlerin büyük çoğunluğunun yaşadığı Türkiye’de, onyıllar boyunca süren sınırlamalar ve yasaklar Kürt edebiyatına damga vurdu. Bu yüzden Kürt yazarlar ancak yurtdışında Kürtçe yazabildiler. Fakat Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne yakınlaşmasıyla birlikte bu durum belirgin şekilde değişti ve rahatladı. Buna rağmen Türkiye’deki Kürt edebiyatı hala Irak’taki kadar gelişmiş değildir. Bunların dışında Kürt kökenli olup nesir tarzı ürünleriyle ünlü olan ve Kürtçe değil Arapça, Türkçe ve Farsça yazan yazarlar da vardır. Örneğin Muhittin Zengane, Mahmud Taymur ve Salim Barakat Arapça, Nezir Bülbül Almanca, Ali Eşref Derwişan ve Mansur Yakutî Farsça, Yaşar Kemal ve Bekir Yıldız ise Türkçe eserler vermiştir. 15. ve 18. yüzyıl arası Kürt tarihine ilişkin en önemli kaynaklardan Bitlisli Şeref Han’ın Şerefname adlı eserinde hiçbir Kürt şairine rastlanmaz. 17. yüzyılda yaşamış olan tanınmış Kürt şairi Ahmed-i Hani ise eserlerinde Ali Hariri (1425–1490?), Molla Ahmed-i Cezirî (1570-1640) ve Faki Tayran’dan (1590-1660) bahseder. Sufi olan Ahmed Cezirî ismini memleketi olan Cizre’den almaktadır; nitekim yıllarca Cizre’deki Kızıl Medrese’de (Medresa Sor) ders vermiştir.[Divanı, Dîwanî Melayê Cezîrî, bugün hâlâ okunmaktadır ve 100’den fazla şiir, birkaç tane de rubai barındırır. Bugüne ulaşmış tek eseri olan divanı, yoğun Sufi imgeler taşır ve oldukça metafiziksel bir şiir örneği sunar ki şiirleri bu tür (metafiziksel konulu) yazında ünlü olan İranlı şair Hafız’ın eserleriyle karşılaştırılmıştır.[ Ahmed-i Hani’nin zikrettiği bir diğer isim olan Faki Tayran Ahmed Cezirî ile aynı dönemde yaşamıştır ki bu iki şairin birbirleriyle tanıştığı bilinmekte, Hakkarili olan Faki Tayran’ın Cizre’de Ahmed Cezirî’den ders aldığı düşünülmektedir.[Eserlerinde özellikle Kürt folkloründen öğeler ağırlıkta olan Faki Tayran’ın Qewlê Hespê Reş (Siyah Atın Ölümü), Şêxê Senan (Senan Şeyhi) ve Qiseya Bersiyayî (Bersiyay’ın Öyküsü) adındaki eserleri en önemli yapıtlarıdır. Faki Tayran’ın 17. yüzyılda Kürtler ile Safeviler arasında gerçekleşmiş olan Dimdim Savaşı’na dair eseri ise birçoğuna göre bu savaşın ilk edebî anlatısıdır ve bugün hâlen okunan epik bir eserdir.[ Ahmed Hariri, Cezirî ve Tayran gibi isimleri, Kürt edebiyatının en ünlü eserlerinden olan,[Mem ü Zîn (“Mem ve Zin”) isimli klasik, epik şiirinin önsözünde zikreden Ahmed-i Hani veya Ehmedê Xanî, Kürt edebiyatı açısından çok önemli bir rol oynamış ve genel kanıya göre eserlerinde Kürt bağımsızlığından bahseden ilk Kürt şairi olmuştur.[13] Şairin ünlü 170 eseri Mem ü Zîn, Mem ile Zîn isimlerindeki iki aşığı konu eden bir mesnevidir ki Sufi öğeler de taşır. Bunların dışında, dinî bir akım olan Ehl-i Hakk tarafından tercih edilen Gorani dilinde (Goranicede) Kürt edebiyatı açısından önemli birçok eser kaleme alınmıştır. Özellikle bugünkü İran Kürdistanı’nda kalan bölgede etkin olmuş bağımsız Kürt liderleri Goraniceyi öncelemiştirler ki bu da bu dilde edebî eserlerin verilmesine ve bu dilde yazmayı tercih eden şairlerin türemesi yardımcı olmuştur; örnek olarak 14. yüzyılda yaşamış ve bu dilde eserler vermiş Molla Perişan (Mele Perîşan) zikredilebilir.[14] Nitekim bu dil etkinliğini uzun bir süre devam ettirmiş ve örneğin 19. yüzyılda yaşamış olan bir başka şair Molla Abdürrahim Mevlevi (1806–1881) de bu dilde eserler vermiştir. Ayrıca, Batı’da Süleymaniye ve çevresinde de 18. yüzyılla birlikte bölgedeki egemen Kürt siyasi isimlerin teşvikiyle Sorani dilinde edebî bir gelişim ortaya çıkmıştır. 19. ve 20. Yüzyıl 19. ve 20. yüzyıllarda Kürt edebiyatı, Kürt dili ile birlikte, özellikle yazılı Kürt edebiyatı, çok büyük bir ilgi ve gelişmeye sahne olmuştur. Bunda 19. yüzyılda temelleri atılan Kürt basınının önemli bir payı vardır.[lk Kürt basın yayını, dergisi, Kürdistan Kahire’de 1898 yılında yayımlanmıştır.[Birinci Dünya Savaşı sonrasında Kürtlerin yaşadığı toprakların Türkiye, İran, Irak ve Suriye sınırları içerisinde kalmasıyla birlikte Kürt dili ve edebiyatı farklı bir döneme girmiş ve her Kürt topluluğu içinde bulunduğu ülkedeki eğilimlerden etkilenmiş ve bu etkileşim dile ve edebiyata da yansımıştır. Örneğin Kürtçenin yazımında 1920’lere kadar Arap harfleri tercih edilmişken, 1920’lerle birlikte bölgedeki ülkeler Batıcı politikaları benimsemeye başlayınca, birçok Kürt topluluğu Latin harfleriyle Kürtçeyi yazmaya başlamışlardır.Buna verilebilecek bir örnek ise, Celadet Ali Bedirhan tarafından yayımlanmış ve 1932 yılından 1943 yılına kadar toplam 57 adet basılmış olan basılı ilk Kürtçe edebiyat dergisi olarak görülen Hawar dergisinin ilk 23 sayısının hem Latin, hem Arapça harflerle basılıp daha sonra sadece Latin harflerle basılmasıdır[ Ek olarak, Kürt edebiyatının bu topraklardaki gelişim süreci ve Kürt edebî eserlerinin ortaya çıkması sıklıkla bu ülkelerdeki azınlık politikalarıyla doğrudan ilgili olmuş; örneğin zaman zaman bu ülkelerde Kürtçenin yasaklanmasıyla birlikte Kürt edebiyatının yavaşladığı, bu tip yasaklamaların kalktığı veya rahatladığı zamanlarda ise hızlı bir şekilde geliştiği ve yeni eserlerin ortaya çıktığı gözlemlenmiştir. 20. yüzyılda Irak’ta Abdullah Süleyman (1904-1962) ve İbrahim Ahmed gibi isimler öne çıkarken, Suriye’de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye’nin bağımsızlığını almasına dek, başta Emir Celadet Bedirhan ve kardeşi Emir Kâmuran’ın gayretlerinin etkisiyle Kürt edebî faaliyetleri yoğunluğunu korumuştur.[14] İkinci Dünya Savaşı sonrası Suriye’de Kürtlerin haklarının birçoğunu kaybetmesiyle edebî faaliyetler de durma noktasına gelmiştir.Türkiye’de Kürtçe yasağı sebebiyle uzun yıllar Kürt edebiyatında fazla çalışma yapılamamış olsa da, özellikle 90’larda 171 siyasi iradenin Kürtçe üzerindeki yasakları kaldırması ve Kürtçe yayıncılığın rahatlamasıyla birlikte Kürt edebiyatı hızlı bir şekilde gelişmeye başlamıştır. Ayrıca çeşitli baskılar ve ihtilaflar sebebiyle Kürdistan bölgesinden ayrılıp başta Avrupa olmak üzere farklı yerlere göç eden Kürtlerden oluşan Kürt diasporası Kürt edebiyatı açısından 20. yüzyılda birçok önemli başarıya imza atmıştır[Başta devletin azınlıklara basın ve yayın alanında maddi yardımlarda bulunduğu İsveç olmak üzere birçok Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde yaşayan Kürt toplulukları kendi basın yayın kuruluşlarını kurmuşlardır. Zaroken Ihsan (“İhsan’ın Çocukları”), Helin (“Yuva”), Gundike Dono (“Dono Köyü”) gibi eserleriyle tanınan Mahmut Baksi ve Tu (“Sen”), Mirina Kaleki Rind (“Yaşlı Rind’in Ölümü”), Siya Evine (“Yitik Bir Aşkın Gölgesinde”) gibi eserleriyle tanınan Mehmed Uzun gibi tanınmış Kürt yazarları ortaya çıkmış ve örneğin bu iki yazar da İsveç Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu’nda yer almışlardır[Çağdaş dönemdeki diğer bazı Kürt yazarlar ise şunlardır: Pîremêrd, Abdulla Goran, Osman Sabri, Şêrko Bêkes, Şeyhmus Dağtekin. Bazı Kürt Yazarları Kırmançi • Baba Tahir (1000-1060)[17] • Ali Hariri (1425–1490?) • Molla Ahmed-i Cezirî (1417–1494) Hakkari, Mevlüt’ün yazarı • Salim Selman (16. yüzyıl) 1586’da Yusuf ve Züleyha mesnevisinin yazarı • Molla Ahmed-i Cezirî (1570–1640) Botan bölgesinden. Kürtçe divanı ile tanınır. • Faki Tayran (1590–1660) Melayê Cezîrî’nin öğrencisi. 1609–1610 arasında Kürtler ve Safaviler arasındaki Dimdim savaşını anlatmıştır. • Ahmed-i Hani (1651–1707) Mem û Zîn’in yazarı Sorani • Nali (1800–1873) • Hacî Qadir Koî (1817–1897) • Şeyh Rıza Talabanî (1835–1910) • Wefayi (1844–1902) Gorani 172 • Perîşan Dînewerî (14. yüzyıl) • Mustefa Bêsaranî (1642-1701) • Muhemmed Kendulaî (l7. yüzyıl) • Khana Qubadi (Xana Qubadî) (1700-1759) • Muhemmed Zengene Xemnakî Kerkûkî (18. yüzyıl) • Mîrza Şafî Dînewerî (18 yüzyıl) • Şeyda Hewramî (1784-1852) • Ehmed Beg Kumsî (1796-1889) • Mastura Ardalan (Mestûrey Erdelan) (1805-1848) • Mawlawi Tawagozi (Mewlewî Tawegozî) (1806-1882) • Muhammad Welî Kirmanşahî (ca. 1901) 20. yüzyıl • Pîremêrd (Tewfîq Beg Mehmûd Axa) (1868–1950) • Celadet Ali Bedirhan (1893 [1897?]-1951) • Ereb Şemo/Ereb Shamilov (1897–1978) Ermenistan • Cigerxwîn (Sheikmous Hasan) (1903–1984) Mardin doğumlu, İsveç’te öldü • Abdulla Goran (1904–1962) • Osman Sabri (1905–1993) • Nûredîn Zara (1919, Maden- 1988, Maden) • Qedrî Can (1911, Derik- 1972, Şam) • Hesenê Qizlcî (1911, Batı Azerbaycan, - 1984 Şubatında tutuklandıktan sonra habersiz) • Hemin Mukriyani (1920–1986) • Hejar (1920–1990) • Husên Arif (1926, Süleymaniye - • Cemal Nebez (1933-) • Şêrko Bêkes (1940-) • Tosinê Reşît (1941, Kûrekend, Ermenistan - ) • Letîf Helmet (1947-) • Ebdulah Peşêw/Abdullah Pashew (1947-) • Refîq Sabir (1950-) • Hesenê Metê (1957, Ergani • Fawaz Husên (1953, Suriye - • Fırat Cewerî (1959, Derik - ) • Ferhad Shakely (1951, Kerkük - • Mehmed Uzun (1953-2007) • Ferhad Pîrbal (1961, Erbil - 173 • M. Alî K (1964, Nusaybin - • Helîm Yûsiv (1967, Amudê - • Nezir Bülbül (1970-) • Abdusamet Yigit (1978-) • Şahînê Bekirê Soreklî • Şêrzad Hesen (11) Kürt Klasik Edebiyatının İz Bırakanları Uzun zamandır yazma konusunda sıkıntı yaşadım. Doğrusu işin kolayına kaçıp birçoklarının yaptığı gibi güncel siyasi değerlendirmelerde de bulunmak istemedim. Evet, çok nazik bir dönemden geçtiğimiz doğru. Şiddetin tekrar ön plana çıkması, beraberinde Kürt sorununun yeniden yoğun bir şekilde tartışılmaya başlanması, hatta bazılarının kendi niyetinden menkul bir şekilde ellerini ovuşturarak sinsice gülmeye başlaması, diğer bir anlatımla bu niyeti menkullerin yeni OHAL’lerle kendi rantlarını pekiştirme çabaları, elbet çok önemli ve üzerinde durulması gereken konular. Ama maşallah bu konuda ciddi bir sıkıntı çekmediğimizi görüyorum. Hemen her gün onlarca makale, bir o kadar da tartışma programı bu konuyla ilgili yapılıyor. Tüm bunlar içinde oturup bu yazanlara bir de ben mi katılmalıyım, yoksa başkalarının görmezden geldiğini mi görmeliyim, diye düşündüm. En nihayetinde görmezden gelinenleri yazmak, bildiğim konuda ahkam kesmek bana daha gerçekçi geldi. Evet, bu tür yazıların sıkıcı olduğunu biliyorum. Kısa, birkaç paragraf ile biten, günceli-aktüeli yorumlayan yazılar daha dikkat çekici. Ama şu da bir gerçek, bu yazdıklarımız bilinmezse aktüelin de bir anlamı yoktur. Bugün eğer Kürtler ayakta ise, hiç kuşku yok bundan yüzyıllar önce Kürt diline, edebiyatına, eğitimine katkıda bulunan bu edebiyatçılarımızın, Ediplerimizin de ciddi bir payı vardır. Bu yazım da, öyle ders notu edasında, Kürt klasik edebiyatının iz bırakanları olsun. Bu Ediplerimizi iki yazıda anlatmaya çalışacağım. İlk bölümde Melayê Cizîrî ile Feqiyê Teyran var. Önümüzdeki yazıda ise Melayê Batê ile Ehmedê Xanî’yî yazacağım. 174 Melayê Cizîrî (1570-1640) Kendisinden sonra gelen edebiyatçıların birçoğu üzerinde ciddi etkiler bırakan, klasik kürt edebiyatının yeri sarsılmaz ekollerinden biri olan Melayê Cizîrî, Cizre ilçesinde doğmuştur. Doğum ve ölüm tarihi ile ilgili birçok farklı yaklaşımlar var. Alexander Jaba, “Recueil De Noticeset Recits Kourds” adı ile 1860 yılında Rusya’da yayınladığı kitabında Melayê Cizîrî’nin 11. ve 12. yüzyıllarda yaşadığını belirtir. Kürt edebiyatçı Alaaddîn Seccadî ise “Mêjuy Edebî Kurdî” (Kürt Edebiyat Tarihi) adlı kitabında Melayê Cizîrî’nin 1407 ile 1481 yılları arasında yaşadığını açıklar. İngiliz Kürdolog David Neil MacKenzie “Mala-e Ciziri and Feqiye Teyran” adlı eserinde, Melayê Cizîrî’nin 1570 ile 1640 yılları arasında yaşadığını yazar. Prof. Qanatê kurdo, M.B. Rudenko ile Minorski gibi yazarlar ise Kürtler üzerine incelemelerin yer aldığı eserlerinde Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yıllar yerine 12. yüzyılda yaşadığını yazmayı tercih ederler. Melayê Cizîrî’nin farklı yıllarda yaşadığını belirten yazarların, araştırmacıların her birinin dayandığı farklı nedenler var. Birçoğu Melayê Cizîrî’nin şiirlerinde atıfta bulunduğu diğer edebiyatçılardan yola çıkarak Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yılları yorumlarlar. Bazıları ise Cizîrî’nin şiirlerindeki tarihsel tanıklıklardan yola çıkarak doğum ve ölüm tarihi belirtirler. Ama en önemli nedenlerden birisinin Melayê Cizîrî’nin asıl adından ve yaşadığı yöreden kaynaklandığı belirtilir. Cizîr bölgesi, Kürt coğrafyasında bugünkü Cizre’den Harran’a, oradan da Diyarbakır’a uzanan bir bölgeyi karşılar. ‘ada’ anlamına gelen Arapça bir kelimedir. Bölgenin özelliğinden dolayı bu bölgede yaşayan birçok edebiyatçı, şair mahlas olarak ‘Cizîrî’ lakabını kullanmıştır. Asıl adı Şêx Ahmed el-Cizîrî olan Melayê Cizîrî de şiirlerinde yer yer Mela, yer yer de Melayê Cizîrî mahlasını kullanmıştır. 11. yüzyıldan sonraki dönemlerde bu bölgede adı Şêx Ahmed olan veya Melayê Cizîrî, Şêx Ahmedê Cizîrî gibi mahlasları kullanan çokça edebiyatçı olduğu sanılmaktadır. Tarih karmaşasının birçoğunun da bundan kaynaklandığı varsayılır. Ama Melayê Cizîrî’nin yaşadığı yıllar açısından günümüz araştırmacılarının büyük çoğunluğu 1570-1640 tarihlerini, en gerçekçi yıllar olarak tanımlarlar. Melayê Cizîrî’nin şiirlerinin çoğunluğunda tasavvuf önemli bir yer tutar. Bunun yanı sıra dünyevi aşkı irdelediği şiirler de Melayê Cizîrî’nin eserlerinde önemli bir yer tutar. Şimdiye kadar bilinen Divan’ının yanı sıra başka eserlerine rastlanmamıştır. Melayê Cizîrî’nin Divan adlı eserini ilk olarak Martin Von Hartman 1904 yılında Birlin’de bastırmıştır. Bu ilk baskıdan günümüze Qamışlı müftüsü Ahmedê Zivîngî’den İstanbul Kürt Enstitüsü’ne ve Nubihar yayınlarına kadar birçok kurum ve kişi tarafından Melayê Cizîrî’nin Divan’ının çokça baskısı yapıldı. Şiirlerinde sufist bir anlayışı öne çıkaran Cizîrî, şiirlerinde güzelliği Allah ile bütünleştirir; evrenin Allah’ın güzelliğini yansıtan bir ayna olduğunu ifade eder. Şiirlerinde güzellik ve aşkı birlikte yorumlayan Cizîrî, başat temalarından biri olan Selma’ya duyduğu aşkı içindeki öz ile bütünleştirmiştir. Birçok araştırmacı bu yönüyle Cizîrî’yi Mevlana ve Hafız gibi tasavvuf edebiyatının önemli şairlerine 175 benzetir. Melayê Cizîrî yaşamının neredeyse tümünü, Cizre’de Medresa Sor’da öğrencilerini eğiterek geçirmiştir. Şiirlerinde, Medresa Sor temasını da işleyen Cizîrî ile bu medrese arasında özel bir ilişki olduğu görülür. Melayê Cizîrî’nin çağdaşı II. Mîr Şeref tarafından inşa edilen bu medrese, son yıllarda yapılan restorasyonla bir kez daha yaşam buldu. İddiaya göre uzun yıllar Cizre dışında sürgün hayatı yaşadıktan sonra Cizre’yi ele geçirmek üzere yola çıkan II. Mîr Şeref, şehri ele geçirdikten sonra şehre ilk giriş yaptığı noktada bu zaferin anısına bir cami inşa eder. Medresa Sor, bu camiyle birlikte inşa edilerek Melayê Cizîrî’nin hizmetine sunuldu. Feqiyê Teyran (1590-1660) Klasik Kürt edebiyatının önde gelen şairlerinden olan Feqiyê Teyran, Hakkari’ye bağlı Mûks (günümüzde Van’a bağlı Bahçesaray) kasabasında doğmuş. Asıl adı Mihemed’dir. Şiirlerinin bazılarında Feqiyê Teyran adının yanı sıra ‘Mîr Mihê, Feqê Têra, Feqê Hêşetê, Feqiyê Gerok, Meksî’ ve ‘Xoce’ adlarını da kullanır. Feqiyê Teyran adının kuşlarla olan yakınlığından, hatta kuşlarla konuştuğundan dolayı kendisine verildiğine inanılır. Feqiyê Teyran, yörenin önde gelen ailelerindendir. Büyük dedesinin Osmanlı Devletinden Mirlik (Beylik) Fermanı aldığı anlatılır. Feqiyê Teyran 16 ve 17. yüzyıllar arasında yaşamıştır. Diğer klasik edebiyatçılardan farklı olarak şiirlerinin yanı sıra manzum eserler de yazmıştır. Birçok şiiri, medreselerde korunarak günümüze ulaşan divanları aracılığıyla, bugün de biliniyor. Bunun yanı sıra dengbêjlerin anlatımıyla Kürt folklorunun bir parçasına dönüşerek farklı varyasyonlarıyla da olsa günümüze ulaşmış eserleri vardır. Feqiyê Teyran ile Melayê Cizîrî’nin aynı dönemde yaşadığı ve Feqiyê Teyran’ın yaşamının bir döneminde Cizre’de bulunan Medresa Sor’da (Kızıl Medrese) Melayê Cizîrî’den ders aldığı belirtilir. Feqiyê Teyran, “Feqî û Mele” adlı şiirinde Melayê Cizîrî ile yaşadıklarını anlatır. Feqî’nin uzun şiirinde anlattıklarının bir bölümü şöyledir: “Suala min heqirî Sedefek divê têkin Îro li Cizîrê Heqe li Mele kin Hilak in ji derba tîrê Çi derman heye lê kin” Feqiyê Teyran’ın halkın bugün bile rahatlıkla anlayabildiği sade bir dili var. Medreselerde köklü bir eğitim almasına ve Arapça ile Farsçayı çok iyi bilmesine karşın, şiirlerinde ısrarla Kürtçenin kurmancî lehçesinin en sade biçimini kullanır. Elbet, Tüm klasik yazarlar gibi Feqiyê Teyran da Arapça ve Farsça’dan etkilenmiş ve 176 yer yer şiirlerinde bu dillerden sözcüklere yer vermiştir. Bunun temel nedenlerinden biri İslamiyetin eğitim, dil ve kültür üzerindeki etkisidir. Kuran’ın dili olması nedeniyle kutsal olarak görülen Arapça, medreselerin birçoğunda Allah’ın dili olarak da benimsenmiş ve bu dilde de eserler verilmiştir. Farsça ise neredeyse bölge halklarının tamamının kültür ve bilim dilidir. Her iki dilin etkisini Feqiyê Teyran’da da görmek mümkün. Ancak Feqî, tüm eserlerini Kürtçenin kurmancî lehçesi ile yazmış, şiirlerinde bu dilden sözcükleri özenle kullanmıştır. Feqiyê Teyran’ın Kürt klasik edebiyatçılarından bir diğer önemli farkı da sürekli halkla iç içe olması, onların acılarını da şiirleştirmiş olmasıdır. Zengin ve tanınmış bir ailenin ferdi olmasına karşın, şiirlerinde halkın acılarını kendi acısı bilmiş, onların çaresizliğini dizelerine dökmüştür. Feqiyê Teyran’ın şiirlerinde Allah ve din temaları da önemli bir yer tutar. Şiirlerinin birçoğunda Allah’a ve peygambere övgü vardır. Aynı zamanda Allah ile kulları, özellikle de bir kul olarak kendisini karşılaştırır. Bu karşılaştırmaların önemli bir çoğunluğunda Allah’a ulaşmak isteği vardır. Feqiyê Teyran’ın şiirlerinin bir bölümünde de sevgi ve aşk vardır. Allah’a olan inancını aşkla dile getirdiği gibi gerçek sevgiliye olan aşk da şiirlerinde kendini gösterir. Sevgililerin hiçbirinin adı şiirlerde geçmez. Ancak bu şiirleri okuyanlar onun kime aşk ile bağlandığını anlayabilir. Feqiyê Teyran’ın günümüze ulaşmış eserleri şunlardır: Qewlê Hepsê Reş, Bersîsê Abîd, Şêxê Sen’an, Kela Dimdim (Dimdim). Bunların yanı sıra her biri kendi başına birer eser olan şiir ve destanları da vardır. Onları da şu şekilde sıralayabiliriz: Ay dilê min, Bi çar kerîman, Çiya anî li deştê kir, Dengbêjê jaran î, Dewran, Dilber, Dilo rabe, Ê bên, Ellah çi zatek ehsen e, Ey av û av, Ez çi bêjim, Feqe û bilbil, Feqe û Mela, Feqiyê Teyran û dîlber, Feqiyê Teyran û evîna dila, Feqiyê Teyran û quling, Feqiyê Teyran û roj, Îro Ji dest hunsa hebîb, Melayê Batê kanê, Mihacir, Qewî îro zeîfhal im, Yar tu yî. Resimler: Nevin Güngör Reşan 177 KAYNAKLAR 1. Av. M. Baki Aksoy Dengbejlik “www.diyarinsesi.org 2. http://www.radyobakur.com/dengbej.asp 3. Mehmet Uzun “Dengbejlerim” Belge Yaymlan 4. Evrensel Gazetesi- 26 aralık 2004 5. Nuri KAYMAZ Anadolu Ekininde Dengbejler 6. http://www.haberdiyarbakir.com/Serhat B. renas 7. Cevahir Sadak Düzgün. Dengbej Antolojisi. Büyükşehir Belediye yay. 2007 8. Vedat Güldoğan Diyarbakır kültürü. Kripto yay. 2011 S. 30. 9. Ahmet Aras. http://www.bydigi.net/makaleler/54219- kurt- edebiyatiarastirma lari-ve-kurt-kulturunun-temelleri.html 10. Mehmet Bayrak Kürdoloji Belgeleri. Özge yay. Ank. 2004 11. Vikipedi, özgür ansiklopedi 12. Fehmi Işık. Kürt edebiyatını iz bırakanları 03 Temmuz 2010. İlke haber 13. http://www.forum47.org/forum/sanatci-dunyasi/48708-butun-kurt-sanatcilarisimleri 178 DİYARBAKIR KÜLTÜR SANAT DÜNYASINDAN PORTRELER Mehmet Ali ABAKAY* Günümüzde şehir konulu araştırmalarda İstanbul’dan sonra gelen şehir araştırmalarında ikinci sırayı muhtemelen Diyarbakır almaktadır. Son on yıldır Diyarbakır konulu kitap çalışmalarının yoğunlaştığı ortamda elbette şehri bugüne taşıyan belirgin isimler bulunmaktadır. Diyarbakır kültür ve sanat dünyasında iismleri bir araya getiren ve bunu kitaplaştıran Şevket BEYSANOĞLU, her alanda çalışma sunan, yayınlayan isimleri dört cilt tutan biyografi eserinde yüzlerce ismi tanıtmaktadır: Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları. Bu makalemizde alanında seçkin eserler sunan Hattat Hamid AYTAÇ, Ahmed ARİF, Sezai KARAKOÇ, Cahit Sıtkı TARANCI, Celâl GÜZELSES hakkında yaptığımız beş araştırma ve inceleme yazısını bir arada sunuyoruz. Çizidiğimiz çerçevede bu beş isim, hat, şiir, düşünce, araştırma ve musıkî alanını kapsamaktadır. Yüzlerce ismi belirtebilir, onları zikredebilirdik. Sayın Şevket BEYSANOĞLU’nun kapsamlı eseri ortada iken, ilgilenmek isteyenlerin bu esere baş vurması ve şehrimizin yetiştirdiği alanındaki yetkin-uzman isimleri bu hacimli çalışmadan öğrenmesi mümkün olduğu için, bu beş ismi eksen alan çalışmamız, bu amaçla sınırlandırılmıştır. HAT SANATI VE HATTAT HAMİD AYTAÇ “Harflerin bestekârı” demişti, kendisi için bir talebesi. Hasretine dayanamadığını belirtmişti, tanıma şerefine nail olduğum öğrencileri. Diyarbakır’da doğduğu eve kendilerini götürürken, Üstadlarının memleketinde bulunmaktan sevinen ve doğduğu evi, çocukluğunun geçtiği evi işaret edince kendinden geçen, kendisinden icazetname alarak hattatlıkları tescillenen isimler. O, dünyanın birçok yerinden kendi sanatına âşık, çağrısız öğrenci kabul etmişti. Tanımadığı, gitmediği ülkelerden, dilini bilmediği insanlardan, kadın-erkek ayrımı yapmadan, Hat sanatına sadakatle bağlılığını şagirdine öğretmeden, rahat etmeyen mümtaz şahsiyet… Yazdığı, her biri bir sanat şaheseri olan çalışmaları, sanatının meraklılarınca paha biçilmez kabul edilirken, küçük bir han odasında hasta haliyle çalışmaya devam etmiş, vefâya yabancı kalmamış bir-iki talebesinin yardımıyla yatırıldığı hastanede ömrünü doksanın üzerinde tamamlamış bir pir-i fanî. Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected] 179 Hat Sanatının son yüzyıldaki en büyük ismi ve son büyük temsilcisi Hattat Hâmid AYTAÇ’ı bu bildirimizle tanıtmak istiyoruz. Biz, kendisini “Şeyh Musa Azmî” olarak biliyoruz, imzasını “el-Âmidî “ olarak atar, “Hâmid” imzasını sonradan kullanmaya başlamış, isim değişikliğiyle daha bir tanınmış, gerçekten harflerin bestekârı bir üstad!... Elbette kendisini layıkıyla ele alamayız, biz bu işten uzağız. Hat Sanatı oldukça emek isteyen, sahibinin sabrını sınayan, meşakkatli bir iştir. Hat Sanatı, harflerin musıkîsidir, raksıdır. O, elindeki kamışla ressamdan daha öte, sınırlı alanda uyanıkken yapamadığını, rüyada görür görmez, uyanıp aharlı kâğıda aktaran ustadır. Hattat Hâmid- Şeyh Musa Azmî, ömrünü Hat Sanatı ile geçirmiş, bunu meslekten öte, bu iş için kendisinin dünyaya geldiğini fısıldayan, çalışmalarıyla adeta bu sırrı işin bilenlerine ifşâ eden, hayatında yazdığı Kur’an-ı Kerimlerle artık ölümü kabul etmekte zorlanmayan, yazdığı her levhada Hakk’ı üstün tutan, sanatının hakkını vermedikçe uykuları haram bilen, şehrimizin bağrından çıkmış, alanının dehâ ismi. Bu satırların arasında gezinirken hayalimde yazdığı eşsiz çalışmalarını düşünüyor, çalışmalarının bulunduğu mekânları gözümde canlandırıyor, kelimelere bir canlılık katamadığımdan dolayı, kendisini görme bahtiyarlığına ulaşamadığım için hayıflanıyorum. Bu şehrin öz evladı, ismini daima “Diyarbekir” olarak belirten, imzasını “el-Amidî” olarak çalışmalarına yansıtmaktan zevk alan, çocukluk yaşta terk ettiği şehrine bir daha dönemeyen, bu hasretle yanıp tutuşan, İstanbul’da bir hemşehrisini görünce memleket kokusunu duymuş gibi çocuklaşan, terk-i diyar ettiği şehrini merakla soran Hattat Hamid!.. Hakkında âcizane bir kitap yazma uğraşısı içinde iken, tanıştığım talebelerinden, adeta kendisinin yolundan şaşmayan İsmail Yazıcı Beyefendi, bu işle meşgul olduğunu belirttikten sonra, onlarca kendisine ait özel mektuplar, yaptığı hatlar, topladığım dergi, gazete haberleri, makaleleri, dergi özel sayıları, bir kitap için yeterli olan doküman, kitaplaşmadı. “Talebesi varken, hak onundur” prensibine saygılı biçimde çalışmamı tamamlayamadım. Talebesi İsmail Yazıcı Beyefendinin mütevazı biçimde hazırladığı, bir kısmından haberdar olma imkânından uzak olduğum belgeleri görünce, elimdeki dokumanın Hattat Hamid’i anlatmaktan ve tanıtmaktan yana bir mana taşımadığının farkına varmama vesile oldu. O’nu tanıyan anlatabilir, O’nunla meşk eden, O’nunla diz dize oturan, O’ndan icazetname almış olan tanır, kendisini. Benim yapabileceğim, sadece anlatılanları hikâye etmek, bir başkasına ait düşünceleri harmanlamak ve çalışmalarıyla gözü aldatacak ölçüde, bir kitap sahibi olduğumu, sevenlerine kabul ettirmek… Bu riyakârlıktı, Hat Sanatı’nın usta ismine hürmetsizlikti, yapamadım ve kitabı yayınlamaktan uzak bıraktım, kalemimi. Ta ki Hat Sanatı’nda bir vav çizebileyim, 180 bir elifi nakşedebileyim gönlüme. Belki yazacağımız kitap, bize bu sanatı sevdirene teşekkür mesajıdır, O’nun sanatkâr yönünü, samimî dünyasını aralama açısından bir girizgâha vesile olur, sevenlerinin yüreğinde. Birçok sempozyuma katıldım, birçok konferans verdim. Konularım hep Diyarbakır oldu, çalışmalarımın tümü Diyarbakır’ın tarihine, kültürüne, sanatına dair araştırmalarımızı içine aldı. İlk kez, bu denli kısa ve uzun olmayan bir bildiriyi, tebliği sunuyorum; Ustam, hemşehrim, Harflerin Bestekârı Şeyh Musa Azmî- Hattat Hâmidu’l-Âmidî hakkında. Bilmekteyim, ne hayat hikâyesini anlattım ne dünya hayatına hazin şekilde veda etmesini. Lakin merak edenler için yazmamak olmaz, kamış, hokka, mürekkep dostluğunun ustalıkla, inançla bütünleştiği sanatından örnekler vermesek, belirttiklerimiz sadece süslü cümleler olarak kalır ve unutulmaya mahkûm satırlara dönüşür. Hamidu’l-Âmidî’nin Hayat Hikâyesi: Yaptığımız araştırmada adeta unutulan görüşmelerinden ikisi şudur: Selamet Dergisi sayı 40 YIL: 1948 Hattat Hâmidle Mülakat. Ömer Rıza Doğrul’un yaptığı bu görüşme fazla bilinmemektedir. İbnü’l-Emin Mahmud Kemal’in “Son Hattatlar” adlı eserinde Hâmid’in kaleminden çıkan hayat hikâyesi bulunmaktadır. Elbette İstanbul gibi büyük şehirde yapılan görüşmeleri tespit etmek, onlardan haberdar olmak, ancak konunun uzmanı olabilmekten geçmektedir. Bizim Diyarbekirli Hemşehrimiz Hattat Hâmid için yaptığımız araştırma hacimli olmasına rağmen, bildirimizde sadece Hâmid’i tanıtma ve bu alanda dünyaca tanınmış olması üzerinde durarak, hatta meraklı gönülleri bu sanata ısındırmaktır. Talebesi olmaktan haz alan ve bunu daima dile getirmekte olan İsmail Yazıcı Bey’in yaptığı görüşme, hazırladığı kitabında yer aldığı için, bildirimizde kolaylıkla temin edilebilen kitap yerine bir dergide kalmış son görüşmelerden birine yer vereceğiz. Talebesi İsmail Yazıcı Bey’in Köprü Dergisi’nde yayınlanan ve “Harflerin Bestekârı Kendisini Anlatıyor” başlıklı görüşme, Hâmidle ilgili en son yapılan görüşmedir. Bu görüşmeyi değerli kılan en önemli husus, yanı başından ayrılmamış, ona sadakatle bağlı bir talebesi tarafından yapılmış olmasıdır: Nisan 1982 Sayı 61 sayfa 8-15. Bu görüşme dışında Hattat Hâmid’e dair son dönem görüşmeler, farklı yayın organlarında yayınlanmıştır. Bunlardan biri de Metin ERARABACI’nın Meydan Dergisi’nin Haziran 1982 sayısında yayınlanan, ölümünden on beş gün önce yapılan röportajdır (Meydan sayfa 34-35). Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan “Hattat Hâmid Hayatını Anlatıyor” başlıklı Mart 1986’da yayınlanan görüşmede Hattat Hâmid, vefatından çok önce yapılan bu görüşmede hayatına dair birçok hususu anlatmaktadır: 181 Kendi Dili’nden Hattat Hâmid 1309 (1897) yılında Diyarbakır’da doğdum. 1324 (1908) tarihinde İstanbul’a geldim. Diyarbakır’da bulunduğum zaman ilk tahsilimi Ulu Cami Hazîresi’nde “Sibyan Mektebi” denilen yerde yaptım. Millî Mücadeleden sonra 2. intihabde (seçimde) Diyarbekir Meb’usu Mustafa Akif Tütenk, o zaman ilk mektebin hocasıydı, diyebilirim ki; ilk tahsilimde en büyük feyzi ondan aldım. Hala onun tesiri altından kurtulamamışımdır. İçime öyle bir tedris usulüyle yer etmiş ki o şahsiyyet. ilk mektep sıralarında ondan yazı dersi alırdım. Gayet güzel İstanbul usulüyle rika›sı vardı. Yani yazı aşkımın en birinci misalini teşkil eder. Hiç unutmam, Kur›an-ı Kerim’i okuduğumuz zaman ayetlerin uzunluk hızına göre bir taş tahtaya yazdırırdı. Kâğıda yazarsak, yere atmış olmak korkusu vardı. Bu taş üzerine ilk sahifesi ne kadar sığarsa, taş kalemle (tebeşirle) yazardık. Biz öğrenmiş miyiz diye bizi kaldırtır tahtaya, ezberden söylerdi. Kur›an-ı Kerim’i yazardık tahtaya... Tebeşirle yazardık tahtaya. Diyebilirim ki, ilk tedris devrimde bu zat bana beş defa Kur›an-ı Kerim›i yazdırmıştır. Malüm-u âliniz bir şeyi insan okurken başka yazarken başka, yazdığı zaman onu on defa okumuş gibi olur, değil mi? Hatta hiç unutmam, Şekercizade’nin Kur›an-ı Kerim›i elinde numune olarak dururdu. Bunun güzel bir yazısı vardır. Ben yazıya merakımdan iki sahifesinin kenarında ona benzetmeye çalışmışımdır. Ondan sonra Askeri Rüşdiye’ye geçtim. Diyarbakır›ın Mardin Kapısı’nda Askerî Rüşdiye Mektebi vardır. Oraya geçtik. Burada bize yazı dersi veren Vahid Efendi namında bir zat, hattattı aynı zamanda. Gayet güzel rikası vardı, Ondan meşkettim. Derken, bize Fransızca ve Resim dersine gelen Yüzbaşı Hilmi Efendi namında bir zat geldi. Ressam Ali Rıza Bey ekolünden gelme. Ondan Resim dersi ve Fransız usulü yazı dersini öğrendim. Mektebi bitirdikten sonra idadiye geçtim. Benim arkadaşlarım Harbiye’ye girdiler .Onların her biri paşa oldular, idadî mektebinde yazı hocam Abdüsselam Efendi ki, meşhur şair Süleyman Nazif Efendi›nin sınıf arkadaşıdır. Akrabamdan bir zattı. Ondan meşk ettim, Sülüs yazısını ve aynı zamanda mektebi bitirdikten sonra mekteb idaresi bana yazı hocalığı vermek istedi, ben kabul etmedim. İstanbul›a gideceğim, ihtarı üzerine. O da ayrı bir keyfiyet. Babam beni İstanbul›a göndermek istemiyordu. Göndermezseniz kaçarım demiştim ve beni burada kader bekliyormuş. Buraya geldim, İstanbul’a. Şimdi o esnada Kavaszade İmam-ı Hoca Said Efendi’den meşk ettim. Sonra, Diyarbekir’li Yüzbaşı Yazıcızade Hilmi Bey’den sülüs meşk ettim. Bir gün, ben yazı ile meşgulken, peder bana: -Oğlum al şu parayı git karpuz al» dedi. Ben de içimden: «-Babam da tam zamanını buldu» dedim. Çünkü aklım yazmakta olduğum yazıda kaldı. Parayı aldım yolun yansında, para elimde olduğu halde, zihnim yazıyla meşgul olduğundan parayı kaybettim zannıyla geri döndüm. Tam evin kapısı önünde 182 paranın avucumda olduğunu hatırladım. Tekrar dönüp, karpuzu alıp eve geldiğimde, peder bana çıkışarak. -Niçin bu kadar geç kaldın» dedi. Ben de: -Efendim, parayı düşürdüm de, aramak için geri döndüm ve yarı yolda parayı buldum, bunun için geç kaldım» dedim. Yazıya olan aşkımdan derslerimi ihmale başladım ve o sene sınıfta kaldım. Peder beni yeminle men etti. Nihayet bir gün, cennet mekan Sultan II. Abdülhamid Han zamanı idi, belediyede padişah cülusu için bez üzerine yazı yazılıyordu. Ben de o zaman 13-14 yaşlarında idim; Bir tatil zamanı idi. Amucazadem de orada belediye memuru idi. Ben de kolalı büyük tahta çerçeveli bir bez üzerine II. Abdülhamid Han›ın tuğrasını yazdım. Buna mukabil bana bir altun lira hediye ettiler. Ben sevinçle eve geldim, pedere gösterdim, «Baba, ben yazı yazdım ve bunu bana verdiler.» dedim, «İnanmam» dedi. «Nerde buldun bu parayı?», «Bulmadım.» Dedim, “Akşam amucazademe sorarsınız.” Amucazadem geldi, ondan sordu peder, «Bizim çocuk yazı yazmış ve bir altun lira vermişler doğru mu?» O da «evet doğrudur» dedi. Bunu gören peder, sakallarını sıvazlayarak. «Ben yeminimin kefaretini veririm, sen yazıya devam et» dedi. Beni yazıdan men eden peder bir altun lirayı alınca bu işi hallettik. Artık yazıya başladım, nihayet İstanbul’a geldim, 1324 tarihinde. Tabii o zaman 17 yaşındaydım. Çemberlitaş›ın arkasında Mahmud Bey namında bir handa oda tuttum. Talebe Yurdu olarak kullanılıyordu, orası. Orada mektebe, devam ediyordum. Mektep bittikten sonra Darülfünûn›da Hukuk’a devam etmeye başladım. Bir gün Maarif Nezareti tarafından “İlk mektep yazı hocalığı münhâldir” ilanı üzerine imtihana iştirak ettim. Kazanmışım. Evrak-ı lazımeyi götürdüm Bana bakan Heyet Reisi, «Oğlum, mevzuat icabı 20 yaşını bitirmiş olanlar muallim olabilirler, yaşın küçük, büyütürseniz hocalığa alırız» dediler. Ben de dedim ki: «Beyefendi yaşımı büyütsem bile yine on yedi yaşındayım ki, sizi resmen aldatıyorum demektir. Benden yaşlı olanlar kazanamadıkları halde ben kazanmışım, demek ki, akıl yaşta değil baştadır.» Bu zat da, Samipaşazade Süreyya Bey, Abdulhamid›in hocası Süreyya Bey idi. Bizim bu halimizi gören zat, oradaki bir memur ‹›Şu kâğıdı al, yarın Haseki›deki Gülşen-i Maarif Mektebi’ne gel» dedi. Gittim, hususi mekteb için yazma zorluğundan dolayı elverir ki insanlara yazı dersi verebilmek hakkına haiz olsun. Askerî Rüşdiye’de görmüş olduğum usul-u tedris’i aynen tatbik ettim. Talebeler arasında bir gelişme oldu. Benden evvel gelen yazı hocaları benim kadar 183 müessir olamamıştı. Bunu gören Mektebin Müdürü, «Hâmid Bey, Erkan-ı Harbiye Harita Dairesi’nde Hattat Hacı Mehmed Nazif Efendi vardır. O, benim dostumdur. Git, ondan yazı dersi al» dedi. Hacı Nazif Bey’e gittim, yazı dersi almağa başladım. Bu devre esnasında “Mektebi Harbiye Matbaası Hattatlığı münhaldir.” dediler. Ben de imtihanına iştirak ettim. Oraya hattat oldum. O zamanda orada Ressam Ziya Bey, müdür imiş. Nihayet bir zaman oldu ki, Erkan-ı Harbiye Harita Dairesi’nden bir mektup geldi. Mektupta “Hacı Mehmed Nazif Efendi›nin vefatı üzerine boşalan yerine hattat alınacaktır, siz de imtihana iştirak ediniz» deniyordu. İmtihana iştirak ettim, kazanmışım. Benden daha evvel daha kıymetli hattatlar da varmış. Nihayet bu esnada bana bir tezkere geldi... «Becayişiniz için Erkan-ı Harbiye Matbaası’na tezkire yazılmıştır.» 1329 tarihinde Erkan-ı Harbiye Matbaası Hattatlığına tain oldum. Bu sekiz senelik hizmetim esnasında I. Cihan Harbi sıralarında Almanya›ya Erkan-ı Harbiye Harita Dairesi’nde hattatlık yaptım. Sonra İstanbul’a döndüm. Bilahere, askeri hizmet esnasında Kütahya›ya gittim. Kütahya›da kaldım. Erkan-ı Harbiye Hattatlığı’nı idare etmek için I.Cihan Harbi sıralarındaydı, bu. Bundan sonra İstanbul’a döndüm. Harb bitmişti. Harbin sonlarında baktım maaşımda bir terakki yok, nihayet İstifaya karar verdim. İstifa edip çekildim ve serbest mesleğe atıldım. O devrede meslekdaşlarımdan Hattat Halim, Hasan Rıza Efendinin oğlu Süreyya, Elmalılı Müfessir Hamdi Yazır’ın kardeşi Mahmud Bedreddin Yazır, Hattat Macid hepsi mesleği terk ettiler, ben terk etmedim ve burada sebat ettim. Bu devre intibak etmek için Avrupa›dan etiket makinesi getirdim, etiket bastım. Müşterilerim olan Irak›dan, Şam’dan gelenlere yazılar yazdım. Bana hiç kimse ‘Niye yazı yazıyorsun?’ diye dokunmadı. Mesleğime devam ettim. Bir gün dostlarımdan birisine (Necmeddin Okyay Hoca›ya): «Hocam mürekkebi nasıl yapıyorsunuz?» diye sordum. Bana söylemedi. Yeni harfler çıktığında, ben o zaman Akademi’de (Güzel Sanatlar) bulunuyordum. İki sene de orada hizmetim vardır. Şişli Camii Mimarı Vasfi Egeli benim mektep arkadaşımdır, Mimar Çetintaş, mekteb arkadaşımdır. Yeni Postahanenin Mimarı Vedat Bey, benim mekteb arkadaşımdır. Bu Vedat Bey, Sırrı Paşa›nın oğludur. Ben o zaman etiketçilik yapıyordum, gravürcülük yapıyordum. Resminizi bana verseniz, çelik üzerîne aynen hakk ederim. Hakkak›ım aynı zamanda. Mısır›da bir şirketin etiketlerini basıyordum o sırada. Etiket için, mürekkep sipariş ettiğim Almanya’daki fabrikadan yalnız siyah mürekkep tozu (isini) istedim. Bunu zamk-ı arabî ile ezdim, fevkalade bir mürekkep oldu. O zaman. Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, ölüm yatağında bulunuyordu. Buna, bir ümit ve teselli için yapmış olduğum mürekkepten bir miktar hediye olarak götürdüm. Allah rahmet etsin, ömrü vefa etmedi, mürekkebi Necmeddin Okyay Hoca merak etmiş, bakmış ki, benim yapmış olduğum mürekkep onunkinden daha iyi, ilk karşılaştığımızda: «Hamidciğim mürekkebi nasıl yaptın?” diye sordu. Ben de «zekamla yaptım» dedim. Mensebete nebete (sebat) eden münafıkını görür. Şeref’ül mekani bil mekin. 184 Şişli Camii’nin yazılarını ben yazdım. Ankara Kocatepe Camii’nin yazılarını yazdım. Sonra, Kastamonu’da ismini hatırlayamadığım bir camii’nin yazılarını yazdım. İstanbul’da Kadıköy›ünde Sögütlüçeşme Camii›nin yazılarını yazdım. Bahariye›de bir camiin yazılarını yazdım. Paşabahçe Cam Fabrikası›nda tabakların üzerine yazı yazmak için vazifelendirilmiştim. Bir askerî heyet geldi, içlerinden bir Albay bana yaklaştı ve dedi ki: -Hocam, bu yeni harfleri eski harflerin üslubuna sokamaz mıyız? dedim ki: -Benim ömrüm kâfi gelmez, şu gördüğünüz yazılar benim yazım değildir. Bunun koca bir tarihi var, taa Devr-i Saadet›den bugüne kadar binlerce zek, bunun üzerine emek vermiştir, tekemmül ede ede bugüne gelmiştir. Bunun üzerinden bu şekil bir tarih geçerse o zaman olabilir.» Cevap vermeyip gitti. Öyle değil mi, hakikat bu. Buna bir ömür kâfi gelmez. En çok beğendiğim, takdir ettiğim eserim de, Mucizeli Kur’an-ı Kerim›dir. Bu yazıyı Araplar’dan aldığımız halde, onlara takaddüm etmişlerdir. Bugün Arap Dünyası ve bilhassa Irak, benden yazı talep ediyor. Men olunan yerden, men olmayan yere icazet veriyorum. Adana’da, Kerkük›te, Irak’ta, Bağdad’ta, Şam’da, Mekke’de, Medine’de, Fas, Tunus, Cezayir’de, Konya’da, Erzincan’da, Japonya’da, Fransa’da, Almanya, Amerika ve İngiltere’de, İstanbul’da velhasıl dünyanın her yerinde talebelerim vardır. Hatırlayabildiğim ve en çok beğenip takdir ettiğim, Mustafa Halim, Hasan Çelebi, Bağdatlı Haşim, Hekimoğlu Ali Paşa Camii İmamı Hüseyin Kutlu, Adana’dan Ahmed Fatih, Konya’dan Hüseyin Öksüz, Erzincan’dan Rafet Kavukçu ve Japonya›dan Maçiko Nagata adında bir hanım. İstanbul›dan da, halen talebem olan Yusuf Ergün takdir ettiğim talebelerimdendir. Yazıya yeni başlayan hattatlarımıza sülüsü tavsiye ederim, çünkü sülüs yazıların babasıdır. Sülüsü yazan diğer bütün yazıları da yazar. Çünkü onda öyle bir mana var ki. hiç bir yazıya benzemez. Sonra Nesih, talik divanî, rık’a, celi divanî, kufi tavsiye ederim. Talik’de; Mehmed Esad Yesari, O’nun oğlu Yesarizade Mustafa İzzet Efendi, Hattat Sami Efendi, Necmeddin Okyay ve samimi arkadaşlarımdan Kemal Batanay, Hattat Hulusi Efendi, talebem Hattat Mustafa Halim Özyazıcı. Sülüs›de; Hat dehamız Mustafa Rakım Efendi, Sami Efendi, Bakkal Hacı Arif Bey, Mehmet Şevki Bey, Çarşambalı Arif Bey, Hacı Kamil Akdik, Tuğrakeş İsmail Hakkı Altunbezer, Mustafa Halim. Nesih’de; bu yazının mucidi Şeyh Hamdullah Amasi (Amasyalı), Hacı Kamil Akdik, Kayışzade Hafız Osman Efendi, Hasan Rıza Efendi, Yedikuleli Abdullah 185 Efendi ve Mustafa Rakım Efendi›nin ağabeyi İsmail Zühdî (Katib-ı Saray-ı Sultanî). Bunlar hat sanatında mektep olmuş üstadlardır. Ben Sülüs›ü Hacı Nazif Efendi’den, celi sülüs’ü Hacı Kamil Akdik’ten, tuğrayı Tuğrakeş İ. Hakkı Altunbezer’den, talik’i biraz kendi gayretim ve biraz da Hattat Hulusi Efendi’den meşk ettim. Hepsi bir emek mahsulü olduğu için birini diğerine tercih edemem. Mesela İranlıların İmad-ül Haseni’nin talik yazısını biz yazamayız. Onlar da bizim celi talik yazımızı yazamazlar. Hiç unutmam, Hattat Mektebi açık olduğu bir devrede idi. Oraya gittiğim bir gün İ. Hakkı Altunbezer birisine anlatıyordu: Bu, İran başkonsolosu bir yazı vermiş, verirken bir yazı hakkında konuşma oluyor. İran konsolosu şöyle diyordu: «-Men özümü bilirem ki, Türkler bu yazıyı İranlılardan öğrendiler. Fakat, Kapalı Çarşı’nın sahaflara bakan kapısı üzerinde bir yazı vardı: El kasibü Habibullah, Sami Efendi’ye aitdir. Bugün İran’da yazamazlar». Biz onların ince taliklerini yazamayız, onlar da bizim celi taliklerimizi yazamazlar. Evet, Hattat Hâmid, böyle bir sanatkâr… Hakkında yazılanlara baktığımızda kendisine hürmet söz konusudur, Dünyaya tanıttığı Hatt Sanatı’nın yüzyılımızın en büyük ismidir”. Bu Büyük Sanatkâr’ın düzenli biçimde bir aile hayatının olmayışı, bir hanın 10 metrelik işyerini hem atölye hem ev biçiminde kullanması, hastalanmadıkça hatırlanmaması, yokluklar içinde ömrünü noktalaması, affedilir bir durum değildir. Hakkında yazılanlara, talebelerinin açıklamasına baktığımızda bu derbeder yaşantı içinde bu denli önemli eser veren Sanatkârın ardından söylenenlere baktığımızda, ülkemizde sanata kıymetin ölçüsü net görülmektedir. Hâmid’in yaşantısı, çektiği zorluklar ve yaşlılık döneminde yalnızlığı, insana “Böyle de olmaz” dedirtir, bir manzara ortaya koymaktadır. Hakkında talebeleri, ondan etkilenen isimler, birçok konuşmalarında, yazılarında Hâmid’i bitirememektedir. Diyarbakır’da yapılan bir panelde Öğrencilerinden ve vasiyetnamesinde yerine vekil bıraktığı Hasan Çelebi, İsmail Yazıcı, Fuat Başar, Husrev Subaşı, M. Uğur Derman, Muhammed Temimi ile görüşme fırsatı buldum. (Hattat Hâmid Aytaç (Amidî) Anma Paneli Eylül 1986 Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Ağustos 1997). Hattat Hâmid Aytaç’ın özet biçimindeki hayat hikâyesini ve hakkındaki özet bibliyografyayı, konuya dair araştırmak isteyenler için Klasik Türk Sanatları Vakfı Resmî Sitesi’den iktibas ediyoruz: O zamanki adı Âmid olan Diyarbakır’da doğdu. Asıl adı Şeyh Mûsâ Azmi’dir. Babası, Müstakimzâde’nin Tuhfe’sinde adı geçen hattat Âdem-i Âmidî’nin 186 torunlarından Zülfikar Ağa, annesi Müntehâ Hanım›dır. Diyarbakır’da Sıbyan Mektebini, Askeri Rüşdiye’yi ve idâdî’yi bitirdikten sonra 1908’de yüksek tahsil için İstanbul’a gitti. Bir yıl Mekteb-i Nüvvâb’a (19 10’dan sonraki adıyla Mekteb-i Kudât) devam ettikten sonra sanata karşı kabiliyetini gören hocalarının tesiriyle Sanâyi-i Nefise Mektebi›ne kaydoldu. Fakat babasının ölümü üzerine geçimini sağlamak için çalışmak zorunda kaldığından tahsilini tamamlayamadı. Haseki›de Gülşen-i Maârif Mektebi’nde hat ve resim hocası olarak çalışmaya başladı; bu arada özel şekilde matbaa işleriyle de uğraştı. Rüsûmat (Gümrük) Matbaası, Mekteb-i Harbiyye Matbaası ve sonra da hocası Mehmed Nazif Efendi›nin vefatı üzerine tayin edildiği Erkan-ı Harbiyye-i Umûmiyye Matbaası’nda Mehmed Emin Efendi ile beraber hattat olarak çalıştı. Bir yıl kadar da Almanya›da haritacılık ihtisası yapan Mûsâ Azmi Bey, döndüğünde memuriyeti yanında geçim sıkıntısı sebebiyle Bâb-ı Âli›de Hattat Hâmid Yazı Yurdu›nu açarak “Hâmid” müstear imzası ile piyasaya yazılar yazmaya başladı. Bir süre sonra da resmî görevinden ayrılıp kendini tamamen bu işe verdi. 1928 harf inkılâbından sonra atölyesini matbaa haline getirerek klişecilik, çinkografi, pantografi, mamul maddeler için lüks etiket ve kartvizit basımı gibi işlerle meşgul oldu. Bunların yanı sıra hat ile de ilgisini kesmeyerek yurt içinden ve yurt dışından gelen özel istekleri karşılamaya devam etti. 1960 yılında Paşabahçe Cam Fabrikası›na girdi. Burada imâl edilen cam eşya üzerine çeşitli yazılar yazdı. 1975’te emekliye ayrıldı; ömrünün geri kalan kısmını yazı yazmakla geçirdi. 19 Mayıs 1982’ de vefat etti. Kabri Karacaahmet Mezarlığı’nda Şeyh Hamdullah’ın mezarının yakınındadır. Hamit Aytaç yazı «sevgisini ve ilkyazı derslerini, yetişmesinde büyük roIü olan Sıbyan Mektebindeki hocası sonradan Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem Diyarbakır Mebusu olan Mustafa Âkif (Tütenk) Bey’den aldı. Askeri Rüşdiye’de, aynı zamanda Ali Rıza Bey ekolüne bağlı bir ressam olan Yüzbaşı Hilmi Bey’ den sülüs, Vâhid Efendi›den de rik›a meşketti. Bu iki sanatkârdan Romen ve Gotik yazılarını da öğrendi. Ayrıca Hoca Esad Efendi ile Kolağası Ahmed Hilmi Efendi’den de sülüs ve nesih dersleri aldı. Yazıya olan merakı sebebiyle mektepte bir yılını kaybedince babası yazıyla uğraşmasını menetti. Ancak Sultan II. Abdülhamid’in cülûs yıl dönümünde yazdığı bir tuğra sebebiyle aldığı ödül, tekrar yazıyla meşgul olmaya başlamasını sağladı. İdâdî yıllarında, Mustafa Râkım yolunda bir hattat olan akrabası Abdüsselâm Efendi’den sülüs ve celîsini ilerletti, şahsiyeti ve sanat anlayışı büyük ölçüde bu zatın etkisinde gelişti. İmam Said Efendi’den de istifade etti. Ayrıca resimle de ilgilenerek ressam Ali Rızâ Bey tarzında eserler verdi ve daha çok peyzaj ile meşgul oldu. İstanbul›a geldiğinde Gülşen-i Maârif›teki öğretmenliği sırasında mektebin müdürü Süreyyâ Bey vasıtası ile tanıştığı Hacı Nazif Bey’,den celî-sülüs, Reîsülhattâtîn Kâmil (Akdik) ile Neyzen, Emin (Yazıcı) efendilerden sülüs ve nesih yazılarında faydalandı. Tuğrakeş İsmail Hakkı (Altunbezer) Bey’in yanında tuğra çekme tekniğini geliştirdi. 187 Ta’likte bir müddet Hulûsi (Yazgan) Efendi’ye devam ettiyse de daha çok Mehmed Esad Yesârî›nin yazı örneklerinin etkisinde kaldı ve onun yolunu benimsedi. 1916’ya kadar yazılarında «Şeyh Mûsâ Azmî», «Mûsâ Azmî» veya sadece «Azmî», bu tarihten sonra ise Diyarbakırlı oluşuna telmihen «Hâmidü’l-Âmidî» ya da yalnız «Hâmid» imzasını kullandı ve daha çok bununla tanındı. Celî-sülüste Mustafa Râkım ve Sâmi efendiler yolunda mükemmel bir sanat çizgisi ortaya koydu. Yetmiş beş yıllık sanat hayatının en parlak devresi 1920-1965 yılları arasına rastlar. Bu sürede ve sonrasında sayısız eser veren ve hayatını hattalıkla kazanan Hamit Aytaç’a, Türk sanatı ve kültürüne üç çeyrek asra varan hizmeti ve katkıları sebebiyle İstanbul’ da 1982 yılında Aydınlar Ocağı Bilim ve Sanat Kurulu tarafından «Üstün Hizmet Armağanı» verildi. Hattat Hamit’in sanatını geliştirmede şahsî gayreti ve çabası ön planda gelir. O eski usulde bir hattatın yanında yetişmiş olmayıp daha çok hat otoriteleriyle mütalaa ve müzakerelerde bulunarak ve eski hattatların yazı örneklerini sabırla’ ve titizlikle inceleyerek ilerlemiş ve başta celî- sülüs olmak üzere sülüs, nesih, celî, ta’lik ve diğer yazı çeşitlerinde, hatta Latin yazılarında hemen hemen aynı kudrette kalem kullanan bir sanatkâr şahsiyetiyle kendisini sanat çevrelerine kabul ettirmiştir. Hamit Aytaç, İslâm yazı sanatlarına yön veren ve İslâm dünyasının dikkatlerini İstanbul üzerinde toplamayı başaran büyük Türk hattatlarının sonuncusudur. En önemli eserlerinden biri, satırlarda «Allah» lafızlarını alt alta getirerek, diğeri de Hasan Rıza Efendi’nin Mushaf-ı Şerifini esas alarak yazdığı Kur’ân-ı Kerîm’lerdir. Bunların ilki 1974’te ve daha sonraki yıllarda İstanbul, Almanya ve Beyrut’ta, diğeri ise 1986 yılında İstanbul’da basılmıştır. « Kur’an Cüzü, En’âm-ı şerif, Yâsîn-i Şerif, Dua ve Evrâd Mecmuası, Elifbâ türünde yayımlanmış eserleri yanında hilye, kıta, murakka’ vb. levha boyutlarında sayısız eseri olup bunların pek çoğu Türk ve dünya koleksiyonlarına girmiştir. Eski harflerle yayımlanmış yüzlerce kitap, dergi, gazete ve mecmuanın kapak yazıları ile yeni harflerle neşredilmiş dinî ve edebî eserlerin Arapça metinlerinin pek çoğu onun kaleminden çıkmıştır. Son yazılarından oluşan Kırk Hadis, Abdülkadir Karahan’ın açıklamalarıyla birlikte Kültür Bakanlığı’nca bastırılmıştır (İstanbul 1977; Ankara 1985). Şişli ve Söğütlü Çeşme Camileri ile Sirkeci Hobyar Mescidi’ndeki yazıları, İstanbul Eyüp Camii’nin kubbe yazıları, Ankara Kocatepe Camii’nin mihrap üstü ve ana kubbe göbeği yazıları, Kasımpaşa Camii dış revakları üzerindeki Nebe’süresi, Kadıköy Moda, Kartal, Pendik, Paşabahçe, Fındıklı, Hacıküçük, Çanakkale Çan, Denizli Tavas camileri yazıları, mezar taşlarına hakkedilmiş hatları onun celî yazıdaki dehasını ve kudretini gösterir. Özellikle Şişli Camii kapısı üzerindeki celîsülüs aynalı istifi dünyaca ünlüdür. İstanbul Belediyesi Şehir Müzesi’nde 4603, 4604, 4605, 4626, 4651,4658, 4661 numaralarda kayıtlı celî-sülüs, celî-ta’lik ve celî-divanî yazıları da onun en güzel eserlerindendir. İslâm Konferansı Teşkilâtı›na bağlı Milletlerarası İslâm Kültür Mirasını Koruma Komisyonu tarafından 1986 yılında İstanbul’da düzenlenen milletlerarası ilk hat müsabakasına onun adı verildi. 188 Hayatının son yıllarında yurt içinde ve yurt dışında pek çok talebenin yetişmesine sebep olmuş ve icâzet vermiştir. Hattat Halim Özyazıcı ve Iraklı Hâşim Muhammed el- Bağdâdî kendisinden faydalananların başında gelir. HAKKINDA SÖYLENİLENLER Hasan Çelebi: Hâmid Bey’in hayatı hep hüzünlü geçti. Hâmid, Bey’in sanatını hiçbir şey engelleyemedi. Hâmid Bey, yazı sanatında bir dâhi idi. Ondan boşalan yeri doldurmak kolay olmayacaktır. Öldüğü günün sabah ki hüüzn hepsini bastırdı. Morgdan alıp dayıkama tahtasına koymak için üçüncü bir adama ihtiyaç oldu da bulamadım. Götürdüğüm imam arkadaşla tuttuk. M. Uğur Derman: Hâmid Bey’in son yılları, hemşehrisi olan Süleyman Nazif’i(1870-1927) vefatı dolayısıyla Müderris Ferid Kam’ım(1864-1944) söylediği şu kıt’ayı hatırlatır: Sağlığında nice ehl-i hünerin Bir tutam tuz bile yoktur aşına Öldürüp evvel onu, açlıktan, Sonra bir türbe dikerler başına. Alâkasız; mazisine ve temsilcilerine lâkayt kimselerden Hâmid Aytaç için de ne beklenirdi? Üstelik türbe değil d, kabir taşı bile uzun yıllardan sonra dikilebildi. Prof. Dr. Ali Alpaslan: XX. Yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’da iki büyük hattat vardı: Biri Necmeddin Okyay, diğeri Hâmid Aytaç. Bu iki büyük sanatkâr, İslâm dünyasında hattın ne büyük temsilcileriydi“. Emin Barın: Hattat Hâmid Hoca’nın diğer hattatlardan farklı olan tarafı şudur: Hattatlar genel olarak sevdikleri ve daha çok başarılı oldukları yazı nevîlerinde sanatlarını devam ettirmişlerdir. Meselâ sülüs yazan tâlik yazmaya pek heves etmemiştir. Hâmid, hat sanatının bütün nevîlerinde başarıya ulaşmış nâdir sanatkârlardandır. Her cinse yazıyı her isteyene kolayca yazabilirdi. Bence Hâmid’in büyüklüğü de işte buradadır. Belki de o yüzden şöhreti memleketimizin hudutlarını aşarak bütün İslâm âlemi’ne yayılmıştır.” Turan Sevgili: Hat sanatında müstesna bir yere sahip olan Hâmid Bey, binbir müşkilatala hayatını ve hat sanatını ahir ömrüne kadar devam ettirmiş, her şeye rağmen bize ve bizden sonraki nesillere hocalık yapacak, eşsiz eserler vermiş; velût, dehâ sahibi,.. şöhreti, çalışmaları ve hizmetleri yurt dışına taşmış, son döneme damgasını vurmuş, yeri doldurulamaz bir sanatkâr; hoşgörülü, yardımsever, nazik bir insandı”. Savaş Çevik: Hoca’ya çok hayrandım ama çok acırdım. Bu sanatkârın hayatı böyle olmamalı derdim. . 189 Talip Mert: Bu odanın kışın ısınması için benim gördüğüm zamanlar küçük LPG tüpleriyle dolu olurdu. 1973’ten öncesini bilmiyorum. İşte Hüsn-i hat tarihinin meşhur üstadı Hâmidü’l- Âmidî’nin (Aytaç) yazıhanesi kendi ifadesiyle “Hattat Hâmid Yazı Yurdu” böyleydi. Ve bilinen dev eserlerini burada yazıyordu. Ali Husrevoğlu: Cumhuriyet Döneminde ülke birçok alanda değişim geçirirken, harf inkılâbından sonra birçok hattat: “Artık, bugünden sonra bize bu memlekette iş bulunmaz” diyerek iş yerlerini kapatıyorlar. Hattat Hâmid Üstadımız diyor ki: “Sirkeci’den Cağaloğlu’na kadar sağ kolda yüz elli, sol kolda da yüz elli hattat dükkânı vardı. (Yani çok geniş olmayan bir yerde üç yüz kadar hattat, gece gündüz, harıl harıl çalışıyor). Hepsi dükkânlarını kapattılar, bir tek ben kapatmadım. Allah bana yardım etti, muhafaza etti ve Osmanlı’dan kalan bu sanatı Cumhuriyet’e taşıma vazifesini bana yükledi; ömür boyu kendim, hem sanatımı icrâ etmeye, hem öğretmeye devam ettim” diyor. Biz bu fedakârlığı gösterir miyiz? Bir dünya tamamen değişecek ve siz hayatın ilgi alanı dışına iteleceksiniz ve bu işi bırakmayacaksınız… Burada bir şey ortaya çıkıyor: Bu sanata gönül veren insanlar, âşık olarak gönül verirler ve kendilerini fedâ ederler. Hattat Hâmid de bunlardan bir tanesidir ve en güçlülerinden, en büyüklerindendir. O dönemde bu güzel sanatı terk edilmeye bırakmamış, memleketimizi güzel eserleriyle zenginleştirmiş ve sayısız talebe yetiştirmiştir. Dünyanın her yerinde Hattat Hâmid üstadımızın talebesi vardır. Amerika’da, Japonya’da, Fransa’da, her yerde. Hattat Hâmid’in özelliklerinden bir tanesi de, bütün yazı türlerini mükemmel derece yazabilmesidir; istisnasız bütün yazı türlerini. Şu anda bu kapasitede hattat yetişmiyor. Bu özellikle hattat sayısı tarihimizde de az. Hattatlarımız ya “sülüs, nesih” türünde yetiştirmişler kendilerini, ya “tâ’lik” türünde… Bazısı sadece “celî dîvanî” yazmış… Bütün yazı türlerini mükemmel yazanlardan birisi Hattat Hâmid’dir. İkinci isim Hattat Halim’dir (Özyazıcı). Bir de Kâmil Akdik’tir. Başka yoktur demiyorum kesinlikle,, ama şu anda hatırıma gelenler bunlar. Zaman zaman giderdik ziyaretine. Cağaloğlu’nda bulunan handaki odasında çalışırdı gece gündüz. Bizim zamanımız yaşlılığına rastladı. Hattat Hâmid’in şu menkıbesini çok duyardık: Bir ara Hattat Hâmid’in odasının bulunduğu han büyük bir yangın geçiriyor. Eğer Hattat Hâmid’in odasına da yangın gelecek olursa ki eski İstanbul yangınlarını düşünelim, mevcut olan bütün eserler yanıp kül olacak. Hancı geliyor: “Üstad!” diyor, “Çabuk davran, toparlan, yangın geliyor, yanıyorsun! ”Hattat Hâmid hiç istifini bozmadan çalışmasına devam ederek diyor ki: “Biz ‘Allah’ yazıyoruz kardeşim, yanmayız; siz başınızın çaresine bakın” ve hakikaten bunu nasıl güçlü bir imanla söylediyse, ateş Hattat Hâmid’in kapısına kadar geliyor ve kapısında sönüyor. Bunu ben daima anarım. Hattat Hâmid’le irtibatımız böyle oldu. Yangının yılını tam hatırlamıyorum. Ancak Hâmid Aytaç’la tanışmamız 1980 öncesi oldu. (Yeni Dünya Dergisi) Mevlüt MERGEN: 1974’ten önce veya sonra idi, pek hatırlayamıyorum. Rahmetli dostum Hacı Sedat Pamukçu ile bir İstanbul seyahatımız olmuştu. Bir gün “seninle bir Diyarbakır’lı Hattatı ziyaret edelim var mısın?” dedi. 190 Adını duymuştum fakat kendisini görmemiş ve tanımamıştım Hattat Hamid Aytaç’ın, Pamukçu’ya: “bu da sorulur mu tabii ki varım?” dedim ve Cağaloğlu’na yöneldik. O zamanlar Cağaloğlu, İstanbul’da hem gazetelerin ve hem de matbaaların merkezi durumunda idi. Bir matbaaya gittik, sorduk bir oda gösterdiler ve “burada” dediler. Odasından içeri girdiğimizde, gayet yaşlı bir zatla karşılaştım, bu Hamid Bey’di. Bize “kimsiniz, ne istiyorsunuz?” kabilinden sorular sorunca Sedat Pamukçu kendisinin akrabası olduğunu söyledi. Yine sordu “kimlerdensin?” Aldığı cevap karşısında: “Doğrudur” dedi. İki akraba biraz sohbet ettiler, bu arada ben de gerek masasının üzerindeki ve gerekse etraftaki yazılara bakıyordum. Bir “Besmele” vardı, istedim “sipariştir ve sen bilir misin o ne kadar paradır?” dedi. Hattat Hamid Aytaç’ın esas ismi ‘Musa Azmi’dir ve Diyarbakır’lı Seyyid Adem efendi torunlarından Zülfikar Ağa’nın oğludur. Süleyman BERK: 1980 yılının ilkbaharında Yusuf Sezer beni yanına alarak hocaya götürdü. O günkü heyecanımı unutamam. Reşid Efendi hanının kemerli kapısından içeri girince karşımıza çıkan genişçe bir avlunun sağ tarafında sekiz-on basamaklı bir merdivenden çıkıp içeri girince, sol tarafta bulunan bir kapıyı çalarak içeri girdik. Tek pencereli on metrekarelik bir oda… Odanın sağ tarafında hocanın istirahat ettiği bir divan, pencerenin önünde hafif eğik genişçe çalışma masası, ısınma için başına basit bir başlık takılmış ufak tüp, toplam üç kişinin sığabileceği ve asla güneş görmeyen bir oda. Hocayı, resimlerde de görülen siyah kalın çerçeveli gözlük, kamburca masaya eğilmiş, soğuğun tesiriyle palto ile çalışma masasında oturmakta olduğu halde bulduk. İçeri girdiğimizde hafifçe başını kaldırıp dönerek bize baktı. Evvelâ Yusuf Bey daha sonra ise ben elini öptük, Yusuf Bey’i kahvaltı yapmak için bir şeyler almak üzere pastahaneye gönderdi. Hoca ‘yı ziyaret ettiğimizde bir tuğranın dış beyzesi üzerinde çalışmakta idi. Kamış kalemin cızırtılı ilerleyişini ilk defa onun kaleminde görmüştüm. Kamış kalem bir usta hattat elinde ne de güzel yürümekteydi. Tarih konan odayı, az da olsa duvarda asılı birkaç yazı levhasını dikkatli ve meraklı gözlerle seyretmiştim. Beş-on dakikalık ziyaretten sonra tekrar hürmetlerimizi arz ederek ayrılmıştık. (…) İkinci ve üçüncü defa hocayı yine Yusuf Sezer’in delâletiyle, rahatsızlığı dolayısıyla yatmakta olduğu Haydarpaşa Numûne Hastanesi’nde ziyaret etmiştim. Hoca, Yusuf Bey’e birtakım isimler vererek onları aramasını ve hastahanede bulunduğunun haber verilmesini istedi ve insanların vefasızlığından şikâyet etti. Rahmetliyi bir daha ziyaret etmek nasip olmadı. 19 Mayıs 1982 günü belediye otobüsüyle okula giderken karşılaştığım bir sınıf arkadaşım acı haberi vermişti. Dr. Mehmet Refii Kileci: Gönül isterdi ki, dünya çapındaki bu müstesna üstadımıza devlet sahip çıksın, metrukatı, eşyaları, eserleri muhafaza edilsin, adına müze kurulsun. Hayatında devletten alaka görmeyen, tarihte eşi az görülen bu 191 muhterem sanatkâr, bari vefatından sonra alaka görsün. Ama heyhat… Maalesef, geçen sene büyük hattat Hâlim Özyazıcı merhumun metrukatının tarumar olduğu gibi, onun da metrukatı tarumar oldu, dağıldı. Keşke Arap aleminin büyük hattatı ve Hâmid Bey›in talebesi olan Iraklı Haşim Bağdadi›nin evinin müzeye çevrildiği gibi Hoca›nın eserleri de kendi adına kurulan bir müzede toplansaydı ve metrukatı korunsaydı. Kendi önündeki hazineyi görmeyen, hatta bilmeyen ve anlamayan bir nesilden ve milletten ne beklenebilir. Arif AKÇALI: Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir’ cümlesinde bekleyen iltifat, üstad Hattat Hâmid için devlet katında hiçbir zaman karşılık görmedi. Öyle ki, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde aç biilaç gözlerini fani âleme yumduğu vakit, çevresinde talebelerinden başka kimse yoktu. Cumhuriyet Türkiyesi’nde harf inkılâbı (darbesi) ile birlikte hat sanatı, dolayısıyla hattatçılık da gözden düşen meslekler arasına girdi. (Gerçi matbaa faslı olarak uzun bir menakıp sunmaya hiç gerek yoktur) Fakat üstadın gençliğinde Musa Azmi imzası ile neşrettiği, kırk küsur sayfa tutan ilmihalinin mevcudiyetinden çok az kimse haberdardır. Batıcılık endişesinin yeni inkılâplarla gerçekleştirmeye çalıştığı sözde bilimsellik, bugün Doğu’nun medeniyet bağlamında ortaya koyduğu eserleri yine de gölgelemeye yetmiyor. Her ne kadar bizim nazarımızda gözden düştüğü söylenen hattatçılık, bir başkası için fevkalade bir ayrıcalık arz edebiliyor. Örneğin, Üstad Hattat Hâmid’in eserleri dolayısıyla, Ortadoğu’da tanınmış al-Umme dergisinde yayınlanan bir makalenin başlığı ‘Şeyh-ul Hattatin fı’lkarnil işrin’dir ve manası, ‘20. Asırdaki Hattatların Piri’ olarak Türkçeye çevrilmektedir. Hattat-ı maderzad olarak Üstad Hâmid, ciddi bir eğitim görmediği halde, kendisine Yesarî, Rakım ve Sami Efendilerin eserlerini yol gösterici olarak kabul etmiştir. Kazım Karabekir, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Enver Paşa, Eşref Edip, Süleyman Nazif, kartvizitini yazdığı isimlerden sadece birkaçıdır. Eserlerinin sayısı beş binin üzerinde olduğu söylendiği halde, geçmişle bağını koparmaya bu denli istekli bir zihniyete ‘Hattat Hamid Aytaç Müzesi Niçin Yok?’ diye sormak abesle iştigal olmasa gerek.. “Hattat Hâmid Aytaç Kitabı” yazarı, hazırlayıcısı Sayın İsmail Yazıcı ile konu hakkında yazışmalarımız oldu. Hâmid’in birçok matbû kartvizit, diğer çalışmalarını Sayın Yazıcı bize kadirşinaslığını gösterip verdi. Hâmid’i tanımak, anlamak isteyenlerin elinde başlı başına bir kaynak olan bu eser, meraklısı tarafından okunmalıdır. Kendi alanında yetkin isimlerin hatıralarını, Hâmid’e ilişkin düşüncelerini içine alan çalışmalar yanında Hattat Hâmid’e ait birçok belgenin, hat örneğinin yer aldığı eser, Hâmid’e değer verenlerin, vefa gösterenlerin bir borcudur. ( Kitabevi İstanbul Mayıs 2002). 192 Sonuç: Diyarbakır’da yerel bir gazetede yayınlanan makalelerimizde birçok defa Hâmid konusuna değindik. Panel öncesi bu çalışmalarımız yayınlandı. İsmi, bu çalışmaların etkisiyle Bağlarda bir mahalleye verildi, bir ilköğretim okulu “Hattat Hâmid” ismini taşıdı. Ne yazık ki halen Diyarbakır’da, kendi memleketinde Hâmid tanınmıyorsa bu bizim için büyük eksikliktir. Amacım bu boş, mana taşımayan satırlar yerine her biri insana ürperti veren, insanı sanatın coşkunluğuna yönlendiren, ilahî duyguları terennümü levhalara bildiri kitabında daha fazla yer ayırmak olduğu için, susuyorum, harflerin konuşmasının daha uygun olduğuna inanıyorum. Biliyoruz ki kendisi de az konuştu, konuşmasını sevmedi. Lakin çalışmalarıyla sanatını konuşturdu. Bu konuşmasının mirasçısı olan bizler, hat alanındaki etkinliğinin, etkilerinin hala devam ettiğini, devam edeceğini bildiğimiz için kendisi sanatını konuştururken, bizim susmamamız, hürmetsizlik addedilmez mi? Bırakalım, eserleri konuşsun, Hattat Şeyh Musa Azmî’nin, Hattat Hamidü’l-Amidî’nin… Ben susuyorum, eserleri konuşuyor!... 193 HAT ESERLERİNDEN 194 195 196 197 BİBLİYOGRAFYA: 1. İNAL İbnülemin Mahmud Kemal. Son Hattatlar. s. 119• 124 2. Habîbullah Fezâilî, AtIas-ı Hat, İsfahan 1391, s. 379,380, 649, 650 3. Mahmûd ‘Şükr el- Cebûrî, Neş’etü’I-Hatti’l ‘Arabî ve Tetavvüruh, Bağdad 1974, s. 171 • 173 4. Nâci Zeyneddin, Musavverü’I-hatti’l ‘Arabî, Beyrut 1974, s. 133, 150, 188, 194,263, 352, 361. 5. Bedâ’i’u’I- Hatti’l- Arabî, Bağdad 1981, s. 193, 196, 252, 253, 293, 294,302, 335 6. M. Uğur Derınan, «Hamid Aytaç», Türk Hat Sanatının Şaheserleri, İstanbul 1982, s. 65.67 7. «Hamid Bey», Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 18.19 8. Kâmil el -Baba. Rûhu›l hatti’l- Arabî, Beyrut 1983, s. 102.103, 134.136, 201, 221, 230, 246.251 9. RADO Şevket Türk Hattatları, İstanbul 1984, s. 267.269;. 10. RADOŞevket “Kaybettiğimiz Büyük Sanatkâr Hattat Hamid Aytaç», Türkiyemiz, sy. 39, İstanbul 1983, s. 1•4 1985 11. Milletlerarası Hattat Hamid Aytaç Hat Yarışması (nşr. IRCICA), İstanbul 12. YENİSEY İsmet Kerim , «Hattat Hamid’le Mülakat», SeIâmet. nr. 40, İstanbul 20 Şubat1948, s. 12• 13; 13. ALPASLAN Ali, «Hamid Aytaç», Hayat Tarih Mecmuası, sy. ll, İstanbul 1972, s. 16•20; a.mlf .14-. 15. «Hattat Hamid›in Kaybının Düşündürdükleri», Milliyet, İstanbul 04 Temmuz 1982; a.mlf 16. «Hattat Hamid», Kaynaklar. sy. 1, İstanbul 1983, s. 48•53; 17. ŞAHİNER Necmeddin «Hat Ustası Hamid Aytaç», Yeni Nesil, İstanbul 14 Şubat 1975; 18. «Illüminating The Quran», Arabia, London 1981, s. 74 ~ 75 ; 19. Dr. Muhammed Harb. «Hâmid: âhirü’I- hattâtîni›l-‘izâm», el•’Arabî, Küveyt 1982, s. 76•81 ; 20. «Harflerin Bestekârı Kendisini Anlatıyor», İlme İrfana Umrana Köprü, sy. 61, İstanbul 1982, s. 8•15; 198 21. YAZICI İsmail, ‘Hattat Hamid’le Hastanede Yapılan Son Mülakat», Sanat ve Kültürde Kök, XVI, İstanbul 1982, s. 10•26; 22. BARIN Emin, ‘İslâm Âlemi Hattat Hâmid’i Çok İyi Tanır» , Yeni Nesil, İstanbul 31 Temmuz 1982; 23. EREZ Selçuk «Bir Kültür Ustasının Ölümü», Güneş, İstanbul 1 Haziran 1982; ‘Regard sur la Calligraphie Islamieue: Calligraphe Hamid 24. YAZICI İsmail Hattat Hâmid Aytaç Kitabı Kitabecvi Yayını İstanbul. Mayıs 2002 25. Hattat Hâmid Aytaç (Âmidî) Anma Paneli Eylül 1996 Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Yayınları Ağustos 1997 26. BEYSANOĞLU Şevket Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları 2. Cilt sayfa 429 vd. San Matbaası Ankara 1997 27. Suffe Yıllığı Hazırlayan Mustafa MİYASOĞLU Hattat Hâmid Özel Bölümü 28. Hattat Hâmid Aytaç Adına Düzenlenen Hat Yarışması Sonuçlandı Antika Dergisi Yıl 2 Sayı 24 29. Devrin Büyük Hattatı Hâmd Aytaç 8 Musa Azmî) Vefat Etti Metin Erarabacı Meydan Dergisi Haziran 1982 30. GÖREN İbrahim Ethem Hâmidin Seng-i Kabri Kalmadıysa Namı Kalmıştır! Yeni Şafak Gazetesi 23 Mayıs 1996 31. Hâmit Aytaç: Bir Yalnız Üstad Yeni Şafak Gazetesi 20 Mayıs 1997 32. Merhum Hattat Hâmid Bey ve IRCICA Kültür Sayfası İmzasız Zaman Gazetesi 17 Haziran 1195 33. SUBAŞI Doç. Dr. Hüsrev Vefayı Ne Zaman Öğreneceğiz Vefatının 13. Yıldönümünde Üstad Hâmid Aytaç’ı Anarken Zaman Gazetesi 21 Mayıs 1995 34. Harflerle Yaratılan Mistik Eserler Türk Hat Sanatı ART- DECOR Temmuz - Ağustos 1996 Sayfa 224 vd 35. Sanat ve Kültürde Kök “Hattat Hâmid” Özel Sayısı Cilt 2 Sayı 16 Haziran 1982 ; * Son Devrin En Büyük Hattatı Hâmid Aytaç’ı Kaybettik /Ömer Ziya BELVİRANLI /* Hâmid Aytaçla Hastanede Yapılan Son Mülâkat /İsmail YAZICI /*Deryada Bir Katre/ H. Hasan ÇELEBİ/* ÜSTÂDIN Ardından/Hüseyin KUTLU/*Hat Sanatının Müesseseleşmesi/ Ziya AYDIN 36. “Hattat Hâmid Hayatını Anlatıyor” Altınoluk Dergisi Mart 1986 37. www.kalemguzeli.net/hattat-hamid-aytac.html 199 38. AKÇALI Arif Hattat Hâmid Müzesi Olsa www.dunyabizim.com/?aType =haberYazdir&ArticleID=7314 39. Diyarbakır’da yayınlanan Diyarbakır Olay ve Güneydoğu Mesaj Gazetesinde “Hattat Hâmid Aytaç” Konulu Makalelerimiz 40. Değişik Sitelerden alınan Hattat Hâmid’e ait Hat Örnekleri 41. http://www.klasikturksanatlarivakfi.com/indexalt.php?sayfa=sanatcigost er&id=117&sno=2 42. “İslâm Yazı Çeşitleri” , Sanat Dünyamız, sy. 32, İstanbul 1985, s. 35; sy. 33 (1985). s. 33; sy. 35 (1986), s. 43. Hattat Hâmidle Mülakat, Selamet Dergisi sayı 40 YIL: 1948 AHMED ARİFİN ŞİİRİNE FARKLI BAKIŞLAR Giriş: Diyarbakırlı Ahmed Arif… Çoğunlukla ezberlenen şiirleri, konferanslarda, toplantılarda okunmuş, kartpostallarda yer almış, makalelerde atıflardan pay kazanmış. Türk Şiiri’nde politik görüşü yansıtan, ustalıklı şiirler, denilebilir ki Cumhuriyet döneminde alanının bir kaç şairinden biri olan Ahmed Arif tarafından da yazılmıştır. Belki bu birkaç şairden biri de Ahmed Arif’tir. Kimseyi taklide yetinmeyen, az ve öz yazan, kendi dünyasının insanı olan, namus ve şeref kelimelerine yüklediği kavramın manasının dışına çıkmayan, coğrafyasının dertli bu şairi, fikren kendisine katılmayan şairlerden de ilgi görmüştür. Hayatta kandırılmayı, hafife alınmayı affetmeyen, dostuna dost, düşmanına düşman kesilen Ahmed Arif, şiir dünyasına farklı bakış açıları getirmiş, çoğu etkilendiği musıkî eserlerinin kendince unutulmayacak kelimelerini dizelerinde eritmiştir. Niçin Soyadını Kullanmadı? Ahmed Arif’in ismini bile “Ahmed” olarak yazması ve telaffuz etmesi, geleneğe- kültüre ne kadar bağlı olduğunu gösterir. İsmi, “Ahmed” ise “Ahmed” olarak kalacaktır. Belki de bu, Türkçeleştirilmek istenen isimlerin sonu “d” ile bitenlerinin t’ye dönüştürülmesine tepkidir. Hiçbir zaman soyadı olan Ünal’ı da kullanmamıştır, bunu böyle bilmekteyiz. İmzasında da “d” harfini özellikle kullanır. Şiirlerine Bakışlar Ahmed Arif’in şiirlerinde çarpıcı olan bir özellik tekrarların olmamasıdır. Az şiir yazma, yazdıklarıyla yetinme, istediğini vurgulama, kendisini çok yazmaktan alıkoymuştur. Şiirleri kadar Cemal Süreyya’nın vefatı sonrası yazdığı mektuplarının yayınlanması, Arif’in üçüncü eseri olarak yorumlanabilir. 200 Çalıştığı Ankara gazetelerinde yazılarının yayınlanıp yayınlanmadığını bilmemekteyiz. Oldukça az yazan Şair’in gazetelerde yazı yazmasının kendisi için yorucu bir iş olarak görülebileceğini sanmaktayız. Dostlarının kimilerinin dürüst davranmaması, kendi iç dünyasında yalnızlığı seçmesi, medyatik olmaktan uzak duruşu, kendisini fikir işçisi olarak görmesi ve geçirdiği dönemler, daima insana kuşkulu bakmasına sebep olmuş, mesafeli duruşlar sergilemesine neden olmuştur. Son döneminde evden çıkmaması bunun göstergesi olarak yorumlanabilir. “Kalbim Dinamit Kuyusu” adı altında yayımlanan kitapta yer alan açıklamaları şairin kimi zaman haklılığını ortaya koymaktadır, mesafeli duruş şekliyle Biz, Ahmed Arif’i yeni yorumlamıyoruz, bu makalemizde. Yorumdan öte şiirlerine farklı yaklaşımlar getirmek istiyoruz. Şairin vefatından sonra eleştirilmesini, kimilerinin kendisini beğenmemesini şekillendirilmek istenen kalıplara girmek istemeyişine bağlamaktayız. O, kendisini Anadolulu olarak görür, bu toprakların kadîm insanı biçiminde yansıtır. Mehmet Akif’ten Aldığı Mısra Mehmed Akif’ten alınan dizenin şiirinde kullanıldığı Vay Kurban şiirinden; “Dağların, dağların ardı, Nasıl anlatsam… Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz. Çırılçıplak, Vay kurban… “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.” Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile Fedayı kabul etmektir, Cennet yapabilmek için seni, Yoksul ve namuslu halka. Bu’dur ol hikâyet, Ol kara sevda” Ahmed Arif’in şiirine bakıldığında yerli şairlerden bir dize almadığı görülür. Bunun dışında belirgin olan”To be or not to be” ile “Cogıto ergo sum” ifadeleri yabancı şairlerdendir. 201 W. Shakespeare’nin ünlü “Olmak ya da olmamak” mısraı ie “Cogıto ergo sum” ifadesi, Ahmed Arif’in şiirinde kullandığı başkasına ait alıntılardır, isimsiz kullanılıp, tırnak içinde gösterilen. Şiirinde Musıkîden Etkilenmeler. Diyarbakır’daki halk musıkîsinden oldukça etkilenmeler içinde olduğu görülür ve bunu kendisi de reddetmez. Arif’in şiiri, bu etkilenmeler olmasaydı, belki günümüze dek bu tarzda gelmez, şiirleri bu denli tutulmazdı. Ahmed Arif’in Cemal Süreyya’ya yazdığı mektuplarda halk musıkîsinden ne derecede etkilendiğini belirten ifadeleri: “Beş altı yaşında iken bazı türküler daha doğrusu türkülerde bazı mısralar beni sarhoş edecek kadar sardı.”Bacısı güzele kardaş olaydım”, “Çayın öte yüzünde- Ceylan oynar düzünde”, “Ben seni gizli sevdim- Bilmedim âlem duyar!” Ses, çarpan, sarhoş eden, yüreğimi alıp götüren ses, olarak Diyarbekirli Celâl Güzelses, Cizreli Hasan ve Meyrem’in sesi oldu. (Celâl Abi, bütün Diyarbekir’in abisi, öldü. Cizreli Hasan’ın iki gözü kördü, vatanımda dilenecek halde sürünüyordu. Irak’a gitti, baş artist oldu. Meryem de öyle. Hamamlarda natırlık yapar sürünürdü. O da Irak’a gitti. Radyoda en yüksek baremde devlet sanatçısı oldu.” (7/Eylül/1969 Tarihli Mektup’tan Kaynak Yayınları Sh 72). Leylim- Leylim Şiirinden: “Leylim- leylim Ayvalar, nar olanda Sen bana yâr olanda Belâlı başımıza Dünyalar dar olanda” Bu mısralarda etkisinde çok kaldığı Diyarbekirli Celâl Güzelses’in söylediği ”Ağlama Yâr Ağlama” isimli eserin yansımaları oldukça belirgindir. Ahmed Arif, bu dizeleri biraz kırarak şiiriyle bütünleştirmiştir. Bu mısraların Diyarbakır’da söylenegelen müzik eserinde yeri şu şekildedir: “Elmalar al olanda gel (anam) Ayvalar nar olanda gel Heste düştüm gelmedin (anam) Bari can verende gel” Bu mısralara cevap olabilecek dizeler, Kara Şiirinde geçer gibidir: 202 “Künyen çizileli kaç yıldız uçtu, Kaç ayva saradı, kaç kız sevişti, Gelmemiş kimselerin…” Mektubunda belirttiğinden yola çıkarsak, kendisi aynı zamanda iyi bir dinleyicidir, iyi kulağa sahiptir. “Uy Havar!” şiirinde adeta söylenegelen musıkî eserlerinin sesi vardır: “Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!/Oy sevmişem ben seni…./He canım…/ Yaran derine gitmiş/Fitil tutmaz bilirim.” “Diyarbekir etrafında bağlar var/Fitil işler yüreğimde yaram var” seslenişi ile “Yaran erine gitmiş/Fitil tutmaz bilirim” arasında büyük bir benzerlik vardır. Vay Kurban’da ”Gün ola devran döne, umut yetişe” mısraı, “Gün ola devran döne/Yine sararım yari” ifadesinden beslenmiştir. Şairin Yoksulluğa Dair Dizeleri Şairin en çok çektiği sıkıntı da maddî açıdan karşılaştığı zorluklardır. Gerek bilinen mektuplarında gerek şiirlerinde bunu saklamaktan çekinmez. Sevdan Beni şiirinde ”Terk etmedi sevdan beni/Aç kaldım, susuz kaldım” şeklinde görülen yoksulluğun Anadolu‘daki yansıması: “Utanırım Utanırım fıkaralıktan, Ele, güne karşı çıplak… Üşür fidelerim, Harmanım kesat. Kardeşliğin, çalışmanın, Beraberliğin, Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, Kalmışım bir başıma, Bir başıma ve uzak. Biliyor musun?” Yalnız Değiliz’de Çukurova insanını ön plânda görmekteyiz: “Tütün işçileri yoksul, Tütün işçileri yorgun, 203 Ama yiğit, Pırıl- pırıl namuslu. Namı gitmiş deryaların ardına Vatanımın bir umudu…” Vay Kurban’da ölüm karşısında yoksulluğun çekilmez ıstırabı dillendirilir: “Ölüm bu, Fıkara ölümü Geldim, geliyorum demez. Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü, Ya da seher, mahmurlukta, Bakarsın, olmuş olacak. Bir hastan vardı umutsuz, Hasreti uykularda, Hasreti soğuk sularda.” Mektuplarının bazıları sitemlerle doludur. Hasretinden Prangalar Eskittim’i yayınlayan yayıncının kendisine telif ücreti ödememek için gizli basımlar yaptığını, ikinci basım için aracı yolladığını anlatır. Kendisinden antoloji için şiir ve yazı isteyen bir eleştirmenin ısrarlı isteminden şikâyetçidir. 03/Ocak71969 Tarihli mektuptan:“Çok şeyler yazmak istiyorum ama, aklım başka sorunlarda. Mesela henüz ocak aylıklarını alamadık. Benim kooperatiften edindiğim daire 4 aydır boş. Banka taksitleri de cabası! Yani tam anlamıyla” itten aç, yılandan çıplak haldeyim.”(age sh 32). “İtten aç/Yılandan çıplak” dizeleri, “Ay Karanlık” şiirinde geçer: “İtten aç, Yılandan çıplak, Vurgun ve belâ Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille Sevmelerim, 204 Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar Ne olur gel, Ay karanlık…” Şairin bu tarzda yoksulluk çekmesi ve hayatı boyunca kendi çabası ile ayakta durması, onun doğulu kişiliğinden kaynaklanır. Ankara’daki gazetelerde çalışırken halinden şikâyetçi değildir. İstese yazdığı diğer şiirlerinden de birkaç kitap oluşturur, geçim sıkıntılarını en aza indirgeyebilirdi. Nihayetinde O, bunu istememiş, sanatını düşünmüş, işin ucuzluğuna itibar etmemiştir. Ahmed Arif’in Yazıları Var Mı? Acaba Ahmed Arif, sadece şiir mi yazmıştır? Çalıştığı gazetelerde düz yazılarını yayınlamamış mı? Bu açıklığa kavuşmamış sorunun cevabı, ancak çalıştığı gazete arşivlerinin taranması ile mümkündür, dergilerin incelenmesiyle mümkündür. Belki Ahmed Arif’in düzyazıları bulunur, şiirleriyle karşılaştırılabilme imkânı elde etmiş oluruz, böylelikle. Merak ettiğimiz bu husus bu güne kadar araştırılmış mı? Bilmiyoruz. Ahmed Arif’den Şiirler Kara Sevda Bir uzak rüyada yorgun ıhlamur, İkindiler sonu inen ıssızlık,Ve Araf kokulu uzak bir yağmur, Halâ düşüncemde sonsuz yalnızlık. Yemyeşil saltanat minarelerde, Dualar ki ıslak, meçhul ve derin. Ağıtla içilir pencerelerde, Uzak hatırası sevilenlerin. Haşin bir uzlettir kurşun sonbahar, Hummalı alınlar serin camlarda. Ve kara sevdalı delikanlılar, Bekleşir…Bekleşir bu akşamlarda. 205 Sevdan Beni Terk etmedi sevdan beni Aç kaldım, susuz kaldım, Hayın, karanlıktı gece, Can garip, can suskun, Can paramparça… Ve ellerim, kelepçede Tütünsüz, uykusuz kaldım, Terk etmedi sevdan beni İçeride Haberin var mı taş duvar? Demir kapı, kör pencere, Yastığım, ranzam, zincirim, Uğruna ölümlere gidip geldiğim, Zulamdaki mahzun resim, Haberin var mı? Görüşmecim yeşil soğan göndermiş, Karanfil kokuyor cıgaram Dağlarına bahar gelmiş memleketimin… Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi I. Varamaz elim Ayvasına, narına can dayanmazken, Kırar boynumu yürürüm. Kurdun, kuşun bileceği hal değil, Sormayın hiç Laaaaal… Kara ferman çıkadursun yollara, 206 Yârin bahçesi târumar, Kan eder perçem Olancası bir tutam can, Kadasına, belâsına sunduğum, Ben öleydim loooy… Elim boş, Ayağım pusu. Bir ben bileceğim oysa Ne âfat sevdim. Bir de ağzı var dili yok Diyarbekir Kalesi… 2. Açar, Kan kırmızı yediverenler Ve kar yağar bir yandan, Savrulur Karacadağ, Savrulur zozan… Bak, bıyığım buz tuttu, Üşüyorum da Zemheri de uzadıkça uzadı, Seni, baharmışın gibi düşünüyorum Seni, Diyarbekir gibi, Nelere, nelere baskın gelmez ki Seni düşünmenin tadı… 3. Hamravat suyu dondu, Dicle’de dört parmak buz, 207 Biz kuyudan işliyoruz kaba-kacağa, Çayı, kardan demliyoruz. Anam sır gibi saklar siyatiğini, “Yel” der, “Baharın geçer”, Bacım iki canlı, ağır, Güzel kızdır, bilirsin, İlki bu, bir yandan saklı utanır Ve bir yandan korkar Ölürüm deyi. Bir can daha çoğalacağız bu kış, Bebeğim, neremde saklayım seni? Hoş gelir, Sefa gelir, Ahmed Arif’in yeğeni… 4. Doğdun, Üç gün aç tuttuk, Üç gün meme vermedik sana, Adiloş Bebem, Hasta düşmeyesin diye, Töremiz böyle diye, Saldır şimdi memeye, Saldır da büyü… 5. Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize 208 Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü… Bu namustur Künyemize kazılmış, Bu da sabır, Ağulardan süzülmüş. Sarıl bunlara Sarıl da büyü… Hasretinden Prangalar Eskittim Seni, anlatabilmek seni. İyi çocuklara, kahramanlara. Seni, anlatabilmek seni, Namussuza, haldan bilmez, Kahpe yalana. Ard-arda kaç zemheri, Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu. Dışarıda gürül-gürül akan bir dünya… Bir ben uyumadım, Kaç leylim bahar, Hasretinden prangalar eskittim. Saçlarına kan gülleri takayım, Bir o yana, Bir bu yana… Seni, bağırabilsem seni, Dipsiz kuyulara, Akan yıldıza, 209 Bir kibrit çöpüne varana, Okyanusun en sesiz dalgasına Düşmüş bir kibrit çöpüne. Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin, Yitirmiş öpücükleri, Payı yok, apansız inen akşamdan, Bir kadeh, bir cigara, dalıp giden de, Seni, anlatabilmek seni… Yokluğun Cehennemin öbür adıdır Üşüyorum, kapama gözlerini… Açıklama: Şairin Diyarbakır’ı şiirine konu edindiği dizelerine “Şairin Dilinde Diyarbakır” isimli çalışmamızda yer vermiştik. Bu farklı çalışmamızda Şairin değişik yönlerine değinerek, bilinen bilgileri tekrara düşmeden farklı açılımlarda bulunmak istedik. Elbette Ahmed Arif, geliştirdiği kendine özgü anlatım biçimi ve şiirine kazandırdığı ses musıkîsı ile önemlidir. Ahmed Arif konusunda sanal ortamda yer alan bilgilere isteyen okur başvurabilir. Farklılık arz eden bu çalışmamız, umarız ki yeni açılımlar geliştirecektir. (Mehmet Ali ABAKAY). SEZAİ KARAKOÇUN YAZILARINDA ŞİİRLERİNDE ŞİİR- ŞAİR İKİLEMİ Giriş: 1993’te yayımlanan bir makalede, Karakoç’un Şiirlerinde Şiir-Şair İkilemi’ni ele almıştık, Yedi İklim’in Sezai Karakoç Özel Sayısı’nda. Bunu şiirinde ele alırken yazılarında da bu ikileme dair kimi karşılaştırmaları hazırlamıştık. Zaman içinde insan yazı yayınlamaktan uzak düşüyor, bazen. Yıllar önce hazırladığımız bu araştırma ve incelemeyi, üzerinden 15 yıl geçerken ilk kez bir arada yayınlıyoruz. Umarız, denenmemiş bir biçimde Karakoç’un şiir-şair hakkında düşüncelerine yabancılığınız ortadan kalkar (*). Diyarbakır’a daima sevdalı olan Şairi, Düşünürü, Fikir Çilekârını şehrimizde ağırlamak isteği yıllardır olmasına rağmen bunu bir türlü gerçekleştiremediğimizden dolayı üzgünüz. İkinci Yeni Kuşağı’ndan bu güne bir çok şairle birlikte ismi anılan, Nuri Pakdil-Necip Fazıl Kısakürek beraberinde sac ayağı oluşturan Karakoç, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu okumuş, Diriliş’i yayınlamış, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ı ile İslâmî anlayışın etkin üçlüsünü tamamlar. 210 Karakoç’un şaire ve şiire bakışına dair tespitlerin iyice anlaşılması için üç isim hakkında toplu değerlendirme yapmak istiyoruz. Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu aylık-haftalık-günlük yayınlamışken kendisi de aynı biçimde Diriliş’i yayına hazırlamıştır. Her iki şair ve yazar, fırsat buldukça sadece kendi kitaplarını yayınlayabilmiştir. Bu Nuri Pakdil için geçerli değildir. Pakdil, Edebiyat çevresinin de eserlerini yayınlar. Bu yönüyle sadece kendi eserleriyle yayıncılık yapmaz. Pakdil, etrafına toplanan gençler, okumuş, aynı çevreden gelen isimlerdir. Onlar, daha önce Büyük Doğu ile tanışmış isimlerdir. Diriliş için bu böyle değildir. Karakoç’un etrafında Diyarbakırlı olanın dışında başkasına rastlanmaz, ilk zamanda. İslamî Edebiyat’ın elit kesiminde, entelektüel bazda ele alınışında Maraşlı sayısının çok oluşu karşısında Kısakürek’le Pakdil’i daha fazla ön plâna çıkartmıştır. Karakoç, okuyanı çok olmasına rağmen çevresinde insan sayısı az olan biridir. Kısakürek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında karşı çıkış olarak görülen yönüyle herkes tarafından bilinmiş, bu tarz ifade ile Kısakürek Büyük Doğu ekolü ile yerini alan ilk isimdir. Kısakürek’in çizgisinde aynı izleri taşımakla birlikte anlatımda ve dilde farklı olan, fikirde birliği değişik olmayan Pakdil, entelektüel ortama ısrarla yeni bir ekolü taşımıştır. Edebiyat çevresi daha çok okumuş olanlara felsefî ve edebî manada dünü ve bu günü karşılaştırarak kültürel alanda inancın sanat boyutuyla ele alınması yoluyla, “aydın” tabir edilen kesime seslenmek istemiştir. Sezai Karakoç, bu iki ismin beraberinde geliştirmiş olduğu çizgide benzerliklerden uzak değildir. Onun da bir süreli yayını vardır, onun da edebiyatın her alanında eserleri vardır. Kendisine has oluşturduğu çevresi bulunmaktadır. Kısakürek, Büyük Doğu idealini partileştirmek istemiş ise de bu çabası Fikir Kulübünde kalmıştır. Pakdil, Edebiyat’ı dar bir çerçevede öğrencileriyle birlikte yaymaya çalışmıştır. Onun partileşme gibi bir endişesi ve çabası yoktur. Karakoç ise Diriliş’i partileştirmiştir: DİRİP. Karakoç’un diğer iki isimden ayrılan yönü, Parti kurmasıdır. İki kez seçime katılmadığı gerekçesiyle DİRİP, kapatılmıştır. Tekrar partileşme ideali söz konusu olmuştur. Diriliş Partisi yine öğrencilerinin etrafında ortaya çıkar: Yüce Diriliş Partisi. Şakir Diclehan, Karakoç’un en büyük yardımcısı olarak görünür. Kısakürek’te bu isim daima değişkendir. Pakdil’de ise Necip Evlice (İdris Hamza)’dır. Kısakürek ve Karakoç’ta dil, Arapça ve Farsça kelimeleri dışlamayan bir dildir. Pakdil’de dil, sol kesimin ısrarla savunduğu Öz Türkçecilikten bir adım 211 ileride görülür. Lakin İslamî duyarlılık, ısrarlı dil anlayışında yerini korumuştur. Bu tarz, sanki entelektüel kesim içinde İslamî alanda sanatçıların da var olduğu esasına dayalı gibi görünür. Bu üç ekolün beraberinde Mavera, her ne kadar 14 yıllık bir yayına sahip ise de Kısakürek ve Pakdil gibi çoğu Maraşlı olan topluluk, Ahmet Cahit Zarifoğlu, Alaaddin-Rasim Özdenören Kardeşler, Mehmet Akif İnan, Adil Erdem Bayazıt gibi isimlerden oluşmuştur. Mavera’nın bir bölümü Edebiyat’tan kopmuş, bir bölümü de Büyük Doğu’dan gelmiştir. İçlerinde Diriliş’e mensup isimler olmamasına rağmen, kendileri Karakoç’a yabancı değildir. Özellikle şiir alanında Zarifoğlu, Diriliş’e çok şey borçludur. Çünkü şiirleri Karakoç etkisindedir. 1980 sonrasında çeşitlenen bu alandaki ayrışmalar, “aylık dergi” olmak üzere bir çok yayın çevresini oluşturmuş ise de çabaların kişilere endeksli oluşu, bu alanda isim yapmış olanların gölgelenmemesi adına gelenek tavrı, uzun dergilerin çıkmasını engellemiştir. Bu eksikliğin nedenlerinden biri de seslenilen çevrenin sanattan ve edebiyattan daima soğuk duruşudur. Şehirleşmede ön plânda olan elit kesim, beraberinde aldığı destek esintileriyle bu tarz çıkışları, fikir akımlarını daima engellemek istemiştir, gazetelerin işi başka mecralara çekmesi, verilen konferanslar, dinamo isimlerin maddî açıdan desteklenmemesi, mevcut olanla barışma ve böylelikle ayakta durma isteğinin olmaması, seslenmenin bir çerçevede aksini bulmamasına sebep olmuştur. Bu alandaki isimler, kendilerinin varlıkları etrafında kitleleri sürüklemek istemişlerdir. Bu da elbette bir noktaya kadardır. Kemikleşmiş bir yapının olmayışı, seslenilen kesimin daha çok kırsal alanda oluşu, yılların birikimi ile ortaya çıkanların aynı zamanda dinî ritüelleri de beraberinde taşıması, zaman içinde isim yokluğu sebebiyle alternatifsiz oluş, edebiyatçıların edebiyat dışındaki alanlarla da uğraşmasına sebep olmuştur. Kısakürek, bazen fikrinin ideoloğu olarak sahnededir, tiyatro eseri kaleme alır, şairdir, felsefecidir, öykücüdür, tarihçidir, politikacıdır, gazetecidir, yayıncıdır, akademisyendir. Tek başına bu kadar alanla uğraşan başka bir isim bulmak zordur, belirttiğimiz çerçevede. Bazen dinî alanlarda kitaplar yazan âlimdir. Pakdil’de dergicilik, tiyatro eseri, şiir, tercüme, deneme, notlar, öykü etrafında derli-toplu bir görüntü vardır. Bu daha çok, ileride kıymeti anlaşılabilecek bir akımdır. Karakoç aynen Kısakürek gibi dinî alanlar (Fikrî eserler) dahil olmak üzere biraz daha itinalı görüntü çizer. Onun eserleri, ne kavgacı yapısı ile NFK benzeridir, ne de fikirden çok işi sanata yönelten Pakdil’e benzer. Karakoç, Anadolu’da tek başına düşündüğünü gerçekleştirmek ister. Onun düşüncesi her yerleşim alanında bir Diriliş insanı yetiştirmektir. 212 Bu üç isimden konumuz olan Karakoç, ne yazık ki “Mona Roza” denilince hakkı teslim edilen şair olarak bilinir; Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar Şairi” olarak tanıtılması gibi. Fakat şaire yapılan haksızlık, adeta cevap bekleyen bir tarzda yoğunlaşsa da Karakoç, daima suskunluğunu bozmamıştır. Karakoç, kimilerince yok bilinmiş, kimilerince satır aralarında ismen hatırlatılmış, bazılarınca kendi çerçevelerine alınmamıştır. Coşkun nehirler, hiçbir zaman sed kabul etmez. Önlerine vurulmak istenen engeller, sonuçta ortadan kalkar. Karakoç, bu yapıda bir isimdir. Bu üç ismin beslendiği kaynak, -kabul edilir veya edilmez- Mehmet Akif’tir. Her üç şair-yazar-fikir adamı, Mehmet Akif çizgisinde gelişen yolda yetişmiştir. Mehmet Akif, Osmanlı Dönemi’nde oluşturduğu intiba ve geliştirdiği çizgi ile dergicilik yönü, polemik anlayışı, hitabet yönü, İslamî çerçevede bilgisi, şairlik cephesi, makale yazma, olayları hikâye etme ve tüm bunları fikirle bir arada verme tavrıyla üç isme zemin hazırlamıştır: Kısakürek, Pakdil, Karakoç. Bunu öne sürmemiz belki başkası için iddia olabilir. Lakin doğrusu da budur. Bunu yaşayan Pakdil de Karakoç ta reddetmez. Kısakürek polemikçi iken Karakoç ve Pakdil, polemikten uzak durmuştur; Edebiyat’ta Pakdil’in bir-iki polemiği hariç. Kısakürek, Borazan, Ağaç ve Büyük Doğu’da yazmak isteyen bir çok isme sayfalarını açar. Aziz Nesin’den Oktay Akbal’a uzayan çizgide bir çok imzayı tanıtır, yayıncı çevresine. Karakoç, İslamî çevre dışında başka şairlerle yazarlarla bir arada bulunmuştur. Cemal Süreyya olmak üzere birçok arkadaşı vardır. Karakoç’un şiirleri Diriliş öncesinde yer yer yayınlanmıştır. Yine de Diriliş’te imza sayısında azlık vardır ve imza sahipleri aynı çizgidedirler. Pakdil, etrafındaki isimleri seçer, kendi kozasını kendisi örer. Edebiyat’ta farklı çizgiden isimler bulunmaz. Bu bazen ”Birkaç imza ile dergi çıkartılıyor.” eleştirisini gündeme getirir. Edebiyat, bu tarz çizgisini kesinlikle terk etmez. Her üç isim için de dergiler özel sayılar çıkartmıştır. Hatta Yedi İklim Dergisi Sezai Karakoç için iki özel sayı çıkartmıştır. Aynı biçimde Necip Fazıl ile Nuri Pakdil için özel sayı çıkmıştır. Türk Edebiyatı, Kısakürek ve Karakoç için özel dosyalar hazırlamıştır. İsmini zikretmediğimiz birçok dergi benzer dosyaları yayınlamıştır. Nuri Pakdil, daha çok kıyıda kalmayı amaçlamış, kalabalıklar içinde görünmek istememiştir. Fakat www.edebiyatdergisi.com ile uzun zaman önce yayınlanan Edebiyat’ın devamı niteliğinde olan bu çaba, Pakdil’in yeni kitaplarının vitrini misalidir. Karakoç, sanal âlemde Diriliş’i tanıtma uğraşı içine girmemiştir. 213 Karakoç ile Pakdil, hiçbir zaman fotoğraflarının çekilmesinden hazzetmez. Onların fotoğraflarının bilinen sayısı onu geçmez. Bu fotoğraflar da rızalarının dışında çekilmiş gibidir. Kim bilir, belki Ali Emirî Efendi gibi fotoğraftan hoşlanmama sebepleri vardır. Yüzlerinin tanınmaması, fikirleriyle bilinme isteğidir, bu iki ismi fotoğraftan uzaklaştıran sâik. Karakoç, Diyarbakır’a gittiğinden beri gelmemiştir. Ergani’ye birkaç kez gelip gittiği bilinir. Karakoç’a Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verilen ödül bile şairlerin kalabalıklar karşısına geçmesini sağlamamıştır. Bu ödül için tören istememiş olması, kendi iç dünyasında önemlidir. İsminin Diyarbakır’da bir liseye bir bulvara verilmesi bile şairinin ilk esnada haberdar olmadığı bir durumdur. Karakoç, eserlerinde (şiir ve hatıralarında) Diyarbakır ve Ergani’den bahseder. Ergani Halk Kütüphanesi’ne çıkan her eserini muntazam olarak gönderir. Erganili olması sebebiyle Makam Dağı, onun için ayrı bir önem taşır. Müstearlarında “Zülküf” adı geçer. Zülkifl Nebî, bir çok kitabında yerini alır. 2000’li yıllarda oluşum içinde olan “Uzak Ülke” adıyla çıkan bir dergide Şairi Diyarbakır’a getirmeyi konu alan yazımız, dergide hayatiyet bulmadı. En azından bu yazının yer almasını çok isterdik, bu gün bu makalemizi ele alışımı zengin kılma adına da olsa. Yakın zamanda Diyarbakır’da yaptığımız panele de Üstad katılamadı. Memleketi Ergani’de ismine yapılan bir sempozyumda da bulunmadı. İsmine biri Diyarbakır’da Anadolu Lisesi biri Ergani’de ilköğretim olarak iki okula ismi verilmiş, Diyarbakır’da da ismi, bir bulvara verilmiştir. Bir makalemizde şehri dünya gözüyle görmeden giden Hattat Hamidü’l-Amdî ile Ahmed Arif’ten bahsederek, Sezai Karakoç’un davet edilmesi gerektiğinden söz etmiştik. Günümüzde kimi yazarlar ve şairler, davet edilmedikleri için gelememiştir, şehirlerine. Gelseler bile kimsenin duymasını istemez. Biz Sezai Karakoç’u şehrine, Diyarbakır’a ya davet etmesini bilmiyoruz ya da davete ön ayak olacak isimler bulamıyoruz. Yakın zamanda şehrimize gelen Malatyalı bir şair ile konuşmamızda çıkarttığı dergi ve kitaplar hususunda konuşma imkânı bulduk. Çıkardığı dergisinden yana kimi açıklamalar yaptıktan sonra gece yarısına ulaşan sohbet, ertesi güne yerini bırakmıştı. Şair-Yazar-Fikir Adamı Sezai Karakoç’a ilişkin bu uzun açıklamaları vermemizin sebebi, Diriliş Ekolü’nün çıkış sebeplerinin ve çıkışından günümüze uzayan çizgisinin anlaşılması içindi. Karakoç konusunda kimi zaman çalışmalar yaptık. Bu çalışmaları zaman içinde sizinle paylaşmaya çalışacağız, şimdi. Kitaplaşma aşamasına doğru bu 214 makaleleri, www.diyarbekirim.com’da da tartışmaya açıyoruz. Yazdığımız fakat yayınlamadığımız kimi eleştiriler de bulunmaktadır. Üzerinden zaman geçmesine rağmen bu eleştirilerin önemli olduğunu gördüğümüz için aynı tat ile okuyacağınızdan eminim. Sezai Karakoç’un Düzyazılarında ve Şiirlerinde Diyarbakır “Diyarbekir” denince akla gelen isimlerden biri de Sezai Karakoç’tur. Çünkü bir çok şairin ve yazarın eserlerinden şehrimize ilişkin bilgileri bir araya getirdik, bir dönem. Şehri az görmesine rağmen, şehirde fazla kalmamasına rağmen Karakoç, hatıralarında ve eserlerinde gereği gibi Diyarbekir’e ve doğduğu ilçe olan Ergani’ye hak ettiği manada özel bir yer ayırmıştır. Şairlerin memleketlerine duyduğu ilgi, oldukça önemlidir. Bu sebeple bir şairin şiirine veya yazarın düz yazılarına bakarak memleketine verdiği önemle orantılı olarak, kendisini değerlendirebilirsiniz. Hızırla Kırk Saat Şiiri’nde Diyarbekir’i anlatışı, beklediği neslin getireceği medeniyetin adeta habercisidir: “Diyarbekir’de Kemerler kırılmış sıcaktan Gündüzde bile Bir toz var yaz yarasalarında Bir akreb kabartması surlarda Asur’dan Güneşi bir taş gibi fırlatan Dicle’nin köpüklü dudaklarından Dicle saralarından Aslan başlı çeşmelerden Taçlı güneşli aslan heykellerinden Lâtin harfleriyle yazılmış Kaç kitap gelmişse Bizans’tan Eriyecektir bakır gibi mahzenlerde Yükselen bir duman zamanı bodrumlardan Karartacaktır yapraklarını” 215 Sezai Karakoç’un Yazılarında Şiir- Şair İkilemi “İslamın Şiir Anıtlarından” Karakoç’un İslâm Şairleri’nden bazı şiirleri tercüme ettiği Diriliş Ekolü’nün Şiir Cephesi’nin beslendiği kaynaklara dikkat çeken bir eseri. “Birkaç Söz” başlıklı makalede yer alan açıklamaları: “Bu ülkede her anlamda kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır. Geçmişle ilgi kesilmiş, dünyanın en basit taklitçi şairleri büyük şair diye ilan edilmiş, bunların sonucu olarak da şiire karşı büyük bir ilgisizlik doğmuştur. Bir toplumun kalbini tazeleyen başlıca ruhî gıdalardan biri olan şiir böyle bir ……..uğratılınca, toplumun ölü hale gelmesi, bu açıdan da uygarlığımızın düşmanları tarafından gerçekleştirilmiş oldu.” (Sh. 9). Şiire önem verilmeyişin sebeplerini sorgular, Şair. Bu karamsarlık, Karakoç’a göre geçicidir. Çünkü Şair, bunun cevabının er geç verileceğini, hesabının görüleceğini belirtir: ”Tekniği amacına uyduran yeni bir şiir gelecektir. Yeni yöntemlerle gelecektir geleceğin şairi. Gelecektir ve toplumu yeniden kendine döndürecektir.” Şair’in toplumu değiştirme gücünü ima ederek, “Bu çalışmalarımız buraya varmak içindir.” Biçiminde kesin bir yargıya, hükme varır: ”Umutsuzluğun en belirdiği yerde umut belirir. Sınır aşıldığında tersine dönüşülür. İnsanlık komedyası sona erer ve perde yeniden açılır. Hakikat yeniden sahneye koyar kendini.” (Çağ ve İlham– III Sh. 10). Sezai Karakoç, “Bu ülkede her anlama kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır.” diyerek kıyılan anlamlara yüklediği mesajı şu şekilde açıklığa kavuşturur: ” İslâm bugün, Batı Medeniyet ve Kültürünün insanlığı büsbütün yok etmememsi için direniyor. Bu direnişi dile getiren güçlü romancı, şair ve düşünürlerimiz yok. Batılı kadar habbeyi kubbe yapamadığımız için ne medeniyet ve kültürümüzün yüceliğini tam anlatabiliyor, ne de şerefli direnişimizin destanını yazabiliyoruz.” (Sur Sh.30) Dirilişi gerçekleştirme anlamında yaşadığı ülkenin yüklenmesi gereken sorumluluğu yerine getiremediğini ve bunda şairlerle edebiyatçıların ihmali olduğunu vurgulayan Karakoç, sanat ve sanatçı arasındaki ilişkinin yeterince sorgulanmadığını bilmektedir. Diriliş ismini sembol olarak seçen ve böyle bir eksende fikrî mücadelesini veren Yazar, kalemini her alanda eser vermekle mükellef tutar. O, inandığı davanın sadık savunucusudur. Ne olursa olsun Diriliş ile düşüncelerini açıklar, düzyazılarında bunu dile getirir, şiirlerinde bunu şairane tarzda ifade eder. Edebiyat Yazıları’nda Şairi “Sanat Adamı “biçiminde isimlendirir. Edebiyat Yazıları’nda ”Şair de bir sanat adamı, has bir sanat adamı olarak duygularını, izlenimlerini, anılarını, umutlarını, öfkesini, sevincini, sevgisini, acısını, duyarlığını kimi kez bir kazma, kimi kez bir çekiç gibi ve daha nice araçlar gibi kullanarak, dilden kullanılabilir kütleler koparır, onda soyutlamalar 216 yaparak, kelimeleri bazen tüm bağlarından sıyırarak, bazen tüm bağlantılarını bir noktada yoğunlaştırarak, bazen da en ihmal edilmiş ya da unutulmuş bir bağıntısını kabartmalaştırarak ve sonunda önüne serilmiş bu sırat köprüsü sarhoşu unsurlar bütününe ruhundan diriliş soluğunu üfleyerek, eserini ortaya kor.” diyen Karakoç, “Bütün bu işlemleri bir sıra dahilinde yapabileceği gibi, düzen sıra ve anahtarı kendinde olmak üzere, bütün sıraları altüst ederek de yapabilir. Uzun bir sürede de birdenbire de doğabilir, eser onun ruhunda ve kalbinde.” (sh 18-19) Sanatçıyı şöyle tanımlar:” Sanatçı, adeta, bilemediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu, dünyamıza düşmüş bir yaratıktır.” (sh. 20). Bu orijinal bir tanımlamadır. Bu tanımlamada sanatçının farklılıkları da ön plândadır. Sanatçının olaylara ve durumlara bakış açısı oldukça farklıdır. Sanatçının duyarlılığı, elbette sıradan duyarlılık değildir:” Bazılarının sandığı ya da iddia ettiği gibi, o, yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştır. Düpedüz yabancıdır, o. Yabancı gelmiştir ve yabancıdır. Ona düşen, bu yabancılığı ortadan kaldırmak, şu dünyaya alışmaktır. Dünyayı tanımalıdır, ilkin. Ona seslenmeli, dost olduğunu söylemelidir. Onun gönlünü kazanmalıdır“ (sh 20). Sanatçıya yaklaşımı farklıdır. Sanatçının gözlem yapması değişiktir: “O, bir yorum dehası, bir açıklama furyasıdır. Anlatacak, anlatacak, bin ayrıntıyla görüşe aldanmamalarını dünya yurttaşlarına söyleyecektir” (sh 21). Bu yorum, Şairi” Sanat, kaçsa da inkar etse de ‘Tanrıya doğru’dur hep” fikrine götürür (sh 23). Sezai Karakoç, sanatçıda ilahî duyumlar olduğunu kabul eder. Çünkü sanatçı, “Peygamberler de gelmişlerdir; ama onlar ‘dosdoğru’ gelmişlerdir. ‘Gönderilmişler’dir. Gelmenin, gönderilmenin bilincindedirler. Oysa, sanatçı, çoğu kez geldiğini bile bilmez. Ya da çok sonraları onun farkına varır. Bazen da ta gidinceye kadar bu ‘geliş’ten haberli olmaz” (sh 21). Şair’i inancından dolayı metafizikle fazla ilgilenir bulanlara adeta verilen cevap:”Şairler, hiçbir çağda, metafiziğe yabancı, fizikötesinden vareste olmadılar. Onda müstağni kalamazlar, ne yapsalar…” (sh 26). Karakoç’un İslamın Dirilişi adlı eserinde şehirlere seslenişi vardır:” Ey Dicle, Ey Bağdat, Ey Şam, Ey Fırat, Ey İstanbul, Ey Diyarbakır, Ey Nil, Ey Mısır, Ey aydınlık şehir Medine nerde senin kelimeleriyle, ürpertili sesleriyle, insanlığı, bal rengi bir insanüstüler bölgesine, ilhamın yüce dünyasına çeken şairlerin?” (sh 52). Karakoç’un düzyazılarındaki gezintide şiir ve şair hakkındaki düşünceleri netleşmiştir, sanırım. Şair, daima inanç, kültür ve medeniyet üçgeninde şiiri ve şairi aramanın gerekliliğini ifade eder. Kendi köklerine yabancı olmanın, şairine ve şiirine bir şey kazandırmayacağı ortadadır. Bu sebeple sanatçının misyonunun önemli olduğunu vurgular ve sanatçıyı görevlendirilmiş insan olarak tahayyül eder, kişi farkında olmaksızın. Karakoç’un düzyazılarında alıntıları çoğaltmanın ne gereği vardır? Zaten, şaire ve şiire yüklediği anlam, yeterince açık değil midir? 217 (*) Sezai Karakoç’un Şiirlerinde Şiir-Şair İkilemi “İki dünya Cin ve Melek beyi Şairlerin örtüsüne özendiği Gölgesiz peygamber” (1) İlk şiir kitabı, Hızırla Kırk Saat’te geçer, bu dizeler. Sezai Karakoç’un tüm şiir kitaplarında mutlaka şiir’e ve şair’e ilişkin mana dolu ifadeler vardır. Şiirin tarifi, amacı, şairin görevi, şiirde duygu ve fikir… Şairin ikinci şiir kitabı Taha’nın Kitabı- Gül Muştusu’ndan: “Evet yine de şiirdir beni ara sıra dinlendiren Acıma aralıklar veren” (2) Şiir, acıya aralıklar veren bir iç dökmedir, insanın yalnızlığını giderme aracıdır. Sadece şiir bu mudur? “Şiir içimizdeki zindanların mahkûmudur” (3) Evet, şiir içimizdeki zindanların mahkûmudur. Söylenemeyenlerin sembolleştirildiği kelimelerden oluşan şiir, içimizdeki zindanların mahkûmudur. Taha’yı Asım’casına günümüz insanına sunar: “Bir şiir halinde gelen Bir bilgi halinde gelen O ses olmasa Kapıdan ne umar ne bekler Taha Kapı ki dostun yüzünde açılır” (4) Taha kapıdan bir şey ummaz. Kapı, ancak dost yüze açılır. Lakin Taha bir şiir, bir bilgi halinde gelen o sese aşinadır. Fuzulî’nin dediği gibi: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bâd-ı sabadan gayrı” Sezai Karakoç’un bu konu hakkında bir başka açılımı: “Sen ey şair ki ellerini kollarını çarmıha gerdin Ölüm ki tabiat üstü hayatların meneceri En yeni buluşu intihardır” (5). 218 Sezai Karakoç’un “Kapalı Çarşı” adlı şiiri, şairanelikten öte son yetmiş yıla ayna tutar: Kar Şiiri Karın yağdığını görünce Kar tutan toprağı anlayacaksın Toprakta bir karış kan görünce Kar içinde yanan karı anlayacaksın Allah kar gibi gökten yağınca Karlar sıcak sıcak saçlarına değince Başını önüne eğince Benim bu şiirimi anlayacaksın Bu adam o adam gelip gider Senin ellerinde rüyam gelip gider Her affın içinde bir intikam gelip gider Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın Ben bu şiiri yazdım aşık çeşiti Öyle kar yağdı ki elim üşüdü Ruhum seni düşününce ısıdı Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın (6). “Kar içinde yanan kar”, “Allahın kar gibi gökten yağması”, “Her affın içinde gelip giden bir intikam”, “Kar yağarken elin üşümesi”, “ve hele hele “Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın” ifadesi şiirin karla ilgili olmadığını, şiirin fikir işçiliğini ortaya koyar. Dördüncü şiir kitabında şairin inançsız olması halinde etkisizliğini şöyle belirtir, Sezai Karakoç: “Beşinci oğul bir şairdi Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve Batı’nın ruhunu sezdi 219 Büyük şiirle tasarladı trajik ve ağır Batı’nın uçarılığına ve Doğu’nun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda (7). Şairin kum gibi eriyip yollarda gitmesi, hissettiğini yaşamamasındandır. Hissettiğini yaşayan şairler, söylediklerini yaşamadıkları için olsa gerek unutulup gitmeye mahkûmdur. Doğu-Batı çekişmesini içine alan bu şiirin bütünü, insanımızın dramını tüm çıplaklığı ile içerir. Yapı ustasının titiz işçiliği vardır, dizelerinde Sezai Karakoç’un. O, kelimelerle şiiri binasını kurarken kesinlikle kendini geçmişten soyutlamaz. Geçmişi bu güne taşıyarak geleceğe yönelik önemli ifşaatlarda bulunur: Gülle başla şiire atalara uyarak Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle Sezai Karakoç, un şiirinin dikkat çeken bir yanı da hemen hemen bütün şiirlerinde imla kurallarına ve noktalama işaretlerine yer vermemesidir. Bunu şu şekilde dile getirir: “Ne noktayla ilgin var ne ünlem ne virgülle Ey şair kelimeler ülkesine gir gülle” (8). Şairin asırlarca beklenen ve asrın gebe olduğu hasreti, onu şiirlerinde soyuttan somuta doğru yönlendirir: “Ayın çekimine uğradım Dicle’nin kuruyan dudağında Çalkalandım durdum senin albeninle şiirin sıcağında” Beşinci şiir kitabında şiir ve şairle ilgili Çeşmeler şiirinden: Şimdi anlıyorum niçin Eski şairler onların Yapımına Tarih düşerlerdi .. Bilirlerdi çeşmelerin de Kendileri gibi Toplumun ortasında 220 Çağıldayıp durduğunu şairler O insanlara susuzluğunu giderir Arıtır ellerini ayaklarını Şair de giderir ruh susayışını Yıkar çirkefe batmış insan ruhunu Ama ikisinin de alınyazısı en son Unutulmak terk edilmek Sırr olmak Ait sayılmak eski uygarlıklara” Çeşmeler II’de şair-çeşme, şiir-su arasında alaka kuran şair, Çeşmeler III’te şairlerin ve çeşmelerin toplumdan soyutlanmalarının getireceği tehlikeyi haber vermek ister: “Taşını kırarsınız çeşmelerin Başını kırdığınız gibi şairlerin Ama onlar Yağmurla alır abadırlar Yer konuğudurlar göklerin Çeşmeler VII’de kara mizahı belagatleştirmek vardır: Kimi zaman çeşmeler Karagözü bile şairleştirirler Ve Karagöz söz arasına sıkıştırır “Acemi sakaların elinden neler çeker Horhor Çeşmeleri” Şiiri toplumda en büyük güçlerden biri olarak gören şair, şiire toplumdaki yanlışları ayıklayıp doğruları belletme görevi yükler: “Ölümden baldan ayaklarıyla yürüyen şiirimle Şehrin kılıcı sanki suda bir ay gibi kırılıyor şiirimle” (9). 221 Altıncı şiir kitabında şairle ilgili başlı başına birşaheser…Adeta şiirle ilgili bugüne dek söylenmiş tüm sözler, yazılmış yazılar, yayınlanan kitaplar bir kenara itilmeli ve her şiir kitabının ilk sayfasına bu iki dize yazılmalı: “Şairler yaşamadıklarını yazarlar Ama o yazılacak olanı yaşarlarsa susarlar” (10). Şairin toplum içinde saygın yerinin olduğunu belirtmek isteyen Sezai Karakoç, şaire Hızır’ı arkadaş seçer: “Ve şair Hızıra arkadaş Ab-ı hayat yolculuğuna çıkan” (11). Yedinci şiir kitabında “ve sen şairsin kelimeler ülkesinde bilge” diyen Sezai Karakoç, hayatını şiirle bütünleştirir: “Açtım bir fal gibi dün gece kitabımı Kader meşaleli şiirlerle donandım” (12). Şiirlerin kader meşaleli olanlarıyla donanan şairin, okuduklarının etkisinde kalmadığını ve yazdıklarını da bir daha okumadığını belirtirken, sürekli yenilme kaygısı içinde olduğu görülür: “Ben her şiir okudum Kendi şiirim hariç Okuduğum şiiri yazmam Yazdığım şiiri okuyamam” (13). Şairin geride bıraktığı eserin şiirleri olduğunu belirten Sezai Karakoç, Mehmet Akif’i çağrıştırır. Mehmet Akif’in “Safahat Üstüne” adlı dörtlüğü: “Arkamda kalırsın, beni rahmetle anarsın” Derdim, sana baktıkça, a biçâre kitâbım!. Kim derdi ki: Sen çök de senin arkana kalsın, Uğrunda harâb eylediğim ömr-i harâbım?” (14). Sezai Karakoç’un ifadesiyle şair ve eseri: “Önüne çıkar hayat yol kesen gibi Soyulur çırçıplak gider şair Bir deri bir kemik öteye geçtiğinde Arkasında kalır şiir tomarı defteri” (15). 222 “Alın Yazısı Saati” adını taşıyan sekizinci kitabında Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunur, dua eder: “Onu koru Tanrım Ona acı, Ona yardım elini uzat Senin halkındır onun halkı Onu uyandır onu şuurlandır Ona bilgi ve güç ver İleriyi görüş gücü ver O, yeşilin şiiridir Yeşil şiirdir onun ruhu Hızırdır öncüsü artçısı halkın.” Yeşil, İslâmî Medeniyet’in renkteki yansımasıdır. “Yeşilin Şiiri” derken “İslâmî Şiiri” ön plâna çıkartmak ister, Şair. Sezai Karakoç, “Ve Şair Hızıra arkadaş/ Ab-ı hayat yolculuğuna çıkan” derken Hızır’a arkadaş olarak şairi seçiyordu. Burada da Yeşil Şiiri ruhunda özümsemiş bulunan şairin (: kendisinin) öncüsünün Hızır, destekçisinin halk olduğunu belirtir. Tabii ki bu da Diriliş’tir. Gönül ister ki Sezai Karakoç, bir bu kadar şiir kitabı kazandırsın okurlarına. Şiir ve Şair arasında alakanın kesik olduğu bu dönemde gerçekten şiir alanında Diriliş Erleri’ne ihtiyaç vardır. Diriliş Şairleri’nin Ustası’ndan şiir meydanında bir daha gür sesli şiirler bekleme de okurun hakkıdır. Dipnotlar: 1. Şiirler 1 Hızırla Kırk saat S. 107 2. Şiirler II Taha’nın Kitabı/Gül Muştusu s 41 3. Şiirler II s 41 4. Şiirler II s 47 5. Şiirler III Körfez/Şahdamar/Sesler s 57 6. Şiirler IV Zamana Adanmış Sözler s17 7. Şiirler IV s 31 8. Şiirler s 31 9. Şiirler IV s 41 10. Şiirler VI Leyla ve Mecnun s 58 11. Şiirler VI s 56 223 12. Şiirler VII Ateş Dansı s 25 13. Şiirler VII s 32 14. Mehmet Akif Ersoy Safahat DİB Yayını s 418 15. Şiirler VII s 33 Sezai KARAKOÇ’tan Örnek ŞiirlerEY SEVGİLİ Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği Bütün törenlerim şölenlerin ayinlerin yortuların dışında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim Aşkın bu en onulmazından koparıp Bir tuz bulutu gibi Savuran yüreğime Ah uzatma dünya sürgünümü benim Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil Ayaklarımdan belli Lambalar eğri Aynalar akrep meleği Zaman çarpılmış atın son hayali Ev miras değil mirasın hayaleti Ey gönlümün doğurduğu Büyüttüğü emzirdiği Kuş tüyünden Ve kuş sütünden Geceler ve gündüzlerde İnsanlığa anıt gibi yükselttiği 224 Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Bütün şiirlerde söylediğim sensin Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salomenin Belkısın Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini Ey gönüllerin en yumuşağı en derini Sevgili, En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında Çatı katlarında bodrum katlarında Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba Hep Kanlıcada Emirganda Kandillinin kurşun şafaklarında Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Ey çağdaş Kudüs (Meryem) Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha) Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi 225 Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında Köle gibi satıldım pazarlar pazarında Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında Senin hayallerinde yandım düşlerin civarında Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda Verilmemiş hesapların korkusuyla Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Sevgili, En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır Yoktan da vardan da ötede bir yar vardır Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır Sırların sırrına ermek için sende bir anahtar vardır 226 Gögsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır Sevgili, En sevgili MONA ROZA Mona Roza, siyah güller, ak güller Geyvenin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Ah, senin yüzünden kana batacak Mona Roza siyah güller, ak güller Ulur aya karşı kirli çakallar Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa Mona Roza, bugün bende bir hal var Yağmur iğri iğri düşer toprağa Ulur aya karşı kirli çakallar Açma pencereni perdeleri çek Mona Roza seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla Mona Roza, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek... Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatıyor her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi 227 Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ve vardır her vahşi çiçekte gurur Bir mumun ardında bekleyen rüzgar Işıksız ruhumu sallar da durur Zambaklar en ıssız yerlerde açar Ellerin ellerin ve parmakların Bir nar çiçeğini eziyor gibi Ellerinden belli oluyor bir kadın Denizin dibinde geziyor gibi Ellerin ellerin ve parmakların Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Saat onikidir söndü lambalar Uyu da turnalar girsin rüyana Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar Zaman ne de çabuk geçiyor Mona Akşamları gelir incir kuşları Konar bahçenin incirlerine Kiminin rengi ak, kimisi sarı Ahhh! beni vursalar bir kuş yerine Akşamları gelir incir kuşları Ki ben Mona Roza bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında Hayatla doldurur bu boş yelkeni O masum bakışlar su kenarında Ki ben Mona Roza bulurum seni Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza 228 Henüz dinlemedin benden türküler Benim aşkım sığmaz öyle her saza En güzel şarkıyı bir kurşun söyler Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza Artık inan bana muhacir kızı Dinle ve kabul et itirafımı Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı Alev alev sardı her tarafımı Artık inan bana muhacir kızı Yağmurlardan sonra büyürmüş başak Meyvalar sabırla olgunlaşırmış Bir gün gözlerimin ta içine bak Anlarsın ölüler niçin yaşarmış Yağmurlardan sonra büyürmüş başak Altın bilezikler o kokulu ten Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne Bir tüy ki can verir bir gülümsesen Bir tüy ki kapalı gece ve güne Altın bilezikler o kokulu ten Mona Roza siyah güller, ak güller Geyve›nin gülleri ve beyaz yatak Kanadı kırık kuş merhamet ister Aaahhh! senin yüzünden kana batacak! Mona Roza siyah güller, ak güller 229 MONA ROSA II-ÖLÜM VE ÇERÇEVELER Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları: Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve... Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Gece kar yağacak sabaha kadar. Toprakta et, kemik çıtırtıları... Yarı ölüleri bir korku tutar Değince bir taşa kafatasları. -Ölüler ki yalnız tırnakları var, Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Açıyor elini göğe bir kadın. Uzuyor, uzuyor altın saçları Uğrunda ölünen güzel kızların... Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Esmer delikanlı, hatıra ve kan. Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları Sızıyor bir kapı aralığından; Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Çocuklara açar mağaraları Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler. İlân-ı aşk eden dil balıkları Aşina suları çabuk terkeder.. 230 Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Bakıyor ateşe, küle böcekler. Köpekler parçalar kanaryaları, Mektupları bir boz ağaç kurdu yer. Baykuşlar ötüyor harabelerde; Yanıyor lâmbalar, hafif ve sarı. Bir kaza kurşunu bulur her yerde Süvarisiz şaha kalkan atları... Bir ruhun ışığı vardır göklerde, Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Ötüyor baykuşlar harabelerde. Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer. Bekledi arzuyla karanlıkları Anneler, babalar, erkek kardeşler. Ta içinde duyar ani bir ağrı, Bir hüzün şarkısı tutturur gider Anneler, babalar, erkek kardeşler. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı; Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş. Bir neşe şarkısı tutturur gider Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş; Kurşunlar sıkılır göklere doğru, Serçe yavruları yuvada titrer. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı... 231 Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı; İnce yelkenleri alıyor yeller. Titretir kalpleri ve bayrakları Gemiden toprağa uzanan eller. Lâmbalar yanıyor, hafif ve sarı, Bir yosun köküne hasret kalacak Gizli hazineler, su yılanları... İnce yelkenleri alıyor yeller; Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı. Beyaz pelerinli hür tayfaları Kendine bağlıyor siyah kediler; Titriyor gönüller ve kara bayrak, Bir yosun köküne hasret kalacak Gemiden toprağa uzanan eller Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı. Bir lâmba yanıyor, hafif ve sarı, Garip bir yolculuk, tren ve Gülce. Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları: Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve... Cahit Sıtkı ve Şiiri Üzerine “Doğumunun 100. Yılı Münasebetiyle” Giriş: “Yaş Otuz Beş ” denince akla gelen Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğumunun 100. Yılı’nda şair kendi memleketi olan Diyarbakır’da farklı etkinliklerle anılmaktadır. Bu yazımıza eksen seçtiğimiz Cahit Sıtkı’nın hayatına, eserlerine değinmeden, eserlerinin merkezinde duran hayat ile ölüm temasına değinmek istiyoruz. 232 Şair Cahit Sıtkı için yazılan birkaç eser ve kendi alanında seçkin olan isimlerin çalışmaları bulunmaktaysa da makalemizde çalışmalara atıfta bulunulmayacak, sadece Cahit Sıtkı’nın hakkında “hemşehrisi” sıfatıyla penceremizden bakışlar yer alacaktır. Oldukça uzun olan bu çalışmayı bölümlere ayırarak istifadeye sunarken, olası kimi tespitlerimizdeki yanlışlıkların da hoş görülmesini bekleriz. Nihayetinde “Cahit Sıtkı ve Şiiri” isimli çalışmamız, şairi tanıtmaktan çok şiirlerindeki hayat ve ölüm ikilemine kendimizce kapı aralamaktır. Ömrün nihayetinde kapıda bekleyen misafire ruhun teslimiyeti söz konusudur, dünya hayatı boyunca insanı tedirgin eden baş mesele. İnsanın dünya hayatı ne kadar uzun olursa olsun, beklenen ana yaklaşıldığında biraz daha dünya hayatı istenir, açıkçası. Goethe’nin “Işık biraz daha ışık” demesi misali, “Hayat biraz daha hayat” diyen insanoğlu, ömrün nihayetinde kendisiyle giriştiği muhasebede daima zararda olduğunun şuuruyla, kendi benliğindeki eksiklikleri kabul etse bile, dünya hayatında ölümü biraz daha tehir isteği söz konusudur. Bu açıdan bakıldığı zaman, kişinin nefsinin sesine kulak verdiğini inkar edemeyiz ve dünya hayatının lezzetine doyumsuz olan nefsin bunda ısrarlı olduğunu görmekteyiz. Hayat ve ölüm arasındaki med-cezirlerde ferdin maneviyat yönü ağır basmadığında içine düşeceği son, mutlaka intihardır. “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü PEYGAMBER?” diyen Necip Fazıl’ın dikkatini çeken Cahit Sıtkı, ilk döneminde Üstad bildiği isimler arasında Fuzulî, Şeyh Galib, Yahya Kemal, Peyami Safa, Ahmed Haşim, Ahmed Hamdi ve özellikle Necip Fazıl yer alır. Şair, Ziya Osman Saba ile mektuplaşmalarında kendi ruh halini oldukça net yansıtır. Kendi memleketi olan Diyarbakır’da fazla kalmamış, öğrencilik yılları daha çok İstanbul’da ve yurt dışında geçmiş şairin bohem hayatı, yalnızlığı sevmiş olması, evlilikten kaçması, edindiği ünün kendisini sürüklediği yaşam girdabının hayatında onulmaz yaralar açmış olmasıyla şiire sığınışı, benliğini kimi zaman dönemin gerektirdiği gizli maneviyata sürüklemiş, bunun ismini de ısrarla “ölüm” olarak nitelemiştir, Ömer Hayyam’ın rubaîlerinde eksik olmayan şarab’a mecazen sığınışı misali. Kimi zaman sığındığı öte dünyayı yok saymış, yaşadığı ortamın-yaşantının hayatında derin izler bırakması sebebiyle rüzgar önüne düşen kuru yaprağa benzer sürüklenişleri söz konusudur. Bir yanda varlığı kabulleniş ve bu kabullenişten duyduğu ölümden kaçışın imkânsızlığı karşısında içkiyi teselli biliş… Mükemmeliyete varan çizgide bir şiir ve bu şiirle taçlanması gereken hayatında istikrardan uzak bir yaşantı arasında kalan şair… Şiirinde insanı ürperten mısralar söz konusu iken, yaşamındaki şiiriyle at başı gitmeyen çelişkiler yumağında Cahit Sıtkı, maharetli kalemiyle kimseyle ünsiyet kuramamış olmanın ezikliğini daima ruhunda yaşamış, “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” derken dünya hayatını kırk altı yaşın içinde tamamlamıştır. 233 Hakkında bir çok kalemin düşüncesini dile getirdiği ve sanatının ulvî olduğunu belirttiği şairin Avrupa’da kaldığı yıllarda etkilendiği şairlerden de kimi ilhamları şiirine aksettirdiği bilinir. Baudelaire ve Verlaine, örnek aldığı şairler arasındadır. Şairin Doğu Kültürü’nden aldığı bilgi kazanımı ile okuduğu yabancı okullar arasındaki tezada da dikkat çekmek gerekir. Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi ve Galatasaray Lisesi’nde geçen yıllar beraberinde Paris Sciences Politiques’te bulunması, kendisini yaşantı olarak batılı, fikir olarak doğulu olma arasında bırakmıştır. “Doğu’dan kopamayan zekâ ve batıdan kendisini alamayan yaşantı tarzı, Şairi içinden çıkılamaz bir kimlik buhranına sevk etmiştir. Bu güne kadar yapıldığını görmediğimiz bu tespit, irdelenirse şiirinin anlaşılma yolunda bir basamak olabilir” kanaatindeyiz. Açıklayacağımız şairin mistik anlayış ve metafizik yaklaşımlarının da şiir tahlilleri adı altında yapılan çalışmalarda göz ardı edilmek istendiğine dikkat çekiyoruz. Bu denli metafizik yoğunluğa sahip Cahit Sıtkı’nın, sadece “İnanç” söz konusu olabilir endişesi (!) ile şiirinin açıklamalarında öte dünyadan soyutlanması, vicdanla bağdaşan bir hareket midir? Adeta 1940’ların sistematik anlayışının egemen olduğu bir yaşam ve sanat tarzının devamı olarak 2000’li yılların başında da bunu yaşar gibiyiz. Paris’ten kaçış olarak bilinen Türkiye’ye dönüşünden sonra çalıştığı kurumlar, Anadolu Ajansı, Toprak Mahsulleri Ofisi ve Çalışma Bakanlığı Çevirmenliği’dir. Bu üç kurumdaki görevi, şairlik yönüyle bağdaştırılacak görevler olarak kabul edilemez. Hiç parası bitmeyecek denli harcama yapması ve âilesinden babası ile kopuk bağları, annesine daha yakın oluşu, evliliğe sıcak bakmayan şairlik cephesi sebebiyle Orhan Veli gibi yaşam, kendisini bekleyen sonu belirlemiştir. Elbette Otuz Beş Yaş Şairi’nin hususî hayatını eleştirmek, Kendisini bu yönüyle tenkid etmek ve gözden düşürmek gibi bir amacımız söz konusu değildir. Amacımız, topluma mal olmuş şairlerin hususî hayatındaki tezada dikkat çekerek, bundan sonra gelen şairlere olması gerekeni ifadedir. Edebiyat Dünyası’nda Alihegri Dante’yi Türkiye’ye taşıyan da Cahit Sıtkı’dır. Otuz Beş Yaş Şiiri’nde “Dante gibi ortasındayız ömrün” diyen Şair’in bu isimle ilgisini de bu makalemizde daha önce yaptığımız bir tespit olarak vereceğiz. 1910’da dünya hayatına gözünü açıp, 13 Ekim 1956’da Viyana’da dünya hayatını tamamlayan Cahit Sıtkı’nın yaşamıyla değil, şairlik yönüyle edebiyatımızın vaz geçilmez değerlerinden biri olarak, genç kuşaklara tanıtılmasının önemine dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü şairimiz, şiirlerinde geçmişin hayata dair yaşantılardan edindiği tecrübe ve okuduğu kitaplardan aldığı bilgiyi sentezlemesi, ömrün daha güzel yaşanabilmesinde bir lokomotiftir. “Keşke Cahit Sıtkı misalî hayatı ve ölümü bir arada sunan, insanlığa bu yönüyle yol gösterici birkaç şairimiz daha olsaydı” diyoruz, edebiyat dünyasına bakıp, dururken. 234 Cahit Sıtkı’nın Şiiri Üzerine İnsan ve hayat…Bir zaman sonra birbirini terk eden ikili. Hayatın tüm basamaklarında şairlere, yazarlara konu olan ölüm teması, sanat dünyasında en çok ele alınan konulardandır. İnsanoğlu yaşamak ister, yaşlılık kapıyı çalıncaya kadar. Herşeyin değeri azaldıkça artmakta. Hayatın anlam kazanması, bitişe doğru başlamakta. Bitmeye yüz tutan hayat ve gittikçe artan yaşama bağlılık. Cahit Sıtkı, tabiatı ayna gibi yansıtarak kimi zaman bir ağacın yeşilliğini konu alır, kimi zaman kurumuşluğundan duyduğu ıstırabı dile getirir. O, insanın dünyaya gelişini ve dünyadan gidişini konu alır. Filozofî bakışı vardır, şiirine konu seçtiği isimlerle. Şiirindeki isimleri bir araya getirmeye kalkıştığımızda karşımıza çıkan tablo, doğuş ve ölüm arasındaki zamanı güzel değerlendirme, olumsuzluklardan kaçınma, çirkinliklerden uzaklaşıp, erdeme varmadır. Cahit Sıtkı şiirlerinde yaşayamamanın, hayatı doyasıya özümseyememenin vermiş olduğu hüzün vardır, yaşama sevincine insanları davet ederken ölümü unutmamaları şartıyla.“Cahit Sıtkı” denince akla gelen ölümdür, ölümden duyulan acının ruha yansımasıdır. Fakat bu yaklaşım, hayatı güzel kılmak için vardır. Şair, adeta ruc’u sanatını her şiirinde gerçekleştirir: Bir köşeye mahzun çekilen için, Yemekten içmekten kesilen için Sensiz uykuyu haram bilen için Ayrılık ölümün diğer ismidir. Kara Sevda şiirinde ayrılıkla ölümü aynı mana potasında bilen şairde ölüm teması adeta şiirin mayasıdır. Bu duygu, şiirin yankısını, coşkusunu, ritmini artırır. Hayatın beraberinde bu endişe, şairin mısralarını sarar sarmalarken, şairin endişesi içini kemirir durur: Ve böylece bu ömür, her dakika Bir buz parçası gibi kendinde eriyecek Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka Yaşayıp öldüğünü kimse bilmeyecek. Talihten yana dertli olan şair, bir türlü rahat yüzü görmemekten muzdariptir. Muzdarip olma hali, şiirinde egemendir, dikkatli bir biçimde okunduğu zaman: Karanlıklarla kardeş Bahtım bir türlü ateş Almayan çakmak gibi. 235 Şairin evlilikten kaçışı, gençlik şiirlerinde kendisini gösterir. Sonuçta hayalindeki genç kıza açılamamanın, kendisi ile görüşememenin ruha yansıyan iz düşümlerini görüyoruz, şiirinde ve kimi hikâyesinde. Karanlık, her insanın dünyasında yer vermek istemediği husustur. Şairde de karanlık, şairin korktuğu kelimedir. Hele ölümle yan yana gelince hafakanlar içinde, durumdan kurtulmak isteği ağır basar. Bu istek sadece teselliye isim olur: Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu kuş bu bahçe bu nur. Ve gönül Tanrısına der ki Pervam yok verdiğin elemden Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden Günün pencereden eksilmemesi, insanın dünya gözüyle yaşamak isteyişidir. Fakat, “pencere motifi”, şairin başka bir şiirinde ölüme açılan kapıdır: Öldü; ne rüzgarlar girdi içeri Ne bir kuş havalandı pencereden Öldü; kimse görmedi melekleri; Sonra nasıl habersiz gitti giden. Giden görür melekleri, görmeyenler hayatı hala yaşayanlardır, dünya gözüyle. Habersiz giden, geride kalanları haberdar etmek istercesine… Şair, ölümden nasibini alanın adeta yaşarken kendisi olduğunu ima eder, dizelerinde. Çok az şair, yaşarken ölüm sonrasına ait duygularını dile getirmiştir, Cahit Sıtkı gibi. Şairin korktuğu bu duygunun şiirlerinde yer alışı, onu batının “metafizik” olarak isimlendirdiği mana âlemine yöneltir. Dünyadaki arayışında bulamadığı mutluluğu, ömrünün geçen kısmındaki son diliminde bulur gibi olmuşsa da yakalandığı amansız hastalık, bu gidişatı durdurtmuştur. Hayatı istediği gibi yaşayamama, pişmanlığa davetiyedir, kimi zaman dizelerinde şairin: Gitti gelmez bahar yeli; Şarkılar yarıda kaldı Bütün bahçeler kilitli Anahtar Tanrı’da kaldı. 236 Ölüme çare bulamadı, Lokman-ı Hekim. Ölümsüzlük sırrının kapısını aralamadı, kimse. O, efsanevî suyu içen olmadı, dünden bu güne. İslam Peygamberi, Hûd Sûresi’nin inişiyle ihtiyarladığını belirtir. Bu Sûre’de her canlının mutlaka ölümü tadacağı, her canlının ölümlü olduğu yer alır. “Senden geldik, Dönüşümüz Sanadır.” Âyet-i Kerimesi’nin açılımını akla getirir, ”Bütün bahçeler kilitli/Anahtar Tanrı’da kaldı ” dizeleri. Geldi çattı en son ölmek Ne bir yemiş ne bir çiçek Yanıyor güneşte petek Bütün bal arıda kaldı Şiirin devamında insanın çaresizliğini bu şekilde belirtir, Cahit Sıtkı: ”Bütün bal arıda kaldı.” Gerçekten, insan istediğinin tümünü gerçekleştirmeye zaman bulamaz, hayallerinin tümünün gerçekleştiğini görmekten uzaktır. Buna ne imkân el verir ne de ömür… Ölmenin en son gelip çattığını belirten şairin dünyasını saran bu korku, bu endişe giden günlerin ardından hüznün artışıdır. Bu atmosfer içinde ruh, genç kalsa da beden gittikçe yaşlanır, ölüme doğru sürükleyerek hayatı: Ağaçta bülbülün sesi değişti Gölgeler yerleşiyor pencereme; Çağınız başlıyor ey hatıralar Hatıralar, yaşanan güzel günlere ayna gibidir, baş iki el arasına alındığında, gençliğe özlem duyulduğunda: İçimi titreten bir sestir her gün Saat her çalışında tekrar eder Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın? Elin boş mu gireceksin geceye Bir düşünsen! Yarıyı buldu ömrün. Şairin bu dizeleri, öte dünyaya dair bazı işaretler verir, gibidir: Ne yaptın tarlanı, nerde hasadın? İnsanın eli boş oluşu, çoluk -çocuğa karışmayış mıdır yoksa ömrün yarısını beyhude geçirmenin adı mıdır? Şairin her günün eskimesi ile ürkekliğini belirttiği şiirinden çıkarılması gereken ölümden korku değil, yaşamı güzel biçimde geçirmeyi okura yansıtmadır, bizce. Her ne kadar Şairin ölümden yana duyduğu çekinceyi belirtirsek bile esas ruh halinin altında yatan mesaj, yaşamı güzel geçirme arzusudur. 237 Bir ölünün duygularına tercüman olan mısralar, şairinin penceresinden gölgelere bakışıyla dile gelir, adeta. Bu gölgeler, gözaltındaki mor halkalardır, saça düşen aktır, insanı yıllar sonrasında gençlik halinin sona ermesidir. Ölmeden önce ölüm sonrası ahvali ifadeye yansıtma, sanki Cahit Sıtkı’ya mahsustur: Öldük, ölümden bir şeyler umarak Bir büyük boşlukta bozuldu büyü Nasıl hatırlamazsın o türküyü Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü Alıştığımız bir şeydi yaşamak. Az önce belirttiğimiz tespitin anahtar dizesi:”Alıştığımız bir şeydi yaşamak” Şair, dünyadayken ayrılmışcasına söylemini dile getirir bir sonraki mısralarda: Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok Yok bizi arayan soran kimsemiz Öylesine karanlık ki gecemiz Ha olmuş ha olmamış penceremiz Akan suda aksimizden eser yok. Gençliğini yeni baştan yaşamak isteyen şair için dünya, Mecnun’un çile çektiği yerdir, çağ içinde. Leyla’sı için halden hale geçen şair, muradına kavuşmamış Kays gibidir: Bir kere sevdaya tutulmaya gör; Ateşlere yandığının resmidir Âşık dediğin Mecnun misali kör Ne bilsin alemde ne mevsimidir. Evet, âşık olanın mevsimden yana haberi olduğu düşünülemez. Muma âşık olan pervaneyi yakan, yaktıkça ömrü harap eden tutkunluktur, adına “sevda“ denilen. Dünya bir yana o hayal bir yana Bir meşaledir pervaneyim ona Altında bir ömür döne dolana Ağladığım yer penceresi midir? Pencere’yi oldukça kullanan şairin, pencere’den bu dizede kastı bulunduğu mekândır. Ya karanlıktaki ışıksız pencerelerde tüneyen gölgeler!...Cahit Sıtkı’nın 238 penceresine tuttuğu ayna, geçmişi tüm çıplaklığıyla yansıtır. Gölgeler, aynada görününce aynalara sitem ayyuka çıkar, hayatta olması gerekenlerle yapılmayanların pişmanlığının muhasebesidir, ortaya konan: Şakaklarıma kar mı yağdı ne var? Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz, Yıllar yılı dost bildiğim aynalar. Şairin hayata dair tespitleri, kendisinin inanca dair birçok kitabı okuduğunu, hikmet sahibi olduğunu gösterir, gibidir. “Benim bildiğimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” diyen Hazreti Muhammed (a)’ın hadislerinin birer açılımı gibidir, çoğu mısralar. Yaşlanmadıkça gençliğin, hastalanmadıkça sağlığın, fakir düşmedikçe zenginliğin, dara düşmedikçe genişliğin değerinin anlaşılmayacağını doğrular, mısraların çoğu. Gençlik günlerindeki heyecan gidince kendi resimlerine yabancı, artan yalnızlığın yumağında hüznü elemle mayalamış, bu hali ile münzevî yaşamak isteyen şair, kabullenilmeyen gençlik çağındaki tecrübesizliklerinden yana pişmandır: Gökyüzünün başka rengi de varmış: Geç fark ettim taşın sert olduğunu Su insanı boğar, ateş yakarmış Her doğan günün dert olduğunu İnsan bu yaşa gelince anlarmış. Her canlının yaratılış gereği yaşamak zorunda olduğu ve ölümü sonunda tattığı dünyanın farkında olan, yaşarken bunu tadan şair, aynalara önem verir, dize aralarında: Bir ayna parçasından başka beni kim anlar Bir mum gibi erirken bu bitmeyen düğünde? Bir kardeş tesellisi verir bana aynalar, Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde? Otuz Beş Yaş Şiiri’nde yıllar yılı dost bildiği aynaların düşman hali, bu şiirde kardeş tesellisi verir olmuştur”: Aynalar da olmasa işim ne yeryüzünde? Yirmi yaşın tecrübesizliğinde,”Aynalar da olmasa” iyen şair, Yalnızlık şiirinde ahvalden yana şikâyetçidir. Kendince kimsesizliğini, yalnızlığını Mevlana’nın Şeb-i 239 Arus’una yorar gibidir. Bu bitmeyen düğünde şiirle genç yaşta tanışanlar, yalnızlığı sanki varlık sebebi gibi bilir: Gördüm yapraklarımın bir bir döküldüğünü, Baharda yaşamanın bilmedim nedir tadı? Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüzünü Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı. Rüzgârın önüne katılan yaprak misali, kendisini boşlukta hisseden şair, kalabalıklarda kimsesizliğin kendine açılan kollarındadır, ömrünü dizelerle törpülerken. Kaldırımlar Şairi’ni bir zaman örnek alan şair, belki Sessiz Gemi’ye gıpta eder, bu dörtlüğü ile. Gidiyorum’da bu ruh hali, daha keskin hatlar taşımaktadır: Bir kış güneşi gibi bulutların esiri, Görünüp gidiyorum. Ne belli yerim var ne de sevdiğim biri, Sürünüp gidiyorum. Belki Garipçileri andıran söyleyiş tarzıdır, bu. Kimsenin el uzatmadığı, kendi halinde yaşayan, evlenmemiş, aile sıcaklığından yoksun, mutluluğu tatmamış, yüzünü bile çirkin görünür hale gelmiş ruh hali ile şiir limanına sığınan şair, erdemli görev üstlenir, içinde olduğu durumlara bir başkasının düşmemesi için. Cahit Sıtkı, yalnızlığı ifade ederken, geçen zamanın endişesi içindedir. “Ömür” denilen sayılı zaman sermayesinde yalnızlık, Ömrümde Sûkut’ta bir başka tad taşır, bunu ruhunda duyanların nazarında. Ömründe sûkut’u ifade etmenin şaire verdiği acı derstir, hayatı güzel yaşayamama. Ömre biçilen zamanın, yaşanan anla beraber gittikçe azalır, farkında olunmadan. Sanki çıkılan yolculukta varılacak menzille biter, yaşam. Her sene, bu yaklaşımın diğer adıdır: Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika Bir buz parçası bibi kendinden eriyecek Şair, yalnızlığını Ömrümde Sûkut’tun son mısralarında tekrarlayarak, iç âlemde duyduğu ıstırabı dile getirir: Semada yıldızlardan yerde kurtlardan başka Yaşayıp öldüğümü kimse bilmeyecek Şair, aynı zamanda mütevazı bir kişilik sergiler, kendisince. O da bilmektedir ki Otuz Beş yaş Şiiri, ilk yayınlandığı dönem sonrası herkesin 240 dilinde olduğunu. Lakin bunu ifade edemez; mutsuzdur, yalnızdır, kimsesiz hissetmektedir, kendisini kalabalıklarda. “Bir Kapı Açıp Gitsem”, yalnızlıkla iç içe olan yaşayışın verdiği elemle gittikçe tükenen biçimidir. Bu şiirde elemli hayat, gittikçe ıstırap yüklüdür: Ben bu dünyaya yanlış gelmiş olacağım ben, Ben öyle her insandan o kadar uzağım ben, Yine bu gözlerimdir okşanacak şey arar, Yoksa içimde başka bir dünya hasreti var. Uyanır gibi bir korkulu rüyadan, O içimden sevdiğim, benim olan dünyadan Bir ses bana ”Gel!” dese, ben o sesi işitsem Kimsecikler duymadan bir kapı açıp gitsem Açılacak kapıya gerek yoktur, aslında. Öte dünyaya açılmaya iman etmiş şair, sevilenden uzak yaşamayı artık kaldıramaz, bu yaşamanın yükünü omuzlayamayacak derecede bitkin bir ruh atmosferi içindedir. Törpülenen ömür, her gün aşınınca çıkar yol, bu ruhu karartan karamsarlığı dile getirerek insanla kucaklaşmanın anahtarını şiirde vermektir. Şair, yalnızlığa karşı elindeki şiir bayrağını hüzünle renkleştirir gibidir: Renkler çekildi işte simsiyah bir saraya; Birbirine müsavi artık her şeyi gecedir. Geldi minarelerle kuyular bir hizaya; Ya her şey dev gibidir, yahut her şey cücedir. 1932’de yayımlanan “Gece Bir Neticedir” şiirinde daha çok çile hâkimdir: Bu sular hücumdur ansızın hafızaya; Bu başlaya belki de biten bir işkencedir. Kafalar ayna gibi şimdi bir muammaya; Bu içinden çıkılmaz bir müthiş bilmecedir. Zihni, müthiş bilmeceyle baş başa kalan şairin karşısında yerinden oynamayacak kaya gibi duran yalnızlık, gençliğin beraberinde kendisini gösteren arayışından kaynaklanır. Müthiş bilmeceyi çözmek, insanın yeryüzü üzerindeki uğraşısıdır. Herkes bazı hususlara kafa yormuş, baş ağartmış, ömrünü yalnızlığın verdiği sıkıntıyla geçirtmiştir. 241 Kuşlar ve Gemiler’de şair, yalnızlığın içinde hayal dünyasını canlı tutmaya çalışır: Kaçmanın zevkini içim bana söyler, Kuşlar ve gemiler yaşıyor hülyamda Hülyam gemilerle kuşlarla beraber. Uzak Bir İklimde, yine hülyayı sevilenlerle paylaşmak vardır. Lakin şair, camlar arkasında bulunmaktadır. Bu camlar, sevilene ulaşmayı engelleyecek kadar keskindir: Uzak bir iklimin ılık havasında Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır Bense camlar, camlar arkasında! Camlar arkasında yaşamı seyre dalmak!.. Camlar engeldir, hayatla insan arasında sanki. Uzak Bir İklimde, camlardan yana şikayet eden şair, Güneşe Aşık Çocuk’ta gündelik yaşamda camların ortadan kaldırılmasını ister: Camlar arkasında görünen çocuk, Eliyle güneşi gösterir durur, Camlar arkasında düşünen çocuk, Hırsından, camlara yumruk savurur. Şair, camları insanlarla konuşma, anlaşma, tartışma bağlamında engel olarak görür, tecrit edilmeye tahammülü olmayan şairin Ziya Osman Saba’ya ithaf ettiği Kuyu’daki şikâyeti yine yalnızlıktandır: Bitsin bu yalnızlık; Kuyuda açılmaz yelken, Kuyunun ağzı açıkken, Çık, tekrar aydınlığa çık! Hatıralar’da kuyuyu tekzip etmeyen mısralar: Bu tatsız akşam saatinde Başımda pervaneler gibi Dönüp durmayın hatıralar… Yalnızlık, eşyada eşya ile konuşmaya kadar varır. İnsanın yanı başında bulunan eşya, aslında insanla vardır, yaşamın her alanında. Nedense varlıkları daima canlı olarak düşünen insan, eşyaya bir kıymet vermez. Giyilen, ancak kullanılırsa bir anlam taşır, oturulan sandalye kırılmadıkça, deforme olmadıkça adıyla anılır. Şair, 242 cansız olan eşyayı canlandırır, gözünde ve onlarla sohbete girişir. Cevap alıyor mu? O, eşyaya cevap bulamadığı soruları sorarken, yalnızlığın ne denli zor olduğunu bilmekte ve bu acısını hafifletmeye çalışırken, kalabalıklar içinde tek başına olmanın güçlüğünü, hemcinsleri tararından anlaşılamamanın sıkıntısını açığa vurur, gibidir: Donmuş kımıldamayan Birer rüzgar mısınız? Bencileyin düşünür, Birer rüzgar mısınız? Ben sizi var sanırım, Dalar ağlar mısınız? Ben sizi var sanırım, Sahiden var mısınız? O da bilir, eşyanın konuşmadığını, düşünme yeteneğinin olmadığını. Görünen, kimseyi acılarına ortak bulamayıştır, sıkıntılarını kimseye açamayıştır, absurd görünüp, aslında var olan durumu yansıtan bu kısa dizeler:” Ben sizi var bilirim / Sahiden var mısınız?” İsmi karanlığa dönüşen yalnızlık, zamanı yaşanılamaz hale getirirken, şair zamana “Kara Kedi” benzetmesini uygun bulur, ömre verilen isim olarak Havuz’da: Eskiden ne vakit baksam ışıldayan O dünya ne oldu, nedir bu karanlık? Bir kara kedi mi aramızda zaman? Yalnızım havuzu doldurdu karanlık. Havuz, yaşanan zamanın ismi midir? Şair, şikâyetçi olduğu bazı noktaları, sembollerle belirtirken, Ahmed Haşim’i çağrıştırır, yer yer. Zaman biçtiği gömleği, içinde bulunduğu acıların ruha verdiği ızdırapla bütünleştiren şair, Harp Baharı’nda, Bahar ile Harb’i yan yana getirmek ister. Bilindiği şekli ile bahardan sonra çağrışım yapan kelime kıştır. Kış, dolayısıyla ölüme varışın basamağıdır. Şair, bilerek “kış” yerine “harb” kelimesini kullanır. Çünkü insan, ölümü kolay kolay arzulamaz, daha çok yaşamak ister. Cahit Sıtkı, bundan olsa gerek, yaşama direncini kaybetmek istemediğini, her olumsuzluğa karşın içinde umut kırpıntıları vardır. Fakat görünen yeni gelen bahar değildir, bahar eski baharlar içinden gelir. O, artık bekleyişin kendisi için fayda vermekten çok, eski hatıralarla avunmanın tesellisi içindedir: Ne bahardır çıkagelir Bir yolun dönemecinden! 243 Bahar bile başka gelir Eski baharlar içinden. İnsan, kış sonrası baharı dirilmenin hayata yansıyan belirtirli içinde canlı hisseder, kendini. Şair, baharı beklerken beklenen bahar ile karşılamaz. Bu yeni bahar, acaba Cumhuriyet’le beraber geçmişte kalan savaşa telmih midir? Bu şiir, İkinci Cihan Harbi’nin baharları körelttiğini mi ima eder? Elbette şairin ruh haline göre biçim ve mana kazanan şiir, yazıldığı dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda ilk akla gelen açılım, belirttiklerimizle sınırlıdır, ne kadar yorum getirsek bile. Çünkü, meydana gelen olaylardan kendini soyutlayamaz, şairler. Onlar, dile getirileni, dizelerdeki başlıca kelimelerin ikinci-üçüncü manalarına yükletir, çoğunlukla. Dönemin karakteristik özelliklerinden biri de şairlerin savaşlar sebebiyle yaşam coşkusunu istedikleri biçimde yansıtmamalarıdır, şiire. Batı’da bulunan Cahit Sıtkı, savaşa karşı şiirin değişimine tanıklık etmiştir. Etkilenmesi de belki savaşın canlı tanığı olmasıdır, öğrencilik yıllarında. Yüksek öğrenim için bulunduğu Avrupa’da Almanya ile Fransa arasındaki savaş, kendisine etkilerini taşıdığı Anadolu’daki yıkımları bir daha yaşatmıştır. İtalya’da bulunduğu zaman içinde savaşın zararını görmemek için, mecburen ülkesine döner. Savaşlarda en çok mağdur olan çocuklardır. Çocuk sahibi olamamanın acısını yüreğinde duyan ve bunu şiirlerinde dolaylı olarak seslendiren Cahit Sıtkı, Diyarbakır’da geçen çocukluğundan da kesitlere kapıyı aralar. Evleri, Diyarbakır’ın en büyük camiî olan Cami-i Kebir’e komşudur. O, küçük yaşta cami avlusunda bulunan musalla taşında kaldırılan cenazeleri oldukça görmüştür. Baş eserinde de musalla taşı bulunmaktadır. Okulda anlaştığı yegâne arkadaşı ve aynı doğrultuda şiirler yazan sırdaşı Ziya Osman Saba’ya yazdığı bir mektubunda aile ortamında bulamadığı sıcaklığa değinir: Sevsen beni çocuğum! Geçen güne yazılır. Bugün var yarın yoğum, İşim bir şarkılıktır. Bu şiirin ardından Saba’ya gönderilen Okşamaya Vakit Kalmadı’da yine çocuk motifi egemendir: Okşamaya vakit kalmadı Arabasında gülümseyen çocuğu Bir cenaze geçiyordu caddeden 244 Cenazenin peşinden. Daha önce de “Ölmeden ölüm sonrası ahvali ifadeye yansıtma, Cahit Sıtkı’ya mahsustur” tespitinde bulunmuştuk. Bu şiirin devamında bu saptamanın farklı bir açılımı şu şekildedir: Ölenle beraber öldüm; Bir buçuk metre boyunda, Elli santim genişliğinde Bir çukura gömüldüm Gerisini kabristandan dönenlere sor. Sormaya gerek var mıdır, bundan sonra? Mutlaka, küçük bir çocuğun defninde bulunmuştur, şair. Mezar ölçüleri, küçük bir çocuğun ölçülerine sahiptir. Şairin tüm sıkıntısı, aslında hayatı güzel yaşama kaygısından kaynaklanır. Hayatın farkına varılmayan yönü, bir gün biteceği biline biline ölümün akla getirilmeyişidir. İnsan, yaşamının sürekli olmadığını hissettirir, yaptıkları ile düşündükleri ile. Bu satırların yazarının da Cahit Sıtkı ile tanışması, hayatın bir gün noktalanacağını bilmesine yol açmıştır, her yaşanan günde. Çünkü, hayatta ölümün olduğunu unutmama, yaşamı güzel olan, faydalı olan ile süslemeye sevk eder, insanı. Ben Ölecek Adam Değilim’de ısrarla ayrılmaz istemez, dünyadan şair: Kapımı çalma ölüm Açmam; Ben ölecek adam değilim. Öleceğini bile bile bunu tekrar eden bir insanın vereceği mesaj, yaşamı güzel biçimde süsleme manasını vermiyor mu? Ölümü, insanoğlu arzulamasa da davetsiz misafirdir, hayatının son deminde, kapısında: Alıştım bir kere gökyüzüne; Bunca yıllık yoldaşımdır bulutlar. Şair, şiirinde insanın yaşama dört elle sarılmasını ister. Yaşam güzeldir, insan her güzel olana layık yaratılmamış mı? İnsanın çevresi ile kopmaz bağlarla bağlandığı bilinmiyor mu? Nasıl olur da bu güzelliklerden kopulur, bir dönem sonra, vakitsiz? Sıkılırım, Kuşlar cıvıldamasa dallarında, Yemişlerine doymadığım ağaçların. Yağmur mu yağıyor? 245 Güneş mi var? Fark etmeliyim, Baktığım pencereden. Tabiata bu şekilde bakar, şair penceresinde. İnsan, hayatını doğa şartlarına uyarlayarak, sürdürür yaşamını. Bulunduğu mekânı da isteğine göre düzenlemek ister, uyarlamaya çalışır çok şeyi: Karlı dağlar, sürülmüş tarlalar, Ekmekten olamam doğrusu, Nimet bildiğim; Sudan vazgeçemem; Tuzludur teneffüs ettiğim hava. Yaşamı mevsimlere uyarlamanın adı haline gelen hayat, acılar beraberinde mutluluklarla doludur. Bu sebeple ahval, ne kadar kötü olsa bile hayat yaşanacaktır, insanın suyu ve ekmeği dünyada oldukça. Ya nasıl dururum olduğum yerde, Öyle upuzun yatmış, İki elim yanıma getirilmiş, Hareketsiz, Sükuta ram olmuş; Sanki devrilmiş bir heykel? Ellerim ne der sonra bana? Soğumuş kalbime ne cevap veririm? Utanmaz mıyım ayaklarımdan? Ne kadar samimi ifadelerdir, bunlar; oldukça sade ve içten… Şairin yalnızlığa itildiği noktada beliren karamsarlık, akla kendisini,”Ölüm Şairi” olarak getirse de Cahit Sıtkı, bizce insana insan olmayı hatırlatan şairdir, yaşamın güzelce sürdürülmesi adına durmadan yazan, düşünen bir tefekkür adamıdır. Kalkmalıyım, Dolaşmalıyım, Sokaklarda, parklarda. El sallamalıyım, Giden trenlere, 246 Giden vapurlara. Yaşama bu denli gönülden bağlı olan hangi şair vardır, Cahit Sıtkı’dan başka? Hasta yatağından yazdığı anlaşılan bu şiiri, bedenen hasta olanlara okutulması gereken şiirlerden biri olmalıdır, kanaatimizce. Bilmeliyim, Gölgelerin boyundan, Saatin kaç olduğunu. Islık çalmalıyım, Türkü söylemeliyim, Yol boyunca, Keyfimden ya hüznümden. Geçmişin aynasına bir pencere aralayan, çaresiz olanlara yaşama sevinci aşılayan şair, gençliğin güzel hatıralarına imrenir, durur: Geçmiş günleri hatırlamalıyım, Dalıp dalıp akarsuya, Hayaller kurmalıyım, Güzel geleceğe dair. Yanımda geçenler olmalı, Selam almalıyım; Robenson’u düşünmeliyim, Garipliğini; Şükretmeliyim, İnsanlar arasında olduğuma. Şairin yaşama azmine davetkâr mısraları, şahsının ölümü ön plânda göstererek hayata sımsıkı sarılmanın gereğini ifade etmiyor mu? Nedir eninde sonunda ölüm? Ayrı düşmek değil mi aşinalardan? Şiirin ilk bölümü şiirin sonunda tekrar ediliyor. Bu şiir bizce şair için düşünülen “Ölüm Şairi”, “Ölümden Korkan Şair” yargısını, isimlendirmesini değiştirmesi gereken bir manifestodur. Cahit Sıtkı’ya ilişkin şiirine bakışlar, elbette belirttiklerimizle sınırlı sayılamaz. Bu incelememize, baş eseri olan Otuz Beş Yaş Şiiri hakkındaki tespitlerimizle devam edelim.,Yıllar yılı bu şiir okunurken Dante ile kurulan ilinti, şiiri tahlil eden 247 herkesçe belirtilmiştir. Bu ilinti, aynı zamanda şiirin otuz beş yaşında Dante’ye olan hayranlıkla yazıldığına götürmüştür, çok ismi. Şairin İtalya’da bulunuşu da iddiaya kaynaklık etmiştir, şiirin yazılışından bu güne. Alihegri Dante’nin yazdığı İlahî Komedya-Divinia Commedia, Cahit Sıtkı’nın yabancısı olduğu eser değildir. Katolik Kilisesi’ne karşı çıkışın tezlerini içeren bu eserde geçen;”Nel mezzo del camin di nostra vita/ Mi ritrovai per una silva oscura/ Chela diritta via era smarrit” dizeleri, “Yaşam yolculuğumuzun yarısında, karanlık bir ormanda buldum kendimi, doğru yolu yitirmiştim.” anlamındadır. (Akşit Aktürk çevirisi) Dante, Kilise’nin katı kurallarının yaşamı karanlık ormana çevirdiği ve bu ortamda bir çok yanlışın doğru olarak kavratıldığından doğru yolu (Akıl yolu ile kavramayı) yitirdiğini, Kilise’nin kurallarını kabul etmediğini açıkça belirtirken “Dante gibi ortasındayız ömrün” dizesiyle bir bağlantı kurmamız mümkün müdür? Şair, Diyarbakır’da söylenegelen Yaş Destanı’nı Dayısı Fevzi Pirinççioğlu’nun misafiri olarak bulunan Celal Güzelses’in plâğından dinlemiştir. Daha sonra etkilendiğini bildiğimiz Cahit Sıtkı, bunu bir mektubunda belirtir. Yaş Destanı, yüz yaşına kadar süren yapıya sahiptir. Plağa okunması on- yetmiş yaş arasıdır. Tek plâkta yüz yaşına kadar destana yer vermek teknik olarak mümkün değildir. Ses Sanatkârı Diyarbakırlı Celal Güzelses, plâklarının doldurulmasına katkıda bulunan Pirinççioğlu’na Yaş Destanı’nı hediye eder. Cahit Sıtkı, bu plâğı dinler. Dönemin Tek Partisi CHP, bir şiir yarışması düzenler. Şair, otuz beş yaşındadır. İsmi fazla duyulmuş biri olma arzusundadır. Şiirini yazarken, plaktaki yetmiş yaşını göz önüne alır. Kendi yaşı da otuz beştir. Böylece şiiri ortaya yaşı ile paralel biçimde otuz beş dizeden çıkar. Dante’den aldığı dizeler ile örtüştürmek istediği şiiriyle yarışmaya katılır. Şair’in bu uyanışı ile Dante’nin uyanışı (!) arasında benzerlik öne sürülemez. Çünkü ikisinin ne ülkesi ne inancı birbiri ile benzerlik taşır. Dante, Kilise’ye karşı çıkışını ömrünün ortasında gerçekleştirirken, Cahit Sıtkı, meyyal olduğu ölümü içeren, insan hayatını anlatan Yaş Destanı’nı dinleyerek, bulunduğu yaşıyla bağ kurar. Dile geçen “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” dizesinin plağa yetmiş yaşına kadar okunan Yaş Destanı’ndan kaynaklandığı böylece ortaya çıkar. “Yaş yetmiş, iş bitmiş” deyimi de kanaatimizce bu Yaş Destanı’ndan kaynaklanmaktadır. Yaş Destanı ile Otuz Beş Yaş Şiiri arasındaki bilinmeyen bağı bu vesile ile okurların dikkatine sunuyoruz, çoğumuzun Cahit Sıtkı’nın Şiirine Bakışlar’ını değiştirir kanaatindeyiz. Sonuç: Makalemizde yer verdiğimiz bu tespitlerden yola çıkarken Bir Necip Fazıl Ekolü çerçevesinde değerlendirilmesi gereken Cahit Sıtkı, görüşleriyle mistikmetafizik yoğunluğu kuvvetli bir şairdir. Necip Fazıl ile devam eden bu mistizmin, 248 metafizik yönün devamı, Cahit Sıtkı ile hemşehri olan Sezai Karakoç’ta görülür. Cahit Sıtkı, iki isim arasında bir köprü gibidir. Karakoç ve Cahit Sıtkı arasındaki etkileşimin ne derece de olduğu bilinmezse de Cahit Sıtkı, mistik-metafizik yönüyle Cumhuriyet Dönemi’nin önemli bir ismidir. Buna Ziya Osman Saba, Asaf Halet Çelebi gibi sıklıkla hatırlanmak istemeyen şairler de dahîldir. Cahit Sıtkı’yı mistisizmden, metafizikten ayrı düşünenlerin, kendisini âhiret hayatından kopuk bilenlerin artık saklayamayacağı, saklamaktan kaçamayacağı tespitlerle yüzleşmesinin zamanı gelmiştir. Doğumunun 100. Yıl Dönümünde edebiyatımızın bu remz, nev’î şahsına münhasır ismi olan Cahit Sıtkı’nın daha bir anlaşılmasını istiyor, kendisini rahmetle anıyoruz. Bilgi Notu: Cahit Sıtkı Tarancı’nın Dante ile ilişkisini ele aldığımız hususta, bu güne kadar kimseden olumsuz bir eleştiri almadım. Şiir tahlillerinde bulunan kimi eleştirmenlerin bu önemli noktayı göz ardı etmesine de bir anlam vermemiz mümkün değildir. Daha önce yayınlanan “Diyarbakır Folklorundan Kesitler / Celal Güzelses / Diyarbakır Halk Musıkîsi Üzerine inceleme” adlı 1995 Yılında yayınlanan kitap çalışmamız ile Türk Edebiyatı Dergisi’nin Şubat 2000 sayısında yer alan İncelememizde bulunan Yaş Destanı’nın Hikâyesi’nden Otuz Beş Yaş Şiiri ve Yaş Destanı hakkında ayrıntılı bilgi edinebilir. ( M. Ali Abakay). CELÂL GÜZELSES ve DİYARBEKİR MUSIKÎSİ Sunuş: Diyarbekir, bulunmuş olduğu konum gereği, mimarî’de musıkî’de ve diğer alanlarda olduğu üzere her taraftan gelen düşüncelerin şekillendiği şehirdir. Zamanında birçok beyliğin, devletin ve imparatorluğun mirasının varisçisi olan Diyarbekir, musıkî alanında da bu üstünlüğünü sürdürmüştür. Celâl Güzelses, bu mirası Osmanlı Döneminde fark etmiş ve Cumhuriyet Dönemi’nde mirasa sahip çıkmış ender isimlerdendir. Bu panel konuşmamda bilinenleri tekrar etmek istemiyorum. Ben size Güzelses’i bülbüllerin bile dinlediğini anlatmak istemiyorum. Anlatıla gelen rivayet zincirleriyle Güzelses›in efsane olarak gösterilmesine gerek yoktur. O, bizim gibi bir insandır. Şahsına olağanüstülük katmak, bilimsellikten uzaktır. Hayatında değişik dönemlerde inişler ve çıkışlar yaşamış biri olarak, musıkî alanında sesiyle ender isimlerdendir. Kendisi hakkında yaptığım çalışmalardan edindiğim ve çoğunu yayınlanan biyografisine almadığım yönleriyle tanıtmak istiyorum. Bu tespitlerim, kimilerince kabul edilmeyebilir. Fakat, ben bu belirttiğim tespitleri kaynaklara dayandırırken, kendisi hakkında efsaneler uydurtanlara birşey demekten uzağım. Kendisiyle birlikte olanlarla görüştüğümüz, onunla arkadaşlık yapan, beraber musıkî icra eden arkadaşlarının açıklamalarından yola çıkarak belirttiğim tespitler, elbette bu güne kadar kısmen bilinmektedir. Güzelses›in bilinmeyen yönlerini kapsayan bu konuşmamda, bildirimde belirttiğim hususlar hakkında isteyenler araştırma yapabilir. 249 Güzelsesin Yaşadığı Atmosfer Esas ismi Muhammed Celâleddin olan Güzelses, tekke terbiyesi içinde büyür. Ailesi fakir olan Güzelses, babasının devamlı gittiği Şeyh Zeki Efendi Tekkesi’nin müdavimîdir. Tekke’de dinî terbiye alan Güzelses, Camiî Kebir’de müezzinlik yapar. İdealinde asker olma vardır. Kendisi müezzinlik yapmaya devam eder. İnsanoğlu’nun kaderini belirleyen kimi çizgiler vardır. Sem›anoğlu Köşkü’ne yakın bir yerde arkadaşlarıyla bir arada iken parçaları seslendirirken, Köşkü karargah olarak kullanan Mustafa Kemal Paşa’nın yükselen nağmelere dikkat kesilmesi, kendisinin karşısına çıkmasına sebep olur. Paşa ile tanışması, kendisinin Özel İdare’de iş sahibi olmasına zemin hazırlar. Yaş Destanı ve Otuz Beş Yaş Şiiri. Diyarbekir’de Veteriner hekim olarak görev yapan Asker kökenli Mahmut Karındaş’ın halkın konuşmasını alaya alan plâğına tepki olarak deniz yoluyla Halep’ten İstanbul’a gider. Burada sekiz plâk doldurur. Dönemin bakanlarından Fevzi Pirinççioğlu (Cahit Sıtkı’nın dayısı) vasıtasıyla Dolmabahçe’de saatler süren bir konser verir. Mustafa Kemal Atatürk’ün iltifatına mazhar olur. Kendisi de milletvekili olmak istemez. Bu arada “Yaş Destanı” isimli plâğı da Cahit Sıtkı tarafından dinlenilir. Otuz Beş Yaş Şiiri’nin çıkış noktası, Yaş Destanı’dır. Bunu kitabımızda ve bir dergi makalesinde ayrıntılı açıklamıştık. Halkevi Çalışmaları. Vilayet ve Özel İdare’de “Memur” olarak çalışırken CHP Halkevleri kurulur. Ar Şubesi (Müzik Bölümü) Başkanlığı kendisine verilir. Halkevleri’nin halkla yakınlaşması ve Cumhuriyetin tanıtımı, yapılmış olan ve yapılacak olan inkılâpların benimsetilmesi esastır. Her konserine binlerce kişi katılır. O, tekke Musıkîsini bırakmamış, halk arasında söylenegelen manileri, türküleri derlemiş, Kürtçe söylenen eserleri de Türkçeye uyarlayarak, repertuarını genişletmiştir. Güzelses›in Diyarbakır Halk Musıkî Cemiyeti, 1943 senesinde açılır. Kendisi Derneğin başkanıdır. Beraberinde öğrencileri vardır. Her dönem şehir dışında da konserler verir. Tanıtım Çalışmalarımız. Kitap çalışmamızla “Doğum Tarihi” ve “Vefat Tarihi” tarafımızdan düzeltildi. İsmini doğru biçimde ilk kez, duyuran biz olduk. İsminin bir yeraltı çarşısına, ilköğretim okuluna ve sonradan yıktırılan bir parka verilmesine yayınladığımız kitabın vesile olduğunu belirtmek istiyorum. Güzelses’in vefat haberi, kendisine ait el yazma defteri, ilk kez yerel bir gazeteye verdiği ropörtaj, yayınlanmamış fotoğrafları, plâkları kendisi için belirtilen 250 görüşler olmak üzere geniş bir arşiv oluşturduk. Kitap yayınlandıktan sonra bu yayınlanan malzemenin bir bölümü izinsiz biçimde başka kitaplarda hayat buldu. Gerek yerel gerek ulusal basında çıkan haberlerin ve ropörtajların, isminin geçtiği kitapların çoğunu bir araya getirdim. Bunları bir araya getirdiğimizde bile çok ilginç bir kitap ortaya çıkacaktır. Vefatından önce Urfa’da Gazelhan Kazancı Bedih Yolluk’u ziyaret ettim Kendisiyle konuştum. Kendi aktarımı ile “Celâl Güzelses, Diyarbekir’i ve çevre illeri musıkî ile tanıtmada ilktir.”Ne yazık ki “Halk Musikîsi” denilince bir yolla sivrilen isimler ön plâna çıkmaktadır. Diğerleri sadece dünle bugün arasında köprü oluyor. Anlayacağınız musikî, destek görmeyince gelişemiyor, devinim sağlayamıyor, çalışmalar desteklenmeyince sadece dünden bu güne gelinen korunmaya çalışılıyor. Yazdığı Kitaplar. Celâl Güzelses’in yazdığı kitapları hep merak ettim.Yanımda kendi el yazısıyla yazdığı bir özel defteri-keşkül- bulunmaktadır. Bunu daha yayınlamış değilim.İleride yayınlandığında seslendirdiği eserlerin kendi kalemindeki ilk biçimi ortaya çıkacaktır. Sevenlerinden temin edemediğimiz iki kitabına İstanbul’da ulaşma imkânına sahip olduk. Bu kitaplardan biri ismini taşımakta, biri de isimsiz yayınlanmıştır. Kendisine ait üçüncü kitap ise bildiğimiz kitaptır. Bu kitaptan ilk kez bahis, Diyarbekir Halkevi Yayın Organı Karacadağ’da geçer. Daha sonra Veysel Arseven’in Açıklamalı Türk Halk Müziği Kitap ve Makaleler Bibliyografyası’nda geçer. Kitap 220 Sayfalı, 1937 Tarihli, Diyarbakır’da yayınlanmıştır. Maniler, atasözleri, hoyrat ve türkülerin söz ve notalarının yer aldığı eser, bu güne kadar araştırma konusu edilmemiştir. Beysanoğlu, bu kitabın önemli bölümünü Diyarbakır Folkloru Birinci Kitaba almış, 1943’te Diyarbakır’da yayınlamıştır. Beysanoğlu’na bu konuda bilgi verdiğim zaman geçmişte kalanı kurcalamanın faydasız olduğunu belirtmişti. Her ikisinin aziz hatırasına saygısızlık etmeden bu konunun akademik anlamda bilinmesini istediğim için bunu belirtiyorum. Güzelses’in Farklı Yönleri- Tespitler. Farklı yönleri vardır. Yıllar içinde hazırladığımız kitap için bazı noktalara açıklık getirmek istiyorum. Bu tespitler, elbette tartışılabilir. Kabul edilip edilmemesi ayrı bir konudur. 20 Senedir yaptığımız araştırmalarımızda ulaştığımız sonuçları kısmen sizinle paylaşmak istiyorum: a. Müezzinlik: Ezan Türkçe’ye çevrildiği zaman müezzinliği bırakacaksınız, Ezan Arapça aslına dönüştürülünce tekrar müezzinliğe başlayacaksınız. Memuriyet 251 öncesi Fesle dolaşan Güzelses, memuriyet ile birlikte şapkanın kabulü sonrasında fotür şapkadan ayrı düşmemiştir. Bu, o dönemin çarpıcı bir yansımasıdır. b. Dört Dille Okuması: Kendisinin bulunmuş olduğu coğrafyadan çıkmak istemeyişi, büyük şehirlere gitmemesi söz konusudur. Güzelses, sadece Türkçe icra etmemiştir, sanatını. O gerektiğinde Arapça, Farsça da okumuştur. Mem u Zinn’i okumuştur. c. Döneme Ters Düşmesi: Güzelses’in dönemin Belediye Başkanı ile arasının iyi olmamasının bir sebebi de “O dağın ensesine/ Ağlama ağlama gülüm ağlama” ile başlayan eserinde yaptığı değişikliktir. “Sağda değil soldayım/Aç gözün karşındayım” yerine “Orda değil burdayım/ Aç gözün karşındayım» demesi, iplerin kopmasına sebep olmuştur. Güzelses, dönemin şartlarına karşı tepkisini koymuştur. Musıkî Cemiyeti›nin kapatılmasında ve tek başına bırakılmasında bu ve bu tarz özellikleri etkendir. Güzelses›in dönemin kırmızı çizgisi olarak nitelendirilebilecek tek partili hayat sonrası, kimi alanlarda farklı düşünmesi Belediyeden aldığı yardımların kesilmesine sebep olmuştur. d. Tassavufî Yönü: O, musıkî anlayışında tasavvuftan ayrı düşmemiştir. Gazinolara çıkmaması, plâk dışında sadece konserlerle yetinmesi anlamlıdır. e. Öğrenci Yurtlarına Yardımı: Konserlerden elde ettiği gelirin önemli kısmını Dicle ve Fırat Talebe Yurdu’na bırakmış olması, yılın belirli günlerinde Ankara’ya, İstanbul’a giderek konserler vermesi ve hastalığının ilerlediği dönemde bile bundan vazgeçmemiş olması, kimilerince göz ardı edilmiştir. Güzelses, üzerine düşeni yapmıştır, yaptıkları ortadadır. O, Öğrenci Yurtlarında kalan talebelerin ihtiyaçlarının önemli bir kısmını üstlenmiştir. Konserlerinden elde ettiği gelirin önemli bölümünü bağışlamıştır. Her yıl konserlerinden elde ettiği kazancı, yurtlarda kalan öğrencilerin giderleri için bağışlamıştır. Buna tanıklık edenler de vardır. Bir yıllık maaşını, bir geceye çıkarak alabilirken bunu reddetmiştir. O, gazinolarda sahneye çıkmamıştır, teklifleri geri çevirmiştir. Bunun da sebepleri vardır. Müezzin oluşu tasavvufî terbiyeyle büyümüş olması ve bazı diğer hususiyetler vardır. Yayınlanan hatıratında Sayın Canip Yıldırım, kendisinin bilinmeyen yönlerine değinir. f. Ahmed Arif’in Etkilenmesi: Ahmed Arif’in Güzelses’e olan hayranlığı söz konusudur. Ahmed Arif ki kolay kolay kimseyi beğenmeyen bir fıtrata sahiptir. Celâl Beyin vefatında kendisinden “Celâl Abi” diye bahseder, onun “Diyarbekirin Abisi” olduğunu belirtir. Aynı zamanda Ahmed Arif’in şiirine renk veren bir özelliğin de halk musikîsinden aldığı motifler olduğunu belirtelim. Ahmed Arif, Celâl Güzelses beraberinde Meryem Han’ın ve Hasané Cezrawî’nin ismine de yer verir. Hasané Cezrawî ile Meryem Han’ın Türkiye’de iken çektiği maddî sıkıntılara değinir. Ahmed Arif’in kaleminde şekillenen bu saygı, şiirinde halk musikîsinin yer alışında da etkili olmuştur. 252 g. Mevlidî Nebî: Nihayetinde tasavvuf ehli birisidir. elimizdeki defterde virdler vardır, gazeller vardır, naatlar vardır. Mevlid-i Nebî, onun dilinde ilk kez plâklaşmıştır. Bunu düşündüğünüz zaman, okuduğu diğer eserlerini dinlediğiniz zaman tasavvufa aşinalığı ortaya çıkar. h. Selâsını Okuması: Vefatı öncesinde selâsını kendisi okumuştur.Hayatta iken selâsını-vefatı öncesi- okuyan bilinen tek isim Celâl Güzelses olmuştur. Cahit Sıtkı’nın ölmeden kendini mezarda düşleyerek yazdığı şiirler misali, hayatta iken ölümü kabullenmiş bir isimdir, Celâl Güzelses. Ölümün o soğuk yüzünden korkmaması, kendisinin tasavvuf ehli olmasından kaynaklanmaktadır. Defnedileceği yeri kendisi belirlemiştir. Defin yeri Tarikat Şeyhi Şeyh Zeki Efendi’nin ayak dibinde sayılır. Çocuğu olmayan Şeyh Zeki Efendi’nin manevî evladıdır, bir bakıma. Onun İzinden Gidenler Bizce en sadık ve vefalı okuyucu, son döneminde kendisine öğrenci olan Eşref Atay’dır. Kendisi 24 Mayıs 2008’de vefat etti. Şahsıyla en son ropörtajı yapan da ben oldum. Sesine en yakın ses onundu. “Diyarbakır’da Eşref Atay ile Celal Güzelses ekolü son buldu.” denilebilir. Sonra Elazığ’dan çıkanlar oldu. Enver Demirbağ takipçisi oldu, onu bir başkası Zülküf Altan izledi. Zülküf Altan, Diyarbakır dışında Güzelses’i yorumlayan ve hemen hemen eserlerinin tümünü okuyabilen tek isimdir. Bu gün Mevlûdhan Mustafa Beybur, tasavvufî eserler alanında şehrin en seçkin ismidir ve yaşayan sayılı sanatkârlardan biridir. Güzelses’e en yakın olan seslerden biridir. Bu usta isimden maalesef yararlanılmamıştır. Okuyucu olarak Ali Aktaş, Güzelses’in kimi eserlerini güzel biçimde yorumlamaktadır. Kendisi aldığı medrese eğitimi sonrası tasavvufa aşinalığı musikîye yansıtabilmiştir. İbrahim Macit, bu doğrultuda sayılabilir. Macit, sesiyle halk musikîsinden çok sanat musikîsine yatkındır. Macit, aynı zamanda musıkî enstrumanları da çalmaktadır. Diyarbekir’de musıkî’ye dair diğer isimleri, kitap çalışmamızda ayrıntılı biçimde sunduğumuz için ele alma, panel ortamında zaman açısından oldukça zordur. Güzelsesin Yalnızlığı Celâl Güzelses’i üzenler yok muydu? Güzelses’i yalnız bırakanlar, kendisini köreltmeye kalkışmış. Şimdi de bazıları niçin öğrenci yetiştirmediğini söyler durur. Sanatkârın içinde olduğu konumdan habersiz olanlar, kulaktan duyma bilgilerle hareket ederken, kendilerinin çerçevesinde Güzelses’i eleştirmeleri anlamsız kalmaktadır. Kendisinin Türkçe okumasını eleştirenler, Dicle ve Fırat Talebe Yurdu’nda kalan öğrencilerin giderlerini karşılamayı akıl etmemiştir. 253 Ulus Gazetesi’nde yayınlanan Yaşar Kemal’in 23-24 Ekim 1953 tarihli Ulus gazetesinde “Doğudan Geliyorum-Din İstismarcıları” başlıklı yayınlanan yazıya olan tepkisi bilinmektedir. Kendisini yalnız bırakanların başında gelenler, Celâl Bey’in duyduğu rahatsızlık belirginleştiğinde saf değiştirenlerdir. Özellikle önemini kaybeden Halkevleri, 1950 sonrasında derlenmek, toparlanmak istenmiştir. Bu sebeple Celâl Güzelses’in dik duruşuna karşı kendisini yalnız bırakmak isteyişleri söz konusudur. İlk yapılan etrafında kenetlenen isimleri çekmektir. Bunda da başarılı olunmuştur. Geri gelen arkadaşları, öğrencileri meseleyi bir türlü anlamamışlardır. Kırgınlığın esas sebebi budur. Sadık Özbek, ayrılma işini organize eder ve Hayık Aşçı, Sami Hazinses ile Hüsnü İpekçi’yi kendi yanına çeker. Celâl Güzelses, Sadık Özbek’in amacını çok iyi bilir ve kendisinden kopartılan diğer gençlere, sitemde bulunmaz. Çünkü O, kendisinden kopartılanların kopartılış sebebini iyi bilmektedir. Ayşe Şan da aynı yalnızlık içinde dünya değiştirdi. Örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Mahmud Kızıl, yaşı yetmişi aşkın bir sanatkâr, halen gençliğindeki sese yakın söylüyor. En son çıkardığı “Lé Cühaniyé” isimli eseri de Celâl Güzelses’in Yaş Destanı’nın farklı bir söylenişi olduğu üzerinde tespitlerimiz söz konusudur. Güzelses’e el uzatıp, kendisini sıkıntıdan kurtaran kimse yok, çevresinde. Belediye yardımı kesiyor, cemiyette yalnız bırakılıyor, Onun tecrid edilmesi söz konusu. Ne yapsın? Kazancının bir bölümü olan plâkların telif hakları eksik ödeniyor. Uzun yolculuklara çıkarken araç bulamıyor. Trenle üç-dört günlük Ankara yolculukları var. O dönem şartları çok zor. Siz, bu insandan daha ne beklersiniz? Güzelses, dengbejlik yapmadı. Fakat, kendi arkadaş grubuyla gözlerden ırak özellikle Cizrelioğlu ile köy ortamında bazen iki-üç gün bulunmuştur. Şehir hayatından uzak, icra yönü ağır basan, özel misafirlerine, misafirlere gereken itinayı göstermiştir. Velme Geceleri Esnaftan ve sözü itibarı yerinde olanlar, haftada, on beş günde bir toplanırdı. Bu isimler, dinî konularda konuşur, bir önceki toplantıdan geçen süreye kadar olan biteni sorgulardı. Yemeklerini yer, kahvelerini içer, dinî sohbetler ile diğer konularda eserler dile getirirdi. Genelde ehl-i tarîk olanlardı, bu isimler. Şimdi “Sıra Geceleri” dedikleri, “Eyvan Geceleri” adını verdikleri geceler tertip ediliyor. Bu Diyarbekir Geleneği’nde yeri olmayan bir durumdur. Musıkî sadece dinî sohbetler arasında icra edilir. O dönem şartları içinde tekkeler kapatılmış, tarikatler 254 yasaklanmış, dinî motifli birçok çalışma insanı zor durumlara düşürtecek derecedir. Ondan dolayı meslek gruplarının gece toplantıları, bu tarzda kılıf değiştirmiştir. Elbette Dicle›ye nazır köşklerde içkili eğlenceler düzenlenir, insanlar eğlenirdi. Kimi Diyarbekir adına düzenlenen gecelerde derneklerin ve vakıfların yaptıklarının Velme-Velime ile alakası söz konusu olamaz, olmamalıdır... Siz kalkıp inançlı insanları bir araya getireceksiniz ve ortaya içkili eğlenceler çıkacak... Bu mümkün değildir. Özellikle «Şehriye Geceleri» ismi altında ortaya konan çalışmalar, özüyle bağdaşmamaktadır. «Öziyle» diyorum, çünkü Diyarbekirli olanlar «Öziyle» kelimesiyle ifade olunan manayı çok iyi bilir. Celal Güzelses, bu yönünü daima saklamıştır, saklamaya devam etmiştir. Söylenenlere göre plâğa okuduğu çoğu parça, kendisinin bu yönünü gizlemesi içindir. Bunu dile getiren bir ara Belediye Reisliği yapan Merhum Dr. Vehbi Muhlis Dabakoğlu’nun bana anlattıklarıdır. Kendisini İzmit’te, evinde ziyaret ederken bize söylediği bilgilerden özetlenmiştir, anlattıklarım... Ulu Camiî’de Anma Gecesi Mezarı başında anılmayan bir insan için fatiha okumayı unutan insanlar vardır. Bir ara Ulu Camiî avlusunda anma gecesi düşündük. Bu anma gecesinde yapılabilecek olanların ne olabileceğine dair bir çalışma yaptık. Müezzinlik, sermüezzinlik yapan birinin yıllarını verdiği Ulu Camiî içinde anılmamış olması, anma gecelerini düzenleyenler için düşündürtücü olmalıdır. Celâl Güzelses›i bu şekilde halen tanıtamamış olmanın sıkıntısı içindeyiz. Celâl Güzelses, hiç bir zaman tasavvufî yönüyle ön plâna çıkartılmadı, çıkartılmak istenmedi. Bunun sorgulanması gerekir. «Ben şehidî badeyim dostlar beni yad eyleyin» olmak üzere bir çok seslendirdiği eser, tasavvuf deryasından birer katre gibidir. Söyleyiş Özellikleri Celâl Güzelses’in eserlerini okurken yaptığı, kendine özgü bazı değişiklikler vardır. Kimse kendisi gibi bu eserleri okuyamaz. “Arpa Durağa Geldi” eseri, bakıyorsunuz ki “Arpa Orağa Geldi” şeklinde söyleniyor. Şimdi ben, ne diyebilirim ki!... Sözü doğru bilmeyenlerin doğru okumaları beklenemez... Yıllardır plâğın üzerinde de yer alan “Arpa Durağa geldi” ifadesi varken ve Celâl Güzelses, icrasında “Arpa Durağa geldi” derken, bunun “Arpa Orağa Geldi” şeklinde söylenmesi, bana ilmî olarak kabullenmez gelmektedir. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Bizde musikî ile ilgilenenler, “O Yarimin Damından Hoplayamadım” isimli ağıt söylenirken tempoyla alkış tutuyorsa 255 ne demeli? “Vurmayın arkadaşlar ben yaraliyam/ El-âlem al geymiş ben karaliyam” diyen sese, kalkıp alkış tutmak, oyuna durmak hangi mantıkla izah edilebilir? “Ben şehidi badeyim dostlar demim yad eyleyin” ile başlayan eserde belirtilenleri izah etmek, bizim en azından iki saatimizi alacaktır. Bu eserin manasını bilmeden dinlemenin insana kazandıracağı ne olabilir? Sözlerinde zaman içinde yaptığı değişiklilerin farkında olan isim sadece Eşref ATAY’dı. Geride kalanların bir kısım halen bu yanlışlıklar içinde eserleri icra eder, durur. Ayrıca repertuara girmiş birçok eserde Celâl Güzelses’in okuyuşunun dışında “Plâktan derlenmiş” ibaresiyle ortaya konan sözlerin Güzelses’in okuyuşuyla bir ilgisi olmadığını tespit ettik. Gerektiğinde bu tespitlerimiz ilgililere sunulacaktır. Kimi repertuarlarda bu şehre ait olan eserlerin sözleri değiştirilerek başka yerlere mal edilmiş ise bu hatadan ne kadar erken dönülse o kadar iyidir. Çünkü varyantlara sığınılarak bir şehre, yöreye ait olan eser ya da eserler başka bir yere mal edilemez. Bu eseri ilk kez Güzelses okumuş ve bestesi kendisine ait ise kişi, ilk derleyenin kendisi olduğunu tescil ederek, etik dışı yola başvurmamalıdır. Derlemeler Anma Geceleri yerine bu işi Üniversite ve işin ehli olan bir komisyon üstlenmelidir. Celâl Güzelses ile yetinilmeden en azından on isim tespit edilerek, eserleriyle, hayat hikâyeleriyle yarına taşınmalıdır. Sadece Güzelses ile yetinilmesi, birçok sanatkâra kucak açmış bu şehre vefasızlık sayılır. Celâl Güzelses’in çalışmaları elbette önemlidir. Fakat diğer sanatkârların bu arada unutulması söz konusudur. Birçok isim bilmekteyiz ki günümüzde tanınmamaktadır. Celâl Güzelses gereği gibi tanınmamışken bu diğer isimlerin de gereği gibi tanıtılabileceğine kaniî değiliz. Diyarbakır’da son on yılda kurulan derneklere baktığımızda ortak noktalarda uzlaşmama, dernek oluşumlarında kırılma noktalarının artması, destekten yoksun bırakılma, zaman içinde köklü bir geçmişi bulunan Halk Musıkîsi’nin gittikçe kan kaybettiğini ortaya koymaktadır. Ben, bir araştırmacı olarak gözlemlerimi sunuyorum. Bu camîa içinde değilim, kendimi de dışında hissetmedim. Festivallarde, etkinliklerde görebildiğim kadarıyla araştırma cihetinde emeği olanların göz ardı edildiğini görmekteyim. Musıkî ile uğraşımız araştırma boyutunda iken, bu şehrin musıkî tarihi üzerinde uğraşırken bilinmemezlik içinde bırakılmak, bence musıkî için eksikliktir. 256 Bunun aksini iddia etmek, mümkün değildir. Müzik ile uğraşan öncekilerin bir meslek sahibi olmaları söz konusuydu. Bu gün müzik ile uğraşanların müzikten başka uğraş alanı yoktur. Bu Diyarbekir’de olduğu gibi diğer illerde de aynıdır. Bu işte hem alaylı hem mektepli şarttır. Alaylısı daima işi en iyi bilen olarak ortaya çıkarsa mekteplisi de alaylıya yardımcı olmaz. Bu işte alaylı ve mektepli birbirini tamamlamalıdır. Musikî Merkezimiz Niçin Yok? Diyarbakır’a dair bu alanda hizmeti geçenlerin eserleri, plâkları, fotoğrafları, belgeleri olmak üzere ne varsa bir araya getirilmelidir, bir dokumantasyon merkezi oluşturulmalıdır. Vaktiyle 2000 Senesinde bahsettiğimiz “Diyarbakır Tarih Kültür Folklor Araştırmaları Merkezi “kurulmuş olsaydı son on yılda oldukça mesafe almış olurduk. Çünkü bu şehrin artık karpuz motifi ile kale motifi ile tanıtılması, çağın gerisinde kalmıştır. Bu zamanda yeni şeyler düşünmek lazımdır ve bu şehrin tanıtımı için gereklidir. Şayet çok kapsamlı olan Diyarbakır Tarih Kültür Folklor Araştırmaları Merkezi ismini verdiğimiz projemiz gerçekleştirilse beş senede son yüzyılın yayınlanmış eserleri, fotoğrafları ve birçok alandaki değerler bir araya getirilirdi. Arşivi oluşturulmamış Diyarbekir Halk Musikîsi için söylenecek neyimiz vardır? Biz, merkez söz konusu olsaydı, eminim ki seçkin bir topluluk olan sizlere bu tarz sitem dolu açıklamalarda bulunmaz ve içine düşülen çıkmaz için yol bulmaya fazla zaman ayırmazdık, farklı konularda görüşler sunmaya çalışırdık. Mevlana’nın deyimiyle «Artık, yeni şeyler söylemenin zamanıdır». Gelişen teknolojiye, olanaklara sahip iken daha farklı araştırmalar yapmak gerekir. Bizim imkânımız olsaydı, tarih-kültür-sanat-folklor kapsamında musıkîyi sorgulayacak geniş bir araştırma yapardık. Bu araştırmayı mezradan köye, köyden ilçeye, ilçeden şehre doğru getirir, derlemeleri karşılaştırır, iki yıl içinde geniş bir arşiv oluşturur, beş yıl içinde her neslin faydalanacağı bir dokumanter merkezi oluştururduk. Bir dönem Halk Müziği yasaklanmış, radyoda. Bunun sebebini sormak bile zor. Niçin ve neden? Halk Müziği yerine Batı Müziği konulmak istenmiş. Bakın Doğu Müziği’ni çekin, geride Halk Müziği cılız kalır. Tasavvufî kollardan beslenen müziği çekin, ortada kalana müzik diyemezsiniz. Bizim Doğu Müziği’nde hüzün esastır, eğlenmeye kayan yönü fazla değildir. Doğu İnsanı, musikîde sevincini fazlaca yansıtmaz. Egemen olan hüzün daha baskındır. Sanat Müziği, sadece şehir merkezi ile sınırlıdır, Diyarbekir’de. Bunu kabul etmemiz lazımdır. 257 Bizde Türkçe Müzik de dinlenirken daha çok yayın saatleri belli olan, yurt dışından yayın yapan radyolar dinlenirdi. Celâl Güzelses›in plâkları da o denli Irak ve Suriye’de dinleniyor. Çünkü Osmanlı’nın mirası olan bağlar vardır, orada da dinleyici bulabiliyor. Hatta İran’a ve özellikle Azerbaycan’a giden plâklar vardır. Müziğin evrensel oluşu göze çarpar, belirttiğim ifadelerde. Ki müzik evrenseldir. Bu gün birçok yabancı parçayı dinleyebiliyoruz. Hatta yabancı dillerde hazırlanan eserlerle ülkeyi temsil etme alışkanlığı kökleşti. En son bunun örneğini yaşadık. Yalnız araştırmacılar, gittikçe özelliğini, aslını kaybeden ortamda otantiği yaşatmak ve korumak zorundadır. Diyarbekir›de musikînin eskisi gibi olamayacağı ortadadır. Diyarbekir›de Ustalar vardı, onların gidişiyle musıkî geriledi. İşinin erbabı olan ve çoğu puşici, esnaf olan isimler, zamanın şartları gereği şehirden ayrıldı. Çok iyi bir sese sahip olan Okuyucu Sami Uluç›u Yeşilçam Sineması’nda «komedyen» olarak görüyoruz. Bu isim gibi birçok kişiyi sıralayabiliriz. Fakat, dediğimiz gibi sözün de noktalanması gerektiği bir cümle olmalıdır. Son Sözümüz Bu panel ilk kez bu denli musikînın etrafında şekillenmiş ve Celâl Güzelses merkezlidir. Umarız ki diğer zamanlarda da bu tarz paneller düzenlenir. Anma Geceleri de bu tarz panellerle günlere dönüşür. Bizim kozasını etrafına ören ipekböceği misali, kendi halimizdeki çalışmalarımız sebebiyle davet edildiğimiz bu panelde bu güne değin bilinmezler içinde olan Celâl Güzelses’in hayatına dair kimi açılımlara yöneldik, yeni tespitleri sunmaya çalıştık. Biz, Güzelses’i sadece bir müzisyen olarak değil, aynı zamanda tasavvuf erbabı olarak görmeliyiz, kendisini ikinci plâna atan ve fikirlerinden çok sanatıyla gündeme yerleşen Güzelses için istenilen şartlar olgunlaşırsa yeni çalışmalarda bulunmamız mümkündür. Bizim yayınlanan kitabımızın üzerinden on beş yıllık zaman geçti. Elbette çalışmalarımız iki kitabı çoktan geçti. Fakat piyasada mevcut olan çalışmaları görünce bu kitabın ertelenmesi gerektiği düşüncesi daha ağır bastı. İleride diğer kitaplarımızla beraber yayınlanacağını umarım. Ayrıca bu alanda Diyarbakır Halk Musıkîsi için bir çalışma yapılacak ise bizde mevcut olan arşivin bir kopyasını da vermeye hazır olduğumuzu, bize düşen diğer görevlerle yerine getireceğimizi ifade etmek istiyoruz. Biz, Halk Musikîsinin sadece Güzelses ile sınırlı tutulmamasını da temenni ediyoruz. Çünkü Güzelses, ortaya koyduğu ürünlerini bu şehirden almıştır. Diğer sanatkârları da hesaba katmak gerekir. «Artık, yeni şeyler söylemenin zamanıdır.» sözünü yinelerken, Organizasyonu sağlayan TRT Bölge Müdürlüğü’ne, panele katılan 258 Sizlere ve şehir dışından gelen Misafirlere, Güzelses’i hala severek dinleyenlere teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Açıklama: Bu metin 17-Haziran-2009 Tarihinde saat 10.00’da Diyarbakır Kültür Sarayı Diyarbakır Devlet Tiyatrosu’nda Diyarbakır TRT Müdürlüğü’nün düzenlediği, TRT 1 ve açılışı yeni yapılan TRT 5 kanalında dönüşümlü olarak canlı yayınlanan Celâl Güzelses Paneli’nde Birinci Oturum’da yaptığımız konuşma metnidir. 259 DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN MANİLER, HOYRATLAR, NİNNİLER, HALK DEYİMLERİ, ATASÖZLERİ, DUALAR, BEDDUALAR VEDAT GÜLDOĞAN (Araştırmacı-Yazar) Diyarbakır halk kültüründe maniler, hoyratlar, ninniler, halk deyimleri, atasözleri, dualar ve beddualar, dab-ı meseller (tekerlemeler) önemli bir yer tutmaktadırlar. Diyarbakır ile ilgili yazmış olduğum Diyarbakır Tarihi, Diyarbakır Kültürü, Diyarbakır Müzigi ve Folkloru adı altında üç ciltlik kitabımın birinci cildinde çok geniş olarak yer verdim. Bu makalemde kısa örneklerle iktifa edeceğim. DİYARBAKIR MANİLERİ Maniler sözlü manzum dörtlüklerdir. Hece vezniyle yazılır. Maniler anonim olup Türk halk edebiyatının bir türüdür. Manilerin 1-2 ve 4. mısraları birbirleriyle kafiyelidir. 3. mısra serbesttir. Maniler tek dörtlükten oluşmaktadır, 5 - 6 - 7 - 8 - 9 - 10 ve 14 mısralı maniler de vardır. Kafiye düzeni a - a - x - a biçimindedir. -------------------------------a ------------------------------ a -------------------------------x ------------------------------ a Maniler konularına göre iş, askerlik, bekçilik, davulculuk, atışma, kahvelerde söylenen cinaslı maniler, ayrılık, düğün, gurbet temalarını işler. Manilerin çoğu bestelenerek söylenir. Manilerin en çok bestelendiği yer Kerkük’tür. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’da da canlılık taşır. Aşk, ölüm, düğün, tabiat, yiğitlik, bayram ve ayrılık üzerine olan maniler çoğunluktadır. Maniler Diyarbakır’da velme gecelerinde, toplu kadın gezintilerinde, mangal sohbetlerinde, yüzük oyunlarında, şehriye kesme gecelerinde, düğün ve nişan törenlerinde sıkça söylenir. Diyarbakır’da tespit edebildiğimiz manilerden bazıları şunlardır: Abam orada kaldi 260 Ağam sen kakh gidelim Fitil yarada kaldi Çubuğu yakh gidelim O benim güzel yarim Güzele doymağ olmi Acep nerede kaldi Yüzüne bakh gidelim A benim bakhtiyarım Akşam oldu vaht oldu Göynümde takhti yarim Sinem yare takht oldu Yüzünde göz izi var Çevirin sitareyi Sahan kim bakhtı yarim Yar gelecek vaht oldu Adilem bile geldi Akşam olur karalar Sevdigim dile geldi Çekilir sitaralar Ben sahan yalvarırken Yarsız yatağa girmem Eşikler dile geldi Yatağ beni paralar Ağaç üstünde butum Akşam sari güneşi Eğil zülüfün tutum Yokhtır yârımın eşi Ahtliyam âari görüm Heç söner mi söyleyin Altmış gün oruç tutum Yâr yakhtıği ateşi Akşam arada kaldi Ak üzüm parmak gibi Khençer yarada kaldi Sevdiğim kaymak gibi Benim hep aklım fikrim Beni yardan ayiran Karşi odada kaldi Devrilsin kavak gibi Akşam oldi bize gel Ak çukha boydan artar Gözlerini süze gel Kollari altun tartar Bir elinde bâdeler Bir gece sarıp yatsam Bir elinde meze gel Bin yıllık ömrüm artar Akşam güni aşiyor Ak kağıdi götür sat Gözlerim kamaşiyor Ağliyam saat, saat Yedi dağın ardından Yâr orda ben burada Yâr perçemin kaşiyor Nasıl olsun can rahat Al almanın beşini Al geydim alsın diye Tut zübunun peşini Mor giydim sarsın diye Gece yalnız yatamam İstediler varmadım Gönder benim eşimi Sevdiğim alsın diye 261 262 Al çukha mavi çukha Alma attım nar geldi Çukha kenarı yukha Dar sokaktan yar geldi Üç gündür görmemişem Bir öptüm bir dişledim Az kaldi canım çıkha O da bana ar geldi Al eline kalemi Almayi biçakladım Yaz başına geleni Peşkiri saçakladım Hepi senin yüzünden Yâri koynumda sandım Oldum gönül veremi Yastıği kucakladım Alli yelekli yârim Almalar dalda kaldi Gögsi ilikli yârim Gözlerim yolda kaldi Beni bırakhıp gitme Bilmiyem nazli yârim Demir yürekli yârim Bu gece nerde kaldi Al gömleğim dört enden Altun idim paslandım Ne tez usandın benden Cehal idim uslandım Bileydim böle oli Yâri gördüğüm yerde Hayfım alırdım senden Perçemine yaslandım Altun yüzük parmağta Armut dalda dal yerde Çifte ben var yanağta Bülbül gezer her yerde Benim bir sevdiğim var Felek yurdum dağıtti Şu karşiki sokağta Her birimiz bir yerde Altun yüzük dar parmağ Ay doğar ayan ayan Muradım seni almağ Yollara düştim yayan Eller derin uykuda Uzun boylum güzelim Benim işim yalvarmağ Koynan girmişem uyan Altundan oklaviyam Ay doğar kamerinden Ayağın toprağiyam İnce bel kemerinden Cennette bir gül açmiş Susamişam bir su ver Ben onun yaprağiyam Ak gerdan damarından Altun tasi el tutar Ay doğar elvan için Altun niye pas tutar Yol çıkhar kervan için Nazlısından ayrılan Ben bu cani besliyem Gizli, gizli yas tutar Bir azep oğlan için Altun tabakta dari Ay görindi meşeden Ben bugün gördüm yâri Avci bekli köşeden Keşke görmez olaydım Kokhiyi gülden almiş Benzini gördüm sari Yanakhlar menekşeden Altun yüzük kafesi Ay getti batar şimdi Gül kokhiyor nefesi Yar getti yatar şimdi Acep nerede vardır Leylâ pazara varmış Yâr sevmenin sefasi Mecnun can atar şimdi Altun tabağ olaydım Ay gidiyor durmadan Yar ögüne konaydım Şeker aldım oymadan Yara esvap biçilmiş Ne tez usandın benden Terzisi ben olaydım Ben de sahan doymadan Anbarın yapısına Ay buluti açiyor Gün vurmuş kapısına Yana ışığ saçiyor Adam aşık olır mi Gece sardığım kızlar Kapi bir komşusuna Gündüz benden kaçiyor Ayvana serdim kilim Ayvanda yatan oğlan Gel otur benim gülüm Gömlegi keten oğlan Niye benden darıldın Nişanlın eller aldı Lâl olsun benim dilim Habersiz yatan oğlan Ayvana serdim keçe Almayı atan bilir Yâr gele burdan geçe Şeftali satan bilir Benim o nazli yârim Bu uzun gecelerde Korkhiyam benden geçe Yalanız yatan bilir 263 264 Ayva sari nar sari Arpada kara kılçık Ayvaya konar ari Dama çıkma bel açık Kızın göyni olunca Eğer meramın varsa Ne yapar koca kari Al çarşafı yola çık Ayağında kundura Ayağında yemeni Yar gelir dura dura Niçin almazsın beni Öliyem ben derdinden Bu dünyada ölüm var Sineme vura vura Ne seni kor ne beni Ateş koydum mankala Alma idim ezildim Zülüf değdi çankala Ben raflara düzüldüm Sen orada ben burada El ne söyler söylesin Nasıl bende can kala Kaderimdi yazıldım Ay doğdu karşımıza Ayvana serdim hali Ne geldi başımıza Boyundur rihan dalı Koymadı zalım felek Gören maşallah desin Yanalım ataşımıza Kimin var böyle yarı Ay doğar elvan, elvan Arpa biçtim çiğ iken Halebe işler kervan İçinde çakıl diken Sevdiğime ömürler Ben seni o çağ sevdim Bir zaman sürah devran Sen oğlan ben kız iken Ayrıldım özlerinden Almada al olaydın O şirin sözlerinden Selvide dal olaydın Bileydim ayrılık var Bana göre yar mı yok Öperdim gözlerinden Ben dedim sen olaydın Arpalar hasil oldu Alçak yüksek tepeler Muratlar vasil oldu Kuşağımda küpeler Herkesin yari geldi Çamlı bele dayanmış Ya benim nasıl oldu Mavizerli çeteler Akşamın sarı güneşi Akşam serdim nohudu Yoktur yarımın eşi Ben yazdım kim okudu Hiç söner mi söyleyin Dünyayı devreyledim Yar yaktığı ateşi Yarıma benzer yokudu Ak gülüm uyan da gel Almada al olasın Beklerim bahçeye gel Umarım lal olasın Arkamızda düşman var Sana beddua etmem Mevla’ya dayan da gel Çirkine mal olasın Ay doğar sini sini Al eline kalemi Yayılır selvi gibi Yaz başıma geleni Yarımın kokusu gelir Hepi senin elinden Mısırın gülü gibi Oldum döşek veremi Ay doğar asumandan Ay doğar bu dağlardan Gün doğar gülistandan Adü kalkmaz aradan Yara karpuz gönderdim Sen benim muradım ver Yetmiş iki bostandan Yeri gögi yaradan Ay doğar ayan ayan Ay doğar sini sini Yollarda kaldım yayan Sevmişem birisini Uzun boylu ter bıyıklı Katlime ferman gelse Koynuna girdim uyan Söylemem doğrusuni Altundan oklaviyam Ay doğar bedir Allah Ayağın toprağiyam Bu sevda nedir Allah Cennette bir gül açmış Ya benim muradım ver Ben onun yaprağıyam Ya bana sabır Allah Altundan topum Akşam olur karalar Gümüşten okum Kurulur sıtaralar Allah’tır arkam Sensiz yatağa girmem Ben kimden korkum Yatak beni paralar 265 266 Alma al olanda gel Ay gitti yüce kaldı Ayva nar olanda gel Gözüm ardınca kaldı Hasta düştüm gelmedin Taş gönlüm polat kalbim Bari can verende gel Eridi azca kaldı Armut dalı almalı Ata bindim piyade Meyvasına dalmalı Aşkım bugün ziyade Komşu kızı dururken Evlilerin sevgisi Kime boyun kırmalı Bekârlardan ziyade Ay doğar yerli yurtlu Akşam oldu bize gel Âleme vurdu nuru Gözlerini süze gel Eski yar sana destur Bir elinde badeler Yeni yar gözüm nuru Bir elinde meze gel Ay aydındır burası Ay aynadır gelemem Yarımın kundurası Dile destan olamam Mendil getir gül götür Ay buluta girerse Halvettir bağ arası Bağlasalar duramam Altın tabak mor vişne Alma attım ezildi Sararup aşka düşme Tabur yola dizildi Benden sana fayda yok Benim o kara bahtım Nafile dile düşme Garip ele yazıldı Almanın alına bak Akşamın vakti geçti Eğilmiş dalına bak Bir güzel baktı geçti Yana yana kül oldum Zülfünü kement etti Dolan bir halime bak Boynuma taktı geçti Arpa orağa geldi Avlusunda sarı gül Zülüf darağa geldi Zatı gonca yarı gül Kalkın selama durun Geç açılır tez solar Nazlım odama geldi Açmasaydı barı gül Ay doğar gediğinden Doğar bir nisandır Tanırım geydiğinden Kâküller perişandır Benim yarim sadıktır Giden yar benden gitti Hiç dönmez dediğinden El niye perişandır Aç sinen yar beyazdır Armut dalda dal yerde Karşımda duran aydır Dal boynunu eğende Ben böyle keyfeder Öyle ahtım aht olsun Dünyada ölüm vardır Elim elen değende Armudum dalda kaldı Ağlama naçar ağlama Gözlerim yolda kaldı Gündür geçer ağlama Meyhaneler kapandı Bu kapıyı kapatan Sarhoşum nerde kaldı Bir gün açar ağlama Asmadan gel asmadan Alma attım denize Fistan giyer basmadan Battı çıkmadı yüze Gel alım seni kaçım Nazlıma haber edin Komşuların acığına Gelsin bu gece bize Altuna bak altuna Al almayı deleydim Takmış gerdan altına Beyaz gülle sileydim Dün gecenin kusurun Yara giden dilimin Al ayağın altına Arasına gireydim Arakçın yaşmak olmaz Almaydın aldım seni Daima dolaşmak olmaz Dillere saldım seni Kırmışsın şişe gönlüm Sarraf marraf halt etmiş Daha barışmak olmaz Beğendim aldım seni Alma attım nar geldi Ağaçlar yeşillendi Dar sokaktan yar geldi Dalları çiçeklendi Bir öptüm bir dişledim Merak etme sevgilim O da bana ar geldi Kavuşma gerçeklendi 267 268 Adilem bize geldi Aslın kara dağlıdır Bülbüller dile geldi Başım yara bağlıdır Ben sana yalvarırken Tabip yaram elleme Eşikler dile geldi Yar eliyle bağlıdır Ay doğar bedirlenir Akşam oldu neyleyim Aşk içerde gizlenir Çıkım seyran eyleyim Öyle bir yar sevmişem Yıkılsın böyle akşam Cihanda bir tanedir Yarsız uyku neyleyim Ay doğar bedir bedir Ay doğdu yıldızlıdır Benim bu derdim nedir Sevdiğim pek nazlıdır Herkesin bir derdi var Bir derde müptelayım Benimki dağ kadardır Derunumda saklıdır Ayvana serdim kilim Almaya al değende Gel otur benim gülüm Alma dalı eğende Ne dedim neden küstün Koçu kurban keserim Lal olsun benim dilim Elim elen değende Adımız ayvanlıdır Ay doğar duru duru Yine gönlüm dumanlıdır Vuruldu âleme nuru El sever terk eder Eski yâre çok sabır Biz ki şirin canlıdır Yeni gözümün nuru Ay doğar yıldız ile Arpalar ekilirken Yaram sızlar tuz ile Harmana dökülürken Beni koyun kabire Saçından bir tel gönder İstediğim kız ile Kefenim dikilirken Ay doğar ayazlanır Ay doğar açmak ister Gün doğar beyazlanır Top zülüf yaşmak ister Gelin olacak kızlar Şu benim deli gönlüm lo Hem gider hem nazlanır Yara kavuşmak ister Ay çıktı dağa düştü Açıldı gülün bülbül Hızma dudağa düştü Şakısın dilin bülbül Hızman kaldır bir öpüm Gül yanına çağırsa Yolum uzağa düştü Yetişmez elin bülbül Baharın havası gelir Bağdunusun kurusu Bülbülün sesi gelir Anasının kuzusu Kız senin memen arasında Yedi yıl sevda çektim Menekşe kokusu gelir Dayanamam doğrusu Bahçelerde zerinşah Bahçelerde şeftalı Özü küçük aklı şah Meyvalarda nar tatlı Bir can bir canı sevse Anam babam sağ olsun Ayıramaz padişah Hepisinden yar tatlı Bizim bağ burasıdır Bağa indim üzüme Gülü sıra sıradır Diken battı dizime Saran murad almasın Ne dedim neden küstün Gözüm ardı sıradır Eğri bakın yüzüme Bülbülem bağ gezerim Ben garip eşim garip Mecnunam dağ gezerim Mezarda taşım garip Seksen yerde yaram var Korkarım düşüm ölüm El bilir sağ gezerim Kala yoldaşım garip Bülbüller düğün eyler Bahçelerde kereviz Bilmenem ne gün eyler Yaprağını deleriz Dünya böyle kalırsa Bize çelebi derler Yar bizi sürgün eyler Güzelleri severiz Bicek, bicek al olur Bade fincanda olur İçi dolu mal olur Rakı meydanda olur Bicekte oturanın Güzellik hak vergisi Dileği kabul olur Çirkin bir yanda olur 269 270 Bahçelerde beşlice Bağa gel bostana gel Buyur bize bu gece Zülfünü destele gel Şeker ile beslerim Eğer anan koymazsa Bize geldiğin gece Sen seni hastala gel Bahçe bar verende gel Başında keşan senin Ayva nar verende gel Yüzünde kirşan senin Sağlığımda gelmedin Bana çok cevretme Bari can verende gel Dönerim başan senin Bahçeler barsız güller Bağdada gemi geldi Ayvalar narsız güller Şat gönlüm gami geldi Gülüm karalar geymiş Ağla gözlerim ağla Yüzüm arsızdır güler Ayrılık demi geldi Bahçelerde dalım yok Bağdada akar kelek Genç yiğidim yarim yok İçinde huri melek Yarımı eller almış Koymadı murat alım Ben cahil haberim yok Ayırdı zalım felek Bahçeye gel seni görüm Bağdada giden olsa El uzat bir gül verim Halimden bilen olsa Aramız dağlar aldı Yazım bir parmak kağıt Ben seni nasıl görüm Yarıma veren olsa Bu dağlar meşe dağlar Bu bağ bizim olaydı Çiçeği taze dağlar Koruk üzüm olaydı Tutaydım yar elini Ortaklık malı neylim Gezeydim seni dağlar Hepsi bizim olaydı Bu dağlar karalıdır Bu dağlar kavuşturur Şu gelen kanatlıdır Yel vurur savuşturur Yiğit senden sorarım Yusuf Zeliha gibi Acep yarim sağ mıdır Hak bizi kavuşturur Bu dağlar meşelidir Bu dağlar olmasaydı Kırağı döşelidir Sararıp solmasaydı Nazlı yarin kokusu Ölüm Allah’ın emri Menekşe ıtır mıdır Ayrılık olmasaydı Bu çaylar akma ile Bu dağlar ulu dağlar Taş kaya yıkma ile Etrafı sulu dağlar Çirkin güzel olur mu Ben derdimi söylesem Altınlar takma ile Gök durur bulut ağla Bu dağın adı nedir Bu küçe baş aşağı Yar yoktur tadı nedir Belinde şal kuşağı O yar benden ayrılmış Her gün gel burdan savuş Bilmem meramı nedir Çatlasın el uşağı Bu dağlar duman oldu Bugün sept yarın pazar Halim pek yaman oldu Gözlerimden yaş sızar Üç gündür görmemişem Elinde divit kalem Gözlerim duman oldu Ben derim özü yazar Bugün hava bulanık Bugün ayın üçüdür Yüreğim başı yanık Girme bostan içidir Bu ne şekil sevdadır Dudakların bal şeker El yatar ben uyanık Dilin badem içidir Bu dağların alucu Bir ah çektim derinden Kınalı parmak ucu Himler oynar yerinden Ramazanda yar seven Felek bir yara vurdu Kabul olmaz orucu Fitil işler derinden Bu dere buz bağlasın Bu dağın ensesine Dibi nergis bağlasın Uyandım yar sesine Beni bir gelin vurdu Nazlım keklik ben avcı Yaramı kız bağlasın Düşmüşem ensesine 271 272 Bu küçe uzun küçe Bu dağı aşam dedim Küçeye serdim keçe Aşam dolaşam dedim Hak yoluna üç kurban Hepsi senin elinden Yar gele burdan geçe Düşmana paşam dedim Bir ay doğdu karşıdan Bu haber ne haberdir Aklım aldı başımdan Bağrım kabar kabardır Ne sen küçeden eksil Bir yanım kurt kuş yemiş Ne de ben dam başından Bir yanım bihaberdir Bir tutam biberim Bağdanus nişanesi Serpe serpe giderim Nedir bunun çaresi Eğil gözlerin öpüm Geç buldum tez itirdim Ben gurbete giderim Nedir bunun çaresi Bugün ben yarı gördüm Bir ah çeksem derinden Yatakta yatı gördüm Dağlar oynar yerinden Keşke görmez olaydım Felek bir yara vurdu Benzini sarı gördüm Yaram işler derinden Ben ayrıldım yarımdan Bugün ben yari gördüm Uykum gelmez tasamdan Gönlümün varı gördüm Gözümün nuru gibi Tanrı ömürler vere Gaip ettim canımdan Sedir sultanı gördüm Bahçe har aldı gitti Bahçede barsız adam Hayva nar aldı gitti Hayvada narsız adam Azacık aklım vardı Kalaysız kaba benzer Onu da yar aldı gitti Dünyada yarsız adam Bülbülün yüzü gülmez Bağa gel küçük hanım Gülün açtığı görmez Sahan kaynadi canım Gine bülbül asildir Mah cemalin görende Gülün terkini vermez Sağalır heste canım Bağa indim budanmış Bahçaya kuzu girdi Bülbül güle dadanmış Bağrıma sızı girdi Ben yari benim sandım Bacisini ararken Yar ellere aldanmış Koynuma özi girdi Bahçalarda şeftali Bu dağın adı nedir Meyvalardan nar tatlı Yar yoktur dadı nedir Anam babam sağ olsun O yar benden darılmış Cümlesinden yar tatli Bilmem meramı nedir Bahçede kuzi gördüm Bu dağlar meşelidir Tüyü kırmızi gördüm Kırağı döşelidir Benusen dutluğunda Nazlı yarın kokusu Sevdiğim kızi gördüm Sanki menekşelidir Bahçelerde enginar Bu dağlar duman oldu Enginarın dengi var Halim pek yaman oldu Ben yarimi tanırım Üç gündür görmemişem Sol yüzünde beni var Gözlerim duman oldi Bahçalarda beşlice Bu gelen yara benzer Buyur bize gizlice Elinde nara benzer Şeker ile beslerim İçmiş aşkın şarabın Bize geldiğin gece Gözler humara benzer Bahçede gezme güzel Bu gece buraliyam Yüreğim ezme güzel Ne bahti karaliyam Mevlâ’m bizi ayırdı El beni âşık sanar Mektubun kesme güzel Ciğerden yaraliyam Beter oldu beter oldu Bu haber ne haberdir Dertlerim beter oldu Sinem kabar kabardır Senin bana ettiğin Bir yanım kurt kuş yemiş Ölümden beter oldu Bir yanım bihaberdir 273 274 Camiler medreseler Çay içinde adalar Yar geliyor deseler Saki doldur badeler Kuş kadarcık canım var Şirin canıma gelsin Veririm isteseler Sana gelen kadalar Cebin ağzi dar mıdır Çay içinde haliyam Elindeki nar mıdır Halinin halhaliyam Bana ettiklerinden Oğlan bana karılma Heç haberin var mıdır Ben bir güzel maliyam Çağırdım sesime gel Çadır kurdum düzlere Helal mirasıma gel Diken oldum gözlere Bana ettiklerinden Ben burdan gidiyorum Heç haberin var mıdır Diyarbekir sizlere Çağırdım yarim, yarim Çay içinde kamışam Rahmeyle sinen sarım Acı sözden doymuşam Söyle aşinam kimdir Yardan bir dolu bade Gidim ona yalvarım İçip sarhoş olmuşam Çağırdım bağ içinde Çay etrafı gezerim Kavruldum yağ içinde Her ne yapsan sezerim Eller seyrana çıkmış Gördüm itirdim yari Benimki yok içinde Ardı sıra gezerim Çarşı başında durdum Çay içinde dökme taş Tabancamı doldurdum Gönlüm kanlı gözüm yaş Diyarbekir içinde Aklımı baştan aldı Bir güzele vuruldum Orta boylu kalem kaş Çay içtim dilim yandı Çiğ sütün kaymağıyam Döküldü kilim yandı Gonca gül yaprağıyam Ben kilimi kayırmam O yar bana söz vermiş Bahçada gülüm yandı Ben onun kurbanıyam Çay öğünde kırk atlı Çorap ördüm dizleme Kırkı da Arap atı Ciğerimi közleme Ben nazlımı tanırım Beni senden aldılar Orta boylu kır atlı Yol ıraktır gözleme Çitin ucu cengâri Çay içinde tazım var Cenk ile aldım yari Sağ yanımda sancım var Gören maşallah desin İlahi sen kavuştur Kimin var böyle yâri Garip elde yolcum var Çitin ucu dört olur Çay önünde bostanlar Akan sular göl olur Nazlım geymiş fistanlar Yeni bir yar sevmişem Diz dize oturalım Eskisine dert olur Söyliyelim destanlar Çaya indim ağlarım Çakı koydum koynuma Gülü deste bağlarım Ucu girdi yanıma Deseler yarin geli Sen ki beni sevmezdin Teneşirden kalkarım Niçin girdin kanıma Çay içinde kalmışam Çağırdım sesime gel Acı sözden doymuşam Ölmişem yasıma gel Git yara selam söyle Sağlığımda gelmedin Minnetten kurtulmuşam Helal mirasıma gel Çay içinde çamhana Ciğarami yandırdım İçinde güllaphana Pencereye kondurdum Dökme güllap suyunu Sen ki beni sevmezdin Nazlım gele yıkana Niçin beni kandırdın Çay içinde nargile Çayı hopladın geçtin Doldur ver güle güle Etek topladın geçtin Ona canım sıkıldı Ben oraya gelmezdim Kalkım gidim yargile Yâri yokladım geçtim 275 276 Çayın öte yüzünde Çek atımın başını Ceylan oynar düzünde Yükliyem kumaşını Ben yarımı tanırım Gidersem tez gelirim Çifte ben var yüzünde Tökme gözün yaşını Dağ başına çevrildi Dağlara lâle düştü Kül yüzüne serpildi Güle velvele düştü Ellerin yari geldi Yazığım ona geli Benim boynum büküldü Elden ele düştü Dağlarda sürü koyun Dağda ektim ekini Tutun kafese koyun Uçurdum eldekini Yarım benden ayrıldı Soran benzimi sorar Adımı deli koyun Sormaz gönlümdekini Dağlar dağladı beni Dama çıkmış el eder Gören ağladı beni Küpesi gel gel eder Ben feleğe neyledim Senin o kaşın gözün Çapraz bağladı beni Beni derbeder eder Dervişem dağ gezerim Dut ağacı boyunca Bülbülem bağ gezerim Dut yemedim doyunca Seksen yerde yaram var Ağzım dilim tutuldu El bilir sağ gezerim Konuşmadım doyunca Dağlarda olur aluç Dağlarda olur keklik Su içtim avuç avuç Kızlar giyer eteklik Dün gece anasından Sen beni sevmiyorsan Yedim tersine papuç Ben de vermem metelik Defimi çala çala Daşın altında ırmak Çıktım bir ince dala Dökülür parmak parmak Korkaram düşüm ölüm Her yiğidin kârımı Yârimi eller ala Kazanıp ta kız almak Dağda geçirdim yazı Değirmen üstü çiçek Kaybettim kırık sazı Orak getirin biçek Ben senin hayranınam Var yara selâm söyle Etme artık bu nazı Gelsin beraber içek Dağlar siz ne dağlarsız Derdim çok anlatamam Kardan kemer bağlarsız Alan yoktur satamam Gül sizde lale sizde Yardan küsüp ayrıldığ Derdiz nedir ağlarsız Canına can katamam Dağlar dağladı beni Değirmenin bendine Gören ağladı beni Döner kendi kendine Neyledi zalim felek Hakikatlı yar olsa Derde bağladı beni Gelir kendi kendine Dağı duman olanın Dicle etrafı bostan Hali yaman olanın Bir ziyan gelmez dosttan Gece uykusu gelmez Aklım başımdan gider Yâri yaman olanın Yâri düşündüğüm an Dicle içinde kaya Dicle gibi akh güzel Eğildim baktım suya Gül menekşe takh güzel Cahil ömrüm çürüdü Ben sokaktan geçerken Günleri saya saya Pencereden bakh güzel Dicle ötesi bağlar Dicle gibi akhamam Bu dert kalbimi dağlar Her çiçeği takhamam Bu hasrete dayanmaz Babam görse öldürür Ne yiğitler ne sağlar Pencereden bakhamam Dicle’nin içinde ben Dicle suyu bulanık Gördüm seni geçerken Yüzüme bakma alık Söyle vefasız kadın Beni aldatacaksan Ne aldattın beni sen Sana koymiya khalık 277 278 Dicle yanında diken Diyarbekir dört yoldur Yaktın konca gül iken Suyu güzel ve boldur Tanrım sana koymiya Senden ricam bize gel Üç günlük gelin iken Ben içeyim sen doldur Dicle suyu taşıyor Diyarbekir şehrini Dere tepe aşıyor Sevdim bütün yerini Yarap çok şükür sana Bildim bana mal olmaz Yar bana kavuşuyor Boşuna çetim kahrıni Diyarbekir dört kapı Diyarbekir dört köşe Get bakh o yar ne yapi İçinde bellor (billur) şüşe Beni gördüğü zaman Allah saburlar versin Başka sokağa sapi Yarından ayrılmişe Diyarbekir elini Düşümde yari gördüm Saram ince belini Göynümün vari gördüm Küstünse gel barışağ Keşke görmez olaydım Naz etme ver elini Benzini sari gördüm Diyarbekir diyarım Doldur ver içem bade Hülyamı koma yarım Sırrımı vermem yâde Bilmem nettim darıldın Gönül perizat olsa Gel de barışağ yarım Yârimi vermem yâde Ekme bitmeyen yere Elmastır alay değil Sarf et itmeyen yere Gümüştür kalay değil Ayaklar nece gitsin Kınamayın ahbaplar Gönül gitmeyen yere Sevdadır kolay değil Ekin ektim gül bitti Elim altun tas tutar Dağlarda bülbül ötti Altun neden pas tutar Ötme bülbülüm ötme Yüzde güler oynaram O yar elimden gitti Kalbim gizli yas tutar Elmas yüzük yan olur Entarisi pembeden Görenler hayran olur Ne tez usandın benden A kız senin aşkından Bir gün yalnız görürsem Kavga değil kan olur Hayfım alırım senden Elmas yüzük toz olur Entarini satayım Yere düşer söz olur Canına can katayım Güzel yarin koynunda Sen gurbete gidince Niye sabah tez olur Yalnız nasıl yatayım Entarisi mavuştur Evleri yol üstidir Çek yakanı kavuştur Kemeri bel üstidir Aramızda engel var Her gün gel burdan savuş Gözün benden savuştur Ko desinler dostidir Entarisi al gibi Evin öği takhta cağ Ne bakarsın el gibi Etrafi gül yani bağ Ben de sahan güvendim Yâr seni nerde görüm Kazanılmış mal gibi Khortlak bibin henem sağ Entarisi dar mıdır Elinde sedef çaki Senden güzel var mıdır Gözleri bahan bakhi Eğer var ise söyle Mevlâ’m oni bahan ver Sevilecek yâr mıdır Neyleyim evi barkhi Entarisi pembeden Evi sari boyali Leke etmiş geymeden İçi bülbül yuvali Yaktın yandırdın beni Böle ataş görmedim On beşine girmeden Ben anamdan doğali Entarisi al basma Evine tahta çakhtım Alıp duvara asma Çakhtım damına bakhtım Sen benimsin ben senin Yârim geliyor diye Her söze kulak asma Çifte fanoslar yakhtım 279 Evleri öte başta Fırın üstünde kürek Konduram kaldı taşta Ne yanarsın ey yürek Bıraktı da gidiyor Her derde katlanırsın Akıl kalmadı başta Buna da katlan yürek Esmer bu gün bizdedir Evleri toralıdır Altun kemer dizdedir Sevdiğim buralıdır Cilvesi beni yaktı Geçme kapım önünden Dili âlem aldatır Yüreğim yaralıdır Ey benim bakhtiyarim El attım dalda kaldı Gönlümün tahti yârim Sevdiğim yolda kaldı Yüzünde göz izi var İki gözüm yol oldu Kim sana bakhti âarim Gözlerim yolda kaldı 280 Esmerler beyaz olur Elmasta koku olmaz Gül açılır yaz olur Aşıkta uyku olmaz Bu yarıma gül demem Alacaksan al beni Gülün ömrü az olur Bu kadar korku olmaz Esmer bağlamış oya Esmer bu gün ağlamış Bezenmiş gider toya Ciğerimi dağlamış Esmer hayranın olum Kâra kaşın üstüne Ne geyse uyar boya Siyah puşi bağlamış Evleri musandara Esmer bu gün toydadır Mektup gönderdim yara Kesimi ne boydadır Haberin hiç olmadı mı Ne kadar esmer varsa Allah canımı ala Hepsi bizim soydadır Evi bedenin üstü Esmerim biçim biçim Mendilim suya düştü Ölürem senin için Eğildim kaldırmaya Âlem bana düşmandır Yarım fikrime düştü Seni sevdiğim için Evleri şimalıdır Ekin ektim çöllere Ne başi belalıdır Biçtirmedim ellere Öyle bir yara düştüm On beşinde yar sevdim Ne bakhtım karalıdır Ondan düştüm dillere Geceler yarım oldu Giden beni yandırır Ağlamak kârım oldu Söz verir inandırır Benim o sonsuz yarım İçerden aşk ateşi Gittikçe zalim oldu Dışardan el yandırır Gül ektim gül bitti mi Gidersen beni apar Yara haber gitti mi Yoksa kıyamet kopar Yar üstüne yar sevmiş Ardın sıra gözyaşı Başı göğe yetti mi Arkan sıra sel kopar Gel beni bir hal eyle Gökte yıldız yüz altmış Müşkülümü lal eyle Gönlüm uykuya yatmış İşte ben gidiyorum Uyku değil meramı Emeğin helal eyle Sevda onu bunaltmış Gidersin bize uğra Gölgelerde yatıldım Kebabı köze doğra Ben sıcaktan bayıldım Benden gayri yar sevsen Vazgeçin benden dostlar Dermansız derde uğra Sevgilimden ayrıldım Gül kopardım daş ile Güzelim uyan da gel Gözüm doldi yaş ile Güllere boyan da gel Nerelere gideyim Anan izin vermezse Bu sevdalı baş ile Allah’a dayan da gel Gökte yıldız kırk elli Gönül senindir yârim Elâ gözden yaş geli Beni sevindir yârim Kör oldum gönül verdim Hasretli gözlerimin Elinden oldum deli Yaşini sildir yarim 281 282 Hayva attım nar geldi Hayva yere mıhladım İpek kömlek dar geldi Gittim geldim kohladım Kapiya kölge basti Yârimin sözlerini Öyle sandım yar geldi Can evimde sahladım Hayva attım nar geldi İkindi oldi gene Melez gömlek dar geldi Karanlık doldi gene Kapiya gölge basti Senden ayrıldığımdan Öyle sandım yar geldi Hayatım soldi gene Irmak susuz olur mi İğneyi urdum çizdi Dibi kumsuz olur mi Gece düşmenler azdi Hele bir kez düşünün Tanimidim bilmidim Yiğit yarsız olur mi Mevla’m alnıma yazdi Isırğanın dallari İncim yok ki sereyim Serpim sari ballari Sana haber vereyim Gece gündüz yalvardım Gel seni alam kaçam Çıkarmadi şalvari Her şeye göğüs gereyim İnci mercan yeleğim İnce geyme üşürsen Ahu gözlü meleğim Güzellere meşhursen Bir de yüzün göreyim Köti huyun var ise Budur haktan dileğim Herkesle öpüşürsen İnci serdim güneşe İpliği biçtim ince Bakan gözler kamaşe Duydum düştüm sevince Sen bir deste gül isen Sahan bir ricam vardır Ben bir deste menekşe Bize gelsen bir gece İğnenin sapi kara İndiler çaya bunlar Bize gel ara sıra Benzi di aya bunlar Sevdiğim aldattın beni Benim bu süd göynüme Ele oldum maskara Vurdilar maya bunlar İğnenin sapi kırık İki güzel kuşun var Gezerem boynu buruk Ne de hoş duruşun var Hak kimseye vermiye Nettim sahan darıldın Böle aci ayrılık Söyle ey sevdiğim yâr Kahve piştiği yerde Karanfilem kararım yokh Pişip taştığı yerde Zencefilem zararın yokh Güzel çirkin aranmaz Ben seni çoktan sevmişem Gönül düştüğü yerde Senin benden khaberin yokh Kalenin bedenleri Karanfil eken bilir Çevirin gidenleri Bu aşkı çeken bilir Acep nere koyilar İkimizin gönlünü Sevdadan ölenleri Ancak yaradan bilir Kaleden attın beni Karanfil açtı gene Kumlara kattın beni Kokusun saçtı gene Ağam bezirgan olmiş Beni görünce o yar Götürün satın beni Kapudan kaçtı gene Kaleden inerem ben Karanfil benek olur Çağırsan dönerem ben Aşka düşen denk olur Derdinden çöpe döndüm Bir gün başan gelirse Dokunsan yanaram ben Görürsen ne renk olur Karanfil eker misin Karpuz getir dileyim Bal mısın şeker misin Aç yorgani gireyim Senin bana yaptığın Oyan oyan sar beni Sen olsan çeker misin Yar olduğun bileyim Karanfil oyum oyum Karpuzlar yenmez oldi Güle benzettim boyun Sicaktan her yer soldi Yağmur yağar yer doymaz Bir yar sevdim o dahi Ben senden nasıl doyum Bir gidip gelmez oldi 283 Karpuzun al dilimi Karşida karaçılar Nettin benim gülümü Oturmuş fal açilar Gülümü koklayanlar Dediler yarin geli Göze alsın ölümi Hani ya yalancilar Karşidan iki kardaş Karşımda gezen oğlan Geliyor yavaş yavaş Yüreğim ezen oğlan Böyügü benim olsun Sevdim sevmedin beni Küçüğü sana yoldaş Başkayla gezen oğlan 284 Karşidan bakma güzel Kapımızdan geçersin Kalbimde çakma güzel Gözlerini süzersin Ya beni sev kucakla Benim güzel sevgilim Ya böle bakma güzel Beni niçin üzersin Karşida Kürd evleri Kağız yazdım bilesen Kürd değil bek evleri Okuyasan gülesen Oturmiş koyin sağar Kağız elen degende Terlemiş memeleri Durmiyasan gelesen Karşida oturanlar Kağız yazdırdım size Az derdim artıranlar Sizde yazdırın bize Başına çelenk taksın Allah kısmet ederse Bu dertten kurtulanlar Otururuz diz dize Karşidan yar geliyor Kâkül başta tığlanır Fistani dar geliyor Aşk içerde buğlanır Ben sevdim eller aldi El sözü gelir geçer O bana ar geliyor Yar sözü sandıklanır Kebabı köz öldürür Köşkün önünde çeper Sürmeyi göz öldürür Bu yol evine gider Yiğidi kılıç kesmez Gel gidağ boşa beni Bir acı söz öldürür Sevmiyor isen eğer Kekliğim öter gelir Köşkünün ögi çayır Boynunu büker gelir Gülü dikenden ayır İki gönül bir olsa Senin aşkan düşeli Dağları söker gelir Yaniyam cayır cayır Kış gider bahar gelir Köşeden bakhan güzel Dünya bana dar gelir Kalbimi yakhan güzel Kırma gönül dalını Başkasiyle sevişip Belki görür yar gelir Beni birakhan güzel Kayalıkta bir kuş var Karanfilem kufa ile Kanadında gümüş var Bir yar sevdim cefa ile Anom getti gelmedi Baş koyum yar dizine Helbet bunda bir iş var Can vereyim sefa ile Köşkün köşküme karşi Kala kapısı maya Atma köşküme taşi Eğildim baktım aya Sevip sevip ayrılmak Cahil ömrüm çürüttüm Ne çetindir ataşi Günleri saya, saya Köşkün önünde çınar Kaleden inerim ben Dalına bülbül konar Çağırsan dönerim ben Geç buldum tez itirdim Derdinden kibrit oldum Yüreğim ona yanar Dokunsan yanarım ben Kaşların karasına Kimsesiz kimse olmaz Har düşmüş arasına Var kimsenin kimsesi Seni merhem demişler Yetiş imdadına ey Yüreğim yarasına Kimsesizler kimsesi Kaş kara kirpik oklar Kekliğim öter gelir Derdinden öldü çoklar Boynunu büker gelir Dünya güzel kesilse İki gönül bir olsa Gönül sevdiğin yoklar Dağları söker gelir 285 286 Karpuz kestim yiyeyim Kahve fincan gezdirir Halim nedir diyeyim Lale mercan gezdirir Vuslat gününde sana Aklım fikrim sendedir Gözün aydın diyeyim Beni bir can gezdirir Kaşın kara mil gibi Kaşların kalem çarkı Yüzün taze gül gibi Gözlerin mısır çarkı Ardın sıra gelirim Seni bana verseler Satın alma kul gibi Neylerim evi barkı Kahve pişmiş taşmaz mı Kayadan kum döküldü Karşidan yol şaşmaz mı Keten gömleğim söküldü Ağla gözlerim ağla Kurban olam o memeye Ağlayan kavuşmaz mı Kırmızı güller döküldü Kaşlarının kalemi Lengeri de düz olam Bütün yaktın alemi Büyük evde kız olam Sen ki doktor değildin Yârim gelip geçende Niye açtın yarami Evde yalanız olam Mektup yazdım dört köşe Minare taşsız olmaz İçine nişan düşe Böyle ince kaş olmaz Mektup elen değende Böyle ince kaş olsa Sevgimiz fikren düşe Kainatta boş kalmaz Mavi zubun asılı Merdivenim kırk ayak Koltukları kasılı Kırkına bastım ayak Ben o yara ne dedim Deseler yarin geli O yar benden küsülü Koşarım yalın ayak Mendilim turalıdır Malım var melalım var Sevdiğim buralıdır Derdime dermanım var Geçme kapım önünden Ne gece uykum gelir Yüreğim yaralıdır Ne gündüz kararım var Mendilim yele yele Maniciyam manici Düşmüşem gurbet ele Gerdan altında inci On beş yıl can çürüttüm Eğer baban verirse Gözlerim sile sile Alıciyam alıci Menekşe destesiyim Mani maniyi açar O yârin sersemiyim Mani bilmeyen kaçar Yârim buradan gideli Gel sahan mani deyim Nere sağım ne hastayım Gurbette gönlüm açar Mercimek kilelendi Mani bilmem ne deyim Ölçüldü silelendi Hangi yola gideyim Sen bu elden gideli Ağam bahan darılmış Yüzüme kül elendi Ben ağama ne deyim Mavi kofi başında Mendilim benek benek Yesir oldum karşında Etrafi çarhi felek Sahan gönül verenin Yazı beraber ettik Akıl yoktur başında Kışı komadı felek Mektup yazdım kış idi Minarenin âlemi Kalemim gümüş idi Kaşlar kudret kalemi Daha çok yazacaktım Sahan dedim güzel ol Parmaklarım üşüdi Demedim yakh âlemi Mektup yazdım sonbahar Mendilimde kara var Acep orada ne var Yüreğimde yara var Gece yalnızlık beni Ne öliyem kurtulam Gündüz hasretin yakar Ne derdime çare var Mendilim sende kalsın Ne bakarsın pacadan Katla koynunda kalsın Haber var mı amcadan Ben murat almamışam Ne korkarsın a güzel Mendilim murat alsın Aslan gibi kocadan 287 288 Ocakta duman olur Parmağım beştir benim Gün olur zaman olur Yaşım on beştir benim Diyarbekir karpuzu Can verdim emek verdim Her yerden yaman olur Emeğim heçtir benim Ocak başında kaldım Penceresi şişeli Gene hülyaya daldım Odaları döşeli Haçan kapı çalınsa Elim işe varmıyor Yâri geliyor sandım Yâr fikrime düşeli Ocak başı karınca Pencereden bakhıyor Elim girdi pirince Eli çorap dokiyor Khüda bahan bir yâr ver Şu kızın güzelliği Kalbimin uyarınca Beni candan yakıyor Ocak başında minder Pınarın taşına bakh Yüzüni bahan dönder Gözümün yaşına bakh Heg yüzin döndermisen Kimi sevsen yar olmaz Bari bir selam gönder Talihsiz başıma bakh Odamın camı kırık Portakal leymun topla Gezerem boyni buruk Gül destesi ayıkla Yarab kimseye verme Sen benim olacaksın Böyle aci ayrılık Gece gündüz sayıkla O güller ah o güller Pembe gülün daliyam Bülbüller düğün eyler Altındaki hariyam Aşık maşukun görse Çayır çimen üstünde Düğünü o gün eyler Bir ufacık ariyam Ohtalandi, ohtalandi Pınarbaşı beklerim Ok değil yaram oktalandı Vah benim emeklerim Yetiş kabrim üstüne Eş dost, yar yar diyende Örtüldü tahtalandi Sızıldar kemiklerim Parmağımda hatem var Pacalardan kuş uçti Atma beni tutan var Mendilim suya düşti Kırk arşın yer dibinde Ağlama yar ağlama Aşk yüzünden yatan var Ayrılık bize düşti Pacalari tül perde Rihanım ekilidir Uci sürtünsün yerde Odam dört sekilidir Azalarım titriyor İki gönül bir olsa Yâri gördüğüm yerde Kim kimin vekilidir Rihan ektim bitti mi Rihan kokladın yeter Yara haber gitti mi Aşkın beni mest eder Eşittim yar evlenmiş Bir gececik yatarsam Başı göğe yetti mi Dünya malına değer Sararmişam solmişam Seher sabahtır gülüm Sor ki neden olmişam Gamzen kadehtir gülüm Vefasız bir yâr için Bülbüller figan eyler Bin derd ile dolmişam Uyan sabahtır gülüm Sari sandalım sari Semaver taşa geldi Dağlara saldım yari Kaynayıp coşa geldi Dağlar köleniz olum Şu benim deli gönlüm İlime salın yari Gittikçe coşa geldi Sarı lale sararım Su gelir akar gider Yar itirdim ararım Bağrımı yakar gider Sanma ki unutmişam Yıkılsın böyle bağlar Her gelenden sorarım Her gelen ağlar gider Sandık üstünde sandık Su olup taşabilsem Baştan aşağı yandık Dağları aşabilsem Kör olduk gönül verdik Ne kadar sevinirdim Yâri vefalı sandık Sana kavuşabilsem 289 290 Su daştan daşa değer Şu dağliyam, dağliyam Kirpikler kaşa değer Yâr yitirdim ağliyam Gam çekme deli gönül Derdim çokh dermanım yok Bir gün baş başa değer Her yanımdan dağliyam Sütüne su kat da gel Şu dağın başındayım Get çarşida sat da gel On iki yaşındayım İçeriye aldığın On iki yaştan beri Get odandan at da gel Yâr senin peşindeyim Şeftali çiçeklendi Şu dağın ardı ekin Bal verdi böceklendi Aldırdın elimdekin Ağla gözlerim ağa Her gören benzim sori Ayrılık gerçeklendi Bilmezler kalbimdekin Şehrin dört yani beden Şu dağın yazısına Söyle sevgilim neden Kuş konmuş mazısına Mademki sevmiyordun Ne deyip ağliyayım Ne aldattın beni sen Anlımın yazısına Severim ahım seni Şu dağlar bizim olsa Zülfü siyahım seni Meyvesi üzüm olsa Zannetme sana kalır Yar yatmiş uykhudadı Kül eder ahım seni Yastığı yüzüm olsa Su gelir buldur buldur Şu dağın yoluna bakh Mendilim doli güldür Çiçeğin moruna bakh Havada uçan kuşlar Üzülme deli gönül Halım yarıma bildir Sen işin sonuna bakh Şu dağlar kıştan ağlar Şu gidene eş olam Kebaplar şişten ağlar Entarine peş olam Belini kemer sıkmiş Ciğaranın üstüne Al yanağ dişten ağlar Bir kırtik ateş olam Şu dağ gevenim olsa Şu dağdan inenleri Geven dövenin olsa Çevirin gidenleri Allah’ım ne oli di Kıyma kıyma çekseler Seven sevenin olsa Sevip terk edenleri Şu dağlar morardi gel Şu karşıda ak dağlar Gül benzim sarardi gel Gölgesi sulak dağlar Akşam oldi gün batti Yâr aklıma gelince Samanlık karardı gel Yakın oli uzaklar Tane tane üzümsün Tepebaşı beklerim Benim iki gözümsün Vay benim emeklerim Sanma ki unutmuşam Yâr aklıma gelende Gece gündüz sözümsün Sızlıyor kemiklerim Tüfeğim doli saçma Tepside üzüme bakh Sevgilim benden kaçma Ağlarım gözüme bakh Yedi yerde yaram var Eller ne derse desin Bir yara sen de açma Sen benim sözüme bakh Tabağa koydum bir nar Tuzu serdim kiliseye Altın bıçakla soyar Kâkül düşmüş enseye ikimiz bir çift keklük Vallahi meyil vermem Ayırmağa kim kıyar Senden gayri kimseye Tabağa koydum kaymağ Tüfengim doli saçma Yiyelim parmağ parmağ Sevgilim benden kaçma Vali beg emir vermiş Yedi yerde yaram var Çarşaflı gezmek yasağ Bir yara da sen açma Tabakasi karadan Tüfek içi saçmalı Ne bakhisan aradan Kılıfını açmalı Yusuf Züleyha gibi Eğer baban vermezse Kavuştursun yaradan Seni alıp kaçmalı 291 292 Taş üstüne taş koydum Tereke fincan koydum Bir yastığa baş koydum İçine mercan koydum Yârım gelecek diye Benim yârim geliyor Sağ yanımı boş koydum Yoluna bir can koydum Tarlasi kara yanık Tel ağacı men değilem Yar uyur ben uyanık El vurmazdan men eğilem Benim gibi var mıdir Aç girem hoş koynuna Küçükten bağri yanık Can alıcı men değilem Ufacık kuş üzümü Uzaklarda sarmaşığ Görsem yârın yüzünü Ben yâra oldum aşığ Omuz omuza versem Aşıklık ne zor imiş Öpsem elâ gözünü Elimden düştü kaşığ Ufacıktır örgüsi Urfa Mardin’e bakar Yürektedir sevgisi Kayadan sular akar Aradım bulamadım Yeni gelmiş bayanlar O da Allah vergisi Ne güzeldir can yakar Ufacık sinesine Uykum geldi esmerim Bayıldım cilvesine Yâr sinemde beslerim Ben yârime kavuştum Yedi türlü meyveyi Darısı cümlesine Bir manide isterim Ufacık payam içi Üzümü dağlardan al Yârimin siyah saçi Gözyaşın çağlardan al Yâr derdinden öliyem İşte ben gidiyorum Nedir bunun ilâci Haberim bağlardan al Uzun kavak uzun dar Uzundur parmakların Dallarında üzüm var Sedeftir tırnakların Evde yârın dururken Aklımı baştan almış Niçin elde gözün var Hoş kırmızı yanakların Yandı canım yandı canım Yazık oldu bu damlar Tutuştu yandı canım Bu saraylar bu damlar Desem el beni kınar Gözyaşım pınar olmuş Demesem yandı canım Ben neyleyim o damlar Yaralarım göz gözdir Yağmur yağar yerlere İçerim doli sözdir Birikir su göllere Dilim deyi gel vazgeç Allah nasip etmesin Gönlüm der bu ne sözdir Kaynanalı evlere Yağmurda aştı geldi Yâri gönderdim yola Dereler taştı geldi Gözlerim dola dola Ayrılığ çetin oldu Mevla’m bir bulut gönder Kışladan kaçtı geldi Yârıma gölge ola Yaralarım göz gözdür Yarımın ocağında Hekim gel elin gezdir Mum yanar bucağında Dilim der gel vazgeçmişem Allah canımı alsın Kalbim der bu ne sözdür Yârimin kucağında Yârım yâr ise gelsin Yazıya yaban derler Dağlar kar ise gelsin Ökçeye taban derler Bana yâr mı bulunmaz Kız nene güvenirsin Aklı var ise gelsin Kocana çoban derler Yan pencerem yan verir Yel durdu gene esti Elmas küpem şan verir Yârım mektubun kesti Beni gören yiğitler On gündür heç khaber yokh Ayaküstü can verir Kara yel gene esti Yanındaki nar mıdır Yemenim turalıdır Koynundaki yâr mıdır Sevdiğim buralıdır Doğru söyle sevdiğim Geçme kapım önünden Başka dostun var mıdır Yüreğim yaralıdır 293 294 Yaseminin kurusu Yemenimin biçimi Anasının kuzusu Kızlar takın incimi Can ile gönül verdim Kaç gecedir nerdesin Ayrılamam doğrusu Koynumun güvercini Yaylaların yoğurdu Yemenimi yel aldı Seni kimler doğurdu Dört yanımı sel aldı Seni doğuran ana Gözüm bakıp dururken Bal ile mi yoğurdu Nazlı yârı el aldı Yayladan gel yayladan Yemenimin uçları Yollar çamur olmadan Çıkamam yokuşları Eğil eğil öpeyim Beni baştan çıkaran Gül yanağın solmadan Yedi dağın kuşları Yazı yazdım yaz idi Yemenim allı idi Kalemim kiraz idi Ortası dallı idi Daha çok yazacaktım Senin yar olmadığın Mürekkebim az idi Evvelden belli idi Yazı yazdım kış idi Yeleği basma yarım Kalemim kamış idi Kendisi yosma yarım Daha çok yazacaktım Eller bizi ayırdı Barmaklarım üşidi Selamı kesme yarım Yemenimin yeşili Yılan çıkhtı kamışa Bulamadım eşimi Su ne yapi yanmışa Al mendili belimden Allah sabırlar versin Sil gözümün yaşini Yarından ayrılmışa Yeşil ipek bükeyim Yoğurt koydum ye de git Derdim kime dökeyim Kolay gelsin de de git Yardan gelen mektubu A benim nazlı yarım Kefenime dikeyim Kalbindekin de de git Yeşil ipek yüz direm Yoldan giden develer Gözlerini süzdiren Çalı çırpı geveler Senin sevdan değil mi Bir çift kekliğe benzer Beni böyle gezdiren Koynundaki memeler Yeşil sandığ açaram Yol kenarı serindir Gömlekleri biçerem Vurma çaya derindir Beş yüz güzel içinde Karşıda güzeller var Ben yârımı seçerem En güzeli benimdir Yıldıza bakh aya bakh Yol üstünde haliyam Dışarı çıkh çaya bakh Halinin halhaliyam Güzeller tabur olmuş Oğlan bana sataşma Bize düşen paya bakh Ben bir yiğit maliyam Yolda yeşil ot bitmiş Yüreğimde yara var Felek bana ne etmiş Mendilimde kara var Kumrular doğru deyin Gettim tabib yanına Beni nasıl unutmiş Dedi var get yara var Yumurtanın sarısi Yük dibinde unum var Tere düştü yarısi Allah’tan umudum var Benim sevdiğim güzel Seni bana vereseler Olmuş zabit karısi Camilere mumum var Yumurtayı pişirdim Yüzük yüzük yüz olsun İçine yağ düşürdüm Yüzük koyan kız olsun Dün yâra rastlayınca Yüzük koyan kızların Yapacağım şaşırdım Gecesi gündüz olsun Yüksek yüksek pencereler Yine aldı gam beni Gönlüm seni heceler Öldürem mi ben beni Aklına hiç gelmez mi Gam için mi yarattın Konuştuğumuz geceler Yaradanım sen beni 295 Yüzük nerdeymiş neymiş Kaderim böyle imiş Yârdan bir şey istedim Bana dedi görmemiş Zeytunun irisine Daş vurdum birisine Ben bu canı besliyem Keleşin birisine Zeytun yaprağın dökmez Sevgin gönlümden gitmez İki gözüm seni gördi Başkasından haz etmez Zülfün uçu bağlıdır Gönlüm yarla dağlıdır Gönül sevdiği güzel Benimki de dağlıdır Zindan cihan gözüme Ah inanmi sözüme Öldüğüme yanmazdım Bir baksaydı yüzüme Zülfün uci darama Her gün beni arama Zülfünden bir tel versen Merhem olur yarama Zübuni kara yârım Saçını tara yârım Beni evde bulmazsan Tarlada ara yârım Zülfünü yana bırak Ucunu tara bırak Ataşin beni yakti Dolan bir halime bak Zübuni nar filizi Kim bilir kalbimizi Esti bir hafif ruzgar Ayırdı ikimizi Zülfünü dara yârim Bağrımda yara yârim Ben buradan gidiyem Gel beni ara yârim DİYARBAKIR HOYRATLARI Aci maya Bağda dara, Kör olasi zâlim yâr Zülfünü bağda dara Yedirdi aci maya Nazlımı bir gül için Avuç avuç kan kustum Çektiler bağda dara Başladi acımaya Aç beni Ben de yetim Derdim çokhtır aç beni Sen öksüz ben de yetim 296 Anan bizi görende Binmişsen aşk atına Ört göğsünü aç beni Yavaş get ben de yetim Almadan Ben denize Kokun alım almadan Rahm eyle bendenize Bir de yüzün göreyim Bir karaya çıkmadım Tanri ruhum almadan Düşeli ben denize Alma yani Ben güzel Kızarmış alma yani Yârım güzel ben güzel Ben gönlümü vermişem Görenler böle deyi Kör olsun almayani Yanağdaki ben güzel Araya Ben de yanam Yâr bahan darılırsa Aç sinen ben dayanam Kimse girmez araya Aşkın yaktı kalbimi Benim gibi âkiti Buna nasıl dayanam Omum yakıp araya Kerem bu dertle yandi Korkhiyam ben de yanam Bağda duvar Beni senden Ahtliyam gül koklamam Su akar ben ü senden Üstünde bağ adı var Allah ona koymiya Bağbanci kavi olsa Ayırdı beni senden Ne lazım bağa duvar Bir taneler Bunca derdi Oturmuş nar taneler Çekemem bunca derdi Ölürse çoklar ölsün Ya ben nece dayanım Ölmesin bir taneler Bu cana bunca derdi Bir de ben Bülbül öter Herkesle sevişisen Gül açar bülbül öter Geleyim mi birde ben O bir ay dili laldır Güzellik şurda dursun Gülende bülbül öter Al yanakhta bir de ben 297 298 Böyle bağlar Çimen yerde Yar başın böyle bağlar Su akar çimen yerde Gül açmaz bülbül ötmez Yâre peştimal olam Yıkılsın böyle bağlar Soyunup çimen yerde Bu khandan Dağ yılani Kervan işler bu khandan Mor olur dağ yılani Kes zülfün mezat eyle Ben zülfün çobaniyam Kurtar beni bu khandan Toplarım dağılani Bu khandan Dağıdır Kervan çıkhtı bu khandan Ötme bülbül yar dağıdır Kes zülfün mezat eyle Bu gönlümün gamını Kurtar beni bu khandan Ancak o yar dağıdır Dağa vurdum Dağ damarıI Yolda aradım durdum Eridir dağ damarı Bir türlü bulamadım Aslı ham olanın Yolumu dağa vurdum Çürükdür sağ damarı Daldalanım Diken güle Dalım yok daldalanım Sarılmış diken güle Felek gözün kör olsun Âlem gözünü dikmiş Komadın daldalanım Sevdiğim diken güle Derdi bile Dertliyem Mihneti derdi bile Dertliyem yaralıyam Korhiyam düşüm ölüm Başımda gam askeri Götürüm derdi bile Sanarsın beratlıyam Derde kerem Eski yaram Derdim çok derd ekerem Sızıldar eski yaram Çitim polat yerim khan Sanma ki vazgeçmişem Sürdükçe derd ekerem Gene ben eski yaram Dertli koyun Eski yara Toy kasabın elinden Sağalmaz eski yara Ne çeker dertli koyun Yeni yâr daha güzel Ben bu dertten ölürsem Get söyle eski yâra Adımı dertli koyun Dola yâr El divana Sana fındık yedirdim Takılmış el divana Memelerin dola yâr Gönül bir perizattır Zülfünü kemend eyle Dönmez her gün divana Tak boynuma dola yâr Gülmenem Gül senindir Bülbül benem gülmenem Bağ senin gül senindir Gönlü şad olan gülsün Kendin gül adın çiçek Ben dertliyem gülmenem Korkma gönül senindir Gül eser Gül yerin Ruzgar eser gül eser Çiçek yerin gül yerin Bağbancı hayranınam Yüz bin çiçek toplansa Yâr yatağın güle ser Gene tutmaz gül yerin Gülerken Gülde ben Bilmem ki yaz mı gelmiş Gölgede sen günde ben Niye açmış gül erken Sen otur dal başına Aklım başımdan gider Ko yanayın günde ben Gül memenden Güven gez Gül kokar gül memenden Bahçalarda güven gez Can evi viran olur Ne gençliğen mağrur ol Kaş çatıp gül memenden Ne ününe güven gez Gül demedi Gül demedi Elinde gül demedi Bülbül menem gül menem Ya ben nasıl güleyim Göynü şat olan gülsün Yâr bana gül demedi Ben dertliyem gülmenem 299 300 Gül nakili Kara gözler Elimde gül nakili Karadır kara gözler Yar beni kabul etse Ben o yârı gözlerim Verirem gül nakili Bilmem o yar kimi gözler Gece yaz Kaçam ben Gündüz oku gece yaz Bilmem nere kaçam ben Hasan Hüseyin aşkına Derdim bir sofra degil Beni bir güzele yaz Her gelene açam ben Gülfidanı Karacadağ Dikmişem gülfidanı Yanardağ Karacadağ Yarım bu ilden getse Yârin mekanı olmuş Koparırım fiğanı Diyarbakır Karacadağ Gelen ayda İçerim Gül kokar gelen ayda Yâr doldursa içerim Yar ile konuşaydık Arsız yüzüm gülüyor Güllükte gelen ayda Kan ağlıyor içerim İnci menem Mezelensin Cevahir inci menem Dolansın mezelensin Yâr baş dizime koymuş Ne gözüm yari görsün Yıl geçse inicimenem Ne yaram tazelensin İnen gün Mendiline Yayılan gün inen gün Gül koymuş mendiline Çifte kurban bağlaram Felek fiskesin vurmuş O yar bize inen gün Gönlümün kandiline İnce gün Nere gidim Yayılan gün ince gün Nerem var nere gidim Ölüm bana farz olsun Bu derdi hudam vermiş Ben senden ayrılan gün Dermana kime gidim Nece yaram O yara Bilmiyem nece yaram Sızlar gene o yara Bir kez sına gör beni Sevdim aldattı beni Anlarsan nece yaram Bilmem nedim o yâra Nem alır Oda bensiz Ben bir aşık garibem Od düştü oda bensiz Hırsız benim nem alır Ne ben onsuz olurum Oturma taşa yârım Ne olur o da bensiz Nazik tenin nem alır Ne mestem Oku yara Ne şirazam ne mestem Aç kitap oku yara İçmişem aşk şarabın Sinemde yer kalmadı Seni görende mestem Meğer ok oku yara Nece yaram Oda senin Sızıldar nece yaram Serilmiş oda senin Kalb de inayet olsa Bir kuru kemik kaldı Sızıldar nece yaram Gelirsem o da senin Mey titrer O yanmaz Keman titrer mey titrer Çağırıram oyanmaz Gözüm yari görende İkimiz bir ateşte Vücudum yaman titrer Ben yanaram oyanmaz Öz yağinan Sarı gül Mum yanar öz yağinan Kat katı gül sarı gül Canım o yâra kurban Hep ellere gülersin Gelir öz ayağinan Bir de bizden sarı gül Oda yandı Sına beni Od düştü o da yandı Bir gül ver sına beni Eğildim su serpmeğe Eller sardı sınadı Serptiğim su da yandı Sende sar sına beni 301 Oklıyam Şişe gönlüm Yaralıyam oklıyam Düşmüş teftişe gönlüm Yaram derin yaradır Seher yıldızı gibi Yar elinden oklıyam İster kavuşa gönlüm Sürme meni Şir azdır Al yanan sür memeni İsfehandır şirazdır Çocuk ağlar dad eyler Çocuk ağlar dad eyler Ağzına sür memeni Memem büyük şir azdır Senin yeren Senet al Gül serdim senin yeren Bülbül konar süne dal Sen ölme canan yazıkh Yar bilir ben seninem Ben ölem senin yeren Tut elinden senet al Serin eser Veremem Yel eser serin eser Hastayam ben veremem Bulmadım bir sadık yâr Bana yârdan geç derler Ser koyum serine ser Her şeyimden geçerem Ben yârımı veremem 302 Sinesine Yanaram Gül takmış sinesine Tutuşuram yanaram Ne elim ele değdi Erbabına düşmedim Ne sinem sinesine Hâlâ ona yanaram Yaram az Yara yandım Yara derin merhem az Yanmıyan yara yandım Benim yaram küçüktür Kör oldum gönül verdim Adın koyum yarama Yari vefalı sandım Sürme beni Yara var Çek gözen sürme beni Ciğer sızlar yara var Kapında kul olayım İstedim ki yâr olum Ne olur sürme beni Dedi başka yara var Yara beni Yüz yerde Öldürür yara beni Yüz yaram var yüz yerde Dermansız derde düştüm Felek kervanım vurdu Götürün yara beni Beni kodu yüz yerde Aç sinemi seyir eyle Yan azdır Her türlü yaradan var Tutuş azdır yan azdır Zalim bana rahm eyle Yana yana kül oldum Beni de yaradan var Henüz derler yan azdır Yarım aydır Yüz yara On beş gün yarım aydır Elli yara yüz yara Gök ayını neyleyim Bir tüyünden vazgeçemem Karşımda yarımaydır Düşman vursa yüz yara Yana yana Yazan ağlar Kül oldum yana yana Okuyan yazan ağlar Nice bir yalvarayım Şu gençlikte ölürsem Canından olmayana Mezarı kazan ağlar Yara yandım Yaram az Tutuştum yara yandım Yara derin merhem az Yazık şu genç ömrüme Benim yarim küçüktür Yanmıyan yara yandım Adın koyun yaramaz Ya halık Alma beni Ver muradım ya halık Cebiye sarma beni Gülden gömlek biçtirdim Apar sarrafa göster Menekşeden yakalık Kötüsem alma beni Yar dağıdır Yaram derin Bu sinem yar dağıdır Ok değmiş yaram derin Yüz bin efkârım olsa Her yara bende vardı O yar gelir dağıdır Yar yarası ne derin 303 NİNNİLER (NENNİLER) Ninniler genellikle anonim olup manilere benzerler. Yapı bakımından dörtlüklerden meydana gelirler. Ninniler, çocukları uyutmak için söylenen manzum veya mensur sözlü türküler olarak tanımlanırlar Annelerin küçük bebeklerini uyutmak için salıncakta, beşikte, bacakları üzerine yatırarak sallayıp uyutmak için söyledikleri dizilerdir. Ninnilere Diyarbakır’da “Nenni veya Lori-Luri” denir. 1 Beşiğe koydum seni Baban dövüptür beni Baban çabuk gelse de O zaman görsem seni Ninni, ninni, ninni, ninni Kuzuma da benim ninni Beşiğini belerdim Höllüğünü* elerdim Baban eve geleydi Beyler konar eşiğine Baban zengin olsa da bir Altın taksam beşiğine Ninni, ninni, ninni, ninni Yavruma da benim ninni 2 Beşiğim beştir benim Ben derdimi söylerdim Yaram on beştir benim Ninni, ninni, ninni, ninni Emeğim hiçtir benim Yavruma da benim ninni Nice yollar bent oldu Gidenler gelmez oldu Yolla sağlık kağıdın Gönlüm eğlenmez oldu Ninni, ninni, ninni, ninni Yavruma da benim ninni 304 Beşiğine, beşiğine Ev ettim emek ettim Ninni, ninni, ninni, ninni Kuzum da uyusun ninni Dağda doğdu güneşler Yarama fitil işler Gelmeye yavrum başına Başıma gelen işler Ninni, ninni, ninni, ninni Yavrum da uyusun ninni Yavrum uyuya benim Çabuk büyüye benim Ninni, ninni, ninni, ninni Yiğit olup gezende Hadi yavrum uyusun ninni Gönlüm yürüye benim 4 Ninni, ninni, ninni, ninni De uyu de uyu de uyu Oğlum da uyusun ninni De uyu benim Ömer’im uyu Ömer’i de sever ninesi 3 Uzaklara gitti dedesi Ninni çaldım yatasın Uykulara batasın De uyu de uyu de uyu Bu uyku senin değil De uyu benim babam uyu Gidip satın alasın Ömer’e kırmızı papuç geydirecek Ninni, ninni, ninni, ninni Ömer de giyecek büyüyecek Hadi kuzum uyusun ninni De uyu de uyu de uyu Kovam düştü kuyuya De uyu de uyu de uyu Kurban olam huyuna De uyu benim babam uyu Bebeğe ninni çal ki Ninnilerimi Ömer hiç duymuyor O da çabuk uyuya Ben uyu diyorum o uyumuyor Ninni, ninni, ninni, ninni De uyu de uyu de uyu Hadi yavrum uyusun ninni De uyu Ömer de uyu Uzak yoldan gelirim 5 Kuzu gibi melerim Ninni oy, oy ninni oy, oy Eğer sen yoruldunsa Ninni, ninni, ninni oy, oy Bırak ben de belerim Yüreğime düştü ağı Ninni, ninni, ninni, ninni Taşa değmesin ayağı Hadi kuzum uyusun ninni Kimsesiz kaldın sen yavrum Yüreğimin dayanağı Ninni derim uyusun Uyusun da büyüsün Ninni oy, oy ninni oy, oy Anan çok yorgun oğul Ninni, ninni, ninni oy, oy Uyu ki o uyusun 305 Yoksulum bakamam ona İsti sünnetin görsün Göndersem mi dayısına Oğlum çabuk büyüsün Bakamaz ki kör yengesi Uyu yavrum nenni Yok koruyan gözeteni 8 Ninni oy, oy ninni oy, oy Helkânı* atlas oğlum Ninni, ninni, ninni oy, oy Gel sineme bas oğlum Sallayım da uyusun Göndersem mi amcasına Tıpış tıpış yürüsün Amcası da bakmaz ona E... E, e, e, e, ey… Bir evi var köy dışında Evi ateşe tutuşa 9 Uyu kızıma nenni Ninni oy, oy ninni oy, oy Büyü kızıma nenni Ninni, ninni, ninni oy, oy Uyusun da büyüsün Gönül sızıma nenni Kimse ona destek vermez U... U... U... U... Uy… Elinden bir tutan olmaz Yiğidim çaresiz kaldı 10 Büyüyüp adam olamaz Uyu kızım can kızım Uyu afacan kızım 6 Yoruldu bakh kollarım Ey oğlum Murat oğlum Yazıktır anan kızım Büyü puşu sat oğlum U... U... U... U... Uy… Kızlar mantin dokusun 11 Sen üstünde yat oğlum Hu, hu derem bir Allah Sen uykular ver Allah Nenni, nenni de nenni Uyusun da büyüsün Güzel yavrum nenni Herkes desin maşallah Nenni yavrum nenni 7 306 Dağ kapısı taşlıdır 12 Oğlum hilal kaşlıdır Beşiğin sallar ağlarım Uyusun da büyüsün Oğluma bel bağlarım Nenesi çok yaşlıdır Babası getti gelmez Üregimi (yüreğimi) dağlarım 16 Uyu yavrum nenni E deyem eyin gele Büyü yavrum nenni Köylerden tayin gele Uzak uzak yollardan 13 Efendi dayin gele Ninni çalam (söyleyem) Ağlama uyu nenni ninnisi gelsin Uyu da büyü nenni Yatsın uykusu gelsin Ağaların içinde 17 Güzel babası gelsin Nenni deyim ben sahan Gidersen uğur olsun Uyu yavrum sen bahan Dört yanın çığır olsun Allah sabırlar versin Bizde uykun gelirse Hem sahan hem de bahan Sinem yastığın olsun Luri, luri, luri, luri Beşiğine koydum seni 18 Baban sevüptür beni Dandini, dandini dan ister Umaram baban zengin olsun Bey dayısından don ister Şekerlen besleyem seni Keten bezi beğenmez Atlastan olsun ister 14 Uyu yavrum nenni Nenni deyem ağlayam Büyü yavrum nenni Ciğerimi dağlayam Büyü hayfımı al babandan Dandini, dandini dan olsun Sahan ben bel bağliyam Oğlum pek yaman olsun Baban duysa öldürür 15 Sevdiği canan olsun Uyu ey canım uyu Uyu yavrum nenni Uyu sultanım uyu Büyü yavrum nenni Ağlarsan baban döğer Derde dermanım uyu 19 Uyu yavrum nenni Uyu oğlum can oğlum Büyü yavrum nenni Kırmızı mercan oğlum Baban duysa öldürür Uyu afacan oğlum 307 Nenni yavruma nenni 24 Baban sevi (seviyor) birini Oğlum, oğlum yüridi Uy, uy, uy uyu nenni Tumanını süridi Uyu da büyü nenni Tez büyü âğit oğlum Tarlayı tiken bürüdü 20 Uyusun büyüsün nenni Dandini, dandini dan olmuş Tıpış tıpış yürüsün nenni Oğlum pek yaman olmuş Gören maşallah desin 25 Sevimli bir can olmuş O dağ o dağ o dağlar Nenni güzelime nenni Bin derd kalbimi dağlar 21 Bu hasrete dayanmaz Kızım, kızım kızana Ne hesteler ne sağlar Kızımı vermem khızana* Kızımın bir poto eşeği** var Uyu yavrum nenni Bine gide zozana*** Büyü yavrum nenni Lori, lori, lori, lori 26 22 Nenni deyim yatasın Dandin, dandin dan iki Çabucağ boy atasın Çok güzeldir benimki Baban beni dögende Oldu gece yarısı Sen de ona çatasın Gel kızımın dayısı Uyu da yavruma nenni Uyu oğluma nenni Büyü de yavruma nenni Büyü oğluma nenni 23 27 Kurban olam o başa Ninni, ninni, ninni, ninni O baş gidi tıraşa Cembeli’me ninni Berber deyi keçeldir Cembeli’min beşiği nar ağacından Keçeli berbere reçeldir Dokundukça inler gönül dağından Uyi oğlum can oğlum Yarın kavga kopacak hep arkamızdan Büyi yavrum nenni Ninni, ninni, ninni, ninni Cembeli’me ninni Ben kuzumu yatırıp uyutacağım 308 Küçük Cembeli’yi büyüğüne adayacağım Ninni, ninni, ninni, ninni Anan sahan kurban ninni Uyu Cembeli uyu Uyu ki hemen büyü Seni seklavi altına birinci yapsınlar Güzel yüzünü gören kadınlar Kocalarını bırakıp sana kaçsınlar Ninni, ninni, ninni, ninni Anan yüzündeki bene kurban ninni Uyu Cembeli uyu Uyu ki hemen büyü Adın meclislerin çiçeği olsun Cirit meydanları dayının atıyla dolsun Ninni, ninni, ninni, ninni Anan sahan kurban ninni Atının üzengisi gemi bakırdan Emirlere paşalara damat ol yakından Ninni Cembeli uyu Uyu ki hemen büyü Tavuz kuşunun tüyleri görünsün cebinde Hizmetçiler koştursunlar emrinde Ninni,ninni, ninni, ninni Uyu Cembeli uyu Uyu ki hemen büyü 309 28 Havar, havar, havar, havar Havar yavrum ninni havar Uyku çocuğuma yarar Yiğidim büyüse ne var Havar kuzum havar, havar Havar oğlum ninni havar Yavrum gözünde uyku var Hasret de anana zarar Havar kuzum havar, havar Havar yavrum ninni havar Babası yanında olsa Oğul büyütmeye ne var Havar oğul havar, havar Yiğidim büyüse ne var 29 Hopa, hopa hopala Yat ki baban top ala Topıni ver sahliyam Belki çocuhlar çala Uyusun büyüsün nenni Tıpış, tıpış yürüsün nenni Dandin, dandin dan olur Oğlum pek yaman olur Çıhma canım küçeye Kızlar görür kan olur Uyusun büyüsün nenni Tıpış, tıpış yürüsün neni 310 DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN ATASÖZLERİ Abanın kadri yağmurda belli olur. Acı acıyı su sancıyı… Açan da pişman, açmayan da. Aç bırahma hırsız olur, çoh söyletme yüzsüz olur. Açma kutiyi, söyletme kötiyi. Aç durulur, susuz durulmaz. Aç yeri başka, acı yeri başka… Ad Ali’nin şan Veli’nin… Adamın eyisi, alışverişte belli olur. Adam ölsün de söz anlayanın eşiğinde ölsün. Ağa kardaşım olacağına, külhançı gişım olsın. Ahmak odur dünya için gam çeker, mevlâm bilir kim kazanır kim yer. Al haberi zurnadan. Alan almış satan başından savmış. Allah öğmiş yaratmiş. Allah insanı eyi gördüğünden ayırmasın. Allah her adamı çift yaratmış. Al malın eyisini, çekmiyesen kaygusıni. Al asili ser hasırı, alırsan bedasili olursun dert vesiri. Altun leğenin kan kusana ne faidesi var? Altun beşiğimle babam evine dönmeyeyim. Ana derdime yana Ana analıh olırsa, baba da babalıh olur. Anasını gör kızını al, kenarını gör bezini al. Anasız kızlar, kaynanasız gelinler yularsız at gibidir. Arap talanı sandım. Arıyan bulur, inleyen ölır. Arı bal yapacah çiçeği bilir. Arif olan sözü aş gibi tadar. Arkana atlı düşmüş. Aksırdı aklı başına geldi. Arkasından Sivas’ın bağları görünüyor. Ak gün ağartır, karagün karartır. Akarsu murdar olmaz. 311 Arslanlar yerine keçel kerkesler konmuş. Arsız neden arlanır, çul da giyer sallanır. Aslini sahliyan haramzadedir. Asil azmaz bal acımaz. Askerin parası bol, karısı dul. Aşk muhabbet yoludur; seven sevilenin kuludur. Ataş ataşla söndırılmez. Atlı atını çekip oraya bakacak değil ya… At dediğin ne bezirgan getirir ne atta satar. Attan düşenden korkulmaz, eşekten düşenden korkulur. Attan yendıh eşege bindıh. Atla katır dögüşür arada eşek ezilir. Avradını boşıyan, toppığına bahmaz. Avrada gelen herife gelsin, herif ölecağına avrat ölsün. Avrat malı kapı mandalıdır, girer çarpar çıhar çarpar. Arvattan erkeğin torpağı bi yerden olmassa idara olmaz Ayi urulmadan derisi satılmaz. Aynayı yapan neye yapmış? Ayranına eşkidir diyen olmaz. Ayağı yanmış tazi kimi ne dolanisan. Ayağına kara su indi. Az söyliyen çoh yorulmaz. Azığı olan yorulmaz. Az zarar çok kazanç getirir. Az ver, çok yalvar Baba mirası yanan mum kimidir. Baba mali tez tükenir. Balsız kovanda ari durmaz. Bal kohmaz, asil azmaz. Barut ile ataş yan yana gelmez. Başın sağlığı, dünya varlıği. Beş paran varsa bes düğüm ur. Bezi herkesin arşununa göre vermezler. Bir ağızdan çıhan bin ağızda dolaşır. Bin sözi bir söz keser. 312 Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Bir dost kırh yılda kazanılır. Biri yer biri bahar, kıyamet bundan kopar. Borcın eyisi vermah, derdin eyisi ölmah. Boş çuval ayahta durmaz. Büyük döker, küçük döşürür. Büyük hikmetler küçük sözlerde olur. Büyük lokma ye, büyük söz söyleme. Cahallar vakitsiz horoz kimidir. Cani aciyan eşek atı geçer. Cömert demişler maldan etmişler, Yiğit demişler candan etmişler. Çalişanı Allah sever. Çoh yaşiyan çoh bilmez, çoh gezen çoh bilir. Çürük merdivanla dama çıhılmaz. Dağ ne kadar üskek olsa gene geçit verir. Dağ adami, öldırır sağ adami. Desti kırılsa da kulpi elinde kalır. Deveden büyük fil var. Doğri yolda düşen çabuh kahlar. Dost yüzünden, düşman gözınden bellidir. Dökme su ile degirman dönmez. Dilden gelen elden gelse herkes beg olur. Ekmeği ekmekçiye ver, bi ekmek te ziyada ver. Emmi kızı kerirse, emmi oğlının boynınadır. Ergene avrat dögmah, yohsıla sırfa açmah kolaydır. Evlât gerek kazana. Fakir elen bakarsa sen kesen bah. Fazla aş, ya karın ağrıtır, ya baş. Gelin atta, nesibi Hek’ta. Gelin bıldığını işler, kaynanadilini dişler. Gelin kürsi getirmiş, gendi çıhmış otırmış. Gişim it olsun, getırdığı et olsın. Güvenme varlıga düşersen darlığa. 313 Hain olan korhah olur. Heya imanın nuridır. Herkese kendi huyi hoş gelir. Hünersiz adam, meyvesiz ağaca benzer. İhtiyar genç alırsa, el alır. İnsana ne gelse dilinden gelir. İşten artmaz, dişten artar. Kal kala kal oldum, herkese misal oldum. Karpuz kökinden büyür. Karaçı kızı hatın olmaz, dilenmesse karnı doymaz. Keçelin aybını tâkke örter. Kardaşım ölse cigerim yanar, herifim ölse etegim yanar. Kaz kaznan, baz bazdan; kel tavıh, kel horızdan... Konşı adamı var ister, adam arvadı sağ ister. Kohmiş ete sinek çoh konar. Köpeğin artığıni aslan yemez. Kölge düştiği yeri belli eder. Köpek ekmek veren eli tanır. Kurt kocalınca köpeğin maskarsi olır. Kuşi kuşnan avlarlar. Küheylan ata çul giydirsen de bellidir. Leglegin ömri laklaknan geçer. Lokma çiğnemeyince yutulmaz. Mal can kazanmaz, can mal kazanır. Merdiven ayah ayah çıkılır. Meyvesiz ağaca kimse taş atmaz. Mum yanmayınca pervane yanmaz. Nankör yemeğini yiyer kabına pisler. Ne doğrisan aşan, o gelir karşan. Ne sert ol asıl, ne yumuşah ol basıl. Necasete taş atarsan üsten sıçrar. Olan dört bağlar, olmiyan dert bağlar. Ortak çoh olınca zarar azalır. Ödinç güle güle gider, ağliya ağliya gelir. Öğidi ver alana, kulağında kalana. 314 Parasız adamın rağbeti olmaz. Parali yaşar, parasız gevşer. Parmağın bağla çıh küçeye herkes bişe söyler. Pehlivanlıh kılıh kıyafetle olmaz. Pıçah kendi kılıfını kesmez. Sabır acidır, meyvesi tatlidir. Sade pirinç zerde olmaz. Sen ağa, ben ağa, inekleri kim sağa? Serçeden korhan dari ekmez. Su aha aha yolıni bulur. Tahta tahtıya uymassa mıh çahılmaz. Taşhınlığın soni şaşhınlıh. Terzinin tuhti var, her şeyin bir vahti var. Tüfir (tükür) elime, urayım yüzen. Tuzın azi da bir, çohi da. Ulu ağacın gürültüsü da ona göredir. Urursan acıt, yedirirsen doyırt. Utananın oğlı kızı olmaz. Uyuz divara sürinir. Ürkitme tavşani aslan edersin. Ruzgara tüküren kendi yüzüne tükrür. Ruzgar esmedıhçe yaprah kıpırdamaz. Var evi kerem evi yoh evi elem evi. Varındır, dünya âlem yârındır, yohındır külhan dibi yolındır. Yağ yoh, yumurta yoh, ha tava ha tava… Yalannan iman bir yerde durmaz. Yarından tezi bugündür. Yavri kuşun ağzi büyük olur. Yel kimi gelen, sel kimi gider. Yetim mali ataştan kömlektir, giyen yanar. Yetimin şeytanı yeddidir, avradınki yetmişyeddi Yırtıcı kuşun ömri az olur. Zelzeleyi gören, yangına razi olur. Zügırtlıh zadeliği bozar. 315 DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN DİLEKLER (DUALAR) Ağbet başan ola. Allah analı babalı büyüte. Allah bahtın güldüre. Allah birin bin ede. Allah ele ayağa düşürmiye, Allah evlat acısı göstermeye. Allah heli rızık vere. Allah herli evlat vere. Allah herli kazanç vere. Allah herli ömür vere. Allah herli şifa vere. Allah işin gücün rast getire. Allah işlerin asan ede. Allah kimsesiz bırakmıya. Allah namerde muhtaç etmeye. Allah razi ola. Allah seni var ede. Allahın eli belinde ola Allah yardımçın olsun. Allah kalbinde hasret bırakmasın. Allah sahan Eyyüp Peygamber sabri versin. Allah seni bagisliya elma kibi naxisliya Allah ayaxtan etmiye Allah sonuni eyi getire Allah mal vere yedire Ayahların kıbleye erişe. Ayah ucin puvar (pınar), başucun göl ola. Ayağın taşa değmiye. Bastığın yerde güller bite. Bir istiyesen Allah bin vere. Elin avcın daima doli olsun. Evlad acısı görmiyesen. Evlat vere güvendire Gözlerin yaşarmiye. 316 Hayırlı günlere eriş. Hızır imdadan yetişe. İki cihanda yüzün ak ola. Kabren nurlar ine. Kabir azabi görmeyesen. Kapın daima açıh ola. Karanlıh gün görmeyesen. Rebbi evlatların sana bağışlaya. Rebbi seni evlatlaran bağışlaya Rabbim seni utandırmiya. Rabbim kazadan, beladan, kem nazarlardan sahliya. Rabbim kimseye el açtırmasın. Rabbim elen, kolan kuvvet; kesene bereket versin. Su gibi aziz ol. Yeri cennet ola. DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN İLENÇLER (BEDDUALAR) Allah’ından bulasan. Allah belâni versin, köpek selani ohusun. Ah diyesen oh demiyesen Atların kuyruğunda gidesen. Biri ala seni, biri itler kimi parçalaya seni. Başın yastıh görmiye. Boynun altında kala. Boyun pot ola. Cebin para görmiye Cigerin agzindan gele Ciğerinden yanasın Ciğerin sızlaya. Dermansız derde tutulasan. Ettıhların bulasan, jan tutasan Elin hınali üzün, duvahli ölesen. Gidisin ola gelisin olmiya Gorinda dik oturasan Gören gözlerden olasan. 317 Gözleren hebbe çöke. DİYARBAKIR’DA ANLATILAN İtten aç yılandan çıplak kalasan, DARBI-MESELLER Kan kusasan. (TEKERLEMELER) Kara yazın kilidi ite. 1 Karnaksi (karın ağrısı). Çın, çın, çın akça Kabrin sıha. Ben bilemem Arapça Kanan somun doğrana. Arap beni okuttu Kanın koynan dola. Karga saçımı tokuttu Kanlı göynegin kara haberin gele. Karga değil kamıştır Kel murad olasan. On parmağı gümüştür Kül halan. Gümüşümü aldılar Kefenin elimle biçeyim, Beni yola saldılar Kızılkurt yiyesen. Yolda bir alma buldum Kotik ye. Apardım tada verdim Kor olasan kor bahasan Tad bana darı verdi Kusul ömür olasan Darıyı kuşa verdim Memen doli beşiğin boş kala. Kuş bana kanat verdi Murad almiyasan Kanatlandım uçmağa O boyda gidesen, Hak kapıyı açmağa Pepuk olasın. Hak, hak, hak taşı Sen seni yiyesen Altın bilezik kaşı Sesin soluğun kesile geberesen, Benim babam beğbaşı Sütüm sahan haram it kanı ola. Senin baban subaşı Şitil kırılasan. Subaşının kızları Toprah başan ola. Eteğinde kozları Yuvan dağıla. Kırdım yedim kozunu Yüzün örtili kala. Öptüm elâ gözünü Yorgan altında yiyesen. Öpe, öpe küstürdüm Zukkumun kökünü yiyesen. Bir çalıya astırdım Bir çalı benim olsun Bir çalı senin olsun Mehmet paşa leyleği Geymiş keten gömleği Keten gömlek dizinde Gönlüm vezir kızında 318 Veziri pıçaklarım Çay öğünde Hülleler Kızını kucaklarım Daha neler var neler Minare pıçak pıçak Geze geze yoruldum İçinde demir ocak Bir güzele uruldum Demir ocağın kilidi Kapıma gelen kim idi? Emmim oğlu Musacık Kolu budu kısacık Güle güle ölürsün 3 Seydim, seydim, Seyyid Ahmed Seydin oğlu Muhammed Ak mezar kalkar iken Ak mektup yazar iken 2 Gökten Cebrail indi Hop, hop, hop dedim Altun beşik indirdi Bu ne güzel top dedim Muhammed’i bindirdi Aldım attım havaya Nenni dedi uyuttu Düştü girdi tavaya Allah dedi büyüttü Bibim beni korkhutti Cennette bir pınar var Kulaklarım kırp etti İçi dolu dervişler Âkko sivikte gak dedi Hak abdeste kalkmışlar Çıkh küçeye bakh dedi Hak namazı kılmışlar Çıktım kapi ögüne Altında gümüş hali Bakhtım gelip gidene Üstünde hurma dalı “Şeftaliyi soyda ye Ya Muhammed, ya Ali Çekirdeğini toyda ye” İki cihan serveri Diye bağırdı biri Bağışlayan oğlu mi Karahöbürci diğeri Kabul edin duvami Sarıkız’ı beğendim Amin, amin, amin Alipar’da eğlendim Ya Rabbül âlemin Güzeldir Cinobaşı Get gör Sıyırcaktaşı 4 Göksü güzel, Benusen Evvel zaman içinde Ne şirindir bir bilsen Halbur saman içinde Ya esfel bahçaları Deve telleglıh eder Güzellikler diyarı Eski hemam içinde Topaltemo Cinali Hemamcinin tasi yoh Dutluklar Alibali Külhancinin fesi yoh 319 Natura peştimal getiri Peştimalın ortasi yoh O zamanda bir zaman imiş Karınca pehlivan imiş Pire bezirgan imiş Çıhtım çarşiya bahtım Bir tazi gezi Boynunda haltasi yoh Dedim usta Ebülheyat Buna bir halta yap Dedi kerestem yoh 5 Biz idıh bizler idıh Dört kardaş idıh Birimiz kör Birimiz topal Birimiz çolah Birimiz çıplah Babamız öldi Bize öle külliyetli mal kaldi ki Kırh tene katip tuttuh Kırh günde yazdilar, çizdiler Dördımıze düşti uç ahça Dedıh buni nereye verah, nereye vermiyah Gettih bahtıh (ispayi) da yedi tene tüfenk asılı Altısı kırıh birinin çakmaği yoh İki ahça verdıh çakmahsız tüfengi aldıh Bir ahça da barut, saçma aldıh Çıhtıh Urfa kapısından çıhari 320 Kör dedi, ha, ha, ha, Çolah atti rak urdi Topal getti çapa, çapa bir kaz getirdi Çıplah koynına koydi Az gettıh, uz gettih Dere tepe düz gettih Derelerde yel kimi Tepelerde sel kimi Hamzai pehlivan kimi Gide gide bir igne deligi kadar yol gettih Geldıh kırh evli bir köye Bahtıh otız dokızi yıhıh Birisinin heç duvari yoh Duvarsız eve girdıh Bahtıh yedi tene analıh yati Altisi yati, birisinin heç ruhi yoh Ruhsuz analığa dedıh: “Analıh burda heç çömlek var?” Dedi: “Oğıl öbır yanda yedi tene çömlek var.” Gettıh bahtıh altısi kırıh, birisinin heç dibi yoh. Analıhtan suyi sorduh, dedi: “Öbür yanda yedi tene çay ahi” Gettıh bahtıh altısi kuri, birinin heç suyi yoh. Susuz çayda kazımızi yıkadıh, pakladıh dipsiz çömleğe koydıh astıh ataş üstüne. Kör dedi: “Altına urdum alavi Üstına çıhti kıravi Yedim kırh nakra piriç pilavi Oni da yedim doymadım Hesteydim midem almadi” Çolah dedi: “Havada urdum doğani Yere düşti al kani 321 Yedim kırh tarla aci soğani Oni da yedim doymadım Hesteydim midem almadi” Topal dedi: “Sabahtan kalhtım çapa çapa Allah mâdemizi aça Yedim kırh nakra ekşili paça Oni da yedim doymadım Hesteydim midem almadi” Çiplah dedi: “Kırhlar daği pilav olsa Minareler kaşıh olsa Ahan çaylar hoşaf olsa Çakıl daşlari ekmek olsa Oni da yedim doymadım Hesteydim midem almadi” Çömlegin ağzıni açtıh. Kaz öle pişmiş ki gemigi darmadağın olmiş. Etinden heç haber yoh. O yani ekmek, bu yani ekmek dedıh. Ekmek yoh birimizin babadan kalmiş bir ölçek buğdayi, birimizin bir çuvali, birimizin bir horozi vardi. Çiplah dedi: “Ben götırırem degirmana.” Boğdayi doldurduh çuvala, horozın beline yükledıh. Çıplahta götırdı. Ama degirmanın öginde bir su vardi horoz geçemedi. Çıplağın uşaklığından kalmiş bir sapani vardi. Boğdaları birer tane sapana koydi, degirmana atti. Boğda bittıhtan sonra bahtıh çuval horozın belinde bir yara açmiş. Uşahlıhta bir Hindistan kozi yemiş bir kırtik dişlerinin arasında kalmiş. Buni çıhardi horozın beline sürdi. Öle oldi bir koz ağaci, öle oldi bir koz ağaci ki kozlarının en ifaği bu dam kadar. Birkaç tene daş atti. Yere düşen kavun karpuz oldi. Degirmancidan piçahi isti. Karpuzi keserken piçah içeri gidi, bir daha edi eli gidi, koli, başi sonunda üzi hepi giri karpuzun içine. Gözlerini açi bahi köpri gözünde: Bahi bir analıh sori: “Analıh adın ne?” “Emine” Egildim bahtim yanıne. Bir tarafi sazlıh samanlıh, bir tarafi tozlıh dumanlıh, Bir tarafda demirciler demir döger dengile. Bir tarafda boyacillar boyar rengile. Bir tarafında Rus unan Capon top topa süngi süngiye. 322 Bahi karni aç olmiş. Gidi bir paçaci dükkanına, deyi: “Paçaci bahan güzel bir sahan paça yap,” Paçayi yeyiken bahi padişahın dellâli çağıri: “Padişahın kırh tene cevahir yükinen devesi itmiş. Kim bulursa ögdeki peşenk üzine olacah.” Deyi, paçami yerem, sonra giderem develeri araram. Paça yerken çıhi bir kıl. Kıli çeki oli iplik, ipligi çeki oli ip, ipi çeki oli kendir, kendiri çeki, oli zencir, zenciri çeki padişahın kırh cevahir yükli devesi boğazından çıhi. Paçacının camıni kırilar, dükkanıni yıhilar. Paçaci yahasına yapışi. Deyi: “Dur padişahın develerini teslim edem. Peşengi alıram. Senin zararın verirem.” Develeri götiri teslim etmağa, deyiler: “Hani ögdeki devenin palani?” O yani palan, bu yani palan, paçacıya urdıh palan. Yedi yerde çıhti kolan. Fili yutti bir ilan. Söylediğim hepsi yalan. 323 DİYARBAKIR’DA SÖYLENEN HALK DEYİMLERİ 324 Abayi yahti Baba ocaği Açıh kapi çalar Bağrına daş basti Ağzi pozuh Bağrı yanıh Ağzi var dili yoh Bağrı açıh Ağzi havada Bağri bar Ağzi süt kohi Bahan göre hava hoş Ağzini piçah açmi Ağzının suyi ahti Bahan nesi Başi bozıh Al gülüm ver gülüm Başiboş Aldi fitili Başi küllahli Ali kıran baş kesen Başdan aşti Alni açıh Başi kabah Alni kara Başi böyük Alnı yere değmiş Başi dik Alnının damari çatlamiş Başi eğik Ana baba güni Balta oli Ana kuzisi Baltaya sap Anasi ağladi Baltayi asti Anasına bah kızıni al Baklayi çıhar ağzından Apdest tezeliyen Beglih laf Abdesti bozuh Bezi darağına koydi Aralarında su sızmi Bir ayaği çuhurda Ari kovani kimi Bir sahız çiğnedi Atliyi atından indirir Bostan bekçisi Atıp tutar Bomba kimi Ataştan kömlek Boşboğaz Ataş pahasına Boğazi yağli Ayaği üzengide Bori değil Ayaği duya yerişti Borisi öti Ayahli kütüphane Boyunun ölçisini aldi Ayah yapma Boyaci küpi Ayaği bili Boynozlari tahti Ayahçinin biri Boynozlari çıhti Burni böyük Çilesi doldi Burni kaf dağında Çorbaci Boyni bükük Çöpçatan Bağlam ati Çuli eksik Bağlamçi Çürük yumurta Baldırı çiplah Çürük tahtaya basmaz Bahan göre hava hoş Dala basan Basmakalıp Dokuz körin bir değnegi Baş belasi Demir leblebi Can pazari Dört köşe oldi Cani cehenneme Denize su götiri Cani çıhti Derd ortaği Cingöz Devede kulah Cin kimi Deveye hendek atlatti Cebi delik Cehennem azabi Devlet düşkini Cevahir taşi Dört köşe oldi Cehaneyi bitirdi Cenaze memuri Cim karnında bir nokta Cin tutar Çali dibinde davşan yuvasi Canli cenaze Çalımına bah Çalım satar Çalım yutmanam Çam devirdi Çaylah Çenesi bozuh Çekiye gelmez Çenesi düşüh Çeneci Çençene Çil yavrusi kimi Çikündür Demir atti Dört köşe oldi Demir kimi Deli fişek Deve kuşi Dilli düdük Dlini eşek arısi sohmiş Dileçi değenegine dönmüş Dirsek çeviren Dört döndi Dirsek çeviren Dumani doğri çıhsın Düdüği çaldi Düşeş atti Düzdaban Düze Çıhti Düzdi Dişini saydım Dipsiz kuyi 325 Diş biler Dişine Dizgini ele almiş Dolaba koymah Dolabı dönderi Dost düşman içinde Dört gözle bekler Dört elle sarıldi Damdan düşer kimi Falso yapar Fazlasi heram Felege küsmüş Felek düşkini Fesat haynaği Fetvasını almiş Fidan boyli Eşek arısi Fili yutar Fitili aldi Fındıh kurdi Fırıldah kimi Eşek cenneti Fireni kesti Ez suyunu iç Fındıkçının biri Eksik etek Fıkara babasi Eli açık Geceler gebedir Eli kulağında Geliş güzel Eli uzun Geniş yürekli Eli boş Gögis geçirmah Ensesi kalın Gök kandili Ensecini bidir Gönlü toh Eski tas eski tarah Göreyim seni Eski pahır tası Göz boyar Etekleri zil çali Etegen düştüm Eski göz ağrısı Eski kurt Eskici Eski köye yeni imam Etekleri tutuşti Etekleri zil çali Etegen düştüm Eşek arısi Eşek cenneti Ez suyunu iç 326 Faka basti Göz kulah olmah Gözden sürmeyi çalar Göz açtırmaz Göz yumdi Gözü aç Gözüm ısırdi Gözüm tutmadi Gözüni seveyim Gözünü yiyeyim Güni doğdi Gün görmez Gün oğli Gününi sayi Günü gününe Gün gördi İki eli kandadır Gönül meyvasi İki lakırdıyı bir araya getirmez Gönül yarasi Göge daş ati Göge bahan Gögis geçirdi Hanım iğnesi Hanım evlâdi Ham evrah Hava hoş Hazıra kondi Hazırlop Hem suçli hem güçli Her sakala bir darah Her telden çalar Her şeyde elini çekmiş Heçe satti Hille hurda bilmez Hindi kimi kabari Hızır kimi yetişti Hoşafın yaği kesildi Haci yatmaz Haci fişfiş Habi utti gönül meyvasi Hemam sırıği Helvaci kağıdi Haciağa İçli dışli İçine ali İçi küfli İfrit kesildi İki yüzli İlk göz ağrısi İliğine işledi İşini bilir İş işler İt sürüsü İt uyumaz İyi gün dosti Irz namus tertemiz Isırğan oti kimi Iskartaya çıhti Islak kaza dönmiş Ismarlama iş İmam suyi İmam bayıldi İmansızın biri İpe un serdi İpsizin teki İpsizin gezmez İpsizin biri İpsiz sapsız İpin ucuni kaçırdi İpini kopardi İpini satmiş İpliği pazara çıkmiş İşin içinde iş var İş ölisi İşten anlar İğneli peçe İğnelemah 327 Kabına sığmaz Külaği delik Kabak başına patladi Kulp tahar Kabak tadi verdi Kuri kafa Kabir azabi Kuyruhli yalan Kadir gecesi doğmiş Kuyruh salliyan Kadi yoran Külah geydirdi Kağıt uçırır Küpe binen Kaldırım mühendisi Küpini doldırdi Kani sicah Kitapsız adam Kanım kaynadi Laf ebesi Kanım ısındi Leş karğasi Kani savuh Mantara basti Meymun iştahli Kanli piçah Kantari belinde Kapali kuti Kapaği atti Kapisi açıh Kara cahil Karanlığa kurşun atar Kaşoh düşmani Kavuh salliyan Kıyamet cücesi Kohisi çıhti Koli kanadı kırıldi Kor ocah Kölgesiz kavah Köpek ağzına kemik atti Kör kütük Kör kandil Kör dögişi Köstek Kös dinler Kösteği kırdi Köşeyi kırdi Külah asmah 328 Mekik dohur Meydan ohi Mezar kaçkıni Mezhebi geniş Minder çüriten Miras yedi Mostırasi meydanda Mutfah kedisi Mum kimi Mürekkep yalamış Mahalle karısi Mal meydanda Nallari dikti Nazar boncuği Ne çiçektir biliriz Ne oldum delisi Niyeti bozuh Nuh deyi peygamber demi Numara yapma Ocağına incir dikti Ocağına düştim Ocağı üter Ok yaydan çıhti Su götürür yeri yoh Omuz silkmah Suli götürür susuz getirir Orman kibari Suli götürür susuz getirir Öfke topuğuna çıhti Sudan cevap Ömür törpisi Suya düşmah Paçalari sıvadi Suyi çekilmiş Papuci kaptırdi Suyini buldi Papuci ters geydirdi Suyın üstine çıhti Parmah sohmah Süt kuzisi Patlah verdi Şefak atti Perdesi sıyrıh Şap demeden şapa oturdi Pişmiş kelle Şaşhın tavoh Piçah kemiğe dayandi Şeytanın ayağıni kırdi Pot kırmah Şifayi buldi Pusulayi şaşırdi Şıllığın biri Renk vermedi Topal eşek Rengi bozuh Topın ağzında Renkten renğe girdi Tozi dumana katti Rengi solmiş Turp ektim şalgam çıhti Rengi kaçti Tüy dikti Remil atti Tuzli oturdi Saği soli yoh Tabani kaldırdi Sakali ele verdi Tadıni kaçırdi Sakız kimi yapışır Tası tarağı topladı Saman altında su yürütür Sazı sözi yerinde Taş atmah Selâm sabah yoh Taziye tut davşana kaç der Sermayeyi kediye yükledi Sesi heç sıtma görmemiş Sinek avlar Sinek avlar Sabun köpüği Silik para Sinek avlar Sofrada hazır Sonradan görme Tatsız tuzsuz Teli kırmah Tilki uyhusi Timarhane kaçğıni Tırmıh atma Tıraş etmah Tırnah geçirmah 329 Ucuni kaçırdi Ur abaliya Üstine toz kondurmaz Üstüne almah Uzun kulah Uğur açan Üç aşaği beş yukari Vardan yohtan anlamaz Vidası gevşek Yüz çevirdi Yağli müşteri Yahasi açılmamiş söz Yaha silkmah Yahayi ele verdi Yalançi pehlivan Yanlış kapi çali Yaşi ne başi ne Yerinde yeller esi Yere gir Yüreği yandi Yüz suyi Yüze gülmah Yüküni tutti Zillendi Zil tahti oynadi Zil Zurna kör kandil 330 DİYARBAKIR’DA MEMLEKET SEVGİSİ Kenan Haspolat* ÖZET Diyarbakırlıların memleketlerini ne kadar çok sevdiğinin değişik kategorilerde ele aldık.Makalede Askerin bölgeye bakışı,Diyarbakırlının asker olumlu bakışı incelendi. Diyarbakır’da bayrak sevgisi,kamuya verilen destek incelendi. Diyarbakırlının sadece ülkesine değil İslam alemine ne kadar fedakarca yaklaştığı örneklerle ele alındı. Bu sevgiye ülkenin verdiği olumlu yanıt örneklerle sergilendi. Ülke bütünlüğüne karşı Diyarbakır’ın verdiği katkı tarihi perspektiften değerlendirildi. ASKERİN BÖLGEYE BAKIŞI Asker tarihten günümüze Diyarbakır’ın gözdesi olmuş; sevmiş ve sevilmiştir. Asker Diyarbakır’da manevi değerler çok saygılı olmuştur. Hz. Süleyman ve 27 sahabi için çok edepli davranmışlar,paşalar ve aileleri sahabelere komşu olmuştur. Esat Paşa, Murtaza paşa ve ailesi, Köprülü Mustafa paşa evladı, bu hazirede yatmaktadır. Türbeye bakan pencerenin yanında 20 mısralık bir manzume vardır. İlk iki mısrayı verelim. Ey Şehidanın Süleyman-ı muazzam mefhari. Hazret-i Seyf-i Huda’nın necl-i azam serveri. Şiiri 1916 yılında yazan Diyarbekir Jandarma alayı İdare emini Mustafa Asım beydir (1). Hz. Süleyman camiinde gömülü Murtaza paşa ve ailesi (bahçede) *Prof.Dr.Kenan Haspolat Dicle Üniversitesi. [email protected] 331 Hanımlar mescidinde Esat paşa Köprülü Mustafa paşanın kızı Lübabe hanım Reşit iskenderoğluyla yaptığım bir röportajda bana anısını anlattı: 1948 yılında harabe halindeki İskenderpaşa camiine 7. Kolordu komutanı merhum korgeneral Yümnü Üresin paşa el atmış,tamiri için külliyetli miktarda para vermiştir. İskenderpaşa camii Asker Diyarbakır’lının en kötü gününde yanında olmuştur 6 Eylül 1975 Lice depreminde Asker Konuyu Liceli Zeki Dilek’ten dinleyelim: Deprem duyulur duyulmaz harekete geçen Askerler büyük bir gayretle kurtarma çalışmalarına yardımcı oluyorlar. Tute köyüne intikal eden keşif taburu i, le ilçe merkezinde oluşturulan garnizonda seyyar hastane,seyyar aş ocağı kurulmuş. Askerler ekipler halinde bir yanda vatandaşa enkaz kaldırma işinde yardım ederken bir yandan da çapulculuğu önlemeye çalışıyorlar. Molla mahallesinde kurtarma çalışmalarına katılan askerler 6 yaşındaki Nursen kaya’yı, depremden 8 saat sonra canlı çıkarmışlardı.Küçük Nursen’i kurtaran Top. Yzb. Nihai Coşkuner ,çocuğu sürekii kucağında taşıyıp teselli ediyor. Askerler, çocuğun yakınlarını arıyorlar. 332 Deprem sonrasında Lice’ye her kesimden yardım yağıyordu. Hava kuvvetleri komutanlığı subay ve astsubay eşleri yardım seferberliği ile Lice’ye bir okul yapımını üstlendi (Havacılar ilköğretim okulu) (2). Lice depremi Caminin depremde yıkılan yeri Vakıf Ahmet camii Depremde yıkılan okul kalıntısı Asker günlük yaşamda Diyarbakır’lıya her alanda yardıma koşmuştur Okul tamiri Askerler eğitime birçok alanda katkıda bulunmaktadır.Biz sadece birkaç örnek vereceğiz. Diyarbakır’ın Ergani İlçe Jandarma Komutanlığı, Kömürtaş Köyü İlköğretim Okulu’na ‘Mehmetçik Çeşmesi’ yaparak, okulun yapım işlerini de tamamladıktan sonra okulu törenle hizmete açtı (aa). Mehmetçik, yardım elini bu kez de Diyarbakır’da eğitim yuvalarına uzattı. Hantepe Köyü İlköğretim Okulu’nu boyayan Mehmetçik’in en büyük desteği 333 ise köylüler. En büyük destekçileri olan köylülerle koordineli olarak çalışan Mehmetçikler, okulu bir an önce bitirmek için uğraş veriyor. Vatandaş ile el ele Hantepe köylülerinden Ramazan Aktaş, harabe haline dönen okullarını Mehmetçik’in onardığını ifade ederek, “Milli Eğitim Müdürlüğü’ne birkaç kez başvurdum, ancak bir sonuç alamadım. Biz de köylüler olarak, Diyarbakır İl Jandarma Komutanlığı’na giderek, Mehmetçik’ten yardım istedik. Onlar da bu isteğimize her zamanki gibi olumlu yanıt verdi. Şu an Mehmetçikler tarafından okulumuzun onarımı yapılmaktadır. Komutanlarımızdan Allah razı olsun. Biz de okulun sıralarını askerlerimizle birlikte taşıyoruz. Mehmetçiklerimiz ile birlikte el ele çalışıyoruz. Jandarma sayesinde okulumuzun onarımı yapılmaktadır” dedi. Okulun onarımı yapıldı Mehmet Ali Dalmızrak ise, okulu onaran Mehmetçiklere minnettar olduklarını belirterek, “Köy okulumuz çoktan beri onarımsızdı, adeta dökülmek üzereydi. Köylüler olarak toplanarak durumu İl Jandarma Komutanı’na ilettik. Bunun üzerine askerler, hemen okulumuzu bakım ve onarıma aldı. Bizler de Mehmetçiklerimize yardım ediyoruz ve onlarla birlikte sıra ve masaları taşıyoruz. Onlara gerekli kolaylıkları sağlamak için elimizden geleni yapıyoruz” şeklinde konuştu. Dsöz Lice ve Hani ilçelerine Mehmetçik Dershanesi Lice ve Hani ilçelerinde Mehmetçik Dershanesi açıldı.Lice 2. Motorlu Piyade Tugay Komutanlığınca ÖSS’ye hazırlanan öğrencilere eğitim desteği verilmesi amacıyla açılan Mehmetçik Dershanesi törenle ders başı yaptı. Saraykapıda askerlerimiz Dağkapı’da Mehmetçik 1904 osmanlı subayı surlarda 1936 yılında askerlerimiz 334 Paşalar Diyarbakırspor’un yanında DİYARBAKIR’LININ ASKERE BAKIŞI 1949 yılında Diyarbakır’ı ziyaret eden gazeteci Cahit Beğenç izlenimlerini Ulus gazetesinde yazmış, Diyarbakır ve Raman isimli kitabında da bu izlenimlerini detaylandırmıştır. Diyarbakır’ın askere sevgisini şu izlenimlerde görmek mümkün.’beş altı yıl Diyarbakır’da kaldıktan sonra daha önemli bir vazifeye tayin edilen Korgeneral Yümnü Üresin’in Diyarbakır’dan ne muazzam bir sevgi tezahüratı ile uğurlandığını gözlerimle gördüm. Diyarbakır tarihinde bu derecede candan bir teşyi merasimi hatırlanmadığını,bizzat Diyarbakırlılardan işittim.Korgeneral şerefine verilen ziyafetlerde söylenen hararetli nutuklarda gösterilen takdir ve bağlılık tezahüratı,Yümnü Üresin gibi, yüksek bir Türk komutanı şahsına ve şahsiyetine olduğu kadar Yüce Türk ordusuna karşı idi. Bu kitapta bulacağınız ‘Bir yolcuya ‘başlıklı şiir,o ziyafetlerden birinde söylenmiştir. Bir Yolcuya Yümnü Üresin alnın açık,bahtın da açık olsun Diktin ne büyük abideler o güzel hatırana Bu vatan yolculuğu dilerim sık sık olsun Kalsın açık bu temiz bölgenin ağuşu sana 335 Diyarbakır Belediyesinin de asker sevgisi oldukça fazladır: Belediye 500 kadar asker ailesine maaş vermektedir. (Nüfus: 43.000) (3). Diyarbakır Eski Belediye binası Diyarbakır’da askere uğurlama çok saygındır ve görkemlidir Çınar’da askere uğurlama: askerlik çağına gelen gençlerin babaları, asker ocağına gidecek bir genç yetiştirmenin gururu ve onurunu yaşamaktan ötürü kurban keser ve tüm ahaliyi yemeğe davet eder, öte yandan yakınları ve komşuları da birkaç gün öncesinden genci yemeğe davet ederler. yemek sonrasında büyükler kendi askerlik anılarını anlatarak örnekler verirler. askere gidilecek günün sabahı bütün köy dolaşılarak büyüklerin elleri öpülür ve hayır duaları alınır. askere sağ salim gidip dönsün diye, imam tarafından iki muska yapılarak bir tanesi askere gidecek genç’e, diğeri de gencin evine verilir. yola çıkarken uğurlamaya gelenlerce gence harçlık verilir ve bazen davullu- zurnalı, bazen de sade bir şekilde uğurlanarak askere yolcu edilir ( 44 ). 1949 Diyarbakır doğumlu Saliha İşoğlu oğlu haci’nin askere gidişini anlatıyor Olayı mahalli aksanla dinleyelim Haci bi bahtım bi gün di askere gedecagam. Bu geldi babasına dedi, baba beni İsparta’ya şeye vermişler,komando birligine.Gettıh Seyrantepeye yolculamaga. Baktıh arkadaşlari belki beş yüz gişi. Bi süri olmiştıh hepimiz. Babasi da kızdi,biz de kızdıh. Dedıh niye geliler? Dedi vıy gelecahlar ki beni yolciliyalar. Gelenler paket, eşya, hediye. Bi bahtıh geldiler heppisi oturdilar, düzüldiler orda… Bu oğlan getti İsparta’ya. Amca yanına getti. İsparta’ya Egirdir’e. Gidi bahi ki deyi, yegenim aslan kibi komando birliginin elbisesini geymiş, koşa koşa yanıma geldi. Amcasi da almiş üç beş kilo pasta,kuri pasta. Deti götürsün askerlıh arkadaşkarinan yesin (4). Diyarbakır´da yoklama kaçağı azaldı 336 Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi´nde operasyonlar devam ederken, Diyarbakır´da binlerce genç silah altına alınmak için Askerlik Şubesi´ne başvurdu (45). Kulp’ta ilk! Daha önce adını sürekli terör olayları ve çatışmalar ile duyuran Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde ilk kez davullu zurnalı asker uğurlama töreni düzenlendi. Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde dün tarihi bir gün yaşandı. Davullu zurnalı asker uğurlama töreni düzenlendi. Muş, Bingöl ve Batman üçgeninde bulunan Kulp ilçesinde ilk kez davullu zurnalı asker uğurlama töreni düzenlendi. Renkli görüntülere sahne olan Kulp ilçesinde Kaymakamlık bahçesinde toplanan yüzlerce aile Komutanlar ile birlikte halaylar çekip çocuklarını askere uğurladılar. Ana kuzuları uğurlandı Kulp ilçesinde düzenlenen asker uğurlama törenine, Lice Tugay Komutanı Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün, Kaymakam Numan Tahir Şimşek, İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Murat Çetinkaya, İlçe Askerlik Şube Başkanı Kıdemli Başçavuş Turgay Ertiryaki, Kurum Müdürleri ile çok sayıda aile katıldı. Kaymakam Numan Tahir Şimşek, askere gidecek olan kınalı kuzulara hayırlı teskereler dileyerek, “Sizler vatani görevinizi yapmaya gittiğinizde geride bıraktığınız aileleriniz bize emanettir. Onların en ufak sıkıntılarında biz yanında olacağız. Yolunuz ve bahtınız açık olsun, hepinize hayırlı teskereler diliyorum” dedi. Komutan halay çekti Lice Tugay Komutanı Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün, Kulp Kaymakamı Numan Tahir Şimşek, İlçe Jandarma Komutanı Binbaşı Murat Çetinkaya ile İlçe Askerlik Şube Başkanı Kıdemli Başçavuş Turgay Ertiryaki askere gidecek olan Mehmetçikleri tebrik edip tokalaşırlarken Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün askerlere tek tek, “Gittiğiniz yerde bir sorununuz olursa direk beni arayın. Ben sizin bir 337 ağabeyinizim. Elimden gelen her şeyi yaparım” ifadelerini kullandı. 80 Ana kuzusu sırtlarına astıkları Türk bayrakları eşliğinde halay çektiler. Asker ve aileleri ile birlikte halay çeken Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün’ün başından aşağı asker yakınları tarafından para saçıldı. Mehmetçikler daha sonra arabalara bindirilirken ailelerde ise bir hüzün oluştu. Oğlunu askere gönderen bir baba gözyaşları içerisinde ağlarken Tuğgeneral Hüseyin Avni Ergün babayı teselli etti. Ailenin tek oğlu olan ve vatani görevini yapmak için askere giden Zahir Elli ise “Yıllardır bu anı bekliyordum. Gidip de askerliğimi yapayım diye. Gidip vatani görevimizi yapalım başka da bir şey istemiyorum” diye konuştu (46). Diyarbakırlının askerliğe bakışı çok sevimlidir. Bir asker sevgisine bakalım Bir mareşalimize olan sevgi Askerle diyaloğu 338 Hazro ilçesinde bir cadde Güneydoğunun asker sevgisi aşağıdaki levhalardan belli değil mi Diyarbakır’da eskiden olup, şu an olmadığı halde tarihi hatırasına binaen sokak isimlerinde askeri isimler kullanılıyor Asker sevgisi çocuklara aşılanmış. Ben ü Sen’e gidiyoruz. 339 Güneydoğuda asker sevgisine bir örnek de askerlikteki rütbesini esnaf levhasına yansıtanlardır Güneydoğunun askere bakışını yansıtan bir olay da Diyarbakır halkının misafir askerlerin masraflarını kendi karşılamasıdır 1629 tarihli bir not (845 a.b.), Diyarbakır’da 4 gün kalmış olan askerlerin geçimi için ödenmiş paranın Diyarbakır’dan Halil ağa tarafından karşılanmasıdır (5). CUMHURİYET VE DİYARBAKIR Cumhuriyetin ilanında Diyarbakır İçkale’den atılan 101 pare topla kutlandı. Vali Ahmet Mithat Bey, 7. Kolordu Komutanı Cafer Tayyar (Eğilmez) Paşa, Belediye Başkanı Hüseyin (Uluğ). ve birçok kuruluş başkanları, halkın ileri gelenleri Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya tebrik telleri çektiler. Resmi daireler tatil edildi. Şehir bayraklarla süslendi. Halkın, mülki ve askeri erkanın, dernek ve esnaf kuruluşlarının katıldığı muazzam bir tören yapıldı. Vali tebrikleri kabul etti. Yazarı: İsmail Aybal (Kaynak: Diyarinsesi). Halk ve esnaf destekli eski Cumhuriyet bayramları Temiz giyimli seçilmiş lise öğrencilerinin geçişinden sonra sıra esnaf konvoyuna gelirdi. Esnafın geçişi bayrama renk katardı. Esnaf temsilcilerinin bandonun ritmine uyarak uygun adım geçişinin ardından her esnafın temsil edildiği kamyonlar geçerdi sırayla. Açık kamyonlara monte edilen tezgahlar üzerinde, berberler traş yaparken, kazancılar bakır, demirciler demir döverdi. Lokantacılar yemek pişiriyor, garsonlar masalarda oturmuş temsili müşterilere servis yapıyordu. Puşucular, dokumacılar yine kamyonlara monte edilmiş tezgahlarda puşu ve kilim dokurdu. Tören boyunca Topçu Alayı’ndan havalanan uçaklar geçerdi tören kıtasının üzerinden zaman zaman alçaktan uçan uçaklar büyük heyecan yaratırdı. 340 Törenleri kolay ve ön sıralarda seyredebilmek için sabahın erken saatlerinde tüm mahallelerden insanlar Dağ Kapı’ya akın ederdi. Biz çocuklar da bayram sabahı erken kalkar, bayramlık elbiselerimizi giyer, mahalle bakkalından alınmış üzerinde ay yıldız ve bir yanında Atatürk, diğer yanında İsmet İnönü resimleri bulunan küçük bayrakları sallaya sallaya büyüklerimizle birlikte Dağ Kapı’ya giderdik. Dağ kapıdaki kaldırımlarda mahşeri kalabalık oluşurdu. Büyüklerimiz törenleri daha rahat görebilelim diye bizi zaman zaman omuzlarına alırlardı. Biz çocuklar için asıl bayram tören yerinden mahalleye döndüğümüzde başlardı. Mahallede tören yerinde gördüğümüz askerlere ve subaylara özenir, tahtadan yontulmuş kılıçlarımızı belimize iple bağlar sonra da peşimize taktığımız diğer bizden küçük çocuklarla sokaklarda resmi geçit yapar, askercilik oynardık. İşte böylesine coşku içinde yaşardık cumhuriyet bayramını..(47). TERÖRE KARŞI DİYARBAKIR Diyarbakır ülke bütünlüğüne ihtimam göstermiş, her türlü, isyan, eşkiyalık ve teröre karşı durmuştur. 1526 yılında Kalenderoğulları açık isyana girdi. Ağustos, Eylül aylarında Adana sancakbeyinisonra Karaman beylerbeyinive en son Rumeli beylerbeyini açık alanda yendiler.Bunları cezalandırmak için Diyarbekir’den acilen birliklerin gelmesi gerekti. Neticede muharebede Kalender Çelebi öldürülerek isyan sonlandırıldı 1600 yılında Tokat’ta deli Hasan isyanı oldu ..Sokolluzade Hasanpaşa süratle o tarafa yöneldi ve Diyarbekir’den Hüsrevpaşa, Maraş ve Halep Kürtleri ve sipahiler buraya yönlendirildi. Hasanpaşa burada hayatını kaybetti (6). 1607 yıllarında isyan çıkaran celali Canbuladoğluna karşı Zülfikar paşaya Diyarbakır’dan Topal Yusuf komutasında 1000 asker yardıma geldi. Bağdat’ta Ülyanoğlu İsyanını İskenderpaşa Diyarbakır valisidir. bastıran Diyarbakır halkı teröre karşıdır. Sultan Abdülhamit, Ahmet cemil Paşa’yı (18371902) Yemen isyanlarını bastırmak üzere gönderir. Cemil Paşa bu işi yapmak üzere Diyarbekir’den has adamlarını ve ordudan askerlerini yanında beraber götürerek İsyanı bastırır (7). Cemil Paşa 341 Daltaban Mustafa Paşa, Diyarbekir ve diğer il tımarlı sipahileri ve Kürt beylerinin birlikleriyle 1701’de Basra isyanını bastırdı (98). Diyarbakır’lı askere finans yönünden de destek çıkmıştır. Bir Osmanlı belgesine göz atalım: Diyarbekir yöresindeki ahali, eşkıya ve haramzadeleri temizleyip güvenliği sağlamaya çalışan askerlere İmdadiyye parası topluyor. Kime: Âmid (Diyarbakır) Mollası’na (büyük kadı), Diyarbakır ilçesindeki kadılara, a’yanlara Kimden: Padişah’tan HÜKÜM Belge: BOA- İbnülemin tasnifi, Dahiliye No 2934 (8) BÖLGENİN ÜLKEYE BAKIŞI Bölgenin ülkeye bakışını anlamak için İsmet İnönü’nün 31 Mart 1969 tarihli Ulus gazetesine verdiği demece bakalım: ‘..Kürtler genel olarak Türk camiasında bulundular ve ülke birliğini korumak, ulusal hükümeti güçlü kılmak için istekle yardımcı oldular…. Sevr müdahalesi ile Kürtler, Türkler gibi vatanı tehlikeye maruz gördüler. Milli mücadelenin yürütülmesinde canla başla birliktelik gösterdiler.. Lozan müdahalesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle birlikte bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize başvurmadılar. Hatta biz Lozandaki konuşmalarımızda ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir ulus olarak savunduk ve kabul ettirdik’ der (9). Mustafa Kemal’in, Sivas’tan 24 Eylül 1919 fünü ABD inceleme kurulu başkanı General Harbord’a gönderdiği ayrıntılı rapordan’ ‘İmparatorluğu bölmek ve Türkler 342 ile Kürtler arasında bir kardeş kavgası çıkarmak ve bağımsız bir Kürdistan kurma planlarına ortak etmek üzere Kürtleri kışkırttılar. İleri sürdükleri tez,imparatorluğun nasıl olsa dağılacağıdır.Bu düşüncelerini gerçekleştirmek üzere Kürtleri kışkırttılar. İleri sürdükleri tez, imparatorluğun nasıl olsa dağılacağıdır. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için büyük paralar harcadılar. Her türlü casusluğa başvurdular. Noil adında bir İngiliz subayı, uzun süre Diyarbakır’da bu yolda çaba gösterdi ve her türlü yalan ve aldatmaya başvurdu. Ama bizim Kürt yurttaşlarımız düzenlenen oyunun farkına vararak, O’nu ve yüreklerini para ile satan bir grup haini bölgeden kovdular’ (10) (11). Lozan barış konferansında nelerin savunması gerektiği üzerine bölge milletvekillerinin Riyaseti sunulan 3 Teşrinisani (Kasım) 1338 tarihli önerge. ‘Türk, Kürt bir kütlei vahidedir. Kürtler hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılmaz ve bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin tesiri yoktur. Diyarbekir mebusu: Hakkı, Bitlis: Arif- Derviş,Van: Hakkı, Mardin: Esad, Siird: Necmeddin…. DEVLETİN BÖLGEYE BAKIŞI Celal Bayar’ın Doğu raporu: ‘Türk-Kürt ayırımı yapılmamalıdır Kürtler okutulmalı, devlet işlerinde çalışabilmelidirler. Hükümet daireleri muntazam olmalı. Memurlara oturacakları lojmanlar inşa etmeli. Devlet otoritesi sağlanmalı. Toprak dağıtımı köylüyü hükümete bağlayacak unsurdur.Yalnız toprak dağıtımı değil, yanında kredi vasıtalarını, istihsal imkanlarını da beraberinde vermelidir. Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyandan sonra fark gözetmeksizin idare etmek de bundan ayrı ve mutedil bir sistemdi. Atatürk raporu okuduğunda heyecanlanmış ve hemen iktisat vekilini tebrik etmişti. 10 kasım 1937’de Mecliste kürsüye gelmiş,açıkça Celal Bayar’ı övmüş, Şark raporuna atıflarda bulunmuştur (12). DİYARBAKIR’DA BAYRAK SEVGİSİ Bayrak milli birlik ve beraberliğimizin simgesi kutsal bir unsur. Diyarbakır’da bayrağa karşı sonsuz bir sevgi ve saygı var. Günlük yaşamdan örnekler verelim. Bayrak taşımayı şeref sayarak levhasına işlemiş bir esnaf. Bayrak sevgisini yüreğinde ve levhasında hisseden bir esnaf. 343 Bayrak sevgisi evin içine kapıdan başlayarak giriyor Eski bir Diyarbakır ev kapısında Türk bayrağı Hanımlar ruh dünyalarındaki sevgiyi takılarına yansıtmış 70 yıl önceye ait gümüş takıda ay yıldız Mezar taşlarında ay yıldız Bayrak sevgisini 1922 doğumlu Vedia Aksu’nun bir hatırasından mahalli aksanla dinleyelim: Nuran hastedi, hastanede yatidi. Ben de yanında refakatçidim:bazar güni olacah,bayrak asacahlar. Pacanın yanında oturıyam.Canım sıhıli,kızım gelinlıh kız,yataga sıgmi,ne yeyi ne içi. Kahtım şir düzdim. Okumah yazmah bilmiyem.Ahlımi toparliyana kadar odaçiya dedim ki hastahaaın hademesine tez ban bi kat kalem getir. Bayrah çekilirken o Kızılay bayragi da beyazdır, yanında duri.Ben de böle bahtım bahtım, 344 gözlerim doli doli oldi.İşte o sırada bahan bi ilham geldi, kahtım şir yazdım. E sabahe kader de askerlerin biri gidi, biri geli. Nöbet bekliler. Dedim: Köşe başinda bi asker Sabahe kader nöbet bekler Bayragıni inceler Gücini Allah’tan ister Dinimle imanım Bayragımdır canım Bayragımi çok severem Kızılayın yanında Güzellıh verdi ona Gecelerin kanarıgında İşıhların altında Dünyanın dör bucagında Dalgalansın bayragım Kahtım böle bi şir yazdım.x Neyse çohti,hademe tabi,acele yazdırayım deye.. (4). Diyarbakır’da her kesimde bu sevgi zirvededir. Diyarbakırlı bir zihinsel özürlü ve bayrak sevgisi Ahmet Sana, 1974 Kıbrıs çıkarması zamanında Bol Küçe dediğimiz biraz geniş olan sokağımızın ortasında büyük birTürk bayrağını bir damdan aşağı sarkıtmı ve eline Cenah (Başı topuzlu sopa) alaraksokakta nöbet tutup,gelen geçene selam verdiriyordu. Durumu soranlara da, Bu günnamus günüdür, selam vermiyen Rumların ajanıdır, öldirmağ lazım diyordu. Bizim Ahmet Sana ağabeymiz meğerse geceleri de nöbet tutuyormuş, ola ki bir Yunan ajanı çıkıp bayrağa zarar verir diye. Nihayet Kıbrıs çıkarması zaferle sonuçlanıncaya kadar, o bayrak damdan inmedi ve gelen geçen de selam vermek mecburiyetinde idi. Ofis semtinde bir teyzede bayrak sevgisi Mehmet Şafi ya da “bayraklı adam 345 Diyarbakır’ın caddelerinde, her gün karşımıza çıkabilen, aylak aylak dolaşan, orta boylu zayıf bir adam görürsünüz. Üzerinde hangi giysi olursa olsun, yalnız giysisinde değil, kışın kabanının yakasında, kaşkolunda, anahtarlığında, yazın şapkasında mutlaka Türk bayrağı bulunan bu adam; yani Mehmet Şafi Çalışıcı Onu bütün ulusal bayramlarda maçlarda, bütün sportif yarışmalarda elinde Türk bayrağı ile ya koşarken ya da tribünlerde amigoluk yaparken görmek mümkün. 1958, Diyarbakır Silvan ilçesi Onbaşılar ( Boğaz) köyü doğumlu. Ulu Camii yakınlarında, izbe bir otelde (Çam Palas’ta) kalıyor. “Benim tek dostum Yüce Allah’tır” diyor Alpaslan, Bölgenin ülkeye bakışını yansıtan önemli bir nokta Diyarbakır’lının yaşam biçimidir.Bu yaşam biçimi samimi bir bayrak sevgisini içerir. Bu açıdan kapı üstlerine göz attı. Evlerin kapılarında ve duvarında hilali görüyoruz El sanatları sergisi 346 Diyarbakır’da iftar ve bayrak İftar saatinde önce Ulu Cami’nin minaresinde bulunan tahta kepenkler açılır, müezzin önce bir Türk Bayrağı sallar, sonra minarenin ışıklarını yakar ve ezanı okurdu. Ezanla birlikte yine İçkaledeki top atılırdı. KAMU HALK ELELE Diyarbakır’lı memleket sevgisini kamuya yardım ederek göstermiş, kamu binalarının yapımını kendi üstelnmiştir. Örneklere göz atalım: • 347 • Ergani Maden sancağı dahilinde inşa edilecek hükümet konağı için ahalinin yaptığı yardımı gösterir defter. 13 Temmuz 1879 • Eğil nahiyesinde masrafının bir kısmı ahali ve kalanı devletçe karşılanmak üzere bir hükümet konağı inşa edilmesi hakkında mazbata.14 Ekim 1879 • Eğil’de bölgenin zenginleri ve hazinenin işbirliği ile nahiye müdürüne bir konak inşa edilmesi hakkında irade. 8 Kasım 1879 (13). Cemilpaşazade Ziya bey bir uçak satın alarak Türk ordusuna hediye eder. Hediye edilen bu uçak dolayısıyle Türk Tayyare cemiyeti, 1927’de Ziya bey’e bir ‘Tayyare Madalyası’verir. Belge: Diyarbekirli Cemilpaşazade Ziya Bey’e Aziz ve sevgili vatanımızın müdafaası ve inkişaf ve terakkisi makasad-ı aliyesiyle teşekkül eden Tayyare cemiyeti için buyurduğunuz hamiyet ve mürüvvetin bir nişane-i iftiharı olmak üzre zat-ı alilerine bir kıta murassa Tayyare madalyası takdim ile kesb-i şeref eyler. 24 Mayıs 1927/1341 Türk Tayyare Cem’iyyeti Reisi Rize mebusu (imza) Türk Tayyare Cemiyetine bir uçak hediye eden Cemilpaşazade Ziya bey’e Tayyare madalyesi verildiğini belirten belge (7). Eğitime Vatandaş Katkısı 1895’te Vali olan Halit bey halktan toplanan bağışlarla sur dışında bir bina yaptırarak (Süleyman Nazif Ortaokulu olarak kullanılan bina) tedrisata başlandı (14). Kamuya bu destek tarihte olduğu gibi günümüzde de devam etmektedir Silvan’da polis ve halk dayanışması Diyarbakır’ın Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne ilçe esnafı ve işadamları tarafından yeni makam aracı alındı Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü’ne Silvan Huzur ve Güven Derneği üyesi esnaf ve işadamları tarafından 1 adet 2009 model otomobil hibe edildi (48). 348 POLİSİN BÖLGEYE BAKIŞI Polisin Diyarbakır’a yaklaşımı olumlu hizmetlerinde görüyoruz. Şimdi Bunlara örnekler verelim: Emniyet’ten Bilgisayar Kursu 2003 Yılında Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü tarafından, İlköğretim okulları 6. ve 7. sınıfta öğrenim gören öğrencilere yönelik başlatılan bilgisayar kursu, 48 kişilik bir katılımla tekrar başlatıldı. Diyarbakır Emniyet Müdürülğü’nden yapılan açıklamada, kent merkezinde değişik ilköğretim okullarında okuyan 6. ve 7. sınıftaki öğrencilerin bilgisayar öğrenmelerine katkıda bulunmak amacıyla Emniyet Müdürlüğü Bilgi İşlem Şube Müdürlüğü ve Çocuk Şube Müdürlüğünün ortak çalışmalarıyla 2003 yılında başlayan uygulama ile bugüne kadar 18. dönem halinde 332 öğrenciye Windows, World ve Excel programları ve internet kullanımı üzerine bilgisayar eğitimi verildiği bildirildi. dsöz Yüzme eğitimi Diyarbaklır emniyet müdürlüğü 150 sokak çocuğuna yüzme öğretmiş ve emniyet müdürlüğü havuzundan istifade etmelerini sağlamıştır. Diyarbakır emniyet müdürlüğü ve Dicle üniversitesi işbirliği Sokak Çocuklarına Buz Hokeyi Eğitimi Verildi 349 Polis’ten Eğitim Desteği 03.01.2009 Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nce, Sur İlçesi’ndeki 4 okulda öğrenim gören 500 yoksul. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’nce, Sur İlçesi’ndeki 4 İlköğretim okulunda öğrenim gören 500 yoksul öğrenciye SBS soru bankası kitabı yardımı yapıldı. Yaklaşık 2 ay önce Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya’yı ziyaret eden Süleyman Nazif İlköğretim Okulu öğrenci ve öğretmenler, SBS kitabı istemişlerdi. Ziyaret sonrası Süleyman Nazif, Alipaşa, Cumhuriyet ve Mardinkapı İlköğretim okulu kardeş okul olarak ilan edildi. Emniyet Müdürü Çatalkaya’nın talimatları üzerine 4 okulda öğrenim gören 500 öğrenciye SBS kitabı, gıda ve kırtasiye yardımı yapıldı. Kom Müdürü Kitapları Teslim Etti Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube Müdürü Halil Dağ, Süleyman Nazif İlköğretim Okulu’nda kitapları tesliminde yaptığı açıklamada, zaman zaman yoksul ve dar gelirli ailelerin öğrencilerine gıda ve kitap kırtasiye yardımı yaptıklarını söyledi. Dsöz Diyarbakır Polisin’den Hediye - Diyarbakır’da toplumsal şiddet olaylarının sıklıkla yaşandığı merkez Bağlar ilçesinde çevik kuvvet polisleri çocuklarla bir araya geldi (49). Diyarbakır Polisin’den Öğrencilere Karne Hediyesi Diyarbakır’da toplumsal şiddet olaylarının sıklıkla yaşandığı merkez Bağlar ilçesinde çevik kuvvet polisleri çocuklarla bir araya geldi. Polis memurları çocuklarla top oynadıktan sonra karne hediyesi olarak ayakkabı dağıttı. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şubesi’nde görevli polis memurları toplumsal şiddet olaylarının sıklıkla 350 yaşandığı ve provokatörlerin, güvenlik güçlerinin karşısına çocukları çıkardığı bölgelerden biri olan Bağlar ilçesindeki Hürriyet İlköğretim Okulu’nu ziyaret etti. Ailelerinin maddi durumu elverişsiz olan yaklaşık bin öğrenciye karne günü nedeniyle yardım dağıtmak amacıyla Hürriyet İlköğretim Okulu’na giden polis memurları önce bahçede çocuklar ile futbol oynadılar ardından da voleybol oynayıp hediye dağıttılar. Çocukların karneleriyle de ilgilenen polisler, ‘Teşekkür belgesi’ getiren kız çocuklarını da tebrik ederken sınıflarda 210 öğrenciye ayakkabı dağıtıldı. Öğrencilere ayakkabıları bizzat giydiren polisler ayrıca bin öğrenciye kırtasiye yardımı yaptı. HAYALİ GERÇEK OLDU Diyarbakır’da ilköğretim okulu öğrencisi 12 yaşındaki Bahar Oğuz, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır’daki toplu açılış töreninde, sessizce kurduğu bisiklet hayaline, Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya sayesinde kavuştu. Hayaline kavuştu Fatih İlköğretim Okulu 5. sınıf öğrencisi Bahar Oğuz’a hayalindeki bisikleti alarak teslim eden Diyarbakır Emniyet Müdürü Çatalkaya, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Diyarbakır ziyareti sırasında Ziya Gökalp Spor Salonu’nda toplu açılış töreni yapıldığını hatırlattı. Spor salonu önünde gördüğü Bahar Oğuz’un kendi kendine birşeyler mırıldandığını gördüğünü ve yanına yaklaştığını belirten Çatalkaya, kız çocuğunun ‘’Keşke Başbakana söylesem bir bisikletim olsa’’ dediğini duyduğunu ifade etti. Çatalkaya desteği Çatalkaya, şunları kaydetti: ‘’Ben de kendisi ile konuşarak ne istediğini sordum. O da (Keşke Başbakana söylesem bir bisikletim olsa) dedi. Ben de ona hayalindeki bisikleti alacağımı söyledim. Çok sevindi. Bisiklet aldım. Bir çocuğun hayalini gerçekleştirmek beni mutlu etti. Derslerinde başarılı bir öğrenci, kendisine eğitiminde de yardımcı olacağım. Çocuklar bizim geleceğimizdir. Onların geleceğine ışık tutmamız gerektiğini düşünüyorum.’’ Bisikleti artık var Diyarbakır Emniyet Müdürü Zeki Çatalkaya sayesinde bisikletine kavuşan Bahar Oğuz, bir bisikleti olmasını çok istediğini söyledi. Başbakan Erdoğan’ın geldiği gün, kendisinin de önce miting alanına, ardından Ziya Gökalp Spor Salonu’na gittiğini ifade eden Bahar Oğuz, ‘’Başbakanımıza sesimi duyurmak ve bir bisiklet istemeyi düşünüyordum. Kendi kendime konuşurken, Emniyet 351 Müdürü bana ne istediğimi sordu. Ben de bisiklet isteyeceğimi söyledim. Emniyet Müdürümüz bana bisiklet alacağını söyledi. Hayalimdi ve hayalime kavuştuğum için çok mutluyum’’ diye konuştu. Çatalkaya, daha sonra annesi Sultan Oğuz ile birlikte Emniyet Müdürlüğündeki makamına gelen Bahar Oğuz’a bisikletini teslim etti (50). MUTLU GÜNLERİ! Diyarbakır’daki Yuva çocukları, Polis okulu öğrencilerinin organize ettiği “Doğum Günüyle” mutlu oldular (51). Ocak, Şubat ve Mart aylarında dünyaya gelen Yenişehir Çocuk Yuvası’ndan 18, Diyarbakır Çocuk Yuvası ve Kız Yetiştirme Yurdu’ndan 0-6 yaş grubundan 6. 13-18 yaş grubundan 8 olmak üzere toplam 32 çocuğa doğum günü pastası kesildi. Doğum günü kutlandı Doğum Günü partisine, İl Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun eşi Gül Mutlu, Adalet Komisyonu Başkanı eşi Türkan Kavun, Bölge İdaresi Başkanı’nın eşi Gülten Engin, Vali Yardımcılarının eşleri, Arzu Aydın, Ayşegül Akça, Ülker Seyitoğlu, Sakine Yeşilbaş ve Nihal Bayrak, Bağlar Kaymakamı’nıneşi Arife Yücedağ, Emniyet Müdürü’nün eşi Bahar Çatalkaya, Polis Okulu Müdürünün eşi Aysun Karagöz, Kurum Müdürlerinin eşleri ve Sivil tohlum kuruluş temsilcilerinin eşleri katıldı. Yetiştirme yurdu çocukları Partide, yetiştirme Yurdu’ndan gelen çocukların bu günlerinde ilüzyonist tarafından yapılan gösteri büyük beğeni topladı. İlüziyonist gösterisinin ardından Polis okulu öğrencileri, Kolbastı ve Zeybek oyunu oynadı. Polis haftası kutlamaları 352 Keçiburcu’nda Polis sergisi Polis günü gösterileri: Diyarbakır’da Polislerimiz büyülediler 353 Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü Diyarbakır’da törenlerle kutlandı. Olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı tören renkli geçti. Kutlamalarda Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterle alandan geçişi nefes kesti. 11 Nisan 2009 Silvan’da Polislerden Ramazan Yardımı Diyarbakır’ın Silvan İlçe Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polislik Büro Amirliği, Ramazan dolayısıyla fakir vatandaşlara yönelik gıda yardımı yaptı. Silvan Emniyet Müdürlüğü Toplum Destekli Polislik Büro Amirliği Ramazan münasebetiyle başlatılan “Ramazan’da yanınızdayız” projesi kapsamında yardıma 354 muhtaç ailelere yardım paketi ulaştırmaya başladı. Polisler ailelere yardımları kapılarına kadar giderek teslim ederken her zaman yanlarında olduklarını dile getirdi. Emniyet Müdürlüğü ve Kaymakamlığın katkılarıyla hazırlanan yardım paketlerinin 150 aileye ulaştırıldığı bildirildi. Polisleri ellerindeki yardım paketleriyle karşılarında gören vatandaşların yüzü gülerken, aileler polis memurlarına teşekkür etti (52). Ergani Polisi’nden 80 Aileye Yardım (53) Diyarbakır’ın Ergani Emniyet Müdürlüğü, ilçe genelinde tek tek inceleme yaparak belirlediği 80 muhtaç aileye gıda paketi dağıtırken 30 çocuğa da giyim ve ayakkabı yardımı yaptı. Tespit edilen aileler için gideri Emniyet Müdürlüğü personeli tarafından karşılanan gıda paketleri, polisler tarafından gizlilik içinde dağıtıldı. Mercimek, pirinç, nohut, fasulye, çay ve yağ gibi ana ihtiyaçları içeren gıda ürünlerinden oluşan yardım paketleri, 80 aileye tek tek teslim edildi. Emniyet Teşkilatı’nın her zaman yoksulun ve muhtaç insanların yanında olduğunu ifade eden Emniyet Müdürü İsa Şen, “Emniyet Teşkilatı vatandaşların güvenliğini sağlarken aynı zamanda onların yardımına da koşmakta. Bu nedenle belirlenen yaklaşık 80 aileye gıda, 30 çocuğumuza ise giyim ve ayakkabı yardımı yaptık. Polis arkadaşlarımız insanlarımızı rencide etmeden ve gizlilik içinde muhtaç insanların ihtiyacını giderirken, aynı zamanda polis ile halkın iletişiminin daha da gelişmesini sağlıyor” dedi (53). Diyarbakır’lılar kendilerini seven şehit emniyet müdürünü unutmadı (6) 355 Şampiyon olunca da onu unutmadı Diyarbakır halkı vefalıdır. Daha önceleri şehit edilen emniyet müdürü Gaffar Okan’ı hiç unutmadı. Evlerinin penceresine onun bayrağını asmışlardır 101 tane “Ali Gaffar” Hendek’e gidiyor Hendek Belediyesi Gönül Yolculuğu projesi ve Şehit Ali Gaffar Okkan Bir Kardeşlik Hikâyesi projesi kapsamında, Diyarbakır’dan ‘Ali Gaffar’ isimli 101 çocuk, Şehit Emniyet Müdürü Ali Gaffar Okkan’ın ölüm yıl dönümünde Sakarya Hendek’te misafir edilecek. Proje kapsamında gerçekleştirilmiş olan Şehit Ali Gaffar Okkan Bir Kardeşlik Hikâyesi Sempozyum Kitabı’nın da tanıtılacağı programa, Diyarbakır’dan ismi Ali Gaffar olan 101 çocuk, 21 idareci ve 37 öğrenci velisi katılacak. 23 Ocak Pazar günü sabah saat 07.00’de Diyarbakır’dan uçakla İstanbul Atatürk Havalimanı’na gelecek olan 160 kişilik grup, Hendek Belediye Başkanı Ali İnci ve beraberindekilerle karşılandıktan sonra Türk Hava Yolları’nın misafiri olarak sabah kahvaltısını THY Genel Müdürlük binasında yapacak. 356 Eski Diyarbakır Valisi olan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’yu makamında ziyaret edecek olan Ali Gaffarlar, daha sonra Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, Minyatürk’ü gezecek ve Boğaz turu yapacak. Şehit Ali Gaffar Okkan’ın ölüm yıl dönümü olan 24 Ocak Pazartesi günü mezarı başında yapılacak olan anma programına katılacak Diyarbakırlı Ali Gaffarlar, Hendek gezisinin ardından, 25 Ocak Salı günü Ankara’da Anıtkabir’i, TBMM’yi ve Cumhurbaşkanlığı’nı ziyaret edecek. Diyarbakırlı heyet Esenboğa Havalimanı’ndan ‘Hendek’ isimli uçakla Diyarbakır’a dönecek (54). Polislerimiz Büyülediler Muhteşem Kutlamalar - Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü Diyarbakır’da törenlerle kutlandı. Olağanüstü güvenlik önlemlerinin alındığı tören renkli geçti. Kutlamalarda Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterle alandan geçişi nefes kesti. Yapılan konuşmaların ardından resmi geçit töreni yapılırken, motorize ekipler ve Özel Harekat Şubesi polislerinin helikopterli geçişleri izleyenleri büyüledi. .www. diyarinsesi.org Lice’de Polis Haftası Etkinlikleri Devam Ediyor - Diyarbakır’ın Lice İlçe Emniyet Müdürü Hüsnü Cengiz ve beraberindeki heyet Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 164. yıldönümü kutlama etkinlikleri vesilesiyle Kaymakam Ömer Kalaylı’yı makamında ziyaret etti. Ayrıca, Emniyet Müdürü Cengiz ve polis memurları 10 Nisan Polis Haftası etkinlikleri kapsamında ilçe merkezindeki okulları ziyaret ederek öğrencilere çeşitli hediyeler verdiler.www.diyarinsesi.org Polis okulunda Kürtçe parçalar eşliğinde eğlence. Diyarbakır’da SODES Spor Yarışmaları’nın Ali Gaffar Okkan Polis Meslek Yüksek Okulu’ndaki kapanış töreninde öğrenciler Kürtçe şarkılar eşliğinde eğlendi. Gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmak, spora alıştırmak ve sosyal dayanışmayı artırmak hedefleriyle Diyarbakır Ali Gaffar Okkan Polis Meslek Yüksek Okulu’nun düzenlediği Sosyal Destek (SODES) Projesi “Haydi Gençler Spora’’ etkinliği tamamlandı. Etkinliğin kapanış töreninde, mahalli sanatçı Ali Aktaş Kürtçe şarkı ve türküler seslendirdi. Söylenen hareketli şarkılara eşlik eden gençler ise polis okulu öğrencileri ile birlikte halay çekip oynadı (55). DİYARBAKIR’LILARIN İSLAM DÜNYASINA BAKIŞI Diyarbakır’lılar tüm ülkeyi sevmesini yanı sıra İslam alemine karşı büyük bir teveccüh içerisindedir. Onların acılarıyla acı duymakta,onlara eziyet edenleri kınamakta, zor durumda olan Müslüman kardeşlerinin yardımına koşmaktadırlar. Bu konu basının çalışmalarına göz attık. 357 1 ) Pakistan Depreminde Diyarbakır. Pakistan depremine Diyarbakır’dan UMKE ekibinde 1 doktor,2 hemşire yardıma gitti,orada 20 gün kalarak bölge halkına yardım etti (56). 2 ) Dicle Üniversitesi, Pakistan’ a yardım elini uzattı. Türkiye Halkbank Voleybol Bayanlar 1. Ligi’nde Diyarbakır Dicle Üniversitesi, kendi sahasında TED Kolejliler maçının tüm hasılatını Pakistanlı depremzelere bağışlıyor. 3 ) Siyonist Vahşete Lanet Yağıyor! İsrail’in Gazze’de yaptığı katliam Diyarbakır başta olmak üzere bölge illerinde düzenlenen gösterilerle protesto edilirken, İsrail’e ve vahşete sesiz kalanlara lanetler yağdırıldı (57). 4 ) Mitinge 50 Bin Kişi Katıldı Diyarbakır Gazze Girişimi Sekretaryası’nın öncülüğünde düzenlenen ve sivil toplum kuruluşlarının destek verdiği “İsrail’i telin” mitingine on binlerce kişi katıldı. (www.diyarinsesi. org). 5 ) Diyarbakır’dan Filistin’e Kampanya Diyarbakır’daki Sivil Toplum Kuruluşları (Stk), İsrail Saldırısı Altındaki Filistinliler İçin Yardım Kampanyası Başlattı. Diyarbakır Baro Başkanı Mehmet Emin Aktar, Herkesi Filistin’e Yardım Etmeye Çağırdı (58). 6 ) Diyarbakır’da İsrail’e lanet yağdı (59) İsrail’in Filistin’de Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları devam ederken Diyarbakır’da İsaril’e yönelik tepkiler büyüyerek artıyor. 358 7 ) Diyarbakır’da Filistin için 4 gün yas Anadolu Gençlik Derneği Diyarbakır Şubesi öncülüğünde yas ilan edildi. Bayındırlık civarında yeşil kart bürosu bitişiğindeki Hanililer Yasevi’nde 4 gün sürecek yasa Diyarbakırlılar akın ediyor. Yasevine gelen Diyarbakırlılar, İsrail saldırıları sonucunda vefat eden Gazzeliler için Fatih’a okudu ve dua etti (60). 8 ) Gazze’ye Yardım Kermesi Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir-Sen Diyarbakır Komisyonu’nca, Gazze’ye yardım kermesi düzenlendi (61). Şubesi Bayanlar 359 9 ) Filistin Sergisi Açıldı (62) Diyarbakır’da Umut Kapısı Derneği tarafından ‘Filistin’ sergisi açıldı. İsrail’in Filistin’de neden olduğu vahşetin fotoğraflarının yer aldığı sergi, 2 Şubat’a kadar açık kalacak. 10 ) Gazze için ölen iki Güneydoğulu (63) Mehmet Altan-Star. 11 ) Onbinler Uğurladı (64) Gazze şehidimiz Ali Haydar Bengi’yi son yolculuğuna onbinler uğurladı. İlahilerin okunduğu, tekbirlerin getirildiği cenazede, Siyonist İsraile lanetler yağdırıldı (64). 12 ) Bismil’den Filistin’e Yardım Edildi Diyarbakır a.a - Bismil ilçesinde Filistin’e yardım kampanyası kapsamında 31 bin 300 lira toplandığı bildirildi. 28 Ocak 2009 360 13 ) İsrail İlçemizde (Silvan) kınandı İsrail’in Gazze Şeridi’nde Filistinlilere yönelik düzenlediği hava saldırısı İlçemizde protesto edildi. İlçemiz Selahattini Eyubbi Cami’nde kılınan Cuma namazından sonra, İsrail’in düzenlediği hava saldırısında hayatını kaybeden Gazzeliler için gıyabi cenaze namazı kılındı (65). 14 ) Silvan’dan Filistin’e yardım yağdı Büyük bir soykırım ve insanlık dramının yaşandığı Gazze’ye Türkiye’nin her tarafından yardım yağarken Diyarbakır’ın Silvan ilçesinden de 20 ton tun gönderildi. (66). 361 15 ) Ergani’de israili kınama mitingi yapıldı Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde yapılan mitingde İsrail’in Gazze saldırısı kınandı (67). 16 ) Diyarbakır’da “Dünya Kudüs Günü” etkinliğinde vatandaşlar İsrail’e lanet getirdi (68). 17 ) Diyarbakır tüm İslam aleminin sorunlarına duyarlıdır 362 Yılbaşını misafirhane’de karşıladılar Kutsal topraklara hac görevini yerine getirmek için giden Dağıstanlı hacılar dönüşte Diyarbakır-Silvan karayolu üzerinde araçlarının bozulması üzerine Valilik tarafından misafirhaneye yerleştirildi. Aracın sürücüsü ve beraberindeki bir kişi ise dondurucu havaya rağmen yeni yıla araçlarının başında girdiler (69). 18 ) Diyarbakır’da Pakistan selzedeleri için yardım toplandı. ÜLKENİN BÖLGEYE BAKIŞI Türkiye tüm vatandaşlarıyla bir bütündür.Kaynağını tarihten alan bir kardeşlik ve yardımlaşma söz konudur. Batı’daki vatandaşlarımız, Doğu ve Güneydoğulu kardeşlerini sevmekte, sıkıntılı günlerinde yardımına koşmaktadır.Bunun için basından bu yaklaşımı izlemeye çalıştık. 1. Kimse Yok Mu Derneği’nin organize ettiği büyük yardımlaşma organizasyonuna batı illerinden katılan yüzlerce hayırsever işadamı Güneydoğu’daki yoksul ailelerle buluşuyor. Doğu’da 60 bin kurbanı yoksullara dağıtacak olan dernek, çalışmalarına bayram namazından sonra başladı. Diyarbakır Özel Nil İlköğretim Okulu’nda gruplar halinde kesim merkezlerine giden işadamı ve hayırseverler aldıkları etleri başta Bağlar semti olmak üzere yoksulların yaşadığı kenar mahallelerde dağıtıyor. 363 Batı illerinden gelen hayırseverlere Diyarbakırlı işadamları da eşlik ediyor. Bağlar’da yoksulları ziyaret ederek bayramlarını kutlayan Diyarbakır Girişimci İşadamları Derneği Aziz Nart ise batı illerinden yüzlerce işadamının bugün bölgede olmasının kendilerini etkilediğini dile getirdi. Diğer işadamlarının da bölgeye gelmesi gerektiğini anlatan Nart, “Bugün gelip gitmeler dostluğun, birlik ve beraberliğin gelişmesi demektir. Biz bayram gününü yoksul, evine bir kilo şeker bile alamayan kardeşlerimizle geçiriyoruz. Duygulu anlar yaşanıyor.” dedi (70). 2. Kimse Yok Mu derneği aracılığıyla Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde 600 aileye kurban eti dağıtıldı www.diyarinsesi.org 3. Okula Üşümeden Gidecekler Diyarbakır’ın Hani ilçesindeki 1000 öğrenciye, Demirören Şirketler Grubunca mont yardımı yapıldı (71). 4. İstanbul’dan Silvan’a eğitim yardımı. Diyarbakır’ın Silvan ilçesine İstanbul’dan gönderilen giyim ve kırtasiye yardımı, 6 köy okulu öğrencilerine dağıtıldı (72). 364 5. Köy okuluna kardeş okullardan kitap Afyon Dinar Yeniyol İlköğretim Okulu ile Kayseri Büyükşehir Belediyesi Eğitim Kültür Evi, Diyarbakır’ın Ergani ilçesine bağlı Kortaş İlköğretim Okulu’nu kardeş okul seçerek kitap yardımı yaptı. 01 Nisan 2010 6. Kulp'a Gönül Köprüsü! Bursa Ali Hadi Türkay İlköğretim Okulu velileri düzenledikleri kampanya ile Diyarbakır’ın Kulp ilçesindeki Akçasır İlköğretim Okulu öğrencilerine ihtiyaçlarını giderecek 90 kolilik paketle gönül köprüsü kurdu (73). 7. Kimse Yok Mu Derneği 250 selzede ailenin evini döşeyecek Dernek, tespit ettiği 300 aileye (2 bin 500 insan) yardım yapacak. Selden evleri yıkılan ve büyük zarar gören ailelere giyecek, temizlik malzemesi ve beyaz eşya yardımı yapılacak. (74). 365 8. Acıyı paylaştılar Diyarbakır’a yatırım sözü verdiler Diyarbakır Girişimci İşadamları Derneği’nin (DİGİAD) organizasyonuyla Diyarbakır’a dün gelen 800 işadamının ardından bugün de 400 işadamı geldi. DİGİAD Başkanı Aziz Nart’ın Diyarbakır Askeri Havaalanı’nda karşıladığı işadamı grubu, Diyarbakırlıların acılarını paylaştı (75). 9. TÜSİAD: Diyarbakırlıyı yalnız bırakmayacağız. Diyarbakır’da yılın ilk yönetim kurulu toplantısını yapan TÜSİAD, bölge halkına “yalnız değilsiniz” mesajı verdi. TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, “Birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularını bir kez daha söylemeye geldik” derken, “Buradaki vatandaşlarımızı ve iş dünyası mensuplarını hiçbir zaman yalnız bırakmayacağız” diye konuştu (76). 10. Gönül Meyvesi Doğu ve Güneydoğu’ya yatırım için seferber olan TUSKON, sonuç almaya başladı. ‘Kardeşlik köprüsü’nün meyvesi olan ilk fabrika dün Diyarbakır’da açıldı. İlk etapta 75 kişiyi istihdam eden tesis, üç yıl içinde 300 kişiye ekmek kapısı olacak. düzenlediği Güneydoğu gezisine katılarak yatırım sözü veren işadamı Necdet Tuğrul, Diyarbakır’da terlik fabrikası kurdu. İlk etapta 75 kişiye iş imkanı sağlayan tesis, 4 milyon yeni liraya mal oldu. TUSKON’un geçen yıl Kurban Bayramı’nda yoksul ailelere kurban eti dağıtmasıyla başlayan ‘Kardeşlik Köprüsü’, iş görüşmeleri olarak devam etmişti. Görüşmeler sonrası Necdet ve Ümit Tuğrul kardeşler, İstanbul’daki yatırımlarının bir kısmını Diyarbakır’a kaydırmaya karar vermişti Dsöz. 366 11. Adana’dan Silvan’a Kardeşlik Köprüsü Kuruldu Adana’dan gönüllü gelen işadamları, İlçemize 3 ton gıda yardımında bulundu. İlçemize gönüllü gelen Adanalı işadamları, Eğitim ve Halkla İlişkileri Geliştirme Derneği (EHİDER) ile işbirliği yaparak yardıma muhtaç yaklaşık 200 aileye gıda yardımında bulundu (77). 12. Akut’tan Silvanlı Öğrencilere Kitap Yardımı Arama Kurtarma Derneği’nin (AKUT) “Anadolu Elele” kampanyası çerçevesinde Diyarbakır’ın Silvan ilçesindeki öğrencilere bin adet hikaye kitabı gönderildi (77). 13. İstanbul’dan Ergani’ye Gönül Köprüsü Kuruldu İstanbul’da yaşayan birkaç hayırsever işadamı, aralarında topladıkları giyim malzemelerinden oluşan yardımları Diyarbakır’ın Ergani ilçesine gönderdiler. Yaklaşık 300 adet giyim malzemesi ilçe esnafı Emin Sarı tarafından yoksul vatandaşlara dağıtıldı. 14. Diyarbakır’da 22 kamyon eşya dağıtıldı Diyarbakır’da şubesi bulunmayan Uluslararası Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (İSRA) Diyarbakır’da bir düğün salonunda düzenlenen ve Diyarbakır valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun da katıldığı resmi nikah töreninde şanslı çiftlere beyaz eşya dağıtıldı (78). 15. Kocaeli’nden Yardım Eli Diyarbakır’a Kocaeli’nde yaşayan bir grup hayırsever, Diyarbakır’daki yoksul vatandaşlara yardım elini uzattı. Kocaelili hayırseverler, Kimse Yok mu Derneği aracılığıyla Diyarbakır’da maddi durumu iyi olmayan vatandaşlara gıda, giyecek ve nakdi yardımda bulundu. Diyarbakır’daki yardıma muhtaç aileleri ziyaret eden hayırseverler, onların durumlarını görme imkânı buldu. Kimse Yok mu Derneği Kocaeli Şubesi Başkanı Şengül Yentürk, amaçlarının Diyarbakırlılarla kaynaşmak ve arada gönül köprüsü oluşturmak olduğunu belirtti (79). 367 16. Diyarbakır’a istanbul’dan kırtasiye yardımı (80). Diyarbakır’ın Çüngüş ilçesine bağlı Atalar Köyü İlköğretim Okulu ile İstanbul Ataşehir Özel Adıgüzel İlköğretim Okulu 2008-2009 eğitim-öğretim yılı içerisinde başlatılan “Kardeş Okul Uygulaması” çerçevesinde kardeş okullar olarak seçildi. 17. Diyar’a araba bağışı Turkcell Süper ligi takımlarından Diyarbakırspor’a Karadenizli iş adamından 1999 model otobüs hediye edilmesi kentte ve Yeşil- kırmızılı yönetimde sevinç ile karşılandı. 18. İTÜ’den Kulp’a Kütüphane İstanbul Teknik Üniversitesinin (İTÜ) farklı fakültelerinde okuyan 10 öğrenci, Diyarbakır’ın Kulp ilçesi Kayahan köyüne kütüphane yaptırdı (82). 19. Balıkesir Genç Sanayici ve İşadamları Derneği (GESİAD) üyesi 15 işadamı ile Kimse Yok mu Derneği gönüllüleri, Diyarbakır’da ihtiyaç sahibi Diyarbakır’da 5 bin yoksula Ramazanda gıda, giyim ve eşya yardımında bulundu (83). 368 20. Ülkemiz tüm Kürt vatandaşlarına karşı insanlık görevini yapmıştır. Ülkemiz tüm Kürt vatandaşlarına karşı insanlık görevini yapmıştır. 1990 yılında Saddam’ın zulmünden kaçan peşmergelere Diyarbakır’da da sahip çıkılmıştır. Peşmergeler 450 evlerde misafir edilmişlerdi. 1990 yılında Saddam’ın zulmünden kaçan peşmergelere Diyarbakır’da da sahip çıkılmıştır. Örnek bir ev sahipliği yapılmıştır. Örneğin bir memur Sağlık ocağı- Devlet hastanesi- zinciriyle Üniversite hastanesi gelirken, peşmergeler doğrudan Üniversite hastanesine geliyorlardı. Benzer durum 1930’da da oldu.Barzanilerle,Irak ve İngilizler arasında çatışmalar başladı. Barzaniler, savaş malzemeleri olmadığı için Türkiye’ye çekildiler. Ama sonradan Irak ordusu ve İngilizler, Barzaniler için genel af çıkardılar. Türkler de Barzanilerin Irak’a dönmelerini kabul ettiler (15). ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜNDE DİYARBAKIR Kurtuluş savaşında Diyarbakır Diyarbakır Kurtuluş savaşına katkının başlangıcında Sivas kongresinde kendini gösterir. 369 Sivas kongresine katılımıyla ilgili olarak İhsan Hamdi bey şunları nakleder’… Mustafa Kemal paşa beni çok iyi karşıladı ve Heyet-i Temsiliye çalışmalarına kattı.M.Kemal Paşa beni Diyarbakır ve havalisinin temsilcisi olarak Heyet-i Temsiliye almıştı. İstanbul’a da böyle takdim etti. Sivasta birkaç gün kaldıktan sonra Diyarbakır’a döndüm. Yolda Ergani mutasarrıflığına uğradım ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk cemiyetinin şubesini kurdum (16). 11. Şubat 1920’de Ergani Müdafaai Hukuk cemiyetince işgalcilere karşı bir protesto telgrafı çekilmiştir (17). 27 Kasım 1919 tarihli Albayrak gazetesinde ‘Diyarbakır vilayetinde kamilen silahlı aşiretler arasında büyük bir heyecan ve galeyan meydana geldiği ve şayet Fransızlar Diyarbakır hududuna girecek olurlarsa silahla mukabelede bulunacakları bildirilmektedir (18). Meclis Diyarbakırlıların fedakarlıklarına hayran kalmış,onların sadece İstiklal madalyası ile ödüllendirilmesini eksik görmüştür.Meclis tutanaklarına bakalım: 1923-1926’da çıkarılan kanunlardan c.2. ve .s81’e göz atalım: ‘Diyarbekir mebusu Zülfü beyin hamil olduğu İstiklal madalyası şeridinin kırmızı yeşle tebdili hakkında’ (19). Diyarbakırlının Cesareti “Zemini kayalıktır, iklimi serttir İnsanları cesurdur, merttir, erkektir.” Cesaret mert insanların, korkaklık ise hain kişilerin kârıdır. Cesur kişi, tanıdığı veya tanımadığı kimselerin haklı davaları için mücadeleden kaçmayandır. Bütün kahramanlar cesurlardan çıkmıştır. Bunlardan biri de Diyarbakır’ın cesur evladı Süleyman Nazif’tir. “Karagün” başlıklı yazısıyla 1918 de işgal altındaki İstanbul ufuklarını çınlatan ve işgal kuvvetlerinin kumandanlarını çileden çıkaran Süleyman Nazif, kurşuna dizilmek üzere aranırken, bastonunu sallayarak pervasızca işgal kuvvetlerinin kumandanına gidip “Beni arıyormuşsunuz işte karşınızdayım!” diyebilmiştir. Bu medeni cesareti gösteren Diyarbakır’ın mert evladı Süleyman Nazif, doğduğu memleketin hüviyetini dünyaya ilan ederek, Mustafa Kemal’in de takdirlerine mazhar olmuştur. “Konuşan cesaret” diye adlandırılan, sözünü kimselerden esirgemiyen, sevilmeye layık olmayanları eline, diline ve kalemine doladı mı yerden yere vuran, sevilmeye layık olanları ise azizlerin azizi kılan Süleyman Nazif: (84) Diyarbakırlı’nın Vatan Sevgisi 1900 yılında dünyaya gelen Mülkiye Mektebi mezunu Diyarbakırlı “Şair ve Devlet adamı” Cemal YEŞİL’in bestelenerek MÜLKİYE MARŞI olarak da ünlenen 370 şiiri Diyarbakır insanının kalbindeki vatan sevgisinin mısralara yansımış en güzel ifadesidir: Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz, Ey Vatan! Gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz, Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz, Ey Vatan! Gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz. Kurtuluş savaşında Güneydoğulu şehit sayısı (20). Siirt: 153 Ş. Urfa: 710 Şırnak: 8 D. Bakır: 497 Mardin: 182 Adıyaman: 193 Kürtlerin ülke bütünlüğüne bağlı olduğunu gösteren belgeler Belge- 1 Belge- 2 Belge- 1: kürt milletinin asırlardan beri osmanlı saltanatı ve hilafetine bağlı olarak yaşadığı ve ayrılmayı hiç düşünmedikleri gibi bu hareketleri onaylamadıklarına dair diyarbakır’da belediye başkanlığı, ulema, eşraf ve ahali tarafından çekilen telgraf. 13 aralık. 1919 (13). Belge- 2: Bölge batıda olan acılara hemen reaksiyon göstermiştir Ergani Maden halkı tarafından, Fransızların kışkırtmasıyla Maraş’ta meydana gelen Ermeni olaylarını protesto için başta Fransız olmak üzere bütün Avrupa toplumlarına gönderilen telgraf. 9 Şubat 19202. uluslarası Diyarbakır sempozyumu. Osmanlı belgelerinde Diyarbakır). Belge- 3: 14 Mayıs 1919’da İzmir ve havalisi Yunan ilhak ediliyor. Bunun üzerine Diyarbakır’da 22 Mayıs 1919’da belediye salonunda toplantı yapıldı,İzmirin işgalini protesto için miting ve çekilecek telgraflar konuşuldu Belediye önünde miting yapıldı (13). 371 Eski belediye binası • Riyasete sunulan 3 Teşrinisani (Kasım) 1338 tarihli önerge. • Türk, Kürt bir kütlei vahidedir. Kürtler hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılmaz. • Diyarbekir mebusu Hakkı. • İsmet İnönü: ’Aynı amaçla aynı dileğe ulaşma yolunda Kürtler gerek dünya savaşında gerekse ulusal kurtuluş savaşında büyük bir sadakatle savaşmışlardır’’ (51). İkinci İnönü savaşında kürt süvarilerin cesur ve fedakar hamleleri o günkü Vahdet gazetesinde yazılıdır. (21). Vahdet gazetesi’Cephedeki Kürt aşiret süvarileri düşmana soluk aldırmıyor 09 Eylül 1922... “Türk Ordusu” Izmir’de... Pasaporttaki binadan Yunan bayrağı indirildi, Türk bayrağı asıldı.Asan kişi de Ergani’li Reşo çavuş. İZMİR’de 9 Eylül 1922’deki Büyük Taaruz sırasında Yunan Bayrağını indirip Türk Bayrağı’nı göndere çeken Diyarbakırlı Süvari Çavuş Kürt Reşo’nun İstiklal Madalyası, 40 yıl sonra Ergani İlçesi’nde yaşayan oğlu Zülküf Nazlı’ya verildi. 372 İstiklal Madalyası sahibi ‘Kürt Reşo‘ lakaplı Süvari Çavuş Mehmet Reşat Nazlı, (Kalpaklı). Mustafa kemal’in Anadolu’ya geçmesini sağlayan Diyarbakır’lı Kazım İnançtır.Kendisi de müteakiben 7. kolordunun başına geçmiştir. Genelkurmay belgesi Mustafa Kemal Paşa’nın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Tayininde Osmanlı Genelkurmayının Rolü. Doç. Dr. Salim Koca* Yrd. Doç. Dr. E. SEMİH YALÇIN • Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye İkinci Reisi Diyarbekirli Kâzım (İnanç) Paşa gibi büyük devlet erkânı, • Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişlik görevi ile ilgili işlemlerini görülmemiş bir sürat ve çabuklukla. • tamamlamışlar ve Paşa’yı 15 gün içinde Samsun’a uğurlamışlardır. Eğer adlarını zikrettiğimiz. 373 • büyük devlet erkânından biri veya birkaçı Paşa’ya karşı menfi bir tavır alsaydı veya en azından. • bu işe ilgisiz kalsaydı, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesi tehlikeye düşebilirdi. • Çünkü zaman aleyhimize işliyordu. 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’e çıkmışlardı. • İşgal sınırlarını nerelere kadar genişletecekleri insaflarına kalmıştı. Kolordu Komutanı Şanar Yurdatapan’ın babası Danyal Yurdatapan. Ben bir Kürt dostuyum. Neden diyeceksin. Sakarya Savaşında ben süvari üsteğmeniydim. Seyisim de Kürt’tü. Savaşta yaralandım. Seyisim seyyar hastaneye kadar beni sırtında taşıdı. Hastane kapısında kanlar içinde yıkıldı. Meğer o da yaralıymış. Kimse Kürtlere olan sevgimi, saygımı benden alamaz. Kürtleri ancak savaşta tanıyabildim.” Bölge halkı savaşta Mustafa Kemal’in başdestekçisiydi. Mustafa Kemal’in başta Budak’lar olmak üzere bölge halkına çektiği telgraflar. Mustafa Kemal’in bölge esrafina çektigi telgraflar Bölge halki Mustafa Kemal’in en büyük destekçisiydi Kocatepe’de Atatürk yaralanınca onun düşman eline düşmesini önleyen Çermik ilçesi Artuk köyünden Abbas oğlu Zülfikar Ersöz isimli bir erdir Yrd. Doç. Dr. M. Salih Erpolat Abbas isimli erin torunlarıyla görüşmüş, madalyasını görmüştür. Abbas oğlu Zülfikar ismi Mustafa Kemal’in not defterinde bulununca Kenan Evren aileyi bulduruyor, maaşa bağlıyor ve istiklal madalyası veriyor. Ödül olarak da Çermik ilçesinde ilk olarak Artuk köyüne elektrik veriliyor. İzmir’in kurtuluşunda Diyarbakır. Diyarbakır’da çıkan Küçük Mecmua sayı 15,11 Eylül 1922 ‘deki sayıdan özetle:‘Bu zafer Diyarbakır’dada büyük şenlik ve törenle kutlandı.Ordumuzun sevgili İzmir’imize girdiği, sabah erkenden toplarla ilan edildi. Şehir şevkten,sevinçten derhal harekete geçti Minarelerden tekbir nidaları, salavat-ı şerife sesleri gök kubbesine 374 doğru yükselmeye başladı.Caddelerde bütün dükkanlar,resmi daireler,hususi evler milli bayraklarla, şarkın güzel halılarıyla, gelin odaları gibi donatılmıştı yaparız’ (22) Bir Diyarbakırlı gazi örneği: Mehmet Oğuz (Başo Mehemet)* 1899-1986 Alman generallerin Osmanlı ordusu başında olduğu o dönemde bir Alman generalinden eğitim aldıktan sonra Çanakkale’ye gönderildi. İstiklal Harbine katılmak için cepheye gitti. Sakarya ve Afyon’da savaştı. Afyon’da bir bacağını delip geçen bir kurşun yarasıyla “Gazi” unvanını ve İstiklal Savaşı Gazisi madalyası aldı. Kıbrıs’ta Diyarbakır’lılar. Kıbrıs harekatı sırasında4 Ocak 1964’de saat 14.30’da. Diyarbakır Belediye meydanında çok muhteşem. Kıbrıs Mitingi yapılmıştır Diyarbakırlılar Kıbrıs anısına caddelerine. Kıbrıs ismi koymuştur. Kıbrıs savaşı sırasında Türkiye’de askerlik şubesi önünde sıraya giren en çok gönüllü sayısı Diyarbakır’dandı. Kıbrıs gazilerine örnekler 375 Kıbrıs sevgisi Rus savaşlarında Diyarbakır 93 harbi lojistiğinde Diyarbakır Diyarbekir. cihetlerinden zahire temin ve sevki lazım gelecektir 2 Teşrinisani sene 93 (14 Kasım 1877) Gazi Ahmed Muhtar Seraskerlik makamına cevap: Yüz altmış bin kürk, çizmeler, çoraplar 2 Ağustos 93 tarhli ve şifreli telgrafhane-i hidivleri alındı Koyun derisinden altmış bin kürk ile belde adeti üzere yine bu miktar çizme veya postal ve yüzaltmış bin çorabın lüzümu. …Diyarbekir livasına yazıldı. vilayetleriyle Harput 93 harbinde Diyarbekir askeri Bazı düşman süvarilerinin Bardiz yolunda gezinmekte oldukları haberi geldi. ...Diyarıbekir vilayetleri gibi civar vilayetleri gibi civar vilayetlerden ve Adana’dan muavine asker ve süvarileri ve bu vilayetlerin süvari zaptiyelerinin toplanarak peyderpey gönderilmekte olduğu öğrenildi (43). Tümgeneral Hans Guhr. Türklerle Omuz omuza: Rus savaşında Diyarbakır lojistiği: 70. piyade alay komutanı Yarbay Hamdi bey Diyarbakır tarafına gitti.Diyarbakır pirinç,un, buğday ve kuru üzüm yardımında bulundu. 376 Kulp’taki Rus’a karşı müdafaa Rusların Diyarbakırı ele geçirmek için üç yol seçeneği vardı a) Bitlis yolu b) Bingöl yolu c) Kulp yolu En önemlisi Kulp yolu idi.Buradan geçilirse Diyarbakır ele geçmiş demekti.Bu açıdan Ahmet İzzet paşa ve M.Kemal düşmanı kulp boğazına çekmeyi planladı. 8. Fırkamız hazırlanmıştı. 14 yaşından büyüklerin çatışmaya alındığı 7 aşiret Konuklu Şeyh Muhammed Emin komutanlığında savaşa katıldı Boğazın iki yakasına siperler kazıldı. Kulp Ruslar Pomak mevkiine gelince ateş başladı. Ruslar büyük zayiat vererek çekildi. 16.000 esir alındı. Kulpta 6500 şehit verdik. Bu noktada buraya bir anıt çok yakışır. M. Kemal üç yerde çadır kurdu: Kulp, Şenyayla ve M. Kemal çeşmesi denen mevkide. M. Kemal paşa ordusunun ikmalini yapmak üzere Kulp- Şenyayla yolunu yaptırdı. 3 ayda Kulp ve köylülerin yardımıyla yol bitti. Erzurumda Ruslara karşı kazanılan zaferle Aziziye tabyasında şehitlerimize gösterilen anıt ve saygıyı Kulp’ta da bekliyoruz. Rus savaşlarında Kulp bilinmez.Erzurum Aziziye hafızalardadır. Aziziyede Nene hatunlu Erzurumlu karşısında Moskof ordusu, baltalı- tırpanlı, taşlı- sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi (23) (24).Ruslarla başka cephelerde de savaşıldı. Kulp şehitliği 377 Ocak 1915 Newyork Times Kafkaslarda Ruslara karşı savaşan Türk ordusu içinde Kürt süvariler (42). Hazro’lu Kürtler-1890 (107). 378 1827- Diyarbakır yakınlarında Dicle nehrini geçen süvariler (107) Nizip savaşında Mısır Valisi İbrahim Paşa’ya karşı Diyarbakır’dan gelen savaşçılar- 1835 yılı (107). 379 1877 Kırım Savaşına Katılan Bir Kürt Yardımcı (107) M. Kemal ve Hazro: 16. Kolordu komutanı olarak Silvanda görev yapan M.Kemal askerin iaşesini düşünüyordu. Paşa birgün Hazroda Mehmet Budak’a karargah subayları ile misafir olur. Öğle yemeği çok mükemmeldi. Ancak paşa asker açken sofraya oturamam dedi. Mehmet Budak bey sofraya oturun,askerin 1 aylık ekmek ihtiyacı benden dedi. Mehmet Budak bey 240 ton buğday, Hatip bey 120 ton buğday ve halk da 150 ton buğday hibe etti. 1936 yılında tüm Diyarbekir buğday mahsülünün 7235 ton olduğunu hatırlarsak bu verilen buğday miktarının çok önemli olduğu görülür. Hazro (22) (23) (24) Atatürk’ü Diyarbakırlılar korumuş Hazro Zirkan aşiret lideri Mehmet Nuri Efendi’nin yaşayan oğlu Avni Budak (88) milli mücadelenin temelinin Diyarbakır’da atıldığını söyledi. Atatürk’ün bir keresinde babasına şu talepte bulunduğunu söyledi: “Mehmet Nuri Beyefendi; memleketimizin dört bir yanı yabancı devletler tarafından işgal edilmiştir, önce onlarla cihada kalkışacak sonra inkılap yapacağım, şayet muvaffak olamazsam beni bu Hazro dağlarında muhafaza edeceğinizi namus 380 sözü verir misiniz” demesi üzerine babam Mehmet Nuri Bey ise “Paşam Zirkan aşiretinin son ferdi şehit oluncaya kadar seni koruyacağız. Ankara’nın başkent oluş kanunu ve Diyarbakır milletvekili önergesi Devletin idare merkezinin yeni bir şekilde tesis ve gelişmesine bir an önce başlamak iç ve dış tereddütlere son vermek için alttaki kanun maddesinin kabulünü arz ve teklif ederiz. Kanun maddesi: Türkiye Devleti’nin idare merkezi Ankara şehridir. 9 Ekim 1923 Malatya: İsmet İnönü Çorum: Ferit Törümküney Diyarbakır: Zülfü Tiğrel Ertuğrul (Bilecik): Dr. Fikret Onuralp Kütahya: Seyfi Aydın Malatya: Hilmi Oytaç Kastamonu: M. Mahir Erzurum: Rüştü Erzincan: Sabit Sivas: Rahmi Bursa: Necati Kurtuluş Bursa: Refet (Canıtez) Konya: Kazım Hüsnü Bey İstanbul: Ali Rıza Bebe 381 Yemen’de Diyarbakırlılar Yanda Yemende bir Diyarbakırlı yüzbaşı…. Arabistan bölgesinde Diyarbakır askerleri hizmet vermiştir. 2 Aralık 1847 tarihli, 352 no’lu Diyarbakır Şeriyyesicili’ne göre Diyarbekir eyaletinden Arabistan Orduyu humayununa 2196 nefer gönderilmesiile ilgili sened mevcuttur. 29 Ocak 1842 tarihli belgede Arabistan ordusu müşiri Mehmed Mahmud’dan gelen mektup’Arabistan ordusunun Haleb mevkiinde olan 3. alay2. tabur 4. bölüğü neferatından Diyarbekir’de Molla Bahaeddin mahallesi sakinlerinden Ali b.Hıdır’ın 21 Mayıs1845’te vefat ettiği. Yemen cephesinde Diyarbakır- Erganilileri görüyoruz Beşiktaşlı Serbest Ali (Yerlikaya) ve Hüseyin yerlikaya Yemende uzun yıllar savaşmışlardır. Hamit Çavuş (Eski belediye başkanı Cemal Gülbahar’ın babası) yedi yıl Yemende savaşıp dönebilenlerdendir. Yemende Diyarbakırlı yüzbaşı Bağdat çöllerinde şehit Cemilpaşazade Şemseddin Alparslan ve Diyarbakır Malazgirtte Diyarbakırlılar Bu konu çok tartışılan ve polemik olan bir konudur.Ben sadece literatürü sunup değerlendirmeyi okuyucuya bırakıyorum. Genel olarak Bizans ordusu 100.000,Alpaslanın ordusu 4000, Diyarbakır (Mervani ) ordusu ise 10.000-14.000-26.000-27.000 şeklinde geçer. Mısırlı tarihçi Rüvadari’nin ‘ed-Dürretül-Mudiyye fi Ahbari’d Devleti Fatimiye adlı kitabında 1071’de Selçuklu Alparslana .10.000 kürt savaşçı katılmıştır demektedir. 382 Malazgirte Mervanoğulları emirliğinden (Diyarbakır’dan) 10.000 gönüllü asker katılmıştır (85). -Alparslan’ın ordusunda Kürtler mi vardı? Kürtler Selçuklulara yardım olsun diye 14 bin askeri Türk ordusuna veriyorlar. Bunlar birlikte savaşıp Malazgirt’te kazanıyorlar. Anadolu’nun kapılarını Kürtler ve Türkler birlikte açıyor. Bu, İbnu’l Ezrak’ın Mervani Kürtleri Tarihi’nde yazılıdır. Merak edenler gidip bunu okusun. Orijinali Londra Müzesi’ndedir. Bu tarihte Kürtlerin geleceği ve geçmişi var. O dönemde 14 bin asker çok büyük bir rakam demektir. Ordunun neredeyse yarısına tekabül etmektedir. Alparslanın ise 100.000 kişilik Bizans ordusuna karşılık yanında 4000. asker kalmıştı (86) (87). Bir kaynakta Bizans ordusu 200.000, Alpaslan’ın techizatlı ordusu 10.000 olarak geçer (88). Prof. Dr. Faruk Sümer ve Prof. Dr. Ali Sevim Alpaslan’ın 4000 askeri olduğunu ifade eder (89). Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağda Diyarbekir isimli doktora tezinde Alpaslan’ın askerini 4000, Diyarbakır’li Mervanoğullarının 10.000 kişi olduğunu belirtir (90). Malazgirt savaşı ile ilgili olarak Fransız Bilimler Akademisi üyesi Rene Grousset. Ermenilerin tarihi isimli eserinde Sultan Alparslan,Arap Mirdasi ailesinin elinden Halep’i almak için Suriye’de savaştığı sırada Bizanslıların rmenistan’a geldiğini öğrendi. Yanında pek az birlik kalmıştı.. Toplayabildiği kadar adamla (14.000 Türk ve Kürt) basileusla karşılaşmak üzere derhal yola çıktı’ der. (91). Fransız yazar burada Türk ve Kürt askerlerinin yekününü 14.000 olarak verir Diğer litarürlere baktığımızda bu 14.000 rakamının 4.000’inin Alpaslan’ın has ordusu, 10.000’inin Diyarbakırlılardan olduğunu öğreniyoruz. Dengeleri değiştiren Diyarbakırlılardır. 40.000 kişilik gücü aşınca Bizans yanındaki Oğuzlar Alpaslanın yanına geçmştir. İran savaşladında bölge insanını ön cephede görüyoruz:Mc Dowall,1630’ların ortalarında İran’a yapılan bir Osmanlı seferinde Hakkari ve Mahmudi Kürtlerinin ana ordunun önünde yer aldığını,Bitlis’den gelen piyadelerin ise arka birlikleri oluşturduğunu belirtiyor’ (92). Malazgirt savaşından önce de Diyarbakırlılar malazgirtte Selçuklulara yardım etmiştir. Mervanoğullarından Nasruddevle 1055’de Tuğrul bey Rumlar elindeki Malazgirt’i kuşattığı sırada Selçuklu ordusuna yardım etmişti. (93). 1071’de ise 4000 kişilik Alpaslan ordusuna 10.000 mervanoğlu yardım etti. 383 Malazgirt savaş net bilançosunu şöyle özetliyelim.Bizans ordusu en az olarak 100.000, Alpaslan’ın has ordusu 4000 (dört bin), genel literatür olarak Diyarbakırlılar 10.000-14.000 ’dir. Ancak bu iki ordu toplamı da büyük rakama ulaşmıyor. Tori Diyarbakır’lıların 27.000 olduğunu yazmaktadır (94). Malazgirt’te, 100.000 kişilik Bizans Ordusunun karşına çıkan Alpaslan’ın Ordusu, başlangıçta 4.000 kişi idi. Orduya daha sonra katılan askerlerin 26.000’ni, Molla Ali Yahya Manzuri komutasında Diyarbakır ve civarından katılmıştı (95). 27.000 Diyarbakırlı rakamı daha mantıklı geliyor. Buna Alpaslanın dört bin kişilik ordusunu ilave ettiğinizde 31.000 kişi eder. 1070 yılında Alpaslan Diyarbakır›a gelir,surlardan etkilenir, elini dağkapı burcuna sürerek göğsüne sürer. Diyarbakır›da Halep›in fethi için 100.000 altın yardımında bulunur. Alpaslanın sıvazladığı, hayran kaldığı Dağkapı burcu. Çaldıran savaşı ve Diyarbakır Safevi ordusu daha ziyade hareketli süvari birliklerinden oluşuyordu. Osmanlı ordusu ise ağır toplar taşıyan piyadenin ağırlıkta olduğu bir orduydu. Onların taşıdığı yük ister istemez onların hareket kabiliyetini azaltıyordu. Zorlu bir yolculuktan sonra nihayet iki ordu Çaldıran’da23 Ağustos 1514 tarihinde karşı karşıya geldi. Kürtler de bu savaşta süvari birlikleriyle yer almışlardı.Kürt ordusunun başında İdrisi Bitlisi, Eğilde Lala Kasım, Palu’dan Cemşit bey, Silvan’daki Ahmet bey, Sasondan Muhammet bey olmak üzere bir çok aşiret ileri geleni katılmıştı.Kürtlerden oluşan bu ordu Osmanlı ordusunun en 384 sağında bulunan Anadolu sipahilerinin sağında yer alıyordu.Anadolu sipahilerinin başında Anadolu beylerbeyi Sinan paşa vardı. Ordunun son sol ucunda Rumeli sipahilerinin başında Rumeli beylerbeyi Hasan paşa vardı. Ortada ise Yeniçeriler, önlerinde onları koruyan orbalar ve develer vardı. Yavuz ise yeniçerilerin arkasında yerini almış bulunuyordu. Şah İsmail ordusunun Yavuz’un ordusundan aşağı bir tarafı yoktu. Atlı olarak hemen hemen aynı seviyedeydiler. İlk önce Şah İsmailin atlıları sol kolda bulunan Rumeli Sipahilerine saldırdı. Safevi ordusu, Osmanlı ordusunun Rumeli sipahilerini dağıttı. Başlarında bulunan Rumeli beylerbeyi Hasan paşa öldürüldü. Osmanlı ordusunun en sağında bulunan Kürt süvarileri ise, çok hareketli ve kıvrak oldukları için, ani bir hücumla İran ordusunun tam ortasına saldırıp İran ordusunu yardı. Bu beklenmedik durum İran ordusunda panik yaptı ve bundan faydalanan sağ koldaki Anadolu sipahileri de geri çekilmeden sonra İran ordusuna karşı saldırıya geçti. Çok yoğun çatışmalar oldu. Ortada yeniçerilerin ilerlemesiyle İran ordusu iyice panikledi.Şah İsmail tahtını savaş alanında bırakıp kaçtı. Böylece savaşta kahramanca savaşan Kürtlerin yanında Osmanlı ordusu savaşı kazanmış oldu. Çaldıran’da Yavuz’un yanında 16 kürt beyi yer almıştır (27) (28). Diyarbakırlı Kore şehitleri (29) En son birliği Şehit olduğu tarih Evli,iki çocuk babası Kore tugayı 18 Mayıs 1951 1929 Evli 1.Kore tugayı 30 Ocak 1951 Lice 1928 Evli,bir çocuk babası 1.Kore tugayı 11.Mart 1951 Mehmet Çermik 1929 Bekar 1.Kore tugayı Er Hasan Çermik 1928 Bekar 1.Kore tugayı Kemal Karacadağ Er Kasım Diyarbakır 1928 Evli,iki çocuk babası 1.Kore tugayı Selahattin Burçoğlu Abdüllatif Çelik Mehmet Sabri Olcay Topçu onbaşı Piyade er Topçu er Abdülkerim Diyarbakır 1930 Bekar 2.Kore tugayı İsmail Bismil 1924 Bekar 2.Kore tugayı Haydar Kulp 1930 Evli 2.Kore tugayı Adı soyadı Sınıfı ve Baba adı rütbesi Memleketi Doğum Medeni tarihi durumu Miktat Uluünlü Piyade binbaşı İbrahim Diyarbakır 1909 Cevat Alan Er Hasan Çermik Mehmet Er Resul Erdaş Er M.Ali Gündüzeli Cuma Güzel 31 ocak 1951 29 Kasım 1950 20 Mayıs 1951 19 kasım 1951 16 Kasım 1951 22 mayıs 1952 385 Kore Devlet başkanı Diyarbakırlı Kore gazilerine teşekkür belgesi göndermiştir. Örnek verelim: Kore devlet başkanının Diyarbakırlı Şehmus Erdem’e yazdığı mektup yukarıdaki bilgileri teyidetmektedir. Diyarbakır’lı Kore gazilerine örnekler Bir Diyarbakır’lı Kore şehidinin türküsü . Trene bindim tren sallandı . Kore’ye gittim duramadı . Nişanlım güzeldir, kardeşim alsın . Kardeşim almasa, eyilere kalsın . Babamın oğlu var beni neylesin . Trene bindim koptu kıyamet . Askere gittim başım selamet . Benim Hacece anam kime emanet 386 (Kore Türküsü) Haçlı savaşları ve Diyarbakır 1098’de Haçlılara karşı yapılan büyük savaşta Sultan Kerbuka’nın maiyetinde Diyarbakır emirleri de katıldı. Ayrıca 1118’de Mardin emiri Artukoğlu İlgazi ve yeğeni Belek emrinde Diyarbakır emirler Haçlı seferlerine katıldı. 1187’de Diyarbekir, El- Cezire, Musul, Şam tabileri Kudüs’ün fethi için Selahattinin emrine asker gönderdi (25). Hıttin zaferi kazanıldı (30) (31) (32). Çanakkale şehitleri Mehmet bahadır ve Salih Güven’in kitaplarından Diyarbakırlı Çanakkale ve Sarıkamış şehitlerine birkaç örnek verelim. Çanakkalede Diyarbakılıların mezarları Çanakkale şehidi Cemiloğlu ailesi 387 Cemilpasa konagi ve Çanakkale sehidi Cemiloglu Besim bey Atatürk’ün yaveri , sonra karargah kumandan yrd.E Cemil pasa Kemal Bey-Semseddin bey -Mehmet Naim Efendi Çanakkale sehidi Cemilpasazade Naim BeyKadri Cemilpasa (1.Dünya savasi sirasinda) Çanakkale’de başkomutan yardımcısı.Diyarbakır’lı Kazım İnanç Paşa (33) 388 Hans Kannengıesser Çanakkaledeki Türk gruplarını şöyle şemalaştırıyordu. • Merkez • 5.Ordu Komutanı:Mareşal Otto Viktor Liman von Sanders • Kurmay başkanı:Kazım İnanç • Anafartalar grubu • Albay Hans Kannengıesser • Albay Mustafa Kemal • Albay Ali Rıza • Kuzey Grubu: • Tümgeneral Esat Bülkat • Albay Rüştü • Güney Grubu • Tuğgeneral Mehmet Vehip paşa Albay Kazım (İnanç) Paşa, Kurmaybaşkanı olduğu 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders ve emir subayı Bnb. E.R. Prigge ile.. 389 • Kurtuluş savaşının temelinde Mustafa kemal’in Anadoluya geçişinde görev belgesini imzalayarak olayı başlatan Diyarbakırlı Kazım İnançtır. • Zaten Kazim Inanç daha sonra Anadolu’ya geçti. Baskomutanlik Meydan Savasi’na 6. Kolordu Komutani olarak katıldı • Fahrettin Altay paşa anlatıyor. • Çanakkale bölgesi 5. ordu yapılmış,komutanlığına Alman mareşal Lyman von sanders atanmıştır. Kurmay başkanı Diyarbakırlı Kazım, Enver paşanın sınıf arkadaşıdır, çalışkan, intizam sever, bir lisan bilir. Bu yüzden mareşal sanders kendisini sevmiş, yanından ayırmamıştır, mareşalin büyük hatalar yapmasını önlemiştir. Diyarbakır’lı Kazım İnanç Paşa (1881 – 1938) Alman albay Hans Kannengıesser Çanakkalede’ki hatırasını anlatıyor: 390 • Mareşal Otto Viktor Karl Liman von Sanders beni yemeğe çağırdı. Mümtaz bir şahsiyeti olan 5. Ordu Kurmay başkanı Kazım İnanç ise tamamen mükemmel bir etki yapmaktaydı. Dış görünüşü sakin ve açık, figürtleri küçük ve hareketli, herkese yukarıdan bakar ve insanı, küçük ayrıntılara kadar fevkalede mükemmel olarak yönlendirirdi. O, Mareşal Otto Viktor Karl Liman von Sanders’e mutlak bir dayanaktı ve elzemdi. Onsuz olunamazdı’. • Kazım İnanç cephede çok aktifdi. Hans Kannengıesser şöyle anlatıyor ‘5.O rdu Kurmay Başkanı Kazım İnanç’a rastladım.O,ağır baraj ateşi nedeniyle, şimdilik geri çekilemiyordu ve Kuzey Grubunu arka araziden kapatarak kontrol altına alıyordu’. Çanakkale DİYARBAKIR İli Şehitleri ADI 1 ALİ 2 ALİ 3 4 5 BABA ADI HU CEMAL NUMAN 7 CUMA 9 ADİLCEVAZ MUHACİRLERİNDEN MEHMET MEHALİ MET BAYABDUL- ACEM OĞULRAM LAH LARI BAYCEMAL RAM 6 8 LAKAP CUMA ALİ FERHAT AĞA RESVAN OSMAN DOĞUM YILI KOŞAN OSMAN DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR ÇERMİK 22.04.1915 HANİ 06.03.1915 HANİ 19.05.1915 1305 DİYARBAKIR ÇERMİK 26.05.1915 DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR 1298 1301 1308 1309 1295 11 HAKKI HASAN 1311 12 HALİT 1308 14 15 16 17 18 19 20 21 22 AHMET MAHHASAN MUT HASAN MEHHASAN MET MEHHASAN MET HASAN RASUL HÜSEYİN HÜSEYİN HÜSEYİN İBRAHİM İBRAHİM İBRAHİM 1310 1309 1285 ÇOLAK OĞULLARI ÖLÜM TARİHİ 20.05.1916 GALİP 13 KÖYÜ SİLVAN 10 AHMET İLÇE- BUCASİ ĞI DİYARBAKIR 1300 1303 ZARACI OĞULLARI İLİ 1299 ALİ 1305 DAVUT 1298 HASAN 1298 ALİ 1307 DAHİL 1308 ETHEM 1308 DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR ÇERMİK BİSMİL 29.03.1915 MERKEZ ÇÖLAĞAN 06.03.1915 18.02.1915 ÇÜNGÜŞ MERKEZ YAYGIN26.02.1915 KONAK 01.02.1915 25.06.1917 17.04.1915 HAZRO MERKEZ ÇİTLİBAHÇE 24.04.1915 19.02.1915 SİLVAN 16.04.1915 HANİ 19.05.1915 ÇÜNGÜŞ 05.11.1915 05.10.1915 ÇÜNGÜŞ 06.03.1915 05.03.1915 ÇINAR ÇÜNGÜŞ OVABAĞ ALATOSUN B. 09.05.1915 10.03.1915 391 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 İBRAHİM İBRAHİM İBRAHİM EFENDİ İSMAİL KAZIM EFENDİ MAHMUT MAHMUT MAHMUT MAHMUT MEHMET MEHMET MEHMET ALİ MEHMET NAİM EFENDİ MEHMET SABRİ MEHMET ZİYA MEMDUH EFENDİ MUSTAFA MUSTAFA MUSTAFA RAMAZAN 43 SALİH 44 ŞAMEDDİN 392 MUSTAFA 1300 RESUL 1291 CEMİL PAŞA ÇERMİK 29.05.1915 26.05.1915 DİYARBAKIR MEHMET 1301 MUSA HASAN İSMAİL KASIM MUSA DİYARBAKIR DİYARBAKIR 1295 ŞEYH 1291 DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR 16.05.1915 HANİ 06.03.1915 28.05.1915 31.05.1915 HANİ 23.04.1915 07.03.1915 06.03.1915 AHMET 1292 RESUL 1291 MEHMET 1302 DİYARBAKIR CEMİL PAŞA 1298 DİYARBAKIR 18.02.1915 HACI İSMAİL 1285 DİYARBAKIR 28.02.1915 İSMAİL 1285 DİYARBAKIR 28.02.1915 DİYARBAKIR 15.09.1915 HALİL HULUSİ HÜSEYİN MEHMET ALİ 1310 1303 NUMAN SÜLEYMAN CEBRAİL MUSA 1301 1294 1300 LİCE 29.09.1915 HANİ (belirsiz) ÇÜNGÜŞ DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR ÇERMİK ÇÜNGÜŞ DİYARBAKIR ÇERMİK MERKEZ AVUT ÇERMİK 18.02.1915 08.09.1915 07.03.1915 19.02.1915 04.08.1915 MERKEZ KARAKAYA 30.04.1915 27.11.1915 45 ŞERİF OSMAN 1296 46 ŞEYHO İSMAİL 1307 47 TAHİR ALİ 1295 48 TATAR FARİSİ 1305 49 ZİYA MEHMET DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR DİYARBAKIR ERGANİ MERKEZ 01.05.1916 MERMER DERVİŞ19.05.1915 HASAN LİCE 21.10.1915 LİCE 12.11.1915 18.02.1915 www.geltag.com/ Birinci dünya savaşına gidip dönmiyen muaalim mektebinin 700 öğrencisi 1882’de Diyarbekir’de darül muallimin iptidaileri açıldı. 1885 Diyarbekir salnamesinde adı darulmuallimin olarak geçer. Sibyan mektepleri için mualim yetiştirilmektedir. 1. dünya savaşında öğrenciler silah altına alınmıştır (34). Birinci Dünya savaşında Diyarbakırlı subaylar 393 Sarıkamışta Diyarbakırlılar Sarıkamışta tüm ülke şehitlerine ağladığı gibi Diyarbakırlılar da ağlamıştır. Örnek olarak 5 şehidi vereceğim Diyarbakır’ın ayrıca Sarıkamış cephesine önemli lojistik desteği vardır. Diyarbakır valisi Hamit beyin başkanlığında ‘Tekalif-i Harbiye Komisyonu’ Diyarbakır’dan sarıkamış cephesine malzeme teminiyle faal olarak çalışmıştır (96). David McDowall, Birinci Dünya Savaşı’na dair şunu yazar: • Kürtler Osmanlı ordusuna kayda değer bir insan gücü sağladılar. Binlerce Kürt asker, Sarıkamış’taki Üçüncü Ordu’da ve diğer cephelerde hayatını kaybetti. Bölgedeki (doğu Anadolu’daki) Osmanlı kuvvetlerinin büyük bölümü Kürtlerden oluşuyordu”. • (A Modern History of the Kurds, s. 105) Sarıkamış’ta şehit olan Cemilpaşazade Besim bey 394 Seferlerde Diyarbakır 16. yüzyıl ortalarında Karaman ile Diyarbekir beylerbeyliğinin her biri sefere 15.000 sipahi, gönderirken Amasya beylerbeyi 10.000 sipahi, daha yüksek rütbeli Anadolu beylerbeyliği 8000 sipahi gönderiyordu (105). Balkan savaşında Diyarbakır Osmanlı belgelerinde ve Diyarbakır Şer’iyye sicillerinde Diyarbakır’dan 1785 sonlarında Sofya üzerine, Nisan 1800- Ağustos 1802 tarihlerinde Mısır ve Rumeli üzerine göndermek için asker istenmektedir. 1785 tarihinde Diyarbakır’dan Sofya canibine gönderilmek üzere 200 asker istenmektedir (35). Diyarbakır Ergani kazasından Sezai Karakoç’un dedesi plevne savaşına katılmıştır (36). Diyarbakır’daki komutanlarımızın Balkan savaşlarında üstün başarı gösterip madalya aldığını görüyoruz. Plevne madalyası 15. Fırka Hümayun Kumandanlığından Redif 60. alaydan Yüzbaşı Mehmed Nazmi efendi Plevne ve Girid madalyası 3. Bölükten Yüzbaşı Hasan Tahsin efendi Plevne iane madalyası 1. Bölükten Mülazım-ı Evvel Mehmet ağa ve Mülazım-ı evvel Mahmud Ağa altın İmtiyazlı Plevne madalyası almışlardır. Hafif Süvari 43.alay Kaymakam Server Bey Plevne madalyası almışlardır. Diyarbakır salnameleri. IV/321,323,324,232 Yunan Muharebe madalyası Kumandan Kaymakam Cemal bey Kumandan kaymakam Mehmed Ali bey Kumandan Kaymakam Şakir efendi Mülazım-ı evvel Hasan efendi Kumandan kolağası Neşet efendi Yunan muharebe madalyası almışlardır. Diyarbakır salnameleri V/253,256,257,356 Bir tarihin tanığı olan Ayşan isimli teyzemizin Diyarbakır’ın milli savaşlarla ilgili hatıralarını veriyorum. • Gencecik bir kadın ocakta bir şeyler kaynatıyor. Dizine yaslanmış iki küçük çocuk, habire inler bir şekilde. • Ses çıkararak ‘ana ana açım açım,ne zaman pişecek diyordu. Ana da cevap olarak ‘Az kaldı, hele biraz uyuyun, uyanıncaya kadar pişer’deyip çocukları sakinleştirmeye çalışıyordu. Kadın tencerede kavak ağaçlarının kabuklarını kaynatıyordu. Eve koşarak yiyecek getirdim. Çocuklar torbaya saldırdılar. Yumuşak buldukları her şeyi, hiç bakmadan yemeğe başladılar . • Ya çocukların babası diye sordum. İki yıl önceydi. Büyük oğlum bir yaşında,diğerine ise yüklüydüm.Götürdüler kocamı.Balkanlarda savaş varmış. Gidiş o gidiş, bir daha da dönmedi (37). 395 Belgrat kuşatmasında Diyarbakır Diyarbakır beylerbeyi; 10 sancakbeyi ve 15 bin atlı sipahiyi yönetmekteydi. 1 Ağustos’da Sultan Süleyman Belgrad önlerine geldi. Ancak Belgrad alınamıyordu. 26 ve 27 Ağustos’da Diyarbekir ve Dulkadiroğulları katıldığı ordu çok yüksek kayp verdi 28 Ağustos’da ise düşman teslim olmayı kabul etti. Yani Belgrad, Diyarbakır ve Marşlıların şehitleri üzerine alındı (6). Mısır savaşlarında Diyarbakırlılar 26 Mayıs 1789 tarihli bir takrirde Mısır için Diyarbakır’dan 2000 süvari istendiği görülmektedir. Osmanlı belgelerinde ve Diyarbakır Şer’iyye sicillerinde Diyarbakır’dan Nisan 1800- Ağustos 1802 tarihlerinde Mısır üzerine göndermek için asker istenmektedir (35). İbrahim Hafid paşa 1746’da Diyarbakır’da doğdu,tahsilini tamamladıktan sonra Kapucubaşılık rütbesiyle Diyarbakır voyvodası oldu. 1799’da Diyarbakır valisi oldu. Napolyon’un Mısır’ı istilaya kalkışması üzerine ordu toplayarak oranın savunmasına katıldı.1813’de Diyarbakır’da öldü.Aynı zamanda kıymetli bir şair olup mürettep divanı vardır (38). İran savaşlarında Diyarbakırlılar Çaldırandaki sağ kolun ucunda bulunan hemşerilerimiz katkılarına sonraki seferlerde de devam etmişlerdir. Kulp beyi Ali bey 1573’te ölünce Hüseyin bey Kulp beyi oldu. III. Murat Azerbeycanı feth için veziri azam Osman paşayı gönderdi. Hüseyin bey de diğer kürt beyleriyle orduya katıldı. 1585’te Tebrizde şehit oldu. Oğlu Seyyid Ahmet bey esir düştü. Esaretten kurtulduktan sonra oğlu Seyid Ahmet bey Kulp ve Batman yöneticisi oldu. Sultan III. Murad, Vezir-i azam Osman paşa komutasında bir orduyu Azerbeycana gönderdiğinde, Hüseyin bey de diğer Kürt beyleri gibi, kuvvetleriyle bu orduya katıldı. M. 1585’de Tebriz civarında yapılan savaşta Hüseyin bey şehit düştü. Çaldıran savaşı sonrası Kulp Besyan aşiretinden Ali Firi, Silvan kalesini İran’lılardan aldı. Tercil (Hazronun eski bölgesi) hakimi Haydar bey Çıldır savaşında şehit düştü. Çermik beylerinden Muhammed bey, Çermik bölgesini İranlılardan kurtarmış, Yavuz ona buranın emirliğini vermiştir. 1506’da Tercil beyi Ahmed bey, Şah İsmail’in Diyarbakır’ı istila ettiği bir savaşta şehit düştü.Yerine geçen kardeşi şemsi bey çaldıran’da safevilere karşı savaştıAhmet paşa 1526 yılında Diyarbakırda doğdu, İskenderpaşanın büyük oğludur. Lahsa eyalet valisi olmuştur. 1577’de zuhur eden İran savaşlarında bulundu. 396 Tifliste Acem ordularını yendi. 1585’te Veziriazam Özdemiroğlu Osman Paşa yönetiminde Tebriz Seferine çıkan Osmanlı ordusu, Zeynel Bey›i de alarak Hakkari askerleri ile birlikte İran üzerine yürüdü. Merden denilen yerde yapılan savaşta Zeynel Bey öldü Diyarbakır valisi Ahmed paşa, Tiflis ve Revan canibi Ser askeri olarak görevde bulundu (35) (39). Ülke savunmasında Diyarbakırlı gayrimüslimler Ermeniler geçmeişte sadık tebaa olarak kabul edilmişlerdir. Rus ve Fransızlar kandırıncaya kadar Osmanlının başka bölgelerinde olduğu gibi Diyarbakır’da da sadakatlerini göstermiştir.Bunu teyiden O zamanki gazetelere bakalım. Diyarbekir Vilayet Gazetesi, 12 Temmuz 1877, Nr. 402. Diyarbekir Vilayet Gazetesi, 13 Şubat 1878, Nr. 430 Her kampanyada Ermenilerin de önemli yardımlar yaptıkları görülmektedir. 1877-1878 Rus harbinde Osmanlı askerinin giyim- kuşam ihtiyaçlarının karşılanması için yapılan bağış kampanyasında, yine aynı savaş sonrasında yaralanan askerler için toplanan nakit bağış listeleri Ermenilerden de çeşitli yardımların geldiğini göstermektedir. Süryani’lerin Osmanlı savaşlarında Osmanlıya bağlı kalması söz konusudur. 1914 yılı Ağustos ayında Süryani patriği Mar Shimoun ile Van valisi irtibata geçmiş, Süryanilerin savaş sırasında yansız kalmalarına karşılık olarak; mali, idari ve dini sorunlarına çözüm getirileceği sözü verilmiş, Patrik de, bütün şartları kabul etmiştir. Adı geçen patrik, Osmanlıyla çok iyi ilişkiler içinde olan birisidir. Öyle ki,1910’lu yıllarda Patrik Shimoun’a ikinci ve üçüncü dereceden Mecidiye nişanı verilmiştir. 1914’te Mardin’i ziyaret eden Enver Paşa’ya,Patrik III İlyas, şu sözleri söylemiştir.’Efendim, biz Süryani Kadimler Osmanlıyız. Devletimize bağlıyız. Devletten yardım bekliyoruz. 1918 yılında Mardin’i işgal planları yapan İngilizlere karşı, bütün bölge tek vücut olmuş, bu arada kendisiyle görüşülen Patrik 3. İlyas Şakir Efendi, şu görüşü beyan etmiştir. ’Biz Türk’üz. Türk idaresinden başka bir idareyi istemiyoruz. Aksi halde, yek vücut olarak canen ve malen mücadeleye hazırız’. Kurtuluş savaşından sonraAtatürk, Ankaraya ilk geldiğinde garda karşılayanlar içinde Patrik 3. İlyas da bulunmuştur. Atatürk de her hal ü karda, Süryanilere sahip çıkmıştır. Atatürk Süryanilerin savaş yıllarında gösterdikleri sadakatle ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır.Süryani patriği 3. İlyas’ın Milli mücadele yıllarında müstevlilere karşı bu yurdun evladı olarak takındığı mücadeleci tavır, Milli Mücadele kahramanlarından olduğunu göstermiştir (99). 397 Süryaniler gerçekten de Türk kurtuluş savaşına hem askerlik yaparak hem de maddiyat olarak önemli yardımlarda bulunmuşlardır.Patrik İlyas Şakir efendi, Süryani cemaatinin Türk Milli mücadelesini desteklemesi için bizzat emir vermiştir. Bu talimat üzerine Milli mücadeleye katılan Süryani kadim erkeklerin aileleri tarafından askere çamaşır ve giysi dikilmesi için Diyarbakır’da bir kilisede dikimevi açılmış ve 70-75 kişilik bir Süryani kadın grubu da dikiş yaparak Kurtuluş savaşına katkıda bulunmuştur (100). 1918 yılında galip devletler adına İngiliz siyasi hakimi Nuel, Mardin şehrini savaşsız almak için eşraf ile konuşmaya gelmiş.Eşraf karar bildirmemiş. Süryani patriği 3. İlyas Şakir Efend’ye danışmışlar, Türk idaresinde başka bir idare istemiyoruz demişler.Patriğin önerisini Mardin eşrafı oybirliği ile kabul etmiştir (104). Kıbrıs savaşında Diyarbakırlı süryaniler. 398 • Süryani cemaatinin dini lideri Aziz efendiydi. Aziz Günel. • Sık sık gazetemizin İnönü caddesindeki bürosuna da gelirdi. Hemen her konuda sohbet ederdik. • Önemli olaylarda, özellikle Kıbrıs’ta 1960’larda şiddetlenen EOKA cinayetlerini kınayan açıklamalar yapardı. • 1963 yılı Aralık ayında saldırılarını yoğunlaştıran Rum EOKA’cıların 21 Aralık günü, Dr. Binbaşı Nihat İlhan’ın evini basarak, eşini ve 3 çocuğunu banyoda katletmeleri Diyarbakır’da da geniş yankı bulmuştu. • Bu olay bilindiği gibi Kıbrıs için bardağı taşıran damla oldu. Katliamın tüyler ürperten fotoğrafları tüm dünyada lanetlendiği günlerde gazetemize gelip “Cemaat olarak Makarios’u AFOROZ etme kararı aldık” demişti... • Bu elbette, dünya çapında çok önemli bir karardı. Bir Hıristiyan cemaati, bir diğer Hıristiyan cemaatinin, Rum Ortodoks dünyasının önemli bir dini liderini AFOROZ ediyordu. • Bu haberi gazetelerimize geçtik. Dünya çapında yankı yaptı… • Haberle ilgili özel sohbetimizde “Bu önemli kararda, Türkiye’de yaşayan Süryani cemaatini koruma içgüdüsünün etkisinin olup olmadığını” sorduğumda şöyle demişti Aziz Günel efendi; “Hayır, kesinlikle hayır. Evet biz Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde azınlık olarak yaşıyoruz. Ama hiçbir zaman kendimizi yabancı görmedik. Kaldı ki Hıristiyanlıkta da tıpkı Müslümanlıkta olduğu gibi, şiddet günahtır. Hele kadın ve çocuklara şiddet uygulamak, onları katletmek kesinlikle affedilemez… Biz bu kararı bu duygularla aldık…” (101). Osmanlı ordusunda Diyarbakır’da gayrimüslimler özellikle sağlık alanında kendini göstermişlerdir. Askeri garnizonlardaki sağlık kadrolarında da görev alan gayrimüslimler 1292/1875 tarihli salnamede; • Birinci alay birinci tabur; Eczacı Panayot Efendi . • Birinci alay üçüncü tabur; Sertabip Rozen Tavani Efendi, Eczacı Pavlovi Efendi. • Dördüncü alay birinci tabur; Eczacı Arşin Efendi, Tabip Cankonato Efendi” şeklinde bir ifade bulunmaktadır. 1308/1890 tarihihde, Belediye Eczahanesi’nde görevli olanlar; Agop Efendi ve muavini Osib Efendi’dir. Memleket tabipleri; Bedros, Kirkor, Türbanciyan Mığırdiç Efendilerdir. Diyarbakır Gureba Hastanesi (ki bu salnamelerde adı geçen tek sağlık kuruluşudur) Reis-i İdare Azası olan Ohannes Efendi, 4. derecede Osmani ve 3. derecede Mecidi Nişanları’na da sahiptir (102). Osmanlı ordusunda Diyarbakırlı gayrimüslimler. • 1855 yılında ve 1875yılında cizyeleri bedel-i askeriye olarak mahsup edilerek Diyarbakırlı gayrimüslimler askere alındı. • 5 Temmuz 1897’de 144 Diyarbakırlı gayrimüslim jandarma olarak kendi istekleri doğrultusunda göreve alındı (103). Cumhuriyet dönemi gayrimüslimler Osman Köker sergisi- Zeki Kasapoğlu albümü İkinci kere askere alınan Diyarbakırlı Süryaniler 5 Eylül 1942 Manisa– Akhisar demiryolunda çalışan Diyarbakırlı bir grup Süryani. 399 KAYNAKLAR 1. Değer M, Beysanoğlu: Ş. Diyarbakır Folklorunda Halk Hekimliği. San matb. Ankara. 1992. s. 63 2. Dilek Z. Lice. Diyarbakır. 2002. s 94,100 3. Beğenç C: Diyarbakır ve Raman. Ulus Basımevi. Ankara. 1949. s. 6,18,4 4. Erten M: Diyarbakır Ağzı. TDK yay. Ankara. 1994. s. 122,113 5. Draganova S: Diyarbakır ve yöresi için Bulgaristan’daki Osmanlı evrakı. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır. 2008. s. 80 6. Jorga N. Osmanlı imparatorluğu tarihi 2005. 2/304, 3/351, 2/300, 328 7. Malmisanj. Diyarbekirli Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği. Avesta yay. İst. 2004. s. 23,184 39 8. Hezarfen A. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır Tarihi. Etik yay. İst. 2003. s. 9. Öz B. Belgelerle Koçgiri Olayı. Can yay. 1999. s. 72 10. Arsan N’Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri. s :74-84 11. Öznur F. Atatürk’ün Kürtleri. Karakutu yay. İt. 2009. s. 51 12. Bayramoğlu N. Celal Bayar Şark raporu. Kaynak yay. İst. 2006. s. 17,24,25,49 13. Ekici C (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006. 14. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995. 15. Pısyan. N. Kanlı Mahabad’dan Aras Kıyılarına. Avesta yay. 2001. s. 26 16. Erdeha K: Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler. İst. 1975. s: 143-155 17. Üzülmez M: Çayönünden Erganiye. 2005 s.126 18. Özçelik İ: İşgal yıllarında Mardin I. Uluslararası Mardin Tarihi Sempozyumu Bildirileri. Özcoşar İ, Güneş HH (ed). İst. 2006. s: 675 19. Türk Parlemento Tarihi. TBMM. yay. 1923-1927. II/644 20. http://www.kuvvaimilliye.net/ 21. Sarıhan. Z. Kurtuluş savaşı günlüğü. III. s. 474-475 22. KaraAmid Dergisi. 1981. Atatürk sayısı. s. 87,53 23. Sarısu. A. Mustafa Kemal paşa Kulpta. Kara Amid dergisi. Atatürk Yılında Diyarbakır. s52,54 24. Beysanoğlu Ş: M. kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas cephesi Komutanlığı. Atatürk Araştırma merkezi dergisi. c. II. Mart 1986. sayı. 5 s. 496 400 25. Beysanoğlu Ş. (ed) Müze Şehir Diyarbakır. s: 70,61 26. Beysanoğlu Ş: M. Kemal Atatürk’ün Diyarbakır’daki Kafkas Cephesi Komutanlığı. Atatürk Araştrma Merkezi Dergisi. c. II. Sayı 5. Mart. 1986. s. 496 27. Epözdemir Ş: 1514 Amasya Antlaşması. Peri yay. İst. 2005. s. 14) 86,92 28. Aydın N. Diyarbakır- Eğil Hükümdarları tarihi. İst. Avesta yay. 2000. s. 29. Genel Kurmay Başkanlığı: Kore Savaşı Şehitlerinin Biyografileri. Ankara. 1992 30. Şeşen R: Selahattin Devri Eyyubiler devleti. 31. İlhan M. Artuklular ve siyasi faaliyetleri. 1. Bütün Yönleriyle Diyarbakır Sempozyumu. 27 Ekim 2000. s. 123. 32. Pıçak. M. Artuklular döneminde Diyarbakır’ın sosyoekeonomik durumu. Artuklular. 2008Mardin valiliği yay2/505 33. Kannengıesser H. Çanakkalede Türklerle Beraber. Bir Alman Albayın Güzünden Çanakkale. Timaş yay. 2009. İst. s. 193,203,285 34. Şimşek M. Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi. Kent yay. İst. 2006. s. 71 35. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s. 1,16,115,108 36. http://www.turkedebiyat.net/ 37. Efe L: Bir devrin Tanığı Ayşan. Mizgin derg yay. 2006. s. 149,151 38. Diyarbakır İl yıllığı-1967. s. 276 39. Beysanoğlu. Ş. Diyarbakır Tarihi. II/640 40. Çiçek. Z. A. Diyarbakır’ın Fethi, Tarihi ve Kültürü. Diyarbakır Söz yay. 2007. s .179,180 41. Ateşoğlu. İ. Yeşil Kırmızı Şarkın Yıldızı. 2 Baskı. 2008. s. 205 42. Balcı. Osmanlının Doğu Siyaseti. Hazine yay. İzmir. 2010. s 29. 43. Mehmet Arif Bey. Başımıza Gelenler. 93 Harbinde Anadolu CephesiRuslarla Savaş. İz yay. İst. 2006. s. 664,392,599 44. www.vikipedi.org 45. http://www.oz diyarbakirgazete.com. 2/21/2008 46. www.diyarbakirsoz.com. 16.09.2010 47. Mehmet Mercan. Diyarbakıryahoogrup 48. www.diyarinsesi.org. 18 Mart 2009 49. 23 Ocak 2009 -İHA 50. 12.03.2009 Dsöz 401 51. D. söz. 23.03.2009 52. www.diyarinsesi.org. 03 Eylül 2010 53. www.diyarinsesi.org. 16 Eylül 2010 54. www.diyarinsesi.org19 Ocak 2011 55. www.diyarinesi.org. 08 Nisan 2010 56. http://www.dsm.gov.tr/page.php?id=105 57. D. söz 01.01.2009 58. 06 Ocak 2009 (www.diyarinsesi.org) 59. www.diyarinsesi.org. 16 Ocak 2009 60. 16 Ocak 2009 www.diyarinsesi.org 61. D. söz.21.01.2009 62. 26.01.2009 D. söz. 63. Mehmet Altan-Star 3-6-2010 64. D. söz.. 05.06.2010 65. Silvan Malabadi gzt. Haber: İhsan YILMAZ 66.21 Ocak 2009 (İHA) 67. 02 Ocak 2009 Diyarinsesi.org 68. 04.09.2010 D. söz. 69. Ocak 2009 D. söz. 70. Cihan Haber Ajansı 20.12.2007 71..D. söz.. 18.12.2009 72. www.diyarinsesi.org. 17 Mart 2010 73. D. söz. 30.04.2010 74. http://blackroser.blogcu.com/ 4/11/2006 75. 12 Ocak 2008 Cihan 76. Ramazan Yavuz-Ferit Aslan - Ümit Kozan/Diyarbakır, (Dha) 77. Silvan Malabadi gzt 78. Hürriyet 08 Mart 2009 79. D. söz.. 20.03.2009 80. www.diyarinsesi.org. 03 Nisan 2009 81. D. söz.. 24.09.2009 82. D. söz. 03.10.2009 83. 26 Ağustos 2010 .zaman 402 84. Kadri Göral Cevahir çıkını.Ank.2010 85. Yrd. Doç. Dr. Bahaddin Keleş. Selçuklu Mervanoğlu ilişkisi. Diyarbakır örneği. I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır. 2004 s: 213 86. Haşim Söylemez - Aksiyon- Sayı: 643 - 02.04.2007 87.Keleş B: Selçuklu-Mervanoğulları ilişkisi. 1.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu. 2004. Diyarbakır s.209) 88. Ali Çimen: Tarihi değiştiren Askerler. Timaş yayiİst. 20007. s. 84 89. Prof. Dr. Faruk Sümer Prof. Dr. Ali Sevim.Malazgirt Savaşı.TTK yay.1988. s. 38 90. Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağda Diyarbekir Aça yayAnk. 2005.s.110 91. Rene Grousset. Ermenilerin tarihi. Aras yay. İst. 2005. s. 612 92. M. Akyol. Köprü. sayı: 98 s: 35,2007 93. Abdurrahim Tufantöz. Ortaçağ’da Diyarbekir. Aça yay. Ank. 2005. s.21,110 94. Tori: Tarihte Türk Kürt İlişkileri. Peri yay. İst. 2002. s. 9,34 95. Prof. A. Özer. Türkler ve Kürtler. 2009. s. 64 96. Halit Eken.Kapancızade Hamit Bey.Halit Eken.Kapancızade Hamit Bey. editepe yay. İst. 2008. s. 26. 97. M. Cemil Bilsel. Lozan. sosyal yay. c. 2. s. 221. 98. Johann Wılhelm Zınkeısen. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. Yeditepe yay. İst.2011. 5/230 99. M. Cengiz Yıldız. Fethullah Hamidi. Makalelerle Mardin. IV İbrahim Özcoşar (ed). İst. 2007. s. 104108 100. Mustafa Oral: Mardin’in son Süryani kadim patriği. Makalelerle Mardin. IV İbrahim Özcoşar (ed). İst.2007.s.278,293 com 101. Mehmet Mercan. Diyarbakır’ı anlatmak-31 diyarbakir@yahoogroups. 102. (www.suryanilik.com) 103. Gülsoy U. Osmanlı’nın gayrimüslim askerleri.Timaş yay.İst. 2010. S.94. 96.136 104. Ramazan Ergin. Reşo Nuri. Do yay. 2007. s. 99 105. Johann Wılhelm Zınkeısen. Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. Yeditepe yay.İst.2011.3/98 106. Adil ALAN. Diyarbakır’da atçılık. Diyarbakır’da Tarım Doğa Çevre sempozyumu. 2011 107. Mehmet Bayrak. Gravürlerle Kürtler. Özge yay. Ank. 2002 403 Diyarbakırda Fotoğrafçılık ve Şehir Araştırmaları Merkezi Hakkında Mehmet Ali ABAKAY* Ayşegül Ümran ABAKAY ** Giriş: Diyarbakır’da Şehir Araştırmaları Merkezi kapsamında fotoğrafçılık, şehrin araştırılması ve dünle bugünün karşılaştırılması hususunda oldukça önemlidir. Düşünülen Şehir Araştırmaları Merkezi’nde bugüne kadar yayınlanmış çalışmalarla, şehir merkezi ve ilçe-köy toplamında elli bin üzerinde fotoğrafı, sabırla-sebatla bir araya getirirken, bizim çekimimiz dışında olan binlercce siyah-beyaz fotoğraf için bir arşiv oluşturduk, kimisinin hiç yayınlanmamış olduğunu tespit ettik. Diyarbakır’a dair bunca zahmetli iş, ekip gerektiren bir durum olmasına rağmen, çekim konusunda en zengin arşivi oluştururken, fotoğrafçılığın halen gereken ilgiye ve alakaya sahip olmadığını müşahede etmekteyiz. Amacımız, Şehir Araştırmaları Merkezi kapsamında bu eksikliği gidermek ve fotoğrafın önemine dikkat çekmektir. Şehir hakkında bir çok çalışmanın ortaya çıktığı son yirmi senede halen fotoğraf çekimleri için şehir dışından fotoğrafçı getirilmesi, işin ehli olarak profesyonellik sıfatına sahip isimlerin tercih sebebini anlamaktan uzağız. Yerel anlamda bu işle uğraşan, bu işe emek veren, fotoğrafların dünü ile bu günü arasında bağlantı kuran, bunu belgeleyen, çalışmalarıyla bu alanda emek harcamış iisimlerin unutulmasına gönlümüz razı gelmediği için, öncelikle yerelde, ulusalda ve uluslararası alanda şehri fotoğraflayan isimleri anmak istediğimiz bu çalışma, belki son bir yılı 2013 tarihi itibariyle kapsamayabilir. Şehrin dününü bugüne taşıyan ve yarına miras bırakan isimlere bir vefa borcu olarak, yaptığımız araştırmayı sunarken, ileride daha kapsamlı bir çalışmanın yapılmasına zemin hazırlayabilmiş isek, kendimizi bu güne kadar yapılmamış bir hizmette katkı payına sahip bilmenin gönül rahatlığı içinde biliriz. Umuyor ve bekliyoruz ki şehrin dünü ve bugünü, diğer dokumanla bir arada geniş bir arşiv halinde, hizmet vermesini düşündüğümüz Şehir Araştırmaları Merkezi’nde şehre dair bir hizmet olarak yakın zamanda araştırmacılara, meraklılara sunulur. Çünkü bugüne gelmemiş bir çok yapının tarihi bu fotoğraflarla mana kazanmakta, ne amaçla kurulduğu muallakta bırakılmış kimi yapılar, ancak böyle bir merkezle ortaya çıkmaktadır. Daha önce araştırmalarımızda fotoğraflarla belgelenen İslamın ilk şehir valisi Sultan Sa’sa’a’nın Mescidi, Medresesi, Kabri, Mervanî Mescidi, Hz. Süleyman Camii karşısındaki Akkoyunlu Mescidi olmak üzere birçok mekân, fotoğraf tekniği ve bilginin bir araya getirilmesiyle yapıların dününe ışık tutmuştur. *Araştırmacı-Yazar ** Arkeolog 404 19. Yüzyılın ilginç buluşu olan fotoğrafçılık, şehrimize yüzyılın ikinci yarısından, çok sonra gelmiştir. Şehirde araştırmalarda bulunan oryantalistlerin çektiği fotoğraflar, yıllar sonra ortaya çıkmıştır. Bu hususta ilk çarpıcı örnek, Fransız General L.de Beillie’nin çektiği-çektirdiği fotoğraflarla aldığı plan ve krokiler, Fransız Enstitüsünden Prof. Max Van Berchem ve Josef Striygowski tarafından ele alınarak işlenip “Amida” adıyla yayımlanan kitaptaki karelerdir.. (1910 Heidelberg-Paris) Bu eserdeki fotoğraflar şehrin tarihi açısından birer belge niteliğindedir. Uzun uğraşlar sonrası, bu eserde yer alan fotoğrafların çekildiği döneme ait ikisi orijinal, birisi kopya üç karesini temin etme imkânı bulabildim. Eserin aslını da temin ederek, hem fotokopisini çektim hem de fotoğrafların kopyasını ve taramasını yaptırdım. 1907’de çekilen fotoğrafların kitaptaki baskı kalitesi karşısında da şaşırmamak elde değil. O dönemdeki baskı tekniğine bugün ulaşamamış olmamız ve konunun ehemmiyetini aradan yüz yıl-bir asır- geçtikten sonra idrak etmememiz, içinde olduğumuz manzaranın içler acısı halini ortaya çıkartır. Amida, yayınlandıktan sonra Diyarbekir’de yayınlanan dönemin tek gazetesi olan “Diyarbekir”, konuya yer vermiş midir? Bunu gazetenin koleksiyonunun tümüne ulaşamadığım için bilmiyorum. Fakat, dönemin CHP Yayın Organı olan şehrin yayınlanan tek süreli yayını olan Karacadağ Mecmuasında yer alan tenkitler, eserin bilgi açısından birçok yanlışlıklar içerdiğini göstermektedir. Dönemin Vilayet Mektupçusu Basri KONYAR’ın Diyarbekir bölümünü kısmen tercüme ettirmesi söz konusu ise de bu tercümede tercüme edilen metin ile yapılan açıklamalar iç içe olduğu için eserde yer alan görüşlerin anlaşılması, oldukça zordur. Bu denli önemli olan eserin Diyarbekir kısmının halen tercüme edilmemiş olması, büyük bir eksikliktir. Ali Emirî Efendi’nin itirazına sebebiyet veren ve şehrin entellektuellerinden Süleyman SAVCI ile Kazım BAYKAL’ın sert eleştirileri, fotoğrafları Diyarbekir’den temin edilen karelerde yer alan şehir burçları ile surları üzerindeki kitabelerin yanlış okunması, kimi camii ve müştemilatının kilise olarak gösterilmesi olmak üzere telafisi mümkün olmayan hataları ortaya çıkartmıştır. Bilgi yanlışlıklarını göz önünde bulundurarak, bu eserin önem arz eden yönünün Amida’da şehrin mimari yapıları ve yapılarda yer alan kitabelerin büyük çoğunlukla yer almış olması olduğunu belirtelim. Çünkü günümüzde birçok fotoğraf, bu kaynaktan alınmaktadır. Bu sebeple Diyarbekir’i ele alan akademik eserlerin hepsinde bu eserin kullanılmasının bir zorunluluk olduğunu ifade etmek istiyoruz. Bu eserin “Amida” olarak isimlendirilmesinde Romalıların bölgeye verdikleri ad, etken olmuştur. Şehrin birkaç isimle anılması söz konusu ise de bunu başka bir makalede ele alacağımızı ifade etmek isteriz. Şehre ilişkin Oryantalist Bakış’ı yansıtan “Voyage Archéolojiques Dans La Turguie Orientale” adlı eserin yazarı Fransız Arkeolog Prof. Dr. Albert Louis Gabriel, 405 1932’de şehirde yaptığı araştırmalarında çektiği fotoğrafları 2. Cildin 310-345 sayfaları arasında Silvan’la birlikte yayımlamıştır. Bu eser, Amida’nın ekseninde kaynak açısından daha zengin bir çalışmadır. Amida’da yer alan bilgilerin beraberinde yazarın gördüğü ve incelediği eserler hakkında yaptığı çizimler, önem taşımaktadır. İlk bakışta yazarın sadece üç ay gibi bölgede bulunduğu sanılmaktaysa da GABRIEL, Türkiye’de elli yıla varan bir sürede bulunmuş ve İstanbul’da yaşamıştır. Bursa ve diğer şehirler hakkına yaptığı çalışmalar, kendi alanında ilklerdendir. Yazarın zor şartlar altında çalıştığını, yaptığı açıklamalarından anlamaktayız. Diyarbekir Kalesi’nin yıkımdan kurtarılmasını adeta borçlu olduğumuz GABRIEL’in eserinin eleştirisi de yine KARACADAĞ’da görmekteyiz. Yazarın 1515 Yılı’nda yapımına başlanan ve kısa sürede tamamlanan Fatih Paşa Cami hakkında “kilise” ibaresini kullanması, yıllarca Fatih Paşa Cami (Kurşunlu Cami) hakkında kilise söylentilerine sebep olmuştur. Yakın zamanda elde edilen bir fotoğraf karesinde kilisenin camiden uzakta bir alanda olduğu saptanmıştır. GABRIEL, kendi mezhebine ait kiliselerle yapılara özenle yer vermiş ve diğer mezheplere ait yapıları çoğunlukla yok saymıştır. Hatta GABRIEL, bu eserinde yer alan Müslüman mezarlıklarının ortadan kaldırılarak, bir nev’î bu mezarlıkları şehrin kirlilikten arındırması olarak gösterir. DİTAV’ın kısmen yaptığı tercümede bu hususta açıklamalar vardır. Diyarbakır’a dar araştırma yapmak isteyen araştırmacılara eserin bizde mevcut nüshası takdim edilebilir. Bu eserde ayrıca tercüme edilmemiş birçok husus vardır ki yazarın kendi keyfî görüşlerine de rastlanır. Yine de objektif olmayan düşünceleri bir yana GABRIEL’in çektirdiği, çektiği fotoğraflar, şehir için oldukça önemli birer vesikadır ve çizimleri yanında kalenin yıkımdan kurtarılmasında emeği vardır. Kalenin kısmen yıktırılmasının şehrin havadar olmasını engelleyen surlarına dair itiraz, Osmanlılar dönemindedir. Bulaşıcı birçok hastalığın bazen nüfusun üçte ikisini ortadan kaldırdığını düşünürsek, tifüs-kolera-veba gibi hastalıkların o dönemde salgın halinde olması söz konusudur. Osmanlı belgelerinde ve o dönemin seyyahlarının eserlerinde bulaşıcı hastalıklara dair bilgilere bakılabilir. Bu hususta en önemli adımı, Karslı Hatinoğlu İsmail Hakkı Paşa, valilik yaptığı şehirde yeni yerleşim alanını şehrin kalesinin dışında yaptırması söz konusu olmuşsa da tayininin çıkmasından sonra resmî daireler, tekrar şehir içine-İç Kale’ye- taşınmış ve yeni yerleşim alanı kurulmakla beraber eskiye dönüşle tamamlanmamıştır. Diyarbekir İl Yıllığı’nda Basri KONYAR’ın verdiği bilgiler, o dönemin tek yayınlanmış kaynağıdır. Eskiye olan bakışın, yorumun neticesinde yıktırılan yapılarla birlikte kale de nasibini almıştır. Bunun dönemin Şehremini (Belediye Başkanı) Nazım ÖNEN tarafından gerçekleştirildiği bilinmekteyse de kimilerince dönemin valileri tarafından kalenin yıktırıldığı belirtilir. O dönemi yaşamış isimlerle yaptığımız görüşmelerde Şehremini tarafından kalenin birçok kısmında yıktırmaların yapılmış olduğu düşünceleri ağır basmaktadır. GABRIEL’in eserinde de bu konu detaylı biçimde anlatılır. Yedi Kardeş ve Ulu Beden (Evli Beden) Burcu’nun birer taş ocağına dönüştürüldüğü kendi ifadesidir. 406 Diyarbakır’da yayımlanan kitapların hacimli olanlarından bir çalışma, Basri Konyar’ın Vilayet adına yayımladığı’’ Diyarbekir Tarihi’’, ‘’Diyarbekir Kitabeleri’’ ve ‘’Diyarbekir Yıllığı’’dır. Bu üçlemede Amida’da yer alan fotoğrafların bir bölümüyle yeni fotoğraflar yer almaktadır. Ulus Basımevi’nde gerçekleştirilen eserlerin tabedilmesinde fotoğraflara özen gösterilmediği görülmektedir. Belki de o dönemin tekniği, buna el vermemiştir. Bu üçlemede şehre dair fotoğraflar, derlemelerle büyük bir yekûn tutmaktadır. Bedri GÜNKUT’un Diyarbekir Halkevi yayını ‘’Diyarbekir Tarihi’’ çalışmasında on dokuz fotoğraf yer almaktadır. Bu fotoğraflar, fazla bir öneme sahip değildir, basılmış eserlerden alınmıştır. 1930’lu yıllardan 1960’lara kadar şehirle ilgili yayınlarda fazla bir hareketlilik görülmez. Halkevi Mecmuası ve Diyarbekir (Diyarbakır) Gazetesi başlıca yayınlardır. 1960’lardan sonra şehirle ilgili araştırmalarda ivme görülür. Fotoğrafçılık da bu tarihte önem kazanır. Diyarbakır Halkevinin işlevsizliği, yerini Diyarbakır Tanıtma ve Turizm Derneği’ne bırakır. Dernek önceleri “Kültür Derneği”, sonradan “Tanıtım Derneği” olarak faaliyet göstermiş , 30 Nisan 1964’te “Diyarbakır Tanıtma ve Kültür Derneği” adını almıştır. Yapılan Karpuz Festivali fotoğrafları şehre beklenen ilgiyi getirse de festivalin üçüncüsünden sonra dernek faaliyetlerini yayıncılığa yöneltir. Bunda A.Şevket Kavut’un (Şevket BEYSANOĞLU) oldukça emeği vardır. Arkadaş çevresi olarak Adil TEKİN, Şevket BEYSANOĞLU, Dr. Selahattin YAZICIOĞLU olmak üzere birkaç isim, şehrin tanıtılması için, kendilerine tanınan çerçevede dernek olarak faaliyetlerini yürütür. Diyarbakır Fotoğrafçılığı’nda 1930’lardan 1990’a kadar Adil TEKİN’in önemli bir yeri vardır. Dernek mensubu olarak, meslek seçtiği fotoğrafçılıkla şehri, ilçeleri ve köyleri fotoğraflamaya çalışmış, şehirde aranan ve yetkin olan isimlerin başında gelmiştir. İsminden çok işyeri ismiyle anılan Foto Dicle’nin sergileri art arda yayımlanan kitaplar, kartpostallar şehrin tanıtımındaki boşluğu doldurur gibidir. Denilebilir ki kendisinden önceki ustaları olarak görülen isimlerden bir adım önde olan Adil TEKİN, şehrin fotoğrafçılığında tek isimdir. 1980’lerde artan fotoğrafçı sayısı makinelerin rahatça bulunması üniversitenin yaygın konumu fotoğrafçılık alanında çok sayıda ismin Diyarbakır’la ilgilenmesine zemin hazırlamıştır. Diyarbakır’da fotoğraf sanatına emek vermiş tespit edilen sanatçılar hakkında yaptığımız araştırmalarda birçok genç ismin çalışmalarının yer aldığı Diyarbakır Güzel Sanatlar Galerisi’nde yılda ortalama üç dört fotoğraf sergisini açıldığı belirtilmiştir. Adil TEKİN’den önce Mehmet Danyal TUNCER’in çektirdiği fotoğraflar da büyük öneme sahiptir ki çoğu Adil TEKİN’in arşivinde yer almaktadır. Oğlu Orhan 407 Cezmi TUNCER, babasına ait kimi fotoğrafları, kitap çalışmalarında yayınlamaktadır. 1950 Yıllarına kadar “HULAGU” imzalı fotoğraflara da rastlamaktayız. Diyarbakır Fotoğrafçılığı’na emeği geçen başlıca isimleri şu şekilde sıralamak mümkündür, kısa biyografileriyle: Süleyman SEZGİN : Diyarbakır’da stüdyo kuran ilk isimlerden biri olan Sezgin, Ziya Gökalp Lisesi resim öğretmeni olarak bilinir. Fotoğrafları ilk kez 1936’da Diyarbakır yıllığında yer alır. Vefatı sonrası arşivinin bir bölümü Foto Dicle’de korunmuş Sezgin’in fotoğraflarından 1948’de oluşturduğu bir albüm öğrencisi Prof. Dr. Selahattin Yazıcıoğlu tarafından 1995’te yayımlanan “Dünden Bugüne Fotoğraflarıyla Diyarbakır” araştırmamızda yer almıştır. M . Şefik Korkusuz yayımladığımız Sezgin’e ait fotoğrafları şehrin diğer fotoğraflarıyla bir arada “Bir Zamanlar Diyarbekir” adıyla yayımlamıştır. Oğlu Mehmet SEZGİN’de bulunan arşivinin kısmen fotoğraf albümü haline dönüştürülmekte olduğunu, basında yer alan haberlerden öğrenmiş bulunuyoruz. Mehmet Danyal TUNCER : “Foto Yıldız” olarak bilinir. Şehrin ilk stüdyo fotoğrafçısı olan Tuncer’in şehre ilişkin fotoğraflarının bir kısmı 1936 Diyarbakır Yıllığında, 1937’de Atatürk Diyarbakır’da ve Karacadağ Mecmuasının 1950’lere kadar gelen sayılarında kısmen yer almıştır. Şehir mimarisine ait kitapları bulunan oğlu, Prof. Dr. O. Cezmi Tuncer’in zaman zaman çalışmalarında babasının fotoğrafları yer almaktadır. M. Danyal Tuncer’in fotoğrafları albümleştirilmemiştir. Adil TEKİN: (22 Ağustos 1910 – 17 Aralık 1997) : Fotoğraf sanatına 60 yılını adayan şehri kare kare fotoğraflayan, ismi hayırla anılanlar arasında bulunan TEKİN, 1920’lerde Kulptan şehre yerleşen ailesinin maddî imkânları el vermediği için okula devam etmemiştir. Fotoğraf alanında Foto Yıldız’ın Süleyman Sezgin’in tecrübelerinden yararlanarak çıraklık döneminde mesleğin inceliklerini kavramış, birikim kazanınca 1935’te Foto Dicle stüdyosunu kurup profesyonelliğe adım atmıştır. Kendisi ile birçok kez görüştüğüm Adil TEKİN, vefatından önce “Tarihin Taşlara Yazıldığı Kent” isimli son fotoğraf albümünü yayınlamıştır. Cabbar HULAGU: Hakkında yazılı bilgiye rastlamadığımız sanatçı açtığı fotoğraf stüdyosunda uzun zaman çalışmıştır. Karacadağ Mecmuası’nda ve şehirle ilgili araştırma kitaplarında fotoğrafları bulunmaktadır. Abdülkadir AKGÜNDÜZ: “Foto Çetin” adıyla anılan sanatçı, son dönem fotoğrafçıları arasında yer alır. 1950’li yıllardan sonra şehri fotoğraflayan sanatçının fotoğrafları albümleştirilmemiştir. Arşivimizde yayınlanmamış kimi fotoğrafları bulunmaktadır. Bu isimlerin dışında zaman içinde fotoğrafçılığı yürüten isimler stüdyo fotoğrafçılığı ile uğraşmış, şehre ait fotoğraf çekimlerinde bulunmamıştır. Bunun beraberinde İngiliz G. BELL, yaptığı seyahatlerde şehre dair oldukça fotoğraf çekmiştir. “İngiltere” adına 1900’lerde bölgede araştırma yapan, misyoner ve devlet görevlisi BELL’in fotoğraf arşivi sanal ortamda yer almaktadır. 408 Her ne kadar yabancı kaynaklarda rastlanan şehir fotoğrafları bulunmakta ise de Diyarbakır’da bir merkez olmadığı için şehre dair fotoğrafların zengin bir arşivi oluşturulmamıştır. Kurulmasını arzuladığımız “Diyarbakır Tarih Kültür Folklor Araştırmaları Merkezi” gerçekleştirilirse, biz elimizdeki arşivimizle bu alanda katkı sunmaya hazırız. Çünkü bu sanat dalı, dünü bugüne, bugünü yarına taşıyan bir sanattır ve biz, halen şehir araştırmacıları, bunun önemini kavramamışız. Sonuç: Sadece Diyarbakır eksenli yaptığımız kısa bir araştırmada sonuç, şehirlerle ilgili önemli olan bu tarz çalışmaların gerekliliğidir. Geçtiğimiz Kasım 2010’da Ankara’da Türkiye Yazarlar Birliği’nin gerçekleştirdiği Milletlerarası 1. Şehir Tarihi Yazarları Kongresi’nde de ele alınan bu husus, üzerinde önemle durulması gereken konudur. Şehirlerin tarihi yazılırken, dünle bugün arsında köprü olan “Fotoğrafçılık Sanatı” oldukça önemlidir. Bazen bir fotoğraf, tarihî akışı değiştirebilecek öneme sahip olabilmektedir. Elbette yazılı belgeler, yazma eserler de aynı öneme haizdir. Gelin anlatın ki bazıları anlamaya çalışsın!... Biz şehir araştırmacıları, ömrünü tamamladığı vakit, geride bırakacağımız malzemenin heba olmamasını istiyoruz. İmkânlar el verse zaten siteme gerek olmaz. Fakat, şehirlerin yetkilileri bu çağrımıza duyarsız kaldığı zaman, bize düşen de yazmak olur. Biz, Diyarbekir’i kaleme alırken bir başkası Ankara’yı, öbürü Manisa’yı, bir diğeri Trabzon’u ele alır. Sitemler aynı olsa da yetkililer farklıdır. Belki çağrımızı duyan olur:” Bu çağda bu imkânı kullanmayanlar, festivallere, resitallere, sergilere, açılışlara kimin parasını harcıyor? Bu millete ait olana sahip çıkmayan anlayış, hangi kültürden yanadır? Hangi şehirde o şehri hakkıyla tanıtan, bilen beş kişiye rahat çalışma zemini hazırlanmış da eserler ortaya çıkmamıştır?” Üniversiteler bazında üniversitenin bulunduğu şehirde, mutlaka bu alanla uğraşan en az iki isim, o şehrin fotoğraflarını bir araya getirecek çalışma içine girmelidir. Acaba var da biz mi göremiyoruz? Keşke yanılıyor, olabilsek!... Bu temennimizle oldukça önemli olan bu konuda çalışmalara merak duyan isimlerle şehrin fotoğraf arşivini yüz bine çıkarmayı hedeflerken, bu tarz çalışmalara ilgiyi ve alakayı göstermekten uzak ilgili kurumları ve kuruluşları da üzerlerine bir görev olan bu tür çalışmalara destek olmaya çağırıyoruz. Bu destek sağlanırsa ve Şehir Araştrmaları Merkezi kurulursa, kazanan Diyarbakır olur, bir başkası değil. 409 TARİHTE DİYARBAKIRDA EĞİTİM Aygül Doru MEDRESELER Medrese kelimesi, İslâm tarihinde orta ve yüksek dereceli öğretim kurumlarının genel adı olarak kullanılmıştır. Sur ilçe merkezinde Osmanlı öncesi ve Osmanlı dönemine ait Nasuh Paşa, Hacı İsmail b. Ali, Latifiye, Bakır, Hüsreviyye, Şucaciye, Hâce Ahmed, Şeyh Rumî, Ali Paşa, Behram Paşa, Melek Ahmed Paşa, Rağibiye, Kadiriyye, Nebi Camii (Seyfeddin), İmadiye, Mesûdiye, Zinciriye, İpariye ve Ulu Cami medreselerinin bulunduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Eski bir bilim ve kültür merkezi olan Sur’da medrese mimarisinin güzel örneklerine rastlamak mümkündür. Zincîriye Medresesi, Mesûdiye Medresesi, Ali Paşa Medresesi, Muslihüddîn-i Lârî Medresesi ayakta kalan en güzel örnek eserlerdendir. 1. Ali paşa medresesi: Ali Paşa Medresesi, Sur İlçesi’nde bulunan Ali Paşa Camii’nin batısında bulunmaktadır. Mimar Sinan’ın eserleri arasında sayılan medrese, Diyarbakır’ın 6. Osmanlı Valisi Hadım Ali Paşa tarafından 1534–1537 yılları arasında yaptırılmıştır. Medrese, günümüzde kullanılmamakla birlikte, yakın zamanda onarım görmüş ve sağlam bir haldedir. Son dönemde medresenin hemen yanına inşa edilen iki katlı bina Sur İlçe Müftülüğüne bağlı Ali Paşa Kız Kur’an Kursu olarak hizmet vermektedir. 2. Hüsreviye medresesi: Sur İlçesi Mardin Kapı semtinde yer alan Hüsreviye Medresesi, Diyarbakır’ın 2. Osmanlı Valisi Hüsrev Paşa tarafından 1521–1528 tarihleri arasında yaptırılmıştır. Kuzeydeki medrese portalinden yapıya girilmekte, sağ ve sol taraflarda 14 adet medrese odaları yer almaktadır. Ana girişin tam karşısında ise caminin giriş kapısı yer almaktadır. Medresenin mescid kısmına, 1728 yılında minare eklenerek cami haline getirilmiştir. 1561’de Diyarbakır valiliğine atanan İskender Paşa’nın davetini kabul ederek Diyarbakır’a gelip yerleşen ünlü bilgin Musihüddîn Lârî uzun süre bu medresede baş müderrislik görevi yapmıştır 3. Latifiye medresesi: Latifiye medresesi, Sur İlçesi’nde bulunan Fatih Paşa Camii’nin kuzeydoğusunda bulunmaktadır. Burası aslında Fatih Paşa Camii’nin Şafiîler bölümü olmakla birlikte 19. yüzyılda aynı zamanda Latifiye adı ile medrese olarak kullanıldığı bilinmektedir. İki sahınlı medrese, uzun süre âtıl olarak kalmış ise de 2004 yılında onarılarak SHÇEK Kadın ve Çocuk Eğitim Merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır (1): 4. Mesûdiye medresesi: Ulu Camii’nin kuzeyinde ve camiye bitişik olan Mesudiye Medresesi. Diyarbakır’da yapılan ilk büyük medresedir. Medresenin yazıtından öğrenildiğine göre 1198-ll99 yılında Artuklu Meliki Mesud Kutbeddin Ebu Muzaffer Sökman zamanında yapılmaya başlanmış, Sökmen II.nin ölümünden 410 sonra yerine geçen Mesud zamanında yapım çalışmaları devam etmiş, Mevdud zamanında 1223’de tamamlanmıştır. Medrese üzerinde farklı dönemlere ait beş kitabe bulunmaktadır. Eyvan üzerindeki kitabe yapının dört mezhep için yapıldığını belirterek 11931194 (H.590) tarihini içermektedir. Bu tarih Artuklu sultanı II. Sökmen’in hakimiyet yıllarına (1185-1200) denk gelmektedir. Avludaki kitabede yine II.Sökmen’in adı, 1198, 1199 (H.595) tarihi ile birlikte geçmektedir. Taçkapı üzerindeki 1200 (H.596) tarihli kitabe kapının bitis tarihi olarak kabul edilmektedir. Dördüncü kitabe ortadaki mihrabın sağındaki pencere üzerinde yer almaktadır. 1224-1225 (H.620) tarihli kitabe yapının Halep’li Mahmut oğlu Üstad Cafer’in planlarına dayanarak Mesut tarafından yaptırıldığını belirtmektedir. M. Akok ise yapının Artuklu Sultanı Mesut tarafından 1180-1181 (H. 576-579) ile 1183-1184’te inşa edildiğini söylemektedir. Beşinci kitabe batıdaki mihrap üzerindedir. Bir tamir esnasında ters olarak yerleştirilen kitabenin içeriği anlaşılamamıştır. Bununla birlikte mihrabın M. 1223 yılındaki inşa dönemine ait olduğu düşünülmektedir. Yapının degişik bölümleri üzerinde yer alan bu kitabelere göre medresenin yapımına Artuklu hükümdarı II. Sökmen tarafından baslanmış, II. Sökmen’in 1200 yılında ölümü üzerine yapıma, Artuklu hükümdarı Mahmut tarafından devam edilmiştir. Mahmut’un da 1222 yılında ölümüyle Mevdud zamanında 1223 yılında tekrar gözden geçirilerek bugünkü seklini almıştır. Bu kitabelerin dışında giriş kapısı üzerine cas harcı ile islenen 1811 (H.1226) ve 1910 (H.1328) tarihleri, Osmanlı dönemine ait onarım ve ilavelere işaret etmektedir. 1962 yılına kadar büyük kısmı harap durumda olan medrese bu tarihte Ulu Cami onarımları ile birlikte onarılmıştır. Yapının Melik’ül-Mesud unvanını taşıyan II. Sökmen’den dolayı Mesudiye ismi ile anıldığı belirtilmektedir. Kare bir alanı kaplayan medrese iki katlıdır. Düzgün bir planlama göstermektedir. Kuzeydeki eyvan seklindeki kapıdan geçilen avlu revaklarla çevrilmiştir. Doguda iki kat boyunca devam eden ana eyvan yer almaktadır. Diğer kenarlarda revakların gerisinde medrese odalarına yer verilmiştir. Batıda mescit bölümü bulunmaktadır (15). 5. Muslihüddîn lârî medresesi: Safa Cami Külliyesi içinde yer alan bu medresenin diğer adı da İpâriye’dir. 15. yüzyılın üçüncü çeyreğinde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Çok sayıda eserin yanı sıra Mir’atü’l-Edvar ve Mirkatü’l-Ahbar isimli tarihinde yazarı olan ünlü bilgin Muslihüddîn-i Lârî’nin, Diyarbakır Müftüsü olduğu dönemde bu medresede ders verdiği ve bu nedenle medresenin onun ismi ile de anıldığı bilinmektedir. Lârî, 16. yüzyılın tanınmış bilim adamlarındandır. İran›ın Lâr kentinde doğmuş, bu nedenle kendisine, Lârî-i Acemî de denilmiştir. 1561’de Diyarbakır valiliğine atanan İskender Paşa’nın davetini kabul ederek Diyarbakır’a gelip yerleşen Lârî’ye Hüsrev Paşa Medresesi’nde müderrislik ile Diyarbakır müftülüğü görevleri verilmiştir 411 6. Zincîriye medresesi Bazı kaynaklarda Sincariye ya da Mercaniye adları ile anılan medresenin inşa tarihini belirten kesin bir kayıt mevcut değildir. Bazı araştırmacılar yapının Eyyubi ve Akkoyunlu dönemlerine ait olabileceğini düşünmüşlerdir. Ancak avlu revakları üzerindeki kitabede adı geçen İsa Ebu Dirhem adı, yapının tarihlendirilmesine yardımcı olmaktadır. Diyarbakır kalesi surlarında da adı geçen ve Artuklu döneminde yaşadığı bilinen Mimar_ sa Ebu Dirhem’den dolayı Zinciriye Medresesi’ni I. Sökmen döneminde 1199 (H. 595) yılına tarihlendirmek mümkündür. Yapının mimari ve süsleme özellikleri bakımından Artuklu dönemine ait Mesudiye Medresesi ile taşıdığı benzerlik Zinciriye Medresesi’nin de aynı döneme ait olduğu ihtimalini güçlendirmektedir. M. Akok yapıyı herhangi bir kaynak göstermeksizin medreseyi 1236–1237 (H.634) yılına tarihlendirmektedir. Birinci Dünya Savası’na kadar medrese olarak kullanılan yapı, 1934’te onarılarak Arkeoloji Müzesi haline getirilmiştir 306. Günümüzde Diyanet İsleri Başkanlıgı tarafından kullanılmaktadır. Kare planlı yapı, açık avlulu ve tek katlıdır. kare bir avlu etrafına sıralanmış bölümlerden meydana gelen medresede avlunun her kenarında üç gözlü revakların gerisine güneyde büyük boyutlu bir eyvan, diğer kenarlarda odalar yerleştirilmistir (15). 7. Hatuniye Medresesi H. Basri Konyar, 1932 senesinde araştırmalarda bulunduğu Hani Medresesi için “Diyarbekir Yıllığı’nda şu bilgileri verir:“: Hani’de en şayanı dikkat bir eser olan bu medrese görülmeğe değer bir san’at mahsûlüdür. Beyaz bir taştan kubbeli yapılmış ve biraz eksamı yıkılmış olmasına rağmen mimarı henüz içinden çıkmışa benzemektedir. Alınan fotoğraflar iç kısmın büyük eyvanını ve diğer aksamı göstermektedir. 1292 Tarihli bir kayıtta Hani kasabasının Hatuniye medresesile merbutatından olup Mardin sancağına tabi Hasankeyf’te bulunan Zeynebiye zaviyesinden bahsedilmektedir.Mardin’e bağlı (Kızıltepe)den ileride Hatuniye kalesi vardır ki Sancar şahın validesi tarafından bina edilmiştir. Buna (Suri Hatuniye) denilmektedir. Şu halde hani’deki bu emsalsiz eser de kıymetli nümunelerindendir.” (2). Taş içiliği harikadır. Hatuniye medresesi 412 Şu an Mevcut Olmayanlar 8. İskender Paşa Camii Medresesi: Diyarbakır valilerinden İskender Paşa tarafından yaptırılmış olan caminin külliye içerisinde yer almaktaydı. 27 Rebiulevvel 973/22 Ekim 1565 tarihli vakfiyesine göre bu cami vakıf gelirleri bakımından son derece zengindi. Vakıf gelirleriyle müderris, hatîp, imam, müezzin, hafız, kârî, talebe ve ferrâş’ın maaşları rahatlıkla karşılanıyordu. Bu medrese, XIX. yy’da Diyarbakır’ın önemli medreselerinden idi. 9. Behram Paşa Camii Medresesi: Diyarbakır valilerinden Behram Paşa (1564-1572) tarafından yaptmlmıştır. Vakfiyesine göre, inşası 1569 senesinde bitmiştir. Aynı tarihte caminin bitişiğine bir de medrese inşa edildiği vakfiye kaydından anlaşılmaktadır.Behram Paşa, cami ve medrese için Amid’de bulunan bütün emlâkinin yanı sıra Malatya’daki emlâk ve arazisini de vakfetmiştir. Medresenin XIX. yy’da da faal olduğu kaydedilmektedir. 10. Nasuh Paşa Camii (Selvinaz Hatun ) Medresesi: İçkaleye yakın olup 160611 senelerinde inşa edilmiştir. Ocak 1792 tarihinde Amid naibine veDiyarbakır mütesellimine gönderilen fermandan Nasuh Paşa Camii’nin yanında yine Servinaz Hanım tarafından bu medresenin yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Nasuh Paşa Camii avlusunda ayrıca, XIX. yy’da faaliyette bulunan Hacı ismail b. Ali medresesi vardı. 11. Aziziye (Şeyh Rûmî) Medresesi: Aziziye (bugünkü Süleyman Nazif) mahallesinde bulunan cami, adını Şeyh Aziz Mahmud Urmevî’den almıştır.Caminin 1591-1620 yılları arasında inşa edildiği tahmin edilmektedir.Caminin külliyesi içerisinde bulunan medreseye 1774 tarihli bir beratlamüderris tayin edilmiştir. 1818 tarihli bir vakıf hüccetinden medresenin yıkıkolan damının bu tarihte tamir edildiği anlaşılmaktadır. Merkeze bağlı KabiKöyü arazisi yakın zamana kadar bu caminin vakfı idi. Medresenin XIX.yüzyıla kadar faaliyetini sürdürdüğü tahmin edilmektedir. 12. Veli Kethüda Camii Medresesi: Aynı adla anılan cami, İç Kale kapısının kuzeydoğusunda olup 1830 senesine kadar ibadete açık idi. Caminin hemen yanında bir medrese olduğu 1772 tarihli bir berattan anlaşılmaktadır. 1785 senesinde caminin mütevellisi es- Seyyid İsmail Efendi’nin arzı ile Dersiâmlığa es-Seyyid Mustafa getirilmiştir. 13. Kâdiriyye Medresesi: Çobyan mahallesinde Ocak 1799 tarihinde inşa ettirilmiştir. Diyarbakır müderrislerinden olan Hacı Abdulkadir Efendi,”... yedi adet hücre ve yedi kemer üzerine mebnî eyvan ve su kuyusunu ihtiva eden ...” bu medreseyi müderrisliği evlâdiyet olmak şartıyla vakfetmiştir. Diyarbakır’daki bütün emlakini bu medreseye vakfeden Abdulkadir Efendi 1799 senesinde medresenin müderrisi ve vakfin mütevellisi idi. Mütevelliye 60, müderrise 14- ve nazıra 4 akçı yevmiye verilmesi de yine vakfiye şartlanndandır. 14. Sülûkiye Mescidi Medresesi: Behram Paşa Camii batısındaki sokağın sonunda idi. Medrese olarak da kullanılan mescidin kimin tarafından ve ne zaman inşa edildiği belli değildir. Ali Emîrî Efendi, bu medresenin son öğrencileri arasında yer almaktadır. Bu mescid, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda tahrip olmuştur(4). 413 Mesudiye medresesi Zinciriye medresesi Ali Paşa Medresesi Muslihiddin Lari medresesi Latifiye medresesi Abdullah Paşa Medresesi (Çermik İlçesi) Çeteci Abdullah Paşa Medresesi adı ile de bilinen medrese, Çermik ilçesi’nde, çarşı içinde Ulu Cami`ye giden yol üzerinde bulunmaktadır Medresenin 1756 tarihinde Çeteci Abdullah Paşa tarafından yaptırıldığı kitabesinden anlaşılmaktadır Çeteci Abdullah Paşa aslen Çermikli’dir Diyarbakır’da beş kez valilik yapmıştır Hattat, şair, âlim, fazıl ve cömert biri olarak nitelenen Abdullah Paşa 1760 yılında vefat etmiş, Dağ Kapı dışındaki mezarlığa defnedilmiştir Bu mezarlık kaldırıldığı için bugün tam 414 olarak nerede medfûn olduğu bilinmemektedir Abdullah Paşa’ya “Çeteci” lakabının Emîrü’l-Hac görevi sırasında urbân eşkıyasına karşı başarılı mücadelesinden dolayı verildiği tahmin edilmektedir Abdullah Paşa Medresesi Rahmi Hüseyin Ünal, Çeteci Abdullah Paşa Medresesi’nin mimarisi hakkında şu bilgileri vermektedir: “Medrese, genel hatlarıyla dikdörtgen bir plana sahiptir Revaklar ve bunlar gerisinde yer alan hücreler, merkezi avlunun üç kenarına sıralanmış, avlunun kuzey kenarı boş bırakılmıştır Revakların avluya bakan yüzleri koyu gri renkli bazalt ve bej renkli kesme taşlarla örülmüş almaşık duvar düzenindedir Avluya bakan revak kemerlerinin araları camlı bölmelerle kapatılmıştır Revaklar sekiz taş pâye üzerine oturmaktadır Avlunun güneydoğu ve güneybatı köşelerindeki pâyeler haç kesitli, diğerleri T şekillidir. Kapı aralığının üst kısmına, tunç bir levha üzerine kazınmış üç satırlık bir inşa kitabesi yerleştirilmiştir Buna göre medrese Abdullah Paşa’nın yardımıyla 1170/1756 yılında inşa edilmiştir Bu kapı ve iki yanındaki pencereler birer basık kemerle örtülüdür Mescidin kuzey cephe duvarı, revakların avluya bakan yüzleri gibi almaşık düzende kesme taşlarla kaplanmıştır Mescid, farklı şekilde örtülmüş iki hacimden oluşmaktadır Kuzeyde yer alan dikdörtgen hacim, pandantifler üzerine oturan bir kubbe ile örtülüdür Mescidin iki yanındaki hücrelerin bu kubbeli mekânla bağlantıları sağlanmıştır Güneyde yer alan mekân, yarım sekizgeni andıran bir plana sahiptir ve dilimli bir çeyrek küre ile örtülüdür Bu mekân medresenin güney duvarında bir çıkıntı teşkil etmekte, yarım sekizgen profilli mihrab da bu mekân içinde yer almaktadır Mihrap nişi mukarnas bir çerçeve içine alınmış ve mukarnas bir kavsara ile örtülmüştür Üç dilimli bir sağır kemer kavsarayı ihata etmektedir Nişin iki yanındaki silindirik profilli gömme sütuncukların basit mukarnaslarla süslü birer başlığı vardır Mihrap nişi ve çerçevesi sonradan badana edilmiştir Avlunun üç kenarını dolanan hücreler ve dışa doğru köşeli bir çıkıntı teşkil eden mescit-dershane hücresi, medresenin belirgin özelliklerini teşkil etmektedir” (1). Çeteci Abdullah camii (medresesi) 415 Çeteci Abdullah camii (medresesi) Medrese müfredatı: Medreselerde dini eğitim verildiği gibi fenni ilimler de verilmektedir. 12. yüzyıla uğrayarak konuyu öğrenmeye çalışalım. Tarihte şehir, bilim, kültür, sanat ve ticaret merkezi olmuştur. Ortadoğunun her yerinden öğrenciler,ders görmek için Amid medreselerine gelmeye başlıyorlar. Mesudiye medresesi çağının en ileri bilimlerinin okutulduğu bir bilim yuvası oluyor. (5). Diyarbakır’da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete sahipti (6). Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrislerin bazılarına Mevliyet payesi verilmiştir. Bu dönemde Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrisler oldukça yüksek payeye sahipti. Müderrisler günlük 20-40 akçe gibi yüksek ücret alırlardı (6). Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde’ medresede okuyan talebeye verilen önem anlatılmakta ve sıhhat ve sağlıkları için yapılan tadilattan bahsedilmektedir (1). Diyarbakır’da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete sahipti (6) (17). Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrislerin bazılarına Mevliyet payesi verilmiştir. Bu dönemde Diyarbakır medreselerinde görev yapan müderrisler oldukça yüksek payeye sahipti. Müderrisler günlük 20-40 akçe gibi yüksek ücret alırlardı (18). Tarihte şehir, bilim, kültür, sanat ve ticaret merkezi olmuştur. Ortadoğunun her yerinden öğrenciler, ders görmek için Amid medreselerine gelmeye başlıyorlar. Mesudiye medresesi çağının en ileri bilimlerinin okutulduğu bir bilim yuvası oluyor. (16). Medreselerde din eğitim üst düzeydeydi. Bunu hocaların maaşından anladığımız gibi verdiği hizmetlerden de anlıyoruz. Medreselerde ünü ülke dışına taşmış hocalar ders verirdi. Ali bin Muhammed Amidi Hadis ve fıkıh alimidir. M.1074’de Diyarbakır’da vefat etti Vefatına kadar Amid camiinde ders ve fetva verdi. Çok talebe yetiştirdi. 416 Yetiştirdiği talebelerden Ebul-hasen bin Gazi de çok meşhur oldu.Bağdat’tan öğrenciler ona eğitim için gelirdi.Yine öğrencilerinden ebu’l Hasen Ali Amidi’nin Hanbeli fıkhına dair yazdığı ‘Umdet-ül hadır ve kifayet-il misafir kitabı meşhurdur. (19). Selçuklular döneminde Melikşahın veziri Nizamülmülk Bağdatta Nizamiye medresesini kurdu (1137) Bugünün anlamı ile Dünyanın ilk üniversitesidir. Nizamiye medresesinde hukuk, astronomi,matematik, din ve filoloji gibi bilim dalları mevcut idi. Aynı eğitim modeli Diyarbakır’’da Mesudiye medresesinde uygulandı (20). Mesudiye Medresesi, çeşitli ilimlerin öğretildiği Anadolu’nun en eski ve ilk üniversitesidir. Bu medresede astronomi, tıp, fizik, matematik, biyoloji, kimya, ilahiyat, edebiyat ve felsefe gibi dersler öğretilmiştir. Ayrıca bilim adamları burada çeşitli konularda birbirleri ile tartışmışlardır (3). “Artuklu Medreselerinde İslami ilimler dışında tıp, riyaziye geometri ve felsefe dersleri de......verilirdi. Bu dönemde önemli hekimler yetiştiği gibi, tıp sahasında bazı eserler tercüme ve telif edilmiştir. Ayrıca tıp eğitimi için Meyyâfârîkîn’de bir Darü’ş- Şifa kurulmuştur.” “Örgün amaçlı bu yapılar, şehir merkezinde ve çevresinde inşa edilen tekkeler, zaviyeler, hastahaneler, bimaristanlar, sıbyan mektepleri, ve yerleşim birimlerinin genel imarı ve kurumları ayakta tutacak olan zengin vakıflar, kültürel hayatın daha düzenli ve nitelik açısından daha verimli bir hale gelmesini sağlamıştır....... .Ebu’l- Kasım Hibetullah, İbn Saleme, Zahiruddin, Ebu’l Mekarimin Muhammed, Abdulvahid Amidi, Ebu’l- Fedail Amidi, İbn Muhammed Ali, İsmail elSeybani, Ortaçağ İslam Tarihçilerinin en büyüğü sayılan Zehebi, hep bu devirlerde, bu coğrafyada yetişmişlerdir. Yine bu dönemde, Diyarbakır›da (doğup) yetişmiş olan Seyfeddini amidi Kelam ilminin en son ve en güçlü temsilcilerinden biridir....Seyfeddini amidi, akli ilimlerde, felsefe ve mantık üzerine yazdığı eserleriyle büyük şöhrete sahip olmuştur....» (21). Medreselerde fizik ve mühendislik eğitimi Diyarbakır’da yaşamış meşhurların bilgilerini öğrencileriyle paylaştığından şüphemiz yoktur. Ebul İz El Cezeri XIII. yüzyılın başında, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda 32 yıl başmühendislik görevi yaptı. El Cezeri, su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi, pratik ve estetik birçok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “Kitab-el Hiyal” adlı kitabın yazarıdır. Eserindeki otomatlara örnekler aşağıda gösterilmiştir El-Cezerî’nin Yaşadığı Dönem ve Ünlü Eseri El-Cezerî (1136-1206), Diyarbakır yöresinde yaşamış, Artuklu sarayında “reis el-âmal”(başmühendis) olarak 32 yıl (1174-1206 arasında) hizmet etmiş bir 417 bilim adamıdır.(6) Artuklular Diyarbakır’da 1183-1232 tarihleri arasında hükümran olmuşlardır. Artukoğullarının, Hısnkeyfa / Hasankeyf Artukluları (1101-1232), Mardin Artukluları (1108-1408) ve Harput Artukluları (1185-1203) olmak üzere üç kolu vardı. Hısnkeyfa Artukluları, Artuk’un oğlu Muineddin Sökmen (yön. 11011105) eliyle kurulmuş olup Diyarbakır yöresi, buraya bağlı olmuştur. Beldenin adı Osmanlıda Hasankeyf, Süryanilerde “Hesna Kepha”; Abbasi, Hamdani ve Mervanilerde ise “Hısn Keyfa” şeklinde idi. İslâm öncesi dönemde “Cepha” adıyla Süryani piskoposluk merkezi olmuş, 131 yıl boyunca Artukoğullarına başkentlik yapmış, ardından Eyyûbi egemenliğine girmiş, 1260 yılında Moğol istilâsına uğramış, 1516’da Osmanlılara geçmiştir. Mardin Artukluları 1108’de Necmeddin İlgazi (yön. 1108-1122), Harput Artukluları ise 1185 yılında Nureddin Muhammed bin Karaarslan (yön. 1175-1185) ve İmadeddin Ebubekir bin Karaarslan (yön. 1185-1203) eliyle kurulmuştur. Artuklu emîrlerinin bilime ve resim sanatına destek verdikleri anlaşılmaktadır. Artuklu dönemi Diyarbakır‘ının (Âmid) maden işleme merkezi, zengin ve hareketli bir ticaret kenti olduğu, 12. yüzyılın sonlarında kentte 140 bin cilt kitap bulunduğu bilinmektedir. Artuklular Doğu Anadolu ve Kuzey Suriye’de Haçlılara karşı yaptıkları karşı koymalar ve oluşturdukları eserlerle tanınmışlardır. El-Cezerî bu dönemde, Hısnkeyfa Artuklu sarayında hizmete başlamıştı. Hısnkeyfa Artuklu hükümdarı Nureddin Muhammed, Selahaddin Eyyûbî (1138-1193) ile dayanışma içinde Diyarbakır’ı Nisanoğulları‘nın elinden alıp kente sahip olmuştur. Diyarbakır surlarının Urfa Kapısı üzerindeki 1183 tarihli kitabe, bu olayı belirtmektedir. 1232-1234 yıllarında Anadolu Selçukluları tarafından ortadan kaldırılan Artuklular, mimarî süslemede ve sikkelerde insan figürü kullanan sayılı Türk-İslâm beyliklerindendir. Batı dünyasında adı kısaca “al-Jazari” ya da “al-Gazari” diye bilinen elCezerî, su saatleri, otomatlar, su kaldırma düzenekleri, fıskiyeler, şifreli anahtarlar ve daha pek çok pratik ya da estetik mekanizmanın tasarım ve gerçekleştirimini anlatan Kitab el-Câmi’ Beyn el-İlm ve’l-Amel el-Nâfi’ fî Sınaat el-Hiyel (Olağanüstü Makine Yapımı Üzerine Bilim ve Teknik Arasında Yararlı Bir Kitap) adlı ünlü eserin yazarının tam namı “Bedî’ûz- Zamân Ebu’l-İzz İsmail ibn el-Rezzâz el-Cezerî”dir. Burada, “bedî’ûz-zamân”, çağının harikası; “ibn el-rezzâz”, bir pirinç tüccarının oğlu; “elCezerî” ise “El-Cezîre’li” ya da Ceziret-i ibn Ömer’li (günümüzde Mardin’in Cizre ilçesi) anlamına gelir ve Fırat ile Dicle arasındaki Yukarı Mezopotamya bölgesine, Arapça’da “ada” anlamına “El-Cezîre” denir. Bu kitabın kimi nüshalarının adı değişik olup bunlarda Kitab fî Ma’rifet el-Hiyel el-Hendesiyye (Usta İşi Mekanik Aletler Bilgisi Kitabı) diye geçer, kısaca Kitab el-Hiyel adıyla bilinir. El-Cezerî, Artuklu Sarayı’na 1174’te girmiş, Nureddin Muhammed (yön. 1175-1185) ve oğulları Kutbeddin Sökmen (yön. 1185-1200) ile Nâsireddin Ebu’l-Feth Mahmud Karaaslan (yön. 1200-1222) dönemlerinde saray mühendisi olarak çalışmıştır. Bu bilimsel kitap, Hısnkeyfa Artuklularına bağlı olan Âmid’deki (Diyarbakır) Artuklu sarayında 1206 yılında yazılmıştır. Dili, zamanının bilim dili olan Arapça’dır. Eser, ününü çağlar boyu yitirmemiş, pek çok kez kopya edilmiş ve çeşitli dillere çevrilmiştir. Bugün İstanbul Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde bulunan 418 3472 kayıtlı yazma, Hicri 602 (Miladi 1206) tarihlidir. Mevcut el-Cezerî yazmalarının en eskisi olan bu nüsha, kayıp orijinal eserin bir ikinci el kopyası olarak en önemli nüshasıdır ve Muhammed ibn Yusuf ibn Osman el-Haskefî (Hısnkeyfa’lı) tarafından kopyalanmıştır. Arslan Terzioğlu’nun belirttiğine göre el- Cezerî’nin eserinin, dördü Topkapı Sarayı Müzesi’nde (III. Ahmed Nr. 3472, Nr. 3461, Nr. 3350 ve Hazine Nr. 414) ve biri Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Ayasofya Nr. 3606) olmak üzere beş elyazma nüshası Türkiye’de bulunmaktadır. Atilla Bir’in bildirdiğine göre bu yapıtın yurtdışında Dublin Chester- Beatty Kütüphanesi’nde bir, Oxford Bodleian’da iki, Leiden Üniversitesi’nde iki, Paris Bibliothèque Nationale’de üç kopyası daha bulunmaktadır. Ayrıca ABD’nin çeşitli koleksiyonlarında farklı yazmalardan koparılmış minyatürlü sayfalar sergilenmektedir. Terzioğlu’na göre St. Petersburg’da da bir nüshası vardır. Makinelerin resim ve planlarını da kendisi çizdiği için elCezerî, aynı zamanda iyi bir ressamdı. El-Cezerî’nin Otomatlarından Örnekler El-Cezerî, birinci bölümde “finkân”, “binkam” vb. terimlerle adlandırılan su saatlerinden (Şekil 5); ikincisinde şarap meclislerinde kullanılan otomatik kaplardan, insan ve hayvan biçimindeki makinelerden; üçüncüsünde ibriktarlık rolünü oynayan hayvan ve insan figürlü otomatlardan; dördüncüsünde kesilip akan çeşitli fıskiyelerden, kendi kendine saz ve düdük çalan makinelerden; beşincisinde kuyu ve ırmaklardan su çıkaran tulumbalardan; altıncısında ise saray hizmeti gören çeşitli makine, şifreli kilit vb.den söz eder. Eserde toplam 50 dolayında ilginç buluş yer almaktadır (10). 419 Diyarbakır’da astronomi eğitimi Hz.Enuş ve İdris (AS)’den gelen astronomi ilk Diyarbakır topraklarında neşvünema bulur ve ileri nesillerde de kendini gösterir. Diyarbakır ulu camiinde güneş saatine bakmamız bu konuda fikir verir. Diyarbakır Ulu camide güneş saati Ezan için güneş saati hem ibadet hem de eğitim aracıdır Diyarbakır Ulu Camii’nin avlusundaki en ilginç özelliği avlunun sağ tarafında dikilen bir taş üzerine monte edilmiş güneş saatidir. Taş’ın ortasında bıçak ağzı büyüklüğünde bir demir parçası monte edilirken, demirin her iki tarafında ise yarım ay şeklinde biri kıbleye diğeri kuzeye doğru çizilen iki çizgi bulunmaktadır. Yarım ay şeklindeki her iki çizgiden 6’şar çizgi olmak üzere toplam 12 çizgi bulunmaktadır. Güneşin doğuşunda taşın ortasına dikilen demirin gölgesi hangi çizginin üstüne vurursa saat o gölgeye göre belirlenip cami imamı tarafından ezan okunduğu ve cemaatin namazlarını kıldıkları belirtilmektedir (11). El Cezeri’ye ait olduğu ifade edilir. Diyarbakır’da astronomi ile ilgili bilim adamlarının yetiştiğini görüyoruz .Bunların öğrencilerine bu eğitimi verdiğinden de şüphemiz yoktur. 420 Al bardaklı şeyh Ahmed. Diyarbakır’da saraykapıya yakın bardaklı mahallesimde M.1446’da doğdu. 500 sayfalık eseri İstanbul’da Millet kütüphanesinde, Lugat bölümü. No.39’dadır. Eserinde. Rumi ve Farsca ile celali takvimlerindeki ay adlarını,bunlardan her birinin başlangıç ve kullanış usullerini, zamanını, kebise yıllarını, her takvimdeki ay ve günlerde geçen bayramlar ile meşhur günleri anlatır.Ayrıca gökyüzündeki gezegenlerin adlarını, bunların burçları ile hareketlerini ve bunlara verilen adların nden ileri geldiğini, Arabi ayların birinci günlerini bilip bulma usullerini anlatır. Seydaye Lice Muhammed Hadi. 1852 Lice doğumludur. Lice müfülüğü yapmıştır. Astronomi ilminde üstadı. Kullandığı aletler mevcuttur. Muslihiddin-i Lari İranda Laristan’da doğdu. Hindistan, Halep’te bulundu.İstanbul’da Ebussud efendiyle beraber oldu. Sonra Diyarbakıra geldi. İskender paşa çocuklarına onu hoca tayin etti. Hüsrev paşa medrese müderrisliğini verdi1591’de vefat etti. Palu (Parlı) Camii ismi de verilen yapı batısında büyük Hekim Muslihiddin-i Lari›nin mezarı vardır. 29 eseri vardır. 2 astronomi eseri vardır. Bu eserler Kandilli ve Süleymaniye kütüphanesindedir. Sait paşa Sait paşa, Diyarbakırda doğup büyüdü. Diyarbakıra bağlı bir ile mutasarrıf oldu. Astronomi ve coğrafya kitabı yazdı. Şeyh Abdurrahman aktepi ve astronomi eserleri ve eğitimi. Hasankaleli İbrahim Hakkı Hazretleri ve Marifetname eseri çok meşhurdur. Gerek tasavvuf ve dini ilimler ve gerek astronomi ve tıpla ilgili konuları kendi döneminde ele alışı enteresandır.Bugün Tillo bölgesi de İbrahim Hakkı hazretleriyle inanç turizmine önemli renk katmaktadır. Ancak Diyarbakır›da Çınar ilçesinde aynı özellikleri taşıyan Şeyh Abdurrahman Aktepi hazretlerini ne yazık ki Türkiye ve İslam alemi fazla tanımamaktadır. Bu mübarek zatı elden geldiğince tanıtmak bir vefa gereğidir. Diyarbakır Çınar’da Alatosun köyü türbesi, Aktepe Şeyh Hasan-i Nürani türbesi,Altınaakar köyünde bir türbe (Şeyh Kasım) dini mekanlardır. Çınar Aktepe geçen asırda İslami bir üniversite hükmündeydi. Burada bir cami minaresi ve medrese kalıntısı ile medrese öğrencilerinin (80 öğrenci) mezarı bulunmaktadır. Minare 850 yılında yapılmıştır. Öğrenciler veba salgını sonucu vefat etmişlerdir. Şeyh Abdurahman Aktepi hicri 1270 (miladi1854) yılında Diyarbakır ili çınar ilçesi aktepe köyünde doğmuştur Eserlerinden başlıcaları “Revdül Neim” Divana Ruhi, Kitabül Ebriz, Keşfül Zelam, Diyarbakıra Özgü Takvim, Astronomi, (bir diğer astronomi eserinde çevrimliğini yapmıştır) Fıkıh, Arapça Gramer, Hastalıklar İçin Şifa Kitabı. 421 Eserlerinde öne çıkan Revdül Neim eserinde peygamberimizin özellikleri ile onun miraca çıkışı konu edinmektedir. Manzum dizeler halinde kaleme alınan kitap 360 sayfadır, Hicri 1302 yılında kaleme alınmıştır. Diğer Kürtçe eseri ise Divana Ruhi’dir. Bu eser Şeyh Abdurrahmanın şiirlerinden oluşmaktadır. Tüm bunların yanında Keşfül Zelam 35, Kitabül Ebris ise 81 sayfadan oluşmaktadır. Ayrıca astronomi ile ilgili eseri hazırlarken ceviz ağacından dünya şeklinde bir küre hazırlamış ve bu küre halen sağlam olarak durmaktadır. Bunlara ilave olarak Şeyh Abdurrahmana ait kütüphanesindeki yüzlerce el yazma kitap Aktepeli’nin sahip olduğu bilgi birikimini güsterir niteliktedir. Aktepeli ile ilgili her türlü bilgiyi Aktepeli’nin yatırını inşa eden ve şu anda da yatırın ve ziyaretçilerin her türlü ihtiyacını kendi imkanları ile karşılayan Aktepe Köyü ikametgahlı Şeyhin torunu Şafii Işık tarafından temin edilinebilinmektedir. (Torunu Mehmet Işık). Eserleriyle ilgili yorum 1. Divan: 471 beyittir, 70 sayfadır 2. Kitab-u Ravd’un Naiym: Konusu Hz. Muhammed’in (SAV) miracı ve hayatı hakkındadır. 4531 beyitli olup 306 sayfadır. 3. Kitab’ul İbriz. Arapça yazılmıştır 81 sayfadır. Kur’anın Kelamullah olduğunu anlatır. 4. Kiştab-u Keşf Zulam fi akaid-i fark-el İslam: Konusu mezhebler arasındaki farklardır. 25 sayfadır. Arapça yazılmıştır. 5 .Minhac-ul Usul: Konusu fıkıhtır. Arapça yazılmıştır ve 50 sayfadır. 6. Astronomi ile ilgili yazılmış eser. 7. Aktepe köyü ve civarı için 1 yıllık namaz vakitlerini belirtir bir takvim.18 sayfalık mükemmel bir eserdir. 8. Sarf ve nahiv hakkında yazılmış bir eser. 9. Tıb hakkında bir eser. 10. 1894 tarihli ayrı bir manzumesi ve 17. yüzyıl Osmanlı şairlarinden Nabi’nin yazdığı bir Gazel’e üç mısra ekleyerek yazdığı Türkçe bir Muhannes’i vardır. Şimdi Aktepe hazretlerinin, Zeynel Abdin Çiçek tarafından günümüze güncellenen Rumi takvim isimli eserinden numune olarak iki sayfa alalım. 422 1800’lü yıllara ait Diyarbakır Çınar - Aktepe köyü -A. Aktepe’nin mücessem küreleri 1899’lü yıllara ait Abdurrahman Aktepi’nin Astronomi kitabından alıntılar Tarihte Diyarbakırın astronomiye katkısına el yazmalarının katkıda bulunduğunu gözlüyoruz.Diyarbakır İl halk kütüphanesinde Saatname- Heybetullah Gözcü bin İbrahim. 587’de kayıtlı; 195 sayfa 1644’de kayutlı; 303 sayfa Mi’yarül- Evkat. İsmail Fehim bin Seyyid İbrahim Hakkı. 883’de kayıtlı Bize bu alanda fikir vermektedir (13). Seyyid Ömer Camidi 423 XVIII. yüzyıl Diyarbakır alimlerindendir. Şeyh Berzencaninin soyundandır. M.1715’de doğdu. 15 yıl müftülük yaptı.Verdiği fetvaları füsül üzerine tertip ett iM.1782’de vefat etti. 4000 kitabı Mesudiye medresesine bağışlanmış,birinci cihan harbinde kütüphane’de işgal edilmiş, savaş sonrası kitap sayısı 1800’e inmiştir. Kitaplar diyarbakır halk kütüphanesine sonra 1955’te Umumi kütüphaneye devredildi.Astronomi ilminde de ileridir.1800.Yapmış olduğu Zaiç evladlarından Hüseyin Uluğ’dadır Molla Muhammed Çelebi-1656) Diyarbakılıdır. Matematik, astronomi alanında derin bilgiye sahiptir.IV.Murad’ın Bağdat dönüşünde,sultanla birlikte İstanbul’a geldi.Sultan Murad’ın emriyle Es’ile adlı eser yazdı.Eser İslam alimleri arasında büyük takdir topladı.Eserde matematik, geometri, astronomi, tefsir, hadis, fıkıh bilgileri vardı (14). MEKTEPLER 19 yüzyıl salnamelerine göre Diyarbakır’ın eğitim durumunu öğrenelim: Mektepler Diyarbakır merkez sancağında maarif idaresine ait 323 mekteb mevcud olup ikisi idadi, 1 darülmuallimin, 1 Kız Rüşdiyesi, 10 mekâtib-i rüşdiye, 230 dahi mekâtib-i ibtidaiyedir. Maarif idaresi bu mektebler için senede 264510 kuruş sarf eder. a- Müslim Mektepleri Diyarbakır sancağında 1287 H. yılında 1 Rüşdiye Mektebi, 11 İslâm mektebi, 6 medrese vardır. 1300 H. yılına kadar geçen zaman zarfında ise bu rakamlar şöyle olmuştur: 1 rüşdiye, 4 medrese, 4 mekteb, 5 mekteb, 3 mekteb, 1 mektebi rüşdiye, 1 medrese, 4 medrese, birer rüşdiye askeriye mektebi, mülkiye mektebi ve yeni açılmış birer kız mektebinin haricinde 35 ilk mektep vardır. Bu mekteblere devam eden Müslüman öğrenci sayısı 5771 civarındadır. Diyarbakır’da 1 idadi mülkiye ile bir rüşdiye-i askeriye okulu ve bütün vilayette rüşdiye-i mülkiye ile Müslümanlara ait 1560 erkek, 2 kız Sıbyan okulu ve 7 medrese eğitim vermektedir. Vilayette toplam okul ve medreselerin adedi 1805 olup 61511 öğrencive 1876 öğretmeni bulunur. Diyarbakır Rüşdiye Askeriye mektebine kabul edilen öğrencinin oniki yaşını geçmemiş olması gerekmektedir. Ekseriya bu okula gelen öğrencinin Türkçe okuyup yazması şarttı aranmaktadır. Herhangi bir sebep olmaksızın bu okuldan ayrılan öğrenci bir daha okula geri alınmazdı. Diyarbakır merkez sancağına bağlı Ergani Madeni kasabasında; 1 mektebi Rüşdiye, 1 bâb Rüşdiye ve 1301 H. yılında yeni küşad olunmuş 2 bâb muntazam ibtidâdiye mektepleri vardır. Siverek kasabasında 1 mektebi Rüşdiye, 5 mekteb, 1 medrese vardır. Daha sonraki yıllarda bu rakamlar; 2 medrese, 1 mekteb-i Rüşdi, 3 mekteb-i ibtidâi olarak kaydedilmiştir. Lice kasabasında bu rakamlar şöyledir. Rüşdiye Mektebi; bu mektebde bir öğretmen görev almıştır. Öğrenci sayısı; 20’dir. Bu okulda diğer yıllarda da bir öğretmen görev almıştır. 1292, 1293 ve 1294 H. vilayet salnamelerine göre bu okulda öğrenci sayısında yıllara göre farklılıklar göze 424 çapmaktadır. Silvan kazasında ise 1290 H. yılında 2 mekteb-i Sıbyan, 1317-1319 senesinde ise 8 medrese, 1 mektebi Sıbyan vardır. Salnâme-İ Maarif’e Göre H. 1315-1316 Tarihinde iyarbakır Vilayetinde Bulunan Gayri MüslimOkulları: Diyarbekir kazasına dair malumat: Diyarbekir kazasında, 3 kütüphane (Sarı Abdurrahman Paşa, Hamid Beyzade Ömer Efendi, Ragıbiye), 1 medrese, 1 rüşdiye-i askeriye, 1 rüşdiye-i mülkiye, 1 inas rüşdiyesi, 1 darulmuallimin 5 mekteb-i ibtidai, 10 mekteb-i sıbyan, 9 Hıristiyan mektebi, 2 ecnebi mektebi, 1 Yahudi mektebi vardır. Silvan kazasına dair malumat: Silvan kazasında 1 medrese, 1 mekteb-i rüşdi, 1 sıbyan 5 Hıristiyan mektebi, vardır. Beşiri kazasına dair malumat: Beşiri kazasında, vaktiyle merkez-i kazada mekteb namına bir bina bile mevcud değil iken saye-i marif-vaye-i hazreti padişahide ahiren 5 aded mekteb-i ibtidai inşa ve tesis olunmuştur. Lice kazasına dair malumat: Lice kazasında 2 medrese, 1 İslâm, 3 Hristiyan mektebi, 27 mekteb-i sıbyan vardır. Ergani kazasına dair malumat: Ergani kazasında, 1 ibtidai, 4 sıbyan, 3 Hıristiyan mektebi mevcuttur Çermik kazasına dair malumat: Çermik kazasında, 1 medrese, 1 rüşdi, 2 ibtidai, 3 hıristiyan mektebi mevcuttur (23). Osman Köker Sergisi- Dikran Mgunt -Amidayi Artsakankner-1893 Ermeni öğrenciler öğretmenleri Hovhannes Nacaryan 425 Osman Köker sergisi Diyarbakır Ermeni okulu öğrencileri, öğretmenleri ve okul yöneticileri. 1911- Dikran Mgunt, Amidayı Artsakankner Osman Köker sergisi Burhan Özdemirci- Adnan Palakoğlu Albümü 1950 yılında Meryemana kilisesinde Süryani öğrenciler 426 Diyarbakır’da gayrimüslimler ve bilim Diyarbakır’da tarihte gayri Müslimlerle ilgili bir sorun yoktu. Şimdiye kadar yapılan araştırmalardan elde edilen rakamlara göre Diyarbakır’da 20. yüzyılın başında 22 adet protestan okulunun varlığından bahsedilmektedir (23). 1869 tarihli, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin yayınlanmasından hemen sonraki uygulamaları, resmi kayıtlardan ta-kip etmek mümkündür. 1287 (1870) tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesi’nde, cemaatler bazında, eğitim kurumlarının sayıları ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır. Ermeni Protestan Rum Rum Katolik : : : : 3 1 1 1 Keldani Süryani Yahudi : : : 1 1 1 Toplam olarak, dokuz adet okulun varlığından bahsedilmektedir. Ancak, bu okulların öğrenim kademesi belirtilmeyip, sadece “mektep” ifadesi kullanılmıştır. Burada ortaya konul- maya çalışılan konu, genelde Diyarbakır’daki gayrimüslim cemaatlerin eğitim durumları hakkında, tespitlerde bulunmak ve buradan hareketle, Süryani eğitim kurumları hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmaktır. Mevcut bulunan 5 döneme ait, Diyarbekir vilayetiyle ilgili Maarif Salnameleri esas alınarak, konuya açıklık getirilmeye çalışılacaktır. 1898 (1316) tarihli Maarif Salnamesinin, 1052. ve 1053. sayfalarında, Diyarbekir merkez kazasında bulunan ve “mekâtib-i gayrimüslim” başlığı altında verilen bilgiler şöyledir: Aşağıdaki dağılımda gözlendiği kadarıyla, Süryani Kadim cemaatine ait okul 1297 (Miladi 1879) tarihinde açılmıştır. Bu tarih, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin yayınlandığı tarih-ten 10 yıl sonrasına tekabül etmektedir. Okulun adı, “Süryani Mektebi”dir. Nizamname ile birlikte getirilen ruhsatname alma zorunluluğunu 8 Mayıs 309 (1891) tarihinde yerine getirmiştir. Rüştiye derecesindeki bu okulun sorumlu idarecisi Naum Efendi’dir. Maarif Salnamesinde yıllara göre öğrenci sayısı şöyledir: 1316 (1898) – 85 1317 (1899) – 61 1319 (1901) – 51 Yörede geçerli olan, kız çocuklarını okula göndermeme anlayışı, Süryani cemaati için de geçerliliğini korumaktadır. Bunun yanında, daha modernist bir yaklaşımı savunan Protestan cemaati, kız çocuklarının eğitim görmeleri konusunda herhangi bir kısıtlamaya gitmemiştir. Tabloda da görüleceği gibi, mevcut gayrimüslim cemaatlerine ait okullarda kız öğrenci bulunmamaktadır. Sadece, Protestan mektebinde kız öğrenci mevcuttur. Kız öğrencilerin sayıları, zamanına göre oldukça yüksektir: Süryani mektebi, Lalebey Mahallesi’nde bulunan Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi kompleksi içinde, Kuzey yönünde bulunan ve halen ayakta duran odalarda, 427 eğitim-öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu okulların öğretim kadrosu geniş olmayıp, faaliyetlerin bir veya iki öğretmen tarafından sürdürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu okullarda, tüm öğretim faaliyetleri, cemaatin sahip olduğu dilde (Süryanice, Ermenice vs.) yerine getirilmekteydi. Sadece, okutulması zorunlu olan Osmanlıca dersleri için, dışarıdan gelen Müslüman öğretmenler mevcuttu. 1905 tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesi’nde, Süryani mektebinde, Osmanlıca derslerine Hüseyin Sadık Efendi’nin girdiğini görmekteyiz. Karma eğitimin verildiği Diyarbekir İdadisi’ndeki Müslim ve gayrimüslim öğrenci sayısı aşağıda verilmektedir: Öğretim Yılı 1895-1896 1896-1897 1897-1898 1898-1899 1900-1901 (24) Müslüman Öğrenci 45 70 80 52 51 Gayrimüslim Öğrenci 6 %14 11 %16 21 %27 6 %13 3 %7 KÜTÜPHANELER Diyarbakır kitap zenginliği bakımından dünyada sözü geçecek bi şehrimizdi. Çeşitli dönemlerde bu zenginliğe göz atalım: Nisanoğlu dönemi SelahattinEyyubi Diyarbakır’ı Nisanoğullarından aldığında Nisanoğlunun kütüphanesini Kadı Fazıl’a hediye etti.Bu kitaplar Ulucami maksureleri ile Zinciriye medresine giden eskiden kalma kemerlerin bulunduğu yerde nuhafaza ediliyordu. (25). Bu kütüphanede 1.040.000 kitap vardı. Fazıl bu kitapları seçerek 70 deve ile Kahire’ye’ götürdü O devirde Kahirede’ki kitap sayısı sadece 125.000 idi.O devrin en büyük kütüphaneleri Diyarbakır (Amid), Mardin, Musul ve Bağdattaydı. Sultan Selahaddin zamanında ilk kez Mısır’da medreseler açılmıştır. Kadı Fazıl aldığı kitaplarla Kahire’de el-medresetül Fadiliyye medresesini açmıştır (26) (27) (28) (29). Selahattin’in temelini attığı medreselerle kurulan Ezher üniversitesinin bilimsel temelinde bu kitaplar vardır. Akkoyunlu dönemi Uzun Hasan’ın kütüphanesi Bugün bir kütüphanenin büyüklüğü hakkında fikir edinmek için içinde görevli personel sayısına bakılabilir. Akkoyunlu Hükümdarı Ergani doğumlu Uzun Hasan’ın kendi özel kütüphanesinde görevli personel sayısının 58 olduğu dikkate alınırsa, bilimin o tarihlerde Diyarbakırda ne kadar ileri olduğu anlaşılır (30). 428 19. yüzyıl 19. yüzyılda Kitapçılar çarşısına rastlıyoruz Yiğit Ahmed mahallesinde birde Kitapçılar çarşısı olduğunu öğreniyoruz. Ali Emiri efendi ayrıca Ulu caminin güneyinde de bir kitapçılar çarşısı olduğunu belirtir (31). Salnâme-i maarif’e göre h.1315-1316 tarihinde Diyarbakır vilayetinde Diyarbekir’de, 3 kütüphane (Sarı Abdurrahman Paşa, Hamid Beyzade Ömer Efendi, Ragıbiye), ismi geçiyor: a) Sarı Abdurrahman Paşa: H.1178 yılında belirtilen kişi tarafından yaptırıldı. Vali cevat paşa ise kütüphaneyi ihya etmiştir.İçinde 564 kitap vardır. Ulu caminin kuzey bölümünde faaliyette bulunmuştur. b) Hamid Beyzade Ömer Efendi.MS. 1785 tarihinde yaptırıldı. 104 el yazması, 206 matbu ve. 1248 yeni kitap vardı. Ulu caminin avlusunda yer aldığı 1826 tarihli bir vakıf hüccetinde belirtilir. Fazıl Abdurrahman ailesinin bağışıyla kitap sayısı 4000’e kadar çıkmıştır. c) Ragıbiye: 1833’de yaptırıldı. 330 el yazısı, 9 matbu, 344 yeni kitap içeriyordu (21). Diyarbakır merkez sancağında 7 kütüphane vardı. Bu rakam 1317-1319 H. yılında SarıAbdurrahman Paşa, Hâmid Beyzâde, Ömer Efendi Ragıbiye, olmak üzere 3 kütüphaneye düşmüştür (8). Sarı Abdurrahmanpaşa kütüphanesi Kütüphanenin içi M. Ali Abakay bu dönem kütüphaneleriyle ilgili detay bilgi verir, ekte detay makalesi bulunmaktadır. Şevket Beysanoğlu, “1886 ( H. 1302 ) tarihli Diyarbakır salnamesi (yıllığı) şehrimizde 7 kütüphane olduğunu yazar. 1901 (h. 1317) tarihli salnamede bu adedin üçe indiğini görüyoruz: Rağıbiye Kütüphanesi, Sarı Abdurrahman Paşa Kütüphanesi, Camidi Kütüphanesi” şeklinde bilgi verir. 429 14. defa yayımlanan H.1312 Tarihli Salnamede «Dahil-i vilayette mevcut umumî kütüphaneler» başlığı altında Diyarbakır›da dört kütüphane, mevcut kitaplarla yer almaktadır. Bu Kütüphaneler Hakkında Verilen Bilgiler Müessisi ve Kütüphanenin Bulunduğu mahal: Trabzon Vali-i Esbakı Sarı Abdurrahman Paşa merhum- Diyarbekir›de Kain Cami-i Kebirin cihet-i şarkiyesindeki daire-i mahsusa. Tarih-i Tesis ( Kuruluş Tarihi ) : 1178 ( Miladi ) Kütüb-i Mevcude ( Mevcut Kitaplar ) Na matbu ( El yazması ): 507, Matbu: 57 Yekun ( Toplam ) : 564 Müessisi ve kütüphanenin bulunduğu mahal: El-Merhum Ömer Efendi elAmidi eş-şehir bi-camidi -cami-i şerif-i mezkurun cihet-i şekiyesindeki daire-i mahsusa. Tarih-i tesis: 1200 M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif. Kent Işıkları. İstanbul. 2009. Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 matbu 206 yekun 1248. Müessisi ve kütüphanenin Bulunduğu Mahal: R-I Hac Ragıb Bey Merhum Müessis-i kütüphanenin bina- kerdesi olan Ragibiye Medresesi dahilinde Tarih-i Tesis: 1249 Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 Matbu: 9 Yekün 344 «Resmi Diyarbekir Mekteb-i İdadi-i Mülkisi dahilinde meçhul» olarak yer alan kütüphanenin kuruluşu tarihi «1311», mevcud basılı kitap sayısı «167 «olarak yer almıştır. Ayrıca «Mardin›de kain cami-i Kebir dahilînde›› gösterilen kütüphanede de 39 elyazması kitap olduğu, kurucusunun da bilinmediği bu kütüphanenin tarih-i tesis hanesinde «Na-malum›› ibaresi yer almıştır. 18. Defa yayımlanan Hicri 1319 (miladi 1901 -1902) Tarihli salnamede yine aynı kütüphane isimleri yer almaktadır. İbnü’l Ezrak, Tarih-i Meyafarikin ve Amid’de Mervan Hükümdarı Nasıruddevle Ahmed’e sığınan Ebu’l Kasım Hüseyin bin Ali el-Mağribin’nin Katibi Şeyh ebu Nasr el-Menazi’nin elçi sıfatıyla birçok kez gittiği Konstantineye›den dönüşte getirdiği kitapları Meyyafarikin ve Amid’de birer camiye vakf ettiğini belirtir. Kitaplar o dönem ‘‘Menazi Kitapları›› olarak bilinmektedir. Mustafa Akif Tütenk’in ‘‘Mahsul-i Leyali-i Hayatım››ile ‘‘Görüş ve Seziş›› adını verdiği dört defteri okuyan oğlu Hasan Kadri Tütenk’in babasından naklettiği husus: ‘‘Diyarbakır’da birçok kitap, Birinci Dünya Savaşı döneminde çalındı. Halk, açlığını kitap satarak gidermeye çalışıyordu. Ama uzun vakit, Amid çevresinde kalan yabancılar bunu ganimet biliyordu. Babam, Hadım-i Terakki’de muallim ve aynı vakitte mektebin kurucusuydu. O günleri bize hikâye ederken Saray Kapı’da birçok kitabın talanından söz ederdi. Bence Diyarbakırlının kütüphaneleri hengâmede zir u zeber olmuştur (33). 430 Cumhuriyetin ilk yıllarında kitap aşkı vardı Ulusal kitapsaray ile ilgili bir bilgiye tarihi kitaplarda rastlıyoruz 1937 tarihli bir kitapta şunlar yazılıdır.Ulu cami yanındadır.1932 yılında General Ceval tarafından kurulmuştur.Beşbin ciltten fazla kitap vardır.Kültür bakanlığı, eskiden yine kütüphane olan camiin bu cephesini tamir ettirerek ulusal kitapsaraya tahsise karar vermiştir (34). Sözün burasında, “Peki bu kütüphanelere ne oldu” diye bir soru akla gelebilir. Ne yazık ki, bu zengin kütüphanelerin ömrü de ancak Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmüş… Harp patlak verince gencecik öğrencileri cephelere gönderilen kentteki okullar gibi bu kütüphaneler de kapatılmış. Kalan da cumhuriyet yıllarına gelinceye kadar zaman zaman yağmalanmış, bazen yakılmış, tahrip ve talan edilmiş… Cumhuriyet döneminde, kala kala bir tek kütüphane kalmış Diyarbakır’da “Umumi Halk Kütüphanesi”… Şimdilerde Ordu Evi’nin bir bölümü olarak kullanılan Dağkapı’daki Halkevi binasında uzun yıllar açık kalan kütüphane, bu kurumların kapatılması sırasında bir kez daha talana uğradı. Bilinçsizce çuvallara doldurularak depolara atılan kitaplar, dergiler, gazete arşivleri uzunca süre depolarda bekletilerek hem zarar gördüler, hem talana uğradılar… Kalanlar da 1950’li yılların sonlarına doğru Ulucami’nin doğu cephesindeki bölüme taşındı. Bu kütüphane de son olarak 1955 yılında, bitişiğindeki Yıldız Gençlik Kulübü’nün çay ocağında çıkan yangın sırasında itfaiyenin bilinçsizce sıktığı sularla, kütüphanedeki yüzlerce değerli el yazması kitap telef oldu. Dahası, bu yangın sırasında yağmacılar da kurtarma bahanesiyle kucak kucak kitabı kaçırdılar…(35). 1973 yılı kütüphaneleri İl halk kütüphanesi 431 Çocuk kütüphanesi Diyarbekirli kitap sever bir halktır. Mevlüt Mergen bu noktada hatıralarını nakleder. Diyarbakır evlerinin müştemilatındandır “kitap rafları”... Hemen her evde bulunurdu bu raflardan. Diyarbakır’lı okumayı ve okutmayı seven bir ruh yapısına sahiptir. Eğer öyle olmasa idi, binlerce şair, bilgin ve ilim adamı bu kentten yetişir miydi? Ali Emiri adını andık ama, onun kitap hakkında verdiği bilgileri anmadık. Şöyle diyor o güzel insan, yüreği Diyarbakır sevdasıyla yanıp tutuşan ilim adamı: ‘Dünyaya geldiğim zaman Diyarbakır, adeta bir ilim kütüphanesi şeklinde idi. Diyarbakır eşrafından Müftü Derviş Efendi merhumun çocuklarının evine gider, 3.000 – 4.000 cilt kitap görürdüm. Yine Diyarbakır’lı merhum Said Paşa’nın köşküne gider orada da bir hayli kitap bulurdum. Diğer İslam eşrafının evleri de böyle idi. Bizim evlere gelince, bizde dayımlarla, büyük amcam Şaban Kamil Efendi’de abartmaksızın 10.000 cilt değerli kitap vardı (1). Demek ki, kitap sevgisi Ali Emir Efendi’yi kast ederek «kişiye özel» değildi diyebilir ve bunun bütün bir şehir halkını kuşattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir de şu hususu bilmemiz gerekir ki, o zamanlar böylesine basılı eserler pek yoktu, çoğunlukla el yazması kitaplardı ve kolay kolay temin edilip kitaplıktaki rafına yerleştirilemezdi. 432 «Diyarbakır’lı kitap severdi» derken de bugünden ziyade dünü, yani geçmişi kast etmek durumundayız. Bakınız bir misal vermek gerekirse, Said Paşa’nın adı yukarıda geçmişti, Süleyman Nazif ve Faik Ali Beyler bu paşanın iki oğludur ve babalarına ait yine yukarıda sözü edilen kitapları sandıklara doldurup, Diyarbakır’dan İstanbul’a götürüp Topkapı sarayına bağışlamışlardır. Bunu yaparken de şöyle bir hassasiyeti göz önünde tutmuşlardır, yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in İnsan Suresi dokuzuncu Ayeti’nde geçen: «Sizden ne bir hediye ve ne de bir teşekkür isteriz» şeklindeki yüce hükmünü düşünerek, o günkü yayın organlarına dahi bilgi vermemişlerdir. Ali Emiri Efendi’nin kurucusu olduğu İstanbul Millet Kütüphanesine kendisine ait 13.000 ktaba ek olarak 87.000 kitap daha ekleyerek sayıyı yüz bine tamamlamak ve yüz bin cilt kitabı da batı dünyasından tedarik ederek 200.000 e çıkarmayı planladığını biliyoruz. Tam yirmi beş yıl Ali Emiri Efendi bir tek kitabı elde etmek uğraşmış, bunun için ne fedakarlıklar yapmıştır ki, sonunda elde edemeyişinin üzüntüsünü yaşamıştır. O kitap, «İbnü-l Erzak Tarihi» adını taşır ki Ali Emiri Efendi bu kitabın Haydaranlı Hüseyin Efendi’de olduğunu öğrenir ve onunla temasa geçip elde ekmeye çalışır ki, yirmi beş yıl aradan geçer, ama ne yazıktır ki muradına eremez bu kitap sever Diyarbakır’lı... Tek, tek isim vermek gerekmiyor, kitap sever Diyarbakır’lıyı anlatırken, ancak örnek olsun diye sadece bir isim üzerinde durduk ve o günlerin Diyarbakır’ında yaşayan hemen her kesin evinde böylesi bir kitap hazinesi bulunduğunu ifadeye çalıştık.. Ve bugünlere geldik. Kötümser olmak, negatif bir hava estirmek yaratılışımıza ters gelir, biz iyiyi, güzeli, doğruyu iletmeye gayret ederiz, ne kadar başarılı oluruz, yada olmayız o ayrı bir konu olması hasebiyle üzerinde durmayız. Ancak şu gerçeği dile getirmek durumundayız ki dünkü Diyarbakır evlerinin en kıymetle mutfak eşyası hep bakırdan idi ve bugün bu bakır eşyalar maalesef hurdacılara nasıl satılmış ise o tarihi el yazması kitaplar böylesine basitliklerle elden çıkarılmıştır yeni nesil tarafından. Bir misal ve bir hatırayı anlatmadan geçemeyeceğim, rahmetli kitapçı Kemal Acet anlatmıştı: «Bir gün evden çıkmış, dükkâna geliyordum, küçeden geçerken bir kapının önünde çöp tenekesi ve bu tenekenin üzerinde bulunan üç adet kitap gözüme ilişti. Belli idi ki bu kitapları çöpe atmışlardı, ben eski yazıyı okumayı bilmezdim ama, dükkânıma bilenler gelirdi. Onlara okutayım bakayım bu kitaplar ne yazar diyerek o kitapları oradan aldım ve dükkâna getirdim. Aradan biraz zaman geçmişti ki bir gün birisi geldi ve o kitapları gördü. Alırken bana o kadar çok para verdi ki dükkânımdaki kitapların değeri kadar vardı o paralar». 433 Günümüzde kitap sevgisi ne acıdır ki, ihanete uğrayan sevgilerin başında gelir. Kitapçılarda on binlerce değişik imzalı kitaplar raflarda beklerken evlerimiz, kitaba özlem duyar hale geldi: «Zamanım yok, okuyamıyorum» gibi basit bahanelerin arkasına sığınır olduk. Ama, bütün bunlara rağmen iddiamız hâlâ geçerlidir «Diyarbakır’lı kitap sever» ama, eskisi kadar alıp okuyamaz (36). EĞİTİMDE FİNANS Osmanlının Diyarbakır’daki ilk dönemlerinde Eğitime Vakıf Katkısı öncelikli olarak görüyoruz. Diyarbakır Mektep, Hücerat Ve Kurra Vakıfları na örnek verelim 1. Nasuh Paşa Camii Şerifi ittisalinde elhac İsmail bini Alinin mektep ve hücerat vakfı 2. Mustafa Paşa Camii ittisalinde üç adet hücerat vakfı 3. Fatih Mehmet Paşa Camii Şerifinde talebe-i ulum için Ömer efendinin bina etmiş olduğu altı bab hücerat vakfı 4. Veli kethüda camii ittisalinde Ahmed-i esseyit el- Hacı İsmail efendinin hücerat ve dekakini vakfı. 5. Diyarbakır’da vezir-i azam merhum Dilaver Paşanın darulkurrası vakfı 6. Amit Vilayetinin kurras vakfı (57). Valilik bütçesi de ayrı bir destek kaynağıydı. Bu noktada Osmanlı belgelerine göz atalım: 2 Mayıs 1762 Vaktinin öğrencilere ilim vermekle geçiren Diyarbakır ulemasından Mahmut efendiye buğday verilmesi için Diyarbakır voyvodalığı fermanı. (40) 434 26 Eylül 1782 Vaktinin öğrencilere ilim vermekle geçiren Diyarbakır ulemasından Seyyid Şeyh Abdurrahman ve Seyyid Şeyh Abdullah efendiye buğday verilmesi için Diyarbakır voyvodalığı fermanı (40) Şeriyye sicillerine göre medresedeki öğrencilere büyük ihtimam gösteriliyordu Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde’ medresede okuyan talebeye verilen önem anlatılmakta ve sıhhat ve sağlıkları için yapılan tadilattan bahsedilmektedir (58). Eğitime Vatandaş Katkısı da olmaktaydı. 1895’te Vali olan Halit bey halktan toplanan bağışlarla sur dışında bir bina yaptırarak (Süleyman Nazif Ortaokulu olarak kullanılan bina) tedrisata başlandı (59). TANZİMATLA FİNANS SİSTEMİ DAHA MODERN BİR METOLOJİYE KAVUŞTU DİYARBEKİR VİLAYETİ MAARİF MASRAF BÜTÇELERİ (1870–1920) Vilayet Maarif Geliri Medrese ve sıbyan mekteplerinin temel ekonomik dayanağı olan vakıfların zamanla önemini. yitirmesi ve Tanzimat’la birlikte çok sayıda yeni okulun açılması, devletin ekonomisini ciddi anlamdaolumsuz etkilemiştir. II.Abdülhamid devrinin ilk yıllarından itibaren, devlet hazinesinden MaarifNezareti’ne ayrılan tahsisatın miktarı uzun yıllar 50.000 ila 100.000 lira arasında değişmiştir. Çeşitlimali sıkıntılardan dolayı maarife fazla para ayıramayan hükümetler, sadece maarif giderlerine 435 karşılıkolacak mali kaynaklar oluşturmak için bazı kanunlar çıkarmış ve yeni uygulamalar benimsenmiştir. Mesela, Diyarbekir Valiliğine gönderilen 21 Aralık 1879 (9 Kânunuevvel 1295) tarihli bir yazıya göre, vakıf gelirlerinin tahsis edildiği kişi veya cihetlerden eser kalmaması durumunda bu vakıfların gelirleri Evkaf Hazinesi’ne aktarılmayacak; maarifin yaygınlaştırılması yolunda sarf edilecektir. Sözü edilen bu emirlerin ileriki tarihlerde Diyarbekir’de uygulamaya konulduğu görülmektedir. Örneğin, Dilaver Paşa Vakıflarına bağlı olan ve buraya gelir sağlayan mallar veyapılar, 1894 (R. 1310) yılında Vilayet Maarif idaresi tarafından zapt edilmiştir. Bu nedenle, 1894yılından 1901 yılı sonuna kadarki vergisinin, Vilayet Maarif idaresince ödenmesi kararlaştırılmıştır. Maarifin malî kaynaklarından biri de gayrimenkullerden elde edilen gelirlerdi. Diyarbekir Maarif İdaresi, Diyarbekir Maarif Komisyonu’na ait gayrimenkullerin isim, adres ve eski kira bedellerini belirterek, kiraya verilmek üzere resmi ilânla duyurmaktaydı. Mesela, 1912(R. 1328)Martı’nın başından itibaren bir sene müddetle kiralanmak için dokuz adet gayrimenkulün toplam eskikira bedeli 380 kuruş olarak belirtilmiş ve vilayet resmi gazetesinde ilân edilmiştir. Talip olan kişiler Maarif İdaresi’ne müracaat edecektir. Maarif hizmetleri için ihtiyaç duyulan kaynak, vakıf gelirlerinin ve gayrimenkul vergisi maarif hissesinin yanı sıra, halktan toplanan öşür maarif yardım hissesi ve hamiyetli ahaliden alınanyardım paraları ile finanse edilmiştir. Masraf Bütçeleri Diyarbekir Vilayeti’nin maarif gelir bütçesini oluşturan ve yukarıda sözü edilen mali kaynaklar, XIX. yüzyılın son çeyreğinden itibaren hazırlanan düzenli ve ayrıntılı maarif masraf bütçeleriyle eğitim kurumları ve eğitim çalışanlarının masraf ve maaşlarına tahsis edilmiştir. Sadrazamlık makamının 6 Şubat 1896 (25 Kânunusani 1311) tarihli tezkiresi doğrultusunda, Diyarbekir dâhil olmak üzere altı doğu vilayetinin 1896 (R. 1312) yılı umumi maarif bütçe özetleri, Maarif Nezareti tarafından ayrı ayrı hazırlanarak 25 Mart 1896 (13 Mart 1312) tarihli tezkireyle Babıâli’ye takdim edilmiştir. Diyarbekir vilayetinin 1896 yılı bütçesinde maarif için ayrılan ödenek 388.976 kuruştur. Bu paradan 46.560 kuruş maarif müdürü ve hademesine, 214.040 kuruş İdadî mektebine, 101.240 kuruş Kız Rüşdîyesi muallimesi ile Dârülmuallimin’e ve 1.800 kuruş Ermeni mektebi Lisan-ı Osmanî muallimine tahsis edilmiştir. Bu harcamalar dikkate alındığında 25.336 kuruş fazlalık kalmaktadır. Ancak, 20 Osmanlıca mualliminin tayin edilmesiyle maaş harcamalarına 36.000 kuruş daha ilave edilmiş ve bütçe açık vermiştir. 436 Diyarbekir vilayetinin 1913 (R. 1329) yılı hususi bütçesinde vilayetin toplam geliri 2.576.850 kuruş, toplam gider ise 2.634.119 kuruş olarak tayin edilmiştir. Söz konusu gelirden Vilayet Maarif Dairesi’ne tahsis edilen miktar 1.082.942 kuruştur. Diyarbekir Vilayeti 1913 (R.1329) Yılı Maarif Masraf Bütçesi Maarif Nezareti’nin 1914 (R. 1330) senesi genel maarif bütçesinde bütün vilayetlerin maarifharcamaları için 15.000.000 kuruş tahsis edilirken, Diyarbekir vilayetine 348.700 kuruş ayrılmıştır. Osmanlı hükümeti, Diyarbekir vilayetinin maarife ve mektebe olan ihtiyacını gerektiği kadarnazara aldığı için “Vilayet Maarif Dairesi”nin 1914 (R. 1330) yılı hususi masraf bütçesinin bütün fasıl ve maddelerinde, bir önceki yıla nispetle, büyük oranda artış yapılmasını teklif etmiştir. Bu hakiki ihtiyacı gerçekten takdir eden Encümen ve Heyet-i Umumiye de maarif masrafında artış yapılmasını kabul etmiş ise de, vilayet bütçesi hükümetin teklifini tamamıyla karşılayacak bir gelire sahip değildir. Bu nedenle, hükümetin teklifinin bazı kısımlarında tasarruf ve indirim yapmaya ister istemez mecbur kalmıştır. Bununla beraber, memleketin şiddetle muhtaç olduğu bir “Ana Mektebi” ihdas etmek, Dârülmuallimin mektebine bir “Sanayi-i Nefise Muallimi” ilave eylemek, ibtidaî mektepleri muallimlerinin maaşlarına Tedrisat-ı İbtidaîye kanunu doğrultusunda aylık 50’şer kuruş zam yapmak gibi lüzumlu masraflara katlanmaktan çekinmemiştir. Fakat maarif müfettişlerinin sayısının arttırılmasından bir fayda sağlanmadığı tecrübeyle sabit olduğu için, mesela, tamamı farklı cemaatlere mensup 9 mektebi bulunan Siverek sancağına bir müfettiş tayin ve istihdam etmek israf olarak görülmüştür. Bu sebeple, bütün vilayete mahsus olmak üzere biri aylık 1000 kuruş, diğeri aylık 600 kuruş maaşlı iki müfettişin görevlendirilmesi kabul edilmiştir. Hükümet adına vilayet ve maarif müdürü tarafından müfettişlerin lüzum ve icabı ve Maarif Nezaret’inin bu husustaki maksadı şiddetle müdafaa ve izah olunmasına rağmen, bu maddeye ne bu adet müfettişten ve ne de bu miktar masraftan fazla bir şey eklenmesine Heyet-i Umumiye ikna edilememiştir. Vilayetin 1914 yılı toplam hususi geliri 3.053.783 kuruş iken, toplam hususi masrafı 3.052.183 kuruş olarak tayin edilmiştir. Bu umumi masraf içinde, Maarifin harcama miktarı 1.349.330 kuruş olarak ayarlanmıştır. 1913 yılında, hususi mekteplerde görev yapan Lisan-ı Osmanî muallimlerinin maaşı umumibütçeden karşılandığı için 1914 yılı vilayet hususi bütçesinde yer almamıştır. Ancak, Maarif Nezareti’nin, söz konusu maaş meblağını umumi bütçeden çıkarması bu muallimlerin mağduriyetine neden olmuştur. 1914 yılının başından itibaren istihdam edildikleri halde maaş alamamışlardır. Bu nedenle, 6 Eylül 1914 (15 Şevval 1332) tarihli iradeyle Diyarbekir vilayetinin 1914 senesi hususi bütçesinin maarif kısmında “Mekâtib-i Hususiye Lisan-ı Osmanî Muallimlikleri Maaşatı” 437 adıyla yeni bir madde oluşturularak, maarife ait diğer fasıl ve maddelerden buraya 24.000 kuruş nakledilmesine müsaade edilmiştir. 17 Eylül 1914 (26 Şevval 1332) tarihli iradeyle, vilayetin 1914 yılı hususi bütçesinin maarif kısmında “Mekteb-i Sultani Leylî ve Meccani Talebe Masarifi” adıyla başka bir maddenin açılarak, fazla gelirden 13.200 kuruşun buraya eklenmesine izin verilmiştir. 7 Kasım 1914 (18 Zilhicce 1332) tarihli iradeyle, bedeli fazla gelirden karşılanmak üzere, vilayetin 1914 senesi hususi bütçesinin maarif kısmının altıncı faslının birinci maddesineüçüncü faslın üçüncü maddesine 65.000 ve on beşinci faslın birinci maddesine 25.000 kuruşun ilavesine müsaade edilmiştir. geliri. Diyarbekir Vilayeti’nin 1916(R. 1332) yılı hususi bütçesinde, vilayetin toplam 3.340.778 kuruş ve toplam gideri 2.808.476 kuruş olarak belirtilmiştir. Maarif harcamaları için ayrılan tahsisatın toplamı ise 1.628.656 kuruş olup, maarif kurumları arasında aşağıdaki şekilde dağıtılmıştır: Diyarbekir Vilayeti’nin 1917 (R. 1333) yılı hususi gelir bütçesinde, vilayetin toplam hususi geliri 4.070.870 kuruş olarak belirtilmiştir. Bu gelirin 1.264.260 kuruşluk kısmı, doğrudan doğruya resmi kanunlarla tespit edilmiş maarif ekonomik kaynaklarından elde edilmektedir. Mesela, aşar vergisi maarif hissesi bedeli olarak hazineden alınacak para 440.000,19 Müsakkafat (gayrimenkul) vergisi maarif hissesi 34.680, mekâtib geliri 9.100 ve Tedrisat-ı İbtidaîye Tekâlif-i Mecburesi 780.480 kuruş olarak kaydedilmiştir. Vilayetin 1917 yılı toplam hususi masrafı ise 3.589.692 kuruş olup, maarif için 1.559.211 kuruş tahsis edilmiştir. Bu ödenek, vilayet maarif kurumları arasında aşağıdaki şekilde paylaşılmıştır. Diyarbekir Vilayeti’nin 1917 yılı hususi bütçesine “Avrupa’ya gönderilecek talebe masrafı” adıyla 30.000 kuruşluk bir tahsisat konulmuştur. Ancak, devam etmekte olan I. Dünya savaşı dolayısıyla, Avrupa’ya talebe gönderilmesine ve bu paranın bunun için sarfına imkân yoktu. Bu nedenle, söz konusu tahsisatın vilayetçe Halep Darülmuallimatı’na gönderilecek 10 kız talebenin yatılılık masraflarına sarfı encümen kararıyla gerekli görüldü ve Dâhiliye Nezareti’nden müsaade istendi. Bu teklif, 1 Aralık 1917 (16 Safer 1336) tarihli iradeyle onaylanarak bütçenin sözü edilen maddesinin, “Halep Darülmuallimatı’na gönderilecek talibat masarifi” adıyla değiştirilmesi uygun görüldü. Zor sancağına bağlı olan Resulayn kazasının Diyarbekir vilayetine bağlanması sebebiyle, Vilayet’in 1917 senesi hususi bütçesinin maarif kısmına ilave yapıldı. Buna göre, “Mekâtib-i İbtidaiye Maaşatı” maddesine 12.481 kuruş, “Mekâtib-i İbtidaiye Masarifi” maddesine 1.400 kuruş ve “Mekâtib İcaratı” (Mektep kiraları) maddesine 3.360 kuruş tahsisat eklenmesi kararlaştırıldı. 438 Diyarbekir Vilayeti’nin 1918 (R. 1334) yılı hususi bütçesinde; vilayetin toplam hususi geliri 5. 354. 214 kuruş ve toplam hususi gideri 5.243.302 kuruş olarak belirtilmiştir. Maarif harcamaları için ayrılan tahsisatın toplamı ise 2.062.406 kuruştur. Diyarbekir vilayetinin 1918 yılı hususi gelir bütçesinde, doğrudan doğruya resmi kanunlarla tespit edilmiş maarif ekonomik kaynaklarından elde edilecek gelir oranları hükümetçe ayrı ayrı teklif edilmiştir. Fakat bu oranlar, Meclis-i Umumi-i Vilayetçe, vilayetin içinde bulunduğu durum dikkate alınarak büyük ölçüde değiştirilmiştir. Buna göre, aşar vergisi maarif hissesi muadili olarak hazineden alınacak miktar 680.000 kuruştan 1.518.666 kuruşa, Tedrisat-ı İbtidaîye Tekâlif-i Mecburesi 961. 060 kuruştan 1.104.500 kuruşa çıkarılmış; Müsakkafat vergisi maarif hissesi 34.680 ve Mekâtib geliri 9.100 kuruş olarak bir önceki yılda olduğu gibi sabit tutulmuştur. Vilayetin 1918 yılı maarif hususi masraf bütçesi, her düzeydeki mektebin aylık ve yıllık maaş ve masrafı ayrı ayrı gösterilmek suretiyle çok detaylı hazırlanmıştır. Ancak, burada çok fazla ayrıntıya girmeden, mekteplerin maaş ve masraf durumları “Ortaöğretim” ve “İlköğretim” ana başlıkları altında kazalar bazında incelenecektir Vilayetin 1918 yılı maarif maaş ve masraflarının toplamı dikkate alındığında, 1917 yılına göre yaklaşık 500.000 kuruş artış göstererek 1.559.211 kuruştan 2.045.006 kuruşa yükseldiği tespit edilmektedir. Kütüphaneler kısmına aktarılan 17.400 kuruşluk “Milli Kütüphaneler Masrafı” da eklendiğinde bu miktar 2.062.406 kuruşa çıkmaktadır. I. Dünya Savaşı yıllarında, maaşı düşük bazı memurlara olağanüstü ek aylık ücret verilmek üzere, vilayetlerin hususi bütçelerinin çeşitli fasıl ve maddelerinden tasarruf yoluyla bir miktar fazla gelir elde edilerek bütçelerde ayrı bir madde oluşturulmuştur. Bu doğrultuda, Diyarbekir vilayetinde bütçeye ilave edilen gelirin büyük bir kısmının maarif harcamaları ile mektep maddelerinden kısılarak sağlandığı görülmektedir. Yine I. Dünya Savaşı yıllarında, Diyarbekir başta olmak üzere bütün vilayetlerdeki özel idare memurları ile mektep muallimlerine de ekmek bedeli verilmesi planlanmıştır. Buna göre, mahalli gelir müsait olduğu taktirde bütçeye “Tahsisat-ı Lazime” (ihtiyaç ödeneği) maddesi konularak muallim ve memurlara buradan ekmek bedeli verilecektir. 1919 yılında, Diyarbekir Maarif Müdürlüğü ekonomik açıdan büyük bir sıkıntı çekmekteydi. Nitekim Maarif Müdürlüğü’nden Maarif Nezareti’ne gönderilen telgrafnamede; “ 1917 (R. 1333) senesinde emanete kalan aşar yardım hissesi olarak 3.527.400 kuruşun 1918 (R. 1334) senesi zarfında hususi bütçeye aktarılması lazım geldiği halde henüz havalesinin gelmediği; parasızlık ve maaşsızlık yüzünden 439 muallimler elim bir sefalet içinde bulunduklarından mekteplerin ekserisi kapanmaya mahkûm bulunduğu” ifade edilmekte ve maârifin içinde bulunduğu durum açıkça gözler önüne serilmekteydi (60). Eğitim için değişik finans kaynakları aranıyordu.Bu hususta bir belgeye bakalım. Diyarbakır Senayi mektebinin geliştirilmesi için dışarıdan gelecek ticari mallardan arabalarından,deve,beygir,yük katırı ve eşeklerden ve şehirde kesilecek koyun, keçi, kuzu ve sığırlardan vergi alınmasıyla ilgili dahiliye nezaret kararı 14 Eylül 1903 (40) Kurumlar idarecilerin katkılarıyla hayat bulmaktadır. Bazı valileri bu noktada çok başarılı görüyoruz. Vali Mehmed Halid Bey, Kıbrıslı olup 1851 yılında Lefkoşa’da doğdu. Babası Hacı Mustafa Necati Efendi’dir Eğitim Kurumlarının Onarımı ve İnşasına çok ciddi katkısı olmuştur. Mesudiye Medresesi: Yıkılmaya yüz tutmuş olan medrese eyvanı ve 16 adet hücresimasrafları vakıf gelirinden karşılanmak üzere mükemmel bir surette onarıldı. Hücrelerin kapı ve pencereleri yenilenerek talebelerin sağlığı muhafaza ve rahatı temin edildi. Ayrıca, geliri medreseye ait olan Kuşdili değirmeni yeniden inşa ve altı adet dükkân da tamir edildi. Siverek Rüştiye Mektebi: Hayır sahiplerinden toplanan yardımlar ve Vali Halid Bey’in katkılarıyla bu okul onarıldı. Mardin Rüştiye Mektebi: Mardin’de çocukların sağlığı için pek elverişli olmayan bir ev, rüştiye mektebi olarak kiralanmıştı. Halid Bey, Mardin›i gezerken durumu fark etmiş ve halkı yardıma teşvik etmişti. Devlet memurlarından ve halktan toplanan paralar 200.000 kuruşu buldu. Mevcut parayla yeniden gayet sağlam, 440 gösterişli ve idadi olabilecek özellikte mükemmel bir okul yaptırıldı. Nitekim sözü edilen bina, Sultan II. Abdulhamid›in tahta çıkışının 25. senesi olan 31Ağustos Perşembe günü «İdadi mektebi» ne dönüştürüldü ve eğitim öğretime başladı. Cizre Rüştiye Mektebi: Halid Bey›in zamanına kadar Cizre’de Rüştiye mektebi yoktu. Halkın yardımları ve Halid Bey’in katkılarıyla burada bir Rüştiye mektebi inşa edildi. Avine Rüştiye Mektebi ve Hükümet Konağı: Avine kazasının hükümet merkezi olan Savur kasabasında da şimdiye kadar Rüştiye mektebi ve hükümet konağı yoktu. Halid Bey’in teşvikiyle memurlardan ve hamiyetli kişilerden 120 lira yardım toplandı. Bu parayla her iki bina da yeniden inşa edildi. Mektebin açılış töreni Ağustos 1316’da gerçekleştirilerek eğitime başlandı. Çermik Rüştiye Mektebi, Telgrafhane ve Hükümet Konağı: Çermik kasabasında bulunan hükümet konağı memurlar için yetersizdi. Rüştiye mektebi olarak kullanılan yıkık bir mescid de okula elverişli değildi. Telgrafhane ise henüz kasaba da yoktu. Bunun üzerine, yine Halid Bey’in teşvikiyle halktan yardım toplandı. Hükümet konağı bitişiğinde, 81 liraya büyük bir ev satın alınarak dört odası Telgrafhane, beş odası Rüştiye mektebi olarak tahsis edildi ve bahçe tarafı da hükümet konağına eklendi. Ayrıca, Derik ve Beşiri kazalarında birer hükümet konağı ve telgrafhane; Avine kazasında bir telgrafhane ve Palu kazasında bir hükümet konağı inşa edildi. Ergani Rüştiye Mektebi: Mektebin tamire muhtaç olan yerleri onarıldı Hadim-i Terakki Mektebi: Yıkılmaya yüz tutmuş olan bu ilköğretim okulunun genişletilmesi ve idaresi için birkaç yıl önce vasiyet ve yardım pa- ralanndan 15.000 kuruş ayrılmıştı. Bu parayla okul mükemmel bir şekilde onarıldığı gibi, bitişiğinde, geliri okula ait olmak üzere bir lokanta ve misafirhane inşa edildi. Ayrıca, okula ait bir kütüphane yaptırıldı. Sözü edilen kütüphane ve okulun açılış töreni, Sultan II. Abdulhamid›in doğum günü yıldönümü olan 21 Eylül 1901 tarihinde gerçekleştirildi. Yukarıda sözü edilen okulların dışında, Anadolu ıslahatı çerçevesinde oluşturulan nahiye müdürlüklerinden Diyarbakır sancağında Şark ve Baharlı; Beşiri kazasında Tepe; Derik kazasında Mazıdağı; Silvan kazasında Hazro; Lice kazasında Hani, Karaz; Siverek kazasında Yenişehir, Hoşin, Hazro; Mardin sancağında Koçhisar; Avine kazasında Ömerkan-i Fevkani ve Tahtani, Şeyhan; Midyat kazasında Hasankeyf, Kerboran, Habzbeni; Maden sancağında Midye, Ancevz, Abdalan, Piran, Perdenç, Bermaz, Ergani, Güran, Kalliş; Palu kazasında Karaçor; Çermik kazasında Rutan, Konağı, Mansuran nahiyeleri merkezlerinde birer ibtidai mektep bina ve tesis edildi. İhtiyaç duyulan öğretmenleri de vilayet merkezince seçildi ve tayin edildi. Vali Halid Bey’in ifadesine göre; memuriyetinden önce Diyarbakır vilayetindeki sıbyan ve ibtidai mekteplerin sayısı 236 iken, onun valiliği zamanında 441 bu sayı 406’ya çıkmıştır.Böylece 170 kadar daha sıbyan ve ibtidai mektebi bu dönemde hizmete açılmıştır. Sarı Abdurrahman Paşa Vakfı Kütüphanesi: Kütüphane onarıldı ve kütüphaneye bağlı olan vakıflardan bir pirinç dingi ile iki adet dükkânın inşaatı tamamlandı (9). TARİHTE DİYARBAKIRDA SON DÖNEMLERDE EĞİTİM 1873 yılında Ergani’de 5 mektep,N Çermik’te 5 mektep,1 rüştiye Hani’de 2 mektep,1 medrese, Hazro’da , 2 medrese,2 mektep Eğil’de 1 medrese vardı. (51) 19.yüzyıl Valilik yıllığı salnamelere bakalım salnâme-i maarif’e göre h.1315-1316 tarihinde Diyarbakır vilayetinde Diyarbekir kazasına dair malumat: Diyarbekir kazasında, 3 kütüphane (Sarı Abdurrahman Paşa, Hamid Beyzade Ömer Efendi,Ragıbiye),1 medrese, 1 rüşdiye-i askeriye, 1 rüşdiye-i mülkiye, 1 inas rüşdiyesi, 1 darulmuallimin 5 mekteb-i ibtidai, 10 mekteb-i sıbyan, 9 Hıristiyan mektebi, 2 ecnebi mektebi, 1 Yahudi mektebi vardır. Silvan kazasına dair malumat: Silvan kazasında 1 medrese, 1 ??? vardı( 50) Sıbyan Mekteplerı Ilk tahsil veren bu mektepler, 5-6 yaşlarındaki çocuklara okuyup yazma, bazi dinî bilgiler ve dört islemden ibaret olan matematik derslerini verirdi.Bu alanda önemli çalışmalar yapıldığını Osmanlı belgelerinden öğreniyoruzBu alanda Diyarbakır’da ciddi bir eğitim kampanyasının olduğunu Osmanlı belgelerinden öğreniyoruz. Diyarbakır Ve Köylerinde 95 Sıbyan Mektebi İnşası Hakkında Mazbata .11 Kasım 1870 (36). 442 Diyarbakır Rüştiye okulları 1876’da Diyarbekir vilayetinde 18 rüşdiye okulu bulunmaktaydı.Bu okullarda 785 öğrenci eğitim görüyordu.Diyarbakır’da Mülkiye ve askeriye olmak üzere iki rüştiye vardı. Mülkiye rüştiyesi Ulu caminin Doğu yönüne bakan ve günümüzde suriçi halk kütüphanesinin bulunduğu odalarda faaliyette bulunmuştur. Askeri rüştiye ise Şeyh matar camii mahallesinde kiralık bir binada eğitim görmüştür (53). MEKTEBİ İDADİ Mektebi İdadi-Maarif koleji,sonra Tıp fakültesi ve sonra Milli Eğitim müdürlüğü olan tarihi bina 443 (49) Mektebi İdadi talebeleri YAPININ ADI : Diyarbakır İdadi Mektebi BULUNDUGU YER : Diyarbakır merkez, Hastaneler Caddesi Fis Kayasımevkii. Tarihçesi Osmanlı döneminde idadi okulları, rüşdiyeyi bitirmiş olan İslam ve diğer Müslüman olmayan sınıfların çocuklarını alan bir arada eğitim veren kuruluşlardır. Bu çerçevede Diyarbakır’da açılan Diyarbakır İdadi mektebinin inşasına 1305 (M.1888) yılında 223 Vali Hasan Pasa zamanında başlanmış 1890 yılında tamamlanmıştır. 1890-1932 yılları arasında, birkaç kez ortaokul- lise seviyesinde farklı programlarda hizmet vermiştir. İdadi Binası’nın bütün masrafları devlet tarafından 12 Rebiyül-evvel 1312 (1894) ’de leyli kısmı açılarak en muntazam mektepler seviyesine getirilmiştir. H. 1312 (1894) senesinde 100 öğrenci nehari (gündüzlü) 35 öğrenci leyli (gececi) olmak üzere toplam öğrenci sayısı 135’tir. Yine aynı sene kayıtlarına göre Mülkiye İdadi Mektebi adını almış ve geniş bir öğretmen ve idareci kadrosuna sahip olmuştur Bina uzun yıllar Tıp Fakültesine bağlı bir birim olarak kullanıldıktan sonra, 2006 yılına kadar Milli Eğitim Ana Binası olarak kullanılmıştır. Yapının İncelenmesi Diyarbakır idadisi sur dışında, Hastaneler Caddesinde, Fis Kayası denilen mevkide bulunmaktadır. Diyarbakır surlarının dışında güneye yapılmıştır. Dicle Nehri’nin sağ kıyısında ve Dicle vadisine hakim bir konumdadır . 444 Yapı’nın güneyinde yer alan Darü’l-Muallim binası ile karşılıklı olarak yapılmıştır (Aralarından Dicle Üniversitesine giden yol geçmektedir) Kuzey tarafında hastaneler bulunmaktadır. Doğusunda ise Dicle vadisi yer almaktadır. Malzeme ve Teknik Yapının beden duvarları dört yönde de 1.10 cm. dir. İçten duvar kalınlıkları 1.00 m. dir. Malzeme olarak kesme taş kullanılmıştır. Diyarbakır’a mahsus siyah bazalt tası ve kalker tası özellikle doğu cephesinde birlikte kullanılmıştır. Yapının giriş cephesi, cephe duvarlarının köseleri ve pencere etrafları siyah bazalt tası ile yapılmıştır. Bunun gerisinde kalan kısımlar kalker kesme tasla yapılmış ve buralar sıvanmıştır. İç kısımlar da siyah bazalt tası çok az kullanılmıştır (38). FİSKAYADA ÖNCE ISLAHANE SONRA SANAYİ MEKTEBİ VE SONRA DARUL MUALLİNİN OLAN BİNA Tarihte Sokak çocukları sorununa çözüm Önce Hasanpaşa hanında 60 öğrenci ve yetmeyince Fiskaya’da bugün Ticaret ve Sanayi Odası olan mekanda 700 öğrenci eğitim gördü 1870 yılında Diyarbakır valisi Kurt İsmail paşa sur dışında kimsesiz çocukları barındırmak ve onlara bazı sanatları öğretmek için bir ıslahhane inşa ettirir.700 öğrencisi için üç yıllık bir ilkokul düzeyinde öğrenim uygulandıktan sonra dökümcülük, boyacılık, marangozluk öğretilir Bu ıslahhane sonra Diyarbekir Sanayi mektebine dönüştürülür. Okulda kullanılan malzemeler ile görevli bulunan usta öğretici ve öğretmenler Avrupa’dan getirilir. Okulu iyi derecede bitirenlere sermaye verilerek işyeri açmaları sağlanırdı (53). 445 ISLAHHANE DÖNEMİ Islahhane: 1868 yılında Diyarbakır valiliği yapan Kurt İsmail paşa sokak çocukları için önce Hasan paşa hanının üst katını kiralar, burayı yatılı okul yapar, aşağı katlarda meslek atölyeleri açar. Önce 60 çocuk alınır. Bu hususla ilgili 24 Rebiülahir 1286/3 Ağustos 1869 tarih ve 1 nolu Diyarbekir gazetesinden alıntı yapalaım: ‘Memlekette dilencilik etmekte bulunan 60 kadar İslam ve Hristiyan çocuk çocuğu bu ıslahhaneye alınmış ve her birine gündelik olarak ikişer kat elbise ,ashabı hamiyet taraflarından iane sureti ile yaptırılmış olduğu gibi, bunlara ta’limat’a tevfikan her gün ibtida, Sıbyan dersi okutturularak tahsis olunan sa’natlara çalıştırılmak için münasib yevmiye ile hoca ve terzi ve kunduracı ve sobacı ve şalcı ve usta ve halifeleri dahi tayin edilmiştir. Bu 60 talebe 5 aydan beri epeyce sanat öğrenmeye başlayıp vilayet askeri zabtiyesinin elbise ve kunduralarını dikmeye ve İran şalına benzer şallar ve diğer mensucat dokumağa da başlamışlardır.’ Daha sonra öğrenci sayısı 110’a çıkarılmış,sıbyan tedrisatının yanında yazı, hesap ve hendese dersleri, terzi, kunduracı, marangoz, şalcı, abacı, dökümcü, boyacı gibi sanatlar öğretildi. Daha sonra ıslahhane Fiskayaya taşındı. Okul nizamnamesi: 1. Alınacak çocuklar fakir ve kimsezi çocuklardan olacaktır. 2. Okula alınacak çocuklar doktor tarafından muayene edilecek,ilim ve sanat öğrenmesine mani durum araştırılacak. 3. Eğitim süresi 5 yıldır. 4. Talebeye günde iki defa yemek verilecek. 5. Yılda bir armalı kalpak,iki yılda bir kaput, 6 ayda bir ceket, yelek, pantolon, bir çift ayakkabı, ikişer kat don, gömlek, entari, dörder mendil ve çorap yapılacak ve bunlardan kaput ile kışın verilecek ceket, yelek, pantolon; siyah şayaktan ve yazın verilecek ceket, yelek, pantolon; mavi boyalı yerli bezden olarak cümlesi mektebte imal edilecektir. 6. Haftada bir kere elbiseleri yıkattırılacak,tırnakları kesilecek, temizliğe dikkat edilecektir (49). Sokak Çocukları İçin Başarılmış Bir Proje: Diyarbekir Islahhanesi (54). Gelirler: Islahhane’nin kurulmasında en önemli destek şehirde bulunan memurlardan gelmişti. Kısa sürede memurlara Müslüman ve Gayrimüslim halktan Diyarbekirli hayırseverler de katıldı. Hayırseverlerin katkılanyla öncelikle her bir çocuğa gündelik ve özel kullanım için olmak üzere ikişer kat elbise yaptınldı. Ardından 446 Islahhane’ye sürekliliği olan akarlar oluşturulması teşebbüsü sonucunda kiralan Islahhane’ye bağışlanmak üzere 6 adet dükkan yaptınldı. Yine hasılatı Islahhane’ye bırakılmak üzere Diyarbekirli hayırseverler tarafından hububat ekimi yapıldı. Bunlara ek olarak Islahhane’nin gelirinin arttınlabilmesi için başka ne tür yatırımların yapılabileceği üzerinde de fikir alışverişleri sürdü. Başlangıçta Islahhane’ye yardım için yalnızca Diyarbekir sancak merkezi sakinleri değil, kazalarda yaşayan MüslimGayrimüslim hayır- severler de seferber oldularÖğrenci Profili. Islahhane’nin ilk öğrencileri şehir içinde dilencilik etmekteyken Diyarbekir sokaklarından toplanmış altmış kadar İslam ve Hıristiyan çocuktu.Islahhanede üretim arttıkça ve genişleme için yeterli sermaye bulundukça kabul edilen çocuk sayısının arttırılması, en baştan düşünülmüştü. Hedef daha çok yetim ve kimsesiz çocuğun barındırılması ve meslek sahibi yapılarak üretken, örnek bireyler olarak topluma kazandınlmasıydı. Nitekim Islahhane’nin kuruluşunun ilk altı ayı sonlarında, yeni öğrenciler alınması konusunda çeşitli gelişmeler oldu. Artık Islahhane’de barınan ve eğitim gören altmış çocuğa yenilerinin eklenmesi için gerekli şartlar oluşmuştu. Bu amaçla Mamuratülaziz, Siirt ve Mardin Sancaklanyla Resülayn’da meskun bulunan Çerkez muhacirlerinden onar yetim çocuğun Diyarbekir’e getirilmesi için işlemler başlatıldı. Diyarbekir’den eklenecek on çaresiz yeni çocukla birlikte Islahhane’deki mevcut öğrenci sayısının yüz ona yükseltilmesi kararlaştırıldı. Karann uygulanması için liva mutasarnflıklanna gerekli tebligat yapıldı. Aslında asıl hedef vilayete bağlı livalarda da Islahhaneler kurulması yoluyla sanayinin geliştirilmesi ve çoğaltılmasıydı. Ancak Islahhane idaresi ve mevcut çocuklann durumlanndan duyulan memnuniyet livalarda yeni ıslahhaneler kuruluncaya kadar oralardan yetim çocuklann Diyarbekir Islah-hanesi’ne getirilerek eğitilmeleriydi. Gerçekten de Islahhane’ye alınan çocuklann bir kaça ay gibi kısa bir sürede sanat öğreniminde gösterdikleri başarı, vilayete bağlı güvenlik güçlerinin elbise ve kunduralarının onlara imal ettirilmesini sağlayacak kadar göz kamaştırıcıydı. Bu durum yeni sanat dallarının da öğretiminin yapılması, dolayısıyla daha fazla öğrenci alınabilmesi imkanı oluşturulmasını teşvik etti. Valilik, Resulayn’da yerleştirilmiş Çerkez muhacirlerinden yirmi altı yetim çocuğun daha Islahhane’ye alınmasını sağladı. Öğretim Programı ve Öğretim Kadrosu Islahhaneye alman öğrenciler hem ilköğretim düzeyinde örgün öğretim programına devam etmekte, hem de asıl işleri olan mesleki öğretim programına tabi tutulmaktaydılar. Klasik program yanında öğrencilerin temel mühendislik bilgisi edinmelerini sağlamak amacıyla yeni bir ek program üzerinde de çalışılmaktaydı. Diyarbekir Vilayet Gazetesi’nde ifade edildiği gibi, bu yeni programda çocuklara “yazı, hesap, hendese ve tersim-i hutut gibi maarifin dahi talim ettirilmesi gerekliydi. Islahhane’nin amacına uygun olarak usta yetiştirilmesi hedeflenen meslekler, öncelikle Diyarbekir’de öğretici ustası bulunanlardı. Bu nedenle, Diyarbekir Islahhanesi’nde Terzilik, Kunduracılık, Abacılık ve Salcılık öğretimi yapılması 447 gereken meslekler olarak belirlendi. Bu mesleklerde öğretim yaptırabilecek yeterliliği olan kişiler arasından aylık ücretle öğretici usta ve kalfalar tutuldu.29 Başlangıçta uygulanan eğitim-öğretim ıslahhanede çalıştırılan çocuklann epeyce gayretli ve yetenekli olduklarını ortaya koydu. Ancak aynı zamanda “Diyarbekir’de hakkıyla sanat bilir mahir ustalar olmadığını, bu son derece önemli kurumun ileri gitmesinin ise mutlaka maharetli ustalara bağlı olduğunu, usta öğreticiler konusunda ciddi bir çözüm arayışına gidilmesinin ve bu amaçla çeşitli sanat dallarının çocuklara iyi bir şekilde öğretilebilecek sanatında mahir ustaların başka mahallerden getirilmesinin gerekliliğini ve bu yöndeki eksiklerin giderilmesinde ortaya konulan güçlü arzuyu” da ortaya koydu. Eldeki veriler, bu güçlü arzunun eyleme geçirildiğini ve çok geçmeden somut sonuçlar verdiğini göstermektedir. Çünkü eldeki veriler, Islahhane’nin üçüncü yılında, öğrencilerin başlangıçta belirlenen mesleklerin yanında yeni mesleklerden düzey sınavına girdiklerini göstermektedir. Kayıtlar, Islahhane öğrencilerinin Debbağlık, Saraçlık, Mücellitlik, Kunduracılık, Dökmecilik, Mürettiplik, Litoğrafyacılık, Acem Salcılığı, Abacılık, Boyacılık, Terzilik ve Demircilik sanatlarında öğrenim görmekte olan yetmiş dokuz öğrencinin Vali Paşa, vilayet erkanı, diğer memurlar ve Gayrimüslim milletleri reislerinin de hazır bulundukları Islahhane binasında smava alındıklarını ortaya koymaktadır. Üretim Islahhane’de öğrenim gören öğrenciler; ustaları nezaretinde beş ay gibi oldukça kısa bir süre öğrenim gördükten sonra, Vilayette bulunan askeri zaptiyenin ihtiyacı olan elbise ve kunduraları dikmeye, îran şalına benzer şallar ve çeşitli mensucat ürünleri dokumaya başladılar. Yani öğretimi yapılan bütün mesleklerde; Terzilik, Kunduracılık, Abacılık ve Salcılıkta kısa sürede üretime geçildiği anlaşılmaktadır. Islahhane’nin en önemli katkılarından birisi de Diyarbekir›de geçmişte üretilen ürün kalitesinin arttırılması konusunda oldu. Özellikle iyi kalite olmayan Diyarbekir kumaşları, Islahhane’nin açılmasından sonra hem sağlamlık, hem de kalite açısından oldukça gelişti. Diyarbekir mensucatı, Şam, Halep ve Bağdad mensucatı gibi sağlam ve güzel değildi. Ancak Islahhane’de iyi yetiştirilen ve yeterli tezgahla çalışan ustalar sağlamlık ve güzellik açısından üstün nitelikli dokuma ürünleri dokudular. Dahası yeni denenen, kendi icatlan renklerde ve nitelikte kumaşlar üretmeye başladılar. Çok beğenilen bu ürünler, Diyarbekir’den de, dış pazarlardan da ciddi talep buldu. Islahhane’den yetişen çeşitli mesleklerden ustalar yalnızca rutin üretimle yetinmemekte, yeni ürünler icat etmeyi de denemekte ve başarılı olmaktaydılar. Çeşitli sanatlarda üretilen ve icat edilen ürünler her yıl yapılan Diyarbakır-Alipmar Panayın’nda alıcılara arz edilmekteydi. Talep açısından başlangıçtan itibaren Islahhane ürünlerine en ciddi talep, Vilayet’te bulunan askeri kurumlardan geldi. Zaptiye Nezareti’nden gönderilen numuneye uygun olarak, askerler için elbise, çizme, kundura ve diğer ihtiyaçlar Islahhane’de imal olundu. Kurulduğunda desteksiz ayakta durması mümkün olmayan Islahhane, 448 kısa bir süre sonra, çeşitli alanlarda yapılan üretim ve bunların satışından elde edilen gelirlerin kuruma dönmesiyle kendine yeter hale geldİ. Konuyla ilgili Osmanlı belgeleri (40) İ.DH.591/41114(A) 7 Nisan 1869 Diyarbakır İl Meclisi kararınca 60.000 kuruş harcanarak bir ıslahhane açılması. Bunun için önce Hasan paşa hanında 500 kuruş ile bir yer kiralanması,buraya gerekli malzeme ve kalfalar alınması.Sokakta dilencilik yapan 60 müslüman ve hristiyan çocuğun buraya alınması.Burada terzilik, kunduracılık,abacı,şalculık sanatı öğretilmesi kararı Kısa zamanda ayakkabI ve terzilik mesleğini öğrenen bu çocukların jandarmanın ayakkabı ve elbiselerinin imaline katkı sağlaması nedeniyle çocuk sayısının artırılması kararı.Bunun için halkın desteğiyle Diyarbakır hükümet konağı yanındaki harabenin onarılması, 6 adet dükkanın bu ıslahhaneye tahsisi ile ilgili İl meclis kararı. LDH.591/41114 1869 Diyarbakır ıslahhanesine yardım eden kişilerin isim listesi. 449 BOA. DH. ŞFR. 506/105 26 Ocak 1916 Diyarbakır darüleyatmında bulunan 600 kadar çocuğun bir senelik masrafı olan 3600 liranın 1200 lirasının yardımlarla karşılanması, 2400 lirasının hükümet tarafından karşılanması için Diyarbakır valiliği talebi SANAYİ MEKTEBİ DÖNEMİ Mektebi Sanayi Matbaa Atölyesi Mektebi Sanayi Terzi Atölyesi 450 Mektebi sanayi marangoz atölyesi (49) Diyarbakır Hamidiye Sanayi mektebinde Çataracı Talebeleri (37) Diyarbakır Hamidiye Sanayi Mektebinde Havlucu talebeleri (31) 1870 yılında Diyarbakır valisi Kurt İsmail paşa sur dışında kimsesiz çocukları barındırmak ve onlara bazı sanatları öğretmek için bir ıslahhane inşa ettirir.700 öğrencisi için üç yıllık bir ilkokul düzeyinde öğrenim uygulandıktan sonra dökümcülük, boyacılık, marangozluk öğretilir Bu ıslahhane sonra Diyarbekir Sanayi mektebine dönüştürülür. Okulda kullanılan malzemeler ile görevli bulunan usta öğretici ve öğretmenler Avrupa’dan getirilir. Okulu iyi derecede bitirenlere sermaye verilerek işyeri açmaları sağlanırdı. Okul daha sonra bakımsız hale geldi. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılında halid bey tarafından Fiskkaya’da güzel bir bina yaptırılarak eğitime tekrar başladı ve adı ‘Hamidiye Sanatlar Mekteb-i alisi’ ismini aldı (53). 451 Yapı inşa edildiği zaman yanında bir çesme ve namazgâh da yapılmıştır. Bugün çeşme ve namazgâhtan herhangi bir iz kalmamıştır. Sanat Mektebi olarak kullanıldığı dönemlerde öğrencilerin yapmış olduğu eserlerin sergilendiği sergiler düzenlenmiştir. Sanatkar yetiştirmek üzere düzenlenen okul faaliyetlerine 1908 tarihine kadar devam etmistir. Bu tarihte sanat okulu, Urfa Kapısında bulunan ve Askeri Rüştiye olarak kullanılan binaya taşınarak kendi binası da Dar-ül Muallimin’e verilmiş ve bu adla anılmaya başlamıştır. 1970 yılında bu bina Tıp Fakültesine bağlı olarak hizmet vermiştir (38). 19. yüzyılda Sanayi mektebine ait tarihi fotoğraflar 452 Sultan 2. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yılında Mekteb-i sanayi (40) Diyarbakır’da mekteb-i sanayi ve Hamidiye çeşmesinin açılışı (40) 453 (37) Hamidiye çeşmesi (40) Mektebi Sanayi öğrencileri (49) 454 Sanayi mektebi sergi eserleri ( 40) yukarıdaki eserler yetim ve sokak çocuklarının yatılı alınıp yetiştirlmesiyle yaptıkları ürünlerdir DARÜLMUALLİMİN DÖNEMİ 1908 tarihte sanat okulu, Urfa Kapısında bulunan ve Askeri Rüştiye olarak kullanılan binaya taşınarak kendi binası da Dar-ül Muallimin’e verilmiş ve bu adla anılmaya başlamıştır. 1970 yılında bu bina Tıp Fakültesine bağlı olarak hizmet vermiştir (38). 1. dünya savaşında öğrenciler silah altına alınmıştır (53). Bu ülkenin belki de hiçbirinin dönmediği bu Diyarbakırlı öğrencilere vefa borcu vardır. Halen Ticaret odası tarafından kullanılan, halk arasında “Yanan sanat okulu” olarak bilinen Fiskayası üzerindeki eski Erkek Sanat Okulu binası, 1930’lu yıllara kadar “Dar-ül Muallimin” yanı Öğretmen Okulu olarak kullanıldı. Yukarıdaki fotoğraf 1919 yılında çekilmiştir. 455 Okul Müdürü Babası Fazıl Haluk Göksu’dur ve ön sırada öğretmenler arasında oturmaktadır. (Ortada sarıklı ve sakallı zatın sağında oturan). Bina Fiskayası üzerindeki eski Sanat Okulu’dur. Ve üzerindeki tabela da “Darül Muallimin” yani Öğretmen Okulu tabelası... Tabelanın üzerinde yazılı tarihe göre, okul, yani “Dar-ül Muallimin 1328 (1910) yılında açılmış... (55). Tarihte Darülmuallimin mektebinden görüntüler (41). 456 MEKTEBİ İNAS (Kız mektebi) Tarihte Kız eğitimi Tarihte kız eğitimi ciddiye alınmış,İstanbul’la paralel olarak bir eğitim çalışması yapılmıştır.İlk defa1862’de İnas (=Kız) rüşdiyelerinin açılmasına karar verilir.İlk uygulama 1862’de İstanbul Sultanahmedde gerçekleştirilr. Bu tarihten yaklaşık olarak 23 yıl sonra 1885 tarihli Diyarbekir Vilayet Salnamesinde İnas Rüşdiye Okulu ile ilgili bilgiler görmekteyiz. Okulun açılış tarihi muhtemelen 1880-1885 yılları arasındadır.1885 tarihinde okulun öğrenci sayısı 63 olup öğretim kadrosunda: Muallime-i Evvel: Ziyned hanım Muallime-i Sani: Esma Hanım Mübasire: Mevlüde hanım 1886 tarihinde öğrenci sayısı 55 olup öğretim kadrosu aynıdır 1896 tarihinde öğrenci sayısı 95 Muallime-i Evvel: Servet hanım Muallime-i sani: Hadice hanım Nakış muallimesi: Fatma hanım Mübasire: Esma hanım 457 Bevvab: Hafız Ahmed efendi 1900tarihinde öğrenci sayısı 121 Muallime-i Evvel: Naciye hanım Muallime-i sani: Hadice hanım Nakış muallimesi: Boş 1902 tarihinde öğrenci sayısı 163 Muallime-ievvel: Boş Muallime-i sani: Hadice hanım Nakış muallimesi: Şefika hanım Mubasire: Esma hanım Hat muallimi: Fetullah efendi Bevvab:Rebişe hanım (48) Konuyla ilgili bir Osmanlı belgesi 26 Ekim 1900 Diyarbakır Kız Rüşdiye mektebi diploma ödül töreni vesilesiyle padişaha hayır duada bulunmayı içeren Diyarbakır Maarif idare yazısı. (40) 458 Diyarbakır Merkez İnas Mekteb-i rüşdiyesi (Diyarbakır Kız Ortaokulu) tarihi foto: (49). Bugün Nebi camiinin karşısından Cahit Sıtkı müzesine giden yolun başındaki tarihi Ziya Gökalp ilk öğretim okulu Mektebi İnasdır. Ziya Gökalp ilköğretim okulu (Eski mekteb-i inas=kız mektebi) Mektebin inşasına 1910 yılında başlandığı ifade edilir 459 Kız Muallim mektebi sergisiyle ilgili tarihi belgeler Diyarbakır Albümü: D. 224-No: 35 Açıklaması: Diyarbakır kız Muallim Mektebi el işleri sergisi “Diyarbakır Kız Mualim Mektebi mualim sınıflarına ait el işleri sergisi fotografıdır Tarih: 8.6 .[1]926 Mühür: Türkiye Cumhuriyeti Diyarbakır Kız Muallim Mektebi Müdürlüğü Boyut: 14x9 __._,_.___ (Kaynak: Müslüm Üzülmez) DİYARBAKIR’DA OKULLARIN KRONOLOJİSİ 1869 ilk ıslahhanenin kurulması 1892 ilk idadinin açılması 1928 Diyarbakır Erkek sanat okulu açıldı 1 Şubat 1932 Z.Gökalp lisesi açıldı 1936 Akşam kız sanat okulu öğrenime başladı 1944 Diyarbakır kız enstitüsü açıldı 1944 Dicle ilçesi öğretmen okulu açıldı 1948 çermik ilçesi yatılı bölge okulu açıldı 1949 Erkek ilköğretmen okulu açıldı 1954 Çocuk kütüphanesi açıldı 1956 sağırlar okulu açıldı 460 1959 Akşam ticaret lisesi açıldı 1961 Sağlık koleji açıldı 1 kasım 1962 Diyarbakır Eğitim enstitüsü açıldı 1963 Diyarbakır ticaret lisesi açıldı 20 Eylül 1964 Hani ve Kulp ilçeleri ortaokulları açıldı 20 Aralık 1964 Silvan yatılı bölge okulu açıldı 25 Eylül 1965 Çüngüş ilçesi ortaokulu açıldı 1966 Ergani lisesi açıldı 17 ocak 1969 Tıp Fakültesi açıldı 14 Kasım 1974 Fen fakültesi açıldı 1981 D.Ü. kampüsü ve Tıp Fakültesi yeni binalarına taşındı (43). SON DÖNEM EĞİTİMİNE KISA BİR BAKIŞ Tarihte ilk öğretim Cumhuriyetten önce Diyarbakır il merkezinde 6 ilkokul vardı:Bunlar Hadım-ı Terakki mekteb-i idadisi,Şule-i terakki mekteb-i idadisi,Fevz-i terakki mekteb-i idadisi,Burahn-ı terakki mekteb-i idadisi,Numune-i terakki mekteb-i idadisi,Enas mekteb-i idadisi idi. Orta öğretim Vali Hasan paşa zamanında (1889)temeli atılan ve 1892 yılında öğretime başlayan idadi mektebi 1898 yılına kadar 5 sınıflı idi,bu tarihten sonra 7 yıla dönüştü.1913 yılında idadi teşkilatının kaldırılmasıyla tyam devreli sultani haline getirilen okul,Birinci dünya savaşı srasında öğrencilerin askere alınması nedeniyle ikinci devre (lise bölümü) kaldırıldı.1921-1922 yılında lise bölümü yeniden açıldı,1925 yılında Lise bölümü kapatıldı.1932 yılında Ziya Gökalp Lisesi işeklinde açıldı.Eski yeri Bugün Süleyman Nazif Ortaokulu olarak hizmet vermektedir.yeni binası Yenişehir Lise caddesindedir. 1894 yılında Diyarbakır’da İdad-ı Mülkiye,Rüştiye-i Askeriye,İnas rüştiyesi gibi orta dereceli okullar arasında bir de Darü-l Muallimin-i Sıbyan bulunuyordu,eğitim 2 yıldı1905 yılında bu süre 4’e,1910 yılında 6 yıla çıkarıldı.İlk üç yılı iptidai,son üç yılı rüştiye kısmı idi.1918 yılında bu okul kapatıldı.1923-24 yılında yeniden açıldı,1930’da tekrar kapatıldı.Yerine Darül Muallimat(Kız İlköğretim okulu) bu günkü Ziya Gökalp ilkokulu binasında faaliyete geçmiştir.4 Aralık 1949 yılında erkek öğretmen okulu yeniden açıldı (52). 461 Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitim 1936 yılında Diyarbakır’da 1 Lise,1 erkek sanat okulu,1 kız sanat okulu,23 ilkokul,bir ipek böcekçilik okulu,iki biçki dikiş yurdu olduğu,önümüzdeki yıl Erganide yatılı okul yapılacağı ifade edilmektedir Lise: Dağ kapısı dışında ve Dicleye bakan set üzerindedir. Bu binaya 1888’de eski valilerden Hacı Hasan paşa zamanında başlanmış ve 1890 yılında bitirilmiştir. Yapıldığı gündenberi okul olarak kullanılmaktadır. 1932’de Lise olmuştur. Türkiyenin en kalabalık liselerinden biridir.yatılı ve muhtelittir. 22 öğretmen ve 760 öğrencisi vardır. Bina bugünkü mevcudu alamadığından bu yıl yeni bir pavyon yapılmaktadır Erkek san’at okulu: Lisenin karşısındadır.1895’de vali Halid paşa tarafından yaptırılmıştır. 935’de yanına modern bir atölye ilave edilmiştir. Yatılıdır. 12 öğretmeni ve 103 öğrencisi vardır. Akşam Kız san’at okulu: 936 yılında açılmıştır. Bu okul için Urfa kapıdaki eski sanat okulu binası yeniden tamir ve ıslah edilmektedir. Yeni ders yılında okul yeni binada derslere başlıyacaktır. 2 öğretmen ve 100’den fazla öğrencisi vardır.İpek böcekçilik okuluKendi sahasında muntazaman çalışmaktadır.İstasyon boyunda yeni bir böcekçilik okulu ile yanında bir flatör fabrikasının yapılması için hazırlıklar vardır (34). 1935’te Diyarbakır Lisesi (61) : 462 Cumhuriyetin ilk mektebi Mardinkapıda Hüsrev paşa camiine giderken (Deliller hanı yanındaki) Koca Osep beyin eviydi ( 61) Mehmet Mercan ağabeyimiz geçmiş yıllardaki eğitimle ilgili hatıralarını anlatıyor 1600’lü yıllarda Diyarbakır’da bu günkü üniversite düzeyinde eğitim veren 20’den fazla medrese bulunduğunu bölgemizi gezen yabancı gezginler anlatırlar… Ne çare, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonrasında uzunca yıllar okulların kapalı tutulması yüzünden Diyarbakır’daki eğitim geriledi… Ama yine de insanlarımızın eğitim özlemi körelmedi… Büyüklerimiz, en sıkıntılı yıllarında bile “Biz okuyamadık, çocuklarımız okusun, adam olsun” dediler, bizleri okullara gönderdiler… 1940’larda, savaşın ağır koşullarının hüküm sürdüğü yıllarda, babalarımız işten yorgun, argın eve döndüklerinde yemeklerini yer yemez mahallede açılmış olan Gece Okulu’na koştuklarını hatırlarım… Bizi de beraberlerinde götürürlerdi gece okuluna. Bu sayede daha okula gitmemişken okuma yazmayı sökmüştüm… ………….. Diyarbakır’da, 60-65 yıl öncesinde okul sayısı çok azdı, 3-4 mahalleye ancak bir ilk okul düşüyordu. Ayrıca da koca şehirde bir orta okul, bir de lise vardı… Evleri ne kadar uzakta olursa olsun tüm çocuklar bu okullara gitmek zorundaydılar. 1940’li yıllarda, ikinci dünya savaşının en sıkıntılı günlerinde dahi aileler kızerkek ayırımı yapmadan çocuklarını okullara göndermeyi ihmal etmediler. !940’lı yıllarda Diyarbakır kent merkezinde toplam 6 ilkokul vardı. Fatihpaşa mahallesinde Süleyman Nazif İlkokulu, Dağkapı mahallesinde Ziya Gökalp İlkokulu, Urfakapı semtinde Melikahmet Paşa Camii karşısında bir ara Askeri Rüştiye olarak da eğitim veren Gazi İlkokulu, Alipaşa ve Behrampaşa mahallelerinde İnkılap İlkokulu, Husrevpaşa mahallesinde Cumhuriyet İlkokulu. Ayrıca Behrampaşa Mahallesinde Cemilpaşa Konağı olarak bilinen binada İsmet Paşa İlkokulu vardı. Bu okula sadece trahomlu öğrenciler alınırdı. Kentin hangi semtinde olursa olsun trahomlu olduğu saptanan öğrenci bu okula gelmek zorundaydı. Trahomlu öğrenciler bu okulda sürekli tedavi altında tutuluyor, hastalığı geçenler diğer okullara gönderiliyordu. 463 Melikahmet Camii’nin bitişiğindeki binada da Kız Sanat Okulu vardı. Bu okul 1940’lı yıllarda bir ara Dağkapı’da Vali Konağı karşısındaki binaya, ardından da 1949 yılında Yenişehir semtinde, Zafer Anıtı güneyinde halen Vali Konağı olarak kullanılan binaya taşındı. Bu bina daha önceki yıllarda Umumi Müfettişlik olarak kullanılıyordu. Koca kentte yalnızca bir orta okul ve bir lise vardı. Orta okul, Fiskayası üzerinde bir ara Maarif Koleji, sonrasında da Tıp Fakültesi olarak kullanılan binadaydı. Bu bina ilk 1890’lı yıllarda Vali Hasan tarafından “Diyarbakır İdadisi” yani Lise olarak inşa edilmişti. Günümüzdeki Ziya Gökalp Lisesi binası ise 1940’lı yıllarda inşa edildi ve “Diyarbakır Lisesi” adıyla açıldı. İlkokulu bitirenler, evleri hangi mahallede olursa olsun yaz-kış demeden buralara gelmez zorundaydılar… …………. Cumhuriyet öncesinde de Diyarbakır’da okullar vardı elbette: Diyarbakır’da bilinen en eski ilkokul, Dağkapı’da, Dörtyol semtindeki sokakta bulunan Ziyagökalp İlköğretim Okulu’dur. Bu bina Enas Mektebi İptidaisi, yani KIZ İLKOKULU olarak öğretime açılmıştı. Yine Fiskayası üzerinde günümüzde Milli Eğitim Müdürlüğü’nce kullanılan eski Erkek Sanat Okulu binası 1870’li yıllarda Vali Kurt İsmail Hakkı Paşa tarafından kentteki kimsesiz çocukları barındırmak ve meslek sahibi yapmak amacıyla Dar-üs Sanayi, yanı sanat okulu olarak açılmıştı. Dağkapı ile Fiskayası arasındaki su bendinden sökülen taşlarla inşa edilen okulda kimsesiz çocuklara hem eğitim veriliyor hem de dökümcülük, marangozluk, boyacılık gibi sanatlar öğretiliyordu. Burada üç yıllık eğitimden sonra iyi derece ile mezun olan gençlere bir miktar sermaye de verilerek işyeri açmaları sağlanıyordu. Bu bina 1910-yılından 1920 yılına kadar “Dar-ül Muallimin” yanı Öğretmen okulu olarak faaliyet gösterdikten sonra Cumhuriyet döneminde yeniden Erkek Sanat Okulu’na dönüştürüldü. Cumhuriyet öncesinde, Diyarbakır’da 6 Sübyan Mektebi vardı. Günümüzdeki ana sınıfları gibi. “Mekteb-i İptidai” adı da verilen bu okullara çocuklar daha 5-6 yaşında iken alınır eğitilirdi… 464 Halen Balıkçılarbaşı Postanesi olarak kullanılan bina da 1930’lu yıllara kadar Sübyan Mektebi olarak kullanılıyordu. Ünlü şairimiz Ahmed Arif de ilk eğitimini burada yapmıştır.’ (62 1970 yıllarını da Şehmuz Diken anlatıyor. 1970’de Lise Ben 1971-1972 yılı Diyarbakır lisesi ilk mezunlarındanım. 5 yıl ZGL de okuduktan sonra yeni kurulan d Dyarbakır lisesine Ziya Gökalp Lisesi 5/fen B sınıfını geçen hemen hemen tüm arkadaşlar egititm yılının açıldığı 1971 yılında Diyarbakır lisesine 6 cı sınıfta geçiş yaptık ki ZGL deki sınıfımız bayağı çalışkan bir sınıftı, bizim sınıfın mevcudu yanlış hatırlamıyorsam 42 kişiydi ve hemen hemen tüm arkadaşlar bir şekilde olsa ünüversiteye,askeri okullara veya polis akedemilerine girirş yaptı. bizim sınıftan 5 doktor, 3 mimar, 4 eczacı, 6 mühendis, 7ögretmen, 3 kimyager veya kimya mühendisi çıktığı göz önüne alındığında başarı oranını siz tahmin edin ki o zamanlar diyarbakırda dersane falan yoktu,dersaneler ankara,istanbul ve izmir gibi büyük kentlerde bulunuyor üniversite sınavlarıda büyük illerdeyapılıyordu.. (63). Şeyhmus Diken türkülere konu olmuş Ziya Gökalp Lisesini anlatıyor Destan gibi romanlar yazan kalem erbapları derler ki; “İnsanların ömrünü belirleyen andır, mekânların ise devran!”. Geriye dönüp baktığımızda fark ediyoruz ki koca bir asırdan çeyrek fazla, 120 yıl geçmiş Diyarbakır’ımızın son elli senedir adı Ziya Gökalp Lisesi olan kuruluşunun üzerinden. Bütün bir doğu coğrafyasında bugün irili ufaklı en az 20 şehirde, hatta Orta Anadolu’nun dahi şimdinin kimi büyük şehirlerinde lise yokken, o zamanların Dîyarıbekir’i, 1939’dan sonrasında ise Diyarbakır’ında, Ziya Gökalp Lisesi varmış. Ziya Gökalp Lisesi dedikse adı elbette kuruluşundan beri bu değil. 1892’de Dîyarbekir Îdadisi olarak kurulmuş. 1913’te İdadi kuruluşları lağvedilince tam devreli Sultanî olmuş lisemiz. Bugünün Türkiye’sinde (başta da Mektebi Mülkiye olmak üzere) okul tarihleri ile övünç duyan kimi okullar, birinci dünya savaşında öğrencilerinin silâh altına alınmasından nasıl “milli” gurur duyuyorlarsa haberleri olsun, Dîyarbekir Sultanisinin öğrencileri de “cihan harbi umumisinde” askere alındıklarından lise kısmı devre dışı kalmış. İlk yapıldığı yıllarda Dicle nehrine nazır Fiskaya’da tedrisat yapan lise, 1948-49 öğretim yılında şimdilerde adı “Lise Caddesi” olan bölgede, binası tamamlanarak yeni yerine taşınmış. 1953 yılında da adı Diyarbakır Lisesinden Ziya Gökalp Lisesine dönüştürülmüş. Uzak şehirler, yolu izi olmayan köylerden, kasabalardan ebeveynler, lise tahsili yapsınlar diye çocuklarını Diyarbakır’a getirirlermiş. Sur içinin yoksul mahallelerindeki eski bazalt taşlı evlerde, ya da han türü küçük otel odalarında birkaç köy / kasaba çocuğu, köyden gelen erzak ve birkaç kuruşla gaz lambasının ışığında ders çalışıp lise tahsili yaparlarmış. Bunları bugünlerin sözlü ve yerel tarih çalışmalarından, bir de imbikle süzülmüş anılardan öğreniyoruz. 465 Kimlere ev sahipliği yapmamış ki bu koca ilim irfan yuvası. Şöyle bir sıradan geçip birkaç isim sayarsak; Orhan Asena, Yılmaz Karakoyunlu, İhsan Fikret Biçici, Esma Ocak, Reşit İskenderoğlu, Remzi İnanç, Felat Cemiloğlu, Hikmet Çetin, Abdülkadir Aksu, Osman Baydemir ve daha niceleri… 1920’li yılların İstanbul’unda, İstanbullu entelektüeller aralarındaki sohbetlerinde “Diyarbekir Ekolü”nden söz ediyorlarsa anlamlıdır. “Acaba Dîyarbekir ne diyor?” diye sorular sormuşlarsa, okula ad olmuş şahsiyetin Diyarbakır’da çıkardığı Peyman, Küçük Mecmua gibi yayınlarının yanında Ermenice Angah Dikris, Süryanice Şifuro ve Kevkeb dı Medinho, Kürtçe Gazî dergileri ile zaman içinde Dîyarbekir İdadisi, Dîyarbekir Sultanisi, Dîyarbekir Lisesi ve Ziya Gökalp Lisesi adlarını alan şehrin kurumlarının yetiştirdiği ve yarattığı değerler sayesindedir. Çoğumuzun bir “Muş Türküsü” olarak bildiği “Mektebin Bacaları” aslında bir Diyarbakır ve Ziya Gökalp Lisesi Türküsüdür bilir misiniz? Türkünün yakıldığı 1940’lı yıllarda Muş’ta lise ne arasın! Sadece Muş’ta değil diğer doğu illerinde de yoktur lise. Diyarbakır Valisinin kızı Dikmen’e âşık olan bir liseli gencin yaktığı türküdür: Mektebin Bacaları. Sevgili Dostum, Şair İhsan Fikret Biçici Ağabeyim paylaşmıştı. Türkü o yıllarda daha ağır bir perdeden ve aşağıdaki gibi iki kıta, arada da birkaç tekrardan oluşan “Uy yadê” olarak nakarat bölümü ile okunurmuş… “Mektepten gelir Dikmen Kurdelesi ipekten Gel seni alım, kaçım Kurtulasan mektepten Mektebin bacaları Ders verir hocaları Allah canımı alsın İmtihan geceleri.” Daha çok yazılacak hikâye, yapılacak edebiyat varken sadede gelmek en iyisi. İşte bu 120 senelik geçmişi olan birçok bürokrat, yazar, şair ve bilim şahsiyeti yetiştirmiş bölgenin en eski Lise’si, 2010-2011 eğitim ve öğretim yılı itibariyle Ziya Gökalp Sosyal Bilimler Lisesi oluyor. Bir eğitim kurumunun hayat hikâyesini yeni kimliğiyle bir kez daha anımsarken ilk ağızda bunları paylaşayım istedim (64). Mehmet Ali Abakay ise bu konuda şu makalesini yayınlıyor CUMHURİYET SONRASI EĞİTİM VE ÖĞRETİM KURUMLARI: 466 Cumhuriyetin ilanıyla birlikte durağan hale gelen eğitim ve öğretim kurumlarında yeniden yapılanma görülür. Birinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik alanda görülen çöküş, eğitim ve öğretim kurumlarının açık olsa da tam manasıyla işlemediğini göstermektedir. Basri Konyar, Diyarbakır Yıllığında ”Maarif- Kültür Durumu’’bölümünde Diyarbakır’daki eğitim kurumlarını şu şekilde belirtir: ‘’Diyarbakır, öteden beri irfan hayatına müştak bir şehirdir. Bu memleket irfan yolundaki yüksek kabiliyetini ezeli zeka ve istidadını Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Ali Emiri ve İshak Sukuti gibi yetiştirdiği büyük ilim ve fikir adamları ile ispat edebilir.’’( 1 ) Konyar, Cumhuriyet’le birlikte meydana gelen gelişmeyi açıklar: “Bu memleketin öz evladı, irfan hayatına ebedi bir aşkla koşmaktadır. Bunu yakından bilen Cumhuriyet Hükümetimiz, çok büyük bir isabetle Diyarbekir’de bir lise açtı. Geçen seneden beri faaliyete geçen lisemiz gittikçe büyüyen bir hızla tekamüle doğru ilerlemektedir.’’ Okulun yayın organı Dicle Kaynağı Diyarbakır Sesi Mecmuası’nda yer alan ‘’ Lisemizin Tarihçesi ‘ yazısında verilen bilgiler : ‘ Memleket irfan hayatına kıymetli elemanlar yetiştiren mektep binasının inşasına 1305’te başlamıştır. Vali Hasan Paşa zamanında temeli atılan binanın ilk mali inşaatı iki sene kadar sürmüş ve 1308 senesinde sona ermiştir. Bütün masraf devletçe görülmüştür. İnşaatı biter bitmez faaliyete başlamıştır.” Lisenin Tarihçe’sinde 1310 -1311 ders yılında ilk mezunlarını veren okulda Nafıa Vekili Feyzi (Pirinççioğlu), Diyarbakır Mebusu Zülfü’nün (Tigrel) ilk mezunlar arasında olduğu belirtilerek, Ziya Gökalp’ın da 1308-13091310 yıllarında lisede olduğu belirtilmektedir. Hasan Ali Yücel’in, Diyarbakır Lisesi hakkında verdiği yapı bilgileri: ‘Surlarla çevrili Diyarbakır şehrinin mahsur havasından gündüzleri olsun gençleri korumak amacıyla Hacı Hasan Paşa, Dicle’ye hakim sırtların en güzelinde ve şehir haricinde intihap ettiği arsa üzerine 1891’de bugünkü lise binasını başlattırmış, inşaatı bir sene sonra ikmal ettirmiştir.( ... ) ‘’ ücel’den , Diyarbakır Lisesi’nin yıllara göre gelişimi hakkında bilgiler :“ Okul öğrencileri arşivi: 5 yeni : 5 ‘Bu binada 1892’den 1898’e kadar beş sınıfı idadi; 1898’den 1903’e kadar yedi sınıflı idadi; 1903’ten 1910’a kadar beş sınıflı idadi; 1910’dan 1913’e kadar yedi sınıflı idadi; 1913’ten 1915’e kadar tam devreli sultani; 1915’ten 1921’e kadar bir devreli sultani; 1921’den 1925’e kadar tam devreli lise; 1925’ten 1933’e kadar orta mektep; 1933’ten itibaren de tam devreli lise açılmıştır.’’ Dicle Kaynağı Diyarbakır Sesi Mecmuası’nda yer alan lisenin on iki senelik istatistik bilgileri : 467 Ders Yılı Dershane Adedi Talebe Mevcudu Mezun Olan Kız Erkek Talebe Yekun 1923-1924 4 - 39 39 6 1924-1925 4 - 60 60 5 1925-1926 4 - 114 114 14 1926-1927 4 - 123 123 12 1927-1928 4 12 144 156 21 1928-1929 5 31 183 244 28 1929-1930 6 29 190 228 34 1930-1931 5 - 197 197 33 1931-1932 6 31 214 245 33 1932-1933 7 30 256 286 25 1933-1934 8 36 332 368 40 1934-1935 10 42 495 537 ? Tablo Bir: Lise’nin Yıllara Göre Sınıf Sayısı ve Öğrenci sayısı Basri Konyar, “Talebe miktarı büyük bir farkla artmaktadır. Memleketi münevver unsurunu hazırlanmak gibi nurlu bir hayat kaynağı olan lise, Diyarbekir’in irfan hayatında yükselen bir mihrap halini almıştır.” demektir. Aynı yıllıkta “Sanatlar Mektebi” başlığı altında verilen bilgi:”Kurt İsmail Paşa zamanında ıslahhane olarak açılan ve geçirdiği bir çok istihalelerden sonra bugün Sanatlar Mektebi adıyla yaşamakta bulunan bu müessese de marangoz, doğramacı, duvarcı ve tuğlacı şubelerinde ibaret beş sınıfı ve yüz talebesi vardır. Geçen seneden beri esaslı bir program dahilinde faaliyete geçmiş ve dağ kapısı haricinde eski sanatlar mektebi binasına nakleden bu mektup verimli bir varlık göstermeye başlamıştır.” Yazar “İlk Mektepler” bölümünde Diyarbakır da yer alan okulları özelliklerine göre sıralar:”Beşi vilayet merkezinde beşi kaza merkezinde, yedisi merkez merbut nahiye ve köylerde,beşi kazalara bağlı nahiye ve köylerde olmak üzere vilayet mıntıkası dahilinde 22 ilk mektep vardır.Merkez ve kazalardaki mektepler tam teşkilatlı,mahiye ve köy mektepleri de üçer sınıflıdır.” Diyarbakır’da 1932’de mevcut öğrenci sayısı 2320’dir.Kız öğrenci sayısı 950 erkek öğrenci sayısı 1370. Diyarbakır merkezinde Gazi, İsmet Paşa, Cumhuriyet , Ziya Gökalp ve Süleyman Nazif ilkokulları beraberinde merkeze bağlı Dicle Nahiye Mektebi, Eğil, 468 Tepe, Bismil, Kadıköy, Seyit Hasan, Osmaniye’ye bağlı Balahar, Çermiğe bağlı Alos Köy Mektebi vardır. Diyarbakır’ın Osmaniye (Ergani) ve Çermik İlçe merkezlerinde İlkokul bulunmaktadır. Konyar, Koza ve İpek Böcekçiliği Mektebi beraberinde ikisi dikiş ve biçki yurdu ile bir ana mektebi olmak üzere dört okulu da belirtir. 1937 yılında Diyarbakır’daki Eğitim ve Öğretim istatistiğine baktığımızda eğitim ve öğretim düzeyinin arttığı görülür: OKUL Okul Sayısı Öğretmen Sayısı Kız Öğrenci Erkek Öğrenci Toplam Öğrenci sayısı. Lise 1 22 113 674 787 Kız Sanat Okulu 1 2 100 - 100 Erk Sanat Okulu 1 12 - 108 108 İlkokul 23 93 745 2384 3229 Mevcut 26 129 958 3116 4224 Tablo İki: 1937 yılında Okul-Öğretmen-Öğrenci sayısı İbrahim Tokay’ın Ülke Mecmuası’nın Diyarbakır sayısında verdiği bu bilgilere tüm okullar dahildir. Lise hakkında ülkede yer alan açıklamada “Dicle’ye bakan sed üzerinde, Dağkapı dışındadır. 1888 senesi Vali Hacı Hasan Paşa himmetiyle başlanılan bu kültür yuvası, iki senelik bir gayretle bitirilmiş ve o günden beri okul, himmetini kaybetmemiş; 1932’de derecesi yükseltilerek lise olmuştur. Bu okul, hem yatılı hem de muhtelittir. 22 öğretmeni ile 787 öğrencisini çatısı altında barındıramadığından bu sene bir pavyon daha eklenecek ve her şey ona göre büyütülecektir.” İfadelerine yer verilmiştir. Ülke’de “Akşam Kız Sanat Okulu’’ ve “Erkek Sanat Okulu” başlığı altında yapılan değerlendirmede Ergani’ye yatılı bir okul yapılacağı yer almaktadır (11). Eğitim ve öğretimi konu alan bir inceleme de “ Diyarbakır’da Milli Eğitim” başlığını taşımaktadır (12). Yedi sayfalık inceleme, Cumhuriyetin İlanı’ndan 1996’ya kadar olan sürede Milli Eğitim Kurumlarını ele almaktadır. 1966’daki istatistikte il ve ilçelerdeki ilkokulların sayısı 269’dur. 2.800 kız ve 19.800 erkek öğrencinin devam ettiği ilkokullarda öğretmen mevcudu 700’dür. (13) Çermik Kız Yatılı Bölge Okulu 1944 -1950 öğretim yılında açılmış olup ilk defa Dicle Köy Enstitüsü’ne bağlı bir uygulama okulu statüsündedir. 1952’den sonra Çermik Kız Yatılı Bölge Okulunun öğrenci sayısı artmıştır. 1962 -1963 öğretim yılında öğretmen sayısı 9 öğrenci sayısı 250’dir. 1967 -1968 öğretim yılında 11 öğretmen 300 öğrenci vardır. 469 Sağırlar okulu, 1956 yılında özel eğitime tabi olarak açılmış, 14 kız ve 75 erkek öğrenci eğitime alınmıştır. 222 sayılı kanun hükümleri uyarınca 1961 -1962 yılında açılan ana sınıfları 1966’da 2 öğretmen 50 öğrencisi bulunmaktadır. 6972 sayılı kanuna istinaden bölge içinde olan Bitlis, Hakkari, Muş, Siirt ve Van’dan gelen Öğrenciler için 1960’da açılan yurtta 1962 yılında korumaya alınan Çocuk sayısı, çevre illerin toplamıyla 100’dür. “Diyarbakır’da Milli Eğitim” incelemesinde “Beslenme Eğitimi” başlığı altında verilen bilgiler: “İlkokula devam eden öğrenciler, 1956’da kurulan Beslenme Eğitimi. Teşkilatı kapsamında beslenme eğitimine alınmıştır. İlk yıllarda süt ve vitamin komprimeleri diğer yıllarda süt ile yapılmış besinlerle son dönemde meyve, zeytin, yumurta verilerek eğitim alanı genişletilmiştir. 19621963 yılında beslenmeye alınan okul sayısı, İl merkezinde 266 ve öğrenci sayısı da 27.837’dir. Halk Eğitimi, 1961-1962 yılında kurulan büro ile hizmete başlamış, günümüze kadar farklı alanlarda açılan kurslarla etkinliklerini sürdürmektedir. 1966’da Diyarbakır’daki orta öğretim kurumları şu şekildedir: Ziya Gökalp Lisesi, Ali Emiri Ortaokulu, kolej, İlköğretim okulu, İmam Hatip Okulu, Kız Sanat Enstitüsü, Erkek Sanat Enstitüsü, Akşam Ticaret lisesi, Akşam Tekniker Okulu. Bununla birlikte Bismil, Ergani, Dicle ve Silvan ilçesinde birer ortaokulla Ergani’de 6 sınıflı Dicle öğretmen okulu ve Silvan Akşam Kız Sanat okulu bulunmaktadır. Ziya Gökalp Lisesi’nin “Bölge Lisesi” konumundan çıkmasıyla çevre illerde açılan liseler sonrasında öğrenci sayısı 1800,öğretmen sayısı da 1996 yılında 20’dir. Ali Emirî Ortaokulu 1959 yılında açılmış, öğretmen sayısı 16,dır. 1966’daki öğrenci sayısı 1200’dür. 1962-1963 Eğitim- Öğretim yılında ilçe okullarında devam eden öğrenci sayısı 12.000 civarındadır. Okullardaki öğretmen sayısı vekil hariç 16’dır. Selahattin Özcan’ın ilköğretim okulu hakkındaki Müteallası:” Öğretmen okulu, Diyarbakır’da eski bir tarihe maliktir. 1894 yılında, İdadi-i Mülkiye, Rüştiye-i Askeriye ve İnas Rüştiyesi gibi orta dereceli okullar arasında bir de Dar’ülMuallimin-i Sübyan bulunmaktaydı. Öğrenim süresi (2) yıl olan bu okul 1905 yılına kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra okulun öğrenim süresi 4 yıla çıkarılmıştır. 1918 yılına kadar (4) yıllık öğrenim süresi ile öğretime devam etmiştir. Bir aralık, 1. Dünya Harbi sırasında öğrencisinin büyük bir kısmı silah altında alınmış, okul 22 öğrenci ile sur içinde bir binaya taşınmıştır. Okul binası da Askeri Hastane olmuştur. 1918 yılından sonra okul kapanmıştır. 470 Cumhuriyet hükümetinin maarif programında bütün öğretim müesseselerinin yeniden teşkilatlanmasının kabul edilmesi üzerine 1923 -1924 öğretim yılında öğretmen okulu ikinci defa kurulmuştur.” Öğretime yedi yıl devam etmiş olan okul 1930’da kapanmıştır. Ziya Gökalp İlkokulu binasında Dar’ul-Muallimat (Kız Öğretmen Okulu) bu devrede faaliyet göstermiş, Diyarbakır’da kapanan öğretmen okulu 3803 ve 4274 sayılı kanunların uygulama alanı bulmasıyla Dicle ilköğretim okulu 6 sınıflı 25’i gündüzlü kız öğrencisiyle 800’ü bulan öğrenci mevcuduyla 23 öğretmen kadrosuyla öğretime başlamıştır. Öğretmen okulu uygulamasına 4 Aralık 1949 tarihinde üçüncü kez dönülmüştür. Ortaokula dayalı 3 yıllık öğrenim süreli öğretmen okulu yeni yapılmış olan Atatürk ilkokulunda eğitime başlamıştır. 1949’dan 1966’ya kadarki zaman diliminde 10.200 öğretmen yetiştirilmiştir. Hayır Cemiyeti’nin katkılarıyla 1954’te açılan İmam Hatip Okulu’nun bir özelliği de çevre ilçelerden gelen öğrencilerin yatılı kabul edildiği bir pansiyona sahip oluşudur. İmam hatip lisesi daha sonra ilköğretimin kabulüyle sadece lise öğrencilerine eğitim ve öğretim vermektedir. 1955 yılında kabul edilen kanunla İngilizce öğretim yapan Eskişehir, Konya, İstanbul, Samsun ve İzmir illeriyle birlikte Diyarbakır’da da kolej çalışması uygun görülmüştür. Lisenin pansiyon binası olarak kullanılan ve 1892 yılında padişah Sultan Abdülhamit tarafından yaptırılan idadi, sultani ve bilahare lise olarak kullanılan bina tadil ve restore edilerek kolej’e tahsis edilen bina, 1955-1956 yılında eğitime ve öğretime açılmıştır 1928 Ziya Gökalp ilk Kız mektebi Diploma örneği (65) 471 DİCLE ÜNİVERSİTESİ Mehmet Mercan ağabeyimiz Dicle Üniversitesinin kuruluş aşamalarını anlatıyor Kolay kurulmadı elbette üniversite. Yıllar ve yıllarca bu uğurda büyük uğraş verdi Diyarbakırlılar… Mardinlilerin, Siirtlilerin, Urfalıların, Bitlislilerin desteği de oldu elbette… Çünkü bu konuda hepimizin, herkesin büyük umutları vardı. En önemlisi, üniversitenin kurulmasıyla; okumak için İstanbul’lara gidemeyen dar gelirli esnaf ve memur çocukları burada, evlerinin yakınında okuma olanağı bulacaklardı. Sonrasında; Tüm bölgenin sosyal ve kültürel yaşamında olumlu değişimler olacaktı. Bölgenin sanayisi, tarımı, sağlık koşulları, üniversitede görevli bilim adamlarının yol göstericiliğinde daha bir gelişecek, büyüyecek. ticari hayatı canlanacak, ekonomisi büyüyecekti. 472 Dicle’nin karşı yakasındaki 30 bin dönüm arazi üzerinde kurulacak kampüste yaşayacak en az 30 bin eğitimli insanın etkisiyle kentte kültürel ve sanatsal etkinlikler artacak. Mevcut sivil toplum örgütleri, meslek kuruluşları ve kamu kuruluşları ile üniversite arasında kurulacak işbirliği sayesinde bilgi alışverişi hızlanacak, hizmetler bilimsel donanımla daha bir koordineli sunulacaktı. Bölgemizdeki çiftçi artık dededen, babadan kalma yöntemlerle değil, daha bir bilinçli üretime yönelecek, nereye ne ekeceğini bilecekti. Bölgede hemen her konuda başlatılacak bilimsel araştırmalarla her alanda yaşam daha bir anlam kazanacak, kentteki dinamikler üniversite sayesinde daha bir canlanacaktı. Bu özlem ve umutla doluydu herkes… ………… Gönüllerdeki üniversite özlemi ilk 1950’lerde ateşlenmişti. Diyarbakır’da o yıllarda okur yaza sayısı yok denecek kadardı. Lise mezunu, hele de üniversite bitirmişlerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı… Bunun yanında okumaya hasret bir kuşak da vardı bölgemizde… Çünkü, 2’nci dünya savaşı yeni sona ermiş ama ekonomik sıkıntılar henüz aşılamamıştı. Bu yüzden de esnaf ve dar gelirli aileler çocuklarını İstanbul’a gönderemiyordu. İstanbul’a gidebilenlerin çoğu varlıklı ailelerin, az sayıda da kentte görevli bürokrat çocuklarıydı… Bu sırada Diyarbakır’da görülen lise mezunu sayısındaki artış, İstanbul’da, Ankara’da, üniversite öğrenimlerini tamamladıktan sonra Diyarbakır’a gelip yerleşen genç aydınların çoğalması, yeni arayışları da beraberinde getirmişti. Bu ortam üniversite özlemini körüklüyordu. ………. 1950 yılı başlarında iktidara gelen Demokrat Parti’nin gündeminde “Doğu’da bir üniversite kurulması” düşüncesinin yer alması Diyarbakır’da bu konuda eyleme geçişi de hızlandırmış oldu. Yeni yeni gelişmekte olan Türk-Amerikan işbirliğinin sonucu olarak doğu illerinin birinde kurulacak üniversitenin Nebrasca Üniversitesi’nce destekleneceği de açıklanmıştı… Bu arada bu üniversiteden araştırmalar yapmak üzere heyetler de Türkiye’ye gelip gitmeye başladı. Bu gelişme bir anda tüm bölgeyi harekete geçirdi. Özellikle Erzurum, Van, Elazığ ve Diyarbakır illeri arasında üniversiteyi kapma yarışı başladı. İllerde oluşturulan komiteler Ankara’yı etkileyebilmek için, politikacıların ve yerel yönetimlerin desteğinde bölgede geniş kampanyalar yürütüyorlardı. Toplantılar yapılıyor, mitingler düzenleniyordu… Bu konuda Diyarbakır’da da etkili bir komite oluşturulmuştu. Edebiyatçı Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Müftü Halil Özaydın, Gazeteci Tahsin Cahit Çubukçu, Araştırmacı-Yazar Av. Şevket Beysanoğlu, Eğitimci Halil Turgut, Eğitimci-Edebiyatçı Kazım Vehbi Oral, Yük .İnş. Müh. 473 Şark Postası Gazetesi sahibi Ahmet Ketencigil, Av. Cahit Gürkaş ile Ankara ve İstanbul’daki üniversitelerde okuyan Diyarbakırlı öğrenciler adına Behzat Eğilli’den oluşan komite yalnız Diyarbakır’da değil çevre illerde de yoğun bir kampanya yürütüyordu.. . Kurulan komite Diyarbakır’ın, tarihi, coğrafi, kültürel ve ekonomik yapısı ile bir üniversiteyi barındırabilecek özelliklere sahip olduğunu kanıtlamak üzere bilimsel çalışmalar yapıyor, raporlar hazırlıyor, bu raporları cumhurbaşkanına, başbakana, bakanlara, parlamenterlere ve ilgili akademik kurumlara sunuyordu. Komite bölgede geziler de düzenleyerek çevredeki kentlerin desteğini almaya, bölgenin tüm dinamiklerini, özellikle de politik güçlerini harekete geçirerek Diyarbakır lehine Ankara’yı etkileyecek baskı grupları oluşturmaya çabalıyordu. Komitenin bu tür çalışmaları, hazırlanan raporlar ve girişimler geniş yankı buldu. 5 Ağustos 1951 Pazar günü uçakla Diyarbakır’a gelen NEBRASCA Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Lambert başkanlığındaki kurulun olumlu izlenimleri, ayrıca Ankara’da toplanan bakanlar kurulunca üniversitenin Diyarbakır’a kurulmasının kararlaştırıldığı haberleri kentte ve çevrede bayram sevinci yarattı. Ne var ki kısa süre sonra duyulan bir başka haber bu sevinci üzüntüye dönüştürdü. Haberde, “Son anda Erzurum ve komşu illerin milletvekillerinin baskısından etkilenen Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın devreye girerek, bakanlar kurulu kararını değiştirdiği ve üniversitenin Erzurum’a alındığı” belirtiliyordu. Gerçekten de bir süre sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin kuruluş hazırlıkları başlatıldı. Ancak, Diyarbakırlılar işin peşini bırakmadılar. Diyarbakır’a mutlaka bir üniversite kazandırmanın mücadelesini yıllarca sürdürdüler. Bu arada askeri ihtilal olmuş, Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında Milli Birlik Komitesi kurulmuştu. İşte, bu sırada üniversite mücadelesini sürekli kılmak için 20 Aralık 1960 günü o yıllarda Ulucami bitişiğinde bulunan Yıldız Gençlik Kulübü salonunda kent aydınlarının katımlıyla “Ziyagökalp Üniversitesini Gerçekleştirme Derneği” kuruldu. Sonradan Sağlık Bakanı da olan Dr. Yusuf Azizoğlu, yine sonradan hukukçu olduğu halde sağlık bakanı olan Av. Dr. Selahattin Cizrelioğlu, Dr. Selahattin Yazıcıoğlu, Av. Recai İskenderoğlu, eğitimci Vehbi Dabakoğlu, Vehip Sayın, Av. Edip Güzel, Av. Natık Gültekin, Av. Behzat Eğilli, Av. Hilmi Güldoğan ve Av. Ruhi Nedimoğlu derneğin kurucuları oldular. Kurucu yönetim kurulu başkanlığına ise eski belediye başkanı, eğitimci Vehbi Dabakoğlu getirildi. Böylece çalışmaların daha örgütlü yürütülmesi sağlanmış oldu. Ve sonunda bu özlem 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ilanı ile mutluluğa dönüştü. 474 Türkiye’de yeni 5 fakültenin kurulmasının planda yer almasının ardından 2 Temmuz 1964 günü toplanan Milli Eğitim Bakanlığı İlim Kurulu’nca bu fakültelerden birinin Diyarbakır’da açılması kararlaştırıldı. Kentte büyük coşku yaratan bu kararı hayata geçirmek gecikmeli de olsa Ankara Üniversitesi Senatosu’na nasıp oldu. Ankara Üniversitesi bünyesinde Diyarbakır adına 1966 yılanda açılan tıp fakültesine alınan öğrenciler üç yıl Ankara’da okuduktan sonra 17 Ocak 1969 günü yapılan görkemli bir törenle Diyarbakır’a geldiler. Fakültenin Diyarbakır’a taşınmasıyla üniversitenin gerçekleşmesinin ilk adımı da atılmış oldu. Ama asıl mutlu son, Diyarbakır Üniversitesi Kuruluş Kanunu’nun 21 Kasım 1973’te TBMM’de kabul edilmesi ve ardından 14 Kasım 1974 günü de düzenlenen ÜNİVERSİTE’NİN AÇILIŞI töreniyle gerçekleşmiş oldu… Evet. İşte Dicle Üniversitemizin kısa öz geçmişi… (66) Tıp Fakültesi ilk zamanlarında Fiskaya’da Sanayi ve Ticaret odası, Eski Milli eğitim müdürlüğü ve Devlet hastanesinin binalarına taşınmıştır. Bugünkü Sanayi odası daha önce kütüphane, Farmakaloji, Fizyoloji, patoloji, histoloji ve anatomi anabilim dallarının bulunduğu yerdi. Eski Milli eğitim ise Tıp fakültesi dekanlığı, öğrenci işleri, Halk sağlığı, parazitoloji, Mikrobiyoloji anabilimdallarıydı. Eski DGM, Dahiliye, Psikiyatri ve Nörolojiydi DGM yanı 2.taş bina Ameliyathane,Genel Cerrahi,Göğüs Cerrahi ve Ortopediydi. Ana Çocuk Sağlığı: Doğumevi ve Çocuk kliniği Acil binası ise Poliklinikler, başhekimlik, yemekhane, 1 dersaneydi Önceleri Diyarbakır Üniversitesi olarak faaliyet gösteren Üniversitemiz bünyesinde 1976 yılında Dış Hekimliği Fakültesi, 1981 yılında da Şanlıurfa Ziraat Fakültesi kurularak hizmete girmistir. 2547 sayili Yüksekögretim Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden sonra 20.7.1982 tarihinde çikartilan 41 sayili Kanun Hükmünde Kararnamenin 32. maddesi uyarinca Diyarbakır Üniversitesinin adı Dicle Üniversitesi olarak değistirilmiştir. Aynı Kanun Hükmünde Kararnameyle Hukuk Fakültesi ile Mühendislik-Mimarlik Fakültesi kurulmuş ve Milli Egitim Bakanlığından devralınan Yüksekokullar Dicle Üniversitesine bağlanmıştır. Dicle Üniversitesi bünyesinde daha sonra 1988-1989 ögretim yılında Mardin Meslek Yüksekokulu, 1990-1991 ögretim yilinda Saglik Hizmetleri Meslek Yüksekokulu, 1992-1993 ögretim yılında da Atatürk Saglik Hizmetleri Meslek Yüksekokulu hizmete girmistir. Hizmete giren bu birimlere ilave olarak Şırnak, Bismil, Batman ve Çermik’te birer Meslek Yüksekokulunun daha kurulmasi uygun görülmüstür.11.7.1992 tarih ve 21281 sayili Resmi Gazetede yayinlanan 3837 sayili kanunla yapılan değişiklikle Şanlıurfa Ziraat Fakültesi ve Şanlıurfa Meslek Yüksekokulu Harran Üniversitesine bağlanmis ve Üniversitemiz bünyesinde Veteriner Fakültesi, İlahiyat Fakültesi ve Ziraat Fakültesi adı altında üç yeni Fakültenin kurulmasi kararlaştırılmıştır. Sözkonusu Fakültelerle 475 birlikte Bismil Meslek Yüksekokulu, Çermik Meslek Yüksekokulu ve Batman Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu 1993-1994 öğretim yılında, Şırnak Meslek Yüksekokulu ise 1995-1996 öğretim yılında hizmete girmiştir. Mevcut Fakülte ve Yüksekokullarımıza ilave olarak Ergani Ve Çüngüş’te birer meslek yüksekokulu, Diyarbakır Siirt ve Mardin’de birer Sağlık Yüksekokulunun öğretime açılması için başlatılan çalışmalar sonuçlanmış olup,1997-98 öğretim yılında hizmete girmişlerdir. Ayrıca Üniversitemize bağlı olarak Batman’da Teknik Eğitim Fakültesi, Diyarbakır’da Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu ile Sivil Havacılık Yüksekokulu kurulmuş olup, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu 1998-1999 öğretim yılında hizmete girmiştir. (2006 Dicle Ün.Faaliyet raporu) Batman ve Şanlıurfa,;Siirt Mardin üniversitelerinin kurulmasıyla bazı fakülteler, bu üniversitelere bağlandılar. Üniversitemizde ise yeni fakülteler açıldı. Dicle Üniversitesi, 1966 yılında Ankara Üniversitesi’ ne bağlı olarak Diyarbakır Tıp Fakültesi’nin açılmasıyla ilk temellerini atmış, 1974 yılında ise Fen Fakültesi’nin açılışı ile kuruluşunu tamamlamıştır. Diyarbakır kentinin doğusunda 27 bin dekar alan üzerine kurulan Dicle Üniversitesi; bünyesinde 14 fakülte, 4 yüksekokul, 10 meslek yüksekokulu ve 4 enstitüsü, merkezi kütüphane,merkez araştırma laboratuvarı, teknokent, 22 Araştırma ve Uygulama Merkezi ve örneği nadir kongre merkezi ile 27 bin öğrenciye modern ve çağdaş eğitim olanakları sunmaktadır. Köklü bir üniversite olan Dicle Üniversitesi, adını Mezopotamya ovalarını sulayan Dicle Nehri’nden almıştır. Toplam kullanılabilir kapalı alanı ise 553.052metrekaredir. Merkez kampüsün yer aldığı Diyarbakır dışında, Diyarbakır’ın Ergani, Çermik, Çüngüş, Bismil ve Silvan ve Kulp ilçelerinde de Yüksekokulları mevcuttur Dicle Üniversitesi’nin bugün 27 bin 500 öğrenci, 3600 civarında kadrolu akademik ve idari elemanı mevcuttur. Üniversite, sunmakta olduğu öğretim hizmetleri dışında1200 yataklı Araştırma Hastanesiyle, mevcut hastane kompleksiyle aynı zamanda bölgenin sağlık merkezi konumundadır (Dicle üniversitesi) 476 KAYNAKLAR 1. Melek A, Demir A, Dini Değerleri İle Diyarbakır, Diyarbakır İl Müftülüğü Yayınları, Ankara 2009 2. Abakay M. Hani. Diyarbakır’da Tarım Doğa ve Çevre sempozyumu.1-3 Haziran 2010 3. Yalçınkaya H. Mesudiye medresesi. DÜTF. Derg. 13(1-4).1534. Acar A. Diyarbakır medreseleri. Osmanlıdan Cumhuriyete Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Ank. 2008. s. 110 5. Güney. E. Diyarbakır ve yöresinde Doğa - Kültür Turizmi. Diyarbakır. 1991. s. 32 6. Yılmazçelik. İ. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK. Ankara. 1995. s 341,241,242,335 7. Nasuhioğlu İ: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara. 2. baskı. s 1975. s. 125 8. Şengül Baydur Yrd. Doç. Dr. Davut Kiliç. Salnamelere Gore Diyarbakir Vilayeti’nde DiniVe Sosyal Yapi (Yüksek Lisans Tezi) Elaziğ-2007 9. Hatip Yıldız, Diyarbakır Valisi Mehmed Halid Bey’in Beş Yıllıkİcraatı ve Hazırladığı Rapor Editörler Bahaeddin Yediyıldız Kerstin Tomenendal Osmanlı›dan Cumhuriyet’e Diyarbakır. Ank. 2008. 3/387 10. Prof. Dr. Zeki tez. el-cezeri’nin teknoloji tarihindeki yeri 2. Uluslararası Diyarbakır Nebiler Sahabiler Azizler Krallar kenti sempozyumu. 2011 11. http://diyarbekirli.blogcu.com/ 12. M Şefik Korkusuz: Diyarbekir Velileri. I- II. Kent yay. İst. 2004.s..57,159 13. Prof. Dr .Saadettin Özçelik: Diyarbakır İl Halk Kütüphanesindeki Türkçe Yazmalar kataloğu. Türk Dünyası İncelemelri Dergisi.2005. V(2): 247-255 14. Mahmut Karakaş. Müslüman Bilim Adamları. Mostar yay. İst. 2009 s. 214,445 15. Gülsen Baş Danısman Doç. Dr. Kadir Pektaşvan. Diyarbakır’daki_İslam Dönemi_Mimarisinde Süsleme Van T.C. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.Sanat Tarihi Anabilimdalı 2006: Doktora Tezi 16. Dr. Emrullah Güney. Diyarbakır ve yöresinde Doğa-Kültür Turizmi. Diyarbakır. 1991. s. 32 17. Yrd. Doç. Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s 341 18. Yrd. DoçDr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s 241,242,335 477 19. İslam Alimleri Ansiklopedisi. Türkiye gazetesi yay. 4/333,6/3 20. Prof. Dr. İlhami Nasuhioğlu: Tıp Tarihine Kısa bir Bakış. Ayyıldız matb. Ankara. 2. baskı. s 1975.s.125 21. Mehmet Şimşek Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi-Kent Yayınlarıİst. 2006. s. 95 22. Şefik Korkusuz: Diyarbakır Velileri. s: 48 23. Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ. 20. Yüzyılın Başında Güneydoğu Anadolu’daki Azınlık / Ermeni Okulları BArD Eylül 2005, Sayı 6, sh. 627 – 636 24. http://www.suryanilik.com/suryanikaynakdbakir.htm 25. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği. s.185 26. Mehmet Yalar. Eyyubilerde ilim ve ulema.Uluslararası Selahaddin Eyyubi sempozyumu. Diyarbakır. 1996. s .269-270 (R.Şeşen: Selahattin Devri Eyyubiler devleti) 267 27. Efe Dumuş: XII. yüzyılda Diyarbakırda bir Türk beyliği Diyarbakır valiliği I. Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya Diyarbakır. 2004 .s: 221. 28. Prof. Osman Turan. Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi. İst. 29. Şevket Beysanoğlu. Diyarbakır Tarihi. 2003. 1/299 30. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998. s11 31. Yrd. Doç Dr. İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır.TTK. Ankara. 1995. s. 97 32. M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif.Kent Işıkları. İstanbul. 2009 33. http://diyarbekirim.com/ 34. Usman Eti. Diyarbekir. Diyarbekir matb. 1937. s.75 35. Attachment(s) from [email protected] 2011, 36. Mevlüt Mergen Diyarbakırlı Kitap Sever!.. Yeniyurt Gazetesi. 12 Ocak 37. Ekici C. (ed): Osmanlı belgelerinde Diyarbakır. Devlet Arşivleri genel md. 2. Uluslarası Diyarbakır Sempozyumu. Ank. 2006. 38. Dr. Özden Gökhan Baydaş. Diyarbakırdaki kamu yapıları. Diyarbakır mimarisi. Diyarbakır valiliği. 20011s. 479 40. Kenan Yakuboğlu, M. Salih Erpolat, Mustafa Sarıbıyık. Osmanlı Belgelerinde Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. Dicle Üniversitesi. 2011. 41. Şefik Korkusuz. Bir Zamanlar Diyarbekir. Kent yay. 2003 42. Prof. Dr. Turhan Baytop. Türk Eczacılık Tarihi. İ.Ü. yay. İst. 1985. s.131 478 43. İbrahim Sarı: Şehrimiz Diyarbakır. Büyükşehir belediye yay. 1999. s.. 130,127 44. Diyarbakır İl Yıllığı-1967. s. 2 45. Şevket Beysanoğlu. Bütün Cepheleriyle Diyarbakır İst.1963. S. 62 46. H. Basri Konyar 1936 Diyarbakır Yıllığı 47. www.ddh.gov.tr/ 48. Eyüp Önal ve ark: Diyartbakır’da Eğitim. MEB. Diyarbakır. 1998. s25,73,69,66 49. M. Şefik Korkusuz. Cumhuriyet Öncesi Diyarbekir’de Maarif.Kent Işıkları. İstanbul. 2009 50. Doç. Dr. Kenan Ziya TAŞ. 20. yüzyılın başında güneydoğu anadolu’daki azınlık / ermeni okulları. SBArD. 2005. sayı. 6. sh: 627-636 51. Diyarbakır İl Yıllığı-1 967. s. XIX 52. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği. 1995. s.182 53. Mehmet Şimşek. Amid’den Diyarbekir’e Eğitim Tarihi.Kent yay. İst. 2006. s. 54 54. Talip Atalay Sokak Çocukları İçin Başarılmış Bir Proje: Diyarbekir Islahhanesi. II. Uluslar Aras osmanlı’dan Cumhuriyete Diyarbakır sempozyumu.2009 Diyarbakır ValiliğiTOBB ETÜ Fen-Edebiyat Fakültesi 55. [email protected] 56. http://www.tyb.org.tr/ 57. Yrd. Doç. Dr. Cahit Aydemir Diyarbakır´Da Bulunan Vakıfların Envanteri Http://Www.E-Sosder.Com/Dergidetay.Php?İd=110 58. Ömer tellioğlu (ed). Diyarbakır salnameleri. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi. İstanbul Acar matb. 1999. 5/93 59. 2000’e beş kala Diyarbakır. Diyarbakır valiliği.1995. 60. Diyarbekir Vilayeti Maarif Masraf Bütçeleri (1870–1920)Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi -www.e-sarkiyat.com- ISSN: 1308-9633 Sayı: I Nisan 2009 61. Z. Kırmızı. Amid-i Nur. 2009 62. Mehmet [email protected] 63. Şeyhmus Diken [email protected]. 64. Şeyhmus Diken Mektebin pacaları 10 Ağustos 2010 http://www. ilkehaber.com/yazi/mektebin-pacalari-951.htm 65. Diyarbakır MEB. Diyarbakır’da Eğitim.1 998.s.27,46 66. MehmetMercan@Diyarbekirgroub Diyarbakır’ı Anlatmak; 13 479 DİYARBAKIR SALNAMELERİNDE EĞİTİM-ÖĞRETİM KURUMLARI Mehmet Ali Abakay* Diyarbakır salnamelerinde eğitim öğretim kurumları oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Yayımlanan yirmi salnamenin incelenmesinden oluşan araştırmada tekrarlanan bilgilere gerekmedikçe yer verilmemiştir. Bugünkü şehir sınırları göz önünde bulundurulacak okullara yer verilmiştir. 1. Salname, 1286 (1869-1970) tarihlidir. Bu salnamede eğitim ve öğretim kurumları ele alınmıştır. 2. Salname, 1287 (1870-1871) tarihlidir. Diyarbekir Rüşdiye Mektebi hakkında yer alan bilgi: Aded-i Şakirdan: 150 Muallim-i Evvel Mahmut Hamdi Efendi ve Sanisi Ali Efendi ve Salisi Hüseyin Efendi olup Rik’a hocaları Mektebi-i Vilayet Muavini Feyzullah Efendi ile hulefadan Osman Zeki Bey ve Ali Necip Efendi’dir. Diyarbekir Protestan Rüştiye Mektebinin öğrenci sayısının 30 olarak yer alan salnamede öğretmen tayini yapılmadığı için ‘’Tomas Efendi himmetiyle tedrisleri icra olunmaktadır.’’ ibaresi yer almaktadır. 3. Salname, 1288 (1871-1872) tarihlidir. Bu salnamede Diyarbakır’da yeni açılan okulları görüyoruz. Diyarbekir Rüştiye Mektebinin öğretmen ve öğrenci sayısında değişiklik yoktur. Protestan Rüştiye Mektebine resmi öğretmen atanmamıştır. Çermik Rüştiye Mektebine Hasan Efendi bakarken Ergani Madeni ve Lice Rüştiye Mektebi faaliyete geçmemiştir. 4. Salname, 1289 (1872-1873) tarihlidir. Bu salnamede ‘’Dahil-i Vilayette bulunan Mekatıb-i Rüştiye ‘’ başlığı altında Diyarbakır’la ilgi verilen bilgiler. Diyarbekir Rüştiye Mektebi...Muallim-i Üla Mahmud Hamdi ve Sanisi Ali İlmi ve Salisi Hüseyin Efendilerdir. Ergani Madeni Rüştiye Mektebi...Muallim-i Sanisi Şükrü Efendi Çermik Rüştiye Mektebi...Muallim-i Sanisi Hasan Efendi Lice Rüştiye Mektebi...Şeyh Mehmed Efendi Çüngüş Rüştiye Mektebi ... Mualim-i Sanisi Mustafa Efendi Hani Rüştiye Mektebi... Mualim-i Sanisi Ali Efendi 5. Salname, 1920 (1873-1874) tarihlidir. Bu salnamede 4. salnamede yer alan okulların beraberinde Protestan Rüştiye Mektebine atanan öğretmenlerin isimleri yer almaktadır. Muallim-i Sanisi Mustafa Naci Efendi ve Muallim-i Sanisi Serkis Efendilerdir. Türkçe Muallim-i Mığırdıç Efendi. *Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected] 480 6. Salname, 1291 (1874-1875) tarihlidir. Salnamenin ‘’Dahil-i Vilayette bulunan Mekatıb-i Rüştiye ‘’bölümünde yeni Rüştiyelerin açıldığını görüyoruz: Palu Rüştiye Mektebi, Eğil Rüştiye Mektebi. Diyarbekir Protestan Rüştiye Mektebinin Muallim-i Evveline Dağlıyan Tomas getirilmiştir. Böylece Protestan Rüştiye Mektebi bir cemaat okulu hüviyetine bürünmüş olur. 7. Salname, 1292 (1875) tarihlidir. Diyarbakır merkez ve ilçe kapsamında yer alan okulların öğrenci mevcutları düzenli olarak 7. salnamede yer alır. Rüşdiye Öğretmen Öğrenci Sayısı Diyarbekir Mahmut Hamdi, Ali İlmi, Hüseyin Efendi 125-----125 Çermik Hasan Efendi 25-------25 Ergani Tevfik Efendi 30-------21 Lice Şeyh Muhammed Efendi 23-------25 Palu Hüseyin Efendi 20-------25 Eğil Mustafa Efendi 18-------30 Çüngüş Hasan Efendi 21-------15 Hani Mustafa Efendi 10-------25 Diyarbekir Protestan Dağlıyan Tomas, Serki ve Mığırtıç Efendi ?--------? 8. Salname, 1293 (1876) tarihlidir. Bu salnameyle bir önceki salname karşılaştırıldığında hem görevli hem de öğrenci sayısında farklılık görülür. Rüşdiye Öğretmen Görevli Öğrenci Sayısı Diyarbekir Mahmut Hamdi, Ali İlmi, Hüseyin Efendi- Mubasır ŞakirAğa 125 Çermik Hüseyin Efendi Bevvab Said Ağa 25 Ergani Tevfik Efendi 30 Lice Fethullah Efendi 25 Palu Hüseyin Efendi 25 Eğil Ali Efendi Bevvab Mahmud Efendi 30 Çüngüş Mustafa Efendi 15 Diyerbekir Protestan Dağlıyan Tomas, Serkis ve Mığıdıç Efendi ? 9. Salname, 1294 (1877) tarihlidir. Bu salnamede sadece Diyarbekir Rüştiye Mektebi, Lice Hani ve Diyarbekir Protestan Rüştiye Mektebi hakkında bilgi yer almaktadır. Diyarbekir Rüştiye Mektebinde yazı muallimi Vahid Efendinin atandığını görüyoruz. Lice Rüştiye Mektebiyle Hani Rüştiye Mektebi’nde değişen bir durum yoktur (1). 10. Salname, 1300 (1882-1883) tarihlidir. Bu salnamede Diyarbekir, Hani ve Lice Rüştiye Mektebi hakkında bilgiler yer almaktadır. Diyarbekir Rüştiye mektebinde Muallim-i Evvel Mahmud Hamdi Efendi, Müderris Muallim-i Sani Ali Efendi, Muallim-i Salis diğer Ali Efendi ve Rika hocası Vahid efendi öğretim kadrosunda bulunmaktadır. 481 Lice Rüştiye mektebinde Muallim-i Sani Mehmed Efendidir. Hani Rüştiye Mektebinde yer almasına rağmen Muallim ismi yer almamaktadır. Rüştiye Askeri Mektebinin derdest-i ikmal, Darü’l-Muallimin’in Derdest-i Küşade, Mekatıb-i sıbyanın Derdest-i tanzim ve ıslah kayıtlarıyla göründüğü salnamede başka kayıt yoktur (2). 11. Salname, 1301 (1883-1884) tarihlidir. ‘’Mektepler’’başlıklı bölümde verilen bilgiler: Darül- Muallimin Talib aded 6 Rüştiye –i Mülkiye Mektebi (Öğretim kadrosu aynıdır) Aded-i Şakirdan: 68 İnas Mektebi: Birinci muallime Zübeyde Hanım ikinci Muallime Esma Hanım, Mubassıra Mevlude Kadın Aded-i Şakirdan: 62 Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında verilen ayrıntılı bilgiler: Müdür: Kolağası Hakkı Efendi Resim Muallimi: Yüzbaşı Şevket Efendi Arabi Muallimi : Subhi Efendi Dahiliye Yüzbaşı: Rifat Efendi Hüsn-i Hatt-ı Türki Muallimi:Vahid Efendi Riyaziye Muallimi Mulazım-ı Evvel: Hulusi Efendi Farisi Muallimi Hafız Necip Efendi Rüştiye-i Askeriye Mektebinde yer alan Aded-i Şakirdan (öğrenci sayısı) Hıristiyan İslam - 18 Üçüncü sene 4 34 İkinci sene 4 59 Birinci sene 8 111 Yekün Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında verilen diğer bilgiler: Mekteb-i Mezbur dört sınıf üzerine müretteb olup şimdilik dördüncü sene teşkil olunamamıştır. Mekteb-i Mezbur da tedris olunan Dürüsber-vech-i atidir: Türkçe İbare Kıraatı, imla tahriri, İlmihal, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Sarf-ı Arabi, Gevher-i Sencide, Hesab-ı Mükemmel, Fransızca, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi, Resim, Nahv-i Arabi, Gülistan, Coğrafya-yı Muhtasar ve Mükemmel, Kava’id-i Osmaniye, Usul Defteri, Mantık ve Tatbikat-ı Arabiyye, Hendese. On yedi dersin okutulduğu Rüşdiye-i Askeriye Mektebi, Darü’l-Muallimin, İnas Mektebi yeni açılmış okullar olmasına rağmen Aded-i Şakirdan (öğrenci sayısı) diğer okullara göre oldukça fazladır. Ergani Madeni Sancağındaki Rüştiye Mektebinde Muallim-i Evvel Mustafa Efendi ve Muallim-i Sani İbrahim Efendi bulunmakta olup öğrenci sayısı 58’dir. Sübyan Mektepleri’nin durumu şu şekildedir : Okul sayısı- Öğrenci sayısı- Öğrencilerin Tabiyeti 482 2 30 Müslim 1 45 Rum 1 30 Ermeni 4 105 Yekün Çermik kazası Rüşdiye Mektebi Muallim-i Evvel’i Rıza Efendi’nin 20 öğrencisi Çüngüş Rüşdiye Mektebi Muallim-i Sani Mustafa Efendi’nin de 25 öğrencisi bulunmaktadır. Palu Rüşdiye Mektebinde Muallim olarak Hüseyin Efendi’yle Rik’a Muallimi Mehmed Efendi bulunmaktadır.öğrenci sayısı 36’dır. 12. Salname, (hicri) 1302 (1884-1885) tarihlidir. ‘’Mektebler’’ bölümünde yer alan bilgiler: Darü’l- Muallimin: Talib Aded 6 Rüşdiye-i Mülkiye Mektebi: Muallim-i Evvel Mahmud Hamdi Efendi, Müderris Muallim-i Sani Efendi Ali Efendi Muallim-i Salis Ali Efendi, Muallim-i Hat Şevket Bey. Aded-i Şakirdan: 68 İnas Mektebi: Birinci Muallime Zübeyde Hanım; İkinci Muallime Esma Hanım, Mubassıra Mevlude Kadın. Aded-i Şakirdan: 55 Sıbyan Mektebi için salnamede yer alan bilgi Diyabekir’de sıbyan mektebi bulunup 500 şakirdan okutturulmakta ve bir taraftan ibtidai mektebleri açılmaktadır. Rüşdiye-i Askeriye Mektebi hakkında oldukça ayrıntılı bilgi vardır: Müdür: Kolağası Hakkı Bey Resim Muallimi: Kolağası Şevket Efendi Arabi Hocası: Subhi Efendi Müderris Farisi Hocası: Hafız Necip Efendi Dahiliye Mülazım-ı Sanisi :Fehim Efendi Riyaziye Muallimi: Yüzbaşı Hulusi Efendi İmla-yı Türki Muallimi: Mülazım-ı Sani Şükrü Efendi Mantık ve tatbikat-ı Arabiye Hocası: Abdulkadir Efendi Hüsn-i Hatt-ı Türki Hocası: Vahid Efendi Dahiliye Mulazım-ı Sanisi: Ahmet Efendi Mevcut öğrenci sayısının sınıflara göre dağılımı şu şekildedir. Dördüncü sene: 11 Üçüncü sene: 27 İkinci sene: 67 Birinci sene: 50 Toplam 155 öğrencinin okuduğu Rüştiye-i Askeriye Mektebine alınacak öğrenciler için aranan şartlara da yer verilmiştir. Mektebe kabul olunacak şakirdan bila-fark-ı mezhep her sınıf etfal-i vatandan olabilirse de sinlerinin on ikiyi tecavüz etmemesi ve mehma– emken Türkçe okuyup yazabilmesi şarttır. Şakirdanın duhul ve hurucda muhtariyeti var ise de bir mani’a-i meşru’aya müstenit olmaksızın mektebden çıkan şakirdan bir daha kabul olunamaz. 483 Yıllara göre sınıflarda işlenilen ders isimleri sırasıyla verilmiştir: Birinci sene dersleri; İlmihal, İmla-yı Türki, Esma-i Türkiye, Hikayat-ı Müntehabe, Hüsn-i Hatt-ı Türki. İkinci Sene Dersleri; Sarf-ı Arabi, Kava’id-i Farisi, ilm-i Hesab, Fransızca, İmla-yı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi Resm-i Hatti. Üçüncü sene dersleri; Nahv-ı Arabi, ilm-i Hesab, Muhtasar Coğrafya, Gülistan, Fransızca, İmla-yı Türki, Hüsn-i Hatt-ı Fransevi, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Resm-i Adi. Dördüncü sene dersleri; Mantık, Tatbikat-ı Kava’id-i Arabiye, Mufassal Coğrafya, İlm-i Hesab, Usul-i Defteri, Hendese, Fransızca, Kava’id-i Osmaniye, İmla-yı Türki, Hüsni Hatt-ı Fransevi, Resm-i Mücessem . Lice Rüşdiye Mektebi Muallimi Mehmed Efendi, Hani Rüştiye Mektebi Muallimi Adem Efendi’dir. Ergani Madeni Sancağı Rüşdiye mektebinde Muallim-i Evvel Mustafa Efendi, Muallim-i Sani İbrahim Rıfkı Efendi’dir. Mevcut Aded-i Şakirdan 58’dir. Mekteb-i İbtidai sayısı iki olup birinin Muallimi Hafız Kamil Efendi olup diğerinin Muallimi derdest-i tayindir. Ergani Madeni sancağında dört sıbyan mektebi vardır: Bab Aded-i Şakirdan 2 Müslim 20 1 Rum 25 1 Ermeni 20 4…………………65 Palu kazası Rüşdiye Mektebi’nin Muallim-i Sanisi Hüseyin Efendiyle Rik’a Hocası Tevfik Efendi’dir. Aded-i şakirdan 36’dır. Çermik Rüştiye Mektebi Muallim-i Evveli Rıza Efendi’nin şakirdan sayısı 20’dir. Sıbyan mektebi iki olup şakirdanı 70’tir. Çüngüş Rüştiye Mektebi Muallim-i Sani Mustafa Efendinin Aded-i şakirdanı 25’tir. ‘’Livanın Mevkii-Hal-i Hazırı ‘’ bahsinde Eğil de Rüştiye Mektebi hakkında bilgi yoktur. 13. Salname, 1308 (1890-1891) tarihlidir. ‘’Erkan ve Me’murin-i Vilayet bölümünde maarifle ilgili bilgiler: Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye Müdür Vekili: Yüzbaşı Kasım Efendi Dahiliye Mülazımı: Halil Efendi Dahiliye Mülazımı: Ali Efendi Resim Muallimi: Mülazım-ı Evvel Kerami Efendi Arabi Muallimi: Subhi Efendi Farisi Muallimi: Hasan Efendi Hüsn-i Hatt-ı Türki Muallimi: Vahid Efendi 484 Lisan Muallimi: Mülazım-ı Evvel Hakkı Efendi Riyazi Muallimi: Mülazım-ı sani Abdurrahman Efendi Kava’id-i Osmaniye Muallimi: Abdulkadir Efendi İmla Muallimi: Baki Efendi Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriyede öğrenci mevcudu 146’dır. Aded-i şakirdan Hıristiyan İslam 1 29 Dördüncü Sene mevcudu 3 37 Üçüncü sene mevcudu. - 51 İkinci sene mevcudu. - 25 Birinci sene mevcudu. 4 142 Yekün Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye de görev yapan hizmetliler de özellikle belirtilmiştir: Ser hademe Hasan Ağa, Kapıcı Mustafa Ağa, Hademe de Hüseyin Ağa, Abdullah Ağa, Öner Ağa ve Bogos. Mekteb-i Rüşdiye-i Askeriye’de okutulan dersler: Türkçe, İbare Kıraatı, İmla Tahriri, İlmihal, Hüsn-i Hatt-ı Türki, Sarf-ı Arabi, Gevher-i Sencide, Hesab-ı Mükemmel, Fransızca, Resim, Nahv-ı Arabi, Gülistan, Muhtasar ve Mükemmel Coğrafya, Kava’id-i Osmaniye, Usul-i Defteri, Mantık ve Tatbikat-ı Arabiye, Tarih-i İslam, Hendese. Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’de görev alanlar: Muallim-i Evvel Mahmud Hamdi Efendi, Muallim-i Sani Ali Şevki Efendi, Muallim-i Salis Ali İlmi Efendi, Hüsn-i Hatt Muallim-i yaver Efendi, Bevvab Hacı Abdullah Ağa. Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’nin Öğretim süresi dört yıldır. Öğrenci sayısı ilk üç sınıftaki mevcut, Birinci sınıftan 9,11,21 olmak üzere 56’dır. Mekteb-i İbtidaiye’de görevliler, Muallim Abdullah Lütfi Efendi, Hüsn-i Hatt Muallimi Fahrisi Hüseyin Efendi, Mubassır Mehmed Efendi ve Bevvab Reşid Ağa’dır. 135 öğrencinin sınıflara göre dağılımı birinci sınıftan itibaren 101, 16, 18’dir. Maden Sancağı Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye’de Muallim-i Evvel Ahmet Efendi, Muallim-i Sani Mustafa Efendi, Rik’a Yazısı Muallim-i Efendi görevli olarak bulunmuştur. Eğil Nahiyesi Mekteb-i Rüşdiye-i Muallim-i Sanisi Ali Efendi’dir. Çüngüş Nahiyesi Mekteb-i Rüşdiye-i Mülkiye Muallimi de Mustafa Efendi’dir. Palu kazası Mekteb-i Rüştiye-i Mülkiyede Muallim-i Sani Hüseyin Efendi ve Rik’a yazı Muallimi Mehmet Efendi görev almıştır. Dipnotlar: (1) Salnamelerde esas aldığımız DBB çevrisidir. 9. Salnamenin bu bölümde çevriden ya da basımdan kaynaklanan bir eksiklik görülmektedir. (İkinci Cilt sh.73) (2) 10. Salnamede basımdan kaynaklanan eksiklik görülmektedir. 485 CUMHURİYETE GEÇİŞ YILLARINDAN BUGÜNE DİYARBAKIR KÜTÜPHANELERİ Mehmet Ali ABAKAY* “Ali Emirî Efendi’ye” Giriş: Bu makalemizde Dünyanın en büyük kütüphanelerinden birine sahip olmuş ve bu zenginliği koruyamamış Diyarbakır’da kütüphaneciliğin dününü ve bu gününü bilgiler ve belgeler ışığında ele alıyoruz. 2000’li yılların başında yaptığımız bu araştırma, son yılların istatistik bilgilerini kapsamamaktadır. Araştırmamızın ikinci bölümünde günümüz kütüphaneciliğine değineceğiz. Birkaç hafta yoğun olan gündemimiz eğitim konuludur. Belki, okurumuz, bu tarz bilgilere ilk kez ulaşmaktadır. İlgi çekmesini umduğumuz bu tarz yazılarımızın akademisyenlere kolaylık sağlayacağını umuyoruz. Mısır İskenderiye’de, Endülüs Gırnata’da zengin kütüphaneler tarih kitaplarında yerini almıştır. Diyarbakır’da da İslam döneminde “Eğil”, “Meyyafarıkın” ve “Amida” kütüphanesinin zengin olduğunu günümüze kadar ulaşan eserlerden anlıyoruz. Diyarbakır’ın kütüphanelerinin zenginliğini ibnü’l-Ezrak Tarih-i Meyyafarıkin ve Amid’de belirtir. Nisanoğullarının egemen olduğu 1143-1183 yılları arasında Diyarbakır’daki kütüphane, dünyanın sayılı kütüphaneleri arasındadır. Nisanoğulları’nın egemenliğine son veren Selahaddin-i Eyyubi, şehrin tesliminde ganimet olarak 1.040.000 cilt eseri içeren kütüphaneyi Danışmanı alKazi’l-Fazıl’a vermiştir. Danışman al-Kazi’l- -Fazıl, kütüphaneden yetmiş deve yükü kitabı, Mısır’daki kütüphanesine götürmüştür (1). Nisanoğlu Bahaüddin Mes’ud, Diyarbakır’ı terk ederken ‘’Bunlar arasında altın ve gümüş kablar, altınlı dokumalar, mücevherat ve madeni elbiseler vardı. Verilen mühlet zarfında malların pek azını taşıyabildi.’’diyen İmad al-Din al-Katip alİsfahani, Nureddin Bin Kara Aslanın isteği üzerine El-Bark uş-Şami’de Selahaddin-i Eyyubi’nin Amid’e gidişlerini şu şekilde belirtir:’’Biz Hazrem’de iken Amid’in fethi ve temliki hususunda halifeden menşur geldi. Menşurun gelmesi üzerine kararımız katileşti. Lakin, bilindiği gibi, bu şehri fethedip Nureddin Bin Kara Aslan’a teslime söz vermiştik. Sultan ona verdiği bu sözü yerine getirmeye karar verdi. Zaten Amid halkı da bizi tutuyor ve şehrin bizim tarafımızdan fethedilmesini bekliyor, kendilerini İbn Nisan’ın boyunduruğundan kurtarmamızı istiyordu. Hududu korumaları için büyük kumandalarımızdan bazılarını Şam’ a gönderdikten sonra, kurban bayramı günlerinde Amid’ e hareket ettik‘’ (2). Amid’ in alınışında Nisanoğlu Bahaüddün Mesud ile Al Kazi’ l Fazıl arasındaki anlaşma, şehrin daha fazla harap olmasını önlemiştir. 1 Muharrem 579 ( Miladi 26 Nisan 1183 ) tarihinde şehrin alınışı ile 1.040.000 kitabı içine alan kütüphane, al Kazi’l – Fazil’ a verilmiştir. *Araştırmacı-Yazar e-mail: [email protected] 486 Ali Emiri Efendi’ nin Amid-i Sevda’ da yer verdiği “1.040.000 ciltlik kütüphanenin varlığı” ifadesi bazı araştırmacılar tarafından 140.000 olarak algılanmıştır. Şevket Beysanoğlu ‘’ XII. Yüzyılda şehrimizde bir milyon kırk bin ciltlik muazzam bir kütüphanenin bulunduğu bazı kaynaklarda belirtilmekte, Selahadin-i Eyyubi tarafından 1183 tarihinde zapt edildiği sırada bu kütüphaneden yalnız Kadı Fadıl’ın hissesine 140.000 kitap düştüğü yazılmaktadır. Bu rakamları mübalağlı kabul etsek bile, o çağın en zengin kütüphanelerinden birinin şehrimizde olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz.’’ şeklinde görüş belirtir (3). Ali Emiri Efendi’nin Amid-i Sevda’ da verdiği bu sayı, yaptığımız araştırmada mübalağlı bir sayı olarak görülmemektedir (4). Ali Emiri Efendinin kitaba olan düşkünlüğü kendisini evlenmekten alıkoymuş, bu merak zaman içinde millet kütüphanesini oluşturmada en büyük amil olmuştur (5). 1.040.000 kitabın alan olarak bulunduğu mekan Ulu Cami, Mesudiye ve Sincariye medresesidir. Ulu Cami’ de halen doğu bölümünün ikinci kısmı kütüphane olarak kullanılmaktadır (6). Şehrin alınışıyla yetmiş deve yükü kitabın pay olarak al-Kazi’l- Fazil’ a verilmesi, Ali Emiri Efendinin 1.040.000 kitabın varlığının büyük işaretidir. Eyaletin sınırlarının oldukça geniş olması, şehri bir kültür- sanat- edebiyat merkezi yapmıştır. Osmanlı döneminde her medresenin aynı zamanda bir kütüphane olduğu göz önünde bulundurulursa, Diyarbakır’ daki kütüphane sayısı medrese sayısıyla orantılı olacaktır. Evliya Çelebi Seyahat-name’ de Diyarbakır camilerini belirttikten sonra medreselere yer verir: “Medreselerin ön bahsinde ‘’yukarıda yazdığımız camilerin her birinin birer müderrisi, ikişer de medreseleri vardır.’’ der. İki medresesi bulunan camiler olarak ‘’Cami-i Kebir– Mercaniye Medresesi‘’, ‘’İpariye Medresesi‘’, ‘’Hüsrevi Medresesi‘’, ‘’Sarolizade Medresesi’’, ‘’Şeyh Rumi Medresesi‘’ , ele alınmıştır (7). Evliya Çelebi’nin Ulu Camide gösterdiği Mercaniye Medresesi, Ulu Cami batısına düşen Sincariye Medresesidir. Bu medrese hakkında ‘’ Bilginler arasında payesi vardır. Müderrisi orada molla olur. Müderrisi ve öğrencileri vardır. Vakıfları kuvvetlidir.’’ ifadesinde bulunur. Şevket Beysanoğlu ‘’1886 ( H. 1302 ) tarihli Diyarbakır salnamesi (yıllığı) şehrimizde 7 kütüphane olduğunu yazar. 1901 (h. 1317) tarihli salnamede bu adedin üçe indiğini görüyoruz: Rağıbiye kütüphanesi, Sarı Abdurrahman Paşa kütüphanesi, Camidi kütüphanesi” şeklinde bilgi verir (8). 14. defa yayımlanan H.1312 Tarihli Salnamede “Dahil-i vilayette mevcut umumi kütüphaneler” başlığı altında Diyarbakır’da dört kütüphane, mevcut kitaplarla yer almaktadır. Bu kütüphaneler hakkında verilen bilgiler: Müessisi ve Kütüphanenin Bulunduğu mahal: Trabzon Vali-i Esbakı Sarı Abdurrahman Paşa merhum– Diyarbekir’de Kain Cami-i Kebirin cihet-i şarkiyesindeki daire-i mahsusa. 487 Tarih-i Tesis (Kuruluş Tarihi): 1178 (Miladi) Kütüb-i Mevcude (Mevcut Kitaplar) Na matbu (El yazması): 507 , Matbu: 57 Yekun (Toplam): 564 Müessisi ve kütüphanenin bulunduğu mahal: El-Merhum Ömer efendi elAmidieş-şehir bi-camidi– cami-i şerif-i mezkurun cihet-i şekiyesindeki daire-i mahsusa. Tarih-i tesis: 1200 Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 matbu 206 yekun 1248 Müessisi ve kütüphanenin Bulunduğu Mahal: R-I Hac Ragıb Bey Merhum Müessis-i kütüphanenin bina-kerdesi olan Ragibiye Medresesi dahilinde Tarih-i Tesis: 1249 Kütüb-i Mevcude: Namatbu: 335 Matbu: 9 Yekün 344 “Resmi Diyarbekir Mekteb-i idadi-i Mülkisi dahilinde meçhul” olarak yer alan kütüphanenin kuruluşu tarihi “1311”, mevcud basılı kitap sayısı “167 “olarak yer almıştır. Ayrıca “Mardin’de kain cami-i Kebir dahilinde’’ gösterilen kütüphanede de 39 elyazması kitap olduğu, kurucusunun da bilinmediği bu kütüphanenin tarih-i tesis hanesinde “Na-malum’’ ibaresi yer almıştır. 18. Defa yayımlanan Hicri 1319 (miladi 1901-1902) Tarihli salnamede yine aynı kütüphane isimleri yer almaktadır. İbnü’l Ezrak, Tarih-i Meyafarikin ve Amid’de Mervan Hükümdarı Nasıruddevle Ahmed’e sığınan Ebu’l Kasım Hüseyin bin Ali el-Mağribin’nin Katibi Şeyh ebu Nasr el-Menazi’nin elçi sıfatıyla birçok kez gittiği Konstantineye’den dönüşte getirdiği kitapları Meyyafarikin ve Amid’de birer camiye vakf ettiğini belirtir. Kitaplar o dönem ‘’Menazi Kitapları’’ olarak bilinmektedir (9). İbnü’l Ezrak’ın belirtiği Menazî Kitapları, muhakkak felsefi ve tıbbi kitaplar olmalıdır. Ali Emiri Efendi, Kütüphanesi ve Çıkardığı Mecmua’’ başlığını taşıyan Dr. Müjgan Cumhur’un 21 mart 1988’de Dicle Üniversitesi Eğitim Fakültesi Konferans salonunda yaptığı konuşma’da önemli hususlar yer almaktadır. Dr. Müjgan Cumhur’un bu konuşmasından bölümleri Ali Emiri Efendi Kütüphanesi, daha doğrusu kurucusunun ısrar edip koyduğu adıyla Millet Kütüphanesi yalnız Diyarbakır kültür tarihi için değil,bütün memleketin kültürel geçmişi bakımından önemlidir, değerlidir; Türk kütüphane tarihinde kendine has yeri vardır. Önce bu değerli kültür kuruluşunun meydana gelişinde ilk amil olan Ali Emiri Efendi’nin, bu kitap merakı üzerinde duralım: Ali Emiri Efendi, bu kitap merakını sonradan Tarih ve Edebiyat adını verdiği mecmuasında şöyle anlatır: “Bende kitap merakı dokuz yaşında hasıl olmuştur. Bu gün tam altmış senedir ne gecem, ne gündüzüm gündüzdür. Ömrüm kamilan bu merak arkasında koşmuştur. 488 Şöyle ki: Diyarbekir’de bundan beş altı yüz sene evvel tamam 1,040,000 cildi havi bir kütüphane bulunduğunu pederim ve akrabalarım bana hikaye ederlerdi. Çocukluk buya; böyle milyonluk bir kütüphane meydana getiremezsem bile karınca kaderince hiç olmazsa on beş, yirmi bin ciltlik bir kütüphane meydana getirebilirim ya, diyerek dokuz yaşından şimdiye kadar tam altmış sene oluyor elime ne kadar para geçerse kamilen kitap almaya hasr a tahsis etmeyi Cenab-ı hak ile ahd u misak eyledim. İşte o tarihten beri kitap almaya başladım (...)” Tarih ve Edebiyat dergisinin ikinci sayısında (s. 23-27) yer alan “Diyarbekir ‘Amid’ Şehrinde Vaktiyle Bir Milyon Kırk Bin Cilt Kitabı Havi Cesim Bir Kütüphane” adlı yazısında Millet Kütüphanesinin kuruluş sebebi açıkça anlaşılır. Tarih ve Edebiyat Dergisi’nin ikinci sayısında “İşte benim ta zamanı sabavetim den beri memleketimi kitap uğruna sarf ettiren şu (1,040,000) cildi havi kütüphanenin mümkün mertebe ihyası iştiyakıdır.” ifadesine yine yer verir. Ali Emiri Efendi’nin Millet Kütüphanesinde oluşturacağı kitaplar iki bölümdür: İlk yüz bin kitap Doğu ikinci yüz bin kitap batı kaynaklı eserler. Ali Emiri Efendi, Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nın 31 teşrin-i evvel 1338 (1922) tarihli üçüncü sayısında “Millet Kütüphanesi Ne suretle Teşekkül Etti” başlıklı makalesinde kütüphane ile ilgili çalışmalarını ayrıntılı şekilde açıklar. Dr. Müjgan Cunbur “Ali Emiri Efendi Kütüphanesi çok nadir yazmaları ile Türk kültür tarihi için gerçekten değerli ve pek önemli bir birikim, bir hazinedir.”tanımlamasında bulunur (10). Dr. Müjgan Cunbur, Ali Emiri Efendi’ye bazı kişilerin ısrarla kütüphaneye kendi ismini ya da “ Amid Kütüphanesi “adını vermesi tekliflerini karşılıksız bıraktığını, bunun sebebinin de 1871 Münif Paşa’nın yazdığı layiha’da ve bu lahiya’ya eklemlerde bulunan Ali Paşa’nın “Asrın ihtiyaçlarına cevap verecek kitapların yer alacağı bir Millet Kütüphanesi’nin İnşa’ı “fikrine dayandığını belirterek “Direnmenin altında yatan sebep, vaktiyle ‘Millet Kütüphanesi’ni bizzat gerçekleştirmiş olmak çoğu zaman imkansızlıklar içinde yıllarca topladığı kitapları millete mal etmektir.” biçimde kütüphanenin isim kaynağına açıklık getirir. Ali Emiri Efendi Kütüphanesi’nde Meşa’irü’ş Şuara Kitabu Cerahiyeti’lHaniye, Divanü Lügati’t Türk, gibi bir çok kıymetli yazma vardır. Osmanlı padişahlarına ve şehzadelerine ait divanlarla birlikte Ebu’l-İzz İbn-i İsmail İbn’ir-Rüzaz’ın “ Kitab-ül-cami-i beyn-el ilm-ivel-amel En-nafi-i fi sınaat-ilhiyel” ismli mihanik kitabı da yer almaktadır (11). Diyarbakır’a egemen olan Selahaddin-i Eyyübi’yi konu alan makalede İbrahim Artuk, “Amid şehrinde, dünyanın hiçbir yerinde eşine rastlanmıyacak derecede çok harp mühimatı, eşya ve bu arada pek kıymetli yazma kitaplarla dolu bir kütüphane buldular. Sultan, bu değerli kitapları, veziri olan Kadi Abdurrahman Fazıl’a bağışladı. O da bu Kütüphane’den istediğini aldı.” açıklamasında bulunur (12). İbrahim Artuk, Arap coğrafyacısı İbn-Havkal’a zeyl yazmış bulunan anonim bir müelif Amid’in 44 yıl önceki haliyle Artuklulara geçişini anlattığı bölüme 489 yer vererek, makale devamında Diyarbakır’ı konu alan “Amida” ile “Voyage Archeologique Dans la Turquie Oriental” kitabının eleştirisinde Nisanoğullarına ait bölümünü tenkit eder. Ebu’l-İzz’in eserinin üç adet nüshasını bildiren Konyalı, Ali Emiri Efendinin Kütüphanesi’ndeki örneğin farkına varmamıştır. Bu eser üzerinde durmamızın bir sebebi de yazılış yerinin Diyarbakır oluşudur. Dünyada su ile çalışan ilk robotların mucidi Ebu’l – İzz , Selahadin-i Eyyubî’nin şehri kendisine verdiği Artuklu Melik Nureddin Mahmud’un sarayında bu çalışmaları yapmıştır. Ebu’l- İzz, Topkapı Kütüphanesindeki nüshanın ellinci sayfasında bu eserinin yazılış sebebini şu cümlelerle açıklar: “ Ben bu kitabı Artukoğullarından Diyarbekir hükümdarı Ebu’l-feth Mahmut İbn-i Mehmet İbn-i Karaaslan adına yazdım. ben bu değerli hükümdarın babasına ve kardeşine 570 hicret yıından beri tam yirmi beş sene hizmet etmiştim. Bir gün yaptığım makinelerden birini göstermiştim. O, bu işimi büyük bir alakayla tetkik etti ve Dünyada eşi bulunmayan bir şey yaptın, emeğim boşa gitmeyecektir. Bana bütün yaptıklarını gösteren ve içine alan bir kitap yaz!.. dedi... Ben de bütün enerjimi toplayarak gücüm yettiği kadar çalıştım, bu kitabı yaparak kendisine sundum. Kitabımı bir mukaddime 50 şekil ve 6 nev’î üzerinde hazırladım.’’ Konyalı’nın tercümesiyle verdiğimiz bu açıklama adı geçen makalesinden aynen alınmıştır. Kitabın altı nev’i olarak adlandırılan bölümlerini Konyalı şu şekilde özetlemektedir: ‘’Ebu’l-İzz , altı nev’in birincisinde ‘’pingan’’ denilen su saatlerinden, ikincisinde şarap meclislerinde kullanılan otomatik kablardan, insan ve hayvan şekillerindeki makinelerden, üçüncüsünde İbrikdarlık rolünü oynayan makine hayvan ve insanlardan, dördüncüsünde binbir çeşit daimi mütekatı’ül- cereyan kesilip akan fiskiyelerden, kendi kendine düdük , saz çalan makinelerden, beşincisinde kuyu ve ırmaklardan su çıkaran tulumbalardan, altıncısında da beş şekil halinde muhttelif saray hizmeti gören makinelerden, şifreli kilitlerden ve oymacılıktan bahsetmektedir”. Yine Konyalı, Ebu’l-İzz’in kitabının 70. sayfasında yaptığı bir açıklamayı verir: “Bir gün hükümdar Ebu’l-feth beni imtihan etti. Bana‘’ zincirsiz, topsuz, fındıksız (yuvarlaksız) bir makine yap ki ben hem seferde hem hazerde kullanabileyim. Aynı zamanda da şekil itibariyle göz ve gönül alıcı olsun dedi. Ben de yaptım; çok beğendi’’. Diyarbakır’daki Artuklu sarayında bulunan bu kitapla kopyalarının zaman içinde İstanbul’a ulaşımı hangi yıllarda olmuştur, bilinmez fakat birinci dünya savaşı esnasında Diyarbakır’daki kütüphanelerden oldukça kitap alınmıştır. 18 Ağustos 1914’te meydana gelen büyük yangında 1200 dükkan ve birçok han tamamıyla yanmıştı. Ali Emiri Efendi, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyyesi’nde “Cihan Harbıyla beraber büyük bir kıtlık ve pahalılık başladı. Bu yangın daha sona Muş, Van, Bitlis işgal bölgelerinden göç eden aç ve perişan halkın şehre dolması, bu açlık ve sefaleti arttırdı. Ayrıca harp sebebiyle Diyarbakır ikinci ordu merkezi oldu. Bütün camiler zorunlu olarak askerlerce işgal edildi. Başta Nebi Camii olmak 490 üzere, camilerdeki çeşitli İran halıları ayaklar altında ezildi. Bir kısmı çalındı veya götürüldü. Cami mihrab ve duvarlarını süsleyen renkli ve çok eskiden kalma çinilerin çoğu tahrip edildi’’demektedir (13). Mustafa Akif Tütenk, o dönemin pahalılığını şu şekilde açıklar: ‘’1 mart sene 336 (1920), 335 (199) senesi kışının soğuk aylarında kesretile kar yağmış idi. Esasen et ve yağ gibi mevad, hemen her seneye nisbetle pek pahalı idi. Yağın kıyyesi otuza (3/10 altında) et’in de yirmi guruş-i madeniye alınması mümkün idi. Kanunîsani (ocak ayı) evvelahirinde bir metreden ziyade sath-i arzı kaplayan (ve Dicle ırmağını donduran) berf (kar) dolayısıyla amed ü şüd (geliş gidiş) munkati olmuş; bir kıyye et ile yağ kırk ve seksan guruşu bulmuştur’’ (14). Şiddetli geçen kışta ‘’balığın kıyyesini yirmi guruşa sattılar’’ diyen Tütenk, 29 Mart 336 (1920) tarihli notunda halkın geçim sıkıntısını ve çektiği yokluğu ayrıntılarıyla anlatır. 1916’daki tifüs ve kolera salgını ile şehir nüfusunun yarısının azaldığı, o dönemde açlıktan ne yapacağını bilmeyen halkın, perişan olduğunu halen de çok yemek yiyene “ Kıtlıktan mı geldin? ’’ sözünün söylendiği Diyarbakır da zamanın şartlarına göre kütüphanelerin nasıl koruna bileceği hakkında bir kanaat sahibi olabilmek mümkündür. Özellikle devlete ait evrakın saklandığı iç kaledeki burçlarda ve adliye binalarında meydana gelen karışıklıklar; kütüphaneleri de etkilemiştir. Konu hakkında daha önce yayımlana bir araştırmamızda yer verdiğimiz tespitler: “Birinci Dünya Savaşı esnasında Diyarbakır’daki kütüphanelerden oldukça kitap azalması olmuştur. Bu kitapların bir çoğu müsteşrikler tarafından yurt dışına götürülmüştür. Cezerinin ilk suyla çalışan robotları ele alan çalışmasının yer aldığı kütüphane, mutlak suretle ulu cami kütüphanesi olmalıdır. Artuklu sarayında kalan Cezerî dönemine ait kitapların akıbeti bilinmemektedir’’ (15). Mustafa Akif Tütenk’in ‘’Mahsul-i Leyali-i Hayatım’’ile ‘’Görüş ve Seziş’’ adını verdiği dört defteri okuyan oğlu Hasan Kadri Tütenk’in babasından naklettiği husus: ‘’Diyarbakır’da birçok kitap, Birinci Dünya Savaşı döneminde çalındı. Halk, açlığını kitap satarak gidermeye çalışıyordu. Ama uzun vakit, Amid çevresinde kalan yabancılar bunu ganimet biliyordu. Babam Hadım-i Terakki’de muallim ve aynı vakitte mektebin kurucusuydu. O günleri bize hikâye ederken Saraykapı’da birçok kitabın talanından söz ederdi. Bence Diyarbakırlının kütüphaneleri hengamede zir u zeber olmuştur’’ (16). Hasan Kadri Tütenk’in bu açıklamaları kendisiyle yaptığımız görüşmeden alınmıştır. Aynı görüşmede Mustafa Akif Bey’in kurucusu olduğu Hadım-i Terakk-i Mekteb-i İptidai’nin bu dönemde kapandığını mektebin kütüphanesinin bir bölümünün çalındığını belirtmiştir (17). Cumhuriyet’e geçişle birlikte Diyarbakır kütüphanelerinin sayı olarak bir’le sınırlı olduğunu görüyoruz. 1. Dünya Savaşı, Diyarbakır’da yaptığı tahribattan sonra bu kütüphanelerde nasibini almıştır. Ziya Gökalp, Diyarbakır’a geldiğinde her üç kütüphane de kapalı, binaları harap, kitapları kısmen yağma edilmiş bir durumda bulunuyordu. Gökalp, hemen teşebbüse geçerek Cevat 491 Paşa’nın yardım ve desteğiyle şehrin kütüphanesini oluşturmaya çalışmıştır. Şevket Beysanoğlu’ndan düzeltmelerle naklettiğimiz açıklamanın devamı: “Ulu Camii’n Doğu cephesinin kuzey bölümünde yeni eklemeler ve onarımlarla hazırlanan kütüphaneye, kitaplar getirilip aydınlardan da bir hayli kitap bağışı sağlanarak 1922 yılında ’’Milli Kütüphane’’ adıyla hizmete açıldı. Bugünkü İl Halk Kütüphanesi, bu kütüphanenin bir devamından ibarettir” (18). Dönemin Diyarbekir Gazetesi koleksiyonunu inceleme imkanı bulamadığımız için kütüphanelerle ilgili açıklamalar söz konusu olmamakla beraber Diyarbekir Halk Evi’nin kuruluşu ile Diyarbakır’da kütüphane oluşumu hızlanmıştır. Bedri Günkut, Diyarbekir Tarihi’nde “ 1747’de vali bulunan Köprülüzade Abdullah Paşa, Peygamber Camii yanındaki Darül-Kurra’yı 1764’te Sarı Abdurrahman Paşa zamanında kurulan bu kütüphane bu güne kadar yaşamaktadır.’’der (19). Günkut’un belirttiği Darü’l-Kurra hakkında ‘’XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır’’ eserini hazırlayan İbrahim Yılmazçelik, şu bilgiyi vermektedir: ” 1717-1719 tarihleri arasında Diyarbakır’da arasında valilik yapan Abdullah Paşa tarafından yaptırılan ve Nebi Camiinin yanında bulunan türbenin karşısında idi. 1721 tarihli Abdullah Paşa vakfiyesinde, Haleb’de kurulan vakfın bir kısım gelirinin buraya bağlandığı görülmektedir’’ (20). Yılmazçelik ‘’XIX. Yüzyılda faal olduğunu tesbit ettiğimiz Darü’l-Kurra’nın tevliyeti 12 Temmuz 1851 tarihinde İsmail Akif Bey üzerine idi.’’diyerek üç kubbeli ve kurşunlu Darü’l-Kurra’nın 1. Dünya Harbi sırasında yıktırıldığını belirtir (21). Günkut’un verdiği tarihin yanlış olduğunu görüyoruz. Ayrıca Günkut,’’Bugün belediye binası yanında ‘Milli Kütüphane’ diye anılan kütüphane işte bu kütüphanenin adının değişmesinden meydana gelmiştir.’’ diyerek Ziya Gökalp’in düzenlediği Sarı Abdurrahman Paşa Kütüphanesi hakkında açıklamalarda bulunur.’’Bu kütüphane tesisi zamanlarında zengin bir halde idi fakat bilahare ihmallere uğramış olduğundan derununa Milli Kütüphane’nin iptidasına kadar hemen hiçbir eser girmemiş gibi illerde göreceğimiz gibi memlekette bir çok müfit umran hayatı uyandıran cephe kumandanı ve vali vekili Cevat Paşa, bu kütüphanenin de ihyasına son derece çalışmıştır’’ (22). Türkçe, Fransızca, İngilizce ve Almanca yayınlanmış kitap, gazete dergiler içeren Milli Kütüphane hakkında Basri Konyar şu bilgileri verir: ‘’Artukoğulları zamanında bir milyon dört yüz bin cildi muhtevi muazzam kütüphanenin Ulu camide bulunduğu bazı eserlerde görülmüştür. Bugün umumi bir kütüphane olup buradaki kitap adedi 3522’dir. Bunun 295’i yeni, 3227’si de eski yazı ileridir” (23). İbrahim Tokay’ın çıkardığı Ülke Mecmuası’nın Diyarbakır’ın sayısında umumi kütüphane, ‘’Genel Kitap Sarayı ‘’başlığı etrafında tanıtılır.:”Ulu Cami yanında 1932 yılında General Cevat tarafından açılan bu ocak, her an halka açık bulundurulmaktaydı. İçinde 5000 cilt her nevi asar, gazete ve mecmualarla şehrin kültürlü kafalarını hiçbir vakit koynundan ayırmıyor, aranılan her şey 492 muntazam fihristler ve düzgün yerleştirilmelerle buranın bakıcıları tarafından derhal bulunup veriliyor” (24). Halkevi’nde 1932’de açılan ikinci kitaplık, zamanla halk kütüphanesiyle birleştirilerek ‘’Halkevi Kütüphanesi’’ismini almıştır. 1938’den 1951’e kadar faaliyet gösteren Diyarbakır Halkevi Kütüphanesi, Halkevleri’nin kapatılarak lağvedilmesiyle 31 Aralık 1954 tarihine kadar kapalı kalan kütüphaneden yazma eselerin çoğu çalındı, satıldı (25). Araştırmacı yazar Abdussettar Hayati Avşar’ın, Şevket Beysanoğlu’nun, Şair İhsan Fikret Biçici’nin kütüphaneleri günümüz özel kütüphanelerini oluşturur. Diyarbakır’da birçok özel kütüphane, sahiplerinin vefatıyla birlikte ya satılmış ya da miras olarak bölüştürüldüğünden zaman içinde ortadan kaldırılmıştır. Şevket Beysanoğlu, kütüphanesinin bir bölümünü Dicle Üniversitesi Kütüphanesi’ne bağışlamıştır. İhsan Fikret Biçici ise kütüphanesinin önemli kısmını Büyükşehir Belediyesi’nce satın alınmak istenmiş ise de bu gerçekleşmemiştir (26). Abdüsettar Hayati Avşar’ın Kütüphanesi’nin bir bölümü, İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır (27). Ayrıca Abdüsettar Hayati Avşar’la yaptığımız mülakatın yer aldığı ilk çalışmamızda kütüphanesindeki kitap sayısı 17000 olarak yer almaktadır (28). Bugün Diyarbakır’da Halk Kütüphanesi Ofis semtinde yer almaktadır. Esas kütüphane binası “Suriçi Halk Kütüphanesi”olarak kullanılmaktaydı. Günümüz diğer kütüphaneleri arasında D.Ü Eğitim Fakültesi ile Ziya Gökalp Lisesinin Fakültesi, Büyükşehir Belediyesi Mehmet Uzun Kütüphanesi kayda değer kütüphanelerdir. Bunun beraberinde Hukuk, İlahiyat, Mimarlık Fakültesi Kütüphaneleri de zamanla gelişmiştir. Ziya Gökalp İhtisas Kütüphanesi de yazma ve Osmanlıca matbu eserler açısından önemli kütüphanelerden biridir. Dicle Üniversitesi Kütüphanesi 1985 yılında Tıp Fakültesi içinde kütüphane olarak kullanılmak üzere tahsis edilen bölümde ‘’Merkez Kütüphane’’olarak hizmet vermeye başlamıştı (29). Dört kattan oluşan 500 m genişliğindeki kütüphane, geçmiş yıllara ait süreli yayın-kitap-nadide eser bölümüyle alt, zemin katta okuma salonu üst katta ise son iki yıla ait süreli yayın danışma kaynakları, tez, ek hizmetler ile üniversitenin Tıp ve Diş Hekimliği Fakültesi öğretim görevlileri ile öğrencilerine ait kaynak eserleri kapsamaktadır. Kütüphanede 72000’i aşkın kitap 6000 ciltli süreli yayın, 1350 tez, 3 çeşit CD veri tabanı ve Hukuk Fakültesi için mevzuat disketleri bulunmakta olup 1999 yılından beri internet bağlantısı ile TUBİTAK Ulusal Akademik Ağ ve Bilgi Merkezine ulaşılabilmektedir. Otomasyona geçilme aşamasında olan kütüphaneye Türkçe ve Yabancı Dil süreli yayın düzenli olarak ulaştırılmaktadır. 493 İl Halk Kütüphanesi Kitap-Okur sayısı (1923-1972) Yıllar Kitap Sayısı Okuyucu Sayısı 1923-1927 8.562 3.013 1927-1935 9.146 10.898 1935-1940 10.261 16.179 1940-1945 10.998 19.874 1945-1950 12.642 21.354 1950-1955 13.882 21.625 1955-1960 14.553 28.162 1960-1965 17.375 31.271 1965-1970 20.548 60.378 1970-1972 22.297 34.978 1954 yılında kurulan çocuk kütüphanesinin 1950-1972 kitap ve okur sayısı: Yıllar Kitap Sayısı Okuyucu Sayısı 1955 1.315 1780 1955-1960 1.788 2989 1960-1965 2.256 5300 1965-1970 2.774 9121 1970-1972 2.986 7628 1987-1999 yılları arasında Diyarbakır İl Halk Kütüphanesi Müdürlüğünden alınan Merkez kütüphane ile Şubelerdeki kitap-okuyucu Sayısı: Yıl Kitap Sayısı Okuyucu Sayısı 1987 33.852 137.794 1988 35.197 127.222 1989 36.819 114.394 1990 37.789 126.500 1991 41.329 130.324 1992 42.709 110.893 1993 45.377 91.401 1994 46.689 98.878 1995 48.369 97.011 1996 49.486 80.914 1997 51.565 100.997 1998 ? ? 1999 ? ? 2000 110.000 110.000 Üye sayısı: 5000’e yakın 494 İl Halk Kütüphanesi’nin Bölge Cilt Atölyesi faaliyette değildir. Zemin kat çocuk okuma salonu-kitaplığı-konferans salonu, ödünç kitap verme servisi, birinci katta süreli yayınlar, Gazete-Dergi okuma salonu bulunmaktadır. Dipnotlar: (1) İbnü’l-Ezrak Tarih-i Meyyafarıkın ve Amid (2) Şeşen, Dr. Ramazan imad al-din al Katib al-isfahani’nin eserlerindeki Anadolu tarihiyle ilgili bahisler. Selçuklu Araştırmaları Dergisi S. IIIsh. 293 vd. (3) Baysanoğlu Şevket Diyarbakır ilYıllığı 1973 Kültür bölümü sh..391. (4) Diyarbakır’ı tarihi, kültürel, edebi olarak yorumlayan, konu hakkında araştırmaları bulunan Abdusettar Hayati Avşar, Ali Emiri Efendi’nin 10.40.000 ciltlik kitaphane iddiası hakkında açıklamayı yaptı. (5) Abdusettar Hayati Avşar ile yaptığımız görüşme de bu konu hakkında edindiğimiz bilgi ‘’Abdurrahman Şehabeddin Ebu Şame’nin bir kitabı vardır; KitabürRevdeteyn Fi Anbarü’d-Devleteyn. Bu eserde Selahaddin-i Eyyubi Ümmadü’d-din-i isfahani, Tarihi Kebir sahibi Ebu Rey ve kadısı Ebu Fadıl’dan bahsedilir. Cami-i Kebir’in medrese yanından Zinciriyye Medresesi’ne giden kemerlerde kütüphane olduğu belirtilmiştir. Oradaki ifade aynen şöyledir: Fiha fi hazainu küttüb elfe elfe ve erbaune elf küttüp (kitap hazinesinde 1040000 cilt kitap vardır. Kitap sayısı yazıyla yazıldığı için bir sıfır yanlışlıkla yazılmıştır. 140.000 kitap bulunduğunu iddia edenler yanılıyorlar. Kur’an-ı Kerim’de bir sonraki sayfanın ilk kelimesi ondan evvelki sayfanın altına yazılır. Nokta (sıfır) fazla konmuş diyenlerin hafsalaları bunu almıyor. Fatih Sultan Mehmet der ki ‘’Benim yaptığım şeyleri tahayyül bile edemezler ‘’ Bunların yaptıkları da böyle. Onlar tahayyül edemezler.” (Görüşme tarihi: 13. 01.2000). (6 ) Suriçi Halk Kütüphanesi. (7) Evliya Çelebi- Seyahatname Diyarbakır Bölümü . 442-443 Üçdal Neşriyat (8) Beysanoğlu Şevket age . sh.391. (9) Beysanoğlu, Şevket ‘’ Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi ‘’ cilt 1 sh. 198’den özetlenerek. (10) Eraslan, Prof. Dr. Kemal Ali Emiri Efendi / Cumbur, Dr. Müjgan ‘’ Ali Emiri Efendi, Kütüphanesi ve Çıkarttığı Mecmua ’’ Erdem sayı 16 (Bu hususta Sayın Cumbur’un açıklamaları özetlenerek verilmiştir. M. Ali Abakay). (11) Ebu’l İzz’in bu eseri hakkında bilgi edinmek için Merhum İbrahim Hakkı Konyalı’nın Tarih Hazinesi dergisinden alınan ‘’8 asır Evvel Türk Sarayları Makineleşmişti’’ başlıklı Kara-Amid dergisinde yer alan araştırma inceleme yazısına bakınız. Sayı :5 Cilt 2 Nisan 1969. 495 (12) Artuk, İbrahim, Amid’in Eyyuplu Selahaddin Tarafından Fethi ve Son Nisanoğlu’nun Akıbeti Kara-Amid sayı: 1 sh. 252-257. (13) Ali Emiri Efendi, Osmanlı Vilayat-ı Şarkiyesi, sh.34 vd. (Şevket Baysanoğlu’ndan naklen. Diyarbakır Tarihi cild: 2 sh.762). (14) Tütenk, Mustafa Akif, Diyarbekir’in son 60 yıllık (1892 -1952) Vak’aları I. Kara-Amid sayı: 4 sh.333, (15) Abakay, Mehmet Ali, Mehmet Şimşek Cumhuriyet öncesi ve sonrası Diyarbakır’da Eğitim (Cumhuriyete Geçiş Yıllarından Bugüne Diyarbakır Kütüphaneleri) sh. 81 Diyarbakır 1988. (16) Abakay-Mehmet Ali a.g.e sh.8. (Kara-Amid’den aktardığımız Mustafa Akif Tütenk’e ait defterler, Diyarbakır’ı Tanıtma Derneği’ne verilmiş, daha sonra geri alınmamıştır. Bkn. Güneydoğu Mesaj Gazetesi 1995). (17) Görüşme tarihi 27 Mayıs 1994. (18) Beysanoğlu Şevket Diyarbakır Tarihi cilt 2 sh. 836 (Dizgi hatalarından dolayı bu açıklamalar aslına sadık kalınarak düzenlenip verilmiştir. M. Ali Abakay). (19) Günkut Bedri Diyarbakır tarihi sh.125. (20) Yılmazçelik Yrd. Doç. Dr. İbrahim a.g.e. sh.78. (21) Yılmazçelik Yrd. Doç. Dr. İbrahim a.g.e. sh. 78. (22) Günkut Bedri, a.g.e. sh. 125. (23) Konyar, Basri Diyarbakır yıllığı sh. 176. (24) Tokay, İbrahim a.g.d. İstanbul 1937. (25) Beysanoğlu Şevket Diyarbakır İl Yıllığı 1973 sh. 391. (26) Yeni Yurt Gazetesi 18 Mart 2000. (27) Konu hakkında cumhuriyet öncesi ve sonrası Diyarbakır’da eğitim araştırma kitabı beraberinde Abdusettar Hayati Avşar’la yaptığımız mülakat ve şahsının biyografisini içeren çalışmalara bakılabilir. (Uçurtma Dergisi Ocak- Şubat 2000 sayısı, Diyarbakır Kültür-Sanat Bülteni Mart- Nisan 2000 sayısı). (28) Abakay M. Ali Diyarbakır Folklorundan Kesitler Celal Güzelses ... (29) Dicle Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı verileri internet ulaşımı: http://www.dicle.edu.tr. Dicle Üniversitesi’ndeki kampus alanında yapılan yenil Kütüphane ve Kongre Merkezi, Ortadoğu’nun sayılı kütüphane ve kongre merkezidir. 496