27 - Devrimci Proletarya

Transkript

27 - Devrimci Proletarya
Uzun sıcak yazdan uzun
sıcak sonbahara…
Neoliberal siyasetin genel seçimlere kadar gidişatını şekillendirecek 3 halkadaki
düzenlemeler teker teker belirginleşiyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla, aslen
yine onun belirlediği şekilde AKP’nin yeni genel başkanı, yeni başbakan Davutoğlu
oldu. Yeni genel başkan adaylarının da olduğu CHP kurultayındaysa iç durum ve
eleştiriler sonuca bağlanacak. Kürt müzakere sürecinde de hükümet “yol haritası”nı
resmen açıklayacak.
''8-9-10
yaşasın
sosyalist
işçi demokrasisi
Sayı: 49 Eylül 2014 1 TL
BİZİ UZUN SÜRE YOK
SAYAMAYACAKSINIZ!
“Remzi Kitabevi’ni boykot et!”
Biliyoruz ki; sendikal mücadeleyle birlikte yürüttüğümüz hak alma çabamızın
önü kesilmek istenmiştir.
Yüreği hak ve emekten yana
olanlara çağrımızdır. Lütfen
kitap ihtiyacınızı karşılamak
için Remzi Kitabevini tercih
etmeyiniz. Kamuoyunun göstereceği tepki şu anda orada
aynı şartlarda çalışan arkadaşlarımıza da umut ve moral
olacaktır.
"6
Taşeron sağlık işçisi hayatını kaybetti
Türkiye’de devrimci parti yok! Bir tarafta
HDP şemsiyesinde toplanan sol liberal
yapılar “yeni yaşam” şemsiyelerinin altına
koya koya evrimci bir burjuva demokrasisini
yerleştiriyorlar, öte tarafta ulusalcı-burjuva
demokrat kırması partiler süslü “sosyalizm”
şemsiyelerinin altına koya koya devrimsiz bir
devletçiliği, Latin Amerika tipi antiemperyalizmi yerleştiriyorlar. Burjuva partiler işçilerin
halinden bahsetmiyor belki tamam ama,
yoksa artık biz de mi mutlu olma isteğimizi,
inancımızı kaybettik? Bizde mi 301-301
ölmeye, her gün üç-beş arkadaşımızı iş
cinayetlerinde kaybetmeye alıştık? Hiç mi
sınıfsal bir iddiaya, bir sınıf kinine sahip
değiliz? Yumuşamasak da, yorulduk mu, hiç
yorulabilir miyiz? Biz komünist işçileri ne
yumuşatabilir, ne yorabilirsiniz; mutsuzluğa,
öğrenilmiş çaresizliğe, güçsüzlük psikolojisine mahkûm edemezsiniz. Çünkü muhtaç
olduğumuz kudret, damarlarımızdan sizin
için sermaye olup dökülmesine izin vermemeyi düşe kalka, hatasıyla sevabıyla, belki
yanlışlar yaparak ama mutlak öğreneceğimiz
proleter kandan gelmektedir. İster buna
göre davranın ister davranmayın, ama
şunu çok iyi bilin: Bizi çok uzun süre yok
sayamayacaksınız!
İşçi Kadın Meclisi Nedir?
Ancak biz işçi kadınların ellerinde yükselerek kura- cağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin
ortadan kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların, devletin, ai- lenin, iş
bölümünün, sınırların ve yasaların hükmet- mediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve
zamanımızın bize ait ve özgür olduğu yeni bir yaşamdır. Kararlarımızın bize yabancı,
bizim dışımızda ve üs- tümüzde bir güç tarafından değil; bilinçli öz irade ve eylemimizle
kendimiz tarafından alınıp uygulandığı, bunu engelleyen tüm bağlardan kurtulmuş
olarak öz güçlerimizi özgürce harekete geçirerek kendimizi gerçekleştirebileceğimiz,
yetenek, gereksinme ve ilişkilerimizi tüm yönlerden zenginleştirebileceğimiz bir dünya
"2
istiyoruz!
Biliyorum arkadan iki
gün ağlayıp üçüncü gün
unutacaksınız. Hayatınıza
hiçbir şey olmamış gibi
devam edeceksiniz.
Benden önce her sene iş
kazasından ölen 1500 kişi gibi, Soma’da ölen 301
işçi gibi… Şimdi diyorum ki iş ekmek buldum
diye sevinirken gerekli güvenlik önlemlerinin
alınmaması, gerekli eğitimin verilmemesi ve alt
yapı eksikliklerin ötürü canımdan oldum. " 6
Özgürsün sen köle!
Bugünkü işçi sınıfının
sosyalizm ufkuyla beyazmavi yakasıyla derinleşmiş
sömürü ve eziyet sistemi
olan neoliberal kapitalizmi
yıkması çok uzak değildir.
Gerçek bir özgürlüğe
tüm kölelik ve bağımlılık
ilişkilerini yıkarak ulaşabiliriz. Mavi-beyaz yaka
ayrımlarımdan çıkarı olan sadece patronlardır.
" 12
2
işçi meclisi
İşçi Kadın Meclisi Nedir?
Biz işçi kadınların ellerinde yükselerek kuracağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin ortadan kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların, devletin, ailenin, iş bölümünün, sınırların ve yasaların hükmetmediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olduğu yeni bir yaşamdır...
Biz işçi kadınların zorunlu köleliği, yaşamın her
ala- nında karar mekanizmalarından dışlanmışlığı, bundan kaynaklı farkında olmadan iliklerimize işleyen özgüvensizliği ve sınıf mücadelesi
içinde de bunun yarattığı yoksunluğu ve geride
kalmışlığımızı yakıcı olarak hissettiğimiz noktada
bir araya geldik.
Öncelikli olarak kadın sorununu kendimizce tanımlayarak, yaşamlarımızda kadın olmanın hissettirdiklerini dile getirdiğimizde, yetersizlik hissi, ikincillik, özgüvensizlik, yaşamın ağır yükünü
tek başına omuzlamak durumları her birimizin
yaşadığı ortak sorunların başında geliyordu.
Bu farkındalıkla iletişim kurduğumuz, dokunmaya çalıştığımız her işçi kadının kadın olma
hallerinden dolayı yaşadığı bir travmatik hikayesi
vardı.
Biz işçi kadınlar yaşadığımız tüm sorunları ancak ve ancak ortak mücadele ile aşabileceğimizi
bilerek, önce bizi sonra da sınıfımızı özgürleştire-
bileceğimizi öğreniyoruz, ve bu yolda adım adım
özgürlüğe doğru yürüyoruz.
Sınıflı toplum tarihine baktığımızda, önce ev içine
hapsolan bizler, sanayinin gelişmesiyle hem ev
içi hizmetin yüklenicisi hem de ucuz iş gücü olarak görüldük. Toplumsal cinsiyetçi iş bölümüyle
erkek ve kadın cinsine biçilen roller sadece biz
kadınları değil, aynı zamanda erkekleri de köleliştirmeye devam ediyor. Sermayenin iki yüzlü saldırgan stratejileri, işçi kadınları hem ucuz hem de
yeni iş gücünü yaratacak bir mekanizmaya çevirme niyetinde. Kendi bedenimize ait kararlar bile
bizim dışımızda erkek egemen sistem tarafından
belirlenmeye çalışılıyor.
Üretim sürecindeki değişmeyle paralel olarak
esnek, güvencesiz çalışma biçimlerinin hedefinde ise yine biz işçi kadınlar varız.
“Kadını ev hapsinden çıkardık.” diyerek kadın istihdamındaki artışla övünenler kadın cinayetlerin
deki artışı bununla ilişkilendirmeyecekler elbet-
teki. Ama biz kadınlar evden çıkarak görece özgürleşme sürecine girdikçe, eskisi gibi yönetilmek
istemedi- ğimizi haykırdıkça, tahakküm ilişkilerine başkaldırmaya başladıkça; bunun bedelini her
gün onlarca- mız sokaklarda katledilerek ödüyoruz. Ancak biz işçi kadınların ellerinde yükselerek
kuracağımız yeni yaşam; cinsiyetlerin ortadan
kalktığı ve insan ilişkilerine paranın metaların,
devletin, ailenin, iş bölümünün, sınırların ve
yasaların hükmetmediği, tutkulu yaşam enerjimizin ve zamanımızın bize ait ve özgür olduğu
yeni bir yaşamdır. Kararlarımızın bize yabancı,
bizim dışımızda ve üstümüzde bir güç tarafından
değil; bilinçli öz irade ve eylemimizle kendimiz
tarafından alınıp uygulandığı, bunu engelleyen
tüm bağlardan kurtulmuş olarak öz güçlerimizi
özgürce harekete geçirerek kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, yetenek, gereksinme ve ilişkilerimizi tüm yönlerden zenginleştirebileceğimiz
bir dünya istiyoruz! Özgür, bilinçli, her yönden
gelişmiş ve özneleşmiş, iliş- kileriyle toplumsallaşıp evrenselleşen yaratıcı bireylerden oluşan
bir kolektif yaşam!
Esenyalı Halk Festivali Gerçekleştirildi
Bu sene ikincisi düzenlenen Esenyalı Halk Festivali 30-31 Ağustos
tarihlerinde gerçekleştirildi.
Gezi İsyanı sonrasında Esenyalı’da
kurulan Halk Meclisi tarafından
organize edilen festivalde paneller ve
konserler gerçekleştirildi. Esenyalı
Kadın Dayanışma derneğinin de
festivalin organizasyonuna büyük
katkısı oldu. Mahallede yer alan derneklerin yanı sıra mahallede çalışma
yürüten siyasetlerde konser alanında
stantlarını açtılar.
Festivalin bu yılki sloganı “Ayrıştırmaya, ötekileştirmeye, kadına
şiddete, yozlaştırmaya, taşeronlaştırmaya karşı birleşiyoruz!” olarak
belirlenmişti. Festival kapsamında
Cumartesi Günü “Gençlik Örgütlenmesi ve Yozlaşma Sorunu” ve
“Ortadoğu ve Kürt Sorunu” panelleri
yapıldı. Pazar günü “İnanç ve İfade
Özgürlüğü”, “Taşeronlaştırma Ve
Örgütlenme Mücadelesi” ve “Kadına
Yönelik Şiddet, Emek Sömürüsü ve
Kadın Örgütlenme Sorunu” panelleri
yapıldı. Panellere katılımın oldukça
iyi olduğu gözlendi. Panellere İhsan
Eliaçık, Mustafa Yalçıner, Faik
Bulut, Halit Elçi gibi isimler katıldı.
Ayrıca HDP miletvekili Sebahat
Tuncel festivalin ikinci günü işçi ve
emekçilere seslendi.
İlk gün konser alanı olan Ahmet
Yesevi Mahallesi top sahasında sanatçılar Hasan Ali, Ayla Yılmaz,
Grup Fabrika, Murat Deniz, Koma
Hebun, Grup Abdal yer aldı. İkinci
gün ise İsyan Ateşi, Koma Seçkinler, Bedriye Alkan, Aydoğan Topal,
Nilüfer Sarıtaş, Murat Deniz ve
Ferhat Tunç sahne aldılar.
Esenyalı Halk Festivali kapsamında
İşçi Kadın Meclisi, İşçi Meclisi ve
Sınıfsız Dergisi konser alanında
stand açtılar. İKM alanda bir dilek
ve talep ağacı yaparak mahallede yaşayan kadınların talep ve dileklerini
ağaca asmasını sağladılar. kadınların
taleplerinden bazıları su şekilde; iş
yerimizde kreş istiyoruz, ev işçisi
kadınlar birleşsin sendikalaşalım,
emeğimize sahip çıkalım, ev işi
sadece kadın işi olmasın, özgür
olmak istiyorum ve aile baskısına
son şeklindeydi. Standımıza gelen
8 yaşındaki Baran isimli bir çocuk
da bende yazmak istiyorum diyerek
“Benim dileğim yoldaşların yaşaması” yazıp talebini astı. Festival standımızda çok sayıda kadın ve genç ile
sohbet etme fırsatı da bulduk.
Ayrıca İKM bültenini yaygın bir
şekilde işçi ve emekçi kadınlara
ulaştırdık. Haziran Direnişi ve İşçiÖğrenciler örgütleniyor bülteni ve
kitaplarını da işçiler ve emekçiler ile
buluşturduk.
Uzun bir aradan sonra bizim içinde
bir festivalde stand açmak ve işçi
emekçiler ile bir araya gelmek anlamlı ve önemliydi. özellikle ufakta
olsa İstanbul İKM’nin adım atması
çok sevindirici oldu.
Pazar günü festivalin son günü ilk
güne göre daha yoğun ve coşkuluydu. Konserler sırasında çekilen halaylar ve atılan sloganlar ile festival
son buldu.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı: 49- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: İstiklal Caddesi Balo Sk. No: 32 Kat. 2 Daire No: 8 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 244 56 70
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
İşçilerin çıkarttığı ders
3
işçi meclisi
AKP’nin, hükümetin, devletin yıkılması için yürütülecek mücadele sermaye hükümdarlığından
kopmadan, sermaye üretimine rıza gösterilerek sağlanamaz. Bunu vaaz eden tüm partiler
burjuva rejime hizmet eder. Oysa işçilerin patronlara ihtiyacı yoktur, ...açlık-işsizlik-sefalet
yoluyla ya da silah-hapis-öldürme yoluyla emreden bu asalakları beslemek zorunda değiliz.
Belediye seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığı seçimiyle burjuvazinin seçim dizisinin ikinci
ayağı sona erdi. Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi,
Davutoğlu başbakan olarak atandı, 2015’teki genel
seçimlere dek Erdoğan AKP’si hükümette aynı
şekilde yönetmeye devam edeceğini ilan etti. Bu
son iki seçim süreciyle birlikte, içeride haklı Gezi
eylemleri patlaması ve ardından devlet-içi işbirliğinin bozulmasıyla gelen Gülenci kadroların
yürüttüğü yolsuzluk operasyonu AKP tarafından
belli hasarlar haricinde arkada bırakılarak atlatılmış oldu. Peki, niye kimse mutlu değil?
AKP açısından şimdi hedef öncelikle 2015 genel
seçimlerinde anayasayı değiştirecek bir çoğunluk
elde etmek ve 2023’e dek Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığının süreceği, dayandığı sermaye kesimlerinin çıkarlarını güvence altına alacak bir rejim
tesis etmek. Türkiye’nin geri tipte bir neoliberal
muhafazakâr burjuva demokrasisiyle yönetildiğini biliyoruz. Sermaye demokrasisinin İslam’ın
toplumsallaşmasını da içeren bu geri tipinin
yerleştirilmesine AKP liderlik etti.
Bunu devlette faşist rejim altında güç olmaya
alışmış bazı kesimlerin konumunu aşağı çekerek
10 yılı aşkın bir süre içerisinde, zamana yayarak,
hükümet olmanın avantajlarını kullanarak başardı. 2001-2011 yılları arasında terör suçu atılarak
dünyada toplam 35,000 kişi tutuklandı; bunların
12,897’si Türkiye’deydi. Bu iktidarın arkasında
esas olarak Türkiye burjuvazisinin derin bir krizin
yarattığı yıkımın ardından yeni kesimleri içerisine katarak büyümesi ve yabancı yatırımcıların
coğrafyaya 2003 ile 2012 yılları arasında akıttığı
yaklaşık 400 milyar dolarlık sermayenin gücü
vardı. Sermaye küresel temelden birikiyor, küresel
temelde dağılıyordu. Bu sermaye dağılımının, verilen ihalelerin, sağlanan ayrıcalıkların, yükselen
inşaatların simge ismi Erdoğan’dı. Erdoğan artık
başkanlığa çok yakın. Peki, niye kimse mutlu
değil?
ABD-AB sermayesi ve hükümetleri Erdoğan’ın
riskli bir oyun oynadığının farkında. Türkiye’de
büyük değişimler çok kısa süreler içerisinde ve
büyük bir hızla oluyor. Sermayenin acil (dolayısıyla gecikmiş) isterleri sonucu gerçekleşen bu
değişiklikler çokça üstünkörü, yüzeysel ve lambur
lumbur bir tarzda hayata geçiyor. Bu hız, güç ve
iktidar yoğunlaşması kurumsal tekelci sermaye
çevrelerini ürkütüyor ve Erdoğan’ın son derece
fırsatçı biçimde, kısa yoldan ilerleyen çıkışları
çokça doğuracağı karşı etkilerin hesaplanmaması
nedeniyle güvenilmez bulunuyor.
Gezi’nin olmayacağına, olduğunda da onu kolaylıkla bastırabileceklerine duydukları aşırı güvenin
kof çıkması bunun bir örneği. Bildiğimiz gibi Gezi
“bizde olmaz” denen yerde tüm kitleselliğiyle patladı, zorla bastırılamadı, aksine kitleselliğiyle yaygınlaştı, beklenenden de çok sonra sönümlendi.
Aynı kof güvene piyasalar tarafından Ortadoğu’da
verilen kredi de çoktan tükendi; Davutoğlu
tam bir hayal kırıklığı oldu, Türk dış politikası
bir kez daha “yalnızlığı” tattı. Gerek Gezi, gerek
Ortadoğu’da Sünni eksende yürütülen politikaların başarısızlığı AKP’yi daha da kemikleştirdi,
zamanında piyasalara pazarladığı “reformcu hareket” kimliği iyice terkedildi, partide ve yönetimde
güç merkezileşmesi daha da arttı, üstüne ekonomide tatlı büyüme rakamlarının düşüşü eklendi.
Şu an geri dönemeyecek kadar ilerlemiş olmanın
sıkışmasını yaşıyorlar. Kazma Türk burjuva siyaset
sahnesinin ona halen daha bir siyasi alternatif yaratamamış olmasının da avantajını…
Burjuvazinin küresel aklı çok sayıda ülkede, çok
sayıda rejim gördü ve görüyor. Hepsinde bir ders
saklı, bizdeki dersler şunlar: Türkiye’nin tarihseltoplumsal geleneği nedeniyle burjuvaların demokrasisinin bu muhafazakâr İslamcı tonunun iyice
öne çıkması ülkenin yarısında alerji yaratıyor. “Yaşam tarzı” üst başlığında toplanan bu alerji türü
kendisini bir semptom olarak “tıpış tıpış” CHP’ye
oy vermekte gösteriyor. Neoliberal demokrasi kirli savaşın sonlanmasını, çatışmasızlığın
devamını ve en sonu emekçi Kürt mücadele
dinamiklerinin tümden tasfiyesini en azından
bir dönem için barışla güvence altına almayı
amaçlıyor.
Yine Türkiye’nin tarihsel-toplumsal eski faşist
geleneği nedeniyle burjuva demokrasisinin bu
neoliberal çözüm yönünün az da olsa öne çıkması, ülkenin en az dörtte birinde bir alerji yaratıyor. Bu alerji de sıfır çalışma, sıfır muhalefet,
hatta neredeyse sıfır sokak hareketiyle MHP’nin
her dönem bir burjuva sayısal-siyasal güç olarak
ayakta kalmasını sağlıyor. İşte dinamik bir yapıya
sahip olmayan, tepkici denebilecek, geriden gelen bu iki partinin atıllık koşullarında HDP son
seçimde %10’a ulaşarak bir rol oynamaya aday
oluyor. CHP’nin aday göstermemesi HDP’yi daha
da ümitlendirdi. Onu Suriye ve Irak’taki son
gelişmelerle uygun bir uluslararası toplu durum
yakalayan PKK haricinde, Türkiye solunun liberal
(kendileri buna “radikal” diyorlar) demokrasiye
doğru çözülmüş örgütleri destekliyor.
Tüm bu anlattıklarımızda işçi sınıfı nerede? Bir
adet işçi lafı, bir grev sözü, bir sınıfsal gelecek ışığı
geçiyor mu? Burjuva partiler işçilerin halinden
bahsetmiyor belki tamam ama, yoksa artık biz de
mi mutlu olma isteğimizi, inancımızı kaybettik?
Bizde mi 301-301 ölmeye, her gün üç-beş arkadaşımızı iş cinayetlerinde kaybetmeye alıştık?
Hiç mi sınıfsal bir iddiaya, bir sınıf kinine sahip
değiliz? Yumuşamasak da, yorulduk mu, hiç
yorulabilir miyiz?
Türkiye’deki sol hareket bilindiği üzere sınıf penceresinden bakan, sınıf odaklı bir mücadele geleneğine sahip değil. Gelişkin bir işçi sınıfı mücadeleler tarihine sahip olmamış veya geçmişinden
geleceğe uzanabilecek dinamikleri hatırlamaktan
dahi uzak, daha önemlisi geleceğe dair umut olabilecek bir programa, varlığa, siyasal-sınıfsal güce
bugünden sahip olmayan, bunu oluşturma yolunda canını dişine takmayan bir hareket devrimci
olabilir mi?
Türkiye’de devrimci parti yok! Bir tarafta HDP
şemsiyesinde toplanan sol liberal yapılar “yeni yaşam” şemsiyelerinin altına koya koya evrimci bir
burjuva demokrasisini yerleştiriyorlar, öte tarafta
ulusalcı-burjuva demokrat kırması partiler süslü
“sosyalizm” şemsiyelerinin altına koya koya devrimsiz bir devletçiliği, Latin Amerika tipi antiemperyalizmi yerleştiriyorlar. Burjuvazinin küresel
aklı çok sayıda ülkede, çok sayıda rejim gördü ve
görüyor, demiştik. Oysa proletaryanın küresel aklı
da aynı sayıda ülkede, aynı sayıda rejimi gördü, bu
rejimlerin cefasını çekti, halen çekiyor. Hepsinde
bir ders saklı, bizdeki bazı dersler şunlar:
1) AKP işçi sınıfına düşmandır, düşmanını tanı.
O sermaye kesimlerinin sözcüsü ve onun operasyonlarının yürütücüsüdür. Din onun elinde işçi
sınıfı ve emekçilere doğrultulmuş bir silahtır, artık
acılarımızdan kaçıp sığındığımız insani bir sığınak
değil, bir sermaye birikim, bir kitle yönlendirme
ve güdüleme aracıdır.
2) Devlet içindeki çeşitli güç ve hâkimiyet kavgalarında (ordu-neoliberal İslamcılar, Gülen’in şirketi-Erdoğangilin şirketleri vs.) taraf olmak, birinin
uğradığı haksızlığa kendinden menkul bir demokrasi aşkıyla karşı çıkmak işçilere düşmez. Devlet
sermayenin işçilere karşı silah tekeline sahip
kurumudur; devlet bizim değildir, bize karşı
yöneltilmiş bir silahtır. Ona hâkim olmak isteyen
tüm güçlerle birlikte tepeden tırnağa yıkılmalı,
yeni bir işçi devleti işçilerce kurulmalıdır.
3) AKP’nin, hükümetin, devletin yıkılması için
yürütülecek mücadele sermaye hükümdarlığından
kopmadan, sermaye üretimine rıza gösterilerek
sağlanamaz. Bunu vaaz eden tüm partiler burjuva
rejime hizmet eder. Oysa işçilerin patronlara
ihtiyacı yoktur, üretenler kendilerini kendi demokrasilerini kurarak yönetebilir, bilimin ve teknolojinin, üretim araçlarının ve üretici güçlerin
ulaştığı bugünkü aşamada bize ne yapacağımızı
açlık-işsizlik-sefalet yoluyla ya da silah-hapis-öldürme yoluyla emreden bu asalakları beslemek
zorunda değiliz.
4) Sermaye ilişkisini ortadan kaldırmayı hedeflemeyen, her şeyi mal ve meta olarak gören, bizi oy
veren uysal koyunlar muamelesiyle mevcut burjuva siyasal partilere mahkûm eden bu sistemi yıkma hedefinde birleşmeliyiz. Bu bugün komünist
bir devrim mücadelesi yolunda güç toplamaktan, inatla örgütlenmekten, mücadele deneyimi
kazanmaktan geçmektir.
Son söz: Biz komünist işçileri ne yumuşatabilir, ne
yorabilirsiniz; mutsuzluğa, öğrenilmiş çaresizliğe,
güçsüzlük psikolojisine mahkûm edemezsiniz.
Çünkü muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdan sizin için sermaye olup dökülmesine izin
vermemeyi düşe kalka, hatasıyla sevabıyla, belki
yanlışlar yaparak ama mutlak öğreneceğimiz proleter kandan gelmektedir. İster buna göre davranın
ister davranmayın, ama şunu çok iyi bilin: Bizi
çok uzun süre yok sayamayacaksınız!
4
işçi meclisi
Limak ve iş cinayetleri protesto edildi
Ekoloji Meclisi, İstanbul Kent Savunması,
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Kuzey
Ormanları Savunması’nın birlikte yaptığı
“Botan, 3. Köprü İş Cinayeti, Kuzey Ormanları, Garipçe… Seri Katliama Dur Demek İçin
Eyleme!” çağrısı ile Galatasaray Lisesi önünde bir eylem gerçekleştirildi.
Botan çayında baraj kapaklarının açılması
sonucu 6 kişinin boğularak can vermesi ve
3.köprü inşaatında ise bir işçinin iş cinayetine kurban gitmesi üzerine Galatasaray Lisesi
önünde bir saat oturma eylemi gerçekleştirildi.
Eylemde “Alkumru: Cinayet mahalli. Limak:
Seri katil”, “Katil sermaye-Katil devlet“ yazılı
pankartlar açıldı. Eylemde ortak basın açıklamasını Ekoloji Meclisi’nden Fatoş Osmanağaoğlu okudu.
Osmanağaoğlu, “Bugün Siirt’te yaşanan faci-
adan Limak kadar devlet de sorumludur. AKP
iktidarı ülkenin her yerinde nehirleri, dereleri,
havzalarını ve oradaki yaşamı yok etmek
pahasına sermayeye devretmektedir.” dedi.
Facianın yaşandığı gün Limak tarafından
yapılan açıklamayı hatırlatan Osmanağaoğlu,
“Alkumru Barajı’nın açıldığı Eylül 2011'den bu
yana 20 kişi ölmüştür. Ve buna rağmen Limak
hiçbir önlem almamıştır; dolayısıyla bu kasıtlı
bir cinayettir” dedi.
Eylem, “Seri katiller İstanbul’un Kuzey
Ormanları’ndan Botan Çayı’na, Artvin’den
Lüleburgaz’a, Munzur’dan Denizli’ye uzanan
bir coğrafyada ormana, doğaya, insana, emeğe
karşı suç üstüne suç işlemeye devam ediyor.
Hayatın düşmanlarına, seri katillere karşı
doğaya, insana, emeğe, yaşama sahip çıkıyoruz! Doğayı, ormanı, emeği, insanı savunan
herkesi, seri cinayetleri durdurmak için el ele
vermeye, eyleme çağırıyoruz!” çağrısı ile sonlandırıldı.
TEOG: Mağduriyetler Karnavalı
Liselere girişte, Temel Eğitimden
Orta Öğretime Geçiş (TEOG) olarak
adlandırılan yeni bir sistem Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından uygulanmaya başlandı ve her zaman
alıştığımız fiyaskolarıyla gündeme
geldi. Tercih sürecinin devam ettiği
şu sıralarda gayrimüslim bir Ermeni
öğrencinin İmam Hatip Lisesi’ne
yerleştirilmesi gibi trajikomik olaylarda yaşandı.
LGS, OKS, SBS derken merkezi ve
tek bir sınavdan vazgeçen bakanlık, velisinden, öğrencisine, eğitim
işçisine kadar herkes yeni sisteme
adapte olmaya çalışmaktadır. TEOG
sistemini kısaca anlatmaya çalışırsak puan hesaplama yönteminden
başlamak gerekir: Öğrencinin 8.
sınıfın her iki döneminde de gireceği
toplam 6 dersin (Fen ve Teknoloji,
Matematik, Türkçe, T.C. İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük, Yabancı Dil, Din
Kültürü ve Ahlâk Bilgisi) sınavından
oluşan puanın (ağırlıklandırılmış ortak sınav puanı) %70 ile öğrencinin
6, 7 ve 8. sınıfta aldığı notların (yılsonu başarı puanı) %30’unun alınarak
puanı hesaplanıyor. SBS’de (Seviye
Belirleme Sınavı) tek seansa sıkıştırılan sınavlar farklı olarak tüm bir yıla
yayılmıştır. Diğer yandan yılsonu
başarı puanı 4+4+4 sisteminin son 3
yılını kapsamakta olup eski sistemde
5. sınıf olan ikinci 4’ün ilk yılını kapsamamaktadır. Bakanlık 5.sınıfların
kapsanmamasını pedagojik açıdan
uygun görmediğini belirtiyor. Çocukların kafasına vura vura dayattıkları 4+4+4 sistemi ikame çözümlerle
ite kaka sürdürülmeye çalışılıyor.
yapılmaması büyük bir skandaldır.
“(Bkz. Eğitim Sen MYK`sının `TEOG
Sonuçları, Okul Kayıtlarında Yeni Bir
Kaosun Habercisidir!` açıklaması)
Bilanço dedik. Evet, bu bir bilançodur. Sadece seçilemeyen, istediği
yere yerleşemeyen öğrencinin, velinin değil; hedeflediği yere girebilen,
prestij atfedilen okulları kazanan
öğrenciler için de bir bilançodur.
Neoliberal muhafazakâr AKP’nin
ve onun bakanlığının eskiyi mumla
aratır hale getirdiği toplum için bir
bilançodur.
İlki uygulanan TEOG bilançosu ise;
“1 milyon 57 bin 799`u okul kodlarına göre yaptıkları A Grubu tercihlerine, 78 bin 447`si ise okul türlerine göre yaptıkları B Grubu tercihlerine yerleşmiştir. 155 bin 305 öğrenci
hiç tercih yapmamasına rağmen, 134
bin 788 öğrenci ikamet adreslerine
göre evlerine en yakın okula yerleştirilmiştir. Bu sonuçlara göre 20 bin
öğrencinin hiçbir okula kaydının
Açık hedefi otomatik tercihlerle
MEB tarafından atanan 134 bin
öğrencide görmek mümkündür.
134 bin öğrencinin 40 bini İmam
Hatiplere, 94 bini Meslek Liselerine
yerleştirilmiştir. Kendi siyasal hedefleri üzerinden İmam Hatiplere,
sermayeye ucuz işgücü olarak devasa
bir işçi öğrenci ordusu için de Meslek Liselerine zorunlu bir yerleştirme
yapılmaktadır. Ölçme-değerlendir-
me sisteminde kendine üst sıralarda
yer bulamayan işçi ve emekçi ailelerinden gelen yüz binlerce çocuğun
yaşamları ellerinden alınmaktadır.
Toplumun ihtiyaçlarına göre değil
sermayenin ihtiyaçlarına göre sipariş
edilen TEOG, toplumun geleceğini
dizayn etmektedir.
Sistem 4+4+4 ile, TEOG ile, bir
yandan YÖK’e disiplin yönetmelikleri sipariş ederken diğer yandan
ÖSYM’nin bile yetkilerinin MEB’e
devri ile yaşamlarımızı, geleceğimizi
sermayeye ipotek ederek öğrencileri,
velileri, eğitim emekçilerini tutsaklaştırmaya çalışmaktadır. Öğrenci,
veli, eğitim işçilerinin birlikte mücadelesiyle AKP ve sermayenin başımıza geçirdiği TEOG gibi 4+4+4
gibi çuvalları toplumsal eğitimle,
sosyalist eğitim programı hedefiyle
özgür, bilimsel, işçi ve emekçiler için
eğitim şiarıyla yırtıp atabiliriz.
Sınıfsız
Suriyeli göçmen işçiler ile dayanışma eylemi
Son günlerde Suriyeli göçmenlere
yönelik saldırılara karşı anlamlı bir
eylem Esenyurt-Beylikdüzü-Avcılar havzasında çalışan işçilerden
geldi. Suriyelilere yönelik gerçekleşen saldırıları protesto etmek için
Avcılar Marmara Caddesi girişinde
bir araya gelen işçiler “Yaşasın işçilerin birliği halkların kardeşliği”,
“Suriyeli kardeşler yalnız değildir”
sloganları attı. İşçiler caddede bulunanlara da seslenerek saldırılara
karşı tutum alma çağrısı yaptı.
Yürüyüşte iş güvenliği önlemlerinin
alınmasını istedikleri için işten atılan
Enerji-Sen üyesi BEDAŞ işçileri ve
sendikal hakları için direnişlerini
sürdüren Liman-İş üyesi Kumport
Liman işçileri de yer aldı. Basın açıklamasından önce BEDAŞ işçileri adı-
na konuşan Bayram Alanbay, “İş güvenliği istiyoruz,
ölmek istemiyoruz dedik,
patron ölmek istemiyorsanız
çalışmayın diyerek 26 işçiyi
kapının önüne koydu” dedi.
DİSK Gıda-İş Esenyurt
Bölge Temsilcisi İbrahim
Kızılyer’in okuduğu basın
açıklamasındaysa şu ifadeler yer aldı: “Suriyelilere öfke
duyuyoruz ucuza çalıştıkları
için, ücretleri düşürdükleri
için, düzenimizin onlar tarafından bozulduğunu düşünüyor ve
onlara nefretle bakıyoruz. Her fırsatta
dışlıyor ve linç etmeye kalkıyoruz.
Zulümden kaçıp ülkemize sığınanlara
biz saldırıyoruz. Yoksulun yoksulla,
işçinin işçiyle derdi yoktur. Dili dini
ırkı ne olursa olsun biz işçiler ve yoksul emekçiler birbirimize göbekten
bağlıyız. Bu nedenle birbirimizle değil
asıl düşmanımız patronların sistemiyle mücadele etmeliyiz. Suriyelilere
değil onları gerekçe gösterip ücretleri
düşüren patronlara ve iktidarına
tepki göstermeliyiz. Biz Avcılar,
Beylikdüzü, Esenyurt işçileri olarak
buradan Antep’e, Mersin’e, Bursa’ya,
İkitelli’ye sesleniyoruz, gelin kardeşlerimize saldırmak yerine bizi savaşa ve
açlığa sürükleyen bu köhnemiş düzene tepki gösterelim.”
5
işçi meclisi
İş cinayetleri sürüyor
2013 yılında en az 93, 2014
yılının ilk 8 ayında ise 334
maden işçisi yaşamını yitirdi
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği
Meclisi olarak yazılı, görsel, dijital basından takip edebildiğimiz,
emek-meslek örgütlerinden gelen
bilgiler ve işçiler, işçi yakınlarının
bildirimleri ışığında tespit
edebildiğimiz kadarıyla 2013
yılında en az 93, 2014 yılında ise
14 Ağustos (bugün) itibarıyla
en az 334 maden işçisi yaşamını
yitirdi… Yani son 20 ayda 427
maden işçisi can verdi…
Zehirlenme, Boğulma nedeniyle 309 işçi; Göçük, Ezilme
nedeniyle 66 işçi; Patlama,
Yanma nedeniyle 16 işçi; Diğer
nedenlerden dolayı (kalp krizi,
yıldırım düşmesi) 10 işçi; Nesne
Çarpması, Düşmesi Nedeniyle 8
işçi; Trafik, Servis Kazası nedeniyle 8 işçi; Düşme nedeniyle 5
işçi; Elektrik Çarpması nedeniyle
3 işçi; Kopma, Kesilme nedeniyle
2 işçi can verdi…
İşkolunun çalışma koşulları
gereği yaşamını yitirenlerin hepsi
erkek işçi…
Madencilik işkolunda son 20
ayda 1 çocuk işçi can verdi…
25 Ağustos 2013’te Kayseri
Yahyalı’da 16 yaşındaki maden
işçisi Ferhat İridağ kamyona
yükleme yaparken ezilerek can
verdi…
Madencilik işkolunda son 20
ayda emekli/emeklilik çağında
çalışan 19 işçi can verdi…
Madencilik işkolunda son 20
ayda ikisi Çinli biri Suriyeli
olmak üzere 3 göçmen işçi
can verdi… 2 Nisan 2013’te
Şanlıurfa’da 27 yaşındaki kaçak
çalışan Suriyeli kepçe operatörü
Şefik Süleyman ezilerek; 11 Haziran 2013’te Bartın Amasra’da
33 yaşındaki Çinli işçi Tang
Xiao Dong galeri açarken göçük
ölüm Zonguldak’ta; 10 ölüm
Şırnak’ta; 5 ölüm Muğla’da;
4’er ölüm Bartın, Burdur,
Kahramanmaraş, Karaman
ve Kütahya’da; 3’er ölüm Ankara, Aydın, Balıkesir, Denizli,
Elazığ, İstanbul, Kayseri ve
Niğde’de; 2’şer ölüm Adıyaman,
Bilecik, Bursa, Edirne, Erzu-
Şili’de Öğrenciler Yine
Sokaklarda
Şili’de geçen yıl eğitim alanında reformlar olması gerektiği için sokaklara dökülen öğrenciler yeniden eğitim döneminin
başlaması öncesinde sokaklarda kitlesel ve
militan eylemler gerçekleştirdi.
Devlet Başkanı Sebastian Pinera’nın
Kongre Binasından halka seslenişi sırasında
sokağa dökülen öğrencilere polisin saldırısı
sonrasında öğrenciler taşlar ve molotoflarla
polislere anladıkları dilden militanca cevap
verdiler. Öğrencilerin birçok polis aracını
kullanılmaz hale getirdiği gelen bilgiler
arasında.
altında kalarak ve 19 Kasım
2013’te 46 yaşındaki Çinli Qighu
Li iş makinesinin altında ezilerek
can verdi…
Madencilik işkolunda son 20
ayda 15 kamu madeni işçisi, 412
özel maden işçisi can verdi…
Madencilik işkolunda son
20 ayda 339 linyit işçisi, 33
taşkömürü işçisi, 15 taşocağı
işçisi, 12 mermer ocağı işçisi,
6 krom işçisi, 6 kum ocağı
işçisi, 4 altın işçisi, 2 antimuan
işçisi, 2 feldspat işçisi, 2 demir
işçisi, 1 barit işçisi, 1 kurşun
işçisi, 1 jeotermal işçisi, 1 kireç
ocağı işçisi ve çalıştığı madeni
belirleyemediğimiz 2 işçi can
verdi…
rum, İzmir, Kocaeli, Konya,
Nevşehir, Sivas ve Şanlıurfa’da;
1’er ölüm ise Adana, Çanakkale,
Çorum, Kırklareli, Malatya,
Ordu, Sakarya ve Tekirdağ’da
yaşandı…
Madenci ölümleri “fıtrat”,
“kader” ya da “güzel ölümler”
değildir…
Yaşananlar cinayet ve
katliamdır…
Soma katliamının sorumlusu Enerji Bakanı ve Soma A.Ş.’dir…
Sorumlular en ağır şekilde
cezalandırılmalıdır…
Adalet istiyoruz…
309 ölüm Manisa’da; 29
İTÜ’de işçiler ve öğrenciler eylem yaptı
İTÜ Ayazağa Kampüsü’nde yapımı süren
ek bina çalışması inşaatında taşeron işçi
Melik Yalçın’ın göçük altında kalarak
yaşamını yitirdiği iş cinayeti öğrenciler
tarafından protesto edildi.
Öğrenci Gençlik Sendikası (GENÇ-SEN)
ve İnşaat İşçileri Sendikası İTÜ Ayazağa
Kampüsü’nde yapımı süren ek bina
çalışması inşaatında taşeron işçi Melik
Yalçın’ın göçük altında kalarak yaşamını
yitirdiği iş cinayetini protesto etmek ve
işçi ölümlerine dikkat çekmek amacıyla
kampus içinde eylem yaptı. Eğitim-Sen
üyeleri ile İTÜ’de çalışan asistanların da
destek verdiği eylemde, güvenlik görevlileri tarafından barikat kurularak kampüse girişleri
engellenen öğrencilerin, turnikelerin üzerinden atlayarak kampüse girmesi üzerine kısa süreli gerginlik
yaşandı. Ardından “Kampüsten taşeronu kovacağız”
pankartı açarak iş cinayetinin yaşandığı Elektronik
Fakültesi önüne yürüyen öğrenciler sık sık “İşçilerin
birliği sermayeyi yenecek”, “Katil taşeron, işbirlikçi
rektörlük” sloganları attı. Yürüyüşün ardından
Genç-Sen adına yapılan basın açıklamasını okuyan
Mahmut Pokerce, İTÜ Rektörlüğü’nün yaşanan
iş cinayetine seyirci kaldığını ve iş cinayetinin
üzerinden iki gün sonra yayınladığı “Biz suçsuzuz”
mesajıyla kendisini aklamaya çalıştığını söyledi.
İTÜ Rektörlüğü’ne taşeron sistemle olan tüm
bağlarını koparma çağrısı yapan Pokerce,
“Kaderini işçi sınıfının kaderiyle birleştiren biz
öğrenciler işçi cinayetlerinin hesabını soracağız”
dedi.
Ardından söz alan İnşaat İşçileri Sendikası yöneticisi Tekin Aslan da taşeron çalışma sistemin derhal
lağvedilmesi gerektiğini belirterek dayanışma vurgusu yaptı. Eylem alkışlarla sonlandırıldı.
Eylemlere polisin saldırısıyla yaklaşık 150
öğrenci gözaltına alındı. Şili’de öğrenciler,
zengin kaynaklardan elde edilen gelirin eğitim
başta olmak üzere halkın temel ihtiyaçlarının
karşılanması için kullanılması gerektiğini savunuyor. Okul harçlarının kaldırılması talebiyle örgütlenen eylemlere harçlar kalkana
kadar devam edeceklerini bildiren öğrenciler
eğitime harcanan bütçenin arttırılması
gerektiğini söylüyorlar. Yürüyüşün son süreçte
Şili’de yaşanan en kitlesel katılıma sahne
olduğunu söyleyen öğrenciler 180 bin kişinin
eyleme katıldığını belirtiyorlar.
İşten Çıkarmalara Karşı
Madene İnmediler
Zonguldak’ta özel maden ocağında çalışan
işçiler, 20 arkadaşlarının işten çıkarıldığı gerekçesiyle iş bırakma eylemi yaptı.
Hema Kömür İşletmeleri’ne ait maden
ocağında gündüz vardiyasında çalışan yaklaşık
200 maden işçisi, sabah 20 arkadaşlarına iş
akitlerinin sonlandırıldığı yönünde tebligat
yapıldığı gerekçesiyle iş başı yapmadı. Genel
Maden İşçileri Sendikası’nın (GMİS) örgütlü
olduğu ocakta 150 işçi asansörle yer altına inmelerine rağmen üretim yerlerine gitmeyerek,
yer üstünde çalışan 50 işçi de iş bırakarak işten
çıkarmalara tepki gösterdi.
GMİS Armutçuk Şube Başkanı İsa Mutlu,
olumlu bir sonuç alınıncaya kadar iş durdurma
kararı aldıklarını belirtti. Bir işçinin bile işten
atılmaması için ne gerekiyorsa yapacaklarını
belirten Mutlu, şöyle konuştu: “Yıllardır
çalışmış olduğumuz işimizi kaybetmiş olmak
hepimiz için vahim bir olaydır. Bugün itibariyle işçilerimiz çalışmak istemiyorlar. Çünkü
20 arkadaşımızın iş akitlerinin fesih edileceği
bu sabah kendilerine bildirildi. İşçilerimizi telkin ederek, ‘Bu işin durdurulması yönünde ne
yapılması gerekiyorsa yapılacak’ diyerek ocağa
gönderdik fakat ocaktan arkadaşlarımızın
üretime gitmediklerini öğrendik. Kuyu
başında beklediklerini ve çalışmayacaklarını
bize bildirdiler. Bizler de yerüstünde çalışan
arkadaşlarımızla birlikte çalışmalarımızı durdurduk. Yer altındaki işçi arkadaşlarımızla
görüşeceğiz. Onların istekleri doğrultusunda
biz de planlarımızı ortaya koyacağız. Ya
hepimiz çıkartılacağız ya da hiçbirimiz
çıkartılmayacağız. Ya bu işyeri yaşayacak ya da
kapanırsa hep beraber haklarımızı alarak öyle
gideceğiz.”
6
işçi meclisi
“Remzi
Kitabevi’ni
boykot et!”
Mağazalarda çalışan işçiler son zamanlarda
örgütlenme çabası içerisindeler. Özellikle
zincir mağazalarda çalışan işçilerden direniş
sesleri geliyor sık sık. Bu direnişlerden en tazesi
İzmir’deki Remzi Kitabevi’nden geldi. Remzi
Kitabevi’nin Türkiye genelinde 12 mağazası
var, bunların 2’si İzmir’de. Yaklaşık 200 kişi
çalışıyor. Türkiye’nin en eski yayınevlerinden
olan, 1927’de Remzi Bengi tarafından kurulan
ve Türkiye yayıncılık tarihine bir dönem damgasını
vuran Remzi Kitabevi’nin
İzmir Agora Şubesi’nde iki
çalışan DİSK’e bağlı Sosyal
İş sendikası'na üye olduktan
sonra işlerine son verildi.
Remzi Kitabevi mağazalar
zincirinde çalışma
koşullarının gittikçe
kötüleşmesi, ücretlerin
asgari ücrette tutulması,
mesai ücretlerinin ödenmemesi, yemek ve yol
paralarının yıllardır aynı düzeyde tutulması
gibi nedenlerle çalışanlar sendikalaşma faaliyetine başladı. Kitabevinin İzmir Balçova’daki
Agora AVM şubesinde görev yapan Ahmet
Öğrük ve Talip Öztürk, DİSK’e bağlı Sosyal
İş Sendikası’na üye oldu. İki personel, diğer
şubelerdeki çalışma arkadaşlarına da sendikaya
üye yapma çağrısında bulundu. Bunun üzerine
Öğrük ve Öztürk’ün işlerine 18 Ağustos 2014
Pazartesi günü son verildi.
Sosyal İş Sendikası, avukatları aracılığıyla
Remzi Kitabevi’ne dava açarak işten çıkarılan
işçilerin işe dönüşünü talep etti. Ayrıca Remzi
Kitabevi’nin sendika düşmanlığına karşı sosyal
medya üzerinden bir boykot çağrısı yapıldı.
Taşeron sağlık işçisi Zafer Açıkgözoğlu anıldı
İSİG Meclisi, zorla kanalizasyon temizlettirilmesi sonucu hastalanan ve yaşamını yitiren taşeron
sağlık işçisi Zafer Açıkgözoğlu’nu andı.
Eylemde okunan ve Zafer arkadaşımızın dilinden Akif Akalın’ın kaleminden yazılmış mektubu paylaşıyoruz:
Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün
unutacaksınız…
Ben Nisan 2013’de İstanbul Tıp Fakültesi’nde
çalışmaya başladım. Çalıştığım birimde
hasta yoğunluğu çok fazlaydı, dolayısıyla
da iş kazalarının yoğunluğu da fazla idi. İşe
başlamadan sağlık raporlarımı tamamlayıp
taşeron şirkete teslim etmiştim.
Yapacağım İş ile ilgili herhangi bir eğitim
almadım. Çalıştığım yerde tıbbi ve evrensel çöplerin toplanması ve atılması, paspasla
zemin temizliği, hasta yataklarının temizlenmesi, dezenfeksiyonu, tuvalet temizliği ve cam
temizliği gibi işleri yaptım.
İşe girdikten yaklaşık bir ay sonra tıbbi atıkları
torbalarını çöp kutularına boşaltırken elime
enfekte enjektör iğnesi battı. Sonucunun ne
olacağını bilmediğim için önemsemedim işime
devam ettim. Çalışmaya devam ederken çok
şiddetli yağmurun yağdığı 14.06.2013 Cuma
günü bir klasik yaşanmış, acil hastalara hizmet
veren binanın kanalizasyon suları alt katı
basmıştı.
Poliklinikte çalışanlar ve temizlik personelleri
hasta dosyalarını kurtarmak için hiçbir güvenlik
önlemi olmadan lağım sularının içinde saatlerce
kaldık ve hasta dosyalarını kurtarmaya çalıştık.
İSKİ tarafından yapılması gereken atık suların
temizlenme ve tıkalı kanalların açılması işlemleri
temizlik taşeron şirketin sorumlusu tarafından
temizlik personellerinin tamamından istendi,
içlerinden ben lağımın içine hiçbir güvenlik önlemi alınmadan içine sokulup tıkalı olan kısmın
açılması işlemi yaptım.
Lağım kapağını açar açmaz bütün lağım suları
eline yüzüme püskürdü tüm vücudum ıslandı.
Saatlerce ıslak kıyafetlerle kaldım.
O gün eve gittiğimde çorba içtim ve tüm vücuduma uyuşma geldi. 4 – 5 gün boyunca her
gün daha da ağırlaşan vücudundaki ağrılar ve
kanlı ishal sebebiyle acil dahiliyeye geldim.
21.06.2013'te yoğun bakıma alınmışım. Bu
temizlik işlerini yapan diğer arkadaşlar mide
bulantısı kusma ishal şikayeti ile bir kısmı
acile başvurmuş, bir kısmı da hastalığı ayakta
atlatmıştı. Bana akut hepatit tanısı konmuş.
Karaciğerim iflas etmiş, nakil olmam
gerekmiş, 26.06 tarihinde de karaciğer nakli
gerçekleştirilmiş.
Yoğun bakımdan çıktıktan sonra tedavime
ayakta devam edildi. İki ay sonra vücudum
nakil yapılan organı kabul etmemiş Hastalığım
o lağımdan bulaştı, bunu ben biliyorum.
Ama şimdi tek isteğim iyileşmek. İkinci nakil başarılı geçsin, başka bir şey istemiyorum.
Yaşarsam, malulen emekli
olacakmışım.
Şimdi bunları
düşünemiyorum
bile, sonum ne
olacak, yaşayacak
mıyım bilmiyorum ki!
Taşeron İşçileri
Dayanışma ve
Yardımlaşma
Derneği
vasıtasıyla yürütülen dava süreci devam
ediyor, hastane yetkilileri bizden daha
yük-
sekler, daha üstünler; belki onlar kazanırlar. Ne
karar çıkarsa saygı duyacağız, elden ne gelir ki!
Karaciğer reddiyle ilgili baskılama tedavisi aldım
ancak vücudu tedaviye cevap vermedi. ÖÖÖLLDDÜMMMMMMM!!!!!!
Biliyorum arkadan iki gün ağlayıp üçüncü gün
unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış
gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene
iş kazasından ölen 1500 kişi gibi Soma’da ölen
301 işçi gibi…
Şimdi diyorum ki iş ekmek buldum diye
sevinirken gerekli güvenlik önlemlerinin
alınmaması, gerekli eğitimin verilmemesi ve
alt yapı eksikliklerin ötürü canımdan oldum.
Artık hiçbir işçi bu sıkıntıları yaşamasın.
Sizler aynı kurumda çalışmaya devam edeceksiniz. Yaşamak istiyorsanız, sevdiklerinizden mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek
çocuk sahibi olmak insan olmak istiyorsanız
var olan ŞARTLARIN eğitimlerin
tamamlanmasını isteyin.
Çalışma Bakanlığı başta olmak üzere tüm
sorumluların yasalarca cezalarının verilmesi en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki kimse
tekrar bu hataları yapmasın.
Son olarak yaşamam için elinden geleni yapan
İLGİN Hocaya, hemşirelere tüm personele
mesai arkadaşlarıma ve TASİSDER yönetime teşekkür ederim.
Güle güle sevgili
arkadaşlarım…..
7
işçi meclisi
“Birleşik bir örgütlenme olmadan
başaramayız!”
İşçi Meclisi olarak sendika üyesi oldukları
için işten çıkartılan Remzi Kitabevi işçileriyle
yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
İşçi Meclisi: Öncelikle bize kendinizi tanıtır
mısınız? Kaç yıldır Remzi Kitabevi’inde
çalışıyorsunuz ?
Ahmet Öğrük: Mart 2012 yılından beri Remzi
Kitabevi Agora şubesinde çalışıyordum. Aralık
2012'den beri de mağaza şefi görevini sürdüyordum.
Talip Öztürk: Nisan 2012'de işe başladım ve 11
Ağustos 2014'te işten atılana kadar saha ve kasa
personeli olarak çalıştım.
Remzi Kitabevi’nde yaşanan süreci ve sizin
yaşadığınız sorunları kısaca anlatırmısınız?
Remzi Kitabevi’nde temel olarak yaşadığımız
sorun, geçim sıkıntısıdır. Ülkenin temel sorunu
olan asgari ücretin arkasına saklanmış durumdalar. Mümkün olan en düşük seviye hangisi ise
sağlanan koşullar onun üzerinden verilir. Verilen
yemek ücreti AVM şartlarında yetme imkânı
olmayan bir miktardadır. Yol ücreti ise verilmemektedir. Günlük 8 saat mesai yapılır ve fazla
mesailer ise asla ücret olarak ödenmez, birebir
olarak izin kullandırılarak karşılanır. 4 saat fazla
çalışan bir kişi 4 saat izin yapar. Fazla mesai
ücreti ödenmediği gibi yasalara göre 1'e 1,5 katı
olması gereken izin hakkı, kayba uğratılarak
kulllandırılmaktadır. Sıkıntılarımız bunlardır ve
taleplerimiz bu temel ihtiyaçların iyileştirilmesi
yönündedir.
Sendika çalışması nasıl başladı?
Diğer şubelerle bir ilişkiniz var mı?
Bundan 1,5 yıl kadar önce İstanbul şubelerinde
başlayan çalışmadan haberdar olduk ve
Sosyal-iş Sendikası ile temasa geçtik. İstanbul
şubelerinden bir arkadaşla bire bir bağlantıya
geçtik ve örgütlenme mücadelemiz o zaman
başladı. Daha sonra bağlantı kurduğumuz
arkadaşımız başka bir sebeple işten atılınca
çalışmalar sekteye uğradı. Ta ki bir ay öncesine
kadar. Son dönemde artan istifalar dolayısıyla
iş yükü aşırı derecede artmıştı. Bizler de ne
yapabiliriz hususunda aramızda fikir alışverişi
yaptık. Sonuçta da bu taleplerin somutlaşması ve
iş yükünün
hafifletilmesi
için tek yolun
örgütlülük
olduğu
kararına
vardık ve
sendikalaşma
için tekrardan
çalışmaya başladık. Ağustos ayının ilk haftasında
sendikaya üye olarak örgütlenme çabamızı
somutlaştırdık. Bunun akabinde bir arkadaşımız
bireysel olarak merkeze attığı bir mailde yukardaki taleplerimizi işverene bir kez daha bildirdi.
Akabinde İzmir’e gelen bir yönetici ile yaptığımız
uzun görüşmede taleplerimizin haklı olduğunu
ve hak talep ettiğimiz için kimsenin bizi kınama
gibi bir hakkı olmadığını belirtti. Ancak bu
görüşmeden 1 gün sonra işimize son verildi.
Kitap sektörünün diğer bölümlerinde yayınevi,
matbaa vb. yerlerde çalışan işçiler ile ilgili
ne düşünüyorsunuz? Birleşik bir örgütlenme
önemli mi?
Birleşik bir örgütlenme olmadan herhangi bir
başarı kazanılması söz konusu değildir. Bu
sıkıntılar sadece Remzi Kitabevi’ne has değildir.
Bütün kitap emekçilerini ilgilendiren hatta tüm
mağaza çalışanlarını ilgilendiren bir konudur.
Kitap sektörü bazında baktığımızda; editöründen
dizgicisine, çevirmen ve yazardan, kitabı okuyucuya ulaştıranlara kadar çok fazla kişi mağdur
edilmektedir. Ücretlerin çok düşük olması nedeniyle insanca yaşam çok uzaklarda kalmaktadır.
Tüm bu çalışanların birleşerek bu mücadeleyi
sürdürmekten başka çaresi yoktur. Bu mücadele
de ancak ve ancak sendikal mücadeledir. Bu sektörde çalışan arkadaşlarımızın oluşturduğu çeşitli
platformlar mevcut. Yayınevi Emekçileri Kolektifi, Plaza Eylem Platformu gibi kanallarla sektör
çalışanları temas kurabilir, hakları ve örgütlenme
konusunda yardım isteyebilirler. Örgütlenmede
aslolan dirayetli olmaktır. İşverenler çalışanları
işten atmakla tehdit edip, onlara geri adım
attırmaya çalışıyor. İşçilerin kararlı ve keskin
olmaları şaşırtır.
Sendika faaliyeti yüzünden işten atıldığınız
sürecin devamı ile ilgili planlarınız nelerdir?
Bundan sonra işleyecek olan hukuki süreçtir.
Avukatımız gerekli çalışmaları halihazırda
yürütüyor. Şu an sosyal medyada yürütülen bir
boykot çalışması var. Çok kısa bir süre içinde
önemli bir desteğe sahip oldu. Bu destekleri çok
önemsiyoruz. Yazılı basında da haber olması
insanların haberdar olması açısından önemli.
Daha farklı ne yapabiliriz konusunda fikir
alışverişlerimiz devam etmekte. Asıl ihtiyacımız
aydın desteğidir. Aydınların bu mücadeleye
verecekleri destek süreci bambaşka bir noktaya
taşıyacaktır ve örgütlenmeye ihtiyacı olan sektör
çalışanlarını teşvik edecektir.
Kitabevlerinde çalışan işçilerin profilleri ne?
Çalışan profili çok çeşitli. Öğrenci olan da var,
bu işi meslek edinen de var. Ancak şartların
zorluğu nedeniyle uzun vadeli çalışan sayısı pek
yok. Çalıştığımız süre boyunca işe başlayıp bir
süre sonra işi bırakan çok fazla kişi oldu. Yönetici
kadrosuna girme şansınız yoksa kimse bu şartlar
altında uzun süre çalışamıyor. 8 saat boyunca
ayakta durmak, sürekli bir koşuşturma içinde
olmak ve çok düşük bir ücrete çalışmak kısa
süreli çalışmaları ortaya çıkarıyor. Ülkedeki işsiz
sayısı çok olduğu için işveren bunu iyi kullanıyor.
“Şartlar budur, beğenmezsen gidersin” diyor.
“Bu şartlara çalışacak bir sürü insan var, senle
uğraşmam ben” mantığıyla bakıyor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yalnızca kitap emekçilerine değil ülkenin tüm
sömürülen işçi kesimine örgütlülüğün önemini
anlatmamız ve onları da mücadeleye katmamız
gerekiyor. Vakit kaybetmeden kim nerede
çalışıyorsa harekete geçmeli ve sendikalaşma
faaliyetine başlamalıdır. Dirayetli olunur, dik
durulursa kazanılamayacak kavga yok. İşçilerin
olaya sınıf temelli bakması şart. Sınıf bilinci
oluşturulamazsa bir başarı şansı yoktur. Biz iki
kişi işten atıldık ama kaybettiğimiz sadece iş.
Onurumuz hala keskin bir kılıç gibi yerli yerinde
duruyor. Dünyadan evvel memleketin bütün
işçileri birleşsin.
8 işçi meclisi
8
9 işçi meclisi
Uzun sıcak yazdan uzun sıcak sonbahara:
işçi meclisi
GÜNDEMLER
türünden “mağdura yatma” sözleri keza. AKP içindeki bu
klikler çekişmesi, kolayca görüleceği gibi, gerçekte burjuva
sınıf kesimleri arasındaki güç ve yeniden dizayn inisiyatifi
çekişmesidir. AKP içindeki kliklerden birinin gelinen noktada yeni kabineden tasfiyesi, bir yandan güç yoğunlaşması ve
merkezileşmesindeki artışa, diğer yandan zemin daralmasına
işaret eder.
Neoliberal siyasetin genel seçimlere kadar gidişatını şekil-
lendirecek 3 halkadaki düzenlemeler teker teker belirginleşiyor.
Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, yerine AKP genel
başkanlığı ve başbakanlık için Ahmet Davutoğlu’nu belirledi.
AKP kongresinde bunu onaylattıktan sonra, kendisinin köşke çıkmasından bir gün sonra da Davutoğlu’nu başbakanlığa
atadı ve yeni kabine açıklandı.
CHP’de yeni genel başkan adaylarının da olduğu iç durum
ve eleştiriler sonuca bağlanacak. Şimdilik 2 aday yarışıyor.
Ulusalcı kanadın adayı Muharrem İnce 5-6 Eylül CHP Kurultayında Kılıçdaroğlu'nun karşında yarışacak.
Kürt müzakere sürecinde Hükümet “yol haritası”nı resmen
açıklayacak. Eylül ayı içinde, büyük olasılıkla da 1 Eylül
“Dünya barış günü”ne denk getirerek.
Umudunu halen ve salt bunlara bağlamış olanlar için, ilk
söylenmesi gereken, AKP veya CHP içinde büyük çalkantı
ve çatlakların beklenmemesi gerektiğidir. Müzakere süreci
açısından ise, Öcalan ve BDP’li milletvekillerinin açıklamalarından belli bir uzlaşma çerçevesi sağlanmış görünüyor.
Bununla birlikte cumhurbaşkanlığı seçimi ve hemen sonrasındaki gelişmelerin altını bir daha çizdiği, rejim krizi ve
yeniden yapılandırma süreci, AKP, CHP, HDP ve müzakere
sürecinin her birinin içinde de yeni gerginlik ve dengesizleşme dinamiklerini de ortaya çıkarıyor.
AKP ve yeni kabine sorunu
Başbakan yardımcı Bülent Arınç, muhtemelen Erdoğan’ın
cumhurbaşkanı seçimlerinde beklediği oyun altında kalması
ve AKP tabanında da belli bir savaş yorgunluğunun görülmeye başlaması nedeniyle, asıl olarak da AKP’deki Gülcü
kanadı gözeterek , başkanlık sistemi için 2015 genel seçimleri
sonrasına kadar resmen bir girişiminde bulunulmayacağını
açıkladı. Buna karşın, Erdoğan’ın mevcut devlet teamüllerini tanımayacağını, gerekli gördüğünde bakanlar kurulunu
kendi başkanlığında toplayacağını, iç ve dış ilişkilerde fiilen
yürütme şefi olarak davranacağını alenen ilan etmesi, toplum, devlet ve yürütme içinde yeni dengesizlikleri gündeme
getirecek.
Dakka bir gol bir: Erdoğan göstere göstere mevcut Anayasa’yı
da çiğneyerek, YSK açıklamasının Resmi Gazete’de yayınlanmasını engelleyerek, resmen cumhurbaşkanı olarak istifa etmek zorunda olduğu başbakanlık ve AKP genel başkanlığını
AKP Kongresine kadar fiilen sürdürdü. AKP Kongresi’ni
de cumhurbaşkanlığı devir teslim töreninden bir gün önceye alarak, Gül’ün AKP genel başkanlığı ve başbakanlığının
önünü kesip onu yeni kabinede devre dışı bırakmış oldu.
AKP teşkilatı ve milletvekilleri içinde güya yeni başbakan
ve kabine için “kapalı zarflı” nabız yoklamaları ve “istişare
toplantıları” yapılıyor görünüyor: Ama Erdoğan’ın belirlediği çekirdek ekip ve medyası, Erdoğan’ın atadığı başbakan ve
kabineyi çoktan ilan etmiş, diğer aday ve eğilimleri bastırmış
bulunuyor. Erdoğan alay edermiş gibi, AKP genişletilmiş il
başkanları toplantısında, kendi atayacakları dışında başbakan
ve kabine adayları ve destekleyenlerini “şeytanlık, kulisçilik,
sinsilik, tuzakçılık, tehditçilik” ile baştan suçlayıp bastırıyor.
Burjuva siyasetin aleni çürüme ve entrikacılık düzeyinin
bu seferki örneğinin gösterdiği iki şey: Erdoğan tüm tek
adam pozlarına karşın, AKP ve yürütme gücü üzerinde tam
hakimiyet kurup sürdürebileceğinden oldukça endişelidir.
Yeni kabineyi tümüyle çekirdek ekibinden Davutoğlu, başdanışmanları Yalçın Akdoğan ve Binali Yıldırım,
Numan Kurtuluş, Efkan
Ala, Ömer Çelik, MİT şefi
Hakan Fidan gibi isimlerden
yekpare oluşturmaya, AKP
ve hükümet içinde belirgin
bir güç ve etkisi olan Gül,
Arınç, Babacan gibi isimleri
ise olabildiğince devre dışı
bırakmaya çalışıyor. Mevcut başbakan yardımcısı ve
hükümet sözcüsü Bülent
Arınç, muhtemelen Gül’ü
gözeterek, “belirlenecek
genel başkan geçici olacak”
derken, Yalçın Akdoğan’ın
Arınç’ı azarlayalıp “geçici
olmayacağını” söylemesi,
Arınç’ın kendi çevresine “bizi
harcayacaklar” demiş olması, medya kulislerine kadar
yansıdı. Gül’ün “bize büyük
saygısızlık yaptılar”, Hayrunisa Gül’ün “28 Şubat’ta
bile böylesini yaşamamıştık”
AKP içindeki bu klikler
çekişmesi, kolayca görüleceği gibi, gerçekte
burjuva sınıf kesimleri
arasındaki güç ve yeniden dizayn inisiyatifi
çekişmesidir. AKP içindeki kliklerden birinin
gelinen noktada yeni
kabineden tasfiyesi,
bir yandan güç yoğunlaşması ve merkezileşmesindeki artışa, diğer
yandan zemin daralmasına işaret eder.
Erdoğan/AKP, mutlak oy kapasitesinin üst sınırına dayanmış, son iki seçimdir de, halen açık ara önde olsa da, geriye
kaymaya başlamış görünüyor. “Piyasaların” cumhurbaşkanı
seçimi sonucunu, “satın almadığını”, yani istikrarsızlık beklentisiyle yanıt vermiş olduğunu da kaydedelim. Erdoğan
ekibinin “milli ekonomi” söylemleri, Merkez Bankası ve üst
kurulları tam kontrol altına alma eğilimleri de TÜSİAD’ı
diken üstünde tutmaya yetiyor. Erdoğan ve yeni kabine, hem
genel seçimleri ve yeni anayasanın yapımında hegemon olmayı gözetecek, hem de fiili “iş bitiriciliği”; rejimi güç yetirebildiği kadar fiilen yeniden dizayn etmeyi yoğunlaştıracaktır.
Neoliberal devlet aygıtının -seçim ve plebisit ambalajına
sarılmış- fiili ve asimetrik tepeden inme karakteri bu süreçte
daha fazla çıplaklaşacaktır. Buna karşılık, yapılması gereken,
mevcut anayasa, kurum ve teamüllerine sarılmaya gönül
indirmek de, burjuva muhalefet boşluğunu doldurmaya çalışmak da değil, bağımsız, tam karşıt, meşru ve fiili proleter
savaşımı her düzeyde örgütlemeye odaklanmaktır.
CHP kurultayı
CHP’de Kılıçdaroğlu’na bayrak açmış görünen ulusalcı kanadın fazla bir şansı görünmüyor. Kılıçdaroğlu’nun başarılı
bulunmasından ya da pek sevilmesinden değil, ulusalcı-laikçiliğin toplumdaki, devlet kurumları ve medyadaki dayanaklarının daralmış, CHP içindeki zemininin de zayıflatılmış ve
iyice arka plana itilmiş olmasından… CHP’de, ulusalcı faşizan, ulusalcı-reformist, 3. yolcu, liberal vb tüm iç muhalefet
tek bir adayda uzlaşırsa, halen parti teşkilatına hakim görünen Kılıçdaroğlu yönetimini belki zorlayabilir ama: AntiTayyipçilik dışında en kritik ve yakıcı siyasal-toplumsal sorunlar üzerine söyleyecek hiçbir şeyi olmayan, bunları kendi
içinde ve hatta kurultayında bile tartışmaya niyet ve cesareti
olmayan bir partiyi, herhangi bir genel başkanlık değişimi de
kıpırdatamaz.
Müzakere süreci
Müzakere sürecine ilişkin, Öcalan, “30 yıllık savaş büyük
bir demokratik müzakere ile sonuçlanma aşamasındadır”
açıklamasını yaptı. HDP milletvekilleri de, Rojava ve Güney
Kürdistan’da savaş koşullarının devam ettiği, ileride İran
Kürdistan’ında da gelişebileceği, Türkiye’de ise savaşın bittiği, barışçıl demokratik siyaset sürecinin başladığı yönünde
açıklamalar yapıyor. Hükümetin açıklayacağı yol haritası,
kuşkusuz, esasen gerillanın sınır dışına çekilmesi ve silah
bırakması aşamalarının daha sıkı denetimli ve takvimlendirilmiş aşamalarına ilişkin olacak. Diğer yanda ise “ABD’nin
PKK’yi terör örgütü listesinden çıkarması, Türkiye’de -zaten
pek bir anlamı kalmamış- seçim barajının kaldırılması, silah
bırakarak teslim olacak gerillanın sözde “topluma kazandırılması”” gibi şeylerden bahsediliyor! Kürdistan’a özerklikten
veya Rojava ve Güney Kürdistan’a saldıran İŞID’in terörist
kapsamına alınmasından bile bahsedilmiyor. Yol haritası,
Erdoğan’ın seçim kampanyası boyunca kitlesine bellettiği
“teklik içinde çokluk”, “tek millet, tek devlet, tek bayrak,
tek vatan” çerçevesindeki en geri düzeydeki, alt kimlik hakları dolayında olacaktır. Kürt siyasal hareketinin “Türkiyelileşme” stratejisi, TÜSİAD bir yana, CHP ve MHP’den bile
övgüler alıyor olmasından görüleceği gibi, batı illerinden oy
topluyor olsa da, yalnız gerillanın değil, en geriye çekilmiş
özerklik isteminin bile Kuzey Kürdistan’dan tasfiyesi doğrultusunda işlemektedir. Bununla birlikte Lice eylemleri gibi,
Mahzum Korkmaz heykelinin dikilmesi, heykelin yıkılmasına karşı bir Kürt yurtseverin öldüğü gösteriler, PKK’nin bazı
küçük çaplı taciz eylemleri, Kürt ulusal hareketinin HDP’yle
de elinin güçlendiğini gözeterek, ikili bir taktik izlediğini
de gösteriyor. “Büyük demokratik müzakere” gibi seçim ve
müzakere sürecinden abartılı beklentiler ve vaatler ile, bunun
siyasal plandaki geri ve güdük karşılığı arasındaki asimetri,
dahası Rojava ve Güney Kürdistan’daki durum ve kazanımlar ile Kuzey Kürdistan arasındaki asimetri, diğer taraftan,
HDP’nin yeni durumuna karşın AKP’nin yine onu muhatap
almayıp tek yanlı dayatmacılığını sürdürecek görünmesi,
müzakere sürecinde yeni gerginlik ve sarsıntıları da ortaya
çıkartabilecektir.
Yeni kabine, CHP kurultayı, neoliberal reformist müzakere
çerçevesi, önümüzdeki 1 ay içinde, bunlar tartışılacak gibi
görünüyor. Ancak daha derin ve kapsamlı bir dizi kritik gündem de perdeleniyor.
Neoliberal kapitalist ekonomide durum
Neoliberal kapitalist dünya ve Türkiye ekonomilerinde yeniden bozulma işaretleri artmaya başladı. Türkiye’de işsizlik,
enflasyon, cari açık yeniden bariz yükseliş eğilimine girdi.
Üstelik bütçe dengesi de bozulmaya başladı. Küresel kredibilite kurumları Türkiye’nin notunu kırmaya hazırlanıyor,
yüksek borç riski altındaki tekelci sermayenin işçi sınıfına
saldırganlığı artıyor. Bankacılık ve tarımda daralma belirgin.
İhracatta hem Avrupa ve Rusya’da durgunluğa dönüş hem
Ortadoğu’daki savaş nedeniyle daralma var. Daha temelde
ise imalat sanayi ve büyümede belirgin yavaşlama var. Bir
çok ilde, Türkiye’de sayıları 2 milyonu bulan ve yarı-ücrete
çalışmak zorunda kalan Suriyeli göçmenlere karşı infiallerin
patlamaya başlaması, işsizlik ve ücret düşüşleri dahil, ekonomik gidişatın ilk eldeki vahim bir göstergesi. Durduk yerde
yanan otobüstler, çöken bina ve tesisler, şehirlerin en merkezi
alan ve caddelerinde sel baskınları, ve hepsi bir yana, iş cinayetlerinde hızlı tırmanış, karlılığın nasıl bir emek, insan ve
doğa yıkımı üzerinden sağlanabildiği ortaya koyan, bir diğer
ekonomik gidişat göstergesi. Hükümet vergi ve prim borçlarını önce yeniden yapılandıracağını açıklayıp sonra bunu da
(torba yasa) Ekim ayına erteleyerek, geniş bir kesime, aslen
de sermayeye muazzam bir seçim teşvik ve kredisi açmış
oldu. Bunun yarattığı bütçe açıkları da, tıpkı cari açık gibi,
işçi ve emekçilere yıkılacak. Yine madencilik ve taşeronluk
tasarıları (torba yasa) Ekim ayına ertelendi, ancak maden
işçileri ve taşeron işçilerde hoşnutsuzluk da artıyor… Metal
grup sözleşmeleri ise, dünya çapında otomotiv yan sanayinden başlayan (önümüzdeki yıl yüzde 20-25'lik bir daralma
öngörüsü var) kriz koşullarında gerçekleşecek.
Neoliberal rejim ve siyaset, Soma’yı, iş cinayetlerini, taşeronluk sistemini, 12 saatlik işgününü, asgari ücreti,
örgütsüz bırakmayı, bir bütün olarak neoliberal despotik
üretim ilişkilerini gündem dışında tutuyor. Oysa kimlikler konusundaki kısmi değişimler ne olursa olsun, rejimin
yeniden dizaynının temel çerçevesini belirleyecek olan tam
10
işçi meclisi
da bu neoliberal despotik meta üretim ve egemenlik ilişkileridir. Bu yüzden işçi sınıfının
mücadelesi, bu en güncel ve yakıcı istemlerini
ısrarlı mücadele gündemi haline getirmekle
de kalmayıp, üretim ilişkilerindeki uzlaşmaz
sınıf karşıtlığı temelinden burjuvazinin yeni
siyasal-toplumsal egemenlik tarzının bütününe yönelmek zorundadır.
Ekolojik yıkım kapıya dayandı
İkincisi, ekolojik yıkım ve iklim dengesizleşmenin geldiği boyut. Kurak geçen sonbahar ve kıştan sonra, nemli sıcaktan boğuculaşan bir yaz
ortasında, İstanbul’un artık göbeğinde patlayan
kasırgalar, hortumlar, aşırı şiddetli sağanaklar
ve sel baskınları… Keza Ankara ve pek çok başka il. Konya Ovası’nın hidrolik olarak (yeraltı
suları dahil) kurumuş olması. Ve önümüzdeki
yıl daha ağır bir kuraklığın beklenmesi. Hayır
yalnızca İstanbul’un, Ankara’nın kaç haftalık
suyunun kaldığı, sonbaharda mevsim normali
yağışlar olmazsa ne olacağı değil sorun. Doğa
yıkımı, biyolojik çeşitliliğin kuruması, tarımsal üretimin düşmesi, yıkım içinde şehirlere
yeni göç dalgaları, mali oligarşik tarım-gıdamarket tekelleri zincirlerinin pençesinde gıda
fiyatlarının göğe vurması, neoliberal kentsel
dönüşüm kabusu, artık rüzgar, güneş, ışık ve
soluk bile alınamaz hale gelen metropoller,
eskiden 15-20 yılda bir görülen aşırı hava
olayları ve doğa facialarının artık yılda 15-20
kez görülmeye başlanması. Demir çelik beton
çölleri, kuraklık, sera etkisi, karbon monoksit
salınımında hızlı artış, radyasyon, insanların
fizyolojik ve psikolojik sağlığı üzerinde de yıkıcı etkiler yapıyor. Burjuvazi ve hükümeti el
altından “aa bilmiyor muydunuz, Türkiye zaten
yarı kurak iklim kuşağında ve su fakiri bir ülkedir” (ah tabii nükleer ve termik santral furyası
sırasında “Türkiye’nin enerji fakiri bir ülke”
olduğunu da öğrenmiştik!) tarzı kamuoyu yönetimiyle bunları da “normalize” etmeye çalışa
dursun, bir çok uzman Türkiye’nin artık muson
iklimi özelliklerini göstermeye başladığını, hem
kuraklık hem de yıkıcı hava olaylarının daha da
yoğunlaşacağını söylüyorlar. Her gün doğanın
imha ve inkar edilmesine, yeşil alan ve su havzalarının yıkımına, demir çelik beton cenderesinin daraldıkça daralmasına tanık oluyoruz.
Doğa yıkımının, ekoloji ve iklim krizlerinin
insan yaşamını ve varlığını tehdit eder hale gelen boyutları, uzak bir yerlerin (kutuplar!) ya da
gelecek nesillerin sorunu olarak görülme konformizminden çıkmalı. Çünkü çoktan kapıya
dayandı, kaçacak yer de kalmadı!
Neoliberal kentsel dönüşümden, doğa yıkımından, ekolojik ve iklim krizlerinden en
ağır ve yıkıcı biçimde etkilenenler işçi sınıfı,
kent ve kır yoksullarıdır. Bir doğa bilinci ve
mücadelesi kaçınılmaz olarak gelişmekle birlikte henüz çok yetersiz ve parçasaldır. Doğa
krizi, insanlık krizidir. İnsan-doğa ilişkisindeki kriz, insan-insan ilişkisi krizin temel bir
bileşenidir. Ekolojik kriz, neoliberal kapitalist
uygarlığın genelleşen krizinin ayrılmaz bileşenidir. Neoliberal kapitalizmin emek, insan ve
doğaya karşı yıkıcı saldırganlığı bir bütündür.
Emeğin, insanın ve doğanın kurtuluşu için
mücadeleler de, kapitalist boyunduruğa karşı
komünist yaşam tutkusu doğrultusunda bütünleştirilmelidir.
Ortadoğu
Üçüncüsü, Türkiye’nin tam ortasında olduğu
küresel-bölgesel hegemonya çatışmaları, kriz,
savaş, kan ve ateş çemberi. Kuzeyde Ukrayna,
Karabağ kriz ve çatışmaları, Güneyde Suriye,
Irak, Filistin kriz ve savaşları… DavutoğluFidan ekibi kabineyi oluşturursa, bu AKP’nin
ciddi konum kaybettiği dış politikasını
önemli bir değişiklik yapmadan dayatmayı
sürdürmesi anlamına gelecektir. Almanya’nın
Türk devletini dinlediği açığa çıkmasına karşın
verdiği soğuk ve üsttenci yanıtlar, Türkiye’nin
AB nezdindeki bariz konum kaybını gösteriyor. Irak’ta ise ABD ve İran’ın Maliki’nin geri
çekilmesinde anlaşması, Irak’ın parçalanmasını
şimdilik engelleyip Kürt ve Şii güçlerin IŞID
saldırılarını püskürtüp geriletmesine ucundan
destek vermesine karşılık, Türkiye’ye verilen
rolün sunni aşiretleri IŞİD’den ayrıştırma diplomasisinden ibaret olması, benzer bir konum
kaybının göstergesi. Türk devletinin, neredeyse
tüm bölge devletleri, Şiiler, Kürtler tarafından
“IŞİD destekçisi” damgasını da önceki saldırgan, mezhepçi politikalarının üstüne yemesi
ve artan tepkiler, bu politikalarının bir sonucu.
ABD, İran ordusunun Irak’a girip Bağdat dahil
Güney Irak’ı yutmasını engelleyebilmek için,
metazori ve ucundan IŞİD’e karşı savaşa destek vermek durumunda kaldı. Böylelikle Irak
“bütünü” üzerindeki emperyalist nüfuzunu ve
payını korumaya çalışıyor. Yine İran faktörü
nedeniyle, şimdilik Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını engellemeye, en azından geciktirmeye
çalışıyor. Türk devleti ise, Sunni güçlerin hamiliğine, bununla Suriye’de Rojava’yı ortadan
kaldırmaya, Güney Kürdistan’ı ise hegemonyası
altına almaya oynuyor. Bu süreç, IŞID canava-
rının ortak müsebbibi olan tüm bu asıl canavarların kendi bölgesel hegemonya ve paylarını
koruma ve artırmak için onu nasıl bir vesile
olarak kullandıklarını da gösteriyor. Emperyalist kapitalist güçlerin, bölgesel tekelci kapitalist
güçlerin (İran ve Türkiye), sunni, şii yerel egemenlerin ve Barzani’nin tek derdinin, emek,
halklar ve petrol üzerindeki kanlı hakimiyet ve
karlarını korumak ve büyütmek olduğu açıktır.
Türkiye burjuvazisinin asıl derdi de, Güney
Kürdistan’daki, Rojava’daki, Güney Kıbrıs ve
Filistin açıklarındaki petrol ve doğal gaz yataklarıdır. Türkiye’ye Güney Kıbrıs’tan oluk oluk
“paralel” petrol, IŞİD kontrolündeki bölgelerden ise kaçak mazot akıyor. Türkiye’nin İsrail ve
Mısır ile ilişkilerindeki hayal kırıklığının temel
etkenleri arasında, Türkiye üzerinden işlenip
nakli öngörülen İsrail açıklarındaki zengin
doğal gaz yataklarının, şimdi Mısır üzerinden
nakli için yapılan İsrail-Mısır anlaşması. AKP
Hükümeti’nin Hamas hamiliği de aslen Gazze
açıklarındaki doğal gaz yataklarına talip olmasıyla bağlantılı! IŞİD ise tüm bu çürüyen kapitalist güçlerin hegemonya kriz ve kumpasları
içinde bir zemin buluyor ve çürümenin geldiği
boyutun yeni bir ifadesi oluyor. Hem neoliberal
kapitalizmin mutant bir ürünü, hem ondan kan
içicilik payı istemeyi, hem de ona karşı ultra
gerici bir reaksiyon olmayı kendinde birleştirmiş bir travma. Ancak neoliberal kapitalizmin
çürüme ve çürütmesinin doğurduğu ve üstüne
saldığı bu “yeni” barbarlık biçimlerine karşı da,
savaşma yeteneğine sahip tek gücün de gerilla
ve silahlı halk milisleri ve inisiyatifi olduğu da
görülmüştür.
Bölgedeki durum, aslen neoliberal kapitalist
dönüşüm sürecinin ve kurtlar sofrasındaki azami kar ve hegemonya kriz ve çatışmalarının bir
sonucudur. Bölgenin eskisi gibi yönetilemezliğini açığa çıkaran halk isyan ve direnişleri
olmuştur.
Petro-milyar dolarlar çevresinde dönen kurtlar
ve çakallar sofrasının sonsuz dehşetine dehşetli
bir son verecek olan da, kitlelerin tarihsel inisiyatifi olacaktır. Türk devletinin mezhepçi, petro-dolarcı, yayılmacı politikalarına karşı daha
etkin bir mücadele, yıkım içinde katliamdan
kaçan Şengalli göçmenlerle, Suriyeli işçi emekçi göçmenlerle dayanışma zorunludur. Bölgedeki kan ve petrol sarhoşu tüm kapitalist-gerici
güçlere karşı, “yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/
ve bir orman gibi kardeşçesine” tutkusu ve esinini yükselterek mücadele zorunludur.
11
işçi meclisi
Bugün Rojava gerçek anlamda bir umut ışığıdır
“Haritalarda adımız, sınırlarla çizilmiş bir
ülkemiz olmasa da, artık biz bir realiteyiz”
diye seslenen PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, Rojava kantonlarında yaşayan halklar
adına uluslararası topluma çağrı yaptı.
Rojavaya saldıran çetelerin içinde
Çeçenistan’dan Mısır’dan, İngiltere’den
ve Türkiye’den hatta Yeni Zelanda ve
Avusturalya’dan gelenler bile olduğunu belirten Müslim’in açıklamasında şu ifadeler
yer aldı;
“Bizler Rojava’da şu tartışmayı hep yürüttük.
Hiçbir şey eskisi gibi olamaz ve olmamalıdır.
Nasıl olması gerektiğine ilişkin ise çözüm
öneri ve projelerimizi geliştirdik. Rojava
toplumunun kendi kaderini tayin etme
hakkında sahip olduğu ve bunun demokratik
bir hak olduğunu söyledik.
Bugünlerde daha da ağır bir göç ile karşı
karşıyayız. Bizden olup da, çizilen sınırlardan
ötürü komşu statüsünde olan Şengal’li Kürtler,
Tal Afar’li Türkmenler, Karakoş’lu Asuriler “İslam
Devleti” adındaki barbar örgütün saldırılarına
maruz kaldılar. Onların öz savunma koşulları
olmadığı için, saldırganlara karşı direniş gösterme
koşulları yoktu.
İki yıldır Rojavamızı koruyan YPG ve YPJ
direnişçilerimiz desteğe koşmaları, Şengal’e
sığınan binlerce Türkmen’in, Asuri’nin yanısara
ikiyüzbin Şengalli Ezidi Kürt’ü soykırım ve
katliamdan, oluşturduğu güvenlik koridorlarında
Rojava’ya geçirerek kurtardı. Onlarca şahadete
rağmen, YPG’li direnişçilerimiz canlar pahasına
verdikleri bu müdahale ve mücadele sonucu
Şengal dağlarına sığınan insanlar, yoğun
saldırılar altında, onbinlercesi Rojava’ya getirildi.
Rojavamız haritalarda görünmüyor olabilir,
görüneni ise küçük görülebilir. Bu çok ta önemli
değil bizim için.
Saldırılardan kaçıp, Şengal dağlarına sığınan
insanlarımız günlerce mahsur kaldı. Bugün
Şengal dağlarından topraklarımıza gelen onbinlerce insanlarımız geride yurtlarını, mallarını ve
binlerce kurban bıraktı.
Etrafımızda örülen sınırlar bizim için fazla
anlam ifade etmiyor. Çünkü burada barınabilen
insanlara karşı geliştirilen saldırılar insanlık
sınırlarını aştı. İnsanlık adına bir ölüm kalım
mücadelesi içerisindeyiz. Ölürsek hepimiz burada, sizler orada nasıl yaşadığınıza inanacaksınız.
Sizler sustukça, barbarlık bu bölgelerde daha da
bir yaygın hale geliyor. Sizler sustukça, insanlık
katlediliyor.
New York’ta, Cenevre’de, Brüksel’de, Londra’da,
Berlin’de, Paris’te, İstanbul’da konuştuklarınızı
duymuyoruz. Sahi ne konuşuyorsunuz…
Üzüldüğünüzü, kaygılandığınızı, bir şeyler
yapmaya niyetlendiğinizi duyuyoruz. Ama bu
yetmiyor.
Eğer umudu korumak ve insanlara yardım etmek
istiyorsanız, ki yardım etmek istediğinizi umut
ediyorum, korkmadan, bürokrasiye boğmadan,
sorumluluk üstlenerek, buyurun birlikte göç eden
insanlara yardım edelim.”
YPG, Cezaa operasyonunun sonuçlarını açıkladı
YPG Basın Merkezi, haftalardır
yoğun çatışmaların
yaşandığı Cezaa’da
YPG birliklerinin IŞİD çetelerine
karşı bir dizi eylem
gerçekleştirdiklerini
duyurdu.
Eylemler sonucunda IŞİD çetelerinin Cezaa’dan
çıkarıldığı
kaydedilirken,
çıkan çatışmalarda
36 çetecinin
öldürüldüğü belirtildi.
YPG Basın merkezi, IŞİD çetelerinin
Cezaa’ya dönük
19 Ağustos günü
başlattığı saldırılara
ilişkin açıklama
yaptı.
Şengal’den
Rojava’ya uzanan
güvenlik koridorunu kırmak
amacıyla çetelerin
Dera Zor ve
Hol’dan getirdikleri
takviye birlikler
saldırıya geçmişti.
Bu saldırılara karşı
ise YPG/ YPJ
güçleri direniş
başlatmıştı.
Cezaa direnişi
çerçevesinde YPG,
30 Ağustos günü
saat 11 cıvarında
geniş bir operasyon
başlattı. Operasyon kapsamında,
Kaxurtî köyü, köye
bağlı 5 mezar ile
Ercê köyü çetelerden kurtarıldı.
Açıklamada, operasyon kapsamında
30 Ağustos günü
çetelerin elinde
bulunan buğday
deposuna ve
çetelerin Cezaa
yakınlarındaki 4
üssüne de eylem
düzenlediği duyurdu.
Yine, Sefanê ve
Ekreşê köylerine
dönük de eylem
gerçekleştirildiği
belirtildi.
Şiddetli
çatışmaların, sabaha kadar devam
ettiği kaydedilen
açıklamada, başarı
ile sonuçlanan
operasyon sonucu
Sefanê, Akreşê,
buğday deposu ve
çeteler ait 4 üssün
YPG güçlerinin
denetimine geçtiği
bildirildi.
Çatışmalarda
36 çetenin
öldürüldüğü bilgisi
de paylaşıldı. 8 çete
üyesinin cenazesi ve çok sayıda
askeri mühimmatın
ise YPG güçlerinin elinde geçtiği
kaydedildi.
YPG, operasyon
kapsamında kayıp
vermediklerini de
kaydetti.
12
işçi meclisi
Özgürsün sen köle!
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada yaşanan
“Beyaz yakalı işçilerin yaşamları kölelik mi? Yoksa
tuzu kuru çalışanlar mı?” tartışmasına bir beyaz
yakalı olarak katılmak zorunluluğu hissettim.
Toplumlar bugüne kadar efendi-köle, bey-serf,
patron-işçi uzlaşmaz karşıtlıklarıyla ilerleyişini
sürdürüyor. Ara tabakalar, bu iki uzlaşmaz
sınıfın bitmek bilmez savaşında kâh egemen ve
sömüren sınıfın, kâh ezilen ve sömürülen sınıfın
safında yer tutmuştur. Egemen sınıfların kölelik
rejimleri kölelerin kitlesel isyanlarıyla yıkılmıştır.
İnsanlık tarihinin gelişiminin de bu büyük ve
kutsal kavganın ürünü olduğunu unutmamamız
gerekmektedir.
Efendilerin rejiminde köleliliğin tanımı, kölenin
efendisinin mülkü olmasıdır. Bugün hak olarak
tanımlanan ama o zamanlar hepsinden yoksun
olan kölenin yaşam hakkı dâhil, tüm haklarına
efendisi sahiptir. Kölelik düzeninde baskı ve zor
uygulamalarıyla efendiler kölelerin tüm 24 saatini ele geçirmiş gibi görünse de süreklileşen ve
kitlesel hale gelen köle ayaklanmaları ve egemenlerin kendi içlerindeki fetih amaçlı savaşların
etkisiyle zayıflayan kölelik rejimi yıkılıp kendini
feodalizme bırakmıştır.
Feodalizmde yapılan kimi reformlarda köleler
hala bağlı olduğu beyliğin beyi, lordu adına
üreten, onun için yaşayanlardı.
Feodalizm, sanayi devrimi ve burjuva devrimlerce tarih sahnesinden silindi. Burjuvazinin
en büyük vaadi özgürlüktü. Dönüşen toplum
–geniş bir tabakayı oluşturan köylülük ve yeni
ortaya çıkmaya başlayan işçi sınıfı- “özgür” işçiyi
doğurmuştu. Artık özgür bir işçi ister çalışır,
ister çalışmazdı.
Kapitalizmin ortaya çıkışıyla burjuvaziyi beslemesi gereken bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştır. Şu anki
tekelci kapitalizm döneminde serbest rekabetçi
denilen kapitalizm dönemine nazaran diğer
tüm sınıfların arasında işçi sınıfı dünyanın en
kalabalık, en geniş nüfusuna sahiptir. Neoliberal
kapitalist rejim, ilkel kapitalizmin ulaşamadığı
her alana ulaşarak işçileştiremediğini yıkıcı
biçimde işçileştirerek, metalaştıramadığını ezici
biçimde metalaştırarak, az çok özerk olanı tam
tahakküm altına alarak ilerlemektedir. Toplumu
derin bir proleterleştirme dalgasıyla sarsmıştır.
Proleterleşmeden anlaşılması gereken, sadece
mülksüzleşme ve yoksullaşma değil, statülü
sayılan mesleklerin saygınlığını kaybetmesi,
mesleki özerkliğin yitirilmesi, kentin ranta
dönüştürülmemiş mekanı kalmaması (Gezi’ye
bin Selam!) gibi yılları alan bir neoliberal projenin uygulanmasıdır. Bir yandan işçileşmemiş
olan geniş bir nüfus kesimi işçileştirmeyle, diğer
yandan ise işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına
göz koyma yoluyla hali hazırdaki işçi sınıfına da
ağır yaptırımlar uygulamaktadır.
Ücretli köleler kendilerini çalışma yaşam ve yönetim açısından köleleştiren koşullara son verip,
dünyayı kendileri için yönetebilecek niteliğe, niceliğe sahip olmalarına rağmen, kendi köleliklerini
her gün ücret, oy, medya gibi kölelik sistemleriyle yeniden üretmektedirler. İlkel kölelikten bu yana
kölelerin ve serflerin çok ağır bedel ödemelerine rağmen sömürü düzenini sarstıklarını biliyoruz.
mesleklerde çalışıyor, görece yüksek ücretler
alabiliyor, yaptığı işte görece bir özerklik sahibi
olabiliyor, güvence ve yükselme olanağına sahip
olabiliyor, kafa ve kol emeği arasındaki katı
ayrım koşullarında kol emeğinin üzerinde yer
alarak kendini işçi değil, patron veya yöneticilere daha yakın görüyordu. Günümüzde beyaz
yakalıların genişleyen kesimleri bu eski konum
ve olanaklarını kaybetmektedir.
80'li yıllardan itibaren daha çoklu alanlardan
hızlandırılmış ve birleşik bir sermaye birikiminin ve yıkıcı neoliberalizm uygulamalarının
dayatıldığı koşullarda hizmet sektöründe
çalışanların sayısı ve oranı da bir o kadar
artmıştır. Bugüne geldiğimizde düşen ücretler,
kaybedilen konum ve özerklikler, uzayan iş
saatleri, artan iş temposu, güvencesizleşme,
kriz dönemlerinde işsizlik, amir baskısı ve 24
saat denetim, yaşam boyu öğrenme, kendi
arasında rekabet sorunu işçi ve işçileşme sürecinde olan beyaz yakalı çalışanların işçi sınıfıyla
daha fazla bütünleşme ve işçi sınıfının bileşeni
olarak örgütlenmeye ihtiyacını göstermektedir.
Eski yaşam tarzına geri dönüş, ayrıcalık olarak
gördüğünü koruma, kariyerizm gibi küçük
burjuva kodların da taşınmasına rağmen bir
ayağı halen sınıf atlama hayallerini kurarken
diğer yanıyla yukarıda saydığımız sorunlardan
dolayı büyük bir kısmı işçi sınıfına doğru çözülmektedir. Artık geride kalan, gericileşen bir
tartışma olarak “beyaz yakalı çalışanlar işçi
sınıfının üyesi midir?” gibi sorular süre gidedursun, bizler işçi sınıfı derken mavi-beyaz yaka
ayrımlarını yok ederek dünyayı her gün yeniden
üreten sanayi, hizmet, tarım sektöründeki tüm
işçileri düşündüğümüzü belirtelim.
İşçi sınıfına saldırılar sadece hak ve ücret
kayıpları üzerinden olmamaktadır. İşçi sınıfı
mücadele bilincini bulanıklaştıran kapsamlı
bir ideolojik kültürel saldırıya da maruz
kalmaktadır. Burjuvazinin medyasıyla, parlamentosuyla, örgütleriyle bilfiil sınıf bilincini
aşındırıcı saldırılarına karşı sınıf savaşımı bu
mecrada da kendisini göstermektedir.
Bugün ne kadar genişliyorsa o kadar çok
katmanlı ve parçalı hale getirilen işçi sınıfı
tarihsel olarak büyük mücadelelerinden birini
çalışma saatlerini kısaltmak için vermiştir. 16
saatlik çalışmaya karşı başlatılan görkemli ve
uzun soluklu mücadelenin sonucunda 8 saatlik
çalışma hakkı, en azından büyük işyerlerinde
çalışan işçiler için kazanılmıştır. Neoliberalizmin en büyük hak gasplarından biri, işte 8
saat sınırını yeniden yıkmasıyla gerçekleşmiştir.
İnşaatta, madende, fabrikada, hizmetlerde,
ofislerde çalışan işçiler için 12 saat çalışma
giderek standart işgünü haline gelmektedir.
Teknolojik denetim, maillerin bile kontrolü, performans sistemleri cabasıdır.
Sınıf bilinci sorununda işçi sınıfı içerisinde
hem sayısal hem oransal olarak artış gösteren
beyaz yakalılar çok önemli bir yer tutmaktadır.
Beyaz yakalılar geçmiş dönemlerde prestijli
Metropol kentlere kırdan göçlerin akışı etnik
köken, mehzep, akrabalık üzerinden gelişmiştir.
Bu sınıf dışı ayrımlar, işçi sınıfının bölünüp
katmanlaştırılmasında kullanılmaktadır. Kentsel
dönüşümle, işyeri ile yaşanan yer arasındaki mesafe giderek artmakta, işçilerin çalışma ve yaşam
alanındaki mücadeleleri de bölünmektedir. Sanayi kent merkezinden olabildiğince uzağa sürülerek, kent merkezlerinde yoğunlaşan hizmet
işçileri ile kent çeperlerine yığılan sanayi işçileri,
birbirinden mekansal olarak da bölünmektedir.
Kalabalıklaşan kentlerde ciddi bir barınma sorunu katlanarak devam etmektedir. Burjuvazi bu
yakıcı sorunu da kendi lehine işletmeyi başarmış
durumdadır. Kentlerin en merkezi yeri hale
gelen işçi, emekçi ve kent yoksullarının 30-40
yıllık kendi elleriyle kurdukları yaşam alanlarına
kentsel dönüşüm projeleri uygulayarak sadece
rant elde etmiyor, orada yaşayan işçi, emekçilerin ve kent yoksullarının da dayanışmalarını,
yarattıkları ortak mücadele değerlerini de
tasfiye ediyor. İşçiler için şehir merkezlerinde
cam tabutlar, şehir çeperinde hapishaneler inşa
ediyor. Kentsel dönüşüme maruz kalan mekanlarda yaşayanların iradesi dışında yapılan
bu atama da patron sınıfı tarafından işçi
sınıfına mesai saatleri dışında da kararı kimin
verdiğini gösteriyor.
Patronu sadece mesai saatleri içerisinde işçisinin
çalışma kapasitesine sahip olarak görmek burjuva yalanı yutmak demektir. Bunun gönüllü
ve özgür bir anlaşmaymış gibi görünmesini
sağlamak burjuva medyanın, liberal yazarların,
sistemden nemalananların başarısıdır. Çalışma
sürelerine, yaşayacağımız konutlara, rant gözüyle
baktığı doğaya, parlamentoya, mahkemelere,
devlet aygıtı ve tüm kurullara ve kurumlara sahip
olan patronların, sadece mesai saatleri içerisinde işçisinin emeğine el koymakla yetindiğini
düşünemeyiz.
Ücretli köleler kendilerini çalışma yaşam ve
yönetim açısından köleleştiren koşullara son
verip, dünyayı kendileri için yönetebilecek
niteliğe, niceliğe sahip olmalarına rağmen,
kendi köleliklerini her gün ücret, oy, medya gibi
kölelik sistemleriyle yeniden üretmektedirler.
İlkel kölelikten bu yana kölelerin ve serflerin
çok ağır bedel ödemelerine rağmen sömürü
düzenini sarstıklarını biliyoruz. Bugünkü
işçi sınıfının sosyalizm ufkuyla beyaz-mavi
yakasıyla derinleşmiş sömürü ve eziyet sistemi
olan neoliberal kapitalizmi yıkması çok uzak
değildir. Gerçek bir özgürlüğe tüm kölelik ve
bağımlılık ilişkilerini yıkarak ulaşabiliriz.
Mavi-beyaz yaka ayrımlarımdan çıkarı olan sadece patronlardır. Unutmayalım ki yakaya göre
ayıran da burjuva kültür ve propagandasıdır.
İşçi Meclisi okuru beyaz yakalı bir işçi
13
işçi meclisi
Gıda ve su direnişlerine hazırlanalım!
Burjuvazi, ücretlerimizi düşürdüğü bölgelerde tepkimizi Suriyeli göçmenlere yönlendirmeye çalıştığı gibi, gıda fiyatlarındaki büyük artış ve su kesintilerine karşı tepkimizi de köylülere yönlendirmeye çalışıyor. Hayır, tümünün sorumlusu sermaye egemenliği, sermayenin azami kar dehşetidir
Kuraklık nedeniyle tarımsal üretim bir çok temel üründe yüzde 30-50 oranında düştü. Gıda
fiyatları yaz aylarında bile azalmadı, artmaya
devam etti. Gıda fiyatlarında önümüzdeki aylarda
ise yüzde 30'u bulan fiyat artışları bekleniyor!
Tarım ve gıda kapitalistleri arasında başlayan
kavga, sektörde ciddi bir krizin yaşanmakta
olduğunu gösteriyor. Tekelci gıda sanayi kapitalistleri (Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri
Federasyonu, TGDF), çiftçileri ürün stokçuluğu ve
fiyat spekülasyonu yapmakla suçladı. Tarım kapitalistleri (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, TZOB) ise
verdiği yanıtta, tarımsal ürün fiyatları düşerken
gıda fiyatlarının arttığını söyleyerek, zamlardan
gıda sanayi ve marketleri sorumlu tuttu.
Bilinen olgudur: Kapitalistler işleri yolunda
giderken can ciğer kuzu sarmasıdır. Kriz durumunda ise zararı birbirlerine yıkmak ve kendi
karlarını kurtarmak için kitlelerin tepkisini
birbirine yönlendirmeye çalışırlar. Kapitalist
filler kavgasında ezilen ise her zaman işçi, emekçi çimenler olur.
Gerçek şu ki, tarım krizinin ilk vurduğu küçük ve
yoksul köylülüktür. Büyük bölümü borç içinde,
önemli bölümünün toprağı bankalara ipotekli,
bu yılda ciddi ürün kaybı yaşayan küçük köylü
istese bile ürün stoku, fiyat spekülasyonu yapma
olanağı yoktur. Ürünleri daha tarladayken büyük
tarım-gıda kapitalistleri, tüccarlar tarafından
kapatılmıştır. Gıda fiyatlarının hızla artacağı
beklentisiyle stokçuluk yapanlar, tarladan sofraya
gıda zincirini tekelci hakimiyetleri altında tutan
büyük kapitalistlerdir. Büyük tarım kapitalistleri ve tüccarları, tekelci gıda kapitalistleri, hal
patronları ve hiper market zinciri sahipleridir.
Tarlada 50 kuruşa el koydukları ürünün sofraya 5
liraya gelmesine yol açan, bir kilo domatesten bile
2-3 lira cebe indirip aralarında kırışan bunlardır.
Ürün kıtlığından kar düşüşlerini, stokçuluk,
karaborsacılık, spekülasyon gibi yöntemlerle
fiyatları zıplatarak, işçi ve emekçilere yıkan da
bunlardır.
Kriz koşullarında yıkıcı spekülasyon kapitalizmin yasasıdır. Bir kutupta yıkıcı sermaye
merkezileşmesi ve azami kar, diğer kutupta
mülksüzleşme, sefalet birikimi ve açlık olarak
işler. Günümüzde tarım ve gıda üretim ve tüketiminin de küresel temelden mali oligarşik sermaye birikimine bağlanmış olması, üst düzeyde
tekelleşmesi ve borsalaşması, yıkıcı spekülasyonu
son derece kolaylaştırmıştır. Büyük tekelci kapitalistler ürün kıtlığına rağmen yüzbinlerce ton
ürün stoğu veya sadece tarım borsaları üzerinden tüm bir ülkenin beslenme olanaklarını
yıkabilecek milyarlaca dolarlık spekülasyon
yapılabilmektedir.
Sonuç, tarım-gıda alanında tekelci sermaye
merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının büyümesi, küçük üreticilerinin mülksüzleşmesinin
hızlanması, tarım-gıda işçilerinin bir bölümünün
işsiz kalması ve ücretlerinin düşmesi, ve ücretlerinin yüzde 20-40'lık bir bölümü gıdaya bağımlı
işçilerin daha fazla yoksullaşması, kent ve kır
yoksullarının belli kesimlerinin ise düpedüz
açlığa itilmesidir. Henüz 4-5 yıl önce Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da en temel gıda fiyatlarının
yüzde 50-100 arasında artmasıyla patlayan gıda
isyanları, neoliberal kapitalizmin yarattığı tarımgıda krizi ve spekülasyonunun ne anlama geldiği
hakkında bir fikir verebilir.
Kuraklık ve spekülasyon, neoliberal kapitalizmin yıkıcı sonuçlarından yalnızca ikisidir.
En az bunlar kadar korkunç olanı ise, neoliberal
kapitalizmin, büyük tekelci tarım, gıda, market
zincirlerinin işçi ve emekçilerin en temel, en
yaşamsal beslenme ve su ihtiyaçlarını karşılama
olanaklarını da tümüyle ele geçirmiş olmasıdır.
İşçi ve emekçilerin en temel, en yaşamsal
ihtiyaçlarıyla
istediği
Gıda ve bile
su eylem
ve gibi oynuyor olmasıdır.
direnişlerine hazırlanalım.
İşçi veKesilen
emekçilerin
en temel,
en yaşamsal
gıda
her ağaç,
yok edilen
her
ve su
ihtiyaçlarıyla
bile arasına
dikilmesidir. İşçi ve
emekçilerin
en temel,
en yaşamsal
ihtiyaçlarını
bile onları
eze eze
azami kara
çeviriyor
olmasıdır.
“Yüksek
politika”
yapmayı, tam
da neoliberalizmin
buyurduğu gibi ekonomiyi, kitlelerin çalışma ve
yaşam koşullarını kapsam dışı bırakmak sananlar, neoliberal kapitalizmin giyotininin artık
en temel ve yaşamsal ihtiyaçlarımıza inmeye
başladığının farkında mıdırlar? Su kesintilerinin
olduğu il ve mahalle sayısı giderek artıyor. Su
kesintisinin şimdilik olmadığı yerler de, çoğu
baraj dibe vurduğu için daha sağlıksız su kullanabiliyor. “Suyu tasarruflu kullanın, damlatan
musluklarınızı değiştirin” türünden kampanyalar
sosyal medyada başlatıldı bile. Peki, su kesintileri neden hep işçi emekçi mahallelerinde,
neden tasarrufu işçi emekçilerin yapması gerekiyor? Gıda fiyatlarında yükseliş yaz aylarında
bile durmadı, önümüzdeki aylarda astronomik
artışlar bekleniyor. O zaman da “gıdayı tasarruflu kullanma” kampanyaları mı açılacak, işçiemekçilere “çok yiyorsunuz daha az gıdayla idare
etmeyi öğrenin” mi denecek? Türkiye’de işçilerin
yüzde 50'si ancak yaşamını idame ettirebiliyor
durumdadır. Yaygın kredi borçları gıdayı zaten
asgariye bastırmaktadır.
Yoksulluk düzeyine göre yüzde 20-45 arası bir
bölümü gıdaya bağımlı işçi ücretleri, gıda ve su
kriziyle sarsılacak, ücretler üzerindeki basınç da
artacaktır. Dahası, işçi ve emekçiler içinde gıda ve
su krizinden en fazla etkilen ise emekçi kadınlar
olacaktır.
Burjuvazi, ücretlerimizi düşürdüğü bölgelerde
tepkimizi Suriyeli göçmenlere yönlendirmeye
çalıştığı gibi, gıda fiyatlarındaki büyük artış ve
su kesintilerine karşı tepkimizi de köylülere
yönlendirmeye çalışıyor. Hayır, tümünün sorumlusu sermaye egemenliği, sermayenin azami
kar dehşetidir. Bizi taşeron köleliliğine mahkum
eden, 12 saat
çalıştıran, iş
cinayetlerinde biçen
kimlerse,
doğayı,
ormanları,
su
havzalarını yağmalayan, gıdamızı suyumuzu kesen de onlardır. Bizi sömüren, en temel
ihtiyaçlarımızdan bile yoksunlaştıran kimlerse,
yönetenler de onlardır.
Biz Gezi’de “ağacıma, ormanıma, suyuma,
parkıma dokunma!” dedik. Çünkü biliyorduk
ki sermaye efendilerinin gözü dönmüş bir kar ve
iktidar hırsıyla yıkmak istediği sadece 3-5 ağaç
değil, tüm bir yaşamımız ve yaşamı savunma
direncimizdi.
Biz Gezi’de “Gezi’nin tabanını işçiler
oluşturuyor, devleşen kent sorununun da
yıkılan doğa sorununun da asli muhatabı işçi
sınıfıdır” dedik. Çünkü biliyorduk ki neoliberal
kentsel dönüşümün de, doğa yıkımının da dönüp
en ağır vurduğu ve vuracağı yine işçilerdi.
Öyleyse şu “yeni” hükümete iyi bir karşılama
töreni hazırlaması gereken de işçilerdir.
Gıda fiyatları indirilmeli, artırılması
yasaklanmalı.
Tarım ve gıda ürünü istifçileri, spekülatörleri
cezalandırılmalı.
Sudan tasarrufu, sermaye yapmalı. Tarımda
devlet tarafından karşılanacak damlama sulama
teknikleri zorunluluğu getirilmeli.
Tarım, su, orman havzalarına, yeşil alanlara
inşaat yapılması yasaklanmalı.
Gıda ve su eylem ve direnişlerine hazırlanalım.
Kesilen her ağaç, yok edilen her yeşil alan, her
termik ve hidroelektrik santralın açlık ve susuzluk demek olduğu bir noktaya geliyoruz. Antikapitalist doğa mücadelesini sınıf savaşımıyla
bütünleştirelim.
Kahrolsun banka, borsa, tekel egemenliği!
Kahrolsun kan ve petrol içmekten su ve gıda
sorunu nedir bilmeyenlerin devleti!
14
Merhumu nasıl bilirdiniz?
işçi meclisi
Geçtiğimiz hafta Beşiktaş takımının “efsane”
başkanlarından Süleyman Seba hayatını kaybetti. Ölümünün ardından en çok tartışılan
konulardan biride Süleyman Seba’nın MİT çalışanı olduğu konusuydu.
1977-1984 yılları arasında MİT içerisinde resmi
bir devlet görevlisi olduğu çokça yazıldı çizildi.
Hatta tanıkların anlatımıyla Seba’nın emriyle
işkence görenlerin varlığından bile söz edildi.
Bu tanıklar ve onların yakınları sermaye devletinin, faşizm koşulları altında yaptığı işkencelerin
bizzat uygulayıcısı olan Seba’nın yaptıklarını
anlattı.
leri geçmiştir.
Bu üçgen artık (sermaye açısından değersiz olan
Anadolu kulüpleri hala mafyaların kara para
aklama alanıdır) dönüşmüştür. Yeni dönemde
bu alanda direkt CEO’ların yer aldığı bir biçim
değişikliği yaşamıştır. Siyaset de, devlet de, mafyatik örgütlenmeler de sermayeden bağımsız
güçler değildir. Tam tersine sermayenin en çok
kullandığı alanlardır. Bu dönüşümle sermaye
dolaylı yoldan sağladığı bağı doğrudanlaştırmıştır.
Alaatin Çakıcı katilinin Seba’nın emri ile Beşiktaş Kulübü vizesi ile yurtdışına çıktığı da söylenenler arasında. Ayrıca Seba’nın kulübün başına
geçtiği kongrede Çakıcı’nın adamları tarafından
korunduğu gerçeği de artık sır olmanın dışına
çıkmış durumda. Tuncay Özkan’ın kitabında bu
meseleye dair oldukça ilginç veriler var.
Siyaset, mafya ve devlet üçgeninin 2000'li yıllara
kadar subaşlarını tuttuğu, daha sonrasında büyük kulüplerin başlarına holding patronlarının
geçtiği bir yerde temiz bir spor da olamaz.
Futbol arsadan borsaya doğru uzanırken devletin biçimi değişir ve faşist diktatörlük çözülmeye başlarken, Seba (devlet), Ali Şen (mafyatik
tüccar), Mehmet Ali Yılmaz (siyasetçi) üçgeni
de çözülmeye başlamıştır. (Bahsi geçen isimlerin
hepsi 1980 darbesinden sonra futbol kulüplerinin
başına geçmiştir.) Sermayenin Türkiye’de rejim
değişikliğine gitmesiyle birlikte bir dönem direkt
burjuvazi tarafından kullanılan mafya, siyaset,
devlet üçgeni de değişmeye başlamıştır. Sermayenin iştahını kabartan bu alana sermaye hızlıca
dahil olmaya başlamıştır.2000'lerin başına kadar
kontrgerilla faaliyeti yürüten unsurların devletin
bağırsak temizleme operasyonuyla içeri tıkılmasının ardından kulüplerin başına da şirket sahip-
80 darbesiyle işçi ve emekçilere işkence yapılırken, insanlar zulüm içerisinde ezilirken işte bu
“babacan” adam bu katliamları yapan kadrolardan biriydi.
Seba’nın nasıl olur da “halkın” başkanı olduğunu söyleyebilirsiniz? Onun hiç bir yerde darbe
döneminde yaptıkları yüzünden özür dilediğini,
bu kirli ve karanlık geçmişiyle yüzleştiğini görmedik. Tam tersine Seba bir devlet sevici olmanın çok da ötesine geçememiş ve bir memur
olarak yaşamını kaybetmiştir.
Bu bağlamıyla sol içerisinden bile Seba’yı amalar, belkilerle kurtarmaya çalışanlar bir kez daha
kendilerine gelmeli ve bu katilin hesabını soramadığımız için aslında üzülmelidir.
Çarşı grubunun bu tarihle yüzleşmesi gerekmektedir. Gezi eylemlerinde taraftar gruplarını
yere göre sığdıramayanlar Çarşı’nın bu yaşanan
süreçteki tutumu karşısında “Ama Çarşı eleştirilmez” mi diyecektir? Cenaze töreninde söylendiği gibi Seba’nın bir barış adamı değil tam da
dönemine uygun olarak bir sınıf savaşımının
memuru olduğunu unutmamak
lazım.
Bir MİT ajanının “babacan”, “halkçı”
bir başkan olduğunu iddia etmek
oldukça ilginç bir durum olsa gerek. Sosyal medya üzerinde de
kendisine solcuyum diyen binlerce insan, bu ellerinden kan
damlayan “babacan” katilin arkasından yas tutuyor.
Bir futbol kulübünü bir
patron şirketinden ayıran
hiçbir şeyin kalmadığı,
futbolun bir ticaret ve borsada hisse senedine
dönüştüğü çağımızda ne yazık ki ne bir halkın
takımı ne de 80 darbesinin hemen arkasından
daha elindeki kan kurumadan göreve gelen bir
başkan halkın başkanı olabilir.
oyunların oynandığı yıllardı. Dönemin politik
atmosferiyle de ilişkili olarak futbol fanatizminin ya da futbol üzerinden milliyetçi söylemlerin çok da revaçta olmadığı dönemlerdi.
Bu yaşananlar, sermayenin her faşist diktatörlük
rejiminde uygulamaktan çekinmediği 3F uygulamasının belki de çok açık bir analizinden başka bir şey ifade etmeyen bir durumdur.
Askeri faşist darbenin hemen ardından ülkemizde uygulamaya konmaya başlanan neoliberal ekonomi politikaları ekseninde devletin
mafya ile olan bağının herkes tarafından bilindiği kanısındayız. Özellikle 80 sonrasında
mafyanın kara para aklama anlamında en çok
kullandığı alanların başında futbol gelmektedir.
Ankaragücü’nün Kenan Evren’in emriyle kümede bırakılması, daha sonra bir devlet kurumunun Ankaragücü’ne sponsor olması bu güçlü
bağın işaretlerindendir.
Devletin Futbol İçindeki Temsilcisi
Seba
MİT emeklisi “sevimli” katil Seba işte tam da
dönemine uygun olarak kitlelerin uyutulmasının
en önemli araçlarından biri olan futbolun içerisinde en aktif rolleri almış, nasıl olmuşsa emekli
bir memur bir işadamıyla girdiği yarışta kulübün başına geçivermiştir. Ve 16 yıl boyunca devletin futbol içindeki adamı rolünü
sürdürmüştür.
Seba görevi sermayenin memur
atamasından başka
bir şey ifade etmeyen bir kongreyle
devralmıştır.
60'li yıllar futbolun bir zevk alma
aracı niteliğinin
henüz kaybolmadığı, sahada
bile daha kolektif
Seba ile ilgili özellikle liberal sol çevrelerde onun
MİT’le olan ilişkisini
görmeden “iyi bir başkandı” söylemi oldukça yaygın bir söylemdir. Bu düpedüz
Seba’nın kendisine sermaye tarafından verilen
rolü görmemek anlamı taşır. Neymiş efendim
Semra Özal Hanım davet vermiş Köşkte Seba
kabul etmemiş, tabii ki etmeyecektir. Burjuvaların ve temsilcilerinin birbirlerine attıkları madiklerinde taraf tutmaya kalkarsanız savunduklarınızla çelişmek zorunda kalırsınız. Seba’nın
davete gitmemesinin de alkışlanacak bir hareket
olduğunu zannedersiniz. Sokaklarda futbol ile
kitlelerin enerjisini boşaltmak o yıllarda sermaye için en önemli mesele olsa gerek?
Ya da alt yapıyı birer para basan futbolcular deryasına çeviren sermaye yöntemlerini yere göğe
sığdıramamak… Ya da o sürecin milli vurgularının üstünden atlayıp bir anda alt yapıyı keşfetti
deyivermek…
Seba deyince çok daha uzun ve kirli bir geçmiş
ortaya konabilir. Ama dediğimiz gibi o babacan
tavırlı katil bizi kandıramaz. Futbol deyince ve
futbol emekçiliği deyince aklımıza bir isim geliyor. Metin Kurt, tam bir Futbol emekçisiydi.
Sendikal bir mücadele için yaşamını yitiren
efsane öldüğünde ağlamayanlar, cenazesinde
olmayanlar, arkasında binlerce karanlık işle
milyon dolarlarla ölen bir katili yere göğe
sığdıramamaktadırlar. Bizim efsanelerimiz
sevimli, babacan, duygusal katil Seba’lar değil,
çelik iradeli, bildiği yolda yürüyen, işçi ve emekçilerin sınıfsal çıkarlarından hareket eden Metin
Kurt’lardır.
Yazımızı Metin Kurt’un sözüyle bitirmek istiyoruz. Biz komünist gençler olarak futbolun
bu karanlık yüzünü teşhir edeceğiz. Ve Metin
Ağabey’in de dediği gibi “Futbol borsada değil
arsada güzeldir” diyeceğiz ve daima bunu savunacağız.
Ferguson’dan Gezi’ye, Enternasyonel’e
15
işçi meclisi
Gencecik bedenlerin sokak ortasında infazlarına, barışçıl gösterilerde dahi silah kullanan polise, her geçen gün yüzlerce işçinin patronlar tarafından katledilmesine, emeğin çalınmasına, kadınların ataerkil kapitalist düzende köleleştirilmesine, cinsel yönelimden dolayı birey ve toplulukların itibarsızlaştırılmasına, Şengal’den Filistin’e, Gezi’den Ferguson’a tekelci kapitalist sermaye diktasına karşı komünizme doğru ileri diyebilecek bir Enternasyonel’e!
ABD’nin Missouri eyaletinin Ferguson şehrinde 9 Ağustos akşamı
18 yaşındaki Michael Brown adlı
siyah gencin polis tarafından öldürülmesiyle birlikte kasaba çapında
başlayıp yaklaşık 100 şehri saran bir
isyan yaşanmaktadır. Sadece %3’ü
dışında tamamına yakının beyazlardan oluştuğu Ferguson’daki polis
teşkilatının siyahlara karşı gizli-açık
ırkçı uygulamalarını sistematikleştirerek sürdürmesinin bir sonucu
olarak Michael Brown’u da 2’si kafa
bölgesine olmak üzere 6 kurşunla
katletmiştir. Ferguson’da yaşayan
kişiler, devletin bilinçli bir şekilde
böyle bir yapılanmayı tercih ettiğini
söylemektedirler. Yarım asırdan bu
yana vatandaşlık tanımı içerisinde
haklara kavuşan Afro-Amerikalılara
karşı polisin bu tutumu yasalara
rağmen değişmeyen birçok şeyin
olduğunu göstermektedir.
isyan çanları çalıyor
Michael Brown’un ölüm haberi için
basın toplantısı düzenleyen Missouri Valisi Jay Nixon yaptığı açıklamalarla Michael Brown’un hırsızlık
yaptığını iddia ederek algı operasyonuyla katil polis Darren Wilson’ı
aklayıp, cinayetlerini meşrulaştırma
yoluna gitmeye çalışmıştı. Ferguson
halkı sokaklara çıkarak Vali’yi ve
polisi protesto gösterilerine başlayınca, Vali bu iddiasından çark ederek katil polisin ismini saklamaktan
da vazgeçmek zorunda kaldı.
asker donanımlı kolluğa karşı geri
atmamış Ferguson halkı da hukuksal süreç işletilmeye başlandığı için
bu günlerde biraz daha sakinleşmiş
görünüyor. Ama bu bir uyku hali,
korku, geri adım ya da geriye çekilme değil, tam tersine daha güçlü bir
isyanın nadasıdır.
Her şehir, iki şehirdir. Ferguson
şehrinin %70’e yakını ve geneli
işçi sınıfından olan siyahlardan
olmaktayken, geri kalan ise kuzey
bölgesinde yaşayan geliri daha yüksek olan beyazlardan oluşmaktadır.
Enternasyonel ihtiyacının
Yakıcılığı
ABD Başkanı Obama’yı rahat uyutmayan gösteriler için Obama sukünet çağrısı yapıyor, ailenin acısını
bahane ederek gösterilerin öncü
kitlelerine provakatörler diyor, polislerin ağır askeri silah kullanımıyla
ilgili kamuoyu önünde hümanistlik
yapıyor, adalet bakanının şehre gelip inceleme yapacağını vaad ediyor,
burjuva yönetişim kanallarının tümünün kullanılacağına dair sözler
veriyordu. Diğer yandan ise vali
ulusal muhafızları davet ediyor, askeri teçhizatın fazlasının polise devredilme programından bu yana 4,3
milyar dolarlık teçhizat teslim alan
polis şiddetine devam diyordu.
Şehrin en merkezi caddesini günlerce trafiğe kapatan, polis görünümlü
dir. Obama’nın açıklamalarından,
güvenlik denetlemesi için gelen
siyah görevli Ron Johnson’a kadar
ABD’nin yönetim mekanizmalarında afro-amerikan denilen siyah
kişiler bulunmaktadır. Bir yandan
kitlesel bir şekilde ırksal tüm ayrımcılığı yaşatmaktan çekinmeyen
kapitalist neoliberal devlet diğer
yandan bireylere doğru çözüp ödüllendiren devlet. Ferguson halkının
isyanında sokaklar ten rengine göre
değil, yaşamdaki maddi konumuyla
belirlenmiştir. NBA eski yıldızlarından Kareem Abdul-Jabbar’ın da
dediği gibi Ferguson’da yaşananlar,
ırk savaşı değil sınıf savaşıdır.
Şehrin ortadan ikiye yarıldığını
görebilmekteyiz. Siyahların mahkum edildiği hayat, işsizlik, ücretli
köleliğin en geri biçimi, geleceksizlik, sokak ortasında kolluk tacizi,
işkencesi ve ölüm. Eşit yurttaşlık
temelinde gelişmeyen burjuva bir
toplum paradigması çelişkileriyle bu
şehirde de dibine kadar yaşanmaktadır. Sokak ortasında infaz edilen
18 yaşındaki gencin ölümü öfkenin,
itibarsızlaştırılmanın kabına sığmayarak taşmasıdır.
Her Ulus iki Ulustur
Şehirdeki isyan büyüyerek Detroit,
Los Angeles, Washington, Chicago, New York, Miami ve Phoenix
başta olmak üzere yüzden fazla
şehirde baş gösterdi. Sistemin sokaklardan şiddeti eksik etmemekle
birlikte burjuva demokrasisinin
yönetim mekanizmalarını da kullanarak sokakları susturma çabası iki
yönlü bir şekilde devam etmekte-
Kitlesel isyanların ortaya çıktığı
yerler düşünüldüğünde; Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Ortadoğu,
Avrupa, Amerika… dünyada neredeyse tekelci kapitalizmin pazar
haline getirmediği yer kalmıyor.
Küresel tekelci kapitalizmin azami
kar elde edeceği, sermaye biriktireceği istikrarlı bölgeler bir bir sokak
gösterileriyle istikrarsızlaşıyor. Burjuvazinin, BM, IMF, OPEC, G-8,
G-20, NATO vs. gibi ekonomik,
siyasal, askeri, küresel örgütlenmesi
varken, biz işçi ve emekçilerin çıkarlarımız için enternasyonel çapta
bir örgütlülüğe olan ihtiyacımız
yakıcılaşmıştır. Gencecik bedenlerin
sokak ortasında
infazlarına, barışçıl gösterilerde
dahi silah
kullanan
polise, her
geçen gün
yüzlerce
işçinin
patronlar
tarafından
katledilmesine,
emeğin
çalınma-
sına, kadınların ataerkil kapitalist
düzende köleleştirilmesine, cinsel
yönelimden dolayı birey ve toplulukların itibarsızlaştırılmasına,
Şengal’den Filistin’e, Gezi’den
Ferguson’a tekelci kapitalist sermaye diktasına karşı komünizme doğru ileri diyebilecek bir
Enternasyonel’e!

Benzer belgeler